ruh bukucu

Transkript

ruh bukucu
 2 “RUH BÜKÜCÜ” bir sinema filmi senaryosunun romanlaştırılmış halidir. Yazarın
yazılı izni alınmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılması, kitapta bulunan ve
kitaba özel herhangi bir bilginin aynen ya da değiştirilerek kullanılması, kitapta
verilen bilgiler üzerine yeni bir öykü tasarlanıp yayınlanması FİKİR VE SANAT
ESERLERİ YASASININ İLGİLİ MADDELERİ GEREĞİNCE suç teşkil etmekte ve cezai
müeyyide gerektirmektedir.
RUH BÜKÜCÜ romanının telif ücreti yoktur, e-book formatında internetten
indirilmesi ve dağıtılması serbesttir.
ADNAN KURT
Bir yazısında ki tek bir cümlesi ile beni bu romanı
yazmaya teşvik eden Cengiz Semercioğlu’na teşekkür
ederim...
3 BEYOĞLU, 2010
Yetmiş ikinci yaş gününü tek başına kutladı komser
Sadun, arasıra uğradığı Beyoğlu’nda ki bir barda bir duble
buzlu viski eşliğinde. Gerçi barmenle geçen onca yıl içinde
arkadaş olmuştu ancak barmen de doğum günü olduğunu
bilmiyordu, kimse bilmiyordu aslında.
Yalnızca bir hafta önce emekli olmuştu komser Sadun
ve hayatında kendini ilk kez bu denli yalnız hissetmişti.
Emniyette göreve başladığı yirmi beş yaşından itibaren çok
acı anlara şahit olmuştu. Rahmetli babası ona her daim
‘Oğlum bir şeyi anlamak için mutlaka yaşaman gerekmez,
başkalarının yaşadıklarından ders almasını ve başkalarının
yaptığı hataları yapmamayı öğren’ demişti, belki de binlerce
kez.
Sadun babasının bu öğütüne uymuş ve şehit polislerin
ardından bıraktığı gözü yaşlı, yüreği yangın yeri eşleri ve
çocuklarını gördükten sonra asla evlenmeme kararı almış, bu
kararına sadık kalmıştı. Görevi başındayken hiç yalnızlık
çekmemişti, her daim emniyette dostları, peşinden koştuğu
suçlular vardı. Oysa şimdi... İlk kez yapayalnız hissetti
kendini Sadun, emekliliği hiç sevmedi o an!
Kimsenin duyamayacağı kadar kısık sesle ‘doğum
günün kutlu olsun komser Sadun’ dedi kendi kendine ve
viskiyi fondipledi, bar taburesinden kalktı yavaşça.
‘Eve mi komserim?’ diye sordu barmen.
Yan taburede duran fötr şapka ve paltosunu alıp
giymekte olan Sadun tebessümle baktı barmene, gerçi
yüzünde acı bir tebessüm vardı ama barmen bunu
hissetmedi,
4 ‘Evet, kar iyice bastırmadan gitsem iyi olur’
‘Arayı açmayın komserim, iyi akşamlar size’
‘Sağol Salih uğrarım ara sıra, hadi kal sağlıcakla’
Elinde şapkasıyla dışarı çıktı ve yüzüne çarpan kar
tanelerinin huzurunu hissetmek istercesine kısa bir an
gözlerini yumup öylece kaldı. Kar taneleri seyrelmiş ve
geriye taranmış beyaz saçlarının üzerine konuyordu.
Gözlerini açtı, derince bir nefes aldı ve şapkasını takıp ağır
adımlarla Taksim yönüne doğru yürümeye başladı komser
Sadun, yolu uzundu ve biraz bacaklarını açmak maksadıyla
arabayla gelmemişti.
Aslında eve gitmek istemiyordu, belki birazda bu
yüzden adımlarını daha da ağırlaştırdı. Eve gidip yalnızlığa
gömülmek daha şimdiden ağır gelmişti ona. Halbuki son
yıllarda ağzından hep aynı cümleyi duymuştu mesai
arkadaşları; ‘artık emekli olup dinlenmek istiyorum.’
Ama şimdi istemiyordu! Yarım asır boyunca çalışmış
ve aile hayatı olmadığı için tek odalı bir evde sade bir hayat
yaşamıştı. Evi arasıra uyumak ve elbiselerini yıkamak için
kullanır olmuştu. Cinayet masasında komser olmak ona ağır
bir sorumluluk vermişti ve aldığı işi çözmeden gözüne uyku
girmezdi.
Bunca yıl içinde kendine yalnızca iki şey almıştı
komser Sadun. İlki 1969 yılında görüp hayran olduğu siyah
renk bir spor mustang arabaydı... Aslında binmeye bile pek
kıyamazdı onun için kutsal bir mabed gibiydi o araba. Ancak
o araba sayesinde kendini her daim genç hissederdi, bu
haftaya gelene kadar!
İkinci olarak aldığı şey ise... Bir ay önce emekliliğin
tadını çıkartmak gayesi ile neredeyse tüm birikimiyle satın
aldığı bir köşktü.
5 Beykoz sırtlarında ki köşkün dış duvarlarını kaplayan
ve yeryer çürümüş olmasına rağmen oldukça dinç bir havası
olan ahşaplar Osmanlı kırmızı rengindeydi. İmparatorluk
döneminde inşa edilmiş, ancak imparatorluk gibi yıkılmamış,
dimdik ayakta kalmıştı etrafı duvarlarla çevrili büyük bir
bahçenin içinde bulunan koca köşk.
Komser Sadun köşke ulaştığında gecenin karanlığı
beyaz kardan zeminin üzerini sarıp sarmalamıştı. Hemen
bahçe girişinde duran siyah Mustang’ına durup baktı, eski bir
dosta bakar edayla ve isteksiz adımlarla köşkün kapısına
yöneldi.
Köşkü mesai arkadaşları gazete ilanından bulmuştu,
görür görmez beğenmişti Sadun da. Özellikle boğaz
manzarası cezbetmişti onu. Orta yaşlarda bir kadındı sahibi,
köşk ona miras yoluyla kalmıştı ve hiç ısınamamıştı bu
köşke, yıllarca boş tuttuktan sonra içindeki eşyalarla beraber
satmaya karar vermişti.
Sadun kapısından ilk girdiğinde köşk hayalet evden
farksızdı, her yan kalın bir toz katmanı altında ezilmiş,
köşkün temizliği bile neredeyse bir hafta sürmüştü. Köşke
doğal gaz sistemi yaptırmaya karar vermişti Sadun ve bir kaç
gündür
tadilat
devam
ediyordu. Gerçi
ilk
başta
yaptırmadığına pişman olmuştu, her yan tekrar batmıştı
nede olsa.
Sadun önce palto, ardından ceket ceplerini yokladı ve
kapının anahtarını bulup kapıyı açtı, o içeri girerken tesisat
ustası ve iki çırağı çıkmaya hazırlanıyorlardı;
‘Beyim hoşgeldin, karşılaştığımız iyi oldu aslında.
Şimdi biz bodruma doğalgaz kazanını koyduk bugün, bağlantı
borularını döşemek için bizim çocuklar duvarda matkapla
delikler açıyordu yalnız duvarın bir yeri delinirken içeri
göçüverdi. Aradan baktım el feneriyle galiba kiler gibi bişey
6 varmış duvar örüp kapatmışlar nedense. Yarın orayı sıvayıp
eski haline getiririz beyim, söyleyimde sonra kırıp dökmüşler
demeyesin!’ dedi, şişman tesisatçı, soluk bile almadan
konuşarak.
Aslında bu hızdan Sadun da rahatsız olmuştu ama bir
an önce kurtulmak için zoraki de olsa tebessüm etti ustaya,
‘Önemli değil ustam, elinize sağlık. Hadi size iyi
geceler.’
‘Size de iyi geceler komserim’ dedi ustabaşı ve
çıraklarıyla birlikte çıkıp kapıyı arkalarından kapadılar.
Sadun palto ve şapkasını çıkartıp girişte ki köşk kadar
eski portmantoya astı, ayakkabılarını da çıkartmak üzere
hamle yaptı ancak yerlerin batmış halini görünce vazgeçti,
giriş kattaki büyük oturma odasına geçti, içeri girdi, ışığı açtı
ve doğruca pencere önüne gitti. Pencereden kuşbakışı boğaz
manzarasına daldı bir an, yine kar yağmaya başlamıştı.
Yorgun gözlerinin ağırlaştığını hissetti Sadun ve yan
tarafında bulunan koltuğa oturdu, iyice yaslandı arkasına.
Gözlerini açtığında uyuyup kalmış olduğunu anladı,
kolundaki saate baktı, ikiyi çeyrek geçiyordu. Eve geldiğinde
saatin kaç olduğunu hatırlamaya çalıştı ‘altı saat uyumuşum’
dedi, kendi kendine kısık sesle.
Doğruldu ve yavaşça kalktı yaşlı koltuktan, ağır
adımlarla odadan çıktı, yürürken zemindeki eski ahşap
döşemelerin
gıcırtısı
gecenin
sesliğinde
hafifçe
yankılanıyordu.
Banyoda yüzünü yıkadı Sadun ve tekrar odaya
yöneldiğinde bir an öylece durdu, etrafına bakındı, yabancı
gözlerle. Sanki ‘burada ne işim var?’ dercesine baktı etrafa.
‘Keşke evlenseydim!’ dedi belkide anlık bir refleksle.
‘Keşkelerle olmuyor Sadun bey!’ diyede kendi kendine cevap
7 verdi. Odaya girmek üzereyken vazgeçti, geri dönüp mutfağa
yöneldi. Mutfağın ışığını yakıp içeri girdi ve buzdolabını açıp
göz gezdirdi. Dolabı kapadı, etrafa göz gezdirdi. Yapacak,
oyalanacak bir şey arar gibiydi aslında. Artık sararmış beyaz
mermer tezgahın üzerinde duran parlak çelik çaydanlık
gözüne iliştiğinde ne yapacağını bulmuş edayla tebessüm etti.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek gererek he
Sadun?’ dedi.
Çaydanlığın altına su, üstüne biraz çay koydu ve
çaydanlığı ocağa koyup altını yaktı.
Asırlık köşkün asırlık mutfağın da son model
buzdolabı ve fırının adeta sırıttığını fark etti, doğu batı
sentezi gibi duruyordu mutfak bu haliyle. Başını kaldırıp
tavandan sarkan oldukça kasvetli zayıf bir ışık veren gücü
düşük ampule baktı,
‘Yarın ilk iş ampulleri değiştirmek’ dedi ve mutfaktan
ayrıldı.
Her adımda gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata
çıktı, yatak odasına girdi Sadun. Rengi solmuş kahverengi
gömme dolabın kapağını açtı, raftan pamuklu kumaştan
yapılma pijamaları aldı. Üzerini çıkartmaya başlamışken
duvar önünde duran boy aynasına ilişti gözü, kendine baktı
alıcı gözlerle. Halen oldukça dinçti, yaşıtları ya çökmüş ya
göbek bağlamıştı ama o en az yirmi belki otuz yaş genç
duruyordu ve halen fiziği çakı gibiydi. Yaşıtları gibi gözünün
feri sönmemişti üstelik, kahverengi gözleri halen parlıyordu.
Yalnızca saçları biraz seyrelmişti hepsi bu. Elini hafifçe
yanağına sürtüp sakal traşını kontrol etti. Hiç sevmemişti
sakal ve bıyığı, her sabah aksatmadan yıllardır sakal traşı
olurdu. Gençliğinde bir kez bıyık bırakmaya niyetlenmişti
ancak suratının orta yerinde bir kıl birikintisi gibi durduğunu
görünce vazgeçmişti.
8 ‘Hala şansın var bence Sadun, boy pos endam
yerindeyken hala şansın var! Bul bir hatun evlen bence geç
olmadan!’ dedi ve hafifçe güldü.
Siyah takım elbisesini ve beyaz gömleğini özenle
askıya koyup dolaba astı. Pijamalarını giydi ve tıpkı
mutfaktaki gibi loş olan ışığı kapayıp odadan çıkarken ‘yarın
bir değil bir düzine ampul almam gerek!’ dedi.
Çatırdayan merdiven basamaklarını bir kez daha
aşarak giriş kata indi ve durmaksızın doğruca bodruma inen
merdivenlere yöneldi ‘bakalım neler yaptın usta, inşallah
fazla dağıtmamışsındır ortalığı’ dedi.
Bodruma inen taş merdivenlerin başında bodrum
ışığının düğmesine bastı ve aşağı indi. Etrafa göz gezdirdi,
basık tavanlı ve dar, insanı rahatsız eden havasız bodrum,
konulan doğalgaz kazanı sayesinde iyice daralmıştı. Her
yandan gelen borular bir ağacın kökleri gibi sarmıştı ortalığı.
Ustabaşının çıkarken söylediği duvardaki göçüğe
takıldı gözü. Sıvası dökülmüş bir kaç kırmızı taş tuğla kırık
vaziyette kenarda duruyordu. Yere yakın bir bölgece küçük
bir gedik açılmıştı duvarda. Sadun eğilip baktı, karanlıktan
başka bir şey göremedi.
Etrafına bakındı ve kazanın üzerinde duran
ustabaşının el fenerini fark etti. El fenerini alıp açtı, fenerin
ışığı bodrum tavanından sarkan kırk vatlık ışığı neredeyse
bastırıyordu. Sadun el fenerinin ışığını açılan gedikten içeri
doğru tutarken eğilip içeri baktı. Karşı duvara üst üste
dizilmiş eski dosyalar ve deri ciltli kitapları gördü!
Ayağa kalktı ve kısa bir tereddüt ardından duvara
yaslanmış halde duran balyozu aldı!
‘Hadi bakalım, iş yok diye sıkılıyordun al sana
eğlence!’ dedi ve balyozu aldığı gibi duvara ardı ardına
9 indirmeye başladı!
Yalnızca on dakika sonra içeri girebileceği kadar
büyük bir gedik açılmıştı duvarda. Balyozu duvara dayayıp
bıraktı ve el fenerini alıp gedikten içeri girdi. El fenerinin
güçlü ışığıyla hızlıca etrafı yokladı. Bir masa, bir sandalye ve
sayısız dosya, kalın deri ciltli el yazması kitaplar vardı. Bir
kaç dosyayı alıp içindeki sararmış evraklara baktı; el
yazısıyla ve Osmanlıca yazılmıştı.
Sadun henüz çocukken o zamanlar hayatta olan
dedesinden osmanlıca okuyup yazmayı öğrenmişti. Gerçi
buna hiç bir işine yaramayacak boş bir öğreti gözüyle
bakmıştı ama şimdi elinde tuttuğu dosyada ki her şey
Osmanlıcaydı.
Tozlu masanın üzerine bıraktı dosyayı ve masanın
çekmecesini açmaya yeltendi. Kilitliydi, etrafa bakındı ama
anahtar bulamadı. Tekrar gedikten dışarı çıktı ve ustabaşının
takım çantasından tornavida ile çekiç alıp geri döndü.
Tornavidayı kilit yerinin üzerine koyup çekiçle bir kaç güçlü
darbe indirince kilit kırıldı. Çekmeceyi açtığında kalınca bir
kaç defter olduğunu gördü, birini masa üzerine koydu ve açıp
sayfalarına hızlıca göz gezdirdi ‘bu bir günlük’ dedi.
Çekmecedeki diğer dört defteri de alıp gedikten dışarı
çıktı. Ustanın tornavida ve çekicini tekrar takım çantasına
koydu, el fenerini de kapatıp kazanın üzerine bıraktı.
Sadun elinde tozlu defterlerle
merdivenlerinden çıktı, ışığı kapattı.
bodrumun
taş
Mutfağın rahatsızlık verici loş ışığı bir kez daha yandı,
Sadun elinde kahverengi deriyle ciltlenmiş kalınca beş
defterle içeri girdi, defterleri mermer tezgahın üzerine
bıraktı. Sabırsız bir telaşla çekmeceleri açıp açıp kapattı, ta ki
aradığı toz bezini bulana değin. Her bir defterin cildinin
10 üzerini kaplamış tozları hızlıca sildi, bezi de çöp tenekesine
attı. Defterleri kucağına alıp mutfaktan çıkacakken durdu,
geri göndü, defterleri yine tezgahın üzerine bıraktı.
Çayın suyu kaynamış, kaynayan suyun buharı
çaydanlıktan dışarı sızıyordu. Hızlıca çayı demledi ve
defterlerle birlikte mutfaktan ayrılıp oturma odasına geçti.
Boğaza nazır pencere önündeki koltuğa oturdu,
defterleri de koltuğun yanında duran antika sehpanın
üzerine bıraktı. Defterlerin sırayla ilk sayfalarına açıp göz
attı önce, yazım tarihine göre sıraya koydu ve ilk günlüğü
alıp okumaya başladı.
11 LONDRA, 1929
Halit bey cumhuriyetin ilanı ardından devlet
tarafından eğitim için yurt dışına gönderilmiş yüzlerce
kişiden biriydi ve 1926 yılında psikoloji ihtisası için
Londra’ya gönderilmişti.
Üniversitede ki ilk aylarında İsrail asıllı Yahudi bir
genç olan İzak ile tanışıp arkadaş olmuşlar, bu arkadaşlık
zamanla dostluğa dönüşmüştü.
İzak kıvrak Yahudi zekasına sahipti ve haham olan
dedesi tarafından yetiştirilmişti. Buna rağmen Yahudi
öğretilerini pek önemsemezdi ve görünüşü daha ziyade
‘serserinin tekiyim’ diye haykırırdı. Yahudi mistizmi kabala
hakkında da çok derin bilgiye sahipti ve bu bilgileri
başkalarıyla paylaşması her ne kadar yasak olsa da biricik
dostu Halit’le cömertçe paylaşmaktan çekinmezdi. Gerçi
Halit’in ne mistizmi ne de kabalayı önemsediği yoktu, onun
tüm derdi bir an önce eğitimini tamamlayıp vatanına dönmek
ve ölene dek hizmet ülkesine etmekti.
Ancak ne olduysa 1929 yılının mayısında olmuştu.
İzak ona bir soru sormuştu alt tarafı. Ama sorunun ve
cevabının onu nerelere sürükleyeceğini o tarihte aklından
bile geçirmemişti Halit bey.
İzak’ın sorduğu soru çok basitti aslında, cevabı da
herkes tarafından bilinmekteydi. Ama İzak herkesin
bilmediği bir şey biliyordu!
‘Üç kıtaya yayılmış, onlarca farklı milleti ve kültürü
içinde barındıran bir imparatorluğa yüz yıllar boyunca nasıl
olurda imparatorluğun sınırlarına dahil olan hiç bir millet
başkaldırmamıştır? Üstelik imparatorluğun merkezi çoğu
yere onbinlerce kilometre uzaktayken, iletişim at üzerinde
12 gidip gelen habercilerce sağlanırken bu nasıl olmuştur?’
Soru buydu, cevapsa şu, en azından Halit'in İzak’a
verdiği cevap;
‘Bu imparatorluktan ziyade Türklerle alakalı.
Özgürlük ve adalet adına savaşmaktan çekinmeyen ve asla
yılmayan bir millet için bunu başarmış olmak hiçte zor değil.
Üstelik fethedilen ülkelerde halk devletlerin zulmü altında
eziliyordu. Osmanlı o insanları zulümden kurtarmakla
kalmadı insanca yaşamaları için gerekli olan her türlü zemini
de hazırladı. Hayatlarında ilk kez hak, adalet ve özgürlüğü
tadan bu toplumlar neden başkaldırsınlar ki?’
İzak ona hep yaptığı yapmış ve önce alaycı ifadesiyle
gülmüş sonrada Halit’in hayatını değiştirecek cevabı
vermişti;
‘Dostum, bu sorunun cevabı yüzyıllarca gizli tutuldu
imparatorluk tarafından. Ancak bir gün bu sır bir kişi
tarafından açığa çıkartıldı. İşte o andan itibaren neredeyse
tüm dünyanın boyun eğdiği Osmanlı için çöküş başladı!’
Halit içten içe merak etmişti cümlenin devamını, ama
ne zaman bir tartışma ortamı olsa birbirlerine üstün gelme
yarışına girerdi iki genç. Halit merakını bastırıp, sanki
umursamıyormuş gibi dinlemişti İzak’ı. İzak ise az sonra
Halit’in yüzünün ne hale geleceğini bildiği için keyifle devam
etmişti;
‘Aslında siz Türklerin kesin bir tarihi yok. Bir anda
ortaya çıkmış, nereden geldiği bile belli olmayan bir
milletsiniz. Sanki Tanrı sizi bir anda var etmiş ya da sizi bir
yerde gizlemiş gibi.’
Halit tıpkı İzak’ın her daim ona yaptığı gibi alaycı bir
tebessümle karşılık vermişti bu cümleye, ancak izak aynı
ciddiyetle devam etmişti;
13 ‘Sizler şaman bir toplumsunuz. Şamanlık kültürünüz
de en az sizin kadar gizemli. İşte Osmanlının sırrı da burada
yatıyor
aziz
dostum.
Şamanlar
vecd
halindeyken
karşısındaki insanları ruhen etkileme gücüne sahiptiler.
Osmanlı bu gücü devlet yönetiminde kullanmayı düşündü ve
imparatorluğun kurucusu Osman Gazi yüzlerce yıl gizli
kalacak bir adım attı! Feth edilen her beldeye gizlice bir
şaman gönderildi ve bu şamanlar orada yaşayan insanların
zihinlerini kontrol ederek adeta bastırdılar!’
Halit bunu ilk duyduğunda gülmüştü! İzak ise iyice
hırslanmış aynı ciddiyetle devam etmişti;
‘Bak dostum kabul ediyorum elbet, imparatorluk
gerçektende feth ettiği her ülkenin insanlarına hep adil
davrandı ancak ne olursa olsun her toplum özgür olmak ister.
Bu toplumlar yüzlerce yıl bırak başkaldırmayı, özgür olmayı
bile akıllarından geçirmediler!’
‘Huzur içinde yaşarlarken neden başkaldırsınlar ki?’
diye sormuştu Halit bey, iyice keyiflenerek;
‘Bunu sen kendine sor bence! Bu dünyada sizin kadar
özgürlük uğruna savaş vermiş başka bir toplum var mı? Siz
hep özgür yaşamak istedinizde başka toplumlar istemedi mi
aziz dostum?’
‘Diyelim ki öyle, maden Osmanlının elinde böylesine
mistik bir güç vardı, peki ne olduda koskoca imparatorluk
dağılıverdi?’
‘Aslında... Üzgünüm dostum, bana kızmayacağını ümit
ederek söyleyeceğim bunu ama... Osmanlıyı yıkan biz
Yahudiler olduk! Daha da doğrusu tek bir Yahudi koskoca
imparatorluğu yıkmayı başardı!’
Halit o ana değin alaycı tebessüm ve mimiklerle
karşılık vermişti, ama bu son cümle üzerine kahkahası içinde
14 bulundukları odanın duvarlarında yankılanmıştı!
‘İmparatorluğun yüzlerce yıl saklamayı başardığı bu
mistik sırrı bir Yahudi ele geçirdi ve uzun yıllar izini sürdü
dostum! Ve sonra bu bilgiyi bir servet karşılığı İngilizlere
sattı! İngilizler önderliğinde ki Avrupa bir yandan Osmanlıyı
içten sabote ederken, diğer yandan da o şamanları teker
teker bulup öldürmeye başladılar! İşte o andan itibaren sesi
soluğu çıkmayan aynı çatı altında yaşayan toplumlar isyan
bayrağını çektiler! Çünkü artık zihinlerini kontrol ederek
özgürlük duygularını baskı altında tutan güç yok olmuştu! E
birazda kışkırtmayla hepsi aslan kesildi ve sonrası malum!
Birazcık düşün dostum. Birazcık mantık yürüt! Koskoca
imparatorluk, onlarca farklı kültür, onlarca farklı millet ve
hiç kimse özgürlük falan istemiyor? Kimse çıkıpta, tamam ey
Osmanlı, bizi zulümden kurtardın, hak ve adalet getirdin. Sen
özgürlüğün ne olduğunu bilirsin, bizede saygı duy ve
özgürlüğümüzü geri ver demedi. Bu sana ne kadar mantıklı
geliyor sevgili dostum?’
Halit gülmeyi kesmiş, kuşkucu ifadeyle bakar olmuştu
ancak tatmin değildi elbet;
‘En acısı nedir bilir misin Halit? Bu sır Avrupa'nın
eline geçince onlarda bu gizemli gücü kendi lehlerine
kullanmaya başladılar! Ve emin ol yüzyıllar sonra dünya
yaşanması çok zor bir yer olacak. Buna şüphen olmasın ki
tüm dünya insanları köle gibi, üstelik gönüllü birer köle gibi
yaşayacaklar. Nedenini dahi bilemeden üstelik! Onları
gizemli bir gücün kontrol ettiği bilemeden özgür iradeleri
bastırılmış halde yaşayacaklar. Ben buna inanıyorum
dostum, inanıyorum çünkü kanıtları gördüm, bizzat şahit
oldum!
Halit inanmamıştı aslında, ama içine bir kuşku
düşmüştü bir kere. İzak kanıtlardan bahsediyordu üstelik.
15 ‘Peki dostum, diyelim ki öyle... Kanıtla!’
Deli doluydu İzak, avını ele geçirmiş yırtıcı hayvan gibi
kısmıştı gözlerini;
‘Emin misin? Tanık olacağın şeylerden sonra huzur
içinde uyuyacağını hiç sanmıyorum sevgili dostum!’
Halit’in de ondan aşağı kalır bir yanı yoktu, içindeki
kuşku bir yana İzak’ın ona nasıl bir kanıt göstereceğini
merak ediyordu.
‘Ertesi gece’ demişti İzak, ‘istediğin kanıtı vereceğim
sana’ ve daha o geceden Halit’in uykusu kaçmıştı!
16 İLK ŞOK
Saatler boyunca aralıksız okudu günlüğün ilk cildini.
Okudukça şaşırıyor, meraklanıyor ve bazen irkiliyordu
emekli komser Sadun!
Osmanlıca el yazısı onun yaşlı gözlerini zorlamıştı,
istemeye istemeye defteri diğerlerinin üzerine bıraktı,
okuduğu son sayfa açık kalacak şekilde. Gözleri boğaz
manzarasına daldı, kar durmuştu ve şehrin parlak ışıkları
gecenin karanlığı ile dans halindeydi. Düşünceli gözlerle
öylece dalıp gitmişken aslında manzaraya bakmıyor,
zihninde okuduklarını canlandırıyordu.
‘Şaka mı bu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?’ diye
sordu kendi kendine.
Gözü diğer dört cilde kaydı, henüz günlüğün ilkinin
dörtte birini okuyabilmişti. Neler vardı acaba daha?
Sadun yavaşça kalktı koltuktan ve mutfağa gidip
kendine demi iyice çıkmış çaydan koydu, dolaptan henüz
açılmamış bir kutu şeker alıp, karton kutuyu kenarından
yırtıp açtı. İçinden bir şeker alıp çayına attı ve karıştırırken
taze çayın kokusunu içine çekip bir yudum aldı.
Sadun elinde çayla koltuğuna geri döndü. Günlükleri
biraz ileri itip çay bardağına yer açtı ve günlüğü tekrar alıp
okumaya devam etti.
17 YÜZLEŞME
Uykusuz bir gecenin ardından sabaha doğru biraz
kestirmişti Halit. İzak’ı iyi tanırdı, boş konuşmazdı, ortaya
bir şey atmışsa hele ki Halit’le tartışmaya girmişse galip
ayrılana değin savaşırdı! Bu yüzden tedirgin di Halit, ‘ya
gerçekse anlattıkları?’ sorusu zihnini işgal etmiş, onu bir
türlü bırakmıyordu!
Geceyi zor etti o gün Halit, İzak kaldıkları yurt
binasına geldiğinde kendinden emindi, onun bu kendinden
emin hali Halit’i büsbütün tedirgin etmeye yetmişti!
Halit, İzak’la birlikte yurttan ayrılmış ve Londra’nın
karanlık sokaklarında bir süre yol almışlardı. Uzunca bir
yürüyüşün ardından bir havranın kapısında durmuşlardı.
‘Gece gece ibadet mi edeceksin?’ diye alaycı bir o
kadarda sabırsız tavırla yapıştırmıştı Halit İzak’a!
‘Gel dostum, benden istediğin kanıt içeride seni
bekliyor!’ demişti İzak ve Halit'i kolundan çekerek havranın
avlu kapısından içeri sokmuştu!
Onları orta yaşlarda bir haham olan Şimon
karşılamıştı, İzak heyecanlanmıştı diğer yandan eğlenir bir
hali vardı, bu durum Halit’in iyiden iyiye canını sıkmıştı.
Öncelikle haham Halit’in önünde İzak’a bozuk atmıştı,
ne kadar güvenilir olursa olsun dostlarına dahi sırları ifşa
etmemek gerektiğini sertçe hatırlatmıştı! Diğer yandan
Türkleri sevdiğini, vaktiyle Osmanlı imparatorluğunun
onlara her daim kucak açtığını bu yüzden de içtenlikle
Türklere müteşekkir olduğunu söylemişti Halit’e. Halit’in
onuru okşanmıştı bu sözler karşısında ama onun aklı
kanıttaydı!
18 Haham Şimon kısa bir tereddüt ardından İzak’ın
önceki gün anlattıklarını tekrarladı Halit’e.
‘Öncelikle ortada bir kanıt yokken böyle bir şeye
inanmamı beklemeyin. Kaldı ki kanıt olsa bile olan olmuş, bu
anlattıklarınız İzak’ın bir konuda daha haklı çıkması
haricinde hiç bir işe yaramaz ki’ demişti Halit.
Haham Şimon acı tebessümle süzmüştü genç Halit’i;
‘O gizemli güç artık düşmanınızın elinde evladım! Ve
onu yalnızca size karşı değil tüm dünyaya karşı kullanmaya
başladılar bile!’
Halit şaşırmış ve bir parçada içten içe korkmuştu! Var
gücüyle savaşarak kurulmuş Cumhuriyetin karşısında yeni
bir düşman var mıydı gerçekten? Üstelik bu düşman
söylenenler doğruysa görünmez ve bilinmez çok güçlü bir
silaha sahipti!
Ancak Halit aldığı psikoloji eğitimin de etkisiyle pozitif
bilim ışığıyla yaklaşırdı herşeye ve konusunda uzman bir
psikiyatrdan hipnoz üzerine ciddi bir eğitim de almıştı. Şunu
biliyordu ki hipnoz ancak kişilerle sınırlıydı. Burada bahis
konusu olan milyonlarca insanın aynı anda hipnoz
edilmesiydi! Bu mümkün olabilir miydi?
‘Bu mümkün değil!’ dedi Halit, ‘Hipnozda bile
karşınızda ki kişinin rızası olmadan onu etkilemek mümkün
değilken milyonlarca insanı haberleri bile olmadan bu şekilde
etkilemek imkansız!’
Halit’in son hatırladığı İzak’ın haham Şimon’a
yalvarırcasına bakan bir çocuğun başını andırır bakışıydı!
Hahamdan bir şey ister gibiydi ve Halit belli etmediği
merakla Hamama ve İzak’a bakıyordu!
19 Halit kendine geldiğinde Londra’nın karanlık ve ıslak
sokaklarında iç çamaşırlarıyla koşuyordu! Kendine gelmişti
bir anda ve hiçbir şey hatırlamıyordu! Ne zaman
soyunmuştu? Neden sokakta bu şekilde koşuyordu? Buraya
nasıl gelmişti? Sorular ardı ardına zihninde yankılanırken
birileri görecek korkusuyla hemen kuytu gölgelere gizlenerek
uzaklaşmıştı oradan!
Halit havraya geri döndüğünde acı tebessümle ona
bakan Şimon ve gülerek zaferini kutlayan İzak karşılamıştı
onu! Halit yerde duran giysilerini gördüğünde ağlayacak
gibiydi! Giyinmeye başlamıştı, sessizce, yenilmiş gibi
hissediyordu kendini ama derdi İzak’a bir tartışmada
yenilmiş olması değildi!
Titreyen dudaklarından ‘bu nasıl mümkün olur?’
sorusu dökülmüştü Halit’in.
Ancak Hamam cevap vermemiş, bilmesi gereken tek
şeyin Avrupa'nın elindeki ‘özel insanların’ yanında kendi
yeteneğinin çok küçük kaldığını söylemekle yetinmişti!
O gece de önceki gece gibi uyuyamamıştı Halit. Ancak
önceki gece merakından
uyuyamamıştı, şimdi ise
korkusundan! Duyduklarına içinde şüpheler olsa bile
inanmıştı artık, kendini Londra sokaklarında yarı çıplak
koşarken bulmuştu! Ve hipnoz bile söz konu değildi! Bu nasıl
olur sorusu içini kemiriyordu.
İzak ve Şimon’un söyledikleri doğruysa savaşarak, acı
çekerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti hiç savaşılmadan ele
geçirilecekti! Belki de ele geçirilmişti bile!
Halit’in aklında artık tek bir şey vardı; diplomasını alır
almaz ülkesine dönüp bu konu hakkında derin araştırmalar
yapmak ve elbette devlet büyüklerini bu gizemli sır hakkında
uyarmak!
20 ***
Diplomasını alıp ülkesine dönmüştü Halit bir kaç ay
sonra. Ancak devlet erkanı onu ciddiye almak bir yana
devletin
imkanlarını
kullanarak
okumuş
olduğunu
unutmakla bile suçlamışlardı!
Halit bir kaç ay sonra İstanbul Üniversitesin de
hocalık yapmaya başlamış, bir yandan da aklından çıkartıp
atamadığı bu gizemli sırrı araştırmaya başlamıştı!
***
Tam dokuz yılını vermişti Halit bey, her taşın altına
bakmış, kısıtlı imkanlarını adeta vakfetmişti! Güvenilir
bulduğu öğrencilerinden on bir kişiyi daha bu gizli
araştırmaya dahil etmiş ve İzak’ın verdiği bilginin doğru
olduğuna kesin olarak inanmıştı sonunda!
Konferanslara katılma bahanesiyle değişik ülkelere
gidip araştırmalar yapmış, ekibinde ki öğrencilerini de zaman
zaman kendi imkanları ile araştırmalar için yurtdışına
göndermişti.
Artık emindi ancak emin olmak yetmiyordu! Bu sinsi
oyunu bozacak bir plana ihtiyacı vardı Halit beyin. Ona
öğrencilerinden başka inanan da yoktu, elindeki kanıtları bir
keresinde içişleri bakanının önüne koymuş ancak buna
rağmen deli saçması olarak nitelendirilmiş, üzerinde bile
durulmamıştı!
Halit Bey aile yadigarı köşkün bodrum katında gizli bir
odayı karargahı haline getirmişti, geçen dokuz yıl boyunca.
Alçak tavanlarından sular sızan taş tuğlarla örülü duvarların
önü yığılı evrak dosyaları, el yazması kitaplarla dolup
taşmıştı. Her daim yanan gaz lambalarının loş ışıkları dahi
ortamın kasvetini bastırmaya yetmiyor, kimi an sönecek gibi
olan ışıklar türlü gölge oyunları oynuyordu Halit Bey’e!
21 Uykusuzluktan gözleri zor açılırken kimi anlar bu gölge
oyunlarının tuzağına düşüyor ve irkiliyordu! Gerçi bu sayede
tekrar uykusu dağılıp kendine geldiği için halinden şikayet
etmeyen Halit Bey, elde ettiği tüm bilgiyi bu gizli odada
topluyor, geceler boyu tekrar tekrar inceliyordu!
Ve en önemlisi geçen yılların ardından artık ne
yapacağını biliyordu!
22 SORGULAMA
İstanbul güne yine yağan karla merhaba diyordu.
Sadun ilk günlüğü bitirmek üzereydi. Yüzüne yerleşmiş
merak ve şaşkınlıkla ilk günlüğün son sayfasını heyecanla
okudu ve deri cildi yavaşça kapattı.
Sadun ülkenin durumunu düşündü. Halit beyin
öğrendikleri gerçekse şayet, bunun bir şekilde güncel hayata
yansımış olması gerekliydi. Dünya pekte hoş günler
yaşamıyordu gerçi ama toplumların özellikle de Türk
toplumunun böyle bir zihin kontrolüne maruz kalmış olması
ona pek mümkün gelmiyordu. Çünkü öyle olsa tüm toplum
hiç bir konuda fikrini dahi ifade edemeyen, köle gibi çalışan
insanlardan oluşuyor olmalıydı. Ancak öyle bir durum yokdu,
en azından genel olarak.
Sadun saatine baktı, sekize geliyordu. Ustabaşı her
sabah saat on gibi geliyordu çıraklarıyla birlikte. Onlar
gelmeden bodrumda bulduğu gizli odadaki tüm evrak ve
yazmaları oradan alıp uygun bir yere koyması gerektiğini
düşündü. Şimdi birde onların gereksiz sorularına cevap
vermek zorunda kalmak istemiyordu. Diğer yandan orada
bulunan herşeyin muhafaza edilmesi gerektiğini düşündü
Sadun, olurda çıraklar hatta ustabaşı merak edip bir şeyleri
alıp gidebilirlerdide.
Sadun günlüğü koltuğa bırakıp kalktı, mutfağın
önünden geçerken gözü içeri kaydı ve halen altı yanmakta
olan çaydanlığı fark edip hızlı adımlarla ocağın yanına gitti.
Çaydanlığın üstünü kaldırıp baktı, altta su kalmamıştı!
‘Hay Allah!’ dedi, unutmuş olduğundan dolayı kendini
suçlar edayla. Ocağı kapadı, çaydanlığı yerine koydu ve
köşkün girişinde molazları taşımak için ustabaşının getirdiği
23 çuvalların alabildiği kadarını alıp tekrar bodruma indi.
Herşeyi çuvallara doldurması neredeyse bir saatini
almıştı. Her bir çuvalı, ki çok ağırlardı her biri, sırtında en üst
katta ki çalışma odasına çıkartıp içindekileri hızlıca istifledi.
Son çuvalı çıkarttığında saat ona geliyordu. Moloz çuvallarını
aldığı yere düzgünce katlayıp bıraktığında ustabaşı ve
çıraklarının seslerini duydu, köşke doğru konuşarak
yaklaşıyorlardı.
Yorgundu ve birde onlarla muhatap olmak
istemiyordu, hızlı adımlarla oturma odasından günlükleri aldı
ve aynı hızla yatak odasına çıktı. Kitapları yatağın altına
bıraktı, dolaptan havlu alıp banyoya girdi. Doğalgazı henüz
bağlanmadığı için soğuk suyla duş aldı, gerçi bu onun genel
bir alışkanlığı idi ama dışarıda kar yağarken ve köşkün
buzhaneden farkı yokken suyun soğukluğuna zorlukla
dayandı. Evrak ve kitapları üç kat yukarı taşırken kan ter
içinde kalmış, yıkanmaya mecbur hissetmişti kendini.
Banyodan sonra yeni pijamalar giydi üzerine ve
kendini yatağın üzerine bıraktı, bir süre daha günlükte
okuduklarını düşündü, düşünürken uyuyakaldı.
Gözlerini açtı ve garipser gözlerle bakındı odanın
tavına, eski tek odalı evinde geçirdiği onca yıldan sonra hala
köşke alışamamıştı. Saatine baktı, öğleden sonra ikiye
geliyordu. Yavaşça doğrulup yatağın kenarına oturdu, aklına
bir şey gelmiş edayla ve merakla yatağın altına eğilip baktı,
günlükleri görüp birini aldı,
‘Rüya sandım bir an, gerçekmiş!’ dedi!
Ustabaşı ve iki çırağı doğalgaz kazanının bağlantılarını
bitirmek için uğraşıyorlardı. Önceki gece Sadun’un balyozla
indirdiği duvarın molozları temizlenip çuvalların içine
konmuş bir köşede duruyordu.
24 Sadun merdivenlerden inip yanlarına geldiğinde
ustabaşı İngiliz anahtarıyla tüm gücünü vererek bir boruyu
sıkıyordu,
‘Ustam kolay gelsin’ dedi Sadun.
‘Eyvallah komserim, sağolun’
‘Nasıl gidiyor?’
‘Az bir işimiz kaldı yarına biter inşallah. Bu arada
duvarı indirmişsin beyim, çocuklara toplattım etrafı’
‘Evet, merak ettim ne varmış diye’
‘Bir masayla bir sandalye varmış anlaşılan beyim.
Dertleri neyse artık kapatmışlar öyle duvar neyim örüp’
‘Belki kötü bir anısı vardı eski sahibi o yüzden ördürdü
duvarı, kimbilir?’
‘Doğru diyorsun komserim.’
‘Neyse hadi size kolay gelsin, ben biraz dışarı
çıkıyorum işlerim var. Çıkarken kapıyı çekersiniz.’
‘Tamam komserim, size de kolay gelsin.’
Sadun merdivenleri hızlıca çıktı ve portmantodan
paltosunu alıp giydi, şapkasını ve portmanto üzerine bıraktığı
Halit beyin günlüklerinden ikincisini de alıp köşkten ayrıldı.
Siyah Mustang’ın yanında durdu ve ceplerini yokladı
Sadun, ceketinin sağ cebinde bulduğu anahtarı alıp arabanın
kapısını açtı ve bindi. Günlüğü ve şapkasını yan koltuğa
bırakıp anahtarı kontağa yerleştirdi, çevirdi. Arabanın güçlü
motoru tüm ihtişamıyla kükredi adeta. Yavaş yavaş gaza
yüklendi Sadun, bu ses onun için senfonik bir müzikten
farksızdı, yüzünde haşarı bir çocuğun ifadesi vardı gaza
basarken.
25 Arabayla Beykoz sahil yoluna indi ve Çengelköy
tarafına doğru ağır hızla ilerlerken göz ucuyla kar altında
kalmış İstanbul’a bakındı. Neyse ki yollar açıktı, aksi halde bu
güçlü canavarı kar üzerinde zapt etmek onun için zor
olabilirdi.
Çengelköy’e gelinde arabayı cadde üzerinde yol
kenarında ki bir boşluğa park etti, günlüğü ve şapkasını alıp
arabadan indi ve kapıları kilitledi. Şapkasını taktı, tarihi
Çınaraltı çay bahçesinin olduğu sokağa doğru yürüdü. Çay
bahçesinin kapalı bölümüne girdi, içerisi tenhaydı, pencere
önünde boğaza nazır masalardan birine oturdu. Onu fark
eden genç garson daha yanına gelmeden,
‘Bey baba çay veriyorum!’ diye seslendi.
‘Ver bakalım aslan parçası’ dedi Sadun, babacan
tavrıyla.
Garson çay ocağına giderken, Sadun şapka ve
paltosunu çıkartıp yanda ki sandalyenin üzerine bıraktı,
günlüğü önüne çekip ilk sayfasını açtı, okumaya başladı.
26 ARAŞTIRMA
Gündüzleri üniversitede hocalığa devam ederken,
geceleri hiç durmadan araştırmalarına yoğunlaşmıştı Halit
Bey. Mezun olan ya da halen eğitimi devam eden on bir
öğrenciside onun yolundan gidiyor, iki hayatı birden
yaşıyorlardı!
Halit bey ekibine dahil ettiği her bir öğrencisini uzun
zaman dilimlerinde gözlemlemiş, güveneceğine emin olana
değin beklemiş ve nihayetinde hepsiyle teker teker görüşüp
tüm kutsal şeyler üzerine yemin ettirmişti! Üzerinde
çalışacakları bu gizemli sır ne pahasına olursa olsun saklı
kalmak zorundaydı ve bu uğurda gerekirse hepsi canlarını
hiç düşünmeden feda etmekten çekinmeyeceklerdi!
Halit Bey ve ekibi her taşın altına bakmışlar, elde
edilen her bilgi kırıntısı üzerine bazen aylarca tartışarak
doğruyu bulmak, eksik parçaları yerli yerine oturtmak için
uğraşmışlardı. Kimi anlar ümitsizliğe düşmüş olmalarına
rağmen, her şey bitti derken hiç ummadıkları bir bilgi parçası
önlerine yeni bir kapı açmış, yorulmadan yola devam
edebilmişlerdi.
Halit Bey sevgili dostu İzak’ın da kısmen bilgisinden
faydalanmış, ancak şüphe uyandırmamak adına psikolojide
derin bilinç halleri üzerine bir araştırma yaptığını ve bu
konuda kitap yazdığı yalanını söylemeyi yeğlemişti.
Kalaba, uzak doğu metafiziği, halktan gizlenen ve
olduğunu bile kimselerin bilmediği İslam metafiziği, şamanik
öğretiler hatta büyücülük üzerine titizlikle araştırmalar
devam etmiş, elde edilen her yeni bilgi Halit bey’in adeta içini
ürpertmeye devam etmişti!
27 Tüm kutsal kitaplar mercek altına alınmış, her kutsal
metinde inanılmaz bulgular elde edilmişti! Halit Bey tanrının
bile artık bu oyunun içinde olduğuna inanır olmuştu! Hatta
kendi yaşadıklarını uzun uzadıya analiz etmiş ve bir sonuca
ulaşmıştı!
Eğitim için İngiltere’ye değil, başka bir ülkeyede
gönderilebilirdi, ama İngiltere’ye gönderilmişti. Yapılan
mülakatlarda çıkan sonuca göre Psikoloji değil başka bir dal
için seçilebilirdi. Ama Psikoloji ihtisası için seçilmişti. Tüm
bunlar olmasa İzak ile tanışıp dost olamayabilirdi. Ama
İzak’la tanışmış ve dost olmuştu. İzak bu sırrı bilmiyor da
olabilirdi ya da bildiği halde onunla paylaşmamış, bunu
gizlemişte olabilirdi. Ama öyle olmamıştı!
Halit Bey artık tanrı tarafından seçildiğine emindi ve
elde ettiği her yeni bilgi onun karanlık ve aydınlık arasında
gidip gelmesine sebep oluyordu! Psikoloji üzerine ihtisas
yapmış olmasına rağmen artık kendi psikolojisi üzerindeki
egemenliği yitirmiş, adeta saplantılı biri haline dönüşmüştü!
Daha da kötüsü araştırmaları nihayete erip ihtiyacı olan tüm
bilgiye sahip olduğunda zihninde farklı ve karanlık hayaller
canlanmaya başlamış, bu hayaller onu adeta ele geçirmeye
başlamıştı!
Önceleri ülkesini olası bir gizli düşmandan korumak
adına başlamıştı bu gizemli çalışmalara. Ancak olabilirliğini
görünce daha fazlası neden olmasın diye kendini sorgulamış
ve bu sorgulama da fazla sürmeden cevabı yine kendisi
vermişti. Tıpkı Osmanlı gibi yeniden tüm dünyaya hakim
olma şansı varsa bu neden kullanılmasın? Ve daha da
önemlisi devletinin ciddiye almadığı Halit bey neden yeni
imparatorluğun hükümdarı olmasın?
Halit bey an be an karanlıkların içinde kaybolmaya
başlamıştı ki bu durumu onu vermekte zorlandığı kararları
28 kolayca vermesini sağladı. Bu uğurda yüzlerce cana
kıyılması, yüzlerce hayatın adeta mahvedilmesi gerekecekti
ki bunu vicdanı bir türlü kabul etmemişti, ta ki o ana kadar!
Artık kendinden emindi ve ne yapması gerektiği de
ortadaydı, yapacaktı da!
Halit Bey’i araştırmalara başladığı ilk yıllarda onu en
çok meşgul eden soru zihin başka bir zihin tarafından nasıl
kontrol edilebilir sorusuydu. Psikoloji bilgisi hipnoz haricinde
bunun mümkün olmadığını söylüyordu ama kendisi Haham
Şimon tarafından hipnoza maruz kalmadan etkilenmiş ve
utanç verici bir hale düşürülmüştü. Şu halde bunun bir yolu
olmalıydı.
Araştırmaları özellikle eski Mısır ve uzakdoğu kadim
öğretileri üzerinde yoğunlaştığında yavaş yavaş cevaplar
almaya başlamış, en azından başlangıç noktasını yakalamıştı
Halit Bey.
Aradığı ilk cevabı Tanrı ilmi içinde bulmuştu; Tanrı
yaratım sürecini katmanlar halinde gerçekleştiriyordu, bu
katmanların en alt basamağında ise içinde yaşadığımız maddi
evren katmanı vardı. Tanrının bilinci denilen külli bilinç
katmanlardan aşağı doğru iniyor ve en alt katmanda madde
olarak tezahür ediyordu! En önemli ayrıntı ise külli bilinç
insan olarak tezahür ettiğinde bölünüyor ve cüzi bilinç olarak
her insanda ayrı ayrı oraya çıkıyordu. Bu cüzi bilinç
sayesinde insan var olduğunu ve kendini bilebiliyordu!
Kutsal kitaplar üzerine yaptığı incelemeler esnasında
iki denizi birbirinden ayıran sınırdan ve bu denizlerin
birleşimini anlatan ayetler dikkatini çekmişti. Çok geçmeden
bu ayetlerde bahsedilen iki denizin külli ve cüzi bilinç olduğu
sonucuna vardı Halit Bey. Bu iki denizi birbirinden ayıran
şeyin ise psikolojinin ego olarak adlandırdığı kavram
olduğuna kanaat getirdi.
29 Bu bilgi onun için çok önemliydi çünkü diğer cüzi
bilinçlere ulaşmanın yolu, külli bilince ulaşmaktan geçiyordu
ona göre. Ancak egonun yok edilmesi imkansızdı, bunu
ihtisası sayesinde biliyordu ve bunu aşmanın bir yolunu
aramaya başlamıştı.
Diğer
yandan
maddenin
oluşumu
üzerinde
araştırmalar yapıyordu ve maddenin temelde dört ana
elementin karışımı olduğunun farkındaydı; Toprak, Su, Hava,
Ateş.
Bunların bir anlamı olmalı diye düşündü uzunca bir
zaman, Tanrı maddeyi neden dörde bölsün ki?
Elementler üzerin mistik ilimler üzerine yaptığı
araştırmalar devam ederken, yine kutsal metinler ona bir
anda yol gösterdi!
Kutsal kitaplarda yer alan ‘Canlı olan herşeyi sudan
yaratmışızdır’ ayeti onu bir anda cezbetti.
O ana kadar o hep hava elementi üzerinde durmuştu,
çünkü hava elementinin diğer elementlerin üzerinde ve
hepsini kontrol edebilecek yegane element olduğunu
düşünmüştü. İnsan hayatı için dört şey hayati öneme sahipti;
besin, su, hava ve vücut ısısı.
Besin Toprak elementine karşılık geliyordu ve insan
yemeden haftalarca yaşayabilirdi. Su olmadan da günlerce
yaşayabilirdi. Vücut ısısı düşse yada artsa bile yinede hayatta
kalmaya mani değildi. Ancak hava olmadan en fazla bir kaç
dakika hayatta kalabilirdi. Bu fikir sayesinde havanın diğer
elementlerin üzerinde olduğunu fikrinin peşinden giderken
karşına çıkan suyla ilgili ayet onu farklı bir yöne itmişti.
Su üzerine yaptığı araştırma neredeyse bir yılı almıştı
ama sonunda istediği bilgiyi bulmuştu; kadim din ve
öğretilerde suyun üzerine okunan bazı mantra ve duaların o
30 suyu içen insana etki ettiğini, hatta hasta ise hastalığını
iyileştirdiğini, büyü yoluylada insanları birbirine düşman ve
hatta aşık etmekte kullanıldığını bulmuştu!
Daha da önemlisi dört element arasında yalnızca
suyun kısmende olsa bir bilince sahip olduğunu anlamıştı
Halit bey! Başka türlü edilen bir dua ya da devamlı tekrar
edilen bir mantranın suya etki edip onu adeta yeniden
yapılandırması mümkün olamazdı.
Diğer bir çalışmasında elde ettiği bilgi ise şimdi yerine
oturmuştu; madde ve bilinç arasında karşılıklı bir etkileşim
vardı ve biri diğerini değiştirebiliyordu. Ancak burada baskın
olan bilinçti çünkü Tanrı ilmine göre her şey aslında bilincin
maddi alemde görünür, duyulur, tadılır hale gelmesiydi.
Ancak su bir maddeydi, geri planda ise bilincin madde alemde
su olarak tezahür etmesiydi. Ses ve düşünce yoluyla edilen
bir dua suyu etkiliyor, su ise içen kişinin bilincini etkiliyordu!
Ve en önemlisi hatta olayı çözen yapı taşı Halit bey için şu
olmuştu; insan bedeninin büyük bir kısmı sudan meydana
gelmekteydi!
Elde ettiği her bilgi ve çıkarımlardan büyük bir
heyecana kapılan Halit Bey çok geçmeden hastalık
bahanesiyle hocalık görevinden ayrılmış ve kendini tamamen
araştırmalarına vermişti.
Gerek kendisi ve gerekse araştırmayı beraber
yürüttükleri öğrencileri tarafından her yandan bilgi akışı
devam ediyor, hepsi üzerinde çalıştıkları konunun
olabilirliğini artık sorgulamıyorlardı bile, hepsi inanmışlardı!
Halit bey insanların zihinlerini kontrol etmek için
yapılması gereken yegane şeyin insan bedenindeki su
moleküllerine etki etmek olduğuna artık emindi. Ancak
aşması gereken başka bir sorun vardı karşısında; Nasıl?
31 Diğer yandan bu çalışmanın devam edebilmesi için
elinde kısıtlı maddi imkanlar artık imkansızlığa dönüşmeye
başlamıştı. Halit bey son çare olarak aile yadigarı köşkü
satmaya karar vermişti ki ekibine katılan yeni bir öğrenci
tüm sıkıntıları çözümü oluvermişti.
Gizemli ekibin yeni elemanı oldukça varlıklı bir ailenin
tek çocuğuydu ve kısa süre önce babası hayata gözlerini
yummuş, mal varlığının kontrolü henüz 24 yaşında olan bu
gence kalmıştı. Halit beye ve üzerinde çalışılan gizli projeye
yürekten inanan bu genç mal varlığının önemli bir bölümünü
hiç düşünmeden çalışmalara vakfetmeye karar vermiş, bu
sayede maddi sorun engeli aşılmıştı.
Halit beyin isteği üzerine diğer ekip üyeleride
işlerinden çeşitli bahanelerle ayrılmışlar ve tüm vakitlerini
Halit beyin emrine vermişlerdi.
Halit bey herbirine ayrı görevler vererek değişik
ülkelere araştırma için göndermiş, elde edilmesi neredeyse
imkansız gibi gözüken pek çok gizli el yazması kitaplara ve
konuyla ilgili bilgi sahibi olan kişilere ulaşmalarını
sağlamıştı. Öyle ki her biri neredeyse devlet ajanı gibi hareket
eder olmuşlar ve bu birazda gururlarını okşamaya yetmiş,
onları daha da motive etmişti.
Halit bey aradığı cevabın şamanik bilgiler içinde
olduğuna kanaat getirmişti. İzak ona bu sırrı ilk açtığında da
özellikle şamanlardan bahsetmişti ve Halit bey de bu yolda
ilerleyip ihtiyacı olan asıl bilgiye nihayet ulaşmıştı.
Şamanlar bir hastayı iyileştirmek için iki yol
kullanıyorlardı; ilki çeşitli bitkilerden elde ettikleri ilaçlar,
ikincisi kendilerini vecd haline getirip, bir nevi transa girerek
hastanın bilincine etki ediyorlardı.
32 Araştırmaların değişik safhalarında farklı kadim
bilgilerin hep aynı kapıya çıktığını görmüştü Halit bey.
İnsanın böyle bir hale gelebilmesi için kendi bilincini adeta
yok etmesi gerekiyordu! Yani iki denizi ayıran ego duvarının
yıkılması şarttı!
Uzakdoğu metafiziği buna aydınlanma hali derken,
İslam metafiziği erme terimini kullanmıştı. Ancak bu hale
gelebilmek için geçilmesi gereken zor ve uzun bir süreç vardı.
Diğer yandan bu da yeterli değildi, çünkü Halit bey
ermişlerden oluşan bir ordu değil, insanların zihinlerine
hükmedecek bir savaşçı birliği kurmanın derdindeydi!
Psikoloji ihtisası ve araştırmalardan elde ettiği bilgiler
ışığı altında Halit bey dokuz yılın sonunda nihayet kusursuz
sayılabilecek bir reçeteye sahipti. Ancak bu yola birlikte baş
koyduğu diğer on iki öğrencisine henüz açıklamadığı bazı
gerçekler vardı ve bu gerçekleri artık açıklama vakti
gelmişti!
33 MELTEM
Neredeyse altı saat boyunca okudu günlüğü Sadun
komser, okurken içtiği çay sayısı bir düzineyi buldu. Her
sayfa onda daha fazla merak ve heyecan uyandırıyor,
günlüğü bırakmak istemiyordu adeta. Nihayet başını kaldırıp
dışarı baktı ve gece karanlığının iyice çöktüğünü fark
ettiğinde ikinci günlüğün yarıdan fazlasını okumuştu.
Kalktı, paltosunu giydi ve şapkasıyla günlüğü de alıp
kasaya gitti, hesabı ödeyip çay bahçesinden ayrıldı.
Arabasının yanına geldiğinde cep telefonu çaldı,
ceketinin sol cebinden eski model telefonunu çıkartıp açtı.
Arayan manevi kızı gözüyle baktığı, kendi elleriyle yetiştiği
genç komser Meltem’di. Kısa bir hal hatır sormanın ardından
müsaitse onu ziyarete gelmek istediğini söyledi Meltem.
Sadun memnuniyetle kabul etti, nihayet yeni evine bir
misafir gelecekti. Telefonu kapadı ve etrafa bakındı, az ilerde
bir pastane olduğunu fark etti ve gidip biraz kurabiye aldı,
hızlıca arabaya döndü.
Köşk kapısından içeri girdiğinde etrafı dinledi,
bodrumun ışığıda sönük olduğunuda fark edince ustabaşı ve
çıraklarının gitmiş olduğuna kanaat getirdi.
Paltosunu, şapkasını ve günlüğü portmantoya bıraktı,
kurabiye paketiyle mutfağa girip ışığı yaktığında,
‘Hay Allah, ampul alacaktım!’ dedi, canı sıkkın ses
tonuyla ve kendine kızdı unuttuğu için. Kurabiye paketini
tezgaha bıraktı, hızlıca çayın altını yaktı, çaydanlığın üzerine
biraz çay koyup mutfaktan çıktı.
Portmantodan aldığı günlükle birlikte oturma odasına
girip ışığı yaktı. Pencere önündeki koltuğa oturdu, günlükte
34 kaldığı sayfayı buldu ve bir süre daha okumaya devam etti.
Yirmi dakika kadar geçmişti ki çay geldi aklına, hızlıca
günlüğü sehpaya kaldığı sayfa açık halde bırakıp kalktı,
mutfağa gidip çayı demledi. Dolaptan iki çay bardağı ve tabak
aldı, bardakların içine kaşıklarını da koyup tezgahın üzerine
bıraktı. Başka bir dolaptan iki tabak çıkarttı, paketini açtığı
kurabiyeleri tabaklara koyarken kapı zili çaldı. Hızlı
adımlarla kapıya gidip açtı, Meltem, yün örgülü beresinin
altında tebessümle ona bakıyordu,
‘Komserim misafir kabul ediyor musunuz?’ dedi
muzipçe.
‘Soğuktan donmaya niyetin yoksa hemen gir içeri’ diye
gülerek cevap verdi Sadun komser.
Meltem içeri girip ayakkabılarını
yeltenmişken Sadun kapıyı kapadı,
çıkartmaya
‘Çıkartma Meltem kalsın, doğalgaz tesisatı yapılıyor
her yan batmış halde zaten’ dedi.
‘Yeni eviniz hayırlı olsun komserim’ dedi Meltem ve
sıcak bir tebessümle sarıldı Sadun’a, Sadunda kızına sarılır
edayla sarıldı ona.
‘Sağol canım kızım, darısı başına’ dedi.
‘Önümüzdeki kırk yıl boyunca o biraz zor
komserim’ dedi gülerek Meltem ve elindeki poşeti uzattı,
be
‘Tam sizin sevdiğinizden!’
‘Su böreği, üstelik sıcak?’
‘Aynen öyle komserim’
‘Sağol güzel kızım, hadi sen paltonu atkını çıkart
bende şunu mutfağa bırakayım.
35 Meltem üzerindekileri çıkartıp portmantoya asarken,
Sadun da börek paketini tezgaha bıraktı,
‘Komserim mis gibi çay koktu’
‘Tam demledim sen geldin, kaynanan seviyormuş!’
‘olsa da varsın sevmese!’ dedi gülerek Meltem.
‘İlahi deli kız, geç bakalım içeri’
Birlikte oturma odasına girdiler,
‘Komserim köşkte köşk yani, manzara deseniz almış
başını gidiyor’ dedi Meltem, Sadun’un karşısındaki koltuğa
otururken.
‘Orası öyle Meltem de, ne yalan söyleyeyim aldığıma
pişman oldum’
‘Neden
halbuki?’
komserim?
Alırken
çok
beğenmiştiniz
‘Koskoca köşkte tek başına yaşamak sandığım gibi
kolay değilmiş Meltem, daha ilk haftadan anladım’
‘Aman komserim ondan kolay ne var size eli hamarat
bir eş buluruz hemen, siz merak etmeyin’ dedi Meltem,
muzipçe gülerek.
Sadun da güldü onunla beraber,
‘Sen beni bırakta kendine bul bir tane, sonra benim
gibi yalnızları oynamak zorunda kalırsın demedi deme!’
‘Valla komserim ben kendime sizi örnek alıyorum bu
konuda’
‘Sakın!’ dedi Sadun, yarı ciddileşmiş tavrıyla ‘aklından
bile geçirme bunu, ben evlenmedim de ne oldu? Şu hale bak,
koca ev, içinde insan sesi bile yok. Ustabaşının yarın bitecek
36 dırdırını saymazsak şayet’
‘Komserim haklısınız, zamanı gelince bakıcaz artık,
helalinden bir kısmet çıksında hele’
‘Çıkar çıkar, senin gibi güzel bir kızada çıkmayacaksa
kimseye çıkmaz. Valla bir oğlum olsa kesin almıştım seni
oğluma’
Gülüştüler Sadun komserin bu sözü üzerine, Meltem
ayağa kalktı,
‘Ben çayları koyayım komserim’
‘Bende şimdi misafir gibi oturacağına kalk çayları getir
diyecektim ağzımdan aldın’
‘Emredersiniz komserim, hemen geliyorum’ dedi
Meltem ve koşarcasına mutfağa giderken Sadun arkasından
güldü.
Mankenleri kıskandıracak kadar düzgün bir fiziği ve
alımlı bir yüzü vardı Meltem’in. Bu sebeple Sadun hep
takılırdı ona, yanlış meslek seçmişsin artist olmalıymışsın
diye. Kuzguni siyah dalgalı saçları ve beyaz teni mavi
gözlerini iyice ortaya çıkartıyordu Meltem’in. Emniyette ki
en uzun bayan polislerden biriydi aynı zamanda. Komser
yardımcısı olarak başlamıştı göreve, Sadun beyin yanında.
Son üç yılını onun bilgi ve tecrübelerinden faydalanarak
geçirmiş, Sadun komser emekli olmadan bir hafta kadar
öncede komserliğe terfi etmişti.
Meltem önce çayları getirip bıraktı sehpaların üzerine,
ardından kurabiye ve su böreklerinin olduğu tabakları.
Bir saat boyunca baba kız edasıyla sohbet ettiler,
güldüler. Bir ara meltem aldığı yeni bir soruşturma için
Sadun komserinin fikirlerini de almayı ihmal etmedi. Sohbet
esnasında Meltem’in gözü günlüğe ilişti,
37 ‘Can sıkıntısından bir şeyler okuyup vakit geçirmeye
çalışıyorum’ diye geçiştirdi Sadun komser.
Ertesi sabah erkenden kalması gerektiğini söyleyerek
izin istedi Meltem.
O gittikten sonra ev yine eski sessizliğine büründü,
Sadun komserin bir kez daha içine oturdu bu derin sessizliğin
eşlik ettiği yalnızlık.
Önce kendine bir bardak çay alıp çayın altını kapadı,
sonra tekrar günlüğü okumaya başladı, kaldığı yerden. İkinci
günlüğü de bitirdiğinde sabah olmuştu ve Sadun’un göz
kapakları iyice ağırlaşmıştı. Son sayfayı da okuduktan sonra
günlükle birlikte odasına çıktı, günlüğü yatağın altına bıraktı,
pijamasını giydi ve yatağa girip üzerini sıkıca örttü.
Sonraki gün evden hiç çıkmadı ve ondan sonraki
günde ve ondan sonraki günde. Bu arada doğalgaz tesisatı
tamamlanmıştı ve nihayet Sadun komser sıcak ortamın
keyfini sürüyordu. Gerçi okuduğu günlükler biraz keyfini
kaçırmıştı ama bir anda rengini kaybeden hayatına bir
parçada olsa renk gelmişti.
38 KARANLIK ODA
Şiddetli yağan yağmur köşkün ahşap kaplı duvarlarını
dövüyordu. Duvarları siyaha boyalı odanın üç duvarına
yaslanmış deri kaplı koltuklarda Halit Bey’in on iki eski
öğrencisi, yeni yoldaşı yerlerini almışlar ve sessizce, bir o
kadarda heyecanla bekliyorlardı. Heyecanlıydılar çünkü
hocaları araştırmaların son bulduğunu ve bu gece neticeyi
onlarla paylaşacağını söylemişti.
Bu kara ve kara olduğu kadar karanlık oda da her biri
daha önce Halit beye ve uğrunda hayatlarını ortaya
koydukları bu yola bağlı kalacaklarına dair yemin etmişlerdi.
Yine pek çok bilgi ve görev paylaşımı da bu odada
gerçekleşmişti. Şimdi hepsi verdikleri uzun ve yorucu
mücadelenin sonucunda neler olacağını ve bu yolda onları
nelerin beklediğini öğreneceklerdi.
Asırlık yaşlı kapı gıcırdayarak açıldı, Halit bey içeri
girince hepsi saygı ile ayağa kalktılar. İçlerinden birisi kapıyı
kapatmak üzere kapıya atıldığında geç kalmıştı, Halit bey
kapıyı kapatıp onlara döndü;
‘Gençler lütfen oturun’ dedi, evlatlarına hitap eden bir
babanın ses tonuyla.
Gençler yerlerine otururlarken, Halit bey kapının yer
aldığı dördüncü duvara dayalı tek kişilik koltuğa oturdu ve
onlara duyduğu hayranlığı belli etmek istercesine bir
tebessümle her birinin gözlerine ayrı ayrı baktı. Her bir
yoldaşı ile teker teker gözgöze geldi Halit Bey, tüm gözlerde
sonsuz bağlılık, inanç ve heyecandan başka bir şey görmedi,
görmek istediği de buydu zaten.
39 ‘Arkadaşlar... Birlikte uzun bir yoldan geçtik. Eminim
ki hepiniz artık sonucu elde edeceğimiz o ana odaklanmış
haldesiniz. Ancak baştan şunu belirtmeliyim ki, geçtiğimiz
uzun yol ancak yolu başı sayılır! Bu projenin gerçekleşmiş
halini görmeye ömrümüz yetecek mi açıkçası bilemiyorum.
Ancak bizi bu yola sokan ve yardımı ile an be an destekleyen
tanrıdan dileğim... Hayalimizin gerçek olduğunu görmeden
canımızı almamasıdır!’ diyerek söze girdi Halit Bey.
Belli etmemeye gayret etseler bile duydukları
canlarını sıkmıştı on iki genç adamın! Onlar bu geceden
itibaren kesin bir sonuca ulaşacaklarını düşünmüşlerdi oysa.
‘Ülkeler ve milletler için on yılların, yüz yılların bir
önemi yoktur. Bir devletin ömrü, o devletin fertlerinin ömrü
ile sınırlı değildir. Dolayısıyla kendimizi adadığımız bu kutsal
yolda ömürlerimiz yetmesede her ne yapıyorsak ve her ne
yapacaksak devletimiz için yaptığımızı aklınızdan bir an
olsun çıkartmayın evlatlarım. Bizim ömrümüz belki yetecek,
belki yetmeyecek. Ancak bu kutsal vazifeyi bizden sonra
devralacak yeni gençlere ihtiyacımız olacaktır, bu vazife
elden ele yeminlerle aktarılacak ve nihayetinde devletimiz
baki kalacak, hatta belkide yeniden tüm dünyaya egemen
olacaktır’
Gençlerin yüzünde ki endişe yerini yeniden takdir
eden bir tebessüme bıraktı. Halit bey bir kez daha her gencin,
her yoldaşını gözlerinin içine baktı, adeta her birinden bir kez
daha emin olmak istedi, oldu da!
‘Sözü
fazla
uzatmadan
yeni
yolculuğumuzun
detaylarını size aktaracağım, lütfen beni tüm dikkatinizle
dinleyiniz. Zihninizi kurcalayan bir detay olursa hiç
çekinmeden sonunuz ve tartışmaya açalım’ dedi Halit bey ve
devam etti,
40 ‘Sıradan insanların bilinçlerine kitlesel olarak nüfuz
edecek güç ve yeteneğe sahip insanlar yaratmamız
gerektiğinin hepimiz farkındayız. Bende sizler gibi ilk başta
bu kişilerin bizler olacağını düşünmüştüm. Ancak üzülerek
bunun mümkün olamayacağını söylemek zorundayım!’
Gençler saygılarından dolayı bir şey diyemediler belki
ama hepsi yüzlerinde ki ifadelerle söylemek istediklerini
söylediler. Çünkü hepsi sonunca o gizemli gücü
kullanacakları günün hayali ile yanıp tutuşuyorlardı ancak
şimdi hocaları bunun mümkün olmadığını söylüyordu!
İçlerinden birisi kendini tutamadı ve sordu;
‘Hocam bağışlayın beni lütfen, ancak biz bu güce sahip
olamayacaksak verdiğimiz tüm çaba boşuna gitmiş olmuyor
mu?!’
‘Biz bu güce sahip olamayacağız demedim genç
yoldaşlarım. Yalnızca bu güç bizden açığa çıkmayacak,
birazdan açıklayacağım etmenlerden dolayı bu mümkün değil
demek istedim. Biz bu güce sahip insanları yetiştirecek ve
onları kontrol altında tutup yönlendireceğiz, özeti budur!’
Gençlerin yüzlerinde biraz panik, biraz hayal kırıklığı
okunuyordu, Halit hocalarının bir an önce gerekli cevapları
vermesini bekliyordu hepsi. Nede olsa dokuz yıldır neredeyse
tüm sosyal hayatlarını ve geleceklerini bu uğurda bir kenara
itmişlerdi ve şu saatten sonra tüm bu emeklerin boşa
gitmesini hiç birisi asla istemiyordu, böyle bir durumu
kabullenemezlerdi de!
‘Peki efendim, kim olacak bu kişiler?’
‘Önümüzdeki en büyük engel sahip olduğumuz ve artık
bilincimizin derinliklerine kadar işlemiş, sökülüp atılması
imkansız olan şartlandırmalarımızdır arkadaşlar. Ya da bizi
biz yapan her şey!’
41 ‘Ego!’ diye karşılık verdi bir başkası.
‘Evet muhterem arkadaşım. Şu an aşmamız gereken
engel bu maalesef!’
‘Ancak bir çözüm yolu buldunuz efendim, sözlerinden
çıkarttığım budur, umarım yanılmıyorumdur’
‘Doğru, doğru... Ancak yeni doğmuş bir bebekte bu
şartlandırmalar yoktur... En azından kısmen durum
böyledir.’ dedi Halit Bey ve derin bir iç çekti.
Gençler birbirlerine ve üstatlarına baktılar tereddüt
içinde;
‘Şu halde... Birilerinden yeni doğmuş çocuklarını
istemek zorundayız. Gönüllü olacaklar mı acaba hocam?’
Halit Bey bir an başı önde düşünür ifadeyle öylece
durdu. O an için odada zamanda durdu sanki. Tüm gençler
dikkatlerini hocalarına vermiş öylece bakıyorlardı. Neden
sonra Halit Bey başını kaldırıp onlara baktı, belki de
gençlerin ilk kez Halit Bey’in bakışlarından içleri ürperdi!
‘Kurtuluş savaşında kaç can verdik? Bilen var mı? Ve
hiç kimse onlara gidip bu vatan için canını verir misin diye
sormadı! Yalnızca gidin ve ölün denildi, onlarda emri yerine
getirdiler! Şu an bu odada toplanmış konuşabiliyorsak, bu
verilen emir ve verilen canlar sayesindedir arkadaşlarım! Ve
bizde hiçkimseye canını verir misin diye sormayacağız!’
Kısa bir sessizlik oldu, bu sessizlik tereddüt doluydu
aslında, Halit Bey bu kokuyu hemen aldı elbet;
‘Beyler! Bizzat kendiniz kanıtları topladınız! Bizzat
kendiniz gittiğiniz yerlerde bazı sıradışılıklara şahit oldunuz!
Sizler bu ülkeyi nasıl bir tehlikenin beklediğini şu an için tek
bilenlersiniz! Hepimiz geleceklerimizi, hayatımızı, aile
yaşantımızı bunca yıldır rafa kaldırdık! Ne için?
42 Korkacaksak, tereddüt edeceksek hiç bir yere varmamız
mümkün değildir! Boşa zaman harcamış, boşu boşuna
uykumuzdan, geleceklerimizden olmuşuz demektir! Bu işi
yapacaksak şüphesiz ve kesin bir inançla yapmak
zorundayız! Aksi halde kapı orada çıkıp gidebilirsiniz!’
Belki de hiç birisi Halit Bey’den böyle bir sert bir çıkış
beklemiyordu. Ancak içten içe hepsi ona hak vermişti ve bu
yüzlerindeki ifadelere, gözlerindeki bakışlara o anda
yansımıştı,
‘Size verdiğimiz yeminimize de devletimize de bağlığız
hocam!’ dedi içlerinden biri ve hemen ardından hepsi aynı
şeyi tekrarladılar!
Halit Bey rahatlamış şekilde ardına yaslandı;
‘Dahası var!’ dedi!
Gençler ne duyarlarsa duysunlar yollarından
dönmeyeceklerini bakışlarıyla belli ettiler ve Halit Bey hafifçe
başını sallayarak onları anladığını ifade etti,
‘Yeni doğmuş bir bebekte tam olarak bize istediğimizi
veremez. Çünkü anne karnındayken annesinin düşünceleri
onun bilincini kirletmeye yetecektir! Aileden aktarılan ırsi
özellikleri hiç söylemiyorum bile!’
‘Hocam bu nasıl olur?’
‘Su elementi üzerine yaptığımız araştırma ve
sonuçlarını sizlerle paylaşmıştım... Bebek anne karnında
sıvının içinde hayat buluyor ve gelişiyor. Kaldı ki bebeği
oluşturan bedenin de büyük bir bölümü su elementine ait. Ve
annenin düşünceleri, geçmişten gelen şartlandırmaları daha
bebek doğmadan bebeği bir nevi eğitmeye başlıyor. Çocuk bu
sayede konuşmayı öğreniyor, bu sayede neyin ne olduğunu
kısa sürede öğreniyor. Ancak egoyu güçlendiren ve aşılmaz
43 bir duvar haline getiren tüm etmenlerede yine bu sayede
kavuşuyor.’
‘Çözüm?’ diye sordu birisi.
‘Çözüm... Erkek ve kız bebekler alacağız! Ve bunları
herkesten uzak bir yerde herkesten uzak bir şekilde
yetiştireceğiz! Bunlar ergen çağına geldiğinde çiftleştirip yeni
bir bebek doğmasını sağlayacağız! Bu sayede annelerinin hiç
bir şey bilmediği, bilmediği için düşünemediği,
hiç bir
şartlandırmaya sahip olmayan bebekler olabildiğince saf
halde doğacaklar!’
Yüzlerde tatmin olmamış bir merak gören Halit Bey
devam etti;
‘Yapılması gereken nihai işlemleri anlatıyorum, lütfen
dikkatle dinleyiniz... Öncelikle az önce dediğim gibi bize
gözden ırak ve olabildiğince büyük bir arazi lazım.’
‘Hocam bizim Aydın da istediğiniz gibi bir aramiz var’
dedi oluşumu aile serveti ile desteklemekte olan Salih.
‘Aydın olmaz Salih kardeşim. İhtiyacımız olan arazi
deniz seviyesinden olabildiğince yüksek olmalı.’
‘Bunun belli bir sebebi var mı hocam?’
‘Hatırlayın... Peygamberlere vahiyler hep dağlarda
geldi. Musa on emri dağda aldı, tanrı ile ilk görüşmesini bile
dağ da yaptı. İbrahim peygamberde Hz. Muhammed de!
Neden? Doğunun mistik kişilikleri hep dağlarda yaşadılar ve
yaşamaya devam ediyorlar. Neden?’
Gençler cevap bekler ifadeyle baktılar hocalarına;
‘Deniz seviyesinden yükseldikçe havadaki oksijen
miktarı azalır. Bu da kandaki karbondioksit seviyesini
arttırır. Bunun doğal sonucu olarak damarlar, özellikle beyni
44 besleyen damarlar genişler ve beyin daha fazla oksijen alır.
Böyle bir yükseklikte uzun süre kalmak beynin sezgisel
gücünü arttırdığı gibi algılama kapasitesini de arttırıyor. İşte
bu yüzden dostlarım, bize yüksek bir yerde büyük bir arazi
lazım, ikliminde ılıman olması gerek... Toros dağları bunun
için uygun olur, orada tam istediğim gibi bir arazi buldum.’
‘Bunu en kısa sürede ayarlarım efendim’ dedi Salih.
‘Dikkat
çekmemek
için
orada
hayvancılıkla
uğraşıyormuş gibi bir izlenim bırakmalıyız. Görünürde
mandıralar olmalı, bizlerde orada çalışanlar olmalıyız.’
Hepsi tasdiklercesine başlarını hafifçe salladılar.
‘Mandıra bölgesinden en az bir kilometre uzakta
araştırma
alanımızı
oluşturacağız.
Bebekler
bizden
olabildiğince uzakta olmalı arkadaşlar, aksi halde bizim
düşüncelerimiz dahi onların bilincini farkında bile olmadan
etkileyecektir! Hepiniz psikoloji okudunuz, toplum bilincinin
bilinçaltında nasıl oluştuğunu bir kez daha anlatmama gerek
yok sanırım!’
Başlar tebessümle bir kez daha sallanır;
‘Yaptığımız araştırmanın en can alıcı noktalarından
birisi aslında az önce değindiğim konuydu genç dostlarım.
Bizler dahi her birimiz birbirimizi farkında bile olmadan
etkileyebiliyoruz. Her birimizin etrafında uzakdoğulu
mistiklerin Aura dedikleri muazzam bir enerji alanı var ve
düşüncelerimiz bu enerji alanında oluşuyor! Açıkçası bu
benide çok şaşırtan bir bulguydu çünkü aldığım onca yıllık
eğitime bakarak, düşüncelerin hep beyinde oluştuğunu
sanıyordum... Sizler gibi! Meğer beyin aura katmanlarında
oluşan duygu ve düşünceleri deşifre eden bir cihaz gibi
çalışıyormuş!’
45 ‘Hocam bu bebeklerle birinin ingilenmesi gerek, peki o
kişinin düşünceleri bebekleri etkilemeyecek mi?’
‘Hipnoz dostum, hipnoz! Bu sorunu böyle aşacağız.
Çocuklarla biz ilgilenemeyiz. Yeterli miktarda kadına
ihtiyacımız var ve bu kadınların hepsini hipnoz yoluyla bir
nevi trans haline sokup çocukların olduğu bölüme
göndereceğim. Öyle ki hiç biri düşünemeden, yalnızca
çocukların beslenme ve bakım işleriyle uğraşacaklar’
‘Efendim bu süreç kaç yılı kapsıyor?’
‘İşi şansa bırakmak istemiyorum hele bu kadar emek
vermişken ve daha nice emekler verecekken. Bu işlemi iki
kez tekrar edeceğiz genç dostlarım! Yani alacağımız ilk
bebekler büluğ çağına geldiğinde onları birbirleri ile
çiftleştirip yeni bebekler doğmasını sağlayacağız. O bebekler
de büluğ çağına geldiğinde bir kez de onları birbirleriyle
çiftleştireceğiz. Onlardan doğan bebekler bizim istediğimiz
sonuca uygun olacaklar!’
Halit Bey cümlesini daha bitirmeden yüzlerde şaşkın
ifadeler belirmişti bile;
‘Kısaca dostlarım... Şimdi alacağımız bebekleri on beş
yıl boyunca büyütüp çiftleştireceğiz. Onlardan doğacak olan
bebekleri de on beş yıl boyunca büyütüp tekrar
çiftleştireceğiz. Bu ikinci nesilden doğacak olan üçüncü
jenerasyon bizim savaşçı neferlerimiz olacak’
‘Hocam... Şu an başlasak, en erken 30-32 yıl sonra
demektir bu!’
‘Evet, konuşmamın en başında bende tam olarak bunu
anlatmak istemiştim! Uzun sürecek, belki bizim ömrümüz
yetmeyecek derken kastettiğim buydu!’
46 ‘Peki efendim, bunların hepsini yaptık diyelim. İki
sorun kalıyor önümüzde... İlki; şu an kaç bebek alacağız?
İkincisi; 30 yıl sonra doğacak olan bu jenerasyon nasıl
eğitilecek? Nasıl bir yoldan geçirilecekler ki istediğimiz o
güce sahip olsunlar?’
‘Öncelikle yapmanız gereken bir araştırma var.
Bebekleri rastgele alamayız beyler. Diyelim ki aldık,
büyüttük, çiftleştirdik ve ilk jenerasyon doğdu. Ya hepsi
erkek doğarsa ya da kız? O zaman herşey boşa gider!
Yapacağınız ilk araştırma şu; devamlı kız çocuk doğuran
çiftleri ve devamlı erkek çocuk doğuran çiftleri tespit etmeniz
ve onların yeni doğmuş bebeklerini bir şekilde almanız
gerek!’
‘Kaç tane efendim?’
Halit bey yerinden doğruldu ve yüzünde kati bir
ifadeyle soruyu cevapladı;
‘Otuz kız, otuz erkek!’
Halit Bey bir kez daha teker teker hepsinin gözlerinin
içine baktı, gördüğüne memnun ifadeyle konuşmasına devam
etti;
‘Salih... Sen arazi ve arazi üzerine yapılacak
inşaatlarla ilgileneceksin. Yapılacak olan tesisin projelerini
sana birazdan teslim edeceğim’
‘Peki efendim, nasıl arzu ederseniz’
‘Ve sizler... Arazi ve tesisler hazır olur olmaz
üniversite adına ülke çapında bir araştırma yaptığınızı
söyleyerek hastanelerin doğum bölümlerinde doğum için
gelen kadınlarla görüşeceksiniz... En az üç çocuk doğurmuş
ve üçüde kız doğmuş... Ya da en az üç çocuğun üçüde erkek
doğmuş olanları tespit edeceksiniz. Doğan dördüncü çocukta
47 öncekilerle aynı cinsiyette ise o bebeği ne yapıp edip
alacaksınız!
Tüm gençler kendilerinden emin ifadelerle başlarını
bir kez daha hafifçe sallarlarken, yüzleri artık buz gibi
soğuktu!
‘Enver... Çocuklar toplanmaya başlanmadan önce sen
çocuk esirgeme kurumlarını dolaşacaksın ve bakıcılık için
yaşı on sekize gelmiş beş genç kıza iş teklif edeceksin!’
‘Peki efendim...’
‘Başka sorusu olan?’
‘Hocam otuz yıl sonra herşey umduğumuz gibi gitmiş
ise doğmuş olan üçüncü jenerasyon nasıl eğitilecek?’
‘Gençler bu sorunun cevabı aynı zamanda size
vasiyetimdir! Olurda benim ömrüm yetmezse eğitim için
ihtiyacınız olan her türlü bilgi bodrum katındaki gizli
odamda, masamın çekmecesindeki dosyadadır! Yarın o
odanın kapısına güçlü bir duvar örüp kapatmanızı istiyorum.
O oda üçüncü jenerasyon bebeklerin doğacağı zamana
kadarda asla açılmayacak! İçinizden bir kişiyi seçeceksiniz
ve o odaya yalnızca o kişi girecek, o dosyayı da yalnızca o kişi
okuyacak! Güvenliğiniz ve planımızın güvenliği için bu böyle
olmak zorunda!’
Henüz bilmeseler bile o dosyanın ilk sayfasında,
okuyan kişinin hayatta kalmış diğer kişileri projenin
güvenliği açısından mutlaka öldürmesi gerektiğini yazmıştı
Halit bey! Yok eğer o tarihte hala hayattaysa...
Ekibindekilerin hepsini bizzat kendisi öldürecekti!
‘Efendim aklıma takılan bazı sorular var, müsaade
buyurursanız sormak istiyorum’ dedi gençlerden biri.
48 ‘Elbette, bu gece bu odadan aklınızda hiç bir soru
işareti olmadan çıkmanızı istiyorum genç dostlarım. Herşeyi
sorun lütfen’ dedi Halit Bey, babacan tavrıyla.
‘Efendim bu bebekler büyümeye başladıklarında ne
konuşmayı bilecekler nede başka bir şeyi. Cinsellikte buna
dahilken, nasıl ilişkiye girip çocuk yapacaklar? Ayrıca
onlarla işimiz bittiğinde bu çocukları nereye bırakacağız?’
Soru çok önemliydi, Halit Bey önemin farkındaydı kısa
bir an sessiz kaldı,
‘Onları yetiştireceğimiz tesis için özel bir tasarım
yaptım. Otuz ayrı oda olacak ve oda orta yerinden cam
bölmeyle ayrılacak. Bir tarafında kız, diğerinde erkek çocuk
büyütülecek. Odalarda hiç eşya olmayacak. Duvarlar beyaza
boyalı ve yerler baştan aşağı minderlerle kaplı olacak.
Çiftleşecek her çift birbirlerini görerek büyüyecek. Büluğ
çağına geldiklerini her çifti aynı bölmeye alacağız.
Tahminimce hayvansal güdülere sahip olacaklar. Kendileri
çiftleşmeyi
beceremeyecektir
elbet,
bakıcılıklarını
üstelenecek kızlar onlara bu konuda yardım edecek’
Sorunun ilk bölümünü yanıtladıktan sonra Halit Bey
derin bir nefes aldı,
‘Artık hepimiz biliyoruz ki Osmanlı bu sır sayesinde
yüzlerce yıl ayakta kaldı. Sırları ne zaman ifşa oldu, işte o
zaman çöktü koskoca imparatorluk. Bu sırrın bir şekilde
dışarı sızması herşeyin sonu olabilir. Bunu göze alamayız
dostlarım. Onlarla işimiz bittiğinde... Götürüp herhangi bir
yere teslim etmeyeceğiz, edemeyiz! Olabildiğince acısız
şekilde hayata gözlerini yummaları gerek, üzgünüm ama
böyle olmak zorunda!’
‘Efendim bakıcı kızlar... Onlar?’
‘Üzgünüm gençler!’
49 Sorular soruldu, cevaplar verildi. O gece herkes o
odadan ne yapması gerektiğini bilir halde ayrıldı.
Ayrılmadan önce bir kez daha yeminler tekrarlandı ve
geriye dönüşü olmayan yolda ikinci adım atılmış oldu.
50 YENİ HAYATA İLK ADIM
Nihayet son günlüğün son sayfasını da okuyup bitirdi
komser Sadun. Günlük, kara odada yapılan nihai toplantının
detayları ile son buluyordu. Ancak ondan sonra ne olduğuna
dair hiç bir bilgi yoktu. Gerçekten neler olmuştu? Halit bey bu
planı, bu acımasız planı gerçekleştirmiş miydi?
Zihninde onlarca yeni soru işareti vardı ve bodrumdan
çalışma odasına çıkarttığı evrak ve el yazmalarını incelemeye
karar verdi Sadun. Ancak büyük bir kısmı farklı dillerde,
farklı alfabelerle yazılmıştı. Özellikle dosyalardaki evraklar
dikkatini çekti, hepsi Osmanlıcaydı ve farklı el yazılarıyla
kaleme alınmıştı. Bunların Halit Bey’in ekibindeki öğrenciler
tarafından yazıldığına, elde ettikleri bilgileri rapor haline
getirip ona sunmuş olduklarına kanaat getirdi.
Sonraki bir kaç gününü de o odada tozlu ve sararmış
sayfaların arasında sorularına cevap arayarak geçirdi. Ancak
aradığı cevaplar bir yana, okuduğu her yeni sayfada kimi an
merakı arttı, kimi an heyecanlandı ama genelde dehşete
kapıldı! Diğer yandan etkilenmişti ne de olsa ve sorguluyordu
acaba tüm bu okudukları özellikle de halkın şu an zihin
kontrolü gibi bir silahla etki altında bırakılıyor olması
mümkün müydü?
İncelediği tüm o el yazmaları ve sayısız evraktan
edindiği bilgiye göre, evet, mümkündü. Hatta bazı dosyaların
içinden net kanıtlar, isimler, yerler ve olaylar bile çıkmıştı.
Yine de bir yanı tüm bunları reddediyor, inanmak
istemiyordu. Kadere bile isyan ederdi halbuki, hayatının
kontrolünün kendi elinde olmadığı fikri onu hep olumsuz
etkiler buna bile inanmak istemezdi. Şimdi ise içinde yaşadığı
toplumun hatta dünyanın tamamının başkaları tarafından
51 dilenildiği gibi yönlendiriliyor olabileceği gerçeği ile yüz
yüzeydi ve bu onu büsbütün rahatsız etmeye yetiyordu.
Köşkün kara odasına girdi ve yıpranmış deri
koltuklardan birine oturdu. Etrafına bakındı, bu odanın
nelere şahit olduğunu düşündü bir an. Halit beyi sorguladı
kendi içinde. Bir yanı bende olsam vatanım için aynı şeyi
yapardım diyordu ama diğer yanı onlarca cana kıyılmasına
razı gelmiyor bunu vahşet olarak tanımlıyordu.
Sonraki gün aklı halen okuduğu günlüklerde olsa bile
yine o yalnız, heyecansız ve renksiz hayatına geri döndüğünü
fark etti. Bir kaç günlüğüne bile olsa kendini yine eskisi gibi
aldığı görevi çözmek için çabalayan bir polis memuru gibi
hisseder olmuştu. Ancak kısa sürmüş, bitmişti. Emekli
komser Sadun’du işte bir kez daha.
Günler sonra ilk kez dışarı çıktı, havada açmış hatta
karlar erimişti bile, bunu bile yeni fark etmişti. Arabasına
binmek üzereyken vazgeçti, yürümeye karar verdi, biraz
bacaklarımı açmak iyi olur diye düşündü.
Beykoz sahil yoluna inene kadar ağır adımlarla yarım
saat kadar yürüdü. Yürürken geçtiği yerlerin bile farkında
değildi, hatta yürüdüğünü bile unutmuştu. Hayal dünyasında
günlükte okudukları teker teker canlanıyor sanki bizzat o
olayın içindeymiş, bir parçasıymış gibi kendisi yaşıyordu.
Karşısında İstanbul boğazının mavi sularını görünce
kendine geldi, bir an buraya kadar nasıl geldiğini düşündü
ama önemsemedi. Sahil kenarından yürümeye devam etti,
Üsküdar yönüne doğru. Güneş vardı ama havanın serinliğini
teninde
hissediyordu.
Ellerini
paltosunun
ceplerine
soktuğunda keşke eldiven alsaydım yanıma diye geçirdi
aklından. Biraz ilerde bir bank ilişti gözüne, banka oturdu ve
boğazın soğuk mavi suları içinde kayboldu sonraki
dakikalarda. İçindeki merak onu büsbütün sarmış,
52 hücrelerine kadar işlemişti ‘ne oldu acaba? Halit Bey ve ekibi
bu işin devamını getirdiler mi?’ sorusu ondan karşı konulmaz
bir istek uyandırmaya yetiyordu!
Köşke döndüğünde günün son ışıkları pencerelerden
içeri sızıyordu. Köşk sıcaktı ama içerdeki derin sessizlik ona
buz gibi geliyor, içini üşütüyordu.
Bir çay demledi kendine ve pijamalarını giydi, tekrar
günlükleri gözden geçirmeye başladı. Aslında son günlükte
bir ipucu vardı, o da buna takılıp kalmıştı! Halit Bey
toroslarda bulduğu arazinin krokisini çizmişti sayfalardan
birine. O sayfa açıktı ve sehpanın üzerinde duruyordu
günlük. Sadun komser elinde aralıklarla yudumladığı çay
bardağı gözünü çekmeden o sayfaya, krokiye bakıyordu.
Birden ayağa kalktı, ani ve bir o kadarda kesin bir
karar vermiş gibi! Elindeki boş çay bardağını mutfağa,
tezgahın üzerine bıraktı, ocağı kapadı ve hızlı adımlarla
yatak odasına çıktı, hızlıca üzerini değiştirdi, bodruma inip
doğalgaz kazanını kapattı. Portmantodan palto ve şapkasını,
odadan krokinin olduğu günlüğü aldı ve evden ayrıldı!
53 GİZEME YOLCULUK
Gecenin karanlığında otoyolda arabasıyla yol alıyordu
Sadun. İçinde ki merakı gidermenin tek yolu buydu, krokide
çizilen yere gidecek ve bizzat görecekti. Belki gittiğinde hiç
bir şey bulamayacaktı. Belki bu proje hayata geçirilemeden
yok olup gitmişti. Ama diğer yandan son günlükte Halit
Bey’in bahsettiği o zarf neredeydi? Üçüncü jenerasyonun
nasıl eğitileceğine ait tüm detaylar o zarftaydı yazılanlara
göre. Ancak bodrumda ki o gizli odada öyle bir zarf
bulamamıştı Sadun. Şu halde birileri belki de Halit Bey’in
bizzat kendisi o duvarı yıkıp içeri girmiş, o zarfı alıp çıkmış
ve duvarı yeniden örüp mühürlemişti. Belki de krokide
çizilen
yerden
vazgeçilmiş,
bambaşka
bir
yerde
gerçekleştirilmişti bu plan. Şayet öyle ise sonucunu asla
bilemeyecekti emekli komser Sadun bu fikir bile onu rahatsız
etmeye yetmişti bir kez daha. Belki de proje sonuçlandırılmış
Halit Bey savaşçılarını yetiştirmişti. Kim bilir, belki de
onlardan biriyle yolda yürürken karşılaşmış, yanından geçip
gitmiş bile olabilirdi. Onlarca soru soruyordu zihni ve her
soruya olası cevaplar veriyordu. Ama bütün soruların
cevapları belki de şu an gittiği yerde onu bekliyordu.
Konya Ereğli’de ki Aydos dağlarını işaret ediyordu
Halit Bey’in çizmiş olduğu kroki.
Direksiyon başında geçen üç saatin sonunda Bolu
tünelinden geçti ve tünelden bir kaç kilometre sonra benzin
almak için kısa bir mola verdi. Pompacı depoyu doldururken
Sadun tesisin marketine girdi, yiyecek bir şeyler almak için.
Hazır sandviçler ilişti gözüne, peynirli olanından iki tane aldı
ve kasaya gitti. Kasiyere ücreti öderken, gözü kasiyerin
arkasında ki raflara takıldı bir an. Raflar da her marka sigara
vardı ve birlikte neredeyse otuz yıl geçirdiği eski dostu ile göz
54 göze geliverdi! Uzun yıllardır içmiyordu, bırakmıştı doktor
tavsiyesi hatta zorlaması ile. İşinin verdiği stres ile günde
dört paket içer olmuştu bir zamanlar. Ciğerleri iflas etme
noktasına gelmişti ve bir tercih yapmasını istemişti doktor.
Ya hayatın ya sigara demişti! Kendini değildi düşündüğü
sigarayı bırakırken, aşkla bağlı olduğu işiydi! Ölürse işini
yapamayacak, suçluların peşinden koşamayacaktı, sırf bu
yüzden veda etmişti sigaraya. Ama şimdi, içinde yine bir
istek belirmişti o anda!
Kasiyer para üzerini uzattığında gözü halen sigara
paketlerindeydi, tereddüt etti tam ‘ver bir paket’ diyecek gibi
oldu ama vazgeçti, para üzerini alıp teşekür ederek ayrıldı
marketten.
Arabasının yanına geldiğinde pompacı depo kapağını
kapatıyordu. Aldığı benzinin parasını ödedi ve ayrıldı
tesisten. Sol eli direksiyondaydı, sağ eliyle sandviçini
yiyordu. Yüzünde mutlu bir heyecan vardı, emekli olduğu
günden beridir ilk kez. Kendini yine işe yarar hissetmişti
çıktığı ve nereye gideceği belli olmayan bu yolda. Ama sonu
nereye giderse gitsin umurunda bile değildi. O köşkte tek
başına ölmekten korkmuştu aslında. Ölecekse bile ölümün
onu yatakta uyurken yakalamamasını isterdi hep, görev
başında şehit olarak ölmeliydi ona göre. Ama olmamıştı,
emekli olmuştu ve halen hayattaydı. Ve sonunda ölüm dahi
olsa bu yolculuk onu asla ürkütmüyordu bu yüzden.
Bolu’dan Ankara’ya, oradan da Aksaray’a ulaştığında
sabah olmak üzereydi. Mola verecekti ancak vazgeçti,
Konya’ya kadar durmadan gitmeye karar verdi. Yol üzerinde
geçtiği her yer kar altındaydı ancak yollar açıktı. Gerçi yıllar
önce alıp bagaja koyduğu kar zincirleri vardı ama hiç
kullanmamıştı. ‘Umarım kullanmama gerek kalmaz’ diye
geçirmişti içinden yola çıktığında. En azından şu ana kadar
kullanmak zorunda kalmamıştı.
55 Konya’ya ulaştığında Ereğli’ye giden yola saptı ve bir
kaç kilometre daha gidip yol üzerindeki bir tesiste mola
verdi. Önündeki açık arazi kar rengine bürünüştü, hava
güzeldi, hafif bir esinti vardı ve fazla üşütmüyordu. Tesis
restaurantının bahçesinde ki masalardan birine oturdu ve
garsona kahvaltı tabağı ile çay sipariş etti. Siparişlerini
beklerken doğanın sunduğu göz alıcı manzaraya baktı
tebessümle.
Gençliğinde söz vermişti kendine, bir gün emekli
olmayı başarırsa tüm ülkeyi gezecekti. Kendine verdiği bu
sözü unutalı yıllar olmuştu ancak o söz birden aklına
gelivermişti. O anılarında gezinirken, garson kahvaltı
tabağıyla çayı getirip masaya bıraktı ‘afiyet olsun efendim’
dedi ve uzaklaştı.
Ereğli’ye hoş geldiniz tabelasının yanından geçerken
saatine baktı, dokuza geliyordu. Uyku büsbütün bastırmaya
başlamış, göz kapaklarını zorluyordu. Kahvaltı için mola
verdiğinde araba içinde biraz kestirmeyi düşünmüş ancak
bundan vazgeçip tekrar yola koyulmuştu. Bir an önce krokide
işaretli yeri görmek isteği uykuya ağır basmıştı.
Ancak Ereğli’ye ulaştığında uykunun ona galip
geleceğini anladı, şehir merkezinde gözüne ilk çarpan otelin
önünde park etti arabasını ve otele girdi.
Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü, şaşkınlıkla
kalktı otel odasındaki tek kişilik yataktan. Bir kaç saat
kestirip uyanır yola düşerim demişti oysa. Ama yaşlı bedeni
onun sözüne kulak asmamıştı. Lavaboda yüzünü yıkadı ve
odadan ayrıldı.
Otelden çıktı ve otelin hizasında yirmi metre kadar
ilerde bir lokanta olduğunu fark etti, sabah yaptığı kahvaltı
ile duruyordu.
56 Yoğurt çorbasının ardından etli pilav söyledi ve yanına
bir bardakta yayık ayranı. Üzerine de zerde tatlısı yedi ve
hesabı ödeyip lokantadan çıktı.
Karla kaptı kaldırımdan otele dönmek üzere ilerlerken
önünden geçtiği büfede ki sigara paketlerine takıldı gözü, bir
kez daha! Büfeyi bir kaç adım geçti ve durdu. Kısa bir
tereddüt ardından geri döndü, büfeye yaklaştı. Büfede duran
genç delikanlıdan bir paket uzun Marlboro vermesini istedi
ve birde çakmak!
Odasının balkonu şehir merkezine bakıyordu,
balkondan bir süre şehrin loş ışıklarına gerilerde ay ışığında
kendini belli eden beyaza bürünmüş sıradağlara daldı. Elini
ceketinin sağ dış cebine attı, sigarayı ve çakmağı aldı. Paketi
açıp içinden bir sigara çıkarttı ve yaktı. Çektiği ilk nefeste
öksürdü, sanki ilk kez sigara içiyormuş gibi. Ancak bir kaç
nefes sonra eski sadık dostuyla iyi geçinmeye başlamıştı bile.
‘Bunun tadı da böyle çıkmaz ki!’ dedi ve sigarayı
söndürecek bir yer aradı, bir köşede yerde duran saksıda
söndürdüğü izmariti banyoda duran çöp kovasına atıp
odadan çıktı.
Lokantadan gelirken gözüne çarpan, yolun karşısında
ve otelin çaprazında kalan kahvehaneye doğru ağır adımlarla
ilerlerken sokaklar tenhaydı.
‘Demli bir çay verir misin yeğenim?’ dedi genç garsona
kahvehanenin önündeki masalardan birine otururken. Hava
biraz serinlemişti, dışarda ki masalarda başka kimse yoktu
ancak kahvehanenin içi yaşlı genç kasaba insanlarıyla
doluydu. Kimi okey oynuyordu kimileri pişti, kimileriyle çay
eşliğinde muhabbete dalmıştı.
57 Genç garson çayını getirip masaya bıraktı, paketten
bir sigara daha çıkarttı ve yaktı. Bu sefer ilk nefes öksürüğü
yoktu hele birde tek şeker atıp karıştırdığı çaydan bir yudum
alınca derin bir oh çekti. Çayı yarımlamışken içeriden iki
genç dışarı çıkıp sigara yaktılar. Bir süre onların
muhabbetine kulak misafirliği yaptı. Gençlerden biri
mahallesinden bir kıza tutulmuş bir türlü açılamamaktan
yakınıyor, diğeri ona kendince akıl veriyordu. Keyfi iyice
yerine gelmişti Sadun’un, sigarasından son nefesi de çekip
kül tablasına basarken.
‘İyi ki çıkmışım yola, köşkte kalıp delirtmekten iyidir’
diye düşündü.
Sonra hiç düşünmediği bir şeyi fark etti. O köşkü
almayabilirdi ama almıştı. Mesai arkadaşları ona başka bir ev
de bulabilirlerdi gazete ilanlarından pekala, ama hayır o
köşkü bulmuşlardı. Doğalgaz kazanı koydurmak yerine
sobaylada idare edebilirdi. Daha da önemlisi çıraklar o duvarı
delerken çökertmeyebilirlerdi de. Hatta ustabaşı bunu ona
söylemeyebilirdi de. Ya da eline balyozu alıp o duvarı yıkıp
arkasına geçmeyebilirdi de. Ve hatta küçüklüğünde
dedesinden Osmanlıca okuma yazmayı öğrenmese belkide o
günlükleri öylece bırakacaktı orada. Ama hayır, her şey
kusursuzca bir araya gelmişti. Tıpkı...
Tıpkı yıllar önce o günlükleri yazan Halit Bey’e olduğu
gibi!
Psikoloji bölümü için değilde başka bir alanda ihtisas
yapmak üzere seçilse ya da İngiltere’ye değilde başka bir
ülkeye gönderilse, ya da İzak’la hiç tanışmamış olsa veya
İzak ona bu sırrı hiç açmamış olsa...
Benzer bir kaderin onu buraya sürüklediğini fark etti
emekli komser Sadun. Kader! Hayat gerçekten de bizim
kontrolümüzde değil midir nedir diye düşünürken genç
58 garson elinde bir bardak çayla çıkageldi,
‘Dayı çay şimdi demini aldı, kusura bakma az önceki
biraz bayatlamıştı o bizden olsun’ dedi, birazda bıçkın
Anadolu genci havasıyla.
Gencin bu mertliği hoşuna gitti, ‘sağol yeğenim, eksik
olma’ dedi tebessümle. Çayın yanına bir sigara daha yaktı
ancak bir kez daha esir olmamaya kararlıydı sigaraya. Şehit
olarak ölmeyi umarken, sigara yüzünden ölmeyi göze
alamazdı, söz verdi kendine, bu yıllar sonra ilk ve son paket,
paket bitince bu birliktelik sonsuza değin bitecek! Yıllardır
görmediği ve hiç ummadığı bir anda karşısına çıkan eski bir
dosta selam vermek gibi, ‘sonra o yoluna ben yoluma’ dedi
içinden.
Masanın üzerine fiyat tarifinin yazılı olduğu pvc kaplı
kartona baktı, çay için elli kuruş, genç içinde yirmi lira bahşiş
bıraktı son yudumunu aldığı çay bardağının altına ve kalktı.
Arabasının sağ ön koltuğuna bırakmış olduğu Halit
Bey’in günlüğünü aldı ve otele girdi, resepsiyonda ki genç
bilgisayarda chat yapmaya dalmıştı, Sadun’un ona baktığını
fark etmedi bile.
‘Kız arkadaşın mı?’ diye sordu, biraz muzipçe.
Genç başını kaldırıp hafif çapkınca gülerek baktı
‘kısmetse olacak’ dedi.
Sadun gülerek karşılık verdi.
‘Bir şey mi lazımdı Dayı?’
Sadun günlükte ki krokiyi açıp gösterdi,
‘Şurada tarif edilen araziye gitmek istiyordum.’
‘Şimdi mi?’ diye sordu genç şaşkınca bakarak.
59 ‘Yarın sabah, kısmetse’ dedi Sadun, gülerek. ‘Nasıl
gidebilirim diye sana bir sorayım dedim, nasılsa sen iyi
bilirsin buraları’
‘Valla dayı kar kış kıyamet zor biraz ama. Ne işin var
ki Allah’ın dağında?’
‘Burası bana miras kaldı bende yeni öğrendim, gidip
bir göreyim dedim araziyi’ dedi ve söylediği yalandan dolayı
pişmanlık duymadı, yalanı hiç sevmezdi ama bu sefer ki
masum ve gerekli bir yalandı.
‘Dayı bari bahara kadar bekleseydin’
‘İş güç olmayınca insanın canı sıkılıyor işte’
‘Valla dayı zor biraz. Hani baharda gelmiş olsan sana
bir cip ayarlardık ciple çıkardın oraya. Ama bu karda cip de
çıkmaz oralara’
‘Yok mu bir yolu?’
‘Var aslında. Sen şimdi oraya en yakın Kayasaray
köyü var, önce oraya git. Oradan köylüler yardım eder sana.
Yardımseverdirler merak etme’
‘Eee Anadolu insanı işte’ dedi Sadun.
‘Orası öyle dayı zaten ne varsa Anadolu insanında var,
büyük şehirdekiler öyle mi? Sokakta aç kalsan bir dilim
ekmek uzatan olmaz, acından öl istersen umurlarında değil’
dedi genç, canı yanar ifadeyle!
Sadun bir şey demedi, belli ki genç vaktiyle gurbete
gidip ağzının payını alarak geri dönmüştü.
‘İyi, madem öyle sabah erkenden dediğin köye giderim’
60 ‘Kaçta gideceksiniz? Ben gece nöbetteyim burada, hani
nöbetimin bittiği saatte çıkarsanız Ereğli çıkışına kadar eşlik
ederim dayı’
‘Bak bu iyi olur, kaçta bitiyor senin mesai?’
‘Sabah sekiz gibi gelir diğer arkadaş’
‘Tamam, o zaman sekiz gibi çıkarım bende. Bu arada
adın neydi?’
‘Ramiz, senin adın neydi dayı?’
‘Sadun’
‘Yav Sadun dayı şu kapı önünde duran siyah araba
senin mi merak ettim?’
‘Evet, benim’
‘Valla dehşet bir şey ha, para biriktireyim bende
alıcam bir tane’
‘Tavsiye derim, aklı başında her insan ölmeden önce
böyle bir arabaya sahip olmalıdır’ dedi Sadun ve lafın
uzamasını istemedi daha fazla ‘o halde kal sağlıcakla, sana
hayırlı geceler evlat’
‘Eyvallah dayı, bir şeye ihtiyacın olursa buradayım’
‘Sağol evlat, eksik olma’ dedi Sadun ve merdivenlere
yöneldi.
‘Dayı!’ diye seslendi ardından resepsiyonda ki genç.
Sadun dönüp baktı ona,
‘Dayı köyün yolu karlıdır haberin olsun, lastiklere
zincir takmazsan gidemezsin o yolda!’
‘Var bagajda zincir merak etme’
‘Dayı istersen ver sen bana anahtarı ben bi ara
61 takarım zincirleri, Hayır sabah bir de onunla uğraşıp vakit
kaybetmeyelim diye’
Sadun gencin niyetini anlamıştı, arabayı alıp turlamak
istediği yüzünden okunuyordu. Sadun tebessümle yaklaştı
gencin yanına ve cebinden anahtarı çıkartıp uzattı,
‘Doğru diyorsun’
Genç sevinçle anahtarı almak üzere elini uzatıp
anahtarı kavramışken, Sadun sıkıca tuttuğu anahtarı
bırakmadı, genç şaşırdı,
‘Ama fazla uzaklaşma, otelin civarında turla!’
Genç mahcup halde gülerek başını öne eğdi, Sadun
anahtarı bıraktı gencin istekli eline ve cebinden yüz lira para
çıkartıp uzattı,
‘Bir zahmet şununla da benzin al, çok yakıyor bu
meret. Bolu da depoyu doldurmuştum buraya gelene kadar
boşaldı yine’
‘Tamam dayı sen merak etme’
‘Pekala, hadi iyi geceler’
‘Sanada dayı, Allah rahatlık versin’
Gerçi uykusu yoktu ancak ertesi günün çetin
geçeceğini anlamıştı, hemen yattı. Bir süre düşünceler
denizinde yüzdükten sonra uyuyakaldı.
Sabah yumruklanan kapı sesiyle uyandı, kapının
ardında ki resepsiyonist genç hızla kapıya vurarak
sesleniyordu,
‘Dayı! Dayı! Geç kalacaksın hadi kalk saat sekizi
geçiyor!
Sadun hızla doğruldu yataktan,
62 ‘Tamam evlat iniyorum hemen!’ diye seslendi.
‘Aşağıda size kahvaltı hazırladım ben iniyorum!’
‘Sağol yeğen, eksik olma!’
Yataktan kalktı ve banyoya gidip yüzünü yıkadı,
hızlıca üzerini giydi, paltosunu, şapkasını ve günlüğü aldı, bir
şey unuttum mu dercesine gözlerle etrafına bakındı ve
odadan ayrıldı.
Ereğli’den Kayasaray yönüne doğru ilerlerlerken,
Sadun hayranlıkla arabanın orasına burasına bakan gence
tebessüm etti,
‘Nasıl beğendin mi?’
‘Dayı bu araba değil Allah’ıma kitabıma, bu başka bir
şey ha!’
Sadun güldü ‘Bu arada köye gidince kimle görüşmem
gerek?’
‘Dayı muhtar Salih’i sor orada herkes tanır zaten. Ona
anlat derdini o sana yardımcı olur.’
‘Bu sorun çıkmaz değil mi?’
‘Dayı ayıp ettin valla şimdi, sen burayı İstanbul’la mı
karıştırdın! Buranın insanı iste canını versin!’
Sadun hafifçe güldü, gençte ona katıldı ve ileride bir
yol ayrımını işaret ederek,
‘Dayı beni şurada bırak bi zahmet’ dedi.
‘Peki evlat nasıl arzu edersen’
Sadun arabayı durdurdu, tokalaşmak üzere elini gence
uzattı,
‘Herşey için sağol Ramiz’
63 ‘Eyvallah dayı ne yaptım ki? Hadi Allah’a emanet olun’
‘Sende yeğen, sende’
‘Dönüşte uğrar mısınız yine?’
‘Kısmet!’
Genç arabadan inip kapıyı kapadı, Sadun arabayı
hareket ettirip uzaklaşırken, genç hayran gözlerle arabaya
bakmaya devam etti.
Yol gittikçe karla kaplanıyordu. Lastiklere takılı zincir
asfalt üzerinde sinir bozucu sesler çıkartıyordu ama kar
zeminde o kadar rahatsız etmiyordu. ‘İyi ki Ramiz gece
zincirleri takmayı akıl etti, yoksa işim zordu’ diye düşündü.
Bir saatlik yolculuğun ardından nihayet Kayasaray
beldesinin girişinde ki tabelayı gördü, ilerlemeye devam etti.
Genelde tek katlı tipik Anadolu evlerinden oluşuyordu köy ve
arka planında görkemli Bolkar dağları bir boydan diğer boya
doğru uzanıyordu. Özellikle köyün hemen yanıbaşında sanki
el ile şekil verilmiş gibi duran görkemli kayalık bir tepe
dikkatini çekti, köyün adının nereden geldiğini anlamıştı.
Köy meydanına ulaştığında kahvehaneyi fark etti ve
arabayı yakın bir yerde durdurup indi. Elinde günlükle
kahvehaneye doğru yürürken onu gören bir kaç yaşlı
köylüyle selamlaştı.
‘Selamın aleyküm’ dedi kahvehaneden girer girmez.
İçerisi kalabalıktı ‘Ve aleyküm selam’ nidası yükseldi
hep bir ağızdan. Girişteki boş bir masaya sandalye çekip
otururken, orta yaşlarda kavruk yüzlü çaycı yanına geldi,
‘Beyim hoşgeldin’
‘Hoş bulduk güzel kardeşim’
64 ‘Çay mı verem?’
‘Ver hadi demli olsun, tek şeker yeterli’
‘Hemen beyim.’
Çaycı ocağa uzaklaşırken Sadun kahvehanede ki
köylülere göz gezdirdi, hepsinin yüzünde ki mutluluğa
tebessümle baktı ‘Ramiz haklı, Anadolu insanı hem cana
yakın hem de daha mutlu’ diye düşündü.
Çaycı demli çayı masanın üzerine bıraktı, Sadun
içeride sigara içenleri işaret ederek,
‘Buraya sigara yasağı uğramadı herhalde’ dedi, hafif
gülerek.
‘Yok be beyim buraya devlet bile anca seçimden
seçime uğrar!’
İçeridekiler çaycının
verdiler, içlerinden birisi,
cümlesine
gülerek
karşılık
‘Ha birde tarım kredilerinin taksitini geç ödersek
kalkıp buraya kadar gelir devlet, hiçte üşenmez ha!’ dedi,
gülmeler kahkahaya dönüştü.
‘Beyim hayırdır tanıdığınız neyim mi var bizim
köyde?’
‘Yok, köy muhtarı Salih Bey’i görecektim,
maruzatım vardı da, nerede bulabilirim onu?’
bir
Çaycı arka köşede üç kişiyle oturmuş pişti oynayan
orta yaşlarda ki adama işaret ederek,
‘Aha orda oturuyo!’ dedi ve ‘Muhtar! Misafirin var
hele bi gel buraya!’ diye seslendi.
Muhtar Salih masadan kalkıp hızlı adımlarla Sadun’un
yanına geldinde Sadun da nazikçe ayağa kalktı,
65 ‘Beyim hoş geldin’ dedi ve elini uzattı muhtar Salih.
Tokalaşırlarken ‘Bir ricam olacaktı sizden Salih bey
kardeşim’ dedi Sadun.
‘Hele buyur otur çayını soğutma’
Sadun oturdu, muhtar da karşısında ki sandalyeyi
çekip otururken çaycı merakla gözlerle onlara bakıyordu,
muhtar onun bakışlarını fark etti,
‘Hele bi git bana çay getir, bak işine hadi!’ diyerek onu
adeta kovaladı,
‘Adını bağışlıcan mı dayı?’
‘Sadun’
‘Sadun dayı buyur, sana nasıl yardımımız dokunur,
elimizden ne gelirse artık’
Sadun günlüğün krokinin
muhtarın önüne doğru itti,
olduğu
sayfasını
açıp
‘Bu araziyi görmek istiyordum’
‘Haaaa şurası. Valla yıllardır orayı ilk sen sordun ha
dayı’
‘Tanır mıydınız sahiplerini’
‘Arasıra erzak almaya inerlerdi buraya, kendi halinde
düzgün insanlardı. Babam iyi tanırdı dur bakim adı neydi?
Hah! Halit diye biriydi oranın sahibi. İstanbul da sıkılmışlar
kendi gibi adamlarla gelip orada hayvancık çiftçilik neyim
yapıyorlardı’
Sadun şaşkınlığını belli etmemeye gayret ederek
sordu,
‘Peki şu an bu arazinin durumu nedir?’
66 ‘Valla beyim 1980’lerde bir anda ortadan kayboldu
orayı çekip çevirenler. O zamandan beridir öyle durur işte.
Sizin onlarla bir alakanız var galiba?’
Muhtar cümlesi devam ederken sigara uzatmıştı
zanikçe, Sadun bir tane çekip almıştı paketten.
‘Bana miras kalmış o arazi, bende yeni öğrendim.
Merak ettim gelip bir göreyim istedim’
Muhtar çakmağı ile önce Sadun’un sonra kendi
sigarasını yakarken, çaycı muhtarın çayını getirip bıraktı ve
uzaklaştı.
‘Valla Sadun dayı havanın durumu malum, hani
havalar açıkken gelmiş olsan traktörlen neyim çıkartırdık
seni oraya ama şimdi nasıl etsek bilmem ki?’
‘İstanbul’dan geldim be Salih kardeşim. Boşuna gelmiş
olmayayım. Yok mu bir yolu?’
‘Var, var ama zor olur senin için.’
‘Sorun değil eski patlıcanım ben merak etme’
Muhtar güldü sevimlice,
‘Eyi o zaman ben bi katır ayarlayım Sadun dayı,
yanına bizim köyün gençlerinden birini de katarım seni oraya
götürür’
‘Allah razı olsun Salih kardeşim’
‘Ne demek Sadun dayı, ta oralardan kalkıp gelmişsin.
Yemek yedin mi, aç mısın? Çekinme dayı kendi evinde gibi
hisset sonra darılırım ha!’
‘Sağol, eksik olma. Ereğli de kaldım dün gece, buraya
hava aydınlıkken geleyim dedim. Otelde kahvaltı ettim de
67 geldim’
Muhtar ardını dönüp kahvedeki gençlere baktı ve
birini gözüne kestirip seslendi,
‘Lan Nazif! Bırak oyunu gel bura!’
Genç isteksizce yerinden kalktı, muhtarın yanına
geldi,
‘He muhtar emmi söyle?’
‘Sen şimdi koş git benim ahırdan katırı al, sonrada
Sadun dayıyı eski mandıraların olduğu yere çıkart, anladın
mı?’
‘Anladım emmi’
‘E ne duruyon anladınsa, koş git hadi!’
Genç hızlıca çıktı kahvehaneden ve koşarak uzaklaştı
köy yolunda.
Yarım saat kadar sonra Nafiz ve Sadun iki katırın
üzerinde yol alıyorlardı. Katırlar karla kaplı zeminde
zorlanıyor olsalarda ağır aksak ilerlemeyi başarıyorlardı.
Muhtar, Sadun’a kalınca bir bere ve atkı vermeyi
ihmal etmemişti. Hava çok suğuktu ama Sadun soğuğu
hissetmeyecek kadar heyecanlıydı. Daha muhtar Halit
beyden bahsetmeye başladığı anda içinde inanılmaz bir
heyecan dalgasını iliklerine kadar hissetmiş, günlüklerde
yazlan herşeyin doğru olduğuna kesin olarak inanmıştı artık.
‘Demek planlarını gerçekleştirdiler, ama ne kadarını?
Gerçekten başarılı oldular mı? Öyle ise onlarca cana kıyıldı
demektir ve beni oralarda bir yerde bir toplu mezar bekliyor
demektir!’ diye düşündü. Heyecanına hüzün karıştı, içi
burkuldu.
68 ‘Dayı gidebildiğimiz yere kadar gideriz katırlarla.
Sonra yaya devam edicez haberin ola’ dedi köyün genci Nafiz.
‘Sağlık olsun yeğenim’ diye karşılık verdi Sadun ve
ekledi ‘Yaşın kaç? Okuyor musun?’
‘Yaş on dokuz oldu dayı. Ortaokul terkim. Okuyupta
napıcam ki zaten? Bir sürü insan okuyor ben eksik kalsam ne
olacak?’
‘Peki ne yapmayı düşünüyorsun?’
‘Bağ bahçe işleri yetiyor bana, toprakla uğraşmayı
seviyorum. Zaten seneye askerlik var. Ondan sonrada Allah
Kerim.’
‘Eee, var mı yavuklun falan?’ dedi Sadun, imalı bir
gülüşle.
‘Olmaz mı be emmi?’ diye karşılık verdi Nafiz gülerek.
‘Aranız nasıl?’
‘Çok iyi hamd olsun. O da askerliğimi bekliyor. Sonra
kısmetse evlenicez.’
‘Anası babası biliyor herhalde?’
‘Hee biliyor biliyor. Severler beni de sağ olsunlar’
‘İyi, senin adına sevindim. Ne diyeyim Allah mesut
bahtiyar etsin’
‘Sende torun torba kaç tane dayı?’
Yüreğinin burkulduğunu hissetti Sadun,
‘Yok, ben evlenmedim’
‘Hiç mi?’
‘Hiç’
69 ‘Niye be dayı, tek başına hayat geçer mi?’
‘Öyle gerekti be yeğen’
‘Niye ki? Hiç yavuklun neyim olmadı mı dayı?’
‘Ben polisim. Daha doğrusu öyleydim, emekli oldum
artık’
‘Vaaaay! Silahın da vardır şimdi senin, bir iki el atsam
be dayı? Ha?’
Güldü Sadun ‘İsterdim ama yanımda silah yok’
‘Yaaa, e sağlık olsun. İyi de dayı niye evlenmediğini
ben anlamadım?’
‘Şehit olursam ardımda gözü yaşlı insanlar kalsın
istemedim’
‘Haaaa, tamam şimdi anladım. Yanlış yapmışsın be
dayı, valla bana göre herkes kaderini yaşar. Bak misal ben
şimdi askerde şehit olabilirim. Doğru mu?’
‘Mümkün tabi?’
‘E şimdi benim yavuklu beni pek bi sever, ölsem ne
hale gelir Allah bilir. Ama şimdi ben senin gibi düşünseydim
de Zehra’mdan uzak duraydım ne olacaktı? Valla bizim
aramızda çok güzel bir sevgi var. Şimdi öyle düşünseydim bu
sevgiyi yaşayamayacaktım, bende o da. Asıl o zaman yazık
olurdu. Ha diyelim ki cidden şehit düştüm geri dönemedim.
En azından yaşadığımız güzellikler Zehra’mı avutacaktır.
Öyle değil mi ama dayı?
‘Doğru diyorsun Nafiz. Allah yolunu açık etsin, benim
için iş işten geçti artık’
‘Valla dayı pek bi dinç gördüm seni, bulalım bizim
köyden birini hemen istersen?’
70 Nafiz bunu içtenlikle ve saflıkla söylemişti aslında,
Sadun da farkındaydı ve güldü. O gülünce Nafiz de güldü.
Bir kaç kilometre kadar katır üzerinde yol aldılar.
Ancak yükseklere çıktıkça katırlar kara batmaya
başlamışlardı. Nafiz ve Sadun katırları bir kayaya bağlayıp
yola yaya devam ettiler. Karın soğuğunu işte o an hissetti
Sadun. Nafiz ise yılların alışkanlığı ile hiç umursamadan bata
çıka ilerliyordu diz kapağı hizasını aşan karlar içinde.
Köyden ayrıldıklarından beridir neredeyse bir buçuk
saattir yol alıyorlardı. Gittikleri yol düz olsa belki bu kadar
zorlamayacaklardı ancak kimi anlar çıkılması güç dik
bayırları aşmaları gerekiyordu. Nihayet Nafiz eliyle ileride
zar zor seçilen virane binaları işaret etti,
‘İşte dayı geldik senin araziye!’
Nefes nefese kalmıştı Sadun, durup baktı, karlar
altında kalmıştı Halit Bey’in yıllar önce yaptırdığı binalar,
ancak halen ayaktaydılar.
‘Acaba beni orada ne bekliyor, buradan sonrası için bir
ipucu bulabilecek miyim? Yoksa çıkmaz yola mı girdim?’ diye
düşündü soluklanırken.
Yaklaşık sekiz yüz kilometre yol kat etmişti Sadun
buraya gelebilmek için. İşte karşısındaydı günlükle yazılan
binalar! Üç büyükçe bina vardı ve kerpiç, ahşap karışımdan
yapılmışlardı.
‘Dayı bak bu mandıraymış. Arkasında ki ahır, aha şu
da ev olarak kullanılmış’ diye binaları kısaca tarifledi Nafiz.
Önce mandıra olarak kullanılan binaya girdiler.
Sadun’un her yanı dikkatle incelemedi, bir şey arar edayla
oradan oraya gidişi Nafiz’in garibine gitmişti.
‘Dayı bir şey mi arıyon?’
71 ‘Burada yaşayan insanlara ait herhangi bir şey! Hatıra
olarak alıcam da!’
‘Haaa anladım. Dur bende bakayım o zaman’
Ancak mandıra binasında bir şey bulmadılar. Ahırda
da öyle. Evden umutluydu Sadun. Gerçi çürümüş haldeydi
evin her yanı, pencereler kırılmış, içinde ki ahşap ağırlıklı
eşyalar kırılıp dökülmüş haldeydi. Sanki içeride savaş olmuş
gibiydi!
Sadun’un umudu tükenir gibi oldu ancak günlükte
bahsedilen asıl tesisi bulursam mutlaka bir ipucu da bulurum
diye düşündü.
‘Nafiz, sen beni burada bekle ben biraz etrafa
bakınıcam’
‘Dayı neye bakınıcan Allah’ın arazisi işte, bak burdan
gözüküyor zaten her şey. Sen bilmen buraları şimdi soğuk
birden bi bastırırsa donarız valla!’
‘Bir şey olmaz, sen beni burda bakle, ben biraz dolaşıp
gelcem’
‘Olmaz dayı o zaman bende geleyim senle’
Sadun, Nafiz’i zor bela ikna etti orada beklemesi için.
Onu beraberinde götürmek istemiyordu, çünkü orada ne
göreceğini, onu neyin beklediğini kendisi de bilmiyordu. Belki
de Nafiz’in görmemesi gerekecek kadar ağır da olabilirdi
görecekleri. Bunu göze alamadı ve Nafiz’i evde bırakıp dışarı
çıktı.
Etrafa bakındı, sağ taraf aşılması zor kayalıklardan
oluşuyordu. Sol taraf ise daha düzdü. Mantık yürüttü
kendince ve Halit Bey’in gözden ırak bir yer olarak ulaşılması
zor bir yeri tercih etmeyeceğini düşündü. Muhtemelen
düzlük alanı takip ederse bulabilirdi asıl tesisi.
72 Karların içinde bata çıka ilerlemeye başladı, bir
kilometre kadar gitmişti ancak görünürde halen bir şey
yoktu. Yanlış yönü tercih ettiği düşünüp kendine kızıp
söylenmeye başlamıştı ki, ilerde karların arasında binalar
olduğunu fark etti! Gücü tükenir gibi olmuştu aslında ama
binaları görür görmez içinde adeta ona ait olmayan bir güç
hissetti. Artık karlar diz kapağı hizasına kadar değil
neredeyse beline kadar geliyordu ve ilerlemek çok zordu!
Çocukların yetiştirildiği binalara iyi yaklaşmıştı, bir
ara saatine baktı, biri geçiyordu. Nafiz geç kalmadan
dönmeleri gerektiğini üstüne basarak söylemişti, akşam
karanlığın çökmeden köye gitmiş olmaları gerekiyordu.
Yan yana inşa edilmiş on bir bina vardı, diğerleri gibi
kerpiç ve ahşaptan yapılmışlardı ve tıpkı diğer binalar gibi
virana haldeydiler.
Sadun son bir güçle kendini karlardan sıyırdı ve ilk
binanın kapısından içeri girdi. Kapıdan girince bir koridor ve
koridora açılan üç kapı olduğunu gördü. İlk kapıyı itip içeri
girdi, cam bölmeyle ortadan ayrılmış bir oda karşıladı onu!
Tıpkı günlükte tarif edildiği gibiydi, yerde artık çürümüş
minder zemin haricinde hiç bir şey yoktu. Birde her bölmenin
kapının karşısında ki duvarında ince ancak uzun bir pencere
vardı hepsi bu.
Burada olan bitenleri hayal etti, irkildi!
İkinci ve üçüncü odada da aynı manzara ile karşılaştı.
Diğer dokuz binada da ilk binada ne gördüyse aynısı vardı!
Onbirinci bina diğerlerinden daha büyüktü. Ümitle
açıp girdi çürümüş kapısından içeri. Yataklar, giysi dolapları,
mutfak ve banyo haricinde hiç bir şey yoktu. Beş yatak vardı
büyükçe bir odanın içinde. Bakıcı kızların kaldığı yer
olduğunu anladı bu sayede. On birinci binadan dışarı çıktı ve
73 etrafına bakındı, başka bir bina aradı gözleri ancak yoktu.
Belki vardı ama karlar onu gizliyordu, bunu bilmesinede
imkan yoktu!
Saatine baktı, ikiye geliyordu, geri dönmek zorundaydı
ama ayakları gitmek istemiyor, buradan eli boş ayrılmak
istemiyordu. Ancak emin olduğu bir şey vardı ki bu binaların
yakınlarında pek çok mezar olmalıydı! İçi ürperdi bir kez
daha. İstemeye istemeye de olsa geldiği yolu geri dönmek
üzere harekete geçti.
Uzaklarda mandıra tesisini görmüştü ki, Nafiz’in de
karları yararak ona doğru ilerlediğini fark etti. On dakika
kadar sonra karşı karşıyaydılar,
‘Dayı nereye kayboldun yaa merak ettim valla
dayanamadım seni aramaya çıktım!’ dedi panik kokan
sesiyle.
‘Bu kadar uzaklaştığımı bende fark etmedim evlat,
dalmışım etrafın güzelliğini görünce, kusura bakma’
‘Dayım ter içinde kalmışsın hadi şu eve dönelim,
dandik bir soba vardı ısınayım diye yakmıştım, biraz ısın
terin soğusun sonrada hemen yola koyulalım’
Köye ulaştıklarında akşam karanlığı çökmüştü. Yol
boyu hiç konuşmamıştı Sadun, dalgındı. Hatta Nafiz ona bir
kaç kez bir şeyler sormuştu ama onu duymamıştı bile. Nafiz
de yorgunluğuna verip üstelememişti.
Muhtar akşam karanlığında yolların tehlikeli
olduğunu söyleyip evine davet etmişti Sadun’u o gece
misafirleri olması için. İçinden gitmek gelmemişti zaten, seve
seve kabul etmişti muhtarın teklifini. Gece herşeyi düşünüp
gözden geçirmek istiyordu.
74 Muhtarın karısı akşam yemeği olarak tarhana çorbası
ve bulgur pilavı hazırlamıştı. Sadun pilavı yerken kendini
kaybetmişti adeta, yedikçe yiyesi geliyor ‘yenge eline sağlık
harika olmuş’ diye methiyeler dizmesi evin hanımının
gururunu okşuyordu. Hava ona iyi gelmiş iştahını açmıştı
belki de. Belki de yorgunluk tüm enerjisini tüketmiş,
kaybettiğini yerine koymak istiyordu bedeni.
Yemeğin üzerine demli çay ve elbette sigaralar içildi
muhtarla karşılıklı. Kısa bir sohbetin ardından Sadun’a
kalacağı mütevazı oda gösterildi ve odasında yalnız bırakıldı.
Yorgun olmasına rağmen uykusu yoktu ya da uyumamak için
direniyor, zihninde ki sorular uyumasına izin vermiyordu.
Eski yaylı yatağın kenarına oturdu. Emin olduğu tek
şey günlükte yazılanların gerçekleşmiş olduğu idi. Ama ne
kadarı gerçekleşmişti? Seksenli yıllara kadar faal haldeydi o
tesis, bunu muhtar kendi söylemişti ama sonra ne olmuştu?
Özellikle mandıranın yanında ki büyük evin içi neden savaş
alanı gibiydi? Belli ki birileri bir şeyler aramıştı. Belki de
köylüler merak edip gitmişler onlar herşeyi dağıtmıştı. Ama
köylüler saygılı insanlardı neden böyle bir şey yapsınlar ki?
Kendi sorularına kendisi cevaplar veriyordu Sadun. Bir
sigara yaktı ve pencere kenarına gidip dışarı baktı.
Pencereden bugün çıktığı araziyi görebiliyordu. Orada bir
şeyler vardı ama ne?
Köşkün bodrumunda bulduğu gizli oda geldi aklına!
Evet, Halit Bey hiç bir şeyi şansa bırakmayacak biriydi,
mutlaka orada ki eve de pekala köşkteki gibi gizli bir oda
yaptırmış olabilirdi!
Kendine kızdı, ‘neden gitmişken adam gibi kontrol
etmedin ki?’ diye söylendi. Ama içini yeni bir heyecan
kapladı, ya gerçekten gizli bir oda varsa?
75 Ama bir sorun vardı önünde, şimdi ne diyecekti
muhtara? Bir kez daha gitmek istiyorum demesi tuhaf
karşılanacaktı elbette. Bir yalan söylemişti ve yalanı devam
ettirmek zorundaydı. Yalanına yeni bir yalan ekleyip muhtarı
oraya gitmesi için bir kez daha yardımcı olmaya ikna
etmeliydi ki çok geçmeden ihtiyacı olan yalanı buldu!
Sigarasını kül tablasına bastı, pencereyi açıp içeriyi
biraz havalandırdı. Dışarının buzdan farksız kuru soğuğu
odaya hücum ediyordu ancak soğuğu tıpkı dağa çıkarken
olduğu gibi yine hissetmiyordu, içinde ki yeni umut ve
heyecan onu yakıyordu adeta.
Sabah saat dokuz gibi katırın üzerinde yine dağ
yolunda ilerliyordu Sadun ancak bu sefer tek başınaydı!
Muhtara dağdaki evde Nafiz’in yaktığı sobanın başında
sınırken bir ara cüzdanını çıkartıp içinden bir şey aldığını
ancak cüzdanı orada unuttuğunu ve içinde kendisi için
önemli şeyler olduğu yalanını söylemişti. Muhtar ise yine
Nafiz’i cüzdanı almak üzere göndermeye yeltenmiş, Sadun
dağ havasının ona iyi geldiğini havanında güneşli olduğunu
ve kendisinin gitmek istediğinde ısrar etmişti.
İşte yoldaydı bir kez daha ve bu sefer eli boş
dönmeyecekti, hissediyordu bunu ama bir yandan da
şüpheler zihninde oradan oraya uçuşup onu rahatsız
ediyordu.
Saat on bir gibi bir kez daha mandıra binasının
önünden geçip doğruca eve gitti. Önceki gün tepeden tırnağa
dolaşmıştı evi. Belli ki Halit ve ekibi bu evde kalmışlardı onca
zaman zarfında. Ev iki katlıydı ve giriş katta salon olarak
kullanıldığı belli olan büyükçe bir oda ve mutfak vardı. Üst
katta ise iki banyo ve dört oda daha. İlk üç odada dörder
yatak vardı. Dördüncü odada ise tek bir yatak. Burada Halit
Bey kalıyordu diye düşündü, yünden şiltesi çürümüş yatağa
76 bakarak. Diğer odalarda ise ekibinin elemanları kalıyordu
belli ki. Birde tavan arası vardı, basık ve kuytu, tavanda
açılan deliklerden içeri gün ışığı süzülüyordu, eski bir kaç
eşya haricinde bir şey yoktu.
Tekrar giriş kata indi, bir bodrum gözükmüyordu ama
bir şekilde gizlenmiş olabilirdi pekala. Her yanı aradı, zemini
santim santim kolaçan etti el yordamıyla ancak gizli bir giriş
olduğuna dair hiç bir şey yoktu!
Bir sigara yaktı, canı sıkkın halde içinde ki ses ona
‘buralarda bir yerde!’ diye fısıldıyordu ama arayışları boşa
gibi gözüküyordu.
Ahırı ve mandıra binasını da tekrar kontrol etti,
bakılacak her şeye, her taşın altına baktı. Hatta ahırda ki bir
köşeye yığılı çürümüş samanları bile yerlerinden kaldırıp
altına baktı, belki aradığı gizli geçit oradadır diye. Ama
yoktu!
Belki aradığı şey karların altında gizlenmişti, şayet
öyleyse ki bu ihtimal dahilindeydi, o zaman kendine söz
verdi, baharda bir kez daha gelecekti buraya!
Yeniden son bir kez kontrol etmek istedi evi ve önce
dışarıdan çepeçevre dolaştı evin etrafını, kapladığı alanı
zihninde tutmak istedi bu sefer. Belki de bir odanın içine
gizlenmiş bu sefer Halit’in gizli mekanı. Her odaya teker
teker girdi ve dışarıdan bakılınca gözüken miktarda yer
tutup tutmadığını kontrol etmeye çalıştı. Elinde bir ölçüm
aleti olmadığı için gözlerine güvenmek zorundaydı. Üst
katlardan başlamıştı kontrole ama odaların ve banyoların
alanı evin dışından bakıldığında görülene eşdeğer
durumdaydı. Giriş kata indi, salon olarak kullanılan odaya
baktı, kırık pencerelerden binanın köşelerine bakarak arada
bir boşluk olacak kadar mesafe olup olmadığını kontrol etti
ancak salonda olması gerektiği gibiydi!
77 Ancak mutfağa girdiğinde içinin kapladığı alan ile
dışarıdan bakılınca gördüğü alan arasında bir tutarsızlık
olduğunu hemen fark etti! Daha geniş olması gerek diye
düşündü! Mutfak penceresinden uzanıp baktığında haklı
olduğunu anladı! Mutfak en az iki metre kadar dardı! Mutfak
tezgahının olduğu duvar en az iki metre kadar daha ilerde
olmalıydı, şu halde arada bir boşluk vardı!
Heyecandan eli ayağı titredi, o heyecanla bir sigara
daha yaktı, acele etmek istemedi, belki de o anın tadını
çıkartmak, doyasıya yaşamaktı niyeti. Sigarasından nefesler
alırken, bir yandan da eliyle tezgahın altını üstünü
yoklamaya, arkaya açılan gizli bir kapı bulmaya çalıştı ancak
yoktu.
Evin etrafında dolanırken arka tarafta kazma kürek
görmüştü, hemen çıktı evden ve kazmayı alıp geri dönerken
düşündü, belki de bu kazma kürekle mezarlar kazılmıştı!
Hiç düşünmeden mutfak tezgahına indirdi kazmayı,
sertçe, ardı ardına! Bir kaç darbe sonra bir gedik açılmıştı ve
arkadan gün ışığı gelmiyordu! Başını uzatıp içeri baktığında
masa, sandalye ve her yana yığılı evrakları, kitapları gördü!
Bayramda hediye almış küçük bir çocuk gibi hissetti
kendini, tüm gücüyle ardı ardına darbeler indirdi, açılan
gedik onun geçebileceği kadar büyüyünce attı elindeki
kazmayı bir köşeye ve gedikten içeri sızdı adeta!
Beraberinde götüremeyeceği kadar çok şey vardı, ilk
fark ettiği bu oldu. Ancak onun asıl istediği varsa şayet
günlüklerin devamıydı, çünkü bu yığılı evrakların içindeki
herşey ve bu arazide olup bitenler, tüm yaşananlar o
günlüklerin içindeydi mutlaka. Üstü üste istiflenmiş eski deri
ciltleri toz altında kalmış olan kitapların ardından ahşap bir
dolap olduğunu görünce heyecanla kitapları oradan alıp yan
tarafa koydu. Yine aşılması gereken kilitli bir kapat vardı
78 karşısında,
köşkte
günlükleri
çekmecesinde olduğu gibi.
bulduğu
o
masanın
İçeri girdiği gedikten kendini dışarı attı bir anda ve
elinde kazmayla tekrar içeri girdi, kazmanın ilk darbesi kilidi
kırmaya yetti. Kapağı açtığında heyecandan kendini
kaybetmiş halde ‘işte bu!’ diye bağırdı ve kahkahalarla
gülmeye başladı!
Tam on cilt duruyordu ahşap dolabın içinde, hemen
birini alıp sayfalarını açtı ve aşina olduğu tanıdık el yazısı ile
karşılaştı!
Nihayet aradığını bulmuştu, tüm ciltleri dolaptan
çıkarttı ve onları içine koyacak bir şey arar gözlerle etrafa
bakındı ancak yoktu.
Ahırı alt üst ederken bir kaç eski çuval gördüğünü
hatırladı. Günlüklerin kucağına aldı ve gedikten dışarıya
çıkarttı, önce beşini, sonra diğer beşini. Ağır ve büyüktü
günlükler her biri iki-üç kilo kadar vardı belkide.
Koşarcasına ahıra giderken bir kaç kez karların
üzerine kapaklandı, umursamadı bile.
Yine ahırda bulduğu naylonların içine sardığı
günlükleri iki ayrı çuvala doldurdu ve kalınca bir iple bağladı
ağızlarını. İşin zor kısmını halletmişti ona göre, karların
arasında bata çıka katırı bıraktığı yere kadar gideceği bir
saatlik mesafe umurunda bile değildi.
Arabasını muhtarın evinin önünde çekmişti önceki
gün, etrafına bakındı kimseler yoktu, katırdan önce kendi
indi sonrada uzunca kalın bir iple bağlayıp katırın her iki
yanına bıraktığı çuvalları indirdi.
79 Arabasının bagajını açtı ve çuvalları bagaja koyup
kapağı kapattığında derin ancak huzurlu bir nefes aldı.
‘Dünyada şu an benden daha mutlu biri var mıdır acaba?’
diye geçirdi içinden ve bu düşüncesini birazda bencilce bulup
güldü kendi kendine.
Sekiz yüz kilometre yol gelmişti sorulara cevap
bulmak için, işte tüm cevaplar şimdi arabasının bagajındaydı!
Bir an önce evine gitmek ve günlükleri okumaya başlamak
için can atıyordu. Hemen yola çıkmak istedi.
Muhtarın kahvehanede olduğunu söylemişti karısı,
onunla ayaküstü vedalaşıp muhteşem pilavı için teşekkür
ederek arabasına atladığı gibi kahvehane yolunu tuttu.
Nafiz’e de teşekkür etmek istiyordu, ‘umarım o da
kahvehanededir’ dedi kendi kendine. Arabayı kahvehaneye
yakın yerde durdurup indi.
Neyse ki Nafiz de oradaydı, hem ona hem muhtara
teşekkür edip vedalaştı. Yine beklediklerini söylediklerinde
ilk fırsatta geleceğini söyledi. Bunu bilerek söylemişti çünkü
günlüklerin içinde onu neyin beklediğini henüz bilmiyordu.
Belki gerçekten gelmesi gerekebilirdi o yüzden kapıyı açık
bırakmaya karar vermiş ama diğer yandan bu cana yakın
insanları da çok sevmişti. Hiç bir şey olmasa bile sırf onları
yeniden görmek ve elbette muhtarın karısının o inanılmaz
pilavından bir kez daha tatmak için geri gelmeye hazırdı
zaten.
Köyün karlı yollarından geçerek Ereğli’ye doğru yol
alırken bu ana kadar yaşadığı her şey bir kez daha geçti
gözünün önünden. Çok mutsuzdu kısa bir süre önce,
yalnızlığın ve işe yaramazlığın verdiği mutsuzluk garip bir
şekilde yerini yepyeni duygulara bırakmıştı. Böylesine bir
macerayı polislik yaptığı onca yıl içinde bile yaşamamıştı
halbuki. Emekli olduğuna ilk kez mutlu oldu o an. Hayat her
80 şey bitti derken ona yepyeni bir sayfa açmıştı ve
doldurulmayı bekleyen daha çok sayfa vardı onun için, bunu
tüm benliğinde hissediyordu.
Ereğli’ye ulaştığında otele uğrayıp resepsiyonist gence
veda etmek istedi. Ancak mesainin başlamasına daha saatler
olduğunu öğrenince Ramiz’in mesai arkadaşına ona iletilmek
üzere selamını bırakıp oradan ayrıldı.
Yol üzerinde bir lastik tamircisi görünce hemen orada
durdurdu
arabayı
ve
lastikçiden
kar
zincirlerini
çıkartmasına yardımcı olmasını rica etti. Kısa sürede arka
tekerlere takılı olan zincirler çıkmıştı, lastikçi para almayı
reddetse bile Sadun zorlada olsa yirmi lira vermiş ‘öğle
yemeğin benden olsun bari’ demişti.
Konya’ya ulaştığında cep telefonu çaldı. Cep
telefonunu yanına aldığını bile unutmuştu aslında. Ceket iç
cebinden telefonu alıp arayanın kim olduğuna baktı.
Meltem’di arayan, tebessümle açtı telefonu ve kulağına
götürdü,
‘Efendim güzel kızım... Gayet iyiyim sen nasılsın? Ah
be evladım gelmeden arasaydın ya, bak boş yere gelmiş oldun
onca yolu... İnanmayacaksın ama şu an Konya’dayım!’ dedi
telefonun diğer ucunda ki komser Meltem’e ve güldü emekli
komser Sadun.
81 GİZEM PERDESİ
Gecenin son karanlığı aydınlığa teslim olmak
üzereyken elinde ki çuvalları sürükleyerek girdi köşkün
kapısından içeri. Yeni evini pek sevmemişti ama ilk kez
özlediğini fark etti, doğruca bodruma indi üzerini dahi
çıkartmadan ve kalorifer kazanını çalıştırdı, içerisi dışarıdan
daha soğuktu.
İstanbul’dan ayrıldığında kar altındaydı kent, gidip
gördüğü yerlerle kıyaslanamazdı kar tabakasının yoğunluğu
ama yalnızca iki gün sürmüştü yolculuğu. Etrafta bir kaç
birikinti haricinde kar diye bir şey kalmamış, gizli bir el hepsi
silmişti adeta. ‘İstanbul da kar bu kadar olur’ demişti içinden
ve ‘fakir fukara için böylesi daha iyi’ diye düşünmüştü.
Palto, şapka ve muhtarın geri almadığı, hatıra olsun
dediği atkıyı portmantoya bıraktı, üst kata çıktı. Yatak
odasının kapısını aralayıp içeri girdi, ceketini çıkartıp dolabın
askısına astı. Dolaptan yeni iç çamaşırlar ve yatağının
üzerinde katlı halde duran pijamalarını alıp odadan çıktı,
banyoya girdi. ‘Sıcak bir duş beni kendime getirir’ dedi kendi
kendine. Saatlerce direksiyon sallamak yormuştu onu.
Sıcak suyun yaşlı bedeninden akıp giderken onu sarıp
sarmalaması hoşuna gitti. En azından onada sarılan biri
vardı, su bile olsa. Duşun altındayken aç olduğunu hissetti ve
aklına demli bir çay ve yanında bir sigara fikri gelince
heyecanlandı! Duştan çıkıp kurulandı, üzerini giydi, dişlerini
fırçaladı.
Çaydanlığın altını yaktı ve buzdolabını açtı, fazla vakit
kaybetmek istemiyordu yemek hazırlamakla, okunmayı
bekleyen yeni günlükler onu her geçen an daha da
cezbediyordu.
82 Mutfakta ki küçük masa üzerine kahvaltılıkları koydu.
Ekmek bayatlamıştı ama önemsemedi, dışarıda kuru soğuk
vardı ve yorgundu, ekmek almak için dışarı çıkmayı gözü
yemedi. Beyaz peynir, zeytin, bal ve tereyağdan oluşan
kahvaltısına çayın olmasını beklemeden başlamıştı ki aklına
Meltem geliverdi. Söz vermişti telefonu kapatmadan önce,
İstanbul’a gelir gelmez arayacağım diye.
Hızla kalktı masadan ve aynı hızla üst kata, yatak
odasına çıktı. Dolaba koymuş olduğu ceketinin iç cebine
uzanıp aldı telefonu ve son görüşülenler listesinin ilk
sırasında olan Meltem’i aradı, geldiğini ve gayet iyi olduğunu
haber verdi.
Mutfağa döndüğünde çaydanlıkta ki su kaynamıştı,
çayı demledi, altına biraz daha su ekledi ve kahvaltıya
bıraktığı yerden devam etti. Fazla uzatmadı, doyacak gibi
olunca kesti yemeği ve küçük tabaklar içindeki
kahvaltılıkları tekrar buzdolabına koyup masanın üzerini
sildi, çatal ve bıçağı da hızlıca yıkayıp tezgahın üzerine
bıraktı. Çaydanlığın kapağını kaldırıp demlenmekte olan çayı
kokladı. Kendi demlediği çayın tadını özlemişti, onun için çay
demlemek ayrı bir hüner gerektirirdi ve o bu konuda oldukça
hünerliydi. Yolculuğu boyunca yalnızca muhtarın karısının
demlediği çayı damak tadına uygun bulmuştu, o anda yine
aklına bulgur pilavı geldi, o tadı yine damağında hissetti
Sadun. Tebessüm etti ‘bir karın olsaydı da yapsaydı Sadun
bey’ diye sitem etti kendine.
Köşkün giriş kapısı önünde bıraktığı çuvalların önce
birini, sonra diğerini kavrayıp kaldırdığı gibi oturma odasına
götürüp koltuğunun önünde yere bıraktı. Çuval ağızlarını
sıkıca kavramış olan ipler açılmakta inat edince mutfaktan
keskin bir bıçak alıp geri döndü, iplerin inadı bıçağı görünce
kırıldı.
83 On cildide çıkarttı çuvallardan ve hemen ilk
sayfalarına bakmaya başladı. Halit Bey her gün için tarih
atmıştı günlüklere. Günlükleri tarih sırasına koyarken son
cildin farklı bir el yazısı ile yazıldığını fark etti ancak
önemsemedi. ‘Mutlaka bir açıklaması vardır ve açıklamada
bu sararmış sayfaların içinde beni bekliyor’ dedi.
Günlükleri yemek odası takımının boş raflarına koydu,
sırasını bozmadan. Yerdeki çuval ve kesik iplerle bıçağı alıp
tekrar mutfağa gitti. Çuval ve ipleri çöpe attı, bıçağı yıkayıp
tezgahın üzerine bıraktı.
Demini almış çayın keskin kokusu mutfağı sarmıştı.
Keyifle içine çekti kokuyu ve demli bir çay koydu kendine,
attığı tek şekeri karıştırdı ve fazladan bir çay tabağı daha aldı
dolaptan, kül tablası niyetine kullanmak için.
Odaya geri dönüp çayı ve tabağı sehpanın üzerine
bıraktı, portmantoda asılı duran paltosunun sağ dış cebinden
sigara paketiyle çakmağı alıp geri döndü. Koltuğa oturdu ve
paketin içinde kaç sigara kaldığını saydı ‘şarjörde on mermi
kalmış!’ dedi ve bir sigara alıp yaktı. İlk nefese çayın ilk
yudumu eşlik etti, koltuğa iyice yaslanıp pencereden gördüğü
manzaraya baktı. Gözüne farklı gelmişti manzara, hoşuna
gitti, bu kısa yolculuk onun evini büsbütün özlemesini
sağlamıştı, bu da ayrıca hoşuna gitti. Sevemediği bir evde
yaşama fikri çok itici geliyordu ona nede olsa.
Sigaradan aldığı son nefesle birlikte izmariti kül
tablası niyetine kullandığı çay tabağına bastı, çayında kalan
son yudumuda içti. Hazırdı artık, kalkıp günlüğün ilk cildini
aldı, tekrar koltuğuna oturdu. Uykusu vardı ancak uyku iyice
bastırana değin okumak istiyordu, okuyabildiği kadar.
Deri kaplı kalın cilt kapağını kaldırdı ve yeniden
okumaya başladı, kaldığı yerden.
84 Halit beyin yeni günlükleri Orta Toroslar'a gidişlerini
ve arazinin alınmasıyla birlikte yaşanan zorlukları ve bu
zorlukların aşılmasını ile başlıyordu. Özellikle civar
köylerden aldıkları yardımlar olmasa belki de bu projenin
gerçekleşmesinin zora gireceğinin altını çiziyordu. Oldukça
yüksek bir araziydi ve yol başlı başına bir sorundu diyordu
Halit Bey yazdığı günlüğünde.
Dönem şartlarını düşündü bir an Sadun komser, kırklı
yıllardı söz konusu olan nede olsa. Sarı sayfaları tatlı bir
merak ve heyecanla çevirmeye devam etti.
Şehir hayatından uzaklaşıp yeniden özlem duydukları
köy hayatına geri dönen bir gurup Anadolu insanı olarak
göstermişlerdi kendilerini Halit Bey ve öğrencileri.
Kayasaray köyünün muhtarı onları kendi evlerinin inşaatı
bitene kadar misafir etmişti, boş duran bir köy evinde.
Köylülerde sevinmişti yakınlarında bir mandıra açılacak
olmasına ve ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı Halit beye.
Halit bey övgüyle söz ediyordu günlüğünde Anadolu
insanından. Sadun da bir anlığına okumayı kesti ve iki gün
gibi kısa sürede şahit olduklarını düşündü. Köyün muhtarı
Salih’in tıpkı köyün eski muhtarı olan babasının Halit beye
gösterdiği misafirperverliğin aynını kendine göstermiş
olmasını düşündü. Kimdir necidir diye dahi düşünmeden
evlerini açıyorlardı kapılarına gelen kim olursa olsun. Sonra
aklına kaldığı otelde ki resepsiyonist genç geldi. ‘Ne varsa
Anadolu insanında var’ derken büyük şehirde yaşayanları
yerden yere vurmakta haklıydı belkide.
Sadun’un gözü yine sigaraya takıldı. Tam elini
uzatmıştı ki vazgeçti. ‘On sigara ve okunacak on cilt günlük,
her cilt için bir adet ve ilk hakkını kullandın Sadun’ dedi.
85 Günlüğü koltuğun üzerine bıraktı ve boş çay bardağını
alıp mutfağa gitti, demli bir çay daha koydu kendine ve bir
adette şeker attı çayına. Odaya gelirken karıştırdı çayın
şekerini, ayakta durup boğazdan geçen gemilere bakarken bir
yudum aldı çaydan. Çayı sehpaya bıraktı, günlüğü koltuktan
alıp oturdu.
Halit bey günlükte bazen bir bazen iki hafta hiç bir şey
yazmamıştı. Aşırı yoğunluktan ve belki de yorgunluktan diye
düşündü Sadun.
Günlükte yazılanlara bakıldığında bu zaten açıktı,
mandıra tesisinin kurulduğu yüksek araziye kadar uzanan
bir yol açmışlardı bin bir zorlukla. Ancak bu sayede inşaat ve
tesis için gerekli malzemeler getirilebilmişti.
İlerleyen sayfalarda inşaatın başlaması ve hızla devam
edişi anlatılıyordu. Ancak paralelinde anlatılan başka bir
konu daha vardı ki asıl önemli olan buydu Sadun için.
Öğrencileri birer ikişer büyük şehirlere gitmiş ve planın en
önemli parçası olan alınacak daha doğrusu kaçırılacak
bebekleri tespit etmek için düğmeye basmışlardı!
Mandıra tesisinde ise köylülerin asla haberi olmadan
ve dağın köylerden kesinlikle gözükmeyen uzak bir bölgesine
gizli gizli başka bir tesis daha inşa etmişlerdi Halit bey ve
ekibi.
Çayından yudum alırken gidip gördüğü ve artık harabe
halini almış olan o binaları düşündü Sadun. Bir amaca gönül
vermiş insanların neler yapabileceğinin kanıtıydı tüm
gördükleri ve daha neler yapmışlar merak ediyor, ancak
yolun yorgunluğuna yenik düşen bedeni daha fazla devam
etmesine izin vermiyordu. Saatine baktı, neredeyse öğle vakti
olmuştu. Günlüğü kaldığı sayfa açık kalacak şekilde koltuğun
üzerine bıraktı. Kül tablası niyetine kullandığı tabağı ve boş
çay bardağını alıp çıktı odadan.
86 Tabaktaki izmarit ve külü çöpe boşaltıp yıkadı
bardakla birlikte, mermer tezgahın üzerine, daha önce
yıkadıklarının yanına bırakıp, çayın altını da kapayıp ayrıldı
mutfaktan.
Ağır ve yorgun adımlarla çıktı merdivenleri, yatak
odasına girdiğinde köşkün sıcak olduğunu fark etti ‘usta işini
iyi yapmış’ diye geçirdi içinden. Yine de tasarrufu elden
bırakmamak için kullandığı odalar haricinde tüm diğer
odaların kalorifer peteğini ve oda kapıları kapatmıştı Sadun.
Ona kalsa yalnızca giriş kata tesisat döşetecekti ama ustabaşı
onu ikna etmişti, yarın öbür gün ihtiyaç duyarsın hem kombi
yetmez koca köşke, bodruma doğalgaz kazanı koyalım
demişti. Hak verdi ustabaşıya Sadun, yatak odasının sıcacık
olduğunu fark edince.
Çalan cep telefonunun sesi derin uykusundan
uyandırdı onu. Doğrulup ne olduğunu anlamaya çalışır
gözlerle bakındı etrafına, akşam olmuştu, belki de gece
çökmüştü o an için zaman kavramını yitirmişti Sadun
komser. Telefonun çalmakta olduğunu nihayet fark etti ve
uzanıp aldı komidin üzerinden, henüz ayılamamış gözleri
telefon ekranında Meltem yazdığını zar zor fark etti. Açtı
telefonu ve kulağına götürdü,
‘Efendim kızım? Yok yok dalmışım biraz o yüzden geç
açtım... Yok be evladım ne uyandırması, iyiki aradın
kalkacaktım zaten bende... Gel tabi kızım gel, bende seni
özledim zaten... Ha, Meltem? Sana zahmet olacak ama
gelirken bir ekmek alır mısın? Soğukta dışarı çıkmak zor
geldi be canım kızım... Tamam evladım çok sağol, hadi
bekliyorum...’
Telefonu tekrar komidin üzerine bırakırken saate
baktı, sekize geliyordu. Gecesi gündüzü birbirine karışmıştı
iyiden iyiye. ‘Sen zaten hep böyleydin Sadun, bırak
87 sızlanmayı’ dedi ve yataktan kalkıp önce tuvalete, ardından
banyoya gitti, elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladı, eli eli
seyrek beyaz saçlarını düzeltip tekrar yatak odasına döndü.
Pijamalarını çıkartı üzerine pantolan ve kazak giydi, odadan
çıktı.
Mutfağın ışığını yaktığında aklına geldi, ampul
alacaktı her odaya ama yine unutmuştu. Zayıf ışıktan
hoşlanmıyor, kasvetli geliyordu ona. Buzdolabını açtı, içeri
göz gezdirdi. Raftan dört yumurta aldı, dolabı kapadı.
Yumurtaları tezgaha bıraktı, uzanıp dolaptan bir tabak aldı,
yumurtaları teker teker kırdı tabağın içine. Tezgah üzerinde
duran önceki gece yıkayıp bıraktığı çatalı alıp yumurtayı
çırparken, diğer eliyle biraz tuz ekti üzerine. Yeterince
karıştırdığına kanaat gelince çırpmayı bıraktı. Başka bir
dolaptan orta büyüklükte bir tava aldı, ocağın üzerine koydu.
Üzerine birazda sıvı yağ gezdirdi ve altını yaktı tavanın.
Tavada ki yağ kızarken çaydanlığı temizledi ve içine yeni çay
koydu. Çayın altını yaktığında tavada ki yağ hareketlenmişti.
Çırptığı yumurtayı tavaya boşalttı ve çatalla karıştırıp kendi
haline bırakırken ocağın altını kıstı.
Tekrar buzdalabını açtı, sebzelikten irice iki domates
ve bir kaç yeşil biber aldı. Bir tabağın içine domates ve
biberleri doğrayıp salata yaparken, tavanın altını kapadı,
üzerinde bir kapak koydu, soğumasın diye.
Salatanın üzerine biraz sıvı yağ gezdirdi, biraz limon
sıktı, bir tutamda tuz ekti ve tabağı masanın üzerine koydu.
Çekmeceden iki çatal, raftan iki kağıt peçete alıp masada
karşılıklı olacak şekilde iki uca bıraktı.
Çalan kapıya koşar adımlarla gitti ve açtı, Meltem’in
gülen gözleriyle karşılaştı,
‘Hoş geldin kızım’
88 ‘Hoş buldum komserim’ dedi Meltem ve içeri girip
kapıyı kapadı.
‘Aslında size hoşgeldiniz demem gerek ya neyse’
derken sesinde sitem vardı Meltem'in, Sadun da hissetmişti
bu sitemi. Meltem elindeki poşetleri yere bıraktı, ekmekle
birlikte yine su böreği getirmişti. Paltosunu atkısını çıkartıp
portmantoya asarken,
‘Kusura bakma be evlat, hiç hesapta olmayan bir
yolculuktu, doğaçlama oldu desek dağa doğru olur’ dedi
Sadun, yada kendini savundu kızı yerine koyduğu Meltem’e
karşı.
‘Olsun be komserim ben şakasına takıldım, iyi
yapmışsınız bence, ne yapacaksınız evde boş boş, gidin tabi
gezin tozun, emekliliğinizin keyfini çıkartın. Omlet kokusu
mu alıyorum?’
Keyifle yediler omlet ve salatayı, ancak bir baba kızın
yapacağı samimiyette bir sohbet eşliğinde. Yemekten sonra
Sadun bulaşıkları yıkamaya yeltendi ama Meltem müsaade
etmedi, onu odaya gönderdi, önce çayı demledi ardından
bulaşıkları yıkadı.
Meltem oturma odasına geldiğinde önce fark etmedi,
Sadun’un karşısında ki koltuğa geçip oturunca sehpa
üzerinde duran sigara ve çakmağı görünce şaşırdı,
‘Komserim?!’ dedi, merak ve şaşkınlıkla.
Sadun güldü önce,
‘E yavrum az önce sen demedin mi emekliliğin tadını
çıkart diye. Çıkartıyorum işte, yapmak istediğim her şeyi
yapıyorum ne var bunda şaşıracak’
‘Sigara ve siz!?’ diye sordu Meltem.
89 ‘Yıllar önce bırakmıştım, sen bilmezsin tabi’
‘Ama komserim oldu mu şimdi? Millet bırakmak için
uğraşır siz bırakmışken yeniden başlamışsınız, hiç
yakıştıramadım kusura bakmayın ama!’
‘Yok güzel evladım yok. Yalnızca tek paket, merak
etme iradem konusunda bir şüphen yoktur herhalde ha?’
‘Yok komserim ama şaşırdım yani. Neyse canım tek
paketse sorun değil, ayrıca biliyorum siz tek paket diyorsanız
kesin öyledir’
‘Öyle öyle...’
Meltem’in gözü rafta duran ciltlere takıldı,
‘Okuma işini ilerletmişsiniz komserim, harika valla, ah
bende bir fırsat bulsamda okusam iki satır roman falan ama
nerede o günler...’
‘Okumak iyi geliyor, insanı alıp götürüyor başka
dünyalara. Ayrıca iyi bilirim merak etme, görev başında kitap
okunacak vakit bulmak ne mümkün?’
‘Değil mi ama?’
‘Eee? Ne oldu üzerinde çalıştığın dosya, var mı bir
gelişme?’
‘Valla komserim bir gelişme yok henüz, araştırmaya
devam ediyoruz ama ilerleme sağlanamadı bir türlü. Ortada
üç ceset var, adamların üçüde hayatını neredeyse hapiste
geçirmiş tipler... Ama kim sıktı kafalarına, neden sıktı hiç bir
ipucu yok... Kriminalden sonuçlarda dün geldi işin o kısmı
daha ilginç, ortada üç ceset ve birer el ateşlenmiş üç silah
var. Ya bu adamlar aynı anda birbirlerini vurdular, ya intihar
ettiler ya da biri onları kendi silahlarıyla teker teker vurup
silahlarını ellerine tutuşturdu. Yani komserim durum
90 karışık.’
‘Senden kaçmaz, bilirim, an meselesidir çözersin sen
bu işi’
‘Kısmet be komserim, çıkmaz sokağa girdik gibi ama
bakalım, hayırlısı’
Meltem koltuktan kalktı,
‘Ben şu böreği tabaklara koyayım, çaya da bakayım
baba, çıkmışsa getireyim’
‘Olur evladım’ dedi Sadun, ancak Meltem ona ilk kez
‘Baba’ diye hitap etmişti, içi bir tuhaf oldu o an. Belli ki ağız
alışkanlığı ile, belki de onu manen bir baba olarak gördüğü
için demişti ama bunun bir önemi yoktu Sadun için, bir
anlığına bile olsa kendini gerçekten Meltem’in babası gibi
hissetmişti. İçi hem burkuldu hem mutlulukla doldu. ‘Keşke’
diye geçirdi içinden bir kez daha ‘keşke evlenseydim!’
Meltem’in bu seferki ziyareti kısa sürdü, sabah her
zamankinden daha erken kalması gerekiyordu, yenen
böreğin ve içilen bir kaç bardak çayın ardından vedalaşıp
ayrıldı Sadun komserinin köşkünden.
Ve Sadun komser onun ardından kapıyı kapatıp
kendine demli bir çay daha koyup kaldığı yerden yeni
günlüklerin ilk cildini okumaya devam etti.
Günlüğün ilerleyen sayfalarında tüm tesisin Halit
Bey’in istediği şekilde inşa edilip tamamlandığı, ekip
üyelerinin de alınacak çocukları tespit ettikleri anlatılıyordu.
Ancak çocuklardan önce yaşları henüz on sekize gelmiş beş
genç kız getirilmişti tesisin gizli bölümüne ve Halit Bey
kızları hipnoz seansına alarak tüm anılarını, tüm bildiklerini
unutturmuştu! Ve kızlar kendilerini doğum anı yaklaşmış
hamile birer anne zannediyorlardı!
91 Sadun acıdı kızların o haline, hayatlarının çalınmasına
adeta tanıklık ediyordu okuduğu her sayfada, canının
yandığını hissetti ta derinlerde. Canı sıkıldı, içi git gide
bunaldı, dayanamadı ve ikinci ciltte içmesi gereken sigarayı
alıp şimdi yaktı, derin ve bir o kadar efkarlı bir nefes çekti
içine. Sigarası bitene kadar boğazın karanlık sularına daldı
gözleri, sigarasının külü yere düştü bunu bile fark etmedi o
an için. Sigara izmaritini boş çay bardağının içine attı ve
okumaya devam etti.
Bebekler birer ikişer getirilmeye başlanmıştı gizli
tesise. Nihayetinde altmış bebeğin gelmesi yalnızca iki hafta
sürmüştü. Bakıcı kızlar gelen her bebek kafilesinin ardından
Halit Bey tarafından yeniden hipnoz altına alınmış, gelen
bebekleri onların doğurduğu zihinlerine kazınmıştı. Her kız
oniki bebeğe annelik yapmaya başlamıştı bu sayede. Ancak
kısmı bir annelikti bu, şefkatten tamamen yoksun bir
annelikti. Yalnızca karınlarını doyuruyor, altlarını temizliyor
ve uyumalarına yardımcı oluyorlardı. Halit bey hipnozun bu
denli tesirli olmasından dolayı duyduğu memnuniyeti
özellikle altını çizerek yazmıştı günlüğe.
Sadun bebekleri çalınan anne babaları düşündü,
düşünmeden edemedi. Belki de hiç bir zaman biricik
yavrularına ne olduğunu asla bilemeden yaşamışlardı tüm o
zavallı insanlar. İçi bir kez daha burkuldu.
Halit Bey ve ekibi kendilerini artık mandırada ki
işlerine vermişlerdi. Kendilerini kamufle etmek için mecbur
olduklarını, aynı zamanda geçmesi gereken yılların başka
türlü geçmeyeceğini yazmıştı ilk cildin son sayfalarına Halit
Bey. Diğer yandan bu gizemli konuyla ilgili çalışmalarına da
devam etmiş, belli aralıklarla hem kendisi hem de öğrencileri
yurtdışına çeşitli ülkelere araştırma için gitmişlerdi. Ellerine
ulaşan yabancı dillerde ki pek çok evrak ve kitabı da tıpkı
öncekiler gibi genç bir dil bilimci olan Prof. Kazım
92 Denizcioğlu’na vererek Türkçeye çevrilmesini sağlamışlardı.
Halit Bey hocalık yıllarında tanışmış olduğu ve son derece
güvendiği Kazım’ı da ekibine almaya çalışmış olduğunu ancak
Kazım tereddüt edince psikoloji üzerine metafiziksel bir
araştırma yaptığını söyleyerek konuyu fazla açmadan
kapattığını anlatıyordu son sayfada.
Sabah olmuştu ilk cildin son sayfasını okuduğunda,
Sadun devam edecek gibi oldu önce, ama bir kaç saatliğine
olsa bile kestirmeye karar verdi. Yeni günlüklerin olduğu rafa
bıraktı biten ilk cildi, sehpa üzerinden boş çay bardağını
alırken yere düşün sigara külünü fark etti, alacak gibi oldu
vazgeçti ‘Nasılsa temizlik yapılacak’ diye geçirdi içinden ve
elinde bardakla odadan ayrıldı.
Aslında
köşkün
baştan
ayağa
temizlenmesi
gerekiyordu, kalorifer tesisatı yapılırken her yan batmıştı
nede olsa. Ancak peşine düştüğü günlükler yüzünden evin
temizliği için birilerini çağırmaya vakti olmamıştı Sadun’un.
Mutfakta çay bardağını yıkarken, ‘Uyanınca ilk iş temizlikçi
kadını aramak’ dedi kendi kendine. Tesisatı yapan usta ona
tanıdığı bir kadını önermiş, telefonunu da vermiş, kadının
temizlik tekniği üzerine birde nutuk atmıştı, uzun uzadıya
cümlelerle. Sadun da cümlelerin sonunun gelmeyeceğini
anlayınca kadının telefonunu yazıp vermesini istemiş ve
kaçarcasına uzaklaşmıştı ustanın yanından. O anı
hatırlayınca güldü kendi kendine. Işığı kapayıp mutfaktan
çıkarken ‘yarın ampul almayı unutma Sadun’ dedi ve üste
kata çıkan merdiven basamaklarını ağır ağır çıktı.
Öğleden sonra saat iki civarı uyandı ve ilk iş olarak
ustadan aldığı temizlikçi kadının telefon numarasını tuşladı
cep telefonundan. Kadın bir saate kadar geleceğini söylemişti
ona, üzerini giyindi, elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve
mutfağa inip kahvaltı etti.
93 Temizlikçi kadın çalar saat gibi tam dediği sürenin
sonunda zili çaldı. Yanında genç bir kız daha getirmişti
yardımcı olarak. Sadun köşkü onlara temizlenmek üzere
teslim edip günlüğün ikinci cildini, palto ve şapkasını alarak
köşkten ayrıldı.
Çengelköy de ana cadde üzerinde boş bir yere
arabasını park etti ve önünde durduğu büfede çalışan gence
en yakın elektrikçinin nerede olduğunu sordu. Gencin tarif
ettiği dükkana doğru yürürken gözü balıkçının tezgahında ki
taze balıklara takıldı bir an ancak durmaksızın yürümeye
devam etti.
Bir düzine ampul aldı elektrikçiden, gerçi tezgahta ki
genç çocuk tasarruflu ampullerden almasını önerdi ama o
bildiğinden şaşmadı. Her ihtimale karşı lazım olur diye bir
kontrol kalemi ve bir de bant alıp elinde poşetle ayrıldı
dükkandan.
Aldıklarını arabasının arka koltuğuna bırakıp ön
koltukta duran günlüğü aldı ve kapıyı kilitledi. Çınaraltı çay
bahçesine giden sokağa saptı, hava serin ancak güneşliydi bu
fırsatı kaçırmak istemedi, dışarda ki masalardan birine
oturdu. Henüz masaya oturup elindeki günlüğü ve başındaki
şapkasını masanın üzerine bırakmıştı ki garson elinde üzeri
çay dolu tepsiyle yanına geldi ‘efendim çay alır mısınız?’ diye
nazikçe sordu.
‘Taze mi bari?’ dedi Sadun, takılmak isterecesine
yanında bir anda biten garsona.
‘Olmaz mı bey baba, bizde bayat çay olmaz!’ dedi
garson, kendinden emin halde.
‘İyi ver bakalım bi çay, demlilerden olsun ama’
Garson demli bir çayı masaya bıraktı,
94 ‘Başka bir arzunuz var mı bey baba?’
‘Yok evlat sağol’
‘Afiyet olsun’
‘Sağol’
Garson uzaklaşıp başka bir masaya giderken Sadun
çayına şeker atıp karıştırdı. Çayını yudumlarken boğaz
manzarasına dalmıştı ki bu bir sokak kedisinin miyavlaması
onu kendine getirdi. Eğilip yere baktı, yanı başında bir kedi
oturmuş, kendini acındırmak istercesine ona bakarak
miyavlamaktaydı.
‘Aç mısın? Verecek bir şey de yok ki be güzelim’ dedi.
Kedinin miyavlamaya devam etmesi üzerine güldü,
‘Anlaşıldı!’ dedi kediye ve garsonu arar gözlerle
etrafına bakındığı anda garsonun zaten ona doğru gelmekte
olduğunu fark etti. Garson tebessümle yaklaştı yanına,
‘Ne o düşüncemi mi okudun evlat?’ dedi gülerek.
‘Valla bey baba işimizde ustayızdır söylemesi ayıp,
müşteri leb diyemeden lebisini anlarız icabında’
Genç garsonun racon
açıklamasını hoşuna gitti, güldü.
keser
tavırla
sempatik
‘Şu ufaklığa benden bir kaşarlı tost getir bir zahmet’
dedi kediyi işaret ederek.
‘Hemen bey
velinimetimizdir!’
babam,
müşterinin
her
türlüsü
Garson hızlı adımlarla uzaklaşırken Sadun ardından
güldü ve halen miyavlayan kediye baktı,
‘Bekle bakalım, az sonra geliyor yemeğin’ dedi ve
günlüğün ikinci cildinin ilk sayfasını açıp okumaya başladı.
95 Halit Bey aralıklarla yazmıştı yine, ilk ciltte olduğu
gibi. Bebeklerin ne durumda olduğunu ancak her gün sırayla
uğrayan bakıcılardan öğrendiğini, belli aralıklarla bakıcı
kızları tekrar hipnoz altına alarak işini sağlama almaya
çalıştığını anlatıyordu. Bir yandan da mandırada ki
hayatlarını özetliyor, işlerin yolunda gittiğini hatta oldukça
iyi para kazandıklarını ve birde traktör aldıklarını yazıyordu;
‘Kışları burada çok sert geçmese bile yinede soğuk.
Hatta kar kışları hiç eksik olmuyor. Bebekleri soğuğa karşı
korumak için kızlar sobaları her daim canlı tutuyorlar. Olası
bir kömür zehirlenmesi olmaması için yalnızca odun
yaktırıyoruz. Traktörün römorkuna yüklediğimiz odunları
bebeklerin bakıldığı evin yakınlarına kadar götürdüm ve
uygun bir yere olabildiğince çabuk istifleyip hemen oradan
ayrıldım. Bu süre içinde bir nevi meditasyon yaptım ve hiç bir
şey düşünmemeye gayret ettim. Traktörle bir hafta içinde on
dört tur yaptım ve yığdığım odunlar tüm kış yeterli olacaktır.
Kar bastırınca oraya odun taşımak neredeyse imkansız.
Çocuklar ve kendileri için gerekli olan tüm erzağı ise
mecburen bakıcı kızlarımız gelip alıyorlar. Neyseki hipnoz
sayesinde soğuğu hissetmelerini de engelliyorum.’
Garson kaşarlı tostu getirip masaya bırakırken eğilip
miyavlayan kediye ‘afiyet olsun küçük hanım hadi bugünü de
kurtardın’ deyince güldü Sadun. Tostu aldı ve küçük
parçalara bölerek kedinin önüne koyarken,
‘Sıcak ama bence bekle biraz soğusun’ dedi. Ancak
kedinin sıcaktan anladığı yoktu belli ki, adeta can havliyle
saldırıyordu kaşarlı tost parçalarına. Sadun bir süre
tebessümle kediyi izledi, ardından tekrar günlüğü okumaya
devam etti.
Halit Bey bir yandan devam eden araştırmalardan ara
sıra enteresan bilgilere ulaştıklarından, özellikle Mısır’a
96 yaptığı bir gezide Londra’dan tanışıp arkadaş olduğu müze
müdürünün ona gizlice verdiği arapça bir el yazması kitapta
bahsediyordu. Harfleri tanıdığı için arapça okuyabildiğini
ancak anlamını bilmediği için bir hafta içinde kitabın
tamamının kendi el yazısı ile bir kopyasını çıkartıp İstanbul’a
döner dönmez Prof. Kazım’a kopyayı teslim ettiğini
anlatıyordu.
Günlükte biraz sitem ediyordu Halit Bey, kendisinin
bir haftada kopyasını çıkarttığı el yazmasının Türkçeye
çevrilmesi için neredeyse bir ay beklemek zorunda kaldığını
yazmıştı.
Devam etmek istedi okumaya ancak köşke dönmesi
gerektiğini hatırladı, temizlikçi kadına ücretini verecekti ve
kadın üç saate kadar temizlik biter demişti. İçtiği çayların ve
kediye ısmarladığı tostun parasını kasaya ödeyip çay
bahçesinden ayrıldı, arabasına doğru giderken bir fırından iki
ekmek aldı.
Köşke döndüğünde temizlik işi neredeyse bitmişti,
dalgınlıkla ayakkabılarını çıkartmadan içeri girecekti ki
temizlikçi kadın ‘aman beyim napıyon daha şimdik sildik
oraları!’ diyerek onu sertçe uyardı!
Sanki büyük bir kabahat işlemiş gibi tavırla özür diledi
kadından ve ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giyerken
kendi kendine güldü.
Ampullerin olduğu poşeti portmanto üzerine, ekmek
poşetini mutfağa bırakıp oturma odasına girdi ve yapılan
temizliği beğenmiş edayla etrafa bakındı. Elinde ki günlüğü
diğerlerinin yanına, rafa bıraktı.
Kadın temizliğin bittiğini haber verdiğinde ona
anlaştıkları iki yüz lirayı verirken, genç kıza da elli lira
bahşiş verdi. Kadın ve genç kızın köşkten ayrılmasının
97 ardından o da kapıyı aralık bırakıp dışarı çıktı, köşkün arka
tarafına gitti ve duvara dayalı halde bırakılmış olan portatif
merdiveni alıp geri döndü. Önce mutfağın, ardından oturma
odasının, hemen yanda ki hiç kullanmadığı salonun
ampullerini değiştirdi. Tavanlar o kadar yüksekti ki, boyu
biraz daha kısa olsa eli ampullere yetişmeyecekti. Merdiveni
dikkatlice çıkarttı üst kata ve önce yatak odasının, ardından
tuvalet ve banyonun ampullerini yenileriyle değiştirdi.
Merdiveni tekrar aldığı yere bıraktı ve dönüp kapıyı kapadı.
Kalan ampulleri, kontrol kalemi ve bandı oturma odasında ki
dolabın bir gözüne dikkatlice yerleştirdi.
Akşam yemeğinin ardından yeniden günlüğü aldı ve
koltuğa oturdu. Demini almak üzere olan çayın kokusu geldi
burnuna ve keyifle çekti içine. Günlükte kaldığı sayfayı açtı.
Halit
Bey
nihayet
Prof.
Kazım’ın
çeviriyi
tamamladığını öğrenmiş ve işi şansa bırakmamak için
ekibinde ki gençlerden Salim’i bizzat çeviriyi elden almak
üzere İstanbul’a yollamış, postada meydana gelebilecek kayıp
hatta gecikmeye dahi tahammülü olmadığını yazmıştı.
‘Bu gece nihayet uzun zamandır beklediğim çeviri
elime ulaştı. Okuduğum her satır beni hem şaşırttı hem de ne
denli doğru yolda ilerlediğimi anlamamı bir kez daha sağladı.
Farklı kültürlerden olsalarda sonuçta her alim aynı şeyleri
farklı dille anlatıyor, artık bunun iyice kavramış oldum.
Sanki bir bütün parçalara bölünmüş ve her parçası farklı bir
zamanda, farklı bir millet içinde yaşamış farklı alimlere
emanet edilmiş gibi. Ben elimden geldiğince bu parçaları bir
araya getirmek için çabalıyorum, umarım layığı ile başarmak
bana nasip olur.’
Sadun okumaya ara verip çay almak için mutfağa
gittiğinde mutfak gözüne farklı gözüktü. Yapılan temizlikten
mi yoksa gücü yüksek ampulün ışığının etkisi mi diye
98 düşündü, sonra her ikisinin de etkisi olduğuna kanaat getirdi.
Çayını aldı ve koltuğuna geri dönüp okumaya devam etti.
‘Bu güne değin geçen yıllarda elimize ulaşan tüm gizli
yazıt ve bilgilerde, bu bilgilere sahip olan insanların onlara
bir hazine muamelesi yaparak adeta yerin altına
gömdüklerine şahit oldum. Aslında böyle yapılması hem iyi
hem kötü olmuş. İyi olmuş çünkü kötülük adına kullanıldığı
takdirde bu gizli ilimlerin son derece yıkıcı bir güç olduğu
ortada. Kötü olmuş çünkü toplumların bilinç olarak çok daha
ileri gitmelerinin önü bu sebeple kesilmiş maalesef. Örneğin
bugün elime ulaşan yazıtın çeviri metninde anlatılanlar
insanların hayal dahi edemeyecekleri bir dünyanın kapısını
açacak nitelikte. Kitabı yazan alim özetle şunları anlatıyor;
Bilinç tektir ve tanrıya aittir. Ancak Tanrı bilinci dünya
denilen bu boyuta indiğinde kendini madde olarak gösterir ve
birbirinden ayrıymış hissi uyandırır. Dolayısı ile bilinç
maddeyi dilediği gibi şekillendirebilir. Ancak madde üzerinde
diğer bir bilincin yapacağı değişimde, o maddenin ardında ki
bilinci değişime uğratır. Yani çift taraflı bir etkileşim söz
konusudur. Örneğin dinlenen hüzünlü bir müzik önce insanın
maddi bedene ait maddi bir uzuv olan kulağına ulaşır, kulak
onu beyne iletir, beyin ise kulağın ses olarak algıladığını
duygu haline dönüştürür ve bu duyguyu kana karıştırarak
tüm hücrelere ulaştırır. Böylece o hüzünlü müzik tüm bedeni
bir anda sarar ve insan içinde yoğun bir acı hisseder. İnsan
kendi bilincini buna benzer bir yöntemle değiştirip kendine
olmayan her türlü yeteneği kazandırabilir. Tüm hücrelere
ulaşmanın tek yolu vardır o da kandır! Kan ise kalpte
toplanır ve yine kalpten dağılır. Kalbe odaklanmış bir zihin,
içinde barındırdığı düşünceleri kana aktarır, kana aktarılan
bu düşünce ise tüm hücrelere ulaşır ve kaydolunur. Ancak
işlem bu alelade şekilde yapılamaz, bunun çok ince bir
yöntemi vardır. Her yeteneği açan bir anahtar vardır ve
anahtarlar kutsal kitaplarda gizlenmiştir.’
99 Sadun okudukça şaşırdı, merakı arttı. Aslında bu
yöntemin detaylarını merak etti ve elbette o anahtarları.
Ancak Halit bey o kısımları günlüğüne yazmamış, onunla
birlikte bu yolda yürüyen gençleri anlatmaya başlamıştı;
‘Aynı yola baş koyduğum bu tertemiz gençler olmasa
hiç bir şey yapamazdım. Buraya çok alıştılar, onlara Anadolu
havası iyi geldi. Hepsi canla başla çalışıyorlar. Gençleri bir
nevi ödüllendirmek için ara sıra yurtdışına gönderiyorum.
Aslında gönlümden hep kendim gideyim diye geçiyor ama
onlarında bu değişikliğe ihtiyacı var. Ayrıca bu sayede neye
hizmet ettiklerini unutmamış oluyorlar. Her birini sırayla
memleketlerine ailelerini ziyarete gönderiyorum ki bu
onların moralini oldukça yükseltiyor.’
Sadun o gece yine elinde günlükle sabahladı. İlerleyen
sayfalarda özel bir bilgiye rastlamadı, günlük rutinlerden
bahsediyordu, kaldı ki bazen iki günlük yazısı arasında bir ay
ara oluyordu, ‘Anlaşılan Halit Bey nezdinde yazmaya değecek
bir şey olmamış’ diye düşündü.
100 GEÇEN YILLAR
İkinci cildi üçüncü cilt, üçüncüyü dördüncü takip etti.
İlk cilt ile dördüncü cildin son sayfası arasında tam on dört
yıl fark vardı. Dördüncü cildin son sayfalarında çocukların
gelişimiyle ilgili bilgiler veriyordu Halit bey,
‘Daha bu işe soyunmadan önceki beklentilerim aynen
ve teker teker yaşanıyor. Hiç göremediğimiz o bebekler artık
büluğ çağındalar. Tıpkı tahmin ettiğim gibi ne koşuşabiliyor
nede kendilerini ifade edebiliyorlar. Açıkçası kendi gözlerimle
görebilmeyi çok isterdim ancak bakıcı kızların aktardığı tüm
ayrıntılara göre mandırada ki hayvanlardan onları ayıran hiç
bir özellik yok! Düşünemeyen, düşünmenin dahi ne anlama
geldiğini bilmeyen, yalnızca nefes alıp açlık bastırdığında
önlerine konanı yiyen birer mahluk gibiler. Kızların hemen
hepsi adet gördüler, ancak bunun bile ne anlama geldiğini
bilmemeleri aslında bana acı geliyor. Ama yapabileceğim hiç
bir şey yok. Bu yola baş koyalı neredeyse yirmi dört yıl oldu,
benim için nasıl geriye dönüş yoksa onlar içinde durum aynı.
Bebeklerini kaybeden ve başlarına ne geldiğini hiç bilemeden
yaşayacak olan onca aile içinde üzgünüm, ancak bunun
içinde yapabileceğim bir şey yok. Bu ülke savaşlarda çok
şehit verdi, ben o çocuklara yeni savaşımızın ilk şehitleri
gözüyle bakıyorum ve onlardan doğacak olanlarada!’
Beşinci ciltte artık rutin hayat hikayeleri son
buluyordu. Sadun özellikle bu kısmı neredeyse midesi
bulanarak okudu,
‘Belirlenen ilk tarihe ulaştık. Hepimizde heyecan had
safhada. Çocukların hepsi büluğ çağına geldiler. Bakıcılara
onları çiftler olarak aynı odalara almalarını söyledim. Aradan
bir hafta geçti ancak birbirlerinin bile farkında değil
gibilermiş. Hayvansı güdüyle cinselliklerini keşfederler diye
101 düşünmüştüm ama sanıyorum ya yanıldım yada bu zaman
alacak. Ancak kaybedecek zamanımız yok. Yarın bakıcılar
geldiğinde onları tekrar hipnoza alacağım ve o genç
delikanlıların onların kocaları olduğunu, onlarla birlikte
olmaları gerektiği telkinini zihinlerine iyice yerleştireceğim.
Böylelikle erkekler cinselliği öğrenmiş ve tadını almış
olacaklar diye düşünüyorum. Ve tüm bu kısa hayatlarında
onlara öğretilen tek şeyin bu olacağını düşünmek beni
üzüyor, ancak yapacak başka bir şey yok!’
Sadun günlüğü öfkeyle kapattı ve ‘Hayvan herif!’ diye
bağırdı! Günlüğünü okuduğu Halit beye bu sefer çok kızmıştı,
‘bir insan nasıl bu denli ileri gidebilir, bu vahşetten de öte bir
şey!’ diye düşünüyordu.
Sigara paketini aldı, dört sigara kalmıştı, çakmağıda
aldı ve bahçeye çıktı. Bulutların önünü örtmeye çabaladığı
güneş belli aralıklara kendini gösteriyordu. Güneşi teninde
hissetmek onu bir nebzede olsa sakinleştirdi. Bir şey
unutmuş edayla tekrar içeri girdi, mutfaktan bir bardak çay
alıp tekrar bahçeye çıktı. Paketten bir sigara alıp yaktı, çayını
yudumlarken boğazdan gelip geçen gemilere dalıp gitti.
‘Bugün planımın başarıya ulaştığını öğrendim.
Bakıcıların her biri üç gün boyunca bakmakla görevli
oldukları altışar çocuklada yattılar. Çocuklar aynı odada
beraber kaldıkları kızlarla birlikte olmaya başlamışlar ki bu
mucizevi bir durum. Bu denli çabuk öğreneceklerini
sanmıyordum açıkçası. Şimdi kızlar hamile kalana kadar
birlikte olmalarına izin vericem. Ondan sonra ilk şehitlerimizi
toprağa vereceğiz.’
Günlüğü öfkesini tutarak okumaya devam etti, içinde
ki merakın esiri olmuştu aslında bunun farkındaydı. Şu
iğrenç kısımlar bir an önce bitsin istiyordu, o kısımları
atlamayı düşündü ama önemli bazı detaylar olabilir diye
102 okumaya devam ederken ilk kez durup kendini sorguladı
‘Neden?’ diye sordu kendine ‘Neden bu günlüklere bu denli
saplanıp kaldın? Olan biten herşeyi öğrensen ne olacak?’
Cevabı o da bilmiyordu ama başladığı her işin sonunu
getirmişti hayatı boyunca. Ve okumaya devam etti,
‘Bakıcıları nihayet son kızında hamile olduğunu haber
verdiler. Otuzu da hamile kaldı nihayet. Bugün erkek
çocuklar için hazırladığım zehirleri bakıcılara bir türlü
veremedim, elim gitmedi bir türlü. Ancak başka çarem yok,
keşke olsaydı ama yok. Yarın mutlaka bu zehirleri kızlara
teslim edeceğim. Çocuklar en azından hiç acı çekmeden
uykuda can verecekler.’
Sadun bir sonraki sayfaya geçti, canı oldukça sıkkın
halde,ydi öyle ki sayfayı çeviren eli sinirden titriyordu;
‘Bugün bakıcıları yeniden hipnoza aldım. Onlara
zehirleride verdim ve erkek çocukların hasta olduklarını,
iyileşmeleri için bu ilaçları yemeklerine katmalarını, ertesi
gün ise sabah erkenden hepsini dışarı çıkartıp odunları
yığdığım yere bırakmalarını telkin ettim’
İlerleyen satırlarda Halit bey sonraki gün olanları
anlatıyordu;
‘Traktörün römorkuna otuz cansız beden yerleştirdim.
Gözyaşlarımı tutamadım o an’
‘Hayvan herif!’ dedi Sadun, öfkeyle ve yüksek sesle
‘Utanmadan ağlamış birde!’
‘O gece hepimiz çok üzgündük, kimse tek kelime
etmedi. Evimizin arka tarafında yüz metre kadar ileriye
açtığımız mezarlara her birini gömdük, Allah'tan bağışlanma
dileyip geri döndük. Belki de ilk kez bu kutsal görevin ne
denli ağır bir yük olduğunu hepimiz omuzlarımızda hissettik.
103 Sabaha dek hiç uyumadım, hiç birimiz uyuyamadık. Eminim
ki yoldaşlarımda benim gibi hiç durmadan vicdanlarıyla
savaş içindeydiler ve bu savaşı kimin kazandığının hiç bir
önemi yoktu. Önemli olan tek şeyin bu vatan uğruna
girdiğimiz yoldan asla dönmemek olduğunu hepimiz idrak
etmiştik.’
Altıncı ciltte yine rutin hayata geri dönülmüştü. Gerçi
aralıklarla ilginç şeyler yakalıyordu Sadun. Bu ilginç bilgiler
Halit Bey’i de cezbetmiş olacak ki planına sadık kalmak
kaydıyla ek bir plan daha geliştirmiş olduğunu yazıyordu,
‘Elimize bugüne değin pek çok sıradışı gizemli bilgi
ulaştı. Ancak bugün Çin’den dönen Enver yeni bir bilgiyle
döndü. Neyse ki Çin’deyken tanışıp arkadaş olduğu bir Türk
bulduğu el yazmasını Türkçeye çevirivermiş. Aksi halde yine
Prof. Kazım’ı beklemek zorunda kalacaktık. Yine bilgi
tamamen yabancısı olduğumuz bir konu üzerine. Açıkçası
bende henüz tam anlayabilmiş değilim, kavramak için tekrar
tekrar okuyorum, eski bilgilerimizle karşılaştırıp bir bağlantı
yakalamaya çabalıyorum’
Sadun sakinleşmişti günlüğün nihayet sıradan hayata
geri dönüşü anlatmaya başlamasıyla birlikte. Ancak bazen o
da günlüklerde ki esrarlı bilgiler karşısında karşı koyamadığı
bir heyecana kapılıyordu, şu an olduğu gibi. Heyecanla
çevirdi bir sonra ki sayfayı,
‘Evet, nihayet bir bağlantı yakaladım. Unutmuşum
onca yılın ardından ama yıllar önce elimize ulaşan bir
parşömen de yazılanlarla enteresan bir benzerlik yakaladım.
Ancak orada ki bilgi bana ters gelmişti o yüzden kabul
edememiştim bir türlü. Ama bu yeni bilgi sanki o
parşömendeki hatalı kısımları düzelten ek bir bilgi gibi
neredeyse. Parşömenlerde tanrının sonsuz sayıda evren
yarattığını ve her evrende bizden bir tane olduğunu ve
104 hayatımız boyunca yaşayabileceğimiz tüm ihtimalleri bu
evrenlerde yaşadığımız anlatılıyordu. Bu bana yanlış gelmişti
çünkü çok iyi biliyorum ki Tanrı bir yarattığını bir daha asla
yaratmaz. Aksi halde kendini tekrara düşmüş ve
sınırlandırmış olur ki bu imkansız! Çin’den gelen bilgiye göre
de sonsuz sayıda evren var. Ancak bu evrenler birbirinden
ayrı değil, aksine içiçe girmiş durumda ve hepsi bizim şu an
içinde yaşadığımız Dünya da! Bizler her birimiz farkında bile
olmadan belki de her gün onlarca kez bir evrenden diğerine
geçiyoruz. Yaptığımız her seçim, verdiğimiz her karar
sonunda aslında biz algılamasak bile içinde yaşamakta
olduğumuz evrenden, yeni seçimimize göre yeniden
şekillenen başka bir evrenin kapısından içeri giriyoruz.
Ancak işin bu kısmı biraz karmaşık geldi bana. El
yazmasında denildiğine göre insan örneğin gözlerini kapatıp
–gözlerimi açtığımda avucumun içinde bir elmas parçasını
belireceğini biliyorum- derse ve bunu yaparken içinde zerre
kadar şüphe barındırmadan düşündüğüne kesin olarak
inanırsa, o anda kendini yine bu dünyada yaratılmış olan
farklı bir evrende buluverir. O kişi gözlerini açtığında ona
göre hiçbir şey değişmemiştir, avucunda beliren elmas
dışında. Ancak içinde bulunduğu mekanın kapısından çıktığı
anda onu farklı bir evren karşılar. Ama tanrı o kişinin
bilincini o anda değiştirir ve yeni hayatı zaten yaşamakta
olduğu bilgisini onun zihnine aktarır. O kişi bu evrende artık
elmas tüccarıdır ve hep öyleymiş hissi ile yaşadığı için
kapıdan geçmeden önceki hayatını asla hatırlamaz! Böylece o
kişi şüphesiz inançla tüm hayatını bir anda değiştirebilir.’
Sadun durdu, okuduklarını düşünüp kavramaya çalıştı
ancak ona zor ve karmaşık geldi, ‘Halit Bey bile anlamakta
zorlanmış onca bilgisine rağmen, benim anlamamama
şaşmamalı’ dedi, düşünmekten vazgeçip okumaya devam etti.
105 ‘İstanbul’dan buraya geldiğimizden bu yana geçen
yılların ardından elimde mutlaka kullanmam gerektiğine
inandığım pek çok yeni bilgi birikti. Burada ki çalışma
odamda bu bilgileri doğmasını beklediğimiz savaşçılarımızın
eğitimlerini kullanmak üzere dosyalamaya başladım.
İstanbul’da ki köşkümün gizli odasında bıraktığım ve
çocuklar doğunca açılmasını şart koştuğum o zarfta ki dosya
ile birleştirildiğinde ortaya çok daha büyük bir etki çıkacak,
buna şüphem yok. Ancak bugün yeni bir karar daha aldım.
Yaşım ilerliyor, gerçi burada ki doğal hayat insanı yüz yıl bile
rahatça yaşatabilir. Hele elimdeki sağlık üzerine sahip
olduğumuz gizemli bilgilerle daha fazla yaşamam bile
mümkün. Ama buna rağmen Tanrı’nın bana biçtiği ömür
olmasını istediğimden daha kısa olabilir. Bu sebeple
ekibimden iki kişi seçip onları kendi yerime yetiştirmek
istiyorum. Olur da bir şekilde ölürsem şu an herşeyin sekteye
uğraması mümkün. Çünkü benden başka hipnoz konusunda
bilgi ve tecrübesi olan yok. O bakıcı kadınların belli
aralıklarla hipnoza alınması gerekiyor ve bunu artık benden
başka birisi daha yapabilmeli. Bunun için Enver ve Salih’i
seçtim. Yarından itibaren her ikisini de bu konuda eğitmeye
başlayacağım.’
Günlüğün bundan sonraki bölümleri arasında yine
ciddi tarihsel boşluklar olduğunu fark etti Sadun, bazen Halit
bey bir ay boyunca tek satır bile yazmamıştı.
‘Kızlar hamileliklerinin son anına eriştiler nihayet.
Bugün bakıcılarımız doğan ilk iki çocuğun haberiyle geldiler.
İkisi de erkek doğmuş. Şimdi geriye kalan yirmi sekiz kızında
doğurmalarını beklemekten başka yapacak bir şey yok.’
Sadun sonraki sayfayı çevirirken yine eli titriyordu,
neler okuyacağını aslında gayet iyi biliyordu!
106 ‘Bir hafta sonunda nihayet tüm doğumlar gerçekleşti.
Ancak kızlardan biri doğum esnasında hayatını kaybetmiş,
yine çocuklardan biri ise ölü doğmuş. Ama beklentim bu
bağlamda gerçekleşmedi, en azından yarıya yakının kız
doğması gerekiyordu. Garip bir şekilde yalnızca sekizi kız
diğerleri erkek doğdu. Bu demek oluyordu üçüncü jenerasyon
olarak elimizde yalnızca sekiz bebek olacak! Tabi bu sekiz kız
bebekten ilerleyen zaman zarfında ölen olmaz ise. Elbette
onlardan doğacak olan bebeklerinde sağlam ve sağlıklı
doğması ve yaşaması şart. Aksi halde iyice zora gireceğiz.’
Sadun yine arada iki haftalık bir boşluk olduğunu fark
etti. Bir hafta sonra ise Halit Bey şunları yazmıştı günlüğüne,
‘Bakıcıların yardımıyla küçük anneler bebeklerini
emziriyorlar, hoş, ne yaptıklarını dahi bilmiyorlar gerçi. Bu
arada bende çok düşündüm ve bir karar vermem
gerekiyordu. Acı bir karar ancak yapacak başka bir şey yok
maalesef. Şimdi doğum yapan kızların da ölme vakti geldi,
ancak elimizde yirmi iki erkek bebek var ve bu ihtiyaç
duyduğumuzdan oldukça fazla. Doğan sekiz kıza karşılık
sekiz erkek bırakmaya ve diğerlerini de anneleriyle birlikte
toprağa vermeye istemeye istemeye de olsa karar vermiş
bulunuyorum’
‘Allah belanı versin senin!’ dedi Sadun, öfkeyle
yumruğunu sıkarak!
Günlüğün sonrasında yine bir haftalık boşluk vardı,
‘Bu gece erkekleri gömdüğümüz yerde yine ağır bir
matem, yoğun bir kasvet vardı. Doğum yapan kızları ve erkek
olarak doğan bebeklerden on altısını toprağa verdik.
Hepimizin canı yanıyor, içimiz acıyor ama elden ne gelir ki?’
Sadun cildi sertçe kapadı öfkeyle fırlatıp attı yere!
107 SONDAN ÖNCE
‘Elde ettiğimiz bunca bilgi birikimin önemli bir
kısmının hep Çin’den geliyor olması ilginç. Hz. Muhammed’in
–İlim Çin’de de olsa gidip alın- derken neden özellikle Çin’i
hedef gösterdiğini çok iyi anlamış oldum.’
Sadun dokuzunca cilde gelmiş, uyku harici tüm vaktini
günlükleri bir an önce bitirmek için vakfediyordu.
‘Öyle bir bilgiye ulaştık ki bu hafta, bunu kesinlikle
savaşçılarımızın eğitiminde kullanılmak üzere dosyanın içine
ekleyeceğim. Bu bilgiye göre insanın bir değil tam üç beyni
var! İlki zaten bildiğimiz ve kafamızda taşıdığımız beyin.
İkincisi ise, dokusal yapısı itibariyle beyinle aynı hücresel
yapıdan teşkil olan Kalp! Üçüncü kıvrımlı şekli ile neredeyse
şeklen zaten beyne benzeyen bağırsaklar! Özellikler
bağırsakların içinde yer alan ve gıda özlerinin kana
aktarılmasını sağlayan sinir uçlarının da beyindeki hücresel
yapıyla aynı olduğu yazıyor bu yeni bilgide. Buna göre bilinç
üçe ayrılıyor; mantıksal bilinç beyin tarafından kontrol
ediliyor. Duygusal bilinç kalp ve sezgisel bilinç ise
bağırsaklar! Tüm Tanrısal kaynaklı kutsal metinlerde kalbe
neden bu denli atıfta bulunulduğunu daha iyi anladım.
Özellikle daha önce Mısır’dan bizzat gidip almış olduğum el
yazmasında anlatılan kalbi ve kanı kullanarak bilinç düzeyini
değiştirme mevzunun neden bu denli önemli olduğu şimdi
iyice netleşti. Elbette Tanrısal kaynaklı tüm kutsal
metinlerde neden oruç tutulmasının emrolunduğu bu yeni
bilgi ile tam yerine oturdu. Oruç sayesinde bağırsaklarda
bulunan ve beyinle aynı hücresel yapıda olan sinir uçları
sezgi denilen yetenek için kullanılmak üzere boşa çıkmış
olacak. Bağırsaklarda yer alan bu sinir uçları ne denli sezgi
için kullanılırsa, insanın sezgi yeteneği de o denli artmakta
108 bu gizemli bilgiye göre. Ancak bunun gerçekleşmesi için
elbette az yemek ve dikkati bu bölgede yoğunlaştırmak şart.
Geçmiş yıllarda –Ki enerjisi- üzerine ulaştığımız bir bilgi bana
göre şimdi tam değerini buldu. Bedende bu enerjinin
depolandığı yer tam olarak karnın bu bölgesiydi. Şimdi
anlıyorum ki, bağırsaklarda bulunan bu sinir uçları -ki
enerjisi- ile iyice aktif hale geliyor. Savaşçılarımıza bu
enerjiyi havadan nasıl çekip depolayacaklarını ve elbette
sezgi güçlerini nasıl geliştirecekleri öğretmek üzere dosyaya
bugün yeni reçeteler ekledim’
Sadun sigara paketinde kalan iki sigaradan birini daha
aldı ve yaktı, elbette yanına demli bir çay eklemeyi ihmal
etmedi. Günlüklerin sonuna doğru hızla ilerliyor ve gelinen
son noktayı, en azından kıyılan bunca cana rağmen başarılıp
başarılmadığını merak ediyordu. Diğer taraftan günlükte
sezgi üzerine okuduğu son kısmı düşündü. Oldu olası hep az
yemeği tercih etmiş bu sayede yaşına rağmen çakı gibi
kalmıştı. Üstelik gerçekten kendine de tuhaf gelen bir sezgi
gücü vardı. Emniyette görev başındayken elinde hiç ipucu
olmamasına rağmen çoğu zaman suçlunun kim olduğunu
tahmin eder ve üzerine gider sonunda da yanılmadığını
anlardı. Kimsenin aklına bile gelmeyecek yerlere bakar,
ihtiyacı olan delilleri eliyle koymuş gibi bulurdu.
Bu ve nicelerini düşündü, Halit Bey’in ulaştığı gizemli
bilgilerin bir kısmını kendisinin bizzat tecrübe etmiş
olduğunu böylece anladı. Ancak içinde Halit Bey’e karşı
duydu öfke asla dinmedi, hatta ‘şayet hala hayattaysa
mutlaka bu herifi bulup kaç yaşında olursan olsun komaya
sokana kadar döveceğim’ diye geçirdi içinden!
Halit bey hayattaysa kaç yaşındadır diye düşündü.
Günlükte dediklerine bakarak elindeki bazı sırlı bilgiler
sayesinde halen yaşıyor da olabilirdi pekala. Elindeki ilk tarih
1929 yılıydı. Bu Halit beyin fakülte son sınıfta hayatını
109 değiştiren sırrı öğrendiği tarihti. ‘1926 yılında fakülteye
başlamış olsa ve o yıl yirmi yaşında olsa, 1905 yılında
doğmuş olması olası’ dedi kendi kendine. Şu halde Halit Bey
halen hayattaysa 2010 yılında yaklaşık 105 yaşında olduğu
sonucuna ulaştı, ki onun durumunda biri için pek ala
mümkündü bu.
Sigara ve çayını içmeyi bitirince yine günlüğe gömüldü
Sadun, bir yandan da ‘umarım hayattasındır seninle
görülecek bir hesabım var artık’ diyordu!
Günlük hızla ilerliyor, Halit Bey’in her sayfaya attığı
tarihlerde su gibi akıyordu adeta. Artık atılan tarih 1970’li
yıllara ulaşmıştı ki el yazısı birden değişmişti!
Sadun günlükleri ilk kontrol ettiğinde son cildin el
yazısının farklı olduğunu görmüş ama üzerinde durmamıştı.
Ancak dokuzuncu cildin yarısına ulaştığında devam eden
sayfaların onuncu ciltteki el yazısı ile yazıldığını görünce
şaşırdı ve merakı iyice arttı!
Yazının değiştiği sayfaya atılan tarih 10 Mayıs 1974
idi.
‘Ben Enver Çolakoğlu. Bir hafta önce değerli hocamız,
manevi babamız Halit efendiyi hiç beklemediğimiz bir anda
kaybetmiş olmamızın derin üzüntüsü içindeyim.’
‘Tüh be!’ dedi yüksek sesle Sadun ‘Ölmüş haa! Burada
elimden kaçtın ama öbür tarafta yapışıcam yakana Halit
efendi!’
‘Geçirdiği bir kalp krizine yenik düşmüş olmasından
dolayı hepimiz son derece müteessiriz. Ereğli’ye hastaneye
yetiştirmeye çabaladık ancak nafile, hastaneye ulaşamadan
hayata veda etti. Hastane yolundan geri döndük ve onu diğer
kardeşlerimizin yanına defnettik.’
110 ‘Gömecek yer mi yoktu? Zavallıları bari mezarında
olsun rahat bıraksaydı!’ diye söylendi Sadun, kızgın ses
tonuyla.
‘Başından beridir her şeyi günlüğüne yazdığını
bildiğimden dolayı, bu görevi ben devraldım ve bundan böyle
günlüğü ben devam ettireceğim. Dün gece arkadaşlarımla bir
toplantı yaptık. Rahmetli hocamız o güne ulaştığımızda şayet
hayatta değilse, aramızdan birimizi seçip gizli odadan zarfı
almamızı ve seçtiğimiz kişinin onun yerine çocukların özel
eğitimleriyle bizzat ilgilenmesini istemişti. Arkadaşlarım o
günü beklemeden bu seçimi yapmamızın olası sorunların
önüne geçeceği hususunda görüş bilirdiler. Bunun üzerine bir
seçim yaptık. Yıllardır birlikte yürüdüğüm ve aynı yola baş
koyduğum sevgili kardeşlerim babamız Halit efendinin yerine
beni münasip gördüler. Üzerime yüklenen bu zor görevi layığı
ile yerine getirmek için elimden ne gelirse yapacağıma
rahmetli hocam, manevi babam Halit efendiye bir kez daha
yemin ederek söz veriyorum.’
Enver günlüğe sonraki bir ay boyunca neredeyse hiç
bir şey yazmamıştı, ‘bu da hocasına çekmiş’ dedi Sadun, yeni
bir şayfa çevirirken.
Sonrasında ise Enver ağırlıklı olarak kendilerinden
bahsediyor, adeta içini döküyordu günlüğe,
‘Buraya geldiğimizde bende arkadaşlarım gibi henüz
otuzlu yaşlardaydım. Şimdi yaşım altmışa geldi. Zaman
burada bir farklı akıyor sanki, ya çok hızlı geçiyor biz
anlamıyoruz ya da bize öyle geliyor bilemiyorum. Bazen
düşünmeden edemiyorum aslında, doğru mu yaptım diye. Şu
an torunlarımı kucağıma almış onları seviyor olabilirdim.
Ama kader beni de arkadaşlarımı da buralara kadar
sürükledi. Bu uğurda çok can yaktık, elbette bizimde canımız
yandı, nasıl yanmasın ki? Belki bu can yanmaları olmasa
111 zerre kadar pişmanlık duymazdım içimde. Ama bedel
ödemeden savaş kazanılmıyor maalesef. Hayatta ki en büyük
korkum, verdiğimiz tüm emeğin, yanan ve yitip giden onca
canın boşa olduğunu görme korkusu artık. İçimde bir yerde,
derinlerde ya Halit efendimizin elde ettiği o sır yanlış bir
bilgiyse diye acı veren bir şüphe var. Gerçi yıllar boyu elde
ettiğimiz onca bilgi birikimi bize hep doğru yolda olduğumuzu
kanıtladı. Ama kim bilir? Arasıra köye ya da kasabaya gidip
oradaki insanlarla bir çift laf etmek beni kendime getiriyor,
zihnimin bulanıklığına iyi geliyor. Gerçi burada ne
yaptığımızı bilseler eminim ki hepimizi diri diri yakarlardı bu
insanlar. Kime neyi nasıl anlatabilirsin ki? Yıllar sonra, belki
bizler öldükten sonra insanlar burada ne yaptığımızı bir
şekilde öğrenecekler. Ve eminim ki onlarda asla
anlayamayacaklar, bize sayıp söveceklerdir.’
‘Hiç şüpheniz olmasın aynen öyle!’ dedi Sadun, biraz
da keyif aldı bu söyleminden.
Sadun günlüğün bir sonraki sayfasını yine öfkeyle,
dişlerini, yumruklarını sıkarak okumak zorunda kaldı;
‘İkinci jenerasyon çocuklarımız büluğ çağına ereli
neredeyse altı ay oldu. Şimdi bir karar vermem ve
uygulamam gerekiyor. Kızların olabildiğince çabuk hamile
kalması gerekiyor. Bunu mecburen hocamın hallettiği yolu
takip ederek halledeceğim. Zavallı bakıcılarımız, yaşları
elliye dayandı ve maalesef onları çok kötü bir şeyi bir kez
daha yapmak üzere hazırlamak zorundayım. Önümüzde ki
hafta hepsini sırayla hipnoza alacağım ve gençlerle cinsel
ilişkiye girmelerini telkin edeceğim. İşin gerçeği bundan
midem bulanıyor, gücüme gidiyor, keşke başka bir çıkar yol
olsa ancak ne mümkün?’
112 ‘Benim de sizden midem bulanıyor!’ diyerek öfkesini
kustu Sadun ve sonraki sayfayı çevirdi, bir önceki sayfadan
dört gün sonra yazılmıştı,
‘Hepimiz bunca yıl boyunca araştırmalarımız için
dünyanın dört bir tarafına gittik. Görüştüğümüz herkese
hepimiz aynı yalanı söyledik –Psikoloji ve mistik bilgileri
sentezleyen bir kitap yazmak üzere araştırma yapıyorum- ve
bu yalanımızı neyseki kimse sorgulamadı. Ancak aradan
yıllar geçmesine rağmen, görüşmeye devam ettiğimiz bu
kimselerden bazıları yazdığınız kitap neden hala çıkmadı
diye sormayı akıl edebildiler. Neyseki cevap olarak
söylediğimiz
yalanıda
sorgulamadılar
–Henüz
araştırmalarımız tamamlanmadı, sonraki kuşakların bir kaç
asır sonra bile okuyabileceği bir eser ortaya çıksın istiyoruzBenan kardeşimiz iki hafta önce gitmiş olduğu yeni araştırma
gezisinden bugün döndü ve getirdiği bilgi benim için tam bir
mucizeydi. Fas da yıllar önce tanışmış olduğu bir profesör,
Benan’ı Katar da bulunan evine davet etmiş, davetini geri
çevirmediği taktirde eşine zor rastlanır bir bilgiyi sunacağına
söz vermiş. Benan da her bilgi kırıntısına ihtiyaç
duyduğumuzu bildiğinden bu teklifi kabul ederek onunla
birlikte Katar’a gitmiş. Bu profesör yaşı yetmişe dayanmış
olmasına rağmen kadınlara oldukça düşkünmüş ve genç bir
erkekten çok daha faal olduğunu iddia ediyormuş. Ve o da
yıllarını cinselliğin sırrını araştırmakla geçirmiş, ulaştığı yeni
bilginin Benan’ın işine çok yarayacağına inandığına
inandığından kardeşimizle paylaşmak istemiş. Benan
profesörün anlattığı her şeyi eksiksizce kağıda dökmüş ve
okuduğumda bir hayli şaşırdım. Onlarca yıldır süregelen
araştırmalarımızın adeta eksik bir halkası bu sayede
tamamlanırken, beni de büyük bir yükten kurtarmış oldu. Bu
bilgiye göre cinsel ilişkinin büyük bir sırrı var. İlişki
esnasında iki insanın yalnızca bedeni birleşmiyor, insan
bedeninde bulanan yedi çakradan ilk ikisi yani cinsel
113 uzuvların alt ve üstünde bulunan aynı zamanda cinsel
gücüde kontrol eden iki çakra, tıpkı organlar gibi birleşiyor.
Ancak bu çakra birleşmesi esnasında kadından erkeğe,
erkekten kadına yoğun bir enerji akışı yaşanıyor. Bu enerji
akımı cinsel hazzın doruk noktasına ulaştığı anda adeta bir
yıldırım gibi karşı tarafa akarken, beraberinde o kişinin ırsi
pek çok özelliğininde karşı tarafa geçip, hücrelerine
kopyalanmasını sağlıyor. Örneğin ırsi olarak aile geçmişinde
hiç kanser hastası olmayan bir kişi, cinsel birliktelik yaşadığı
kişide ırsi olarak bulunan ancak henüz kendini göstermemiş
kanser hastalığını alabiliyor. Pek çok karakter özelliği de aynı
şekilde
bu
enerji
akımı
esnasında
karşı
tarafa
kopyalanabiliyor. Açıkçası dişi hayvanların pek çoğunun
çiftleşme mevsiminde kendine en sağlıklı yavruyu
verebilecek erkeği kokusundan belirlediğini bir yerde
okumuştum ve Tanrı bizlere örnek olsun diye yeterince örnek
vermiş aslında. Bu sayede Tanrı’nın gönderdiği tüm kutsal
kitaplarda zinayı neden yasakladığını da anlamış oldum.
Buna göre ilk jenerasyon çocukların bakıcı kadınlarla ilişkiye
sokulması sebebiyle şu an hata yapmış olduğumuzun
farkındayım. Halit efendimizin süreci hızlandırmak adına
düştüğü hataya düşmemek ve planlarımızı tehlikeye
atmamak adına bakıcıların gençlere ilişkiye girerek
cinselliklerini öğrenmelerinden kesin olarak vazgeçtim ve
bundan dolayı oldukça mutluyum. Uzun yoldan gideceğim ve
kızlarla erkekleri çiftler olarak aynı odaya alıp, bakıcıların
onlara yardımcı olmalarını sağlayacağım.’
Sonraki dokuz aylık dönem boyu Enver günlüğe
yalnızca on dört gün yazmış, olanı biteni hızlıca özetlemişti.
Özellikle kızların hamile kalmasından sonra erkeklerin
zehirlenip toprağa verilmesini bir kaç satırla geçiştirmişti.
Artık yalnızca o büyük güne, savaşçılarının doğacağı güne
odaklanmıştı o ve yoldaşları.
114 Sadun komser yine canının sıkılacağını bile bile o anın
yaşandığını ve neler olduğunun yazıldığı sararmış sayfalara
doğru adım adım yaklaştı.
‘Bugün
uğruna
tüm
hayatımızı
adadığımız
savaşçılarımızın ilkinin doğum müjdesini aldık. Uzun bir
aradan sonra nihayet hepimizin yüzü gülmeye başladı. Bu
gece İstanbul’a doğru yola çıkıyorum, yanına dostlarımdan
Salih ve Erdal’ı da alacağım. Köşkün bodrumuna neredeyse
otuz yıl önce ördüğümüz o duvarın yıkılma vakti geldi.’
Sonraki sayfa dört gün sonra yazılmıştı, Sadun sayfayı
okumaya başlamadan önce elini sigara paketine attı, son bir
sigara kalmıştı. Kısa bir tereddüt ardından son sigarasını
daha keyifli bir anında içmeye karar verdi paketi tekrar
sehpanın üzerine bıraktı.
‘İstanbul’dan bugün hocamızın emaneti olan dosyayla
beraber döndük. Aslında orada ki tüm evrak ve yazmaları
buraya getirmeyi düşündüm ama heyecanıma yenik düşüp
hemen döndüm. Her ihtimale karşın duvarı yeniden ördük iki
arkadaşımla beraber. Biz dönene kadar dört kızımız daha
doğum yapmışlar. Şu ana kadar üçü kız, ikisi erkek beş
bebeğimiz dünyaya gelmiş oldu. Diğer üçününde eli
kulağında, heyecan içinde bekliyoruz. Ancak sonrasında
olacakları düşündükçe heyecanımız gölgeleniyor maalesef.
Rahmetli hocamız Halit Efendi’nin çocukların eğitimi için
kullanacağımız yol ve yöntemleri tüm detaylarıyla yazdığı
dosyayı incelemeye başladım. Her şeyi tüm ayrıntılarıyla
düşünmüş, akıl almaz sıradışılıklarla dolu. Ancak dosyanın
içine mühürlü bir zarf bırakmış olduğunu da fark edip açtım.
Hocam bu planın güvenliği için tüm arkadaşlarımı kabul
etmek çok zor gelse bile öldürmek zorunda olduğumu yazmış.
Asla yargılamadım ve hak verdim. Ancak üzülerek sevgili
hocam, manevi babamın bu talebini yerine getirmemeye
karar verdim. Artık tek ailem olan ve hayatlarını bu uğurda
115 harcamış olan arkadaşlarıma ihtiyacım var. Üstelik hocam
sanıyorum bir şeyi atlamış; Peki seçilmiş kişi olarak zarfı
açan ben diğer arkadaşlarımı öldürürsem ve bu arada bana
bir şey olursa bu planı kim yürütecek? Bu konuyu
arkadaşlarıma kesinlikle açmayacağım ve kendimden dahi
gizleyeceğim, zarfı içindeki mektupla birlikte yaktım.
Rahmetli hocam vefatına kadar burada sürdürdüğü
çalışmaları sonucunda bir dosya daha hazırlamıştı. İki
dosyayı birleştirip tek bir dosya haline getirdim. Bu projeye
1934 yılında dahil olduğumdan bu yana kırk bir yıl geride
kaldı. Şimdi ise en az on beş yıla daha ihtiyacım var.’
Meltem geldi aklına, aramamıştı bir kaç gündür.
‘Neden hep kızdan bekliyorsun, görevi başından aşkın zaten,
kalk sen arasana’ dedi kendi kendine ve kalkıp masa
üzerinde duran cep telefonu aldı, Meltem’i aradı. Hal hatır
sordu, özlediğini söyledi, aynı şekilde karşılık aldı. İlk fırsatta
mutlaka ziyaretine geleceğini söyledi Meltem, karşılıklı sevgi
mesajlarının ardından telefonu kapayıp tekrar masanın
üzerine bıraktı, okumaya devam etti,
‘Sekizinci bebek maalesef ölü doğdu. Elimizde sağlıklı
dört kız ve üç erkek bebek var. İki hafta kadar kızların
bakıcıların yardımıyla bebeklerini emzirmelerini sağlamak
üzere bakıcı kadınları bugün hipnoza aldım. Yanlarında
gelirken ölü doğan çocuğun cesedini getirmişlerdi, onu
diğerlerinin yanına defnettik. Birazcık daha dayanabilmiş
olmasını çok isterdim ama kısmetin de yaşamak yokmuş
demek ki, tıpkı anne babası ve dedesiyle ninesi gibi. Rahmetli
hocam Halit Efendi’nin eğitim için bıraktığı yönergeler
doğrultusunda yalnızca ben her gün çocukların yanına
gidebileceğim. Nihayet ilk kez bu bebekleri öldükten sonra
değil, yaşarken görebileceğim, yıllar sonra ilk kez.’
116 Sabah gün ışırken uyandı, hızlıca kahvaltısını yaptı ve
yeniden kalan son günlüğü okumak için oturma odasına
çekildi Sadun, yanına demli bir bardak çay almayıda ihmal
etmedi. Tıpkı girdikleri gizemli yolun Halit bey ve
yoldaşlarının tüm hayatını bir anda almış olması gibi,
günlüklerde Sadun’un hayatını bir anda gasp etmişti.
Okuduklarından genel olarak rahatsız olsa bile, hayatına
katılan heyecan ve meşgaleden dolayı mutluydu. Artık bir
anda önce bu projenin nasıl sonuçlandığı öğrenmek istiyordu
ve önünde okunması gereken yalnızca bir cilt kalmıştı.
‘Uzun bir aradan sonra nihayet sıra bana geldi ve
memlekete kız kardeşimi ziyarete gittim. Erzurum’u
özlemişim görmeyeli, aslında özlediğim o kadar çok şey var
ki. Kız kardeşim Halide’nin geçen yıl çocuğu doğmuş bunu
bile ancak öğrenebildim. Bebeği kucağıma aldığımda aklıma
bizim bebekler geldi, için burkuldu. Sonrasında mezarlığa
gidip anne ve babamı ziyaret ettim. Onlara doyamamıştım
aslında, doğru dürüst yanlarında bile olamamış olmanın
üzüntüsüyle mezarlarının başında öylece çöküp ağladım.’
Günlüğün ilerleyen sayfalarında iki sayfa arasında
çoğu zaman birer aylık zaman farkı vardı. Enver önemli bir
şey olmadıkça yazmamış, hiç bir şey yoksa bile kısaca özet
geçmişti en fazla, adet yolunu bulsun dercesine. Ancak bir
sayfanın uzun uzadıya yazılmış olması Sadun’un da dikkatini
cezbetti, dikkatle okumaya devam etti,
‘Geçen hafta çocuklar bir yaşına ulaştılar. Hepsine çok
alıştım ve kendi çocuğummuş gibi sevdim, onlarda bana
alıştılar, gördükleri zaman baba diyorlar! Hepsi oldukça akıcı
şekilde konuşuyorlar ve değil yürümek artık koşuyorlar.
Bakıcıların nezaretince artık dışarıda çıkıyorlar. Hocamın
dosyalarında yazan herşeyi layığı ile yerine getirmek için
elimden geleni yapıyorum ve sonuç bana göre şimdiden belli.’
117 ‘Ne diyeyim ben şimdi, kızayım mı sevineyim mi aklım
iyice karıştı vallahi!’ dedi Sadun, ama artık günlüklerden
ölüm haberi almadığı için
mutluydu ki birden aklına
bakıcılar geldi, içi burkuldu onlar için. Hayatlarının
baharında henüz on sekiz yaşlarındayken hayattan
kopartılmış, bir nevi köle olmuşlardı. Gençlikleri heba olup
gitmiş, yaşları altmışın üzerine çıkmıştı. ‘Zavallılar’ dedi ve
derin bir ah çekti.
‘Mandırada da işler yolunda gidiyor, herkes halinden
memnun. Uzunca bir süre yurtdışı gezilerimizi ihmal etmiştik
ancak geçen ay Şam’a gitmiş olan kardeşimiz Sinan yine
sıradışı bilgilerle döndü. Müzede gizlenen ve yüzlerce yıl
evveline ait bir arapça el yazmasının kopyasını çıkartmayı
başarmış. Prof. Kazım da bir hayli yaşlandı ama sağolsun bu
sefer bizi hocamızı beklettiği gibi bekletmedi. Gerçi çok soru
soruyor, yıllardır neyin nesi tüm bu el yazmaları diye. Üstelik
içeriklerini hepimizden önce öğreniyor ve merakı daha da
artıyor. İlk yıllarda araştırma için diyebiliyorduk ancak şimdi
bizim mandıra işlettiğimizi biliyor, her soruşunda içimizde
kalmış bir merak, özel bir ilgi alanı deyip geçiştirmek
zorunda kalıyoruz. Neyse ki güvenilir bir insan, elbette bir
şeyler döndüğünün farkında ama bunca yıldır hiç
kurcalamadı sağolsun.’
Gözkapakları ağırlaşmıştı, zorluyordu ancak inadına
kapanıyorlardı ikiside, daha fazla karşı koymadı ve oturduğu
koltukta kucağında günlükle uyuyakaldı.
Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü, kalktı, üst
kata çıkıp banyoda elini yüzünü yıkadı. Mutfağa indi yemek
hazırlamak için ama üşendi, bir parçada zaman kaybı
olacağını düşündü. Yine çayı koyup kahvaltılıklarla idare etti.
Bir yandan yerken, diğer yandan okuduklarını düşündü.
Sanki hepsini kendisi bizaat yaşamış gibi hissetti ve merak
etti, acaba o sekiz çocuk nerede şu an? Cevabı almak için
118 daha fazla dayanamadı masayı topladı ve çayı demleyip
tekrar oturma odasına geçip koltuğuna oturdu, günlüğü
kucağına koyup kaldığı sayfayı açtı.
‘Elimize yeni ulaşan elyazmasının çevirisi üzerine bir
kaç gündür dostlarımla fikir alış verişinde bulunuyoruz.
Gerçekten insanın hayatını değiştirecek kadar güçlü, bir o
kadarda sıradışı bir bilgi, bir ilim bu. El yazmasını kimin
kaleme aldığı belli değil ancak bunca yıllık araştırmalarımız
sırasında hiç bir yerde eşi benzeri olmayan pek çok eşsiz bilgi
gibi oldukça değerli olduğu ortada. El yazmalarında özetle
şunlar anlatılıyor; Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, yani
kendi özelliklerinde. Ve Tanrı kendini göremez, göremediği
için ayna olarak kainatı yarattı, kainatta sonsuz ilmini
seyretti. İnsan da tanrının özelliklerinde yaratıldığı için insan
da kendi kendini göremez. Bunun için aynaya ihtiyacı vardı.
Tanrı böylece görüneni, görünmeyene ayna kılmış oldu. İnsan
ayna yada ayna özelliği olan bir yüzeye baktığında kendini
görebilir ve gördüğü kendinde hoşuna gitmeyen bir şey varsa
böylece düzeltebilir. Örneğin saçı bozulmuşsa saçını, kıyafeti
bozulmuşsa kıyafetini düzeltir. Ancak insan kalkıpta aynada
ki görüntüsünü düzeltmez! Göremediği kendini, yani
görüntünün asıl kaynağını düzeltir. Tıpkı böyle, baktığımızda
gördüğümüz, içinde yaşadığımız dünya, her birimizin iç
dünyasını bize yansıtan, görmemize olanak tanıyan bir
aynadır! Ancak insanlar bunu bilmediklerinden dolayı
yaşarken karşılaştıkları sorunları devamlı düzeltemeye
çalışarak aslında aynada ki görüntülerini düzeltmeye
çabalamakta, böylece sorunlar asla düzelmemektedir.
Aslında herşeyin kaynağı insanın iç dünyasıdır. İç dünyayı
gördüğümüz dünyaya yansıtan asıl kaynak ise kişinin
kalbidir. İnsanlar yaşamları boyunca karşılaştıkları tüm
sorunların aslında kendi içlerinde ki sorunların dışa
yansıması olduğunun farkında olamadıkları için hayatları
sorunları düzeltmek için boğuşarak geçmekte. Örneğin, içinde
119 dinmek bilmeyen eskiye ait bir öfke vardır, dış dünyasında da
karşısına devamlı öfkelenecek bir durum çıkar durur ve bu
kişi öfkelendiği o durumların üstesinden gelmek için devamlı
çabalar. Halbuki içindeki, asıl kaynakta ki öfkeyi bir dindirse,
iç dünyasını saracak olan huzur, içinde yaşadığı dünyada da
karşısına çıkacaktır. Para kazanmak hayali ile çırpınıp
dururlar ama fakirlik hep yakalarındadır. Çünkü iç
dünyalarında zenginlik bilinci yoktur ki yaşadıkları dünyaya
yansısın! Kişi yaşadığı hayatta iyi olsun kötü olsun, mutlu
etsin acı versin, her ne yaşıyorsa hepsi içinin dışa
yansımasından başka bir şey değildir. İnsan her ne sorunu
düzeltmek ve ondan ebediyen kurtulmak istiyorsa kaynağa
dönsün ve kendi içine yönelsin. Sorunun kendi nefsinde ki
kaynağını bulup düzeltmesi ile yaşantısı düzene girer aksi
halde aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaya devam eder.
Kitapta içte olanı düzeltmenin yada olmayan bir şeyi var
etmenin yolunu yöntemini tüm detaylarıyla anlatmış yazarı.
Bunlarıda eğitim dosyamıza tamamiyle ekledim.’
Sadun durdu ve düşündü. Okuduklarını kendi
hayatına tatbik etmek, doğruluk testi yapmak istedi.
Emniyette ne zaman bir şeye öfkelense karşısına hep
öfkelenecek bir şeyin mutlaka çıktığını ve çıkmaya devam
ettiğini hatırladı. Parayı hiç dert etmemişti hatta kazandığını
hep çok bulmuştu, hayatı boyunca hiç para sıkıntısı
olmamıştı. Mutfağa çay almaya giderken düşünmeye devam
etti, bu kalıba uyan pek çok örnek buldu kendi hayatından ve
okuduğu günlüklerin barındırdığı sırların insanların hayatını
değiştirecek güce sahip olduğuna kesin olarak emin oldu.
Çayını yudumlarken günlüğü okumaya devam etti.
Sayfalar ilerledikçe yıllarda hızla geçiyordu. Enver devamlı
çocukların eğitim ve gelişmelerinden bahsediyor ancak ne
şekilde eğitildiklerine hiç değinmiyordu. Çocukların o daha
konuşmadan ne söyleyeceğini hep bildiği, hatta ona istem dışı
120 şeyler yaptırdıklarını, adeta oyuncak gibi oynadıklarından
bahsediyor, eseriyle övünen sanatçı edasıyla anlatıyordu tüm
bunları. Çocukların zihin kontrolünü sıradan bir şeymiş gibi
kolaylıkla yapmalarına karşı duyduğu hayranlığı uzun
uzadıya cümlelerle yazmıştı günlüğü Enver.
Ancak içlerinden birinde diğerlerinden farklı olarak
sıradan cisimlerede etki etme yeteneği ortaya çıkmıştı, adı
Mehmet’ti ve Enver ondan bir hayli etkilenmişti. Diğerlerinin
isimleriyle; Ahmet, Halit, Ayşe, Zeliha, Emine ve Fatma.
Enver ve yoldaşları birlikte karar almışlardı rahmetli
hocalarının ismini çocukların birine vermek üzere.
‘Diğerleri tam ele avuca sığmaz afacanlar gibiyken,
Mehmet oldukça ağırbaşlı ve sakin bir kişilik sergiliyor. Sanki
o küçücük bedeninde koca bir insanı taşıyor gibi. Bazen bana
öyle bir bakıyor ki, anne babasına, dedesine, ninesine ve
diğerlerine neler olduğunu biliyor gibi. Belki de biliyor ama
susuyor. Gerçi hocamın talimatları doğrultunda kendimi
derin bir meditasyona sokarak gidiyorum yanlarına,
zihnimden hiç bir şey geçirmiyorum. Ama bu çocukların
yeteneklerinin sınırlarını henüz tam bilemiyorum, yalnızca
tahmin edebiliyorum. Belki de iki kilometre ilerdeki mezarlığı
ve orada yatanları hissetti ya da zihnimin derinliklerine
ulaşacak tüm anılarımı öğrenecek kadar ileri düzeyde
olabilir. Bir yanım umarım öyledir diyor ama diğer yanım...’
Cümlesi yarım kalmış, devamını getirememişti Enver.
‘Nasıl getirsin ki, yaptıkları bunca şeyden sonra!’ dedi Sadun
yine öfkelenerek.
‘Çocuklar yalnızca üç yaşındalar ancak bugün
akılalmaz bir olay oldu. Gerçi biz yıllarımızı zaten buna şahit
olmak için vermiştik ama bu denli çabuk beklemiyorduk.
Dostlarım bana çok özeniyorlar, her gün çocuklarla
ilgilendiğim için. Onlar hocamızın koyduğu kurallar gereği
121 onları henüz hiç görmediler. Ta ki bugüne kadar!
Bizimkilerin neredeyse iki kilometre ileriden varlığını
hissedip ayaklarına kadar getirmişler! Dostlarım kendilerine
geldiklerinde gizli tesisin önünde bulmuşlar kendilerini ve
çocuklar onlara gülüyormuş! Bu gerçekten harikulade bir
olay, şu an duyduğum mutluluğu kelimelere dökmeme imkan
yok. Bunca yıl aklımızda tek bir şey vardı, ya bunca acı ve
emek boşa giderse? Ama boşa gitmedi, bugünde gördük,
hergün görmeye devam edeceğiz. Onları on, on beş yaşlarına
geldiklerinde nasıl bir yeteneğe ve güce sahip olacaklarını
hayal etmeye çalışıyorum ama mümkün değil, bugüne değin
olanlar ve bundan sonra olacaklar hayal edemeyeceğimiz
şeyler, buna eminim.’
Sadun bu satırları keyifle okudu ‘keratalara bak sen!’
dedi gülerek.
‘Çocuklara özel yetenekleri için verdiğim eğitimin
yanısıra devamlı vatan millet aşkı ve Tanrı sevgisini
aşılıyorum. Hayatta tek gerçeğin bunlar olduğunu, bunun
haricinde ki herşeyin insanı kendi gerçeğinden uzaklaştıran
tuzaklar olduğunu öğretiyorum. Şimdiden hepsinde müthiş
bir kararlılık var, sonrasını Tanrı bilir ama önlerine ordu
çıksa devirecek gibi oluyorlar bazı anlar. Onlara kurtuluş
savaşımızı ve Mustafa Kemal’i anlatıyorum, bu ülke için neler
çektiklerini iyice kavrasınlar istiyorum. Çünkü bu çocuklar
zamanı geldiğinde o kahramanlarımızın izinden gidecekler ve
onları hiç kimse durduramayacak!’
Pencereden dışarı baktı, hafif bir esinti vardı ama
hava açıktı. Günlüğün kalan kısmını dışarda okumaya karar
verdi, kalan son sigarasının olduğu paketi ve günlüğü alıp
odadan ayrılırken ışığı söndürdü. Palto ve şapkasını giyip
köşkün kapısından çıktı, arabasına bindi.
122 Yine Çengelköy’e geldi, bu çay bahçesi hoşuna
gidiyordu, özellikle geceleri de açık olması sayesinde dışarı
çıktığında tek uğrak yeri haline gelmişti.
Hava serinceydi, rüzgar sahilde etkisini arttırıyor,
estikçe paltosu havalanıyordu, kapalı kısma geçti ve pencere
önünde bir masaya oturup çay söyledi, ona doğru gelmekte
olan genç garsona.
‘Bugün hepimiz feci halde sarsıldık. Hiç ummadığımız
bir olay gerçekleşti ve bu hepimizi yeterince tedirgin etmeye
yetti. Mandıra da işimizde ilgilenirken Kayasaray köyünün
tüm çocukları deli gibi koşarak mandıraya doğru geliyorlardı.
Biz ne olduğunu anlamadan önümüzden geçip gizli tesisin
olduğu yöne doğru uzaklaştıklarında ne olduğunun farkına
varıp hepimiz peşlerinden koşup yetiştik. Zor zapt
edebiliyorduk çocukları, karşı koyamadıkları bir güç adeta
onları kendilerine doğru çekiyordu ve o gücün ne olduğu
belliydi, bizim afacanlar! Arkadaşlarım çocukları zorlukta
tutarken ben yaşımdan beklenmeyecek bir hızla bizim
çocukların yanına doğru koşarak gittim. Yol boyu aklımda
tek bir şey vardı, ya bu çocuklar kontrolden çıkarlarsa? Şu
an bile köylü çocukların onların varlığından haberdar olması
her şeyi içinden çıkılmaz bir hale getirebilirdi. Köylülere bu
çocukları
nasıl
açıklardık?
Çocuklarımızın
yanına
ulaştığımda neredeyse son nefesimi verecektim, adım atacak
halim yoktu. Baktım Mehmet hariç hepsi gözlerini köylü
çocukların geleceği noktaya dikmişler heyecanla bekliyorlar.
Mehmet ise kaldığı evin girişinde merdiven basamağına
oturmuş, arkadaşlarına boş gözlerle bakıyor. Bakıcı
kadınlarda çamaşır yıkamakla meşguller. Yalvardım adeta
çocuklara, neyseki beni çok severler, sözümüde dinlerler,
köylü çocuklara tesir etmeyi bıraktılar ve bir daha böyle bir
şey yapmayacaklarına dair hepsine söz verdirdim. O gün
hepimizin ömründen adeta ömür gitti, neyse ki tam vaktinde
123 müdahale etmeyi başardık.’
Sadun çayını içerken güldü okuduklarına, bu çocukları
çok sevmişti içten içe.
Saatler ilerliyor, günlüklerin son cildinin sayfaları
gittikçe tükeniyordu.
‘Vermem gereken bir karar var. Bu karar bile değil
kesinlikle olması gereken bir emir, başka yolu yok ama
yapamıyorum. Çocuklar beş yaşına geldiğinde bakıcı
kadınların da zehirlenerek öldürülmesi gerekiyor, öyle
kararlaştırmıştık ama bir türlü yapamıyorum. Üstelik
çocuklarda onlara çok alıştılar, ne diyeceğim onlara?
Anneleri diye bildikleri kadınlar bir anda ortadan kaybolunca
ne yapacaklar? Gerçi onlar üzerinde henüz hiç hipnoz
denemesi yapmadım ve yapabilecek miyim onu bile
bilmiyorum. Öylesine sıradışılar ki, hem hayranlık
duyuyorum, hem seviyorum hem de korkuyorum açıkçası. En
azından şimdilik kimsenin ölmesini istemiyorum, yeterince
can aldık bu uğurda, böyle gitsin en iyisi. Duruma göre bir
karar veririm zamanı geldiğinde.’
‘Hayret!’ dedi Sadun, ‘içinde hala insanlık kırıntısı
varmış demek ki!’
Sonraki bir yıl da çocukların inanılmaz gelişimi ve
devam eden eğitimleri üzerine bilgiler veriyordu. Sadun
çocukların nasıl eğitildiğini çok merak etmesine rağmen,
Enver sanki bilerek bu konuda hiç bir şey yazmamıştı.
‘Sohbaharda olmamıza rağmen yazdan kalma bir gün
yaşadık bugün. Çocukların yanındaydım bütün gün ve
eğitimlerinin ardından beraber koşup oynadık. Onların
yanında yaşlılığımı bile unutuyorum, keşke benim öz
çocuklarım olsa diye düşündüm durdum. Gerçi öz
çocuklarımı bu kadar sever miydim orası meçhul. Bir ara
124 Mehmet bizim evi görmek istediğini söyledi, olmaz dedim.
Israr etti hafifçe azarladım istemeden de olsa. Tam o anda yer
birden deprem oluyormuş gibi sallandı ki ilk başta öyle
sanmıştım. Ama Mehmet’le göz göze gelince gerçeği
kavradım! Bunu yapan oydu! Diğer çocuklar korku içinde
anne diye bildikleri bakıcılarına sarılıp ağlarlarken ben
Mehmet’e adeta yalvardım ama umursamadı bile, kıstığı
gözlerini bana dikmiş öylece bakıyor, her geçen an sarsıntı
daha da şiddetleniyordu! –Tamam!- diye bağırınca sarsıntı da
o anda kesildi! Bu çocuk inanılmaz ama bir o kadarda
ürkütüyor beni. Bugün yıllardır yaşadığımız eve geldi, etrafa
bakındı ve tek başına geri döndü. Onunla gitmemi istemedi,
bende yine kızdırmak istemedim açıkçası. Ama giderken hep
dönüp dönüp mezarlıkların olduğu yere baktı bu da beni iyice
tedirgin etmeye yetti!’
‘Aferin lan Mehmet!’ dedi Sadun keyifle gülerek ve
‘Aslan parçayı bir çay daha verir misin?!’ diye seslendi
garsona.
‘Hocamızdan sonra bugün ikinci acı kaybımızı yaşadık,
memlekete aile ziyaretine giden Erdal, Konya yolunda buraya
yalnızca bir kaç kilometre kalmışken geçirdiği trafik
kazasında hayatını kaybetti.’
Sadun derin bir iç çekti, ‘cezasını biri daha bulmuş’
dercesine. Gerçi bir yanı olayı bir bütün olarak
değerlendirince onlara hak vermiyor değildi. Belki aynı
durumda hele o genç yaşında kendi de olsa aynı kararı verir
ve bu oluşuma katılırdı. Ama ya can almak? İşte ona anlam
veremiyor ve işin bu kısmını canilik olarak görüyordu.
Yalnızca bir kaç sayfa sonra benzer bir durum vardı
günlüğün satırlarında,
125 ‘Tıpkı Erdal gibi aile ziyaretine memleketine gitmiş
olan Halil’in trafik kazasında hayatını kaybettiğinin haberini
aldık. Ereğli de otobüsten indikten sonra karşıya geçerken
çarpan bir araba sonucunda hemen ölmüş. Bu nedir?
Tanrının laneti mi? Yoksa işin içinde Tanrı korusun ama
başka bir şey mi var? İyice tedirginim, bu kadar ilerlemişken
umarım ciddi bir sorunla karşılaşmayız’
Sadun da merak etti içten içe, gerçekten tesadüf
müydü bu ölümler yoksa Tanrı’nın gazabı mı? Ya da hazırlık
yaptıkları düşmanları sonunda varlıklarından haberdar
olduda onları ortadan mı kaldırıyordu?
Sadun sonraki bir kaç formalite icabı yazılmış sayfayı
hızlıca taradı ve üçüncü ölüm haberini alınca sorusunun
cevabını kısmen almış oldu,
‘Celal kardeşimiz de Ereğli'ye mal teslimine gittiğinde
tıpkı diğer iki kardeşimiz gibi trafik kazasında hayatını
kaybetti. Bu asla tesadüf değil, eminim ki birileri
varlığımızdan haberdar oldu ve teker teker ortadan
kaldırıyorlar bizi! Onlar her kimse er geç buraya da
gelecekleridir. Hatta belki de şu an yakınımızda pusu kurmuş
bizi gözlüyor bile olabilirler. Açıkçası hiç bir şeyi riske edecek
durumda değiliz. İki arkadaşımız av tüfekleriyle çocukların
kaldığı yerde nöbet tutuyorlar, sabaha kadar sırayla nöbet
tutacağız. Bugün dokuz dostumla oturup herşeyi gözden
geçirdik ve bir karara vardık. Sedat burada kalıp etrafa göz
kulak olacak. Diğerlerimiz, her birimiz yanımıza bir çocuk
alıp gece buradan gideceğiz ve çocukları memleketimize
götürüp uygun bir yalan uydurup ailelerimizin yanına
yerleştireceğiz. Buradan gitmeden önce çocukların her birini
teker teker hipnoza alacağım. Burayı, burada yaşadıklarını
ve sahip oldukları yetenekleri geçici olarak unutturmanın
onların güvenliği açısından zaruri olduğuna kesin olarak
kanaat getirmiş bulunuyorum. Ve üzülerek bu gece bakıcı
126 kadınları...’
Cümlenin sonu gelmeden günlük bitiyordu burada!
Sadun şaşkındı ve karşı konulmaz bir merak içindeydi ‘ne
olmuştu?’ sorusu zihninde onu adeta dövüyordu. O çocuklara
ne olmuştu? Onlarda öldürülmüş olabilir miydi? Yoksa Enver
ve diğerleri onları o bölgeden kaçırıp memleketlerine
götürmeyi başarmışlar mıydı? Peki ya sonra? Şayet öyleyse o
çocuklara ne olmuştu? Şimdi neredeydiler?
Tüm keyfi kaçmıştı, kalktı masadan elinde günlükle,
içtiği çayların parasını ödedi ve ayrıldı çay bahçesinden,
kafasında onlarca cevapsız soruyla!
127 TAKİP
İstanbul yağmurlu bir güne uyanırken, Sadun komser
hala uyanıktı. Tüm geceyi sorulara kendince cevaplar
üreterek geçirmişti. Mutlaka bu işin peşinden gitmeye
kararlıydı ve elinde ki tek ipucunu takip edecekti.
Günlüklerde Halit Bey’in ekibinde ki herkesin isim ve
soyadları bir yerlerde geçiyordu. Memleketlere aile
ziyaretine gittikleri tarihlerde de nereye gittikleri yazılmıştı.
Tüm günlükleri önüne aldı Sadun ve sayfaları teker teker
hızla gözden geçirmeye başladı. Bulduğu tüm isim ve şehir
isimlerini yazıyordu.
Saat öğleden sonra iki olmuştu ve Sadun günlüklerin
sayfaları arasında kaybolmuş gibiydi. Bir dosya kağıdına on
iki isim yazmıştı ama yalnızca bir kaçının karşısında
memleketleri olan şehrin isimleri yazıyordu ki kaçırdığı bir
detayı yakaladı bir anda!
Hepsi Halit Bey’in öğrencisiydi ve hepsi İstanbul
Üniversitesin de psikoloji eğitimi alırlarken tanışmışlardı
hocalarıyla. Dolayısı ile fakültede mutlaka kayıtları
olmalıydı!
Biraz rahatladı ancak fakültede o kayıtları bulmanın
ne denli zor olacağının farkındaydı elbet. Sözkonusu olan
1930’lu yıllardı ve aradan seksen sene geçmişti. Acaba o
yıllara ait kayıtlar duruyor mudur diye şüphe etti bir an ama
devlet kurumlarında bu tip kanıtların her zaman
arşivlendiğini emniyette geçen yıllar boyu yeterince tecrübe
etmişti.
Bir kez daha uykuya yenik düşeceğini anlayınca
kalkıp yatak odasına gitti, üzerini dahi çıkartmadan kendini
yatağın üzerine bıraktı.
128 Uyandığında hava hala kararmamıştı, ‘demek ki bir ya
da iki saat kadar uyudum’ diye geçirdi içinden, buna rağmen
uykusunu fazlasıyla almış olmasına da şaşırmıştı. Saatine
bakınca afalladı saat dokuzu gösteriyordu! Yattığında
öğleden sonra saat iki civarıydı buna emindi, ki çok geçmeden
ertesi sabah olduğunu anladı! ‘Zihnim amma yorulmuş’ dedi
ve yataktan kalkıp banyoya gitti, elini yüzünü yıkadı,
dişlerini fırçaladı ve tekrar yatak odasına dönüp üzerini
değiştirdi. Üzerinden çıkarttıklarını banyoda kirlilerini
koyduğu sepete attı ve mutfağa indi. Çaydanlığın altını yakıp,
biraz çay koydu içine. Sonra vazgeçti ve ocağı kapattı,
oturma odasında masanın üzerinde duran isim listesi alıp
katladı, ceket iç cebine koydu. Palto ve şapkasını da alıp
köşkten ayrıldı.
Arabasını Üsküdar da vapur iskelesine yakın bir
otoparka bırakıp Eminönü vapuruna bindi. Hafta arası şehir
trafiğinin ne durumda olduğunu gayet iyi biliyordu, bu
sebeple Avrupa tarafına arabasız geçmeye karar vermişti.
O biner binmez vapur hareket etti, üst kata çıkan
merdivenleri adımlarken büfe görevlisi üzerinde simitlerin
olduğu tepsi ile aşağı iniyordu, kahvaltı etmeden çıkmıştı ve
açlığını bastırmak için bir simit aldı.
Hava serindi ama içeride ki kalabalıktan bunaldı, arka
taraftaki açık alana çıktı, oturmaya niyetlendi ama ahşap
koltuklar üzerine çiğ düşmüş gibi nemliydi, korkulukların
önünde durup boğaz manzarasına bakarken simidinden bir
parça ısırmıştı ki onlarca martı belirdi bir anda önünde.
Çığlık çığlığa vapuru takip ediyorlardı, elindeki simitten
küçük parçalar kopartıp martılara atmaya başladı, denizin
üzerine bile düşmesine izin vermiyorlardı simit parçalarının,
Sadun atar atmaz havada kapıyorlardı. İyice keyiflendi,
kendi açlığını unutup tüm simidi martılar arasında pay etti.
129 Vapurdan inince Sirkeci tramvay istasyonuna gitti,
gişeden jeton aldı ve henüz gelmiş olan tramvaya bindi, boş
bir koltuğa oturdu. Az sonra tramvayın kapıları kapandı ve
hareket etti. Tramvay da en az vapur kadar kalabalıktı,
ağırlıklı olarak işe giden insanların istilasına uğramış gibiydi.
Sadun henüz ayılamamış insanların yüzlerine baktı, bir kaç
hafta önceki halini anımsadı. Emekli olmadan önce o da şu an
yorgun yüzlerine baktığı insanlar gibi sabah erkenden çıkardı
evinden ve emniyetteki görevinin başına geçerdi. Bir kez
daha özlemle andı o günlerini, içinden.
Tramvay Laleli durağına gelmişti, Sadun etrafına
bakındı, inmesi gereken yere geldiğini fark ettiğinde kapılar
kapanmak üzereydi, son anda inmeyi başardı. İstanbul
Üniversitesine doğru yürüdü, yol üzerinde seyyar arabasında
simit satan simitçiyi fark etti, açlığı tekrar aklına geldi, durdu
ve bir simit daha aldı. Simidini yerken yürümeye devam etti,
bir kaç dakika sonra İstanbul Üniversitesinin tarihi giriş
kapısının önüne ulaştı. Simidinin kalan lokmalarını da hızlıca
yedi ve kapıdaki güvenlik görevlisi ile selamlaşıp henüz
teslim etmediği polis kimliğini gösterip görevliye yönetim
binasının yerini sordu. Görevli eliylede destekleyerek binanın
yerini tarif etti. Sadun teşekkür edip tarif edilen yöne doğru
ilerledi.
Şapkasını çıkartıp eline aldı, orta yaşlarda bir bayan
görevli karşıladı onu kapıdan girince, tebessüm ederek selam
verdi banko gerisindeki bayana,
‘Günaydın hanımefendi’
‘Sizede günaydın efendim, buyrun nasıl yardımcı
olabilirim?’
Sadun önce paltosunun sağ dış cebinden cüzdanını
çıkartıp içindeki polis kimliğini gösterdi, ardından ceket iç
cebinden isim listesinin olduğu katlı vaziyette ki kağıdı açıp
130 banko üzerine bıraktı,
‘Hanımefendi bu listede yer alan isimlerin tamamı
1030’lu yıllarda psikoloji bölümünde eğitim görmüşler.’
‘Evet efendim?’
‘Hepsinin dosyalarını görmem gerekiyor!’
‘Anlıyorum efendim, suç falan mı işlemişler, yaşları bir
hayli geçkin olmalı?’
‘Yo suç değil ama bir konuyla ilgili olarak bu isimlere
ulaşmamız gerekiyor ve elimizde onlara ulaşabileceğimiz tek
ipucu burası’
‘Peki efendim, ancak o tarihlere ait kayıtlar maalesef
bilgisayar sistemimize aktarılmadı, arşiv bölümümüze gidip
oradan kayıtları buldurmanız gerekecek’
‘Tamam, sorun değil arşiv bölümü nerede?’
Bayan görevli arşiv bölümü tarif etti, Sadun bayana
teşekkür ederek isim listesinin yazılı olduğu kağıdı aldı ve
ayrıldı yanından.
Arşiv bölümüne ulaştığında arşiv sorumlusu genç
delikanlıya selam verip polis kimliğini göstermesinin
ardından aynı açıklamaları tekrar yapıp yardımcı olmasını
rica etti.
‘Efendim neredeyse on yıllık bir dönemi taramamı
istiyorsunuz, açıkçası bu bir hayli zaman alabilir’
‘Acelem yok delikanlı,
yardımcı olmayada hazırım’
üstelik
sana
bu
konuda
Görevli genç tebessüm etti,
‘Pekala, o halde lütfen benimle gelin’ dedi.
131 Eski kayıtların ve eski yıllara ait pek çok evrağın
tutulduğu bodrum katında ki karanlık bir odaya indiler. Genç,
içerinin ışıklarını yaktı ve doğruca en arkalarda duran
rafların olduğu bölüme gitti. Eliyle rafların üzerine yanyana
istiflenmiş kalın deri ciltleri işaret ederek,
Efendim bu sırada
bakmamız gerekiyor’ dedi.
gördüklerinizin
tamamına
Sadun elindeki kağıdı biraz ilerilerinde duran eski
ahşap masanın üzerine açıp bıraktı,
‘isim listesi sende kalsın, ben nasılsa
biliyorum. Hadi bakalım başlayalım o halde.’
isimleri
İkisi de birer cilt aldılar ve yıllardır açılmayan tozlu
sayfalar açılmaya başlandı. Sadun isimleri bildiği için ayrıca
kağıda bakmaya ihtiyaç duymadan hızlıca çeviriyordu
sayfaları. Ancak görevli genç her sayfada durup, sayfada
yazan ismi, kağıttaki on iki isimle karşılaştırmak zorunda
olduğundan yavaş ilerliyordu.
Bir saati geçmişti ki, Sadun ciltlerin birinde nihayet ilk
ismin kaydını buldu ve nüfus ve adres bilgilerini listesine
hızlıca yazarken, genç görevlide bir ismi bulmayı başardı,
‘Buldum!’ dedi yüksek sesle, kendini öyle bir
kaptırmıştı ki bir isim bulduğuna sevinmiş hali vardı. Sadun
küçük bir çocuğu gaza getiriyormuş edayla ‘aferin sana
evlat!’ dedi, genç daha da yürekli aramaya koyuldu. Üstelik
kağıttaki isimleri ezberine almıştı, daha hızlı çeviriyordu
sayfaları.
Yaklaşık üç saatin sonunda listedeki tüm isimlerin
karşısında gerekli bilgilerin tamamı yazılmıştı. Sadun
içtenlikle teşekkür etti ve zahmet verdiği için özür diledi.
132 ‘Sorun değil efendim, görevimiz’ dedi oldukça nazik
ses tonuyla genç görevli.
Köşke döndüğünce saat üçe geliyordu, önce yemek
yemeye karar verdi ve tencereye su koyup kaynamaya
bıraktı, dolaptan bir paket makarna aldı, tezgahın üzerine
koydu. Tüm gün hiç çay içmemişti, çay krizine girmiş gibi
telaşla çaydanlığın altını yaktı.
Oturma odasına gidip koltuğa oturdu, cebinden listeyi
çıkarttı ve tüm isimleri, adresleri teker teker gözden geçirdi.
Listedeki isimlerin tamamının adresinin nüfusa kayıtlı
oldukları illerde olmasını avantaj olarak değerlendirdi.
Böylece taşınmış olsalar bile mutlaka oranın eskileri
tarafından biliniyor olacaklardı.
Kararı vermişti, listede ki isimlerin hepsini teker teker
bulacaktı, tabi hala hayattalarsa. En azından o yedi çocuğa
bir şekilde ulaşmanın derdindeydi aslında, tabi onlarda
hayattalarsa!
En yakın ilden başlayıp en uzağa doğru yeni bir liste
yaptı. Böylece çıkacağı yolculuğun rotasını da belirlemiş oldu.
Hızlıca yedi peynirli makarnayı ve bulaşıkları yıkayıp
tezgaha bıraktı, demli bir çay aldı odaya geri döndü, koltuğa
oturdu.
‘Bu sefer haber vermeden çekip gitmeyeyim, kızcağıza
ayıp olur sonra’ diye geçirdi içinden ve cep telefonunu alıp
Meltem’i aradı. Kısa bir hal hatır sormanın ardından bir kaç
eski dostunu ziyaret için şehir dışına çıkacağını söyledi,
kendine iyi bakmasını dileyip kapadı telefonunu. Cep
telefonunu tekrar ceket dış cebine koyarken eli sigara
paketine değdi, paketi aldı içinde kalan tek sigaraya baktı
‘Seni en keyifli anıma saklasam daha iyi olacak’ dedi ve
paketi tekrar cebine koydu.
133 Yolculuğun bir kaç gün süreceğini göz önünde
bulundurup kendine küçük bir bavul hazırladı, geçeceği
yolların çoğu kar altındaydı ve yolda kalma ihtimalini göz
önünde bulundurup birde battaniye aldı, evi kontrol etti açık
kalmış bir şey var mı diye, saat beş gibi köşkün kapısından
çıktı.
Valinizi yan koltuğun önündeki boşluğa yerleştirdi,
battaniyeyi arka koltuğun üzerine bıraktı ve arabayı
çalıştırıp rotasında ki ilk durak olan Adapazarı’na doğru yol
almaya başladı.
Yol da gözü arabanın orijinal radyo-teybine kaydı
‘Keşke yaptırsaydım seni, uzun yolda müziksiz çekilmiyor’
dedi ve ıslıkla kendi müziğini çalmaya başladı.
Çizdiği rota üzerinde dokuz ayrı il vardı. Listede on iki
isim vardı ama günlüklere göre üçü zaten ölmüş yada
öldürülmüştü. Enver, günlükte Sedat’ın çiftlikte kalıp oraya
göz kulak olacağını yazmıştı. Geriye kalan sekiz kişiyi teker
teker gidip arayacaktı emekli komser Sadun.
Otobanda bir benzincide durup depoyu doldurdu,
Adapazarı’na ulaştığında saat sekize geliyordu. Doğruca
Sapanca’ya gitti ve listede ki ilk isim olan Erdal’ın adresini
bir kaç kişiye sorduktan sonra bulmayı başardı.
Oldukça eski, bahçe içinde müstakil bir evin önünde
arabasını park edip indi, kapıya doğru yürürken heyecanlı
olduğunu fark edip heyecanını bastırmaya çabaladı. Kapıyı
çalarken ellerinin titremesine mani olamıyordu, belki kapıyı
günlüklerde okuyarak tanıdığı Erdal açacaktı. Kim bilir, belki
de o çocuklar biri açacaktı, ‘Kocaman olmuşlardı şimdiye’
diye düşündü, o esnada kapı orta yaşlarda bir kadın
tarafından açıldı,
‘Hanım efendi kusura bakmayın rahatsız ediyorum.’
134 ‘Buyrun beyim kime bakmıştınız?’
‘Ben
Erdal
Sarıoğlu’nu
oturuyormuş eskiden ama...’
arıyordum,
burada
‘Haaa, bu evin asıl sahiplerini arıyorsunuz siz?’
‘Evet’ dedi tebessümle.
‘Yalnız bey amca onlar ailecek soba zehirlenmesin öleli
yıllar oldu. Nereden baksan yirmi yılı vardır, ben o zamanlar
şu ilerde oturuyordum oradan biliyorum.’
‘Yaaa!’ dedi Sadun üzgün ses tonuyla ‘Peki ailenin
yanında o yıllarda aileden olmayan küçük bir çocuk da var
mıydı acaba?’
Kadın kısa bir an düşündü,
‘Bak şimdi aklıma geldi, vardı tabi ya! Küçük bir kız
çocuğu getirmişti beraberinde Erdal. Gurbete gitmişti
çalışmaya, orada evlenmiş, karısı ölünce kızını alıp dönmüştü
tekrar ailesinin yanına’
‘Anlıyorum, çocuğun adını hatırlıyor musunuz?’
‘Yok valla bey amca, sabah ne yediğimi unuttum sen
yirmi yıldan fazla olmuş onu soruyorsun’
‘Peki o kız, o da mı öldü?’
‘Öldü, hepsi öldü Allah rahmet eylesin, kömür gece
zehirlemiş hepsini işte, Allah’ın işi...’
Arabasıyla Adapazarı şehir merkezine doğru yol
alırken üzgündü, içi burkulmuştu. Asıl üzüldüğü hiç bir suçu
günahı olmadığı halde ölmüş olan çocuklardan biriydi. Aklına
bin bir türlü ihtimal düştü yol boyu, acaba öldüler mi yoksa
öldürüldüler de soba zehirlenmesi süsü mü verildi? Onu
gideceği diğer illerde nelerin beklediğini düşündü, sırada
135 Kastamonu vardı ancak saat gece dokuz olmuştu bile,
Adapazarı’nda bir otelde kalıp sabah erkenden yola çıkmaya
karar verdi.
Kaldığı ikinci sınıf otelin tek kişilik odasında
uyandığında saat sabahın altısıydı. Hemen ayrıldı odadan ve
kahvaltının henüz çıkmadığını öğrenince anahtarı teslim edip
otelden çıktı. Arabasına giderken küçük bir börekçi dükkanı
gözüne çarptı, yönünü börekçiye doğru değiştirdi. İki
porsiyon su böreği ve bir çay içip tekrar yola koyuldu.
Bolu’ya yaklaştığında yol iyiden iyiye karlanmıştı ve
jandarma kar zinciri olmayanları bırakmıyordu. Arabasını
kenara çekti ve bagajdan aldığı kar zincirlerini kolaylıkla
taktı arka lastiklere. Aslında ona kalsa kar zincirine ihtiyacı
yoktu, her türlü zeminde çok iyi kullanırdı arabasını. Başka
araba olsa durum değişirdi ama yaşlı Mustang’ının artık
huyunu suyunu biliyordu.
Kastamonu’ya ulaştığında saat on bir olmuştu. Küre
ilçesine ulaştığında ise on ikiye geliyordu. Civarda kısa bir
soruşturmanın ardından Sinan Kalaycı’nın evini buldu. Tipik
bir köy eviydi ancak onu yıllar önce o eve yerleşmiş başka
birisi karşıladı, üstelik Sinan’ı tanımıyordu.
Komser Sadun köyün muhtarını buldu ve Sinan’ı
sorduğunda aldığı cevap ilkinden farklı değildi! Tüm aile soba
zehirlenmesi yüzünden ölmüştü! Ancak Sinan’ın yanında
küçük bir çocuk olmadığına emindi köyün muhtarı!
Gümüşhane yolunda ilerlerken artık emindi, yılların
verdiği polislik tecrübesiyle, iki ölüm ve ikiside soba
zehirlenmesi! Tesadüf olması imkansızdı ona göre. Enver’in
haklı olduğunu düşündü, birileri onların varlığından
haberdar olmuştu ve hepsi teker teker öldürülmüştü belli ki.
Ama kim? Kimler öldürdü onları? Belki de Halit beyin yıllar
önce öğrendiği gizli düşmanlardı!
136 Yol boyu bir kez daha cevabı olmayan sorularla
boğuştu, türlü cevaplar, olasılıklar geldi aklına, ama kanıt
olmadan tatmin olmazdı emekli komser Sadun.
Gümüşhane’ye ulaştığında akşam karanlığı çoktan
çökmüştü. Şehir merkezindeydi aradığı adres, çok geçmeden
buldu Salim Karadam’ın vaktiyle yaşamış olduğu evi. Emindi
zili çalarken, alacağı cevaptan. Öylede oldu!
Tüm aile 1981 yılında mart ayında, diğerleriyle aynı
zamanda soba zehirlenmesinden ölmüştü! Ve evin yeni sahibi
Salim’in aile dostuydu, yanında getirdiği küçük çocuğu da
gayet iyi hatırlıyordu. Hatta adının Halit olduğunu bile!
Gece karanlığında arabasıyla Erzurum’a doğru yol
alırken artık hiç şüphesi kalmamıştı, gideceği diğer
adreslerde de aynı şeyle karşılaşacaktı! Ama çıktığı yoldan
geri dönemezdi, sonuna kadar gitmeye karar verdi.
Depo boşalmak üzereydi, önce bir istasyona uğrayıp
benzin aldı. Benzin alırken arabanın çok yaktığını iyice
anlamış oldu. Şehir içinde fazla kullanmadığı için yıllar boyu
pek anlayamamıştı. ‘İlk emekli maaşımı anlaşılan benzine
yatıracağım bu gidişle’ diye düşündü, ama önemsemedi.
Yol üzerinde kamyoncuların uğrak yeri olan bir esnaf
lokantasında yemek içim mola verdi, ardından tekrar yola
devam etti.
Gece saat on bir civarı Erzurum şehir merkezine
ulaştı, saat geç olmuştu bu saatte elindeki adrese gidip
insanları rahatsız etmek istemedi. Üstelik yolun yorgunluğu
tüm bedenini sarmıştı.
Sabah on gibi kalktı, otelin restaurantında kahvaltısını
etti ve gece yerleştiği otelden ayrıldı.
137 Erzurum’un Tekman ilçesindeydi bir sonraki durak.
Ve orada oturan kişi ise günlükleri devam ettiren Enver’di.
Kısa bir yolculuğun ardından dördüncü kez çaldı kapıyı. Evet,
tüm aile Enver’le birlikte ölmüştü ancak bu sefer soba
zehirlenmesi değil, trafik kazasıydı! Aile ziyaretinden
dönerlerken şarampole yuvarlanmıştı Enver’in kullandığı
araba ve içinden kimse sağ çıkmamıştı. Yol tenha olduğu için
kimse nasıl olduğunu bilmiyordu ama Sadun anlamıştı elbet!
Enver’in yanında Ayşe adında küçük bir kız çocuğu
olduğunu hatırlıyordu evin yeni ancak yaşlı sakini, Enver’in
evlatlığı diye biliyordu Ayşe’yi.
Önünde uzun bir yol vardı, Adana’ya kadar. Tüm günü
direksiyon sallayarak geçirdi. Yollarda kar, lastiklerde zincir
olmasa çok daha hızlı alacaktı tüm o yolu, bir kaç kez mola
veri, yemek yedi, ihtiyaç giderdi, çay içti ve benzin aldı. Fazla
vakit kaybetmek istemiyordu çünkü tüm kıyı şeridini
dolaşması gerekiyordu!
Nihayet Adana’ya yaklaşırken yollardan kar da
silinmeye başlamıştı, arabasını uygun bir yere çekip hemen
zincirleri çıkarttı lastiklerden, artık daha keyifle sürecekti
arabasını ve elbette daha hızlı.
Akşam saat dokuz gibi Adana’ya ulaşmayı başardı.
Şehir merkezindeydi aradığı adres, Sinan Kıyıcı’nın evi.
Evi buldu, ancak evin yıllar önceki sahiplerinin kim
olduğu bilmiyordu yeni sakinleri. Geceyi Adana’da geçirip
sabah muhtarı bulmayı, sonrada yoluna devam etmeyi
kararlaştırdı, bir otele yerleşti yine. Yatağa uzanır uzanmaz
uyudu, düşünmeye fırsat bulamadan.
Sabah muhtardan öğrendikleri ezbere söylenen bir
cümle
gibiydi.
1981
yılının
mart
ayında
soba
zehirlenmesinden ölmüştü tüm aile! Ve Sinan’ın yıllar sonra
138 baba ocağına döner dönmez böyle bir facianın yaşanmış
olmasını talihsizlik olarak nitelendirmişti yaşlı muhtar. Ve
Sinan’ın ölen karısından olduğunu söylediği Ahmet adında ki
çocuğunda öldüğünü de gayet iyi hatırlıyordu!
Geriye bakılacak üç adres kalmıştı, sonuç baştan
belliydi ona göre, ama tekrar yola koyuldu, vakit
kaybetmeden.
Antalya’ya ulaştığında saat öğleden sonra bir olmuştu,
durmaksızın Finike’ye doğru yol aldı. Finike de Haydar
Özden’in yıllar önce yaşadığı evin kapısını çaldı ve aldığı
cevap aynı oldu! Yine soba zehirlenmesi ve ölen karısından
olan kızı Fatma da ölmüştü, evin yaşlı sahibesinin
hatırladığına göre!
Üç saat sonra ‘Aydın’a Hoş Geldiniz’ tabelasının
önünden geçti Sadun. Önce Aydın merkezinde bir lokanta da
yemek molası verdi, Söke’ye doğru giderken bir kez daha
benzin ikmali yaptı arabasına. Söke’de yaşamıştı Halit Bey’in
finansörlüğünü de yapan öğrencisi ve yoldaşı Salih.
Salih Arslanlıbey’in yaşamış olduğu çiftlik evini zor da
olsa buldu Sadun komser. Evin yeni sahipleri Salih’in
kuzeniydi. Her ne kadar ‘Yolum uzun hemen dönem gerek’
dese bile Sadun komseri evinde en azından yemek yemesi
için ikna etti Salih’in kuzeni Teoman. Uzun uzadıya anlattı
olanı biteni yemek yenirken. Salih’i pek sevmediğini açıkça
belli etmişti kuzeni, ona göre ölen babasının parasını orada
burada yiyen serseri aylağın tekiydi. Üstüne üstlük yanında
kimsen peydahlandığı belli olmayan Emine adında bir kız
çocuğu ile geldiğini, 1981 yılının Mart ayında da trafik
kazasında kızıyla birlikte öldüklerini hararetle anlattı.
Tekrar Aydın şehir merkezine döndü Sadun ve geceyi
Aydın’da geçirmeye karar verip bir otele yerleşti. Duş alıp
üzerini değiştirdi ve otel restauranında akşam yemeğini yiyip
139 odasına çekildi.
Gidilecek tek bir adres kalmıştı ve artık sonrası yoktu!
Bu hikaye belli ki burada son buluyordu ve neyin yalan neyin
gerçek olduğu tam bir muammaydı.
Sabah yine erkenden kalktı ve kahvaltı ardından
hemen yola koyuldu. Öğleye doğru Çanakkale il sınırını geçti
ve elindeki son adresin bulunduğu Biga’ya doğru sürdü
arabasını.
Benan Aksu’nun yaşamış olduğu evi çok geçmeden
buldu. Ancak yalnızca kapı numarası yazılıydı adreste ve
aradığı yerin muhtemelen müstakil ev olduğunu düşünmüştü
Sadun, ancak karşısında sekiz daireli bir apartman
duruyordu.
Giriş katın ziline bastı, az sonra kapı otomatiğine
basıldı, apartman kapısını aralayıp içeri girdi, giriş katta
oturan genç kadın tebessümle baktı ona,
‘Buyrun efendim?’
‘Kusura bakmayın hanım kızım, ben 1981 yılında
burada oturan Benan Aksu adında bir yakınımı arıyordum
ama hangi daire oturduğunu bilemediğimden sizin zile basmış
bulundum’
‘Önemli değil efendim ancak bu apartman 1990 yılında
yapıldı, yani aradığınız kişi kimdir bilmiyorum açıkçası.
Muhtemelen apartman yapılmadan önce burada ki binada
oturuyordur ama dediğim gibi ismi hiç duymadım.’
‘Yaaa, demek öyle. Peki buranın eskilerinden kim var
bildiğiniz, ona bir sorsam çok mühimdide’
‘Bizim yanımızda ki park alanının bitişiğinde ki
apartmanın giriş katında yaşlı bir teyze var, o yıllardır
burada oturur isterseniz ona bir sorun.’
140 ‘Peki çok teşekkür ederim, kusura bakmayın ne olur,
sizide rahatsız ettim’
‘Estağfurullah efendim, lafı bile olmaz’
‘İyi günler hanım kızım’
‘Size de iyi günler’
Sadun apartmandan çıktı ve on beş metre kadar ilerde
ki apartmanın kapısına gitti, giriş katın ziline bastı. Az sonra
kapı otomatiğine basıldı, kapıyı itip içeri girdi, kapıyı
aralamış, başını kapı aralığından uzatmış ona bakan sevimli
bir kadının yaşlı ama güleç gözleriyle karşılaştı;
‘Ana kusura kalma seni rahatsız ettim ama...’
‘Ne vardı evladım?’
‘Ben sizin şu yan tarafınızda eskiden oturan birini
arıyorum, bir yakınıyım da’
‘Adı nedir yakının?’
‘Benan Aksu’
‘Allah rahmet eylesin evladım, başın sağolsun haberin
olmadı herhalde?’
Sadun tam da beklediği cevabı almıştı aslında, ama
duyduğuna şaşırmış gibi tepki gösterdi,
‘Yok ana şimdi sizden öğreniyorum valla! Nasıl oldu
ki? Çok oldu mu öleli?’
‘Ohooo yirmi yıl neyim olmuştur, bende tam
hatırlamıyom ama Benan bizim Mehmet efendinin oğluydu.
Garibim gurbet elde çalışıyordu, çıktı geldi bi gün... Bir hafta
neyin olmuştu Benan döneli, ev bir gece çöküverdi başlarına!’
Sadun şaşırdı duyduğuna,
141 ‘Çöktü mü?’
‘He ya çöktü, anası çok iyi kadındı rahmetli. Hepsi gitti
valla’
‘Peki Benan yanında küçük bir çocuk getirmiş miydi
anam, hatırlıyor musun?’
‘Hatırlamam mı? Mendeburun tekiydi, bizim Benan
evlenmiş meğerse gurbette, karısı ölüncede almış oğlunu
gelmiş baba ocağına. Adı Mehmet’ti veledin’
‘Zavallı çocuk o yaşta öldü gitti...’ dedi üzgün ses
tonuyla Sadun ve başını önüne eğdi.
‘Yok iki gün sonra çıkarttılardı göçüğün altından onu!’
Sadun birden kaldırdı başını,
‘Ölmedi yani öyle mi?’
‘Yok ölmedi, yaralıydı ama kurtulduydu. Kimi kimsesi
kalmadığı içinde polis onu yurda vermiş diye duydumdu. İki
adam daha çıktıydı göçüğün altından amma buralardan
değildiler, tanımam etmem. Herhalde bizim Benan’ın
gurbetten arkadaşıydılar, onlarda telef oldu yazık...’
‘Peki ana ev nasıl çökmüş ki? Hatırlıyor musun?’
‘Valla evladım o gece deprem oldu ama kimsenin evine
bi zarar gelmedi, bi tek o ev çöktü. Çürüktü herhalde...’
‘Peki ana, kusura bakma senide rahatsız ettim’
‘Ne rahatsızlığı evladım, tekrar başın sağolsun, hadi
kal sağlıcakla’
Sadun arabasına doğru hızlı adımlarla giderken
duyduğu her şeyi yerli yerine oturmaya çalışıyordu. ‘Deprem
ve yalnızca o ev çöktü... Günlükte Enver Mehmet için yer
sarsıntısı yapabiliyor diye yazmıştı... İki de yabancı adam ölü
142 çıkmış göçükten... Demek ki Mehmet onları öldürmeye
gelenleri fark edip onlardan öne davrandı. Ama Enver
günlükte hepsini hipnoza alıp herşeyi, yeteneklerini bile
unutturacağını yazmıştı? Şu halde ya hipnoz yapmadı ya da
Mehmet’in üzerinde işe yaramadı... Ama yapmadıysa diğer
çocuklar neden koruyamadı kendini? Bir şekilde sezmeleri
lazımdı, demek ki hipnoz yapıldı ama Mehmet’te işe
yaramadı şu halde... Acaba sonradan Mehmet’in sağ
olduğunu öğrenip öldürmüş olabilirler mi?’
Arabasıyla Biga Emniyet Müdürlüğü’ne giderken
onlarca yeni soruyla boğuşuyordu. Ama yüzü aydınlanmıştı
bir anda, son adreste her şey bir anda yön değiştirmişti.
Şayet Mehmet yaşıyor ise onu mutlaka bulacaktı, buna
kararlıydı!
Emniyet müdürlüğüne ulaştığında emeklide olsa
komser olması bir hayli işine yaradı. Hemen emniyet
müdürünün odasına alındı. Kısa bir sohbetin ardından Sadun
olanı biteni özetledi, tabi yaşlı kadına dediği gibi bir yakını
olduğunu söyledi Benan Aksu’nun ve Mehmet’in hangi yurda
verildiğini öğrenmek istediğini belirtti.
Ancak emniyet müdürü bir kaç yıl önce tayin edilmişti
Biga’ya ve konuyla ilgili bir bilgisi yoktu, kaldı ki 1981
yılında olmuş bir şeyi kaç kişi hatırlayabilirdi ki?
Ancak hatırlayan biri çıktı neyse ki, uzun yıllardır
orada görev yapan ve artık emekliliği gelmiş bir bekçi küçük
Mehmet’i bizzat hastaneye götürdüğünü, o dönemde
Çanakkale de uygun bir yer bulamadıkları için Mehmet’i
İzmir çocuk esirgeme kurumuna gönderdiklerini ve ondan
sonrada bir daha haber alamadığını anlattı yaşlı bekçi...
İzmir’e doğru direksiyon sallarken tüm yorgunluğunu
unutmuştu. Emekli olunca tüm ülkeyi gezip dolaşacağım diye
kendine vermiş olduğu sözü hatırladı yine, günlüklerin
143 peşine düştüğünden beridir gitmedik bir yan bırakmamıştı
neredeyse, en azından bu şekilde de olsa kendine verdiği sözü
tutmuş olduğu için mutluydu.
Ama asıl mutluluğu günlüklerde anlatılan onca
insandan birinin sağ kalmış olma ihtimaliydi, üstelik o
inanılmaz çocuklardan biriydi bu, Enver’in hayranlıkla ve bir
o kadarda ürkerek anlattığı Mehmet.
Hala hayattaysa otuz beş yaşında olmalıydı dedi kendi
kendine ve başa dönüp herşeyi bir kez daha gözden geçirdi.
Emekli olduğu için boşluğa düştüğü ilk günlerden başlayarak
tüm detayları teker teker hatırladı. Arada bir hayli soru
işareti kalmıştı aslında, ancak şu an o cevaplardan ziyade
Mehmet’in sağ olduğunu öğrenmek istiyordu!
Özellikle bir şeye çok takılmıştı, işi ve yılların
tecrübesi gereği herşeyi ince eleyip sık dokuduğu için ister
istemez boşlukları doldurmak istiyordu.
Bu insanları kimler öldürdüyse, neden direk
mandıraya gelip hepsini birden öldürmek yerine önce
Ereğli’de ilk üçünü öldürmüşler, sonra kaçanların peşine
takılıp sırayla katletmişlerdi? Ve elbette onlar her kimse
nasıl öğrenmişlerdi bu gizli oluşumu?
Bir noktayı atladığını anladı Sadun, bu oluşumdan
kısmende olsa haberi olan, yerlerini bilen bir kişi vardı
aslında, çevirileri yapan Prof. Kazım!
‘İstanbul’a
döner
dönmez
hemen
onuda
araştırmalıyım’ dedi ‘Belki de soruların cevapları Prof. Kazım
da gizlidir’
Saat dört gibi çocuk esirgeme kurumu kapısından içeri
girmeyi başardı ve hemen kurum müdiresi ile görüştü. Kadın
on yıldır bu kurumda görev yaptığı için Sadun’un bahsettiği
çocuktan haberi olmadığını belirtti ve hemen yurt kayıtlarını
144 getirtti. Sadun bir kez daha komser olduğunu söylemiş ve
kimliğini göstermiş ancak emekli olduğunu gizlemişti. Bir an
önce sonuç almak istiyor, durduk yerde durumu riske etmek
istemiyordu nede olsa.
Yarım saatlik bir incele sonunda Mehmet’in, Mehmet
Aksu olarak giriş kaydının yapıldığını, nüfus kaydı olmadığı
için kaydının sonradan yapıldığı ancak on iki yaşındayken
1987 yılında yurttan kaçmış olduğunu öğrendi Sadun ve
rahatladı bir nebzede olsa! Nede olsa o dönemde izinin
sürülmediğini, öldü sanılıp peşinin bırakıldığını anlamış oldu.
Yurt müdiresine teşekkür ederek ayrıldı oradan ve
binadan dışarı çıktığında derin bir nefes aldı. Akşam
karanlığı çöküyordu ve hava güzeldi. ‘İzmir’e gelip
Kordonboyu'na gitmemek olmaz’ dedi ve arabasına doğru
keyifle yürüdü...
Balığın yanına birde küçük rakı söyledi, keyfi iyiden
iyiye yerine gelmişti. Çıktığı bu uzun ve yorucu yolculuğun
sonunda nihayet olumlu bir gelişme duruyordu önünde ve bu
tüm yorgunluğunu unutturmuştu ona. Kordonboyu’nda bir
balık restaurantaydı, çalan Zeki Müren şarkısına keyifle eşlik
ediyordu. Tekir balığı, göbek salata, midye tava ve rakıdan
oluşan menüsünü yerken, aklı hep Mehmet’teydi. Neredeydi
acaba? Ne yapıyordu? Çok iyi biliyordu ki bu soruların
cevaplarını çok yakında alacaktı, buna hiç şüphesi yoktu!
145 ORTAK
Neredeyse bir gün hiç kalkmadan uyumuştu, bu sefer
çıktığı yolculuk ilkinden çok daha uzun ve zorlu olmuş, dört
bin kilometre kadar yol kat etmişti. Uyandığında üzerinde bir
kırıklık hissetti, yataktan da çıkası yoktu aslında ‘galiba
şifayı kaptın Sadun efendi!’ dedi, kendine kızarak.
Kendini biraz zorlayarak yavaşça doğruldu, yatağın
kenarına oturdu. Adeta dayak yemiş gibi tüm bedeni
sızlıyordu, terliklerini giydi ve ayağa kalktı, ağır adımlarla
önce tuvalete girdi, ardından banyoya gidip elini yüzünü
yıkadı, dişlerini fırçaladı. Diş fırçalamak önemliydi onun için,
özellikle sigara içtiği yıllarda çok çay tükettiği için dişleri
çürümesin diye hiç aksatmadan sabah akşam fırçalamamıştı
dişlerini. Bu geçen yıllar boyu artık rutin ancak sağlıklı bir
alışkanlık olmuştu onun için.
Kalorifer her zaman ki ayarında yanıyordu, içerisi
sıcaktı ama üşüyordu, banyonun kapısına asılı duran kalın
bornozu aldı, üzerine giydi.
Canı hiç bir şey istemiyordu ama bir şeyler yemek için
zorladı kendini, biraz beyaz peynir, biraz zeytin ve bir dilim
ekmekle yaptı kahvaltısını. Çay demini alınca içine bolca
limon sıktı ve birazda kara biber serpti üzerine. Hayattayken
annesinden öğrenmişti bunu, soğuk algınlığını çok çabuk
iyileştirirdi, kendi tecrübeleriyle biliyordu bunu.
Oturma odasınına geçip pencere önünde ki koltuğuna
oturdu. Limonlu çayını yudumlarken boğaz manzarasını
izledi bir süre. Hızlıca içti çayını ve gidip bir tane daha
doldurdu, ancak bu sefer çay bardağına değil su bardağına
koydu demli çayı ve içine daha fazla limon sıktı, daha fazla
karabiber ekti üzerine.
146 Geri dönüp koltuğuna oturduğunda olan biten herşeyi
tekrar düşünüp analiz etti düşünceler aleminde. Aklında tek
soru vardı artık ‘Mehmet nerede?’
Buraya kadar tek başına gelmişti ancak bundan
sonrası için güvenilir birinden yardım almak şart olmuştu.
Üstelik tüm hızlı koşuşturmaya yaşlı bedeni dayanamamış,
yorgun düşmüştü.
Güvenip tüm olan biteni anlatabileceği yalnızca bir kişi
vardı, Meltem!
Çayı hızlıca içti ve kalktı, odadan çıktı, mutfağa boş
bardağı bıraktı, çayın altını kapadı. Üst katın merdivenlerini
ağır adımlarla çıkarken bacakları sızlıyordu.
Yatak odasında komidin üzerinde duran cep
telefonunu aldı, yatağın kenarına oturdu ve Meltem’i aradı,
‘Canım kızım nasılsın? Evet evet, sesimden de belli
oluyor maalesef, şifayı kapmışım işte... Aslında evet, gelmeni
isteyecektim ama bana bakman için değil! Seninle acilen
konuşmam gereken bir konu var Meltem... Yok biraz uzun
sürecek anlatacaklarım o yüzden şimdi görevi bırakıp gelme,
vaktin müsait olduğunda gelirsin... Tamam canım kızım, o
zaman akşam bekliyorum... Yok canım ne doktoru alt tarafı
soğuk algınlığı, bunun içinde doktora gidecek kadar
yaşlanmadım çok şükür’ dedi ve güldü Sadun komser...
Yattı ve akşama kadar hiç çıkmadı yataktan. Uyur
kalırım diye yatmadan önce cep telefonunun alarmını akşam
saat sekizde çalacak şekilde kurmuştu. Çalan alarmın sesiyle
uyandı ‘iyi ki kurmuşum alarmı, yoksa top atsalar
uyanmazdım’ dedi ve yataktan kalktı.
Kendini daha iyi hissetmesine rağmen hala bedeni
sızlıyordu, halsizdi. Pijamalarını çıkarttı ve kalın fitilli kadife
pantolon üzerine kalın bir kazak giydi.
147 Saat dokuz gibi geldi Meltem, yine yanında su böreği
getirmişti ve yine Sadun komseri için bol miktarca portakal,
mandalina ve muz. Her ne kadar kullanmayacağına emin olsa
da evde bulunsun diye yol üzerinde bir eczaneden soğuk
algınlığa iyi gelen bir ilaçla ağrı kesicide almıştı.
Kısa bir hal hatır sormanın ardından Meltem su
böreğini servis yaptı.
‘Sadun komserim telefonda önemli bir konu hakkında
konuşmamız gerek demiştiniz. Vallahi tüm günü merak
içinde geçirdim.’
Sadun biraz hınzırca gündü,
‘Birazdan
duyacağın
şeyler
kaybetmemeni diliyorum sevgili kızım!’
karşısında
aklını
Meltem iyice meraklanmıştı, Sadun komser onu biraz
daha meraklandırmak için kendini naza çeker gibi yapınca
Meltem rüşvet olarak ona demli bir çay getirdi.
Ve Sadun köşke taşındığı günden başlayarak yaşadığı
her şey, tüm detayları ile anlatmaya başladı. Anlattı, anlattı,
anlattı...
Meltem her duyduğu karşısında bir şok yaşıyor, ama
geçen her dakikada yaşadığı yeni şokların yanında öncekiler
küçük kalıyordu. Neredeyse üç saat boyunca anlattı Sadun ve
Meltem dinledi. Bazen ‘olmaz böyle bir şey komserim’ diyerek
heyecanla söze girdi ama komseri neyin olup neyin
olamayacağını zaten bildiği için konuşmasına izin vermeyip
anlatmaya devam etti.
‘İşte böyle evlat, son bir ayın hikayesi... Ancak peşinen
bir kez daha söylüyorum ki Meltem... Bu anlattıklarımızı hiç
kimseyle paylaşmayacaksın!’
148 ‘Komserim içiniz rahat olsun, ayrıca anlatsam da
kimse inanmazdı zaten!’
‘Öyle, öyle... Bizzat günlüklerin peşine düşüp onca yere
gitmesem, kendi gözlerimde görüp kulaklarımla duymamış
olsam bende inanmazdım emin ol ki’
‘Vay be komserim... Çok ilginç gerçekten de... Bu köşkü
almasanız, ya da ustanın adamları duvarı delmese bunların
hiçbirini öğrenemeyecektiniz, her zaman bir sır olarak
kalacaktı. Düşününde tüylerimi ürpertiyor!’
‘Evet Meltem, bunu bende çok düşündüm... ne diyelim,
kader!’
‘Peki komerim şimdi? Şimdi ne olacak?’
‘İzmir’den dönerken nüfus müdürlüğüne uğrayıp
Mehmet’in nüfus dökümünü aldım. Nüfusta hala sağ
gözüküyor ama malum işin o kısmı belli de olmaz. Birazdan
nüfus kaydını sana vericem, ne yap et bul şu çocuğu Meltem!’
‘Peki komserim, diyelim ki bulduk ve diyelim ki halen
hayatta... Sonra?’
‘Sonra... Güzel bir soru... Ancak şu ana kadar hiç
sonrasını düşünerek hareket etmedim bu konuda Meltem...
Sonrasını sonraya bırakalım ve hayatta mı değil mi öğrenelim
öncelikle’
Tamam komserim, elimden geleni yaparım merak
etmeyin’
‘Şüphem yok canım kızım’
‘Ama kıskandım sizi, meğer benden gizli ne maceralar
yaşamışsınız bunca zamandır!’
Güldü Sadun komser ‘Hayatımın macerası hayatımın
son demini yaşarken çıktı karşıma, buna da şükür’ dedi.
149 ‘Komserim öyle som dem falan demeyin, maşallahınız
var ayrıca’
‘Sağol kızım eksik olma... Ama senden bir şey daha
isteyeceğim’
‘Elbette komserim buyrun?’
‘Şu günlüklerde adı sıkça geçen bir profesör var... Halit
Bey’in çeviri işlerini yapmış olan adam... Profesör Kazım
Denizcioğlu... Onu da bir araştırmanı istiyorum, ona ne
olmuş, neyin nesiymiş? Halit beyin ekipdaşlarının ve
yetiştirilen çocukların öldürülmelerinin ardında bu adam bir
şekilde olabilir’
‘Anladım komserim, siz anlatırken bu benimde aklıma
geldi’
‘Ya öyle oldu... Ya bir şekilde birileri bunları fark etti...
Ya da...’
Cümlesinin sonunu getirmedi ve öylece düşüncelere
daldı Sadun komser, Meltem merakla gözünü ona dikmiş
cevap bekler halde duruyordu ki dayanamadı daha fazla,
‘Ya da dediniz komserim?’
Sadun kendine geldi daldığı düşünceden ve tebessümle
baktı Meltem’e,
‘Günlüklerde yazılanları hatırladım bir an. Çocukların
yaptıklarını... Önce mandıradakilerin orada olduklarını iki
kilometre geriden hissedip onları kendi yanlarına getirmeyi
başarmışlar... Sonra da kilometrelerce uzaklıkta ki köyün
çocuklarını getirmeyi neredeyse başarıyorlarmış...’
‘Evet komserim?’
‘Enver Mehmet’ten bahsederken ürktüğünü açıkça
yazmış... Sanki anne babasına, dedesine, ninesine ve
150 diğerlerine ne yaptığımız biliyor gibiydi diyor onun için...
Belki de Mehmet o çocuk aklıyla intikam aldı onlardan...
Birilerini haberdar etti ve belki de yeteneği o denli büyüktüki
kimleri haberdar etmesi gerektiğini biliyordu’
‘Olabilir komserim ama
neredeyse kendi de ölüyordu’
tüm
çocuklarla
beraber
‘E ne de olsa çocuk... O kadarını düşünememiş olması
gayet doğal’
‘Doğru diyorsunuz’
‘Neyse, bu yalnızca bir fikir, doğru mu değil mi zaman
onuda gösterecek nasılsa... Ha, bak az kalsın unutuyordum
Meltem... Günlükte bir kişinin mandıraya göz kulak olması
için orada bırakıldığı yazıyordu. Adı Sedat Velioğlu...
Giderken hatırlatta sana onun nüfus ve adres bilgilerini de
vereyim, bir de onu kontrol et bakalım onun başına ne
gelmiş...’
‘Tamam komserim, açıkçası tüm bunları bende çok
merak ediyorum. Bir an önce yarın olsa da gidip hemen
araştırmaya başlasam... Aslında en çok Mehmet'i merak
ettim... Hayattaysa nasıl biri oldu acaba? Sahip olduğu
sıradışı yetenekleri düşününce ürkmüyor değilim doğrusu...’
‘Evet, bu beni de ürküten tek şey aslına bakarsan...
Umalım da yeteneklerini kötü yolda kullanmamış olsun...’
‘O yaşta yurttan kaçıp bir başına ne yaptı acaba?’
‘Bunu öğrenmek senin görevin güzel kızım’ dedi
Sadun, gülerek...
Meltem izin isteyip gittiğinde saat gece biri geçiyordu.
Geceyle birlikte vücudunun sızlamaları daha da artmıştı ve
karşı koymak yerine teslim olmayı kabul edip yatağına
uzandı Sadun komser...
151 Ertesi sabah kendini iyi hissetmesine rağmen temkini
elden bırakmayıp dışarı çıkmamaya karar verdi. Eve tıkılıp
kalmak ona göre değildi ama neyse ki önceleri neredeyse
nefret edecek gibi olduğu köşkü sevmeye başlamıştı.
Can sıkıntısından günlükleri hızlıca taramaya karar
verdi, böylece gözden kaçırdığı bir şey varsa yakalama şansı
olacaktı. Ve elbette kulağı hep telefondaydı, artık Meltem’den
gelecek olan haberlere odaklanmıştı.
İlerleyen saatlerde Meltem hal hatır sormak ve
araştırmalara başladığını haber vermek için aradığında
heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Telefonu
kapattığında ise ‘sanki bu işler nasıl yürüyor bilmiyorsun,
hemen ne sonucu bekliyorsun?’ diye kendi kendine kızdı.
Mutfakta akşam yemeğini yerken çalan cep telefonu
üzerine koşarcasına gitti oturma odasına ve sehpa üzerine
bırakmış olduğu telefonun ekranında Meltem yazdığını
görünce telefona uzanan eli titriyordu.
Meltem nihayet ilk sonuca ulaşmıştı; günlüklerde
mandırada kaldığı yazılan Sedat Velioğlu’nun 1981 yılı mart
ayında Konya yolu üzerinde trafik kazası sonucu öldüğü
öğrenilmişti.
Bu aslında Sadun’un zaten beklediği bir haberdi o
yüzden hiç şaşırmadı, ancak Meltem’in bu gece onu
şaşırtacak başka bir haberi yoktu.
Bir gün sonra ise Prof. Kazım Denizcioğlu’nun 1985
yılında solunum yetmezliği sebebiyle kaldırıldığı hastanede
hayatını kaybetmiş olduğunu haber verdi Meltem.
Derinlemesine inceleme yapmayı da başarmıştı, bu gayri
resmi ve gizli bir araştırma olmasına rağmen. Prof. Kazım’ın
oldukça sıradan bir hayatı vardı ve dikkate değer hiç bir özel
durumu yoktu.
152 Artık geriye
kalmıştı, Mehmet!
Meltem’den
gelecek
tek
bir
haber
Sonra ki iki gün boyunca bekledi, beklemekten sıkıldı
dışarı çıktı, sahile inip çay bahçesinde oturdu. Sahil boyu
yürüdü, sıkılıyordu. Son bir ayı çok hareketli ve heyecanlı
geçmişti, özlüyordu daha şimdiden.
Nihayet Meltem aradı ancak telefonla bir şey söylemek
istemedi, ‘yanınıza geliyorum hem sizi görmüş olurum,
gelince konuşuruz’ demekle yetindi.
Sadun komser heyecanlı ve tedirgindi, acaba
Mehmet’in ölmüş olduğu haberini mi alacaktı? Neyse ki
bekleyişi fazla sürmedi, yarım saat kadar sonra köşkün
kapısı çalındığında koşarak gitti kapıyı açmaya!
Meltem paltosunu çıkartıp portmantoya asarken
Sadun onu yüzüne bakıyor, ifadesinden bir şeyler çıkartmaya
çabalıyordu,
‘E kızım çatlatmasana adamı! Ne oldu ne öğrendin
söylesene hadi!’ dedi, tatlı sert babacan tavrıyla.
‘Tamam komserim buyrun içeri oturalım anlatacağım
zaten ne öğrendimse’
Oturma odasına geçip karşılıklı oturdular, Sadun ‘hadi
ama’ dercesine bakıyordu Meltem’e,
‘Şimdi komserim... Verdiğiniz nüfus bilgilerine uyan
Mehmet Aksu’ya ait ne bir vergi hesap nosu, ne sosyal
güvenlik kaydı, ne mal alım satım kaydı, ne de bir trafik
cezası yoktu, daha doğrusu ehliyet kaydı bile yok. Daha da
ilginci askerliğini yapmamış ve yurt dışına çıkışı olmadığını
gibi adına kayıtlı pasaportta yok. Yani bildiğiniz hayalet!’
‘Eee?’ dedi heyecanını iyice belli ederek Sadun
komser,
153 ‘Emniyetin veri tabanında
telefonda söylemiştim size’
da
olmadığını
zaten
‘Yavrucum uzatma sadede gel buldun mu bulmadın
mı?’
Meltem muzipçe gülümsedi,
‘Kolay olmadı ama buldum!’
Sadun derin bir oh çekti,
‘Neredeymiş?’
‘İşin o kısmı biraz can sıkıcı komserim!’
‘Ne demek bu şimdi?’
‘Mehmet Aksu Adapazarı’nda bir mafya babasının
yanında takılıyor komserim!’
‘Yaa!’ dedi Sadun komser, canı sıkılmış halde.
‘Aklıma nüfus sayımı geldi, dedim mutlaka bir yerde
bu sayıma katılmış olmalı. Neyse ki son sayımda
Adapazarı’nda bir çiftlik evinde kaydı yapılmış. O sayede
buldum komserim’
‘Anladım evladım... Yeri tam belli mi?’
Meltem çantasını açtı, içinden bir blok not kağıdı
çıkartıp uzattı,
‘Bulunduğu yerin adresi!’
Sadun uzanıp kağıdı aldı, yazan adrese baktı.
‘Peki ya şimdi komserim?’
‘Şimdi... Gidip göreceğim!’
‘Komserim’
dedi
Meltem,
tedirginliği
sesine
yansıyarak ‘Sizi kimden ziyade neyin beklediğini bilmiyoruz,
154 o yüzden bu işi de bana bırakın!’
‘Olmaz Meltem... Tamam adam mafyaya atmış kapağı,
eyvallah. Ama işlediği bir suç ulaştı mı emniyete? Yok! Gidip
alamazsın öylece, olmaz... Hem yanlış olur böylesi. Gider
bulur kendim konuşurum!’
‘iyi de komserim gidip buldunuz, ne diyeceksiniz? Ne
konuşacaksınız? Ya adam son derece tehlikeli bir hal
aldıysa?’
‘Ne diyeceğimi henüz düşünmedim, yolda giderken
düşünürüm’
‘Peki, o halde ben de sizinle beraber geliyorum!’
‘Sen evine dön ve dinlen’
‘Komserim kusura bakmayın ama bu isteğinizi geri
çeviriyorum! Ben de geliyorum o kadar!’
‘Yavrucuğum gerek yok, dön evine, onca yere gittim
geldim bir şey mi oldu sanki? Karşında koskoca emekli
komser durduğunu unuttun galiba! Hem oralara giderken sen
yanımda mıydın?’
‘Haber vermeden gittiğiniz için maalesef yanınızda
değildim!’ dedi Meltem, sesinde yoğun iğneleme vardı bunları
söylerken.
‘Valla ya sizinle gelirim yada sizi takip ederim, karar
sizin!’
Sadun güldü,
‘Deli kız, kime çekmiş senin bu inadın anlamadım ki!’
dedi, gülmeye devam ederek.
155 MEHMET
Babası eski bir kabadayıydı, nam salmıştı. Babasının
izinden gitmek istedi ama layığı ile gidemedi, yol değiştirip
mafya babası olmuştu Tayfun Ağababa. Ona camiasında
Ağababa derlerdi, yeri geldiğinde ağalık yeri geldiğinde de
babalık yapardı. En iyi bildiği iş uyuşturucu kaçakçılığıydı.
Önceleri çok kez mal yakalatmış, hapse de bir kaç kez girip
çıkmıştı. Ancak son on iki yıldır birden şansı dönmüştü, artık
hiç bir emniyet gücü ona dokunamıyordu, adeta özel bir
dokunulmazlığı vardı!
Yalnızca bir kez, o da iki yıl önce suç üstü yakalanmış
ve mahkemeye çıkartılmıştı. Tüm deliler ortadaydı ve en az
yirmi yıl hapis kararı kesindi. Ama elini kolunu sallayarak
çıkmıştı mahkemeden ve hiç kimse o mahkeme salonunda ne
olduğunu anlayamamıştı!
Beş yıldızlı otelin kral dairesinin pencere pervazına
yaslanmış, dışarı bakıyordu Ağababa. Siyah İngiliz
kumaşından takım elbisesi üzerine vuran güneşte parlıyordu.
Yaşı elli beş olmuştu bir hafta önce, ‘ölüme bir yıl daha
yaklaşmanın şerefine’ deyip şampanya patlatmıştı öz kardeşi
ve sağ kolu ile birlikte. Çirkindi başkalarına göre, özellikle
burnu şekilsiz diye tabir edilen türdendi ve sanki suratına
sonradan eklenmiş gibi duruyordu. Ama Ağababa ‘Allah
çirkin şey yaratmaz’ der, kendini her daim karizmatik
bulduğunu söylerdi.
‘Abi şu beş yıldızlı otellerin kral dairesinde iş bitirme
olayına da hasta oluyorum ha!’ dedi, yatağa uzanmış olan öz
kardeşi Özden.
Özden kırkına basalı yedi ay olmuştu ama sanki
ağabeyi ile aynı yaşta gibi gösteriyordu. Saçları neredeyse
156 tamamen kırlaşmış, teni buruşmaya başlamıştı. Özellikle
alnında ki çizgiler çok derindi.
‘Bitti oğlum o eski dönemler! Yok artık terkedilmiş
köhne mekanlarda ver parayı al malı demeler! Bizde bundan
sonra artık böyle!’ dedi Ağababa, koltukta oturmuş, donuk
ifadeyle sigara içen sağ koluna baktı,
‘Öyle değil mi Mehmet?’
Mehmet cevap vermedi, sigarasından
çekerken Ağababa’yı takmıyor gibiydi!
bir
nefes
Ağababa belli etmemeye çalışırdı ama korkardı içten
içe Mehmet’ten! Aslında gerçekte kim baba kim sağ kol belli
değildi, sanki asıl patron Mehmet’miş de kendisi göstermelik
olarak önde duruyormuş gibi hissederdi. Hatta yalnız
kaldıklarında kardeşine ‘Bu çocuğun içine ya şeytan girmiş...
Ya da şeytan insan suretinde aramıza karışmış!’ derdi. Ama
Ağababa her ne kadar ondan çekinse de, Mehmet onun için
Tanrı’nın bir lütfuydu aynı zamanda.
Mehmet sigara izmaritini yere attı ve askeri postalları
ile üzerine basıp ezerken, Ağababa göz ucuyla onu takip
ediyordu.
Gerekmedikçe konuşmazdı Mehmet, hatta kimi anlar
gerektiğinde bile konuşmazdı. Her daim donuktu bakışları ve
yüzündeki ifade.
Elinin tersiyle kot pantolonunun üzerine düşmüş olan
sigara külünü silkeledi. Omuzlarına kadar inen siyah saçları
beyaz gömleğinin yakasının üzerine düşmüştü. Yüz ve fizik
hatları bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi narin ancak bir o
kadarda güçlü çizgilere sahipti. Geniş alnını usta bir ressamın
fırça darbelerinden çıkmış gibi duran kaşları süslüyor, koyu
mavi gözleri adeta parlıyordu. Teni pürüzsüzdü, yüzünde
doğal mimik çizgileri haricinde hiç çizgi yoktu, otuz beşine
157 gelmiş olmasına rağmen, yüzünde ki kirli sakalı olmasa
yirmili yaşlara takılıp kalmış gibi duruyordu.
‘Ah be Mehmet’im, sana da şöyle cillop gibi bir takım
elbise giydiremedik ki!’ dedi Özden.
‘Böyle iyi!’ diye karşılık verdi Mehmet, kendi gibi
donuk ses tonuyla.
‘İyi ama, hani yanımızda sönük kalıyorsun o bağlamda
söyledim Mehmet’im’
‘uzun etme Özden, sana ne? Ne isterse giyer!’ diyerek
susturdu kardeşini Ağababa.
Ne de olsa Mehmet’in sağı solu belli olmazdı! Kızdı mı
gözü kimseleri görmezdi, buna pek çok kez şahit olmuştu
Ağababa.
Oda kapısı çalındı, Ağababa’nın gözleri kapıya dikildi,
‘Özden aç şu kapıyı’ dedi.
Özden yayıldığı yataktan kalkıp kapıya gitti, açtı.
Gelenleri zoraki tebessümle başını hafif eğerek selamladı ve
‘içeri girin’ dercesine kenara çekildi.
Hasan ve iki adamı içeri girince Özden kapıyı kapattı.
Ağababa pencere önünde dikilmiş sevimli
tebessümle ona doğru yaklaşan konuklarına bakıyordu,
bir
‘Kardeşler hoş geldiniz, sefa getirdiniz’ dedi.
‘Hoş gördük Ağababa, hoş gördük!’ diye karşılık verdi
Hasan, sesi ve yüzü bozuktu aslında. Beraberinde gelen
korumaları biraz geride durdular, ceketlerinin altından
silahlarının kabzaları gözüküyordu.
Ağababa samimiyetle sarıldı misafirine, misafiri ise
isteksizce ve formalite icabı.
158 ‘Geç otur kardeş’ diyerek Mehmet’in karşısında ki
koltuğu işaret etti Ağababa. Hasan işaret edilen koltuğa
otururken, Ağababa da ikisini de çaprazına alacak şekilde
arada ki koltuğa oturdu,
‘Size ne ikram edelim?’ diye sordu Ağababa, nazikçe.
‘İkrama gerek yok, malı görelim, parasını verelim,
alalım gidelim... Bize bu kafidir!’ dedi Hasan, racon keser
ağızla.
‘Bizde usul farklı Hasan kardeş!’ dedi Ağababa, ‘Biz
parayı alır, malın yüklü olduğu konteynırın adresini veririz!’
Hasan yaslandığı koltuktan doğrulup öne doğru
çıkarken, aldığı öfkeli nefesler yüzünden göbeği inip
kalkıyordu. Kiloluydu ve nefes darlığı vardı, nefes alıp
verirken boğazından hırıltılı bir ses çıkıyordu mafya babası
Hasan’ın. Ağababa’ya yaşça denkti, ama ancak dökülmüş
saçları ve buruşmuş yüzü sayesinde ondan en az yirmi yıl
ilerde gibi duruyordu.
‘Ortada yirmi milyon dolar varken ben senin usulünü
bilmem Ağababa!’
‘Bilmezsen keyfin bilir Hasan kardeşim. Bizde böyle!’
‘İyi dersin hoş dersin de ya mal bozuksa? Hatta belki
gittiğim yerde mal yerine boş bir konteynır olmadığı ne
malum?’
‘Seninle bu ilk işimiz Hasan, eyvallah. Ama belli ki
sordun soruşturdun öyle geldin. Bizde yanlış olmayacağını da
herkesten illaki duydun, bizde yanlış olmaz!’
Ağababa ayağa kalktı, ceketini iki yandan tutup
kaldırarak etrafında döndü,
159 ‘Bak! Üzerinde silah bile yok! Hatta kardeşimde yada
sağ kolumda da yok!’ dedi ve yerine oturdu,
‘Eee?’ diye sordu Hasan ‘Silah taşımıyor olman bana
yanlış yapmıcan anlamına mı gelir yani Ağababa? Silahsız
dolaşmak senin tercihin ama bana göre yanlış tercih! E şimdi
senden parayı verip adresi alsam, sonrada seni vurup hem
paraya hem mala konsam, o zaman nasıl koruyacaksın
kendini?’
‘Dene!’ dedi Ağababa, ancak bu sefer ses tonunda
tehdit vardı!
‘Yok yani öyle bir şey yapacak değiliz evelallah, hoş
yapacak olsam zaten söylemem çeker sıkarım icabında. Farzı
misal bizimkisi!
‘Dene! Hasan’ım, dene!’ dedi bir kez daha Ağababa!
Hasan rahatsız olmuştu, terler süzülüyordu başından
yüzüne doğru.
‘Gardaş!’ dedi Hasan aynı tehdit kokan tonla ‘Malı
göster, parayı al! Uyuşturucu bu, içinden ne çıkacağı belli
olmaz!’
‘Özden uğurla kardeşlerimizi!’ dedi Ağababa.
Hasan öfkeyle soluyordu,
‘Bak Tayfun gardaş! İlk işimiz, yanlış yapma, boş inadı
bırak, göster şu malı verelim parasını alalım gidelim
yolumuza! Sana güvenip verilmiş sözlerim var, beni mahcup
duruma düşürme camiaya karşı!’
‘Bana itimadı olmayana verecek mal yok bende!
Uğurlar ola!’
Hasan öfkeyle kalktı koltuktan,
160 ‘Öyle mi Tayfun gardaş?’
‘Öyle!’
Hasan kapıya doğru hızlı bir kaç adım atarken,
adamları emir bekler halde öylece duruyorlardı. Hasan iki
adamının arasından geçip giderken bağırdı,
‘Sıkın lan kafalarına!’
İki koruma ellerini hızla silahlarının kabzalarına
götürürken, Ağababa ve kardeşi sakindi! Hatta ikisi de
gülüyorlardı!
Korumalar namlularında susturucu olan silahları
onlara doğrulttukları anda öylece kaldılar oldukları yerde!
Gören, onları donmuş sanabilirdi, öylesine hareketsizdi her
ikiside!
‘Sıksanıza lan!’ diye bağırdı Hasan, kapının önünden!
Korumalar şoka girmiş gibi, ellerinde Ağababa’ya
doğrulttukları silahlar, öylece kalmışlardı!
‘Sıksanıza laaan!’ diye tekrar bağırırken yanlarına
geldi Hasan, Ağababa’nın kahkahası onu büsbütün
delirtmişti!
İki koruma birden Hasan’a çevirdiler silahlarını,
Hasan şaşkın ve ürkmüştü!
‘Ulan şerefsizler! Kaça sattınız lan beni?’ diye haykırdı
Hasan!
Ağababa kahkahalarını kesip ciddileşti,
‘Nusla uslanmayanın hakkı budur usta!’ dedi ve göz
ucuyla Mehmet’e baktı!
161 O anda iki koruma Hasan’ın kafasına nişan aldıkları
silahların tetiklerini çektiler, sonrada silahları birbirlerine
doğrultup bir kez daha ateşlediler!
‘Eyvallah Memedim!’ dedi Ağababa!
‘Paralar
heyacanla.
nerde
‘Otoparkta
Mehmet!
Mehmet?’
arabasının
diye
bagajına
sordu
bırakmış!’
Özden,
dedi
162 İLK KARŞILAŞMA
Camları da dahil siyah Mercedes çiftlik evinin
avlusunda durdu. Ağababa ve Mehmet arka kapılardan
inerlerken, Özden arabayı stop edip bagaj kapağını açtı ve
inip doğruca bagaja gitti. Bagajdan iki büyük siyah deri
bavulu zorlukla indirdi ve girişte bekleyen iki korumaya
seslendi,
‘Gelin alın şunları!’
Korumalar hızlı adımlarla Özden’in yanına giderlerken
Mehmet’in elini kaldırmasıyla birlikte ikisi de durdular,
‘Yaşlı bir adam beni görmeye gelecek, içeri alın!’ dedi
ve kapıya doğru yürüdü Mehmet.
‘Hayırdır aslanım? Misafirin mi var?’ diye sordu
Ağababa ama Mehmet cevap vermeden açık olan kapıdan
içeri girdi.
Ağababa kardeşine dönüp cevap beklercesine baktı,
‘Bilmiyorum abi!’ dedi Özden omuzlarını silkerek,
‘Kimsesi yok ki kim gelecek bende merak ettim’
‘hayırdır inşallah’ dedi Ağababa ve kapıya doğru
yürürken, Özden de peşinden gitti,
‘Abi onu bunu bırakta, enayi parası yemek süper
hoşuma gidiyor! Hem mal elimizde kaldı hem de hanzonun
yirmi milyonu!
‘Uzun etme Özden!’ dedi Ağababa, azarlarcasına ve
kapıdan içeri girdi.
Özden de hıncını korumalardan çıkartmak ister gibi,
‘Sallanmayın! Bavulları abimin odasına bırakın’ diye
163 bağırdı.
Siyah Mustang çiftlik evinin girişinde durdu! Sadun
arabadan inmek üzereyken, yan koltukta oturan Meltem de
inmeye kalkışınca,
‘Sen burada beni bekliyorsun!’ dedi Sadun, emreder
tavırla.
‘Ama komserim!’
Sadun elini kaldırıp Meltem’in sözünü kesti,
‘Seninle geleceğim dedin geldin. Şimdi bekle diyorum
ve bekleyeceksin küçük hanım!’
‘İyi de komserim’ dedi Meltem ama cümlesenin
tamamını getiremeden Sadun komseri eli bir kez daha
havaya kalktı,
‘On dakika! On dakika sonra içeriden çıkmamışsan
ister içeri dal ister emniyeti ayağa kaldır! Anlaştık mı?’
Meltem pes etmiş edayla ‘Anlaştık komserim’ dedi ve
açmış olduğu kapıyı çekip kapadı.
Sadun arabadan indi, kapıyı kapadı ve çiftlik evine
doğru yürürken etrafına bakındı. Yakınlarda başka ev yoktu,
ev lüks bir villa tarzında yapılmıştı ve üç katlıydı. İçinde
bulunduğu arazinin büyük arazinin etrafı dikenli tellerden
oluşan bir duvarla çevrilmişti.
Oldukça büyük olan bahçe kapısını açıp içeri girerken
etrafta kimselerin olmamasını garipsedi Sadun komser ‘Hem
mafya babası olacaksın, hem böyle ıssız bir yerde
yaşayacaksın hem de etrafa hiç adam koymayacaksın, tuhaf’
diye düşündü.
Evin kapısına geldiğinde kapıyı çalmak üzereyken
korumalardan biri tarafından açıldı kapı,
164 ‘Buyrun’ dedi koruma ‘Mehmet bey salonda sizi
bekliyor’
Sadun şaşırdı, ama belli etmemeye gayret ederek içeri
girdi, koruma dışarı çıkıp kapıyı kapadı.
Her yan o kadar antika eşyayla doluydu ki, evden
ziyade bir müzeyi andırıyordu Ağababa’nın çiftlik evi.
Salonun kapı girişinde her iki yanda antik Yunan heykelleri
adeta nöbetçi gibi duruyorlardı. Zemin zümrüt yeşili
mermerle döşeliydi ve üzerinde kabartma desenli oldukça
büyük bir Çin halısı seriliydi. Yüksek tavandan sarkan
kocaman kristal avizede en az yüz yıllıktı.
Özden ve Ağababa’nın gözü salon kapısındaydı, kimin
geldiğini merak ediyordu ikisi de. Bunca yıldır kimse
Mehmet'i görmeye gelmemişti nede olsa. Mehmet ise yine
donuk ifadesiyle gözünü yere dikmiş sigara içiyordu.
Sadun kapıda belirdi ve Mehmet olduğuna kanaat
getirdiği gence gözlerini babacan tavırla dikerek,
‘Merhabalar’ dedi.
‘Bizi yalnız bırakın!’ dedi Mehmet, demedi adeta
emretti!
Özden ve Ağababa hiç bir şey demeden kalkıp odadan
çıkarlarken bakışlarıyla Sadun’u incelediler.
Sadun ağır adımlarla koltukta oturan Mehmet’e
yaklaştı, karşısında durduğunda heyecanlıydı. Günlüklerde
okuduğu o genç şu an karşısında duruyordu!
Mehmet ona ‘oturun’ bile demedi, yalnızca donuk
gözlerini dikti, bir an baktı! Tam Sadun bir şey diyecekti ki
ondan önce söze girdi,
‘Niye geldiğini biliyorum!’ dedi!
165 ‘Nasıl?’ dedi Sadun şaşkın bir merakla. ‘Kapıda ki
koruma da beni beklediğinizi söyledi, nerden biliyordunuz?’
‘Cevabı biliyorsun!’
Sadun hafifçe güldü,
‘Evet, günlüklerde özel yeteneklere sahip olduğunuzu
okumuştum ancak bu kadarını beklemiyordum’ dedi.
Mehmet cevap vermedi.
‘Aslında hakkınızda öğrendiklerimi sizinle paylaşmak
ve elbette sizinle tanışmak istedim evladım, ancak
görüyorum ki bir
şey anlatmama gerek yokmuş. Ne
zamandır-’
Mehmet bir kez daha sözünü tamamlamasına izin
vermedi,
‘Adımı andığından beridir senden haberdarım! Ve
bildiğin herşeyi de biliyorum, sayende!’
‘Anladım evladım... Ben... Aslında benimle gelmeni
isteyecektim... Şu halde nedenini biliyorsun!’
Mehmet yavaşça ayağa kalktı,
‘Babalık!’ dedi ‘Dön git evine, emekliliğinin tadını
çıkart!’
‘Mehmet!’ dedi Sadun ve ses tonu ciddileşti ‘Onca
insan can verdi, bir hayat bile yaşayamadan ölüp gittiler...
Tüm bunlar boşuna yaşanmış olmamalı be evlat!’
Mehmet eliyle kapıyı işaret etti!
Sadun başını öne eğdi, üzgündü. Elini ceket iç cebine
attı, cüzdanını çıkarttı. Cüzdanından bir kartvizit aldı ve
Mehmet’le aralarında duran antika sehpanın üzerine bıraktı,
166 ‘Olurda fikrini değiştirirsen... Araman yeterli... Seni
gördüğüme memnun oldum evlat... Lütfen iyi düşün’ dedi ve
ardını dönüp odadan çıkarken Mehmet de tekrar koltuğa
oturdu.
Meltem arabanın etrafında canı sıkkın halde
adımlarken, Sadun’un evden çıkıp ona doğru geldiğini
görünce rahatladı. Ancak Sadun komserin yüzünde ki hüznü
görünce görüşmenin iyi gitmediğini kavradı.
‘Baba ne oldu?’ diye sordu.
‘Arabaya bin evladım, yol da anlatırım’
İkisi de arabaya bindiler, Sadun arabayı çalıştırdı, bir
iki manevra ile geldikleri döne döndürdü yaşlı arabayı ve
uzaklaştılar.
Sadun olanı biteni özetledi Meltem’e. Meltem
duyduklarından daha ziyade Sadun komserin üzülmesine
üzülmüştü.
‘Yazık’ dedi Meltem ‘Anne babasından ne farkı var ki
şimdi bunun? Onlarında bir hayatı olmadı. Şimdi bunun bir
hayatı var mı baba?’
‘Maalesef kızım, maalesef!’
‘ne düşünmüştünüz ki komserim buraya gelirken?’
‘Bir düşünsene be Meltem. Emniyette Mehmet gibi özel
yeteneklere sahip birinin olduğunu düşün!’
‘Yani, iyi olurdu tabi ama sen imkansızı hayal etmişsin
ben komserim’
‘Şu ana kadar şahit olduklarımda hayalden farksızdı
güzel kızım. Neden olmasın dedim... Bilmiyorum... Belki de
bir yanım her ne kadar onaylamasam da Halit Bey’in
başlattığı ve sonunu göremediği bu planın sonucunun
167 alınması gerektiğine inanıyor!’
Meltem şaşkınlık dönüp baktı,
‘Komserim Halit Bey’in inandığı o sırra inandığınızı
bilmiyordum!’
‘İnanıyorum demedim. Ama sonuçta o planın bir
meyvesi olarak Mehmet var ortada. Böyle bir tehdit var mı
yok mu bunu bilmeyi isterdim, hepsi bu!’
‘E diyelim ki var, ne olacak ki? Mehmet onlarla
savaşacak mı sanıyordun? Adama baksana bildiğin azılı
mafya olmuş!’
‘Ne bileyim be kızım, birden hayallere kapıldım işte.’
Kısa bir sessizlik oldu araba içinde. Meltem göz ucuyla
komserine baktı,
‘İyi misiniz?’
‘İyiyim evladım sağol... Tuhaf olan ne biliyor musun?’
‘Nedir komserim?’
‘İçeri girdiğimde salonda üç kişi vardı ama Mehmet’in
kim olduğunu hemen anladım. Ve hiç yabancı gelmedi bana.
Sanki daha önce gördüm gibi ama hatırlayamıyorum’
‘Komserim siz gördüğünüz bir yüzü asla unutmazsınız,
günlüklerin etkisiyle öyle gelmiştir bence’
‘Kim bilir? Belkide.’
168 OLMAK VE ÖLMEK
Mehmet’le görüşmesinin üzerinden bir hafta geçmişti,
kendini kötü hissediyor ve buna bir anlamda veremiyordu.
Neden? Tüm bu yaşananlar ve Mehmet neden bu denli önem
kazanmıştı onun için? Birileri bir hayalin peşine takılıp uzun
bir yoldan geçmiş, hayalin ürünü olarakta bir kişi çıkmıştı
ortaya ve o kişi yolunu kaybetmişti. Belki hiç gideceği bir
yolu bile olmamıştı. Onun gibi niceleri vardı dünyada ve Halit
Bey gibi bir hayal uğruca nice canlara kıyan niceleri vardı.
‘Peki neden?’ diye sorup duruyordu kendine Sadun,
‘neden dünyada benzeri bir sürü olay varken ve onları hiç
umursamazken buna bu denli takılıp kaldım?’ Soruyor ama
kendi sorusunu cevaplamıyordu. Gizli bir el onu adeta
çekiyor ve bırakmıyor gibiydi, bu durum onu büsbütün
rahatsız ediyordu.
Banyonun aynasında kendine baktı, yıllardır her gün
olduğu traşını bir haftadır aksatıyordu, yüzünde oluşan kirli
sakalın tamamına yakınının beyaz renkte olduğunu gördü ‘ne
bekliyordun ki?’ diye sordu kendi kendine. Canı sıkkındı,
etrafında birileri olsa çatacaktı ama kimsecikler yoktu,
hıncını her daim kendinden çıkartır, kendine çatar olmuştu.
Doğru dürüst yemekte yemiyordu, önceki gece onu
ziyarete gelen Meltem zorla yemek yedirmişti ve kendini bir
annenin zorla yemek yedirmeye çalıştığı küçük bir çocuk gibi
hissetmişti.
Aslında kendine itiraf edemesede onu bu denli rahatsız
eden şey buydu, yıllar boyu sahip olduğu yetki ve belinde ki
silah tüm suçlulara boyun eğdirmesini sağlamıştı. Ancak
Mehmet... O da bir suçluydu işin gerçeği, hem de azılı bir
suçlu belki de, onun karşısında varlık gösterememiş hatta
169 boyun eğmiş olması rahatsız ediyordu onu, içten içe.
Oturma odasında pencere önünde ki koltuğa oturmuş
donuk gözlerle gecenin karanlığına dalıp gitmişti,
bakışlarında ki donukluktan rahatsız oldu pencere canımda
aksini görünce, tıpkı Mehmet gibi baktığını fark etti!
Başını çevirdi, odanın ıssızlığı ile göz göze geldi, gözü
rafta yanyana dizili halde duran günlüklere takıldı. Önceleri
ona hayatının macerasını yaşattığı günlükler, şimdi
hayatının hezeyanını yaşatmış gibi duruyorlardı.
Bir arabanın köşkün önüne gelip durduğunu duydu,
‘Dayanamadı yine kontrole geldi, zavallı kızı işinden
gücünden ediyorum’ diye düşündü.
Kalktı ve henüz çalmayan kapıya doğru gitti, kapıyı
açtı öyle kaldı, bahçe kapısı önünde ki taksi manevra yapıp
uzaklaşırken.
Donuk gözlerini
bakıyordu Mehmet!
Sadun
komsere
dikmiş
öylece
Neden sonra kendine geldi Sadun, tebessüm etti,
‘Gel, buyur Mehmet’ dedi, geçsin diye kapıyı iyice
aralayıp kenara çekildi.
Mehmet içeri girdi, siyah askeri postallarını
çıkartırken Sadun da kapıyı kapadı. Kapının kolundaki elinin
yine titrediğini fark etti, yine içini karşı koyamadığı heyecan
kaplamıştı.
‘Buyur geç içeri otur, bende bir çay koyayım, dışarısı
soğuk üşümüşsündür.’ derken kolunu uzatarak nazikçe
oturma odasını işaret etti.
Mehmet bir şey demeden odaya doğru gitti, Sadun da
mutfağa.
170 Mehmet odaya girdi ve doğruca pencere önüne doğru
giderken gözü raflarda dizili olan günlüklere kaydı bir
anlığına, başını çevirdi. Pencerenin önünde ayakta durup
boğazın gecenin karanlığını delen ışıltılı parıltılarına baktı.
Pencere canıma düşen aksinden kapı önünde durmuş ona
bakmakta olan Sadun’u gördü,
‘Bilmiyorum!’ dedi!
Sadun da tam olarak ‘Ziyaretini neye borçluyum?’
demeye hazırlanıyordu ki sorusunu soramadan cevabını
almıştı, ancak şaşırmadı bu sefer, Mehmet’in özel durumunu
artık garipsemiyordu.
Mehmet’in yanına doğru giderken,
‘Seninle anlaşmak çok kolay, konuşmaya bile gerek
yok’ dedi hafif gülerek.
Ama Mehmet gülmedi, pencere önünde sırtı ona dönük
vaziyette put gibi duruyordu.
‘Otursana Mehmet’ dedi Sadun, kendisi her zaman
oturduğu koltuğa otururken.
Mehmet karşısında ki koltuğa oturdu, montunun
cebinden sigara ve çakmak çıkarttı, paketten bir sigara
alacakken duraksadı, paketi Sadun’a uzattı.
Sadun tebessümle elini pakete uzatmışken durdu!
‘Pakette ki son sigarayı içmek için sizce doğru zaman
mı Sadun komserim?’ diye sordu Mehmet, manidar tavırla.
Sadun da tam duraksadığı anda bunu düşünmüştü
aslında, paketinde kalan son sigarayı keyifli bir anda içmeye
karar vermişti ve günlerdir o sigara pakette duruyordu.
Henüz sebebini anlamamış olsa da Mehmet’in gelmiş olması
keyfini yerine getirmişti,
171 ‘Evet’ dedi Sadun ‘Yeterince bekledi zavallı sigara’
Kalktı ve portmantoda asılı duran paltosunun dış
cebinden buruşmuş paketi alıp geri döndü, koltuğa oturdu ve
paketi sehpanın üzerine bıraktı,
‘Çay demlensinde öyle içeyim bari’ dedi.
Mehmet bir sigara yaktı ve derin bir nefes aldı, paketi
ve çakmağı iki koltuğun arasında duran sehpaya, Sadun’un
paketinin yanına bırakırken, cevap bekler ifadeyle ona bakan
Sadun’la göz göze geldi,
‘Bilmiyorum dedim az önce! Belki cevabı siz verirsiniz,
nede olsa beni bulmak için çok çabaladınız!’ dedi.
Sadun haklısın dercesine başını hafifçe salladı,
‘Seni gayet iyi anlıyorum evlat. Kimsen yok, aslında
benimde öyle. Hele emekli olduktan sonra kendimi öylesine
yalnız hissettim ki, seni gayet iyi anlıyorum. Aslında ne bir
amacın nede bir hayatın var. Tıpkı...’ dedi ama devamını
getiremedi Sadun.
‘Tıpkı annem ve babam gibi... ve onların anne babası
gibi, ha komserim?’
‘Öyle, maalesef öyle...’
Kısa bir sessizlik oldu, başı önde düşünen Sadun başını
kaldırınca Mehmet’in günlüklere baktığını fark etti,
‘Herşey onları bulmamla başladı’ dedi.
Mehmet ‘biliyorum’ dercesine başını sallarken kısarak
baktığı gözleri günlüklerin üzerindeydi.
‘Ne oldu?’ diye sordu Sadun ‘Mandıradan ayrıldığınız o
dönemde ne oldu Mehmet?’
172 Mehmet sigaranın külünü tam yere silkecekti ki
durdu, kül tablası arar gözlerle etrafına bakındı.
‘Normalde sigara içmediğim için kül tablam yok, dur bi
çay tabağı getireyim’ dedi Sadun ve odadan çıktı.
‘Su kaynamış komserim, çayı demleyin bari gitmişken,
ben avucumla idare ederim’ diye seslendi Mehmet ve
avucuna kül tablası niyetine kullandı.
‘Herkesin düşüncesini okuyor olabilmek nasıl bir şey?’
diye seslendi mutfaktan, çayı demlemekte olan Sadun.
‘Genelde iyi. Ama kimse iyi şeyler düşünmüyor, herkes
kötülük peşinde bunu bilmek can sıkıcı!’
Biraz sonra elinde çay tabağı ile geldi, tabağı sehpaya
bıraktı ve koltuğa oturdu Sadun, Mehmet’te elindeki külü
tabağın üzerine silkeledi.
‘Senin etrafında öyle olabilir, ama dünyada hala iyi
insanlar var evlat...’
‘Olabilir, ama bana denk gelmedi henüz’
‘Belki denk gelmiştir de sen fark etmemişsindir!’
‘Tuhaf!’ dedi Mehmet, gözlerini Sadun komsere
dikerek, ama o tehditkar ve donuk bakışları yumuşamıştı.
‘Nedir tuhaf olan?’
‘İçinizde hiç korku yok, genelde insanlar hep korkar’
‘Senden mi?’
‘Kendimi kast etmedim, genel olarak hayata dair hep
bir korkuları vardır insanların, sizde yok.’
Sadun güldü ‘Korkacak vaktim hiç olmadı evlat’ dedi.
173 ‘Ama içinizde anlam veremediğiniz tuhaf bir sevgi var’
dedi Mehmet ve ekledi ‘Bana karşı!’
‘Evet, etkilendim sanıyorum. Çocukluğuna kadar olan
hayatını biliyorum nede olsa. Galiba etkilendim’ dedi Sadun
ve bir an başını öne eğip düşünür ifadeyle yere baktıktan
sonra,
‘Aslında ikimizde biliyoruz’ dedi.
‘Neyi?’
‘Senin neden buraya geldiğini... ve benim sana karşı
neden içimde bir sevgi oluştuğunu...’
Sadun başını kaldırıp Mehmet’in gözlerinin içine baktı,
adeta meydan okur gibiydi,
‘Sen bir hayat istiyorsun evlat! Kendine ait bir hayat...
Sevmek istiyorsun, etrafında da seni seven insanlar olsun
istiyorsun... Normal, sıradan bir insan gibi olmak istiyorsun...
ve benim sana bunu verebilecek yegane kişi olduğumu
hissettin... İşte sen bu yüzden buradasın!’
Mehmet cevap vermedi ama yüzünde ilk kez belli
belirsiz de olsa bir tebessüm belirdi, sigara izmaritini çay
tabağına bastırıp söndürdü.
‘Sahip olduğun yetenek Tanrı’nın sana bir lütfu... Ve
seninde insanlar için bir lütuf olman gerek! Kıyılan onca can,
çalınan onca hayat aksi halde boşa gitmiş olur evlat!’
‘Peki ya siz? Bana duyduğunuz bu sevgi nedir?’
‘Belki bir evlada sahip olamamış olmamın verdiği
özlem... Belki sende bir parça kendimden izler görmem... Ama
en önemlisi... Sanki, Tanrı seni bulmamı ve sana sahip
çıkmamı istedi benden... Emekli olmam, bu köşke taşınmam...
Şu günlükleri bulmam... Okuduklarımın peşine pes etmeden
174 düşmüş olmam... ve nihayetinde seni bulmam... Tüm bunlar
tesadüf değil, olamaz! Bu kader evlat, kader! Hayat ol ve öl
emri arasında sıkışıp kalmış bir şey ve ben ölümüme
yaklaştığım şu son yıllarıma kadar hep vatanıma hizmet için
çabaladım. Hiç şüphem yok ki Tanrı ölmeden evvel son görev
olarak seni kazanmamızı istedi benden!’
Mehmet cevap vermedi, devam etmesini ister gibi
baktı yalnızca,
‘Zihnimi okudun, biliyorsun... Seni görmeye gelirken
bir hayale kapıldım senle ilgili... Seni bir şekilde Emniyet
gücünün parçası haline getirmeyi düşledim... Olacakları bir
düşünsene! Üstelik kurulu bir düzenin, arkadaşların, birlikte
omuz omuza mücadele vereceğin polis dostların, en önemlisi
bir hayatın olacak... Ve elbette hiç tanımadığın ailen... Boşu
boşuna ölmemiş olacaklar...’
Mehmet başı önde düşünceli halde öylece durdu, cevap
vermedi, aklı karışık gibiydi...
‘Soruma cevap vermedin hala?’ dedi Sadun...
Mehmet başını salladı ve ona baktı,
‘Biliyordum’ dedi... ‘O insanların mandırada bizden
öncekilere neler yaptığını biliyordum. Annemim babamın o
evin arka tarafında gömülü olduğunu da biliyordum... ve
çocuktum... Tahminin doğru Sadun komser... Onları öldürmek
istedim... Aslında öylesine güçlüydüm ki o zaman... Bir
deprem ve hepsi bu! Hepsini gece uyurken toprağın altına
gömebilirdim... Ama civar köylerde yaşayan insanların zarar
görmesini istemedim, o yüzden bunu farklı bir yolla
hallettim...’
‘Onların peşlerine düşüp teker teker avlayanlar kimdi
peki?’
175 ‘Halit denen o adamın en büyük korkusuydu onlar!’
Sadun şaşırdı ‘Yani doğru, öyle mi?’
‘Enver çok zeki bir insandı. Er geç düşüncelerini
okuyabileceğimizi biliyordu. Bu yüzden hiç bir şey
düşünmeden durabilmek için kendini iyi eğitmişti. Hatta bu
konuda öyle ileri gitmişti ki, anılarına dahi ulaşamıyordum!
Aslında bizi eğitmek için kullanılan bilgileri kendi üzerinde de
deniyordu... Ama bir yolunu buldum ve anılarına sızdım...
Halit’ten de, yaptıkları her şeyden de haberim oldu bu
sayede... Halit’in korktuğu o kişilerden birinin zihnine
ulaşmayı başardım ve orada neler olup bittiğini anlattım!’
‘Peki neden bir anda oraya gelip hepsini öldürmek
yerine teker teker avladılar?’
‘Ben öyle istedim, gelenleri kontrol altına alıp
yönlendirdim! Enver ve diğerleri ölüm korkusunu yaşasınlar,
her an öldürülecekler korkusuyla yaşasınlar istedim!’
‘Peki ya o zavallı çocuklar? Onlar yazık etmiş olmadın
mı? Neredeyse seni bile öldüreceklerdi!’
‘Aslında her şeyi kontrol edebilecek durumdaydım
ama dediğim gibi, Enver’in zihnini her zaman okumak
mümkün olmuyordu. Orayı terk ettiğimiz gecenin akşamında
yemeğimize bir nevi sakinleştirici katmış olduğunu çok sonra
anladım! Hepimizi teker teker hipnoza aldı, en son ben
kalmıştım. Ne yaptığını biliyordum ama sersemlemiş
haldeydim karşı koyamadım... Sonra her şey kontrolümden
çıktı’
‘Şu halde günlükte yazanlara ters bir durum var!’
‘Evet, bize mandrayı, yaşadıklarımızı ve hatta sahip
olduğumuz tüm yetenekleri unutturmak üzere hipnoz
yapmıştı Enver... Başardı da... her birimizi kimin yanına
176 verecekse onun babamız olduğunu, annemizin bizi
doğururken öldüğünü telkin etti hipnoz esnasında... Önceleri
hipnozun tesiri altında yaşadım... Beni Çanakkale’ye ailesinin
yanına götüren Benan’ı öz babam diye bildim... Ama o gece...
Sıranın bize gelmiş olduğu o gece evin içinde bizi öldürmeye
gelmiş olan o iki kişiyi görünce ilk kez yoğun bir korku
yaşadım! Nasıl oldu bilmiyorum ama kısmende olsa hipnozun
etkisinden kurtuldum o anda... Sanki derinlerde bir şey, bir
çatlak buldu ve sızıp yüzeye çıktı... Eski gücüme asla
kavuşamadım ama geri gelende yetti o anda... Sonrasını
biliyorsunuz...’
Mehmet’in yüzünde ağır bir hüzün vardı ve Sadun ona
şefkatle baktı.
‘Bilemezdim... Böyle olacağını bilseydim, o zavallı
çocukların da can vereceğini bilseydim... Asla kalkışmazdım
böyle bir şeye... Benim o adamlardan, onlardan ne farkım
kaldı ki?’
Mehmet başını önüne eğdi, ağlamamak için
dudaklarını ısırıyordu. Sadun onu biraz yalnız bırakmak için
çayı bahane etti,
‘Çay demlenmiştir’ dedi ve odadan çıktı...
Mehmet’in dolu gözlerinden damlalar süzüldü,
müdahale etmedi, akmasına izin verdi gözyaşlarının, belki de
ilk kez!
Sadun iki çay bardağı aldı dolaptan, içlerine birer
kaşık, altlarına birer tabak koydu ve masaya dayalı
sandalyelerden birini çekip oturdu. Bir süre daha Mehmet’i
yalnız bırakmak istedi.
On dakika kadar geçmişti, Sadun dalıp gitmiş
haldeyken Mehmet’in mutfak kapısından ona baktığını fark
edince tebessüm ederek ayağa kalktı,
177 ‘Çayın biraz daha demini almasını beklerken dalmışım,
kusura bakma’
Mehmet imalı bir tebessümle karşılık verdi, biliyordu
nede olsa neden içeri gelmediğini. Ve Mehmet hayatında ilk
kez birine saygı duyduğunu fark etti o an!
‘Siz içeri geçin, çayı ben getiririm’ dedi.
Sadun bu tavra memnun kalmıştı, Mehmet’in içinde ki
gizli ancak düzgün kişiliğin ortaya çıkmaya başlaması onu
fazlasıyla mutlu etmeye yetti,
‘Peki evladım, nasıl istersen’ dedi ve mutfaktan çıktı.
Mehmet elinde çaylarla odaya geri döndü, ikisinide
sehpaya bıraktı,
‘Sağolasın’ dedi Sadun.
‘Afiyet olsun’
Sadun sigara paketini aldı ve içinde kalan tek sigarayı
aldı, paketi buruşturup sehpaya bıraktı. Çakmağı alıp
sigarayı yakarken Mehmet’in gözü ondaydı,
‘Bu gerçekten son mu?’ diye sordu.
‘Kendime söz verdim! Hayatım boyuncada verdiğim
tüm sözleri tuttum, biri hariç onun içinde pişmanım ya
neyse!’
‘Annenize evleneceğinize dair verdiğiniz söz ha?’
Sadun güldü ‘evet, aynen öyle’ dedi.
Mehmet de kendi paketinden bir sigara alırken,
‘O halde bende size bir söz vereyim’ dedi.
Sadun şaşkın bir merakla Mehmet’e baktı,
‘Bir daha zihninize girmeyeceğime söz veriyorum!’
178 Sadun güldü,
‘Açıkçası buna çok sevinirim, böyle kendimi sokakta
çıplak yürüyormuşum gibi hissediyordum’ dedi.
Mehmet sigarasını yaktı,
‘Meltem!’ dedi!
Sadun merakla baktı ona,
‘Ne olmuş Meltem’e?’ diye sordu.
‘Size su böreği almış!’ dedi Mehmet ve o anda kapı
çaldı!
Sadun gülerek kalktı koltuktan,
tabağına bırakıp kapıya gitti, açtı,
sigarasını
çay
‘Hoş geldin kızım’ dedi, elinde poşetle gülümseyerek
içeri giren Meltem’e.
‘Hoş bulduk komserim’
Sadun kapıyı kapatırken, Meltem de ayakkabılarını
çıkartıyordu ki gözü Mehmet’in postallarına takıldı,
‘Komserim kusura bakmayın arayıp haber vermeden
geldim ama misafiriniz var galiba’
‘Yabancı değil evladım, Mehmet burada’
Meltem şaşkınlıkla baktı ve kısık sesle ‘O Mehmet mi?’
diye sordu.
Sadun ‘evet’ dercesine başını salladı.
‘Niye gelmiş?’ diye sordu aynı kısık sesle.
‘Anlatırım sonra’ dedi Sadun, tıpkı Meltem gibi kısık
sesle.
179 ‘Ben poşeti mutfağa bırakayım, sizde ayakta kalmayın
komserim’
‘Peki kızım’
Sadun odaya geri dönerken, Meltem paltosunu
çıkartıp portmantoya astı, mutfağa girerken göz ucuyla
oturma odasına doğru baktı ve çayını yudumlamakta olan
Mehmet’i görüp mutfağa girdi,
‘Hıım, bayağı bir karizmaymış arkadaş’ dedi, elindeki
poşeti masanın üzerine bıraktı, kendine bir çay aldı ve
mutfaktan çıkıp odaya gitti.
‘Hoş geldiniz’ dedi Meltem tebessümle,
‘Hoş bulduk Meltem hanım’
Meltem elini uzattı, tokalaştılar.
Meltem, Sadun komserin yanında
otururken onun da sigara içtiğini fark etti,
ki
koltuğa
‘Baba yine mi sigara?’
‘Bu son kızım, valla son! Hatta bizde Mehmet'le tam bu
konuyu konuşuyorduk ki sen geldin’
‘Peki, öyle olsun bakalım’
Meltem sigarasını söndürmekte olan Mehmet’e baktı,
sanki bir yerden tanıyormuş da çıkartamıyormuş gibiydi,
‘Tuhaf!’ dedi ‘Komserim sizi ilk gördüğünde bir yerden
tanıyormuş
ama
çıkartamıyormuş
gibi
hissettiğini
söylemişti... Şimdi bende aynı hisse kapıldım!’
Mehmet manidar şekilde tebessüm ederek baktı
Meltem’e,
‘Aslında daha önce ikinizlede karşılaştık!’
180 Sadun ve Meltem şaşkınlıkla baktılar Mehmet’e,
‘Nerede karşılaştık?’ diye aynı anda sordular,
‘İki yıl önce beni beraberimdekilerle suçüstü yapıp
tutuklamaya kalkışmıştınız!’
‘Nasıl yani ya? Peki neden hatırlamıyorum ben bunu?’
Sadun anlamış edayla baktı Meltem’e,
‘Anlaşıldı!’ dedi, ‘Meltem’ciğim... Mehmet’in insanların
zihnini okuma yeteneği olduğu gibi bildiklerini unutturma
yeteneği de varmış anlaşılan’
‘Şaka gibi!’ dedi Meltem, Mehmet’e bakarak, ‘Ama
yeterince unutturmayı başaramamışsınız ki sizi hatırlar gibi
olduk!’
Mehmet hafifçe gülerek karşılık verirken, Sadun da
son sigarasını çay tabağına basıp söndürdü,
‘Elveda eski dost!’ dedi.
‘Aman komserim öyle dostunuz olacağına varsın hiç
olmasın daha iyi’
‘Artık olmayacak zaten merak etme evlat’
‘Eyvallah komserim, ben çaylarınızı tazeleyeyim’ dedi
Meltem ve her ikisinin boş bardaklarını alıp mutfağa gitti.
Çayları koyarken şaşkınlığı hala yüzündeydi,
‘Adama bak yaa, neler yapabiliyormuş... Aslında hoş
çocuk’ dedi kısık sesle ve sanki pot kırmış edayla durdu bir
an,
‘Ya şimdi zihnimi okuyorsa!? Aptal Meltem!’ dedi,
kendine kızarak!
Mehmet’in güldüğünü fark etti Sadun,
181 ‘Hayırdır aklına bir şey mi geldi?’ diye sordu,
Mehmet kapıya doğru bakarak,
‘Meltem... Benden hoşlanmış da, ona güldüm!’
Sadun’un gülen yüzünde tatlı-sert bir ciddiyet belirdi,
‘O benim için çok değerlidir Mehmet’ dedi.
‘Biliyorum, merak etmeyin buraya sizleri üzmek yada
densizlik yapmak için gelmedim’
Sadun ‘tamam evlat’ dercesine babacan tebessümle
başını hafifçe salladı.
Meltem elinde çaylarla geldi, çayları iki koltuğun
arasında ki sehpanın üzerine bırakıp yerine oturdu,
‘Arkadaşlarınız buraya geldiğinizi biliyorlar mı?’ diye
sordu.
‘Onlar arkadaşlarım değil, ayrıca beni bir daha hiç
hatırlamayacaklar!’
Sadun şaşkınlıkla güldü,
‘Yani buraya gelirken herşeyi ardında bırakıp geldin
ha evlat?
‘Öylede diyebiliriz komserim’
‘Başka ne yetenekleriniz var?’ diye atıldı Meltem.
‘Bana sirk maymunu muamelesi yapmazsan sevinirim’
dedi Mehmet, muzipçe.
‘Yok canım, merakımdan sordum’
‘Şu aralar üzerinde çalıştığın dosyayı kapat bence!’
dedi Mehmet.
‘Niye kapatacak mışım?’
182 ‘Çünkü o üç kişiye birbirlerini vurmalarını ben
söyledim!’
Meltem şaşkın bir tedirginlikle baktı Mehmet’e,
‘Nasıl yani?’
‘Bir mal teslimi için gitmiştim oraya... O üçüde parayı
teslim için gelmişlerdi’
‘Eee?’
‘Genelde gördüğüm her insanın hayatına göz atma
alışkanlığım vardır... Onların zihnine de bir göz attım... Bir
gece önce bir genç kıza tecavüz edip öldürdüklerini,
cesedinide çöp konteynırına attıklarını öğrenince yaşamayı
hak etmediklerine karar verdim!’
‘Eline sağlık’ dedi Sadun komser!
Meltem ikisine de şaşkınlıkla baktı,
‘Komserim orası öyle ama... Sonuçta Mehmet üç kişiyi
öldürmüş durumda!’
‘Teknik açıdan öyle sayılmaz, adamlara elini bile
sürmemiş!’ diyerek Mehmet’e sahip çıktı Sadun!
‘Beni tutuklamayı mı düşünüyorsun?’ diye sordu
Mehmet, yine aynı muzip tavırla.
Gözlerini kısmış ona bakan Meltem bu tavırdan pek
hoşlanmadı ve ‘yaşın kaç senin?’ diye sordu,
‘Otuz beş civarı, neden sordun?’
‘Bence yaşının adamı olmayı dene! Burada karşıma
geçmiş üç kişiye birbirlerini öldürttüğünü söylüyorsun
yetmezmiş gibi çocuk gibi davranıyorsun!
‘Meltem!’ dedi nazikçe Sadun.
183 ‘Ama öyle komserim!’ diyerek kendini savunmaya
çalıştı Meltem.
Mehmet ise çayına şeker atıp karıştırırken oldukça
eğlenir haldeydi.
Sadun konuyu dağıtmak istercesine sözü değiştirdi,
‘Gece burada kalırsın Mehmet... yani dilediğin kadar
kalabilirsin anlamında söyledim’
‘Teşekkür ederim, rahatsızlık vermeyeyim size?’
‘Olur mu canım öyle şey, ne rahatsızlığı?’
Mehmet ve Meltem göz göze geldiler,
tebessüm etti, Meltem bakışlarını kaçırdı!
Mehmet
‘Neyse ben nasıl olduğunuzu görmeye gelmiştim,
çayımı da içtiğime göre artık gideyim komserim. Malum
sabah erken kalkmam gerek’
‘Peki evladım, nasıl arzu edersen’
Meltem ayağa kalktı,
‘Börek getirmiştim, masanın
komserim, afiyet olsun şimdiden’
üzerine
bıraktım
‘Sağol canım evladım’
Meltem, Sadun komsere sarıldı, ayağa kalmış olan
Mehmet’e ise soğuk şekilde elini uzattı,
‘İyi geceler size’ dedi tokalaşırlarken.
‘Size de’
184 YENİ GÜN, YENİ HAYAT
Sabah erkenden kalkıp alışverişe gidip kahvaltılık ve
taze ekmek almıştı Sadun komser. Mutfakta hummalı bir
gayret içinde sabah kahvaltısını hazırlıyordu. Tek başına
kahvaltı ederken her daim mutfakta ki küçük masayı
kullanıdırdı ama bu sefer oturma odasında ki masaya
hazırlamıştı kahvaltıyı. Tavada ki yağın kızdığına emin
olunca da bir tabağa çıpmış olduğu yumurtaları tavaya
boşaltıp karıştırdı.
‘Günaydın’ dedi içeri giren Mehmet, üzerinde Sadun
komserin pijamaları vardı ve biraz bol gelmişti.
‘Günaydın, nasıl iyi uyudun mu?’
‘Huzurlu ve dinlendirici bir uykuydu’
‘Sevindim’
karıştırırken.
‘Zahmet
ederdim.’
dedi
Sadun,
etmişsiniz,
keşke
pişmekte
olan
omleti
çağırsaydınız
yardım
‘Sen misafirimsin... En azından bu günlük. Bundan
sonra burası senin de evin evlat, bunu aklından çıkartma’
‘Teşekkür ederim’
Sadun bir babanın oğluna baktığı gibi baktı Mehmet’e,
Mehmet minnettar bir tebessümle karşılık verdi.
Pişen omleti bıçakla ortadan ikiye ayırdı ve iki ayrı
tabağa pay etti,
‘Sen şunları içeri götür, bende çayları koyup geliyorum
Mehmet’
‘Elinize sağlık’
185 ‘Şimdiden afiyet olsun’
Mehmet tabakları alıp içeri giderken Sadun da çayları
koydu ve mutfaktan çıktı.
Mehmet pencere önünde ayakta durmuş sigarasını
yakmak üzereydi,
‘Önce kahvaltı!’ dedi tatlı-sert ifadeyle Sadun.
‘Tamam, emir büyük yerden’ diye karşılık verdi
Mehmet, gülerek.
Sessizce kahvaltı yaptılar bir süre. Arada kaçamak
bakışlar ve tebessümler eşliğinde.
‘Dün akşam fazla sıkmak istemedim seni. Ama
söylediğin bir şey aklımı kurcaladı Mehmet’
‘Nedir efendim?’
‘Eski gücüme asla kavuşamadım ama geri gelende
yetti dedin bir ara... Neyi kast ettin tam olarak?’
‘Hafızam o an kısmen de olsa yerine geldi ama sahip
olduğum çoğu yeteneğim geri gelmedi. Şu an olduğumdan çok
daha fazlasıyım aslında. O gece o odamların bizi öldürmeye
geldiğini düşüncelerinden okuduğumda dediğim gibi ilk kez
korku doldu içime. Aslında bize korku öğretilmedi, öyle bir
duygu olduğunu bile bilmiyordum. Ve sonrasında o korkuyla
evi temelinden salladım, kontrol edemedim o gücü çünkü tam
olarak nasıl kullanacağım bir yana, hatırlamıyordum bile...
Ev yıkıldı, göçüğün altında kaldım. Başıma bir beton parçası
düşmüş, geri gelen hafızamdan fazlası o an gitti!’
‘Şaka yapıyorsun?’ dedi Sadun hayretle.
‘Maalesef öyle, kendime geldiğimde hastanedeydim...
Ne kim olduğumu biliyordum, ne de orada neden
bulunduğumu... Unuttuğum her şeyi yıllar sonra sizin
186 sayenizde hatırladım. Beni düşünüp adımı andığınız anda
aslında benimle irtibata geçtiniz, tabi bu tek yönlü bir irtibat
oldu ama beni yıllar sonra kendime getirdi. Tabi kendime
gelmemle yıkılmam da bir oldu aslında... Öldürülen ailemi
hatırladım... Benim çocukça intikam hırsım yüzünden
öldürülen o zavallı çocukları hatırladım...’
‘Anladım evlat...’
‘Müsaadenizle’ dedi ve sofradan kalkıp pencerenin
önüne gitti, sehpadan sigara paketi ve çakmağı aldı,
‘Rahatsız olacaksanız dışarıda içeyim’
‘Keyfine bak, ama az yedin’
‘Elinize sağlık komserim, fazla yemeği sevmiyorum’
‘Desene bana çekmişsin’
Güldüler.
Mehmet sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti,
‘Bir ara çıkıp sana giyecek bir şeyler alalım’
‘Aslında fena olmaz, size de yük olacağım ama’
‘O nasıl söz evladım? Aksine gelirken yanında o kirli
paraları ve onlarla aldığın hiç bir şeyi getirmediğine son
derece memnun oldum!’
Mehmet tebessüm etti.
‘Bu arada dün gece Meltem biraz sert davrandı,
kusuruna bakma, görev aşkı onun için herşeyden önce gelir’
‘Anlıyorum komserim, onu da gayet iyi anladım, sorun
yok merak etmeyin’
‘Demek senden hoşlandı ha?’ dedi gülerek Sadun
komser.
187 Mehmet gülerek karşılık verdi.
‘Bu aramızda kalsın komserim, bir de bunun yüzünden
hışmına uğramak istemem doğrusu, bu sefer beni kesin içeri
tıkar!’
Sadun kahkahalarla güldü,
‘Doğru diyorsun, delidir benim kızım’
‘Sizi çok seviyor’
‘Öyle, bende onu çok severim, öz kızım gibidir’
‘Bu da aramızda kalsın komserim ama... Size hoşunuza
gittiğini bildiği için bazen baba diye hitap ediyor!’
‘onu da biliyorum, sağolsun canım evladım’
Sadun sandalyeden kalktı ve masayı toplamaya
başlamışken, Mehmet de aceleyle söndürdü sigarasını ve ona
yardıma gitti,
‘Bu arada bana komserim falan diye hitap etmesen...
Hem artık komserlik geride kaldı...’
‘O zaman bende Meltem gibi baba diyeyim’ dedi
gülerek Mehmet.
Ellerinde kahvaltı tabakları ile mutfağa
giderlerken, Sadun da güldü ‘harika bir fikir!’
doğru
‘Kızınız kesin kıskanacak!’
‘Kesin!’
188 ŞÜPHE
Meltem tenha bir cadde de arabasıyla ilerliyordu. Bir
kaç ay önce bankadan çektiği ikinci el taşıt kredisiyle almıştı
arabasını ve gözü gibi bakıyordu 2007 model Opel Astra’sına!
Öyle ki bir hafta kadar önce alışveriş için gittiği
alışveriş merkezinin otoparkında, yanlışlıkla arabasını çizen
bir adamı neredeyse tutuklayıp merkeze götürecekti!
Arabayı kullanırken yüzünde belli belirsiz ve bir o
kadarda anlamsız bir tebessüm vardı ki birden bire kendine
gelmiş gibi ciddileşip kaşlarını çatarak dikiz aynasında
kendine baktı,
‘Napıyorsun kızım sen? Manyak mısın nesin?
Sabahtan beridir o salak herifi düşünüp duruyorsun! Aklını
başına topla!’ diye kendi kendini azarladı!
Birden frene asıldı aklına çok daha beter bir şey gelmiş
gibi ve arabası olduğu yere yapışırcasına dururken, arkadan
hızla gelmekte olan bir aracın acı fren sesi yolu yırttı adeta!
Neyse ki araba çarpmaya az bir mesafe kalmışken durabildi!
Arkada ki arabanın şoförü, Meltem'in yanından geçip
giderken okkalı bir de küfür yapıştırdı ama neyse ki Meltem
onu duymadı bile! Gözlerini sabit şekilde yola dikmiş, öylece
bakıyordu.
‘Bu adam dün gece benim zihnime gidip kendine aşık
etmeye kalkışmış olmasın?’ dedi panik halde!
‘Yemin ediyorum öldürürüm onu!’ dedi ve sertçe
direksiyona yumruğu indirdi.
‘Adama bak ya, bir geldi ortalığı dağıttı ilk geceden!
Manyak şey!’
189 Direksiyona bir iki yumruk daha savurduktan sonra
sakinleşti Meltem,
‘Bunu öğrenmenin bir yolu var!’ dedi ve gaza tüm
gücüyle yüklendi, arabanın lastikleri patinaj yaparak
fırlarken asfaltın üzerinde derin siyah izler bırakıyordu!
190 İLK ADIMLAR
Sadun koltuğa oturmuş, pencereden dışarı bakıyordu,
boğaz manzarasına dalıp gitmişti.
Mehmet üzerini değiştirmiş halde odaya girdi, Sadun
onu fark edip dönüp baktı,
‘Birazdan çıkar alışveriş yaparız’
‘Olur baba, nasıl arzu edersen’ dedi Mehmet, muzip
tavırla.
‘Bu kadar çabuk alıştığına çok memnun oldum evlat.
Neredeyse bir günde tüm yabancılığını attın üzerinden’
‘Aslında tam olarak bir gün sayılmaz... Adımı andığınız
andan beridir desek daha doğru!’
‘Aaa, tabi öyle ya, unutmuşum’
‘Aslında işin doğrusu... Teklifinizi kabul edip yanınıza
gelmemde en büyük etken sizin iyi niyetinizi ve içtenliğinizi
anlamamdır... Tekrar sağolun’
‘Sen sağol evladım’
‘Sizin kız, bir hayli kızgın haberiniz olsun!’
‘Meltem? Hadi canım? Ne olmuş ki?’
O anda köşkün bahçe kapını önünde sert bir fren sesi
duydular, onu araba kapısının sertçe vurularak kapanma sesi
izledi!
‘Bana kızmış’
‘Sana mı? Dünden dolayı mı?’
‘Sayılır!’
191 Kapı zili hışımla çaldı, Mehmet kapıyı açmak üzere
hareketlenmişken Sadun ayağa kalktı,
‘Mehmet sen dur ben açayım istersen, bizim kızın sağı
solu belli olmaz’
Yok baba siz rahatsız olmayın, bir kızdan dayak
yiyecek değiliz ya!’
Sadun güldü.
Mehmet tebessümle
suratıyla karşılaştı,
kapıyı
açtı,
Meltem’in
asık
‘Benimle geliyorsun, hemen!’ dedi Meltem, yüksek
sesle ve tehditkar tavırla.
‘Bizde babamla alışverişe çıkacaktık aslında’ diye
karşılık verdi Mehmet, onu daha fazla kızdırmak ister gibi!
‘Baba mı!?’
‘Ne diye hitap edeyim komserime? Dede mi diyeyim?’
‘Sen gerçekten büyümeyi başaramamış bir çocuksun!’
Sadun kapıya geldi, tebessümle baktı ikisine de,
‘Meltem? Canım niye kapıda duruyorsun gelsene içeri
evladım’
‘Sağolun komserim, Mehmet beyle görüşmem gereken
bir konu var ve acil... Tabi izniniz olursa.’
‘izin ne kelime, e gel içeri o zaman’
‘Yok, mümkünse yalnız görüşmek istiyorum’
Sadun, Mehmet’e baktı,
‘Tamam sorun değil, buyrun gidelim’ dedi Mehmet
Meltem’e.
192 Eğilip postallarını giyerken, Sadun ve Meltem gözgöze
geldiler. Sadun ‘Ne oldu?’ dercesine mimiklerle baktı
Meltem’e. Meltem de dudaklarıyla ‘sonra anlatırım’ dedi.
‘Evet, ben hazırım... Sizin içinde sakıncası yoksa
alışverişe artık yarın çıkarız... Gelirken almamı istediğiniz bir
şey var mı?’
‘Peki Mehmet nasıl istersen. O zaman fırından iki
ekmek al bir zahmet’
‘Mehmet manidar
olmadığını hatırladı o an,
şekilde
baktı,
Sadun
parası
‘Ah! Neredeyse unutuyordum!’ dedi ve cebinden elli
lira çıkartıp uzattı, Mehmet alıp cebine koydu,
‘Görüşmek üzere’ dedi.
‘Komserim uğrarım bir ara’ dedi Meltem de.
‘Tamam evladım, beklerim mutlaka’
Sadun arkalarından kapı kapatırken, ikisi köşkün
bahçe kapısından çıkıp Meltem’in arabasının yanına geldiler.
Meltem uzaktan kumandayla kapıları açtı, bindiler.
Meltem arabayı çalıştırdı ve hareket ettirdi,
‘Niye Sadun komserimden para istedin? Yok mu
paran? Milyonlar içinde yüzüyorsun diye biliyordum’
‘Ben buraya temiz bir hayat için geldim!’
Meltem başını çevirip takdir eder edayla baktı ona ve
tekrar gözlerini yola çevirdi,
‘Aferim sana!’
‘Teşekkür ederim!’
193 Meltem sahil yoluna sürdü arabasını ve Kanlıca’ya
doğru yol aldı, yol boyu hiç konuşmadılar. Ama her biri
aralıklarla göz ucuyla diğerine bakıyor, süzüyordu!
Kanlıca’ya ulaştıklarında Meltem arabayı yol kenarına
park etti. Arabadan inerlerken Belediyeye bağlı otopark
görevlisi koşarak Meltem’in yanına geldi ve hemen koçandan
bir makbuz kopartıp arabanın sileceğine iliştirdi,
‘Bu ne hız?’ dedi Meltem.
‘Abla bekleyenler varda’
‘Arabama iyi bak geldiğimde üzerinde tek bir çizik bile
görürsem okurum canına haberin olsun!’
Mehmet güldü, Meltem dönüp ona sinir sinir baktı!
‘Ablacım merak etmeyin bir şey olmaz, ben ücreti rica
edeyim’
‘Ne kadar?’
‘On lira’
Meltem çantasından parayı çıkartı uzattı, tam otopark
görevlisi paraya uzanmışken geri çekti,
‘Ne
göreyim!’
malum
belediye
çalışanı olduğun?
Kimliğini
‘Abla yapma gözünü seveyim bak ilerde araba çıkıyor!’
Mehmet duruma müdahale etti ‘doğru söylüyor,
kimliğini görmene gerek yok’ dedi.
Meltem parayı uzattı, adam aldığı gibi kaçarcasına
uzaklaştı.
Mehmet, Meltem’in yanına geldi, karşıya geçmek için
hızla gelip geçen arabalardan fırsat kolluyorlardı ki, arabalar
194 birden sert frenajlarla durdular!
Meltem dönüp Mehmet’e baktı,
‘E ne yapayım kimsenin duracağı yoktu!’
Meltem ‘ya sabır’ dercesine başını iki yana salladı ve
karşıya geçtiler, neden birden bire frene asıldığını bile
anlamayan arabalardaki insanlarda yollarına devam ettiler.
Kanlıca çay bahçesine doğru yürürlerken,
‘Benim yanımda böyle şeyler yapmazsan sevinirim!’
dedi Meltem.
‘Emredersiniz komserim!’
İçeri girip boş bir masaya oturdular. Bir süre ikiside
sessizce boğazı seyre daldı.
Mehmet yaklaşan garsona ‘iki çay’ dedi ve Meltem’e
baktı,
‘Gerçi param yok ama sen ısmarlarsın artık!’ dedi.
Meltem ciddi durmaya çalışıyordu ama güldü.
‘Evet’ dedi Mehmet ‘Seni dinliyorum’
‘Dün gece ne oldu?’ diye sordu Meltem.
‘Ne demek ne oldu?’
‘Anlamamış gibi yapma! Her haltı çok iyi bildiğini
biliyorum!’
Mehmet güldü, Meltem ters ters baktı, ama
bakışlarında sertlik kadar belli etmemeye çabalasa bile
beğenide vardı.
‘Bak... Meltem... Dün ani bir tanışma oldu farkındayım.
Ve bazı şeyler çok hızlı üst üste geldi. Hele ben tam ambale
olmuş durumdayım... Dün gece için özür dilerim ama
195 alışkanlık işte, zihninden geçenlere bir göz attım işte’
‘Ne hakla?’ diyerek sözünü kesti Meltem.
‘Tamam, haklısın... Özür diliyorum, anlaştık mı?’
Garson çayları getirip bıraktı masaya ‘afiyet olsun
efendim’ dedi ve uzaklaştı.
Çaylarına şeker atıp karıştırdılar,
‘Sana dün gece ne oldu diye sorarken neyi kast
ettiğimi bal gibi biliyorsun!’
‘Ben hiç bir şey yapmadım!’
‘İnanayım mı sana?’
‘neden inanmayasın ki? Ne yani benden hoşlanmanı
sağlamak için yeteneğimi kullandım öyle mi sanıyorsun?
Bana şöyle bir bak istersen bunun için ayrıca yeteneğe
ihtiyacım var mı?’ dedi Mehmet, dalga geçer gibiydi bunları
söylerken.
Meltem sinirden güldü.
‘Benden hoşlanmış olman gayet doğal yani!’ diye
ekledi mehmet!
Meltem hışımla döndü ona,
‘Ne hoşlanması be? Onca işimin gücümün arasında
seninle mi uğraşacağım ben?’ dedi, yüksek sesle.
‘Benden hoşlandınsa benim suçum ne? Hem ne var ki
bunda, benden senden hoşlandım işim doğrusu’
Meltem, öfkesini bastırmak ister gibi yumdu gözlerini,
dudaklarını sıktı ve dönüp Mehmet’e baktı,
‘Garip bir şekilde çıkıp geldin. Tamam, seni Sadun
komserim buldu, eyvallah. Ve seni hayatına çok çabuk kabul
196 etti, buna da eyvallah! Ama ben seni hayatıma kabul
etmedim Mehmet efendi ve etmeyede niyetim yok! O yüzden
bana karşı mesafeli davran! Aksi halde-’
‘Ne? Beni içeri mi tıkarsın?’
‘Gerekirse evet!’
Mehmet tartışmayı büyütmemek için alttan almaya
karar verdi ve ciddileşti,
‘Peki Meltem... Bu arada adınla hitap ediyorum ama
bunu yüz göz olmak olarak nitelendirme lütfen... Haklısın,
birden çıkıp adeta hayatınıza daldım... Ama yemin ederim ki
kimsenin huzurunu kaçırmak için gelmedim, aksine huzur
aradığım için geldim. Ve bulduğuma da dünden beridir
eminim. Ve bunun bozulmaması için elimden geleni yapmaya
da hazırım. Ayrıca dün Sadun babaya söz verdiğim gibi şimdi
sanda söz veriyorum. Bir daha asla zihnini okumayacağım.’
Meltem sakinleşmişti,
tebessüm belirdi,
yüzünde
belli
belirsiz
bir
‘Aslında sana tavrım kendimle alakalı değil. Bu
yalnızca
bahane... Eminim
ki sebebini gayet iyi
biliyorsundur...’
‘Biliyorum...
göreceksin’
ve
korkunu
yersiz
çıkartacağımı
‘Bak, Mehmet... Sadun komserim benim için çok
değerlidir. Öz anne babamdan görmediğim sevgiyi, ilgiyi,
şefkati ondan gördüm. Öz babam olsa ancak bu kadar
severdim herhalde... Ve çok yorgun o... Yıllarını görevi için
harcadı adeta, kendine hiç bir şey bırakmadı... Sonra... Bir
şekilde senden haberdar oldu... Peşine öyle bir düştü ki seni
bulmak için bu karda kışta neredeyse tüm ülkeyi dolaştı...
Geri döndüğünde yatağa düşecek kadar hastaydı, ki bir kez
197 olsun hastalandığını görmemiştim... Hele seninle ilk
görüşmesinde yaşadığı hayal kırıklığını ve hüznünü
anlatamam bile... Sana garip bir şekilde bağlandı, senden çok
ümitli... Ve sen onu yıkacak bir şey yaparsan-’
‘Asla!’ diyerek sözünü kesti Meltem’in Mehmet ‘Böyle
bir şey asla olmayacak!’
‘Umarım’
‘Bak Meltem... Ben çok boş bir hayat yaşadım bu güne
değin. Hatta bir hayatım bile olmadı aslında... Tıpkı hiç
tanıyamadığım, hatta birbirlerini dahi tanıyamamış annem,
babam, dedem ve ninem gibi... Sadun baba beni bir lütuf
olarak gördüğünü söylüyor... Halbuki benim için asıl lütuf o
oldu... Onun varlığından haberdar olduğum andan itibaren
hayatımda ilk kez gerçekten bana değer veren birinin
olduğunu fark ettim... Bana acıyan, düşünen ve hatta
karşılıksız seven biri... Bu hayatta tek başına kalmak, tek
başına yaşamak nedir gayet iyi bilirim... Gidecek bir yerinin,
bir yuvanın olmaması nedir gayet iyi bilirim... Daha Sadun
baba beni görmeye gelmeden hissettim o sıcaklığı...’
‘Peki o gün ona neden sert davranıp gönderdin?’
‘Kendini yerime koy lütfen... Sabah Sadun babaya da
anlattım... Hafızam yerinde değildi, onca yıl kendime ait hiç
bir şey bilmeden yaşadım ve bir anda herşeyi
hatırlayıverdim... Allak bullak haldeydim, kendimi toplamam
ve düşünmem için zamana ihtiyacım vardı.’
Meltem iyice sakinleşmişti, hatta Mehmet'in ona
yaptığı gibi muzip bir tebessümle baktı ona.
‘Biliyorum, hakkımda bildiğin tek şey Sadun babanın
günlükler yoluyla öğrenip sana anlattıkları ve benim mafya
maceram... Ama ben ne o günlüklerde anlatılan çocuğum
nede azılı bir mafya üyesi... Bunu göstermem için bir fırsat
198 istiyorum şimdi senden, hepsi bu’
‘Peki, o zaman anlat bana kendini... En azından eşitlik
olsun, nasılsa hakkımda her detayı eminim ki biliyorsundur’
Mehmet güldü ister istemez,
‘Çok düzgün bir insansın, hatta hayatımda gördüğüm
en düzgün kadın sensin’ dedi.
Meltem’in hoşuna gitti, ama belli etmemeye gayret
etti,
‘Peki sonra?’ diye sordu.
‘Sonra? Neyin sonrası?’
‘Aferim sana! Denedim seni, bakalım söz verdiğin
halde zihnimi okuyacak mısın diye!’
‘Söz verdim mi sözümü tutarım!’
‘Hıım! O zaman sana bir kere daha aferin... Hadi anlat,
mandıradan götürüldükten sonra bugüne kadar neler olup
bittti?’
Mehmet önceki gece ve sabah kahvaltı esnasında
Sadun komsere anlattığı herşeyi bir kez daha anlattı
Meltem’e. Konu çocukların öldürülmesine gelince Mehmet’in
yine gözleri doldu, Meltem onun bu halini görünce üzüldü,
elini dostça omzuna koyup kendince destek olmak istedi,
‘İstersen başka zaman devam et, üzüldünse boşver
şimdi’ dedi.
‘Yoo, kendimi hatırlamama yardımcı oluyor aslında’
‘Peki sen bilirsin...’
‘Sonra... Sonra hastanede açtım gözümü, hiç bir şey
hatırlamıyordum o an... Bir hafta sonra İzmir çocuk esirgeme
199 kurumuna gönderildim... Herşey üstüme üstüme geliyordu
sanki... Ben kimim? Orada ne işim var? Tüm bu insanlar
neyin nesi? Cevabı olmayan ama rahatsız eden bir sürü
sordu... Evin yıkıldığı o gece geri gelen yeteneğim hafızamla
beraber tekrar kaybolmuştu... Ama bir gün yemek yerken
elimi su bardağına uzattığım anda bardak elime doğru gelince
ürktüm!’
Güldü Mehmet o an,
‘Bir çocuk vardı orada, devamlı cinlerle ilgili hikayeler
anlatıp diğer çocukları korkuturdu. O an bana cinlerin
musallat olduğunu sanıp korktum’
Meltem güldü, dirseğini masaya dayadı, elini çenesine
yerleştirip tüm dikkatini Mehmet’e vererek dinlemeye devam
etti, Mehmet’te anlatmaya.
‘Sonra bu tekrarlanmaya, daha da artmaya başladı...
Kapıları dokunmadan açıp kapayabiliyordum... Önce
korktum ama sonradan hoşuma gitmeye başladı... Bunun bir
yetenek olduğunu kavradıktan sonra ise çok rahatladım...
Hatta arasıra bende çocukları korkutuyordum bu yolla, ama
benim yaptığımı kimse bilmiyordu elbet!’
Mehmet’le beraber Meltem de güldü.
‘Yazık ama çocuklara yaa’
‘Öyle ama unutma ki o zamanlar bende çocuğum’
‘Hoş, sanki şimdi bir farkın varda!’
Güldüler ikisi birden, aralarındaki buzlar iyice
erimişti, bu ikisinin de hoşuna gitti. Meltem elini kaldırıp
garsona iki çay getirmesini işaret etti.
‘Sonrasında yalnızca eşyalara değil, insanlara da
istediğimi yaptırabildiğimi fark ettim. İşte bu hayatımın
200 dönüm noktasıydı o an için. Yaşım on bire gelmişti ve hapis
hayatıydı aslında yaşadığımız. Sıkıldım, bunaldım, dışarda ki
dünyayı merak ettim ve kaçtım’
Garson çayları getirip masaya bıraktı ve hala dolu olan
soğumuş çayları alıp uzaklaştı.
Çaylarına şeker
anlatmaya devam etti,
atıp
karıştırırlarken,
Mehmet
‘İzmir de turladım o gün, akşama doğruyla bir otele
gidip kral dairesinde kaldım, tüm oteli kendime uşak
etmiştim!’
‘Delisin sen yaaa! Çocuk aklıyla yediği halta bak!’
‘İşin kötüsü hoşuma gitti, ama İzmir’den sıkıldım bir
kaç ay sonra’
‘Eeee?’
Mehmet çayından bir yudum alıp devam etti,
‘Sonra ana cadde üzerine çıktım, gözüme kestirdiğim
en lüks arabayı durdurup bindim. Direksiyon başında şık
giyimli bir adam vardı, İstanbul’a sürmesini söyledim, sürdü!’
Gülüştüler,
‘Eee sonra?’ diye sordu Meltem gülemeye devam
ederek.
‘Sonra... İzmir de yaptığımı İstanbul’da da yaptım, her
ay bir otelde kalıyordum... Yıllar öyle geçti işte... Bir gün yine
bir oteldeyken Tayfun Ağababa’yla tanıştım.’
‘Şu mafya babası’
‘Evet o... Adam zekiydi, bende bir gariplik olduğunu
hemen anladı, bende anlamasına izin verdim zaten... Onunla
takılmaya başladım... Tanıştığımızda küçük, kendi çapında
201 bir uyuşturucu satıcısıydı... Ama sayemde gittikçe büyüdü...
uzun yıllar geçirdim onunla birlikte. O camiada tanıdığım
yine de en düzgün adam oydu. Birde embesil bir kardeşi
vardı, bir kaç kez elimden son anda yetişip almıştı Tayfun
kardeşini’
Meltem güldü ‘İlahi Mehmet’
‘Sonrası... Sonrasını biliyorsun... İşte hayatım bundan
ibaret’
‘Peki... Sert bir soru geliyor şimdi’
‘Hazırım’
‘O üç kişi haricinde kaç kişiyi...
demeyeyimde bari, ölmelerine sebep oldun?’
Öldürdün
‘Yirmi civarı! Ama hepsi ya o üç kişi gibiydi yada bizi
öldürmek üzere silaha sarılan tiplerdi’
‘Ama
öldürmek
durdurabilirdinde!’
yerine
onları
yalnızca
‘Meltem beni kendine göre değil, o ana kadar
yaşadıklarımı göz önünde bulundurarak bana göre
değerlendirirsen beni daha iyi anlarsın...’
‘Anladım... Peki bir soru daha’
‘Dinliyorum’
‘Seni Sadun komserimin isteği üzerine araştırırken
askerliğini yapmadığını öğrendim!’
‘Hıım, şu mesele!’
‘Mesele? Askerlik bir mesele mi senin için?’
‘Beni bana göre değerlendirecektin hani?
‘Hıım, pardon’
202 ‘Bir kaç kez inzibatlar yakaladı ama sonra hepsi
unuttular, bende gitmedim işte’
‘Peki ya şimdi? Gidecek misin?’
‘Sen git diyorsun anlaşılan, peki hatrın için giderim ne
yapalım’
‘Hatırım için falan değil, vatana borcunu ödemek için
gideceksen git!’
‘Tamam, hemen parlama, söz, aynen dediğin gibi
hissettiğimde askere gideceğim. Ama bunun için birazcık
zaman tanı bana’
‘Fazla geç kalma bence, yaşın gelmiş otuz beşe, zor
olur sonra’
‘Sağlık olsun ne yapalım?’
Güldü Meltem, onun gülmesi Mehmet’in de hoşuna
gitti.
‘Biliyor musun Meltem? Hayatımda gerçekten ilk kez
mutluyum... İçimden gelerek baba diye hitap ettiğim biri
var... Üstelik beni tanımadan, görmeden sevmiş biri... Bana
evladım derken gözlerinin içi gülen biri... Hep bir fırsatım
olsun, bu fırsat güzel bir hayat sunsun istedim, ama onca yıl
olmadı... Şimdi bir anda herşey değişti... Gerçekten tarif
edememeyeceğim kadar mutlu ve huzurluyum, ilk kez’
‘Senin adına sevindim’
‘Bu sabah Sadun babaya seninle ilgili bir sır verdim,
umarım kızmazsın bana!’
Meltem sandalyede bir anda dikiliverdi,
‘Neymiş o bakayım?’
203 ‘Ona hoşuna gittiğini bildiği için arasıra baba diye
hitap ettiğini söyledim’
Meltem güldü.
‘Doğru’
‘Evet, Sadun babada biliyor zaten, onunda çok hoşuna
gidiyor senin ona gösterdiğin sevgi ve yakınlık’
‘Allah başımızdan eksik etmesin’
‘Amin... Umarım... Umarım seninle de çok iyi iki
arkadaş oluruz’
‘Ben zaten öyle olduğumuzu sanıyordum ya neyse!
Gülüştüler,
‘Bak şimdi daha da mutlu oldum’ dedi Mehmet,
içtenlikle.
Gözgöze geldiler, ikisinin gözlerinde de beğeni ve sevgi
pırıltısı vardı ama ikisi de kaçırdı gözlerini.
‘Sadun baba meraktan çatlamıştır şimdi, kalkalım
bence!’ dedi Meltem.
‘Evet, bence de, hatta şu an senin beni kodese tıktığını
falan düşünüyordur’
Kahkahalarla güldüler. Meltem garsona eliyle hesabı
getirmesi işaret etti.
204 KARARLAR
Mehmet köşke yerleşeli bir hafta geride kalmıştı ve
sanki yıllardır Sadun komserin yanında yaşıyormuş gibi
rahat hissediyordu kendini. Özellikle Sadun komserin keyfine
diyecek yoktu, Mehmet resmen öz evladı muamelesi
yapıyordu ki, Mehmet’in de bu konuda ondan farkı yoktu,
onu hiç tanımadığı babasının yerine koymuştu adeta.
Sadun komser kendi yatak odasının yanında ki odayı
Meltem geldiğinde kalsın diye onun için dayayıp döşetmişti,
şimdi o oda Mehmet’in odası oluvermişti. Mehmet de ilk
fırsatta ‘odanı ele geçirdim, senin pabucun bu evde dama
atıldı’ diyerek Meltem’e takılmış, Meltem ise belli etmesede
kıskanmıştı bu durumu!
Meltem üzerinde çalıştığı cinayet davasını bir an önce
çözmek için kendini zorluyordu ve köşkede fazla uğrayamaz
olmuştu son günlerde.
Sadun komser ve Mehmet yedikleri akşam
yemediğinin ardından oturma odasında çay eşliğinde sohbet
ediyorlardı. Özellikle Sadun komser son bir haftadır Mehmet’i
eski hayatından tamamen kopartmak ve unutturmak adına
eskilere ait hiç konu açmamış, hep kendi anılarını anlatmış
ve Mehmet için gelecek planlaması yapmışlardı. Ama bu gece
hep merak ettiği bazı konuları sormak, merakını gidermek
istiyordu.
‘Merak ettiğim bazı şeyler var aslında’
‘Buyur baba nedir?’ dedi Mehmet ve son yudumunu
aldığı çay bardağını sehpaya bıraktı.
‘Şu Halit beyin en büyük korkusu olan insanlar...
Onlarla çocukken irtibata geçtiğini söylemiştin’
205 ‘Yalnızca biriyle’
‘Evet, biriyle... Ama sonuçta aranızda bir iletişim
oldu... Peki bu insanlar senin varlığından haberdar oldukları
halde seni neden sağ bıraktılar Mehmet?’
Mehmet önemli bir açıklama yapacakmış edayla
oturduğu koltukta öne çıktı, kollarını bacaklarının üzerine
yaslayıp Sadun’a doğru eğilerek anlatmaya başladı,
‘Sadun baba... Her insanın nasıl ki parmak izi ayrı ise,
her insanın birde zihin izi vardır... Bunun ancak benim gibiler
anlayabilir ve tanıyabilir elbette... İrtibata geçtiğim o kişi beni
yalnızca aklına getirerek zihin izimden bana hemen
ulaşabilir, nerede olduğumu dahi hemen anlayabilir, bu
yetenek bende olduğu gibi onda, yada onlarda da var
muhakkak. Sonuçta bizi kaçırdıkları halde hepimizin yerini
buldular,
evet
hipnoz
altındaydık
ama
yalnızca
düşüncelerimiz bastırılmış, bilinç altımıza itilmişti. Ama bu
zihin izimizi yok etmiyordu, bizleri elleriyle koymuş gibi
teker teker buldular...’
‘Peki sen?’
‘Ben? Hafızaya kaybı yaşadım yıllar boyu, bu sayede
zihnim neredeyse bir bütün olarak derinlere gömüldü, ben
bile çıkartamadım... Bak baba, bunu söyle düşün, iki eli de
kopan birinin artık parmak izi alınabilir mi?’
‘Anladım evlat’ dedi Sadun, başını hafifçe sallayarak.
‘Hafıza kaybımla beraber zihin izim kaybolduğu için
bana erişemediler ve benimde öldüğüme kanaat getirdiler,
olan bu’
‘Peki ya şimdi?’ diye sordu Sadun, sesinde birazda
endişe vardı.
206 ‘Şimdi... Hafızamla birlikte zihin izimde geri döndü
elbet... Ama benimde geçen onca yıl boyu yeteneklerim arttı,
onları daha iyi kullanmayı öğrendim. Her ne kadar sahip
olduğum yeteneklerin tamamımı geri kazanamamış olsam da,
elimdekileri doğru şekilde kullanmayı biliyorum... Bu sayede
zihin izimi de gizleyebiliyorum’
Sadun rahatlamış gibi ardına iyice yaslayıp ‘endişe
edecek bir şey yok yani?’ diye sordu.
‘Yok babam rahat ol sen, benim varlığımdan haberdar
olsalar ve peşime düşler zaten o anda haberim olur, sizi nasıl
hissetmişsem onlarıda hissederim... Kaldı ki artık
karşılarında küçük bir çocuk bulamazlar!’
‘Anladım evladım, bunu duyduğuma sevindim işte’
‘Çay?’ diye sordu Mehmet.
‘Zahmet olmazsa’
‘Ne zahmeti baba, emrin olur’ dedi Mehmet gülerek ve
boş bardakları alıp mutfağa gitti.
Sadun pencereden boğazın manzarasına daha bir
keyifle bakıyordu artık, hep özlem duyduğu aile ortamını
kısmende olsa yakalamıştı nede olsa.
Mehmet çayları getirip sehpaya bıraktı,
‘Eline sağlık evlat’
‘Afiyet olsun’ dedi Mehmet koltuğa ve koltuğa oturdu.
‘Yavrum ben bıraktım diye çekinmene gerek yok, iç
sigaranı’
‘Yok baba o da geçmişime ait bir şey, bırakmaya karar
verdim!’
207 ‘Şaka yapıyorsun? Aferin sana be! Valla çok sevindim
işte buna’
‘Sağol Sadun baba... Yıllarca kaybolmuş halde
dolandım durdum, beni bulmasanız kaybettiğim kendimi asla
bulamayacaktım... Hatta... Belki çok daha kötü biri haline
dönüşüp çok daha fazla can yakacaktım’
‘Bu senin suçun değil Mehmet, kendini sakın suçlama
bundan öncesi için... Yarını boşver evladım, geleceğine
odaklan... Ve hiç şüphe duyma bundan, çok güzel bir hayat
seni bekliyor artık’
‘Beklemiyor baba, ben o hayatı zaten yaşamaya
başladım’
Sadun duyduğuna memnun olmuş halde güldü ‘doğru
diyorsun, hem de çok doğru’ dedi.
‘Meltem gelecekti, geç kaldı yine işe güce daldı
herhalde’
‘Olabilir, e bak bakalım neredeymiş?’
‘Yok baba, onada size verdiğim gibi söz verdim,
zihnine girmek yok’
Sadun güldü ‘İyi yapmışsın, bırak zihnine girmeyi, özel
hayatına biraz müdahale et kaplan gibi saldırır valla!’ dedi.
‘Biliyorum, geçen hafta aldım payıma düşeni!’
İkisinin de kahkahaları köşkün odanda çınladı. Biraz
sonra sakinleştiler, çaylar yudumlandı, kısa bir sessizliğin
ardından Sadun komser sordu,
‘Merak ettiğim bir şey daha vardı... Günlüklerde hiç
değinilmeyen bir şey’
Mehmet dikkatle baktı Sadun’un yüzüne,
208 ‘Sizi nasıl eğittiler Mehmet?’ diye sordu Sadun.
‘Konuşmaya başladığımız andan itibaren Enver bize
yalan olduğunu bilmemizin mümkün olmadığı yalanlar
söylemeye başlamıştı Baba...’
‘Dur biraz dur, günlükte neredeyse bir yaşınızda
konuşmaya hatta yürümek bir yana koşmaya başladığınız
yazıyordu. İlk bir kaç yaşını hiç kimse hatırlamaz evlat,
bunuda mı hatırlıyorsun yani?’
‘Baba kabul et ki normal değilim!’ dedi Mehmet,
gülerek.
‘Ona ne şüphe!’ diye gülerek karşılık verdi Sadun
komser.
‘Enver’in bize söylediği ilk yalan şuydu... Doğan her
çocuk yetiştirmek üzere buraya yada bunun gibi başka
yerlere bırakılır ve yanlarında yalnızca anneleri olur.
Babaları çocuklarının olması gerektiği gibi yetiştiği ana kadar
onları göremez. Babalarınızı görmek, onu tanımak
istiyorsanız bir an önce gerçek birer insan olmanız gerek... Ve
elbette o yaşta hiç düşünmeden bu yalanı gerçek kabul edip
elimizden geleni yaptık’
‘Beş bakıcı vardı, siz yedi çocuktunuz?’
‘Evet, Ahmet ile Fatma, Zeliha ve Halit’in ikiz olduğu
yalanı vardı birde!’
‘Hıım, şimdi anlaşıldı’
‘Sonrasında Enver bize sıradan her insanın sahip
olduğu yeteneklerini anlattı ve bizimde bir an önce bu
yetenekleri nasıl kullanacağımızı anlatmaya başladı’
‘Şu an sahip olduğun yeteneklerden mi bahsediyordu?’
209 ‘Evet, ve çok daha fazlasından. Bunlara her insanın
sahip olduğunu ve bizim bunları nasıl kullanacağımızı
öğrenelim diye bir nevi okul olan o yere bırakıldığımızı
söyleyip dururdu.’
‘Zekice, bir çocuğu, hiç bir şey bilmeyen bir çocuğu
etkilemek için çok iyi bir yol’
‘Öyle baba, bizde zerre şüphe etmedik zaten. Kaldı ki
eğitimin en önemli ayağı buydu aslında, şüphesizlik! Her şeyi
hatırladıktan sonra çok iyi anladım ki bize çoğu duygular hiç
ama hiç öğretilmemişti... Şüphe ve korku listenin en başında
diyebilirim’
‘En azından bu kısmı çok doğru... Keşke günümüzde de
aileler çocuklarını şüphe ve korkulardan uzak yetiştirseler
ama nerede, tam tersi yapılıyor... Hep korkutarak adam
edileceğini sanıyorlar yazık ki... Kusura bakma yine sözünü
kestim’
‘Yok baba estağfurullah... Bize önce herşeyi yaratan
Tanrı’yı ve sonrasında bize görünen bedenimizin gerçekte ne
olduğunu, nasıl bir yapısı olduğunu öğretti Enver... Herşeyin
salt bilinçten ibaret olduğunu ancak bu dünyada bilincin bir
nevi donarak madde halini aldığını, etrafımıza baktığımız
gördüğümüz herşeyin aslında Tanrının bilincinin farklı
görüntüleri olduğunu zihnimize adeta kazıdı... ve elbette
üzerinde en çok durduğu şey ise bizlerinde tanrı bilincinin bir
yansıması olduğumuz, ancak en güçlü yansıması olduğumuz,
dolayısıyla onunla benzer olduğumuzu ve onun yapabildiği
pek çok şeyi yapabileceğimizi anlatırdı... Sonrasındaysa
Tanrı’nın bize bahşettği bu benzer yanımızı nasıl
keşfedeceğimizi
ve
bu
yetenekleri
nasıl
ortaya
çıkartacağımızı öğretmeye başlamıştı’
‘Mesela?’
210 ‘Her yetenek için ayrı bir yöntem vardı... Aslında bir
nevi meditasyon yöntemiymiş her biri, şimdi daha iyi
anlıyorum. Bize bilincin aslında salt enerji olan nurani yapıda
olduğunu, dolayısıyla bizimde nurani, yani ışıksal bir varlık
olduğumuz öğretildi. Tanrı bilinci dünyada dört elementin
farklı
kombinasyonları
olarak
maddeleşip
kendini
gösteriyordu. Ve işin bizler için püf noktasıda burasıydı,
yeteneklerimizi ortaya çıkartmak için bu dört elemente,
özellikle de su elementine nasıl etki edeceğimiz geçen yıllar
boyu her gün daha ileri boyutta anlatılıp öğretildi’
‘Evet, ilk bulduğum günlüklerde su elementinin canlı
olan her şeye tesir etmek için en önemli yol olduğunu uzun
uzadıya anlatıyordu Halit bey’
Mehmet başını hafifçe sallayarak tasdik etti,
‘Yedi yaşımıza geldiğimizde ne fazla iki farklı elementi
kontrol edebiliyorduk, ben hariç!’
‘Yani sen tamamına tesir edebiliyordun ha?’
‘Evet baba, tabi o zamanlar, şimdi yalnızca su ve hava
elementine tesir edebiliyorum... ’
‘Halit beyinde en büyük hali buydu zaten, fazlasını hiç
düşünmemişti bile... Peki o meditasyonlar? Bir örnek versene
mesela’
‘Az önce bu dünyada her şeyin salt enerjinin madde
görüntüsünü aldığını söylemiştim ya... Tanrı yalnızca insana,
temelde yine salt enerji olan insana, diğer enerjileri kontrol
etme yeteneği vermiş. Bize ilk öğretilen şeylerden biride
enerji varlığımızın farkına varmak ve enerjiyi kontrol
etmekti... Bunun için uyguladığımız yöntemlerin biri şuydu...
Şimdi baba mesela sen hiç durmadan nefes alıp veriyorsun’
‘Evet’
211 ‘Nefeste bir enerji, ama sizin aldığınız nefesle bizim
aldığımız nefes aynı değil!’
‘Nasıl yani?’ diye sordu Sadun, şaşkın halde.
‘Enerjinin de farklı alt enerji frekansları vardı. Mesela
TV yanınlarını düşün, her bir Tv kanalı farklı bir frekanstan
yayın yapar, böylece biri diğerine hiç karışmaz ya... İşte
bunun gibi hava elementinin içinde de pek çok farklı enerji
türü mevcuttur. Normalde insanlar yalnızca hayatta
kalmalarını sağlayan oksijeni solurlar ki oksijen havadaki bu
alt frekanslı enerjilerden yalnızca biridir.’
‘Peki
ya
sen?
soluyabiliyorsun ki?’
Sen
oksijenden
başka
ne
‘Ben tüm kainatın aynı zamanda ham maddesi de olan
–ki ya da baraka- denen asıl özü solumayı öğrendim’
‘Nasıl öğretti peki Enver bey bunu?’
‘Bu sende kolaylıkla yapabilirsin aslında... Ama
günlüklerde de bahsedilen iki şeyi öncelikle yapabiliyor
olman gerek’
‘Neydi onlar? Bir sürü şeyden bahsediliyor çünkü...’
‘An da yaşamak ve bedeninin her an farkında olmak...
Hayaller ve düşünceler dünyasından sıyrılman gerek baba,
aksi halde olmaz senin anlayacağın...’
‘Zor, yılların alışkanlığı’
‘Evet, insanlar o yüzden hayal ettikleri hiç bir şeyi
yaşayamıyor ya zaten!’
‘Bu carpe diem denen şey buna mı işaret ediyor?’
‘Evet, -anı yaşa- demek. Ama günümüzde insanlar onu
–hayatını yaşa- şeklinde algıladıkları için yanlışın daha da
212 büyüğünü yapıyorlar maalesef...’
‘Peki evlat, an da yaşamam için ne yapmam lazım?’
‘Bedenini ele alalım baba... Bir yerin ağrımadığı,
sızlamadığı sürece hiç bedeninin farkında olmadan yaşar
insan, farkında mısın?’
‘Doğru, hiç aklıma bile gelmez aslında’
‘Düşün, bir insan ortalama yetmiş kilo ama bu ağırlığın
hiç farkında bile olmaz, sanki tüy gibi hafiftir beden, öyle
hissedersin normalde... İşte normalde ancak bir yerin
ağrıdığında farkına vardığın o bedenin her an farkına
vararak yaşarsan, hep anda yaşamayı başarırsın,
düşüncelerin oraya buraya kaymaz baba... Az önce dedim ya,
beden dediğimiz şey Tanrı bilincinin bu dünyada madde
olarak görünür hale gelmesidir diye... bedenini fark ederek
yaşaman, Tanrı bilincini fark ederek, onunla bir olarak
yaşamanı sağlar ki bu da Tanrı’nın gücüyle güçlenmen
demektir’
‘Bu dediğin zor be evlat... Onca şey için koştururken
çok zor hem de’
‘Kolay bir yolu var ama!’
‘Nedir?’
‘Her ne yapıyorsanız yapın, hep nefesinize odaklanın
derdi biz Enver... Beni dinlerken alıp verdiğin nefesin
farkında olursan aklın fikrin başka yerlere kaymaz baba...
Şunu unutma ki aklın bir yere kaydığı anda kendinde değilsin
demektir...
Kendinde
değilsen
de
Tanrı’dan
çok
uzaklaşmışsın demektir’
‘Evlat bir şey diyeceğim ama yanlış anlama... Bunca
şeyi size öğreterek bir bakıma size inanılmaz bir lütufta
bulunmuş bu insanlar... Bazen sana da öyle gelmiyor mu?’
213 ‘Doğru diyorsun, ama onca cana kıymalarını haklı
çıkartmaz bu!’
‘Orası öyle tabi’ dedi Sadun ve konuyu değiştirmek için
hemen eski konuya döndü,
‘Peki an da kalmayı bu şekilde başardım diyelim... Bir
de farkındalık dedin, o neyin nesi?’
‘An da kalmak, kendinin farkında olmak dedim ya
baba... Her ne yapıyorsan yap, ne yaptığının farkında
olmanda farkındalık hali demektir... Yani düşünceler alemine
dalmadan, zihni hep boş tutarak yaşaman gerek... Dolu
bardağa su ekleyemezsin değil mi? Zihin dolu olursa hiç bir
şeyi alamayan bardak gibi olur... İnsanları bunca yıldır
gözlemliyorum... Zihinleri her an o kadar dolu ki... Keşke her
düşüncenin bir dua olduğu gerçeğini bilselerdi’
‘Nasıl yani?’
‘Dua el açıp
bulunduğun haldir’
Tanrıya
yakarmak
değil...
İçinde
O demek şimdi? Tıpkı günlüklerde ki Halit yada Enver
gibi konuştun’
‘Kendini nasıl hissediyorsan öyle yaşarsın, dua denen
silah işte budur... İnsanların dua edişlerini duyuyorum
yıllardır... Bir yandan Allah’ım bana para ver diyorlar... Ama
iç dünyalarında parasızlığın verdiği acıyı hissediyorlar...
Tanrı kelimelere bakmaz derdi Enver, çünkü kelimelerle
yalan söyler insanlar... Tanrı insanların göğsünde ki tek
gerçek olan duygularına bakar, öyle değerlendirir derdi’
‘Vay be, yani bende bunca yıl pek çok kez yanlış dua
etmişim ha’
‘Bize Yeni Ahit, Eski Ahit ve Kuran okutulurdu düzenli
olarak... Tanrı’nın bizimle konuşması derdi o kitaplar için
214 Enver... Aslında o kitaplarda bundan çok daha fazlası zaten
yazıyor ama okuyan yok maalesef...’
‘Öyle, roman okumak Tanrı’nın kitabını okumaktan
daha cazip geliyor demek ki’ dedi Sadun gülerek ‘gerçi böyle
diyorum ama benimde pek okumuşluğum yok’
‘İnsan hayrına dua ettiği gibi şerrine de dua eder’
‘Hıım, bak bunu biliyorum kurandan bir ayet değil mi?’
‘Evet... Kim kendi kötülüğü için dua eder ki baba? Sen
eder misin?’
‘Elbette hayır’
‘İşte bu ayette az önce söylediğim dua sırrı gizli...
Herkes ağzıyla dua ederken yalancı konumuna düşüyor Tanrı
huzurunda... Çünkü kalbinde hissettiği duygu tam tersini
söylüyor... Para istiyor, kalbinde parasızlığın acısı var’
‘E ne yapacak peki bu insan evlat?’
‘Önce kendini bilecek, kendisinin Tanrı bilincinin bir
yansıması olduğunu bilecek, an da yaşayıp tanrı ile birlikte
kalmayı öğrenecek... Ettiği duanın bile Tanrı’nın isteği
üzerine edildiğini bilecek, kendi iradesiyle değil! Sonrada
daha dua etmeye niyet ettiğinde, duasını etmeden zaten
kabul olduğunu şüphe etmeksizin bilecek ve bunun
hoşnutluğunu, huzurunu hissedecek...’
‘Demesi kolay!’
‘Denemesi daha kolay!’ dedi Mehmet gülerek.
‘Anlat bakalım, deneyelim bizde’
‘Bir bebek, annesinin karnını doyurması konusunda
şüphe eder mi?’
‘E tabiki etmez’
215 ‘E bir anne çocuğunun neye ihtiyacı olduğunu bilip, hiç
onu aç bırakmadan karnını doyuruyorda... Tanrı bir anne
kadar olamıyor mu yani?’
Sadun güldü, ‘yani bebek gibi olalım, ha?’ dedi.
‘Aynen öyle, bir bebek, bir çocuk gibi olmak gerek,
istemeye gerek yok, zaten verilecek bunu bilmek gerek, işte
gerçek dua budur baba, istediğin bir şeyin zaten sana
verildiğini bilerek şükretmektedir’
‘Anladım evlat... Anladım ama konu nereden nereye
geldi be!’
‘Ne o baba şikayetçi misin bana mı öyle geldi?’ diye
sordu Mehmet, muzip bir tebessüm eşliğinde.
‘Yoo, aksine çok memnunum bu yaşımda yeni şeyler
öğrendiğim için. Ama bu güne değin hep yanlış yaptığımı
öğrendiğim için de e biraz canım sıkıldı tabi’
‘Baba seni bu hayatta kurtaran ne oldu bilmek ister
misin? Sokakta gördüğün insanların sıkıntılarını çekmeden
yaşamanın nedeni neydi bilmek ister misin?’
‘Merak ettirmede söyle hadi!’
‘Aile kurmamandı!’
‘Nasıl yani yaa?’ diye sordu Sadun komser, koltuğunda
iyice öne çıkıp dikilmişti merakından!
Çünkü evlenseydin başkaları gibi şüphe içinde bir
hayatın olacaktı... Acaba karıma iyi bakabilecek miyim?
Çocuklarımın karnını doyurabilecek miyim? Biriken borçları
ödeyebilecek miyim? Okul taksitlerine yetişebilecek miyim?
Ve daha da fazlası senide sarıp bırakmayacaktı... Ve her
neden şüphe ediyorsan, içinde o şüphenin duygusu yer eder...
Aslında bu Tanrı’ya güvenmemek daha da kötüsü şerrine dua
216 etmektir dedim ya, evlensen sende bu dertleri düşünüp bu
duyguları yaşayacaktın...’
‘Ve de aynı sıkıntıları da tadacaktım ha?’
‘Öyle, hiç kaçarı yok hem de! Daha kötüsü de var senin
için’
Sadun merak ve tedirginlikle baktı Mehmet’e, cevap
ister gibi,
‘Evlenirsem şehit olurum duygusu vardı içinde...
Evlenseydin şehit olurdun şüphen olmasın!’
Sadun başını eğdi,
‘Evlat be... Keşke evlenseydim de, varsın şehit
düşseydim... Hem şehitlik gibisi var mı? Düşünsene... hem
ailen var, hem de şehit olarak ayrılmışsın bu dünyadan...
Bana göre iki tarafta da cenneti yaşamaktır bu... Ve hayatta
en çok isteğim şey bu ikisiydi aslında... Şimdi sen varsın,
Meltem var... İnşallah tanrı beni bu dünyadan şehit olarak
ayırır’
Mehmet cevap vermedi, acı bir tebessüm belirdi
yüzünde ve hak verircesine başını hafifçe salladı.
Mehmet’i üzgün görmek istemiyordu Sadun, onu
farkında olmadan da olsa üzdüğünü düşündü ve bir kez daha
konuyu değiştirmek istedi,
‘Şimdi sen duanın yanlış edildiğini söyledin de aklıma
geldi... İnsanların bu aralar elinden düşürmediği bir kitap
var... Kitaba göre insan neyi arzu ederse onu hayatına
çekebilirmiş... gerçi ben okumadım ama Meltem de bi ara feci
halde takılmıştı, anlatıp dururdu bana, orada da bir şeyi arzu
ettiğinde ona sahipmişsin gibi hissetmekten falan
bahsediliyormuş. Şu halde o kitapta anlatılan tarif doğru ha?
217 ‘Yok baba değil’
‘Değil mi? Sen okudun mu?’
‘can sıkıntısından göz atmıştım bir ara... Bir sürü kitap
var bu konuda ama hepsi aynı hayatı yapıyor, o yüzden de
büyük umutlarla o kitaplara sarılan insanlar yine hüsran
yaşıyor... Sen duydun mu hiç bu kitaplarda anlatılanları
yapıpta malikane sahibi olmuş birini? Milyon dolarlık
arabalarda fink atıp bankada hesapsız para sahibi olan
birini?’
‘Yok duymadım’
‘E yok ki duyasın!’
‘Eee, hata nerede peki o kitaplarda?’
‘Enver’in yazdığı günlükte bunun cevabını okumuşsun
zaten’
‘Neydi ki o, bir sürü şey okudum ama işin gerçeği
anlamadım evlat’
‘Tanrı bizi kendi suretinde yani kendi yeteneklerine
sahip şekilde yarattı... Tanrı kendini göremediği için kainatı
ayna olarak yarattı... Bizde kendimizi göremiyoruz bu yüzden
ve aynaya ihtiyaç duyuyoruz’
‘Haaa, tamam hatırladım şimdi, evet okudum öyle bir
şey’
‘Herkes aynı aynaya bakıyor ama farklı bir şey
görüyor, sende bende dünya denen ayna bakıyoruz var
olduğumuzdan beridir, ama aynı şeyimi görüyoruz baba?’
‘Sen kendi hayatını, ben kendi hayatımı görüyorum
evlat’
‘Aynen öyle... Dünya aslında her insanın sahip olduğu
218 bilinci kendine gösteren bir ayna hatta perdedir... Ve o
perdeye her insanın kendi içinde ki filmin görüntüsü yansır...
Ama bu kitaplarda diyor ki dışarıda gördüğünüz her şeyi
kendinize çekebilirsiniz... İşte bu yüzden çekmek diye bir şey
mümkün değil!’
‘Anlamadım’ dedi Sadun, gülerek.
‘Şimdi baba sana teknolojiden bir örnek vereyim
hemen anlayacaksın... Projeksiyon cihazını düşün’
‘Evet, emniyette çok kullanırdık son yıllarda’
‘Bu cihaz ne yapıyor, cihaza bağlı olan dvd player yada
başka bir şeyden aldığı görüntüyü perdeye yansıtıyor değil
mi?
‘Öyle’
‘Ancak o projeksiyon cihazı yalnızca kendine bağlı
olan DVD playerın içinde hangi görüntü varsa ancak onu
perdeye yansıtabilir, öyle mi?’
‘Öyle tabi ki’
‘İşte her insan bu açıdan bir projeksiyon cihazı gibidir,
kendi bilincinde var olanı dünya perdesine yansıtan bir cihaz
gibidir...’
‘Hııım’
‘Bu kitaplar aslında diyor ki... Başka bir projeksiyon
cihazının perdeye yansıttığı görüntüyü sizde kendinize çekip,
kendi perdenize yansıtabilirsiniz... Baba bu mümkün mü?’
‘Şu halde mümkün değil, imkansız! E peki ne yapacak
bu insanlar? Kimse yaşadığı hayattan memnun değil, herkes
sahip olmak isteyipte olmadığı şeylere sahip olmak istiyor’
219 ‘Kendi bilincinde var edemediği sürece perdeye o
istediği görüntü yansımayacak! Yansımadığı sürece de az
önce dua konusunda söyledim gibi hüzün duyacak, bu
duygusu yüzünden de o çok istediği şeylere asla sahip
olamayacak! Halbuki kendi özüne yoğunlaşsa insanlar hayat
o kadar kolay olurdu ki... Ama herkes içini unutup dışarı
dalmış, başkasında gördüğüne dalmış... Bilseler ki her insan
tanrı bilincinin sınırlı bir yansımasından başka bir şey değil,
her insan tanrısal güçlere sahip, her dilediğini önce bilincinde
var edip sonra kolaylıkla dünya perdesine yansıtabilir... Ama
nerde?’
‘Bence sen bunları benden ziyade Meltem’e anlat
Mehmet. Kızcağız debelenip duruyor mutluğun her türlüsünü
hayatıma çekeceğim, ölene dek mutlu yaşayacağım bu sayede
diye’
Mehmet gülerek ‘olur baba bir ara anlatırım’ dedi.
‘Yahu Mehmet, her şey iyi güzelde... Tanrı neden
gönderdiği kitaplarda her şeyi açıkça söylemek yerine
gizemli bırakmış ki?’
‘Bunu aynen bu şekilde bende sormuştum Enver’e’
‘Ne cevap verdi?’
‘Kutsal kitaplarda bahsedilen sınavın bu olduğunu
söyledi... Dedi ki... Tanrı her insanı dünyaya göndermeden
önce karşısına alır ve bilmesi gereken her şeyi bilmesini
sağlar. Ve her insana dünyada gidince bildiklerini
unutacaklarını, ancak unuttuklarını hatırlaması için her
yana işaretler bırakmış olduğunu söylerdi. İnsan sur borusu
denen yerden geçip anne rahmine düştüğünde bildiği her şeyi
unutarak bu dünyada var oluyor. Ancak çok azı tanrının
işaretleri izleyin emrini hatırlar ve işaretleri takip ederek
doğrulara ulaşır... İşte Tanrı’nın insanları sınaması gerçeği
220 budur demişti Enver... Önce kendini bilecek insan... kendini
bilince Tanrı’yı da bilmiş olacak ve bilmesi gereken herşeyi
ancak o zaman hatırlayacak ve bu dünyada Tanrı’nın eli
olarak hüküm sürecek’
‘İyi cevapmış’
‘Öyle... Aslında Enver ve diğerleri özlerinde çok iyi
insanlardı... Bunu şimdi daha iyi anlıyorum... Hatta Halit bey
bile tüm bunları niye yaptı sorusu bile onu haklı çıkartabilir
baba... Vatan millet aşkı yüzünden yaptı... Bize de verilen
eğitimin diğer kısmı hep buydu... İnsanın önce vatanı için
sonra dünya için, tüm insanların mutluluğu için elinden ne
geliyorsa yaparak yaşaması gerektiği öğretisiyle yoğrulduk
çocukluk yıllarımız boyu... Mustafa Kemal, silah arkadaşları,
Osmanlı, Selçuklu ve hatta dünyaya huzur getirmiş nice diğer
milletler anlatıldı... O insanların hepsinin Tanrının sınavını
kazanmış ve tanrıyı bulmuş, bu sayede güçlenip insanlara
hizmet etmiş kişiler olduğu anlatıldı... Tüm peygamberlerin
de insanların gözünü açmak için kendilerini adeta ateşe
attığı, ancak sınav gereği tüm gerçekleri açıkça anlatma
yetkileri olmadığı için dolaylı yollardan aslında her şeyi
insanlara verdikleri anlatıldı... Ve bizim tüm bu insanları
örnek alıp, onların yolundan gitmemiz gerektiği salık verirdi,
her gün, her gün ve her gün...’
‘Anladım evlat... Az önce bir şey dedin ya, dikkatimi
çekti...’
‘hangisi baba bir sürü şey söyledim’ dedi Mehmet,
ortamı biraz da o yumuşatmak istedi ve güldü.
‘Dedin ki... İnsan ettiği duanın bile Tanrı’nın isteği
üzerine edildiğini bilecek, kendi iradesiyle değil!’
‘Evet?’
221 ‘Şu halde tüm bu yaşananlar da Halit’in duasıydı evlat!
Tanrının ona ettirdiği ve kabul ettiği duaydı!’
Mehmet başını öne eğdi ve öylece kaldı...
Düşünüyordu, düşündükçe hak veriyordu Sadun’a... Başını
kaldırmadan konuştu,
‘Baba be... Gidelim mi?’
‘Nereye evlat?’
‘Ailemin mezarını ziyaret etmeye’
‘Elbette, elbette gidelim Mehmet, hatta istersen kalk
hemen yola çıkalım’
Mehmet tebessümle baktı ona,
‘Gece karanlığında yormayayım size, sabah daha iyi
olur’
‘Peki evladım, sen nasıl arzu edersen, zaten burnumda
türüyordu oralar, yine görmeyi çok arzu ediyordum işin
gerçeği’
‘Duan kabul olmuş’ dedi Mehmet gülerek.
Sadun da bir an durup düşündü ve o da güldü ‘Evet...
Evet çok iyi hatırladım! Daha oralardan dönerken bir daha
görmek istediğimi kendime söylerken içimde Ereğli’yi bir kez
daha görecek olmanın mutluluğu vardı be avlat’
‘Oh, uygulamalı olarak öğrenmiş oldun mevzuyu be
baba’
‘Öyle oldu galiba, sağol evladım eksik olma’
‘Ne demek baba, sen iste yeter ki ne biliyorsam
aktarayım sana’ dedi Mehmet gülerek.
222 ‘Olur ama bir anda çok ağır oluyor, parti parti olursa
sevinirim’ diyerek güldü Sadun ve ekledi ‘Aslında konunun
buralara nereden geldiğini unutmadım, Ereğli’ye giderken
anlatırsın artık o kısmını...’
‘Baba sende de ne hafıza varmış, ben bile unuttum asıl
neyi anlatacağımı?’
‘Eee evladım, senin yeteneklerin varsa bizimde yılların
verdiği iş tecrübemizin kazandırdığı bazı yetenekler var!
Asla unutmam, unutursam parçalarını birleştiremem, o
zaman da suçluyu bulamam, öyle değil mi ama?’
‘Bir çay daha?’ dedi Mehmet muzipçe!
Sadun güldü ‘Asla hayır demem!’ dedi.
Mehmet çay bardaklarını alıp mutfağa giderken Sadun
seslendi,
‘Meltem’e haber verelim de kız merak etmesin bizi...
Geçen ki gidişimde haber vermeden gittim diye merak etmiş,
sonrada bir güzel payladı beni!’
‘İşi yoksa o da gelsin, tabi arzu ederse’
‘İyi fikir, dur bari arayıp sorayım şimdi’
Sadun kalktı, masanın üzerinde duran cep telefonunu
aldı, Meltem’i ararken Mehmet de çaylarla beraber döndü,
bardakları sehpaya bırakıp oturdu.
‘Alo Meltem, nasılsın yavrum? Sağol canım bende
iyiyim. Mehmet’le çay içip sohbet ediyorduk bizde’
Sadun Mehmet'e dönerek ‘selamı var sana’ dedi.
‘Siz de benden ona söyleyin’
‘Bak onunda sana selamı var... İyi iyi, keyfi yerinde...
Bak ne diyeceğim Meltem, biz Mehmet evladımla yarın
223 Ereğli’ye gideceğiz... Ailesini ziyaret etmek istedi, o sebeple...
Mehmet arzu ederse, iş durumuda müsaitse Meltem de gelsin
diyor, ne dersin kızım?’
Sadun cep telefonu kulağında Mehmet’e döndü,
‘Bir sonra ki gün olursa gelirim diyorsun’ dedi.
Mehmet ‘Olur, olur!’ diyerek başını salladı.
‘Tamam Meltem'ciğim, o zaman sonraki gün
gidiyoruz... Yok benim arabayla gidelim, uzun yolda çekilmez
senin ufaklık’ dedi ve güldü Sadun...
‘Peki güzel kızım, yarın haberleşir ertesi sabahta
erkenden yola çıkarız... Tamam, haydi iyi geceler, iyi nöbetler
sana’
Sadun gülerek telefonu masanın üzerine bıraktı.
‘Baba ne yaptın? Kızın arabasına resmen dil uzattın
sen!’
Kahkahalarla güldüler,
‘Sorma söylenip durdu telefonda zaten!’
224 YILLAR SONRA
‘Bildiğimi anlatma konusunda pek iyi değilim ama bir
denerim... malum yıllardır pek konuşmadan yaşıyorum’
‘Hıı! Maşallah şimdide çenen öyle bir düştü ki
durdurabilene aşk olsun! Yılların suskunluğunu bizden
çıkartır gibisin!’
Mehmet ve Meltem dikiz aynasında göz göze geldiler,
‘Laf mı sokuyorsun’ dedi Mehmet tatlı sert bir bakışla.
‘Yoo, gerçeği ifşa ediyorum!’ dedi Meltem, aynı
üslupta!
Sadun komser ise tatlı tatlı gülüyordu koltuğunda,
ikisinin atışması hoşuna gitmiş gibi.
Mehmet arabayı kullanıyordu, Ereğli yolculuğu
anlaştıkları gibi bir gün sonrasını sabah saat yedisinde
başlamıştı. Meltem kendi arabasıyla köşke gelmişti, önce üçü
birlikte Sadun babalarının ısrarıyla kahvaltı etmişler ve
sonrasında siyah Mustang ile yola çıkılmıştı.
Sadun komser sağ ön koltukta oturuyordu. Meltem ise
arka koltuğun orta kısma oturmuş, kollarını ön koltuklara
yaslamış haldeydi.
‘İyi, o zaman yine susayım ben,
ağrıtmayayım küçük hanım!’ dedi Mehmet.
hem
başınızı
‘Ne o küstün mü yoksa? Çocuk musun sen? Ah, öyle ya
hala büyümeyi başaramadığını geçen hafta söylemiştim sana,
bak nasıl da unutmuşum!’
Sadun’un kahkahası arabanın içini doldurdu.
225 ‘Baba kızına söyle beni aşağılamaktan vazgeçsin!’ dedi
Mehmet, muzipçe Sadun’a dönüp bakarak.
‘Ben niye söylüyorum, kendin söyle! Hem uzakta değil
ki arka koltukta oturuyor işte!’ derken Mehmet’ten farkı
yoktu.
Üçünün şen kahkahaları arabanın içini adeta
aydınlatıyordu, yolculukları keyifli başlamıştı. İstanbul da
hava
açık
ve
güneşliydi
o
gün,
Adapazarı’na
ulaştıklarındaysa gökyüzü bulutlanmış, yağmur yağmaya
başlamıştı.
‘Neyse hadi başladın bari devamını getir şunun’ dedi
Meltem ‘az laf çok iş’ diye de ekledi.
‘Peki Meltem hanım, istediğiniz gibi olsun... Dediğim
gibi kendi varlığında var edemediğini dünya perdesinde de
var edemezsin’
‘Ya dur biraz aklıma gelmişken sorayım’
‘Sözümü izinsiz kestiğin için önemli değil!’ dedi imalı
ses tonuyla Mehmet ve aynı imalıyı gözlerine de yansıtıp
dikiz aynasından Meltem’e baktı.
‘Tamam şimdi laf sokmanın sırası değil, sus ve dinle!’
‘Emredersiniz efendim!’
‘Sen şimdi bunları anlatıyorsun iyi güzel hoşta... Sen
bunları kendin hiç denedin mi?’
‘Hatırladığım bir şeyi nasıl deneyebilirim?’
‘Hııı, yani bunları da Sadun baba sayesinde hatırladın
ha? Tüm anıların gibi bilgilerinde yeni geri geldi yani?’
‘Evet, yeteneğimin önemli bir kısmı hariç hepsi geri
geldi’
226 ‘Bu
arada
söyleyeceklerin
bitince
hatırlatta
yeteneğinin geri kalan kısmıyla ilgili sana söyleyeceklerim
var!’
Mehmet meraklı gözlerle baktı dikiz aynasından
Meltem’e,
‘Neymiş?’
‘Başladığın işi yarım bırakma Mehmet bey! Anlat!’
Sadun komser güldü,
‘Ben de merak ettim be Meltem, söylesene’ dedi.
‘Önce Mehmet, sonra ben derim diyeceğimi’
‘Tuttu gene inadı, anlat sen Mehmet, yoksa diyeceği
varsa da demez güzel kızım’ dedi Sadun, gülerek.
‘Aynen öyle!’ diyerek Sadun’un söylediğine destek
çıktı Meltem ve koltukta geriye yaslanıp, kollarını göğüs
hizasında kenetledi ‘daha bekleyecek miyiz?’ diye sordu.
‘Peki tamam... Anlatıyorum... Ayrıca bir kez daha
söylüyorum, bunları bana Enver anlatıp öğretti. Yanılma payı
olmasıda mümkün... Gerçi Sadun babanın bulduğu günlükler
sayesinde bize öğretilen her şeyin yıllar süren çalışmalar
sonunda toplandığını ve şaibeli olanların bize hiç
öğretilmemiş olduğunu öğrenmek içimi bu açıdan
rahatlatıyor tabi...’
‘Valla Mehmet şu ana kadar bir sürü şey okuyup
denedim, herkes bir şeyle ortaya çıkıp hayatın sırrı bu diyor
ama hiç biri bir işe yaramadı... Sen anlat, deneyelim bakalım,
kim bilir belki Halit bey ve tayfası doğru izi sürmüşlerdir...
Öyle olmasa sen bunca yetenekle etrafta dolanıyor olmazdın,
öyle değil mi ama?’
227 ‘Peki Meltem, sen öyle diyorsan sorun yok... Arzu
ettiğin bir şeyi, tanrı senin için arzu etmemiş olsa sen onu
arzu edemezsin, bunu asla unutma. Senin dilediğin her şey
aslında onun senin için dilediğidir. Ama gel gör ki tanrının
insanları sınaması gereği onun sana vermeye hazır olduğunu,
sen nasıl alacağını unuttuğun için arzularına sahip olman
imkansızlaşır... Bu gökkuşağına ulaşmaya benzer, sen elini
uzattıkça o hep uzaklaşır...’
‘Anladım... Zaten pek çok kez de aynen böyle
yaşadım... Elimi uzatsam tutacak mesafede olduğunu
hissettiğim halde bir türlü ulaşamadığım bir sürü isteğim
oldu...’
‘Arzularını kendi varlığında var edebilmenin en kolay
ve kesin yolu, herkeste zaten var olan ama gerçekte ne işe
yaradığı anlaşılamamış olan bir organını kullanmandır!’
‘Hangisiymiş o?’ diye aynı anda sordu Meltem ve
Sadun.
‘Kalp!’
‘Kalp mi?’
‘İnsan bedeni hücrelerden oluşur, peki trilyonlarca
hücrenin tamamına ulaşan şey nedir?’
‘Neymiş?’
‘Kan!’
‘Hııım’
‘Ve bedende dolaşan kanın tamamı kalpte toplanıp,
kalpten dağılır... En önemlisi tıpkı beden gibi kanında ana
unsuru sudur... Su ise elementler arasında kendine has bilinci
olan tek elementtir. Su her türlü düşünceyi kaydetme
özelliğine sahiptir. O yüzden eskiler suya dua okuyup
228 hastalara içirirlerdi’
‘Vay be, bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu’ dedi
Meltem.
‘Kalbin
kanı
toplayıp
pompalamak
haricinde
bilinmeyen bir görevi daha var demiştim... Sen her ne
düşünüyorsan, düşündüğünü kalp özel bir salgı yoluyla kana
aktarır ve tüm hücrelere kadar ulaştırır. Bilinç nasıl ki bu
dünyada
madde
olarak
gözüküyorsa
ve
maddeyi
şekillendiriyorsa... Hücrelerin oluşturduğu bedende işte bu
yolla bilince ulaşır ve onu değiştirir. Ancak sıradan hayal ve
düşüncelerin zayıf bir etkisi vardır. Arzularının çok çabuk bir
şekilde bilincinde var olmasını, dolayısıyla dünya perdesine
yansımasını istiyorsan, sıradan düşünce ve hayallerin
ötesine geçmen gerek!’
‘Haydaaa!’ dedi Meltem, şaşkınca baktı Mehmet’e. ‘Ne
yani yalnızca hayal edip düşünerek olmuyor mu bu iş?’
‘Olur ama etkisi zayıftır dediğim gibi... Yıllarca
sürebilir isteğine sahip olman!’
‘Eeee? Ne yapıcaz o zaman? Sıradan kelimelerin
ötesine nasıl geçeceğiz?’
‘Sanırım cevabı
şaşkınlıkla baktı ona,
biliyorum’
dedi
Sadun,
Meltem
‘Baba biliyorsun da niye söylemedin bunca zamandır?’
‘Yavrucum günlükleri okurken neler okudum bir
bilsen aklın durur. Ama neyin ne olduğunu anlayamadım ki
çoğu zaman... Bir yerde bahsediyordu Halit bey bu konudan...
Yoksa Enver miydi? Neyse canım yazıyordu işte’
‘Ne yazıyordu?’
229 ‘Her şey için bir anahtar olduğu ve tüm anahtarların
kutsal kitaplarda gizlenmiş olduğundan bahsediyordu’
‘Doğru!’ dedi Mehmet...
‘Neymiş peki bu anahtarlar?’ diye atıldı Meltem.
‘Aç oku!’ diye karşılık verdi Mehmet de.
‘Okudum zaten ama söylediğiniz gibi bir anahtara
rastlamadım ki’
‘Ne yani ben anahtarım diye ayetin yanına Tanrı not
mu düşecekti?’ dedi ve güldü Mehmet, Sadun da ona katıldı.
‘Aferin kızıma, bak ben bu yaşıma geldim doğru dürüst
elime alıp da okumadım kutsal kitabımızı, onca işin gücün
arasında merak edip okumuş, ne güzel bir şey’
‘Aslında olay şöyle oldu baba... Bir gece uyku tutmadı,
TV de kanalları dolaşıyordum...’
‘Eee?’
‘Bir kanalı açtığım sırada ilahiyatçının biri bağıra
çağıra aynen şunu diyordu... Millet Orhan Pamuk Nobel ödülü
alınca romanı merak edip koşa koşa gidip aldılar, okudular...
Allah insanları adam yerine koyup kitap göndermiş, kimse
merak edipte okumuyor’
‘Doğru demiş’ dedi Sadun gülerek...
‘Eee, sonra?’ diye sordu Mehmet.
‘Sonra... Orhan Pamuk’un romanını merak edip
okuyanlardan biri olarak adama hak verdim gittim kuran
meali alıp okudum’
Gülüştüler Meltem’in bu cümlesine.
230 ‘Evet’ dedi Mehmet, ‘sıra sende, yeteneğimin kayıp
kısmıyla ilgili bir şey söyleyecektin?’
‘Dur bakalım sen bana önce kutsal kitaplarda ki
anahtarları söyle’
‘Kitabı bir kere daha bu mantaliteyle oku, bulamazsan
gel hepsini teker teker göstereceğim...’
‘Bence de iyi bir teklif’ diye Mehmet’e destek çıktı
Sadun.
‘İyi, madem öyle... Okuyacağım bir kez daha’
‘Anlaştık o zaman’
‘Tamam, anlaştık...’
‘Evet? Benle ilgili bir şey diyordun?’
‘Bizim departmanın sorunlu polisleriyle ilgilenen bir
psikiyatr var... Aramız da oldukça iyidir, yakın arkadaşım
olur’
‘Gide gele arkadaş oldunuz yani!’
‘Hayır canım ben hiç ihtiyaç duymadım! Ama senin
ihtiyacın var belli ki, bir ara götüreyim seni ha?’ diyerek
karşılık verdi Mehmet’e Meltem.
Sadun’un kahkahasına Meltem de eşlik etti, Mehmet
dikiz aynasından tatlı-sert bir bakış fırlatırken Meltem’e,
kendini gülmemek için tutuyordu.
‘Neyse... Ona fazla üstünü açmadan senden bahsettim.
Durumu izah ettim... Eskiden bazı yeteneklere sahipmiş ama
biri hipnoz yoluyla yeteneklerini unutturmuş, geri getirilmesi
mümkün müdür diye sorum’
Mehmet merakla baktı dikiz aynasından Meltem’e,
231 ‘Evet, mümkün olabilir ama kesin bir şey söyleyemem,
denemek gerek dedi’
‘İyi, deneyelim o zaman, var mıymış bildiği hipnoz
konusunda uzman biri?’ diye sordu Mehmet.
‘Evet var, kendileri bu konuda uzmandırlar’
‘Emin misin Mehmet? Sonra ters bir durum olmasın?’
diyerek endişesini dile getirdi Sadun komser.
‘Bence ilk fırsatta yüz yüze görüşelim, ters bir durum
olup olmayacağını, olursa da ne olacağını soralım baba’
‘Hıım, bak bu iyi fikir’ dedi Sadun ve dönüp Meltem’e
baktı ‘Dönünce bir zahmet randevu alırsın Meltem’
‘Olur baba,
görüşürsünüz’
köşke
alır
getiririm
orada
rahatça
‘Adı ne?’ diye sordu Mehmet.
‘Aslı’
‘Güzel mi bari?’
Sadun kahkahayı bastı, Mehmet de onu yalnız
bırakmadı. Meltem ise sinirinden güldü,
‘Sana doktor değil sevgili lazım anlaşılan!’ dedi.
‘Yok ben kendime değil Sadun babam için sordum!’
Kahkahanın dozu daha da arttı!
‘Ya aslında biz senden reel olarak henüz bir şey
görmedik, yani yetenek bağlamında söyledim bunu’ diyerek
yeni bir çıkış yaptı Meltem.
‘Nasıl yani?’ diye sordu Mehmet, soruyla Meltem’in
neyi kast ettiğini anlamaya çalışır gözlerle dikiz aynasından
ona bakarak.
232 ‘Yani tamam akıl fikir okuyorsun falan ama... Yani
daha somut bir şey mesela!’
Mehmet yan gözle Sadun’a bakarak,
‘Babamıza verilmiş sözüm var, önce ondan izin alman
gerek’ dedi.
‘İzin mi? Ne sözüymüş ki bu?’
‘Meltem’ciğim Mehmet baba sahip olduğu yetenekleri
şahsi
çıkarları
için
yada
olur
olmadık
yerde
kullanmayacağına dair söz verdi’ diyerek konuya açıklık
getirdi Sadun komser.
‘Hııım, şu mesele... bence de iyi düşünmüşsünüz
komserim... Neyse canım bu seferlik izin verseniz kendi
gözlerimizle tanık olsak diyorum...’
‘İyi, seni kıracak değiliz ya... Söz sende Mehmet!’
Mehmet dikiz aynasından muzır bir çocuğun ifadesiyle
baktı Meltem’e ve ellerini direksiyondan, sağ ayağını gaz
pedalından çekti!
Sadun gülerken, Meltem arka koltuktan iyice öne çıktı,
eğilip Mehmet’in ayaklarına doğru baktı, gaz pedalına
basmadığını gördü,
‘Vaay, iyi numara!’ dedi.
‘İyi numara?’
Mehmet botlarını çıkarttı ve koltuğunda bağdaş kurup
oturdu! Sadun keyiften, Meltem hayret ve şaşkınlıktan
gülüyordu, araba resmen kendi kendine gidiyor, virajlara
girip çıkıyor, vites kendiliğinden değişiyordu. Hatta o an
yağmur atıştırmaya başlamıştı ki sileceklerden kendiliğinden
çalışmaya başladı!
233 ‘Şaka gibisin yaa!’ dedi Meltem, hayret ve bir o
kadarda hayranlıkla bakarak Mehmet’e ‘nasıl yapıyorsun
bunu Mehmet?’ diye de ekledi.
‘Bizi eğiten iyi eğitmiş!’ diye cevap verdi Mehmet,
gülerek.
‘Orası belli zaten de, nasıl eğitmiş işte, onu sordum
bende’
Mehmet yoldan gözlerini çekip Sadun komsere dönüp
baktı,
‘Baba arabana otomatik pilot taktırmakla çok iyi
yapmışsın!’ dedi gülerek.
Sadun da gülerek cevap verdi,
‘Böylesi hem daha güvenli hem de yormuyor be evlat’
dedi.
‘Ya bırak dalga geçmeyi de soruma cevap ver Mehmet
efendi!’ diye çıkıştı Meltem, tatlı-sert ses sonuyla.
‘Şimdi Meltem... hatırladığım kadarıyla olay şöyle
oluyor... Bedenimiz aslında bilincimizin maddeleşmiş bir
uzantısı ya... İşte bize yalnızca bedenimizin değil, var olan
her şeyin bilincimizin bir uzantısı olduğu öğretildi. E tabi biz o
çocuk yaşta ne öğretilirse onu kabul ediyorduk ve zihnimizde
hiç şüphe ya da yargılama da olmuyordu elbet... Kaldı ki
demiştim daha önce, bize şüphe, korku, tereddüt gibi olumsuz
duygular hiç öğretilmedi...’
‘Eee?’
‘E si, ellerim nasıl bedenime ait bir organsa ve onları
dilediğim gibi kullanabiliyorsam... Arabanında bedenime ait
bir organmış gibi hissedip kontrol edebiliyorum... Benim için
bu elimi havaya kaldırmak kadar kolay, çünkü ben gözümü
234 açtığımda bana gerçeğin bu olduğu öğretildi... Ama senin
durumunda böyle bir şeyi değil yapmak, düşünmek bile çok
zor elbet... Çünkü size de etrafınıza baktığınızda gördüğünüz
her şeyin sizden ayrı bir varlık olduğu öğretildi... Bilmem
yeterince anlatabildin mi?’
‘Anladım canım’ dedi Meltem...
Belki farkında değildi, ama –canım- kelimesini çok
içten söylemişti Meltem. Bunu yalnızca Mehmet değil Sadun
komserde anlamıştı ve ikisinin de yüzünde tebessüm belirdi.
Meltem ise başını pencereye çevirmiş, gözlerini hızla geçip
gittikleri manzaralara dikip, kendi alemine dalmıştı.
Bolu tünelini geçtikten sonra, Sadun komserin
önerisiyle yol üzerinde bir dinlenme tesisine girdiler. Mehmet
arabaya benzin alırken, Meltem ve Sadun komser tesisin kafe
bölüme gidip oturdular.
Mehmet’in de bir kaç dakika sonra onlara katılmasının
ardından sipariş için bekleyen garsona Türk kahvesi
söylediler...
Meltem’in meraklı ve ısrarlı soruları kahveler
içilirkende devam etti, Mehmet kimine cevap verdi, kimini
Meltem’i kızdırmak için kaçamak cevaplarla geçiştirdi. Yirmi
dakikalık molanın ardından Meltem hesabı ödedi ve tekrar
arabaya döndüler.
Bir sonra ki mola Konya da verildi, önce dinlenme
tesisinin tuvaletine, ardından restaurantına gidildi. Sadun
komser yemeklere göz gezdirdi,
‘Açsınız biliyorum ama daha iyi bir fikrim var, hadi
gelin benimle’ dedi.
235 Arabayla bir kaç kilometre daha yol aldılar, Sadun’un
gözü hep yol kenarında ki esnaf lokantalarındaydı. Nihayet
önünde park halinden bir hayli kamyon ve tır olan bir
lokanta gördü ve Mehmet’e arabayı uygun bir yere park
etmesini söyledi.
Önce garipsediler, koskoca lüks restaurant ve zengin
yemek menüsü dururken neden bu üçüncü sınıf lokantaya
geldiklerini. Ama yemeklerin tadını alınca hepsi Sadun
babalarına teşekkür üzerine teşekkür ettiler!
Mehmet arabayı kullanırken yüzünde ki tebessüm bir
anda kayboldu, onu rahatsız eden bir şey sezmişti ve tüm
neşesi kaybolmuş, sessizliğe gömülmüştü!
Sadun komser başını yan pencereye çevirmiş, kar
altında kalmış uçsuz bucaksız arazilere bakıyordu ama
Meltem
fark
etti
Mehmet’in
yüzündeki
neşenin
kaybolduğunu. Dikiz aynasından onu daha iyi görebilemek
için koltuğun sol tarafına doğru kaydı Meltem, evet
Mehmet’in yüzünde o ilk tanıştıkları gece gördüğü donuk
ifade vardı!
‘Mehmet?’
Mehmet onu duymadı bile!
‘Mehmet?’ diye seslendi bir kez daha yumuşakça bir
ses tonuyla Meltem.
Bunu üzerine Sadun dönüp Mehmet’e baktı. Onun
kendine baktığını fark edince kendine geldi Mehmet ve
seslenin Sadun olduğunu sandı,
‘Efendim baba?’ dedi.
‘Ben değil evladım, Meltem seslendi sana’
236 ‘Haa, öyle mi?’ dedi yüzünde zoraki tebessümle
Mehmet ve dikiz aynasından göz göze geldi Meltem’in cevap
bekler gözleriyle.
‘Hayırdır, daldın gittin?’
Yalan söyledi Mehmet,
‘Evet, yıllar öncesini düşündüm bir an... Öyle işte...’
diyerek geçiştirdi.
Bir tehlike sezmişti ama tehlikenin ne olduğunu
anlayamamıştı, bu onu daha da rahatsız etmeye yetmişti.
Akşam karanlığı çökmüşken -Ereğli’ye hoş geldiniztabelasının önünden geçtiler. Sadun komser, daha önce
buraya geldiğinde kaldığı otele götürdü onları. Planları geceyi
burada geçirmek ve sabah erkenden Kayasaray köyüne,
oradan da Mehmet’in ailesinin yattığı mezarlığa çıkmaktı.
Otelin resepsiyonisti Ramiz, karşısında Sadun’u
görünce hem şaşırdı hem de sevindi, sevindi çünkü aklı siyah
Mustang da kalmıştı, o arabaya bir kere daha binebilmenin
hayaliyle yanıp tutuşuyordu onca zamandır!
Sadun komser tek kişilik üç oda istedi Ramiz’den.
Ramiz ellerinde ki en güzel odaları verdi onlara ve odalarına
kadar bizzat eşlik etti, Sadun’dan da okkalı bir bahşiş aldı.
Ancak Sadun onun gözlerinden anlamıştı aslında bahşiş
istemediği, onu daha fazla kıvrandırmak istemedi,
‘Ramiz köye giden yolun durumu nedir, kar var mı?’
diye sordu.
‘Valla dayı yol temiz ama köyün içinde vardır illaki’
‘İyi, o zaman zincire gerek yok!’
Ramiz beklediği
kıvranıyordu,
cevabı
alamamanın
sıkıntısıyla
237 ‘Mehmet’ diye seslendi Sadun, odasına girmek üzere
olan Mehmet’e ‘Ramiz’e arabanın anahtarlarını verde hem
benzin alsın hem de bir güzel yıkatsın arabayı’
Ramiz’in gözleri parladı! Mehmet’in yanına koşarak
gitti adeta ve bir yıldırım gibi uzatıp aldı anahtarı,
koşarcasına merdivenlere giderken Sadun güldü ardından,
‘Yeğenim! Bir şey unutmadın mı?’ diye seslendi.
Ramiz ani bir manevra ile dönüp baktı,
‘Ne vardı dayı?’
‘Benzini neyle alacaksın?’
‘Ben veririm parasını sonra hesaplaşırız dayı merak
etme sen’ derken bir yandan da birer ikişer merdivenleri
iniyordu Ramiz.
Sadun komser yol yorgunluğu ile hemen yatıp uyudu.
Meltem’in de ondan farkı yoktu, odasına girer girmez bir
duşa alıp kendini yatağın üzerine bırakmıştı, oda sıcaktı
üzerini bile örtmeye gerek duymaksızın uykuya dalmıştı.
Mehmet ise hala ayaktaydı. Yolda gelirken sezdiği
tehlikeye takılmıştı, ne olduğunu bulmaya çabalıyor ama
olmuyordu. Kendisiyle alakalı değildi, öyle olsa onu kim
düşünürse düşünsün o düşünceyi anında yakalardı nede
olsa... Şu halde bu tehlike ya Sadun komserle yada Meltem’le
ilgiliydi!
‘Acaba bu yolculukla alakalı bir tehlike mi var’ diye
düşündü ‘keşke onları yanımda sürüklemeseydim, tek
gelseydim’ diyerek kızdı kendine Mehmet!
Yatağın üzerine bıraktı kendini, ellerini başının
altında birleştirdi, gözlerini tavana dikti, zihninin içinde bir
şeyler yakalamaya çabaladı ama sezdiği tehlikenin verdiği
238 huzursuzluk haricinde bir şey yoktu.
Meltem ve Sadun’a verdiği sözü geçici bir süre askıya
almaya karar verdi Mehmet, onlar yanındayken sorun yoktu,
ne olursa olsun, tehlike ne denli büyük olursa olsun icabına
bakardı, buna şüphesi yoktu. Ama onlardan uzaktayken
kesinlikle zihinleriyle bağlı olacaktı, olası tehlikenin ne
olduğunu öğrenmenin ve onlara zarar gelmeden bu tehlikeyi
önlemenin başka yolu olmadığına iyice kanaat getirdi.
Sadun komser genelde hep gözünün önündeydi ama
Meltem’in tehlikeli bir işi vardı ve hep eli silahlı, psikopat
insanlarla uğraşması gerekiyordu. Sezdiği tehlikenin ağırlıklı
olarak Meltem’le alakalı olduğunu düşündü Mehmet, verdiği
sözü tutmaktansa Meltem’in başına bir şey gelmemesini
tercih edecekti.
Onlara verdiği sözleri tutmak onun için önemliydi,
çünkü ilk kez hayatında birileri ona değer vermiş, hatta
sevmişti, üstelik karşılıksızdı bu değer ve sevgi.
Ve Mehmet, o da hayatında ilk kez sevmiş ve değer
vermişti. Özellikle ona verilen değeri ve duyulan güveni
sarsmamak adına her şeyi yapmaya razı olmaya hazırdı.
Tutmak üzere bir söz vermişti, ama şimdi o sözü gizlice
bozmak zorunda olmanın vicdani rahatsızlığını duyuyordu
yüreğinin derinliklerinde. Düşünceler aleminde dolanırken,
uyuyup kaldı Mehmet.
Sabah önce Sadun uyandı ve Mehmet’le Meltem’i
uyandırdı.
Ramiz onları uğurlarken ‘Dayı mutlaka yine beklerim
yolun düşerse’ dedi, içtenlikle.
‘Kısmet be yeğenim’ diye cevap verdi Sadun ve
Razim’e sarılıp vedalaştı.
239 Yakınlarda bir börekçide yaptılar kahvaltılarını.
Meltem peynirli, Mehmet kıymalı kol böreği, Sadun komser
ise her zaman ki gibi su böreği yedi. Böreklerin yanında da
ikişer bardak çay içtiler. Hesabı istediklerindeyse Meltem ve
Sadun komser arasında ufak bir hesap ödeme krizi yaşandı,
ancak krizin galibi Meltem oldu.
Kayasaray köyüne giden yol üzerinde ufak tefek kar
birikintileri kalmıştı ama genelde açıktı. Sadun, Mehmet’in
yeteneklerine güvendiği için lastiklere kar zinciri takma
gereği duymamıştı. Hatta bunu dile getirdiğinde Meltem’ hadi
baba iyisin, alemin en kral şoförünü sen kaptın’ diye takılmış,
gülüşmüşlerdi.
Mehmet içi huzursuz olmasına rağmen onlara belli
etmek istemiyor, önceki günkü gibi neşeli olmaya çalışıyor,
en azından öyleymiş gibi yapmak için kendini zorluyordu.
Yarım saatlik bir yolculuğun ardından nihayet köy
meydanına ulaştılar. Sadun Mehmet’e yolu tarif etti ve köye
ilk geldiğinde gittiği kahvehanenin önünde park ettirdi
arabayı.
‘Mehmet, senden bir ricam olacak’ dedi Sadun.
‘Elbette baba, buyur’
‘Şimdi köy muhtarına bir saat açıklama yapmam
gerekecek, niye geldik, neden yine oraya çıkmak istiyoruz
falan...’
‘Anladım baba, sen bana bırak!’
‘Eyvallah!’
Muhtar hiç garipsemedi Sadun komseri bir kez daha
karşısında görünce, hatta onu bugün beklediğini sanıyordu,
Mehmet’in yeteneği sayesinde!
240 Muhtar hiç bekletmedi bile onları, hemen üç katır
getirtti köyün gençlerine ve mandıranın olduğu mevkiye
doğru yola çıktılar Mehmet, Meltem ve Sadun komser...
Katırları bırakıp yola yaya devam edecekleri patikaya
ulaştıklarında Mehmet içinde gittikçe artan bir heyecan
hissetti. Yedi yaşındayken ayrıldığı bu yere yıllar sonra geri
dönmüştü. Geçen onca yıl buralarda doğup büyüdüğünden
habersizce yaşamış, ancak kaybettiği hafızası yerine
geldiğinden beridir buraya, özellikle hiç tanıyamadığı ailesini
ziyarete gelmeyi çok arzulamıştı. Şimdi attığı her adımda o
arzusuna daha da yaklaşıyor, kalbi daha hızlı atıyordu.
Meltem karla kaptı zeminde ilerlerken zorlanıyordu,
Mehmet bir yandan koluna girmiş ona yardım ederken, diğer
yandan gözü hep ilerileri tarıyordu.
Nihayet virane mandıra tesisi binaları uzakta
gözükmüştü, adımları son bir gayretle sıklaştı üçününde.
Mehmet yıllar önce yalnızca bir kez girdiği, Halit bey
ve arkadaşlarının kaldığı o evin önüne gelince durdu,
hüzünlü gözlerle baktı eve. Evin arka tarafına, mezarların
olduğu kısma doğru yürürken, Meltem ve Sadun da onu
sessizce takip ettiler...
Mehmet
durmaksızın
ilerledi,
ağır
adımlarla
mezarlara doğru. Evin arka duvarından yetmiş metre kadar
ilerlemişlerdi, sessizce. Sadun durdu, Meltem’in kolundan
nazikçe tutup onuda durdurdu. Mehmet’in ailesiyle yalnız
kalmasının doğru olduğunu düşünmüştü.
Mehmet’in adımları gittikçe ağırlaştı son metrelerde
ve birden durdu! Karların gizlediği toprağın altında yattığını
biliyordu ailesinin ve tüm diğerlerinin. Tam olarak çocukken
hissettiği yere gelip durmuştu Mehmet. Geniş bir araziye
yayılmıştı aslında mezarlar ve Mehmet ailesinin tam olarak
241 nerede yattığını bilmesede, biliyordu ki onlara yıllar sonra hiç
olmadığı kadar yakındı, içine hüzünlü bir huzur yayıldı.
Yavaşça dizleri üzerine çöktü, dizleri kalın kar
tabakasına gömüldü. Donuk gözlerle baktı mezarların olduğu
araziye. Donuk gözleri nemlendi, nemler damla oldu aktı
yanakların aşağıya ve kara karıştılar.
Dudakları titriyordu, ağlamamak için kendini
zorluyordu ki bunun faydasız olduğunu çok geçmeden fark
etti, bıraktı kendini, bir evladın annesinin kucağına kendini
bırakması gibi, hıçkırıklarla ağlamaya başladı Mehmet.
Hıçkırıkları dağa çarpıp geri dönüyor, tüm arazide
yankılanıyordu. Meltem ve Sadun’un da gözleri doldu, Sadun
gizlemedi göz yaşlarını tıpkı Meltem gibi, oda evladı yerine
koyduğu Mehmet’i ağlarken yalnız bırakmadı.
Mehmet, krize girmiş gibi ağlıyordu, sanki yılların
birikimi bir anda boşalıyordu bedeninden, kollarını karın
hizasında bedenine sarmış, öne doğru eğilmiş halde ağladı,
ağladı, ağladı...
On dakika kadar geçmişti ki, Mehmet elleriyle
gözyaşlarını sildi, biraz sakinleşmişti, yavaşça ayağa kalktı,
özlem doluydu bakışları,
‘Sizi seviyorum... Merak etmeyin, ben iyiyim... Oğlunuz
iyi... Artık daha da iyi...’ dedi, titreyen ve gittikçe kısılan
sesiyle.
Yavaşça ardına döndü ve Sadun’la Meltem’e doğru
yürümeye başladı, başı önde. Bir kaç metre sonra yürümeye
devam ederken başını çevirip tekrar arkasına baktı.
Sadun yanına gelip duran Mehmet’in eline omzunu
koydu, bir baba, bir anne şefkatiyle baktı ona. Meltem dostça
girdi koluna, Mehmet’in hüznü huzura dönüştü bir anda.
242 ‘Çocukken kaldığınız
Mehmet?’ diye sordu Sadun.
yeri
görmek
ister
misin
Mehmet acı bir tebessümle başını hafifçe salladı,
Sadun tebessümle bakarak elini dostça bir kaç kez hafifçe
vurdu Mehmet’in omzuna ‘hadi o zaman’ dedi.
Sadun önde, Meltem ve Mehmet onun bir kaç metre
ardından gizli tesisin virane kalıntılarına doğru ilerlediler.
Yolları üzerinde ki kalın kar tabakası zorluyordu onları ama
umursamıyordu üçüde, devam ettiler.
Mehmet ikinci kulübenin önünde durdu,
‘İşte’ dedi ‘Burasıydı... Burada kalıyordum ben’
Kulübenin kırık ve aralık olan kapısından içeri
girdiler, Mehmet ve Sadun acı tebessümlerle baktılar cam
bölmeyle ayrılmış ve içinde hiç eşya olmayan odalara,
Meltem ise şaşkınlıkla!
Mehmet’i belki de ilk kez anlamıştı o an, neler
yaşadığını, nelere katlanarak yaşadığını ve elbette nelerden
mahrum kalarak yaşadığını. Acıdı ona... Acı içini yaktı, alev
alev... ve o alevler, Mehmet’e duyduğu sevgiyi iyice
tutuşturdu...
243 GERİ DÖNÜŞ
İstanbul’a döneli dört gün geride kalmıştı ve
Mehmet’in donukluğunu yıllar sonra ailesinin mezarını
ziyaret etmiş olmasının verdiği hüzne bağlıyordu Sadun
komser.
Gerçekte ise elbette bu ziyaretinde etkisi vardı ama
Mehmet’in asıl derdi yolculuk esnasında sezdiği, hissettiği
ancak ne olduğunu bilmediği o tehlikeydi.
Uyanık olduğu her anında artık Meltem’in zihnine
bağlıydı Mehmet, bu esnada Meltem’in ona deli divane aşık
olduğunu öğrenmek hoşuna gitmişti büsbütün, o da kendi
yeterince yoklamıştı ve kesin emindi, aşıktı Meltem’e, henüz
belli edememiş olsada!
Sadun
elinde
cep
telefonuyla
üst
katın
merdivenlerinden indi ve oturma odasına girdi, pencere
önünde koltukta oturan manzaraya dalıp gitmiş olduğunu
sandığı Mehmet’e tebessümle baktı.
‘Meltem aradı.’
Mehmet ani bir refleksle çevirdi başını ve Sadun’a
baktı, o anda tepkisinin fazla olduğunun farkına vardı ama
neyse ki Sadun önemsememiş gibi yaptı. Gerçi içten içe
ikisinin
birbirlerine
gittikçe
yoğunlaşan
sevgisinin
farkındaydı elbet ve bu durum hoşuna da gidiyordu, ama o da
gençleri rahatsız ederim tedirginliği ile belli edemiyordu.
‘Şu geçen bahsettiği psikiyatr arkadaşıyla görüşmüş,
bu gece müsaitseniz köşke geleceğiz dedi, bende olur buyrun
gelin dedim’
Sadun cümlesini tamamladığında koltuğa ulaşmıştı,
oturdu Mehmet’e baktı,
244 ‘Sen iyi misin evlat?’
‘İyiyim baba, hem de çok iyiyim’ derken yüzüne bir de
zoraki gülücük yerleştirdi Mehmet. Kaldı ki Meltem’in
akşama doktor arkadaşıyla geleceğini zaten biliyordu ama
‘Meltem’ ismini duymak bile içini titretmeye yetiyordu artık!
Yıllar boyu emniyette işi gereği insanların yüz
ifadeleri ve vücut dilini okumada uzmanlaşmış olan Sadun
komser Mehmet’in iyi olmadığının farkındaydı, ama üzerine
gitmek istemedi,
‘İstersen sahile inelim, yürürüz biraz...’ dedi.
‘Pek gidesim yok ama sen istiyorsan gidelim baba’
‘o zaman boşver, hava da serin zaten’
Sadun, Mehmet’i yalnız bırakmak adına biraz
dinlenmeyi bahane edip odasına çıktı. Akşama kadar öylece
oturdu Mehmet, yalnızca Meltem’in zihnini dinledi!
Akşam saat yedi gibi Sadun tekrar Mehmet’in yanına
geldiğinde onu bıraktığı yerde buldu. Havadan sudan sohbetle
kafasını dağıtmak istedi ama pekte başarılı olmadı, Mehmet
onu dinlerken bir yandan da Meltem’in zihnine bağlıydı ve
aynı anda iki kişiyi birden dinlemek zordu!
Saat sekiz gibi kapı çaldı. Gerçi Mehmet kapı çalmadan
önce Meltem’in ve doktorun geldiğini biliyordu ama bunu
Sadun’a sezdirmemeye gayret etti, kalkıp kapıya gitti.
Meltem ve psikiyatr arkadaşı Aslı içeri girdiler, kısa
bir tanışma faslının ardından fazla vakti olmadığını üzülerek
belirten psikiyatr,
‘Meltem durumunuzu bana kısaca özetledi’ diyerek
asıl konuya girdi.
245 Kırk beş yaşındaydı ama daha genç gösteriyordu,
alımlıydı ve Mehmet bir ara Sadun’la göz göze geldip imalı bir
göz kırptı, Sadun gülecekti neyse ama kendini tuttu!
‘Bu tip durumlarda hipnoz yoluyla bilinç altına itilmiş
bazı anılar ve yetenekler yine hipnoz yoluyla geçmişe bir
yolculuk yapılarak geri getirilebilir. Ama garantisi yoktur
elbette, hele üzerinde sizin durumunuzda olduğu gibi yirmi
sekiz yıl geçmişse... Bu arada Meltem özel bir konu dediği için
ısrar etmedim ama... Sakıncası yoksa geri getirmek
istediğiniz yeteneğiniz nedir Mehmet bey? Bunu bilmem
gerek, aksi halde size yeterince yardımcı olmam’
‘Elbette Aslı hanım... Toprağa, suya, havaya ve ateşe
tesir etme gücüm var!’
Yalnızca psikiyatr değil, Meltem ve Sadun da şaşırdı
bu denli açık sözlü olmasına Mehmet’in. Ama Mehmet
doktorla işi bittiğinde ona bildiği herşeyi nasılsa
unutturacaktı ve bu açıdan rahat davranıyordu.
‘Şaka mı bu?’ diye sordu Aslı hanım, şaşkınlığı ses
tonuna da büsbütün yansımıştı.
‘Önce görüşmenizi yapın sonra devam ederiz’ dedi
Mehmet.
‘ne görüşmesi?’ diye sormuştu ki çantasında ki cep
telefonu çalmaya başladı!
‘Hastanız arıyor, Halil bey... Bekletmeyin bence!’
şaşkınlık ve merakla aldı telefonunu çantasından ve
ekrana baktığında rehbere kayıtlı olmayan bir numara vardı,
telefonu açıp kulağına götürdü,
‘Efendim?’ dedi, sonrasında gözleri hayretle açılmış
halde Mehmet’e bakarak ‘buyrun Halil bey, müsaitim’ dedi!
246 Hastasıyla görüşmesi bitince telefonu kapatı
çantasına geri koyup şaşkın gözlerini Mehmet’e odakladı,
ve
‘İlginç!’ dedi gülerek ‘başka neler yapabiliyorsunuz?’
‘Size arzu ettiğim her şeyi yaptırabilirim! Ve çocukken
sahip olduğum asıl yeteneklerimi geri getirirseniz dünya
karşıma dikilse beni durduramaz Aslı hanım!’
Aslı biraz tedirgin oldu aslında, bu yüzünede endişe
olarak yansıdı,
‘Açıkçası sizi tanımıyorum, yalnızca Meltem’in
referansı ile buradayım ve merak ediyorum... Diyelim ki bu
yeteneklere yeniden sahip oldunuz... Ya bunları kötü bir
niyetle kullanırsanız? Ya suçu günahı olmayan insanları
canını yakarsanız? Ve ben bu işe alet olmuş gibi hissedersem
kendimi vicdanım beni o zaman rahat bırakmaz Mehmet bey!
Açık konuştuğum için kusuruma bakmayın!’
‘Meltem’i ne zamandır tanırsınız?’ diye sordu Mehmet.
‘uzun zaman oldu, çokta severim ayrıca’
‘Kişiliğini analiz edecek olursak, kolay güvenir ve
inanır mı?’
‘Asla!’
‘Ama sizi bana getirecek kadar bana inanmış ve
güvenmiş, beni tanımıyor olsanız da Meltem’in sağduyusuna
bence bu konuda güvenin... ve elbette yıllarını emniyete
adamış olan Sadun babamızıda!’
Aslı hak verir tebessümle baktı Meltem ve Sadun’a.
‘Ayrıca size istediğim herşeyi zaten yaptırabileceğimi
söyledim, kötü bir niyetim olsa siz şu an bana bu soruları
sormazdınız bile Aslı hanım’
247 Aslı ikna olmuş halde başını salladı,
‘Tamam, o halde sizinle yalnız kalabileceğimiz sakin
bir odaya ihtiyacımız olacak, hemen hipnoz seansına geçelim
derim.’
‘Öncelikle izniniz olursa sormak istediğim bir şey var’
dedi Sadun.
‘Elbette buyrun Sadun bey’
‘Bu hipnozun... Mehmet üzerinde olumsuz bir etkisi
olabilir mi? Ya da her hangi bir yan etkisi?’
‘Hayır, ancak eskiye ait geri getirmek istediği şeyler
gelmeye başladığında yoğun baş ağrıları çekebilir, bu her
zaman olmamakla birlikte bazı hastalarımda bunu
gözlemledim... Bunun haricinde başka bir sorun çıkmaz.’
‘Anlıyorum’
‘Ancak’ dedi Aslı ‘Geçmişine ait acı verici ya da onu
kötü etkileyecek bir anıda beraberinde gelirse psikolojisi
bundan olumsuz yönde etkilenebilir’
‘Sorun değil’ dedi Mehmet. Ama biliyordu ki sorun
olabilecek bir konu vardı, diğerleriyle paylaşmasa da!
Kendindeyken bloke edebildiği zihin izi, hipnoz
altındayken ortadan kalkacaktı ve çocukken irtibata geçtiği o
kişiler bir şekilde onun varlığından haberdar olabilirlerdi!
Mehmet bunu yol boyu çok düşünmüştü hatta bir ara
vazgeçecekti ama sezdiği ancak nereden geleceğini bilmediği
o tehlike onu deli edecekti! Varsın kendi gerekirse ölsün ama
sevdiği bu insanların başına bir şey gelmesin kararını
vermişti!
248 Sadun komser onları yıllar önce herşeyin startının
verildiği o kara duvarlı odaya aldı, arkalarından kapıyı
kapadı.
Sadun ve Meltem oturma odasında merakla sonucu
bekliyorlardı... Neredeyse bir saat olmuştu ve yukardan ses
seda gelmemişti henüz.
İkinci saatin sonunda psikiyatr Aslı nihayet
merdivenleri inip oturma odasına geldiğinde benzi atmış,
yüzü hayalet görmüş gibiydi adeta!
Sadun o odaya girince ayağa kalktı,
‘Nasılsınız Aslı hanım? Mehmet nasıl?’
‘Mehmet bey iyi ama aynı şeyi kendim için
söyleyemeyeceğim! Duyduklarım tüyler ürperticiydi Sadun
bey!’
‘Meltem, Aslı hanıma su getirir misin?’ dedi Sadun.
Meltem odadan çıkarken, Aslı da koltuğa oturdu,
yorgun düşmüş bir haldeydi ve büsbütün tedirgin olmuş
hatta ürkmüştü!
‘Biliyorum’ dedi Sadun komser ‘duyduklarınızı ilk
öğrendiğimde sizin şu anki halinizden farkım yoktu inanın ki
Aslı Hanım... İnsanın tüyleri ürperiyor’
‘Bu yapılanlar, inanmak çok güç ama... Gerçek bir
vahşet!’ dedi Aslı ve Meltem’in getirdiği suyu alıp bir kaç
yudum içti ‘teşekkür ederim’ diyerek sehpaya bıraktı
bardağı.
Meltem elini dostça koydu Aslı’nın omzuna,
‘İyi misin?’ diye sordu.
249 Aslı başını iki yana salladı –hayır- dercesine ve içeri
giren Mehmet’le göz göze geldi.
Uykudan yeni uyanmış bir hali vardı Mehmet’in,
‘herkese selam’ dedi ve oturdu.
Aslı eğilip çantasını aldı ve ayağa kalktı ‘benim artık
gitmem gerek, geç bile kaldım’ dedi, sesinde belli etmemeye
çalıştığı panik vardı!
Onu yolcu ettiler ve odaya geri döndüklerinde Sadun
ve Meltem biraz tedirgindi,
‘İyi mi yaptık bilmiyorum, ya bu kadın gidip birilerine
herşeyi anlatırsa? Gerçi inkar yoluda var ama millete laf
anlatmak zor şey’ diyerek düşüncesini dile getirdi Sadun.
‘Merak etmeyin’ dedi Mehmet, rahat tavırla ‘buraya
geldiğini bile hatırlamıyor şu an!’
250 AYDINLIK VE KARANLIK
Mehmet’e uygulanan hipnozun üzerinden bir hafta
geçmiş olmasına rağmen hiç bir ilerleme olmamıştı ve bu
durum Mehmet’in büsbütün canını sıkıyordu. Hissettiği o
tehlike daha güçlenmişti ve ne olduğunu nereden geleceğini,
kimi vuracağını bilememek onu delirtiyordu.
Hava güneşliydi ancak üşüten hafif bir rüzgar
esiyordu. Sadun köşkün kapısından çıktı ve bahçede ileri geri
dolanan Mehmet’in yanına yaklaştı,
‘Hava çok güzel bugün’ dedi.
Onu fark eden Mehmet tebessümle dönüp baktı ona,
‘Evet, bahar havası var baba’
‘Çok düşüncelisin Mehmet... aslına bakarsan o
yolculuktan beridir böylesin... Bir şey mi var evladım? Canını
sıkına herhangi bir şey?’
‘Yok be baba ne olsun? Senin yanında huzurluyum
yanlış anlama bunu lütfen ama... Kendimi işe yaramaz asalak
gibi hissediyorum’
‘Seni anlıyorum evlat... Bir anda senin için rüzgar
terse dönüp esmeye başladı, bin bir türlü şey hatırladın
kendinle ilgili... yaşadığın bir hayat vardı, terk edip geldin
burada yeni bir hayata başladın... Zor tabi... Anlıyorum seni...
Ama merak etme herşey yerli yerine oturur yakında... Ben de
aslında sana iyi bir haber vermek için geldim!’
‘Nedir baba?’
‘Ankara da iç işlerinden önemli bir dostum var, onula
görüştüm az önce... Haftaya yanına gideceğim hem ziyaret
hem de senin durumunu konuşacağım’
251 ‘Biliyor mu?’
‘Kısmen... Detaya girmeden anlattım, çok güvenirim o
yüzden anlatmakta mahsur görmedim... Senin için terörle
mücadele
biriminde
özel
danışmanlık
statüsü
ayarlayabileceğini söyledi... Olmazsa artık ne yapalım...
Devreye sen girer, yeteneği kullanırsın, istediğimizi alırız’
‘Anladım baba, sağol eksik olma’
‘Ne demek be evlat, sen mutlu ol gerisi önemli değil...
hadi bakalım, asma artık yüzünü’
Mehmet tebessüm etti, öz babasına bakarmış gibi baktı
Sadun komsere ve sımsıkı sarıldı ona,
‘İyi ki varsın be baba’ dedi.
Sadun da ona sarıldı, evladına sarılır gibi.
‘Çay demledim, çıkmıştır... İçer miyiz?’
‘Valla iyi gider baba, hadi içeri geçelim de üşüme,
güneşe aldanmamak gerek hava hala soğuk.’
Mehmet, Sadun’un koluna girdi, köşkün kapına doğru
yürürlerken,
‘Boşuna dememişler, mart kapıdan baktırır, kazma
kürek yaktırır diye’ dedi Sadun.
Oturma odasında karşılıklı oturmuş çaylarını
yudumlarlarken Sadun uzun zamandır aklına takılan bir
sorunun cevabı almak üzere sordu Mehmet’e,
‘Onlar tam olarak kim Mehmet? Halit beyin korkulu
rüyası olan kişiler, senin çocukken irtibata geçtiklerin...
Kimin nesi onlar?’
Mehmet elindeki bardağı sehpanın üzerinde duran çay
tabağının üzerine bıraktı,
252 ‘Senin benim gibi adamlar, belki biriyle sokakta
yürürken bile karşılaşıp selam vermiş olabilirsin baba...’
‘hıım’
‘Ama genelde gözden ırak saray benzeri yerlerde
yaşamalarına rağmen o debdebe içinde çok sade bir hayatları
var. Hatta hayata dair hiç bir zevk yok yaşantılarında... Garip
bir kendini adamışlık.... Belki çocuktum o zamanlar nede olsa,
o sebeple bazı şeyleri tam kavrayıp anlayamamış olabilirim.
Ama herşeyi bir anda hatırladıktan sonra ben bile ki hiç
korku nedir bilmeyen ben... İlk kez o an, herşeyi hatırlayıp
irtibata geçtiğim o insanları hatırladığım an ilk kez korku
hissettim. Neyse ki hafızam parti parti değil bir anda gelmişti
de ne yapacağımı da biliyordum, zihnime bana ulaşmalarını
engelleyecek bir bloke koyup gizledim kendimi açıkçası...’
‘Peki evlat, bu insanların gerçek derdi ne sence?’
‘Baba Enver’in anlattıklarından
ancak cevap verebilirim bu soruya da...’
hatırladıklarımla
‘Ne diyordu Enver?’
‘Tanrı her şeyi zıddıyla beraber yarattı demişti...
Aydınlığa karşılık da karanlığı... Aydınlığın sembolü olarak
Habil’i, karanlığın sembolü olarak da Kabil’i yaratmış Tanrı.
Ve dünya üzerinde tüm iyi insanlar Habil soyundan... Kötü
niyetli insanlar ise Kabil soyundan gelmedir demişti... İşte
Halit’in korkup kendince savaş planı hazırladığı bu
insanlarda karanlığın sembolü olan taraftan... Onlar üstelik
Tanrı’nın en iyi kulları olduğuna inanırlarmış ve dünyaya
Tanrı adına hakim olmak, tüm işe yaramaz, Tanrı bilmez
insanları köle haline getirip bir nevi tanrının buyruğunu
yerine getirdiklerine inanıyorlarmış’
253 ‘İlginç... Onlara göre iyi olan taraf onlar, kötü bizleriz...
Bize görede tam tersi... peki ya aydınlık taraf? Onlar nerede
evlat? Yok mu yoksa? Baksana dünyanın haline!’
‘Var baba olmaz mı? Her şey zıddı ile değer bulur,
kötü olmadan iyinin ne olduğu nasıl anlar ki insan derdi
Enver... Bak şimdi hatırladım... Ayşe’ydi galiba ya da
Zeynep... Onlardan biri sormuştu Enver’e bu soruyu, aydınlık
tarafı kimler sembolize ediyor şu an diye’
‘O ne cevap verdi?’
‘Kutsal kitaplarda yüce konsey olarak geçen bir takım
insanlar varmış... Ama bunlar insandan ziyade Tanrı’nın
bizzat kendisinin insan suretine bürünüp görünmesinden
ibaretmiş baba... Ve sende gayet iyi bilirsin ki, bir ortama
aydınlık geldiğinde, karanlık hemen kaybolur... Bu yüce
konseyin hayal edilemez akıl almaz bir gücü varmış ve belli
aralıklarla dünyaya, özellikle de karanlık tarafa müdahale
ederler dengeyi sağlarlarmış... Hatta Enver’e göre en son
böyle bir müdahale bizim kurtuluş savaşımızda yaşanmış!’
‘Doğrudur, elimizde doğru dürüst silah bile olmadan
dünyayı dize getirdik, doğrudur evlat... Peki bir kez daha aynı
şeyi soracağım ama... Bu karanlık tarafın sana ulaşma gibi bir
şansı var mı evlat?’
‘Yok baba, rahat ol sen...’
Mehmet yanılıyordu aslında! Hipnoza girdiğinde
onuda tedirgin eden durum gerçekleşmiş, iki saatliğine
zihnine koyduğu ve -zihin izi- olarak adlandırdığı duruma
ulaşmalarını imkansız kılan blokaj ortadan kalmıştı!
‘Peki öyle bir şey oldu diyelim, Allah korusun inşallah
hiç olmaz ama... Seni bulabilir mi bu insanlar?’
254 ‘Eliyle koymuş gibi hem de! Ama rahat ol, varlığımdan
haberdar oldukları anda bunu bende bilirim merak etme
baba’
‘Peki evlat, sen öyle diyorsan sorun yok’
‘Aslında benim de soracağım bir şey var’
‘Tabi buyur evlat’
‘benim askerlik işi, Meltem’e söz verdim...’
‘Hııım, şu mesele, doğru bak ben de unutmuşum’
‘Nasıl yaparız Sadun baba?’
‘Bence öncelikle şu iç işleriyle görüşmeyi bir
halledeyim, görevine başlamanı sağlayalım askerlik işini bir
şekilde hallederiz... Aslında aklımda bir şey var ama dur
bakalım’
‘Nasıl bir şey?’
‘Seni yurt dışında çalışıyor gösterip bir aylık askerlik
yaptırmak gibi bir şey’
‘Sahtekarlık yani’ dedi Mehmet gülerek.
‘Yeterince asker var orduda, sana burada, emniyette
ihtiyacımız var evlat...’
‘Tamam baba, sen öyle diyorsan sorun yok benim için’
255 NÖBET
Gece yarısının sessizliği köşkün karanlık odalarına
çökmüştü ki, Sadun Mehmet’in acı haykırışı ile irkilerek
uyandı! Önce rüya gördüğünü sandı ama haykırış tekrar
yankılanınca üzerinden yorganı attığı gibi kalktı yataktan ve
yan odaya gitti koşarak.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde Mehmet yere kapaklanmış,
elleriyle başını tutarak acıyla feryat ediyordu!
Işığı yaktığı gibi Mehmet’in yanına koşup çömeldi, eli
ayağı birbirine dolanmış haldeydi,
‘Evladım, Mehmet? Ne oldu nen var?’ dedi titreyen
sesiyle.
Mehmet ona cevap veremeyecek kadar acı içindeydi,
elleriyle başını tutmuyor adeta sıkıyor, bir sağa bir sola
dönüyordu.
Sadun’un eli ayağı iyice birbirine dolandı, bir şey arar
gibi etrafına bakınırken neden baktığını ne aradığını dahi
bilmiyordu aslında.
‘Mehmet? Evladım ne oldu?’
Mehmet biraz sakinleşir gibi oldu, bir şey diyecek
gibiydi ama kelimeler ağzından çıkmıyordu. Sadun iyice
yaklaştı ona,
‘Söyle evlat? Hastaneye gidebilecek durumda mısın
yoksa doktor çağırayım hemen’ dedi ağlamaklı sesiyle.
‘Canım... Çok yanıyor be baba’ diyebildi Mehmet, kısık
ve acı dolu sesiyle.
‘Mehmet kalk evlat hemen hastaneye gidelim’
256 ‘Gerek yok... Doktorun faydası olmaz bana’ dedi ve
acıyla inledi yine Mehmet.
‘Ağrı kesici getireyim o zaman ha? Ne dersin?’
Mehmet ellerini yumruk yapıp şakaklarına iyice
bastırırken –hayır- dercesine başını salladı.
‘Aslı hanım başı ağrıyabilir demişti ama... Bu kadarı
normal gelmedi bana be Mehmet!’
Mehmet neredeyse bir saat boyunca acıyla
kıvrandıktan sonra birden kesildi ağrısı. Kendini dünyaya
yeniden gelmiş gibi hissetti, kıvrılıp kaldığı yerde yavaşça
doğruldu, sırtını karyolaya verip oturdu.
Sadun, Mehmet’in yüzünde ki rahatlamış ifadeyi
görünce o da rahat bir nefes aldı ama temkinliydi,
‘Mehmet? İstersen kalk bir doktora gidelim... Ya da en
iyisi ben Aslı hanımı arayım ha?’
‘Yok baba sağol, gerek yok’
‘İyide evlat neyin nesiydi bu ağrı?’
‘Yirmi sekiz yıldır gömülü olanlar dışarı çıkacak yol
arıyor be baba... Bırakta olsun o kadar!’ dedi ve güldü
Mehmet.
Sadun da nemli gözlerini eliyle silerken ‘deli çocuk!’
diyerek güldü.
Mehmet’in birden yüzü değişti, Sadun yine ağrı krizi
tutacak diye panikle baktı ona,
‘Mehmet? Yoksa yine mi?’ diye sordu, sesi titriyordu
yine.
Mehmet’in aklına başka bir şey gelmişti oysa. Aklı
Meltem’deydi!
257 Ağrılı nöbeti başladığından beri zihni ondan kopmuştu,
‘ya nöbetler devam ederse ve daha da uzarsa ve her ne
olacaksa o ana denk gelirse?’ diye düşünerek paniklemişti
içten içe.
Sadun tedirginlikle Mehmet’in yüzüne bakarken,
Mehmet birden bire başını ona çevirdi,
‘Baba Meltem’i ara!’
‘Niye ki evlat, hayırdır?’
‘Baba rica ediyorum hemen ara, mutlaka gelsin, sizinle
konuşmam gereken bir şey var, önemli!’
Sadun şaşkınlıkla doğruldu, ayağa kalktı,
‘Peki evlat’ dedi ve hızlı adımlarla odadan çıktı.
Mehmet başını karyolaya yasladı ve gözlerini tavana
dikip öylece kaldı bir süre.
Sadun
odasına
cep
telefonundan
Meltem’le
konuşuyordu, Mehmet yavaşça kalktı ve ağır adımlarla
odadan çıktı.
Sadun görüşmeyi bitirmiş odasının kapısından
çıkıyordu ki koridor da Mehmet'le burun buruna geldi,
‘Evlat nasıl oldun?’
‘İyiyim baba sağol, kusura bakma gece gece senide
telaşlandırdım’
‘Yavrum o nasıl söz, aklım gitti gerçi ama yeter ki sen
iyi ol gerisi mühim değil’
‘Meltem geliyor mu?’
‘Nöbetteymiş bu gece sabah uğrarım dedi’
258 ‘O zaman biz emniyete gidelim baba, önemli bir durum
var, Meltem’i görmem gerek’
Sadun tam bir şey sormaya hazırlanıyordu ki,
‘Giderken yolda anlatırım baba, hadi hazırlanda
çıkalım’ dedi Mehmet.
Mehmet bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da
Ereğli’ye giderken hissettiği tehlikeyi ve neden Meltem’i
görmek istediğini anlattı Sadun komsere.
Emniyet
müdürlüğüne
geldiklerindeyse
Sadun
komseri gören tüm polisler sanki emniyet amiri gelmiş gibi
tavırla selamladılar onu. Hepsi hal hatır sordu, özlemlerini
dile getirdiler. Bu durum Sadun komserinde hoşuna gitti,
hem gururu okşanmıştı hem de özlediği pek çok yüzü
görmüştü. Öyle ki Meltem’in odasına çıkabilmeleri neredeyse
yarım saat sürmüştü.
‘İyi de Mehmet şimdi benim ne yapmamı bekliyorsun?
Tamam inanıyorum sana, eminim ki hissettiğin tehlike her ne
ise mutlaka gerçektir... Ama benim işim bu ve işim sende
biliyorsun ki tehlikeli!’
Sadun ve Mehmet emniyet müdürlüğünde komser
Meltem’in odasında masanın önündeki karşılıklı oturmuşlar,
masanın öte tarafında oturan Meltem’i ikna etmeye
çalışıyorlardı.
‘İzin alsan bir süre?’ diye sordu Mehmet.
‘İzin hakkı mı kullandım, ayrıca hakkım olsa da
kullanmam! Hem ne malum hissettiğin tehlikenin benle
alakalı olduğu? Belki Sadun babayla alakalıdır, Allah korusun
ama bu da mümkün tabi!’
‘Öyle tabiki, ama Mehmet şu ana seni korumaya
çalışıyor kızım, biraz hak ver bence’
259 ‘Komserim bu zamana kadar yanımızda Mehmet gibi
olacakları da hissedebilen biri yoktu ve bu günlere kadar tek
başımıza geldik!’
‘Orası öyle ama ne yapsın çocuk şu an seni düşünüyor’
Mehmet başı önde bir an düşündükten sonra başını
kaldırıp Meltem’e baktı,
‘İstesem şu an hiç uğraşmadan seni izin almaya,
amirini de izin vermeye mecbur bırakırım, ama sana
duyduğum saygıdan dolayı bunu yapmıyorum Meltem’
‘Verdiğin sözü yemiş olursun o zaman!’
Mehmet yine başını öne eğdi,
‘Kendimi mecbur hissettim,
bilmem gerekiyordu...’
ne durumda olduğunu
Meltem şaşkın tebessümle baktı Mehmet’e,
‘Yani sözünü yedin ha Mehmet?’
‘Seni düşünmüş, buna sözünü yemek denmez ama’
diyerek Mehmet’e arka çıktı Sadun komser.
‘Neyse... Bunu hafifletici sebep olarak görüyorum ama
bu konu kapanmıştır’
‘Peki, o zaman senden bir şey isteyeceğim’ dedi
Mehmet.
‘Olur ama önce sözünü mecbur kalsanda tutmadığın
için özür dilemen gerek!’
Mehmet mahcupça güldü ‘özür dilerim Meltem’ dedi.
‘Kabul edildi... Söyle bakalım ne istiyorsun?’
260 ‘Bak, az önce kısaca izah ettiğim gibi bu ağrılı nöbet bir
kez daha gelecek mi bilmiyorum... Çünkü o halde kendimi
dahi düşünemiyorum açıkçası...’
‘Mehmet sözünü keseceğim kusura bakma ama’
diyerek araya girdi Sadun ‘Ya, Meltem şu Aslı hanımı arayıp
bir sorsan normal mi bu ağrılar diye?’
‘Baba, Aslı hanım ne beni, ne de köşke geldiğini
hatırlamıyor!’ dedi Mehmet.
‘Aaa! Doğru ya! Ona seninle ilgili herşeyi
unutturduğunu bende unutmuşum’ diyerek güldü Sadun.
‘Çok mu ağrıdı?’
‘Bir hayli Meltem, zaten beni biraz da bu ağrı tedirgin
etti. O sebeple senden isteğim şu ki... Olurda kendini zor bir
durumda bulursan beni düşün, beni düşün ve içinden bana
seslen... Ben seni duyarım... Anlaştık mı?’
‘Anlaştık’
Mehmet ve Meltem tebessümle baktılar birbirlerine,
‘Peki diyelim ki bir yerde adamın biri bana silah çekti
ve benim karşı koyacak halim yok... O adamı durdurabilecek
misin yani?’
‘İsterse bir değil bin kişi olsun!’
‘Vaaay! E peki diğer yeteneklerinden ne haber? Bu
ağrılar hipnozun işe yaradığını mı gösteriyor diyorsun?’
‘Evet... Hissediyorum bir kaç güne kadar çocukken
sahip olduğum tüm yeteneklerim geri gelecek’
‘İyi hadi bakalım... Ne diyeyim, hayırlı olsun’
‘O halde biz kalkalım kızım, seni fazla meşgul
etmeyelim’ dedi Sadun ve ayağa kalktı. Mehmet’te onun peşi
261 sıra kalktı ve Meltem’e elini uzattı,
‘Kusura bakma vaktini almış oldum’
‘Telefon da edebilirdin ama beni özledin herhalde!’
dedi Meltem gülerek ‘bahane aramana ne gerek var Mehmet,
çık gel istediğin zaman hem bak dükkan senin’
Sadun kahkahayı
tebessümle baktı Meltem’e,
basarken,
Mehmet
tatlı-sert
‘Ben ne düşünüyorum hanım kızımız ne düşünüyor?’
‘Bu arada hep ben sana geliyorum Sadun baba ilk
fırsatta Mehmet’i de al bana yemeğe gelin, inanılmaz tarifler
öğrendim haberin olsun’
‘Zehirlenmeyelim sonra?’ dedi Mehmet gülerek.
‘Merak etme! Ben yemem, bir şey olursa sizi hemen
hastaneye yetiştirim Mehmet Bey!’
Sadun’un kahkahası bir kez daha yankılandı odanın
içinde.
262 ÖLÜME ÇEYREK KALA
Sonraki dört gün boyunca Mehmet yedi ağrılı nöbet
daha geçirdi ve her biri ilkinden daha acı vericiydi. Ancak her
nöbetten sonra çocukken sahip olduğu yeteneklerinin yavaş
yavaş ortaya çıktığını fark ettikçe bu ağrıları önemsememeye
başladı. Daha da önemlisi ancak ilerleyen zaman diliminde
karşılaşacağı ve kendini aciz hissedeceği sorunlar karşısında
farkına varıp kullanacağı yeni yeteneklerde bilincinde yerini
almıştı!
Eskiden insanların zihnine girip okuyabiliyor ve onları
dilediği gibi yönlendirebiliyordu. Ancak şimdi zihnine girdiği
kişinin gözünden etrafı görebilme ve gördüğü herkese tesir
etme yeteneği yanısıra, tonlarca ağırlıktaki herhangi bir
objeyi dilediği gibi, dilediği şekilde hareket ettirme,
metallerin şeklini ve yapısını değiştirme, tonlarca toprağı
hareket ettirme yeteneğine de sahipti. Ve henüz farkında
olmadığı diğer yetenekleri ise keşfedileceği günü bekliyordu!
O gün öğle saatlerinde yine nöbeti tuttu Mehmet’in,
dayanılması güç acılar içinde kıvranıyordu, kendini yere
atmış, bir sağa bir sola dönüyor, yumruk yaptığı ellerini
şakaklarına var gücüyle bastırıyor, acı haykırışları köşkün
duvarlarında yankılanıyordu.
Sadun komser ise elinden bir şey gelmemesi sebebiyle
üzgün halde Mehmet’in acısının dinmesini bekliyordu...
***
Meltem son bir kaç haftasını üzerinde çalıştığı bir
cinayet olayını aydınlatmak için vakfetmiş haldeydi ve
sonuca oldukça yakındı. Kendine uzun yıllardır güvenilir bir
işadamı süsü vermeyi başarmış eski bir mafya babasının
işlediğine emin olduğu cinayete ait neredeyse tüm delillere
ulaşmayı başarmıştı.
263 İşadamı Korhan Yürekli ise dört bir koldan işlediği
cinayetten kurtulmak için mücadele ediyor, bir yandan da
Meltem’i takip ettiriyordu.
Onlarca şirketi içinde barındıran bir holdingin yönetim
kurulu başkanıydı ve pek çok işadamı örgütünde üyeliği
vardı, itibarlı biriydi camiasında Koray Yürekli. Geri planda
ise kurduğu ve aktif olarak legal iş yapan tüm şirketlerini
tarihi eser, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı trafiğini
yürütebilmek için kullanıyordu. Kendi varlığından haberi
bile olmayan yüzlerce adamı vardı ve onlarla arasına aşılmaz
engeller koymuştu. Gençlik yıllarında yasadışı bir sol örgüte
mensuptu Korhan ve örgütün hücre yapılanmasının bir
benzerini oluşturmuştu!
Bir kaç hafta önce, bitirmek üzere olduğu bir işi
batıran ve onu milyar dolarlık bir kazançtan eden birini
öfkeden kendini kaybettiği bir anda öldürmüş ve suçu hemen
bir başkası üstlenmişti.
Ancak Meltem suçu üstlenen adamla ölen kişi
arasında hiç bir bağ olmadığını kısa sürede anlamış ve
soruşturmayı derinleştirmiş, bu arada suçu üstlenen adamda
kısmende olsa konuşmuştu!
Nihayetinde çıkış yolu kalmadığına kanaat getirince
Korhan, suçunu ortaya çıkartacağına kesin emin olduğu
Meltem’in kaçırılması ve gözden ırak bir yerde öldürülüp
gömülmesini emretmişti!
Meltem yine emniyet müdürlüğünde yorucu geçen bir
gece nöbetini tamamlamıştı. Arabasıyla evine dönerken göz
kapaklarını zorlukla açık tutabiliyordu. Hatta uykusunu
dağıtmak için kendine bir kaç okkalı tokat dahi attı!
264 Nihayet evinin olduğu sokağa ulaştı Meltem, arabasını
evinin yakınlarında boş bulduğu bir yere park edip
arabasından indi, kapıyı kilitleyip karşı kaldırıma geçmek
üzere arkasını döndüğü anda birden yanında duran
minibüsün kayar kapısı açıldı ve içeriden uzanan iki çift el
Meltem’i kavradığı gibi içeri aldı!
***
Mehmet hala yerde acılar içinde kıvranıyordu, ancak
Meltem ona verdiği sözü tutmuş ve onu çağırıyordu, sesini
daha doğrusu yardım çığlığını duyuyordu zihninde ama
ağrıları odaklanmasına izin vermiyordu!
Zorlukla ‘Baba Meltem!’ diyebildi Sadun’a!
Sadun komser bir şey olduğunu, Mehmet’in ona bir şey
anlatmaya çabaladığını anladı ve hemen koşarak çıktı
odadan, kendi odasına gidip cep telefonunu aldı ve titreyen
elleriyle Meltem’i aradı.
***
Panelvan minibüsün arkasında Meltem el, ayak ve
ağzı bağlı halde yerde yatıyordu. Başında bekleyen iki
adamdan biri Meltem’in çantasından çalmakta olan cep
telefonunu çıkartıp ekrana baktı. Ekranda ‘Sadun babam’
yazdığını gördü ve minibüsün kapısını aralayıp cep
telefonunu fırlatıp attı!
***
Sadun komser tekrar tekrar aradı Meltem’i ve tekrar
tekrar ‘aradığınız aboneye şu an ulaşılamıyor’ mesajını
dinledi. Sonra emniyet müdürlüğü aradı ancak Meltem’in
nöbetini devredip çıktığını öğrenince iyice panikledi. Hemen
ev numarasını aradı Meltem’in, telefon uzun uzun çaldı ancak
açan olmadı!
265 O esnada Mehmet’in acı çığlıkları daha gür çıkmaya
başlayınca eli ayağı birbirine dolanmış halde Mehmet’in
yanına koştu Sadun komser!
***
Meltem’i taşıyan minibüs İzmit sınırına yakın bir
yerde anayoldan çıktı ve gözden ırak bir arazi içinde
kurulmuş olan eski bir metal fabrikası binasının depo kapısı
önünde durdu.
Minibüsün arka kapısı açıldı ve iki adam Meltem’i ite
kaka indirdiler minibüsten, adeta sürükleyerek depoya doğru
götürülerken, deponun bir kamyonun rahatlıkla girebileceği
demir kapısı gürültüyle yana doğru açıldı.
Burası Korhan’ın kendisiyle alakası olmayacak şekilde
kurduğu paravan şirketlerinden birine aitti ve uzun süre
kaçakçılık işleri için kullanıldıktan sonra kapatılmıştı.
Depo çelik kabloların sarılı olduğu devasa makaralarla
doluydu ve içeride yarım düzine kadar daha eli silahlı adam
vardı.
Meltem deponun arka tarafına götürüldü ve üst kata
çıkan merdivenlerden sürüklenerek çıkartılırken kendini
kurtarmak için beyhude çabalarda bulundu, canı yakılıyordu,
ağlamamak için kendini zorluyor ama göz yaşlarına mani
olamıyordu.
Üst kattaki odalardan birinde Korhan’ın uzun yıllardır
sağ kolu olmuş olan, onun gölgesi denilebilecek Nejat
pencereden dışarı bakarken, ellerini sırtında birleştirmiş, sağ
elindeki otuz üçlük tespihi çekiyordu.
Kapı gürültüyle itilerek açıldı ve iki adam Meltem’i
içeri sokup odanın ortasına getirdikleri anda yere doğru
fırlatıp attılar.
266 Meltem ağzı bağlı olmasına rağmen öfkeyle bağırmaya
çabalıyordu ama sesini duyacak kimse yoktu.
Nejat dönüp bakmadı bile Meltem’e, gözlerini sabit
şekilde bir noktaya dikmiş halen dışarı bakıyordu,
‘Abi gelene kadar susturun şunu, sesi sinirime
dokunuyor! dedi, racon kesen konuşma üslubuyla.
Adamlardan biri silahını çekti, kabzasını Meltem’in
başına sertçe vurdu!
***
Mehmet kendine gelir gibi olduğunda zorlanarakta
olsa yerden doğruldu ve doğruca odasının kapısına doğru
sendeleyerek giderken Sadun da onu telaşla takip etti,
‘Evlat? Ne olduda Meltem dedin az önce? Arıyorum hiç
bir yer ulaşamadım! Mehmet evladım ne oldu söylesene?’
Mehmet sendeleyerek koridorda hızlı adımlarla
ilerlerken Sadun da peşinden ona yetişmeye çalıştı,
‘Baba benim gitmem gerek, sen lütfen burada kal, aksi
halde Meltem’i kurtarmam zora girer!’
‘Kurtarman mı? Ne oldu evlat söylesene!’
‘Baba vakit yok, söz Meltem’le beraber döneceğim!’
Sadun
direnemedi,
direnmeyi
de
denemedi,
güveniyordu Mehmet'e nede olsa. Öyle diyorsa mutlaka bir
bildiği vardır diye düşündü, tüm endişesiyle evde kalmaya
razı oldu.
Mehmet arabaya bindiği gibi gaz pedalına yüklendi,
Mustang belki de ilk kez bu denli hızlı kullanılıyordu, alındığı
günden beridir.
267 Meltem baygın olmasa Mehmet’in işi daha kolay
olacaktı, hatta gitmesine bile gerek olmayacaktı belkide. Ama
o baygınken onun gözleriyle etrafı göremezdi, tek tesellisi
meltem bayıldığı ana kadar zorlanarakta olsa onun zihnine
bağlı kalmış ve nereye götürüldüğü görmüştü. Minibüste ki
adamları durdurmayı denemiş ancak yoğun ağrıları izin
vermemişti ve şimdi bu hipnoz yaptırdığına bin pişmandı
Mehmet.
‘Keşke sonraya bıraksaydım’ diye geçirdi
içinden, otobana çıkıp arabanın sürat limitlerini zorlarken.
***
Kendi gibi camlarıda siyah olan Mercedes fabrikanın
depo kapısı önünde durdu, kapı önünde bekleyen bir adam
koşarak geldi ve arabadan inip arka kapıyı açmaya yeltenen
şoförden önce kapıyı açtı Korhan Yürekli’ye.
Korhan donuk yüzüyle kapıya doğru gitti doğruca, o
kapıya yaklaştığında içeriden başka bir adam gelip kapıyı
iyice araladı. Korhan içeri girip deponun arka tarafına doğru
ilerlerken silahlı adamlarda adeta hazırola geçmiş halde
selamladılar onu. Ağır adımlarla çıktı üst kata uzanan
merdivenleri ve Meltem’in tutulduğu odanın kapısını açıp
içeri girdi.
Nejat elinde salladığı tespihi hemen cebine koydu,
‘Hoş geldin abi’ derken racon ağzı gitmiş yerine saygı
gelmişti.
Korhan bir köşede duran eski ve derisi yırtık
sandalyeyi çekip yerde baygın halde yatan Meltem’in
karşısına koydu ve ters olarak oturup kollarını sandalyenin
yaslanma yerine dayadı.
‘Uyandır şunu Nejat!’
268 Nejat pencere pervazında buran pet şişeyi aldı ve
Meltem’in yanına gidip eğildi, ağzındaki bağı çözüp, pet
şişenin içindeki suyun tamamını Meltem’in yününe doğru
döktü.
Genzine kaçan suyun etkisiyle öksürerek açtı gözlerini
Meltem. Önce bulanıktı tüm görüntü, biraz sonra
netleştiğinde Korhan’ın ‘işte elimdesin’ diyen bakışlarıyla göz
göz geldi. Nefretle kıstığı gözlerini Korhan’a dikti,
‘Paçayı sıyıracağını sanıyorsan yanılıyorsun Korhan
efendi!’ dedi, meydan okur gibi.
‘Demokrasiye inanıyorum güzelim... Delil yoksa...
Suçlama da yok! Delil sensin ve artık yoksun!’
Meltem midesi bulanır gibi baktı ve gülmeye başladı!
Meltem’i rahat ifadeyle gülmesi Korhan’ın sinirine
dokundu ama önemsemedi,
‘Ölüme gülerek gitmek yakışır senin gibi bir güzele...
Şartlar farklı olsa seni sevgilim yapardım ama neylersin,
yolun sonu!’
Meltem, Korhan’ın bilmediği
Mehmet’in gelmiş olduğunu!’
bir
şey
biliyordu,
***
Depo kapısı önünde beklemekte olan iki adam ve
makam arabasının şoförü silahlarını çektiler ve Mustang’tan
inmekte olan Mehmet’e doğrulttular,
‘Hayırdır birader, yolunu mu şaşırdın?’ dedi içlerinden
biri, alaycı bir o kadarda racon ağzıyla.
Mehmet donuk gözlerini kapıya dikip yürümeye
başladı, hızlı adımlarla!
269 Adamların üçü birden silahlarının tetiğini çektiler
ancak mermiler adeta Mehmet’e doğru giderken yön
değiştiriyor, yolundan sapıyordu!
Adamlar şaşkındılar ardı ardına bastılar tetiğe ancak
hiç bir mermi hedefini bulmadı, Mehmet'te hızını kesmeden
kapıya ulaştığı anda üç adamda silahlarını kendilerine
doğrultup tetiği çektiler!
Mehmet içeri girdiği anda altı silahlı adam daha
silahlarını çekmiş halde ona doğru geliyorlardı! Mehmet
duraksamadan doğruca merdivenlere doğru giderken
silahlarda ateşlendi, ama değişen bir şey yoktu, mermiler
Mehmet’e giderken yön değiştiriyor, sanki inanılmaz güçlü
bir mıknatıs onları itiyordu! Yön değiştiren mermilerden ikisi
adamların ikisini yere sermeye yetti, diğer dördü ise karşı
koyamadıkları bir gücün tesiriyle silahlarını birbirlerine
doğrultup ateşlediler!
Mehmet merdivenleri çıktığında Meltem'in tutulduğu
odanın önünde elinde silahla Nejat karşıladı onu, gür sesi loş
koridorda yankılandı,
‘Kimsin lan sen?’
Mehmet kapıya doğru ilerlerken, Nejat da o güce karşı
koyamadı, silahın namlusunu ağzına soktu ve ateşledi!
Nejat’ın beyin parçaları odanın içine saçılırken Korhan
ürkerek baktı kapıya doğru!
Meltem ise rahatlamış haldeydi iyice, Mehmet kapıdan
içeri girdiğinde ise daha da rahatlamıştı.
Koray’ın tedirgin gözlerinde korku vardı, Mehmet ise
karşısında dikilmiş buz gibi soğuk gözlerini ona dikmişti.
‘Kimsin kardeşim sen? Kimin nesisin? Seninle bir alıp
veremediğim yok, var git işine!’ dedi Korhan, titreyen sesiyle.
270 ‘Tam zamanında geldin’ diyen Meltem’e dönüp baktı
Korhan, şaşkındı.
‘Sağ kalmalı Mehmet, içeride çürümeli bu hayvan
herif!’ derken intikam alıyor gibiydi Korhan’dan.
Mehmet göz ucuyla baktığı Meltem’e belli belirsiz
tebessüm etti.
‘odanın kenarına git orada bekle!’ dedi Korhan’a
emreder ifadeyle Mehmet.
Korhan üstünden emir almış gibi odanın iki duvarının
birleştiği noktaya giderken infazını bekleyen idamlık
mahkum gibiydi.
Mehmet, Meltem’in yanına gitti ve bağlarını çözmek
için eğildiği sırada birden acıyla kasıldı yüzü! Belki de o ana
kadar yaşadığı en derin acı bir anda sarıverdi bedenini ve
olduğu yere acıyla yığılıp kaldı Mehmet!
Meltem onu bu halde ilk kez görüyordu, biliyordu ağrı
nöbetlerini ama hiç tanık olmamıştı, bağırdı tüm gücüyle
‘Mehmeeet!’
Korhan’sa herşeyin lehine döndüğünü anladı ve koşar
adımlarla kapıya gitti, Nejat’ın yere düşen silahını aldı ve geri
döndüğünde artık roller değişti diyerek bakıyordu Meltem’e!
‘Hayvan herif!’ diye bağırdı Meltem Korhan’a.
Korhan alaycı bir kahkaha attı ve silahı Mehmet’in
kalbine nişanlayıp ateşledi!
Mehmet acıyla sağdan sola döndüğü anda ateşlenmişti
silah ve kalbine ateşlenen mermi sağ omzuna saplandı! Acısı
o denli büyüktü ki merminin acısını hissetmedi bile Mehmet!
Meltem’in acı çığlığı yankılandı odanın içinde,
271 ‘Mehmeeeet!’
Korhan ikinci kez silahı ateşlemek üzereyken Mehmet
kendini zorluyordu! Ama kendisi için değil, Meltem ve onu
sağ getireceğine söz verdiği Sadun babası için!
Korhan eli tetiği çekecekken durdu, hızla silahı
kendine çevirirken gözleri sonuna kadar açıldı! Tetiği
çektiğinde ise bir daha açılmamak üzere kapanmıştı gözleri!
***
Sadun bahçede tedirgin halde ileri geri yürüyordu,
yüzünde yoğun hüzün vardı. Birden bire durdu, yüzünde ki
hüzün kayboldu yerine huzur geldi, derin bir nefes aldı,
‘Aferin evlat!’ dedi.
Mehmet onun zihnine ulaşmış ve rahatlatmıştı.
***
Depo kapısından önce Meltem ardından Mehmet çıktı.
Meltem yürümeye devam ederek sımsıkı sarıldı Mehmet’in
beline, başını da sol omzuna yasladı.
‘Hemen hastaneye gidelim Mehmet... Canın çok acıyor
mu?’
‘Senin yanındayken hayır’
Hayran gözlerle Mehmet’e bakarak tebessüm etti
Meltem. Mehmet saçlarından öptü,
‘Biliyorum’ dedi.
‘Neyi? Seni sevdiğimi mi?’
‘Evet...’
‘Ödeştik o zaman... bende senin beni
biliyorum... Hatta sen bana deli gibi aşıksın!’
sevdiğini
272 ‘Sanki sen değilsin!’
‘Olsun, ama sen daha fazla aşıksın!’
***
Sadun komser bahçede ayakta durmuş, huzurlu
gözlerle İstanbul boğazı manzarasına dalıp gitmişken
düşünüyor, hayal ediyordu... Bundan sonra olacakları...
Bugün olanlar, bundan sonra olacakların bir ön provası
gibiydi onun gözünde... Kısa süre önce emekli olup veda ettiği
polislik hayatına farklı bir şekilde geri dönmeye hazırdı artık,
ama yalnız değil, Mehmet’le birlikte!
273 ÇAĞRI
Uykusundan uyandı Sadun ve susadığını fark edince
önce üşendi ancak susuzluğu uykusuna galip gelince kalktı
yataktan, terliklerini geçirdi ayağına ve odadan çıktı.
Ağır adımlarla indi bastıkça ahşapları gıcırdayan
merdivenlerden, ses Mehmet’i uyandırmasın diye.
Mutfağın kapısına geldiğinde kapıdan içeri girecekken
durdu, karanlıkta bir şey gördüğünü sanıp dönüp oturma
odasına baktı, karanlık odada pencere önündeki koltukta
öylece oturan Mehmet’i fark etti.
Mehmet’in yanına yaklaştı,
‘Mehmet? Ne o evlat uyku tutmadı mı?’
Mehmet yavaşça çevirdi başını, yine o bilindik donuk
ifadesiyle baktı Sadun komsere.
‘Mehmet? Hayırdır evladım canın mı sıkıldı bir şeye?’
diye sorusunu yineledi Sadun komser.
‘Baba’ dedi Mehmet ‘Beni çağırıyorlar!’
‘Kim? Kim nereye çağırıyor evlat?’
‘Karanlık taraf!’
1. KİTABIN SONU
274 

Benzer belgeler