PDF Oku - sence dergisi

Transkript

PDF Oku - sence dergisi
editör
Selam ile,
2015 yılının ilk çeyreğini bitirirken baharın ve SENCE’nin yeni sayısını size
sunabilmenin coşkusu yaşıyoruz. Umudumuz yeni yılla beraber emeğin ve özellikle
kamu çalışanının değer bulduğu, bunun ötesinde memleketin huzur bulduğu güzel
günleri hep birlikte görebilmektir.
Yasemin GÜNGÖR
2015 Yılı tarihimizin şanlı bir destanının, İstiklal Mücadelesi ve Kurtuluş Savaşının önsözü
niteliğinde olan Çanakkale Savaşlarının ve Türk’ün unutulmaz zaferinin 100. Yılıdır. Bu
nedenle Çanakkale Zaferimiz ilk sayfalarımızı süsledi. Ramazan Durmuş, bize “Anzak
Ömer”in hikâyesini anlattı. Asırlık bir iftirayı da Yusuf Sarınay “Ermeniler neden tehcir
edildi?” sorusuyla açığa çıkardı.
“Çocuklarımız kaybolmasın” derken; geleceğimize yönelik tehditlere karşı uyanalım ve
uyandıralım istedik. Adalet olmadan her şey anlamını yitireceğinden hareketle Fahrettin Yokuş
“Adalet mülkün temelidir” ilkesini hatırlattı.
SENCE’nin bu sayısında Agah Oktay Güner konuğunuz oldu ve israf üzerine değerlendirmelerini
paylaştı. Başka bir konuğunuz da Mehmet Arifler, bizden biri olarak şiirleriyle geldi. Süleyman
Güngör, toplumsal yozlaşmanın bir boyutuna değinerek “İslam güzel ahlaktır” yazısı ile Türk edebinin
temellerini yazdı.
Bu sayımızda güvenlik sorununa iki ayrı noktadan yaklaştık: “Büro çalışanlarında iş sağlığı ve güvenliği
riskleri” ve “Ev kazalarına karşı güvende olmanın yolları”.
Türkiye Kamu-Sen Kadın Komisyonları olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesinde
yuvarlak masa toplantısı düzenledi. Sonuç bildirisini de sayfalarımıza taşıdık.
Didem Önder iki yazı ile sayfalarımızda yer aldı: “Destanlarda kadınlarımız” ve “Kamu binalarında
mimari”. Mustafa Yiğit, Karacaoğlan ve Pir Sultan Abdal gibi Türk dilinin ve edebiyatının temel
taşlarının tozunu bizim için temizledi. Kuşçuların dünyalarına SENCE bir pencere açtı.
Berk Sencer Güngör, “Mangala: Türk strateji ve zeka oyunu” yazısı ile bize kaybolmaması gereken bir
değeri tanıttı. Yunus Şevki Kibar “Kent kültürü”nü yazdı ve Son Umut filminin eleştirisini yaptı.
Ahmet Demirci’nin “Türkiye’de kadın olmak” yazısı ile kadınların sorunlarını ele aldık. Ramazan
Durmuş, Ankara’nın tarihinden bir sayfa açarak “Unutulan Karargahtepe”yi gündemimize taşıdı.
Dilek Kapdağ, bu sayımızda ağız tadınız daimi olsun dilekleri ile “Brüksel lahanalı top köfte”yi tarif etti.
Keyifli okumalar dileyerek yeni sayımıza kadar sağlıkla kalın.
İÇİNDEKİLER
Türk Büro-Sen Adına Sahibi
Fahrettin YOKUŞ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Cafer SEÇER
Editör
Yasemin GÜNGÖR
Yayın Kurulu
Nejla ÖKSÜZ
Dr. Süleyman GÜNGÖR
Yunus Şevki KİBAR
Mustafa YİĞİT
Ahmet AZİZOĞLU
Ülkü DAVUTOĞLU
Ali KARADENİZ
Banu KIRAN
Ramazan DURMUŞ
Yönetim Yeri
Talatpaşa Bulvarı No:160
06590 Cebeci / ANKARA
Tel: 0.312 424 22 11
4
Baskı
Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti.
Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA
Basım Tarihi
Mart 2015
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
(Dört ayda bir yayımlanır.)
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
ISSN: 2147-7329
Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından
ücretsiz dağıtılmaktadır.
4
İmanın ve Aldananların Hikayesi
8
Geleceğimiz, Çocuklarımız
KAYBOLMASIN
Asla Benim Başıma Gelmez Demeyin!
12
“Allah için adaleti ayakta tutup,
gözeten şahitler olun. Bir topluluğa
olan kininiz sizi adaletsizliğe
götürmesin...” (Maide Suresi 8. Ayet)
14
Agah Oktay GÜNER’le
20
8
İSRAF ÜZERİNE
Türkiye bugün israf ekonomisini bütün boyutlarıyla
yaşıyor. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, israf
ekonomiyi aşmış, topyekûn devlet varlığımıza
kasdeder hale gelmiştir.
Reklam Rezervasyon
Tel: 0.312 434 04 12
Faks: 0.312 434 04 13
Yapım
Alban Tanıtım Ltd. Şti
Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3
Kavaklıdere/ANKARA
Tel: 0.312 430 13 15
www.albantanitim.com.tr
1915’ten 2015’e ÇANAKKALE
Bir Asır
14
İslam Güzel Ahlaktır
Güncel Türk toplumunun yaşadığı hale ahlak
noktasından bakılınca yozlaşma, eski tabirle
tefessüh, tabiri çok yakışmaktadır.
20
24
Büro Çalışanlarında
24
İş Sağlığı ve Güvenliği Riskleri
28
Ofis bir şirketin işlerini yürüttüğü genelde bir bina
veya binanın bir kısmını ifade eden yer olarak
tanımlanmaktadır. Ofis ortamında çalışma genelde
temiz, kolay ve güvenli olarak bilinir.
28
Destanlarda Kadınlarımız
36
Ev Kazalarına Karşı Güvende
Olmanın Yolları
Bamsı Beyrekleriz... Banu Çiçekler düşlerimizdir.”
36
44
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza
nedeniyle ölüm vakalarının dörtte biri evlerde
meydana gelmektedir.
44
Güzelin Peşinde Bir Karacaoğlan
48
MANGALA
Türk Strateji ve Zekâ Oyunu
“Gözel ne gözel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi”
48
Tarihi araştırmalar Mangala Oyunu’nun Sakalar,
Hunlar ve Göktürkler döneminde oynandığını
göstermektedir.
52
Kuşları İçin Evini Satan, Mahallesini
Değiştiren Adamlar Kuşçular
Biz onları pek tanımıyorduk, taa ki Deli Yürek
dizisin- deki “Sendee Hazreti Hüseyin mayası va
Yusufuum, zalımlala savaşmak senin kaderin”
diyerek bizlerin gönül telini titreten, çatıda
demlediği çayla içimizi ısıtan Kuşçu karakteriyle
tanıdık...
54
Sivas ellerinde yüzyıllardır
çalınan saz Pİr Sultan Abdal
Ak saçlı, aksakallı bir adam; başındaki kızıl
sarığıyla, dörtlükler eşliğinde kurulu düzene,
haksızlıklara karşı başkaldırıyordu.
58
52
Türkiye’de KADIN Olmak...
Kadın olmak bütün dünyada çok ZOR, Türkiye’de
ve bölgemizde çok daha ZOR...
54
58
SENCE
1915’ten 2015’e
ÇANAKKALEir Asır
B
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe
8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulmamacasına şehit düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine
gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek
bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor
musunuz. Bomba, şarapnel, kurşun
yağmuru altında öleni görüyor, üç
dakikaya kadar öleceğini biliyor ve
en ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılma yok Okuma bilenler Kuran-ı
Kerim okuyor ve Cennete gitmeye
hazırlanıyor. Bilmeyenler ise, Kelime-i
Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak
yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde
bir nefer süngü ile çarpışıyor. Ölüyor,
öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki
ruh kuvvetini gösteren, dünyanın hiç
bir askerinde bulunmayan, tebrike
değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki
Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
4
www.sencedergisi.com
Tarih
İmanın ve Aldananların Hikayesi
Anzak Ömer
Ramazan DURMUŞ ⎟ Gazeteci
Ç
anakkale, dillerden düşmeyen destan... 1915’ten
2015’e tam bir asır geçti... Kapkaranlık tarih kıvılcımları arasında Çanakkale de tartışılıyor hala...
kandırılmışlığın pişmanlığını, pazusundaki Türk bayrağı
dövmesi ile gideren bir Anzak’ın, “Anzak Ömer”in hikayesini dikkatlerinize sunmak istedik.
Ama birileri 1915 Çanakkale’sinin bir daha dönmemek üzere gidenlerin kanlarıyla yazdıkları tarihi konuşacağına zihin
bulandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Anzak Ömer’in hikayesi, 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden Dr.
Ömer Muşluoğlu Beyin, görev yaptığı hastanede başından
geçen çok enteresan bir hadise...
Gidip de dönmeyenlerin hikayesi elbette Çanakkale...
Türk’ün yetişmiş insan gücünün, o büyük asil ruhun Haçlı Orduları karşısında vatan için şahadete kavuştuğu asrın
savaşı...
Ne diyor Mehmet Akif;
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar.
Bu yazıda en şerefli kahramanlarımızı, Çanakkale Şehitlerimizi sizlere hatırlatmak için buradayız.
1915, Birinci Dünya Savaşı… Osmanlı Devleti dünyanın en
büyük devletleri ile mücadele ediyor.
İngiltere, Fransa ve Rusya beraberinde getirdikleri binlerce
kandırılmış sömürge askeriyle asrın Haçlı Seferinde...
Hedef belli; Türk milleti bu topraklardan atılacak.
Öyle ya; gemileriyle, toplarıyla ve tüfekleriyle gelenler,
Türk’ün azminden ve imanından bi haber...
Ne acıdır ki, günümüzde Çanakkale anmalarına baktığımızda, İngiliz oyunuyla taa Avustralya’dan gelen kandırılmış
insanların yakınlarının etkinlikleri, bizim kutlamalarımızı
gölgede bırakıyor.
Hürriyet aşkının sömürge yanlılarına tokat gibi cevap verdiği Çanakkale’nin yıldönümünde, Türk’e kurşun sıkmanın,
Şöyle anlatıyor bu hikayeyi:
Amerika’ya gittiğim ilk yıllar.. New York’da Medical Center
Hospital’da görev almıştım. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorları hemen hasta muayenesine, tedavisine
vermiyorlar. Vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler... Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında...
-Kan vereceğim, kolunuzu açar mısınız? dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi... Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır” manasında bir işaret
yaptı.
Ama ben hala merak ediyorum.
Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
SENCE 2015 Sayı 7
5
SENCE
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve
mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk’üm...
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı. Anlatmaya başladı:
-Yıl 1915 Çanakkale diye bir yer var, Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp, dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün
dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup
üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemli.
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı
askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk etti. Bizi gemilere
doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük,
sonra da alıp Çanakkale’ye getirdiler.
Geceyi Gündüze Çeviren Gülleler
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize
düşen gülleler, suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her
taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
6
www.sencedergisi.com
gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi?
İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi
Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisindenmiş...
Karaya çıktık; taarruz edeceğiz ama Türkler bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar.
Tekrar taarruz ediyoruz.
Yediği Dipçikle Gerçeği Öğreniyor
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik
darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam.
İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı
ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.
İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana
ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu.
Dedim ki kendi kendime:
-Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hal-
Tarih
buki beni cephenin gerisine götürdüler.
Türkler biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. Böyle asil insanlarla ben
niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?
Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış, diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm.
Memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için
koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın
esrarı bu işte...
Devam ediyordu konuşmasına Anzak:
-Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden
Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine
iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi?
Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün
kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle:
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
“Ömer” cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.
-“Tabii, Müslüman olmak çok kolay” dedim. Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem
kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında
Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih
bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor,
biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde
samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma, olur mu? dedi.
-Ne gibi Ömer amca diye sordum.
Şöyle dedi:
-Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla
dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!”
-Senin adın Müslüman adı mı?
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda
gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık
duran sol kolunun pazusunda Türk bayrağı dövmesi, göğsünde imanı ile koskoca Anzak Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet
getirttim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti.
-Evet, Müslüman adı deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu
doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman
nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım.
-Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra
“Anzak Ömer” olsun.
Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini
zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir
güneş ülke neden vücut bulmasın...
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham
alarak bana Ömer adını vermiş.
- “Olsun” dedim.
- Peki doktor, beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?”
SENCE 2015 Sayı 7
7
SENCE
Geleceğimiz, Çocuklarımız
KAYBOLMASIN
Yasemin GÜNGÖR ⎟
K
anayan yaramız kaybolan şahıslar ve bunların başında yer alan çocuklarımız. Kayıp çocukların sayılarına dair veriler kurumdan kuruma değişmekte.
Türkiye İstatistik Kurumu 2008-2011 yılları arasında kaybolan çocuk sayısı 27 bini geçti derken, İçişleri Bakanlığı Ocak
2015 verisine göre ise çocuk yetişkin toplam 20 bin 629 sayısını vermekte. Buna karşılık Yakınlarını Kaybetmiş Aileler
Derneği (YAKAD) kayıp çocukların sayısının 30 binden fazla
olduğunu söylemekte.
Tüm bu rakamların ortak noktası, kaybolan çocukların sayısındaki büyük artış…
8
www.sencedergisi.com
Türkiye İstatistik Kurumu’nun, 81 ilde gerçekleştirdiği araştırmanın “Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuklar”
adlı raporuna göre; 2008-2011 yılları arasında kaybolan çocuk sayısı 27 bini geçti. Bunların 16 bin 289’u kız çocuğu.
Araştırmanın bir diğer dikkat çekici sonucu ise kurumlardan kaçan çocuk sayısı, son 4 yılda 3 bin 227 iken, bunların
bin 620’sini de kızlar oluşturuyor.
Peki Çocuklarımız Neden Kayboluyor?
YAKAD verilerine göre evden kaçmak dışında çocukların
kaybolmalarının sebebi şu şekilde sıralanıyor; zeka geriliği ve benzeri durumlar, trafik kazaları, doğal afetler, evlat
edinme, fuhuş yaptırma, organ ticareti ve dilendirme.
Güncel
OKUL ÖNCESİ ÇOCUKLAR İÇİN
10 ALTIN KURAL
Çocuklarınıza sakıncalı yerler hakkında
bilgi verin. Issız sokaklar, inşaat ve
terkedilmiş yerlere gitmemeleri
gerektiğini öğretin.
(T.C İçişleri Bakanlığı KİHBİ Dairesi Başkanlığı verisidir.)
ASLA BENİM BAŞIMA GELMEZ DEMEYİN!
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, çocuk kaybolmalarına
karşı alınabilecek basit önlemleri hatırlatmak, kamuoyu
duyarlılığını artırmak, ailelerin bilinçlenmesini sağlamak ve
çocuklarda farkındalık yaratmak amacıyla YAKAD ve STRÖER
Kentvizyon ile “Çocuklarımız Kaybolmasın” projesini başlattı.
Bu kampanya, okul öncesi çocukların ve okul çağı çocukların kaybolmalarını önlemek ya da en aza indirmek amacıyla
geliştirilen “10 Altın Kural” uygulamasından oluşuyor.
Bütün bunlara rağmen çocuğunuz kaybolduysa ve bulunamadıysa yapılacak araştırmalarda kullanılmak üzere çocuğunuzun saç fırçaları ve saç tutamları, diş fırçaları, tırnak
makası gibi üzerinde biyolojik izlerin bulunabileceği eşyalarını DNA testi yapılması amacıyla saklayın.
Doç. Dr. Cengiz ÖZBESLER’e Kulak Verelim
Çocuklara bir yerden bir yere gitmeleri gerektiğinde, örneğin okul servisinden eve, evden okula, okulda spor salonuna, soyunma odalarına vb. grup halinde birkaç çocuk bir
arada gidip gelmeleri, oyun ortamlarında oynarlarken de
yine gruplar halinde oynamalarının öğretilmesi önemlidir.
Çünkü zarar verecek olan kişiler genellikle yalnız olan çocuklara yönelmektedir.
Çocukları okula getirip götürme ve okul dönüşü onları karşılamada birbirlerini iyi tanıyan komşular işbirliği ve dayanışma içerisinde dönüşümlü olarak hareket edebilirler. Bu
konuda okullarda anne babalar bilgilendirilebilir.
Çocuklarınıza tanıdıkları bir kişiyle bile
olsa hiçbir yere sizin onayınız olmadan
gitmemesi gerektiğini öğretin.
Çocuklarınıza tanımadıkları kişilerden
yiyecek, içecek, ilaç gibi maddeler
almaması gerektiğini öğretin.
Çocukalarınıza sesin bir imdat çağrısı
olabileceğini öğretin. Zor durumlarda
bağırarak yardım istemesini öğretin
Çocuklarınıza adını, soyadını, aile
bireylerinin ad, soyad ve adresini
öğretin. Kimlik bilgilerini yanında
taşımasını sağlayın.
Çocuklarınıza evde yalnız kaldıklarında
tanımadıkları kimseye kapıyı
açmamalarını öğretin.
Çocuklarını parkta ya da dışarıda oyun
oynarken sürekli izleyin.
Çocuklarınıza güvenlik görevlileri, polis,
jandarma gibi güvenebilecekleri kişileri ve
okul, hastane, karakol, cami gibi yardım
isteyebileceği yerleri öğretin.
Çocuklarınıza kaybolduklarını
farkettiklerinde oldukları yerden
uzaklaşmaması gerektiğini anlatın.
Çocuklarınızı birine emanet etmek
zorunda kaldığınızda sürekli o kişiyle
iletişimde kalın.
SENCE 2015 Sayı 7
9
SENCE
Ebeveynlerin her zaman çocuklarının nereye gidip geldiklerini, ne zaman gelip gideceklerini, mutlaka bilmeleri ve
izlemeleri gerekiyor. Hatta çocuklar bilinen tanınan bir yetişkin ile bir yere gidip gelecekse bile, anne babalar mutlaka bu durumdan haberdar olmalıdırlar.
Yine aynı biçimde çocuk okuldan gelip, okul servisinden indiğinde servis görevlilerinin çocuğun eve girdiğinden veya
evden bir yetişkinin yanına ulaştığından emin olana kadar
çocuğu izlemeleri önemlidir ve bu konularda okul servis
görevlilerinin bilgilendirilmesi yararlı olur.
Eğer çocuk bir arkadaşının evine gidecekse ve orada bir
süre arkadaşı ile zaman geçirecekse, ders çalışacak veya
birlikte oyun oynayacaklar ise, her iki çocuğun annesi bunu
karşılıklı olarak yüz yüze konuşmalı ve sonra izin vermelidirler.
Ayrıca çocuğa herhangi olumsuz bir durum karşısında, o
anda evde kimse olmadığında, korkmadan, paniğe kapılmadan yakın civarda ulaşabileceği güvenli kişiler ve ortamlarla ilgili olarak önceden mutlaka bilgi verilmelidir. (örneğin varsa eve yakın bir banka ve güvenlik görevlisi, her
zaman evde olabilecek tanıdık güvenilir komşular vb.)
Çocukların daha sonra o evden izinsiz ayrılmalarına ve denetimsiz bir biçimde dışarıya oyun oynamaya ya da zaman
geçirmeye çıkmalarına müsaade edilmemelidir. Ancak evden bir yetişkinin çocuklar dışarıya çıktığında veya oyun
oynarlarken onları izleyeceğine ilişkin karşılıklı bir plan yapılabilir.
Çocuklar eve yakın bölgelerde oyun oynuyorlar ya da bisiklete biniyorlarken bir yabancı onları rahatsız ettiğinde
veya kendilerini tehlikede hissettiklerinde, hemen ulaşabilecekleri güvenli yerleri (okul, kütüphane, banka vb.) ve
güvenebilecekleri kimseleri daha önceden belirlemeli ve
çocuklarla hemen o güvenli yere gitmeleri konusu önceden
konuşulmalıdır.
Hatta her ihtimale karşı aile bu kişilere hem kendi telefonunu vermeli, hem de önceden belirlenen bu güvenilir kişilerin telefon numaralarını almış olmalıdır. Böylece anne ya
da baba evde olamadığında, çocuğunun nerede olduğunu
kolayca ve hızlı bir biçimde öğrenebilecektir.
Tanınmayan kişilerle iletişim, onların bir şey sormaları vb.
konularla ilgili çocuklarla önceden mutlaka konuşulmalı,
bu tür kişilerin onlardan bir şeyler isteyebileceği, kendini
acındırarak çocuklara yaklaşabileceği , bir yere gitmeleri
konusunda yardım etmelerini isteyebileceği vb. konularda
çocuklar önceden mutlaka bilgilendirilmelidirler.
“Çocuğunuzla Konuşun ve Dinleyin”
10
www.sencedergisi.com
Çocuğun tanımadığı kişi çocuğa doğru yürüdüğünde, ona
dokunması ya da onu tutmaya çalışması gibi durumlarda
çocuğun çığlık atması, “HAYIR” diye bağırması ve hemen
uzaklaşmaya çalışması öğretilmelidir.
Bunlara ek olarak çocuklar hangi tanımadıkları yetişkinlerin onlar açısından güvenilir olduğunu bilmelidirler. Çocuklara; polis memurları, çocuklu anneler, öğretmenler, okul
yöneticileri, üniformalı postacılar gibi yetişkinlerin genellikle güvenebilecekleri kişiler olduğu öğretilebilir. Çocuğa
ihtiyacı olduğunda böyle yetişkinlerden yardım isteyebileceği konusunda önceden bilgi verilmelidir.
Anne babalar çocukları ile ve zaman zaman çocukla iletişim
kurması gereken yetişkinlerle aralarında önceden birkaç
kod kelime belirleyebilirler. Bu kelimeler yabancı kimselerin kolayca tahmin edemeyeceği, anlayamayacağı türden
kelimeler olmalıdır. Belirlenen bu kod kelimeler sık sık yenilenmelidir.
Çocuğun yetişkinler tarafından bir yerden alınıp bir yere
ulaştırılması gerekiyor ise kendisini almaya gelen yetişkin
ile bu kod kelime üzerinden iletişim kurması ve gelen kişi
bu kelimeyi bilmiyorsa kesinlikle onunla gitmemesi gibi
planlar yapılabilir.
Çocuğun ismini ve ailesinin isimlerini bilen yabancıların
eğer daha önce aralarında kararlaştırdıkları kod kelimeleri
bilmiyorlarsa muhtemelen güvenilir olmayacağını da çocuklara hatırlatmak gerekmektedir.
Çocuklara zarar verebilecek güvenilmeyen yetişkinlerin
kullandıkları tuzaklar da öğretilmelidir. Örneğin yabancı
yetişkinin bir hayvanını kaybettiğini söylemesi ve çocuğun
onu bulmasına yardım etmesini istemesi, bir yerden bir
yere gitmek için yol sorması, (çocuğa yaklaşmak ve onunla
iletişim kurmak amaçlı), güvensiz yetişkinlerin çocukların
ve ailelerinin isimlerini, aileleri ile ilgili bazı bilgileri bildikleri görülmektedir.
Güvensiz yabancı kişiler bu bilgilerle ailesinin tanıdığı birisi
olduğuna dair çocuğa güven vermeye çalışmaktadırlar. Bu
nedenle sosyal medya ortamlarında bu tür bilgilere kesinlikle yer vermemek çok önemlidir.
Güncel
Böyle durumlarda çocuğun o ortamdan uzaklaşmaya çalışması ve önceden anne babası ile belirledikleri güvenli yerlere doğru gitmeye çalışması öğretilmelidir.
OKUL ÇAĞI ÇOCUKLARI İÇİN
10 ALTIN KURAL
Çocuklarınıza sakıncalı yerler hakkında
bilgi verin. Issız sokaklar, inşaat ve
terkedilmiş yerlere gitmemeleri
gerektiğini öğretin.
Çocuklarınıza tanıdıkları bir kişiyle bile
olsa hiçbir yere sizin onayınız olmadan
gitmemesi gerektiğini öğretin.
Çocuklarınıza internet ve sosyal
medya ortamında tanımadığı kişilerle
fotoğraf, adres, okul ve şahsi bilgileri
paylaşmamalarını öğretin.
Çocukalarınıza sesin bir imdat çağrısı
olabileceğini öğretin. Zor durumlarda
bağırarak yardım istemesini öğretin
Çocuklarınıza adını, soyadını, aile
bireylerinin ad, soyad ve adresini
öğretin. Kimlik bilgilerini yanında
taşımasını sağlayın.
Çocuklarınıza evde yalnız kaldıklarında
tanımadıkları kimseye kapıyı
açmamalarını öğretin.
Çocuklarını parkta ya da dışarıda oyun
oynarken sürekli izleyin.
Çocuklarınıza güvenlik görevlileri, polis,
jandarma gibi güvenebilecekleri kişileri ve
okul, hastane, karakol, cami gibi yardım
isteyebileceği yerleri öğretin.
Çocuklarınıza kaybolduklarını
farkettiklerinde oldukları yerden
uzaklaşmaması gerektiğini anlatın.
Çocuklarınızın gün içinde yaptıklarından
haberdar olun. Arkadaşlarının ve ailelerinin
adlarını, telefon numaralarını ve adreslerini
kolayca ulaşabilecğiniz bir yerde bulundurun.
SENCE 2015 Sayı 7
11
SENCE
“Allah için adaleti ayakta tutup, gözeten
şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz
sizi adaletsizliğe götürmesin…”
(Maide Suresi 8. Ayet)
Fahtrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı
A
dalet, dilimizdeki en sihirli
sözcük. Onun olmadığı yerde
kargaşa, haksızlık ve zulüm
var. Kelime anlamı, hakka ve hukuka
uygunluk, hakkı gözetmek; yani adalet
bir anlamda, haklıya hakkının teslimiyetidir.
Ünlü bilim adamı Sigmund Freud “Medeniyetin ilk şartı adalettir” demiş.
12
www.sencedergisi.com
Eğitimci Mümin Sekmen ise, “Adalet
bize bütün ilişkilerimizde rehberlik
eden bir değerdir. Toplum olarak,
yaşadığımız bütün sorunların kökeninde adalet eksikliği vardır. Eğer çalıştığımız kurumda ve kişisel ilişkilerimizde bir sorun varsa, orada mutlaka
adalet zedeleniyor demektir. Eğer
daha huzurlu, daha verimli ve daha
uygar ilişkiler arzu ediyorsak, hepimiz her ilişkimizde Adalet duygusunu
yüceltmeliyiz” diyor.
İnsanlık tarihine baktığımızda adalet
üzerine yönetilen milletlerin daha hızlı
geliştiği ve yüksek medeniyet seviyesine ulaştığı, devletlerin yükseliş dönemlerinin de bu dönemler olduğunu
görmekteyiz.
Bugün de, adaleti her şeyin üzerinde
tutan toplumlar, daha mutlu ve huzurlu toplumlardır.
Adalete önem vermenin üç boyutu olduğunu savunan Harvard Üniversitesi’nden Prof. Yochia Bankler, bunları;
a. Niyetlerin adil olması.
b. Süreçlerin adil olması.
c. Sonuçların adil olması.
olarak sıralar.
Konfüçyüs ise, “Adalet kutup yıldızı
gibi yerinde durur ve geri kalan her
şey onun etrafında döner” diyerek,
adaletin her şeyin başı olduğunu, toplumsal hayatın merkezinde yer alması
gerektiğini ifade eder.
Türk devlet geleneğinde de, Yüce Dinimiz İslam’ın temel anlayışında da
“Adalet” her zaman ana kavram olmuştur. Çünkü Allah kendisi âdildir ve
yaptğı herşeyde de adalet tecelli eder.
“Hiç şüphesiz ki, Allah size emanetleri
ehline teslim etmeyi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle
hükmetmenizi emreder.” (Nisa 4/58)
İslam dinine göre yöneticilik insana
verilen emanetlerden biri hatta en
önemlisidir.
Müslüman yönetici, adaletin yönetimin temeli olduğuna adaleti sağlayamayan yönetimin yok olacağına zulm
edenin akıbetinin kötü olacağına inanır.
Yüce Peygamberimiz, “Adalet güzeldir. Devlet büyüklerinde olursa daha
da güzeldir” buyurmuşlardır.
Bir başka hadiste ise, “Haktan ve adaletten ayrılmadıkça ümmetimden
hiçbir kavim zeval bulmaz…” buyurarak, adaletten ayrılan kavimlerin yok
olacağını ifade etmiştir.
Hz. Ali de; “Adalet halkın dirliği, düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir”
“Adalet imanın başıdır. İhsanın birleştiği noktadır ve imanın en yüksek
mertebesidir” buyurmuşlardır.
Tarihte de görülmüştür ki, hiçbir millet yokluk ve yoksulluk nedeniyle tarih
sahnesinden silinmemiştir. Milletler
tarihten adaletsizlik ve hukuksuzluk
nedeniyle silinmişlerdir.
“Adalet
Mülkün
Temelidir”
Bizde de adalet anlayışı ne zaman yöneticilere göre şekil almış ve içi boşaltılmış ise, o dönemlerde istikrarsızlığın
yoğunlaştığı aşikardır.
Bugün de adliye binalarımızda, “Adalet,
mülkün (Devletin) temeli” diye yazar.
Bunun anlamı, adaletten ayrıldığımızda
devletin temellerinin sarsılacağıdır.
Peki... Ülkemizde gerçek manada bir
adalet var mı?
Maalesef, toplumuzun kahır ekseriyeti
gerçek bir adaletin olmadığı kanaatindedir.
Hele hele son yıllarda adaletle ilgili
yapılan yeni düzenlemeler, siyasi iktidarların anayasa ve yasaları hiçe sayan
yönetim anlayışı, adalete güveni sıfırlama noktasına getirmiştir.
Güncel
Adaletli toplumlar, medeniyet yolunda öne geçmiş milletler olarak tarihe
damgalarını vurmuşlardır.
Adalet dağıtmakla görevli bazı yargıçlarımızın bile, “Adalete güvenin her
geçen gün azaldığı ve %20’lere kadar
düştüğünü” kabul ettikleri ülkemizde
toplum olarak bizlerin geleceğe umutla bakabilmesi mümkün mü?
Oysa ki Cumhuriyetimizin kurucusu
Büyük Atatürk “Adalet gücü bağımsız
olmayan bir milletin, Devlet halinde
varlığı kabul olunmaz” der.
Adalet kelimesi elbette sadece yargı
anlamına gelmiyor. Hayatın her aşamasında adaletden söz edebiliyormuyuz.
Ülkemizde;
• Adil bölüşüm var mı?
• Hakça paylaşımdan söz edilebilir mi?
• İnsanlar emeğinin karşılığını alabiliyor mu?
• Milli gelir, toplumun sosyal kesimlerine adil dağıtılıyor mu?
• Çalışanlar, üretenler haklarını tam
alabiliyor mu?
• Eğitimde adaletten bahsedilebilir mi?
• Atamalar da adil davranılıyor mu?
sorularına da maalesef olumlu cevaplar veremiyoruz.
Ayrıca birey olarak da ticari hayatımızda adil miyiz, ailemizde adil miyiz? Kısacası adalete bir yaşam felsefesi olarak içselleştirdik mi.
Bunları gerçekleştiremediğimiz takdir
de ne iç huzura, ne de toplumsal huzura ulaşamayacağız.
Ümidimiz odur ki, “Adil Devlet” yöneticilerinin yönettiği, hakkın ve hukukun gözetildiği bir ülke hayalimiz tez
zamanda gerçek olur…
SENCE 2015 Sayı 7
13
SENCE
Agah Oktay GÜNER’le
İSRAF ÜZERİNE
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
T
ürkiye bugün israf ekonomisini bütün boyutlarıyla yaşıyor.
Daha doğrusunu söylemek
gerekirse, israf ekonomiyi aşmış, topyekûn devlet varlığımıza kasdeder
hale gelmiştir.
14
www.sencedergisi.com
Tarih İsrafı
Bunu biraz açalım;
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir
kuruluş felsefesi var. Devleti kuran sivil ve askeri kadrolar 16 yıl savaşmış,
hayatlarının 16 yılı cephede geçmiştir.
Bu kadrolar yamçının üzerinde geçmiş
ve büyük bir sabırla, büyük bir imanla,
büyük bir heyecanla malzemelerini biriktirmişler, Çanakkale’de örs ve çekiç
üzerinde dövülerek, Cumhuriyeti kuracak hale gelmişlerdir.
Sabiha Sultan devamında, “Bugün
Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. Türk milletinin
bizi artık dedikodulara mevzu etmesi
ayıptır. Çünkü milletimiz için Osmanlı
tarihi iftihar edilecek bir mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da
Türk’ün idi. Bugünkü Cumhuriyet de
Türk’ün malıdır.” İşte meselenin temeli buradadır.
İmparatorluk da Cumhuriyet
de Türk’ün malıdır.
Sabiha Sultan’ın da buyurduğu gibi,
Osmanlı tarihi iftihar edilecek bir
mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi,
fakat O da Türk’ün idi. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Bu ölçüdeki hakkaniyet, adalet, denge ve samimiyet dilerim siyasilerimize de rehber
olur.
12 yıldır Türkiye’yi yönettiğini iddia
eden siyasi iktidar ne yazık ki, devletin
temel felsefesi ile çatışma halindedir.
Osmanlı’yı yüceltmek amacıyla Cumhuriyeti yok sayan beyanlarda bulunmaktadır.
Bu arkadaşlarımızın, yani bugünkü iktidarın en büyük eksiği tarih kültürü
ve tarih bilgisinin yokluğu, eksikliği ve
tarih şuurundan mahrumiyettir. Tarih
şuuru olmadığı için çok abuk sabuk
laflar ediyorlar.
Bu konuda en selahiyetli, en ehliyetli,
en akil insan kimdir derseniz, hiç şüphesiz Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha
Sultan derim. Kendisinin yarım asır
önce yazdığı hatıralarında söylediği
cümleler bütün bu safsatalara son verecek niteliktedir.
Atatürk’ü küçültme gayretleri
çok zavallı gayretlerdir.
Sabiha Sultan’ın, “Gönlüm ister ki,
Türk milleti tarihine karşı hürmetkar
Atatürk ömründe hiç mağlup olmamış
bir kumandan. Bu milleti zaferden zafere koşturmuş bir kumandan. Efendim, içkiciydi diyorlar. Evet, Sakarya
Meydan Muharebesi’nde 22 gün 22
gece Fevzi Paşa’yla birlikte savaşı idare eden Mustafa Kemal, ağzındaki 17
dişin verdiği ağrıyı hissetmemek için
rakıyla ağzını çalkalamıştır.
Röportaj
olsun. Geçmiştekilerin hizmetlerin
büyüklüğünü unutmasın, onlara tam
kıymetlerini versin. Osmanlı Devleti’nin tarihte kazandığı azameti ve
kârlı yeri küçümsemesin. Maziye karışan bedbaht hükümdarlara şimdiye
kadar yüklenen ithamların yerinde
olup olmadığını tam bir müsamaha
ve titizlikle tetkik etsin.” şimdi bu ne
güzel bir ölçüdür.
Efendim dişçiye niye gitmedi diyorlar, yani cepheyi bırakacak dişçiye gidecek… Mustafa Kemal’in çok ciddi
sağlık sorunları var. Yamçının üstünde
geçiyor ömrü. Yamçı şu kadar bir kilim.
Toprağın üstüne seriyor, onun üstünde uyuyor. Dizlerinde romatizma var.
Atını ürküttükleri için Kocatepe’de
düştü. 3 kaburga kemiği kırık, ağzında
17 dişi çürük.
Diyorlar ki,
̶ Paşam, Ankara’da bir müddet istirahat edin.
̶ Hayır! diyor.
Kaburga kemikleri batmasın diye vücuduna değnekler bağlatıyor ve hiç
uyumadan o değneklerin hapsinde,
rakıyla gargara yaparak savaşı idare
ediyor.
Namuslu bir siyaset adamı
yargıdan kaçmaz.
Şimdi bu iktidarın içinde bazı hırsızlar var. Hırsız denildiğinde, sinirlenen
adamlar var. Namuslu bir siyaset adamı yargıdan kaçmaz.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti
iktidarı devrinde Suat Hayri Ürgüplü, Gümrüklerden Sorumlu Bakandı.
Efendim, “Kahvede kaçakçılık var, suiistimal var” dediler. “Yüce Divan’da
yargılanmak istiyorum” dedi. Yargılandı, aklandı. Suat Hayri Ürgüplü sonra Başbakan oldu. Dürüst bir siyaset
adamı yargıya gitmekten korkmaz.
Hele bugünkü yargı, MAŞALLAH! Polisiyle, savcısıyla, hakimiyle, kontrol
edebilecekleri en üst noktaya geldiler.
Ama kontrol edemeyecekleri bir nokta var. Türk’ün onurlu vicdanı... Türk
SENCE 2015 Sayı 7
15
SENCE
hakimlerinin onurlu vicdanı hiçbir iktidara teslim olmamıştır, bu iktidara da
teslim olmayacaktır.
Devletin felsefesiyle
çarpışmaları bize zaman ve
imkan kaybettiriyor.
Bir kere milleti lüzumsuz yere böldüler.
Atatürkçüler, Atatürkçü olmayanlar...
Atatürk bu milletin bir evladı, “Benim
naçiz vücudum bir gün elbet toprak
olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti
ebediyen payidar kalacaktır” diyor.
Bunu söyleyen Atatürk... Siz ne istiyorsunuz kardeşim? Atatürk nesi var nesi
yok milletine hediye etmiş. Anıtkabir’deki müzeye gidin. Trilyon dolar değerinde hatıralar var. Hepsi bu milletin.
Ama siz onun millete hediye ettiği, bataklıktan çam bahçesine çevirdiği Atatürk Orman Çiftliği’ni yok etmek için
elinizden geleni yapıyorsunuz. Kendilerini güçlü hissetseler Anıtkabir’in
bahçesine de girecekler. Daha o güçte
hissetmiyorlar.
Diğer büyük yanlışları, Atatürk ve İnönü’den sarhoş diye bahsetmeleridir.
Buna hakları yok. İnönü’nün aile hayatı da meydanda, çocukları da meydanda.
Onlar çocuklarına vakıf kurmamışlar,
vakıf yoluyla belediyelerin arazilerini
yutmamışlar. Midelerine haram lokma girmemiş ve dindarlıklarını gizlemişler, dini reklam etmemişler.
Bu kadro konuşurken “Cuma namazında camide miyiz yoksa dışarda mıyız
diye” gayr-i ihtiyari insan düşünüyor.
Ne kadar yarım yamalak bildikleri İslam ile ilgili konu var, hepsini döküyorlar ortaya. “Ne büyük Müslümanlar”
desin millet. Ama bu beyler şunun far-
kında değil. Dini bilgiden çok, insanlar
dini duyguya muhtaçtır.
Eğitim İsrafı
Bu iktidar döneminde eğitim sistemi
perişan edildi. Neden? Neden “Kindar
ve dindar bir nesil istiyorum” dedi.
Atatürk ise “Cumhuriyet, hür vicdanlı,
hür akıllı, sağlam bünyeli bir gençlik
ister” dedi. Hür vicdan, hür akıl... Vicdanını ve aklını kimseye kiraya vermemiş, tertemiz, insan. İnsan gibi düşünen bir varlık.
Şimdi kindar ve dindar nesil... Gazete haberlerine göre zatı muhteremin
oğulları vakıf başkanı ya, Milli Eğitim
Bakanı’na talimat vermiş. Bir milyon
diplomalı imam hatip okulu mezunu
istiyor. Zaten yaptıkları o, onlar için bir
tek okul var, imam hatip okulu. Başka
okul yok. Çok büyük yanlış yapıyorlar.
Bu ülkede hiç şüphesiz
imam hatip okulları’nın da
yeri var. Ama bütün okullar
imam hatip olsun, bu çok
saçma bir şey.
Kalkınmasını başarmış, dünya üzerinde söz sahibi olan Almanya gibi, Rusya
gibi ülkeler teknik eğitime ağırlık vermiştir. Ve her diploma aldığı zaman
üretici olabilecek adam yetiştirmiştir.
Alman eğitiminin özü budur.
Lenin Rusya’da Marksist ihtilali gerçekleştirdikten sonra, karısını Almanya’ya
göndererek, Alman eğitim sistemini
inceletmiş, teknik eğitim sistemini
Rusya’ya uygulamıştır..
Şimdi Türkiye’nin dünya üzerindeki bu
yarışları görerek bu memleketin gençliğini mollalar haline getirmek yerine,
teknik üreticiler haline getirmesi lazım.
16
www.sencedergisi.com
nü idrak etsinler. Kullara yaranmak
kolay, ama Allah’a yaranmak esas
olmalıdır.
Maaşlı Din Adamı Yoktur.
Türkiye’de 12 yıl zarfında emeğiyle geçinen bütün insanların çalışanların ve
emeklilerin reel gelirleri düşmüştür.
Enflasyonu düşün, eline geçen paraya
bakın, başlangıcın altındadır.
Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden fazla bir Diyanet bütçesi var. Ben bu efendilere soruyorum.
İslam’da din adamları sınıfı var mı?
Yoktur. Buna batılılar “Clerje” derler.
Papazların sahtekarlıkları, namussuzlukları, yanlışları “Clerje” sınıfını
batıda mahkum etmiştir. İslamiyet’te
kim namaz kıldırmayı biliyorsa, geçer
cemaatin başına camide namazı o kıldırır. Maaşlı din adamı yoktur.
İslam’ın bu açık hükmü sebebi ile Hıristiyanlar, Müslümanlığa koştular.
Çünkü adamlar bıkmış ve bezmiş. Parayı veriyor, Endülüjans kağıdı alıyor,
cennetten yer tutuyor. Hıristiyanlık
böyle, dejenere hale gelmiş.
Şimdi tartıştıkları konulara bakın.
Anaokulunda kız çocukları başörtüsü
örtsün mü, örtmesin mi? Bu vahabi
kafasıdır.
Suudi Arabistan’da 4+4+4
sistemi var, Türkiye’ye de o
sistemi getirdiler.
Kız ve erkek öğrenci ayrılsın, kız öğrenciler başörtüsü örtsün. Dikkat buyurun! Kafanın içiyle meşgul olan tek
sancıları yok. Sırf şekil.
Bu noktada, eğitim sistemimizin tam
bir biçimde israf edildiğini söylüyorum. Mahvettiler. 12 senedir, Türk eğitimi kısır bir döngü halindedir. Diyanet
İşleri bütçesi bunları sildi süpürdü.
Benim bu sözlerimden Diyanet İşleri
mensupları alınmasınlar. İslam’ın özü-
Emek İsrafı
İşçi sendikalarını güçsüz hale getiren
her türlü çalışma yapıldı. Taşeron işçilik hakim oldu.
Öylesine yeni bir sermaye
sınıfı meydana geldi ki
gamsız ve utanmaz...
Taşeron işçilik, işçinin hiçbir güvenliğinin olmadığı, emeğinin sahipsiz olduğu bir sistemdir. Çalışma şartlarında iş
güvenliği yoktur. Taşeron işçilik sebebiyle, işçilerimizin bir bölümü madenlerde boğuluyor, göçük altında kalıyor,
asansör facialarında ölüyor. İşçilerin
yattığı çadırlar yanıyor. Hangi birini söyleyeyim. 300 işçinin öldüğü madenin
sahibi, vicdansızca devletten tazminat
istiyor, “ben zarara uğradım” diyor.
Bu bahiste söylenecek çok söz var.
Ama derginizin hacmi bizim destanlara yetecek halde değildir. Biraz insaflı
olmalıyız.
Sermaye İsrafı
Peki emek sömürülüyor, bitiriliyor da
sermaye ne halde?
Cumhuriyet’in bütün birikimini, Cumhuriyet’i küçük gören beğenmeyen
bu efendiler, 64 milyar dolara sattılar.
Bunun 32 milyar Türk Lirası hükümet
eliyle yardımlara gitti. 19 bin aileye
yardım yapıldı.
Ben bir iktisatçı olarak bu anlayışa şiddetle karşıyım. Bu asil millet, bu yüce
gönüllü millet fakir olabilir. Ama sadaka alacak kadar küçülmez.
Röportaj
Tekrar ediyorum, imamlar, hatipler
belli. Türkiye’nin ihtiyacı da belli. Şu
andaki gidişat da Türkiye’nin 100 sene
sonraki imamlarını da yetiştiriyoruz.
Bunlar ne üretecek, ne üretebiliyor?
Devlet Teşekküllerini sattılar.
Kendilerine oy getirecek
kölemenler yarattılar.
Siz paraları, Kamu İktisadi Teşebbüsleri Kuruluş Kanununa göre derhal sanayi yatırımına götürmek zorundaydınız.
Atatürk ve arkadaşlarının İktisadi Devlet Teşekküllerini kurarken yazdıkları
kanunda bu madde var.
Efendim, para dağıt, somun dağıt, zeytinyağı dağıt, fasulye dağıt. Bunlar çok
ayıp şeyler, bunlar oy avcılığıdır. Halbuki yapılacak iş, bunları sanayi üretimine götürmek ve vatanın çocuklarına
iş sağlamaktı...
Ankara’da defalarca bu alışveriş merkezleri, AVM’leri kuranlarla konuştum
ve onlara,
̶ Yanlış yapıyorsunuz, Ankara için 32
tane AVM’ye ihtiyaç yok. Gidin Düsseldorf’a 30 sene önce 3 tane AVM
vardı, şimdi de 3 tane AVM var. Paralarla fabrika yapın Ankara’da. İnsanlar
çalışsın, dedim.
O paralar bu sermayeler katledildi, öldürüldü. Sırf kendilerine yakın olanlar
arazi rantından faydalansınlar diye…
Başka bir şey için değil. Onlara bir rant
geliri sağlamak. Ne oldu, İktisadi Devlet
Teşekküllerinden gelen para heder oldu.
İktisadi Devlet Teşekkülleri
ahbap-ı yarana satılarak,
onlar ihya edildi.
Kasalarındaki paraları, arazilerı, stokları hiç düşünülmeden yok pahasına
gitti. Şimdi, bu hovardalığa bu millet
müsaade etmez. Gün ola harman ola.
SENCE 2015 Sayı 7
17
SENCE
Devlet Planlama Teşkilatı’nı, -biz orada yetiştik- yok ettiler. Halbuki, Devlet
Planlama Teşkilatı iktidarların en büyük dostu.
Vatandaşın bu iktidar
döneminde en büyük
eksikliği güven duygusudur.
Vatandaş ekonominin içinde cereyan
ettiği piyasa şartlarına güven duymuyor. Parasını ne yapsın? Bankaya götürüyor, altın alıyor, hisse senedi alıyor.
Üzülerek ifade ediyorum, borsa vatandaşı devamlı hicrana uğratıyor. Altın
çok uzun dönemlerden sonra minicik
karlar sağlıyor. Vatandaş çaresiz ve
ümitsiz. Ekonomide güven duygusu
olmadan herhangi bir başarı sağlamak
mümkün değildir.
Eğer siz güven duygusunu sağlayan
halkın ve muhalefetin dürüstlüğünden
şüphe etmediği bir iktidar olursanız,
hakkınızda ileri süren her türlü şaibeye karşı, her türlü dedikoduya karşı
“beni yargılayın” deme cesaretine sahipseniz, o zaman ekonomide bütün
gizli kaynaklar ortaya çıkar.
Efendim 3500 ton altın varmış, yastık altında. Niye bu altınlar çıkmıyor?
Niye çıksın?
Sen alamadığın elektriğin bedelini
benim faturama yükleyeceksin, alamadığın vergiyi benim vergime yükleyeceksin ve Güneydoğu Anadolu’yu
babanın tarlası gibi terk edeceksin
yanacak, yıkılacak, perişan edilecek,
“aman olay çıkmasın diye kuluçkaya
yatmış tavuk gibi bakacaksın” öyle
bir şey olamaz. Buna hakları yoktur.
PKK bu iktidarın sayesinde kadrolarını
yenilemiş, gençleştirmiş, stoklarını tazelemiştir. Diğer taraftan, vatandaşın
devlete olan güveni yıkılmıştır.
18
www.sencedergisi.com
Korucuları kendi kaderine
terk ettiler.
Türkiye Cumhuriyeti milli tarihe yakışmayan bir iş yapmış oldu. Korucular
devlete hizmet etmiş adamlar. Ayıp
değil mi? Utanmıyor musunuz? Bunları PKK kurşunlarına nasıl terk ediyorsunuz?
Devlete güvenen aşiretleri
de kırdılar.
Devletin yanında yer alan aşiretleri
de sahipsizliğe mahkum ettiler. Şimdi
hem korucular kurşun yiyor, hem aşiretler kurşun yiyor, silahlı kuvvetler ve
polis bakıyor. Neden? “Efendilerimiz
aman karışmayın dedi.”
Gelelim toprak konusuna. Bir devlet
toprağıyla vardır. Toprak devletin ana
malıdır. Türkiye’de toprak üzerinde
çok oyun oynanıyor.
En büyük tavizler İsrail’e bu
dönemde verilmiştir.
Hükümet, İsrail ile devamlı kavga görüntüsü veriyor. İsrail toprak satmaz,
toprak vakıflar ve devletin elindedir.
%10’u vatandaşın elindedir, vatandaş
o toprağı yabancıya satamaz.
Bu hükümet mütekabiliyet şartını
tanımadan yani benim vatandaşıma
toprak alınma hakkı verilse de verilmese de ben onlara toprak satıyorum
dedi.
İkincisi, Atatürk Köy Kanunu’nu bizzat
kaleme almış. Köy Kanunu’nda diyor
ki, “yabancılara köylerde toprak satılamaz.” Bu efendiler, bu maddeyi
de değiştirdiler. Yabancılara köylerde
toprak satılır, dediler. Ondan sonra da
İsrail aleyhine nutuk üstüne nutuk.
Milli Değerlerin İsrafı
Teröre karşı savaşan paşaların yargılanması gündeme getiriliyor.
Çocuk şehit düşmüş, mekanı cennet
olsun. Baba, “Beni hiç kimse aramadı.
Bilgi almaya nereye gittiysem, devlet
sırrı denildi geri çevirdiler. Ben oğlum
için dava açacağım ama avukat tutmak için param yok.” diyor. Böyle bir
durum olabilir mi?
Gazi, protez ayak yaptırıyor. Efendim
şu kadar kuruş fazla, bu kadar kuruş
fazla. 1700 odalı saray yaptıran israfın sahipleri, gazilerin ayaklarına gidecek paraya sahip olmalılar. Bir gazi
bu muameleye maruz kalmamalı. Bir
belediyenin otobüs şoförü bir gaziye
hakaret edememeli.
Aksi halde siz, vatan için fedakarlık
yapacak hiç kimseyi bulamazsınız. İstedikleri nihai hedefleri de odur zannediyorum.
Uygulanan yanlış maden politikalarıyla yeraltı servetlerimiz heder oluyor.
Uygulanan yanlış ve dikkatsiz politikalar sebebiyle, Doğu Akdeniz’de Rumlar denizaltı servetlere sahip oluyorlar
ve biz seyirci kalıyoruz.
Bu aziz millet vatanı, namusu, bağımsızlığı, bayrağı için gözünü kırpmadan
can vermeye hazır olan bu aziz millet,
birtakım insanların siyaset bayrağı altında, daha doğrusu siyaset flaması altında Türk Devleti’ni israf etmelerine
müsaade etmeyecektir. Demokrasilerde bunun pek çok imkanı vardır ve en
güçlü fırsatta seçimlerdir.
Dileyelim!
Seçimlerde önce kendi aklımızı israf
etmeyelim, sonra devletimizi…
ŞİMDİ
KARAR
ZAMANI
SENDİKANI SEÇ
SENCE 2015 Sayı 7
19
SENCE
İslam Güzel Ahlaktır
Güncel Türk toplumunun yaşadığı hale ahlak noktasından bakılınca
yozlaşma, eski tabirle tefessüh, tabiri çok yakışmaktadır.
Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟
T
oplumlar ancak belirli kurallar
çerçevesinde bir arada yaşamayı sürdürebilir. Toplumsal
kuralların temel özelliği genel geçer
olmaları ve uymamanın yaptırımlara
bağlanmış olmasıdır.
Bu yaptırımlar, kanunların getirdiği cezalardan başlayıp ayıplanmaya kadar
uzanan bir yelpaze oluşturmaktadır. Toplumun üyelerine
bu kuralları benimsetmesine
sosyolojide toplumsallaşma
denilmektedir.
Toplumsal kuralların kaynağını geçmişten gelen tecrübelerle şekillenmiş olan örf
ve adetler, din ve hukuk
oluşturmaktadır. Bunlar
birbirinden bağımsız
değildir.
Gelenekler dini bir
nitelik kazanabileceği gibi,
20
www.sencedergisi.com
din kuralları da gelenek haline dönüşebilmektedir.
Hukuk ile din ve örf kuralları arasında
geçiş kaçınılmaz durumdadır. İnsanların toplum halinde yaşamaları, yapış
ve davranış kuralları ile değerler listesi
sayesinde mümkün olmaktadır. Ahlak
kavramı da tam buradan doğmaktadır.
İnsanların ortak değer yargıları, estetik çerçevesi ve saygınlık göstergelerini oluşturan bir kavram olarak ahlak,
toplumdan topluma değişiklikler gösterse bile bir yanı ile de evrensel boyuttadır. Cinayet, hırsızlık, yalan gibi
yasaklar evrensel ahlaki kuralların ilk
akla gelen örnekleridir.
Normal, olağan sayılan hallerin nitelemesidir. Anormal olarak adlandırılan
insan hallerine verilen bazı sıfatlar
daha aydınlatıcı durmaktadır: Edepsiz,
ahlaksız, namussuz, terbiyesiz… Bu sıfatlarda yokluğu vurgulanan şeylerin,
eksikliği ile söz konusu durum normal
dışı bir nitelik kazanmaktadır.
Normal ve anormal arasındaki sınır
çizgisini belirleyen toplumun genel
olarak kabul ettiği varsayılan değerlere de ahlak kuralları denilmektedir.
Ahlak din kökenli olmak zorunda değildir. Ancak her dinin ahlaki boyutu
vardır. Özellikle mensup olduğumuz
İslam dini açısından bakılırsa, Allah’ın
son elçisi Hz. Muhammet’in (SAV) bir
sözü karşımıza çıkmaktadır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Allah’ın son elçisi tarafından,
İslam ancak güzel ahlak ile hayat bulacak bir güzellik olarak tebliğ edilmiştir.
Başka bir ifade ile İslam, bir ahlak ve
fazilet düsturu sunmaktadır. Bu yolla
bireysel olgunluk ve toplumsal düzenin ilkeleri belirlenmiştir. Yüce Allah,
“Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak
üzerindesin.” (Kalem, 68/4) ve “Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman
edenlerle Allah’ı çok anan kimseler
Hz. Ayşe, kendisine peygamberin ahlakı sorulduğunda “Sen hiç Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı, Kur’an
idi.” diyerek cevaplamıştır.
O halde, elçilerin sonuncusunun tamamladığı “güzel ahlak” ve bir Müslüman için ahlakın anlamı üzerine düşünmek lazımdır.
Kendisine peygamberlik görevi bildirilmeden önce, kendisini tanıyan herkes
tarafından “Emin” sıfatıyla anılan Hz.
Muhammet’in tebliğ ettiği İslam ahlakının ilk prensibi, güvendir.
Güvenilirlik aynı zamanda kamil müminin de özelliğidir. “Müslüman
elinden ve dilinden Müslümanların
selamet buldukları kişidir. Mü’min
ise insanların canları ve malları hususunda güvendikleri kişidir.” (Müslim,
İman: 14; Buhârî, İman: 3)
Bu hadisin ifadesi oldukça açıktır,
Müslümanların dilinden ya da elinden
emin olmadıkları kişinin müslüman
tanımının dışında kaldığını dile getirmektedir. Hatta insanların canları ve
malları konusunda güven duymadıkları kişinin imanı bile yalan kalmaktadır.
Adı güzel Muhammet, ‘’Allah’ım senden
hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği
isterim.’’ duasıyla ahlakının bir yanını
daha aydınlatmaktadır. Kendisi için istediği insani vasıflar, bütün Müslümanlar
açısından istenilen özelliklerdir.
Müslümanın ahlaki özelliklerinden
birisini, yine Allah’ın sevgilisinin dilinden aktaracak olursak; “Allah bana
alçak gönüllü olmamızı ve hiç kimse,
kimseye karşı öğünüp böbürlenmesin
ve hiçbir kimse de kimseye karşı zul-
medip aşırı gitmesin diye vahyederek
bildirdi.” demiştir.
Burada tevazuun İslami bir fazilet olduğu ve Müslüman kişinin diğer insanlara karşı tavır ve davranışlarının sınırı
hakkında bir bildirim yer almaktadır.
Kimsenin kimseye üstünlük taslamaması ve aşırıya gidip zulmetmemesi
gerektiği ifade edilmektedir.
Üstelik bunu Resulullah kendi sözü
olarak söylemeyip “Allah bana … vahyederek bildirdi” diyerek ilahi bir buyruk olduğunu vurgulamıştır.
Keza Şanlı Kitabımız Kuran’da da benzer emirler, bütün inananları muhatap
almaktadır: “Küçümseyerek, kibirlenerek halka surat asma, yüz çevirme
ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Şüphe yok ki Allah, kendini beğenmiş
kibirlenip övünenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman 31/18)
İnsanın diğer insanlara böbürlenmesini yasaklayan İslam, insanlar arasındaki ilişkide istediği düzeyin sınırını kul
hakkı kavramı ile şekillendirmektedir.
Hukukun her insanın sahip olduğu ve
dokunulmaz saydığı temel haklara çok
benzemektedir. İhlal edilmemesi gereken ilk kul hakkı, yaşama hakkının
elinden alınmamasıdır.
Kul hakkı yemenin en vahim örneği,
insan öldürmektir. Bu sebeple, insan
öldürmek büyük günah sayılmıştır.
Yüce Allah, Kur’an’da, “... Kim, bir
cana veya yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya karşılık olmaksızın bir
cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur...” (Maide 5/32) ayeti
ile başkalarının yaşama hakkına zarar
vermemeyi emreder.
Bunun dışında kul hakkı olan konulara bazı örnekleri sıralamak gerekirse;
hırsızlık, yalan, hile, gıybet, iftira ve
haset, alay etmek, sövmek ve kötü
sözler söylemek, başkasının namus ve
şerefine sataşmak, kötü zanda bulunmak, başkalarının sırrını araştırmak
ve açıklamak, verdiği sözü tutmamak,
borcunu zamanında ödememek, işçinin ücretini geciktirmek veya eksik
vermek, birisini dövmek veya yaralamak, başkasını rahatsız edecek söz
söylemek ve davranışlarda bulunmak,
rüşvet alıp vermek gibi bir liste ortaya
çıkmaktadır.
Güncel
için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek
vardır.” (Ahzâb, 33/21) ayetleri ile
peygamberin ahlakını örnek göstererek övmektedir.
Peygamberimiz sahabeyle sohbet
ederken önce “müflis kimdir, biliyor
musunuz?” diye soru sorar ve şu açıklamayı yapar: “Benim ümmetimden
müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini yerine getirmiş olarak Allah’ın
huzuruna gelir. Ancak bu ibadetlerin
yanında öyle günahlar da işlemiştir
ki, kimilerine sövüp saymış, kiminin
kanını akıtmış, kiminin malını yemiş,
kimine zina iftirasında bulunmuştur.
Bu durum karşısında, onun ibadetlerden elde ettiği sevaplardan alınıp
hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri bu hakları ödemeye
yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp hak yiyenin günahlarına eklenir. Böylece sevapları elinden
gitmiş, günahları ise daha da artmıştır. İşte böylece, müflis durumuna
düşmüş olan bu kişi cehenneme atılır.” Bu hadis ile anlaşıldığı gibi, ahlak
kurallarının dışına çıkmak o kişiyi günahkâr yapmaktadır.
Üstelik kul hakkı herhangi bir günahtan farklı olarak Allah tarafından affedilmeyecektir. Ancak hak sahibinin, ihlal edilen hakkından vazgeçmesi yani
helalleşmek gereklidir.
Kul hakkının çiğnenmesinin, namaz
gibi “dinin direği” olarak nitelenen
SENCE 2015 Sayı 7
21
SENCE
ibadeti bile değersiz kıldığını Maun
Suresi açıklamaktadır:
ği bir topluluk haline dönüştüğümüz
söylenebilir.
• “Dini yalanlayanı gördün mü?
Sadece kadınlar ve çocukların uğradığı
taciz, şiddet ve cinayet gibi kötü davranışların artması ya da gözler önünde
sergilenebilmesine ilişkin örnekler düşünüldüğünde, toplumun geleceğine
ilişkin karamsarlık yaygınlaşmaktadır.
• İşte o, öksüzü iter, kakar.
• Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.
• Vay haline o namaz kılanların ki,
• Kıldıkları namazın değerine aldırış
etmezler.
• Gösteriş yaparlar onlar,
• Ve yardımlığı sakınırlar (zekatı
vermezler).”
Yoksulu doyurmayan, yetime kötü
davranan ile dini yalanlayan kişiler
aynı ayarda tutulurken bunların kıldıkları namazın da sadece göstermelik
kaldığı Allah’ın buyruğunda ifade bulmaktadır.
Keza kamu kaynaklarının kişisel çıkar
için kullanılması, bunun “normal” sayılması ve bunun ortadan kalkması
gerektiğini söyleyenlerin yadırganması ahlak ile açıklanamaz bir tablodur.
Üstelik bu tablo, sözüm ona muhafazakârlaşan bir toplumda gözlenmektedir.
Ahlak, insanların bir toplum halinde
yaşamalarının önemli birleştirici unsurudur. Dinimizin ahlaki emirleri, Müslüman olan olmayan bütün insanlar
için yol gösterici niteliğindedir.
Türk toplumu, genel olarak % 99’u
Müslüman diye söylenegelen bir homojen manzara sunmaktadır. Dolayısıyla toplumumuzun genel ahlak
değerlerinde İslamiyetin tesiri ve belirleyici olması olağan bir durumdur.
Buna ek olarak son yıllarda toplumun
muhafazakârlaştığına dair gözlemler
de çok sık tekrarlanmaktadır.
Muhafazakârlık, en basit anlatımla,
geleneksel değerlerin sürdürülmesine
yönelik bilinçli bir tercih şeklinde tanımlanabilir.
Öyleyse toplumun, hem dinin hem de
örfün onayladığı bir ahlaki seviyede davranışları “normal” sayması beklenmelidir.
Fakat günlük gazete malumatları ile
bile bunun aksine gidişatın çevreledi-
22
www.sencedergisi.com
Ardından yakalanan taciz ve tecavüzcülere kızgın ama içlerinde sapıklığın/
sapkınlığın yeşerdiği ikiyüzlüler kalabalığına dönüşmüş bir toplum haline
geliveririz.
Toplumlar ahlaksızlık, olağan karşılandığı durumlarda yaygınlaşmaya
eğilimlidir. Bunun önüne geçilmesinin
biricik yolu vardır: Toplumsal denetimin en önemli aracı olan ayıplamanın
etkin bir şekilde kullanılmasıdır.
Anadolu’yu Türkleştirirken Hoca Ahmet Yesevi Ocağından gelen ışığın en
güzide ışınını “EDEB YAHU!” ikazı oluşturması boşuna olmamalıdır.
Edep, Türk- İslam Ahlakını bütün boyutları ile taşıyan temel bir kavramdır.
Eline, beline ve diline sahip olmak olarak özetlenebilecek bir ahlak doktrininin şifresini içeren “edep” hem dini
hem milli arka plana dayalı engin bir
ummandır.
Milletin yeniden edeple tezyin edilmeden muhafazakârlaşması, görsel
unsurlarıyla kadın modası ile selam ve
veda sözlerinde dini terimlerin kullanılmasından ibaret kalacaktır.
Güncel Türk toplumunun yaşadığı
hale ahlak noktasından bakılınca yozlaşma, eski tabirle tefessüh, tabiri çok
yakışmaktadır.
Ahlaki yozlaşma, toplumsal değerlerin
zaman içinde tamamına sirayet etmeye eğilimli bir akışın ifadesidir.
Ahlak öncelikle salt cinsel ahlaka indirgenirken; diğerleri kılıfını uydurup
yolunu yapmaya kurban edilir. Hatta cinsel ahlak, “alan memnun satan
memnun” vurdumduymazlığı içinde
bütün kural ve değerlerin içinin boşaltılması ile çöpe atılır.
Bu yozlaşma ortamındaki muhafazakârlık, milli ve manevi değerlere
vurulan baltayı bileğlemeye hizmet
etmektedir.
Değerler listesi tahrip olmuş bir toplum, birbirinin kurdu halini almış bir
insan yığınından daha erdemli olamayacaktır.
Gazetelerin 3. sayfaları ve televizyonların haber bültenlerini dolduran olaylar,
ancak edebin ihyası ile yok edilebilir.
İçi boş şekilcilik değil, “EDEP YAHU”
düsturu Türk muhafazakarlığının birinci, çıkış kapısıdır.
Emek Yaşamdır
Emek kutsaldır toprak gibi
Emek doğurgandır ana gibi
Emek yaşamdır hayat dolu
Tohumda büyüyen başak gibi
Emek değer, emek kutsaldır
Emek bilgi ile birikim ister
Emek bir eylemdir, varoluş
Emek şuur, sevgi, çalışmadır.
Emek toprağı kazan ellerdir
İştir, güçtür, üretim, yaşamdır
Uygarlığı, medeniyeti, bilimi
Sanayiyi yönlendiren emekçidir.
...
Mehmet Çobanoğlu
SENCE
Büro Çalışanlarında
İş Sağlığı ve
Güvenliği Riskleri
Dr. Mehmet Erdem ALAGÜNEY ⎟ Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı İş ve Meslek Hastalıkları Bilim Dalı
Dr. Engin TUTKUN ⎟ S.B. Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi, M.D., Ph.D.
O
fis bir şirketin işlerini yürüttüğü genelde bir bina
veya binanın bir kısmını ifade eden yer olarak tanımlanmaktadır. Ofis ortamında çalışma genelde temiz, kolay ve güvenli olarak bilinir.
Gerçekten de yaşamı tehdit eden ölümcül yaralanmalar bu
alanda diğer işyerleri ve iş kollarına göre daha azdır. Bununla beraber yaşam kalitesini azaltacak hatta kaza ve ölüme
24
www.sencedergisi.com
sebebiyet verebilecek tehlikeler ofis ortamında da bulunabilmektedir.
6331 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle kamuda istihdam
edilen pek çok ofis çalışanının da sigortalı çalışanlarla beraber iş sağlığı ve güvenliği şemsiyesi altına girmesi, bu alanda
iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarını önemli hale getirmiştir.
Pek çok çalışanın istihdam edildiği bu alanda iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları asla göz ardı edilmemelidir.
Bu bakımdan ofis ortamını iyi tanımak
ve olası tehlikeleri öngörmek ileride
meydana gelebilecek kaza ve hastalıkları ortaya çıkmadan önlemek için
birinci adım olmalıdır.
Ofis ortamındaki tehlikeler, tüm iş
sağlığı ve güvenliği uygulamalarında
olduğu gibi; kaza ve yaralanmalar, fiziksel, kimyasal, biyolojik, ergonomik
ve psikososyal tehlikeler olarak gruplandırılabilir.
Kaza ve Yaralanmalar
Kayma, düşmelere bağlı yaralanmalar ofis ortamında sık görülmektedir.
Ofis dışında açık havada kar, yağmur,
buzlanma ve iç ortamda ıslak zeminler
kayma ve düşmelere sebep olurlar.
Ayrıca elektrikli aletlerin ve telefonların kablolarının yürüme alanlarında
sarkık vaziyette bulunmaları da düşmelere yol açar.
Eskimiş ve bakımsız halıların bulunduğu ofislerde bunlara takılıp düşmeler
de sıklıkla görülmektedir.
Kesiler sıklıkla kâğıt kesikleri veya makas, mektup açacağı gibi keskin aletler
ya da çekmece, kabin ve masaların
keskin kenarları nedeniyle meydana
gelebilir.
Çarpmalar da masa kenarları, açık bırakılmış kapılar veya çekmeceler nedeniyle gerçekleşebilir.
Elektrikli aksesuarların uygun olmayan prizlerde veya uzatma kabloların-
da kullanılması kısa devre ve elektrik
çarpmalarına neden olabilir. Ayrıca bu
bağlantılardan yangın çıkması tehlikesi de vardır.
Yangın ofis ortamında meydana gelebilecek önemli tehlikelerdendir. Ofis
ortamlarında genelde yangın ve diğer
acil durumlarda tahliye prosedürleri
yetersizdir.
Acil çıkışların ofis gereçleriyle kapatılması, yetersiz işaretleme, uygunsuz ve
yanıcı kimyasalların güvensiz depolanması, yetersiz alarma ve yangın söndürme sistemleri ofislerde acil durumlarda
zararın artmasına neden olmaktadır.
Fiziksel Tehlikeler
Çeşitli aletlerin ve ofis çalışanlarının
gürültüleri genelde işitme kaybına yol
açacak düzeye ulaşmamaktadır.
Ancak belirli düzeyde sürekli gürültü
de baş ağrısı ve konsantrasyon kaybına yol açabilmektedir.
Gürültüye karşı mekanik aletlerin sürekli bakımı ve ofis ortamının ve zeminin sesi absorbe eden materyalle
kaplanması önerilmektedir.
Yetersiz veya aşırı aydınlatma çalışanlar üzerinde olumsuz etkilere sahiptir.
Buna bağlı baş ağrıları, gözlerde yanma ve göz yorgunluğu ve görmede bozulma gelişebilir.
Bunları önlemek için ışıklandırmanın
uygun seviyelere ayarlanması ve görsel araçlı ekranlarla çalışmada dinlenme kurallarına uyulması önemlidir.
Kimyasal Tehlikeler
İç ortam hava kalitesinin düşük olması ofis çalışanlarının en sık yüzleştiği
sağlık ve güvenlik problemidir. Bu durumun üretkenlik, işe devam ve moral
üzerine olumsuz etkileri çok fazladır.
Çalışma Hayatı
İş sağlığı ve güvenliği genel tanımıyla;
işyeri ortamından kaynaklanan ve çalışanların sağlığını ve iyi olma hallerini
bozabilecek tehlikeleri öngörme, tanıma, değerlendirme ve kontrol etme
bilimidir.
Doksanlı yıllarda Birleşik Devletler
Çevre Koruma Ajansı düşük iç ortam
hava kalitesini ilk beş halk sağlığı problemi arasında saymıştır.
Bu duruma sebep olan faktörler arasında; pencereleri açılmayan havalandırma sistemli binalar, haddinden fazla ofis ve çalışanın bulunduğu binalar,
pestisit ve temizlik amaçlı kimyasalların kullanımı, su tesisatı kaçaklarına
bağlı küflenme, hava akımını bozacak
iç mimari, aşırı kuru ya da aşırı nemli
hava ve kirli ofis ortamı sayılabilir.
Bu durum “Hasta Bina Sendromu”
denilen problemin nedeni olarak kabul edilmektedir.
Ayrıca ofis ortamının havasını kirletecek çeşitli maddeler, makine ve kullanılan çeşitli kimyasallardan ortama
salınmaktadır.
Bu kimyasallar cilt hastalıklarından
astıma, kanserden çeşitli organ hastalıklarına kadar geniş bir yelpazede
hastalık yapabilirler.
Kısaca toparlamak gerekirse, fotokopi
makinaları ve temizlik ürünlerinden
amonyak, yalıtım ürünleri, zemin ve
tavan kaplamalarından asbest, sigara
içimi, dışarıda garaj ve otoyoldan ve
içeride gazlı soba ve şöminelerden
gelen gazlara bağlı, karbon monoksit,
nitrojen oksit, sülfür oksit, lamine ahşap ürünlerinden formaldehit, sızıntı
yapan klima sistemlerinden freon,
baskı makinalarından metil alkol, fotokopi ve diğer elektrikli aletlerden
ozon, elektrik transformatörleri ve
eski floresan lamba kırılmalarından
poliklorlu bifeniller, dioksin, dibenzofuran, pestisitler, taş binalarda radon,
SENCE 2015 Sayı 7
25
SENCE
yapıştırıcılar, daksil, mürekkepli mühür pedleri, baskı mürekkepleri, daktilo ve fotokopi makinası temizleyici
kimyasallar ofis ortamında bulunan
tehlikeli kimyasallardır.
Bunların olası zararlarından korunmak
için mümkünse bu zararlı kimyasalların yerine zararsız olanların tercih edilmesi, eğer kullanılması zorunluysa gerekli havalandırma ve kişisel koruyucu
donanım tedbirleri alındıktan sonra
çalışılması gerekmektedir.
Biyolojik Tehlikeler
Özellikle kalabalık ofis ortamında kişilerin grip nezle gibi virütik hastalıkları birbirine aktarması önemli bir sorundur.
Bunun dışında özellikle havalandırma ve
nemlendirme sistemlerinden kaynaklanan başta lejyonella olmak üzere çeşitli
virüsler, bakteriler ve mantarlar ofis ortamında hastalık nedeni olabilirler.
Ayrıca çeşitli süs bitkilerinin neden
olduğu alerjik rahatsızlıklar ofis ortamında görülebilmektedir.
Bu zararların önüne geçmek içiin ofis
ortamında kişisel hijyen vurgulanmalı, zararlı mikroorganizmalara kaynak
olabilecek aletlerin bakım ve temizlikleri sık yapılmalıdır.
Ergonomik Tehlikeler
Ofis ortamında en sık rastlanan ancak
en fazla göz ardı edilen problemlerin
başında ergonomik problemler gelmektedir. İşin doğası gereği masa başı,
görsel ekranlı aletlerle çalışmanın yoğun olduğu bu ortamlarda çok çeşitli
kas iskelet sistemi problemine rastlanılmaktadır.
26
www.sencedergisi.com
Özellikle bu aletlerin bireysel özelliklere göre dizayn edilmediği ortamlarda
bu problemler daha yaygındır.
Örneğin tekrarlayıcı bir şekilde klavyede yazı yazma, kalemle yazı yazma,
Mouse kullanmaya bağlı tendinit gelişebilir. İyi tasarlanmamış masa ve sandalyelere bağlı omurga ve alt ekstremitelerde kas ve sinir zedelenmeleri
gelişebilir.
Bu durumu önlemek için bireyselleştirilmiş ofis mobilyaları kullanılması ve
tekrarlayıcı hareketlerin zararından
korunmak için masa başı egzersizlerin ve düzgün postürlerin öğrenilmesi
önemlidir.
Piskososyal Tehlikeler
Yarı Zamanlı ve Geçici Çalışma:
İşverenler artan sayılarla part-time ve
geçici süreli çalışan sözleşmeleri yapmaktadırlar. Buna bağlı olarak da çalışma saatlerinde esneklik görülmektedir.
İstatistikler göstermektedir ki part
time çalışan birisi tam zamanlı bir çalışana göre saat başı karşılaştırıldığında
%40 daha az kazanmaktadır.
Sadece az kazanmanın ötesinde sağlık
güvencesi, emeklilik maaşı, hastalık tazminatı ve ücretli izin gibi özlük hakları da
tam zamanlı çalışanlara göre kısıtlıdır.
Ayrıca part-time ve geçici süreli çalışanlar tam zamanlı çalışanlara göre
devletin öngördüğü iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarıyla tazminat haklarından da tam olarak yararlanamamaktadırlar.
Özlük haklarındaki bu kısıtlılıkların
yanı sıra işin yapısından kaynaklanan
sorunlar da vardır. Geçici çalışanlar ne
zaman ve ne süreyle çalışacaklarını
tam olarak bilmemektedirler. Bununla
beraber sıklıkla fazla mesai yapmaktadırlar çünkü genelde “sıkışık zamanlarda” işe alınırlar.
Yapılan bir çalışma, sözleşmeli çalışanların kadrolu çalışanlara göre daha az
iş sağlığı güvenliği eğitimi aldıklarını ve
daha fazla iş kazası geçirdiklerini göstermiştir (Murphy ve Hurrell 1995).
Genel olarak sendikal haklardan da
mahrum olan bu çalışan grubunun, iş
sağlığı sorunları göz ardı edilmemelidir.
ABD’deki en kapsamlı kalp hastalıkları
çalışması olan Framingham Çalışmasında; sekreter olarak çalışan kadınların % 21’inde kalp damar hastalıkları
olduğu görülmüştür. Bu rakam sekreter olmayan kadınların ve ev kadınlarının yaklaşık 2 katıdır.
İşyeri Stresi:
Ofis ortamından kaynaklanan bireysel
ve organizasyonel çatışmalar, rol belirsizlikleri, uzun süreli çalışma, vardiyalı
çalışma, fazla mesai, karar gerektiren
işler, amir baskısı ve mobbing, kapasitenin üzerinde talep edilen işler, fazla
monoton işler kişilerde strese neden
olabilmektedir.
Bunun önemli sonuçlarının başında
işe devamsızlık (absenteism) gelmektedir. Bir başka kavram da (presenteism) işe devam edildiği halde verim
alınamamasıdır.
Şiddet:
ABD’de cinayete bağlı ölüm, kadın çalışanların birinci sırada, tüm çalışanların üçüncü sırada ölüm nedenidir.
Ölümcül olmayan saldırılar ise sanılandan çok daha fazladır. Özellikle insanlarla iletişim halinde olan gruplar ve kamu
çalışanları bu açıdan risk altındadır.
İçimizden Biri
Şair
Mehmet ARİFLER
10 Ağustos 1952 tarihinde Gaziantep ili Oğuzeli ilçesinde dünyaya gelen Mehmet Arifler, ilk öğrenimini Oğuzeli ilçesinde, ortaokul ve liseyi Gaziantep İmam
Hatip Okulu’nda tamamlayarak, 1971 yılında mezun oldu.
Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Gaziantep Defterdarlığı’nın açmış olduğu
imtihanı kazanarak 21.04.1976 tarihinde Yoklama Memuru olarak memuriyete
başlayan Arifler, 40 yıldır aynı kurumda muhtelif birimlerde görev yapmaktadır.
Türk Büro-Sen’i Gaziantep’teki kurucu üyelerindendir.
Halen memuriyete ve sendikacılığa davet eden Mehmet Arifler, aynı zamanda
şiir yazmaktadır. Ancak 1967 yılından beri yazdığı şiirleri maddi imkansızlıklar
nedeniyle kitap haline getirememiştir.
Mani
Hederim ben hederim,
Artıyor hep kederim,
Sen bana yüz dönersen,
Başım alır giderim.
Hederim ben hederim,
Acı çekmek kaderim,
Sen beni reddedersen,
Elaleme ne derim.
Hederim ben hederim,
Sen ne dersen ‘’he’’ derim,
Sen yak,yık bu anteb’i,
Ben borcunu öderim.
Hederim ben hederim,
Hem dede,hem pederim,
Yaşım altmışı bulmuş,
Torun torba güderim.
Nuh Gibi Amansız
Bırakma Beni
Güzel oğlum sana nasihatim var!
İbret alıp,ders çıkarmak istersen.
Günahı,sevabı öğrettim sana,
Mahşerde yüzünü ağartmak istersen.
Görevimdi,güzel bir isim koydum,
Yüzüne baktıkça mutluluk duydum,
Şükrettim,başımı secdeye koydum,
Sen de koy başını,tatmak istersen.
Göğsüme yatırdım,baktım,seyrettim,
Salih olman için çok dua ettim,
Sağlıklı,günahsız,güzel bebektin,
Öyle kal huzurlu yatmak istersen.
Hak taala bizim yaradanımız,
Hazreti peygamberdir cananımız,
Bol ibadetle dolmalı mizanımız,
Sevabını ağır tartmak istersen.
Şimdi senin de bir oğlum olacak,
onunla evine neşe dolacak,
Bazan gülecek,bazan ağlayacak,
Ağlat bakalım ağlatmak istersen.
Nazire
Bu erken ayrılık neden?
Geri gelmiyor ki giden,
Kurtulmak isterdin benden,
Hele bensiz yaşa Leyla’m!
Sen gideli yüzüm gülmez,
Hiç kimse halimi bilmez,
Dertlerim artar,eksilmez,
Sen attın ataşa Leyla’m!
Sen gibi gitmek isterim,
Bak yanında hazır yerim,
Çok sürmez bir gün giderim,
Sana paşa,paşa Leyla’m!
Bilirim çok üzdüm seni,
Affedeceekmisin beni,
Öfkene kapılıp yani,
Düşürme telaşa Leyla’m!
Yardan ayrı kalmak ölüm,
Kilitlendi elim,kolum,
Kaderinmiş,sanma zulüm,
Gelir bütün başa Leyla’m!
SENCE 2015 Sayı 7
27
SENCE
Destanlarda
Kadınlarımız
“Bamsı Beyrekleriz…
Banu Çiçekler
düşlerimizdir.”
Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
Didem ÖNDER ⎟ Mimar
M
28
illi destanlar, efsaneler o
toplumun dil, fazilet ve
milli kahramanlık maceralarını anlatır. Destanlardaki ‘kadın’
bahsi de o toplumu her şeyiyle ifşa
eden bir anahtardır. Türk için “at, avrat, silah” özetinden yola çıkarak destanlar da kadına bir göz atalım.
göğün on yedinci katı kendisine ayrılmış ışıktan kadın hayalidir.
Bayan Destanları’nda da kadın melek
olarak tasvir edilmiştir.
Yine aynı destanda Oğuz Kağan’ın ilk
karısı karanlığı yararak gökten inen
mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal
bir ağaçtan doğmuş insanüstü varlıklardır. Bu insanüstü varlıkların doğumu ışık veya nur ile açıklanmıştır.
Yaratılış destanında, kadın Tanrı’ya yaratmak için ilham kaynağıdır. Ak Ana
Uygur Destanı’nda Böğü Han semavi
ışıktan doğmuştur; Kuzu Körpeç ve
Gebe kalışları da, beş duyu ile kavranması mümkün olmayan varlıklar olarak görüldüğünden suya dokunmakla, buzun içindeki iki buğday tanesini
yutmakla, yıldızla (Altay efsaneleri)
ya da ilahlarla (Alan Gova menkıbesi)
açıklanmıştır.
www.sencedergisi.com
Tarih
Yunan destanlarındaki meşhur mitolojik kahramanlar aşkı, güzelliği, cinselliği temsil eden (Athena, Afrodit,..vs)
tanrıçalar iken Türk mitolojisindeki kadın kahramanlar genellikle ‘Ana’ isimli
tanrıçalardır. Ak Ana, Umay Ana gibi.
Bu tanrıçaların hepsi şeref, fazilet,
namus, iyilik, irade, lider, koruyucu
özellikleri temsil eder. Kadının temsilcisi Gün Ana göğün 7. katında, erkeğin
temsilcisi Ay Ata ise 6. katında diye
bilinir; kadın göğün, erkek yerin evladı
kabul edilir.
Türk destanlarında kadının sosyal
mevki ve itibarı, Hakanın sol yanında
oturması ile apaçık ortadadır. Kurultaylarda söz sahibi olmak, buyruklarda
adının geçmesi, sefer için izin istenmesi, yabancı elçileri kabul etmek, anlaşmalara imza atmak hatta Tomris gibi,
Boarık Hatun gibi hükümdar olup ordu
yönetmek Türk kadınlarına özgüdür.
Ferman yalnız ‘Hakan buyuruyor ki’ ifadesi ile başlıyorsa hükümsüz sayılırdı.
Destanlara göre yabancı devletlere gelin giden Türk kadını eşine doğrudan
mevki ve unvan kazandırmış olurdu.
Fars destanı Şehname’de saçından tutulup sürüklenen, yere vurulan, ayaklar altına alınan kadına Türk destanında hiç rastlanmaz. Çünkü ana hakkı
Tanrı hakkına eş tutulur, kız kardeşe
de bir o kadar değer verilir.
Hatun veya katun akıl danışılan, erine
yardımcı olan, gerekirse onunla birlikte savaşan, onu kurtaran (Kanikey’in
Manas’ı kurtarması) evdeşidir. İtelemek, horlamak, dövmek şöyle dursun
erkeğin evdeşine ‘körklüm’ (güzelim)
diye hitap ettiği aktarılır.
Kız çocuğu olarak dünyaya gelmek;
- Çin’de 1,2,3,..vs diye sıralanmak,
- Arap coğrafyasında diri diri gömülmek,
- Britanya’da murdar sayılmak,
- Eski Roma’da babaya öldürme hakkı
sağlamak,
- Hindistan’da felaket olarak görülmek,
- İran’da ‘kul, cariye’ yapılarak babaya
menfaat sağlamak iken.
Türk toplumunda kız-erkek evlat ayrımı yapılmaz. Daha da ötesi kız evlat
sahibi olmak isteyen baba Bay Bican
Beg, Dede Korkut Oğuznameleri’nde;
“Begler! Benim dahi hakkıma bir dua
eyleyin. Allahü Teâla bana da bir kız
evlat vere dedi. Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua eylediler. ‘Allah sana bir
kız vere’ dediler” bahsi ile geçer.
Evlilik konusu da kadının rızasına bırakılmıştır. Eşlerini seçerken onlarla
at koşturdukları, güreş tuttukları, ava
çıktıkları örneklerle mevcuttur.
Oğuzname’de Bamsı Beyrek’in Banu
Çiçek’e yenilmekten zor kurtulduğu
anlatılır. Buradan Türk kadınlarının iyi
birer savaşçı olarak yetiştirildikleri de
anlaşılır.
Destanlarda kadınların erkeklerden
kaçmadığı, küçük yaşlarda beraber
oyun oynama ile başlayan sosyal ilişkilerinin çok iyi olduğu anlatılır. Kadın
ve erkek iç içe ve samimi olmalarına
rağmen çirkin ilişkilere rastlanmaz.
Athena’nın Zeus’un hem karısı hem
kız kardeşi olması, Şehname’de üvey
oğluna aşık anne veya evli bir kadının
yabancı bir erkeğe gayrimeşru ilişki
için yalvarması benzeri çarpık ve ensest ilişkiler söz konusu olmadığı gibi,
ırza tecavüz, ölüm veya gözlere mil çekilerek cezalandırılır.
Kadın sadakat simgesidir. Evdeşi savaşta ölen Altay Türkü sadık kadın
Tanrı’dan ağlamak için dağ yaratmasını istemiştir.
Kadının namusu hakkında dedikodu
yapılmasına Türk toplumunda itibar
edilmez.
Günümüzde bir sadakat ve namus ölçüsünü anlatan ‘Erkek sinek bile kondurmamak’ deyimi de destanlardaki
yeri ile manidardır.
Türklerde destanlarda anlaşıldığı kadarıyla tek eşlilik yaygındır. İkinci bir
evlilik bahsi, evdeşin rızasına dair bir
işaret yoktur.
Hatta erkek bir evlat sahibi olamasa
bile bir başka kadınla evlenme fikri
mevzu bahis edilmez.
Dirse Han evdeşine; “Senden müdür,
benden müdür, Tanrı Teâla bize bir
oğul vermez, nedendür?” diye sorar.
Bu destan ve efsanelerde kadın ruhani, erkek insanidir. Kadın göğü, erkek
yeri temsil eder.
Buna rağmen kadın erkekten ayrı ve
üstün değil, onun beraberinde ve tamamlayıcısıdır.
“Han’ım!” hitabına mazhar edilen
kadın, Oğuz Destanı’nda güzel gözlü,
ırmak dalgası saçlı, inci gibi dişli tasviriyle yer edinmiş, övülmüştür. Türk
töresinde kadın kutsaldır, el üstünde
tutulmuştur. Kadın da her zaman fedakârlığı ile bu övgülere layık olmuştur.
SENCE 2015 Sayı 7
29
SENCE
?
Ermeniler Neden
TEHCİR Edildi
Prof. Dr. Yusuf SARINAY ⎟ TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi
B
azı çevreler tarihi olayları; belli
bir sebep-sonuç ilişkisi içinde
değerlendirerek, kendi içinde
tutarlılığı olan bir bütün olarak ele almak yerine, Ermenilerin işlerine gelen
argümanları çekip çıkardıkları bir bilgi
ambarı olarak kullanmakta ve tarih,
1915’e hapsedilmektedir. Adeta Osmanlı Devleti’nin herhangi bir sebep
yok iken Ermenileri 1915 yılında tehcire tabi tuttuğu şeklinde bir anlayış
ortaya çıkarılmaktadır.
30
www.sencedergisi.com
Dolayısı ile Ermeni meselesinin bir sonucu olan sevk ve iskan yani tehcir gündemde tutulmakta ve tartışılmaktadır.
Bu yaklaşımla, Ermeni tarafında oluşan ve propaganda ile birçok ülkeye
sirayet ettirilen tek taraflı bir hafıza
oluşturulmuştur. Bu hafıza adeta siyasi bir iman haline getirilmiştir.
Bu sebeple Ermeni konusunda sadece yaşanan olayların bir sonucu olan
1915 olaylarına odaklanmak yerine,
tehcire giden süreçte Osmanlı coğrafyasında yaşananları, büyük devletlerin politikalarını, toprak kayıpları
sonucu yaşanan katliam ve göçleri,
Ermeni örgütlerinin çıkardığı isyanlar
ve sonuçlarını geniş bir tarihi perspektifle ele almak gerekir.
Siyasi, iktisadi ve sosyal değişme ve
gelişmeler, bütün dünyada köklü değiştirici etkisini gösteren sanayileşme
ve iktisadi siyasi emperyalizm ile Fransız ihtilali sonucu doğan ve gelişen
Tarih
milliyetçilik hareketleri, 19. yüzyılda
geleneğe bağlı devlet ve toplumları
esaslı bir şekilde değişmeye zorlarken,
tesirleri 20. yüzyılda da devam etmiştir.
Avrupa’da meydana gelen bu gelişmeler çok milletli Osmanlı Devletini de
etkilemekte gecikmemiştir.
Osmanlı yönetiminde din, kültür ve
gelenekleri korunan gayr-i müslim
toplumlar; Fransız ihtilâli sonrasında
gelişen milliyetçilik fikirlerinin büyük
devletlerin Osmanlı Devletini parçalama çabalarıyla birleşerek yayılmasıyla
devlete karşı isyanlara başlamışlardır.
Nitekim 1804’te başlayan Sırp isyanını, 1821’de Yunan isyanı takip etmiş
ve daha sonra Bosna-Hersek, Karadağ,
Eflak-Boğdan, Girit ve Bulgar isyanları
meydana gelmiştir.
Osmanlı Devleti, Tanzimat reformları
ile bütün unsurların eşitliğine dayanan Osmanlılık veya İttihad-ı Anasır
politikası ile Müslümanlar ve gayr-i
müslimler arasında eşitlik yaratmayı ve siyasi birliği ortak Osmanlı vatandaşlığına oturtmayı amaçlayan
bir üst kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Ancak büyük devletlerin desteğini
alan Balkan toplumlarında siyasi talep
çıtaları giderek yükselecek, imparatorluk içinde tutmak mümkün olmayacaktır.
Çünkü Osmanlı Devletinin bir iç problemi olarak doğan bu isyanları bastırmak için harekete geçen Osmanlı
yönetimi, karşında büyük güçlerden
birisini veya birkaçını bulmuş, onların
mücadelesi ile iç isyan niteliğindeki
olaylar uluslararası bir kriz niteliği
kazanmıştır.
Böylece Balkan toplumları önce muhtariyet daha sonra da bağımsızlık ka-
zanmışlardır. Ancak bu süreç Osmanlı
coğrafyasında büyük acılara yol açmış,
çok kanlı olmuştur.
Bu süreçte 1877-1878 Osmanlı-Rus
savaşı ve savaşın sonunda imzalanan
Berlin Antlaşması Osmanlı Devletinin
dağılma ve parçalanma merhalelerinden en önemlisini teşkil etmiştir.
Bu savaş sonucu Balkan topraklarının
önemli bir kısmı kaybedilmiş, bu bölgelerde yaşayan çok sayıda Türk ve Müslüman katliama maruz kalmış veya
elde kalan topraklara sürülmüştür.
Daha önce toprak kayıpları sonucu Kırım, Kafkasya ve Balkanlarda başlayan
göçler 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı
sırasında ve sonrasında hızlanmıştır.
1912-1913 Balkan Savaşları sonucu
Rumeli’nin tamamen kaybedilmesiyle
bu katliam ve göçler artmış, I. Dünya
Savaşı sürecinde devam etmiştir.
Nitekim Justin McCarthy 1821-1922
yılları arasında beş milyondan fazla Müslümanın göç etmek zorunda
kaldığını, beşbuçuk milyon kişinin de
katliam, açlık ve hastalıktan ölmüş
olduğunu vurgulamaktadır. Kemal
Karpat ise Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar Türkiye’ye gelen göçmen
sayısının yedi milyon civarında olduğunu vurgulamaktadır.
Bu rakamlar Osmanlı coğrafyasında en
vahim katliam ve sürgün olayının Türk
ve Müslümanların başına geldiğini
göstermektedir.
İşte Ermeni meselesini ve tehcir olayını bu büyük tablo ve konjonktür içinde
görmek ve değerlendirmek gerekir.
Çünkü Balkan milliyetçiliklerinin stratejisini izleyen Ermeni milliyetçileri de
önce Avrupalı devletlerin himayesin-
de reform istemek, arkasından gene
onların desteğiyle özerklik almak ve
bu özerkliği genişleterek bağımsız
devlet olmak istiyorlardı.
Nitekim 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda imzalanan Ayastefanos
Antlaşmasının 16., Berlin Antlaşmasının ise 61. maddesiyle Osmanlı Devleti, vilayet-i sitte yani altı vilayet denilen Doğu Anadolu’daki vilayetlerde
Avrupalı devletlerin (özellikle Rusya ve
İngiltere) nezareti ve kontrolü altında
Ermeniler lehine ıslahat yapmayı kabul etmek zorunda kalmıştır.
Böylece Ermeni konusu uluslararası
bir mahiyet kazanmış, büyük devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale ve baskı aracı olarak kullandıkları
bir mesele haline gelmiştir.
Berlin Antlaşması ile büyük devletlerin destek ve himayelerini elde eden
Ermeni milliyetçileri, kendilerinden
önce bağımsızlık hareketine girişen
Balkan toplumları gibi aynı yolu izleyerek Doğu Anadolu’da önce özerk, daha
sonra bağımsız bir Ermenistan kurmak
amacıyla harekete geçmişlerdir.
Ancak Ermeniler, Sırp ve Yunanlılar
gibi Osmanlı Devletinin hiçbir yerinde çoğunluğa sahip değillerdi. Bu sebeple Bulgarların Türkleri katlederek
veya sürgün ederek Tuna vilayetini bir
Bulgar ülkesi haline getirmesini gören
Ermeniler, aynı şeyi kendilerinin de
Doğu Anadolu’da başarabileceklerini
düşünmüşlerdir.
Bu amaçla ihtilalci-silahlı terörizmi mücadele metodu olarak seçen örgütler
kurarak (Hınçak, Armenikan ve Taşnak
Komiteleri) 1890 yılından itibaren başta Doğu Anadolu bölgesi olmak üzere
birçok yerde 40 civarında isyan çıkarmış ve terör olayı gerçekleştirmişlerdir.
SENCE 2015 Sayı 7
31
SENCE
Bu isyanlara rağmen, Ermeni toplumunun bir bölümünün Osmanlı
Devletine sadık olduğu, Ermeni komitelerinin onlara da baskı ve terör
uyguladığını belirtmek gerekir.
Ayrıca çok sayıda Ermeni bakan, milletvekili, büyükelçi, paşa, akademisyen, doktor, gazeteci ve hukukçunun
Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalıştıkları ve bu görevlerine I. Dünya Savaşı başlarına kadar devam ettiklerini
hatırlamak gerekir.
Ermeni komitelerinin çıkardıkları isyanları bahane eden büyük devletler
Ermeniler lehine ıslahat yapılması için
Osmanlı devletine baskılarını artırmışlardır.
Ancak Balkanlarda olduğu gibi Doğu
Anadolu vilayetlerini özerkliğe götürecek ıslahat projeleri büyük oranda
Padişah II. Abdülhamit tarafından
reddedilmiş, sadece Ahmet Şakir Paşa’yı Anadolu’da ıslahatı gerçekleştirmek üzere Doğu vilayetleri genel
müfettişliğine atamakla yetinilmiştir.
Bu sebeple Ermeni komitecileri 1905
yılında II. Abdülhamit’i de öldürmek
amacıyla suikast düzenlemişlerdir.
II. Meşrutiyet’in ilanı sürecinde gerek II. Abdülhamit yönetimine karşı
Jön-Türklerle yapılan işbirliği, gerekse
meşrutiyetten sonra seçimlere birlikte
girmeleri sebebiyle kısmen sakin bir
dönem olmuştur.
Ancak 1909 Adana olayları işbirliği ve
sakin ortamı bozmuş, Balkan savaşlarında alınan ağır yenilgi, Ermeni komitelerinin Avrupalı devletlerin desteğiyle toprak kazanma ve ülke kurma
konusunda faaliyetlerini artırmalarına
yol açmıştır.
İsyanlar ve katliamlar, büyük devletlerin reform baskıları sonunda Er-
32
www.sencedergisi.com
menilerin siyasi hedefi olan, Osmanlı
topraklarından ikinci bir Bulgaristan
çıkarma projesine dönüşmüştür.
Nitekim 8 Şubat 1914 tarihinde Doğu
Anadolu vilayetlerinde Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını öngören Yeniköy Antlaşması’nı Osmanlı Hükümeti
büyük devletlerin baskısı ile imzalamak zorunda kalmıştır.
Bu antlaşmaya göre; Doğu Anadolu, biri
Erzurum, Trabzon ve Sivas; diğeri Van,
Bitlis, Harput ve Diyarbakır olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bunların başına iki
yabancı müfettiş getirilecekti.
Bu müfettişler (Norveçli Binbaşı Hoff
ve Hollandalı Westenek) beş yıl süre
ile bölgelerindeki adli, idari işler ile
polis ve jandarmayı denetleyecekler,
gerekirse askeri kuvvetleri kullanabilecekler; memurlar hakkında takibat
yapabileceklerdir.
Ayrıca herkes resmi daire ve mahkemelerde kendi dilini kullanabilecek,
askerlik görevini ait olduğu müfettişlik mıntıkasında yapacak, idare meclislerinde üyeler yarı yarıya müslim
ve gayri müslim halktan oluşacaktı.
Talat Paşa, Ermeni komite ve siyasi
liderlerini Rusya ile işbirliğinden vazgeçirmeye çalışmış, ancak ikna edememiştir.
Birinci Dünya savaşının başlaması Ermeni milliyetçileri tarafından amaçları olan bağımsız Ermenistan’ın
kurulabilmesi için büyük bir fırsat
olarak görülmüş, silahlı isyanlara
tekrar başlamışlardır.
Savaşın başlarında doğrudan Rus ordusuna katılan Ermeni gönüllüleri olduğu gibi, Antranik ve Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan gibi kişilerin
komutasında Ermeni gönüllü alayları
da Ruslarla birlikte savaşmışlardır.
Aralık 1914- Ocak 1915 tarihinde
Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta yenilmesine paralel olarak Zeytun, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Muş, Sivas,
Van çevresinde isyanlar artmış, Rus
işgali altında bulunan Kars ve Ardahan’da 30.000 Müslüman Ermeni komiteleri tarafından öldürülmüştür.
Osmanlı Devleti bu isyanları başlangıçta idari ve askeri tedbirlerle önlemeye çalışmıştır.
Bu antlaşmada ıslahat yapılacak vilayetlerin (günümüzde 20’den fazla ili
kapsamakta) açıkça Osmanlı egemenliğinden çıkarılmaya çalışıldığı görülmektedir.
27 Şubat 1915’te ordudaki Ermeni
askerlerinin silahsızlandırılması kararı
alınmış, 24 Nisan 1915 tarihli genelge
ile Ermeni komiteleri kapatılmış, elebaşları tutuklanmıştır.
Ermeni komiteleri antlaşmayı kendilerini bağımsızlığa götürecek önemli bir
adım olarak görüyor ve eylemleri ile
Rusya’nın Doğu Anadolu’daki beşinci
kolu olmaya hazır olduklarını gösteriyorlardı.
Bu genelge ile İstanbul’da komite
mensubu 235 kişi tutuklanmış, Ermeni
komiteleri kapatılmış, çok sayıda silah
yakalanmış, İstanbul dışında Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde de 321 örgüt üyesi tutuklanmıştır.
Çünkü Ermeni örgütleri Rusya ile
işbirliğinin kendilerine vaat edilen
özerkliği ve bağımsızlığı getireceğini
düşünüyorlardı.
Rus ordusunun Doğu Anadolu’da
ilerlemesi, Çanakkale Savaşları ile İstanbul’un tehlike altına girdiği bir dönemde Zeytun, Bitlis, Siirt, Muş ve Er-
Tarih
zurum’un ardından Van isyanı patlak
vermiş ve şehir Ermeni öncü kuvvetlerinin desteği ile Ruslar tarafından ele
geçirilerek yıkılmış, 30.000 civarında
Müslüman öldürülmüştür.
Rus birlikleriyle ortak hareket eden
Ermeni gönüllü alaylarının öncelikli
hedefi bu bölgeleri ele geçirip Ermenistan olarak düşündükleri vilayetlerden kurtarılmış bölge oluşturmaktır.
Kars ve Ardahan’da başlattıkları katliamları Van’da devam ettiren Ermeni
Komitecileri 1915 yılı ve sonrasında
Doğu Anadolu bölgesinde binlerce
Müslüman’ı katletmişlerdir.
Ermeni Komiteleri ve gönüllü birlikleri sadece Rusya değil, İngiltere ve
Fransa ile de işbirliği yapıyorlardı.
Adana Dörtyol’da İskenderun civarında düşman donanmaları tarafından
casusluk etmek üzere gönderilen Ermeni komitacıları yakalanmıştır. Çünkü bu sırada İngiltere ve Fransa’da Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmuş,
bu birliklerin yardımıyla İskenderun’a
çıkarma planı yapmışlardır.
Cemal Paşa, bu teşebbüsün bölgeyi Osmanlı yönetiminden koparacak
ciddi bir olay olduğunu kaydetmekte,
Zeytun ve Urfa isyanlarını bu plan ile
ilişkilendirmektedir.
Sevk ve iskan kararı başlangıçta cephelerin güvenliğini tehlikeye düşürecek bölgelerde uygulanmıştır.
Ancak Ermenilerin Bursa ve civarında
isyan çıkarmaları Adapazarı, İznik,
Bahçeçik ve Kayseri’de bomba ve silahların yakalanması, Boğazlıyan’da
Ermeni çetelerin saldırıları, Sivas ve
Urfa’da olayların bastırılamaması,
İngiltere ve Fransa’nın İskenderun limanından çıkarma planları yapması
gibi sebeplerle sevk ve iskan iç ve batı
bölgelerine de genişletilmiştir. Buna
rağmen tehcir bütün Ermenileri kapsamamıştır.
Osmanlı Hükümeti I. Dünya Savaşı’nın
olumsuz şartları içinde tehciri uygularken Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli
tedbirleri almıştır.
Ancak alınan tedbirlere rağmen, bazı
bölgelerde olumsuzluklar yaşanmış,
Ermeni kafilelerine saldırılar olmuştur.
Bu sebeple Osmanlı hükümeti tarafından taşrada kafilelere saldıran, mallarını gasp eden, kanun dışı davranan
ve yetkilerini kötüye kullanan devlet
görevlileri ile çetecilik yapan 1673 kişi
1915-1916 yıllarında Divan-ı Harplerde yargılanarak idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.
Tehcir, yukarıda anlatılan tarihi
süreç içinde Ermeni örgütlerinin
çıkardıkları isyanların ve yaptıkları katliamların I. Dünya Savaşı
içinde artması ve düşman ordularıyla yaptıkları işbirliğine karşı
geçici bir tedbir olarak alınmıştır.
Ermenilerin, tehcir edilmesinde dönemin büyük devletlerinin politikalarının
da önemli rol oynadığını vurgulamak
gerekir.
Tehcirin önemli sebeplerinden birinin
Anadolu’nun daimi bir şekilde Türkler
ve Ermeniler arasında parçalanmasının önüne geçmek olduğu açıktır.
Osmanlı Hükümeti; Balkanları kaybetmeyi bir ölçüde kabul etmek zorunda
kalmış, ama devletin ana gövdesi olan
Anadolu’nun da yarısına yakınının elden çıkmasına engel olacak meşru
tedbirleri almaktan geri kalmamıştır.
Görüldüğü gibi Ermeni isyanları Rus
ve İngiliz savaş stratejileriyle uygun
düşüyordu.
Bu şartlar altında 27 Mayıs 1915’te
Sevk ve İskan Kanunu çıkarılmış, 30
Mayıs’ta da Meclis-i Vükela kararı ile
tehcirin nasıl yapılacağına dair esaslar
belirlenmiştir.
Bu kanunla Ermeniler, savaş bölgesinin dışında ülkenin daha güvenli olan
güney bölgelerine sevk edildiler.
SENCE 2015 Sayı 7
33
SENCE
Çalışan, Üreten, Yol Gösteren Sendika
Türk Büro-Sen
2015 Yetki Dönemine ilişkin Teşkilatlarımızla Bölge ve
İl Toplantılarımıza Hız Kesmeden Devam Ediyoruz.
Son 13 yılda ilk defa memurlar resmi enflasyon
altında zamma mahkum edildi
Bilindiği gibi toplu sözleşme masasında sadece 2.600 bin memurun sorunları görüşülmüyor. Memurların kazanımları 1.900
bin memur emeklisine de yansıyor. Bu nedenle memurların ve
memur emeklilerinin yani toplam 4.5 milyon insanımızın yükü
Türkiye Kamu-Sen’in omuzlarında,
Yetkiyi Almak Zorundayız
“Ek zam taleplerimizi 2015 yılında da sürdüreceğiz. Hükümetin söz verip çıkarmadığı; 2005’ten sonra işe girenlere 1 derece,
ek göstergelerin düzeltilmesi, sicil affı, ek
ödemelerin emekliliğe sayılması gibi konular yine gündemimizde olacak.
34
www.sencedergisi.com
Yetkili olmak zorundayız. Tüm zorlukları
aşmalıyız. Bu irade ve inanç sizlerde vardır.
Sendikamsı yapılara üye olmuş, bu nedenle
de kendi felaketine çanak tutan memurları o sendikalardan kurtarmalıyız. Masaya
güçlü oturacak bir Türkiye Kamu-Sen’e
hem memurların, hem de Türkiye’nin ihtiyacı var. Bu hususta her üyemizi daha çok
çalışmaya davet ediyoruz”
Sendika
“Kamuda Çalışan Kadınlar: Sorun Analizi ve Çözüm Önerileri”
Çalışan, üreten, yol gösteren Sendikacılığı ilke edinmiş bir emek örgütü olan TÜRKİYE KAMU-SEN’in
Kadın Komisyonları 8 Mart Dünya Kadınlar Günü
etkinlikleri çerçevesinde çalışma hayatında kadının, kadın olması hasebiyle karşılaştığı sorunları
ve çözümleri Üniversitelerin Kadın Araştırma Merkezlerinin temsilcileri ile 28 Şubat 2015 tarihinde
Ankara’da “Kamuda Çalışan Kadınlar: Sorun Analizi
ve Çözüm Önerisi” Yuvarlak Masa Toplantısında
değerlendirildi. Öne çıkan başlıklarımız:
İş Güvenceme Dokunma!
Tüm çalışanların iş güvencesinin devletin teminatı
altında olması,
Uluslararası Sözleşmelere Uy!
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Uluslararası Sözleşmesi’nde yer alan ilkelere uyulması; kadının sosyal ve ekonomik açıdan gelişmesini ve ilerlemesini sağlamak için, özellikle politik,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanlar başta olmak
üzere bütün alanlarda, erkeklerle eşit olarak insan
hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmalarının ve bu hakları kullanmalarının sağlanması,
Kadına Yönelik Şiddeti Önle!
Toplumda kadına yönelik şiddetin önlenmesi için
gerekli olan bütün tedbirlerin ivedilikle alınması,
Mobbingi Önle!
Çalışanların işyerlerinde maruz kaldığı psikolojik
ve fiziki tacizin önlenebilmesi içinKurumların disiplin yönetmeliklerinde caydırıcı hükümlere yer
verilmesi, kurumlarda PDR (psikolojik rehberlik
birimi) kurulması,
Kadın ve Erkeğin Toplum İçindeki Rolleri İle İlgili
Kalıplaşmış Kavramları Eğitimin Herşeklinden ve
kademesinden kaldır!
Özellikle ders kitaplarının ve okul programlarının yeniden gözden
geçirilmesi ve eğitim metotlarının bu amaca göre düzenlenmesi,
kadın ve erkekler arasında mevcut eğitim açığının en kısa zamanda kapatılabilmesi için kız öğrencilerin okuldan erken ayrılmasının
önlenmesi, eğitimin her kademesinde kadınların okullaşma oranının artırılması için tüm ülke çapında ailelere ekonomik ve sosyal
destek sağlanması,
İşin Cinsiyeti Olmaz Nitelikleri Olur!
“İşin cinsiyeti olmaz, işin nitelikleri olur” ilkesiyle hareket edilmesi,
tüm kamu kurumlarında eşitlik birimlerinin kurulması, kadınların,
Devletin her kademesinde, özellikle karar mekanizmaları içinde
görev alması, kamu hizmetinin hazırlanması ve uygulanmasına katılması için pozitif ayrımcılık da içeren bir diz tedbir alınması, yeni
atamalarda ve işe alımlarda cinsiyet kotalarının uygulanması,
Aile Bütünlüğümü Bozma!
Zorunlu hizmet durumlarında ortaya çıkan eşlerin farklı şehirlerde
yaşamasından doğan sorunların ortadan kaldırılması, aile bütünlüğü açısından tayin mevzuatının yeniden düzenlenmesi, istihdamda
evlilik ve analık sebebiyle kadınlara karşı yapılan olumsuz ayrımın
önlenmesi ve etkin çalışma hakkının sağlanması,
Geçmişimize ve Geleceğimize Sahip Çık!
Kreş (0-3,3-6 yaş kreş ve yaşlılar için) hasta, engelli ve yaşlı bakım
hizmetlerinin profesyonelce sunulacağı bakım ve rehabilitasyon
merkezlerinin yaygınlaştırılması, çocuk yardımının, günün ihtiyaçları doğrultunda yeniden yapılandırılması,
Sendikalarda Daha Çok KADIN...
SENCE 2015 Sayı 7
35
SENCE
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza
nedeniyle ölüm vakalarının dörtte biri
evlerde meydana gelmektedir.
EV KAZALARINA KARŞI
GÜVENDE OLMANIN YOLLARI
Yasin PEKEROĞLU ⎟ Kimya Yük. Mühendisi A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı
E
vlerimizde çoğu zaman farkında olmadan bir dizi
tehlikeyle yaşamaktayız. Oysa tehlikenin bazen bir
unutkanlık veya bir etkileşim sonucu öngörülemeyecek boyutta sonuçlar doğurduğu bilinmektedir.
Kapsamlı olarak ev kazalarına ait istatistiki bilgi olmamasına rağmen çevremizde veya kitle iletişim araçlarından öğrendiğimiz ev kazaları çokluğu ve oluşları itibariyle şaşırtıcı
boyuttadır.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza nedeniyle ölüm
vakalarının dörtte biri evlerde meydana gelmektedir. Nitekim ülkemiz için de bu rakam telaffuz edilmektedir. Toplumsal olarak düşünüldüğünde tüm ev kazalarında hüzün
ve maddi kayıplar söz konusudur.
36
www.sencedergisi.com
Oysa ki, ya olursa gözüyle baktığımızda çok basit tedbirler
veya değişikliklerle güvenliğin sağlanabileceği göz ardı edilmemelidir. Tıpkı işyerlerimizde sürekli tedbir alma arayışı
içinde olan iş güvenliği uzmanlarının risk değerlendirmesi
yaptığı gibi evimizin güvenlik uzmanı olabiliriz.
Çünkü işyerlerinde yaşanan kaza başlıkları neredeyse evlerimizde de yaşanabilmektedir. Örneğin takılı unutulmuş
bir elektrik bağlantısı sonucu gerilime maruz kalma, ekli ve
güvensiz elektrik kabloları, acil aydınlatma (el feneri, ışıldak vb.) eksikliği gibi takılma, düşme, yanma, yaralanma,
zehirlenme, sıkışma, çarpma, kesik, yetersiz havalandırma,
kaygan yüzeyler, sabit olmayan mobilya/dolaplar, devrilme, neredeyse uzuv kaybı veya ölümle sonuçlanabilecek
çeşitli vakaların olduğu bilinmektedir.
Cam temizliği
için pencere
dışına
çıkılmamalıdır
sarkılmamalıdır.
Dolayısıyla bahsedilmeye çalışılan kazalara maruz kalmamak için evlerde gerekli tedbirler alınmalı ve dikkatli olunmalıdır.
• Her evde mutlaka yangın söndürme cihazı, mutfaklarda
da yangın battaniyesi bulundurulmalıdır.
Makalede fazla ayrıntıya girmeden ve temel öngörü çerçevesinde; genel ve çocuklu aileler başlıkları altında değerlendirilmiştir. Kısaca alınması gereken tedbirler maddeler
halinde ve öneri niteliğinde ifade edilmiştir. Dış çevre koşulları (bahçe, ortak alanlar, havuz vb.) bu makale kapsamı
dışındadır.
• LPG ve doğalgaz tipine uygun mutlaka ilave olarak gaz
algılama dedektörü bulundurulmalıdır.
Aslında beklenti her iki durumun da ön planda tutulmasıdır.
Genel anlamda evlerimizde alınması gereken
tedbirler:
• Her şeyden önce temel ilk yardım konusunda bilinçli
olunmalıdır.
• Evlerimiz de enerji sisteminin bir parçası olan kaçak akım
rölesinin (artık akım anahtarı) olması sağlanmalıdır.
• Ev içinde hareket alanı geniş, engelsiz, kapılarda eşik olmaması sağlanmalıdır.
• Balkon, veranda, merdiven korkulukları yeterli yükseklikte, araları sık ve düşmeyi önleyici olmalıdır.
Sağlık
Perde
değişikliklerinde
(asma, çıkarma)
uygun merdiven
kullanılmalıdır.
• Elektrik yangınlarına asla su ile müdahale edilmemelidir.
• LPG tüplerinin kontrolünde açık alev kullanılmamalıdır.
• LPG tüplerinin hortumu birbuçuk metre uzunluğunda
olmalı ve en fazla iki yılda bir değiştirilmelidir.
• Boş LPG tüpleri evde, çatıda, bodrumda muhafaza edilmemelidir.
• Duman dedektörü olan yapılarda düzenli kontrolleri yapılmalıdır.
Ocak üzerindeki
raflarda sık kullanılan
malzemeler
bulundurulmamalıdır.
Ocak yakınında
havlu, tencere
tutamağı, perde vb.
olmamalıdır.
• Çatılara mümkün olduğunca çıkılmamalıdır. Yapılacak
her türlü çalışma yetkili kişilerce yapılmalıdır.
• Evin tamamında gözü yormayan optimum ışık kullanılmalıdır.
• Soba boru ve bacaları yanı sıra kombi bakımları düzenli
olarak yaptırılmalıdır.
• Klimaların bakımı ve filtreleri mutlaka yılda bir kontrol
ettirilmelidir.
SENCE 2015 Sayı 7
37
SENCE
• Olası bir depreme karşı dolap, kitaplık vb. büyük hacimli mobilyalar duvara iyi sabitlenmiş olmalıdır.
• Yemekler daima duvara yakın ocak gözlerinde pişirilmeli/ısıtılmalıdır.
• Tüm yiyecek ve içecekler uygun ambalaj veya kaplarda
saklanmalıdır.
• Temizlik malzemesi olarak kullanılan çamaşır suyu ve
tuz ruhu bir arada olmamalı ve solunmamalıdır.
• Balkon veya cam önlerinde saksı vb. konulmamalıdır.
• Tüm kimyasal içerikli malzemeler mutlaka etiketli olmalıdır.
• Yiyecek, içecek, ilaç, kimyasal vb. malzemelerin etiketlerine, son kullanma tarihlerine özen gösterilmelidir.
• Enerji bağlantısı olan kurutma makinası, ısıtıcı vb. elektrikli ev aletleri prize takılı bırakılmamalı, sıvı teması olan
alanlarda olmamalıdır.
• Kırık, hasarlı elektrik kablo ve malzemeleri kullanılmamalı, asla tamir edilmemelidir.
• Evde benzin, tiner vb. kimyasal madde bulundurulmamalıdır. Isı kaynaklarından uzak tutulmalıdır.
Pencerelerde
çocuk kilidi
olmalıdır.
• Banyoda zemin kayganlığına karşı tedbir alınmalıdır.
• Vantilatörlerin koruma kalkanı olmalıdır.
• Balkon ve ana giriş kapısının olası bir yangın veya kaçmayı gerektirecek haller için arkalarına ağır vb. malzeme konulmamalıdır.
• Cep telefonları sürekli olarak şarjda bırakılmamalıdır.
• Evler her gün havalandırılmalıdır.
Çocuklu ailelerde alınması gereken
tedbirler:
• Çocuklar evde asla yalnız bırakılmamalıdır.
• Çocukların ısıtıcı yüzeylere yakın yatmaları engellenmelidir.
• Balkon korkulukları çocukların sarkamayacağı şekilde
olmalıdır.
• Kapı, balkon vb. alanların kilitleme sistemleri uygun
olmalıdır. Kapı arkalarında anahtar bırakılmamalıdır.
• Mutfak ve banyoda temizlik malzemeleri çocukların erişimine engelli olmalıdır.
• Özellikle soba yanan odalarda çocuklar uyumaya bırakılmamalıdır.
38
www.sencedergisi.com
• Oyuncak seçimleri daima yaş grubuna uygun ve boyaları
toksik olmamalıdır.
• Çöp kutularının kapağı sıkı ve kapalı olmalıdır.
• İlaçların saklandığı ilk yardım çanta/dolaplar çocukların
ulaşamayacağı yerde olmalıdır.
Çocukların
yanında ve
yatakta sigara
içilmemelidir.
Sağlık
Elektrik
prizlerinin
kapaklı veya
çocuk emniyet
sistemli olması
sağlanmalıdır.
• Kullanılan sıcak su ısısı en fazla elli derece civarında
olmalıdır.
• Halıların kayması engellenmelidir.
• Evdeki tüm sert ve keskin köşelere karşı tedbir alınmalıdır.
• Maytap, çatapat, yayla kurulan veya ucu sivri aparatlardan oluşan oyuncakların çocukların kullanmasına izin
verilmemelidir.
Ve unutulmaması gereken her ne sebeple olursa olsun olası bir ev kazasında kendi güvenliğimizi göz ardı etmeden
dikkatli davranışlar sergilenmeli, mutlaka destek alınmalı
veya bir şekilde başkalarının yardımı talep edilmelidir.
Yine unutulmaması gereken bir husus ise;
• Olası bir zehirlenme halinde mutlaka ilaç kutusu, ambalajı veya prospektüsü sağlık birimlerindeki ilgililere
gösterilmelidir.
• Kıvılcım kaynakları (kibrit, çakmak vb.) açıkta bırakılmamalıdır.
• Dolap vb. kapaklarının kapalı tutulması sağlanmalıdır.
• Kırılabilir malzemeler dolaplarda olmalıdır.
- Sağlık konularında ALO 112,
- Yangın konularında ALO 110
- Asayiş konularında ise ALO 155 aranmalıdır.
Ev kazasının adli vaka olması halinde; aile bireylerinin, çocuğunun veya komşusunun zarar görmesi sonucu kazaya
sebep olanların, dikkat ve tedbirsizlik nedeniyle hukuki soruşturmaya tabi olacağı da asla unutulmamalıdır.
• Dış kapı daima kilitli olmalıdır.
• Mobilya ve sandalyeler pencere önlerinden uzakta olmalıdır.
• Ütü ve sehpası ütüleme süresince çocuklardan uzak
olmalıdır.
• Mikrodalga fırınlarda plastik içerikli malzemeler kullanılmamalıdır.
• Bebek yiyecekleri mikrodalga fırınlarda ısıtılmamalıdır.
• Bebek elbiselerinde, oyuncaklarında, emziklerde kurdele, çengelli iğne, kravat vb. kullanılmamalıdır.
Açıkta ilaç,
iğne, bıçak, makas,
çivi, makyaj ve
tıraş malzemeleri,
bozuk para, küçük
el aleti, düğme gibi
cisim veya malzeme
bırakılmamalıdır.
• Yüksek bebek sandalyelerinde mutlaka emniyet kemeri olmalıdır.
• Sıcak bir şey yerken, içerken bebek kucakta olmamalıdır.
• Şömine köşe ve kenarları güvenli hale getirilmelidir.
• Sıcak sıvılar çocuk erişimine uzak olmalıdır.
• Çocuklar için uygun oyun alanı olmalıdır.
• Banyo, tuvalette birikmiş su kap veya kovaları olmamalıdır.
• Çocukların uyudukları alana yakın bir yerde sürekli yanan bir aydınlatma kaynağı (gece lambası) olmalıdır.
• Örtülü masa ve sehpalarda cam vazo vb. malzemeler
bulundurulmamalıdır.
SENCE 2015 Sayı 7
39
SENCE
Kocatepeden Bakanlıklar (1937)
Kamu Binalarında
Didem ÖNDER ⎟ Mimar
Mimari
M
imari fiziki bir dildir. Yeri,
rengi, oranları, malzemesi bir cümlenin ögeleri
gibidir. Bir mimari eser dönemini ifşa
eder. Döneminin tüm anlayış, eğilim
ve ideolojisini mimari eserler dile gelir
anlatır. İdeolojiler sürekliliğini ve yayılımcılığını ve daha önemlisi kalıcılığını
sanat aracılığıyla başarabilir.
Mimari de bu yüzden her zaman ilk
başvurulan araç olmuştur. Teokrasi ve
skolastik düşünce pençesinde halka
karşı büyüklük ve yücelik hissi uyandı-
40
www.sencedergisi.com
ran gotik üsluplu kiliseleri ile Ortaçağ
Avrupası;
Devletin ezici üstünlüğünü simgelemek için psikolojik etkisi büyük anıtsal
kamu yapıları ve sembolik zafer anıtları ile Nazi Almanyası;
Komün yaşama geçişte minimize edilmiş dairler için standartlanmış bina
tipleriyle betonarme toplu konut blokları ve anıtsal heykelleri barındıran devasa meydanları ile monoton Sovyet
mimarisi, ideolojik inşalara örnektir.
Tabi bu yapılaşmalar beğenilme,
kabul edilme ve kalıcılık endişesi taşıdığı için daha ince elenmiş, sık dokunmuş olma özelliği taşır. Üzerinde
uzunca düşünülmüş olmaları ortak
noktalarıdır.
Ülkemize bakacak olursak ideolojik yapılaşmaya mimarinin bu türde hizmet
etmesi Ankara’da net biçimde görülür.
Bugünün Ankara’sında kamu yapıları
adeta konunun açık havada anlatımıdır.
Cumhuriyet öncesi sıradan bir Anadolu kasabası görünümündeki Anka-
Çalışma Hayatı
Eskişehiryolu Kamu Binaları
ra siyasi bir kararla başkent olur. Bu
karar cumhuriyetin bu topraklardaki
yenilikçi yönünün fiziki yansımasıdır.
Yeni rejimin -tabiri caizdir- ayakları
yere basan icraatları için kent planlamaları yapılır. Halkçı ve devrimci ilkelerle kentsel örgütlenme oluşturulur.
Güven Park Anıtı, İçişleri Bakanlığı binası ve TBMM üçgeni bu konseptin bir
örneğidir.
Kamusal fayda, düzen, intizam ve
devlet hâkimiyeti çerçevesinde kent
silueti belirir. Bakanlıklar, askeri yapılar, lojmanlar birlik ve bütünlüğü
hissettirir. Kent kimliği, millet otoritesi ve aitlik hissi ile şekillenir.
Eski mimari formlardan sıyrılış, modern akımlardan yararlanma, gösterişsiz ve fonksiyonel olana yöneliş,
yabancı mimarlardan faydalanış planlama ve uygulamada rejimin aynası niteliğindeki stratejik hamlelerdir.
Bu tasarım kararlarının, yeniden inşa
kriterlerinin çizdiği başkentin göç gibi
etkenlerle gelişen sorunlarına, değişen siyasi algı da eklenince kent kimliğinin özellikle kamu yapılarında değiştiği görülür.
Eskişehir ve Konya Yolu gibi şehir
merkezi dışındaki alanlara açılan
kamu yapılarında kent silueti, alan
kullanımı, estetik, insan ölçeği, orantısallık, yeşil alan-açık alan ilişkisi
kaygılarının terk edildiği fark edilir.
Her kurumun idarecisine verilen yenileme yetkisinin şahsi ve ilkel hırsla, dil
birliği olmaksızın gelişigüzel formlarla
yapı kirliliğine yol açtığı maalesef görülür.
2023 Ankara Planı’nda sürekli imar
değişikliği yapılmasına neden olan
bu kamu yapılarını yeniden inşa
etme, taşıma iktidar yetkisiyle olmaktadır.
İmar planında öngörülmeyen yapılaşmalar iktidar kimliğini açık etmekte,
gelişigüzel formlar fikri ve konsept açlığını temsil etmektedir.
Referans alınan Selçuklu ve Osmanlı
mimarisi ögelerini (kapı, kemer, saçak) zamane malzemeleri ile taklit
etme kısır bir ‘emanetçi’ politikanın
tezahürüdür.
Bu başarısız taklitler yeniden canlanma değil geleneksel mimariye hakarettir. Gelişim ve geleceğe miras bu
gölge tasarımlarla ne derece mümkündür?
1980 sonrası ortaya çıkan, son 10 yılda
ele avuca sığmayan kamu yapılarındaki çirkin çeşitlilik şüphesiz planlama ve
uygulamadaki idari boşluk ve boşluğu
gidermekteki iradesizlik sebebiyledir.
Yarışma yoluyla seçicilik yerine kamu
kurumu idarecisine bırakılan ihale
yoluyla keyficilik başkenti kimlik bunalımına sürüklemektedir.
İdeolojinin, anlayışın, eğilimin mimariye yansıdığı gerçeğinden tekrar yola
çıkacak olursak çözümlemeleri bu şekilde olan iktidarlar kamu yapılarını
her kafadan çıkan sesin titreşiminden
şekillenen objeler olarak yükseltir,
yerleştirir.
Sonuç olarak kamu yapıları özellikle
başkentlerde hem devlet kimliğini
hem de kent kimliğini temsil eder.
“Mevla kayıra” konseptli kentler modern dünyada itibar kaybettirir.
Protokol yolu mantolama çözümleri
ile kent itibarı kurtarılamayacağı gibi
insan ölçeğinden uzak gösterişli yapılar itibar da kazandırmaz.
SENCE 2015 Sayı 7
41
Kimler
ARİF NİHAT ASYA
(7 Şubat 1904 - 5 Ocak 1975)
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
DUA
Biz,kısık sesleriz...minareleri,
Sen,ezansız bırakma Allahım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allahım!
Mahyasızdır minareler...göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allahım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
Bize güç ver...cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allahım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma Allah’ım!
Bilelim hasma karşı koymasını,
Bizi cansız bırakma Allah’ım!
Yarının yollarında yılları da,
Ramazansız bırakma Allah’ım!
Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,
Ya çobansız bırakma Allah’ım!
Bizi sen sevgisiz,susuz,havasız;
Ve vatansız bırakma Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah’ım!
Geldi
HALİDE EDİP ADIVAR
(1884 - 9 Ocak 1964)
“Müslümanlar, Türkler, Türk ve Müslüman bugün en kara gününü
yaşıyor. Gece, karanlık bir gece... Fakat insanın hayatında sabahı
olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp muşâşâ bir
sabah yaratacağız. Yalnız ışık geldiği vakit gözümüzü güneşe karanlığı gören baykuşlar gibi açmayalım. Işık geldiği vakit hayatı
karşılayacak, karşılayabilecek insanlar halinde bulunalım. Millet
iyi ve fena günler gördü. Günah dakikaları ve şanlı dakikalar yaşadı. Fakat kardeşler, bugün ufak günahlarımızın üzerine öyle ateşin
bir kan akmıştır ki bu kan bütün dünyanın günahını yıkayacak kadar temiz ve mebzuldü. O kan bizim vazifemizi tâyin etti, bize bir
vazife bıraktı.
Hanımlar, bugün elimizde top, tüfenk denilen alet yok, fakat
ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var: Hak ve Allah var
(Alkışlar). Tüfek ve top düşer, hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne
tükürecek kadar evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet
duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına layık bir millet olduğumuzu, erkek., kadın ve çocuklarımıza kadar ispat ettik.
Bugün memleketimiz taksim tehlikesi karşısında adım, adım,
adeden kendi durumumuzdaki milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir, yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra
Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır. Buna
karşı ne silahımız var? Kurşun, top, bomba... Bir top bebeklerimizi
öldürebilir. Bizim bundan da kavi silahlarımız var. Sesimizi mutlak
dünya işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız. Bugün Türkler arasında milli
davalarını halledinceye kadar nasıl kurunu vustada haftada üç gün
Allah mütarekesi yapılırsa öyle Allah mütarekesi akdedilmektedir.
(Sultan Ahmet Konuşması)
Kimler
Geçti...
MEHMET EMİN YURDAKUL
(13 Mayıs 1869 - 14 Ocak 1944)
Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi’rine,
Öz dilimle haykırdım, “Ey milletim, uyan!” diye;
Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine;
Saç ve sakal ağarttım ben de, “Vatan, vatan!” diye.
“Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih
ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere,
ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olanbir milletin
mahvolduğunu tarih göstermiyor...”
CENGE GİDERKEN
(Sultan Ahmet Konuşması)
Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.
Bu topraklar ecdadımın ocağı;
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı;
İşte vatan, işte Tanrı kucağı.
Ata yurdun, evlat bozmaz, giderim.
BAHTİYAR VAHABZADE
(16 Ağustos 1925-13 Şubat 2009)
“Yüzümü büyük Türkiye’ye çevirerek diyorum ki; ey şanlı bir tarihe sahip olan
Türkiye! Unutma ki, biz seni, kendimiz
için örnek alıyoruz. Bu yüzden sana çevrilen gözleri kapatmaya, sana beslenen
umutları yok etmeye hakkın yok! Ortak
atamız Bilge Kağan’ın sözlerine kulak ver:
“Ey Türk! Silkelen ve kendine dön!”
ANA DİL
Dil açanda ilk defa ‘ana’ söylerik biz
‘Ana dili’ adlanır bizim ilk dersliyimiz
İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.
Bu dil - bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır,
Bu dil - birbirimizle ehdi-peymanımızdır.
Bu dil - tanıtmış bize bu dünyada her şeyi
Bu dil - ecdadımızın bize goyup getdiyi
En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek
Goruyub, nesillere biz de hediyye verek.
ELVEDA
Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde.
Yâr yatağın düşman almaz, giderim.
Deyirem sefası bitdi ömrümün,
İndi dağ çıhıram, düze elveda.
Göze duman çökür, başa gar yağır,
Bahara elveda, yaza elveda.
Ak gömlekle gözyaşımı silerim;
Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanım için yücelikler dilerim.
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.
Aşgına her zaman mügaddes dedin.
Günler elden gedir, sen teles dedin.
Çohu istemedin, aza bes dedin,
Dedim, çoh yoh ise, aza elveda.
ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI
(24 Ağustos 1904- 23 Şubat 1946)
“Memleket şiiri bize ister topluluğun derdini,
neşesini anlatsın; ister yurdun şiirle resmini
yapsın; hatta isterse bize kendi ruhunun en
özel aşk ve ölüm türkülerini fısıldasın… yeter ki biz bu şiirlerde bu topraktan bir şeyler
sezelim ve bu topraktan bir ses duyalım. Denebilir ki memleket şiiri yaratmak, dut yaprağından ipek yapmak gibi, bu toprağın renginden ve kokusundan yeni bir şiir yapmaktır. Bu
şiir bize saz şairlerinin aksettirdiği Anadolu‟yu bugünün yeni görüşüyle dile getirmektir.”
YILDIZLARIN ALTINDA
Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında
Sevişmek ah ne hoştur
Yıldızların Altında
Sular rüzgarı dinler
Aşıklar hep serinler
Çoban yolları inler
Yıldızların altında
EFENİN BAYRAMI
Eğilmez başın gibi
Gökler bulutlu efem..
Dağlar yoldaşın gibi,
Sana ne mutlu efem!
Oyna, yansın cepkenin,
Yansın güneşten tenin,
Gün senin, şenlik senin,
Bayramın kutlu efem! .
SENCE
“Gözel ne gözel olmuşsun,
görülmeyi görülmeyi”
Mustafa YİĞİT ⎟
Güzelin Peşinde Bir
Karacaoğlan
B
ir güzelin peşinden koşarken, binlerce güzelliği bizlere sazıyla sözüyle resmeden halk şiirimizin öncülerini bu ay sayfamıza konuk edelim istedik.
Bugün birçok popüler şarkıcıyı, yabancı sanatçıyı bilen bu
nesil acaba Türk halk şiirinden haberdar mıdır? Türk halk
şiiri deyince kaç kişi onların adlarını bir çırpıda sayabiliyor?
Oysaki onlar kültürümüzün taşıyıcıları, medeniyetimizin
unutulmaya yüz tutmuş duru Türkçe’nin yıldızlarıdır.
Onlar kimi zaman, Molla Kasım Yunus’tur, Şah’a varan
Pir Sultan Abdal’dır, Bolu Beyi’ne kafa tutan Köroğlu’dur.
Kimi zaman dünya nimetlerine kaygılanmayan Kaygusuz
Abdal’dır; hazan ile geçti gülşeni bostan diyen Aşık Emrah’tır... Ve Onlar, “Gözel ne gözel olmuşsun, görülmeyi
görülmeyi” sözleriyle güzelin peşinden giden, güzelin peşinde koşmaktan yorulmayan, bizim gönül telimizi titreten Karacaoğlan’dır.
Evet, Türk halk şiiri deyince belki de ilk akla gelen isimdir
Karacaoğlan. Onun mısraları bugün pek çok popüler türkünün sözlerinde hayat bulmasına rağmen çoğumuz Karacaoğlan’ın kim olduğunu, nerede ve ne zaman yaşadığını,
nasıl bir hayat sürdüğünü pek bilmeyiz. O, içimizi ısıtan
güzel türkü sözlerinin piri Karacaoğlan’ı bu sayfada küçük
de olsa tanıtmak kültürümüze bir nebze de olsa katkıda
44
www.sencedergisi.com
Pek çok halk ozanı gibi Karacaoğlan’ın
da yaşamı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak hakkında yapılan araştırmalar bu büyük söz ustasının 17. Yüzyılda
ömür sürdüğünü göstermektedir.
Nereli olduğu, kimlerden olduğuna
dair çeşitli rivayetler vardır ve en
güçlüsü şimdiki Osmaniye ili Düziçi
ilçesinin Farsak Köyünde doğan bir
Türkmen olduğudur.
Tıpkı Yunus Emre gibi, tıpkı Köroğlu
gibi Karacoğlan’ı da pek çok şehir, pek
çok Türkmen aşireti, köy, kasaba sahiplenmiş durumdadır. Gaziantep’in
Barak Türkmenleri de, Kilis’in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de, Batı Anadolu’da yaşayan
Karakeçili aşireti de onu kendi aşiretlerinden sayarlar.
Ancak kesin olan şudur ki, hakkında
yapılan araştırmaların, kaynakların
ve şiirlerinden edinilen bilgilerden
çıkarılan, onun Çukurova’da doğup,
yörenin Türkmen aşiretleri arasında
yaşadığıdır.
Akşehirli Hamdi Efendi 1875 tarihli
Seyahat Hatıralarında Kilis’ten bahsederken “Ma’lum ola ki Karacaoğlan
Varsak karyesinde dünyaya gelip babası Türkmen Aşiretinden Kara İlyas,
fakirü’l hal oImağla sayd’u şikarla taayyüş eder olup 1013 (M.16o4) tarihinde Kozan derebeylerinden Hüsam
Bey’in sayıl namıyla tutkap asker devşürdüğü hengamda İlyas dahi tutulup
götürülerek orada gaib olduğu için
lakapları Sailoğlu kaldığı ve elyevm
karyei mezbur hanedanı Sayılzade
Mehmet Efendiden anlaşılmıştır”
diyerek bu tartışmalara önemli bir ışık
tutmuştur.
Karacaoğlan ise bir dörtlüğünde:
“Kozan Dağı’nda neslimiz
Arı Türkmendir aslımız
Varsak’tır durak yerimiz
Gurbette yar eğler bizi.”
diyerek Akdeniz yöresinde hayat sürdüğünü bize nakletmektedir.
Yine Karacaoğlan’a duyulan muhabbet
yüzünden Karacaoğlan’ın dörtlüklerinde yaşadığı yere ilişkin adlar sürekli
değişmiştir.
Kesin olan birşey vardır
ki, Karacaoğlan sazıyla,
sözüyle Torosların
şairidir.
Yine Akşehirli Hamdi Efendi tarafından çeşitli kaynaklarda ifade edildiğine göre, Karacaoğlan 1606 yılında
doğmuş, 1689’da ölmüştür. Asıl adı
Hasan olup, annesi onu Karaoğlum
diye sevdiği için adı Karacaoğlan olarak anılagelmiştir.
Her aşık gibi onun da başından hayatının
seyrini değiştirecek bir olay geçmiştir.
Çocuk yaşta babası vefat ettiği için ona
köyün ağası sahip çıkmış, ona babalık
etmiştir. Karacaoğlan ergenlik yaşına
geldiğinde evdeki kimi kimsesi olmayan
dilsiz bir kızla evlendirilmek istendiğinde ise köyünü terk ederek diyar diyar
gezmiş; hem çalmış hem söylemiş, Aşık
Karacaoğlan olarak nam salmış.
Bursa’ya, Trablusgarp’a, Mısır’a kadar
gittiği ve çoluk çocuk sahip olduğu yine
çeşitli eserlerde ifade edilmektedir.
Karacaoğlan her şair gibi, her sanatçı
gibi kendi dönemini, içinde bulunduğu
toplumun ahvalini şiirleriyle yansıtmaya çalışmıştır.
Değer
bulunmak gayretiyle bu satırları kaleme almak gelecek nesiller için de yol
gösterici, merak uyandırıcı olacaktır,
ne dersiniz?
Onun şiirlerinde göçebe toplumunun
tabiatla iç içe olmasının etkisi büyüktür.
Torosların, Çukurova’nın, Gavurdağları’nın yörükleri gibi, hem yürüyen
hem söyleyen bir halk aşığı olarak,
aşık edebiyatının en güzel örneklerini
vermiştir.
Karacaoğlan çağdaşı olan başka saz
şairlerinin tersine Divan edebiyatının
hiçbir zaman etkisine girmemiş; saf,
ari Türkçesiyle çalmış söylemiş, hece
veznini kullanmıştır.
Bu nedenle, kullandığı Arapça ve Farsça kelimelerin sayısı oldukça sınırlıdır.
Eserlerinde kullandığı deyim, mecaz
ve benzetmelerle duru Türkçe’nin
günümüze kadar ulaşmasında çok
önemli bir yere sahiptir.
O tam anlamıyla realist bir ozandır.
O’nun için söylenen her şey yaşanan
gerçekliktir ve anın tadına varmak gerekir. Onun söyleyişinde çıkış noktası
işte bu yaşanmışlıklardır.
Şiirinin temeli doğallıktır. Kaynağı
güzelliktir, sevgilidir, tabiattır. Tabiat
onun için dosttur, kardeştir, arkadaştır,
sevgilidir… O bu yüzden güzeli, sevgiliyi tabiatın bin bir çeşit öğeleriyle tasvir eder:
Sunayı da deli gönül sunayı
Ben yoluna terk eyledim sılayı
Armağan gönderdim telli turnayı
İner gider bir gözleri sürmeli.
Mısralarında ve pek çok mısrada olduğu gibi sevgiliyle birlikte turnalar, bülbüller, güller iç içedir…
SENCE 2015 Sayı 7
45
SENCE
Dörtlüklerinde tabiata
resmi geçit yaptıran şair...
Ela gözler, elvan çiçekler, melül bakışlar sevgili de birleşir… Tabiat adeta
resmi geçit yapar sevgiliye yazılan bu
dörtlüklerde…
Yeryüzünde her şey nasıl tabii ise sevgiliye kavuşmak da onun için tabiidir.
O’nun sevgili anlayışında ulaşılamayan, mistik bir sevgi yoktur.
Kimi zaman Elif olur pınar başında buluşulur, kimi zaman Suna olur turnalarla haberleşilir, kimi zaman Zeynep
olur köprü başında kavuşulur.
Karacaoğlan’da sevgiliyle birlikte
var olan bu motifler zaman zaman
“Gurbet”e, “Sıla”ya, “Yoksulluğa” ve
“Ölüme” de bizleri götürür...
Karacaoğlan mısralarında bu anlamda
yalnızca sevgiliyi değil, insanın bir başka tabii boyutu olan, ayrılığı ve ölümü
de işler:
Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.
Derken hem ayrılık hem ölüm acısının
birbirine ne kadar da yakın olduğunu ve
bir o kadar da “tabii” yaşanılması gereken bir vakıa olduğunu bizlere anlatır.
Karacaoğlan’ın koşmalar, semailer,
varsağılar ve türkülerinde bu motifler
de güzellik ve sevgili kadar olmasa da
yer alır.
Karacaoğlan şiirinin en belirgin özelliği
bugün bile eşine az rastlanır bir gerçekliğin mısralarında hayat bulmasıdır.
46
www.sencedergisi.com
Ölüm ne kadar gerçekse insanın gücünün ancak belli şeylere yetebileceği, insanın, her şeye rağmen kimi
durumlarda çaresiz kalabileceği, eksik
olabileceği de aynı gereklikte anlatılır
Karacaoğlan şiirinde.
Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk
edebiyatı geleneğinden yararlanan
şairlerden Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Cahit Külebi gibi şairlerde Karacaoğlan şiirinin izlerini
görmek mümkündür.
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var.
Ömrü boyunca güzelliğin peşinden
koşan Karacaoğlan’ın şiirleri özellikle
cumhuriyet dönemi araştırmacıları
tarafından özenle tetkik edilmiş, 17.
Yüzyılın bu büyük söz ustasının yazılı
kaynaklarda 500 yakın şiiri yer almıştır.
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var.
Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ’m noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var.
Karac’oğlan der ki ismim öğerler
Ağı oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hakk’dan özge sevdiğim mi var.
Mısralarında görüldüğü gibi, Karacaoğlan kendine elle tutulur, gözle görülür realist bir dünya kurmuş, bunu da
duru bir Türkçeyle söylemiştir.
Türk halk şiirinin bu büyük üstadı, kendinden sonra gelen pek çok şairi derinden etkilemiştir.
Kendi döneminde Âşık Garip, Köroğlu
ve Âşık İsmail gibi şairleri etkilediği gibi,
18.yy şairlerinden Dadaloğlu, 19.yy şairlerinden Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî gibi ozanları da etkilemiştir.
GÖZEL NE
GÖZEL OLMUŞSUN
Gözel, ne gözel olmuşsun,
Görülmeyi görülmeyi.
Siyah zülfün halkalanmış,
Örülmeyi örülmeyi.
Mendilim yudum, arıttım,
Gülün dalında kuruttum.
İsmim ne idi, unuttum,
Sorulmayı sorulmayı.
Seğirttim, ardından yettim,
Eğildim, yüzünden öptüm.
Adın bilirdim, unuttum,
Çağırmayı çağırmayı.
Benim yârim bana küsmüş,
Zülfünü gerdana dökmüş.
Muhabbeti benden kesmiş,
Sevilmeyi sevilmeyi.
Çağır Karac'oğlan, çağır,
Taş düştüğü yerde ağır.
Yiğit sevdiğinden soğur,
Sarılmayı sarılmayı.
Kitap
“Ağızlarına dolamışlar bir “Tam Bağımsız Türkiye”.
Ben manda ve himaye taraftarı mıyım?”
“O da bağımsızlık ve hatta tam bağımsızlık
mücadelesi veriyor. Herkes aynı şeyi söylerken
bu kavga dövüş neden oluyor hiç bilemiyorum.”
“Hatırla Beni”; Misli Baydoğan’ın ilk romanı.
Berikan Yayınevinden çıkan “Hatırla Beni”; milliyetçi bir genç kız olan Gülden’in,
ağabeyinin arkadaşı Murat’a olan aşkını, 80 öncesi ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde yaşanan acılar paralelinde anlatıyor.
Kitabın bir grubu kötü göstermek ya da siyasi mesaj vermek gibi bir düşüncesi yok. Aksine, iç hesaplaşma söz konusu.
Misli Baydoğan, psikolog olmasının da katkısıyla, Gülden’in iç dünyasını çok çarpıcı bir biçimde ve derinliğine yansıtıyor. İfade gücü çok yüksek ve bir ilk roman için oldukça iyi kurgulanmış,
dilin oldukça iyi kullanıldığı bir roman olan “Hatırla Beni”, psikolojik tahlilleri ve farklı bakış açısıyla okunması gerekli bir kitap.
408 sayfalık roman ilk bakışta uzun gibi görünse de, kitap bittiğinde, “yazar hayata, 12 Eylül’de yaşananlara, aşka ve iç dünyamıza
dair daha çok yazsaymış” hissini taşıyorsunuz. Romanın, anlatılan olaylardan ziyade kahramanlarının iç dünyasını yansıtmadaki
başarısının ilgi çektiğini söylemek yanlış olmaz. 80 dönemini yaşayanlar kendilerinden çok şey bulurken, diğerleri bazı bölümlerde
gözyaşlarına hâkim olamayacaktır.
Kahraman Sensin Hikayeni Yarat..!
Yaşadığımız hayatın sebebi, yaptığımız iyi yada kötü
tercihler. Bakalım senin tercihin ne olacak?
Bu kitap öyle bildiğiniz gibi ilk sayfadan başlanıp sonuna kadar
okunmuyor. İlk bölümde size bir hikaye veriyor ve hikayenin
kahramanı siz oluyorsunuz. İlk bölümün sonunda sizden
bir tercih yapmanız isteniyor. Yaptığınız tercihe göre ilgili
bölüme gidiyorsunuz ve her bölümün sonunda sizden yeni
tercihler yapmanız isteniyor.
Kitabın tanıtımında, “Kitabı okurken bazen hiç beklemediğiniz bir
yere ulaşacak, bazen de kendinizi daha önce olduğunuz yerde bulacaksınız. Hayatın size neler hazırladığını asla bilemezsiniz. Ama şunu biliyorsunuz, iyilikler her zaman ödüllendirilmiyor ve bazen hatalı kararlar, şahane
olayların başlangıcı olabiliyor” deniyor.
Ben yaptığım tercihlerle malesef öldüm.
“...Düşüş hızınız o kadar harika ki şaşırıyorsunuz. Düşünecek bir kaç saniye olmasını umuyordunuz. Aslına
bakarsanız, aşağıdaki betona çarpmadan önceki son düşünceniz, gümüş rengi uçak...”
SENCE 2015 Sayı 7
47
SENCE
Esneklik
Uyanıklık
Önceden Görme
Bellek
Direnme
Kurnazlık
Sağgörü
MANGALA
Türk Strateji ve Zekâ Oyunu
Berk Sencer GÜNGÖR ⎟ Öğrenci
T
arihi araştırmalar Mangala Oyunu’nun Sakalar,
Hunlar ve Göktürkler döneminde oynandığını
göstermektedir.
Dünyanın farklı ülkelerinde mangala türü oyunlar oynanmaktadır ancak Türk Mangalasını diğer mangala oyunlarından ayıran kimi özellikler vardır.
Diğer mangala türlerinde taşlar genelde “tohum” adını almakta, taşları hareket ettirme ise “tohum saçma” olarak
ifade edilmektedir. Bu da o kültürlerin ziraatçı bir toplum
olduklarını göstermektedir.
48
www.sencedergisi.com
Oysa Türk Mangala’sında taşlar “asker” olarak görülmektedir. Ayrıca günümüze “hazine” olarak aktardığımız bölüme
Türkler “orda” yani “karargâh” demişlerdir; bu da oyunumuzun bir çiftçilik oyunu değil, savaş oyunu olduğunu ortaya koymaktadır.
Mangalada alınan taşların bir tanesinin kendi otağına, yani
kuyusuna bırakılması önemlidir.
Mangala’da kendi kuyusuna bir taş bırakma kuralı, Türk
sosyal hayatındaki baba ocağına sahip çıkma geleneğinin
bir tezahürüdür.
Spor
Oyuncular 48 taşı her bir kuyuya 4’er
adet olmak üzere dağıtırlar.
Oyunda her oyuncunun önünde bulunan yan yana 6 küçük kuyu, o oyuncunun bölgesidir. Karşısında bulunan 6
küçük kuyu rakibinin bölgesidir. Oyuncular hazinelerinde en fazla taşı biriktirmeye çalışırlar.
İstanbul-Marquie de Ferriol
tarafından “Mangala oynayan Türk
Kızları” gravürü
Taş kazanmak için rakibin taşlarını çift
yapma kuralı ise Türk inanç ve devlet
sistemi tarihindeki ikili anlayışı sembolize etmekte ve Türklerin geleneksel
dünya görüşüne uygun düşmektedir.
Eski Türklerin göğü baba, yeri ana
olarak kabul etmesini; Türk devlet sistemindeki töles-sol ve tardus-sağ ile
idare yapıdaki yabgu ve şad sistemi
gibi çiftleri bu duruma örnek gösterebiliriz.
Mangala Oyunu, tarih boyunca kumar
amaçlı olarak oynanmamıştır. Ülkemize gelen yabancı seyyahlar, Türklerin
bu oyunu saatlerce hiç tartışmadan
zevkle oynadıklarını ve asla parayla
oynamadıklarını seyahatnamelerinde
anlatmışlardır.
Mangala Türk Zeka ve Strateji Oyunu
iki kişi ile oynanır.
Oyun tahtası üzerinde karşılıklı 6’şar
adet olmak üzere 12 küçük kuyu ve
her oyuncunun taşlarını toplayacağı
birer büyük hazine bulunmaktadır.
Mangala Oyunu 48 taş ile oynanır.
Oyun sonunda en çok taşı toplayan
oyuncu oyun setini kazanmış olur.
Oyuna kura ile başlanır.
Mangala Oyunu 5 set olarak oynanır.
Oyunda 4 ana temel kural vardır.
KURAL 1:
Kura neticesinde başlama hakkı kazanan oyuncu kendi bölgesinde bulunan
istediği kuyudan 4 adet taşı alır. Bir
adet taşı aldığı kuyuya bırakıp saatin
tersi yönünde, yani sağa doğru her bir
kuyuya birer adet taş bırakarak elindeki taşlar bitene kadar dağıtır.
Elindeki son taş hazinesine denk gelirse, oyuncu tekrar oynama hakkına
sahip olur. Oyuncunun kuyusunda tek
taş varsa, sırası geldiğinde bu taşı sağındaki kuyuya taşıyabilir. Hamle sırası
rakibine geçer.
ların sayısını çift sayı yaparsa (2, 4, 6,
8 gibi) oyuncu bu kuyuda yer alan tüm
taşların sahibi olur ve onları kendi hazinesine koyar. Hamle sırası rakibine
geçer.
KURAL 3:
Oyuncu taşları dağıtırken elinde kalan
son taş, yine kendi bölgesinde yer alan
boş bir kuyuya denk gelirse ve eğer
boş kuyusunun karşısındaki kuyuda
da rakibine ait taş varsa, hem rakibinin kuyusundaki taşları alır, hem de
kendi boş kuyusuna bıraktığı taşı alıp
hazinesine koyar. Hamle sırası rakibine geçer.
KURAL 4:
Oyunculardan herhangi birinin bölgesinde yer alan taşlar bittiğinde oyun
seti biter.
Oyunda kendi bölgesinde taşları ilk biten oyuncu, rakibinin bölgesinde bulunan tüm taşları da kazanır.
Dolayısıyla, oyunun dinamiği son ana
kadar hiç düşmez.
Her seferinde oyuncunun elinde kalan
son taş oyunun kaderini belirler.
KURAL 2:
Hamle sırası gelen oyuncu kendi kuyusundan aldığı taşları dağıtırken elinde
taş kaldıysa, rakibinin bölgesindeki kuyulara da taş bırakmaya devam eder.
Oyuncunun elindeki son taş, rakibinin
bölgesinde denk geldiği kuyudaki taş-
Gaziantep Kalesi, müzesinde bulunan
Mangala kayası
SENCE 2015 Sayı 7
49
Kent Kültürü
SENCE
Yunus Şevki KİBAR ⎟
Kent kültürü, farklı kültürlerden gelen insanların yaşadıkları kente özgü
görgü ve nezaket kuralları çerçevesinde bir arada yaşama kültürü olarak
tanımlanabilmektedir. Her kentin kendisine özgü, sosyal, kültürel, ekonomik,
mimari yapısı vardır ve bu yapı kentin tüm yaşayanlarının ortak değeridir.
Ü
lkemizde bir şehrin yasal olarak büyükşehir olabilmesi için nüfusunun 750 binin üzerinde olması
gerekmektedir. Mevcut durumda ülkemizde büyükşehir ya da anakent belediyesi olarak adlandırılan belediyelerin sayısı 30’a ulaşmıştır.
Şehirler büyüdükçe düzenleri daha karmaşık hale gelmektedir. Bu karmaşık düzen içerisinde hayatımızı kolaylaştıracak
anahtarın adıdır aslında kent kültürü…
Kent kelimesinin İngilizce karşılığı olan “city”, kente ait anlamına gelen “civic”, medeni anlamına gelen “civil” ve medeniyet anlamına gelen “civilization”ın aynı kökten gelen kelimeler olması tesadüf değildir elbette.
Kentlerin bir medeniyetin eseri, kentlilerin ise medeni insanlar olması gerektiğini nakşediyor zihnimize. Çünkü bir
toplumun ulaştığı medeniyet seviyesinin yansıyan yüzüdür
kentler… İnsanlar gibi şehirlerin de ruhları vardır, ya da olmalıdır…
Peki, bugün yaşadığımız kentlerin gerçekten kendine özgü
yapıları, bu kentlerde yaşayan insanlarımızın oluşturduğu ve
hayatımızı kolaylaştıran ortak değerleri var mıdır?
Kentlerde yaşayan insanlar kendilerini kentin bir parçası olarak
görüp kentli gibi medeni bir şekilde hareket etmekte midir?
50
www.sencedergisi.com
Çevre
Ortak yaşam alanlarına çıktığımızda maalesef yerlere tükürenleri, sigara paketlerini yere atanları, içeceğinin plastik ya
da metal kutusunu arabalarından rastgele yola fırlatanları
görmemek, trafik kurallarına uymamayı ve özellikle yayalara saygı göstermemeyi, bir caddede park etmiş bir arabanın
önünde, arkasında park edecek boşluk varken park etmiş ara-
cın yanına ikinci şerit olarak park etmeyi övünülecek bir davranış biçimi gibi algılayanlara rastlamamak mümkün değil…
Fransız düşünür Rousseau “Köyü ve kasabayı evler oluşturur; kenti ise yurttaşlar” demiştir.
İlber Ortaylı ise mevcut durumda şehirlerimizin halinden büyük
köyler olarak bahsedilmesinin yanlış olduğunu, köylerin birer
tarımsal üretim birimi olduğunu, şehirlerimizin halinin daha çok
kasaba kültürü ile açıklanabileceğini ifade etmektedir.
Bizden farklı insanlarla birlikte yaşadığımız yerlerdir kentler
ve elbette kent kültürü çok uzun dönemlerde, onlarca, yüzlerce yılın birikimi ile gelinen bir seviyedir.
Ancak, yine de, insanlarımızın yurt dışında kurallara daha çok
riayet etmesi ve daha medeni davranışlarda bulunmasına
rağmen kendi ülkelerinde çok daha olumsuz davranışlarda
bulunması gerçekten ilgi çekici değil midir?
Bu durumu, toplumun genel seviyesinden etkilenme, yaptırımların uygulanıyor olması gibi birçok ölçütle açıklamak
elbette olasıdır.
Yine de, yürüyen merdivenlerin sağında durmak, asansör ya
da metroda öncelikle insanların inmesine izin vermek, araç
park ederken tek araçlık yer kaplamaya özen göstermek,
yaşadığımız binanın asansöründe karşılaştığımız insanlara
gülümseyerek bir “günaydın” demek çok da zor olmamalı…
Kuralların hepimizin ortak yaşamını kolaylaştırmaya yaradığının ve kural ihlalinin değil, kurallara uymanın bir erdem olduğunun bilincine varmakla başlamalıyız işe…
Eğitim öncelikle ailede başlasa da büyükşehirlerde ilk ve/
veya ortaöğretim müfredatına kent kültürü ve kentlilik bilincinin anlatıldığı dersler konulmasının da önemli bir işlevi
yerine getireceği muhakkaktır.
SENCE 2015 Sayı 7
51
SENCE
Kuşları İçin Evini Satan,
Mahallesini Değiştiren Adamlar
Kuşçular
Mustafa YİĞİT ⎟
B
iz onları pek tanımıyorduk, taa ki Deli Yürek dizisindeki “Sendee Hazreti Hüseyin mayası va Yusufuum,
zalımlala savaşmak senin kaderin” diyerek bizlerin
gönül telini titreten, çatıda demlediği çayla içimizi ısıtan
Kuşçu karakteriyle tanıdık…
Belki de o günden bu yana kuşçulara ayrı bir sempatiyle
bakar olduk… İşte bugün ben de o dizideki kuşçu gibi büyük
laflar etmese de, kuşçuluğun pek çok bilinmeyen yönlerini
anlatan tutkulu bir kuşçu amcayla yaptığım söyleşiyle sizleri baş başa bırakmak istiyorum…
Elinde tuttuğu güvercine hayran hayran bakıyordu… Bu
bakış öyle sıradan bir bakış değildi… Yanına yaklaştım, güvercinin başını okşamak istedim gayri ihtiyarı kuşu kendine
çekti. “Bir şey yapmayacağım, sadece seveceğim” dedim.
Güvercini sevmeme izin verdi, “Başını okşa ama kanatlarına dokunma” diyerek… Nereye gidiyorsun diye sordum,
“Kuş pazarına” dedi... Böyle bir pazarın olduğunu ilk kez
duydum. Ben de sana eşlik edebilir miyim dediğimde, gönülsüz de olsa başını öne salladı ve yanında getirdiği kafesteki kuşlarla birlikte kuş pazarının yolunu tuttuk… Bu yolculuk bizi derin bir o kadar da farklı bir seyahate götürdü…
Kuşların ve kuşçuların dünyasına…
Zaman zaman bir kuş gibi etrafına ürkek ürkek bakan amcanın adı Hasan’mış, saçı sakalı ağarmış bir kuş sevdalısı…
Çocukluğunda tutulmuş kuş sevdasına… Okuldan kaçıp kuş
yakalamak için dağlara bayırlara kendini vururmuş…
-Nasıl doğdu bu kuş merakı sende Hasan Amca… Hasan
Amca anlatmaya başladı…
-Bu merak değil hastalık, evlat...
-Nasıl yani hastalık? Bağımlılık gibi bir şey mi?
-Tam da dediğin gibi, geceleri gözüne uyku girmez, onların
guruldamalarını, seslerini, kanat çırpınışlarını duymak için
bir an önce sabah olsun istersin… Kuşa meftun olursun…
52
www.sencedergisi.com
-Evet kuşa meftun olursun… İlkokul bir ya da ikinci sınıftaydı tam hatırlamıyorum, bu kuşçuluk illetiyle tanışalı. İllet
diyorum ama ne illet.. Okula gidiyoruz diye çıkar kapanlarımızı alır, evin eteğindeki dağda kuşa çıkarsın... Sakalar,
güvercinler, serçeler envai çeşit kuşun sesleri birbirine karışırdı… Ancak biz bütün kuşların seslerini birbirinden ayırmayı uzun yıllar peşlerinden koşarak öğrenmiştik… Saka mı
yakalayacağız, onlar bak şöyle bir ses çıkarır “Çüpet pet,
çüpet pet pet pet, çüpet pet pet pet pet”… Kumru mu yakalayacaksınız sevgiliye kur yapar gibi “gruuk… gruukguk”
seslerine doğru kulağınızı kabartacaksınız… “velis velis velis” diye öten kuşlar vardır, “kıs kıs kıss” diye ötenler vardır,
yani çeşit çeşit kuş ötüşü söz konusudur… İşte kuşçu dediğin adam ilk önce kuşların bu sesine aşık olur, ben de öyle
oldum… Kuşun önce dilini öğreneceksiniz… Sonra…
Sonra diyor ve başını kaldırarak gökyüzüne bakıyor Hasan
Amca… Gözbebeklerinde daha sonra anlayabildiğimiz bir
ışıldama beliriyor.
-Sonra…
- Kuşların kanat çırpışları… Gökyüzünde süzülüşleri… Hepsinin ayrı bir sesi vardır… Biliyor musun, hiçbir kuş türünün
kanat çırpışı birbirine benzemez…
güçlüyse, onun ötüşüne kanat çırpışına dayanamayan karşı
sürüdeki kuşlar bunun peşinden giderler. Birkaç saat içinde
kuşlarınız üçken beş, beşken on olur.
-Peki bu kuşları diğer kuşçu gelip istemiyor mu?
- Çoğu defa istemez. İstese de bir sonuç alamaz çünkü kuşlar
bir daha o eve geri dönmez… Bi de biz kuşçular çok hassas
adamlarızdır. Ben çok gördüm adam gelmiş bir gün bana…
Öyle ağlıyor, niye diye soruyorum… Benim bir güvercinim
var beyaz başlı, sizin çatıya geldi, sizin kuşların arasında,
onu bana ver diye hüngür hüngür alıyor. Yaşlı başlı adam...
Tamam şimdi çatıya çıkıp vereceğim ağlama dedim. Çatıda
beyaz başlı bir güvercin vardı gerçekten. Yakaladım adama
verdim. Ancak birkaç gün sonra baktım ki aynı güvercin yine
gelmiş. Adam yine ağlıyor. Dedim bak bu son, bir daha güvercinini dışarı salma. Adam bir daha gelmedi, öğrendim ki
adam evinden taşınmış. Yani kuşu için evini barkını satan,
mahallesini değiştiren adamlarız biz...
-Evini değiştirecek kadar mı yani?
-Ne evi, bu kuş sevdası yüzünden ailesini yuvasını terk edenler çok olmuştur, benim pek çok arkadaşım şimdi sadece
kuşlarıyla yaşıyor…
-Evde güvercinlerinin olduğunu söyledin, bu güvercinler dışarıya hiç uçmuyor mu? Kaçıp gitmiyor mu?
- Sahi mi?
-Güvercinleri eve alıştırırız biz…
-Evet, güvercinlerin bile kendi aralarında kanat çırpışlarında çok büyük farklar vardır… Takla güvercinlerinin kanat
çırpışındaki ritimle “Gövercin” dediğimiz, sulu kayalıkların
etrafında dolaşanlarınınkinin çırpınışları çok farklıdır… Takla güvercini kanatlarını “Pat pat, pat pat” diye çarpar, gövercinse “patı patı, patı patı” diye çarpar…
-Nasıl alıştırıyorsunuz, güvercinler öyle kolay alışan kuşlar mıdır?
-Kuş deyince aklımıza kanatları ve sesleri gelecek öyle mi?
-Biraz acır, ancak biz o kuşların iyiliği için bunu yaparız, kuşlar
bizim yavrularımızdır onlara hiç zarar verecek bir şey yapabilir miyiz?
-Evet evladım işte bu kanat çırpışlarına ve sesine aşık olduk
kuşların ve 65 yıldır peşinden koşuyorum onların…
-Senin gibi çok var mı böyle kuş sevdalısı?
-Olmaz olur mu? Kuşçuluk sevdası bu memleketin her yerinde vardır. Gideceğimiz pazarda göreceksin. Ben onların
yanında kuşçu bile sayılmam…
-Peki bu kuşlar çoğunlukla pazardan mı alınır?
-Güvercinlerin ilk önce kanatlarını keseriz, onlar evde kedi gibi
dolaşırlar… Sonra kanatları çıkmaya başladığında bile evde
yürümeye devam ederler. Uçsalar bile eve alışmış olurlar…
-Canları acımaz mı?
-Valla ben bu işi pek tasvip etmedim, kanatları olmadan
evde gezdirmek bana eziyet gibi geldi Hasan Amca…
-Kanatları sonradan çıkar onların, bir şey olmaz… O kanat
çırpışlarına biz kıyabilir miyiz? Kanatsız kuş, ayaksız insana
benzer…
-Çağrılarak mı?
Pazara geldiğimizde Kuşçu Hasan Amca’nın daha anlatacak
çok şeyi vardı. Fakat pazardaki kuşları görünce bizimle irtibatını yine kesti… Kuşların arasına daldı, bizi unuttu gitti…
-Evet çağrılır. Bir kuşunuz olur o sizin evinizdeki kuşların
da lideridir. Başka kuşçuların da kuşları vardır onların da liderleri vardır. Dışarıya salarsınız hangi kuş sürüsünün lideri
Aklımızda kalan ise, ayakları ipe bağlanıp uçurulan, kanat
çırpan kuşlar ve o kuşçuların kendilerinden geçerek onlara
hayran hayran bakışlarıydı…
-Yok canım… Çoğu zaman kuşlar çağrılarak elde edilir…
Söyleşi
-Kuşa meftun olmak…
SENCE 2015 Sayı 7
53
SENCE
Sivas ellerinde yüzyıllardır çalınan saz
Pİr Sultan Abdal
8
0’lı yılların ortaları çay bahçelerinde videolar konuluyor ve o videolarda vatandaşlar tek kanallı televizyonda haftada bir cumartesi günü görebildikleri
Yeşilçam artistlerinin filmlerini doyasıya izleyebiliyorlardı.
İlk kez, o filmlerden birinde rastlamıştım Pir Sultan ismine.
Ak saçlı, aksakallı bir adam; başındaki kızıl sarığıyla, dörtlükler eşliğinde kurulu düzene, haksızlıklara karşı başkaldırıyordu.
Mustafa YİĞİT ⎟
Bu zat şiirleriyle, deyişleriyle halkın söyleyemediğini, söylüyor, anlatamadığını anlatıyor. Hızır Paşa adlı
bir valiye karşı amansız bir mücadele veriyordu. Hazreti Ali’den, Hazreti Muhammed’den bahsediyordu.
Film çok profesyonelce çekilmemiş olsa da beni derinden etkilemişti.
Sonraki yıllarda Pir Sultan Abdal’ın adına zaman zaman sohbetlerde rastlasam da onun hakkındaki asıl
bilgileri, 1990’lı yılların başından itibaren edebiyatla, şiirle haşır neşir oldukça öğrenmeye başlamıştım.
Pir Sultan Abdal, Alevi- Bektaşi kültürünün en önemli sembollerden biriydi. Pir Sultan Abdal’la ilgili bu
denli geç bilgiler edinmemizde klasik bir Orta Anadolu şehrinde yaşıyor olmamızın etkisi kaçınılmazdı.
Çünkü Sünni bir dünya hakimdi yaşadığımız yerlerde. Bizler de açıkçası Sünniliğin ne olduğuna dair bilincimiz olmasa da Alevi Bektaşilik hakkında hiç mi
hiç bilgimizi yoktu.
Pir Sultan Abdal isminin bu toplumsal ve siyasal
yargıların dışında halk ozanları geleneğinin önemli
bir temsilcisi olduğunu, Yunus geleneği gibi, bir Pir
geleneği olduğunu da sonradan öğrendik.
Pir Sultan Abdal, dönemin otoritesiyle mücadelesinin dışında, tıpkı Yunus gibi tarikat terbiyesi almış
bir erendi.
Pir Sultan Abdal, deyişlerinin coşkulu, inançlı ve
herkesin anlayabileceği sadelikte olması, duygu ve
düşüncelerini rahatlıkla ve ustalıkla söyleyebilmesi,
dizelerinin ve dörtlüklerinin kendi aralarında bütünlük göstermesi, kelime oyunlarına iltifat etmemesi,
köylümüzün diliyle söylemesi, sosyal konulu şiirleriyle günümüz insanının dert ve dileklerine tercü-
54
www.sencedergisi.com
Pîr Sultan, Halk Edebiyatı geleneklerinden hiç ayrılmamış, ölçü, uyak,
biçim, dil, söyleyiş özellikleriyle, halk
ozanı geleneğinin önemli bir temsilcisi
olmuştur.
Şiirlerini genellikle hece ölçüsünün
11’li (4+4+3 ve 6+5) ya da 8’li (4+4 ve
5+3) kalıplarıyla yazmış, arada 7’li kalıbı da kullanmıştır.
Pek çok halk şairinde olduğu gibi, Aruz
ölçüsüyle şiiri yoktur. Yalnız, gene heceyle yazdığı bir şiirinde gazel düzenini
denemiştir.
Bunun dışında şiirleri hep dörtlükler
biçimindedir; koşma ya da semaî biçiminde. Konularını yalnızca dinsel,
mezhep ya da tarikat inançlarından almamış, yaşamın çeşitli yönleri üzerine
din dışı şiirler de söylemiştir.
Pir Sultan Abdal, deyişlerinde eski
Türk kültürünü ve Alevi inancını yansıtır.
Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle
kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuştur.
Anadolu halk kültürünün yaşayan bir
ögesi olarak görülmüştür.
Asıl adı Haydar olan Pir Sultan Abdal’ın 1510/14-1589/90 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyor.
Pir Sultan, Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin
Çırçır Bucağına bağlı Banaz Köyünde
doğmuş. Çocukluğu çobanlıkla geçen
Pir Sultan Abdal, tekke eğitimi çerçevesinde halifeler tarihini, peygamber
menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre’yi,
Hatâyî’yi bilmektedir.
Pir Sultan, Alevi-Bektaşi tarikatındandır. Tarikata girme arkadaşı, yani
musahibi ise Ali Baba’dır. Bağlandığı
tekkenin piri ise, Ahmet Yesevî’nin
Anadolu’ya gönderdiği dervişlerden
Koyun Baba’nın tekkesinde, Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli’nin tekkesinde posta oturmuş, yani en üst
makamlara getirilmiş Seyh Hasan’dır.
Abdülbaki Gölpınarlı O’nun için “Alevi-Bektaşi edebiyatını en yüksek şairi,
hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki, Pir
Sultan’dır. Hatta o yalnız Alevi-Bektaşi edebiyatının değil, Türk halk edebiyatının da en büyük şairlerinden
biridir” demektedir.
Pir Sultan Abdal, Alevi-Bektaşi kültüründe “Yedi Ulular” olarak bilinen
Yedi Ulu Ozan’dan birisi olarak tanımlanmaktadır.
Onun otoriteye başkaldıran şiirlerindeki “Şah” imgesinden dolayı Safavi
Devletine yakın duran bir söylemi
kullanması, Alevi-Bektaşi kültürünün
dışında negatif bir algıyla anılmasına
neden olmuştur.
Onun koşmalarında ve semailerinde
Anadolu’nun toplumsal tarihinin de
izlerini süreriz.
Yaşadığı dönemde mevcut devlet düzeninin yavaş yavaş nasıl bozulmaya
başladığını, mezhep kavgalardan doğan iç karışıklığın toplumda yarattığı
travmayı Pir Sultan’ın dörtlüklerinde
görebiliriz.
Alevî Türkmenlerin, yönetimi durmadan
bozulan, taşradan giderek uzaklaşan
devletinden nasıl koptuklarını görürüz.
Alevi Türkmenlerin İran’a doğru yönelişinde, bu bağlanışın altındaki
çaresizlikleri, giderek bu bağlanışın
yarattığı umut kırıklıklarını derinden
hissederiz.
Dünyada yapılan her şeyin karşılığı
vardır. İnsan yaptıklarını, attığı adımları ona göre atmalıdır. “Dünya bu malın tarlasıdır ne ekersen onu biçersin”
gibi öğütlere Pir Sultan Abdal’ın hayatında düstur edindiği aşağıdaki dörtlüklerinde ifade ettiği gibi “Cehennemde ateş yoktur, her insan ateşini
bu dünyadan götürür” sözü dünya
hayatına başka bir anlam katar:
Değer
man olması nedeniyle halk tarafından
benimsenmiş, türküleri yüzyıllarca
çalınıp söylenmiş kendisini günümüze
kadar taşıyabilmiş bir ozan...
Ben de bu dünyaya geldim giderim,
Döner çiftim ağır, harmanım mı var?
Bu dünya dolusu malı ne ederim?
Hesabın vermeğe fermanım mı var?
Bu malın hesabın bizden alırlar,
Onun için el çekmiştir veliler.
Harami var diye korku verirler,
Benim ipek yüklü kervanım mı var?
Pir Sultan Abdal’ım, derdim dökerler,
Ağu oldu yediğimiz şekerler.
Güzel sevdik diye ahım çekerler,
Benim Hak’tan özge cananım mı var?
Pek çok kişi açısından bakıldığında
O’nu çağının vicdanı kişiliklerden biri
yapan şeylerden biri de herhalde
budur. Haksızlıklar karşısında susmaması, ölümü göze alacak kadar inandıklarından dönmemesi, hakkı doğru
bildiklerini söylemesi...
Pir Sultan Abdal’ın bir çok kesim tarafından hem Spartaküs hem de Shakespeare olarak görülmesi bu yüzdendir.
Onun sözü sazı bu nedenledir ki, dün
olduğu gibi bugün de Sivas ellerinde
ve tüm Anadolu’da bu yüzden çalınıp
söylenmeye devam etmektedir.
Yorulan yorulsun, ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısından ben sorulmazam
Kalsın benim davam divana kalsın.
Sivas illerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz.
SENCE 2015 Sayı 7
55
SENCE
Son Umut
Yunus Şevki KİBAR ⎟
S
on Umut ya da İngilizce ismiyle “Water Diviner” dünyaca ünlü Avustralyalı oyuncu Russel Crowe tarafından
yönetilen ve oyuncu kadrosunda Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan gibi oyuncuların da
yer aldığı, halen gösterimde olan bir film.
Film, Çanakkale Savaşı’nda çocuklarını kaybeden bir babanın, oğullarının mezarlarını
bulmak için Türkiye’ye geldiğinde başından
geçen olayları konu alıyor.
Filmin konusu tarihimizle ilgili olunca ve
Türk oyuncular da yer alınca film biraz daha
ilgi çekiyor. Çanakkale Savaşı ile ilgili bazı
yerli filmler de yapılmış olmakla birlikte Son
Umut, bu filmler arasında Türkiye’de 1 milyon izleyici barajını aşan ilk film.
Çanakkale’de savaştığımız unsurlardan birinin Anzaklar olması, Avustralyalı bir yönetmenin filminde savaşan taraflara nasıl
yer verildiği sorusunu akla getiriyor doğal
olarak.
Bu bağlamda; işgal edilenin Türk vatanı, işgal edenlerin diğer unsurların yanında İngi-
56
www.sencedergisi.com
Sinema
liz, Yunan ve Anzaklar olduğu vurgusu
çok net veriliyor filmde. Dolayısıyla,
bütün dünyada gösterilecek bu filmle
Çanakkale’de Türk vatanının işgal edilmiş olduğunu izleyenlerin öğrenecek
olmasını şahsen çok önemsiyorum.
Ayrıca filmde, Avustralya’dan gelerek
Çanakkale’de kaybettiği çocuklarının
mezarlarını arayan çiftçiye, aynı safta
savaştığı İngilizler, Yunanlar değil; karşısında savaştığı ve askerlerini kaybeden bir Türk subayının yardım ediyor
olması da önemli bir tema filmde.
Filmde; Türk kahvesi ile fal bakılması
önemli bir yer tutuyor. Mevlevi kültürü
de bir renk olarak kullanılmış filmde.
Filmde en çok eleştirilen hususlardan
biri Kuvvacıların Mustafa Kemal’e kadeh
kaldırması sahnesi. Elbette ki Çanakkale
Zaferini getiren en önemli unsurlardan
biri manevi gücümüz olmakla birlikte, o
dönemde içki içen insanların da olduğunu ve nihayetinde bunun bir film olduğunu unutmamak gerek…
“Yılmaz Erdoğan’ın, Cem Yılmaz’ın yapacağı Çanakkale filmi bu kadar olur”
diyenlerin diğer Çanakkale filmlerine
ya da Kırım Türklerinin yaşadığı zulümleri anlatan “Kırımlı” filmine ne kadar
ilgi gösterdiği de ortada…
Filmde benim gözüme çarpan hususlardan biri Çanakkale’de 70 bin asker
kaybettiğimizin söylenmesi. Rakamlar
üzerinde tartışmalar olsa da şehit sayımızın bu rakamın çok üzerinde olduğu kesin.
Ayrıca, bir Anzak askerinin yaralı bir
Türk askerini Türk siperlerine taşıdığından bahsediliyor. Bizim bildiğimiz
bunun tam tersinin yaşanmış olduğu.
Gerçi filmde, yaralı Türk askerini taşıyan Anzak askerinin bir Türk subayının
sigarasını çaldığından da bahsediliyor.
Neyse ki sigara çaldığı söylenen Türk
değil bir Anzak askeri…
Şahsen filmle ilgili olarak, “Olsa harika olurdu” diye düşündüğüm ve en
önemli eksiklik olarak gördüğüm şey;
filmin konu aldığı dönemde söylenmediği için filmin içinde olması mümkün olmayan ancak filmin bitişinde yer
verilmiş olsa bütün dünyada çok ses
getireceğine ve Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün insanlığı kendine bir kez
daha hayran bırakacağına inandığım
bu muhteşem sözleridir:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada, bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde
uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle
yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlâtlarını savaşa gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur
içindedirler ve huzur içinde rahat
rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu
toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Sonuç olarak; her zaman daha iyisi
mümkündür ve daha iyisini yapmak
toplum olarak bize düşen bir görevdir.
Filmin Çanakkale Savaşını değil, Çanakkale Savaşında çocuklarını kaybeden bir babanın çocuklarının mezarlarını aramak üzere Türkiye’ye
geldiğinde başından geçenleri anlattığını dikkate alarak filmi izlemenin
ve değerlendirmenin uygun olacağı
kanaatindeyim.
Sözün özü; bu film bir başyapıt olmayabilir. Ancak, Çanakkale’de vatanımızı işgal edenlere karşı nefsi müdafaa
yaptığımızın vurgulandığı, savaş sahneleri ve çok etkileyici bir sahne olan
Russel Crowe’un çocuklarının ölüm
sahnesi ile filmin izlenmeye değer olduğu muhakkak…
SENCE 2015 Sayı 7
57
SENCE
Türkiye’de
KADIN Olmak…
Kadın olmak bütün dünyada çok ZOR,
Türkiye’de ve bölgemizde çok daha ZOR...
Ahmet DEMİRCİ ⎟ Türk Tarım Orman-Sen Genel Başkanı
K
adın olmak, yarışa her zaman bir adım geriden
başlamaktır.
Sırf erkek evlat bulmak pahasına doğum sayısının arttığı
aileler...
Kadın olmak, ev işlerinin sorumluluğunun da
omuzlarına yüklenmesiyle, karşı cinsten iki kat daha fazla
çalışmak demektir.
Şiddet gören, töreye ve kötü yerleşmiş geleneklere göre
ikinci sınıf görülen kadınlarımız....
Çoğu bölgemizde; kız çocuğu doğduğunda yüzü ekşiyen
anneler, babalar, neneler, dedeler…
Ancak; kentli kadın dâhil, kadınlarımız bunun farkına varmamakta, varmak istememekte…
KADIN; hem kadın,
hem anne, hem
aileyi yediren-içiren,
çocuklarını büyütürken
yetiştiren, ücretsiz
aile işçisi. Bunların
yetmediği yerde
aile bütçesine katkı
sağlamak için mecburi
çalışan, ev dışı emeğini
kazanca çevirmeye
çalışan bir insan.
58
www.sencedergisi.com
Anadolu erkeği, evde çay servisi yaptığını, çocuk baktığını, bulaşık yıkadığını, ütü yaptığını diğer erkeklerin duymasını istememektedir.
Bunlar ülkemizin gerçekleri.
Dünyada ve ülkemizde tek
değişmeyen şey; kadının
çalışkanlığı, vefası ve aile
birliğinin direği olması…
En büyük milli varlığımız insan gücüdür
ve bunun %52’si kadındır. Ancak kadınlarımızın çok azı duvarları aşıp, kendi
işini kuran girişimci kadın…
Birçoğunuz evde babanızın annenize
harçlık verdiğine tanık olmuşsunuzdur. Kadınlar genelde para verilen
konumdadır. Para kazanan kadın kazancını kocasına verip, harçlığını kocasından almaktadır. Kadın parasını aile
için harcarken erkek parasını daha bağımsız harcama yetkisine sahiptir.
Yapılan araştırmalarda erkeğin para
hâkimiyeti %49, kadının ise %12. Kadının aklının paraya, bütçeye ermediğine inanılır, müsrif olduğu düşünülür.
Kadın da buna inanır.
Para terbiyesi olmayan kadın
bütçe hazırlamayı bilmez.
Gerçi bütçe işi parası olmayana
ne lazım!
Dünya mal varlığının bile sadece
%1’ine kadınların sahip olması çok anlamlı.
Kadınların iş yaşamında da yerleri sınırlıdır. Dünyada ücretlilerin sadece
%15.4’ü kadın, ekonomik yaşamda
kadınların payı %31, ekonomi dışı alan
da %72. Yani kadın ekonomiye entegre değil.
Yine dünyada tüketilen yiyeceklerin
yarısını üreten kadınlar, bu sektörden
elde edilen gelirinin sadece %10’unu
alabilmekteler.
Tarım sektöründe ise her yüz kadından
sekseni düşük ücretle çalışıyor.
Ülkemizde Tarım Sektöründe, Ziraat
Bankası’ndaki tüm mevduatın %26’sı
kadınlar adına olmasına rağmen, kredilerin ise sadece %3’ü kadınların.
Kadınlara açılan ticari krediler, üzerinde ipotek edilebilecek mal varlığı
olmaması nedeni ile erkeklere oranla
çok düşük.
Boşanan ya da dul kalan kadın çaresiz
ve parasız. Yaşamın dışında tutulduğu
için de beceriksiz ve ürkek.
Türkiye’de dört kadından biri okuma
yazma bilmiyor. Bu oran Doğu Anadolu’da %42’ye, Güneydoğu’da ise
%55’lere varıyor. Şırnak’ta ise % 80.
Elimizdeki tüm bu çarpıcı bilgilere rağmen hala kadın ve yoksulluk ilişkisi
marjinal olarak değerlendirilmekte,kadının özgürleşmesinin ekonomiyle
ilgisi göz ardı edilmektedir.
Ekonomik durgunluk, kıtlık,
savaş, göç ve politik baskı
dönemlerinde hep kadın daha
fazla maddi ve manevi zarar
görmekte.
Kadının ekonomiye ve kalkınmaya entegrasyonu sağlanmazsa ülke gelişmesi olmayacaktır.
“Nüfusun yarısı zincirlerle
bağlıyken öteki yarısı nasıl
yükselebilir” diyen Atatürk’ü
anlamamız gerekiyor.
Güncel
Herkesin bunu böyle içselleştirdiği bir
anlayışla, erkeklerimizin önemli bir
bölümüne evde dokunulmazlık zırhı
oluşmuşken, bunları aşmış ve evde
karısına yardım eden bazı erkeklerimiz ise toplumda “Kılıbık” damgası
yememek kaygısıyla kendini kamufle
etmektedir.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’da,
İran’da kadın hakları ve kadın istihdamı konularında hazırlanan çalışmalarda maalesef farkettim ki; Ülkemizin
pek çok bölgesi dikkate alındığında
kadınlarımız, İran’daki hemcinsleri ile
benzer olumsuzluklar yaşamaktadırlar.
Kadın nüfusunun statüsünün yükseltilmesi, kadın iş gücünün verimliliğinin
artırılması, kadınlara fırsat ve kaynak
yaratmakla sağlanabilir.
Kadınların “akıllarının ermeyeceği”
varsayımı, az gelişmiş ve erkek hegemonyasının pik yaptığı toplumlarda,
kadının bilgiye ulaşmasını imkânsız
hale getirirken; kadın, eğitimden uzak
tutulan ve evden çıkması istenmeyen
bir grup muamelesi görmektedir.
Oysa kadınlar erkeklerle birlikte toplumu oluşturan siyasi, sosyal ve kültürel
bir güçtür.
Aile temelli bir toplum olan Türkiye’de
kadının bulunduğu yer yine aile çevresidir. Bunu göz ardı ederek ona ulaşmak çok zor ya da sınırlı olmaktadır.
Ülkemizde meslek sahibi,
örneğin akademisyen bir kadın
bile yüzünü topluma değil evine
dönmüş durumdadır.
Kadının toplumla canlı ve interaktif bir
ilişki kurmasının yolu öncelikle diğer
kadınlardan geçmektedir.
Kadınlar önce kadınlarla diyalog kurmalı ve güçlendirmelidir.
Kadın olarak başarmanın en temel
anahtarının diğer kadınları sevmekten
geçtiğini unutmayalım.
SENCE 2015 Sayı 7
59
SENCE
UNUTULAN
KARARGAHTEPE
Ankara’da ateşten günlerin öyküsü
Ramazan DURMUŞ ⎟ Gazeteci - Yazar
Elbette Atatürk’ün
ilk 35 yılının gün gün
incelenmesi çok önemli...
Çanakkale Zaferinin tacı
Gelibolu’yu... Ata’nın
sürgün yıllarını... Ve,
19 Mayıs’ta Samsun’da
başlayan 27 Aralık’ta
Ankara’da noktalanan
süreci...
60
www.sencedergisi.com
M
ustafa Kemal’in 27 Aralık’ta geldiği Ankara’da
yarattığı yeni Türkiye’nin
ilk 118 günü 1919’dan 2015’e... Tam
96 yıl...
Mustafa Kemal’in Beynam Beli’ne gelişi... Beynam Köyü’ne, bindiği aracın
arızalanması nedeniyle maceralı yolculuğu... Günümüzde yerinde yeller
esen Gölbaşı’nın simgesi Mogan Gölü
kıyısındaki Göl Hanı’na varması ve
köylülerle sohbeti... Ankara efelerinin, Seymenlerin Dikmen Keklikpınarı
sırtlarında O’nu karşılaması...
Ve Ankara’da kurulan Milli Mücadele
Karargâhı...
Anadolu’nun kurtuluş hareketine hazırlandığı günlerde, Ankara’da diğer
şehirler gibi huzursuz...
Ankara’nın ileri gelenleri, düşmana
karşı direnme kararı almış ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurmuştu.
Mustafa Kemal, “Temsil Heyeti”ni
oluşturan arkadaşlarıyla beraber 27
Aralık 1919 Cumartesi günü üç otomobillik bir kafile ile Sivas, Kırşehir,
Kaman üzerinden Ankara’ya geldi.
Mustafa Kemal Paşa, bu tarihi günde, bir bildiri yayınlıyordu. Mustafa
Kemal’in “Şimdilik Temsil Heyetinin
merkezi Ankara’dır... Vatandaşlarım
Tarih
ne şu, ne bu kuvvet bizi kurtarabilir.
Bizi sizin gibi fedakâr ve cesur halkımız kurtarır...” sözleri heyecan uyandırdı.
Kalpler Ankara’da Çarpıyor
Bundan sonra yeni Türkiye’nin kalbi
Ankara’da çarpacaktı... O yıllarda Ankara, yirmi bin nüfusu ile gelişmemiş
bir bozkır köyünü andırmakta; kent
kale ile bugünkü Ulus Meydanı arasında uzanmaktaydı... Birkaç resmi taş
binanın dışında dikkat çeken yapı yok,
şehir ağaçtan, yeşillikten yoksun, çıplak bir bozkır…
Günümüzde Keçiören’in Sanatoryum
Caddesi’nin başlarında sağda yer alan
ve Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılan bina, yüzyılın başlarında
Ankara ve Türkiye için önemli olayların
mekânı oldu.
Kentten 20 dakika mesafede, Keçiören
tepelerinin eteğinde, Çubuk Çayı’nın
önündeki bir tepedeki bu mekân, Osmanlı döneminde Ziraat Mektebi olarak kullanılıyordu.
Güvenli bir yer olarak görüldüğü için
karargâhını Ziraat Mektebi’nde kuran
Mustafa Kemal Paşa, gece-gündüz demeden burada çalışıyor; bütün faaliyetlerini, daha o zamanlarda başlayan
demokratik bir anlayışla Temsil Heyeti
adına yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık
1919’dan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü olan 23 Nisan 1920
tarihine kadar geçen dört aya yakın bir
süre bu binada çalıştı.
Top sesleri Ankara’dan duyulurken O
yiğit Türk ve arkadaşları, bu mekanda
Türkiye’nin kurtuluşunun planlarını
yaptı. Hem de ölümün nefesini hissede hissede...
Halide Edip’in Anılarında
Karargahtepe
Halide Edip Adıvar Hanım hatıralarında Heyet-i Temsiliye karargâhı olan Ziraat Mektebi hakkında şu bilgilere yer
veriyor:
“... Öğleden sonra beni karargâha
götürmek için bir araba geldi. İşte
bu yer, yeni bir hükümeti ve Cumhuriyeti yaratacak binaydı. Bu bina
Ankara’nın kuzeyinde bir sürü sırtlardan birinin tepesinde yapılmış bir
taş binaydı. Bunu vaktiyle İttihatçılar Ankara’da Ziraat Mektebi olarak
kurmuşlardı. Sol tarafındaki vadi de
Numune Çiftliği’ni ve ona gereken
binaları yaptırmışlardı. Şimdi Mektep kullanılmadığı için çiftlikte kalan
talebe yoktu. Ve bize orada yer vereceklerdi...
Yemeklerimizi karargâhta yiyorduk.
Öğle yemeği çok basit ve çabuk geçerdi... Akşam yemekleri daha uzun
geçerdi. At nalı şeklinde bir masanın
etrafında otururduk. İyice konuşulurdu. Bilhassa Mustafa Kemal Paşa
geçmiş günlerden uzun uzun bahse-
der, hemen herkesi acı fakat parlak
bir surette tenkit ederdi. Onu dinlerken memlekete yarayacak hiçbir şahsiyet olup olmadığı hakkında insanda
şüphe uyanırdı...
Yemekten sonra büyük odada toplanılır ve iş konuşulurdu. O günler
ölüm-kalım savaşı geçirdiğimiz için
işler çok ciddiydi. Güçlük ve kargaşalık bu ilk günlerde durumu yıkacak bir
haldeydi...”
Halide Edip Ziraat Mektebi’ndeki günlük çalışma ortamını ise şöyle tasvir
ediyor:
“... Ankara’ya geldiğimin beşinci
günü büyük bir sofaya açılan dar ve
uzun odalardan birisini bana ayırdı.
Burasını bir nevi büro haline sokmuştu. Buranın eşyası büyük bir yazıhane, dosya rafları, sandalye ile
beraber iki masa, bir de eski bir yazı
makinesinden ibaretti. Ben İngilizce
gazetelerin siyasete kaçan kısımlarını
tercüme eder, Mustafa Kemal’in Kâtibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflar
arasından Anadolu Ajansı ve Hakimiyet-i Milliye gazetesi için lâzım olan
SENCE 2015 Sayı 7
61
SENCE
parçaları keser, bunda başka da Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlardım...”
Memleketin kurtuluşu için gece gündüz demeden çalışan Mustafa Kemal,
aynı zamanda Ziraat Mektebi’nde
böbreklerinden rahatsızlanmıştır. Halide Edip bu durumu şöyle anlatıyor:
“... Karargâh dıştan sakin görünmekle beraber, güç anlar yaşıyorduk. Ben
daima büromda tercüme ve makine
ile meşguldüm.
Bazen Mustafa Kemal Paşa gelir, bir
kahve ısmarlar, azıcık otururdu. O
günlerde bütün enerjisiyle maksat
uğruna çalışan dağınık kuvvetleri
idare etmeye çalışıyordu. Aynı zamanda ateşi vardı ve hastaydı. Bu
günlerde Dr. Refik’le Dr. Adnan adeta
endişeyle etrafında dolaşır, onunla
meşgul olurlardı...”
O Günlerin Ankara’sında
Durum...
Peki bu mücadele verilirken Ankara ne
durumdaydı... O günlerin Ankara’sına
önce bir bakalım ki, Karargahtepe’nin
62
www.sencedergisi.com
öyküsünü daha iyi anlayalım.
O günlerin Ankara’sını kentte bulunan
E.Behnan Şapolyo şu şekilde tasvir
ediyor:
“Bir sabah İngiliz kuvvetleri Ankara İstasyonu’nu zaptetmişti. İstanbul’dan gelen bir tren 2 bölük yani
150 kadar İngiliz askerini çıkarıyordu.
İngiliz Komutanı Yüzbaşı Withall idi
ve o da karargahını bugünkü Ankara
Garında kurmuştu... İskoçyalı bir bölük ise Cebeci’de Demirlibahçe yakınına yerleşmişti.
İngilizlerden sonra Ankara’ya bir takım Faslı subaylar da geldi. Bunlardan sonra bir miktarda Fransız askeri
gelerek şehir bahçesinde bulunan barakalara yerleştiler.
Bunlardan sonra F.D’Esperey Kurmay
Yüzbaşı Buazo adında birini Ankara’ya gönderdi... Buazo, Samanpazarı yakınındaki Kurşunlu Camii yanında Kalef adında bir Yahudi’nin evini
kiraladı.
Bu zat da karargahını Birinci Büyük
Millet Meclisi’nin açıldığı binanın yani
bugünkü Cumhuriyet Müzesi’nin Taşhan tarafına bakan cephesindeki ilk
odayı yapmıştı... Bu yapının üstünde
Fransız bayrağı bulunuyordu. Ateşten
günlerde Ankara da ateş gibi idi...”
118 günün geçtiği iki katlı taş yapıdan
oluşan bu karargahın alt katında; şifre
odası ile telgrafhane ve cephe haberleşmesinden sorumlu Hayati Bey’ in
odası yer alıyor, üst kattaki odalarda
da Mustafa Kemal ve arkadaşları kalıyorlardı.
Sonraki günlerde Meclis-i Mebusan’ın
kabul ettiği “Misâk-Milli İlkesi”nin
görüşmeleri ve ilk müsveddeleri de
Mustafa Kemal Paşa tarafından Ziraat
Mektebinde kaleme alınacaktı.
1920 yılının Nisan ayı Ziraat Mektebinde oldukça sıkıntılı geçmiş, özellikle
Anadolu’da başlayan isyan hareketleri
Ankara’ya kadar yaklaşmıştı.
Karargahın bulunduğu Ziraat Mektebi çevresinde geceleri kimliği belirsiz
kişiler dolaşmaya, hatta zaman zaman
silah sesleri bile duyulmaya başlamıştı.
İşte o günlerde karargahta bulunan her-
Tarih
kes elbiseleriyle yatmaya başlamış ve
atlar da her an hazır tutulur olmuştu.
Halide Edip Adıvar o sıkıntılı günlerden de şöyle bahsetmektedir:
“...O günlerde karargâhın etrafına bir
sürü at getirildiğini gördüm. Bunların
ne için olduğunu sorduğum zaman
‘belki Ankara’yı terk etmek ve Sivas’a
gitmek zorunda kalırız. Senin için de
bir araba hazırlatıyoruz’ dediler.
Ben araba istemediğimi ve gitmeyeceğimi söyledim. Ama, bu sırf cesaretten ibaret değildi. Bütün vaziyeti
düşünmüştüm. Eğer yüzde bir şansımız varsa, o da Ankara’daydı. Orada
kalmakla sadece ölümden kurtulabilirdik...
O akşam Dr. Adnan, Mustafa Kemal
Paşa’nın kendisini bir araba ile göndermek teklifinde bulunduğunu söyledi. Ben, ‘halk tarafından parçalanmaktansa zehir alır ölürüm’ dedim.
Dr. Adnan, üstünde, bugünlerde daima kuvvetli bir zehir taşıyordu...”
Kurşunlanarak Öldürülen
Karabaş...
Yine o sıkıntılı günlerde Ziraat mektebinde Mustafa Kemal Paşa başta
olmak üzere herkesin çok sevdiği Karabaş isimli çoban köpeği, bir gece gizlice kurşunlanarak öldürülmüştü.
Halide Edip Adıvar, hatıralarında bu
olaydan da şöyle bahsetmektedir:
“...Ziraat Mektebi’nden akşam çiftliğe biraz daha erken indik... Bizi
büyük çoban köpeği Karabaş’ın havlaması karşıladı. Ben önde gider,
onunla konuşur, onu yatıştırırdım.
Çünkü çok dosttuk. Karabaş çok vahşi
bir hayvandı...
Yine bu Nisan sabahlarından birinde
Karargâhtan Çiftliğe girerken Karabaş’ın sesini duymadım. Ertesi sabah
meçhul bir adam tarafından kurşunla
öldürülmüş olduğunu öğrendik.
Aynı hafta içinde altı aylık yavrusunu
da meçhul bir adam zehirlemiş. Tabiî
bizim durumumuzun da ne olacağı
belli değildi...”
O günlerin yoğun çalışma ortamını da
Halide Edip, şöyle dile getirmektedir:
“...Büyük odadaki manzara gözlerimin önündedir. Mustafa Kemal Paşa,
lambasının ışığı altında kağıtları karıştırır. Miralay İsmet Bey mütemadiyen dolaşır.
...Bu durum şafak sökünceye kadar
devam eder, hepimiz yorgunluktan
bitkin bir hale gelirdik.
Mustafa Kemal Paşa’nın o günlerdeki
kadar yorgun ve bazen de ümitsiz olduğunu görmüş değildim...
Umumiyetle birkaç saat uyuyabilmek
için sabahın erken saatlerinde aşağıya Çiftlik Evine inerdik.
Çünkü Hilafet Ordusu mensuplarının
ne zaman bizim yerimizi de basıp
yatağımızda bizi boğazlayacaklarını
tahmin edemiyorduk.
Bu günlerde bu vatan hainleri Bolu
hastanesinde yatan bazı subayları
yataklarından sürükleyip hastanenin
önünde kafalarını taşla ezmişlerdi.”
İlk Genelkurmay Kararğahı
Atatürk’ün önce İstasyondaki karargaha sonra Çankaya Köşkü’ne taşınmasıyla, ilk T.B.M.M’nin hazırlıklarının
yapıldığı, pek çok tarihi kararların verildiği bu karargah, Kurtuluş savaşı yıllarında bir süre Genel Kurmay Başkanlığı Karargahı olarak da kullanılmıştı.
Eski Ziraat Mektebi’nin, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne
tahsis edilmesinden sonra, Atatürk’ün
kullandığı odalardan birinin, muhafaza edilebilen birkaç eşya ile birlikte
halen ziyarete açık tutulduğunu da
hatırlatalım.
Evet, tarihe ışık tutmaya çalıştık ki artık burası unutulan karargah değil, her
insanımızın bildiği bir yer olsun.
İşte “Unutulan Karargahtepe”nin öyküsü...
SENCE 2015 Sayı 7
63
SENCE
Brüksel Lahanalı
Top Köfte
Dilek KAPDAĞ ⎟
YAPILIŞI:
Yemeğe önce top köfteleri hazırlamakla başlayın. Bunun için
1 adet soğanı soyup, rendeleyin. Derin bir kapta kıymayı,
soğanı, irmiği, karabiberi, tuzu karıştırarak güzelce yoğurun.
Ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, elinizde top şeklinde
yuvarlayın.
Daha sonra lahanaların dış yapraklarını ayıklayıp, bol suda
yıkayın. Uygun bir tencereye 1 adet kıyılmış soğanı ve salçayı koyup, kavurun. İçine bir miktar kaynamış su ilave
edin. Sırasıyla küp doğranmış patatesi, ince şeritler halinde kesilmiş havucu ve hazırladığınız top köfteleri tencereye koyun. Yaklaşık 15 dakika kısık ateşte pişirin. Sıcak
sıcak servise sunun. Afiyet olsun…
R:
MALZEMELE
l lahanası
200 gr. Brükse
250 gr. kıyma
2 adet soğan
1 adet havuç
oy patates
2 adet orta b
ı irmik
1 çorba kaşığ
arabiber
1 çay kaşığı k
ı salça
1 çorba kaşığ
Tuz
64
www.sencedergisi.com
MUTFAK SIRLARI
• Güzel bir köftenin veya köfte ile hazırlanan bir yemeğin lezzetini artıran en önemli detay, doğru et
seçimidir. Bunun için mümkünse emin olduğunuz
kasaptan alışveriş yapın. Taze kıyma ile yapılan köftelerin lezzeti bir başka olur.
MEMUR ARKADAŞ
GEÇEN TOPLU SÖZLEŞMEDE
730 GÜNÜN ÇALINDI!
2016 ve 2017’NİN DE
ELİNDEN ALINMASINA
RAZI MISIN?
KARAR
SENİN
www.turkburosen.org.tr
Emek Kutsal, İnsan Mukaddes
www.turkburosen.org.tr