bizden haberler
Transkript
bizden haberler
aile dostu ALIŞVERİŞ VE YAŞAM KÜLTÜRÜ DERGİSİ Sayı 104 BAHAR 2016 FİYATI 1,5 TL AFRİKA’DAN AVRUPA’YA ADINI BİLE BİLMEDİĞİMİZ ÜLKELER VE İLGİNÇ YAŞAMLARI CAHİDE SULTAN’IN BİRBİRİNDEN LEZİZ YEMEK TARİFLERİYLE YİNE DOPDOLU! Bahar 1 KEYFİYLE GELİR BAHAR GELSİN, SAKSILARINIZ RENKLENSİN VÜCUDUMUZUN ANA KUMANDA MERKEZİNİ NASIL KORUMALI? Güreş, Kemankeşlik, Tomak Oyunu, Labut Atma… OSMANLI’DA SPORUN YERİ KARADENİZ KÜLTÜRÜ GAFUR UZUNER İLE SICAK BİR SÖYLEŞİ 2 3 4 içindekiler 104 Sayı 28 Bahar keyfiyle gelir BAHAR 2016 İmtiyaz Sahibi Yeşilimsi Yayıncılık Ltd. Şti. Adına Tekin Güner Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tekin Güner 52 44 Örgü deyip geçmeyin Osmanlıda Sporun Yeri 56 Editör Gülsün Kurt Öney Sanat Danışmanı R. Yeşim Güner YAPIM GREENS DESIGN Yayın Kurulu Aydoğan Yüce, Ayşe Esra Atlı Hasan Güvercinci, Hakan Başbuğ, Salih Yılmaz, Lider Anaç, Yıldız Liva Yönetim Yeri Ankara Dünya Ticaret Merkezi Tahran Caddesi No: 30 Kat: 2 / 202 Kavaklıdere / Çankaya - Ankara Tel: 0 312 427 20 93 - 94 Faks: 0 312 427 14 05 www.greenstasarim.com Baskı Dumat Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Bahçekapı Mah. 2477. Sok. No: 6 Şaşmaz/ ANKARA Tel: 0312 278 82 00 Baskı Tarihi 30 Aralık 2015 Aylık yerel süreli yayındır. ISSN 1306-1739 [email protected] [email protected] Reklam Rezervasyon Halil Arslanpınar [email protected] 82 Karadeniz Kültürü 96 İstanbul’un Fethi ve Avrupa’daki Yankıları Afrika’dan Avrupa’ya 88 Anadolu’da bir turizm kenti: Kırıkkale 5 içindekiler Gülsün KURT ÖNEY BAHAR GELİR… Öyle sıradan, kendi halinde gelmez bahar… “Muhakkakları”, “illa ki” leri vardır cümlelerinin içinde. Mutlu olmak bir mecburiyettir mesela... Yüzümüze gelip oturuverir bir “kendiliğinden” gülümsemesi… Buz gibi yorgunlukları eritiveren bir samimiyetle gelir. Ve hep tam zamanında bulur bizi… Tam artık pes edecekken, tam bütün bezginliklerimiz bir araya toplanmışken, tam beklemekten vazgeçecekken gelir… İlla ki dolu dolu gelir elleri kolları… Neşe getirir, coşku getirir, umut getirir illa ki… Herkese yetecek kadar çok yaşama sevinci bir de… Başarmak için azim getirir… İnat getirir mutluluk adına savaşmak için… Hiç kimseyi kırmayalım diye fazla fazla hoşgörü getirir İlla ki… Sabahları erken kalkıp kuşa, ağaca, insana merhaba demenin keyfini getirir… Şarkılar getirir mırıldanması en mest edeninden… Ve illa ki yeni dostlar getirir en sevilesinden… Muhakkak çiçeklerin en mis kokulusu, renklerin en fosforlusu ile doldurur gönlümüzün bahçelerini… Ruhumuzu huzur, kalbimizi müsterih kılmak için hiç üşenmeden dolar içimize muhakkak… Muhakkak gözümüzden akanın sadece sevinçten olmasıdır bütün çabası… Ve yüreğimizden tutup kaldırmaktır tek derdi, sarmak için acıyan yanlarımızı muhakkak… Bahar gelir… Elleri kınalı, sarı saçları örgülü, yüzü çilli, masum, sokulgan, kırılgan köy çocukları gibi gelir… Cömertçe doldurduğu kesesinde ne varsa hepsini bir çırpıda paylaşmak için gelir… Yormaya değil, tüm yorgunlukları almaya diye gelir… “ İlla ki”, “muhakkak” ve ne güzel ki “mecburen” gelir… 6 bizden haberler “KONYA EKONOMİ ÖDÜLLERİ’NDE ADESE VE SELVA GIDA’YA ÖDÜL KONYA EKONOMİ ÖDÜLLERİ, BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU’NUN DA KATILDIĞI TÖRENLE SAHİPLERİNİ BULDU. Ülkemiz sınırlarını aşan faaliyetleri ile Konya ve Türkiye’nin ekonomisine önemli katkıları bulunan İttifak Holding’in iki markasına ödülleri, Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından verildi. İttifak’ın perakende sektöründe bulunan markası Adese’nin istihdam kategorisindeki ödülünü İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz alırken, Selva Gıda’nın, İSO ikinci kategorisindeki ödülünü ise İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su Tahir Atila aldı. İttifak Holding’in iştiraklerinden Adese ve Selva Gıda, 24 Şubat 2015 Çarşamba günü Dedeman’da gerçekleştirilen Konya Ekonomi Ödülleri gecesinde istihdam ve İSO ikinci 500 kategorilerinde ödüle layık görüldüler. Adese istihdam, Selva Gıda da İSO ikinci 500 kategorisinde ödül aldı. Konya Sanayi Odası, Konya Ticaret Odası, Konya Ticaret Borsası, Konya Vergi Dairesi ve SGK İl Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği “Konya Ekonomi Ödülleri 2015”in ödül töreni, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun katılımı ile Konya Dedeman’da gerçekleştirildi. Ödül törenine Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yanı sıra, Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkci, Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehdi Eker, Konya Valisi Muammer Erol, AK Parti Milletvekilleri, Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk, Konya Sanayi Odası Başkanı Memiş Kütükcü, Konya Ticaret Borsası Başkanı Hüseyin Çevik, protokol mensupları ve çok sayıda davetli katıldı. “Birlikte Konya’yız” sloganıyla gerçekleştirilen, iş ve siyaset dünyasının bir araya geldiği ödül töreninde, Konya’nın kendi alanlarında başarılı olan firmaları ödüllendirildi. İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz, “Grup olarak ülkemizin kalkınması, sosyal ve iktisadi alandaki büyümesine olumlu katkılar üretiyor olmaktan dolayı onur duyuyoruz. Bugün sağladığı istihdam ve ürettiği katma değer ile ülkesine ve milletine hizmet eden şirketimiz, ürün ve hizmetlerini 120 ülkeye ulaştırmış durumda. Geleceğin Türkiye’sinde mevcut ölçeğimizi çok daha yukarılara taşıyarak ülkemizin gelişmesine daha büyük oranda eşlik etmeyi Allah’tan niyaz ediyorum” dedi. 7 bizden haberler ADESE İNTERNETE ŞUBE AÇTI ADESE, “ADESE.COM.TR” İNTERNET ADRESİ ÜZERİNDEN ONLİNE SATIŞLARA BAŞLADI. KONYA ŞEHİR MERKEZİNDE YER ALAN TÜM MAHALLELERE HAFTANIN HER GÜNÜ HİZMET VERECEK OLAN ADESE’NİN ONLİNE MARKETİ, SİPARİŞLERİN AYNI GÜN İÇERİSİNDE TESLİMATINI YAPACAK. 18 ANA KATEGORİDE BİNLERCE ÜRÜNÜN YER ALDIĞI ONLİNE MARKETTE, SİPARİŞLER ÜCRETSİZ TESLİM EDİLECEK. Adese Online Market’te haftanın yedi günü 11:00 - 12:00, 13:00 - 15:00 ve 17:00 - 19:00 saatleri arasında teslimat yapılabiliyor ve teslimat için ayrıca bir ücret alınmıyor. Güçlü lojistik merkeziyle hızlı ve kolay erişim imkânına sahip olan Adese, Konya şehir merkezindeki müşterilerine 3 gün sonrasına kadar sipariş verebilme olanağı sağlıyor. İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, online marketini Konya şehir merkezindeki müşterilerine sunarak hizmet ağını daha da güçlendiriyor. Adese, “www. adese.com.tr” internet adresi üzerinden ulaşılan Adese Online Market’te şimdilik Konya şehir merkezi içinde yer alan tüm mahallelere online alışveriş imkânı sunuyor. Kapıda nakit ya da kredi kartı ile ödeme kolaylığı... Müşteriler, Adese Online Market’ten gıdadan temizliğe, kişisel bakım ürünlerinden kozmetiğe, züccaciyeden elektrikli ev aletlerine, oyuncaktan kırtasiyeye kadar 18 ana kategoride binlerce ürüne erişebiliyor. Minimum alışveriş tutarının 100 TL olduğu Adese Online Market’ten alışveriş yapan müşteriler ödemeyi kapıda nakit ya da kredi kartı ile yapabiliyor. Adese’nin online marketinden alışveriş yapabilmek için müşterilerin, kullanıcı kaydı ve şifresini bir defa oluşturması yeterli oluyor. Müşteriler, sonraki alışverişlerinde aynı kullanıcı adı ve şifreleriyle giriş yaparak önceki siparişlerini görebiliyor, iptal edebiliyor veya yeni bir sipariş oluşturabiliyor. ADESE’DE TAPTAZE İNDİRİM GÜNLERİ ADESE, DÜZENLEDİĞİ İNDİRİM KAMPANYALARI İLE MÜŞTERİLERİNİN YÜZÜNÜ GÜLDÜRMEYE DEVAM EDİYOR. ADESE, ‘TAPTAZE İNDİRİM GÜNLERİ’ KAMPANYASI İLE HER GÜNE ÖZEL YÜZLERCE ÜRÜNDE MÜŞTERİLERİNE AVANTAJLI FİYATLARLAR SUNUYOR. İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, alışverişi avantaja dönüştüren kampanyalarına devam ediyor. Adese, “Taptaze İndirim Günleri” teması ile hayata geçirdiği kampanya kapsamında her Salı mandı- ra ve şarküteri, her Çarşamba kırmızı et, her Perşembe meyve - sebze ve her Cuma unlu mamuller reyonlarında yüzlerce çeşit üründe indirim fırsatları sunuyor. Ayrıca Adese mağazalarında hafta sonuna özel uygulanan indirim kampanyaları ve aktiviteler de müşteriler tarafından yoğun ilgi görüyor. 8 bizden haberler ADESE, KONYA’DAKİ İKİNCİ EN BÜYÜK MAĞAZASINI AÇTI ADESE, KONYA’NIN İKİNCİ EN BÜYÜK MAĞAZASINI KONYA SİLLE KAVŞAĞI’NDA AÇTI. KONYA DEDEMAN OTELİ KARŞISINDA YER ALAN KİPA’NIN YERİNE AÇILAN ADESE HİPER MAĞAZASI İLE ADESE, 154 MAĞAZA SAYISINA ULAŞTI. AÇILIŞA ÖZEL BİNLERCE ÜRÜNDE ÇOK AVANTAJLI FİYATLAR SUNAN ADESE, MÜŞTERİLERİNDEN BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ. MURAD YAVUZ GÖK İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, 2016 yılında da yeni mağaza açılışlarına hız kesmeden devam ediyor. Yılın ilk ayında Ankara’da Özgürlük ve Kızlıcahamam; Konya’da Aksinan mağazalarını müşterileri ile buluşturan Adese, Konya Dedeman Oteli karşısındaki Alışveriş Merkezi içinde Adese Hiper’i açarak 154. mağazasını hizmete aldı. SİLLE YOLU ADESE İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz, Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve İcra Kurulu Başkanı Tahir Atila ve Adese Genel Müdürü Murad Yavuz Gök’ün hazır bulunduğu açılış töreni, İttifak Holding ve gruba bağlı şirket yöneticileri, Adese yöneticileri ve müşterilerin yoğun katılımı ile gerçekleştirildi. Adese olarak güvenli ve istikrarlı bir şekilde mağaza sayısını artırdıklarını ifade eden Adese Genel Müdürü Murad Yavuz Gök, kârlı ve sürdürülebilir büyüme için önemli çalışmalar yürüttüklerini kaydetti. Mağaza dizaynlarını müşterilerinin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate alarak planladıklarını belirten Gök, “Mağaza sayımızı her geçen gün artırıyoruz. Adese olarak müşterilerimize binlerce ürün ile hizmet veriyor, hijyenik, sağlıklı, nitelikli ürünleri en uygun fiyatlar ile sunarak teveccühlerini kazanıyoruz. Diğer yandan büyüme, karlılık ve verimliliğe odaklanarak yalın, hızlı, modern mağazaları oluşturmak üzere mağazalarımızı değiştirip, yeniliyoruz. Müşterilerimizin ihtiyacını karşılayacak çözümler için mağaza konseptlerimize dokunuyoruz. Artık metrekare büyüklüğüne, ürün gamına, lokasyon özelliklerine göre kategorilendirerek oluşturduğumuz mini, midi, süper ve hiper mağaza format- larında müşterilerimize hizmet veriyoruz. Sille Yolu Kavşağı’ndaki yeni mağazamızla da Hiper formatında müşterilerimize hizmet sunacağız. Açılışa özel binlerce üründe çok özel indirimleri müşterilerimizle buluşturuyoruz. Sille Yolu Adese Konya’ya ve müşterilerimize hayırlı olsun ” dedi. Bölge olarak, Sille Yolu Kavşağı’ndaki alışveriş merkezi içinde yer alan Kipa’nın yerine açılan Adese Hiper mağazası, Adese’nin Kulesite mağazasından sonraki en büyük mağazası olma özelliğine sahip. Açılışa özel binlerce üründe büyük indirimlerin sunulduğu açılışa müşteriler yoğun ilgi gösterdi. Sille Yolu Adese mağazası, 4250 metrekare ticari alanda 90 personeli ve 26 kasayla müşterilerine hizmet verecek. Hazır yemek ve kafeterya bölümünün de bulunduğu mağazada müşteriler, Adese’nin Restore markasıyla kendi ürettiği unlu mamullerden kuruyemişe, et ve şarküteri ürünlerinden balık çeşitlerine, konfeksiyondan ayakkabıya, gıdadan temizlik ürünlerine ve kırtasiyeden oyuncağa, züccaciyeden elektrikli ev aletlerine kadar uzanan geniş ürün yelpazesinden ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayabilecek. 9 bizden haberler ADESE, YENİ MAĞAZALARIYLA BÜYÜMEYE DEVAM EDİYOR YENİ MAĞAZA AÇILIŞLARINA TÜM HIZIYLA DEVAM EDEN ADESE, YENİ YILIN İLK İKİ AYINDA ANKARA VE KONYA’DA AÇTIĞI 5 YENİ MAĞAZA İLE BİRLİKTE TOPLAM MAĞAZA SAYISINI 155’E YÜKSELTTİ. İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, 2015’te hız verdiği mağaza açılışlarına 2016’da da devam ediyor. Yılın ilk mağazasını 5 Ocak tarihinde Ankara Keçiören’de açan Adese, 15 Ocak 2016’da Konya Aksinan mağazasını müşterileri ile buluşturdu. Adese, 2 Şubat’ta Ankara Kızılcahamam, 6 Şubat’ta Konya’da Sille Yolu ve 25 Şubat’ta Konya’nın Seydişehir ilçesinde Kızılcalar mağazasını müşterilerinin hizmetine sundu. Adese, 2016 yılının ilk iki ayında açılışını gerçekleştirdiği 5 yeni mağaza ile toplam mağaza sayısını 155’e yükseltti. Yeni açılan mağazalar hakkında bilgi veren Adese Genel Müdürü Murad Yavuz Gök; “Adese olarak mağaza açılışlarını müşterilerinin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate alarak planlıyor, istikrarlı bir şekilde mağaza sayımızı her geçen gün artırıyoruz. Bu doğrultuda Ankara ve Konya’da gerçekleştirdiğimiz mağaza açılışlarıyla birlikte toplam şube sayımızı da 155’e yükselttik. Orta Anadolu ölçekli büyüme planımız kapsamında şube ağımızı 2016’da daha da genişleterek, müşterilerimize gönül rahatlığıyla alışveriş yapabileceği kaliteli ve güvenilir bir alışveriş deneyimi sunmayı sürdüreceğiz.” dedi. AKSİNAN ADESE KIZILCAHAMAM ADESE KIZILCALAR ADESE ÖZGÜRLÜK ADESE 10 bizden haberler SEHA YAPI, KONYA’NIN EN BÜYÜK SU TEMALI KARMA KONUT PROJESİ ZERMERAM’IN SATIŞINA BAŞLADI. KONYA’NIN ALTIN ÇAĞI İTTİFAK HOLDİNG’İN İNŞAAT SEKTÖRÜNDEKİ MARKASI SEHA YAPI, KONYA’NIN EN DEĞERLİ VE EN BÜYÜK İMARLI ARAZİSİ ÜZERİNDE HAYATA GEÇİRDİĞİ 800 MİLYON TL YATIRIM DEĞERİ OLAN ZERMERAM PROJESİNİN TANITIM TOPLANTISINI KONYA’DA GERÇEKLEŞTİRDİ. 320 BİN METREKARE ALAN ÜZERİNDE, TOPLAM 1.077 ADET KONUTUN OLDUĞU KARMA PROJEDE GRİ VE YEŞİL PEYZAJ ALANI 240 BİN METREKARE OLACAK. ZERMERAM’DA KONUTLAR 2+1’DEN 6,5+1’E KADAR FARKLI İHTİYAÇ VE BEKLENTİLERE GÖRE TASARLANDI. İÇERİSİNDE VİLLA VE YALILARIN DA OLDUĞU 353 KONUTLUK İLK ETABIN 2019’DA TAMAMLANMASI PLANLANIYOR. Seha Yapı, Konya’nın en değerli ve en büyük imarlı arazisi üzerinde hayata geçirdiği, şehrin en büyük su temalı karma konut projesi Zermeram’ın lansman toplantısını, 24 Şubat, Çarşamba günü Konya Dedeman Otel’de gerçekleştirdi. Ulusal ve yerel basın mensuplarının yoğun katılımı ile gerçekleştirilen toplantının ardından Zermeram tanıtım ofisi ziyaret edildi. Yatırım değeri 800 milyon TL olan ve toplam 320 bin metrekare alana inşa edilecek projenin 17 bin 500 metrekaresi biyolojik gölet, 240 bin metrekaresi gri ve yeşil peyzaj, 2.750 metrekaresi sağlıklı yaşam merkezi ve 9.222 metrekaresi de alışveriş merkezi olarak ta- sarlandı. 295 bin TL’den başlayan fiyatlarla satışa sunulan projede, manzara konutların yanı sıra bahçe dubleks, villa ve yalı da yer alacak. Konutlar, brüt 120 ile 1.052 metrekare aralığında yapılacak. Zermeram’da yer alan Arasta AVM ise 39 mağaza, 2 adet çok amaçlı salon, 1 adet restoran ve 1 adet marketten oluşuyor. Her ihtiyaca uygun 1.077 konut Zermeram projesinde 72 adet 2+1 konut olacak. 249 adet 3+1, 218 adet 4+1, 256 adet 4,5+1, 200 adet 5+1, 1 adet 5,5+1, 23 adet de 6,5+1 konut inşa edilecek. Projede, 14 bah- çe dubleks yer alırken 9 adet yalı, 35 adet de villa bulunacak. İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su Tahir Atila, Zermeram lansman toplantısında projeye ilişkin şu bilgileri verdi: “Seha Yapı olarak; konut projeleri, ticari ve endüstri yapılar, sağlık, eğitim ve kültür tesisleri, yol ve köprüler, çelik konstrüksiyon yapıları başta olmak üzere birçok alanda proje geliştirip uygulayan, Anadolu’nun en önemli yapı markalarından birisiyiz. Özellikle Konya’da, sektörün trendlerini belirleyen öncü rolde ve lider bir pozisyondayız. Konya, tarihi ve kültürel ya- 11 bizden haberler tanıtımlarında motto olarak “Konya’nın Altın Çağı” vurgusunu yaptık” diyen Atila, “Projemizi, Konya’nın Altın Çağı’na kendi alanında öncülük edecek şekilde dizayn ettik” dedi. Yemyeşil doğa, su gibi yaşam… TAHİR ATİLA pısı ile âşık olduğumuz bir şehir... Dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Konya, Selçuklu’dan miras aldığı asalet, yiğitlik, hoşgörü, ilim ve irfanın rehberliğinde geçmişi kadar görkemli bir geleceğe doğru emin adımlarla yürüyor.” Tanpınar’ın da dediği gibi; “Bir başkent, daima başkenttir...” Tahir Atila konuşmasına şöyle devam etti: “Şehrin dinamiklerine baktığımızda birçok boyutuyla Tanpınar’ın ne kadar haklı olduğuna şahitlik edersiniz. Ayrıca, son dönemde almış olduğu kamu yatırımları, ülkemizin siyasi ve sosyal istikrarına olan katkısı ile Konya, Türkiye’nin yükselen şehirleri arasında dikkat çekiyor. Seha Yapı olarak biz de Konya’nın işte bu yükselişine eşlik edecek, Konya’nın Altın Çağı diyebileceğimiz bir dönemde, şehre ve insanına artı değer katacak, kadim başkente yakışır, baş tacı bir eser inşa ediyoruz.” “Konya’nın köklü geçmişinden aldığımız ilhamla, mimari ve estetik alanda eşsiz bir proje olarak tasarladığımız Zermeram’ın Zermeram’da 320.000 metrekare alana yayılmış yemyeşil bir doğa, su gibi bir yaşam tasarladıklarını kaydeden Tahir Atila, “Seçkin ve keyifli bir yaşamın bütün olanaklarını sunduğumuz Zermeram, Konya’nın en büyük karma konut projesi olma özelliğini taşıyor. Bölgemizde yerleşmiş konut anlayışını değiştirecek, çıtayı oldukça yukarılara çıkaran, hatta Konya’nın geleceğine de ilham vereceğine inandığımız Zermeram’ı sunmaktan onur duyuyoruz” diye konuştu. Temiz havasını, Konya’nın meşhur Gedavet Rüzgârı’ndan alıyor Zermeram’ın, Konya’nın en prestijli karma konut projesi olduğunu ifade eden Tahir Atila, 353 konutluk ilk etabın 3 yıl içinde tamamlanacağını belirtti. Projenin konuşlandığı bölgenin özel bir havası olduğunu kaydeden Atila, Zermeram projesinin Konya’ya has olan Gedavet Rüzgârı’nı her mevsim aldığını söyleyerek; “Bölgeye özel her mevsim esen Gedavet Rüzgârı ile yaylalardan gelen temiz hava projemize ayrı bir özellik katıyor. Zermeram, şehir merkezi ile arasındaki yaklaşık 100 metrenin üzerindeki kot farkından dolayı tertemiz bir hava sunuyor” dedi. Atila ayrıca; seyir terası, vadileri, koyları, yürüyüş parkurları, çocuk oyun alanları, göletleri, amfi tiyatroları ve alışveriş merkezi gibi üniteleri ile Konya’nın en ayrıcalıklı projesini oluşturduklarını dile getirdi. Doğa dostu çözümler Zermeram’ı tasarlarken çevre dostu olmasına özellikle dikkat ettiklerini vurgulayan Tahir Atila, “Projemizi, enerji verimliliği sağlayan çözümlerle doğayla barışık bir yaşam alanı haline getirdik. Kojenerasyon tesisi ve güneş panelleri ile üretilen elektrik enerjisi sayesinde konut ve ortak alanlarda enerji tasarrufu sağlayacağız. Öte yandan gri su arıtma tesisi ve yağmur suyu depolaması ile yeşil alanların sulaması da tasarruflu olacak. Bu projeler sayesinde enerji kaynaklarımız daha verimli kullanılacak. Doğa dostu bir proje üretmenin mutluluk ve onurunu da yaşıyoruz” diye konuştu. Proje Künyesi Yatırım Değeri: 800 milyon TL İnşaat alanı: 425.000 m² Toplam 320.000 m² arazi 240 bin m² gri ve yeşil peyzaj 17 bin 500 m² biyolojik gölet 2.750 m²sağlıklı yaşam merkezi 9.222 m² alışveriş merkezi 4 km. yürüyüş parkuru Kapalı-açık 3000 araçlık otopark 2 vadi (Yeşil Vadi, Saklı Vadi) 2 koy (Altınkoy, Sadabad Koyu) 8 Avlu 72 adet 2+1 249 adet 3+1 218 adet 4+1 256 adet 4,5+1 200 adet 5+1 1 adet 5,5+1 23 adet 6,5+1 14 adet bahçe dubleks 35 adet villa 9 adet yalı Toplam 1.077 konut 295 bin TL’den başlayan fiyatlarla Seha Yapı Hakkında İttifak Holding iştiraklerinden Seha Yapı 1978 yılında kuruldu. Şirket, son beş yılda 6500’ün üzerinde konutun yanı sıra, alışveriş merkezleri, altyapı, köprü ve yol projeleri üreterek, Konya’nın yıllık en fazla konut üretme kabiliyeti ve kapasitesine sahip inşaat firması konumuna geldi. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde çok sayıda TOKİ projesinin inşaatını gerçekleştiren Seha Yapı konut dışındaki segmentlerde de faaliyet göstermekte. Seha Yapı Konya’da Kulesite AVM ve Kule Plaza, Aksaray ve Ereğli’de Parksite AVM’lerinin de mimarı. Bugüne kadar üç milyon metrekareden fazla inşaat yapan Seha Yapı’nın projeleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için www.sehayapi.com web sitesini ziyaret edebilirsiniz. 12 bizden haberler PERAKENDE’NİN EN İYİ YÖNETİCİSİ ÖDÜLÜ İTTİFAK’A İTTİFAK HOLDİNG PERAKENDE GRUBU DANIŞMANI SITKI ERBEN, TÜRKİYE PERAKENDE SEKTÖRÜNÜN EN İYİ PERFORMANS GÖSTEREN YÖNETİCİSİ SEÇİLDİ. Harvard Business Review Türkiye ve INSEAD’ın özel bir metodoloji çerçevesinde belirlediği üst düzey yöneticiler, Wyndham Grand Levent Otel’de düzenlenen gecede ödüllerini aldı. Harvard Business Review Türkiye, en iyi performans gösteren üst düzey yöneticilere yönelik dünyada 2 yıldır gerçekleştirilen çalışmayı Türkiye’ye taşıdı. Avrupa’nın en saygın işletme okullarından biri olan INSEAD’da geliştirilen özel bir metodoloji kullanılarak gerçekleştirildi. INSEAD’daki özel bir ekip, halka açık şirketler arasından belirli kriterlere göre seçtiği 100’den fazla şirketi değerlendirmeye aldı. Ulusal ve uluslararası güvenilir veri tabanlarından toplanan veriler ışığında oluşturulan çalışma sonucunda Türkiye’nin En İyi Performans Gösteren yöneticileri belirlendi. Buna göre; İttifak Holding’de Perakende Grubu Danışmanı olarak görev yapan Sıtkı Erben, Adese’nin Genel Müdürlüğünü yaptığı dönem içerisinde gösterdiği per- Bu ödülü çalışanlarımız, 2014 yılında mağazalarımızdan 38 milyon kez alışveriş yapan müşterilerimiz, mensubu olduğum Adese ve bağlı bulunduğumuz İttifak Holding adına alıyorum. formansla, Türkiye perakende sektörünün en iyi yöneticisi olarak belirlendi. Ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada gecenin katılımcılarına seslenen Erben, duygularını şu sözlerle ifade etti. “Bu ödülü çalışanlarımız, 2014 yılında mağazalarımızdan 38 milyon kez alışveriş yapan müşterilerimiz, mensubu olduğum Adese ve bağlı bulunduğumuz İttifak Holding adına alıyorum. Anadolu merkezli bir kuruluş olarak, Selçuklu’nun başkenti Konya için, Anadolu için alıyorum. Son olarak da yaşı kırkın altında olan birisi olarak, gençler adına alıyorum.” 13 bizden haberler 14 bizden haberler KULESİTE, GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARI’NA EV SAHİPLİĞİ YAPTI KULESİTE TARAFINDAN DÜZENLENEN ‘DÜNDEN BUGÜNE GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARI ŞÖLENİ’ SERGİSİNİN 5.’Sİ KONYA HALKININ ZİYARETİNE AÇILDI. Birbirinden değerli usta ve eserlerinin yer aldığı serginin açılış töreni 12 Şubat 2016 Cuma günü Konya Valisi Muammer Erol, Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk, Ankara Ticaret Odası Başkanı Salih Bezci, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su Tahir Atila, Müftü Yardımcısı Adem Bahçıvan, Kulesite AVM Müdürü Mustafa Totan ve Limon Ağacı yetkilisi Serpil Polat’ın katılımıyla yapıldı. Konya’nın yaşam ve eğlence merkezi Kulesite, 12 - 21 Şubat 2016 tarihleri arasında ‘5. Dünden Bugüne Geleneksel Türk El Sanatları Şöleni’ne ev sahipliği yaptı. Birbirinden değerli ustaların ve unutulmaya yüz tutmuş geleneksel Türk el sanatlarının görücüye çıktığı sergi Konya halkının beğenisine sunuldu. Sergi kapsamında Habbablık, Hattı Gubari, Yemeni yapımı, Sedefçilik, Mütteka ve Üfleme Cam Sanatı gibi yüzyıllar boyunca babadan oğula geçen birçok değerli el sanatı ve bu sanatların çok az sayıdaki önemli ustaları Kulesite’de Konyalılar ile buluştu. Sergi hakkında düşüncelerini dile getiren Kulesite AVM Müdürü Mustafa Totan; “Ülkemiz, geleneksel sanatlar bakımından zengin bir mirasa sahip. Bugün, ülkemizin çeşitli yörelerinde genellikle usta-çırak ilişkisi ve babadan oğula geçerek günümüze uzanan çok kıymetli el sanatlarımız yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Biz de Kulesite olarak; unutulmaya yüz tutmuş bu paha biçilemez geleneksel sanatları ve değerli ustalarını, tarihine, kültürel değerlerine büyük önem veren Konya halkıyla yeniden buluşturmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Bu tür etkinliklerin her birimiz için manevi bir değeri de bulunuyor. Bu sergiye, geleneksel sanatlarımızın yaşatılması açısından da büyük önem veriyoruz” dedi. 46 ustanın katılımı ile 46 geleneksel sanatın icra edildiği sergi Kulesite, Konya Valiliği, Konya Sanayi Odası, Konya Ticaret Odası, Konya Ticaret Borsası ve Limon Ağacı’nın katkılarıyla gerçekleştirildi. 15 16 Cahide Sultan’dan lezzet sırları www.cahidejibek.com TAVUKLU PAÇA ÇORBASI (4 KİŞİLİK) Malzemeler 2 adet tavuk baget 6 su bardağı su 1 silme tatlı kaşığı tuz 4 yemek kaşığı zeytinyağı 2 yemek kaşığı tepeleme un 2 diş sarımsak 1 yemek kaşığı sirke Üzeri için: 1 yemek kaşığı tereyağı, 1 çay kaşığı kırmızı toz biber 1 tatlı kaşığı kuru nane Bagetleri tencereye alıp üzerine 6 su bardağı sıcak su ekleyin. Tuzu atın. Kaynamaya başlayınca altını kısıp bagetler yumuşayana kadar pişirin. Pişen bagetleri sudan çıkarıp etini didikleyin ve ayrı bir kaseye alın. Ayrı bir tencereye zeytinyağı ve unu koyun. Orta harlı ateşte, unun rengi dönene kadar karıştırın. Ilıyan tavuk suyunu döküp hızlıca karıştırın ki, un topak topak olmasın. Eğer her şeye rağmen un topaklaştıysa el blenderiyle topakları açabilirsiniz. Didiklenmiş tavuk etlerini çorbaya ekleyin. Tuzunu kontrol edin. Küçük bir tavaya tereyağını koyup kızartın. Kırmızıbiber ve naneyi ekleyip ocaktan alın. Çorbayı hemen yiyecekseniz sarımsakları ezip sirkeyle beraber çorbaya karıştırın. Ertesi güne kalacaksa sarımsak ve sirkeyi çorbanın yanında ikram edin. Afiyet şifa olsun. 17 www.cahidejibek.com BUHARA PİLAVI (6 Kişilik) Malzemeler 500.gr. kuzu kuşbaşı 2 su bardağı pirinç 1 orta boy soğan 1 orta boy havuç 1 su bardağı bezelye 2 su bardağı haşladığınız etin suyu 2 su bardağı içme suyu 1 çay kaşığı yenibahar 1 çay kaşığı karabiber Varsa bir avuç kadar çam fıstığı 1 yemek kaşığı tereyağı, 1 çay bardağı zeytinyağı Hazırlanışı Etleri kızdırılmış tencereye koyup biraz kavurun. Kapağını kapatıp kendi suyunu çekene kadar pişirin. Bu işlemi düdüklü tencerede yapabilirsiniz. Suyunu çeken eti kendi yağında hafif kızartın. Bir pilav tenceresine zeytinyağı ve tereyağını alıp eritin. İnce doğranmış soğan ve havucu beraber soteleyin. Üzerine yıkanmış pirinçleri ilave edip biraz daha kavurun. Et suyu ve içme suyunu, baharatları, haşlanmış bezelyeyi ekleyip kapağını kapatarak pişmeye bırakın. (Dilerseniz bu aşamada etlerin bir kısmını pilavın içine koyabilirsiniz. Pilav suyunu çekince altını kapatıp demlenmeye bırakın. Çam fıstıklarını çok az yağda pembeleşene kadar soteleyin. Yarısını pilavın içine ekleyin. Yarısını da üzeri için ayırın. Uygun bir kaba önce etleri yerleştirin. Ardından demlenmiş pilavı üzerine hafif bastırarak doldurun ve düz bir servis tepsisine ters çevirin. Üzerine ayırdığınız fıstıkları serpin. Bir kaç dal maydanozu doğrayıp süsleyin. Bekletmeden servis edin. Afiyet şifa olsun. NOT: Suyun tamamını et suyu olarak kullanırsak, pilav tane tane olmuyor. Bu yüzden yarısını içme suyu kullanıyoruz. KIYMALI BEŞAMEL SOSLU PIRASA GRATEN (6 Kişilik) Malzemeler 1 çay bardağına yakın zeytinyağı 150 gr kıyma 4 adet büyük boy pırasa (1 kg) 1 tatlı kaşığı salça 1 su bardağı su Tuz, karabiber, arzuya göre acı biber Beşamel sosu için 1 yemek kaşığı tereyağı 1 yemek kaşığı un 1 su bardağı süt 1 çay bardağı kaşar peyniri Tuz ve çok az karabiber Nasıl Yapılır? Bir tencereye zeytinyağını alıp ısıtın. Kıymayı ekleyip ezerek kavurun. Salçayı ekleyip karıştırın. 2 cm eninde doğranmış pırasaları ilave edin. 1 su bardağı su ekleyip kısık ateşte pişmeye bırakın. Pırasalar yumuşayınca Tuz ve karabiberi ekleyip karıştırın. Orta boy bir fırın kabına döküp yayın. Son olarak beşamel sosu hazırlayın. Bunun için yağı ve unu küçük bir tencereye alın. Un kokusu çıkana kadar kavurun. Sütü ekleyip hızlıca kaynayana kadar karıştırın. Tuz ve karabiberi ekleyip ocaktan alın. Bekletmeden sosu pırasanın üzerine gezdirin. Son olarak kaşar rendesini serpip 200 derecelik ısıdaki fırına yemeği sürün. Üzeri kızarınca fırından alıp servis edin. Afiyet şifa olsun! 18 Cahide Sultan’dan lezzet sırları SİMİT BÖREK (24 ADET SİMİT) Malzemeler 6 adet yufka Sos malzemeleri: 1 su bardağı süt 1 adet yumurta + 1 yumurta beyazı (sarısı üzeri için ayrılacak) 1 su bardağından 1 parmak eksik zeytinyağı İç malzemesi 200 gr. Beyaz peynir Yarım demet maydanoz Üzeri için: 1 yumurta sarısı 1 yemek kaşığı zeytinyağı 1 çay kaşığı pekmez ve bir paket susam Hazırlanışı Sos malzemelerini bir kapta güzelce karıştırın. Ben bu işlemi el blendırıyla yapıyorum. Yufkalardan birini tezgahın üzerine serin. Üzerine 4-5 yemek kaşığı sos gezdirin. Yufkayı artı (+) şeklinde kesip, 4 üçgen parça elde edin. Her parçanın geniş kısmına iç malzemesinden uzunlamasına koyun ve rulo şeklinde sarın. İki ucunu birbirinin üzerine gelecek şekilde birleştirip simit şekli verin. Yağlanmış tepsiye dizin. Bütün yufkalara aynı işlemi yapın. Her simitin üzerine yumurta sarısı, pekmez ve zeytinyağı karışımından fırçayla sürüp bolca susam serpin. 200 derelik fırında kızarana kadar pişirin. Afiyet şifa olsun. PERİŞAN KURABİYE TARİFİ (Ortalama 40 adet kurabiye) Malzemeler 100 gram tereyağı (Oda sıcaklığında) 1 su bardağı pudra şekeri 1 çay bardağı zeytinyağı 2 yemek kaşığı yoğurt 2 yemek kaşığı dolusu nişasta 1 çay kaşığı dolusu kabartma tozu 1 çay kaşığı tarçın 3,5 su bardağı kadar un 1 su bardağı çekilmiş ceviz 1 su bardağı kuru üzüm (Biraz da siyah kuş üzümü) Hazırlanışı: Oda sıcaklığında yumuşamış tereyağı, zeytinyağı ve pudra şekerini iyice karıştırın. Bu kısmı mikserle de yapabilirsiniz. Yoğurt ve nişastayı ekleyip karıştırın. Kabartma tozu, tarçın ve unu yavaş yavaş ekleyin. Ele yapışmayan yumuşak bir hamur olmalı. Son olarak ceviz ve kuru üzümü ekleyip yoğurun. Hamurdan iri ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, hiç şekil vermeden tepsiye dizin. Önceden ısıtılmış 160 derecelik fırında üzeri pembeleşene kadar pişirin. Afiyet şifa olsun. 19 www.cahidejibek.com PEYNİRLİ AÇMA (Ortalama 20 adet) Malzemeler 1 su bardağı süt (ılık olacak) 1 su bardağı su 1 su bardağından 2 parmak eksik zeytinyağı 2 yumurta (birinin sarısı ayrılacak) 1.5 yemek kaşığı şeker 1.5 tatlı kaşığı tuz 6 su bardağı kadar un Yarım paket yaşmaya (21 gr.) Arasına sürmek için: 200 gr. kadar tereyağı İç malzemesi 200 gr çökelek veya lor 1 su bardağı beyaz peynir rendesi Yarım demet maydanoz Hazırlanışı Hamur için sıvı malzemeleri, tuzu şekeri ve mayayı karıştırın. Unu yavaş yavaş ekleyerek kulak memesi yumuşaklığında bir hamur elde edin. (Hamuru akşamdan yoğurabilirsiniz). Üzerini kapatıp mayalanmaya bırakın. Bu sırada iç malzemesini hazırlayın. Maydanozu ince ince kıyıp peynir ve çökelekle karıştırın. Mayalanan hamurdan orta boy mandalina büyüklüğünde parçalar koparıp merdaneyle veya elinizle küçük pasta tabağından biraz daha küçük şekilde açın. Üzerine yumuşamış tereyağından bir parça alıp sürün. Ben bu işlemi elimle yapıyorum. İç malzemesinden 1 yemek kaşığı kadar üzerine serpin. Bir ucundan başlayarak rulo şeklinde sarın. Elinizle sıktırıp çekiştirerek biraz uzatın ve bir kaç kez bükün. Düğüm şekli verin. Az yağlanmış tepsiye açmaları dizin. Üzerlerine yumurta sarısı ve 1 tatlı kaşığı zeytinyağını karıştırıp sürün. Tepsiyi fırına sürüp, açmalar yeniden mayalanıp kabarana kadar bekletin. Mayalanmayı hızlandırmak isterseniz, fırını 70 dereceye ayarlayıp kabarmalarını sağlayın. Açmalar kabarınca fırını 180 veya 200 dereceye ayarlayıp (Ben 200 de pişiriyorum) kızarana kadar pişirin. Pişen açmaları pamuklu bir örtüye sarın. Soğuyunca hava almayan bir kapta saklayın. Afiyet şifa olsun. 20 Cahide Sultan’dan lezzet sırları KOKOSTAR PASTA (12 KİŞİLİK) Malzemeler Pandispanya için: 3 adet yumurta 1 çay bardağı şeker 1 yemek kaşığı sıcak su 2 yemek kaşığı kakao ve un (Su bardağına kakaoyu koyun. Üzerini tamamlayacak kadar un ekleyin. Toplam 1 su bardağı olacak) 1 çay kaşığı kabartma tozu Kokostar kısmı için: 1 paket krem şanti bir buçuk çay bardağı süt 1 yemek kaşığı dolusu eritilmiş tereyağı 2 su bardağı Hindistan cevizi 2 yemek kaşığı pudra şekeri Çikolatalı ganaj için: 200 ml süt kreması 120 gram bitter çikolata Hazırlanışı Öncelikle pandispanyayı hazırlayın. Bunun için yumurta ve şekeri karıştırma kabına alıp, köpük köpük olana kadar yaklaşık 5 dakika çırpın. 1 yemek kaşığı sıcak su ekleyip karıştırın. Kakao un ve kabartma tozunu eleyerek, karışıma ekleyerek spatula ile karıştırın. Hamuru 26 cm çapında yuvarlak bir kalıba dökün. 180 derecede 20 dakika kadar pişirin. Fırından almadan önce pandispanyaya bir kürdan batırarak içinin hamur olup olmadığını test edin. Kürdan kuru çıkıyorsa pandispanya olmuş demektir. Kokostar kısmı için: Krem şantiyi süt ile beraber çırpın. 1 yemek kaşığı eritilip ılıtılmış tereyağını ekleyin yeniden çırpın. 2 yemek kaşığı pudra şekeri, 2 su bardağı Hindistan cevizi rendesini ekleyip karıştırın. Pandispanyayı ayarlı pasta çemberinin içine koyun. Pasta çemberi pastanızın düz çıkmasını sağlar. Çember yoksa da olur. Pandispanyayı 1 su bardağına yakın sütle ıslatın. Üzerine coco star kremayı döküp yayın. Dolaba kaldırıp yaklaşık bir saat bekletin. Çikolatalı ganaj için: Kremayı ısıya dayanıklı bir kaseye koyup karıştırarak ılıtın. Kırılmış çikolataları içine ekleyip erimesini sağlayın karışımı ocaktan alın. Ganajı kokostar pastanın üzerine döküp yayın. Pastamız dolapta en az bir saat dinlenmeli. Dinlenen pastanın üzerine yeniden erimiş çikolata sıkarak süsleme yapabilirsiniz. Afiyet şifa olsun! 21 22 ÇOCUKLARA YEMEK YEDİRMEK Uzm. Dr. Özlem GÖKMOĞOL ZOR MU? ANNE BABALARIN ÇOCUKLARI İLE İLGİLİ EN FAZLA YAŞADIKLARI SIKINTILARIN BAŞINDA “YEMEK YEMEME” SORUNU GELİR. BİR LOKMA DAHA YESİN DİYE DENENMEYEN YOL KALMAZ ÇOĞU KEZ. AMA GELİN GÖRÜN Kİ BU ÇABALAR ÇOĞU KEZ İŞE YARAMAZ. İŞTE BÖYLE DURUMLAR İÇİN NELER YAPMALI, NASIL YAKLAŞMALI, BU SORUNU NASIL ÇÖZMELİ GİBİ TÜM SORULARIN CEVAPLARINI YARD. DOÇ. DR. ÖZLEM MESTÇİOĞLU GÖKMOĞOL’DAN ALDIK. “Yemek saatleri yaklaştıkça sıkıntılarım başlıyor.” “Diğer çocuklar ne güzel yiyor, bir de benimkine bak.” “Bütün gün ağzına bir lokma yemek koymadı.” “Başkaları ne güzel yediriyor, bana gelince ağzını açmıyor.” “Evde her yemek saati bağırıp, çağırmaktan bıktım.” Bu cümleleri uzatmak mümkün… Sizin de ailenizde buna benzer sorunlar yaşanıyorsa bize kulak verin. Çocukların çok küçük yaşlardan itibaren, kontrol sağlayabildiklerini keşfettikleri konulardan biri; yemek yemek diğeri ise tuvalet alışkanlığıdır. Çocuklar, daha bebeklik dönemlerinden başlayarak, yemek yiyerek veya yemeyerek ailelerini denetim altında tutabileceklerini fark ederler. Ye- 23 Yedirme sırasında annenin üzüldüğünü veya sinirlendiğini hissettikçe, çocuk davranışını devam ettirir. Olayı çözecek davranışın, olayı başlatan kişiden, anneden gelmesi gerekmektedir. mek yeme saatlerinde işleri zorlaştırarak, ailelerin dikkatini kendilerine çekebilirler, kızgın oldukları anne veya babaya eziyet çektirebilirler. Beslenme; çocuğun sağlıklı olması için gerekli olduğundan, anne - babalar, özellikle de bu konuda oldukça ısrarcı davranırlar. Çocukları ne kadar çok yerse o kadar sağlıklı olacaklarını düşünerek, onu sürekli yedirmeye çalışırlar ve çocuk yemeyi çeşitli nedenlerle reddettiğinde kendilerini kötü, başarısız bir anne olarak görürler. Annesinin bu konudaki zaafını hisseden çocuk yeme davranışını anneye karşı kullanmaya başlar, başkaları kolayca yedirebilirken anne çok sıkıntı çekmeye başlar. Yedirme sırasında annenin üzüldüğünü veya sinirlendiğini hissettikçe, çocuk davranışını devam ettirir. Olayı çözecek davranışın, olayı başlatan kişiden, anneden gelmesi gerekmektedir. Anne- babaların çocuklarının beslenmesi konusunda gösterdikleri duyarlılıklar, sadece kendi kafalarındaki iyi anne- baba imajından kaynaklanmamaktadır. Çevredekiler, özellikle de kendi anne- babaları, büyükleri ve diğer büyükler tarafından gelen “ Bu çocuğa yemek yedirmiyor musunuz? Çok soluk görünüyor.”, “ Aç kalıyor bu çocuk, hasta olacak”, “bu kadar az yerse bu çocuk büyümez”, “ bacakla- rı çırpı gibi, vah vah bu çocuğun ailesi hiç ilgilenmiyor galiba” gibi yorumlar, anne babayı bir yandan kızdırırken bir yandan da üzmekte, kendilerini suçlu, kötü, başarısız bir anne- baba olarak hissetmelerine yol açmaktadır. Bu duygu ve düşüncelerle dolan annebaba zorlu ve kaybetmeleri neredeyse kesin olduğu bilinen ( ancak onların fark edemedikleri) bir mücadeleye başlarlar. “hadi oğlum, yesene” “bak bu son lokma, hatırım için ye”, “önüne dön”, “ağzında tutma” tarzı cümleler yemek masasını süslemeye başlar. Elinde tabakla çocuğun arkasından koşuşturmak, ilgisini çekebilecek hikayeler, masallar anlatmak, vaatlerde bulunmak, ve tüm bu çabalara rağmen çocuk halen yemiyor, ağzında tutuyorsa sinirlenmek, bağırıp çağırmak, çocuğa cezalar vermek, hatta bazen vurmak... Çocuğa yararlı olması için harcanan tüm bu çabalar, hüsranla sonuçlanabilmektedir. Çocuk yine yememiş olur, anne baba çok sinirlidir, belki de birbirleriyle tartışmaya başlamışlardır, evde huzursuzluk hakimdir. İş inada binmeye başlar, çocuk bazen boyun eğip bir- iki lokma yese de çoğunlukla yediğini ağzında tutar, kusar, tükürür. Bir sonraki yemek saati için bıçaklar bilenmeye başlanmıştır, her iki taraf çeşitli önlemler almaktadır, tam bir sinir harbidir iki tarafın da yaşamakta olduğu. Anne- babalar bu konuyla ilgili neleri akıllarına getirmeliler? Çocuğun büyüyüp gelişmesi için gerekli olan tek şeyin yiyecekler olmadığını hatırlayın. Çocuk sevgiyle, şefkatle, ilgiyle de beslenir. Çocuğunuzun sağlıklı gelişmesi için çok yemesi gerekmez, dengeli beslenmesi yeterli olacaktır. Çocuğunuzu diğerleriyle karşılaştırmayın, her bünyenin gereksinimi ve büyüme hızı farklıdır. Çocuğunuzun gereksinimlerine, sizden beklediklerine- istediklerine kulak verin. İlk yıllarda beslenme daha önemli bir gereksinim olsa da, ilerleyen yıllarda çocuklarınızın sizinle daha çok vakit geçirmek, birlikte bir şeyler paylaşmak gibi gereksinimleri daha ön plana çıkacaktır. Yine de çocuğum yemiyor, ne yapmalıyım diyorsanız; Aç olan çocuk eninde sonunda yemek ister, onun kendinin aç olduğunu fark etmesine izin verin. “şunu yer misin, bundan da ister misin, belki bunu seversin” gibi sorulardan uzak durun. Çocuğunuzu yemeğini masada oturup yemesi için teşvik edin. Yemek masasının sıkıntılı değil de aile üyelerinin günlerini nasıl geçirdiklerini anlattıkları, sohbet ettikleri, bu arada da hep beraber yemek yedikleri bir yer olmasına çalışın. Sadece öğününde yemek teklif edin, ye- 24 Elinde tabakla çocuğun arkasından koşuşturmak, ilgisini çekebilecek hikayeler, masallar anlatmak, vaatlerde bulunmak, vs… Çocuğa yararlı olması için harcanan tüm bu çabalar, hüsranla sonuçlanabilmektedir. Dolu tabağı gayet sakin bir şekilde çocuğunuzun önünden alın ve gülümseyerek sohbetinize veya yapacağınız şeye devam edin. mek aralarında atıştırmalarına izin vermeyin, zaten küçük olan mideleri, çabuk doyuran bu abur- cuburlarla dolacak, açlık hissi ortadan kalkacaktır. Yemek seçimiyle ilgili olarak, onun için besleyici olduğunu düşündüğünüz yiyeceklerden evde olanlar arasında seçim yapmasını isteyebilirsiniz, seçtiği halde yemediği yiyeceği bir başka öğünde tekrar deneyebilirsiniz. Sofradan yemeden kalkmışsa birkaç saat sonra acıkabilir, öbür öğünü bekletmek ve abur- cubura izin vermemek daha uygun olacaktır. Yemek sırasında ne kadar sinirlenirseniz sinirlenin belli etmemeye çalışın. Dolu tabağı gayet sakin bir şekilde çocuğunuzun önünden alın ve gülümseyerek sohbetinize veya yapacağınız şeye devam edin. Yemeğini yemediği için çocuğunuzu cezalandırmayın veya yediği için ödüllendirmeyin. Yemeğini yemesi için ısrarcı olmayın, sözler vermeyin, masal veya hikayelerle dikkatini dağıtıp ağzına yemeği tıkmayın. Yemeklerin hepsini birbirine karıştırıp hızla yedirmeye çalışmayın. Bırakın sırasına kendi karar versin. Kendilerine ait yemek zevklerinin gelişmesine olanak tanıyın. Yemek sofrada yenir, elinizde tabak oda oda dolaşmayın. Hiçbir şey yemiyor bari bunu seviyor yesin diyerek, besleyici değeri olmayan, ancak çabuk doyuran gıdaları çocuğunuza yedirmeyin. ( yemekten sonra yenilen bir iki bisküvi, gofret veya şekeri bunun dışında tutabilirsiniz) Yemek işini inada bindirmeyin, bu yolla çocuğunuzun sizin üzerinde egemenlik kurmasına izin vermeyin. Yemek saatinde evde değilseniz, çocuğunuzu gördüğünüzde ilk sorunuz “yemeğini yedin mi?” veya “ne yedin bu akşam?” olmasın, çocuğunuzun diğer yaptıkları da sizi en az yemesi kadar ilgilendirsin. Ayrıca da can sıkıcı bir konu açarak günün geri kalan kısmında sıkıntı yaşamanız ikiniz açısından da kötü olacaktır. Çocuğunuzun yemeyle ilgili sorununu onun duyabileceği yerlerde başka kişilerle paylaşmayın, çocuğunuz bu olaydan iki şeklide etkilenir. Hem kendinin bile tam anlamıyla farkında olmadan yaptığı ilgi çekebilme işini yemeyerek başardığını algılar, hem de sizi üzmekten dolayı kendini kötü çocuk olarak hisseder. Zaman zaman da size kızdığında sizi cezalandırmak için yemeği kullanılır hale gelir. Unutmayın ki; iyi anne- baba olmak çocuğunuzu iyi gıdalarla beslemekten geçmiyor. Çocuğunuzla aranıza hiçbir şeyin- yiyeceklerin bile- girmesine izin vermeyin, açığı sonradan kapatılamayan tek şey sevgidir- güvendir. 25 iyi çay ? r i n e l m e nasıl d 26 su u k o k lahana ? r a k ı ç l ı nas ne ileütü taba temiz nı lenir? ... Ev İşlerinde Hayat Kurtaran Tüyolar 27 İSTER BİR İŞTE ÇALIŞIYOR OLSUN İSTER İŞİ SADECE EVİ OLSUN HANIMLARIN EV İŞLERİNDE YAŞADIKLARI SIKINTILAR HİÇ BİTMEZ. SANKİ BİR ÖNCEKİNİN BİTTİĞİNİ BİLİRMİŞ GİBİ HEMEN ARDINDAN BİR YENİSİ ÇIKAR SORUNLARIN. YA DA “ARTIK TAMAM HER İŞ BİTTİ, ŞÖYLE MİS GİBİ BİR KAHVEYİ HAK ETTİM” DEDİĞİNİZDE GÖZÜNÜZE TAKILI VERİR TELEVİZYONDAKİ TOZ BEZİ İZİ. VE BÖYLECE İŞ DÖNGÜSÜ TEKRAR BAŞLAR. FİNCANDA SOĞUYAN KAHVE DE ÇABASI… HAL BÖYLE OLUNCA HANIMLARIN EN KORKULU RÜYALARININ BAŞINDA GELİR ÇIKMAYAN LEKELER, ÜTÜNÜN BIRAKTIĞI SİYAH İZLER, TÜY BIRAKAN TOZ BEZLERİ, BİR TÜRLÜ DEMİ TUTMAYAN ÇAYLAR… PEKİ BÜTÜN BUNLAR GERÇEKTEN KABUS MU? YOKSA SAATLERCE TEMİZLEMEK İÇİN UĞRAŞTIĞIMIZ ÜTÜ TABANI İÇİN BİR ÇARE VAR MIDIR? ASLINDA HEPSİNİN BASİT BİRER ÇÖZÜMÜ VAR… ÜSTELİK DE YORULMADAN, FAZLA ZAMAN HARCAMADAN VE KAHVENİZİ SOĞUTMADAN… Ahşap Kapı ve Pencerelerdeki Ütü Tabanı İçin Diş Macunu mu? Lekeler Çıkmak Bilmiyorsa: O Eskidendi Eviniz daha ferah ve aydınlık görünsün diye kapı ve pencerelerinizi açık renge boyattınız. Veya beyazın asaletine kapılıp evdeki neredeyse tüm ahşapları beyaz yaptırdınız. Tüm bunları yaptırırken de aslında ne kadar da cesur bir karar vermiş olduğunuzun farkında değildiniz muhtemelen. Ancak zaman içinde en çok da ellerinizle temas halinde olan bu yüzeylerde lekeler oluşmaya başladı. Hele ki evde küçük çocuklarınız da varsa ve kalabalık bir aileyseniz bu süre eminiz ki bir hayli kısaldı. İşte o ne yaptıysanız çıkmayan el izleri için bir çözüm var aslında: Patates. Evet doğru okudunuz. Ortadan ikiye bölünmüş çiğ bir patatesi lekelerin olduğu yerlere yumuşak hareketlerle sürün. Hepsi bu kadar. Göreceksiniz ki lekeler yok olacak. Peki ahşaptaki lekeler sadece açık renkler için mi geçerlidir. Elbette ki değil. Eğer ahşaplarınız renkli ise onların temizliği için de kolay bir yol mevcut. Kaynar suyun içine iki yemek kaşığı çay koyun ve soğumaya bırakın. Daha sonra soğuyan bu karışımın suyu ile süngerinizi ıslatıp renkli ahşap kısımları silin ve ardından kurulayın. Lekeler gitti bile… Ütünüzün tabanına yapışıp kalan, ısındıkça kendine daha da fazla yer edinen kirler eminiz ki ütünün icadından beridir hanımların baş belasıdır. Bu sorunla başa çıkmak için de dönem dönem birçok yeni öneri çıkar karşımıza. Yer yer bu çözümler işe yarasa da ya zaman ister ya da ciddi bir kol kası. Diş macunu ile silmeler, karbonatla ovmalar ve daha neler neler… Ancak işinizi kolaylaştıracak öyle iki yöntem var ki ütünüzle aranızdaki savaşı bitirmeye kararlı. Bunlardan ilki zeytinyağı... Ütünüz sıcakken bir beze damlatacağınız birkaç damla zeytinyağı ile ütünün tabanını sildiğinizde karşınızdaki göz kamaştıran ışıltıya siz bile hayran kalacaksınız. Bir diğer vazgeçemeyeceğiniz yol ise sirke. Biraz pamuğu sirkeye batırın ve ütünüzün altını bu pamukla güzelce ovun. Bakın bakalım kirden iz kamış mı? Bembeyaz Porselen Fincanlarınız Çay ve Kahve Lekesinden Görünmüyorsa Özenle seçerek, bir sürü model arasından zar zor karar verip aldığınız fincanlarınızı kullanmaya korkar hale mi geldiniz? Arada bir çamaşır suyu ile ovsanız da bunu her zaman yapmanın da sağlıklı olmadığını düşünüyorsunuz muhtemelen. Haklısınız da. En kötüsü de bu lekeleri tam da misafirlerinize ikram yapacakken fark etmenizdir değil mi? Şimdi çamaşır suyu da kullanılmaz ki. Kokudan fincanın yanına yaklaşılmaz. O zaman çözüm yine doğal yöntemlerde. Fincanlarınızı birazcık tuz attığınız portakal veya limon kabuğu ile ovarsanız bu kötü görünümlü lekelerden o an kurtulmanız mümkün. Üstelik de kokusuz ve tamamen sağlıklı. Lahanayı Pişirdiniz. Peki ya Bütün Evi Saran Kokusu? Kapuska, dolma veya çorba… Lahana ile yapılabilecek ne kadar da çeşitli ve faydalı yemek var. Ama siz de birçok hanımefendi gibi pişirip pişirmeme konusunda tereddütlüsünüz. Çünkü o bütün evi hatta apartmanı saran kokudan ödünüz patlıyor. Haklısınız da. Kapıyı açıp da çocuklarınızı veya eşinizi içeriye buyur ettiğinizde mis gibi yemek kokularıyla karşılamak varken baskın bir lahana kokusu ile hoş geldin demek oldukça ürkütücü. Siz de bilim adamlarının bir an 28 Yoksa korktuğunuz başınıza mı geldi? Bu koku biraz önce doğradığınız soğanın elinize sinen kokusu olmasın? evvel kokusuz lahanayı keşfetmesini bekleyenlerdenseniz bizim size bir çözüm önerimiz var. Lahanayı pişirmek için tencereye koyduktan sonra içine birkaç parça ekmek atın. Böylece lahananın o baskın kokusunu çeken ekmek sizi bu dertten kurtaracaktır. Fakat yapacağınız yemeğin içinde ekmek parçacıkları görmek istemiyorsanız bunun kolay yolu da ekmekleri geçirgen bir kap veya tülbent benzeri bir şeyin içinde koymanız tencereye. Böylece hem lahana kokusundan hem de ekmek parçacıkları sorunundan aynı anda kurtulabilirsiniz. Ellerinizdeki Soğan Kokusu Bir Türlü Çıkmıyor mu? Mis gibi yemekler hazırladınız, tatlılar yaptınız ve mükellef bir sofra kurdunuz. Sonra da hazırladığınız bu harika masanın karşısına geçip misafirlerinizi veya ailenizi beklemeye koyuldunuz. İşte tam o esnada burnunuza bir koku gelmeye başladı: soğan kokusu. Evet evet çiğ soğan kokusu bu. Oysa sofrada da pişmemiş soğan yok ki. Yoksa korktuğunuz başınıza mı geldi? Bu koku biraz önce doğradığınız soğanın elinize sinen kokusu olmasın? O kadar da yıkamıştınız halbuki. Bu kadar güzel bir hazırlık yapmışken servis esnasında buran buram soğan kokularıyla mı yapacaksınız ikramlarınızı? Telaşlanmayın. Her problem gibi bunun da bir çözümü var. Hem de çok yakından tanıdığınız bir çözüm bu, her derde deva patates. Ama bu sefer haşlanmış olacak. İşte bu kadar. Ellerinizi haşlanmış patatesle ovun ve soğan kokusundan kurtulun. Ne Kadar Uğraşırsanız Uğraşın Çayınızın Tadı İstediğiniz Gibi Değilse Ne kadar aynı yöntemi uygularsanız uygulayın çayınızın tadı komşudaki gibi olmuyor. Oysa tıpkı onun gibi demliyorsunuz. Aynı marka çayı kullanıyorsunuz, olmuyor. Hatta marifet belki çaydanlıktadır diye gidip aynısından bir tane de siz aldınız, yine olmadı. Cam bardak farkıdır diye evdeki bütün porselen fincanları kaldırdınız, ince belli, ince kenarlı cam bardaklar aldınız ama nafile. Merak buyurmayın. Bunların hiç biri sizi sonuca götürmez. Ama doğru sonuca varacak yollar da yok değil elbette. Öncelikle tüm çay demleme yöntemlerini unutun ve önce çaydanlığınıza koyduğunuz suya doğru karar verin. Çünkü bu su iyi su olmalı. Yani içinde kireç, klor veya maden bulunmamalı. Suyunuz ne kadar tatlı olursa çayınız da o kadar tatlı olur. Çaydanlık seçiminiz de yaptığınız çayın lezzetinde söz sahibi. Çünkü çayla bizzat temas eden demlik kısmının malzemesi çayın tadını etkiliyor. Bunun için en doğru seçim porselen demlikler. Çünkü metal veya alüminyum demlik çayın lezzetini oldukça azaltıyor. Yemek yaparken ölçü olur da çay demlerken olmaz mı? Muhakkak olur. Her bir çay bardağı çay için bir çay kaşığı çay koymak gerekiyor demliğe. Bu istenilen dem kıvamı için ideal ölçü olacaktır. Malzemeden kısmamak adına fazla çay koymanın bir artısı olmadığı gibi çayınızın tadını acı yapacağı için sizi sonuçtan uzaklaştıracaktır. Çayınızı demledikten sonra çaydanlığın altını kısmalısınız. Çünkü demlikteki çayın kaynamadan yavaş yavaş demlenmesidir makbul olanı. Bu süre de maksimum on beş – yirmi dakikadır. Tüm bu aşamaları harfiyen yerine getirdiyseniz artık çayınızın lezzeti ile ilgili korkunuz kalmasın. Çünkü şimdi çayınız komşunuzunkinden bile daha lezzetli eminiz. Ama son olarak dikkat etmeniz gereken bir husus var ki bunu atlarsanız bütün emekleriniz boşa gidecektir. Demlediğiniz çayı yarım saat içinde tüketmelisiniz. En güzel tadın bu yarım saatte saklı olduğunu unutmayın. 29 30 Bahar KEYFİYLE GELİR YAZIN AŞIRI SICAKTAN, KIŞIN AŞIRI SOĞUKTAN DOLAYI MAHKUM KALIRIZ DÖRT DUVAR MEKANLARIN İÇİNDE. NE EVDEN ÇIKMAK İSTER CANIMIZ NE HAREKET ETMEK… OYSA BAHAR ÖYLE Mİ? DAHA KAPIDAN GÖRÜNÜR GÖRÜNMEZ İÇİMİZDE BİR KIPIRDANMA, BİR CANLANMA BAŞLAYIVERİR. KENDİMİZİ SOKAKLARA, PARKLARA, BAHÇELERE ATMAK İSTEĞİ KARŞI KONULAMAZ BİR ŞEKİLDE GİRİVERİR İÇİMİZE. Çocuk seslerine karışmış kuş seslerinin hayali daha da dayanılmaz yapar içimizdeki coşkuyu. Bahar bütün enerjisi ile doğaya çağırır bizi… 31 Piknik setleri yıkanmak üzere alır tezgahtaki yerini… Şişler, ızgaralar son temizlikler için bir bir atılır kaynar suların içine… E öyle ya, mis gibi bahar havasında mis gibi mangal kokusu olmadan olur mu? Hemen başlar akıllarda planlar. Geçen sene gidilen piknik alanları gözden geçirilir, arasından en çok beğenileni canlanır hafızalarda. Sonra da başlar hazırlıklar. Örtüler çıkar saklandıkları çekmecelerden… Salıncak için geçen bahardan özenle korunmuş olan urgan koyulduğu dolaptan ayrılır… Piknik setleri yıkanmak üzere alır tezgahtaki yerini… Şişler, ızgaralar son temizlikler için bir bir atılır kaynar suların içine… E öyle ya, mis gibi bahar havasında mis gibi mangal kokusu olmadan olur mu? Bütün bu hazırlıklar, piknik alanına gidince yapılacaklar, yılların piknikçileri tarafından gözü kapalı yerine getirilir muhakkak. Ama bu keyfi yeni keşfedenleri veya keşfedecek olanları da unutmamak gerek. Eee piknik organizasyonu deyip geçmemek lazım ne de olsa. Bunun olmazsa olmaz zeytinyağlıları var, önceden mangal için hazırlanmış, soslanmış etleri var, sonra o mangalı yakmanın püf noktaları var... Kısacası kendine has bir tarzı ve kuralları var. Velhasıl bu keyfi isteyen herkes layığı ile yaşayabilsin diye bizim de size küçük tüyolarımız var. Yeni Başlayanlar İçin Pikniğin Olmazsa Olmazları: Önce Demirbaşlar; 1. Mangal 2. Mangal Kömürü 3. Küçük tahta paçaları 4. Küçük Tüp 5. Izgara, şişler, maşa 6. Yelpaze (Ateş için) 7. Çıra veya jel tutuşturucu 8. Çaydanlık 9. Çay bardağı, çay kaşığı 10. Büyükçe bir kilim Eğer tüm yenilip içilecekleri piknik alanında hazırlayacaksanız; 1. Kesme Tahtası 2. Bıçak 3. Çatal, kaşık 4. Tabaklar ve büyük karıştırma kapları Ve en lezzetli kısım; 1. Et (Et, tavuk, sucuk, köfte, sosis…vs.) 2. Izgaralar için soslar (ketçap, mayonez, hardal vs.) 3. Salata malzemeleri (domates, soğan, vs.) 4. Patlıcan közlemeden olmaz 5. Sarımsaksız da olmaz 6. Zeytinyağı, nar ekşisi, limon 7. Ekmek, lavaş, vs. 8. Çay 9. Şeker 10. Su ve diğer içecekler (kola, ayran, vs.) 5. Alüminyum folyo 6. Çakmak 7. Çöp torbası Yardımcı malzemeler: 1. Peçete, ıslak mendil 2. Gazete 3. Sıvı sabun 4. Sonrasında temizlik için deterjan ve sünger Kömürleri yerleştirmeye başlamadan önce mangalın zeminine folyo sermenizde fayda var. Çünkü böylece serdiğiniz folyo, hem ateşin ısısını koruyacak hem de daha sonrasında mangalınızın kolay temizlenmesini sağlayacaktır. Bütün götürülecekleri hazırladıysanız işin büyük kısmını hallettiniz demektir. İşin bundan sonraki kısmı biraz daha beceri işi. Malum mangal yakmak başlı başına bir sanat. 32 Piknik için bütün götürülecekleri hazırladıysanız işin büyük kısmını hallettiniz demektir. İşin bundan sonraki kısmı biraz daha beceri işi. Malum mangal yakmak başlı başına bir sanat. Sırada yerleştirme işlemi var: tahta ve kömürleri mangalın zeminine yerleştirin. Tahta parçalarını mangalın ortasına piramit şeklinde dizin. Bu sayede mangalınızın kolay tutuşmasını sağlayabileceksiniz. Daha sonra tahta piramidinizi kibrit veya çakmakla tutuşturun. Bu işlem esnasında jel tutuşturucu kullanıp hem daha hızlı hem de daha sağlıklı sonuç alabilirsiniz. Tahtalar da tutuştuktan sonra kömürlerin kor haline gelmesini bekleyin ve daha sonra kor haline geldiğinde kömürleri mangala yayın. İşte mangalınız emrinize amade… Eti Doğru Seçmek De Doğru Pişirmek De Önemli Nasıl günlük hayatta yapacağınız yemeğin türüne göre kullanacağınız etin özelliği değişiklik gösteriyorsa mangalda pişireceğiniz etin de ızgaraya uygun olup olmadığı önemlidir. Eğer tercihiniz dana veya kuzu etinden yana olacaksa etinizde en çok dikkat etmeniz gereken özellik parlak kırmızı renkte olması. Ayrıca etinizin yağı da beyaz ya da krem renkte olmalıdır. Bu özellikler etin taze olduğuna işarettir. Bu arada piknik için alışveriş yaparken et alımını en sona bırakmanızda fayda var. Etlerin bozulma ihtimali olduğunu unutmamak gerekir. Peki hangi etin neresi tercih edilmeli mangal için? Dana pirzola, dana biftek, dana antrikot, dana şiş mangalda pişirmek için oldukça uygundur. Eğer dana yerine kuzu tercih edecekseniz; kuzu kaburga, kuzu külbastı, kuzu pir- zola ve kuzu şişlik kuşbaşı da mangal için ideal etler arasındadır. Tercihiniz beyaz etten yana olacaksa tavuk kanat, tavuk göğüs, tavuk pirzola da mangalda pişirebileceğiniz beyaz etler arasında yer alır. Bunların yanında dana veya kuzu etinden çeşitli baharatlar ile hazırlanmış köfteler de yumuşak ve lezzetli tadı ile bir diğer mangal alternatifi olabilir. Ancak öyle bir tat var ki mangalı yakıp da onun tadına bakmazsak o piknik, piknik sayılmaz. Elbette ki sucuk… Son olarak daha hafif bir mangal keyfi yaşamak isteyenler için en doğru seçim ise balık olacaktır. 33 Eğer eti çatalla çevirirseniz, içindeki suyu ateşe akar ve etin tüm lezzeti gider. Et pişirirken en çok dikkat edilmesi gerekenlerin başında etin suyunun içinde kalması gelir. Hangi eti günün menüsüne koyacağınıza karar verdiyseniz sıradaki adımımız bu seçimi nasıl en lezzetli hale getireceğiniz. Öncelikle ister kırmızı ister beyaz olsun eti pişirme esnasında çevirmek için ne kullandığınız oldukça önemli. Çünkü eğer eti çatalla çevirirseniz, içindeki suyu ateşe akar ve etin tüm lezzeti gider. Et pişirirken en çok dikkat edilmesi gerekenlerin başında etin suyunun içinde kalması gelir. Bu yüzden de en doğru yöntem bu iş için bir maşa kullanmak olacaktır. Mangalınıza yerleştirdiğiniz et türevi eğer köfte ise burada lezzetin sırrı köfteleri sık çevirmekten geçiyor. Ne kadar sık çevirerek pişirirseniz o kadar leziz olacaklardır. Kırmızı et ya da beyaz et ürünlerinde ise eğer parça et kullanacaksanız pişirmeden önce uzunca bir süre terbiyede kalması tadının çok daha güzel olmasını sağlayacaktır. Özellikle kırmızı et terbiyelerinin 12 saat, beyaz et terbiyelerinin de 6 saat bekletilmesi halinde etleriniz piştikten sonra hem çok lezzetli hem de yumuşak olacaktır. Mangaldaki tercihiniz eğer balıktan yana olacaksa pişireceğiniz zaman balığı tere- yağı ile ovmak ardından ızgarada pişirmek hem lezzetli hem de iyi sonuç almanızı sağlayacaktır. Ortada hazır yanmış bir mangal varsa, köz de kıvama gelmişse bu organizasyonu biraz daha lezzetlendirmenin bir diğer yolu da közlenmiş sebzelerdir muhakkak. Patlıcan, patates, biber, domates, sarımsak, soğan, mantar… Bu saydığımız sebzelerin közlenmesi esnasında en önemli husus kabuklarının soyulmayacak olmasıdır. Ayrıca bu közleme işlemini alüminyum folyoya sararak yaparsanız sebzelerin sularının da içlerinde kalmasını sağlamış olursunuz. Bu da lezzeti katmerlendirir. Gelelim Şu Etlerin Marine İşine Hangi eti kullanacak olursanız olun bir gerçek var ki doğru terbiye veya marine edildiğinde tadına tat katmış olursunuz. İşte bunun için size birkaç marine notu: İlk marinemiz için malzemelerimiz: Bir adet soğan, yarım bardak süt ve bir dal da biberiye… Önce soğanı rendeleyip suyunu çıkaralım. Daha sonra bu suyu yarım bardak sütümüz ve biberiye ile karıştırıp etimize bir güzel yedirelim. Buzdolabına kaldıracağımız bu terbiyenin bekleme süresi ortalama sekiz saat. Yani bu hazırlığı piknikten önceki gece yapmanız gerekecek. Bir diğer marine şekli de özellikle kuzu eti sevenler için ideal. Dövülmüş sarımsak, 1 çorba kaşığı salça (domates), bir çorba kaşığı pul biber, birkaç damla limon, bir çay kaşığı kadar limon kabuğu rendesi, bir adet soğan rendesi ve 2 çorba kaşığı kadar da yoğurt bizim için yeterli olacaktır. Bütün bu malzemeleri bir güzel karıştırdıktan sonra etimize iyice yediriyoruz. Daha sonra buzdolabında 1 saat kadar bekletiyoruz. Afiyet olsun… Yemek faslı böylelikle tamamlandıktan sonra sıra pikniğin en keyifli anlarına gelir. Yani demlediğiniz çaydan bir bardak alıp, şöyle arkanızı bir ağaca yaslayıp, ayaklarınızı uzatıp yediklerinizi hazmederken etrafı seyredip baharı doya doya içinize çekme zamanına… 34 fındıklısı, fıstıklısı, hatta üzümlüsü… ÇİKOLATANIN BİNLERCE YILDIR SARSILMAYAN TAHTI Kakao tüccarı, Vera Cruz medeniyeti, Meksika, M.S. 300-900 Kakao ve çikolatanın tarihinin yaklaşık 4000 yıl geriye gittiğini biliyor muydunuz? Ya da kakaonun Maya ve Aztek kültürlerinde para birimi olarak önemli bir rol oynadığını? Kakao ve çikolata gibi zengin ve ilginç bir hikayesi olan çok az besin maddesi vardır. Aynı kahve gibi, kakao çekirdeğini de Latin Amerika’da Kolomb öncesinde kurulmuş medeniyetlerden miras aldık. Hernando Cortés kakaoyu ilk defa Avrupa’ya ihraç ettiğinde ve kakao kullanarak çikolatalı içecek yapmayı öğrendiğinde, bu oldukça ilgi uyandırdı: bazıları için ilahi, diğerleri için inanca aykırı. Bugün bile, kakao ve çikolata halen bir gizem ve lüks havası yaymaktadır. Biraz tarih bunun nedenini anlamamıza yardımcı olabilir. 20. yüzyılın başına kadar, çikolata zengin ve ünlülerin özel ayrıcalığı olarak kaldı. Çikolata, kakao ve şeker fiyatlarının çok yüksek seyretmesi sebebiyle 19. yüzyılda pahalı bir yiyecek maddesi olmayı sürdürdü. Çikolata üreticileri için, çikolata pazarının büyümesi sadece yüksek gelir grubunun büyümesiyle gerçekleşebilecek bir şeydi. 35 1900’ler civarında, çikolatanın iki ana maddesi olan kakao ve şekerin fiyatları çok büyük ölçüde düştü. Ayrıca, kakao ticaretinin serbestleştirilmesi ve kakao üzerindeki devlet vergilerinin kalkması kakao ve çikolatanın artan bir biçimde demokratikleşmesine öncü oldu. Sonuç olarak, on yıl içerisinde, çikolata, 20. yüzyılın ilk yarısında gittikçe artan sayıda orta sınıf tüketici için uygun fiyatlı bir ürün haline geldi. İtalya’da, ünlü bir makarnacı ailenin akrabası olan Francesco Buitoni 1907’de kendi çikolata faaliyetine başladı. 1922’de İtalyancada öpücükler anlamına gelen meşhur baci’yi icat etti ve pazarladı. Bunlar gümüş kağıda sarılı bir aşk mesajı içeren küçük çikolatalardı. Çikolata ve romantizm el ele ilerliyordu. 20. yüzyılın başı, bütün Avrupa ve ABD’de çikolata üretiminin sanayileşmesinde yaşanan büyük patlamanın habercisi oldu. Belçika gibi ülkeler 1910’da 2200 kişiye istihdam sağladı, bu rakam daha sonra 1937’de 6180’e çıktı. Bu üretim hacmindeki artışı açıkça gösteren bir gelişmeydi. 1920’lerde Belçika’da gerçekleştirilen icatlardan biri de tablet çikolataydı. Tüm Avrupa’da 150 gramlık çikolata tabletleri en çok satılan ürün oldu. Belçika, tabletin boyutunu daha sonraları pek çok yabancı üreticinin kullanmaya başlayacağı gramaj büyüklüğü olan 30-45 grama kadar azaltarak, çikolataya tablet şeklini veren ilk ülkedir. Tablet çikolata oldukça zevkli ve kişiye özel bir deneyim için popüler, uygun fiyatlı bir tatlı oldu. Üçüncü bir büyük icat (yine Belçikalı) Callebaut®’nun sahiplerinden biri olan Frans Callebaut tarafından yapıldı. Kuvertür (kuvertür; yüksek kakao yağı/süt yağı içeriğine sahip, genellikle uzmanların kullandığı bir çikolatadır) üretmenin ve stoklayıp, sıvı halinde nakletmenin bir yolunu buldu. Bu devrim niteliğindeki süreç çikolatanın ilk önce kalıplarda ya da tabletlerde katılaştırılması gerekliliğini ortadan kaldırdı ve doğrudan üreticilere dağıtılmasını sağladı. Bu aynı zamanda çikolatanın üretim maliyetini azalttı ve kahvaltılık mısır gevreği, tereyağlı ekmek dilimleri, dolgu kalıplar, çubuk şekerler gibi yeni bir dizi besinle entegrasyonunu mümkün kıldı. Tarihçiler iki savaş arasındaki yıllarda ve sonrasında, çikolatanın yumurta ve ete göre kilo-kalori başına en ucuz besin olduğunu belirtmektedir. Pek çok işçi bu yüzden tablet çikolatayı, ağır işlerde kaybettikleri enerjiyi yeniden kazanmalarını sağlayan lezzetli ve çok uygun bir besin olarak gördü. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, çikolata yavaş ama emin adımlarla Orta Avrupa’da ve ABD’de yeni bir statü kazandı, ciddi bir tehditten kitlelerin tükettiği bir besine dönüştü. I. Dünya Savaşı’ndan önce, Avrupa’daki işçi sınıfı çikolatayı sadece Noel ve doğum günleri gibi özel ve nadir gerçekleşen etkinliklerde tadıp keyfini çıkarabiliyordu. Düşük gelir düzeyi ve yüksek çikolata fiyatları, çikolatayı halen lüks bir ürün yapıyordu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra maliyet etkinliğini artırarak Belçika’nın başını çektiği çikolata üretiminde yeni bir endüstrileşme ve otomasyon dalgasıyla birlikte bunların tamamı değişti. 36 Kakao ve çikolata üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ortalama kakao ve çikolata tüketiminin bir sürü muhtemel faydasını çoktan gün yüzüne çıkardı. Çikolata ürünleri geliştirme çalışmalarında bir patlama yaşanmıştı. Geliştirme faaliyetleri artık sadece içecekler ve pralinlerle sınırlı değildi, içi boş figür, çubuk şeker, doldurulmuş yumurta, trüf, bisküvi, çubuklu dondurma, ekmek ve kahvaltı çöreği gibi neredeyse sonsuz sayıda yeni olasılıklar geliştirilmişti. II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar, işçiler, memurlar ve yüksek gelir gruplarına mensup kişiler arasında çikolata tüketim miktarları bakımından farklar hemen hemen kaybolmuştur. İşçi sınıfı çikolatayı tablet ve gofret halinde tercih ederken, yüksek gelir grupları pralinlerin cazibesine kapılmaktadır. Çikolatanın düşük ve orta gelirli ailelere başarılı şekilde ulaşmasının başlıca sebebi, yalnızca çikolata ürünlerinin 1930’larda ve 1940’larda ucuz fiyata satılması değildi. Tarihçiler iki savaş arasındaki yıllarda ve sonrasında, çikolatanın yumurta ve ete göre kilo-kalori başına en ucuz besin olduğunu belirtmektedir. Pek çok işçi bu yüzden tablet çikolatayı, ağır işlerde kaybettikleri enerjiyi yeniden kazanmalarını sağlayan lezzetli ve çok uygun bir besin olarak gördü. Ancak genel kanıya göre de çikolatanın güçlendirici etkileri vardı, lüks ürün kategorisinden uygun fiyata geçmesi onu oldukça cazip hale getirdi. Çikolata pazarındaki büyük artış II. Dünya Savaşı ve 1980’ler arasında gerçekleşti. Günlük diyet alışkanlıklarıyla tüketim git gide daha çok entegre olmaya başladı. Yeni çıkan ürünlerle çikolata aynı zamanda yeni ve besleyici gıda maddeleri arasında takdire şayan bir lezzet oldu. 1990’lardan itibaren pek çok tüketici, yiyeceklere karşı seksenlere göre daha dengeli ve aklı başında bir tutum göstermiştir. Sağlığımız ne yediğimizle çok yakından ilgili hale gelmiştir. Oysa seksenli yıllar, diyetimizden her tür şeker ve yağı çıkarmak ve onları yasaklamaktan ibaretti; doksanlı yıllar bunları geriye koydu ancak orta karar ve çoğunlukla saf ve doğal halde olmaları gerekiyordu: organik, koşer ya da %100 bitkisel çikolata üretildi. Büyük değişiklik doksanlarla birlikte başladı, yiyecekten zevk almak ve sağlıklı beslenmek aynı derecede önemli addedildi. Bu çikolatanın niye popüler kaldığını açıklıyor: Çikolata milyonlarca insana büyük keyif ve zevk verdi ve kararında tüketildiğinde saf ve sağlıklı olduğuna karar verildi. Doksanların sonu ve 21. yüzyılın başı çikolataya yeni bir soluk getirdi. Dünya çapında git gide artan sayıda tüketici artık, aktif bir şekilde sadece lezzetli değil aynı zamanda sağlıklarına ve bedenlerine bazı işlevsel faydalar taşıyan ürünleri arıyor. Kakao ve çikolata üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ortalama kakao ve çikolata tüketiminin bir sürü muhtemel faydasını çoktan gün yüzüne çıkardı ve bununla kalmayıp daha fazlasının da açıklanması bekleniyor. Belki de İspanyol doktorlar ve 17. yüzyıldaki geçmiş bilim adamlarının kakao çekirdeği ve çikolatanın beslenme ve sağlık açısından faydalarıyla ilgili söyledikleri doğruydu. Burça YILMAZ MERCAN Cocoas Chocolat – Firma Sahibi 37 38 Baharda balkon keyfiniz tam olsun diye BAHAR GELSİN, SAKSILARINIZ RENKLENSİN 39 Baharın keyfini sürmek için çok uzak hayallere gerek yok. Balkonunuzu süslemeye dünden razı saksılar, hepsi ayrı bir tonla evinizi renklendirmeye hazır çiçekler emrinize amade. Bahar demek; yemyeşil ağaçlar, her rengini aynı anda görebildiğimiz çiçekler, mis gibi bir hava ve elbette bütün bunların keyfini çıkarmak demek. Bu keyif ister balkonunuzda bir bardak demli çay olsun, ister o çayı bir ağaç gölgesinde yudumlamak olsun başka bir şeyle değişilmez. O yüzden de bir yerlerde baharın küçük de olsa böylesine keyif kattığını bilip de büyük şehirlerin beton binalarına bakmaya devam etmek de ayrı bir eziyettir. Peki aslında bu küçücük mutluluk zamanları için illa ki kilometrelerce yol tepmek, bir ağaç gölgesi bulmak için saatlerce vakit harcamak ve hatta belki de tek dal çiçek göremeden geri dönmek midir yapılması gereken? Bu kadar zor mu? Değil tabii ki. Ne demişler sen mutluluğa gidemiyorsan, mutluluğu kendine getir. Bunun için de balkonunuzu süslemeye dünden razı saksılar, hepsi ayrı bir tonla evinizi renklendirmeye hazır çiçekler emrinize amade. Öyleyse siz ufak ve eğlenceli bir alışverişe çıkmadan evvel size bu konuda birkaç küçük tüyo verelim: Hangi malzemelere ihtiyacınız olacak, bu mevsim hangi çiçek tercihi daha sağlıklı olur, bu dikim işleminin bir yolu yordamı var mıdır?.. Doğru Yere Doğru Çiçek Seçimi: Türlerine göre bitkilerin uygun sıcaklık, uygun toprak ve uygun ışık özellikleri farklılık gösterir. Bu yüzden de çiçeklerinize karar vermeden ve dikmeden önce bitkinin uygun ortam koşulları hakkında bilgi almanızda fayda var. Bunlar arasında size ilk lazım olan bilgi ise bitkinin ışık isteyip istemediği, yani gölgede yetişip yetişmediği konusu. Çünkü eğer çiçeklerinizi balkonunuz için düşünüyorsanız ve güneş sevmeyen bir tür seçmişseniz sonuç sizi istediğiniz başarıya ulaştırmayacaktır. Bir diğer önemli husus da çiçeğinizin toprağıdır. Genel bir bilgi olarak çiçekler genelde geçirgen toprakta daha sağlıklı büyürler ve uzun ömürlü olurlar. Toprak seçimi yaparken, geçirgen özellikli, torf ile dere mili karışımı olan topraklar tercih edilmelidir. Tınlı olmayan bir toprak bitkilerinizin hoşlanacağı bir toprak olmayacaktır. En Önemli Seçimlerden Biri Saksı Seçimi: Çiçekleriniz balkonunuzu süsleyecekler ise muhakkak ki saksıda yetiştireceksiniz. Bu durumda toprak seçiminiz kadar saksı seçiminiz de önem kazanacak. Satın alacağınız 40 kadar su sevdiğini öğrenmiş olmanız şart. Çünkü bazı bitkiler neredeyse suyun içinde yüzmekten hoşlanırken, bazıları için hafif bir nem bile yeterli olabilir. Sulamada dikkat etmek gereken noktalardan biri de gün içinde sulayacağınız zamanın doğru olmasıdır. Sulama işlemini akşam saatlerinde veya gece yapmanız en sağlıklı olanıdır. Çünkü buharlaşma olayı gece daha az olacağı için bitkinin ertesi gün nemli kalma süresi uzayacaktır. Hangi Ayda Hangi Çiçek? Tıpkı yeri, toprağı, saksısı, sulaması gibi bitkilerin dikilme zamanları da aylara göre değişiklik göstermektedir. Kışın dikilmesi gereken bir çiçeği bahar veya yaz aylarında dikmeniz halinde sonuç büyük ihtimalle hüsran olacaktır. Bu sebeple de çiçeğinizi diktiğiniz mevsimin veya ayın buna uygun olması şart. Baharın müjdecisi olan Mart ayının çiçekleri Fulya ve Nergis. Eğer çiçeklerinizi sonbahar veya kış aylarında tohumdan yetiştirmeye başladıysanız onları saksıya almak için en uygun ay da yine Mart ayı. Mis gibi kokan çiçeklerin ayıdır Mayıs. En ufacık esintide bile her yanı saran iç açıcı kokuları ile de nasıl bu kadar canlı ve güzel olduğuna hayran kaldığımız renkleri ile de bizi mest etmek için hazırdırlar. saksının kesinlikle dibinin delikli olmasına dikkat etmelisiniz. Çünkü bitkinin fazla suyunu dışarıya atabilmesi gerekir. Aksi takdirde bitkilerinizin kökleri çürüyebilir veya aşırı ıslaklıktan hastalanabilirler. Bir diğer dikkat etmeniz gereken husus ise saksınızın ebadı. Çok küçük bir saksı kökleri rahat ettirmeyeceği için büyümesini de engelleyecektir. Eğer yeniden saksı almayıp evdekileri değerlendirecekseniz ve onların da altı delik değilse ve delinemeyecek gibiyse bunun da çözümü var. Saksınızın tabanına çakıl taş- ları koyabilirsiniz. Daha sonra içine koyacağınız daha küçük, delikli bir saksının içindeki çiçeğiniz böylece istediği ideal ortama sahip olacaktır. Doğru Sulama da Dikim Kadar Önemli Her çiçeğin istediği su oranı da sıklığı da farklıdır elbette. Ancak yine de genel ve önemli birkaç tavsiyeye uymakta fayda var. Mesela kış veya yaz mevsimine göre çiçeğe verilen su miktarı farklılık göstermektedir. Oldukça sıcak geçen yaz aylarında su saksının altından çıkacak kadar, yavaş yavaş ve üstten sulama yapılmalı. Kış aylarında ise sistem aynı fakat verilen su miktarı saksının dibinden çıkmayacak şekilde ayarlanmalı. Sulama zamanının sıklığı da oldukça önemlidir. Bunun için “haftada” veya “şu kadar günde” diye bir zaman belirtmek ise oldukça yanlıştır. Çünkü her toprağın suyu tutuşu ve her çiçeğin istediği su miktarı değişmektedir. Bunun için gerekli süreyi ise bitkinizin toprağını kontrol ederek siz ayarlayabilirsiniz. Ama bunun için bitkinizin ne Nisan ayı içinse en uygun çiçeklerden biri baharın olmazsa olmazı papatyalar ve ıtırşahi çiçeği. Bunların yanında maci, çiçekli çarkıfelek, zambak, teşbih çiçeği, aynısefa, pembe düğün çiçeği, yer açelyası da bu ay dikilmesi halinde kısa bir süre sonra size bir renk cümbüşü yaşatmayı vaat ediyor. Mis gibi kokan çiçeklerin ayıdır Mayıs. En ufacık esintide bile her yanı saran iç açıcı kokuları ile de nasıl bu kadar canlı ve güzel olduğuna hayran kaldığımız renkleri ile de bizi mest etmek için hazırdırlar. Morun en güzel tonlarından birine sahiptir sümbül. Üstelik kokusu da rengini gölgede bırakacak kadar iddialıdır. Ya laleler… Pembesiyle, beyazıyla, kırmızısıyla, sarısıyla bizi bir çiçek tarlasının ortasına götürmezler mi adeta? Bu asil çiçeklerin de zamanı mayıstır yine. Peki ya dünyada bir eşine daha rastlanmayan o enfes kokusuyla nergise ne demeli? Sarı ile beyazın en güzel birlikteliklerinden biridir nergisler… Ve mayıs onların da ayıdır. Öyleyse geriye bir tek şey kalıyor Baharın tüm güzelliklerini en cömert hali ile bize sunduğu bu ayların keyfini sürmek için çiçek bahçesine dönüştürdüğünüz balkonunuza çıkıp hoş kokulu ve rengarenk çiçekler arasında bir bardak sıcak çay eşliğinde mis gibi baharı içinize çekmek… 41 gelecek 42 Yrd.Doç.Dr. Ç.Tuba Günebak Beslenme ve Diyet Uzmanı DAHA GENÇ VE SAĞLIKLI GÖRÜNMENİN SIRRI ANTI-AGING VE BESLENME Doğru beslenerek yaşlanmayı yavaşlatmak mümkün mü? Yaşlanma, bir organizmadaki tüm hücrelerin zamanın etkisi ile yapısal ve işlevsel olarak değişime uğramasıdır. Bu değişiklikler arasından bazıları gözle görünürdür; vücut postürünün değişmesi, derinin elastikiyetinin azalması, kırışıklıkların oluşması gibi… Günümüz çalışmaları göstermektedir ki; yaşlanma ile birlikte kromozomların ucunda yer alan, herhangi bir genetik bilgi taşımayan, hücre bölünmesi sırasında kromozomların aşınmasını önleyen telomerlerin boyları kısalır. Te- Doğru ve sağlıklı beslenme ile hücre bölünmesinin durmasını önleyebilen yaşlılık karşıtı (ati-aging) hamleler mümkündür. Yani, olduğumuzdan çok daha genç görünebilir ve hissedebiliriz. Peki, ne yapmalıyız? lomerler çok kısalınca hücre bölünmesi durur, yani hücre ölür. Doğru ve sağlıklı beslenme ile telomer boyunun kısalmasını önleyebilen yaşlılık karşıtı (ati-aging) hamleler mümkündür. Yani, olduğumuzdan çok daha genç görünebilir ve hissedebiliriz. Peki, ne yapmalıyız? İşte birkaç öneri: Birçok çalışmada D vitamini düzeyinin yüksekliği ile telomer uzunluğu arasında doğru orantı olduğunu gösterilmektedir. Bu da D vitamini düzeyi yeterli olan bireylerin diğerlerinden daha geç yaşlandıkları anlamına gelir. Türk toplumu D vitamini 43 yetersizliğine yatkın bir toplumdur. Dolayısıyla, yapılması gereken her yıl D vitamini düzeyinizi kontrol ettirip, gerekiyorsa, doktor kontrolünde destek almanız ve her gün güneşten doğrudan faydalanabilecek (cam arkasından değil) imkan oluşturmaktır. Antioksidant vitaminlerin yeterli miktarda alımının da telomer uzunluğunu etkilediği, yaşlanma sürecini geciktirdiği bildirilmiştir. Bu durum, telomerlerin oksidatif strese duyarlı oluşları ile açıklanmıştır. Buna ek olarak, enflamasyon oksidatif stresi indükler ve telomer sağlığından sorumlu olan enzimin düzeyini düşürebilir. Astaxantin oldukça kuvvetli bir antioksidanttır. Astaxantine ulaşmanın en efektif yolu krill yağı alımıdır. Yaşlanma ile ilişkili diğer antioksidantlar A, C, E vitaminleridir. Bu vitaminlere ulaşabilmek için her gün taze sebze ve meyve (özellikle koyu yeşil yapraklı sebzeler (ıspanak, kale, pazı gibi), mercimek, papaya, kırmızı biber, domates, kayısı, brüksel lahanası, maydanoz, brokoli, kuşburnu, erik, hünnap, çilek, kivi, portakal, kavun, greyfurt (düzenli ilaç kullananlar tüketmemelidir) tüketimine özen gösterilmeli ve birkaç adet yağlı tohum (badem, ceviz, yer fıstığı) tüketilmelidir. Yaşlanmayı geciktiren bir diğer önemli vitamin ise koenzim Q10’dur. Bir yandan DNA hasarından korur, bir yandan da kalp ve kas sağlığı için gereklidir. Koenzim Q10 kaynakları; az yağlı kırmızı et, yer fıstığı, brokoli, karnabahar, somon balığı ve ringadır. Yaşlanmayı geciktiren bir diğer besin ögesi omega-3 yağ asitleridir. Omega-3 yağ asitlerine doğal yollardan ulaşabilmek için somon balığı, levrek gibi yağlı balıklar düzenli olarak tüketilmelidir. Polifenollerden zengin besinlerin tüketilmesi de anlamlı fayda sağlar. Bunlar da antioksidant etkisi olan doğal bileşiklerdir. Polifenollere ulaşabilmek için üzüm ve yeşil çay tercih edilebilir. B vitaminlerinden özellikle folat ve B12 vitamini düzeyinin (kanda) yeterli olması ve bu vitaminlerden zengin beslenme de öneriler arasındadır. Telomer uzunluğu, DNA metilasyonu, kan üretimi ve sinir sistemi açısından önemli etkileri olan vitaminlerdir. Folat (folik asitin aktif formu) ve B12 vitamini düzeyleri yeterli olan bireylerin kan homosistein düzeylerinin de normal olduğu ve bunun da telomere sağlığını etkilediği saptanmıştır. B12 vitamininin tek kaynağının hayvansal kaynaklı besinler (et, süt, peynir, yumurta) olduğu unutulmamalıdır. Yaşlanmayı geciktiren besinlerden biri de omega-3 yağ asitleridir. Omega-3 yağ asitlerine doğal yollardan ulaşabilmek için somon balığı, levrek gibi yağlı balıklar düzenli olarak tüketilmelidir. Folik aside ulaşabilmek için, kuru baklagillere (mercimek gibi), koyu yeşil yapraklı sebzelere, kuşkonmaza, brokoliye, yumurtaya, domates suyuna günlük beslemenizde yer verebilirsiniz. Zerdeçalın, hem yaşlanma sürecini yavaşlattığı hem de kanserden (özellikle melanoma) koruyucu etkisinin olduğu saptanmıştır. Bağırsak sağlığının korunması ve geliştirilmesi de yaşlanmanın geciktirilmesi bağlamında önemli bir hamledir. Bağırsak sağlığı bağışıklık sistemi ve anti-aging mekanizma ile yakından ilişkilidir. Bağırsak sağlığının geliştirilmesi açısından probiyotik veya sinbiyotik besinlere (probiyotik yogurt, kefir gibi) günlük beslenme örüntüsünde yer verilmeli, posadan zengin (tam tahıllı besinlere, kuru baklagillere, kabuğuyla yenebilen meyvelere yer vererek) beslenmelidir. Yaşlanma sürecinde olumlu etkisi olduğu bildirilen bir diğer besin ögesi ise magnezyumdur. Hem DNA bütünlüğünün korunması hem de hücre hasarına sebep olabilen oksidatif stresin kontrol altına alınması anlamında fayda sağlar. Tüketilmemesi önerilen besinler ise işlenmiş besinler, basit şeker içeren besinler, kimyasal katkı maddeleri içeren besinlerdir. Her gün en az 8 su bardağı su içilmeli ve, ince bağırsaklarımızın emilim kapasitesinden dolayı, içilecek miktar gün içine dağıtılmalıdır. Bu süreçte düzenli egzersizin de faydası unutulmamalı ve her hafta toplamda en az 150 dakika fiziksel aktivite yapmaya çalışılmalıdır. Gençliğinizin perçinlendiği sağlıklı, mutlu, keyifli günler dilerim… 44 KIŞ BİTTİ ŞİMDİ SIRA CİLDİMİZE BIRAKTIĞI İZLERİ SİLMEKTE OLDUKÇA ÇETİN GEÇEN BİR KIŞIN ARDINDAN KENDİNİ KORUMAK İÇİN OLDUKÇA FAZLA MÜCADELE VEREN CİLDİMİZ BİR HAYLİ YORGUN DÜŞTÜ. BU SOĞUK AYLARDA KURUYAN, SOYULAN CİLDİMİZİ ARTIK CANLANDIRMA ZAMANI GELDİ. ÖYLE YA BAHAR TÜM CANLILIĞI İLE HAZIRLANMIŞ BİZİ BEKLERKEN AYNI ÖZENİ BİZİM DE KENDİMİZ İÇİN GÖSTERMEMİŞ ŞART. BUNUN İÇİN EN GÜZEL ÇÖZÜMSE YİNE DOĞAL YÖNTEMLERDE SAKLI… Önce Cilt Tipinizi Belirleyelim Bu işlem aslında birçoğu gibi evinizde de analiz edebileceğiniz kadar basit. Sonuçta bu ten size ait ve onu en iyi tanıyan da yine sizsiniz. Cilt tipinizi belirlemek için yapmanız gereken şey oldukça kolay aslında. Sabah kalktığınızda temiz bir kağıt mendil ile yüzünüzü silerek cildinizin tipini öğrenmeniz mümkün. Eğer kuru bir cildiniz varsa yüzünüzü sildiğiniz kağıt mendil temiz olacaktır. Ancak sildikten kısa bir süre sonra cildinizi kuru ve gergin hissedeceksiniz. Eğer cilt tipiniz normal ise yüzünüzü sildiğiniz bu mendilde herhangi bir yağ kalıntısı vs. kalmayacaktır ve yüzünüzde elastik ve esnek bir his olacaktır. Yağlı bir cildiniz varsa kağıt mendilin özellikle yanaklarınız, burnunuz ve alnınızı sildiğiniz kısımlarında yağlı bir tabaka olduğunu fark edeceksiniz. Karma cilt tipi en fazla karşılaşılandır. Eğer siz de bu cilt tipine sahipseniz yüzünüzü sildikten sonra mendil üzerinde, burun ve alnı kapsayan T bölgesine denk gelen yerlerde yağ izleri göreceksiniz. Onun dışındaki yüz bölümleriniz ise temiz olacak. KURU CİLTLERE HIZLI ÇÖZÜMLER Bu cilt tipi kırışıklık ve ince gözeneklerin oluşmasına, tahriş olmaya ve çabuk yaşlanmaya meyilli bir yapıdadır. Ayrıca oldukça da soluk görünür. Henüz cildinizin sizinle barışık olduğu zamanlarda bu sorunları çok fark etmeseniz de ilerleyen yaşlarda size sorun çıkarmaması için önleminizi erkenden almanız faydanıza olacaktır. Soğuk kış aylarından en fazla etkilenen bu cilt tipi için ise çözüm yine elinizin altında. 45 Muz ve Zeytinyağının Müthiş Buluşması Malzemeler: Yarım olgun muz, 1 tatlı kaşığı bal, 1 tatlı kaşığı zeytinyağı Yapılışı: Tüm malzemeleri karıştırıp temiz cilde uygulayın. 10-15 dakika sonra yüzünüzü yıkayıp durulayın. Bal cildinizi içten nemlendirirken, muzla zeytinyağı serbest radikallerin cildinize verdiği zarardan sizi kurtarır. Zeytinyağı antioksidan içeriği ile cildin sebum üretimini düzenler. Düzenli uygulanan bu maske sayesinde nemli, pürüzsüz ve ölü hücrelerden arınmış bir cilt pek de hayal sayılmaz. Ballı Kaymaklı Maske Malzemeler: 2 Çay Kaşığı Türk Kahvesi, 2 Çay Kaşığı Süt ya da Kaymak, 1 Çay Kaşığı Bal,1 Çay Kaşığı Zeytin Yağı, Çok İnce 1 Dilim Elma Yapılışı: Bu malzemelerin hepsini güzelce karıştırın, elmayı iyice ezin. Yüze yukarı doğru ovma hareketleri ile iyice sürün. Yaklaşık 10-15 dakika kadar bekletip, ılık suyla ovalayarak yıkayın. Kağıt peçeteyle tampon yaparak kurulayın ve cildi asla ıslak bırakmayın çünkü kuruyabilir. Sonrasında bebe yağı içine biraz zeytinyağı damlatın. İyice masaj yaparak yüzünüze yedirin. Cildinizdeki değişimi ilk andan itibaren hissedeceksiniz. Normal Cilt Tipi, Şanslı Cilt Tipi Eğer normal yapıda bir cildiniz varsa oldukça şanslısınız demektir. Çünkü az zahmetle çok iyi sonuçlar almanız mümkün. Üstelik bu durum ilerleyen yaşlarınız için de geçerli. Ama yine de şanslı olduğunuz için kendinizi bırakmamalısınız elbette. Çünkü yıpratıcı bir kış sizi bile etkilemiş olabilir. Çilek Sizin Meyveniz Malzemeler: Dört adet çilek, bir çorba kaşığı nemlendirici krem. Yapılışı: Dört adet iri çileği ezerek bir çorba kaşığı nemlendirici kremle iyice karıştırın. Bütün yüze ince bir tabaka halinde sürün, özellikle elmacık kemikleri üzerine daha kalın bir tabaka halinde sürün ve 5 dakika bekletin. Burada dikkat etmeniz gereken şey süre. Çünkü yüzünüzde hissedeceğiniz gerginlik sebebiyle on dakikadan fazla tutmanız önerilmiyor. Bu maskeyi on beş günde bir yapmanız yeterli. YAĞLI BİR CİLDİNİZ OLABİLİR AMA ÇÖZÜMÜ DE VAR Yağlı cilt en çok şikayet edilen cilt tipidir maalesef. Çünkü en fazla sorunla karşılaşılan cilt tiplerinden biridir. Her zaman Kuru cilt tipi kırışıklık ve ince gözeneklerin oluşmasına, tahriş olmaya ve çabuk yaşlanmaya meyilli bir yapıdadır. yağlı ve parlak görünür, geniş gözeneklere sahiptir ve akne oluşumuna oldukça müsaittir. Bunlar negatif yönleri. Ama tüm bu olumsuz özelliklerine rağmen oldukça olumlu bir özellikleri de vardır: Yağlı cilt tipine sahip olanlar kırışıklık ve yaşlanma belirtilerine karşı daha avantajlıdırlar. Çünkü bu sıkıntılı durumlar en son onlara uğrayacaktır. Ballı Bademli Maske Malzemeler: İki adet badem içi, bir çorba kaşığı bal. Yapılışı: İki adet badem içini ezin ve bir çorba kaşığı bal ile iyice karıştırarak macun kıvamına getirin. Eşit bir dağılımla yüzünüze uygulayın. On beş- yirmi dakika sonra ılık su ile durulayın. Bu maske cildinizdeki yağ miktarını azaltacak ve cildinizin doğal parlaklığını ortaya çıkaracak. Limon, Yağı Her Zaman Çözer Malzemeler: 2 adet limonun kabuğu, 2 yemek kaşığı su Yapılışı: 2 adet limonun kabuğunu soyun ve 2 yemek kaşığı suyun içinde 5 dakika kadar bekletin. Sonra bu karışımı robotta püre haline getirin ve temiz cildinize pamuk ile sürün. Dört – beş dakikalık bir bekleme süresinden sonra ılık su ile durulayın. Her derde deva olan limonun, cildinizdeki fazla yağı aldığını ve sıkılaştırdığını kendi gözlerinizle göreceksiniz. YAĞLI + KURU = KARMA CİLT Bu cilt tipi yağlı ve kuru cildin karışımıdır ve bakımı sırasında da bilhassa dikkat edilmeli, yüzün özellikleri göz önüne alınmalıdır. Kuru bölgeler genellikle yanaklar ve göz çevresinde görülür ve içerik olarak daha yoğun krem ve nemlendiriciler bu bölgeler için uygundur. Yağlı bölgeler olan alın ve burun yani T bölgesi için de temizlik birinci altın kuraldır. Sizin Çözümünüz Narenciye ve Maden Suyunda Malzemeler: Maden suyu, Yarım limon suyu, Yarım greyfurt suyu, 1 adet elma suyu Yapılışı: Sprey olarak kullanılabilecek bir şişe içerisine maden suyu, yarım limon suyu, yarım greyfurt suyu ve 1 elma suyu koyduktan sonra karıştırıp buzdolabına koyun. Bu karışımı her gün cildinize püskürtün. Böylece cildinizin karma olan bölgesinin hem sıkışmasını hem de dengede kalmasını sağlamış olacaksınız. Üzüm Çekirdeği Yağı Tam Size Göre Malzemeler: 1 tatlı kaşığı üzüm çekirdeği yağı, 1 adet yumurtanın akı, 1 adet elma, buğday unu Yapılışı: Elmayı rendeleyin. Daha sonra diğer malzemeleri ve aldığı kadar buğday ununu( bir macun elde edecek kadar) elmanın içine karıştırıp bir krem elde edin. Yüzünüze adaletli bir dağılımla sürün ve yirmi dakika kadar beklettikten sonra önce ılık ve ardından soğuk suyla yıkayın. Sonuç sizi bile şaşırtacak. 46 Yrd. Doç. Dr. Başak Özkendirci İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda ve Tekstil Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi ÖRGÜ deyip geçmeyin çünkü o, tarihin en eski uğraşlarından biri 47 Örgü ile ilgili ilk tarihi belgeler Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda bulundu. Örgüde ilmeklerin tuzak düğümlerine benzeyişi ve kullanılan gereçlerin basitliği de örgünün avcı göçebe toplumlarda doğduğu tezini güçlendirir. Örme Nedir? Örme sözcüğü genel olarak sepet örme, saç örgüsü, örneklerinde olduğu gibi uzun ince malzemelerin birbiri arasından geçirilerek oluşturduğu yapıyı tanımlamak için kullanılmaktadır. Terim anlamı olarak örme ‘1. a. Örme işi ve yöntemi, b. Örülerek yapılmış olan. 2. işleyim: a. Örgü üretimine yönelik işleyim dalı. b. Bu işleyimin ürünleri’ anlamlarında kullanılmaktadır. ‘Tek bir ipliğin veya birden fazla ipliğin şiş, tığ, kancalı iğne gibi örücü elemanlar ile yardımcı elemanlar kullanılarak ilmek haline getirilmesi ve ilmekler arasında yatay ve dikey bağlantılar oluşturulmasıyla elde edilen kumaşlar, örme kumaş olarak adlandırılır.’ Şiş ve tığ kullanılarak elde örme ürün elde edilmesi el sanatı olarak, makinelerle örme kumaş ve ürün elde edilmesi ise örme sanayi olarak nitelendirilmektedir. Örmenin Tarihi El örgüsünün tarihi ‘Örmenin çok eski çağlara uzanan bir tarihi var. İsa’dan önce V.-VI. Yüzyıllarda insanlar şişle yün örmeyi biliyorlardı. Sadece parmakların kullanılmasıyla oluşturulmuş örülmüş örnekler M.Ö.1000 yıllarından eskiye dayanmaktadır. Örgü ile ilgili ilk tarihi belgeler Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda bulundu. Örgüde ilmeklerin tuzak düğümlerine benzeyişi ve kullanılan gereçlerin basitliği de örgünün avcı göçebe toplumlarda doğduğu tezini güçlendirir. Göçebeler hammadde olarak sürülerinden elde ettikleri yapağıyı kullanıyorlardı. Örülen kumaşın, örtücülüğünü arttırmak için keçeleştiriyorlardı.’ Atlı ve göçebe uygarlıklarda gelişen el örgüsünün, kervanlarla ve Ege Denizindeki ticaret gemileriyle doğuda Tibet’e; batıda İspanya’ya kadar yayıldığı düşünülmektedir. İspanya’dan da İngiltere ve İskoçya’ya geçtiği bilinen örgünün Avrupa’da yayılma sürecinin bin yılda gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Orta Asya buluntularından sonra en eski örgü örneklerine eski Mısır mezarlarında rastlanmıştır. Başparmağı ayrık kırmızı yün örme çoraplar bugün Londra’da Victoria Albert Müzesi’nde sergilenmektedir. 13.yy’dan kalma İspanyol mezarlarında birçok örme giyim parçalarına rastlanmıştır. Bu parçaların üzerinde görülen aile armalarının yanı sıra, Müslümanların kullandığı kufi yazı stili ile işlenmiş dilek yazıları sayesinde, Avrupa’da bulunan ilk örülmüş örneklerin İspanya asillerinin çalıştırdığı Müslüman örgücüler tarafından yapıldığı anlaşılmıştır. O dönemlerde kullanılan gereçler bugün kullanılanlardan farklıydı. Araplar tığı andıran gagalı şişlerle, ipliği sol ellerinin işaret parmaklarıyla yürüterek örerlerdi. 16. yy.da ipeğin batıya ulaşmasıyla din büyükleri, saray mensupları ve asillerin giysilerine ipekten örülmüş atkılar, pelerinler ve başlıklar eklenmişti. Pamuğun Avrupa’ya gelişiyle beyaz örgü adı verilen ve ince çelik tığlarla örülen dantel perdeler, yatak örtüleri ortaya çıkmıştı. 14.yy.da Avrupa’da yapılan ‘Örgü ören Meryem’ (Maitre Bertham-1345-1415) Örgü ören Leydi (Tomasso da Modena 1325-1375) gibi sanat eserlerinde konu olarak örmeye yer verilmişti. İngiltere ve İrlanda’da örgü başlangıçta erkek işi olarak kabul ediliyordu. Kadınların örgüyle ilgilenmeleri bile yakışıksız sayılıyordu. Kadın yün eğiriyordu, ancak bu yünü örme ayrıcalığı erkeğe aitti. Örücülerin meslek loncaları vardı ve bu loncalara girmek isteyen gençler, bir örgü ustasının yanında en az üç ay çıraklık eğitimi almak, sonra da değişik teknikler ve örgü yöntemleri öğrenmek için gezilere çıkmak zorundaydılar. Eğitim gezisinden döndükten sonra, belli sayıda orijinal motifi en kısa 48 Anadolu kültüründe farklı anlamları olan motifler, kadınların dileklerini, durumlarını paylaştıkları iletişim yöntemlerinden biri olmuştur. sürede ve kusursuz bir teknikle yaptıklarını ispatlayacak bir sınavdan geçmeleri gerekirdi. Kuzey Avrupa’nın bazı kesimlerinde, Britanya ve İrlanda adalarında bugün bile, halat ve ağ yapmakta ustalaşan bazı denizciler kendi kazaklarını kendileri örmektedir. Örme, tarih boyunca insanların örtünme ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra renk ve desenlerle estetik ihtiyaçlarına da cevap vermiş, kültürlerinin bir parçasını oluşturmuştur. Örüldükten sonra farklı bir işleme gerek kalmadan, hemen giyilebilen bir ürün olduğu için, dokumaya göre daha kişisel bir yanı vardır. Desenlendirilmesi kolaydır. Her kültürde farklı isimler alan değişik motifler kullanılmıştır. Anadolu kültüründe farklı anlamları olan motifler, kadınların dileklerini, durumlarını paylaştıkları iletişim yöntemlerinden biri olmuştur. Birçok yörede anlam içeren motiflerin ve geleneksel formların kullanımına devam edilmektedir. Örülen modeller modaya bağlı olarak değişim göstermiş olsa da, el sanatı olarak örmede aynı basit aletler kullanılmaktadır. 49 İngiltere ve İrlanda’da örgü başlangıçta erkek işi olarak kabul ediliyordu. Kadınların örgüyle ilgilenmeleri bile yakışıksız sayılıyordu. Kadın yün eğiriyordu, ancak bu yünü örme ayrıcalığı erkeğe aitti. Çözgülü örmede gerçekleşen iki büyük buluştan biri Dowson’ın kılavuz raylarına hareket veren disk sistemini geliştirmesi, ikincisi ise Brown’ın çözgüden beslenen iki farklı kılavuz rayına ayrı ayrı hareket veren sistemi geliştirmesiydi. 1807’de S. Orgill, geliştirdiği 72 inçten daha geniş kam kontrol sistemli makinesiyle, dakikada 30 kurs üretim kapasitesine ulaşmayı başarmıştı.’ Örme endüstrisinde 1810 yılına kadar yaşanan hızlı gelişim, bu yıldan sonra arz talep dengelerinin sağlanamaması nedeniyle 19.yüzyılın ikinci yarısına dek duraklamıştı. Bilgisayar sistemlerinin ilerleyişi çözgülü örme tekniğinin de daha hızlı ve verimli üretime ulaşmasında önemli rol oynadı. Örme teknolojisinin gelişimi William Lee’nin 1589’da icat ettiği çorap örme tezgâhı, örme teknolojisinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bir inç de 8 adet kancalı iğnesi olan bu tezgâh ile koyun yününden basit yapılı çoraplar üretilebiliyordu. İpeğin elde edilmesiyle bir inç de 20 iğnenin kullanıldığı örme tezgâhı geliştirilmişti. O günün şartlarına göre üretim maliyetini günde 10 pounda düşüren bu tezgâhın geliştirilmesi, el örgücülerinin işsiz kalma korkusuna düşmelerine neden olmuştu. Bir örmecinin bir çorabı örmesi iki gün sürerken bu tezgâh sayesinde bir saatte bir çorap örülebiliyordu. İşçilerin isyanından korkan yönetim, Lee’nin makinesinin patenti için yaptığı başvuruları geri çevirmişti. ‘William Lee 1611’de Fransız Pierre De Coux ile bir anlaşma imzalayarak, Fransa’da yün ve ipek çorap üretimi yapmak üzere dokuz örme makinesi ve örme işçileri göndermişti. Makinesinin patentini 1612’de Fransa Kralından alabilmişti. Ancak IV. Henry’in tahta geçmesiyle Fransa ile yapılan iş anlaşması iptal edilmiş ve William Lee için idam cezası çıkarılmıştı. Bu nedenle hayatının geri kalanını Paris’te geçirmek zorunda kalmış, araştırmalarına burada devam etmişti. William Lee’nin buluşu olan kancalı iğne ve platin sistemleri, örme makinelerinin temelini oluşturmaktadır. Onun buluşları sayesinde 1769 da yuvarlak örme makinesi ve hemen ardından ilmek transferi yapabilen, çift iğne yataklı düz örme makineleri geliştirilmiştir.’ İlk ipek örme çorapları giyen Kraliçe Elizabeth I ‘in (1550-1561) inceliği, esnekliği ve rahatlığından çok etkilendiği için bir daha asla dikilmiş dokuma çorap giymediği bilinmektedir. Avrupa’nın büyük bölümüne İngiltere’den ihraç edilen örme çoraplar, çok pahalı olduğu için sadece zenginlerin ulaşabildiği bir üründü. ‘Crane ve Porter tarafından nakış desenlerinin örmeye uyarlanması amacıyla, örme makinesine ilave kılavuzlar eklenmesiyle ufak bir proje olarak başlayan ve ilave kılavuzların çözgü iplikleriyle beslenmesi yönteminin geliştirilmesiyle ortaya çıkan ilk çözgülü örme makinesinin patenti 1775 yılında alınmıştı. Türkiye Tekstil tarihi konusunda yapılan araştırmalarda; Cumhuriyet dönemine kadar örme endüstrisi konusunda bir bilgiye rastlanmamıştır. Cumhuriyetin ilk kırk yılında sanayileşmenin hızlı gelişimi sürecinde, yünlü kumaş üretiminde trikotaj adı verilen atkılı örme makinelerinin kullanıldığı görülür. ‘Hazır giyim fabrikaları büyük çoğunlukla İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük kentler çevresinde toplanmıştır. Konfeksiyon giyim olarak geçen bu sanayi alanına trikotaj (örme) sanayi de dahildir.’ http://www.tdkterim.gov.tr/bts/?kategori=verilst&kelime=% F6rme&ayn=tam , internet adresinden 16.12.2009 tarihinde alınmıştır. Acuner, Altuğ.; Çözgülü Örme Ders Notları, İstanbul,36 sayfa fotokopi çoğaltım, 1996, S2 Örgünün hikayesi, El Örgüsü Ansiklopedisi, İstanbul, Meydan Gazetecilik ve Neşriyat, 1975, Cilt1, S1 Tavman-Yılmaz M.B., Ph.D.Thesis, Vol1, İstanbul 1994 Negley, Harte, William Lee and the Invention of the Knitting Frame, UK, Knitting International, World Textile Publications L.T.D. 1989. Sayı 8 S.102 Ruth, Richard, A History of Hand Knitting, London ,Interweave Pres, 1987, S.38 İnalcık, Halil, Türkiye tekstil tarihi üzerine araştırmalar, İstanbul, Türkiye İş Bankası kültür yayınları, Mas matbaacılık, 2008 www.aof.anadolu.edu.tr/kitap/IOLTP/2291/unite10.pdf, internet adresinden 18,12,2009 tarihinde alınmıştır. 50 n e k r, ra i n a idi so d ız esir tan r.” ğ a n k idi ı z t i ö n ık sir i S ç “ e b i n n sah zda onu ı ağ ibi sah u l n u g f a s su a l u a B Y F U S U Y AS İP H AC H 51 Türk İslam edebiyatının bu kıymetli, önemli ve bir o kadar da mütevazı ismi, ünlü eseri Kutadgu Bilig’te kendi adını sadece bir kez, “Kitap sahibi Yusuf, büyük has hacib, kendi kendine nasihat eder” başlıklı, son bölümünde geçirmiştir. cılığına getirilir. Böylece “Yusuf Has Hacip” adı da tarih sayfalarındaki yerini almaya başlamış olur. Türk İslam Edebiyatının bu güne ulaşan ilk eseri olma özelliğini taşıyan Kutadgu Bilig yani “Kutlu Kılan Bilgi” isimli bu eser, 6645 beyitten oluşmaktadır. Eser, Allah’a hamd, Peygamber’e ve Dört Halifeye teşekkürle başlar. Kutadgu Bilig’in ünlü ve bir o kadar mütevazı yazarı Yusuf Has Hacip, kesin bir tarih olmamakla birlikte 1017 yılında Balasagun’da yani o zamanki adı ile “KuzOrdu” şehrinde doğdu. Karahanlılar yönetimindeki Kuz-Ordu’nun Müslüman ailelerinden birine mensuptur. Oldukça iyi bir eğitim görmüş ve kendini oldukça donanımlı yetiştirmiştir. Aldığı eğitim gereği yaşadığı döneme ait birçok bilimin yanı sıra iki de yabancı dil öğrenmiştir. Arapça ve Farsçayı ana dili gibi konuşmaktadır. Önceleri, doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Balasagun’un adı ile Balasagunlu Yusuf olarak anılmıştır. Yusuf Has Hacip ismini daha sonra almıştır. Bu ismi almasının sebebi ise Türk Edebiyatının ilk siyasetnamesini yazmış olması ve bu eseri yazarken kullandığı yöntemdir. Çünkü Türk Edebiyatının ilk nazım şeklini yani mesneviyi de yine Balasagunlu bu usta kalem kullanmıştır. İlklere imza attığı bu çalışmaları ona bundan sonra kullanacağı isim olan Yusuf Has Hacip’i getirmiştir. Ortalama elli yaşlarında iken on sekiz ay gibi bir sürede yazıp tamamladığı meşhur eseri Kutadgu Bilig, Karahanlı sarayına ulaşma şansı verdi Balasagunlu Yusuf’a. 1070’te Kaşgar’a gelip, Karahanlı hükümdarı Uluğ Kara Buğra Hana kitabını arz etti. Edebiyata ilgisi oldukça fazla olan Uluğ Buğra Han, Türklerin ahlâk hukuk ve devlet idaresi ile törelerini oldukça doğru olarak anlatan bu eseri kendisine bizzat okuması için Balasagunlu Yusuf’u sarayında misafir eder. Bu misafirliğin neticesinde ise Karahanlı Devletinin en büyük devlet görevlerinden biri ile ödüllendirilir büyük yazar. Uluğ Has Hacip ünvanı ile baş vezir yardım- Eserin ilk nüshası Uygurcadır. 1439 yılında Herat’ta bulunan bu ilk nüshadan sonra ortaya çıkan ikinci nüsha ise Arapça kaleme alınmıştır. Bir siyasetname olmasının yanında aynı zamanda bir nasihatname olma özelliği de taşır. Ayrıca yazar, bilimin gerçeği ve gerekliliği ile ilgili oldukça önemli çıkarım ve tavsiyelerde de bulunur kitabında: ““İlim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.” Astronomi bilimi ile ilgilenmek isteyenlere de bu yolda önce matematik ve geometriyi iyi bilmeleri gerektiği ile ilgili önerileriyle de ışık tutar usta ilim adamı: “Aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.” insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya’da hem de öteki Dünya’da mutlu kılacaktır. Yusuf Has Hacip bu düşüncesini kitabında şöyle ifade etmiştir: “Kitabıma, okuyana mutluluk getirsin, ona doğru yolu getirsin diye Kutadgu Bilig adını koydum. Ben sözlerimi söyledim, düşüncelerimi yazdım. Bu kitap her iki dünya için de doğruyu gösteren bir rehberdir, yardımcı bir eldir. Dosdoğru bir söz söyleyeyim size: Her iki dünyayı da devletle elinde tutabilecek kişiden daha mutlu kimse yoktur. Önce Gündoğdu’yu tanıtayım. O hükümdardır, doğru yasayı (töre) temsil eder. Aydoldu ile mutluluk güneşi doğar, o da mutluluğun (kut) temsilcisidir. Öğüdülmüş aklı, Odgurmuş akıbeti temsil eder. Ben sözlerimi bu dört değer (doğru yasa, mutluluk, akıl, akıbet) üzerine kurdum. Okuduğunda anlayacaksın, dikkat et.” Eser hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak adına kitabın içeriği hakkındaki en kısa özet bilgi Biyografi Net Yayınları tarafından verilmiştir: “Görünüş bakımından bir tiyatro eserini andırır Kutadgu Bilig. Eser dört esas üzerine ayrılmıştır. 1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar), 2. Saadet (kut); bunu Aytoldı (vezir), 3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu), Kutadgu Bilig, her iki dünyada da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib’e göre, öteki dünyayı kazanmak için bu dünyadan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir 4. Odgurmış (zahid) tarafından temsil edilmektedir. Bunlardan başka Aytoldı’nın Hacib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hacib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zahidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu 52 Bir siyasetname olmasının yanında aynı zamanda bir nasihatname olma özelliği de taşır Kutadgu Bilig. Ayrıca bilimin gerçeği ve gerekliliği ile ilgili oldukça önemli çıkarım ve tavsiyelerde de bulunulur kitapta. içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyada ele geçirmek istedikleri saadet (Aytoldı) ile kainatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdi ve ictimai ahlak prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir. Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdarın itibarını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şair, bu alim veziri hükümdarın yardımcısı olarak şahsi düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdar, vezir, kumandan, hacib, mabeyinci, sefir, sır katibi, hazinedar, aşçıbaşı, şarabdar mansıbları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdar, vezir ve diğer memurlar şairin tasvir ettiği ideal bir durumda maddi ve manevi hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahali hükümdara dua etmektedir. Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zahid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Hükümdar, Zahid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vasıtasıyla bir mektup gönderiyor. Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve ahiret meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zahid tereddüd ediyor. Kendisinde; dünyada Müslümanlara hizmet etmekle ukbayı(ahireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyanın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdarın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye razı oluyor. Ögdülmiş kendisine lazım olan bazı bilgileri veriyor. Fakat Zahid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor. Hükümdar, kendisini görmek için Zahid’in ayağına kadar geleceğini söyleyince Zahid, hükümdarın yanına gidiyor. Hükümdarla konuşurlar. Zahid en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdar bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin manasız olduğunu düşünür. Ögdülmiş hükümdara, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor. Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzumunu duymakta, kardeşi Zahid ile istişare etmek istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış hastalık hakkında bir rüya görmüştür. Her ikisi bu rüyayı farklı tabir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülasa ediyor. Ögdülmüş hükümdarın da muvafakatı ile Zahid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zahid için matem tutmuş, yasına hükümdar da iştirak etmiştir. Şair en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini dua ile bitiriyor.” Kıymetli yazar Yusuf Has Hacip, yine kesin olmamakla birlikte 1077 yılında Kaşgar’da hayata gözlerini yummuştur. Türk İslam tarihinin bu büyük şairi, bilim adamı ve düşünürü Yusuf Has Hacib’in doğumunun 1000. yılı dolayısı ile Kırgız Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev’in himayesinde, 33. Dönem TÜRKSOY Daimi Konseyi’ne katılan kültür bakanlarının oy birliği ile almış olduğu karar sonrasında 2016 yılı, Türk dünyasında Yusuf Has Hacip Yılı olarak ilan edilmiştir. Kutadgu Bilig’den derlenmiş olan şu birkaç nasihat kitabın ne kadar engin bir bilgi ile yazıldığını daha iyi anlamak için yeterlidir aslında: Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar. Bir insan bütün dünyaya tamamen sahip olsa bile, sonunda dünya kalır; onun kısmetine ancak iki top bez düşer. Eğer kendine candan bağlı birisini arıyorsan, sözün kısası, kendinden daha candan birini bulamazsın. Ey asil insan! İnsanlığı elinden bırakma; insanlığa karşı daima insanlıkla muamele et İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. Bu dünyanın kusuru bin, meziyeti ise birdir. İnsan bunu nasıl geçirirse, o öyle geçer. İşi adaletle yap, buna gayret et; hiç bir zaman zulüm etme; Allah’a kulluk et ve O’nun kapısına yüz sür. 53 54 Güreş, Kemankeşlik, Tomak Oyunu, Labut Atma… OSMANLI’DA SPORUN YERİ BİNİCİLİK, OKÇULUK GİBİ SPOR DALLARI HEM DAHA SAĞLIKLI BİR BEDENE SAHİP OLMAK HEM DE BUNU EĞLENCELİ HALE GETİRMEK ADINA TERCİH SEBEBİ. ANCAK NE KADAR EĞLENCELİ DE OLSA GÖRÜYORUZ Kİ BİZ GENEL OLARAK, SPORU GÜNLÜK HAYATIMIZIN BİR PARÇASI HALİNE GETİREBİLMİŞ DEĞİLİZ. BELLİ BİR RUTİNDE DEĞİL, CANIMIZ İSTEDİĞİNDE YAPIYORUZ ÇOK ZAMAN. YANİ GENELİMİZ İÇİN SAĞLIK İÇİN BİR AMAÇTAN ÇOK EĞLENCE İÇİN BİR ARAÇ OLMUŞ DURUMDA SPOR. 55 ” İki yiğit çıktı meydane İkisi de birbirinden merdane Allah Allah İllallah! Koç yiğitlere alkışlarla diyelim maşallah!” Ata sporumuz dediğimiz birçok dal için atalarımıza, Osmanlı’ya baktığımızda karşımıza çıkan tablo ise bu günkü durumun tam tersi. Bizim bin bir zahmete katlandığımızı düşündüğümüz aktiviteler o zamanlarda sıradan bir insanın sıradan hayatında kullandığı zaruri faaliyetlerdenmiş. Mesela günümüzde özel zamanlar ayrılıp, özel dersler alınarak öğrenilen binicilik, Osmanlı’da kadın, erkek, çoluk-çocuk herkesin illa ki bildiği ve günlük hayatlarında kullandıkları bir gereklilik olarak çıkıyor karşımıza. Savaşçı topluluklar olan ilk Türk toplumlarından Osmanlı’ya kadar gelen okçuluk, o dönemlerde bir savaş aracıdır. Haliyle ülkesini ve şahsını korumak amacı güden her insanın da doğal olarak öğrendiği, bugünlerin de en gözde spor dallarından biri yani. Bu gün bir olimpiyat dalı olan okçuluk, Osmanlı’nın ve özellikle padişahların en fazla önem verdiği saldırı, korunma ve spor çeşitlerinden biri idi. Okçuluk yani Osmanlı’daki adı ile “kemankeşlik” Yeniçeri Ocağının kuruluşundan beri varlığını sürdürmekteydi. Öyle ki Yeniçerilerin o zamanlardaki başlıca silahları ok, hançer ve kılıç idi. Kemankeşliğe en fazla kıymet veren padişahlardan biri olan Yıldırım Bayezid Han zamanına kadar padişahları korumakla görevli sekbanlar, Beyazid ile birlikte bu görevlerini yine kendileri aralarından seçilen okçulara bıraktılar. Sultan Yıldırım Bayezid’in 4 adet sol elini ve 4 adet de sağ elini kullanan okçuyu her iki tarafına yerleştirmesi ve zamanla da sayılarının arttı- rılması ile ortaya çıkan bu yeni teşkilatlanmanın başında “Solakbaşı” bulunurdu. Osmanlı’da spora verilen kıymet kuruluştan itibaren artarak devam etmiştir. Sayıları hiç de az olmayan spor tesisleri ve spor alanlarının sürekliliği için vakıflar kurulmuş ve bu vakıflar tekke olarak adlandırılmıştır. Mesela güreşçiler tekkesi veya okçular tekkesi olarak adlandırılan bu tekkelerdeki sporcular oldukça düzenli ve disiplinli hayatlar sürerlerdi. Burada eğitim alan sporculara “idmancı” denirdi. Başlarında bulunan usta idmancılar tarafından yedikleri yemeklerden uyudukları uykuya kadar bir düzen çerçevesinde yaşamaları sağlanırdı. 56 Bu gün bir olimpiyat dalı olan okçuluk, o dönemdeki adı ile “kemankeşlik”, Osmanlı’nın ve özellikle padişahların en fazla önem verdiği saldırı, korunma ve spor çeşitlerinden biri idi. Sultan 3. Murat döneminde saray şehnamecisi Seyit Lokman tarafından Türkçe olarak yazılmış olan ve 1584’te bitirilen birinci cildinde, Osman Gazi ile 1. Selim arasındaki dokuz padişahın yaptıkları, hünerleri anlatılan “Hünername”’de padişahların tahta çıkışları, dönemin savaş ve önemli olayları, padişahların ok atışları, gürz atmaları, avlanmaları, cirit ve çevgen oynamaları da detaylıca anlatılmaktadır. Bu kitaba göre Sultan 1. Murat Han’ın bizzat katıldığı ve üç gün süren spor organizasyonları yapılmakta idi. 3 günlük bu program şöyle idi: 1. Gün: Hedefe ok atma yarışları 2. Gün: Çevgen oynama ve gürz atma 3. Gün: Cirit oyunu ve zırh giydirilmiş bir kurdu öldürmek. Osmanlı’nın bir diğer önem verdiği spor dalı olan güreş ise padişahlar arasında bile oldukça gözde idi. Bunun için özel müsabakalar düzenlenir, hatta bunların bir kısmına bizzat sultanlar da katılırdı. Spora olan düşkünlüğü ile de tanınan Kanuni Sultan Süleyman Han‘ın bu müsabakalardan biri ile ilgili bir anısı şöyledir: “Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi’yi alıp, Yeniköy Çayırı’na 57 Sporun Osmanlı’da devlet korumasına girmesi Fatih Sultan Mehmet Han zamanında olmuştur. Ayrıca yine bu dönemde Enderun mektebinde gösterilen derslerden biri haline de gelmiştir. götürür. Burada güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türkün ardından kahkahalar atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar sevinçten çıldırırlar. Kanuni mi? Kahrolur tabii. Yahya Efendi bakar Padişah çok üzülüyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar. -Yenilen, yenenin dinini kabul edecek tamam mı? der. Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.” Sporun Osmanlı’da devlet korumasına girmesi Fatih Sultan Mehmet Han zamanında olmuştur. Ayrıca yine bu dönemde Enderun mektebinde gösterilen derslerden biri haline de gelmiştir. Sporun günümüz eğitim sistemi düzeyindeki yerini alması ise Sultan II. Mahmut dönemine rastlamaktadır. Osmanlı’nın bir diğer spor oyunu Labut atmadır. Ortalama 4-5 santimetre kalınlığında ve 90 santimetre uzunluğunda bir meşe parçasının kabuğu soyulup, ucu altıgen şeklinde sivriltilerek meydana getirilir labut değneği. Değneğin şeklinden ötürü bir diğer adı da “kalemli”dir. Labut atma at üzerinde oynanan bir oyun türüdür. İki yüksek ağacın tepelerine karşılıklı olarak ip gerilir. Bu ip çok yüksekte olduğundan at olanca gücüyle koşturulur ve tam o esnada labut ipin üzerinden aşırılmaya çalışılır. Labutu en uzağa atan galip kabul edilirdi. Bazı padişahların da yer yer oynadığı bu oyunda adından söz ettirmiş en maharetli padişah olarak Sultan IV. Murat Han gösterilir. Özellikle Osmanlı’nın son iki yüz yılında kendinden bahsettirmiş bir diğer oyun da “tomak oyunu”dur. Bu oyun içi kar keçesi ile doldurulmuş, ortalama bir yumruk büyüklüğünde meşinden yapılma bir topun sırımdan bir sapa bağlanmasıyla ortaya çıkan” tomak topu” ile oynanırdı. Altışar kişilik takımlar halinde toplam on iki kişi ile oynanan oyunun oyuncularına tomakçı denirdi. Adeta bir kırbaç gibi sallanan topun karşı oyuncunun sırtına vurulmaya çalışılması oyunun temel kuralı idi. Sırtına topu yiyen oyuncu oyun dışı kalırdı. Oyunun en önemli kuralı ise topun sırt bölgesi dışında bir bölgeye vurulmasının yasak olmasıydı. 58 AFRİKA’DAN AVRUPA’YA ADINI BİLE BİLMEDİĞİMİZ ÜLKELER VE İLGİNÇ YAŞAMLARI BELKİ BİRÇOĞUNUN VARLIĞINDAN DAHİ HABERİMİZ YOK. NÜFUSLARI DA YÜZ ÖLÇÜMLERİ DE BELKİ BİR ŞEHRİMİZDEN BİLE KÜÇÜK. ANCAK HEPSİ BİRER ÜLKE VE ÜZERLERİNDE DEVAM EDEN HAYATLAR BİR HAYLİ İLGİNÇ. KENDİLERİNE ÖZGÜ KÜLTÜRLERİ, FARKLI İNANIŞLARI VE YER YER ŞAŞKINLIĞA DÜŞÜREN GÜNLÜK YAŞAMLARI İLE AYNI DÜNYAYI PAYLAŞTIĞIMIZ İNSANLAR… BELKİ BİR ŞEKİLDE BİR GAZETE, DERGİ VEYA TELEVİZYON HABERİNDE ADINI ŞÖYLE BİR DUYDUĞUMUZ BİR KAÇI DIŞINDA ÇOĞU HAKKINDA HİÇBİR FİKRİMİZ YOK ÇOĞUMUZUN. BU DURUM ÇOK DA GARİPSENECEK YA DA AYIPLANACAK BİR DURUM DEĞİL ASLINDA. BÜYÜK EKONOMİLERİN KONTROLÜNDE OLAN DÜNYADA BAŞLARINA OLAĞANÜSTÜ BİR DURUM GELMEDİKÇE YA DA YENİ KEŞFEDİLMEMİŞLERSE VARLIKLARININ HER HANGİ BİR YERDE TELAFFUZ EDİLMEMESİ NORMAL. 59 60 Palau Adası Papua Yeni Gine’nin hemen kuzeyindeki bu küçük ada ülkesinin yüz ölçümü sadece yüz kırk üç kilometre kare. Nüfusu ise 21.000 civarında. Etrafına onlarca adacık toplamış bu ada ülkesinin ilk ev sahipleri bundan 3000 yıl önce Filipinlerden gelip yerleşmişler buraya. Ancak bu özgür yaşam çok uzun süsmemiş ve bir süre sonra İspanyol hakimiyeti altına girmişler. Görsel olarak oldukça göz kamaştırıcı olan Palau Almanların da dikkatinden kaçmamış ve İspanyollar tarafından Almanlara satılmış. Ancak 2. Dünya savaşından hemen önce Japonlar tarafından ele geçirilen ülke, bu işgalden kısa bir zaman sonra da Amerika egemenliğine girmiş. Adanın bağımsızlığına kavuşması uzun yıllar almış. 1994 yılında gelen özgürlük bile şarta bağlı olarak elde edilmiş. Yapılan halk oylamasında ABD ile yapılan Serbest Birlik Sözleşmesi’nin devamı şartıyla bağımsızlık kararı alınmış. Palau’nun yerli halkına Mikronezyalılar deniyor. Nüfusun yüzde yetmişini oluşturan Mikronezyalılar, Polinezyalılar ve Melanezyalı halklarının birbirlerine karışmasından oluşan yerel bir topluluk. Bu küçücük adada toplam dört dil konuşuluyor: Palau dili, Sonsoral-Tobi dili, İngilizce ve Japonca. Bu dil zenginliğinin en büyük sebebi ise elbette yıllarca farklı kültürlerin yönetimi altında kalmaları. Palau gerçekten görülmeye değer plajlara ve adalara sahip. Adı sanı herkesçe pek bilinmese de bilenler tarafından sık ziyaret edilen bir tatil ülkesi aynı zamanda. Üstelik bu muhteşem güzelliklere sahip ülke Türk vatandaşları için vize şartı da aramıyor. Palau Adası hak iddia etmişler. Anlaşmaya varmaları ise ortalama 26 yıl sürmüş. 1906 yılında bir Britanya-Fransız Kondominiyumu olan Yeni Hebridler adı ile bu iki ülke tarafından birlikte yönetilmeye başlanmış. Kondominium kelimesinin sözlükteki ilk karşılığı “kat mülkiyeti”. İkinci anlamı ise bir ülke Vanuatu Vanuatu’yu en sıra dışı kılan yönlerinin başında adının duyulmamasından çok ülkenin yıllarca iki ülke tarafından aynı anda yönetilmiş olması geliyor. 1606 yılında İspanyolların adayı keşfinden sonra yerli halk yüzlerce yıl bağımsızlığını tekrar kazanamamış. 1880 yılları ile birlikte de ada üzerinde hem Fransızlar hem de İngilizler Vanuatu Vanuatu, “mutlu insanların ülkesi” olarak biliniyor. 61 üzerinde birkaç devletin hakimiyeti demek. 1906 yılında başlayan bu “kondominium” durumu 1980 yılına kadar devam etmiş. 1980 yılında bağımsızlığına kavuşan ülkenin yönetim şekli ise tıpkı adında olduğu gibi Cumhuriyet. Yer altı kaynakları açısından çok da zengin sayılmayan ve aslen volkanik bir tarihe sahip olan bu ülkenin neden böylesine paylaşılamamış olduğu ise gerçekten merak konusu. Ancak ülkenin doğal güzellikleri ve tropikal iklimi göz önüne alındığında belki de başka bir sebep aramaya da gerek yoktur. Vanuatu, “mutlu insanların ülkesi” olarak biliniyor. Bunun nedenini Vanuatu Fahri konsolosumuz Mehmet Atar şöyle anlatmış: “Vanuatu, İngiltere merkezli Yeni Ekonomi Vakfı’nın (NEF) da aralarında bulunduğu uluslararası kuruluşlar tarafından, 2006 ve 2010’da dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı ülke seçildi. İnsanların ortalama ömür beklentisi, hayattan mem- Lesotho Krallığı nuniyetleri, ekolojik ayak izi göz önüne alınarak yapılan bir hesaplamanın sonucu.” 2013 yılından beri Vanuatu fahri konsolosluk görevini yürüten Mehmet Atar buradaki başarılı çalışmalarının karşılığını da oldukça hızlı almış. Tıpkı Palau gibi bu ülkeye de Türkler için vize uygulaması yok. Lesotho Krallığı Afrika kıtasının hemen güneyinde yer alan bu şirin ülke, adını üzerinde yaşayan halktan alıyor. Lesotho, “Sotho dilini konuşan insanların ülkesi” anlamına geliyor. Tıpkı Vatikan ve San Marino gibi bu küçük ülke- 62 Ülkeye adını Liechtenstein ailesi vermiş. Aile, ülkeye oldukça uzaklarda, Aşağı Avusturya’daki Liechtenstein şatosunda oturmaktaymış. nin dört tarafı da başka bir ülke toprakları ile çevrili. Güney Afrika Cumhuriyetinin ortasına kurulmuş gibi duran bu ülke, bağımsızlık için gerçekten çok uzun süre beklemiş. Ancak 1966 yılında kazandığı özgürlük ekonomik olarak toparlanmasına yetmemiş. Öyle ki bir dönem çok ciddi bir şekilde bağımsızlığından vazgeçerek Güney Afrika Cumhuriyeti ile birleşmeyi düşünmüş. Etrafındaki Afrika çemberi nedeni ile denizle hiçbir bağlantısı bulunmuyor ülkenin. Ancak bunun yanı sıra rakımı oldukça yüksek bölgelere sahip. O kadar ki bu durum ona bir unvan bile kazandırmış: “Gökyüzündeki Krallık” Başkenti Masero olan ülkenin iki adet resmi dili bulunuyor. Bunlar Sesotho ve İngilizce. Lesotho Krallığının kendine has kültürüne verilen ad da dili ile aynı: Sesotho. Bu, köy merkezli bir kültür. Bölge şefine bağlı olarak görev yapan, “moreno” adı verilen ve her bir köy için bir tane görevlendirilmiş olan köy reisleri var. Köylerde en çok dikkat çeken yapıların başında “rondavels”ler geliyor. Bu küçük kulübe görünümlü yapılar mutfak, depo veya uyku kabini olarak kullanılıyorlar. Tarımın çok az bir bölgede yapıldığı ülkede en çok mısır, fasulye ve buğday yetiştiriciliği yapılıyor. Mahsul yetiştirilen bu topraklar köylülere reis tarafından pay ediliyor. Liechtenstein Prensliği İlginç yöresel kıyafetlerini süsleyen en farklı detay ise mokorotlo adı verilen şapkaları. Koni şeklindeki bu şapkalar, samanın dokuması ile elde edilen ve tepesinde tüm şapkayı bir arada tutan düğümü bulunan şapka ile yün örtüden meydana geliyor. Mokorotlolar o kadar geleneksel kabul ediliyor ki ülke bayrağında bile yer verilmiş. Bu kadar çok kıymet verilen bu şapka kültürü ilhamını Thaba Bosiu yakınlarında bulunan Qiloane kayalığından almış. Tıpkı şapka gibi hemen herkeste görebileceğiniz bir başka kıyafet olan yün örtüler ise İngiliz Tüccarlardan miras. Bu örtüyü özel kılan ise kışın soğuktan yazın ise sıcak havadan koruyan çok yönlü bir giysi olması. Oldukça renkli bir kültüre sahip olan Lesotho Krallığındaki bu kendine has yaşam maalesef sadece köylerde devam ediyor. Çünkü şehirlerdeki Lesotholuların yaşam tarzları Avrupa ülkelerinden pek de farklı değil. Liechtenstein Prensliği Dünyanın en küçük altıncı ülkesi Liechtenstein. Toplam yüz ölçümü 160 bin kilometre kare. İsviçre ve Avusturya’ya komşu bir Orta Avrupa ülkesi. Başkenti Vaduz olan ülkenin para birimi ise İsviçre Frangı. Liechtenstein’ı ilginç kılan özelliklerinin başında bir ordusunun olmaması geliyor. Savaşların ortasında geçmiş uzun tarihi düşünüldüğünde bu durum gerçekten de oldukça enteresan. Liechtenstein ‘ın ülkeyi korumak ve sınırları gözetmek için kurduğu küçük bir askerî birliği dışında bir ordusu yok gerçekten de. Bu askeri birlik ise sadece 125 kişiden oluşuyor. Buradan anlaşılan o ki ülke sözünü dinletme konusunda, oldukça güçlü olan ekonomisine güveniyor gibi. Dünya üzerinde kişi başına düşen sanayi üretimi en fazla olan ülke olarak biliniyor. Kişi başına düşen milli gelir açısından da ilk 10’da. Hatta yaklaşık 3.150 işletmesiyle Liechtenstein’da 11 kişiye 1 işletme düşüyor. Ülkede yaşayan Türk sayısı da hiç azımsanacak gibi değil. Öyle ki Türkler ülkenin beşinci büyük yabancı grubunu oluşturuyor. Ülkeye adını Liechtenstein ailesi vermiş. Aile, ülkeye oldukça uzaklarda, Aşağı Avusturya’daki Liechtenstein şatosunda oturmaktaymış. Şato, 1140’tan 13. yy ortalarına ve 1807’den günümüze kadar ailenin mülkiyetinde kalmış. Yüzyıllar boyunca aile, Moravya, Aşağı Avusturya, Silezya, ve Styria’da geniş araziler edinmiş. Ancak tüm bu topraklar daha kıdemli olan derebeylerine bağlı kalmış, özellikle de Liechtenstein prenslerinin danışmanlık yaptığı Habsburg’lara. Kendine doğrudan bağlı hiç toprağı olmadığı için Liechtenstein ailesi İmparatorluk meclisi Reichstag’da bir sandalye edinememiş o zamanlar. Hal böyle olunca da ülkenin o zamanki prensleri, o zaman da güçlü olan mali durumları sayesinde ülke topraklarını satın almışlar. 63 Antigua ve Barbuda Ülkeyi meydana getiren iki büyük ada aynı zamanda ülkeye adını da vermiştir. Antigua ve Barbuda ülkesinin başkenti ise Antigua adasındaki St. John’s şehridir. Resmi dil olarak İngilizcenin kullanıldığı bu orta Amerika ülkesinin yerel halkının kullandığı dil ise Antiguan Creole. Buraya ilk yerleşimin M.Ö. 2400 yıllarında olduğu söylense de bu adalar 1493 yılında Kristof Kolomb tarafından adlandırılmış. Bir İngiliz kolonisi olduğu 1632 yılı ve sonrasında her ne kadar Fransızlar tarafından da göz dikilmiş olsa da ada İngilizlerde kalmış. Barbuda, Antigua’nın 40 km kuzeyinde bulunuyor. Yüz ölçümü 161 kilometre kare. Burası görsel olarak oldukça hoş ve yemyeşil ağaçlarla kaplı bir mercan adası. Adanın en büyük talihsizliklerinden biri hiç akarsuyunun olmaması. Bu yüzden de Antigua’dan daha az yağış alıyor. Adadaki tek yerleşim yeri batısındaki Codrington. Adalardaki halkın çoğunluğu Afrika kökenli siyahilerden oluşuyor. Nüfusun büyük kısmı başkent St. John’s’da yaşamakta. Bir zamanlar neredeyse geçiminin tamamını sağlayan şeker üretimi bu gün yok denecek kadar az. Ülkenin şu anki en büyük ekonomik kaynağı turizm. Gambiya Gambiya, Afrika’nın en küçük ülkesi olma özelliğini taşıyor. Ülkenin alanı 11.255 kilometre kare. Resmi dili İngilizce olan ülke nüfusunun yüzde doksanı Müslüman. Zaten ülkenin resmi adı da Gambiya İslam Cumhuriyeti. Atlantik Okyanusuna küçük bir kıyısı olan ülkenin diğer üç tarafı Senegal ile çevrili. Ülkenin ortasından Gambiya Nehri geçiyor. Bu Afrika ülkesinin sınırları oldukça ilginç bir hikayeye sahip: Bu sınırların bu kadar ilginç olmasının gerçek sebebi, İngilizlerin bu bölgeye işgal nedeni ile geldiklerinde, Gambiya Nehri’nin gemi ile ilerleyebildikleri bölgelerinde, gemilerinden attıkları topların gittiği en son mesafesine göre sınır hattının belirlenmiş olması. Tropikal iklimin hakim olduğu ülkenin ortalama sıcaklığı 27 derece civarında. Gambiya’da birçok etnik grup birlikte yaşıyor, bu gruplar içerisinde çoğunluğu ise ülke nüfusunun neredeyse %40’ını oluşturan Mandinka etnik grubu oluşturmakta. Mandinkalardan sonra en fazla nüfusa sahip olan etnik grup ise %19’a yakın bir oran ile Fulbelerin nüfusu... %15’e yakın bir oran ile Volof etnik grubu izliyor. 64 G SICAKKANLI, SAMİMİ, GÜLER YÜZLÜ... TELEVİZYON PROGRAMCISI, TİYATROCU, RESSAM… HER PARMAĞINDA BİR DEĞİL, BEŞ MARİFET BİR USTA… AFUR UZUNER 65 Sanatın içinde yoğrulmuş; resimden tiyatroya, müzikalden televizyona yaptığı her işin hakkını vermiş; ne erken yaşta gelen şöhretin ne de her alanda takdir edilen yeteneğinin kişiliğini değiştirmesine izin vermemiş, başarılı bir usta, ideal bir eş, mütevazı bir yetenek… Kısacası hayatı başarmış bir “ insan”… Aile Dostu: Ankaralı olduğunuzu ve Gazi Üniversitesi Resim Bölümü mezunu olduğunuzu biliyoruz. Peki tiyatro ve televizyon ne zaman girdi hayatınıza? Mezuniyetinizden sonra mı? Tiyatro ile ilgili bir eğitim aldınız mı? Gafur UZUNER: Evet evet tiyatro eğitimi de aldım. Ben hem resim hem tiyatro eğitimi aldım. Ancak sıralamada tiyatro resimden sonra değil. Şöyle anlatayım. Ben televizyon işine çok erken başladım. Şimdi yaşım çıkacak ortaya ama (gülüyor) televizyonun siyah beyaz olduğu zamanlarda başladım. 16 yaşımda falandım. Lise öğrencisiyken başladım televizyona. “Gülünüz Güldürünüz” diye bir yarışma programıyla… Amatör tiyatro yapıyordum o zamanlar. O dönemin sonrasında da 3-4 yıllık bir eğitimim var. Resimle ikisi paralel gitti. Ama tiyatroya başlama tarihim amatörce de olsa daha önce. A.D. : Peki Gafur Bey tiyatroya ilk başlamanız nasıl oldu? Tesadüf mü, tercih mi? Gafur UZUNER: Bugünkü Ankara Resim Heykel Müzesi o zamanlar Halk Eğitim Merkezi idi. Ve bir arkadaşım orada tiyatro dersleri alıyordu. Ben de gittim, seçmelere katıldım ve kabul edildim. Gerçekten şahane bir eğitimden geçtik çünkü inanılmaz imkanlar vardı. Çok güzel bir tiyatro sahnesi ve hep uygulamalı dersler vardı. Hem devlet konservatuarından hem Milli Eğitimden hocalar geliyordu. Başka bir konservatuarda okusam bu kadar iyi bir eğitim alamayabilirdim. Aslında eğitimimin en büyüğünü daha sonra aldım. Resim bölümünden mezun olduktan sonra şansım da yaver gitti misafir olarak bir yerde sahneye çıktım. O zamanlarda, 80’lere damgasını vurmuş Uluslar Arası Sanat Gösterileri Şan Tiyatrosu’nun başındaki genel koordinatörü Saim Ege- 66 “17 yaşımda oldukça popülerdim. Hatta bugünkünden daha popülerdim. Çünkü televizyon tek kanaldı ve dolayısıyla herkes o kanalı seyrediyordu.” men Bostancı beni bu yerde seyretmiş ve ben böylece İstanbul’da müzikallerde oynamaya başladım. Henüz 22 yaşında falanken ben, Adile Naşit, Şener Şen, Nevra Serezli, Nisa Serezli, Müjdat Gezen, Perran Kutman, Ahmet Gülhan, Ayşen Gruda, İsmet Ay, Demet Akbağ, Yasemin Yalçın, Mehmet Ali Erbil, Uğur Yücel gibi isimlerin yer aldığı ekiplerle 7 yıl çalıştım. Bu benim için okulun en kralı oldu. Orada herkesten bir şey öğrendim. Tiyatro yaşantım böyle devam etti. Şanslı bir başlangıç yaptım yani. Bir de Ankara’dan Anadolu’nun bağrından gitmişim, hakikaten zor bir işti ama Allah yardım etti şükürler olsun. A.D. : Ama diğer taraftan da resmi hiç bırakmadınız değil mi? Gafur UZUNER: Tabi bırakmadım. Bir taraftan resim sergilerim falan da devam etti. Bu da iyi oldu çünkü o taraftan da besleniyorsun, resim sergini görmeye Haldun Dormen falan geliyor. Bunlar çok önemli. Mesela 84’te kişisel bir sergi açtım. Daha sonrasında bugünün de büyük bankalarından biri olan bir bankanın tiyatrosunda oynarken banka bana Anadolu’nun birçok şehrinde; Ordu, Trabzon, Samsun, Bursa, Elazığ, Diyarbakır, Çorum v.s. kendi sanat galerinde sergi yaptırdı ve şahane bir şeydi. Maalesef bugün öyle imkanlar yok. A.D. : Tiyatro ve televizyon arasındaki geçişiniz nasıl oldu? Gafur UZUNER: Söylediğim gibi ben önce televizyonla başladım. Zaten müzikallerde oynamama da biraz bu sebep oldu. Çünkü biraz da süksem olmuş oldu. O yıllarda iyi bir şey yaparsanız bir gecede çok popüler oluyordunuz. Ben de 17 yaşımda oldukça popülerdim. Hatta bugünkünden daha popülerdim. Çünkü televizyon tek kanaldı ve dolayısıyla herkes o kanalı seyrediyordu. A.D. : Gafur Hocam, komedi ve şive denilince ilk akla gelen isimlerdensiniz. Ve özellikle Karadenizliler çok sahipleniyorlar sizi. Oysa siz Ankaralısınız. Gafur UZUNER: Aslında orada bir hata yaptığımı düşünüyorum. Şimdi Karadenizli tipi var ya bende biraz. (gülüyor) Bakıyorlar bu adam şiveyi de iyi yapıyor. Bir Karadenizli rolü geldiği zaman direk beni arıyorlar. Bir de tüm bunlar yüzünden beni Karadenizli de zannediyorlar ya rolü de garantilemiş oluyorlar. Ama ben burada bir hata yaptım. Şimdiki aklım olsa o rollerin hepsini kabul etmezdim. Çünkü üstüne yapışıyor. Hep aynı karakterleri oynayınca da senin diğer yönlerini, renklerini seyirciye göstermen engelleniyor. O yüzden orada bir strateji hatası yaptığımı düşünüyorum. Yoksa Karadeniz ile bir akrabalığım bile yok oysa. A.D. : Aslında memleketin neresine giderseniz gidin sanki oradan biriymişsiniz gibi karşılanıyorsunuz. Sizce bunun sebebi nedir? Gafur UZUNER: Evet aynen öyle. Özellikle yaptığım bu gezi programında, “Gezelim Tozalım”da o kadar çok hayır duası alıyorum ki. Ben aktör olarak yıllardır bu işin içindeyim ama sokaktaki insanla iletişimim ve Gafur Uzuner olarak hayata bakışım duruşum, vs bu gezi programında çok daha fazla görünür oldu, altını çizmiş oldum. 67 Baktım şöyle bir. “hacı amca sen buralı mısın?” dedim. “Hee” dedi. “Kaç yaşındasın?” dedim “70” dedi. “E hiç mi gitmedin Aktaş Şelalesine?” dedim. “Ula yolu çetindur niye gideyum, karnımı mi doyurayi?” dedi. A.D. : Bu güne kadar sizi daha çok komedi dizilerinde gördük. Bu sizin tercihiniz miydi? Gafur UZUNER: Ben başlarken de bir komedi yarışması ile başladığım için daha çok öyle roller geldi bana. Ama şunu söyleyebilirim ki komedi oynayan aktör her şeyi oynar, hatta dramı daha iyi oynar. Mesela bakın komedi oynayan bütün aktörler çok iyi dram oynar, agrasif veya kötü adamları çok iyi oynarlar. Yönetmenler aslında kolaycılıktan vazgeçseler çok daha ağır roller, kötü adamlar, dramatik karakterler oynamak istiyorum. Çünkü ben daha aktörlüğümün yüzde otuz beşinin kullanıldığını düşünüyorum. Yüzde altmış beşi bende saklı duruyor. Ama Allah büyük daha ömrümüz varsa deneme şansımız çıkar elbet. A.D. : Peki aklınızda keşke ben oynasaydım dediğiniz bir rol var mı? Gafur UZUNER: Yok ama hani şöyle köyün delisi gibi rolleri oynamayı seviyorum. Hatta oynadım da böyle roller. Hani içi doldurulabilecek roller vardır. Kabiliyetsiz biri bile oynadığında o rol güzel durur. Eğer o güzel duran rolü bir de kabiliyetli bir adam oynarsa… Ama tabi yanlış anlaşılmasın, ukalalık gibi algılanmasın, kabiliyetli buluyorum kendimi falan anlamında söylemiyorum, sonuçta takdir seyircinindir. Söylemek istediğim bu tür, oynamaya uygun roller aktörü coşturur. Kısacası genel olarak bu tarz çözebileceğim rolleri oynamak isterim ama özellikle şu rol diye söyleyebileceğim bir rol yok. A.D. : Şu an iki projede birlikte yer alıyorsunuz. Kertenkele dizisi ve Gezelim Tozalım. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz bize? Gafur UZUNER: Gezelim Tozalım benim yedi senedir yaptığım bir iş. Kertenkelede başlamam ise şöyle aslında: Biz esasen başka bir proje için görüşmeye gitmiştik kanala ama sağ olsunlar Serhat Albayrak bey “bizim dizilerde de başlasanız” dedi. Böylece geçen sene başladık. Ama hiç kusura bakmasınlar yazarlar, bir oyuncu alırsan o oyuncuya yazmayı da bileceksin. Kertenkeleyi yazanlar bence güzel yazmıyor. Gezelim Tozalım beni daha çok mutlu ediyor açıkçası. A.D. : Gezelim Tozalım’da çok fazla yer gezip görüyorsunuz. Muhakkak ilginç, komik veya sizi etkileyen anılarınız olmuştur. Paylaşır mısınız bizimle de bunlardan birini? Gafur UZUNER: Gezelim Tozalım beni mecburen gezdiriyor. Çünkü biz gezen bir millet değiliz. Bununla ilgili bir anımı anlatayım size. Akçakoca’da Aktaş diye bir köye gittim. Aktaş köyünün camisinin avlusunda hacı amcalar oturuyordu. Selamlaştık. Dedim ki amcalardan birine “Burada Aktaş diye bir şelale varmış. Nasıl gideriz?” – “He, var” dedi Karadeniz kökenli bir amca. Oradan gelmiş kökleri. “Napacan?” dedi. “Çekim yapacağız, bir tarif edersen” dedim. “Ula uşağum ta orda ormanın içinde deyiler” dedi. Baktım şöyle bir. “Hacı amca sen buralı mısın?” dedim. “Hee” dedi. “Kaç yaşındasın?” dedim “70” dedi. “E hiç mi gitmedin Aktaş Şelalesine?” dedim. “Ula yolu çetindur niye gideyum, karnımı mi doyurayi?” dedi. Yani biz eğer bir menfaatimiz, işimiz yoksa 5 kilometreye bile gitmiyoruz. Yani biz gezme işinde genel olarak sıkıntılı bir milletiz. Buna beni de dahil edebilirsiniz. Ben dünyanın bir yığın yerine git- 68 mişimdir ama genellikle işim gereği gitmişimdir. Son beş – altı yıldır özel olarak işim dışında da yurtdışında bir yerleri gezmeye gidiyorum. Kısacası Gezelim Tozalım beni mecbur bıraktı gezmeye, çok mutluyum o manada. Ama şunu söyleyebilirim, hep soruyorlar bana nereleri öncelikle öneriyorsunuz diye. Mesela Kapadokya Bölgesi: Ürgüp, Göreme, Uç Hisar, Orta Hisar, Avanos, vs bence her Türkiye vatandaşının görmesi gereken yerler. Ama yurtdışından özellikle Japonya’dan daha çok ziyaretçisi var. Yalnız doğru mevsimde gitmek lazım, Bahar aylarında mesela, yaz sıcağında değil. Sonra Karadeniz’de Macahel diye bir yer var. Camili yeni adı. Burayı mutlaka gezmek lazım. Bir yer daha söylemek gerekirse Akdeniz ve Egenin birbirine karıştığı o yer var ya hani, Fethiye, Ölüdeniz, Göcek, Kelebekler Vadisi, Anamur, vs buraları muhakkak görmek lazım. Ama şunu da söyleyeyim ki bu ülkenin neresine giderseniz gidin mutlaka size hitap eden, ilginizi çekecek bir şey bulursunuz. A.D. : Birçok işi aynı anda yapmışsınız ve yapmaya da devam ediyorsunuz. Arasında en keyif aldığınız hangisidir? Gafur UZUNER: Şimdi şöyle tarif etmek lazım. Resim işi bireysel bir sanat. Televizyon ve tiyatro ise ekip işi. Bir sürü insanla Değişmeye ve gelişmeye gayret eden bir adamım, değişmeyen gelişmeyen adamı da sevmem. birlikte çalışıyorsunuz. Sizin başarınızı veya başarısızlığınızı birileri etkileyebilir. Yönetmen kötü çekebilir, senarist iyi yazmayabilir veya onlar iyi çeker de siz iyi oynayamayabilirsiniz, vs… Bu noktada resim yaparken günahı sevabı size ait, ama diğerinde ekibe ait. Oyunculuk işi çok insana daha kısa zamanda ulaşabileceğiniz bir iş, resim işi sadece meraklılarına ulaşabileceğiniz bir iş. Dolayısı ile resim daha kalıcı, oyunculuk ise biraz buza yazı yazmak gibi. O yüzden her ikisini de ayıramıyorum. Birinde çok insana ulaşmayı seviyorum, diğerinde başarının veya başarısızlığın bireysel oluşunu seviyorum. Yalnız resim, daha ömürlü bir iştir. Allah korusun hastalanıp evde kalmak zorunda olsanız resim yaparsınız ama oyunculuk yapamazsınız. A.D. : Peki son olarak biz biraz da evdeki Gafur Uzuner’i merak ediyoruz. Günlük hayatınızda neler yaparsınız? Gafur UZUNER: Gafur Uzuner bir kere çok evcil bir adam. Evini seven, evde vakit geçirmeyi seven bir adam. Yani evle ilgili fikri olan bir adam. Mesela ev dekorasyonu, yerleştirilecek bir obje, bir süs.. Bunlardan, bir yığın hanımın anladığından daha çok anlarım. Hakikaten anlarım. Estetik kaygılarım vardır. Duvara bir resim asılacaksa, öyle gelişigüzel asmam, bir obje yerleştirilecekse gelişigüzel koymam. Böyle keyiflerim vardır. Gerçi fazla bilen adam evdeki hanım için de zor adamdır aslında. Bahçeyle uğraşmayı severim mesela. Bitki severim, ağaç severim. Sonuç itibarı ile bir yığın şeyden anladığım için de iyi bir ev erkeği olduğumu düşünüyorum. Hanımın işlerini de kolaylaştırıyorum. Gece hayatından hoşlanmam. İçki ve sigara kullanmam. Ama asosyal de değilim. Sosyal bir adamım. Değişmeye ve gelişmeye gayret eden bir adamım, değişmeyen gelişmeyen adamı da sevmem. Başkalarını dinlemeyen insanları da sevmem. Başkalarının fikrini dinlemek insanı zenginleştirir, beğenmeseniz bile. Katılmayabilirsiniz ama başkalarını dinlemek iyi bir şeydir, korkulacak bir şey değildir. Dolayısı ile ben farklı yerlerden beslendiğim zaman daha zengin olduğumu düşünüyorum, bir şeyleri yerli yerine daha iyi oturtabildiğimi düşünüyorum. 69 signal 70 İŞ YAŞAMINIZI ETKİLEYEN, KOLAYLAŞTIRAN KURSLAR VE SERTİFİKALAR... BİLGİSAYAR İŞLETMENLİĞİ, BİLGİSAYAR PROGRAMCILIĞI, İNGİLİZCE, İLK YARDIM VE DİĞERLERİ. SON ZAMANLARDA HEMEN BÜTÜN İŞ BAŞVURULARININ DEĞİŞMEZ KRİTERLERİ ARASINDA ARTIK SERTİFİKALAR. PEKİ NASIL ALINIR, NE KADAR SÜREDE ALINIR, NE KADAR SÜRE İLE GEÇERLİDİR? 71 Bilgisayar Sertifikası Bilgisayarın hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğu günümüzde artık trafik cezamızdan hastane randevumuza kadar birkaç tuşla ulaşabiliyoruz istediğimiz her türlü bilgiye. Hatta bir zamanlar en güzel yazımızla özene bezene yazdığımız özgeçmişimizle başvurduğumuz işler için bile artık internet ve dolayısı ile bilgisayar üzerinden başvuru şartı var. Hal böyle olunca da ister özel sektörde ister kamuda olsun işe başvurunuzda en çok göz önünde bulundurulan kriterlerin başında geliyor bilgisayar bilme, hatta iyi düzeyde kullanma zorunluluğu. İyi bir işe yerleşmek için yeterlilik şartlarının oldukça yüksek tutulduğunu da göz önüne alırsak artık sadece “biliyorum” demek yeterli değil. Bu bilgiyi belgelemeniz şart. Peki bilgisayar sertifikası nasıl alınır? Bunun için yaşadığınız şehirdeki bilgisayar kurslarından herhangi birine başvurabilirsiniz. Burada dikkat etmeniz gereken en büyük şart kursun Milli Eğitim Bakanlığı onaylı olması. Aksi takdirde özellikle kamuya yapacağınız başvurularınızda aldığınız sertifikanın bir geçerliliği olmayacaktır. Oysa MEB onaylı sertifikanız ile hem özel hem de kamu sektörüne gönül rahatlığı ile müracaat edebilirsiniz. Bilgisayar sertifikası için illa ki özel kurslara gitmek zorunda değilsiniz. Ücretsiz kurs veren Halk Eğitim Merkezleri ve İşkur kursları 160 saatlik bir eğitim süresinden sonra kursiyerlerine sınav düzenleyerek, başarılı olmaları halinde sertifika vermektedir. Bilgisayar kursuna kaydınızı yaptırırken dikkat etmeniz gereken bir diğer husus ise “bilgisayar işletmenliği” mi yoksa “bilgisayar programcılığı” mı tercih edeceğiniz. Çünkü bu iki kursun hem eğitim süresi değişiklik gösterebiliyor hem de içerik olarak birbirlerinden farklılar. Bilgisayar işletmenliğinin toplam kurs süresi genel olarak 160 saat iken bilgisayar programcılığı 400 saat. İçerik olarak da bilgisayar programcılığı; Bilgisayara Giriş İşletim Sistemi Sistem Hizmet Programları HERHANGİ BİR İŞE YERLEŞEBİLMEK VEYA HALİ HAZIRDA ÇALIŞMAKTA OLDUĞUNUZ İŞTE YÜKSELEBİLMEK ARTIK ESKİSİ KADAR KOLAY DEĞİL. BUNUN İÇİN DİĞERLERİNDEN ÇOK ŞEY BİLİYOR OLMANIZ YETMİYOR. BUNU BİR DE BELGELEMENİZ GEREKİYOR. İdari-Ticari Uygulamalar Programlamaya Giriş Programlama Dili Programlama Dili - 2 Veri Yapıları gibi daha çok program yazılımına yönelik konularda eğitim verirken, bilgisayar işletmenliği; Bilgisayara Giriş İşletim Sistemi Sistem Hizmet Programları İdari-Ticari Uygulamalar gibi ofis uygulamalarında işinize yarayacak konularda eğitim veriyor. Başvurmayı planladığınız sektöre göre tercih yapmanız sertifikanızın da doğru hedefe ulaşmasını sağlayacaktır. Yabancı Dil Sertifikası Ekmeğin aslanın ağzında olduğu şu zamanlarda iş başvurunuzda veya öz geçmişinizde yabancı dil bölümüne sadece “iyi derecede biliyorum” yazmanız yetmiyor maalesef. Bazı firmalar iş mülakatlarında bu değerlendirmeyi, küçük testlerle kendileri yap- 72 ÇALIŞMA SAHANIZ NERESİ OLACAK? KAMU MU ÖZEL SEKTÖR MÜ? BU AYRIM EN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN YER. ÇÜNKÜ EĞER TERCİHİNİZ KAMUDAN YANA OLACAKSA SERTİFİKA İÇİN BAŞVURU YAPACAĞINIZ KURUM SEÇİMİNDE DİKKAT ETMENİZ GEREKEN ÇOK ÖNEMLİ UNSURLAR VAR. salar da hala birçok firma adayı öz geçmiş üzerinden değerlendiriyor ve orada da iyi derece ile alınmış bir yabancı dil sertifikası görmeyi önemsiyor. Tıpkı bilgisayarda olduğu gibi yabancı dilde de MEB Onayı önemli. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nın yapmış olduğu yeni bir çalışma sayesinde Halk Eğitim Merkezlerinden alınan dil sertifikaları artık daha işlevsel. Bakanlığın duyurusuna göre: “Milli Eğitim Bakanlığı ile merkezi F. Almanya’nın Frankfurt şehrinde bulunan Avrupa Dil Sertifikaları Kurumu (telc) arasında imzalanan işbirliği sözleşmesi ile Ankara Başkent, İstanbul Kartal, İzmir Karşıyaka, Antalya Muratpaşa Azize Kahraman, Bursa Gemlik ve Trabzon Halk Eğitimi Merkezleri, Almanca ve İngilizce dillerinde, A1 – B2 seviyelerindeki Avrupa dil sertifika sınavlarını yapmak üzere yetkili kılınmışlardır. Ülke genelindeki 40.000 değişik yerleşim birimine hizmet götürmekte olan halk eğitimi merkezlerinde Avrupa Ortak Dil Kriterleri’ne göre A1- B2 seviyelerinde açılacak yabancı dil kurslarına devam eden vatandaşlarımız ile örgün eğitim kurumlarında öğrenim gören öğrencilerimizin lisanslı sınav merkezlerimizde yapılacak olan sınavlarda başarılı olmaları halinde, kendileri adına Avrupa Birliği ülkelerinin tamamında geçerli olan “telc dil sertifikası” tanzim edilmektedir. Ayrıca, telc Almanca dil sertifikalarının denkliği YÖK tarafından da kabul edilmiştir.” Burada unutulmaması gereken şey yaban- cı dil sertifikaları ile memur atamalarında tercih yapılamıyor olması. Tercih yapabilmek için ÖSYM tarafından yapılan yabancı dil sınavına girmiş olmak ve başvurulan pozisyon için gerekli olan barajı aşmış olmak lazım. Mesleki Eğitim Kursları İŞKUR’un yapmış olduğu en güzel çalışmalardan birisi de mesleki eğitim kursları. Bu sayede kişi herhangi bir mesleğe yönelik bir okul bitirmemiş veya zanaat olarak herhangi bir mesleğe sahip olamamışsa bile vasıflı hale getirilip meslek edindirilebiliyor. Böylece vasıfsız bir işsiz olmak yerine edindiği meslek sayesinde aranan bir personel haline gelebiliyor. Bu kursların bir diğer faydası hakkında ise kurum şöyle bilgilendiriyor: “İstihdam garantili mesleki eğitim kurslarına katılanların en az yüzde ellisi, en az yüz yirmi gün olmak üzere kurs süresi kadar istihdamda kalmaktadır.” Bunun için yapması gerekense sadece İŞKUR tarafından belirlenmiş olan şartları taşımak: Kuruma kayıtlı işsiz olmak, 15 yaşını tamamlamış olmak, Yetiştirilecekleri mesleğe uygun özelliklere sahip olmak, İşverenin aradığı özel şartları taşımak, İş ve meslek danışmanının uygun görüşüne sahip olmak, Emekli olmamak. Üstelik bu eğitim karşılığında kişi herhangi bir ödeme de yapmıyor. Hatta tam tersine üzerine para bile alıyor. Bu kurslar ile ilgili kurum tarafından yapılan kısa bilgilendirme şöyle:” Mesleki eğitim kursları ücretsiz olup kurum tarafından kursiyerlere devam ettiği fiili eğitim günü süresince ödeme (20 TL) yapılmaktadır. Ayrıca İş Kazası ve Meslek Hastalığı Sigortası ile bakmakla yükümlü olunan kişi durumunda olmayanlar için Genel Sağlık Sigortası Prim Giderleri de İŞKUR tarafından ödenmektedir.” Diksiyon ve Güzel Konuşma Sertifikası Kariyerinizi müşteri hizmetleri, çağrı merkezleri gibi insanlarla birebir diyaloğun önemli olduğu bir hizmet sektöründe şekillendirmek istiyorsanız bu sertifika size birçok iş kapısının açılmasını sağlayacaktır. Hele ki hemen her işimizi telefon veya internet üzerinden hallettiğimiz bu yeni dönemde. Pek çok firmanın eskiden olduğu gibi her semtte şubeleri yok artık. Bunun yerine çağrı merkezleri var. Hal böyle olunca da fiziki prezantasyondan çok, güzel bir diksiyon ve hitabet gücü tercih sebebi olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu artıya sahip olup olmadığınızı anlatmak için de bu sertifikalar birebir. Güvenli bir kurumdan eğitim ve sertifika almanız yeterli. Bilhassa özel sektörün tercih alanına giren bu vasıf için sektörün de eğitimine güvendiği bir kurum seçmeniz elbette ki sizin lehinize olacaktır. Ortalama altı hafta kadar süren bu kursların ücretleri de makul üstelik. 73 74 VÜCUDUMUZUN ANA KUMANDA MERKEZİNİ NASIL KORUMALI? OLUMLU DÜŞÜNCE VE OLUMLU MOTİVASYON İLE ALZHEIMER’DAN KORUNUN Bir insanın mutlu, dingin, başarılı olabilmesi için her şeyden önce beyninin nasıl çalıştığını bilmesi ve yaşamında buna uygun değişiklikler yapması önemlidir. Beyninin nasıl çalıştığını bilen biri, onun kapasitesini daha da artırır. Olumlu düşünmesi kolaylaşır ve motivasyonu artar. Bunun sonucunda hem yaşam kalitesi artar, hem de kendisini unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, Alzheimer (bunama) gibi beyinle ilgili rahatsızlıklardan korumuş olur. Çocukluk çağı beyin gelişiminde önemli Beyin, doğumdan sonraki 2-3 yıl içinde büyümesine ve gelişmesine devam eder. İnsan yavrusu doğduğunda aslında anne karnındaki gelişmesini tamamlamamıştır. Bu yüzden doğduktan sonra kendini idare eder duruma gelmesi için yıllar geçmesi gerekir. Çocuğun yürümeye ve konuşmaya başladığı dönemlerde beyin, gelişmesine hızlı bir şekilde devam eder. Bu yüzden bir çocuğa ne verilecekse öncelikle 0-7 yaş, döneminde verilmelidir. Beyni en çok yoran monoton yaşamdır. Monotonluk beyne zarar veren bir durumdur. Çünkü sürekli aynı şeylerle uğraşıldığında, beyinde hep aynı hücreler çalışır. Bu hücre grubu bir süre sonra da yorulur. Uzm.Dr.Timur Harzadın Psikoterapist, Klinik Psikolog ALZHEİMER’DAN TUTUN DA MS’E KADAR BİRÇOK RAHATSIZLIĞIN ÇIKIŞ NOKTASIDIR BEYNİMİZ. PEKİ BU KADAR KIYMETLİ OLAN BEYİN SAĞLIĞIMIZ İÇİN BİZLER DE KORUYUCU ÖNLEMLER ALAMAZ MIYIZ? Böyle birisi günlük hayatta fazla bir performans göstermese bile kendisini halsiz ve yorgun hisseder. Bu yüzden kişinin hayatı ne kadar renkliyse, ne kadar farklı uğraş ve hobileri varsa beyni de o kadar dinlenmiş halde olur. Çünkü böylece sürekli farklı farklı hücre grupları çalışır. Çalışıp yorulan hücreler ise başka bir hobi ile ilgilenince dinlenmiş olur. Eğer bir kişinin durağan bir yaşam biçimi varsa, aslında bu kişinin bir beyne ihtiyacı çok azdır. Çünkü burada bedenin aldığı bir risk yoktur. Beynin öncelikli amacı bedenin sağ kalmasını sağlamaktır. Çevresel bir uyarının az olduğu veya riskin sıfır olduğu ortamlarda beyin bundan olumsuz etkilenir. Köyde yaşayan ve sürekli camdan etrafı seyreden yaşlı bir kadın için bunama riski yüksektir. Bu yüzden her gün gidilen yolu değiştirmek, farklı sokaklardan geçmek ve böylece beyni şaşırtmak da zihin için çok yararlı bir egzersizdir. Farklı yerlerde tatile gitmek, denemediği yiyecekleri denemek, yeni insanlarla tanışmak zihin için çok yararlıdır. Hobiler ve gülmek beyni dinlendirir. Monotonluktan çıkmak için bir hobi edinmek çok yararlıdır. Ancak yapılan araştırmalarda spor yapmanın beyin sağlığı açısından ayrı bir yeri olduğu bulunmuştur. Beyin hücreleri arasındaki dentrit isimli bağlantıların spor yapanlarda giderek güçlendiği, ayrıca sporun beyinde endorfin denen mutluluk veren hormonun üretimini artırdığı bulunmuştur. Ancak boks gibi kafaya darbe gelen sporlar önerilmez. Hobilerde önemli olan kişinin kendisine iyi gelen hobiyi bulup yapmasıdır. Bazen sırf moda olduğu için yapılan veya öteki insanlara gösteriş olsun diye başlanan bir hobi ise zihne iyi gelmez. Çünkü buradaki amaç sırf bir hobiye sahip olmak değildir. İçten gelen bir ihtiyacın eyleme dökülmesidir. Bu yüzden saçma bile olsa kişinin kendi ihtiyacının ne olduğunu bulup ona uygun hareket etmesi daha uygun olacaktır. Gülümsemek ve mutlu görünmek aynı zamanda iç sıkıntısını da azaltır. Çünkü beyin vücut diline aykırı bir şekilde düşünmez ve davranamaz. Başka bir deyişle, gülümser- 75 ken mutsuz olmak zordur. Aynı zamanda, gülümseme, beyne doğru kan akışını artırır ve dolayısıyla sakinleşmeyi sağlayan beyin kimyasallarının salgılanmasını sağlar. Beyin oksijen sever, temiz havada daha iyi çalışır. Beyin açık havada ve ayakta dururken daha iyi çalışır. Bir araştırmada ayaktayken beynin fonksiyonları yaklaşık %10 daha fazla iyi bulunmuştur. Bu yüzden yapılan egzersizlerin açık havada ve ayakta olması önerilebilir. Mesela önemli bir karar alınacaksa, bunun açık havada yürürken almak daha iyi analiz yapılması açısından daha yararlıdır. Kolları sallayarak yürüme de ek yarar sağlar. Önemli bir kararı açık havada yürüyüş yaparak almak yararlı olacaktır. Yüksek kaygılı durumlardan kurtulmanın en basit yolu doğru nefes almaktır. Yüksek kaygıda sağlıklı düşünme bozulur. Bu kişide solunum kasları aşırı kasılır ve oksijen seviyesi düşebilir. Ayrıca dokularda karbondioksit birikimi, kaslarda yorgunluğa ve kramplara yol açar. Bu durum ise olumlu düşünmenin bozulmasına ve genel performansın düşmesine neden olur. Derin ve düzenli nefes almayı öğrenen kişiler ise kandaki oksijen durumunu bu sayede iyileştirir. Oksijen yükselmesine ve nefese odaklanma sonucu zihin kaygıdan uzaklaşır ve bu durum yüksek kaygının azalmasını neden olur. Bilgisayar oyunları yararlı mı, zararlı mı? Bilgisayar ve video oyunları oynayabilmek için aynı anda birden fazla işi becerebilmek gerekir. Dikkati aynı anda birden fazla şeye yöneltebilme zamanla beyinde bununla ilgili yolakları oluşturur. Bu tür oyunlarda hem dikkati ekrana vermek, hem de olayları çabuk kavramak ve çabuk reaksiyon vermek gerekir. Bu oyunlar strateji yapmayı ve stratejik düşünmeyi sağlar. Hızlı, keskin karar verme, seçme yeteneklerini geliştirir. Takım kurma, takım üyesi olma alışkanlıklarını ve yabancı dil becerilerini artırır. Kişi kaybetmeye tahammül etmeyi ve kazandığında hazmetmeyi öğrenir. Çok fazla bilgisayarda vakit geçirmek sosyal izolasyon ve zamanla monotonlaşmaya neden olur. Bu yüzden zararlı bir hale dönüşebilir. Azı karar, çoğu zarar. Çocuklarla ve hayvanlarla vakit geçirmek beyne iyi geliyor. Çocuklarla veya hayvanlarla daha fazla vakit geçirme gibi farklı düşünme ortamları beyni geliştirir. Çünkü hem çocuklarda hem de hayvanlarda beklentinin dışında sıra dışı davranışlara sık rastlanır. Bu durum beyni şaşırtır ve farklı farklı bölgelerinin çalışmasını sağlar. Sadece çocuklar değil, olaylara bakışı farklı olan bir insanla konuşmak da beyin için HER GÜN GİDİLEN YOLU DEĞİŞTİRMEK, FARKLI SOKAKLARDAN GEÇMEK VE BÖYLECE BEYNİ ŞAŞIRTMAK DA ZİHİN İÇİN ÇOK YARARLI BİR EGZERSİZDİR. 76 BİRİSİNE YARDIM ETMEK DAHA UZUN SÜRELİ OLUMLU DUYGU OLUŞTURMAKTADIR. ANCAK BURADA ÖNEMLİ OLAN BUNUN KİŞİNİN İÇİNDEN GELEREK OLMASIDIR. SIRF ÖTEKİ MUTLU OLSUN DİYE YAPILAN İYİLİKLER ZİHNE İYİ GELMEZ. iyi bir antrenmandır. Sürekli kendisi gibi düşünenler ile konuşmak zihni monotonlaştırır. Farklı düşünen birisinin bu haline tahammül etmek ve onun zihnini değiştirmeden sohbet edebilmek monotonluğu bozar. Çünkü zihinsel veya davranışsal olarak yapılan sıra dışı değişiklikler beynin gelişmesini sağlar. Sağ elini kullanan birisinin saç tarama, diş fırçalama, yemek yeme gibi davranışları öteki elle yapması da benzer egzersizlerdir. Merak etmek beyin için iyidir. Sürekli aynı konularda kendisini geliştirmek yerine yeni bir şeyler okumak, bilgilenmek, merak etmek de çok önemlidir. Bunama veya Alzheimer isimli rahatsızlığa okuma alışkanlığı olan kişilerde daha az rastlanır. Az eğitimli kişilerde ise bunama daha sıktır. Kısacası herhangi alanda eğitim almak beyni daha güçlü hale getirir. Okunan konuların tekrar zihinde yorumlanması ve hayal edilmesi yararlı bir egzersizdir. Okumak beynin sol tarafını harekete geçirirken, hayal kurma ise beynin sağ tarafını devreye sokmaktadır. Böylece beynin tamamı çalışmış olur. Bu nedenle güzel bir hayalden sonra ders çalışmak beynin sol tarafı dinlenmiş bir halde olacağı için, performansı da artırmaktadır. Örneğin bir öğrencinin ders çalışmadan önce gelecek hedefleri ve hayalleri ile ilgili düşünmesi öğrenme sürecini olumlu etkiler. Bunun gibi hiçbir hayali ve hedefi olmayan bir öğrencinin yeterli miktarda ders çalışması olanaklı değildir. Tekrar tekrar aynı hayali düşünmek ve üzerinde analiz yapmak zihnin bunu başarmasını kolaylaştırır. Kadın detaya, erkek genele odaklı. Kadınlar detaylara, erkekler genele daha fazla odaklıdır. Kadın beyninde hücreler arası bağlantılar erkeğe göre %40 fazladır. Bu yüzden kadınların duyguları okuması, bir bebeğe bakım vermesi daha kolaydır. Bunun kadın için olumsuz tarafı ise duy- guları uçlarda yaşaması, özellikle negatif duygularda çok derin acı çekmesidir. Bu yüzden bir kadının basit düşünmeyi geliştirmesi ve hayatı daha yavaş yaşaması zihin için yararlı olacaktır. Erkeğin ise basit düşünmesi, olaylara genel bakması daha iyidir. Bu yüzden liderlik ve yöneticilik yapmak erkek için daha kolaydır. Ancak olumsuz taraf ise erkek duygusal ilişkilerde empati yapmakta zorluk yaşar, karşıdaki insanı bir eşya gibi görür. Erkeğin özellikle kadınlara karşı daha eşit davranması daha uygun olacaktır. İyilik Yapmak, Yardım Etmek Birisine yardım etmek beyinde mutluluk hormonu olan serotonini artırır. Yeni bir araba almak, ev almak, cep telefonunu değiştirmek, bir sınavda başarılı olmak, tatile gitmek gibi eylemler beyinde kısa süreli mutluluğa sebep olur. Birisine yardım etmek ise daha uzun süreli olumlu duygu oluşturmaktadır. Ancak burada önemli olan bunun kişinin içinden gelerek olmasıdır. Sırf öteki mutlu olsun diye yapılan iyilikler zihne iyi gelmez. Çünkü kişiyi köleleştirir. Kendine Şefkat Duymak Her insanın hayatta deneyimlediği olumluolumsuz anları ve kişilik özellikleri vardır. Beyin genellikle olumsuz yönleri daha çabuk fark eder. Kişinin kendindeki olumlu yönleri de görmesi, kendisine değer vermesi, kendisine şefkat duyması zihin açısından çok iyidir. Kendine vakit ayırmak, sadece kendisi için bir şeyler yapmak önemlidir. İç Dünyanın Huzuru ve Yakın İlişkiler Çok Önemli İnsan ruhu öncelikle kendi iç dünyasında huzurlu ve dingin olmak ister. Bir taraftan içsel bütünleşmek, bir taraftan ise diğer insanlardan ruhsal olarak ayrışmış olmak ister. Özellikle yakın ilişkide olduğu eş, sevgili, çocuk, anne, baba ve kardeş ilişkileri iç dünyada yoğun duygulanım oluşturur. Kendi iç meselelerini halletmiş, yakın ilişkileri sağlıklı bir insanın motivasyonu yüksektir. Bu konularla ilgili olarak kişisel gelişime vakit ayırmak, kitap okumak, ihtiyaç varsa terapiye gitmek uygun olacaktır. Çünkü zaman hızlı akmaktadır, kısadır ve değerlidir. 77 78 İBRET VEREN ATASÖZLERİMİZ VE DEYİMLERİMİZİN İBRET VEREN ÇIKIŞ HİKAYELERİ Tencere Yuvarlanmış Kapağını Bulmuş Eski zamanların birinde adı Şenn olan Çok akıllı ve bilgili bir adam varmış. Şenn günlerden bir gün evlenmeye karar vermiş. Vermiş vermesine ama öyle sıradan bir kız istemiyormuş evlenmek için. Kendisi gibi bilgili, zeki bir eş arıyormuş. İşte böyle birini bulabilmek için atlamış atına düşmüş yollara. Bir süre gittikten sonra yolda bir adama rastlamış. Selamlaşmışlar, sohbete başlamışlar. Adam köyüne doğru gidiyormuş. Şenn de adamla birlikte seyahat etmeye başlamış. Bir zaman daha gittikten sonra bizimki adama sormuş: - “Söyle bakalım, ben mi seni yükleneyim, yoksa sen mi beni yüklenirsin?” Adam: - “Bu nasıl bir soru? İkimiz de at üzerindeyiz zaten, birbirimizi nasıl yükleneceğiz?” demiş. Hiç sesini çıkarmamış Şenn. Biraz daha yol almışlar ve artık köye iyice yaklaşmışlar. Yol kenarındaki tarlalarda biçilmiş olan ekinleri görmüş Şenn. Tekrar bir soru sormuş yol arkadaşına: -“Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi?” Adam bu çocukça soru karşısında biraz hiddetlenmiş: Hiç birini durduk yere veya boşuna söylememiş atalarımız. Hepsinin bir çıkış hikayesi, her hikayenin de çıkarılacak bir dersi var mutlaka… -“Cahil misin be adam! Ekin saplarıyla duruyor işte, görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun?” Şenn yine hiçbir şey söylememiş ve yola deva etmişler. Kısa bir süre sonra varmışlar köye. Bir de görmüşler ki köyün ortasından bir cenaze götürülmekte. Şenn yine sormuş: - “Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri mi?” Kendisiyle alay mı ediyor yoksa gerçekten zır cahilin teki mi anlayamadığı yol arkadaşının bu son sorusuyla iyice öfkelenmiş adam: -“Sen ne cahil bir adamsın böyle!” diye çıkışmış ama daha fazla da bir şey söylememiş. Bu ilginç arkadaşını Tanrı misafiridir diyerek evine konuk etmiş o gece. Bu adamın oldukça güzel de bir kızı varmış. Adı da Tabaka imiş. Kız babasının misafirinin kim olduğunu merak edip sormuş. Adamcağız da nasıl biri olduğuna bir türlü bir cevap bulamadığı arkadaşını ve sorduğu tuhaf soruları anlatmış kızına. Kız soruları duyduktan sonra hafifçe gülümsemiş babasına ve demiş ki: -“Babacığım aslında sana başka şeyler söylemek istemiş arkadaşın. Birinci sorusu “Ben mi söze başlayayım sen mi?’ demektir. İkincisi, ‘Ekin sahipleri onun parasını yemişler mi acaba?’ Üçüncüsü de ’Acaba bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış mıdır?’ demektir. Oldukça şaşıran adam hemen arkadaşının yanına dönmüş ve üç sorunun cevabını da vermiş. Şenn anlamış tabi bu cevapların adama ait olmadığını ve sormuş yanıtları kimden aldığını. Adam da kızı işaret etmiş. Şenn o anda evlenmek için aradığı akıllı kızın o olduğunu anlamış ve kızı ailesinden isteyip evlenmiş, köyüne götürmüş. İki köyün halkı bu denk düşen evlilik için: “Vafeka Şenn tabaka.”, yani “Kap kapağına uygun düştü.” Demişler. “Çünkü “Şenn”in anlamı su kabı, “Tabaka”’nın anlamı ise kapakmış. İşte bu atasözü zaman içinde bizim şimdi kullandığımız “Tencere yuvarlandı kapağını buldu” şekline dönüşmüş. 79 Saman Altından Su Yürütmek Biz zamanlar köyün birinde tam köyün ortasında bir kaynak suyu varmış. Bütü n köylü tarlalarını, bahçelerini, bostanla rını bu su ile sularmış. Etrafta başkaca bir su kaynağı olmadığından bu sulama işi nöbetleşe yapılırmış. Herkesin sırası da, suyu ne zam an kullanacağı da belliymiş. Herkes bu sıra ya göre hareket eder birbirinin hakkını yem ezmiş. ne geldiğinde kaynaktan suyu alır bostanını sularmış ama açgözlü adam bununla yetinmezmiş. Kaynak ile bahçesi arasına gizli bir suyolu kazmış. Kimseler fark etm esin diye de suyolunun üzerini taşla, tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığm ış. Su, diğer vakitlerde de bu saman altın dan akar ve adamın tarlasına kadar gidermiş . Ancak kendini açıkgöz sanan köyl ünün biri bu düzene uymazmış. Zaten kayn ağa çok yakın olan bostanını sulama sıra sı kendisi- Gel zaman git zaman köylüler bu işte bir tuhaflık olduğunu anlamışlar. Çün kü kendi tarlaları yaz sıcağı altında sıraların ı beklerken susuzluktan kurumaya yüz tutarmış Yorgan Gitti Kavga Bitti a yaSoğuk bir kış gecesi Nasreddin Hoc a, sırad Bu . imiş akta uyum tağına yatmış iş işitm a kavg bir kta soka evinin önündeki ış. bakm urup koşt e erey ve hemen penc istemiş Kavgacılara seslenmiş, durdurmak a da Kavg . amış olm yen dinle ama kendisini uş. iyorm gittikçe şiddetlen Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet oldu ğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kay ınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fildişi ve şimşir taraklar, diğer arm ağanlarla birlikte verilmiş. Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içind ekiler- ama bu adamınki her zaman yem yeşilmiş. Üstelik bostanının ortasındaki küçü k havuz da hep doluymuş. Ne olup bittiğini anlamaya karar veren köylüler başlamı ş araştırmaya. Çok geçmeden de saman balyalarının altındaki suyolunu bulmuşlar. Böylece kurnaz köylünün oyunu ortaya çıkm ış ve bu olay da “ saman altından su yürü tmek” olarak, gizlice iş görmek, kimselere fark ettirmeden işler çevirmek” anlamıyl a kullanıla gelmiş o günden bu güne. yaptırHava soğuk olduğundan, hoca yeni ıya aşağ nüp dığı atlas yorganı sırtına bürü girip ına aras inmiş. Kavga eden adamların yorganıayırayım derken, adamlar hocanın nasıl mış anla nı alıp kaçmış. Hoca hemen uş. tutm nu bir oyuna geldiğini ve evin yolu uş: Karısı Hacer Hatun telaşla sorm mış o? “Hayır ola Hoca Efendi, ne kavgasıy ldi.” kesi eri Sen gittin, sesl gitti, “Sorma hatun” demiş Hoca; “Yorgan kavga bitti.” Kel Başa Şimşir Tarak den başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş. Kendisine verile verile şimşir tara k verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkm ış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış: “Herkese altın, gümüş tarak, ban a da şimşir öyle mi? Yeni gelin, daha bu eve adımı- nı atmadan benimle uğraşmaya başladı...” Oğlan anası gelininin bu hare ketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızg ınlıkla çıkışmış: “Senin ki gibi kel başa, şim şir tarak çok bile” deyivermiş. Bu atasözü de yoksul, ya da duru mu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pah alı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılmış o günden beri. Namazına Buyurun Cenazemiş kahveci ardın- -“Peki dde i gibi keyif verici ma IV. Murad; tütün, içk nlara bu yasağa uymaya yasağı koymuş ve nan ölümle bile sonuçla da çok ağır, hatta aciv günkü Üsküdar cezalar verirmiş. Bu in ğin ede tütün vs. içildi rında bir kahvehan n. haberini almış bir gü ?” de -“Peki tütün içer mi dan. ayır” olmuş. Padişahın cevabı “h ” n şüphelenmiş. “Eee Uyanık kahveci heme ne , “tütün içmiyorsa demiş kendi kendine diye a bu zat, tebdili ola ki buraya? Yoks iş lm ge git t aya? ığında tebdili kıyafe söylenen Padişah olm O akşam derviş kıl ye kıyafet gezdiği me hvekle ka be ş up mü ur tür Ot gö e. rı düşünürken nla bu miş bu kahvehaney m Tü ehv . Nihayet gelmiş ka başlamış kahveciyi yi. İkram ederken: ?” ini bağışlar mı acep i: hib sa hane -“Baba erenler ism sor- demiş. hve içer mi?” diye dişah. -“Baba erenler ka -“Murad” demiş pa e: muş Kahveci çekine çekin . ah diş pa ş mi de t” -“Eve var mı?” deisimde sultanda miş. rmış padişah: Başını hafifçe kaldı ş. -“Elbette var” demi bu cevabı üzerine: n d’ı ra Sultan IV. Mu decenaze namazına” -“Öyleyse buyurun i. ec hv ka iş yığılı verm miş ve olduğu yere eciyi Sultan Murad kahv Bu lafa çok gülen yle bö ri be en nd iş. O gü bir seferliğine affetm an nıl lla ku k ço ak için en durumları açıklam a.” zın ma na ze un cena deyim olmuş “Buyur 80 DAHA SAĞLIKLI BİR HAYAT VE DAHA SAĞLIKLI NESİLLER İÇİN: YEŞİLAY SİGARA, ALKOL VE DİĞER ZARARLI MADDE BAĞIMLILIKLARI… HAYATIMIZI TEHDİT ETMEKLE KALMAYIP BİZZAT ELİMİZDEN ALAN VE BUNU BİR DE ÜSTE PARA ALARAK YAPAN ÇAĞDAŞ DÜNYANIN EN BÜYÜK TEHLİKELERİ… SON YÜZYILIN ÖZELLİKLE DE ÇOCUKLAR VE GENÇLER İÇİN EN BÜYÜK TEHDİDİ… AİLELERİN KORKULU RÜYASI… Bu bağımlılıkların çoğu, sadece bir kere ile kalacağı düşünülerek başlanılan denemelerin hazin sonu maalesef. Ya da bedenleri de yaşları da küçücük, tazecik çocuklarımızın ne yazık ki büyük bir yanılgı ile büyüdüklerini kanıtlama ve hissetme çabası… Çok acıdır ki ülkemiz için özellikle sigara tüketim yaşı oldukça düşük. Ve yine ne acıdır ki kullanan kişi sayısı da bir o kadar yüksek. Türkiye Sigarayla Savaş Deneğinin verilerine göre; Ülkemizde 23 milyon civarında sigara içicisi var. 19,5 milyonu 19 yaş ve üstü, 3,5 milyonu ise 11–19 yaş arası gençler ve çocuklar. 19 yaşın üstündekilerde günde ortalama 14-20 / paket ( 14 tane sigara) içiyorlar. 19 yaşın altında kalanların günlük ortalaması ise 5-20 / paket (5 tane sigara) 13 yaş ve üstü sigara içenlerin oranı % 40 Erkeklerde bu oran % 51 Kadınlarda ise oran % 25 Son 15 yılda kadınlarda artış hızı daha fazla. Üniversitelerde öğrenciler arası içme oranı (18–25 yaş) % 58 23–36 yaş arası en yoğun; yaklaşık 9,5 milyon içici bu yaş gurubunun % 67’sini kapsıyor. Bütün bu rakamlar bilhassa gençlerimizin ve yeni yetişen neslin içinde bulunduğu korkunç tabloyu özetliyor. Bağımlı ve sağlıksız bireyler ortaya çıkaran bu illet maddi olarak da hayatımızdan oldukça fazla şey 81 götürüyor. Derneğin paylaşımına göre; Dünya Sağlık Örgütü’nün tespitine göre sigaraya verilen her bir doların karşılığı yaklaşık 1,5 dolarlık sağlık harcamasına yol açıyor. Dünyada 400 milyar dolar sigara harcamasına karşılık 600 milyar dolarlık sağlık harcaması yapılıyor. Ülkemizde bu durum 12 milyar dolara karşılık 18 milyar dolar sağlık harcaması anlamına geliyor. Devletin 2009 yılında sigaradan elde ettiği 11 milyar TL vergiye karşılık sağlık harcaması 25 milyar TL nin üzerine çıkmıştır. Bu harcamada SGK payı 20 milyar TL nin üzerindedir. Bu aynı zamanda Sosyal Güvenlik Sistemlerinde tiryakiler, sigara içmeyenlerin üzerine iki kattan fazla prim yükü bindiriyorlar. Bir diğer hayat karartan bağımlılık olan alkolde de durum pek farklı değil. Her ne kadar Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’nün yaptığı araştırmaya göre, örgüte üye ülkeler arasında alkol tüketiminde sondan ikinci olsak da bu zehrin insanımız için hala büyük bir tehdit olduğu gerçeği değişmiyor. Kişinin sadece kendisine verdiği zararla sınırlı kalmayan alkol bağımlılığı ile ilgili en çarpıcı verilerden biri trafik kazaları ile ilgili. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’ya göre trafik kazaları için risk faktörlerinin başında “alkollü araç kullanma” yer alıyor. Bu yüzden de trafik kazalarını azaltmak için yapılan çalışmaların temelini “Alkolle ilgili kanun ve yaptırımların düzenlenmesi” oluşturuyor. Ülkemizde 1920’lerde gençlerimizi esir almayan başlayan alkol tüketimi ve bağımlılığı ile ilgili atılan en büyük ve günümüze kadar da gelişerek büyüyen adım Yeşilay oldu. Peki içi dolu tanımı ile nedir Yeşilay? Yeşilay’ın kuruluş amacını kendi ağzından dinleyecek olursak: “Yeşilay, insan onurunu ve saygınlığını temel alan, toplumu ve gençliği ayrım gözetmeden zararlı alışkanlıklardan korumak için çalışan, milli ve ahlaki değerleri gözeterek ve bilimsel metotlar kullanarak tütün, alkol, uyuşturucu madde, teknoloji, kumar vb. bağımlılıklarla mücadele eden; önleyici ve rehabilite edici halk sağlığı ve savunucu- luk çalışmaları yürüten bir sivil toplum kuruluşudur.” “Cemiyet, yurdumuzda ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde; tütün, alkol ve madde bağımlılığı gibi toplumun ve gençliğin beden ve ruh sağlığını tahrip eden bağımlılıklar yanında, kumar, internet ve teknoloji bağımlılığı gibi gençliğe ve topluma zarar veren bütün zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek, milli kültürüne bağlı nesiller yetiştirmek amacı ile kurulmuştur.” Bundan tam doksan altı yıl evvel ülkemizi ciddi anlamda tehdit eden alkol bağımlılığına karşı ileri görüşlü bir grup devlet adamının öncülüğünde ortaya çıkmıştır Yeşilay. Kurumun kuruluş tarihçesi ise bizzat kendi aktarımları ile şöyledir: “Yeşilay, 1920’de İngiliz işgal güçlerinin İstanbul Limanı’na gemilerle getirdiği binlerce kasa alkollü içkiyi gençlerimize bedava dağıtıp onların zehirlemesine, işgale karşı direnişi kırarak özgürlüklerini ve onurlarını ellerinden almak istemelerine karşı alkollü içkilerle mücadele amacıyla dönemin Şeyhülislam’ı İbrahim Haydarizade’nin himayesinde Dr. Mazhar Osman Uzman ve Sadece bir kez deneyeceğim” diyerek başlanılan ve “ben bağımlı değilim, istediğimde bırakırım” diyerek devam eden yeni çağın en tehlikeli süreci… Sonuç: Esaretini kabul etmeyen bağımlı nesiller… 82 Genç olarak tanımlanabilecek olan 25-30 yaş arası kesimin bağımlılık riski oldukça yüksek. Kırk yaşından sonra ise, özellikle bu yaşa kadar bu zararlı maddelerden herhangi birini kullanmamış olanlar için bağımlı olma riski çok düşük. Bu sebeple de Yeşilay’ın hedef kitlesini daha çok genç kesim oluşturuyor. arkadaşları tarafından padişahın izniyle 5 Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar” adıyla kurulmuştur. “ “Hilal-i Ahdar” ismi daha sonra “Yeşil Hilal” ve “Yeşilay” olarak değiştirilmiş, 1934 yılında Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı, İsmet İnönü’nün Başbakanlığında Bakanlar Kurulu kararıyla Yeşilay’a “kamuya yararlı dernek statüsü” verilmiştir. Kuruluşundan günümüze bağımlılık türleri arttıkça Yeşilay’ın da tüzüğünde çalışma alanları çeşitlenmiş, alkolden sonra sigara, uyuşturucu, kumar, fuhuş, ve yakın tarihte teknoloji bağımlılığı Yeşilay’ın mücadele alanına dahil olmuştur.” Günümüzde, alkolle sınırlı kalmayıp, insan sağlığına zarar verebilecek her türlü bağımlılığa karşı savaş açmış olan bu kurum bu bağlamda birçok toplantı ve organizasyon düzenliyor ve özellikle gençleri bilinçlendirmek adına gerek ulusal gerekse uluslararası platformda var gücü ile çalışıyor. Kullandığı zararlı madde ne olursa olsun kullanıcıların birçoğu bağımlı olduğunu kabul etmiyor ve buna kendilerince en büyük kanıt olarak da” istedikleri zaman bırakabilecekleri” düşüncesini gösteriyor. Yeşilay, bağımlılığı “psikolojik bir sendrom” olarak tanımlıyor. Kişinin bir bağımlı olup olmadığını anlamak içinse aşağıdaki yedi maddeden sadece üçünün aynı anda görülmesinin yeterli olduğunu söylüyor. Kullanılan maddeye tolerans gelişmesi Madde kesildiğinde ya da azaltıldığında yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkması Madde kullanımını denetlemek ya da bırakmak için yapılan ama boşa çıkan çabalar Maddeyi sağlamak, kullanmak ya da bırakmak için büyük zaman harcama Madde kullanımı nedeni ile sosyal, mesleki ve kişisel etkinliklerin olumsuz etkilenmesi Maddenin daha uzun ve yüksek miktarlarda alınması Fiziksel ya da ruhsal sorunların ortaya çıkmasına ya da artmasına rağmen madde kullanımını sürdürmek Genç olarak tanımlanabilecek olan 25-30 yaş arası kesimin bağımlılık riski oldukça yüksek. Kırk yaşından sonra ise, özellikle bu yaşa kadar bu zararlı maddelerden herhangi birini kullanmamış olanlar için bağımlı olma riski çok düşük. Bu sebeple de Yeşilay’ın hedef kitlesini daha çok genç kesim oluşturuyor. Bu yolda yapılan en büyük çalışmalardan bir tanesi de bu mücadeleye gençleri de dahil etmek: “ Çünkü ergenler ve gençler, kendilerine bir şeyin büyükler, eğiticiler, kurumlar veya bir otorite tarafından dayatılmasından pek hoşlanmazlar. Buna gençlik tepkisi diyebileceğimiz doğal bir tepki gösterirler. İşte Genç Yeşilay markası altında bir araya getirdiğimiz ortaokul, lise ve üniversite gençlik kolları, grupları, kulüpleri; kendileri bu konuda bilinçlendikten sonra akran eğitimi yoluyla yaşıtlarını, arkadaşlarını, çevresindeki akranlarını bu doğru yola, bağımlılıktan uzak durmaya davet ediyorlar. Bu, gençler nezdinde daha kabul edilebilir, daha işlevsel ve daha etkili bir yöntem.” Her yıl kuruluşunun yıldönümü olan Mart ayının ilk haftası Yeşilay haftası olarak belirlenmiştir. Bu sayede gerek eğitim kurumlarında gerekse yurt genelinde karşı karşıya olunan tehlikeye daha çok dikkat çekmek ve Yeşilay’ın bu konuda en büyük yardımcı olduğunu hatırlamak amacı ile çalışmalar ve organizasyonlar yapılır. Kendi ifadesi ile “Her insana bağımlılık dokunmadan dokunmayı” hedefleyen Yeşilay bu doğrultuda tarihten bu güne birçok başarıya imza atmıştır ve atmaya devam etmektedir… Daha sağlıklı ve daha temiz bir nesil için, çocuklarımızı bu dünyaya güvenle bırakabilmek için her türlü bağımlılıktan uzak durmak, örnek olmak ve mücadele etmek şart. Çünkü tıpkı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu konudaki hadiste dediği gibi, ‘İçki bütün kötülüklerin anasıdır’. 83 84 HEM GÜLDÜREN, HEM DÜŞÜNDÜREN, KUZEYİN TERTEMİZ İNSANLARI VE KARADENİZ KÜLTÜRÜ EN ÇOK GÜLDÜKLERİMİZİN BAŞINDA GELMEZ Mİ KARADENİZ FIKRALARI? VE DÜRÜSTLÜKLERİNE, ANİDEN ATEŞ GİBİ ÇAKAN HİDDETLERİNE, SAMİMİYETLERİNE ŞAŞIRMAMAK MÜMKÜN MÜ KARADENİZ İNSANLARININ? UÇSUZ BUCAKSIZ ÇAY TARLALARININ İÇİNDE RENGARENK YAZMALARIYLA HARIL HARIL ÇALIŞAN KADINLARI DEĞİL MİDİR Kİ HER BİRİ BİR AZİM ÖRNEĞİ OLAN? KISACASI DAĞIYLA, TAŞIYLA, İNSANIYLA BAMBAŞKA BİR KÜLTÜRDÜR KARADENİZ… 85 YEMYEŞİL ÇAY TARLALARININ ARASINDA FUŞYALAR, SARILAR, BONCUK MAVİLERİ IŞILDAR… RENGARENK İNSANI GİBİ CAPCANLIDIR GİYDİKLERİ DE… NEFES ALMADAN İŞLEYEN TARLALARIN UZAĞINDAN BİR KEMENÇE SESİ DUYULUR İNCEDEN… DAHA DEMİNCEK DÜNYAYI UNUTUP ÇAY TOPLAYAN ELLER YAN YANA HORONA DURUR… Oldukça eski bir geçmişe sahip olan Karadeniz, tarih boyunca misafir ettiği topluluklar ve ülkeler ile oldukça renkli bir maziye sahip. Kavimler Göçü ile birlikte oldukça yoğun bir kültür istilasına uğrayan bölge, Osmanlı ile birlikte biraz daha sakin bir döneme girdi. Ancak elbette ki bu tam manası ile bir sulh anlamına gelmiyordu. Venedikliler, Cenevizliler, meşhur Kırım meselesi derken mücadeleye alışkın olan Karadeniz tam anlamıyla bir sükunete kavuşamıyordu. Özellikle kuzey ülkeleri açısından oldukça kıymetliydi bu bölge. Çünkü sıcak denizlerin en kestirme yoluydu. Belki de Karadeniz halkının yer yer hırçın mizacını açıklıyordu bütün bu mücadele. Karadeniz denildiği zaman ilk akla gelen şeydir lehçeleri. Oldukça farklı olan telaffuzları ve bazı bölgelerde kullanılan farklı dilleri onları farklı ama daha samimi kılar. Halk arasında en sıklıkla konuşulduğuna rastlanan diller Lazca, Gürcüce ve Rumcadır. Rumca, Trabzon’da kurulmuş olan Rum devletinden kalmış ve günümüzde yok denecek kadar bu dili konuşan sayısı azalmıştır. Bir diğer etnik dil olan Gürcüce ise daha çok Artvin ve Rize’de ve sadece Gürcü aileler tarafından konuşulmaya devam edilmekte olan bir dildir. Ve gelelim Lazcaya. Sanılanın aksine bütün Karadeniz bölgesi tarafından kullanılan bir dil değildir Lazca. Günümüzde yalnızca Artvin bölgesinde Arhavi, Hopa ve az miktarda da olsa Rize Ardeşen’in birkaç köyünde konuşulmaktadır. Peki bütün bir Karadeniz’e hakim olan o meşhur lehçe nerden gelmektedir o vakit? Karadeniz Lehçesi, Karadeniz’in nüfus yapısını oluşturan temel etmenler olan Kıpçak ve Çepni boylarının Lehçesinin ta kendisidir. 86 Karadeniz yöresindeki bu farklı ve sıcak lehçenin söyleniş olarak oldukça ilginç kelimeleri ve anlamlarından birkaç örnek verecek olursak: Abrul: Nisan Alamuk: Yağmurdan sonra güneşin bulutların arasından tesirli bir şekilde vurması Bece: Bu gece Bıldır: Geçen sene Cıdık: Tuzak Depebızdık: Takla Eyhe: Sana göre hava hoş Guytak: Çukur, kuytu Vire: Daima, devamlı Her bölgenin olduğu gibi Karadeniz’in de birbirinden ilginç adetleri ve yerel oyunları var. Adıyla da, oynanışıyla da oldukça keyifli görünen bu oyunlar senelerden beri iyiden iyiye yer etmiş bölgenin kültürüne. BALIK BATTI OYUNU Akşam misafirliklerinin en büyük eğlencelerden olduğu, televizyonun henüz evlerimizi esir almadığı zamanlardan kalma bir oyundur balık battı. Özellikle misafirliklerde kadınlı erkekli gruplar tarafından oynanan bir oyundur. Grup halka olur, bağdaş kurup oturur, herkes ellerini bacaklarının altına sokar. Bir kişi ise halkanın ortasında oturur. Halkada oturanlar BİLHASSA KUZEY ÜLKELERİ AÇISINDAN OLDUKÇA KIYMETLİYDİ KARADENİZ. ÇÜNKÜ SICAK DENİZLERİN EN KESTİRME YOLUYDU. BU YÜZDEN DE HİÇ BİTMİYORDU GÜRÜLTÜSÜ. BELKİ DE KARADENİZ HALKININ YER YER HIRÇIN MİZACINI OLUŞTURUYORDU YAVAŞ YAVAŞ, BÜTÜN BU MÜCADELE. ellerindeki kıvrılmış bir mendili birbirlerine ebeye yakalanmadan verirler. Ebe ise mendilin kimde olduğunu anlamaya çalışır. Herkes ebe baktığında sanki mendil kendisindeymiş gibi paniğe kapılmış görünmeye çalışarak ebeyi yanıltır, bu esnada mendil elden ele dolaşır. Arada bir mendille ebeye vurulup tekrar saklanır. Ebe mendili kimin elinde yakalarsa yeni ebe o olur. ARALI EMEN Bölgenin bir diğer tarihi sayılabilecek oyunlarından biridir Aralı Emen Oyunu. En az beş kişilik iki takımla oynanır. Takımların oluşumu ve emenin kim tarafından korunacağı tekerlemelerle belirlenir. Emen meydan ortasına konulmuş bir taştır. Birinci takımın görevi rakip takım oyuncularının emene dokunmasını engellemektir. İkinci takımın görevi ise emene dokunarak ele geçirmeye çalışmaktır. Birinci takım emen taşının etrafını çevreleyerek rakip takımın taşa dokunmasını engellemeye çalışır. Bu sırada ikinci takım oyuncuları meydana yayılarak emeni koruyan oyuncuları rahatsız etmeye başlarlar. Bu mücadele esnasında ikinci takım oyuncularından emene dokunmaya çalışanlardan yakalananlar oyun dışı kalırlar. Eğer ikinci takım oyuncuları birinci takım oyuncularından birisiyle emen arasından yakalanmadan geçerse birinci takımın bu oyuncusu da oyun dışı kalır. Bu yarışma emen ele geçirilinceye ya da ikinci takım oyuncularının tamamı oyun dışı kalıncaya kadar devam eder. 87 “KIZ TARAFINDAN BİRİSİ KÜÇÜK BİR EŞYAYI, DAMADIN CEBİNE KOYAR. YİTİK OLDUĞU VE HERKESİN ARANACAĞI SÖYLENİR. ARAMA SONUNDA ARANAN ŞEY DAMADIN ÜZERİNDE ÇIKAR. DAMAT MAHKEME EDİLİR. İDAMINA KARAR VERİLİR. AYAĞINA İP BAĞLANIP TAVANA ASARLAR. ” Karadeniz’de Damat Olmak: Oldukça değişik adetlere de sahiptir Karadeniz. Yöreden yöreye ufak tefek uygulanış ve deyiş farklılıkları gösterse de özünde aynı geleneğin uygulanmasıdır hepsi. Bunların arasında en dikkat çekenlerinden biri de düğünden bir hafta sonra kız evine davet edilen damadın yaşadıkları ile ilgilidir. Gülen köyü derneğinin yaptığı derlemede geleneğin seyri şöyle anlatılır: ”Doğu Karadeniz Bölgesinde, damat ve gelinin, düğünden bir müddet sonra kız evini ziyaret etmeleri çok yaygın bir gelenektir. Gelin, bu ziyareti yapıncaya kadar kendisini baba evinin bir kızı gibi görmektedir. Kız, damat ile birlikte baba evinde bir misafir gibi ağırlanıp yolcu edildikten sonra, artık bir anlamda evinin baba evi değil kocasının evi olduğunu da öğrenmiş olacaktır. Bölgede “yedi”, “yedileme”, “el öpme” ve “ayak dönmesi” gibi isimler verilen bu gelenek içerisinde, eniştenin temsili olarak ayağından tavana asılması hadisesi de oldukça ilgi çekicidir. Yörede sadece bu gelenek ile ilgili söylenen türküler vardır. Yılmaz Hakan Çebi’nin tezinde belirttiğine göre, Sürmene’de düğünden yedi gün sonra kızın annesi, damadı ve kızını yemeğe davet eder. Davette misafirlere ikram maksadıyla kayınvalidenin baklava yapmış olması şarttır. Bu geleneğe “yedi” denir. Çebi, söz konusu geleneği şöyle anlatıyor: “Yemekler yenilip çeşitli eğlenceler yapıldıktan sonra bazı muzipliklerle sıra damadı cezalandırmaya gelir. Ortaya baklava sinisi gelir. Üstü kapalıdır. Çeşitli oyunlar sonucu açılır, kesilmesi istenir. Bıçağın kesmediğini kız tarafından işi yöneten söyler. Sonra oğlan tarafından birisi, cebinden çıkardığı kâğıt para ile bıçağı biler, kesmeye çalışır, kesemez bırakır, tepsiyi çevirir. Bıçak kimin önünde durursa aynı işlemi o yapar. Sonuçta enişte bahşişini verir, baklavayı keser, tepsi kalkar, tabaklara servis yapılır. Kız tarafından birisi küçük bir eşyayı, damadın cebine koyar. Yitik olduğu ve herkesin aranacağı söylenir. Arama sonunda aranan şey damadın üzerinde çıkar. Damat mahkeme edilir. İdamına karar verilir. Ayağına ip bağlanıp tavana asarlar. “ Bu tavana asma işlemi esnasında da yine yöreye göre farklılıklar göstermek le birlikte maniler söylenir: Enişteyi astilar Kuru gürgen daline Gaynanasi yok mudur Gelsun baksun halina Yalissa yalissa Aldum bir okga tütün Goydum onu havana Enişdenin ayağı Heman çıktı tavana Yalissa yalissa Horon: Karadeniz’den bahsedip de horonundan, kemençesinden, tulumundan bahsetmeden olmaz muhakkak. Bizim izlerken yorulduğumuz kemençe eşliğindeki horon, oynanmaya ağır tempoda başlanıyor esasen. Bu yüzden de oyunun bu bölümüne ‘’ağır horon bölümü’’ deniyor. Oyunun halkası saat yönünün tersi yönünde dönüyor ve hep bir ağızdan söylenen türkülere ellerle tempo tutuluyor. Müzik ne kadar yüksek tempolu çalınırsa, oyuncular da o kadar kıvrak ve hareketli oluyorlar. Ritim arttıkça vücut dikleşiyor, kollar yukarıya kalkıyor ve gelen komutla birlikte ‘’yenlik yenlik’’ ‘’alaşağı’’ ya da ‘’ufak ufak’’ diğer oyuncular da uyarılarak doğrudan sert bölüme veya yenlike bölüme de geçiliyor. Horunu Karadeniz’in her bölgesine hatta her iline göre çeşitlendirmek mümkün. Öyle ki sıralanmaya kalkışılsa günler dahi alabilecek uzunlukta. Ancak şu kadarını söylemek gerekirse oldukça köklü bir halk oyunu olan horona nazaran son zamanlarda bir hayli meşhur olmuş olan “kolbastı” bir hayli taze bir oyun. 88 HÜZNÜ DE SEVİNCİ DE EN UCUNDA YAŞIYOR BU GÜZEL İNSANLAR. AĞITLARI DA OYUNLARI DA KENDİLERİNE HAS. YANİ AĞLATMAYI DA EN İYİ ONLAR YAPIYOR GÜLDÜRMEYİ DE. TEMİZ KALPLİ KARADENİZ İNSANINDAN BAŞKA VAR MIDIR BÖYLE KENDİYLE BARIŞIK, BÖYLE KENDİYLE BİLE EĞLENEBİLEN? Karadeniz ve türküler: Kemençenin sesini duyar duymaz omuzları oynamaya başlayan Karadeniz insanı tulumun ilk melodileriyle birlikte de indiriveriyor bakışlarını. Haksız da sayılmazlar. Sadece oralarda değil, Anadolu’nun neresine giderseniz gidin tulum içli içli çalmaya başladığında içi erimeyen insan var mıdır? Hele de ona eşlik eden bir de türküsü varsa. İşte o türkünün bir hikayesi vardır mutlaka. Ve ne yazık ki çoğu kez acıdır bu hikayeler. Karadeniz’in o meşhur ağıtlarından biridir “Çarşambayı Sel Aldı”. Gerçekten de insanın içine dokunan bir hikayesi vardır. Türkünün hikayesini Faik Okutgen derlemiş... “Ahmet, Abdal deresinin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu. Baharla birlikte yıllarca süren karasevdası karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa zamanda yüzük takıp nişanlandılar. Ahmet yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı. Melekse gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek’e göz koydu. Ahmet’in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet Ali’yi. Bunun üzerine ağa oğlu adamlarıyla Melek’i kaçırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu Ahmet’e. Kısa günde uça geldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını silahını, arkadaşlarıyla düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz Melek’i aradı.. ´Meleeeeek, Meleeeeek.´ diye çığıra çığıra sesi uçtu. Önce bir çakal yağmuru uç verdi. Sonra şimşek şimşek içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar Çarşamba Ovasını renkten renge soktu. Ne yağmur ne silinen izler aşkın atlılarını durduramadı. Tufan ikinci kez yaşanıyordu sanki. Yağmur Yeşilırmak’ı boğuverdi. Çar- şamba ovası kaynayarak akan bir göle dönüştü. Canik dağlarından aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, kağnılar, ağaçlar… Büyük küçük kayıklar Çaltı burnuna doğru sürükleniyordu. Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil Çarşamba. Usul usul bir gökkuşağı belirdi. Sular günbegün çekildi, çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal deresinin Yeşilırmak’a katılmak üzere döküldüğü yamacın başında ahali toplanmaya başladı. Derenin eğimle indiği yamacın dibinde büyük bir kaya parçası vardı. Onun üstünde ise iki insan… Melek ve Ahmet’ti onlar. Elele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali sel acısını unutmuş onlara yanıyordu. Hüzün gözyaşına döndü. O büyük kaya parçası, ahalinin üstünde toplandığı o taş, yedi yerinden ayrıldı. Ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı. Bu hazin aşka, doğa gözyaşı döküyordu. Ahali şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten mırıltılara, yıllardır canı yanan insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü. İşte rivayet o rivayet derler ve hikaye ederler ki Çarşamba’yı sel aldı türküsü o acı mırıltılardan doğdu. Yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o yöre o gün bu gündür değirmen başı olarak anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her hıdrellezde bu yaşandı .1970 ‘lerde değirmenin yıkımına değin de bu gelenek sürdü..” Hüznü de sevinci de en ucunda yaşıyor bu güzel insanlar. Ağıtları da oyunları da kendilerine has… Yani ağlatmayı da en iyi onlar yapıyor güldürmeyi de. Öyle ya başka bir yer var mıdır ki fıkralarıyla böylesine anılan? Temiz kalpli Karadeniz insanından başka var mıdır böyle kendiyle barışık, böyle kendiyle bile eğlenebilen? Hem öyle ya her ne kadar yüreğimizin telini sızlatsa da tulumlu ağıtları, Karadeniz deyince yine de ilk yüzümüze düşen şey gülümsemedir. Çünkü ağlattığından çok güldürür Karadeniz İnsanları… O zaman bu güzel kültürün güzel insanlarından bir fıkrayla gülelim biraz da… Furduk Oni Babam öldü, demiş Temel. İlyas sormuş: - Neden öldü? - Apartmanin sekizinci katinin balkonundan düştü. - Eyvah parçalandi mi? - Yok, girişteki bakkalin tentesine düsünce oradan havalanip karşi apartmana yöneldi. - Apartmana mi çarpti, nasil oldu? - Yok, karşi apartmanin balkonunda çamaşirlar asili idi. Çamasir ipine vurup fabrikanin bahçesine düştü. - Orada mi öldü? - Yok, fabrika çelik yay fabrikasi, bahçedeki yaylarin üzerine düşüp havalandi yeniden... - Peki sonra? - Sonrasi ne? Baktik ki yere inmiyor, biz de furdik oni.. 89 90 CAMİLERİ, TÜRBELERİ, KÖPRÜLERİ İLE ANADOLU’DA BİR TURİZM KENTİ: KIRIKKALE KURULUŞ OLARAK OLDUKÇA GENÇ BİR ŞEHİR OLAN KIRIKKALE TARİHSEL VE COĞRAFİ OLARAK İSE BİR O KADAR YAŞLIDIR. 1989 YILINDA ANKARA’DAN AYRILARAK İL YAPILMIŞTIR. ADINI KIRIK KÖYÜ İLE KALETEPE’NİN BİRLEŞİMİNDEN ALDIĞI SÖYLENSE DE OSMANLI BELGELERİNDE GEÇEN “KIRIKKAL” İLİNİN DE BURASI OLDUĞU BİLİNMEKTEDİR. 272 bin civarındaki nüfusu ile 4.365 kilometrekarelik bir alan üzerine yerleşmiş durumdadır Kırıkkale. Başkentin sosyoekonomik yönden en gelişmiş komşularından biridir. Gelişkin sanayisi ile ülke ekonomisine katkısı oldukça fazla olan şehrin savunma ve petro kimya sanayiindeki önemi ve yeri oldukça büyüktür. Daha evvel de bahsettiğimiz gibi kuruluşu ve il oluşu oldukça yeni olan Kırıkkale’nin tarihi varlığı oldukça eskilere dayanır. Kırıkkale İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nün verilerine göre:“ Kırıkkale İli’nin coğrafi alanının yüzyıllar öncesine giden çok eski bir yerleşim sahası olduğu bilinmektedir. İlimizin değişik yerlerinde bulunan mağara, yer altı şehri ve höyük gibi arkeolojik eserler ve kalıntılar bu bilgileri doğrular niteliktedir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra, ilimiz dahilindeki Böhrek (Böbrek) Dağı civarı, Anadolu’nun Türk ve İslam diyarı yapılması için mücadele verilen bölgelerinin başında gelir. Ayrıca Anadolu’daki ilk Türk – İslam yerleşim merkezlerinden birisi de 1120 yılında kurulan Balışeyh’tir. Daha sonraki yüzyıllarda bu bölgede, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden muhtelif Oğuz Türkmen aşiretle- rinin iskan edildikleri görülmektedir. Bu arada “Oğuzhan“ oymağının, Ankara yakınlarında (o zamanki söylenişiyle ) “Kırıkkal’a” Bölgesi’nde iskan edildiğine dair Osmanlı arşiv belgeleri mevcuttur. Bu kaynaklar bize 250 – 300 yıl önceden buralara Kırıkkala isminin verildiğini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Kırıkkale Bölgesi, Ankara Vilayeti’nin sancağı olan Kırşehir’e bağlı Keskin kasabasının, Kızılırmak Havzası içinde; Yahşihan, Kırıkköyü ve Yuva Köyü gibi yerleşim alanları ile dikkati çekmektedir. Evliya Çelebi de İpek Yolu üzerinde bulunan Kırıkkale çevresindeki Keskin, Yahşihan ve Sulakyurt gibi yerleşim merkezlerinden övgüyle bahsetmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmaya başlanan savunma sanayisi ile gelişmeye yönelen Kırıkkale; muhtelif kazılarda elde edilen çok çeşitli medeniyetlere ait değerli buluntuları, 150 – 200 yıllık tarihe sahip ahşap konakları, savunma sanayisi üretimleriyle MKEK Fabrikaları, Tüpraş rafinerisi gibi diğer sanayi tesisleri ve üniversitesi ile tarih, kültür, sanayi ve bilimin mükemmel bir bileşimi olan önemli bir Cumhuriyet Şehri’dir.” “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle kaymak söyle bal söyle” Ne güzel söylemiş Keskinli Hacı Taşan. Anadolu’yu, Anadolu’nun bu buram buram memleket kokan şehrini ne güzel taşımış türküsüne… Ne güzel anlatmış Kırıkkale’yi… Tarihi Osmanlı’ya dayanan Kırıkkale’de Osmanlı izlerini görmek elbette şaşırtıcı değil. O döneme ait eski evlerin, konakların sıkça karşınıza çıkacağı kasabalar ve köylerde o tarihi havayı da solumak mümkün. Evlerin mimarisi genel olarak aynı. Ortada bütün odaların açıldığı geniş bir salon mevcut. Odalarda bulunan ve adına “yüklük” denilen gömme dolaplarda ise Osmanlı döneminin ağaç işlemeciliği fark edilmeyecek gibi değil. Yontma, oyma, kakma, kaplama, silme, torna, yakma, yaldızlama teknikleri ile yapılmış ve süslenmiş olan bu ahşap bölümlerde buram buram Osmanlı dini ve sivil mimarisi kokuyor. 91 El sanatları da bir hayli kıymetli ve meşhur Kırıkkale’de. Öyle ki unutulmasın diye Halk Eğitim merkezinde kurslar sürekli devam ediyor. El sanatları da bir hayli kıymetli ve meşhur Kırıkkale’de. Öyle ki unutulmasın diye Halk Eğitim merkezinde kurslar sürekli devam ediyor. İğne, mekik, tığ ve filkete gibi aletlerle yapılan el sanatları, kursların ardından sergileniyor. Her tekniğin kendine has ve birbirinden güzel örneklerini bu sergilerde görmek mümkün. Bir hayli meşhur olan iğne oyalarının; ulamalar, hotoz oyaları, taç oyaları, dal oyaları, saksı ve kır çiçekleri gibi bölümleri var. Şenliği, muhakkak denk getirilip görülmesi gereken organizasyonların başında yer alıyor. İki gün süren ve oldukça eğlenceli geçen şenlik, Çarşı Camisi’nde okutulan mevlit programı ile başlıyor. Mehteran takımı eşliğinde yürüyüş yapılıyor ve Türk Büyükleri Anıtı’na çelenk sunuluyor. Şenlik kapsamında sünnet merasimi de mevcut. Sünnet olacak çocuklara kıyafetleri dağıtılıyor. Yöresel sanatçılar halk oyunları eşliğinde sahne alıyor. Bir zamanlar oldukça rağbet gören dokumacılık ise ekonomik olarak pek katkı sağlamadığı düşüncesi ile olsa gerek artık pek gözde değil. Şehrin bazı ilçe ve köylerinde bu dokuma tezgahları ile karşılaşma şansınız olsa da bir çoğu artık kullanılmıyor. Ancak yine de buradan bir anı ile dönmek isteyenler için hediyelik eşya satan mağazalarda bu dokumacılık örneği halı, kilim veya heybelere ulaşmak mümkün. Kurulan yörük çadırları, güreş müsabakaları, şifalı pilav ikramları, meşhur Osmanlı şerbetleri ile daha da renkli bir hal alan şenlik hem göze hem damağa hitap ediyor. Karakeçili Uluslararası Kültür Şenliği: Her yıl Eylül ayının ikinci haftası kutlanmaya başlanan Karakeçili Uluslararası Kültür Kırıkkale Düğün Gelenekleri: Anadolu’nun diğer pek çok şehrinde olduğu gibi Kırıkkale’nin de kendine has düğün, gelin alma gibi gelenekleri var. İl valiliğinin düğün gelenekleri ile ilgili yaptığı kısa derleme ise merakımızı bir nebze giderse de bizzat orada olup şahit olma isteğimizi de arttırmıyor değil. Düğün: “Düğün öncesinde hazırlıklar yapılır. Ev eşyaları ve gelinlik alınır. Bunlar kızın sandık içi çeyizi ile birlikte kız evinde sergilenir. Oğlan babasının en yakın arkadaşı “Düğün Kahyası” oğlanın en yakın arkadaşı da “Sağdıç” olarak seçilir. Yöremizde düğünler, genellikle Cuma günü namazdan sonra başlar, Cuma namazından çıkanlar, yanlarında cami imamı olmak kaydıyla düğün evine gelirler. “Bayrak Yemeği” diye adlandırılan yemek yenir. Yemekten sonra bir sırık ucuna takılmış Türk Bayrağı ile bayrağın üzerinde bulunan ayna ve elma evin çatısına (damına) dikilir. Bayrak sırığın ucuna asılmadan önce imam tarafından dua edilir. Bayrağın asılmasına yörede halk tarafından “Bayrak Kaldırma” denir. Davul ve zurnalar çalmaya başlamadan önce, köyde ve çevrede cenazesi olan aile varsa, davul ve zurna ile birlikte düğün sahibi ile birlikte bu aileye “yas alma”ya giderler. Yas alma, aynı zamanda düğünün başlaması, davul zurnanın çalması için bu aileden izin almak anlamına gelir. Aynı günün akşamı okuntular, yani davetliler gelir. Davetlilere yemek ikram edilir. Okuntular gelirken ha- 92 Sadece isimlerinden yola çıkarak ne olduğunu mümkün değil anlayamayacağımız yemeklerden biri “sızgıt”. İsmiyle bir tahmine varılmak istendiğinde sanki çok karmaşıkmış gibi duran bu et yemeğinin sadece bir malzemesi var, o da etin kendisi. Eti kendi yağı ile kavurup daha sonra da kurutuyorsunuz. Tamamen kuruduktan sonra “sızgıtınız” hazır. Ancak elbette bu her zaman tek başına tüketilen bir yemek değil. Sızgıtı diğer yemeklerin yanında veya içinde de kullanıyor Kırıkkaleli hanımlar. Ekmek Aşı (Guymak) : Gelin oğlan evine gelirken beraberinde kaşık, çivi, bıçak… gibi şeyleri de getirir. Bu da gelinin “bereketiyle gelmesi “ anlamına gelir. ber verirler. Davul zurnacı davetlileri karşılamaya çıkar. Davetliler düğüne güçleri oranında hediye getirirler. Bu hediyeler; ev eşyası, para, düğün için yiyecek, zahire, düğünde kesmek için etlik küçükbaş hayvan olabilir.” Kız Kınası: Cumartesi akşamı düğün, kız kınasının yapılması ile devam eder. Üzerinde çeşitli renkte yanan mumlar olduğu halde, büyükçe bir tepsinin içine çerez, şeker, kına ve antepfıstığı; geneline hediye olarak elbise, ayakkabı hazırlanıp, bir çocuğun başı üzerinde kız evine varılır. Kız evinde kadınlar, gelin kızın yanına giderler ve kına türküleri söyleyerek kızın kınasını yakarlar. Düğün alayı oğlan evine döner, davul zurna kız evinde kalır. Bir müddet sonra kız evi davul zurna eşliğinde “oğlan kınası” nı getirir. Kına, yine mumlarla süslenmiş, üzerinde çerez ve hediyeler ile bir tepsi üzerindedir. Yanında sağdıç olduğu halde, oğlanın eline bu kına yakılır. Gelin Alma Günü: Düğünün son günüdür. Genellikle Pazar günü sabahtan hazırlıklar yapılır. Gelini almaya gelenlere babası kızını teslim eder. Kız eğer varsa bir erkek kardeşinin koluna girmiş olarak evden dışarı çıkar. Oğlan evinden gelenler o anda sevinç gösterileri yaparlar. Düğünün kız evi açısından en dramatik anı bu zamandır. Gelin, oğlan evine girerken eline bir parça yağ verilir. Bu yağ gelin eve girerken tavana sürülür. Bu da “ Yağ gibi yapışsın, kalsın” demektir. Ayrıca, gelin, oğlan evine gelirken beraberinde kaşık, çivi, bıçak… gibi şeyleri de getirir. Bu da gelinin “bereketiyle gelmesi “ anlamına gelir. Bir Başkadır Kırıkkale Mutfağı: Keskin tavası, sütlü, çalma, pelte, madımak, guymak, sızgıt, yeşil mercimek çorbası, bulama, pekmez, sarığı burma, etli mercimekli bulgur pilavı, yoğurtlu tarhana… Adlarından da anlaşılacağı gibi oldukça farklı lezzetlere sahip Kırıkkale mutfağı. Bu lezzetlerin arasında yapılışının kolaylığı ile şaşırtan da var, “ikisi bir araya gelirse nasıl bir tat olur ki” dedirten de. Kırıkkale’nin özellikle kırsal yerleşim alanlarında sıkça rastlanan ve toplu halde pişirilip birkaç ay içinde tüketilebilen meşhur yufkası bu yemeğin ana malzemesi. Yufka ekmeği ufalanarak yağda kavruluyor. Daha sonra içine su ile birlikte salça, sızgıt ve biber ilave edilerek hazırlanır. Çalma: Bir diğer adı ile müstesna Kırıkkale yemeği de Çalma. Yöreye özgü “çöğen” denilen bitkinin kökünün kaynatılması ile başlıyor çalma yapımı. Kök kaynadıktan sonra ortaya çıkan su, Kırıkkale’nin bizzat kendi pekmezine ilave ediliyor. Çünkü bölge halkı kendi yaptıkları pekmezin de oldukça özel olduğu kanısında. Pekmeze katılan bu çöğen kökü suyu yavaş yavaş birlikte karıştırılmaya başlanıyor ve bu yeni karışım bir süre sonra katılaşmaya başlıyor. İyice kıvamlı bir hale geldikten sonra ise servis ediliyor. Çalmanın siyahı olduğu gibi beyazını da yapmak mümkün. Ancak bunun için yanınızda maharetli bir Kırıkkaleli bulundurmanızda fayda var. 93 Hasandede Camii ve Türbesi Kırıkkale’nin Tarihinden Haydar Sultan Camii ve Eserler: Türbesi: Kırıkkale’nin, Osmanlı mimarisinin ve süslemesinin en güzel örneklerinden olan ve bu güne kadar gelmeyi başarmış cami ve türbeleri de görülmeye değer gerçekten. Burnunuza tüten tarih ve içinize dolan huzur esintisinin tarifi ise maalesef mümkün değil. Hasandede Camii ve Türbesi: İki türbenin yan yana bulunduğu Hasandede türbesinin ilkinde Hasandede (Doğanbeğ), ikinci türbede ise oğulları Şeyh Halil İbrahim, Şeyh Mustafa ile kızı Ümmühan Ana yatmaktadır. Türbe ile yan yana olan 1605 yılında yapılan cami ve türbeler Kırıkkale merkez ilçeye bağlı, kent merkezine 12 kilometre uzaklıktaki Hasandede kasabasındadır. Şeyh Şami Camii ve Türbesi: Kırıkkale’nin Sulakyurt ilçe merkezinde bulunan cami, Şeyh Şami tarafından 15. yüzyılda yaptırılmış. Evliya Çelebi’nin de adından övgü ile bahsettiği Şeyh Şami’nin yaptırdığı cami ve hemen yanındaki türbesi zamanla aşınıp tamirat görse de hala gelenlerin uğramadan gitmediği yerlerin başında gelir. Haydar Sultan köyüne 500 metre uzaklıkta, Böyrek Dağının eteklerindedir Haydar Sultan külliyesi. Külliye; cami, türbe, hazire, çeşme ve kuyudan oluşmaktadır. Y ı l l a r içinde tahribata uğrayan külliyeden günümüze ise Deliler Kuyusu adı verilen kuyu ile iki adet kitabe kalmıştır. Deliler kuyusunun özelliği ise suyunun kükürtlü olması nedeniyle, su soğuk olmasına karşın kaynıyor ve buhar çıkartıyor gibi görünmesidir. Haydar Sultan Camii Deliler kuyusunun özelliği suyunun kükürtlü olması nedeniyle, su soğuk olmasına karşın kaynıyor ve buhar çıkartıyor gibi görünmesidir. 94 KALAYCILIK BAKIRI GÜMÜŞ YAPANLARIN MESLEĞİ ESKİDEN AŞIRI YARAMAZLIK YAPAN ÇOCUKLARI YA KÖMÜRCÜYE YA DA KALAYCIYA ÇIRAK KOYMAKLA KORKUTURDU BABALAR ANNELER. ÇOCUKLAR KORKAR MIYDI BU TEHDİTTEN? KÖMÜRCÜLÜKTEN BELKİ AMA KALAYCILIĞA KONACAĞINI DÜŞÜNEN ÇOCUK İÇİN İÇİN SEVİNİRDİ BELKİ DE. ÇÜNKÜ KIPKIRMIZI BAKIRI GÜMÜŞ RENGİNE ÇEVİREN SİHİRLİ BİR MESLEKTİ KALAYCILIK. TÜRKÜSÜ BİLE VARDI BU MESLEĞİN: Mehmet Emin DİYARBAKIRLIOĞLU Yazar- Ressam “Bakır kaplar kalaylansın Şu odada bir mum yansın Uyuyan bahtım uyansın…” Biri daha: “Kalaycılar kalay yapar Bakırları gümüş yapar Ana, ana niye verdin beni kalaycıya Kap kalaylamıyor, kalaylayamıyor...” 95 Günümüzde Malezya, Bolivya, Tayland, Endonezya, Nijerya ve Çin gibi ülkeler dâhil olmak üzere 35 ülkede kalay madenciliği yapıldığı bilinmektedir. Anadolu’da ise sözü edilen en eski kalay madeni ocağı Niğde Celaller Köyü yöresindedir. DÜNYADA VE BİZDE KALAY Bu yazımızda toplumumuz tarafından nispeten daha çok tanınan bir mesleği, kalaycılığı daha yakından tanımaya çalışacağız. Bilimsel açıdan kalay periyodik cetvelde SN simgesi ile 50. sırada ve metaller sınıfında gösterilen bir elementtir. Eski çağlardan beri bilinen bu element, gümüş beyazlığında olup dövülebilir bir maddedir. Bu sayede kolayca levha veya tel haline getirilebilir. Beyaz kalayın özgül ağırlığı 7.29 gr./cm3 tür ve 231 Cº’de erir. Bu özelliğinden dolayı, kurşun ile olan alaşımından lehim kaynağı olarak geniş bir kullanım alanına sahiptir. Kurşunun aksine zehirleyici de değildir. Günümüzde Malezya, Bolivya, Tayland, Endonezya, Nijerya ve Çin gibi ülkeler dâhil olmak üzere 35 ülkede kalay madenciliği yapıldığı bilinmektedir. Ancak bilinen rezervlerin en az yarısı Güney Doğu Asya’da bulunmaktadır. Anadolu’da ise sözü edilen en eski kalay madeni ocağı Niğde Celaller Köyü yöresindedir. Tunceli, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul-Şile, Eskişehir, Bursa, Manisa, Kırşehir, Amasya, Uşak, Niğde, Sivas ve Aksaray yörelerinde de kalay madenlerinin olduğu bilinmektedir. 5 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR Kalayın yumuşak ve kolay şekil verilebilir bir maden oluşuna paralel olarak insanlık tarihinde M.Ö. 3000’li yıllara kadar uzanan bir geçmişi söz konusudur. Dahası, hava ile teması sonrasında kolay oksitlenmez. Bu özellik, korozyondan korunması gereken eşyalarda kalaya çokça başvurulmasına neden olan en önemli özelliğidir. Gerçekten de kalayla kaplanan mutfak eşyalarında ve kaplarda kalay, koruyucu bir katman oluşturur. Bu katman metalleri korozyona karşı korur. Beyaz toz halinde elde edilen ve SnO2 simgesi ile gösterilen kalay, mermer ve süsleme taşlarını parlatmada, seramik malzemelerinin sarı, kahverengi veya pembe renklerde boyanmasında ve cam eşyaların matlaştırılmasında kullanılır. Ayrıca besin sanayinde konserve kutularının ve tenekelerinin imalatında önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Kurşun ile birlikte oluşturduğu alaşımdan ise tenekecilerin ve günümüzde ise elektronik sanayinin en çok kullandığı “teneke kaynağı” dediğimiz lehim doğmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz özelliklerinin yanında asıl bizi ilgilendiren özelliği demir ve özellikle de bakır kaplarla olan beraberliğidir. Yani mutfaklarda kullandığımız bu kapların kalaylanması ve buna bağlı olarak da kalaycılık mesleğinin yüzyıllarca hayatımıza girmiş olmasıdır. ZEHİRLENMELERİ ÖNLÜYOR Bakır kapların mutfaklarımızda kullanılmaya başlaması kalayın bulunmasına son derece bağımlıdır. Gerçekten de bakır kaplar kalayla kaplanmadan tek başına mutfak eşyası olarak kullanıldıklarında çabuk oksitleniyor ve bakır zehirlenmeleri nedeniyle ölümlere neden olabiliyorlardı. Kalayla ilgili bu önbilgilerden sonra bakır mutfak eşyalarının kalay ile nasıl kaplandıklarını anlatmaya geçebiliriz. Kalaylanacak kabın önce örs ve çekiç yardımıyla bozuk kısımları tamir edilir. Ezik yerleri düzeltilir, kırıklar ise kaynak yapılır. Daha sonra bu kaplar kalaycı çırağı tarafından kum ve kömür parçaları ile temizlenir. Kalaycı çırağı kararan yerleri tekrar parlatıncaya kadar ayakları ile ovar. İşin bu kısmını genellikle çıraklar üstlenir. Duvarda çakılı olan tutamaklara elleri ile tutunan çı- 96 Kalaycı çırağının çıplak ayakları ile telisin üzerinde bir sağa bir sola kıvırması hareketi, verdiği sözde durmayanları betimlemek için kullanılan “kalaycı çırağı gibi kıvırmak” deyimine de ilham kaynağı olmuştur. 97 rak, parlatacağı kabın üzerine ince kum ve kömür parçalarını ve bu parçaların üzerine de bir telis parçası koyar. Çırak çıplak ayakları ile telisin üzerinde kalçasını bir sağa bir sola kıvırarak telisi hareket ettirir. Sürekli yapılan bu hareket kabın temizlenmesine kadar devam eder. Bu davranış zımpara kağıdının olmadığı dönemlerde kapların bir nevi zımparalanarak temizlenmesine benzetilebilir. Kalaycı çırağının bu hareketi, verdiği sözde durmayanları betimlemek için kullanılan “kalaycı çırağı gibi kıvırmak” deyimine de ilham kaynağı olmuştur. Çırağın görevi burada bitmez. Ocaktaki ateşin harlanması için körüğü çevirmesi de gerekir. KÖY KÖY DOLAŞAN KALAYCILAR Kalaycı körükleri de demirci körüklerine benzerler. Kalaycılıkta kullanılan körükler tek veya iki kollu olup, gövdesi deriden yapılanların yanı sıra, kol gücüyle döndürülen demir pervaneli bir hava üfleyici vantilatör örneği olan körükler de mevcuttur. Bu şekilde temizlenen kap ocakta ısıtılır. Isınan kap üzerine kalayın tutması için toz nışadır (kimyasal bir madde) atılır. Yeterin- Büyüklerimiz, bakır kaplarda pişen yemeklerin lezzetinin yeni çıkan kaplarla pişenlerden daha lezzetli olduğunu söylerler. Yaşayan eskiler kalaydan söz açılınca şu sözleri söylemekten kendilerini alamazlar. “Aaah ah! Nerde o kalaylı tastan içilen suların tadı?” ce ısınan ve üzerine nışadır sürülen kaba kalay biraz değdirilir. Kalay bu haliyle kabın üzerinde eriyik halde bulunur. Bu haldeki kalay bir pamuk yumağı ile kabın her tarafına dağıtılır. Bu işleme kalay yapılacak kabın tüm yüzeyi kaplanıncaya kadar devam edilir. Yakın zamana kadar kalaycılık aynı zamanda seyyar olarak da icra edilen bir meslekti. Köy köy dolaşıp halkın bakır mutfak kaplarını yerinde kalay yaparlardı. Bulundukları yer önemli değildi. Yeter ki ocaklarını kuracakları açık bir yer bulsunlar, hemencecik orada ateşi yakar, kalaylama işini yaparlardı. Halk onların geleceği günü bilir, bakırı çıkmış kaplarını bekletirdi. Halen göçebe bir yaşam süren Yörüklerce de seyyar kalaycılık icra edilmektedir. Bu kimselere Anadolu’da Akdeniz Toroslarında ve diğer yüksek kesimlerde rastlayabiliriz. NERDE O KALAYLI TASTAKİ SU TADI! Kalayın bakırla birlikteliği, teknolojik gelişmelere bağlı olarak bazı meslekler gibi artık tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın mutfaklarımızdan çekilmesiyle de sona yaklaşmıştır. Günümüzde çelik, alüminyum, emaye ve teflon mutfak eşyaları bu mesleğe olan ihtiyacı en aza indirmiştir. Ancak halen turistik amaca yönelik bakır eşya imalatı kaycılığın biraz da olsa devamına izin vermektedir. Büyüklerimiz, bakır kaplarda pişen yemeklerin lezzetinin yeni çıkan kaplarla pişenlerden daha lezzetli olduğunu söylerler. Yaşayan eskiler kalaydan söz açılınca şu sözleri söylemekten kendilerini alamazlar. “Aaah ah! Nerde o kalaylı tastan içilen suların tadı?” Pırıl pırıl kalaylanmış bakır kaplarda pişen yemeklere lezzet, suya gizemli bir tat veren kalaycılık mesleği de eskilerde mi kalacak dersiniz? 98 İSTANBUL’UN FETHİ VE AVRUPA’DAKİ YANKILARI İSTANBUL’UN FETHİ SADECE OSMANLI DEVLETİ’NDE DEĞİL, HEM İSLAM DÜNYASINDA HEM DE AVRUPA’DA GENİŞ YANKILAR UYANDIRMIŞTIR. TARİH BOYUNCA DEĞİŞİK MİLLETLERCE DEFALARCA KUŞATILAN ŞEHRİ ALMAYA, KUR’AN-I KERİM’DE İŞARET BUYRULAN BELDE-İ TAYYİBE KELİMELERİNİN SIRRINA ULAŞMAK VE PEYGAMBERİMİZİN HADİS-İ ŞERİFİNE MAZHAR OLMAK YİRMİ BİR YAŞINDA OLAN II. MEHMET’E NASİP OLACAKTIR. Fatih Sultan Mehmet’e kadar, Osmanlı Devleti’nin gövdesi Anadolu, kolları Rumeli ve başı Bizans’ın elindeki İstanbul’da bulunuyordu. Osmanlı Devleti bu duruma son vermeliydi. Çünkü devletin iç ve dış güvenliği tam olarak sağlanamıyordu. Diğer yandan fetih incelendiğinde, Selçukluların Anadolu’da, Osmanlıların Rumeli’de yerleşmelerinden beri Haçlı seferleri birkaç defa İstanbul’a düzenlenmişti. İstanbul’un uluslar arası deniz yollarının ve dünya ticaretinin önemli merkezlerinden olması İstanbul’un değerini kat kat artırıyordu. Esasen Avrupa devletlerinin gözü dahi İstanbul’daydı, ne var ki bu şehri almaya güçleri de yetmiyordu. Fatih Sultan Mehmet’e kadar, Osmanlı Devleti’nin gövdesi Anadolu, kolları Rumeli ve başı Bizans’ın elindeki İstanbul’da bulunuyordu. Osmanlı Devleti bu duruma son vermeliydi. Kahire’de bulunan Abbasi halifesinin emriyle, camilerde Türk şehitlerinin ruhuna günlerce dualar edilmiş, mehterler ise halka konserler vermiştir. Güney Hindistan sultanı Alaeddin II. Ahmed Behmen, II. Mehmet’e elçiler göndererek başardığı büyük işten dolayı tebrik etmiştir. İstanbul için Napolyon Bonapart demiştir ki;’’Küre-i arz bir hükümetin idaresi altında bulunsa merkezi idaresi İstanbul olması gerekir.’’ Avrupa’nın İstanbul’a bakış açısını yansıtması bakımından bu ifade çok önemlidir. İstanbul’un fethiyle Avrupalıların Osmanlı karşısındaki durumlarını birkaç örnekle vermek istiyorum. 99 1 Şubat 1454’ten sonra Papa, önemli fermanlar yayınlayarak hatta mukaddes harp vergisi adı altında vergiler koyarak, verdiği emirlere uymayanları da aforoz etmekle tehdit ederek Hristiyanlar arasında uzun bir sulh temin etmeye çalışmıştır. Habsburg hanedanından İmparator III. Fredrich, Venedikli Francesco Foscari ile buluşup fiili bir mukabelede bulunamamanın verdiği üzüntü ve aşağılık duygusu ile dairelerinde günlerce matem ve dua ederek vakit geçirmişlerdir. III.Friedrich, Papa V.Nicolaus’a 12 Temmuz 1453’te yazdığı mektupta ‘’Mehmet çoktandır aramızda hüküm ferman bulunuyor. Türk kılıcı, çoktan beri başımızın üzerinde, Karadeniz bize kapalı, Romanya ellerinde, biz hala birbirimizle uğraşıyoruz. Birleşip mücadele edebilseydik ne iyi olurdu ey mukaddes pederim.’’ diyerek Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumu ortaya koymaktadır. 1 Şubat 1454’ten sonra Papa, önemli fermanlar yayınlayarak hatta mukaddes harp vergisi adı altında vergiler koyarak, verdiği emirlere uymayanları da aforoz etmekle tehdit ederek Hristiyanlar arasında uzun bir sulh temin etmeye çalışmıştır. Ünlü tarihçi Hammer’e göre; Bizansın düşüşü Avrupa milletleri için uzun mücadele devresi açmıştır. Fakat buna rağmen, batılı yazarlar ve papalar ki, bunlar arasında, Papa II.Pius ve tarihçi VI.Trapezuntus; ‘’ Fatih Sultan Mehmed’i, hristiyan olursa cihan imparatoru olarak tanıyacaklarını söyleyenler vardı.’’ diye ifade ederler. Ne var ki onların dediği mümkün değildi. Onun için bu hayalleri suya düşmüş oluyordu. Artık Katolik-Ortodoks ittifakı yani hristiyan aleminin birliği hayali de yok olmuştu. Ortaçağ Avrupası’nda yenen daima öldürür, yenilene istediği gibi muamele yapar, hele hürriyet ve din iadesi akıl almaz bir şeydi. Fatih’in Bizans halkına bu hakları geri vermesi, hristiyan milletlere büyük tesirler yaptı ve onlara yeni bir görüş ve anlayış getirmiştir. İstanbul’un fethi, kuvvetin kuvvetsize galip gelmesi değil, üstün ahlak ve medeniyetin dejenere olmuş ahlak ve medeniyete galip gelmesidir. Bütün Avrupa tarihçi ve düşünürleri bu noktada birleşmiştirler. Alman İmparatorluğu’ndan Von Moltke, şöyle de- mektedir: ’’Hristiyan Latinler 1204’te Bizansı, daha sonra Türklerin yaptığından daha fazla tahrip ettiler. Nicetas, Latinlerin tahrip ettikleri bir sürü sanat eserini anlatır.’’(1 ) Alman Filozofu Hegel (1770-181),’’Bizans İmparatorluğu’nun iç ve dış işlerinde birçok bozukluk, isyan, ihanet ve entrikanın olması, Doğu Roma’nın yıkılıncaya kadar geçirdiği sahnelerdir ‘’ diye ifade etmiştir.( 2) Fransız akademisinden Rene Grousset, İstanbul’un fethi hadisesinin sebeplerini yüzlerce yıllık derinliklerde aramaktadır.’’… Bu suretle doğu meselesi üç ayrı safhayı gösterir: Ortaçağ başlarında Arap-Bizans safhası, XIII.ve XIV. yüzyıllarda haçlı teşebbüsünün neticeleri ve 1360’tan ve 1453’ten sonra Türklerin hali. Avrupa medeniyeti dışında bilhassa Müslüman dininden olan milletler insanlık medeniyetine o kadar yüksek safhalar yaşatmışlardır ki taraf tutmayan bir tarihçi, onlara düşman hiçbir temayüle sahip olamaz.’’ diye ifade etmiştir. 100 ( 3) Daha sonra Roma İmparatorluğu’nun fethini Osmanlıların yaptığını söyler. Çünkü der; Osmanlılar, büyük kumandana, bilgili ve büyük hükümdarlara, iyi bir ahlaka sahiptir. Ne istediklerini, ne yaptıklarını ,nasıl davranılması gerektiğini bilirler.(4) Tarihçi Jacopo Langusch, Fatih hakkında diyor ki; ‘’ İddiasınca dünyada bir tek imparatorluk, bir tek iman ve bir tek hükümdarlık olmalı imiş. Bu birliği kurmak için de dünyada İstanbul’dan daha layık bir yer yok imiş. Bu şehir sayesinde Hristiyanları hükmü altına alabilirmiş .’’ diye ifade etmektedir.(5) Macar müverrihi(tarih yazan, tarihçi) Bende Kalman, İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’nın durumunu şöyle anlatıyor: ‘’Türkler şimdi bütün Avrupa’nın en mühim problemi oldu. Avrupa, uğradığı korku sebebiyle istemeyerek her gün ona çevrilmekte ve bu andan itibaren ona daha büyük dikkat atfetmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in disiplinli idaresiyle Müslümanlığın ahlaki birliğinde gizlenen kuvvet, ancak şimdi keşif olundu. Bizans İmparatorluğu’nun ve iktidarının varisi olan Türkler, Avrupa politikasının korkulur bir uzvu haline gelmişlerdir.’’ diye ifade etmiştir. Romanyalı tarihçi Bratianu ise büyük fethi şu sözlerle değerlendiriyor: ‘’İstanbul, Türklerin eline geçince büyük bir imparatorluğun merkezi oldu. Bu devletin hudutları az zamanda Tuna’dan Nil kıyılarına, Fırat tan Adriyatik’e kadar genişledi. Son asırda payitahtın o kadar az olan nüfusu, fetihten sonra süratle arttı. İmparatorluğun merkezi olan İstanbul için gerçek restorasyon buraya İznik İmparatorluğu’nun avdeti değil, Fatih‘in girişi oldu.’’ diye ifade etmiştir. 1446’da G.Trapezuntios , Fatih’e hitaben şöyle yazıyor: ’’Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar imparatorusun.’’ diye belirtmiştir. (6) Papa II.Pius, Fatih’i Hristiyanlığa davet mektubunda, Hristiyanlığı kabul ederse, meşru imparator sıfatı ile dünyanın en kudretli hükümdarı haline geleceğini söylüyor. Eğer kiliseye herhangi bir dava gelirse önce kendisine başvurulacağını da yazmaktadır. İstanbul’un fethi ile Fatih’e ve Osmanlı devletine verilen önem artmıştır. Bütün Hristiyan düşünürleri ve devlet adamları Osmanlı Devleti’nin ve Fatih’in büyüklüğünü kabul etmişlerdir. E.Bourgeuis, Manuel Historique de Politique Entragere adlı eserinin ikinci cildin- Harp sanatını en iyi bilir, nadiren güler, ince zekalı, asil tavırlıdır. de (Paris, 1941, s. 5 ), ‘’Fransızlar, haçlı seferlerinden vazgeçseler ve Türklerin İstanbul’a yerleşmesine göz yumsalardı, ortaçağ biter ve modern çağlar daha evvel başlardı.’’ diye belirtmiştir. Büyük tarihçi R.Sedillot, ‘’Türkler yeni bir harp tekniği ortaya koydular. Orduları bitmek tükenmek bilmez bir kitleyi emri altında tutuyordu.’’ diye ifade etmektedir. ( 7) Alman tarihçi Deismann,’’Fatih dünya tarihinde bir dönüm noktası oluşturduktan sonra, doğu ve batının kapısında durarak, bu iki alemin kültürünü nefsinde toplayan bir insandır.’’ demiştir. Yunan alimi Georgios Tropezuntios , Fatih’i Kirus, Büyük İskender ve Sezar’ın üstünde tutarak “harp sanatını en iyi bilir, nadiren güler, ince zekalı, asil tavırlıdır. ‘’diye anlatmakta ve övgüyle bahsetmektedir. Görülüyor ki İstanbul’un fethine ve Fatih’in kişiliğine Avrupa hayrandır. Onu elde etmek için birçok çareye başvurmuşlar ancak sonuç alamamışlardır. İstanbul’un fethi, Türk idaresinin birçok milleti, ne din ne de milliyet farkı gözetmeden idare etmeye azimli olduğunu resmen ilan etmesi, beşeriyet tarihinde çok büyük bir yeniliktir. Bunlardan başka, Fatih’in şahsında Türk milletinin dünyaya örnek yeni bir hukuk nizamını bu zaferden sonra ilan etmesi dünya çapında tarihi bir olaydır. Kaynaklar: 1. Bizans Tarihçisi Nicetas, Mektuplar. 2. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Türkçe tercüme, 1-5-6) 3. L’empaire du Levant, s.8-11. 4. a.g.e, s.609. 5. Bubinger, Mehmed II, s.140. 6. a.g.e , s.226 . 7. History du Monde, s.184. Uzman Tarih Öğretmeni Cemil Kısmet 101 102 SADECE MADDİYAT OKUL BAŞARISI GETİRMEZ! M. Emin Karabacak O EN DEĞERLİ VARLIKLARIMIZ VE ALLAH’IN BİRER EMANETİ OLAN HİÇ ŞÜPHESİZ ÇOCUKLARIMIZDIR. ŞU ÜÇ GÜNLÜK DÜNYADA BÜTÜN ANNE BABALARIN GAYESİ, ÇOCUKLARINA İYİ BİR GELECEK HAZIRLAMAKTIR. İYİ BİR GELECEĞİN İYİ BİR EĞİTİMDEN GEÇTİĞİNİ BİLEN ANNE BABALAR, ÜZERLERİNE DÜŞEN GÖREVLERİ DE KENDİLERİNCE SONUNA KADAR SORUNSUZ OLARAK YAPMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR. kul zamanlarında anne babaların telaşları da bunun göstergesidir. Nasıl başlanırsa öyle gider diyerek çocukların tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadırlar. Çocukların geleceğinin iyi bir eğitimden geçeceğini düşünen ve durumu iyi olan birçok veli; devlet desteğini de fırsat bilerek çocuklarını özel okullara kaydettirmeye çalıştılar. Durumu olmayanların da bulunduğu yerin en iyi okuluna vermeye çalıştıklarını gördük. Anne babaların çocuklarına karşı çabalarını takdirle karşılıyoruz. Yalnız birçok velimiz işin maddi boyutunu düşünmekte psikolojik boyutunu düşün(e)memektedirler. Yani görevlerinin sadece çocukların fiziksel ih- tiyaçlarını karşılamak olduğunu düşünmekteler ve psikolojik ihtiyaçlarını düşün(e)memektedirler. problem etmeden eğitimlerine devam ederek başarıyı yakaladıklarını görüyoruz. Maddiyat önemli ancak iş sadece maddiyatla çözülmüş olsaydı bizim gibi köyde, kasabada okuyup özel okul ve dershane yüzü görmeyenlerin bugün köyde ya çiftçilik ya da çobanlık yapması (okurken bu meslekleri peygamber mesleği diyerek severek yapıyorduk) gerekiyordu. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Eğitimde fiziksel ihtiyaçlar önemli ancak olmazsa olmazların başında değil dedik. Çünkü meslek hayatım boyunca binlerce öğrenciyle görüştüm; fakat hiçbir öğrenciden ailelerinin maddi imkânsızlarını şikâyet etme adına: “Hocam ailem bana şunu almıyor, bunu almıyor, bana harçlık vermiyor, bal, baklava ve et yedirmiyor, özel ders aldırmıyor, özel okula göndermiyor…” diye bir cümle duymadım. Ama; “Ailem beni sevmiyor, benimle ilgilenmiyor…” diye başlayan psikolojik ihtiyaçları ifade eden cümleler kuran yüzlerce öğrenci ile görüştüm. Maddiyat önemli ancak başarı için olmazsa olmazların başında gelmez. Bugün başarılı olan birçok insanın geçmişine bakıldığı zaman maddi sıkıntılar yaşadığını ve bunları çok fazla 103 Bazı anne babalar çocukların sadece karınlarını doyurmak, üstlerini giydirmek ve okul ihtiyaçlarını karşılamakla görevlerinin bittiğini sanırlar. Oysa bunlar sadece çocuğun fiziksel ihtiyaçlarıdır. Birçok anne baba; çocuklarının kendilerinden sadece yiyecek, giyecek ve para istediğini zannederler. Onun için de velilerimiz: “Hocam yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, dershaneye, özel okula bile gönderdim... başka daha ne yapabilirim!” derler. İşte konunun ayrıştığı nokta da burada. Anne babalar işin maddiyatında; çocuklarsa psikolojisindedirler. Bugün birçok çocuk; anne babasıyla iletişime bağlı “Anlaşıl(a) mama” sıkıntısı yaşamaktadırlar. Ailesi tarafından dinlenmeyen ve buna bağlı olarak anlaşılmadığını düşünen birçok çocuk, psikolojik sıkıntılar yaşamaktadırlar. Bu çocuklara bal baklava yedirmeler, markalı kıyafetler almalar, özel okulla göndermeler… Çocukların psikolojik açlıklarını gidermiyor. Okul çocuğunun maddi ihtiyaçları en iyi şekilde karşılarken duygusal ve psikolojik ihtiyaçları hep ikinci planda kalmaktadır. Bazı anne babalar çocukların sadece karınlarını doyurmak, üstlerini giydirmek ve okul ihtiyaçlarını karşılamakla görevlerinin bittiğini sanırlar. Oysa çocukların fiziksel ihtiyaçlarının yanında duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının da olduğunu akıllarına dahi getirmek istemezler. Peki nedir bu ihtiyaçlar: Çocukların başarılı olmaları, ailelerin tutumlarına bağlıdır. Çocukların başarılarını artırmak için ailelere düşen görevlerin bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Çocuklara yapılan fedakârlıklar; “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, kursa, özel okula, dershaneye gönderdim...” sürekli gündemde tutulmamalı. 2. Çocukların yetenekleri üstünde bir beklentiye girilmemeli. Çocukların başarısından daha çok gayreti takdir edilmeli. 3. Çocukların olumsuz davranışları ve başarısızlıkları ön planda tutularak benlik saygılarını olumsuz etkileyecek değerlendirmelerden kaçınılmalı. 4. Çocuklara yaşından küçükmüş gibi davranılmamalı. Güven ve destek konusunda her zaman yanlarında olunduğu hissettirilmeli. 5. “Benim zamanımda, ben senin yerinde olsaydım…” gibi uzun uzun nasihatlerden kaçınılmalı. 6. Çocuklara karşı sabırlı ve anlayışlı olunmalı. Her ne olursa olsun kesinlikle beddua edilmemeli ve çocuklara hayır dua edilmeli. 7. Çocuklarla iletişim kurulurken çocukla- rın ruh halleri ve psikolojik durumları göz önünde bulundurulmalı. Çocuklara aile içinde vazgeçilmez olduğu hissettirilmeli. 8. Çocuklar başka çocuklarla veya kardeşleriyle kıyaslanılmamalı. Kıyaslanacaksa da dünü ve bugünü değerlendirerek kıyaslanmalı. 9. Çocuklara “Sevgi açlığı” hissettirilmemeli. Sevgi, sözle birlikte beden diliyle de gösterilmeli. Bunun için de çocuklarla nitelikli zaman geçirilmeli. 10. Çocuklara evde mutlu ve huzurlu bir ortam sağlanılmalı. Aileyi etkileyen olumsuzlukların çocukları da etkileyeceği unutulmamalı. 11. Çocukların anlattıkları can kulağıyla dinlenilmeli. Olaylar karşısında nasıl düşündüğü, neler hissettiği sorulmalı ve düşüncelerine saygı gösterilmeli. 12. Çocukların uygun olmayan arkadaş ve davranışları yumuşak bir dille çocukla konuşulmalı. Bunun için de uzun uzun nasihat etmek yerine nedenleri üzerinde durulmalıdır. 13. Çocukları aşırı eleştirmekten ve yargılayıcı davranmaktan kaçınılmalı. Yine çocukların hataları başkalarının yanında söylenerek çocuklar küçük düşürülmemeli. 14. Çocukların hataları sürekli yüzlerine vurulmamalı. Çocukların yalana başvurmamaları için de herhangi bir konuda üzerlerine fazla gidilmemeli. 15. Çocukların haklı oldukları konularda haksızlığa düşürmek yerine, özür dileme erdemliliği gösterilmeli. Bunun, anne babaları çocuğun gözünde küçültmek yerine daha da yücelteceği unutulmamalı. 16. Çocukların sadece okul başarısı değil, karakter ve kişilik gelişimleriyle, duygusal ve psikolojik sorunlarıyla da ilgilenilmeli. Bunların yanında okul başarısı için çocuklar; Sabah kahvaltısı yapmadan okula gönderilmemeli. Okula zamanında tertipli ve dua ederek gönderilmeli. Çocukların okulla ilgili anlattıkları can kulağıyla dinlenilmeli Çocuklara evde ders çalışacak uygun bir ortam sağlanmalı. Çocuklara sürekli ders çalış demek yerine, çocuğun planlı ders çalışması sağlanmalı. Çocuklar, yemek yerken ve ders çalışırken kesinlikle televizyon kapalı tutulmalı. Ders çalışmasını engelleyecek cep telefonu, tablet, bilgisayar ve televizyona sınırlamalar getirilmeli. Çocuklar düşük not aldıkları zaman aşırı tepki gösterilmeyeceği gibi başarıları da aşırı abartılmamalı. Çocukların öğretmenleriyle iletişim kurularak öğretmenlerinin önerileri dikkate alınmalı. Sonuç olarak çocukların başarısını artırmak için yalnız annenin ya da babanın desteği yeterli olmadığı ve bu desteği her ikisinin birlikte vermesi gerektiği unutulmamalıdır. 104 Kural: Sorulara karşılık gelen, canlıların ortak özelliklerini bulmacaya yerleştiriniz. Bilmece Bulmaca SORULAR: 1. Canlıların yaşam faaliyetlerini gerçekleştirebilmek için besin almaları. 2. Canlıların bulunduğu yerden başka bir yere gitmesi veya yön değiştirmesi. 3. Canlıların boylarının uzaması, gelişmesi. 4. Canlıların kendilerine benzeyen yavrularının olması. 5. Canlıların havadan oksijen alıp, havaya karbondioksit vermesi. 6. Canlılarda oluşan atık maddelerin dışarıya atılması. 7. Canlıların yaşam faaliyetlerinin son bulması. Kural: Aşağıdaki çıkarma işlemlerinin sonuçlarını rakamla bulmacaya yazınız. Matematik Bulmaca 1.783-341= 2. 304-242= 3. 573-159= 4. 964-289= 5. 819-326= 6. 958-40= 7. 999-103= 8. 895-234= 9. 613-298= 10. 782-528= 11. 915-348= 12. 734-597= 13. 867-482= 105 Bunları biliyor musunuz? Parmaklarda Olduğu Gibi Eklemler Neden Kütler? Parmaklarımızı kütletmek hepimizin yaptığı bir şeydir. Hatta bazılarımız bunu alışkanlık haline getirmişizdir. Peki, parmaklarda olduğu gibi eklemler neden kütler, biliyor musunuz? Tendonlarımız, tıpkı gitar teli gibi gerginken bu sesi çıkarabilirler. Kütleme sesinin diğer bir nedeni ise, eklem kapsüllerinin içerisinde bulunan erimiş halde mevcut olan gazların serbest kalmasıdır. Eklem içindeki küçük kemik parçacıkları da çıtırdama seslerine neden olabilir. Eklemlerin yerinden oynaması durumunda da bir kütleme sesi gelebileceğini unutmamak gerekir, ancak bu durum çoğunlukla acı vericidir. Sayı Sistemi Nasıl Ortaya Çıktı? Sayılar günlük hayatımızdaki pek çok şeyi kolaylaştırmak için bize yardımcı olurlar. Eğer sayılar olmasaydı bir kaos yaşayacağımız ortada. Medeniyetin bunca ilerlemesinde sayı sisteminin kurulmuş olmasının etkisini kimse inkar edemez. Peki ama dünyayı değiştiren şeylerden biri olan sayı sistemi nasıl ortaya çıkmıştır? Bilinen en eski sayma sistemlerinden biri, Eski Mısırlılara ait olanıdır. Eski Mısırlıların kullandıkları resim yazısının (hiyeroglif) başlangıç tarihi, M.Ö. 3300 yılına kadar gider. Mısırlılar yaklaşık 5300 yıl önce, milyona kadar olan sayıları kapsayan bir sistem geliştirmişlerdir. Eski Mısırlılara ait sayma sistemi ilkçağ mağara insanının önceleri kullandığı sayma sisteminin gelişmiş şeklidir. Kış Uykusuna Yatan Hayvanlar Nasıl Beslenir? Pek çok hayvan kış uykusuna yatar. Bu bize şaşırtıcı gelse de, kış ayları boyunca uyuyarak bir anlamda o süreyi yaşamamış olurlar. Acıkma, tuvalet ihtiyacı gibi durumlar göz önüne alındığında, aylarca uyumak fikri bize tuhaf gelebilir. Hiç düşündünüz mü bu hayvanlar kış uykusundayken nasıl beslenebiliyorlar? Kış uykusuna yatan hayvanlar beslenmezler. Vücut ısılarını ve kalp atışı, metabolizma hızı gibi hayati fonksiyonlarını düşürerek enerji gereksinimlerini azaltırlar. Gereken minimum enerjiyi de daha önce bedenlerinde depoladıkları yağları yakarak elde ederler. Bu da onların kış boyunca uyumalarına yetecek enerjiyi sağlamış olur. 106 TARİHTEKİ ÜNLÜ MUCİTLER SAAC IISAAC NEWTON NEWTON 1687’DE YAYINLANAN KİTABI PHİLOSOPHİÆ NATURALİS PRİNCİPİA MATHEMATİCA, KLASİK MEKANİĞİN TEMELİNİ KEŞFETMİŞTİR VE TARİHTE EN ÖNEMLİ BİLİMSEL KİTAPLARDAN BİRİDİR. BU ÇALIŞMASINDA NEWTON EVRENSEL KÜTLE ÇEKİMİNİ VE HAREKETİN ÜÇ KANUNUNU ORTAYA KOYMUŞ VE SONRAKİ ÜÇ YÜZYIL BOYUNCA BU BAKIŞ AÇISI BİLİM DÜNYASINA EGEMEN OLMUŞTUR. NEWTON DÜNYADAKİ NESNELERİN HAREKETLERİ İLE GÖKYÜZÜNDEKİ NESNELERİN AYNI DOĞAL YASALAR İLE YÖNETİLDİKLERİNİ KENDİ KÜTLE ÇEKİM KANUNU İLE KEPLER’İN GEZEGEN HAREKETLERİ KANUNU ARASINDAKİ TUTARLILIKLAR İLE GÖSTERMİŞTİR. NEWTON İLK YANSITMALI TELESKOBU GELİŞTİRMİŞ, BEYAZ IŞIĞIN BİR PRİZMAYA TUTULDUĞUNDA FARKLI RENKLERDEN BİR TAYF OLUŞTURMASI GÖZLEMİ SONUCU BİR RENK KURAMI OLUŞTURMUŞTUR. NEWTON BİLİM İNSANLARI TARAFINDAN TARİHİN EN ETKİLİ İNSANLARINDAN BİRİ KABUL EDİLMEKTEDİR. Hayatı İlk Yılları (1642 - 1661) 24 Aralık 1642’de annesi Hannah’ın doğum sancıları başladı. Gece yarısından bir veya iki saat sonra, [25 Aralık 1642] bebek Newton doğdu İngiltere’nin Grantham şehrinin yakınlarındaki Woolsthorpe’da bir erken doğum sonucu dünyaya geldi. Newton oldukça zayıf bir çocuktu ve hatta ilk günlerinde hayatta kalacağı beklenmiyordu. Babasını doğumundan önce kaybetmişti. Newton 4 yaşındayken annesi başka biri ile evlendi ve yeni kocasının yanına yerleşti. Annesi Newton’u anneannesine bıraktı ve Newton yedi yıl anneannesinin yanında kaldı. Annesi Newton’u çiftlik işleri ile uğraşıyor zannederken Newton aslında sürekli gökyüzünü inceliyor, kitaplar okuyor ve notlar alıyordu. Annesi kocası yedi yıl sonra ölünce, kendisine oldukça yüklü bir miras kalarak geri döndü. Newton 12 yaşında Grantham’da King’s School’da (Kralın Okulu) eğitime başladı ve 1661’de bitirdi. Bir dönem annesi onu çiftçi yapmak için okuldan aldı ama Newton çiftlik işlerine hiç ilgi duymuyordu. Annesi Newton’u çiftlik işleri ile uğraşıyor zannederken Newton aslında sürekli gökyüzünü inceliyor, kitaplar okuyor ve notlar alıyordu. Sonunda annesini okula gitmesi ve üniversiteye hazırlanması gerektiğine ikna etti ve okula geri döndü. 107 Cambridge’deki Yılları (1661 - 1665) Newton 1661 yılında Cambridge’de Trinity College’e girdi. Hem okulda çalışıyor hem de okuyordu. Cambridge’de Copernicus ve Kepler’in teorileri göz ardı ediliyor, Galileo’nun çalışmaları tanınmıyordu ve Aristoteles felsefesi hâkimdi. Cambridge’deki üç yıl boyunca cebir, geometri ve trigonometri dersleri aldı, Latince ve Eski Yunanca’yı öğrendi. Bu dönemde Galileo ve Kepler’in eserleri ile tanıştı ve oldukça etkilendi. Ayrıca Descartes, Gassendi, Hobbes ve özellikle Boyle’ın felsefi çalışmalarını okudu. Fikirlerini yazdığı Quaestiones Quaedam Philosophicae (Bazı Felsefi Sorular) adlı defterinin başına Latince şu notu düşmüştür: “Plato arkadaşım, Aristoteles arkadaşım, ama en iyi arkadaşım gerçek.” Newton Cambridge’de geçirdiği yıllarda diğer öğrenciler arasında başarılı olarak sıyrılamamıştı ve dahiliğini veba salgını nedeniyle çiftlikte geçirdiği iki yılda göstermişti. Çiftlikteki Çalışmaları (1665 - 1667) 1665 Ağustos’ta Londra’da başlayan veba salgını nedeniyle Cambridge kapatıldı ve Newton 1667 Mart’a kadar Woolsthorpe’taki çiftlikte kaldı. Çiftlikte geçirdiği bu iki sene oldukça verimliydi ve bu dönemde kütle çekimi üzerinde düşünmeye başlamıştı. Çiftlikteki çalışmalarında diferansiyel ve integral hesaplamalarının temelini attı. Geçmişte alan, yay uzunluğu, tanjant bulma gibi eskiden kullanılan yöntemleri diferansiyel hesaplamayı temel alarak birleştirdi. Çiftlikte karanlık bir odada güneş ışığını bir prizmaya tutarak ışık tayfı oluşturmuş ve beyaz ışığın tek başına bir birim olmadığını fark etmiştir. Cambridge’e Dönüşü (1667 - 1696) 1667’de Newton üniversite tekrar açılınca Cambridge’e geri döndü ve iki yıl sonra matematik profesörü oldu. Newton yaklaşık 30 yıl Cambridge’de kaldı ve mektuplar yoluyla diğer bilim insanları ile konuşarak tek başına çalışmalarına devam etti. Bu yıllar boyunca en büyük eseri olan Principia kitabını hazırladı ve tamamladı. Işık ile ilgili çiftlikte yaptığı deneyler sonucu mercekli teleskopların kusurlar meydana getirdiğini fark etti ve kendisi bir yansıtmalı teleskop geliştirdi. 1668’de bu teleskop ile bilim dünyasının ilgisini çekti ve 1672’de Royal Society’nin üyesi oldu. Londra’daki Yılları ve Ölümü (1696 - 1727) 1696’da Newton’a Kraliyet darphanesinin müdürlüğü teklif edildi ve Newton kabul ederek Londra’ya yerleşti. Bu işini çok ciddiye almıştı ve özellikle sahte paralara karşı büyük bir mücadele başlattı. Newton Londra’daki yaşamı sevmişti ve artık akademik çalışmalar ile çok ilgilenmek istemiyordu. 1703’te Royal Society’nin başına getirildi ve ölümüne kadar bu görevde kaldı. 1705’te şövalyelik unvanı aldı. Newton 31 Mart 1727’de hayatını kaybetti ve Westminister Manastırı’nda gömüldü.[12] Bilimsel Çalışmaları Matematik Newton’ın matematikte neredeyse her dalda katkıları olmuştur. Özellikle analitik geometride eğrilerin teğetleri (diferansiyel) ve eğrilerin oluşturduğu alanları (integral) hesaplamada yöntemler geliştirmiştir. Bu iki işlemin birbirlerine ters olduğunu bulmuş, eğimler ile ilgili çözümler geliştirmiş ve bunlara akış (fluxion) metotları ismini vermiştir. Çünkü niceliklerin bir boyuttan diğerine aktığını hayal etmiştir. Matematikte (a+b)ª ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel iki terimli teoremini buldu. Kütle Çekimi Newton denilince ilk akla kütle çekimi gelir. Çünkü fizik tarihinde bu fikir bir devrim niteliğindedir. Newton’dan önce Joannes Kepler, gezegenlerin eliptik hareketlerini salt matematiksel olarak açıklamıştı ama gezegenlerin neden yörüngede kaldıklarına dair bir açıklama getirmemişti. Newton kütle çekimini ilk kez 1665 yılında düşündü ama Principia kitabını 1687 tarihine kadar yayınlamadı. Newton öncelikle Kepler yasalarının doğru olması durumunda Güneş ve gezegenler arasında bir çekim kuvveti olması gerektiğini düşündü. Bu tür bir kuvvet olması durumunda gezegenlerin Kepler’in tarif ettiği şekilde hareket edeceğini düşündü ve kütle çekiminin matematiksel ifadesini verdi. Newton Hareket Yasaları Newton hareket yasaları olarak bilinen üç yasa şu şekildedir. 1. Hareketli bir cisim dışarıdan bir kuvvete maruz kalmazsa doğrusal hareketini sürdürür. 2. Kütlesi m olan bir cisme uygulanan F kuvveti ile a ivmesi arasında F=ma bağıntısı vardır. 3. Her etkiye karşı ona eşit bir tepki vardır. Newton’ın hareket yasaları, evrenin bir düzen içinde ve deterministik olduğu sonucuna varmış ve sonrasında felsefeyi oldukça etkilemiştir. Newton denilince ilk akla kütle çekimi gelir çünkü fizik tarihinde bu fikir bir devrim niteliğindedir. 108 albüm KOLİK BEBEK MÜZİKAL TERAPİ Sanatçı: İlke Dolkun Akgün , Serkan Akgün Bebeklerin ilk 3-4 ayında sebebi bilinemeyen sürekli ağlama nöbetleri geçirmesine KOLİK denir. Bu durum bebekte, uzun süreli huzursuzluğa yol açar. Kaynaklara göre kolik nöbetlerini ortadan tamamen kaldıracak bir tedavi yöntemi yoktur. Ancak doktorların ön gördüğü tedavi yöntemleri dışında kolik bebekler için en etkili yöntem bebeği rahatlatacak seslerdir. Bu seslerin başında anne karnında duyulan “Kalp Ritmi Sesi” ve “White Noise” adı verilen bir tür ses efekti gelir. White Noise diye adlandırılan efekt, elektrikli süpürge, vantilatör, saç kurutma makinesi gibi devam eden sesler ile, rüzgar, su, dalga sesi, deniz dibi sesi gibi uğultulu ses frenkanslarından oluşur. Ağlama nöbeti geçiren bebekler, bu sesleri duyduklarında olumlu tepki vererek rahatlar. Özellikle “Kalp Ritmi” ve “White Noise” birleşiminden oluşan ses efekti, bebeklere anne karnında duyulan sesi ve bulundukları ortamı hatırlatarak, kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Bu CD’de yer alan bilimsel kanıtlarla desteklenmiş ses efektleriyle, özenle düzenlenmiş müziklerin bebeğiniz ve size daha kaliteli bir yaşam sunması dileğiyle.. YAD Sanatçı: İbrahim Sadri 1. Vedud 2. Medine’nin Gülü 3. Sesler ve Adımlar 4. Ruhum Sana Aşık 5. Seccaden Kumlardı 6. O Gece Sendin Gelen 7. Yanan Kalbe Devasın Sen 8. Yanlızlık Kımıldar TELKÂRİ Sanatçı: Nermin Kaygusuz 1. Ferahfeza Peşrev 2. Ferahfeza Saz Semai 3. Sultaniyegah Saz Semai 4. Suzudil Saz Semai 5. Mini Mini Nihavent Peşrev 6. Nihavent Saz Semai 7. Şehnaz Saz Semai 8. Suzinak Saz Sema 109 110 sinema SOMUNCU BABA: AŞKIN SIRRI Vizyon tarihi Yönetmen Oyuncular Tür : 1 Nisan 2016 (1s 55dk) : Kürşat Kızbaz : Furkan Palalı, Gürkan Uygun, Saruhan Hünel : Dram, Tarihi Hamid, daha henüz gençken babasını kaybetmesinin travması ile sarsılır. Yaşadığı acı sonucu kendisini bulma yoluna girer ve bir dergaha sığınır. Buradaki diğer müritler gibi dergahın günlük işlerine yardımcı olur ve ekmek pişirmeye başlar. Bir yandan da ilim derslerini sıkı sıkıya takip eder. Kısa sürede hocasının gözdesi halir; yine hocasının isteği ile Hamid sürpriz bir evliliği kabul etmek zorunda kalır. Fakat onun içinde adını koyamadığı İlahi Aşk’ı arama arzusu çoktan yeşermiştir... Somuncu Baba Aşkın Sırrı, Anadolu’da Somuncu Baba adıyla tanınan büyük düşünür Şeyh Hamid-i Veli’nin sırlarla dolu hayat yolculuğunu ve İlahi Aşk’ı arama serüvenini ilgi çekici bir yol hikayesi ile anlatmaktadır. Kürşat Kızbaz yönetmenliğinde çekilen filmin başrolünde Furkan Palalı oynuyor. AWALK IN THE WOODS Vizyon Tarihi : 25 Mart 2016 (1s 45dk) Yönetmen : Ken Kwapis Oyuncular : Robert Redford, Nick Nolte, Emma Thompson… Tür : Komedi , Dram , Macera Bill Bryson, İngiltere’de iki yıl geçirdikten sonra, eski arkadaşlarından biriyle irtibata geçer. Ülkesine yeniden dönüş yapan Bryson, Katz ile birlikte hem geçmişi yad edebileceği hem de içsel anlamda kendisiyle yüzleşebileceği bir yolculuğa çıkar. THE ANGRY BIRDS MOVIE Vizyon Tarihi Yönetmen Oyuncular Tür : 13 Mayıs 2016 : Clay Kaytis, Fergal Reilly : Jason Sudeikis, Maya Rudolph, Josh Gad ... : Animasyon Sevilen bilgisayar oyunundan beyazperdeye uyarlanan Angry Birds filmi, animasyon departmanlarının iki gedikli ismi Clay Kaytis ve Fergak Reilly ikilisinin ilk yönetmenlik deneyimi olacak. Filmin senaryosuna ise Simpsonlar başta olmak üzere pek çok animasyon projesinde kalem oynatmış olan Jon Vitti imza atıyor 111 112 kitap ZEYTİNİN MACERALARI Yazar Yayınevi : Andaç Çuhadar : Karahan Kitabevi Zeytin’in annesi Benekli, sözünü ettiğimiz Nisan sabahı dört yavru doğurdu. Zeytin, dünyaya gözlerini en son açan yavrusuydu Beneklinin. Kapkara bir yavruydu; yalnızca göbeğinde bir sıra zayıf, beyaz tüyler vardı. Büyüdüğünde bu cılız kara kedinin irileşeceğini, neredeyse bir panter görünümüne bürüneceğini asla tahmin edemezdiniz. Doğumdan yorgun düşmüş Benekli yavrularını yalayıp okşarken geleceğin onlara neler getireceğini düşünmüyordu büyük olasılıkla. Zeytin ve kardeşleri anneleri tarafından temizlenip emzirildikten sonra ailece uykuya daldılar. Zeytin için yaşam başlamıştı… (Tanıtım Bülteninden) YEDİ KÖR FARE KİM İLE KARŞILAŞTI? Yazar Çevirmen Yayınevi : Sang-Gyo Lee : İlke Güntan : Düşün Yayınevi 7 kör fare, parça ve bütünü o kadar iyi biliyorlardı ki, görememelerine rağmen bir hayvanı tanıyabiliyorlardı. Matematiğin parça ve bütün ile olan ilişkisini gelin hep birlikte öğrenelim !(Tanıtım Bülteninden) ŞİİR TAMLAMASI Yazar: AYŞEGÜL DENİZ Yayınevi : Sokak Kitapları Yayınları Şiirine dokundun mu hayatın kendinden bir yan elbet bulursun. Şiir Tamlaması hayatınızın en güzel isim tamlaması olacak belki de. Her duygunun teline dokunmuş, her insanın notasına basmış bir gizli özne saklıdır. şiir al, şiir ver şiir al, şiir ver zira şiir alıp vermezsen yaşayamazsın tıpkı nefes alıp vermezsen yaşayamayacağın gibi...(Tanıtım Bülteninden) 113 114 Mercek Makarna Adese’nin Özgün Ürün markası Mercek, yeni ürünü klasik makarnayı müşterilerinin beğenisine sundu. Özenle seçilmiş durum buğdayından yüksek teknolojiyle üretilen Mercek Makarna, lezzeti, kıvamı ve kalitesiyle makarna tutkunlarının vazgeçilmez markası olmaya aday. Mercek klasik makarna çeşitleri ile hem sade, hem de çeşitli soslarla elde edeceğiniz farklı lezzetlerle sizin ve ailenizin damak zevkine uygun sofralar hazırlayabilirsiniz. Signal White Now Glossy Shine Signal, yeni ürünü White Now Glossy Shine sayesinde daha beyaz dişlere sahip olmanın formülünü sunuyor. Tüm White Now diş macunlarının anında beyazlık etkisinin yanı sıra formülasyonundaki Ultra Shine kristalleri sayesinde dişlere ışıltılı bir dokunuş kazandırıyor. C M Y CM MY CY CMY K Carte D’or’ Kat Kat Puding Tatlı Karışımları kategorisindeki çeşitleriyle birbirinden farklı deneyimler sunan Carte d’Or, yeni Kat Kat Puding ile lezzeti ve pratikliği mutfaklara taşıyor. Carte d’Or, bir ilki gerçekleştirerek tek pakette iki ayrı lezzeti tüketicileriyle buluşturdu. Paketin bir tarafında klasik yöntemlerle pişirilen puding, diğer tarafında ise pişirilmeden sadece soğuk sütle karıştırılarak hazırlanan puding ikilisi mükemmel uyumu ile raflarda tatlı severleri bekliyor. Carte d’Or, çikolatalı – kahveli, vanilyalı – çilekli ve muzlu - kakaolu puding alternatifleriyle lezzet çeşitliliğini tamamlarken, yumuşak kıvamı ve enfes tadıyla deneyenleri şaşırtıyor. Carte d’Or Kat Kat Puding; kolayca hazırlanmasının yanı sıra lezzet şıklığına önem verenler için 3 farklı çeşidi farklı konseptlerde servis ederek sevdiklerinize ve misafirlerinize farklı lezzetler sunmanıza imkân sağlıyor. 115 116