bizden haberler

Transkript

bizden haberler
aile
dostu
ALIŞVERİŞ VE YAŞAM KÜLTÜRÜ DERGİSİ
Sayı 104
BAHAR 2016
FİYATI 1,5 TL
AFRİKA’DAN
AVRUPA’YA
ADINI BİLE
BİLMEDİĞİMİZ ÜLKELER
VE İLGİNÇ YAŞAMLARI
CAHİDE SULTAN’IN
BİRBİRİNDEN
LEZİZ YEMEK
TARİFLERİYLE
YİNE DOPDOLU!
Bahar
1
KEYFİYLE GELİR
BAHAR GELSİN,
SAKSILARINIZ
RENKLENSİN
VÜCUDUMUZUN ANA
KUMANDA MERKEZİNİ
NASIL KORUMALI?
Güreş, Kemankeşlik,
Tomak Oyunu, Labut Atma…
OSMANLI’DA
SPORUN YERİ
KARADENİZ KÜLTÜRÜ
GAFUR UZUNER İLE
SICAK BİR SÖYLEŞİ
2
3
4
içindekiler
104
Sayı
28
Bahar keyfiyle
gelir
BAHAR 2016
İmtiyaz Sahibi
Yeşilimsi Yayıncılık
Ltd. Şti. Adına Tekin Güner
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tekin Güner
52
44
Örgü deyip geçmeyin
Osmanlıda Sporun Yeri
56
Editör
Gülsün Kurt Öney
Sanat Danışmanı
R. Yeşim Güner
YAPIM
GREENS DESIGN
Yayın Kurulu
Aydoğan Yüce, Ayşe Esra Atlı
Hasan Güvercinci, Hakan Başbuğ,
Salih Yılmaz,
Lider Anaç, Yıldız Liva
Yönetim Yeri
Ankara Dünya Ticaret Merkezi
Tahran Caddesi No: 30 Kat: 2 / 202
Kavaklıdere / Çankaya - Ankara
Tel: 0 312 427 20 93 - 94
Faks: 0 312 427 14 05
www.greenstasarim.com
Baskı
Dumat Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Bahçekapı Mah. 2477. Sok.
No: 6 Şaşmaz/ ANKARA
Tel: 0312 278 82 00
Baskı Tarihi 30 Aralık 2015
Aylık yerel süreli yayındır. ISSN 1306-1739
[email protected]
[email protected]
Reklam Rezervasyon
Halil Arslanpınar
[email protected]
82
Karadeniz Kültürü
96
İstanbul’un Fethi ve
Avrupa’daki Yankıları
Afrika’dan
Avrupa’ya
88
Anadolu’da
bir turizm kenti:
Kırıkkale
5
içindekiler
Gülsün KURT ÖNEY
BAHAR GELİR…
Öyle sıradan, kendi halinde gelmez bahar… “Muhakkakları”, “illa
ki” leri vardır cümlelerinin içinde. Mutlu olmak bir mecburiyettir
mesela... Yüzümüze gelip oturuverir bir “kendiliğinden” gülümsemesi… Buz gibi yorgunlukları eritiveren bir samimiyetle gelir.
Ve hep tam zamanında bulur bizi… Tam artık pes edecekken, tam
bütün bezginliklerimiz bir araya toplanmışken, tam beklemekten
vazgeçecekken gelir…
İlla ki dolu dolu gelir elleri kolları… Neşe getirir, coşku getirir,
umut getirir illa ki… Herkese yetecek kadar çok yaşama sevinci
bir de… Başarmak için azim getirir… İnat getirir mutluluk adına
savaşmak için… Hiç kimseyi kırmayalım diye fazla fazla hoşgörü
getirir İlla ki… Sabahları erken kalkıp kuşa, ağaca, insana merhaba demenin keyfini getirir… Şarkılar getirir mırıldanması en
mest edeninden… Ve illa ki yeni dostlar getirir en sevilesinden…
Muhakkak çiçeklerin en mis kokulusu, renklerin en fosforlusu
ile doldurur gönlümüzün bahçelerini… Ruhumuzu huzur, kalbimizi müsterih kılmak için hiç üşenmeden dolar içimize muhakkak… Muhakkak gözümüzden akanın sadece sevinçten olmasıdır
bütün çabası… Ve yüreğimizden tutup kaldırmaktır tek derdi,
sarmak için acıyan yanlarımızı muhakkak…
Bahar gelir… Elleri kınalı, sarı saçları örgülü, yüzü çilli, masum,
sokulgan, kırılgan köy çocukları gibi gelir… Cömertçe doldurduğu kesesinde ne varsa hepsini bir çırpıda paylaşmak için gelir…
Yormaya değil, tüm yorgunlukları almaya diye gelir… “ İlla ki”,
“muhakkak” ve ne güzel ki “mecburen” gelir…
6
bizden haberler
“KONYA EKONOMİ ÖDÜLLERİ’NDE
ADESE VE SELVA GIDA’YA ÖDÜL
KONYA EKONOMİ ÖDÜLLERİ, BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU’NUN DA KATILDIĞI TÖRENLE SAHİPLERİNİ BULDU.
Ülkemiz sınırlarını aşan faaliyetleri ile
Konya ve Türkiye’nin ekonomisine önemli
katkıları bulunan İttifak Holding’in iki markasına ödülleri, Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından verildi. İttifak’ın perakende
sektöründe bulunan markası Adese’nin istihdam kategorisindeki ödülünü İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali
Korkmaz alırken, Selva Gıda’nın, İSO ikinci
kategorisindeki ödülünü ise İttifak Holding
Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su
Tahir Atila aldı.
İttifak Holding’in iştiraklerinden Adese ve
Selva Gıda, 24 Şubat 2015 Çarşamba günü
Dedeman’da gerçekleştirilen Konya Ekonomi Ödülleri gecesinde istihdam ve İSO
ikinci 500 kategorilerinde ödüle layık görüldüler.
Adese istihdam, Selva Gıda da
İSO ikinci 500 kategorisinde
ödül aldı.
Konya Sanayi Odası, Konya Ticaret Odası,
Konya Ticaret Borsası, Konya Vergi Dairesi
ve SGK İl Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği “Konya Ekonomi Ödülleri 2015”in ödül
töreni, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
katılımı ile Konya Dedeman’da gerçekleştirildi. Ödül törenine Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun yanı sıra, Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan, Orman ve Su İşleri Bakanı
Veysel Eroğlu, Gümrük ve Ticaret Bakanı
Bülent Tüfenkci, Ak Parti Genel Başkan
Yardımcısı Mehdi Eker, Konya Valisi Muammer Erol, AK Parti Milletvekilleri, Konya
Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk
Öztürk, Konya Sanayi Odası Başkanı Memiş
Kütükcü, Konya Ticaret Borsası Başkanı
Hüseyin Çevik, protokol mensupları ve çok
sayıda davetli katıldı. “Birlikte Konya’yız”
sloganıyla gerçekleştirilen, iş ve siyaset
dünyasının bir araya geldiği ödül töreninde,
Konya’nın kendi alanlarında başarılı olan
firmaları ödüllendirildi.
İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Ali Korkmaz, “Grup olarak ülkemizin kalkınması, sosyal ve iktisadi alandaki büyümesine olumlu katkılar üretiyor
olmaktan dolayı onur duyuyoruz. Bugün
sağladığı istihdam ve ürettiği katma değer
ile ülkesine ve milletine hizmet eden şirketimiz, ürün ve hizmetlerini 120 ülkeye ulaştırmış durumda. Geleceğin Türkiye’sinde
mevcut ölçeğimizi çok daha yukarılara taşıyarak ülkemizin gelişmesine daha büyük
oranda eşlik etmeyi Allah’tan niyaz ediyorum” dedi.
7
bizden haberler
ADESE İNTERNETE ŞUBE AÇTI
ADESE, “ADESE.COM.TR” İNTERNET ADRESİ ÜZERİNDEN ONLİNE SATIŞLARA BAŞLADI. KONYA ŞEHİR MERKEZİNDE
YER ALAN TÜM MAHALLELERE HAFTANIN HER GÜNÜ HİZMET VERECEK OLAN ADESE’NİN ONLİNE MARKETİ,
SİPARİŞLERİN AYNI GÜN İÇERİSİNDE TESLİMATINI YAPACAK. 18 ANA KATEGORİDE BİNLERCE ÜRÜNÜN YER ALDIĞI
ONLİNE MARKETTE, SİPARİŞLER ÜCRETSİZ TESLİM EDİLECEK.
Adese Online Market’te haftanın yedi günü
11:00 - 12:00, 13:00 - 15:00 ve 17:00 - 19:00
saatleri arasında teslimat yapılabiliyor ve
teslimat için ayrıca bir ücret alınmıyor.
Güçlü lojistik merkeziyle hızlı ve kolay
erişim imkânına sahip olan Adese, Konya
şehir merkezindeki müşterilerine 3 gün
sonrasına kadar sipariş verebilme olanağı
sağlıyor.
İttifak Holding’in ulusal perakende markası
Adese, online marketini Konya şehir merkezindeki müşterilerine sunarak hizmet
ağını daha da güçlendiriyor. Adese, “www.
adese.com.tr” internet adresi üzerinden
ulaşılan Adese Online Market’te şimdilik
Konya şehir merkezi içinde yer alan tüm
mahallelere online alışveriş imkânı sunuyor.
Kapıda nakit ya da
kredi kartı ile ödeme
kolaylığı...
Müşteriler, Adese Online Market’ten gıdadan temizliğe, kişisel bakım ürünlerinden kozmetiğe, züccaciyeden elektrikli ev
aletlerine, oyuncaktan kırtasiyeye kadar 18
ana kategoride binlerce ürüne erişebiliyor.
Minimum alışveriş tutarının 100 TL olduğu
Adese Online Market’ten alışveriş yapan
müşteriler ödemeyi kapıda nakit ya da kredi kartı ile yapabiliyor.
Adese’nin online marketinden alışveriş yapabilmek için müşterilerin, kullanıcı kaydı ve şifresini bir defa oluşturması yeterli
oluyor. Müşteriler, sonraki alışverişlerinde
aynı kullanıcı adı ve şifreleriyle giriş yaparak önceki siparişlerini görebiliyor, iptal
edebiliyor veya yeni bir sipariş oluşturabiliyor.
ADESE’DE TAPTAZE İNDİRİM GÜNLERİ
ADESE, DÜZENLEDİĞİ İNDİRİM KAMPANYALARI İLE MÜŞTERİLERİNİN YÜZÜNÜ GÜLDÜRMEYE DEVAM EDİYOR. ADESE,
‘TAPTAZE İNDİRİM GÜNLERİ’ KAMPANYASI İLE HER GÜNE ÖZEL YÜZLERCE ÜRÜNDE MÜŞTERİLERİNE AVANTAJLI FİYATLARLAR SUNUYOR.
İttifak Holding’in ulusal perakende markası
Adese, alışverişi avantaja dönüştüren kampanyalarına devam ediyor. Adese, “Taptaze
İndirim Günleri” teması ile hayata geçirdiği kampanya kapsamında her Salı mandı-
ra ve şarküteri, her Çarşamba kırmızı et,
her Perşembe meyve - sebze ve her Cuma
unlu mamuller reyonlarında yüzlerce çeşit
üründe indirim fırsatları sunuyor. Ayrıca
Adese mağazalarında hafta sonuna özel
uygulanan indirim kampanyaları ve aktiviteler de müşteriler tarafından yoğun ilgi
görüyor.
8
bizden haberler
ADESE, KONYA’DAKİ
İKİNCİ EN BÜYÜK MAĞAZASINI AÇTI
ADESE, KONYA’NIN İKİNCİ EN BÜYÜK MAĞAZASINI KONYA SİLLE KAVŞAĞI’NDA AÇTI. KONYA DEDEMAN OTELİ
KARŞISINDA YER ALAN KİPA’NIN YERİNE AÇILAN ADESE HİPER MAĞAZASI İLE ADESE, 154 MAĞAZA SAYISINA ULAŞTI.
AÇILIŞA ÖZEL BİNLERCE ÜRÜNDE ÇOK AVANTAJLI FİYATLAR SUNAN ADESE, MÜŞTERİLERİNDEN BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ.
MURAD YAVUZ GÖK
İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, 2016 yılında da yeni mağaza
açılışlarına hız kesmeden devam ediyor.
Yılın ilk ayında Ankara’da Özgürlük ve Kızlıcahamam; Konya’da Aksinan mağazalarını müşterileri ile buluşturan Adese, Konya
Dedeman Oteli karşısındaki Alışveriş Merkezi içinde Adese Hiper’i açarak 154. mağazasını hizmete aldı.
SİLLE YOLU ADESE
İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz, Yönetim Kurulu
Başkan Vekili ve İcra Kurulu Başkanı Tahir
Atila ve Adese Genel Müdürü Murad Yavuz
Gök’ün hazır bulunduğu açılış töreni, İttifak
Holding ve gruba bağlı şirket yöneticileri,
Adese yöneticileri ve müşterilerin yoğun
katılımı ile gerçekleştirildi. Adese olarak
güvenli ve istikrarlı bir şekilde mağaza sayısını artırdıklarını ifade eden Adese Genel
Müdürü Murad Yavuz Gök, kârlı ve sürdürülebilir büyüme için önemli çalışmalar
yürüttüklerini kaydetti. Mağaza dizaynlarını müşterilerinin ihtiyaç ve beklentilerini
dikkate alarak planladıklarını belirten Gök,
“Mağaza sayımızı her geçen gün artırıyoruz. Adese olarak müşterilerimize binlerce
ürün ile hizmet veriyor, hijyenik, sağlıklı, nitelikli ürünleri en uygun fiyatlar ile sunarak
teveccühlerini kazanıyoruz. Diğer yandan
büyüme, karlılık ve verimliliğe odaklanarak
yalın, hızlı, modern mağazaları oluşturmak
üzere mağazalarımızı değiştirip, yeniliyoruz. Müşterilerimizin ihtiyacını karşılayacak çözümler için mağaza konseptlerimize
dokunuyoruz. Artık metrekare büyüklüğüne, ürün gamına, lokasyon özelliklerine
göre kategorilendirerek oluşturduğumuz
mini, midi, süper ve hiper mağaza format-
larında müşterilerimize hizmet veriyoruz.
Sille Yolu Kavşağı’ndaki yeni mağazamızla
da Hiper formatında müşterilerimize hizmet sunacağız. Açılışa özel binlerce üründe
çok özel indirimleri müşterilerimizle buluşturuyoruz. Sille Yolu Adese Konya’ya ve
müşterilerimize hayırlı olsun ” dedi.
Bölge olarak, Sille Yolu Kavşağı’ndaki alışveriş merkezi içinde yer alan Kipa’nın yerine açılan Adese Hiper mağazası, Adese’nin
Kulesite mağazasından sonraki en büyük
mağazası olma özelliğine sahip. Açılışa özel
binlerce üründe büyük indirimlerin sunulduğu açılışa müşteriler yoğun ilgi gösterdi.
Sille Yolu Adese mağazası, 4250 metrekare ticari alanda 90 personeli ve 26 kasayla
müşterilerine hizmet verecek. Hazır yemek
ve kafeterya bölümünün de bulunduğu mağazada müşteriler, Adese’nin Restore markasıyla kendi ürettiği unlu mamullerden
kuruyemişe, et ve şarküteri ürünlerinden
balık çeşitlerine, konfeksiyondan ayakkabıya, gıdadan temizlik ürünlerine ve kırtasiyeden oyuncağa, züccaciyeden elektrikli ev
aletlerine kadar uzanan geniş ürün yelpazesinden ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayabilecek.
9
bizden haberler
ADESE, YENİ MAĞAZALARIYLA
BÜYÜMEYE DEVAM EDİYOR
YENİ MAĞAZA AÇILIŞLARINA TÜM HIZIYLA DEVAM EDEN ADESE, YENİ YILIN İLK İKİ AYINDA ANKARA VE KONYA’DA
AÇTIĞI 5 YENİ MAĞAZA İLE BİRLİKTE TOPLAM MAĞAZA SAYISINI 155’E YÜKSELTTİ.
İttifak Holding’in ulusal
perakende markası Adese,
2015’te hız verdiği mağaza
açılışlarına 2016’da da
devam ediyor. Yılın ilk
mağazasını 5 Ocak tarihinde
Ankara Keçiören’de açan
Adese, 15 Ocak 2016’da
Konya Aksinan mağazasını
müşterileri ile buluşturdu.
Adese, 2 Şubat’ta Ankara
Kızılcahamam, 6 Şubat’ta
Konya’da Sille Yolu ve
25 Şubat’ta Konya’nın
Seydişehir ilçesinde
Kızılcalar mağazasını
müşterilerinin hizmetine
sundu. Adese, 2016 yılının
ilk iki ayında açılışını
gerçekleştirdiği 5 yeni
mağaza ile toplam mağaza
sayısını 155’e yükseltti.
Yeni açılan mağazalar
hakkında bilgi veren Adese
Genel Müdürü Murad Yavuz
Gök; “Adese olarak mağaza
açılışlarını müşterilerinin
ihtiyaç ve beklentilerini
dikkate alarak planlıyor,
istikrarlı bir şekilde mağaza
sayımızı her geçen gün
artırıyoruz. Bu doğrultuda
Ankara ve Konya’da
gerçekleştirdiğimiz
mağaza açılışlarıyla birlikte
toplam şube sayımızı da
155’e yükselttik. Orta
Anadolu ölçekli büyüme
planımız kapsamında
şube ağımızı 2016’da
daha da genişleterek,
müşterilerimize gönül
rahatlığıyla alışveriş
yapabileceği kaliteli ve
güvenilir bir alışveriş
deneyimi sunmayı
sürdüreceğiz.” dedi.
AKSİNAN ADESE
KIZILCAHAMAM ADESE
KIZILCALAR ADESE
ÖZGÜRLÜK ADESE
10
bizden haberler
SEHA YAPI, KONYA’NIN EN BÜYÜK SU TEMALI KARMA KONUT PROJESİ
ZERMERAM’IN SATIŞINA BAŞLADI.
KONYA’NIN ALTIN ÇAĞI
İTTİFAK HOLDİNG’İN İNŞAAT SEKTÖRÜNDEKİ MARKASI SEHA YAPI, KONYA’NIN EN DEĞERLİ VE EN BÜYÜK İMARLI
ARAZİSİ ÜZERİNDE HAYATA GEÇİRDİĞİ 800 MİLYON TL YATIRIM DEĞERİ OLAN ZERMERAM PROJESİNİN TANITIM
TOPLANTISINI KONYA’DA GERÇEKLEŞTİRDİ.
320 BİN METREKARE ALAN ÜZERİNDE, TOPLAM 1.077 ADET KONUTUN OLDUĞU KARMA PROJEDE GRİ VE YEŞİL PEYZAJ
ALANI 240 BİN METREKARE OLACAK. ZERMERAM’DA KONUTLAR 2+1’DEN 6,5+1’E KADAR FARKLI İHTİYAÇ VE BEKLENTİLERE GÖRE TASARLANDI. İÇERİSİNDE VİLLA VE YALILARIN DA OLDUĞU 353 KONUTLUK İLK ETABIN 2019’DA TAMAMLANMASI PLANLANIYOR.
Seha Yapı, Konya’nın en değerli ve en büyük imarlı arazisi üzerinde hayata geçirdiği, şehrin en büyük su temalı karma konut
projesi Zermeram’ın lansman toplantısını,
24 Şubat, Çarşamba günü Konya Dedeman
Otel’de gerçekleştirdi. Ulusal ve yerel basın
mensuplarının yoğun katılımı ile gerçekleştirilen toplantının ardından Zermeram
tanıtım ofisi ziyaret edildi. Yatırım değeri
800 milyon TL olan ve toplam 320 bin metrekare alana inşa edilecek projenin 17 bin
500 metrekaresi biyolojik gölet, 240 bin
metrekaresi gri ve yeşil peyzaj, 2.750 metrekaresi sağlıklı yaşam merkezi ve 9.222
metrekaresi de alışveriş merkezi olarak ta-
sarlandı. 295 bin TL’den başlayan fiyatlarla
satışa sunulan projede, manzara konutların
yanı sıra bahçe dubleks, villa ve yalı da yer
alacak. Konutlar, brüt 120 ile 1.052 metrekare aralığında yapılacak. Zermeram’da
yer alan Arasta AVM ise 39 mağaza, 2 adet
çok amaçlı salon, 1 adet restoran ve 1 adet
marketten oluşuyor.
Her ihtiyaca uygun
1.077 konut
Zermeram projesinde 72 adet 2+1 konut
olacak. 249 adet 3+1, 218 adet 4+1, 256 adet
4,5+1, 200 adet 5+1, 1 adet 5,5+1, 23 adet de
6,5+1 konut inşa edilecek. Projede, 14 bah-
çe dubleks yer alırken 9 adet yalı, 35 adet
de villa bulunacak.
İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su Tahir Atila, Zermeram lansman toplantısında projeye ilişkin şu bilgileri verdi: “Seha Yapı olarak; konut projeleri,
ticari ve endüstri yapılar, sağlık, eğitim ve
kültür tesisleri, yol ve köprüler, çelik konstrüksiyon yapıları başta olmak üzere birçok alanda proje geliştirip uygulayan,
Anadolu’nun en önemli yapı markalarından birisiyiz. Özellikle Konya’da, sektörün
trendlerini belirleyen öncü rolde ve lider bir
pozisyondayız. Konya, tarihi ve kültürel ya-
11
bizden haberler
tanıtımlarında motto olarak “Konya’nın
Altın Çağı” vurgusunu yaptık” diyen Atila,
“Projemizi, Konya’nın Altın Çağı’na kendi
alanında öncülük edecek şekilde dizayn ettik” dedi.
Yemyeşil doğa,
su gibi yaşam…
TAHİR ATİLA
pısı ile âşık olduğumuz bir şehir... Dünyanın
en eski yerleşim merkezlerinden biri olan
Konya, Selçuklu’dan miras aldığı asalet, yiğitlik, hoşgörü, ilim ve irfanın rehberliğinde
geçmişi kadar görkemli bir geleceğe doğru
emin adımlarla yürüyor.”
Tanpınar’ın da dediği gibi;
“Bir başkent,
daima başkenttir...”
Tahir Atila konuşmasına şöyle devam etti:
“Şehrin dinamiklerine baktığımızda birçok boyutuyla Tanpınar’ın ne kadar haklı
olduğuna şahitlik edersiniz. Ayrıca, son
dönemde almış olduğu kamu yatırımları,
ülkemizin siyasi ve sosyal istikrarına olan
katkısı ile Konya, Türkiye’nin yükselen şehirleri arasında dikkat çekiyor. Seha Yapı
olarak biz de Konya’nın işte bu yükselişine
eşlik edecek, Konya’nın Altın Çağı diyebileceğimiz bir dönemde, şehre ve insanına artı
değer katacak, kadim başkente yakışır, baş
tacı bir eser inşa ediyoruz.”
“Konya’nın köklü geçmişinden aldığımız ilhamla, mimari ve estetik alanda eşsiz bir
proje olarak tasarladığımız Zermeram’ın
Zermeram’da 320.000 metrekare alana yayılmış yemyeşil bir doğa, su gibi bir yaşam
tasarladıklarını kaydeden Tahir Atila, “Seçkin ve keyifli bir yaşamın bütün olanaklarını sunduğumuz Zermeram, Konya’nın en
büyük karma konut projesi olma özelliğini
taşıyor. Bölgemizde yerleşmiş konut anlayışını değiştirecek, çıtayı oldukça yukarılara çıkaran, hatta Konya’nın geleceğine de
ilham vereceğine inandığımız Zermeram’ı
sunmaktan onur duyuyoruz” diye konuştu.
Temiz havasını, Konya’nın meşhur Gedavet
Rüzgârı’ndan alıyor
Zermeram’ın, Konya’nın en prestijli karma
konut projesi olduğunu ifade eden Tahir
Atila, 353 konutluk ilk etabın 3 yıl içinde tamamlanacağını belirtti. Projenin konuşlandığı bölgenin özel bir havası olduğunu kaydeden Atila, Zermeram projesinin Konya’ya
has olan Gedavet Rüzgârı’nı her mevsim
aldığını söyleyerek; “Bölgeye özel her mevsim esen Gedavet Rüzgârı ile yaylalardan
gelen temiz hava projemize ayrı bir özellik
katıyor. Zermeram, şehir merkezi ile arasındaki yaklaşık 100 metrenin üzerindeki
kot farkından dolayı tertemiz bir hava sunuyor” dedi. Atila ayrıca; seyir terası, vadileri, koyları, yürüyüş parkurları, çocuk oyun
alanları, göletleri, amfi tiyatroları ve alışveriş merkezi gibi üniteleri ile Konya’nın en
ayrıcalıklı projesini oluşturduklarını dile
getirdi.
Doğa dostu çözümler
Zermeram’ı tasarlarken çevre dostu olmasına özellikle dikkat ettiklerini vurgulayan
Tahir Atila, “Projemizi, enerji verimliliği
sağlayan çözümlerle doğayla barışık bir yaşam alanı haline getirdik. Kojenerasyon tesisi ve güneş panelleri ile üretilen elektrik
enerjisi sayesinde konut ve ortak alanlarda
enerji tasarrufu sağlayacağız. Öte yandan
gri su arıtma tesisi ve yağmur suyu depolaması ile yeşil alanların sulaması da tasarruflu olacak. Bu projeler sayesinde enerji
kaynaklarımız daha verimli kullanılacak.
Doğa dostu bir proje üretmenin mutluluk
ve onurunu da yaşıyoruz” diye konuştu.
Proje Künyesi
Yatırım Değeri: 800 milyon TL
İnşaat alanı: 425.000 m²
Toplam 320.000 m² arazi
240 bin m² gri ve yeşil peyzaj
17 bin 500 m² biyolojik gölet
2.750 m²sağlıklı yaşam merkezi
9.222 m² alışveriş merkezi
4 km. yürüyüş parkuru
Kapalı-açık 3000 araçlık otopark
2 vadi (Yeşil Vadi, Saklı Vadi)
2 koy (Altınkoy, Sadabad Koyu)
8 Avlu
72 adet 2+1
249 adet 3+1
218 adet 4+1
256 adet 4,5+1
200 adet 5+1
1 adet 5,5+1
23 adet 6,5+1
14 adet bahçe dubleks
35 adet villa
9 adet yalı
Toplam 1.077 konut
295 bin TL’den başlayan fiyatlarla
Seha Yapı Hakkında
İttifak Holding iştiraklerinden Seha Yapı
1978 yılında kuruldu. Şirket, son beş yılda
6500’ün üzerinde konutun yanı sıra, alışveriş merkezleri, altyapı, köprü ve yol projeleri üreterek, Konya’nın yıllık en fazla konut üretme kabiliyeti ve kapasitesine sahip
inşaat firması konumuna geldi. Türkiye’nin
çeşitli bölgelerinde çok sayıda TOKİ projesinin inşaatını gerçekleştiren Seha Yapı
konut dışındaki segmentlerde de faaliyet
göstermekte. Seha Yapı Konya’da Kulesite
AVM ve Kule Plaza, Aksaray ve Ereğli’de
Parksite AVM’lerinin de mimarı. Bugüne
kadar üç milyon metrekareden fazla inşaat yapan Seha Yapı’nın projeleri hakkında
daha fazla bilgi edinmek için www.sehayapi.com web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
12
bizden haberler
PERAKENDE’NİN EN İYİ YÖNETİCİSİ
ÖDÜLÜ İTTİFAK’A
İTTİFAK HOLDİNG PERAKENDE GRUBU DANIŞMANI SITKI ERBEN, TÜRKİYE PERAKENDE SEKTÖRÜNÜN
EN İYİ PERFORMANS GÖSTEREN YÖNETİCİSİ SEÇİLDİ.
Harvard Business Review Türkiye ve
INSEAD’ın özel bir metodoloji çerçevesinde
belirlediği üst düzey yöneticiler, Wyndham
Grand Levent Otel’de düzenlenen gecede
ödüllerini aldı.
Harvard Business Review Türkiye, en iyi
performans gösteren üst düzey yöneticilere yönelik dünyada 2 yıldır gerçekleştirilen çalışmayı Türkiye’ye taşıdı. Avrupa’nın
en saygın işletme okullarından biri olan
INSEAD’da geliştirilen özel bir metodoloji
kullanılarak gerçekleştirildi. INSEAD’daki
özel bir ekip, halka açık şirketler arasından belirli kriterlere göre seçtiği 100’den
fazla şirketi değerlendirmeye aldı. Ulusal
ve uluslararası güvenilir veri tabanlarından
toplanan veriler ışığında oluşturulan çalışma sonucunda Türkiye’nin En İyi Performans Gösteren yöneticileri belirlendi.
Buna göre; İttifak Holding’de Perakende
Grubu Danışmanı olarak görev yapan Sıtkı Erben, Adese’nin Genel Müdürlüğünü
yaptığı dönem içerisinde gösterdiği per-
Bu ödülü çalışanlarımız,
2014 yılında
mağazalarımızdan 38
milyon kez alışveriş yapan
müşterilerimiz, mensubu
olduğum Adese ve bağlı
bulunduğumuz İttifak
Holding adına alıyorum.
formansla, Türkiye perakende sektörünün
en iyi yöneticisi olarak belirlendi. Ödülünü
aldıktan sonra yaptığı konuşmada gecenin
katılımcılarına seslenen Erben, duygularını şu sözlerle ifade etti. “Bu ödülü çalışanlarımız, 2014 yılında mağazalarımızdan
38 milyon kez alışveriş yapan müşterilerimiz, mensubu olduğum Adese ve bağlı
bulunduğumuz İttifak Holding adına alıyorum. Anadolu merkezli bir kuruluş olarak,
Selçuklu’nun başkenti Konya için, Anadolu
için alıyorum. Son olarak da yaşı kırkın altında olan birisi olarak, gençler adına alıyorum.”
13
bizden haberler
14
bizden haberler
KULESİTE, GELENEKSEL TÜRK EL
SANATLARI’NA EV SAHİPLİĞİ YAPTI
KULESİTE TARAFINDAN DÜZENLENEN ‘DÜNDEN BUGÜNE GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARI ŞÖLENİ’ SERGİSİNİN
5.’Sİ KONYA HALKININ ZİYARETİNE AÇILDI.
Birbirinden değerli usta ve eserlerinin yer
aldığı serginin açılış töreni 12 Şubat 2016
Cuma günü Konya Valisi Muammer Erol,
Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk,
Ankara Ticaret Odası Başkanı Salih Bezci, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Ali Korkmaz, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve CEO’su Tahir
Atila, Müftü Yardımcısı Adem Bahçıvan, Kulesite AVM Müdürü Mustafa Totan ve Limon
Ağacı yetkilisi Serpil Polat’ın katılımıyla yapıldı.
Konya’nın yaşam ve eğlence merkezi Kulesite, 12 - 21 Şubat 2016 tarihleri arasında ‘5.
Dünden Bugüne Geleneksel Türk El Sanatları Şöleni’ne ev sahipliği yaptı. Birbirinden
değerli ustaların ve unutulmaya yüz tutmuş
geleneksel Türk el sanatlarının görücüye
çıktığı sergi Konya halkının beğenisine sunuldu.
Sergi kapsamında Habbablık, Hattı Gubari,
Yemeni yapımı, Sedefçilik, Mütteka ve Üfleme Cam Sanatı gibi yüzyıllar boyunca babadan oğula geçen birçok değerli el sanatı ve
bu sanatların çok az sayıdaki önemli ustaları Kulesite’de Konyalılar ile buluştu.
Sergi hakkında düşüncelerini dile getiren
Kulesite AVM Müdürü Mustafa Totan; “Ülkemiz, geleneksel sanatlar bakımından
zengin bir mirasa sahip. Bugün, ülkemizin
çeşitli yörelerinde genellikle usta-çırak ilişkisi ve babadan oğula geçerek günümüze
uzanan çok kıymetli el sanatlarımız yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Biz de Kulesite
olarak; unutulmaya yüz tutmuş bu paha
biçilemez geleneksel sanatları ve değerli ustalarını, tarihine, kültürel değerlerine
büyük önem veren Konya halkıyla yeniden
buluşturmaktan büyük mutluluk duyuyoruz.
Bu tür etkinliklerin her birimiz için manevi
bir değeri de bulunuyor. Bu sergiye, geleneksel sanatlarımızın yaşatılması açısından
da büyük önem veriyoruz” dedi.
46 ustanın katılımı ile 46 geleneksel sanatın
icra edildiği sergi Kulesite, Konya Valiliği,
Konya Sanayi Odası, Konya Ticaret Odası,
Konya Ticaret Borsası ve Limon Ağacı’nın
katkılarıyla gerçekleştirildi.
15
16
Cahide Sultan’dan lezzet sırları
www.cahidejibek.com
TAVUKLU
PAÇA
ÇORBASI
(4 KİŞİLİK)
Malzemeler
2 adet tavuk baget
6 su bardağı su
1 silme tatlı kaşığı tuz
4 yemek kaşığı zeytinyağı
2 yemek kaşığı tepeleme un
2 diş sarımsak
1 yemek kaşığı sirke
Üzeri için:
1 yemek kaşığı tereyağı,
1 çay kaşığı kırmızı toz biber
1 tatlı kaşığı kuru nane
Bagetleri tencereye alıp üzerine 6 su bardağı sıcak su ekleyin. Tuzu atın. Kaynamaya
başlayınca altını kısıp bagetler yumuşayana kadar pişirin. Pişen bagetleri sudan çıkarıp etini
didikleyin ve ayrı bir kaseye alın. Ayrı bir tencereye zeytinyağı ve unu koyun. Orta harlı ateşte,
unun rengi dönene kadar karıştırın. Ilıyan tavuk suyunu döküp hızlıca karıştırın ki, un topak
topak olmasın. Eğer her şeye rağmen un topaklaştıysa el blenderiyle topakları açabilirsiniz.
Didiklenmiş tavuk etlerini çorbaya ekleyin. Tuzunu kontrol edin. Küçük bir tavaya tereyağını
koyup kızartın. Kırmızıbiber ve naneyi ekleyip ocaktan alın. Çorbayı hemen yiyecekseniz
sarımsakları ezip sirkeyle beraber çorbaya karıştırın. Ertesi güne kalacaksa sarımsak ve
sirkeyi çorbanın yanında ikram edin. Afiyet şifa olsun.
17
www.cahidejibek.com
BUHARA
PİLAVI
(6 Kişilik)
Malzemeler
500.gr. kuzu kuşbaşı
2 su bardağı pirinç
1 orta boy soğan
1 orta boy havuç
1 su bardağı bezelye
2 su bardağı haşladığınız etin suyu
2 su bardağı içme suyu
1 çay kaşığı yenibahar
1 çay kaşığı karabiber
Varsa bir avuç kadar çam fıstığı
1 yemek kaşığı tereyağı, 1 çay
bardağı zeytinyağı
Hazırlanışı
Etleri kızdırılmış tencereye koyup biraz kavurun. Kapağını kapatıp kendi suyunu çekene kadar pişirin. Bu işlemi düdüklü tencerede
yapabilirsiniz. Suyunu çeken eti kendi yağında hafif kızartın. Bir pilav tenceresine zeytinyağı ve tereyağını alıp eritin. İnce
doğranmış soğan ve havucu beraber soteleyin. Üzerine yıkanmış pirinçleri ilave edip biraz daha kavurun. Et suyu ve içme suyunu,
baharatları, haşlanmış bezelyeyi ekleyip kapağını kapatarak pişmeye bırakın. (Dilerseniz bu aşamada etlerin bir kısmını pilavın
içine koyabilirsiniz. Pilav suyunu çekince altını kapatıp demlenmeye bırakın. Çam fıstıklarını çok az yağda pembeleşene kadar
soteleyin. Yarısını pilavın içine ekleyin. Yarısını da üzeri için ayırın. Uygun bir kaba önce etleri yerleştirin. Ardından demlenmiş pilavı
üzerine hafif bastırarak doldurun ve düz bir servis tepsisine ters çevirin. Üzerine ayırdığınız fıstıkları serpin. Bir kaç dal maydanozu
doğrayıp süsleyin. Bekletmeden servis edin. Afiyet şifa olsun.
NOT: Suyun tamamını et suyu olarak kullanırsak, pilav tane tane olmuyor. Bu yüzden yarısını içme suyu kullanıyoruz.
KIYMALI
BEŞAMEL
SOSLU PIRASA
GRATEN
(6 Kişilik)
Malzemeler
1 çay bardağına yakın zeytinyağı
150 gr kıyma
4 adet büyük boy pırasa (1 kg)
1 tatlı kaşığı salça
1 su bardağı su
Tuz, karabiber, arzuya göre acı
biber
Beşamel sosu için
1 yemek kaşığı tereyağı
1 yemek kaşığı un
1 su bardağı süt
1 çay bardağı kaşar peyniri
Tuz ve çok az karabiber
Nasıl Yapılır?
Bir tencereye zeytinyağını alıp ısıtın. Kıymayı ekleyip ezerek kavurun. Salçayı ekleyip karıştırın. 2 cm eninde doğranmış pırasaları
ilave edin. 1 su bardağı su ekleyip kısık ateşte pişmeye bırakın. Pırasalar yumuşayınca Tuz ve karabiberi ekleyip karıştırın.
Orta boy bir fırın kabına döküp yayın. Son olarak beşamel sosu hazırlayın. Bunun için yağı ve unu küçük bir tencereye alın. Un
kokusu çıkana kadar kavurun. Sütü ekleyip hızlıca kaynayana kadar karıştırın. Tuz ve karabiberi ekleyip ocaktan alın. Bekletmeden
sosu pırasanın üzerine gezdirin. Son olarak kaşar rendesini serpip 200 derecelik ısıdaki fırına yemeği sürün. Üzeri kızarınca
fırından alıp servis edin. Afiyet şifa olsun!
18
Cahide Sultan’dan lezzet sırları
SİMİT BÖREK
(24 ADET SİMİT)
Malzemeler
6 adet yufka
Sos malzemeleri:
1 su bardağı süt
1 adet yumurta + 1 yumurta beyazı
(sarısı üzeri için ayrılacak)
1 su bardağından 1 parmak eksik
zeytinyağı
İç malzemesi
200 gr. Beyaz peynir
Yarım demet maydanoz
Üzeri için:
1 yumurta sarısı
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 çay kaşığı pekmez ve bir paket susam
Hazırlanışı
Sos malzemelerini bir kapta güzelce karıştırın. Ben bu işlemi el blendırıyla yapıyorum. Yufkalardan birini tezgahın üzerine serin.
Üzerine 4-5 yemek kaşığı sos gezdirin. Yufkayı artı (+) şeklinde kesip, 4 üçgen parça elde edin. Her parçanın geniş kısmına iç
malzemesinden uzunlamasına koyun ve rulo şeklinde sarın.
İki ucunu birbirinin üzerine gelecek şekilde birleştirip simit şekli verin. Yağlanmış tepsiye dizin. Bütün yufkalara aynı işlemi yapın.
Her simitin üzerine yumurta sarısı, pekmez ve zeytinyağı karışımından fırçayla sürüp bolca susam serpin. 200 derelik fırında
kızarana kadar pişirin. Afiyet şifa olsun.
PERİŞAN
KURABİYE
TARİFİ
(Ortalama 40 adet kurabiye)
Malzemeler
100 gram tereyağı (Oda
sıcaklığında)
1 su bardağı pudra şekeri
1 çay bardağı zeytinyağı
2 yemek kaşığı yoğurt
2 yemek kaşığı dolusu nişasta
1 çay kaşığı dolusu kabartma tozu
1 çay kaşığı tarçın
3,5 su bardağı kadar un
1 su bardağı çekilmiş ceviz
1 su bardağı kuru üzüm (Biraz da
siyah kuş üzümü)
Hazırlanışı:
Oda sıcaklığında yumuşamış tereyağı, zeytinyağı ve pudra şekerini iyice karıştırın. Bu kısmı mikserle de yapabilirsiniz. Yoğurt ve
nişastayı ekleyip karıştırın. Kabartma tozu, tarçın ve unu yavaş yavaş ekleyin. Ele yapışmayan yumuşak bir hamur olmalı. Son
olarak ceviz ve kuru üzümü ekleyip yoğurun. Hamurdan iri ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, hiç şekil vermeden tepsiye dizin.
Önceden ısıtılmış 160 derecelik fırında üzeri pembeleşene kadar pişirin. Afiyet şifa olsun.
19
www.cahidejibek.com
PEYNİRLİ
AÇMA
(Ortalama 20 adet)
Malzemeler
1 su bardağı süt (ılık olacak)
1 su bardağı su
1 su bardağından 2 parmak
eksik zeytinyağı
2 yumurta (birinin sarısı
ayrılacak)
1.5 yemek kaşığı şeker
1.5 tatlı kaşığı tuz
6 su bardağı kadar un
Yarım paket yaşmaya (21 gr.)
Arasına sürmek için:
200 gr. kadar tereyağı
İç malzemesi
200 gr çökelek veya lor
1 su bardağı beyaz peynir
rendesi
Yarım demet maydanoz
Hazırlanışı
Hamur için sıvı malzemeleri, tuzu şekeri ve
mayayı karıştırın. Unu yavaş yavaş ekleyerek
kulak memesi yumuşaklığında bir hamur elde
edin. (Hamuru akşamdan yoğurabilirsiniz).
Üzerini kapatıp mayalanmaya bırakın. Bu
sırada iç malzemesini hazırlayın. Maydanozu
ince ince kıyıp peynir ve çökelekle karıştırın.
Mayalanan hamurdan orta boy mandalina
büyüklüğünde parçalar koparıp merdaneyle
veya elinizle küçük pasta tabağından biraz
daha küçük şekilde açın. Üzerine yumuşamış
tereyağından bir parça alıp sürün. Ben bu işlemi elimle yapıyorum. İç malzemesinden 1 yemek
kaşığı kadar üzerine serpin. Bir ucundan başlayarak rulo şeklinde sarın. Elinizle sıktırıp
çekiştirerek biraz uzatın ve bir kaç kez bükün. Düğüm şekli verin. Az yağlanmış tepsiye açmaları
dizin. Üzerlerine yumurta sarısı ve 1 tatlı kaşığı zeytinyağını karıştırıp sürün. Tepsiyi fırına sürüp,
açmalar yeniden mayalanıp kabarana kadar bekletin. Mayalanmayı hızlandırmak isterseniz, fırını
70 dereceye ayarlayıp kabarmalarını sağlayın. Açmalar kabarınca fırını 180 veya 200 dereceye
ayarlayıp (Ben 200 de pişiriyorum) kızarana kadar pişirin. Pişen açmaları pamuklu bir örtüye
sarın. Soğuyunca hava almayan bir kapta saklayın. Afiyet şifa olsun.
20
Cahide Sultan’dan lezzet sırları
KOKOSTAR
PASTA
(12 KİŞİLİK)
Malzemeler
Pandispanya için:
3 adet yumurta
1 çay bardağı şeker
1 yemek kaşığı sıcak su
2 yemek kaşığı kakao ve un (Su
bardağına kakaoyu koyun. Üzerini
tamamlayacak kadar un ekleyin. Toplam
1 su bardağı olacak)
1 çay kaşığı kabartma tozu
Kokostar kısmı için:
1 paket krem şanti
bir buçuk çay bardağı süt
1 yemek kaşığı dolusu eritilmiş tereyağı
2 su bardağı Hindistan cevizi
2 yemek kaşığı pudra şekeri
Çikolatalı ganaj için:
200 ml süt kreması
120 gram bitter çikolata
Hazırlanışı
Öncelikle pandispanyayı hazırlayın. Bunun için yumurta ve şekeri
karıştırma kabına alıp, köpük köpük olana kadar yaklaşık 5 dakika çırpın.
1 yemek kaşığı sıcak su ekleyip karıştırın. Kakao un ve kabartma tozunu
eleyerek, karışıma ekleyerek spatula ile karıştırın. Hamuru 26 cm çapında
yuvarlak bir kalıba dökün. 180 derecede 20 dakika kadar pişirin. Fırından
almadan önce pandispanyaya bir kürdan batırarak içinin hamur olup
olmadığını test edin. Kürdan kuru çıkıyorsa pandispanya olmuş demektir.
Kokostar kısmı için: Krem şantiyi süt ile beraber çırpın. 1 yemek
kaşığı eritilip ılıtılmış tereyağını ekleyin yeniden çırpın. 2 yemek kaşığı
pudra şekeri, 2 su bardağı Hindistan cevizi rendesini ekleyip karıştırın.
Pandispanyayı ayarlı pasta çemberinin içine koyun. Pasta çemberi
pastanızın düz çıkmasını sağlar. Çember yoksa da olur. Pandispanyayı 1
su bardağına yakın sütle ıslatın. Üzerine coco star kremayı döküp yayın.
Dolaba kaldırıp yaklaşık bir saat bekletin.
Çikolatalı ganaj için: Kremayı ısıya dayanıklı bir kaseye koyup karıştırarak
ılıtın. Kırılmış çikolataları içine ekleyip erimesini sağlayın karışımı ocaktan
alın. Ganajı kokostar pastanın üzerine döküp yayın. Pastamız dolapta en
az bir saat dinlenmeli. Dinlenen pastanın üzerine yeniden erimiş çikolata
sıkarak süsleme yapabilirsiniz. Afiyet şifa olsun!
21
22
ÇOCUKLARA
YEMEK YEDİRMEK
Uzm. Dr.
Özlem GÖKMOĞOL
ZOR MU?
ANNE BABALARIN ÇOCUKLARI İLE İLGİLİ EN FAZLA YAŞADIKLARI SIKINTILARIN BAŞINDA “YEMEK YEMEME”
SORUNU GELİR. BİR LOKMA DAHA YESİN DİYE DENENMEYEN YOL KALMAZ ÇOĞU KEZ. AMA GELİN GÖRÜN Kİ
BU ÇABALAR ÇOĞU KEZ İŞE YARAMAZ. İŞTE BÖYLE DURUMLAR İÇİN NELER YAPMALI, NASIL YAKLAŞMALI,
BU SORUNU NASIL ÇÖZMELİ GİBİ TÜM SORULARIN CEVAPLARINI YARD. DOÇ. DR. ÖZLEM MESTÇİOĞLU
GÖKMOĞOL’DAN ALDIK.
“Yemek saatleri yaklaştıkça sıkıntılarım başlıyor.”
“Diğer çocuklar ne güzel yiyor, bir de benimkine bak.”
“Bütün gün ağzına bir lokma yemek koymadı.”
“Başkaları ne güzel yediriyor, bana gelince ağzını açmıyor.”
“Evde her yemek saati bağırıp, çağırmaktan bıktım.”
Bu cümleleri uzatmak mümkün… Sizin de
ailenizde buna benzer sorunlar yaşanıyorsa bize kulak verin.
Çocukların çok küçük yaşlardan itibaren,
kontrol sağlayabildiklerini keşfettikleri
konulardan biri; yemek yemek diğeri ise
tuvalet alışkanlığıdır. Çocuklar, daha bebeklik dönemlerinden başlayarak, yemek
yiyerek veya yemeyerek ailelerini denetim
altında tutabileceklerini fark ederler. Ye-
23
Yedirme sırasında
annenin üzüldüğünü
veya sinirlendiğini
hissettikçe, çocuk
davranışını devam
ettirir. Olayı çözecek
davranışın, olayı
başlatan kişiden,
anneden gelmesi
gerekmektedir.
mek yeme saatlerinde işleri zorlaştırarak,
ailelerin dikkatini kendilerine çekebilirler,
kızgın oldukları anne veya babaya eziyet
çektirebilirler.
Beslenme; çocuğun sağlıklı olması için gerekli olduğundan, anne - babalar, özellikle
de bu konuda oldukça ısrarcı davranırlar.
Çocukları ne kadar çok yerse o kadar sağlıklı olacaklarını düşünerek, onu sürekli
yedirmeye çalışırlar ve çocuk yemeyi çeşitli
nedenlerle reddettiğinde kendilerini kötü,
başarısız bir anne olarak görürler. Annesinin bu konudaki zaafını hisseden çocuk
yeme davranışını anneye karşı kullanmaya başlar, başkaları kolayca yedirebilirken
anne çok sıkıntı çekmeye başlar. Yedirme
sırasında annenin üzüldüğünü veya sinirlendiğini hissettikçe, çocuk davranışını devam ettirir. Olayı çözecek davranışın, olayı
başlatan kişiden, anneden gelmesi gerekmektedir.
Anne- babaların çocuklarının beslenmesi konusunda gösterdikleri duyarlılıklar,
sadece kendi kafalarındaki iyi anne- baba
imajından kaynaklanmamaktadır.
Çevredekiler, özellikle de kendi anne- babaları, büyükleri ve diğer büyükler tarafından gelen “ Bu çocuğa yemek yedirmiyor
musunuz? Çok soluk görünüyor.”, “ Aç
kalıyor bu çocuk, hasta olacak”, “bu kadar
az yerse bu çocuk büyümez”, “ bacakla-
rı çırpı gibi, vah vah bu çocuğun ailesi hiç
ilgilenmiyor galiba” gibi yorumlar, anne
babayı bir yandan kızdırırken bir yandan da
üzmekte, kendilerini suçlu, kötü, başarısız
bir anne- baba olarak hissetmelerine yol
açmaktadır.
Bu duygu ve düşüncelerle dolan annebaba zorlu ve kaybetmeleri neredeyse kesin olduğu bilinen ( ancak onların fark edemedikleri) bir mücadeleye başlarlar. “hadi
oğlum, yesene” “bak bu son lokma, hatırım
için ye”, “önüne dön”, “ağzında tutma” tarzı
cümleler yemek masasını süslemeye başlar. Elinde tabakla çocuğun arkasından koşuşturmak, ilgisini çekebilecek hikayeler,
masallar anlatmak, vaatlerde bulunmak,
ve tüm bu çabalara rağmen çocuk halen
yemiyor, ağzında tutuyorsa sinirlenmek,
bağırıp çağırmak, çocuğa cezalar vermek,
hatta bazen vurmak... Çocuğa yararlı olması için harcanan tüm bu çabalar, hüsranla
sonuçlanabilmektedir.
Çocuk yine yememiş olur, anne baba çok
sinirlidir, belki de birbirleriyle tartışmaya
başlamışlardır, evde huzursuzluk hakimdir. İş inada binmeye başlar, çocuk bazen
boyun eğip bir- iki lokma yese de çoğunlukla yediğini ağzında tutar, kusar, tükürür. Bir sonraki yemek saati için bıçaklar
bilenmeye başlanmıştır, her iki taraf çeşitli
önlemler almaktadır, tam bir sinir harbidir
iki tarafın da yaşamakta olduğu.
Anne- babalar bu konuyla
ilgili neleri akıllarına
getirmeliler?
Çocuğun büyüyüp gelişmesi için gerekli
olan tek şeyin yiyecekler olmadığını hatırlayın. Çocuk sevgiyle, şefkatle, ilgiyle de
beslenir.
Çocuğunuzun sağlıklı gelişmesi için çok
yemesi gerekmez, dengeli beslenmesi yeterli olacaktır.
Çocuğunuzu diğerleriyle karşılaştırmayın, her bünyenin gereksinimi ve büyüme
hızı farklıdır.
Çocuğunuzun gereksinimlerine, sizden
beklediklerine- istediklerine kulak verin.
İlk yıllarda beslenme daha önemli bir gereksinim olsa da, ilerleyen yıllarda çocuklarınızın sizinle daha çok vakit geçirmek,
birlikte bir şeyler paylaşmak gibi gereksinimleri daha ön plana çıkacaktır. Yine de
çocuğum yemiyor, ne yapmalıyım diyorsanız;
Aç olan çocuk eninde sonunda yemek ister, onun kendinin aç olduğunu fark etmesine izin verin. “şunu yer misin, bundan da
ister misin, belki bunu seversin” gibi sorulardan uzak durun.
Çocuğunuzu yemeğini masada oturup
yemesi için teşvik edin. Yemek masasının
sıkıntılı değil de aile üyelerinin günlerini
nasıl geçirdiklerini anlattıkları, sohbet ettikleri, bu arada da hep beraber yemek yedikleri bir yer olmasına çalışın.
Sadece öğününde yemek teklif edin, ye-
24
Elinde tabakla çocuğun
arkasından koşuşturmak,
ilgisini çekebilecek
hikayeler, masallar
anlatmak, vaatlerde
bulunmak, vs…
Çocuğa yararlı olması
için harcanan tüm
bu çabalar, hüsranla
sonuçlanabilmektedir.
Dolu tabağı gayet sakin bir şekilde çocuğunuzun önünden alın ve
gülümseyerek sohbetinize veya yapacağınız şeye devam edin.
mek aralarında atıştırmalarına izin vermeyin, zaten küçük olan mideleri, çabuk doyuran bu abur- cuburlarla dolacak, açlık hissi
ortadan kalkacaktır.
Yemek seçimiyle ilgili olarak, onun için
besleyici olduğunu düşündüğünüz yiyeceklerden evde olanlar arasında seçim yapmasını isteyebilirsiniz, seçtiği halde yemediği
yiyeceği bir başka öğünde tekrar deneyebilirsiniz. Sofradan yemeden kalkmışsa birkaç saat sonra acıkabilir, öbür öğünü bekletmek ve abur- cubura izin vermemek
daha uygun olacaktır.
Yemek sırasında ne kadar sinirlenirseniz
sinirlenin belli etmemeye çalışın. Dolu tabağı gayet sakin bir şekilde çocuğunuzun
önünden alın ve gülümseyerek sohbetinize
veya yapacağınız şeye devam edin.
Yemeğini yemediği için çocuğunuzu cezalandırmayın veya yediği için ödüllendirmeyin.
Yemeğini yemesi için ısrarcı olmayın,
sözler vermeyin, masal veya hikayelerle
dikkatini dağıtıp ağzına yemeği tıkmayın.
Yemeklerin hepsini birbirine karıştırıp
hızla yedirmeye çalışmayın. Bırakın sırasına kendi karar versin. Kendilerine ait
yemek zevklerinin gelişmesine olanak tanıyın.
Yemek sofrada yenir, elinizde tabak oda
oda dolaşmayın.
Hiçbir şey yemiyor bari bunu seviyor yesin diyerek, besleyici değeri olmayan, ancak çabuk doyuran gıdaları çocuğunuza yedirmeyin. ( yemekten sonra yenilen bir iki
bisküvi, gofret veya şekeri bunun dışında
tutabilirsiniz)
Yemek işini inada bindirmeyin, bu yolla çocuğunuzun sizin üzerinde egemenlik
kurmasına izin vermeyin.
Yemek saatinde evde değilseniz, çocuğunuzu gördüğünüzde ilk sorunuz “yemeğini
yedin mi?” veya “ne yedin bu akşam?” olmasın, çocuğunuzun diğer yaptıkları da sizi
en az yemesi kadar ilgilendirsin. Ayrıca da
can sıkıcı bir konu açarak günün geri kalan
kısmında sıkıntı yaşamanız ikiniz açısından
da kötü olacaktır.
Çocuğunuzun yemeyle ilgili sorununu
onun duyabileceği yerlerde başka kişilerle paylaşmayın, çocuğunuz bu olaydan iki
şeklide etkilenir. Hem kendinin bile tam
anlamıyla farkında olmadan yaptığı ilgi
çekebilme işini yemeyerek başardığını algılar, hem de sizi üzmekten dolayı kendini
kötü çocuk olarak hisseder. Zaman zaman
da size kızdığında sizi cezalandırmak için
yemeği kullanılır hale gelir.
Unutmayın ki; iyi anne- baba olmak çocuğunuzu iyi gıdalarla beslemekten geçmiyor. Çocuğunuzla aranıza hiçbir şeyin- yiyeceklerin bile- girmesine izin vermeyin,
açığı sonradan kapatılamayan tek şey sevgidir- güvendir.
25
iyi çay
?
r
i
n
e
l
m
e
nasıl d
26
su
u
k
o
k
lahana
?
r
a
k
ı
ç
l
ı
nas
ne ileütü taba
temiz nı
lenir?
...
Ev İşlerinde
Hayat Kurtaran
Tüyolar
27
İSTER BİR İŞTE ÇALIŞIYOR OLSUN İSTER İŞİ SADECE EVİ OLSUN HANIMLARIN EV İŞLERİNDE YAŞADIKLARI SIKINTILAR HİÇ BİTMEZ. SANKİ BİR ÖNCEKİNİN BİTTİĞİNİ BİLİRMİŞ GİBİ HEMEN ARDINDAN BİR
YENİSİ ÇIKAR SORUNLARIN. YA DA “ARTIK TAMAM HER İŞ BİTTİ, ŞÖYLE MİS GİBİ BİR KAHVEYİ HAK ETTİM” DEDİĞİNİZDE GÖZÜNÜZE TAKILI VERİR TELEVİZYONDAKİ TOZ BEZİ İZİ. VE BÖYLECE İŞ DÖNGÜSÜ
TEKRAR BAŞLAR. FİNCANDA SOĞUYAN KAHVE DE ÇABASI…
HAL BÖYLE OLUNCA HANIMLARIN EN KORKULU RÜYALARININ BAŞINDA GELİR ÇIKMAYAN LEKELER,
ÜTÜNÜN BIRAKTIĞI SİYAH İZLER, TÜY BIRAKAN TOZ BEZLERİ, BİR TÜRLÜ DEMİ TUTMAYAN ÇAYLAR…
PEKİ BÜTÜN BUNLAR GERÇEKTEN KABUS MU? YOKSA SAATLERCE TEMİZLEMEK İÇİN UĞRAŞTIĞIMIZ
ÜTÜ TABANI İÇİN BİR ÇARE VAR MIDIR? ASLINDA HEPSİNİN BASİT BİRER ÇÖZÜMÜ VAR… ÜSTELİK DE
YORULMADAN, FAZLA ZAMAN HARCAMADAN VE KAHVENİZİ SOĞUTMADAN…
Ahşap Kapı ve Pencerelerdeki Ütü Tabanı İçin Diş Macunu mu?
Lekeler Çıkmak Bilmiyorsa:
O Eskidendi
Eviniz daha ferah ve aydınlık görünsün diye
kapı ve pencerelerinizi açık renge boyattınız. Veya beyazın asaletine kapılıp evdeki
neredeyse tüm ahşapları beyaz yaptırdınız.
Tüm bunları yaptırırken de aslında ne kadar da cesur bir karar vermiş olduğunuzun
farkında değildiniz muhtemelen. Ancak zaman içinde en çok da ellerinizle temas halinde olan bu yüzeylerde lekeler oluşmaya
başladı. Hele ki evde küçük çocuklarınız
da varsa ve kalabalık bir aileyseniz bu süre
eminiz ki bir hayli kısaldı. İşte o ne yaptıysanız çıkmayan el izleri için bir çözüm var
aslında: Patates. Evet doğru okudunuz. Ortadan ikiye bölünmüş çiğ bir patatesi lekelerin olduğu yerlere yumuşak hareketlerle
sürün. Hepsi bu kadar. Göreceksiniz ki lekeler yok olacak.
Peki ahşaptaki lekeler sadece açık renkler için mi geçerlidir. Elbette ki değil. Eğer
ahşaplarınız renkli ise onların temizliği için
de kolay bir yol mevcut. Kaynar suyun içine iki yemek kaşığı çay koyun ve soğumaya
bırakın. Daha sonra soğuyan bu karışımın
suyu ile süngerinizi ıslatıp renkli ahşap kısımları silin ve ardından kurulayın. Lekeler
gitti bile…
Ütünüzün tabanına yapışıp kalan, ısındıkça kendine daha da fazla yer edinen kirler
eminiz ki ütünün icadından beridir hanımların baş belasıdır. Bu sorunla başa çıkmak
için de dönem dönem birçok yeni öneri çıkar karşımıza. Yer yer
bu çözümler işe yarasa da ya zaman ister
ya da ciddi bir kol
kası. Diş macunu ile
silmeler, karbonatla ovmalar ve daha
neler neler… Ancak
işinizi kolaylaştıracak
öyle iki yöntem var ki
ütünüzle aranızdaki
savaşı bitirmeye kararlı. Bunlardan ilki
zeytinyağı... Ütünüz
sıcakken bir beze
damlatacağınız birkaç damla zeytinyağı ile ütünün tabanını
sildiğinizde karşınızdaki göz kamaştıran
ışıltıya siz bile hayran kalacaksınız. Bir diğer vazgeçemeyeceğiniz yol ise sirke. Biraz
pamuğu sirkeye batırın ve ütünüzün altını
bu pamukla güzelce ovun. Bakın bakalım
kirden iz kamış mı?
Bembeyaz Porselen
Fincanlarınız Çay ve Kahve
Lekesinden Görünmüyorsa
Özenle seçerek, bir sürü model arasından
zar zor karar verip aldığınız fincanlarınızı
kullanmaya korkar hale mi geldiniz? Arada
bir çamaşır suyu ile ovsanız da bunu her zaman yapmanın da sağlıklı olmadığını düşünüyorsunuz muhtemelen. Haklısınız da. En
kötüsü de bu lekeleri tam da misafirlerinize ikram yapacakken fark etmenizdir değil
mi? Şimdi çamaşır suyu da kullanılmaz
ki. Kokudan fincanın yanına yaklaşılmaz.
O zaman çözüm yine doğal yöntemlerde.
Fincanlarınızı birazcık tuz attığınız portakal veya limon kabuğu ile ovarsanız bu kötü
görünümlü lekelerden o an kurtulmanız
mümkün. Üstelik de kokusuz ve tamamen
sağlıklı.
Lahanayı Pişirdiniz. Peki ya
Bütün Evi Saran Kokusu?
Kapuska, dolma veya çorba… Lahana ile
yapılabilecek ne kadar da çeşitli ve faydalı
yemek var. Ama siz de birçok hanımefendi
gibi pişirip pişirmeme konusunda tereddütlüsünüz. Çünkü o bütün evi hatta apartmanı
saran kokudan ödünüz patlıyor. Haklısınız
da. Kapıyı açıp da çocuklarınızı veya eşinizi içeriye buyur ettiğinizde mis gibi yemek
kokularıyla karşılamak varken baskın bir
lahana kokusu ile hoş geldin demek oldukça ürkütücü. Siz de bilim adamlarının bir an
28
Yoksa korktuğunuz
başınıza mı geldi?
Bu koku biraz önce
doğradığınız soğanın
elinize sinen kokusu
olmasın?
evvel kokusuz lahanayı keşfetmesini bekleyenlerdenseniz bizim size bir çözüm önerimiz var. Lahanayı pişirmek için tencereye
koyduktan sonra içine birkaç parça ekmek
atın. Böylece lahananın o baskın kokusunu
çeken ekmek sizi bu dertten kurtaracaktır.
Fakat yapacağınız yemeğin içinde ekmek
parçacıkları görmek istemiyorsanız bunun
kolay yolu da ekmekleri geçirgen bir kap
veya tülbent benzeri bir şeyin içinde koymanız tencereye. Böylece hem lahana kokusundan hem de ekmek parçacıkları sorunundan aynı anda kurtulabilirsiniz.
Ellerinizdeki Soğan Kokusu
Bir Türlü Çıkmıyor mu?
Mis gibi yemekler hazırladınız, tatlılar
yaptınız ve mükellef bir sofra kurdunuz.
Sonra da hazırladığınız bu harika masanın
karşısına geçip misafirlerinizi veya ailenizi
beklemeye koyuldunuz. İşte tam o esnada
burnunuza bir koku gelmeye başladı: soğan kokusu. Evet evet çiğ soğan kokusu
bu. Oysa sofrada da pişmemiş soğan yok
ki. Yoksa korktuğunuz başınıza mı geldi?
Bu koku biraz önce doğradığınız soğanın
elinize sinen kokusu olmasın? O kadar da
yıkamıştınız halbuki. Bu kadar güzel bir
hazırlık yapmışken servis esnasında buran
buram soğan kokularıyla mı yapacaksınız
ikramlarınızı? Telaşlanmayın. Her problem
gibi bunun da bir çözümü var. Hem de çok
yakından tanıdığınız bir çözüm bu, her derde deva patates. Ama bu sefer haşlanmış
olacak. İşte bu kadar. Ellerinizi haşlanmış
patatesle ovun ve soğan kokusundan kurtulun.
Ne Kadar Uğraşırsanız Uğraşın
Çayınızın Tadı İstediğiniz Gibi
Değilse
Ne kadar aynı yöntemi uygularsanız uygulayın çayınızın tadı komşudaki gibi olmuyor.
Oysa tıpkı onun gibi demliyorsunuz. Aynı
marka çayı kullanıyorsunuz, olmuyor. Hatta marifet belki çaydanlıktadır diye gidip aynısından bir tane de siz aldınız, yine olmadı.
Cam bardak farkıdır diye evdeki bütün porselen fincanları kaldırdınız, ince belli, ince
kenarlı cam bardaklar aldınız ama nafile.
Merak buyurmayın. Bunların hiç biri sizi sonuca götürmez. Ama doğru sonuca varacak
yollar da yok değil elbette.
Öncelikle tüm çay demleme yöntemlerini
unutun ve önce çaydanlığınıza koyduğunuz
suya doğru karar verin. Çünkü bu su iyi su
olmalı. Yani içinde kireç, klor veya maden
bulunmamalı. Suyunuz ne kadar tatlı olursa çayınız da o kadar tatlı olur.
Çaydanlık seçiminiz de yaptığınız çayın
lezzetinde söz sahibi. Çünkü çayla bizzat
temas eden demlik kısmının malzemesi
çayın tadını etkiliyor. Bunun için en doğru
seçim porselen demlikler. Çünkü metal
veya alüminyum demlik çayın lezzetini oldukça azaltıyor.
Yemek yaparken ölçü olur da çay demlerken olmaz mı? Muhakkak olur. Her bir çay
bardağı çay için bir çay kaşığı çay koymak
gerekiyor demliğe. Bu istenilen dem kıvamı
için ideal ölçü olacaktır. Malzemeden kısmamak adına fazla çay koymanın bir artısı
olmadığı gibi çayınızın tadını acı yapacağı
için sizi sonuçtan uzaklaştıracaktır.
Çayınızı demledikten sonra çaydanlığın altını kısmalısınız. Çünkü demlikteki çayın
kaynamadan yavaş yavaş demlenmesidir
makbul olanı. Bu süre de maksimum on
beş – yirmi dakikadır.
Tüm bu aşamaları harfiyen yerine getirdiyseniz artık çayınızın lezzeti ile ilgili korkunuz kalmasın. Çünkü şimdi çayınız komşunuzunkinden bile daha lezzetli eminiz.
Ama son olarak dikkat etmeniz gereken bir
husus var ki bunu atlarsanız bütün emekleriniz boşa gidecektir. Demlediğiniz çayı
yarım saat içinde tüketmelisiniz. En güzel
tadın bu yarım saatte saklı olduğunu unutmayın.
29
30
Bahar
KEYFİYLE GELİR
YAZIN AŞIRI SICAKTAN, KIŞIN AŞIRI SOĞUKTAN DOLAYI MAHKUM KALIRIZ DÖRT DUVAR
MEKANLARIN İÇİNDE. NE EVDEN ÇIKMAK İSTER CANIMIZ NE HAREKET ETMEK… OYSA
BAHAR ÖYLE Mİ? DAHA KAPIDAN GÖRÜNÜR GÖRÜNMEZ İÇİMİZDE BİR KIPIRDANMA, BİR
CANLANMA BAŞLAYIVERİR. KENDİMİZİ SOKAKLARA, PARKLARA, BAHÇELERE ATMAK
İSTEĞİ KARŞI KONULAMAZ BİR ŞEKİLDE GİRİVERİR İÇİMİZE.
Çocuk seslerine karışmış kuş
seslerinin hayali daha da
dayanılmaz yapar içimizdeki
coşkuyu. Bahar bütün enerjisi ile
doğaya çağırır bizi…
31
Piknik setleri yıkanmak üzere alır tezgahtaki yerini…
Şişler, ızgaralar son temizlikler için bir bir atılır kaynar suların içine…
E öyle ya, mis gibi bahar havasında mis gibi mangal kokusu olmadan olur mu?
Hemen başlar akıllarda planlar. Geçen
sene gidilen piknik alanları gözden geçirilir, arasından en çok beğenileni canlanır
hafızalarda. Sonra da başlar hazırlıklar.
Örtüler çıkar saklandıkları çekmecelerden… Salıncak için geçen bahardan özenle
korunmuş olan urgan koyulduğu dolaptan
ayrılır… Piknik setleri yıkanmak üzere alır
tezgahtaki yerini… Şişler, ızgaralar son
temizlikler için bir bir atılır kaynar suların
içine… E öyle ya, mis gibi bahar havasında
mis gibi mangal kokusu olmadan olur mu?
Bütün bu hazırlıklar, piknik alanına gidince
yapılacaklar, yılların piknikçileri tarafından
gözü kapalı yerine getirilir muhakkak. Ama
bu keyfi yeni keşfedenleri veya keşfedecek
olanları da unutmamak gerek. Eee piknik
organizasyonu deyip geçmemek lazım ne
de olsa. Bunun olmazsa olmaz zeytinyağlıları var, önceden mangal için hazırlanmış,
soslanmış etleri var, sonra o mangalı yakmanın püf noktaları var... Kısacası kendine
has bir tarzı ve kuralları var. Velhasıl bu
keyfi isteyen herkes layığı ile yaşayabilsin
diye bizim de size küçük tüyolarımız var.
Yeni Başlayanlar İçin
Pikniğin Olmazsa Olmazları:
Önce Demirbaşlar;
1. Mangal
2. Mangal Kömürü
3. Küçük tahta paçaları
4. Küçük Tüp
5. Izgara, şişler, maşa
6. Yelpaze (Ateş için)
7. Çıra veya jel tutuşturucu
8. Çaydanlık
9. Çay bardağı, çay kaşığı
10. Büyükçe bir kilim
Eğer tüm yenilip içilecekleri piknik alanında hazırlayacaksanız;
1. Kesme Tahtası
2. Bıçak
3. Çatal, kaşık
4. Tabaklar ve büyük karıştırma kapları
Ve en lezzetli kısım;
1. Et (Et, tavuk, sucuk, köfte, sosis…vs.)
2. Izgaralar için soslar (ketçap, mayonez,
hardal vs.)
3. Salata malzemeleri (domates, soğan, vs.)
4. Patlıcan közlemeden olmaz
5. Sarımsaksız da olmaz
6. Zeytinyağı, nar ekşisi, limon
7. Ekmek, lavaş, vs.
8. Çay
9. Şeker
10. Su ve diğer içecekler (kola, ayran, vs.)
5. Alüminyum folyo
6. Çakmak
7. Çöp torbası
Yardımcı malzemeler:
1. Peçete, ıslak mendil
2. Gazete
3. Sıvı sabun
4. Sonrasında temizlik için deterjan
ve sünger
Kömürleri yerleştirmeye başlamadan önce
mangalın zeminine folyo sermenizde fayda
var. Çünkü böylece serdiğiniz folyo, hem
ateşin ısısını koruyacak hem de daha sonrasında mangalınızın kolay temizlenmesini
sağlayacaktır.
Bütün götürülecekleri hazırladıysanız işin
büyük kısmını hallettiniz demektir. İşin bundan sonraki kısmı biraz daha beceri işi. Malum mangal yakmak başlı başına bir sanat.
32
Piknik için bütün
götürülecekleri
hazırladıysanız işin büyük
kısmını hallettiniz demektir.
İşin bundan sonraki kısmı
biraz daha beceri işi. Malum
mangal yakmak başlı başına
bir sanat.
Sırada yerleştirme işlemi var: tahta ve
kömürleri mangalın zeminine yerleştirin.
Tahta parçalarını mangalın ortasına piramit şeklinde dizin. Bu sayede mangalınızın
kolay tutuşmasını sağlayabileceksiniz.
Daha sonra tahta piramidinizi kibrit veya
çakmakla tutuşturun. Bu işlem esnasında
jel tutuşturucu kullanıp hem daha hızlı hem
de daha sağlıklı sonuç alabilirsiniz.
Tahtalar da tutuştuktan sonra kömürlerin kor haline gelmesini bekleyin ve daha
sonra kor haline geldiğinde kömürleri
mangala yayın. İşte mangalınız emrinize
amade…
Eti Doğru Seçmek De Doğru
Pişirmek De Önemli
Nasıl günlük hayatta yapacağınız yemeğin
türüne göre kullanacağınız etin özelliği
değişiklik gösteriyorsa mangalda pişireceğiniz etin de ızgaraya uygun olup olmadığı
önemlidir. Eğer tercihiniz dana veya kuzu
etinden yana olacaksa etinizde en çok dikkat etmeniz gereken özellik parlak kırmızı
renkte olması. Ayrıca etinizin yağı da beyaz
ya da krem renkte olmalıdır. Bu özellikler etin taze olduğuna işarettir. Bu arada
piknik için alışveriş yaparken et alımını en
sona bırakmanızda fayda var. Etlerin bozulma ihtimali olduğunu unutmamak gerekir.
Peki hangi etin neresi tercih edilmeli mangal için?
Dana pirzola, dana biftek, dana antrikot,
dana şiş mangalda pişirmek için oldukça
uygundur.
Eğer dana yerine kuzu tercih edecekseniz; kuzu kaburga, kuzu külbastı, kuzu pir-
zola ve kuzu şişlik kuşbaşı da mangal için
ideal etler arasındadır.
Tercihiniz beyaz etten yana olacaksa tavuk kanat, tavuk göğüs, tavuk pirzola da
mangalda pişirebileceğiniz beyaz etler arasında yer alır.
Bunların yanında dana veya kuzu etinden
çeşitli baharatlar ile hazırlanmış köfteler
de yumuşak ve lezzetli tadı ile bir diğer
mangal alternatifi olabilir.
Ancak öyle bir tat var ki mangalı yakıp da
onun tadına bakmazsak o piknik, piknik sayılmaz. Elbette ki sucuk…
Son olarak daha hafif bir mangal keyfi
yaşamak isteyenler için en doğru seçim ise
balık olacaktır.
33
Eğer eti çatalla
çevirirseniz, içindeki suyu
ateşe akar ve etin tüm
lezzeti gider. Et pişirirken
en çok dikkat edilmesi
gerekenlerin başında etin
suyunun içinde kalması
gelir.
Hangi eti günün menüsüne koyacağınıza karar verdiyseniz sıradaki adımımız bu
seçimi nasıl en lezzetli hale getireceğiniz.
Öncelikle ister kırmızı ister beyaz olsun eti
pişirme esnasında çevirmek için ne kullandığınız oldukça önemli. Çünkü eğer eti çatalla çevirirseniz, içindeki suyu ateşe akar
ve etin tüm lezzeti gider. Et pişirirken en
çok dikkat edilmesi gerekenlerin başında
etin suyunun içinde kalması gelir. Bu yüzden de en doğru yöntem bu iş için bir maşa
kullanmak olacaktır.
Mangalınıza yerleştirdiğiniz et türevi eğer
köfte ise burada lezzetin sırrı köfteleri sık
çevirmekten geçiyor. Ne kadar sık çevirerek pişirirseniz o kadar leziz olacaklardır.
Kırmızı et ya da beyaz et ürünlerinde ise
eğer parça et kullanacaksanız pişirmeden
önce uzunca bir süre terbiyede kalması
tadının çok daha güzel olmasını sağlayacaktır. Özellikle kırmızı et terbiyelerinin 12
saat, beyaz et terbiyelerinin de 6 saat bekletilmesi halinde etleriniz piştikten sonra
hem çok lezzetli hem de yumuşak olacaktır.
Mangaldaki tercihiniz eğer balıktan yana
olacaksa pişireceğiniz zaman balığı tere-
yağı ile ovmak ardından ızgarada pişirmek
hem lezzetli hem de iyi sonuç almanızı sağlayacaktır.
Ortada hazır yanmış bir mangal varsa, köz
de kıvama gelmişse bu organizasyonu biraz daha lezzetlendirmenin bir diğer yolu
da közlenmiş sebzelerdir muhakkak. Patlıcan, patates, biber, domates, sarımsak,
soğan, mantar… Bu saydığımız sebzelerin
közlenmesi esnasında en önemli husus kabuklarının soyulmayacak olmasıdır. Ayrıca
bu közleme işlemini alüminyum folyoya
sararak yaparsanız sebzelerin sularının da
içlerinde kalmasını sağlamış olursunuz. Bu
da lezzeti katmerlendirir.
Gelelim Şu Etlerin
Marine İşine
Hangi eti kullanacak olursanız olun bir gerçek var ki doğru terbiye veya marine edildiğinde tadına tat katmış olursunuz. İşte
bunun için size birkaç marine notu:
İlk marinemiz için malzemelerimiz: Bir
adet soğan, yarım bardak süt ve bir dal da
biberiye…
Önce soğanı rendeleyip suyunu çıkaralım.
Daha sonra bu suyu yarım bardak sütümüz
ve biberiye ile karıştırıp etimize bir güzel
yedirelim. Buzdolabına kaldıracağımız bu
terbiyenin bekleme süresi ortalama sekiz
saat. Yani bu hazırlığı piknikten önceki gece
yapmanız gerekecek.
Bir diğer marine şekli de özellikle kuzu
eti sevenler için ideal. Dövülmüş sarımsak,
1 çorba kaşığı salça (domates), bir çorba
kaşığı pul biber, birkaç damla limon, bir
çay kaşığı kadar limon kabuğu rendesi, bir
adet soğan rendesi ve 2 çorba kaşığı kadar
da yoğurt bizim için yeterli olacaktır.
Bütün bu malzemeleri bir güzel karıştırdıktan sonra etimize iyice yediriyoruz. Daha
sonra buzdolabında 1 saat kadar bekletiyoruz. Afiyet olsun…
Yemek faslı böylelikle tamamlandıktan
sonra sıra pikniğin en keyifli anlarına gelir.
Yani demlediğiniz çaydan bir bardak alıp,
şöyle arkanızı bir ağaca yaslayıp, ayaklarınızı uzatıp yediklerinizi hazmederken etrafı
seyredip baharı doya doya içinize çekme
zamanına…
34
fındıklısı,
fıstıklısı,
hatta üzümlüsü…
ÇİKOLATANIN
BİNLERCE
YILDIR
SARSILMAYAN
TAHTI
Kakao tüccarı,
Vera Cruz medeniyeti,
Meksika, M.S. 300-900
Kakao ve çikolatanın tarihinin yaklaşık 4000
yıl geriye gittiğini biliyor muydunuz? Ya da
kakaonun Maya ve Aztek kültürlerinde para
birimi olarak önemli bir rol oynadığını?
Kakao ve çikolata gibi zengin ve ilginç bir
hikayesi olan çok az besin maddesi vardır.
Aynı kahve gibi, kakao çekirdeğini de Latin
Amerika’da Kolomb öncesinde kurulmuş
medeniyetlerden miras aldık. Hernando
Cortés kakaoyu ilk defa Avrupa’ya ihraç ettiğinde ve kakao kullanarak çikolatalı içecek yapmayı öğrendiğinde, bu oldukça ilgi
uyandırdı: bazıları için ilahi, diğerleri için
inanca aykırı. Bugün bile, kakao ve çikolata
halen bir gizem ve lüks havası yaymaktadır. Biraz tarih bunun nedenini anlamamıza
yardımcı olabilir.
20. yüzyılın başına kadar, çikolata zengin ve
ünlülerin özel ayrıcalığı olarak kaldı. Çikolata, kakao ve şeker fiyatlarının çok yüksek
seyretmesi sebebiyle 19. yüzyılda pahalı bir
yiyecek maddesi olmayı sürdürdü. Çikolata
üreticileri için, çikolata pazarının büyümesi
sadece yüksek gelir grubunun büyümesiyle
gerçekleşebilecek bir şeydi.
35
1900’ler civarında, çikolatanın iki ana maddesi olan kakao ve şekerin fiyatları çok büyük ölçüde düştü. Ayrıca, kakao ticaretinin
serbestleştirilmesi ve kakao üzerindeki
devlet vergilerinin kalkması kakao ve çikolatanın artan bir biçimde demokratikleşmesine öncü oldu. Sonuç olarak, on yıl içerisinde, çikolata, 20. yüzyılın ilk yarısında
gittikçe artan sayıda orta sınıf tüketici için
uygun fiyatlı bir ürün haline geldi.
İtalya’da, ünlü bir makarnacı ailenin akrabası olan Francesco Buitoni 1907’de kendi
çikolata faaliyetine başladı. 1922’de İtalyancada öpücükler anlamına gelen meşhur
baci’yi icat etti ve pazarladı. Bunlar gümüş
kağıda sarılı bir aşk mesajı içeren küçük
çikolatalardı. Çikolata ve romantizm el ele
ilerliyordu.
20. yüzyılın başı, bütün Avrupa ve ABD’de
çikolata üretiminin sanayileşmesinde yaşanan büyük patlamanın habercisi oldu. Belçika gibi ülkeler 1910’da 2200 kişiye istihdam sağladı, bu rakam daha sonra 1937’de
6180’e çıktı. Bu üretim hacmindeki artışı
açıkça gösteren bir gelişmeydi.
1920’lerde Belçika’da gerçekleştirilen
icatlardan biri de tablet çikolataydı. Tüm
Avrupa’da 150 gramlık çikolata tabletleri
en çok satılan ürün oldu. Belçika, tabletin
boyutunu daha sonraları pek çok yabancı
üreticinin kullanmaya başlayacağı gramaj
büyüklüğü olan 30-45 grama kadar azaltarak, çikolataya tablet şeklini veren ilk ülkedir. Tablet çikolata oldukça zevkli ve kişiye
özel bir deneyim için popüler, uygun fiyatlı
bir tatlı oldu.
Üçüncü bir büyük icat (yine Belçikalı)
Callebaut®’nun sahiplerinden biri olan
Frans Callebaut tarafından yapıldı. Kuvertür (kuvertür; yüksek kakao yağı/süt yağı
içeriğine sahip, genellikle uzmanların kullandığı bir çikolatadır) üretmenin ve stoklayıp, sıvı halinde nakletmenin bir yolunu
buldu. Bu devrim niteliğindeki süreç çikolatanın ilk önce kalıplarda ya da tabletlerde
katılaştırılması gerekliliğini ortadan kaldırdı ve doğrudan üreticilere dağıtılmasını
sağladı. Bu aynı zamanda çikolatanın üretim maliyetini azalttı ve kahvaltılık mısır
gevreği, tereyağlı ekmek dilimleri, dolgu
kalıplar, çubuk şekerler gibi yeni bir dizi
besinle entegrasyonunu mümkün kıldı.
Tarihçiler iki savaş arasındaki yıllarda ve sonrasında,
çikolatanın yumurta ve ete göre kilo-kalori başına en ucuz besin
olduğunu belirtmektedir. Pek çok işçi bu yüzden tablet çikolatayı,
ağır işlerde kaybettikleri enerjiyi yeniden kazanmalarını
sağlayan lezzetli ve çok uygun bir besin olarak gördü.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, çikolata yavaş ama emin adımlarla Orta Avrupa’da ve
ABD’de yeni bir statü kazandı, ciddi bir tehditten kitlelerin tükettiği bir besine dönüştü. I. Dünya Savaşı’ndan önce, Avrupa’daki
işçi sınıfı çikolatayı sadece Noel ve doğum
günleri gibi özel ve nadir gerçekleşen etkinliklerde tadıp keyfini çıkarabiliyordu.
Düşük gelir düzeyi ve yüksek çikolata fiyatları, çikolatayı halen lüks bir ürün yapıyordu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra maliyet etkinliğini artırarak Belçika’nın başını çektiği
çikolata üretiminde yeni bir endüstrileşme
ve otomasyon dalgasıyla birlikte bunların
tamamı değişti.
36
Kakao ve çikolata
üzerine yapılan
bilimsel çalışmalar
ortalama kakao ve
çikolata tüketiminin
bir sürü muhtemel
faydasını çoktan
gün yüzüne çıkardı.
Çikolata ürünleri geliştirme çalışmalarında
bir patlama yaşanmıştı. Geliştirme faaliyetleri artık sadece içecekler ve pralinlerle sınırlı değildi, içi boş figür, çubuk şeker, doldurulmuş yumurta, trüf, bisküvi, çubuklu
dondurma, ekmek ve kahvaltı çöreği gibi
neredeyse sonsuz sayıda yeni olasılıklar
geliştirilmişti.
II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar, işçiler, memurlar ve yüksek gelir gruplarına
mensup kişiler arasında çikolata tüketim
miktarları bakımından farklar hemen hemen kaybolmuştur. İşçi sınıfı çikolatayı
tablet ve gofret halinde tercih ederken,
yüksek gelir grupları pralinlerin cazibesine
kapılmaktadır.
Çikolatanın düşük ve orta gelirli
ailelere başarılı şekilde
ulaşmasının başlıca
sebebi, yalnızca çikolata
ürünlerinin 1930’larda
ve 1940’larda ucuz
fiyata satılması değildi.
Tarihçiler iki savaş
arasındaki yıllarda ve
sonrasında, çikolatanın
yumurta ve ete göre
kilo-kalori başına en
ucuz besin olduğunu
belirtmektedir. Pek
çok işçi bu yüzden tablet
çikolatayı, ağır işlerde
kaybettikleri enerjiyi yeniden
kazanmalarını sağlayan lezzetli ve
çok uygun bir besin olarak gördü.
Ancak genel kanıya göre de çikolatanın güçlendirici etkileri vardı,
lüks ürün kategorisinden uygun
fiyata geçmesi onu oldukça cazip hale getirdi.
Çikolata pazarındaki büyük artış II. Dünya
Savaşı ve 1980’ler arasında gerçekleşti.
Günlük diyet alışkanlıklarıyla tüketim git
gide daha çok entegre olmaya başladı.
Yeni çıkan ürünlerle çikolata aynı zamanda
yeni ve besleyici gıda maddeleri arasında
takdire şayan bir lezzet oldu.
1990’lardan itibaren pek çok tüketici, yiyeceklere karşı seksenlere göre daha dengeli ve aklı başında bir tutum göstermiştir.
Sağlığımız ne yediğimizle çok yakından ilgili hale gelmiştir. Oysa seksenli yıllar, diyetimizden her tür şeker ve yağı çıkarmak
ve onları yasaklamaktan ibaretti; doksanlı
yıllar bunları geriye koydu ancak orta karar
ve çoğunlukla saf ve doğal halde olmaları
gerekiyordu: organik, koşer ya da %100 bitkisel çikolata üretildi.
Büyük değişiklik doksanlarla birlikte başladı, yiyecekten zevk almak ve sağlıklı beslenmek aynı derecede önemli addedildi. Bu
çikolatanın niye popüler kaldığını açıklıyor:
Çikolata milyonlarca insana büyük keyif ve
zevk verdi ve kararında tüketildiğinde saf
ve sağlıklı olduğuna karar verildi.
Doksanların sonu ve 21. yüzyılın başı
çikolataya yeni bir soluk getirdi. Dünya
çapında git gide artan sayıda tüketici artık,
aktif bir şekilde sadece lezzetli değil aynı
zamanda sağlıklarına ve bedenlerine bazı
işlevsel faydalar taşıyan ürünleri
arıyor. Kakao ve çikolata üzerine
yapılan bilimsel çalışmalar
ortalama kakao ve çikolata tüketiminin bir sürü
muhtemel faydasını
çoktan gün yüzüne
çıkardı ve bununla
kalmayıp daha
fazlasının da
açıklanması bekleniyor. Belki de
İspanyol doktorlar
ve 17. yüzyıldaki geçmiş bilim adamlarının
kakao çekirdeği ve
çikolatanın beslenme
ve sağlık açısından faydalarıyla ilgili söyledikleri doğruydu.
Burça YILMAZ MERCAN
Cocoas Chocolat – Firma Sahibi
37
38
Baharda
balkon keyfiniz tam olsun diye
BAHAR GELSİN,
SAKSILARINIZ
RENKLENSİN
39
Baharın keyfini
sürmek için çok
uzak hayallere
gerek yok.
Balkonunuzu
süslemeye
dünden razı
saksılar,
hepsi ayrı bir
tonla evinizi
renklendirmeye
hazır çiçekler
emrinize amade.
Bahar demek; yemyeşil ağaçlar, her rengini aynı anda görebildiğimiz çiçekler, mis
gibi bir hava ve elbette bütün bunların keyfini çıkarmak demek. Bu keyif ister balkonunuzda bir bardak demli çay olsun, ister o
çayı bir ağaç gölgesinde yudumlamak olsun
başka bir şeyle değişilmez. O yüzden de bir
yerlerde baharın küçük de olsa böylesine
keyif kattığını bilip de büyük şehirlerin beton binalarına bakmaya devam etmek de
ayrı bir eziyettir.
Peki aslında bu küçücük mutluluk zamanları için illa ki kilometrelerce yol tepmek,
bir ağaç gölgesi bulmak için saatlerce vakit harcamak ve hatta belki de tek dal çiçek
göremeden geri dönmek midir yapılması
gereken? Bu kadar zor mu? Değil tabii ki.
Ne demişler sen mutluluğa gidemiyorsan,
mutluluğu kendine getir. Bunun için de balkonunuzu süslemeye dünden razı saksılar,
hepsi ayrı bir tonla evinizi renklendirmeye
hazır çiçekler emrinize amade. Öyleyse siz
ufak ve eğlenceli bir alışverişe çıkmadan
evvel size bu konuda birkaç küçük tüyo verelim: Hangi malzemelere ihtiyacınız olacak, bu mevsim hangi çiçek tercihi daha
sağlıklı olur, bu dikim işleminin bir yolu
yordamı var mıdır?..
Doğru Yere
Doğru Çiçek Seçimi:
Türlerine göre bitkilerin uygun sıcaklık, uygun toprak ve uygun ışık özellikleri farklılık
gösterir. Bu yüzden de çiçeklerinize karar
vermeden ve dikmeden önce bitkinin uygun
ortam koşulları hakkında bilgi almanızda
fayda var. Bunlar arasında size ilk lazım
olan bilgi ise bitkinin ışık isteyip istemediği, yani gölgede yetişip yetişmediği konusu.
Çünkü eğer çiçeklerinizi balkonunuz için
düşünüyorsanız ve güneş sevmeyen bir tür
seçmişseniz sonuç sizi istediğiniz başarıya
ulaştırmayacaktır.
Bir diğer önemli husus da çiçeğinizin toprağıdır. Genel bir bilgi olarak çiçekler genelde
geçirgen toprakta daha sağlıklı büyürler ve
uzun ömürlü olurlar. Toprak seçimi yaparken, geçirgen özellikli, torf ile dere mili karışımı olan topraklar tercih edilmelidir. Tınlı
olmayan bir toprak bitkilerinizin hoşlanacağı bir toprak olmayacaktır.
En Önemli Seçimlerden Biri
Saksı Seçimi:
Çiçekleriniz balkonunuzu süsleyecekler ise
muhakkak ki saksıda yetiştireceksiniz. Bu
durumda toprak seçiminiz kadar saksı seçiminiz de önem kazanacak. Satın alacağınız
40
kadar su sevdiğini öğrenmiş olmanız şart.
Çünkü bazı bitkiler neredeyse suyun içinde
yüzmekten hoşlanırken, bazıları için hafif
bir nem bile yeterli olabilir.
Sulamada dikkat etmek gereken noktalardan biri de gün içinde sulayacağınız zamanın doğru olmasıdır. Sulama işlemini
akşam saatlerinde veya gece yapmanız en
sağlıklı olanıdır. Çünkü buharlaşma olayı
gece daha az olacağı için bitkinin ertesi gün
nemli kalma süresi uzayacaktır.
Hangi Ayda Hangi Çiçek?
Tıpkı yeri, toprağı, saksısı, sulaması gibi
bitkilerin dikilme zamanları da aylara göre
değişiklik göstermektedir. Kışın dikilmesi
gereken bir çiçeği bahar veya yaz aylarında dikmeniz halinde sonuç büyük ihtimalle
hüsran olacaktır. Bu sebeple de çiçeğinizi
diktiğiniz mevsimin veya ayın buna uygun
olması şart.
Baharın müjdecisi olan Mart ayının çiçekleri Fulya ve Nergis. Eğer çiçeklerinizi sonbahar veya kış aylarında tohumdan yetiştirmeye başladıysanız onları saksıya almak
için en uygun ay da yine Mart ayı.
Mis gibi kokan çiçeklerin
ayıdır Mayıs. En ufacık
esintide bile her yanı
saran iç açıcı kokuları ile
de nasıl bu kadar canlı ve
güzel olduğuna hayran
kaldığımız renkleri ile
de bizi mest etmek için
hazırdırlar.
saksının kesinlikle dibinin delikli olmasına
dikkat etmelisiniz. Çünkü bitkinin fazla suyunu dışarıya atabilmesi gerekir. Aksi takdirde bitkilerinizin kökleri çürüyebilir veya
aşırı ıslaklıktan hastalanabilirler. Bir diğer
dikkat etmeniz gereken husus ise saksınızın ebadı. Çok küçük bir saksı kökleri rahat
ettirmeyeceği için büyümesini de engelleyecektir.
Eğer yeniden saksı almayıp evdekileri değerlendirecekseniz ve onların da altı delik
değilse ve delinemeyecek gibiyse bunun da
çözümü var. Saksınızın tabanına çakıl taş-
ları koyabilirsiniz. Daha sonra içine koyacağınız daha küçük, delikli bir saksının içindeki çiçeğiniz böylece istediği ideal ortama
sahip olacaktır.
Doğru Sulama da Dikim
Kadar Önemli
Her çiçeğin istediği su oranı da sıklığı da
farklıdır elbette. Ancak yine de genel ve
önemli birkaç tavsiyeye uymakta fayda var.
Mesela kış veya yaz mevsimine göre çiçeğe
verilen su miktarı farklılık göstermektedir.
Oldukça sıcak geçen yaz aylarında su saksının altından çıkacak kadar, yavaş yavaş ve
üstten sulama yapılmalı. Kış aylarında ise
sistem aynı fakat verilen su miktarı saksının dibinden çıkmayacak şekilde ayarlanmalı.
Sulama zamanının sıklığı da oldukça
önemlidir. Bunun için “haftada” veya “şu
kadar günde” diye bir zaman belirtmek ise
oldukça yanlıştır. Çünkü her toprağın suyu
tutuşu ve her çiçeğin istediği su miktarı değişmektedir. Bunun için gerekli süreyi ise
bitkinizin toprağını kontrol ederek siz ayarlayabilirsiniz. Ama bunun için bitkinizin ne
Nisan ayı içinse en uygun çiçeklerden biri
baharın olmazsa olmazı papatyalar ve ıtırşahi çiçeği. Bunların yanında maci, çiçekli
çarkıfelek, zambak, teşbih çiçeği, aynısefa,
pembe düğün çiçeği, yer açelyası da bu ay
dikilmesi halinde kısa bir süre sonra size
bir renk cümbüşü yaşatmayı vaat ediyor.
Mis gibi kokan çiçeklerin ayıdır Mayıs. En
ufacık esintide bile her yanı saran iç açıcı
kokuları ile de nasıl bu kadar canlı ve güzel
olduğuna hayran kaldığımız renkleri ile de
bizi mest etmek için hazırdırlar. Morun en
güzel tonlarından birine sahiptir sümbül.
Üstelik kokusu da rengini gölgede bırakacak kadar iddialıdır. Ya laleler… Pembesiyle, beyazıyla, kırmızısıyla, sarısıyla bizi bir
çiçek tarlasının ortasına götürmezler mi
adeta? Bu asil çiçeklerin de zamanı mayıstır yine. Peki ya dünyada bir eşine daha
rastlanmayan o enfes kokusuyla nergise ne
demeli? Sarı ile beyazın en güzel birlikteliklerinden biridir nergisler… Ve mayıs onların da ayıdır.
Öyleyse geriye
bir tek şey kalıyor
Baharın tüm güzelliklerini en cömert hali
ile bize sunduğu bu ayların keyfini sürmek
için çiçek bahçesine dönüştürdüğünüz balkonunuza çıkıp hoş kokulu ve rengarenk
çiçekler arasında bir bardak sıcak çay eşliğinde mis gibi baharı içinize çekmek…
41
gelecek
42
Yrd.Doç.Dr.
Ç.Tuba Günebak
Beslenme ve Diyet Uzmanı
DAHA GENÇ VE SAĞLIKLI GÖRÜNMENİN SIRRI
ANTI-AGING VE BESLENME
Doğru beslenerek
yaşlanmayı yavaşlatmak
mümkün mü?
Yaşlanma, bir organizmadaki tüm hücrelerin zamanın etkisi ile yapısal ve işlevsel
olarak değişime uğramasıdır. Bu değişiklikler arasından bazıları gözle görünürdür; vücut postürünün değişmesi, derinin
elastikiyetinin azalması, kırışıklıkların
oluşması gibi… Günümüz çalışmaları göstermektedir ki; yaşlanma ile birlikte kromozomların ucunda yer alan, herhangi bir
genetik bilgi taşımayan, hücre bölünmesi sırasında kromozomların aşınmasını
önleyen telomerlerin boyları kısalır. Te-
Doğru ve sağlıklı
beslenme ile hücre
bölünmesinin
durmasını önleyebilen
yaşlılık karşıtı
(ati-aging) hamleler
mümkündür. Yani,
olduğumuzdan çok
daha genç görünebilir
ve hissedebiliriz. Peki,
ne yapmalıyız?
lomerler çok kısalınca hücre bölünmesi
durur, yani hücre ölür. Doğru ve sağlıklı
beslenme ile telomer boyunun kısalmasını önleyebilen yaşlılık karşıtı (ati-aging)
hamleler mümkündür. Yani, olduğumuzdan çok daha genç görünebilir ve hissedebiliriz. Peki, ne yapmalıyız? İşte birkaç
öneri:
Birçok çalışmada D vitamini düzeyinin
yüksekliği ile telomer uzunluğu arasında
doğru orantı olduğunu gösterilmektedir.
Bu da D vitamini düzeyi yeterli olan bireylerin diğerlerinden daha geç yaşlandıkları
anlamına gelir. Türk toplumu D vitamini
43
yetersizliğine yatkın bir toplumdur. Dolayısıyla, yapılması gereken her yıl D vitamini
düzeyinizi kontrol ettirip, gerekiyorsa, doktor kontrolünde destek almanız ve her gün
güneşten doğrudan faydalanabilecek (cam
arkasından değil) imkan oluşturmaktır.
Antioksidant vitaminlerin yeterli miktarda alımının da telomer uzunluğunu
etkilediği, yaşlanma sürecini geciktirdiği
bildirilmiştir. Bu durum, telomerlerin oksidatif strese duyarlı oluşları ile açıklanmıştır. Buna ek olarak, enflamasyon oksidatif
stresi indükler ve telomer sağlığından sorumlu olan enzimin düzeyini düşürebilir.
Astaxantin oldukça kuvvetli bir antioksidanttır. Astaxantine ulaşmanın en efektif
yolu krill yağı alımıdır. Yaşlanma ile ilişkili
diğer antioksidantlar A, C, E vitaminleridir.
Bu vitaminlere ulaşabilmek için her gün
taze sebze ve meyve (özellikle koyu yeşil
yapraklı sebzeler (ıspanak, kale, pazı gibi),
mercimek, papaya, kırmızı biber, domates,
kayısı, brüksel lahanası, maydanoz, brokoli, kuşburnu, erik, hünnap, çilek, kivi,
portakal, kavun, greyfurt (düzenli ilaç kullananlar tüketmemelidir) tüketimine özen
gösterilmeli ve birkaç adet yağlı tohum (badem, ceviz, yer fıstığı) tüketilmelidir.
Yaşlanmayı geciktiren bir diğer önemli
vitamin ise koenzim Q10’dur. Bir yandan
DNA hasarından korur, bir yandan da kalp
ve kas sağlığı için gereklidir. Koenzim Q10
kaynakları; az yağlı kırmızı et, yer fıstığı,
brokoli, karnabahar, somon balığı ve ringadır.
Yaşlanmayı geciktiren bir diğer besin
ögesi omega-3 yağ asitleridir. Omega-3
yağ asitlerine doğal yollardan ulaşabilmek
için somon balığı, levrek gibi yağlı balıklar
düzenli olarak tüketilmelidir.
Polifenollerden zengin besinlerin tüketilmesi de anlamlı fayda sağlar. Bunlar da
antioksidant etkisi olan doğal bileşiklerdir.
Polifenollere ulaşabilmek için üzüm ve yeşil çay tercih edilebilir.
B vitaminlerinden özellikle folat ve B12
vitamini düzeyinin (kanda) yeterli olması ve
bu vitaminlerden zengin beslenme de öneriler arasındadır. Telomer uzunluğu, DNA
metilasyonu, kan üretimi ve sinir sistemi
açısından önemli etkileri olan vitaminlerdir. Folat (folik asitin aktif formu) ve B12 vitamini düzeyleri yeterli olan bireylerin kan
homosistein düzeylerinin de normal olduğu
ve bunun da telomere sağlığını etkilediği
saptanmıştır. B12 vitamininin tek kaynağının hayvansal kaynaklı besinler (et, süt,
peynir, yumurta) olduğu unutulmamalıdır.
Yaşlanmayı geciktiren
besinlerden biri de
omega-3 yağ asitleridir.
Omega-3 yağ asitlerine
doğal yollardan
ulaşabilmek için somon
balığı, levrek gibi yağlı
balıklar düzenli olarak
tüketilmelidir.
Folik aside ulaşabilmek için, kuru baklagillere (mercimek gibi), koyu yeşil yapraklı
sebzelere, kuşkonmaza, brokoliye, yumurtaya, domates suyuna günlük beslemenizde yer verebilirsiniz.
Zerdeçalın, hem yaşlanma sürecini yavaşlattığı hem de kanserden (özellikle melanoma) koruyucu etkisinin olduğu saptanmıştır.
Bağırsak sağlığının korunması ve geliştirilmesi de yaşlanmanın geciktirilmesi
bağlamında önemli bir hamledir. Bağırsak
sağlığı bağışıklık sistemi ve anti-aging mekanizma ile yakından ilişkilidir. Bağırsak
sağlığının geliştirilmesi açısından probiyotik veya sinbiyotik besinlere (probiyotik
yogurt, kefir gibi) günlük beslenme örüntüsünde yer verilmeli, posadan zengin (tam
tahıllı besinlere, kuru baklagillere, kabuğuyla yenebilen meyvelere yer vererek)
beslenmelidir.
Yaşlanma sürecinde olumlu etkisi olduğu
bildirilen bir diğer besin ögesi ise magnezyumdur. Hem DNA bütünlüğünün korunması hem de hücre hasarına sebep olabilen oksidatif stresin kontrol altına alınması
anlamında fayda sağlar.
Tüketilmemesi önerilen besinler ise işlenmiş besinler, basit şeker içeren besinler, kimyasal katkı maddeleri içeren besinlerdir.
Her gün en az 8 su bardağı su içilmeli ve,
ince bağırsaklarımızın emilim kapasitesinden dolayı, içilecek miktar gün içine dağıtılmalıdır.
Bu süreçte düzenli egzersizin de faydası
unutulmamalı ve her hafta toplamda en az
150 dakika fiziksel aktivite yapmaya çalışılmalıdır.
Gençliğinizin perçinlendiği sağlıklı, mutlu,
keyifli günler dilerim…
44
KIŞ BİTTİ
ŞİMDİ SIRA
CİLDİMİZE BIRAKTIĞI
İZLERİ SİLMEKTE
OLDUKÇA ÇETİN GEÇEN BİR KIŞIN ARDINDAN KENDİNİ KORUMAK İÇİN OLDUKÇA FAZLA MÜCADELE VEREN CİLDİMİZ
BİR HAYLİ YORGUN DÜŞTÜ. BU SOĞUK AYLARDA KURUYAN, SOYULAN CİLDİMİZİ ARTIK CANLANDIRMA ZAMANI
GELDİ. ÖYLE YA BAHAR TÜM CANLILIĞI İLE HAZIRLANMIŞ BİZİ BEKLERKEN AYNI ÖZENİ BİZİM DE KENDİMİZ İÇİN
GÖSTERMEMİŞ ŞART. BUNUN İÇİN EN GÜZEL ÇÖZÜMSE YİNE DOĞAL YÖNTEMLERDE SAKLI…
Önce Cilt Tipinizi
Belirleyelim
Bu işlem aslında birçoğu gibi evinizde de
analiz edebileceğiniz kadar basit. Sonuçta
bu ten size ait ve onu en iyi tanıyan da yine
sizsiniz. Cilt tipinizi belirlemek için yapmanız gereken şey oldukça kolay aslında.
Sabah kalktığınızda temiz bir kağıt mendil
ile yüzünüzü silerek cildinizin tipini öğrenmeniz mümkün.
Eğer kuru bir cildiniz varsa yüzünüzü sildiğiniz kağıt mendil temiz olacaktır. Ancak
sildikten kısa bir süre sonra cildinizi kuru
ve gergin hissedeceksiniz.
Eğer cilt tipiniz normal ise yüzünüzü sildiğiniz bu mendilde herhangi bir yağ kalıntısı vs. kalmayacaktır ve yüzünüzde elastik
ve esnek bir his olacaktır.
Yağlı bir cildiniz varsa kağıt mendilin
özellikle yanaklarınız, burnunuz ve alnınızı
sildiğiniz kısımlarında yağlı bir tabaka olduğunu fark edeceksiniz.
Karma cilt tipi en fazla karşılaşılandır.
Eğer siz de bu cilt tipine sahipseniz yüzünüzü sildikten sonra mendil üzerinde, burun
ve alnı kapsayan T bölgesine denk gelen
yerlerde yağ izleri göreceksiniz. Onun dışındaki yüz bölümleriniz ise temiz olacak.
KURU CİLTLERE HIZLI
ÇÖZÜMLER
Bu cilt tipi kırışıklık ve ince gözeneklerin
oluşmasına, tahriş olmaya ve çabuk yaşlanmaya meyilli bir yapıdadır. Ayrıca oldukça da soluk görünür. Henüz cildinizin sizinle barışık olduğu zamanlarda bu sorunları
çok fark etmeseniz de ilerleyen yaşlarda
size sorun çıkarmaması için önleminizi erkenden almanız faydanıza olacaktır. Soğuk
kış aylarından en fazla etkilenen bu cilt tipi
için ise çözüm yine elinizin altında.
45
Muz ve Zeytinyağının
Müthiş Buluşması
Malzemeler: Yarım olgun muz, 1 tatlı kaşığı bal, 1 tatlı kaşığı zeytinyağı
Yapılışı: Tüm malzemeleri karıştırıp temiz
cilde uygulayın. 10-15 dakika sonra yüzünüzü yıkayıp durulayın. Bal cildinizi içten
nemlendirirken, muzla zeytinyağı serbest
radikallerin cildinize verdiği zarardan sizi
kurtarır. Zeytinyağı antioksidan içeriği ile
cildin sebum üretimini düzenler. Düzenli
uygulanan bu maske sayesinde nemli, pürüzsüz ve ölü hücrelerden arınmış bir cilt
pek de hayal sayılmaz.
Ballı Kaymaklı Maske
Malzemeler: 2 Çay Kaşığı Türk Kahvesi, 2
Çay Kaşığı Süt ya da Kaymak, 1 Çay Kaşığı Bal,1 Çay Kaşığı Zeytin Yağı, Çok İnce 1
Dilim Elma
Yapılışı: Bu malzemelerin hepsini güzelce karıştırın, elmayı iyice ezin. Yüze yukarı
doğru ovma hareketleri ile iyice sürün. Yaklaşık 10-15 dakika kadar bekletip, ılık suyla
ovalayarak yıkayın. Kağıt peçeteyle tampon
yaparak kurulayın ve cildi asla ıslak bırakmayın çünkü kuruyabilir. Sonrasında bebe
yağı içine biraz zeytinyağı damlatın. İyice
masaj yaparak yüzünüze yedirin. Cildinizdeki değişimi ilk andan itibaren hissedeceksiniz.
Normal Cilt Tipi,
Şanslı Cilt Tipi
Eğer normal yapıda bir cildiniz varsa oldukça şanslısınız demektir. Çünkü az zahmetle
çok iyi sonuçlar almanız mümkün. Üstelik
bu durum ilerleyen yaşlarınız için de geçerli. Ama yine de şanslı olduğunuz için kendinizi bırakmamalısınız elbette. Çünkü yıpratıcı bir kış sizi bile etkilemiş olabilir.
Çilek Sizin Meyveniz
Malzemeler: Dört adet çilek, bir çorba kaşığı nemlendirici krem.
Yapılışı: Dört adet iri çileği ezerek bir çorba
kaşığı nemlendirici kremle iyice karıştırın.
Bütün yüze ince bir tabaka halinde sürün,
özellikle elmacık kemikleri üzerine daha
kalın bir tabaka halinde sürün ve 5 dakika
bekletin. Burada dikkat etmeniz gereken
şey süre. Çünkü yüzünüzde hissedeceğiniz
gerginlik sebebiyle on dakikadan fazla tutmanız önerilmiyor. Bu maskeyi on beş günde bir yapmanız yeterli.
YAĞLI BİR CİLDİNİZ
OLABİLİR AMA
ÇÖZÜMÜ DE VAR
Yağlı cilt en çok şikayet edilen cilt tipidir
maalesef. Çünkü en fazla sorunla karşılaşılan cilt tiplerinden biridir. Her zaman
Kuru cilt tipi kırışıklık
ve ince gözeneklerin
oluşmasına, tahriş
olmaya ve çabuk
yaşlanmaya meyilli
bir yapıdadır.
yağlı ve parlak görünür, geniş gözeneklere sahiptir ve akne oluşumuna oldukça
müsaittir. Bunlar negatif yönleri. Ama tüm
bu olumsuz özelliklerine rağmen oldukça
olumlu bir özellikleri de vardır: Yağlı cilt
tipine sahip olanlar kırışıklık ve yaşlanma belirtilerine karşı daha avantajlıdırlar.
Çünkü bu sıkıntılı durumlar en son onlara
uğrayacaktır.
Ballı Bademli Maske
Malzemeler: İki adet badem içi, bir çorba
kaşığı bal.
Yapılışı: İki adet badem içini ezin ve bir çorba kaşığı bal ile iyice karıştırarak macun kıvamına getirin. Eşit bir dağılımla yüzünüze
uygulayın. On beş- yirmi dakika sonra ılık
su ile durulayın. Bu maske cildinizdeki yağ
miktarını azaltacak ve cildinizin doğal parlaklığını ortaya çıkaracak.
Limon, Yağı Her Zaman
Çözer
Malzemeler: 2 adet limonun kabuğu, 2 yemek kaşığı su
Yapılışı: 2 adet limonun kabuğunu soyun ve
2 yemek kaşığı suyun içinde 5 dakika kadar
bekletin. Sonra bu karışımı robotta püre
haline getirin ve temiz cildinize pamuk ile
sürün. Dört – beş dakikalık bir bekleme süresinden sonra ılık su ile durulayın.
Her derde deva olan limonun, cildinizdeki
fazla yağı aldığını ve sıkılaştırdığını kendi
gözlerinizle göreceksiniz.
YAĞLI + KURU = KARMA CİLT
Bu cilt tipi yağlı ve kuru cildin karışımıdır ve
bakımı sırasında da bilhassa dikkat edilmeli, yüzün özellikleri göz önüne alınmalıdır.
Kuru bölgeler genellikle yanaklar ve göz
çevresinde görülür ve içerik olarak daha
yoğun krem ve nemlendiriciler bu bölgeler
için uygundur. Yağlı bölgeler olan alın ve
burun yani T bölgesi için de temizlik birinci
altın kuraldır.
Sizin Çözümünüz Narenciye
ve Maden Suyunda
Malzemeler: Maden suyu, Yarım limon
suyu, Yarım greyfurt suyu, 1 adet elma suyu
Yapılışı: Sprey olarak kullanılabilecek bir
şişe içerisine maden suyu, yarım limon
suyu, yarım greyfurt suyu ve 1 elma suyu
koyduktan sonra karıştırıp buzdolabına
koyun. Bu karışımı her gün cildinize püskürtün. Böylece cildinizin karma olan bölgesinin hem sıkışmasını hem de dengede
kalmasını sağlamış olacaksınız.
Üzüm Çekirdeği Yağı Tam
Size Göre
Malzemeler: 1 tatlı kaşığı üzüm çekirdeği
yağı, 1 adet yumurtanın akı, 1 adet elma,
buğday unu
Yapılışı: Elmayı rendeleyin. Daha sonra
diğer malzemeleri ve aldığı kadar buğday
ununu( bir macun elde edecek kadar) elmanın içine karıştırıp bir krem elde edin.
Yüzünüze adaletli bir dağılımla sürün ve
yirmi dakika kadar beklettikten sonra önce
ılık ve ardından soğuk suyla yıkayın. Sonuç
sizi bile şaşırtacak.
46
Yrd. Doç. Dr. Başak Özkendirci
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi
Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi
Moda ve Tekstil Tasarımı Bölümü
Öğretim Üyesi
ÖRGÜ
deyip geçmeyin
çünkü o, tarihin en eski
uğraşlarından biri
47
Örgü ile ilgili ilk tarihi belgeler Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda bulundu.
Örgüde ilmeklerin tuzak düğümlerine benzeyişi ve kullanılan gereçlerin basitliği de
örgünün avcı göçebe toplumlarda doğduğu tezini güçlendirir.
Örme Nedir?
Örme sözcüğü genel olarak sepet örme,
saç örgüsü, örneklerinde olduğu gibi uzun
ince malzemelerin birbiri arasından geçirilerek oluşturduğu yapıyı tanımlamak
için kullanılmaktadır. Terim anlamı olarak
örme ‘1. a. Örme işi ve yöntemi, b. Örülerek
yapılmış olan. 2. işleyim: a. Örgü üretimine
yönelik işleyim dalı. b. Bu işleyimin ürünleri’ anlamlarında kullanılmaktadır.
‘Tek bir ipliğin veya birden fazla ipliğin şiş,
tığ, kancalı iğne gibi örücü elemanlar ile
yardımcı elemanlar kullanılarak ilmek haline getirilmesi ve ilmekler arasında yatay
ve dikey bağlantılar oluşturulmasıyla elde
edilen kumaşlar, örme kumaş olarak adlandırılır.’ Şiş ve tığ kullanılarak elde örme
ürün elde edilmesi el sanatı olarak, makinelerle örme kumaş ve ürün elde edilmesi
ise örme sanayi olarak nitelendirilmektedir.
Örmenin Tarihi
El örgüsünün tarihi
‘Örmenin çok eski çağlara uzanan bir tarihi
var. İsa’dan önce V.-VI. Yüzyıllarda insanlar şişle yün örmeyi biliyorlardı. Sadece
parmakların kullanılmasıyla oluşturulmuş
örülmüş örnekler M.Ö.1000 yıllarından eskiye dayanmaktadır. Örgü ile ilgili ilk tarihi
belgeler Orta Asya’da yapılan arkeolojik
kazılarda bulundu. Örgüde ilmeklerin tuzak düğümlerine benzeyişi ve kullanılan
gereçlerin basitliği de örgünün avcı göçebe toplumlarda doğduğu tezini güçlendirir.
Göçebeler hammadde olarak sürülerinden
elde ettikleri yapağıyı kullanıyorlardı. Örülen kumaşın, örtücülüğünü arttırmak için
keçeleştiriyorlardı.’
Atlı ve göçebe uygarlıklarda gelişen el örgüsünün, kervanlarla ve Ege Denizindeki
ticaret gemileriyle doğuda Tibet’e; batıda
İspanya’ya kadar yayıldığı düşünülmektedir. İspanya’dan da İngiltere ve İskoçya’ya
geçtiği bilinen örgünün Avrupa’da yayılma
sürecinin bin yılda gerçekleştiği tahmin
edilmektedir. Orta Asya buluntularından
sonra en eski örgü örneklerine eski Mısır
mezarlarında rastlanmıştır. Başparmağı ayrık kırmızı yün örme çoraplar bugün
Londra’da Victoria Albert Müzesi’nde sergilenmektedir.
13.yy’dan kalma İspanyol mezarlarında birçok örme giyim parçalarına rastlanmıştır.
Bu parçaların üzerinde görülen aile armalarının yanı sıra, Müslümanların kullandığı kufi yazı stili ile işlenmiş dilek yazıları
sayesinde, Avrupa’da bulunan ilk örülmüş
örneklerin İspanya asillerinin çalıştırdığı
Müslüman örgücüler tarafından yapıldığı
anlaşılmıştır.
O dönemlerde kullanılan gereçler bugün
kullanılanlardan farklıydı. Araplar tığı andıran gagalı şişlerle, ipliği sol ellerinin işaret parmaklarıyla yürüterek örerlerdi. 16.
yy.da ipeğin batıya ulaşmasıyla din büyükleri, saray mensupları ve asillerin giysilerine ipekten örülmüş atkılar, pelerinler ve
başlıklar eklenmişti. Pamuğun Avrupa’ya
gelişiyle beyaz örgü adı verilen ve ince çelik tığlarla örülen dantel perdeler, yatak
örtüleri ortaya çıkmıştı. 14.yy.da Avrupa’da
yapılan ‘Örgü ören Meryem’ (Maitre Bertham-1345-1415) Örgü ören Leydi (Tomasso
da Modena 1325-1375) gibi sanat eserlerinde konu olarak örmeye yer verilmişti.
İngiltere ve İrlanda’da örgü başlangıçta
erkek işi olarak kabul ediliyordu. Kadınların örgüyle ilgilenmeleri bile yakışıksız
sayılıyordu. Kadın yün eğiriyordu, ancak bu
yünü örme ayrıcalığı erkeğe aitti. Örücülerin meslek loncaları vardı ve bu loncalara
girmek isteyen gençler, bir örgü ustasının
yanında en az üç ay çıraklık eğitimi almak,
sonra da değişik teknikler ve örgü yöntemleri öğrenmek için gezilere çıkmak zorundaydılar. Eğitim gezisinden döndükten
sonra, belli sayıda orijinal motifi en kısa
48
Anadolu kültüründe farklı
anlamları olan motifler,
kadınların dileklerini,
durumlarını paylaştıkları
iletişim yöntemlerinden biri
olmuştur.
sürede ve kusursuz bir teknikle yaptıklarını
ispatlayacak bir sınavdan geçmeleri gerekirdi. Kuzey Avrupa’nın bazı kesimlerinde,
Britanya ve İrlanda adalarında bugün bile,
halat ve ağ yapmakta ustalaşan bazı denizciler kendi kazaklarını kendileri örmektedir.
Örme, tarih boyunca insanların örtünme
ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra renk ve
desenlerle estetik ihtiyaçlarına da cevap
vermiş, kültürlerinin bir parçasını oluşturmuştur. Örüldükten sonra farklı bir işleme
gerek kalmadan, hemen giyilebilen bir ürün
olduğu için, dokumaya göre daha kişisel bir
yanı vardır. Desenlendirilmesi kolaydır. Her
kültürde farklı isimler alan değişik motifler
kullanılmıştır. Anadolu kültüründe farklı
anlamları olan motifler, kadınların dileklerini, durumlarını paylaştıkları iletişim
yöntemlerinden biri olmuştur. Birçok yörede anlam içeren motiflerin ve geleneksel
formların kullanımına devam edilmektedir.
Örülen modeller modaya bağlı olarak değişim göstermiş olsa da, el sanatı olarak
örmede aynı basit aletler kullanılmaktadır.
49
İngiltere ve İrlanda’da örgü başlangıçta
erkek işi olarak kabul ediliyordu.
Kadınların örgüyle ilgilenmeleri bile
yakışıksız sayılıyordu. Kadın yün
eğiriyordu, ancak bu yünü örme
ayrıcalığı erkeğe aitti.
Çözgülü örmede gerçekleşen iki büyük
buluştan biri Dowson’ın kılavuz raylarına
hareket veren disk sistemini geliştirmesi,
ikincisi ise Brown’ın çözgüden beslenen iki
farklı kılavuz rayına ayrı ayrı hareket veren
sistemi geliştirmesiydi.
1807’de S. Orgill, geliştirdiği 72 inçten daha
geniş kam kontrol sistemli makinesiyle,
dakikada 30 kurs üretim kapasitesine ulaşmayı başarmıştı.’
Örme endüstrisinde 1810 yılına kadar yaşanan hızlı gelişim, bu yıldan sonra arz talep dengelerinin sağlanamaması nedeniyle
19.yüzyılın ikinci yarısına dek duraklamıştı.
Bilgisayar sistemlerinin ilerleyişi çözgülü
örme tekniğinin de daha hızlı ve verimli
üretime ulaşmasında önemli rol oynadı.
Örme teknolojisinin gelişimi
William Lee’nin 1589’da icat ettiği çorap
örme tezgâhı, örme teknolojisinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bir inç de 8
adet kancalı iğnesi olan bu tezgâh ile koyun
yününden basit yapılı çoraplar üretilebiliyordu. İpeğin elde edilmesiyle bir inç de
20 iğnenin kullanıldığı örme tezgâhı geliştirilmişti. O günün şartlarına göre üretim
maliyetini günde 10 pounda düşüren bu
tezgâhın geliştirilmesi, el örgücülerinin
işsiz kalma korkusuna düşmelerine neden
olmuştu. Bir örmecinin bir çorabı örmesi
iki gün sürerken bu tezgâh sayesinde bir
saatte bir çorap örülebiliyordu. İşçilerin
isyanından korkan yönetim, Lee’nin makinesinin patenti için yaptığı başvuruları geri
çevirmişti.
‘William Lee 1611’de Fransız Pierre De Coux
ile bir anlaşma imzalayarak, Fransa’da yün
ve ipek çorap üretimi yapmak üzere dokuz
örme makinesi ve örme işçileri göndermişti.
Makinesinin patentini 1612’de Fransa Kralından alabilmişti. Ancak IV. Henry’in tahta
geçmesiyle Fransa ile yapılan iş anlaşması
iptal edilmiş ve William Lee için idam cezası çıkarılmıştı. Bu nedenle hayatının geri
kalanını Paris’te geçirmek zorunda kalmış,
araştırmalarına burada devam etmişti. William Lee’nin buluşu olan kancalı iğne ve platin sistemleri, örme makinelerinin temelini
oluşturmaktadır. Onun buluşları sayesinde
1769 da yuvarlak örme makinesi ve hemen
ardından ilmek transferi yapabilen, çift iğne
yataklı düz örme makineleri geliştirilmiştir.’
İlk ipek örme çorapları giyen Kraliçe Elizabeth I ‘in (1550-1561) inceliği, esnekliği ve
rahatlığından çok etkilendiği için bir daha
asla dikilmiş dokuma çorap giymediği bilinmektedir. Avrupa’nın büyük bölümüne
İngiltere’den ihraç edilen örme çoraplar,
çok pahalı olduğu için sadece zenginlerin
ulaşabildiği bir üründü.
‘Crane ve Porter tarafından nakış desenlerinin örmeye uyarlanması amacıyla, örme
makinesine ilave kılavuzlar eklenmesiyle
ufak bir proje olarak başlayan ve ilave kılavuzların çözgü iplikleriyle beslenmesi
yönteminin geliştirilmesiyle ortaya çıkan ilk
çözgülü örme makinesinin patenti 1775 yılında alınmıştı.
Türkiye Tekstil tarihi konusunda yapılan
araştırmalarda; Cumhuriyet dönemine
kadar örme endüstrisi konusunda bir bilgiye rastlanmamıştır. Cumhuriyetin ilk kırk
yılında sanayileşmenin hızlı gelişimi sürecinde, yünlü kumaş üretiminde trikotaj
adı verilen atkılı örme makinelerinin kullanıldığı görülür. ‘Hazır giyim fabrikaları
büyük çoğunlukla İstanbul, İzmir ve Ankara
gibi büyük kentler çevresinde toplanmıştır.
Konfeksiyon giyim olarak geçen bu sanayi
alanına trikotaj (örme) sanayi de dahildir.’
http://www.tdkterim.gov.tr/bts/?kategori=verilst&kelime=%
F6rme&ayn=tam , internet adresinden 16.12.2009 tarihinde
alınmıştır.
Acuner, Altuğ.; Çözgülü Örme Ders Notları, İstanbul,36 sayfa
fotokopi çoğaltım, 1996, S2
Örgünün hikayesi, El Örgüsü Ansiklopedisi, İstanbul, Meydan
Gazetecilik ve Neşriyat, 1975, Cilt1, S1
Tavman-Yılmaz M.B., Ph.D.Thesis, Vol1, İstanbul 1994
Negley, Harte, William Lee and the Invention of the Knitting
Frame, UK, Knitting International, World Textile Publications
L.T.D. 1989. Sayı 8 S.102
Ruth, Richard, A History of Hand Knitting, London ,Interweave
Pres, 1987, S.38
İnalcık, Halil, Türkiye tekstil tarihi üzerine araştırmalar,
İstanbul, Türkiye İş Bankası kültür yayınları, Mas matbaacılık,
2008
www.aof.anadolu.edu.tr/kitap/IOLTP/2291/unite10.pdf, internet
adresinden 18,12,2009 tarihinde alınmıştır.
50
n
e
k r,
ra
i
n
a idi
so
d
ız esir tan r.”
ğ
a n
k idi
ı
z
t
i
ö
n ık sir
i
S
ç
“
e
b
i
n
n
sah zda onu
ı
ağ ibi
sah
u
l
n
u
g f
a
s su
a
l u
a
B Y
F
U
S
U
Y AS İP
H AC
H
51
Türk İslam edebiyatının bu kıymetli, önemli ve bir o kadar da
mütevazı ismi, ünlü eseri Kutadgu Bilig’te kendi adını sadece
bir kez, “Kitap sahibi Yusuf, büyük has hacib, kendi kendine
nasihat eder” başlıklı, son bölümünde geçirmiştir.
cılığına getirilir. Böylece “Yusuf Has Hacip”
adı da tarih sayfalarındaki yerini almaya
başlamış olur.
Türk İslam Edebiyatının bu güne ulaşan ilk
eseri olma özelliğini taşıyan Kutadgu Bilig
yani “Kutlu Kılan Bilgi” isimli bu eser, 6645
beyitten oluşmaktadır. Eser, Allah’a hamd,
Peygamber’e ve Dört Halifeye teşekkürle
başlar.
Kutadgu Bilig’in ünlü ve bir o kadar mütevazı yazarı Yusuf Has Hacip, kesin bir
tarih olmamakla birlikte 1017 yılında
Balasagun’da yani o zamanki adı ile “KuzOrdu” şehrinde doğdu. Karahanlılar yönetimindeki Kuz-Ordu’nun Müslüman ailelerinden birine mensuptur. Oldukça iyi
bir eğitim görmüş ve kendini oldukça donanımlı yetiştirmiştir. Aldığı eğitim gereği
yaşadığı döneme ait birçok bilimin yanı sıra
iki de yabancı dil öğrenmiştir. Arapça ve
Farsçayı ana dili gibi konuşmaktadır.
Önceleri, doğduğu ve büyüdüğü şehir olan
Balasagun’un adı ile Balasagunlu Yusuf
olarak anılmıştır. Yusuf Has Hacip ismini daha sonra almıştır. Bu ismi almasının
sebebi ise Türk Edebiyatının ilk siyasetnamesini yazmış olması ve bu eseri yazarken
kullandığı yöntemdir. Çünkü Türk Edebiyatının ilk nazım şeklini yani mesneviyi de
yine Balasagunlu bu usta kalem kullanmıştır. İlklere imza attığı bu çalışmaları
ona bundan sonra kullanacağı isim olan
Yusuf Has Hacip’i getirmiştir.
Ortalama elli yaşlarında iken on sekiz ay
gibi bir sürede yazıp tamamladığı meşhur
eseri Kutadgu Bilig, Karahanlı sarayına
ulaşma şansı verdi Balasagunlu Yusuf’a.
1070’te Kaşgar’a gelip, Karahanlı hükümdarı Uluğ Kara Buğra Hana kitabını arz etti.
Edebiyata ilgisi oldukça fazla olan Uluğ
Buğra Han, Türklerin ahlâk hukuk ve devlet
idaresi ile törelerini oldukça doğru olarak
anlatan bu eseri kendisine bizzat okuması
için Balasagunlu Yusuf’u sarayında misafir
eder. Bu misafirliğin neticesinde ise Karahanlı Devletinin en büyük devlet görevlerinden biri ile ödüllendirilir büyük yazar.
Uluğ Has Hacip ünvanı ile baş vezir yardım-
Eserin ilk nüshası Uygurcadır. 1439 yılında
Herat’ta bulunan bu ilk nüshadan sonra
ortaya çıkan ikinci nüsha ise Arapça kaleme alınmıştır. Bir siyasetname olmasının
yanında aynı zamanda bir nasihatname
olma özelliği de taşır. Ayrıca yazar, bilimin gerçeği ve gerekliliği ile ilgili oldukça
önemli çıkarım ve tavsiyelerde de bulunur
kitabında: ““İlim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir.
Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve
ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin
diğerinin ilminden farklı olduğu görülür.
Mesela hekimler hastaları tedavi ederler;
astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de
halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip
sürüyü doğru yola sürerler.”
Astronomi bilimi ile ilgilenmek isteyenlere
de bu yolda önce matematik ve geometriyi
iyi bilmeleri gerektiği ile ilgili önerileriyle
de ışık tutar usta ilim adamı: “Aritmetik ve
cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini
bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar.
Her şey hesaba dayanır.”
insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri
iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek
ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak,
bir kimseyi, hem bu Dünya’da hem de öteki
Dünya’da mutlu kılacaktır. Yusuf Has Hacip
bu düşüncesini kitabında şöyle ifade etmiştir:
“Kitabıma, okuyana mutluluk getirsin, ona
doğru yolu getirsin diye Kutadgu Bilig adını
koydum. Ben sözlerimi söyledim, düşüncelerimi yazdım. Bu kitap her iki dünya için de
doğruyu gösteren bir rehberdir, yardımcı
bir eldir. Dosdoğru bir söz söyleyeyim size:
Her iki dünyayı da devletle elinde tutabilecek kişiden daha mutlu kimse yoktur. Önce
Gündoğdu’yu tanıtayım. O hükümdardır,
doğru yasayı (töre) temsil eder. Aydoldu ile
mutluluk güneşi doğar, o da mutluluğun
(kut) temsilcisidir. Öğüdülmüş aklı, Odgurmuş akıbeti temsil eder. Ben sözlerimi bu
dört değer (doğru yasa, mutluluk, akıl, akıbet) üzerine kurdum. Okuduğunda anlayacaksın, dikkat et.”
Eser hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak
adına kitabın içeriği hakkındaki en kısa özet
bilgi Biyografi Net Yayınları tarafından verilmiştir:
“Görünüş bakımından bir tiyatro eserini
andırır Kutadgu Bilig. Eser dört esas üzerine ayrılmıştır.
1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı
(hükümdar),
2. Saadet (kut); bunu Aytoldı (vezir),
3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu),
Kutadgu Bilig, her iki dünyada da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu
göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf
Has Hâcib’e göre, öteki dünyayı kazanmak
için bu dünyadan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir.
Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de
toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir
4. Odgurmış (zahid) tarafından temsil edilmektedir.
Bunlardan başka Aytoldı’nın Hacib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura
kabulü sağlayan Hacib, arada hizmet gören
oğlan, haber getiren Yumışçı ve zahidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu
52
Bir siyasetname olmasının yanında aynı zamanda bir nasihatname olma
özelliği de taşır Kutadgu Bilig. Ayrıca bilimin gerçeği ve gerekliliği ile ilgili
oldukça önemli çıkarım ve tavsiyelerde de bulunulur kitapta.
içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyada ele
geçirmek istedikleri saadet (Aytoldı) ile kainatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o
devrin ferdi ve ictimai ahlak prensiplerine
yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile
devam eden konuşmalarında ise cemiyet
hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir.
Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdarın itibarını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şair, bu alim veziri hükümdarın yardımcısı olarak şahsi düşünce
ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona devletin en yüksek müesseseleri
hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdar, vezir, kumandan, hacib, mabeyinci, sefir, sır katibi,
hazinedar, aşçıbaşı, şarabdar mansıbları ve
bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdar,
vezir ve diğer memurlar şairin tasvir ettiği
ideal bir durumda maddi ve manevi hayatı
her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta
ve ahali hükümdara dua etmektedir. Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi
birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı
bir zahid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Hükümdar, Zahid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vasıtasıyla bir mektup gönderiyor.
Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve ahiret
meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zahid tereddüd ediyor.
Kendisinde; dünyada Müslümanlara hizmet
etmekle ukbayı(ahireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyanın ağır basan kusurları
karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdarın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye razı oluyor. Ögdülmiş
kendisine lazım olan bazı bilgileri veriyor.
Fakat Zahid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın
mümkün olmadığını ileri sürerek şehre
gelmekten vazgeçiyor. Hükümdar, kendisini görmek için Zahid’in ayağına kadar geleceğini söyleyince Zahid, hükümdarın yanına
gidiyor. Hükümdarla konuşurlar. Zahid en
çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdar bu sözlerin tesiri altında
kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü
yüklenmenin manasız olduğunu düşünür.
Ögdülmiş hükümdara, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını
söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor.
Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek
ve gönlünü temizlemek lüzumunu duymakta, kardeşi Zahid ile istişare etmek
istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış
hastalık hakkında bir rüya görmüştür. Her
ikisi bu rüyayı farklı tabir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülasa ediyor. Ögdülmüş hükümdarın da muvafakatı
ile Zahid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan
ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş
ve Zahid için matem tutmuş, yasına hükümdar da iştirak etmiştir.
Şair en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten
sonra sözlerini dua ile bitiriyor.”
Kıymetli yazar Yusuf Has Hacip, yine kesin
olmamakla birlikte 1077 yılında Kaşgar’da
hayata gözlerini yummuştur.
Türk İslam tarihinin bu büyük şairi, bilim
adamı ve düşünürü Yusuf Has Hacib’in
doğumunun 1000. yılı dolayısı ile Kırgız
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Almazbek
Atambayev’in himayesinde, 33. Dönem
TÜRKSOY Daimi Konseyi’ne katılan kültür
bakanlarının oy birliği ile almış olduğu karar sonrasında 2016 yılı, Türk dünyasında
Yusuf Has Hacip Yılı olarak ilan edilmiştir.
Kutadgu Bilig’den derlenmiş olan şu birkaç
nasihat kitabın ne kadar engin bir bilgi ile
yazıldığını daha iyi anlamak için yeterlidir
aslında:
Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın
süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü
dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.
Bir insan bütün dünyaya tamamen sahip
olsa bile, sonunda dünya kalır; onun kısmetine ancak iki top bez düşer.
Eğer kendine candan bağlı birisini arıyorsan, sözün kısası, kendinden daha candan
birini bulamazsın.
Ey asil insan! İnsanlığı elinden bırakma;
insanlığa karşı daima insanlıkla muamele
et
İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla
saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür
ve insanın dili yüzünden başı gider.
Bu dünyanın kusuru bin, meziyeti ise birdir. İnsan bunu nasıl geçirirse, o öyle geçer.
İşi adaletle yap, buna gayret et; hiç bir zaman zulüm etme; Allah’a kulluk et ve O’nun
kapısına yüz sür.
53
54
Güreş, Kemankeşlik,
Tomak Oyunu, Labut Atma…
OSMANLI’DA
SPORUN YERİ
BİNİCİLİK, OKÇULUK GİBİ SPOR DALLARI
HEM DAHA SAĞLIKLI BİR BEDENE
SAHİP OLMAK HEM DE BUNU EĞLENCELİ
HALE GETİRMEK ADINA TERCİH SEBEBİ.
ANCAK NE KADAR EĞLENCELİ DE OLSA
GÖRÜYORUZ Kİ BİZ GENEL OLARAK,
SPORU GÜNLÜK HAYATIMIZIN BİR PARÇASI
HALİNE GETİREBİLMİŞ DEĞİLİZ.
BELLİ BİR RUTİNDE DEĞİL, CANIMIZ
İSTEDİĞİNDE YAPIYORUZ ÇOK ZAMAN. YANİ
GENELİMİZ İÇİN SAĞLIK İÇİN BİR AMAÇTAN
ÇOK EĞLENCE İÇİN BİR ARAÇ OLMUŞ
DURUMDA SPOR.
55
” İki yiğit çıktı meydane
İkisi de birbirinden merdane
Allah Allah İllallah!
Koç yiğitlere alkışlarla diyelim maşallah!”
Ata sporumuz dediğimiz birçok dal için atalarımıza, Osmanlı’ya baktığımızda karşımıza çıkan tablo ise bu günkü durumun tam
tersi. Bizim bin bir zahmete katlandığımızı
düşündüğümüz aktiviteler o zamanlarda sıradan bir insanın sıradan hayatında kullandığı zaruri faaliyetlerdenmiş. Mesela günümüzde özel zamanlar ayrılıp, özel dersler
alınarak öğrenilen binicilik, Osmanlı’da
kadın, erkek, çoluk-çocuk herkesin illa ki
bildiği ve günlük hayatlarında kullandıkları
bir gereklilik olarak çıkıyor karşımıza.
Savaşçı topluluklar olan ilk Türk toplumlarından Osmanlı’ya kadar gelen okçuluk, o
dönemlerde bir savaş aracıdır. Haliyle ülkesini ve şahsını korumak amacı güden her
insanın da doğal olarak öğrendiği, bugünlerin de en gözde spor dallarından biri yani.
Bu gün bir olimpiyat dalı olan okçuluk,
Osmanlı’nın ve özellikle padişahların en
fazla önem verdiği saldırı, korunma ve
spor çeşitlerinden biri idi. Okçuluk yani
Osmanlı’daki adı ile “kemankeşlik” Yeniçeri Ocağının kuruluşundan beri varlığını
sürdürmekteydi. Öyle ki Yeniçerilerin o zamanlardaki başlıca silahları ok, hançer ve
kılıç idi.
Kemankeşliğe en fazla kıymet veren padişahlardan biri olan Yıldırım Bayezid Han
zamanına kadar padişahları korumakla
görevli sekbanlar, Beyazid ile birlikte bu
görevlerini yine kendileri aralarından seçilen okçulara bıraktılar. Sultan Yıldırım
Bayezid’in 4 adet sol elini ve 4 adet de sağ
elini kullanan okçuyu her iki tarafına yerleştirmesi ve zamanla da sayılarının arttı-
rılması ile ortaya çıkan bu yeni teşkilatlanmanın başında “Solakbaşı” bulunurdu.
Osmanlı’da spora verilen kıymet kuruluştan itibaren artarak devam etmiştir.
Sayıları hiç de az olmayan spor tesisleri
ve spor alanlarının sürekliliği için vakıflar
kurulmuş ve bu vakıflar tekke olarak adlandırılmıştır. Mesela güreşçiler tekkesi
veya okçular tekkesi olarak adlandırılan bu
tekkelerdeki sporcular oldukça düzenli ve
disiplinli hayatlar sürerlerdi. Burada eğitim
alan sporculara “idmancı” denirdi. Başlarında bulunan usta idmancılar tarafından
yedikleri yemeklerden uyudukları uykuya
kadar bir düzen çerçevesinde yaşamaları
sağlanırdı.
56
Bu gün bir olimpiyat dalı olan okçuluk, o dönemdeki adı ile “kemankeşlik”,
Osmanlı’nın ve özellikle padişahların en fazla önem verdiği saldırı,
korunma ve spor çeşitlerinden biri idi.
Sultan 3. Murat döneminde saray şehnamecisi Seyit Lokman tarafından Türkçe olarak yazılmış olan ve 1584’te bitirilen birinci
cildinde, Osman Gazi ile 1. Selim arasındaki
dokuz padişahın yaptıkları, hünerleri anlatılan “Hünername”’de padişahların tahta
çıkışları, dönemin savaş ve önemli olayları, padişahların ok atışları, gürz atmaları,
avlanmaları, cirit ve çevgen oynamaları da
detaylıca anlatılmaktadır. Bu kitaba göre
Sultan 1. Murat Han’ın bizzat katıldığı ve üç
gün süren spor organizasyonları yapılmakta idi. 3 günlük bu program şöyle idi:
1. Gün: Hedefe ok atma yarışları
2. Gün: Çevgen oynama ve gürz atma
3. Gün: Cirit oyunu ve zırh giydirilmiş bir
kurdu öldürmek.
Osmanlı’nın bir diğer önem verdiği spor
dalı olan güreş ise padişahlar arasında bile
oldukça gözde idi. Bunun için özel müsabakalar düzenlenir, hatta bunların bir kısmına bizzat sultanlar da katılırdı. Spora olan
düşkünlüğü ile de tanınan Kanuni Sultan
Süleyman Han‘ın bu müsabakalardan biri
ile ilgili bir anısı şöyledir: “Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır
ve Yahya Efendi’yi alıp, Yeniköy Çayırı’na
57
Sporun Osmanlı’da devlet korumasına girmesi Fatih Sultan Mehmet
Han zamanında olmuştur. Ayrıca yine bu dönemde Enderun
mektebinde gösterilen derslerden biri haline de gelmiştir.
götürür. Burada güreşler vardır. Ancak
hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden
geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan
bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca
koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her
yıktığı Türkün ardından kahkahalar atar,
haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar
sevinçten çıldırırlar. Kanuni mi? Kahrolur
tabii. Yahya Efendi bakar Padişah çok üzülüyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk
bir pazarlık yapar.
-Yenilen, yenenin dinini kabul edecek tamam mı? der.
Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler,
teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi
onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama
nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri
aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.”
Sporun Osmanlı’da devlet korumasına girmesi Fatih Sultan Mehmet Han zamanında
olmuştur. Ayrıca yine bu dönemde Enderun
mektebinde gösterilen derslerden biri haline de gelmiştir. Sporun günümüz eğitim
sistemi düzeyindeki yerini alması ise Sultan II. Mahmut dönemine rastlamaktadır.
Osmanlı’nın bir diğer spor oyunu Labut atmadır. Ortalama 4-5 santimetre kalınlığında ve 90 santimetre uzunluğunda bir
meşe parçasının kabuğu soyulup, ucu altıgen şeklinde sivriltilerek meydana getirilir
labut değneği. Değneğin şeklinden ötürü
bir diğer adı da “kalemli”dir. Labut atma
at üzerinde oynanan bir oyun türüdür. İki
yüksek ağacın tepelerine karşılıklı olarak
ip gerilir. Bu ip çok yüksekte olduğundan at
olanca gücüyle koşturulur ve tam o esnada
labut ipin üzerinden aşırılmaya çalışılır. Labutu en uzağa atan galip kabul edilirdi. Bazı
padişahların da yer yer oynadığı bu oyunda
adından söz ettirmiş en maharetli padişah
olarak Sultan IV. Murat Han gösterilir.
Özellikle Osmanlı’nın son iki yüz yılında
kendinden bahsettirmiş bir diğer oyun da
“tomak oyunu”dur. Bu oyun içi kar keçesi
ile doldurulmuş, ortalama bir yumruk büyüklüğünde meşinden yapılma bir topun
sırımdan bir sapa bağlanmasıyla ortaya
çıkan” tomak topu” ile oynanırdı. Altışar kişilik takımlar halinde toplam on iki kişi ile
oynanan oyunun oyuncularına tomakçı denirdi. Adeta bir kırbaç gibi sallanan topun
karşı oyuncunun sırtına vurulmaya çalışılması oyunun temel kuralı idi. Sırtına topu
yiyen oyuncu oyun dışı kalırdı. Oyunun en
önemli kuralı ise topun sırt bölgesi dışında
bir bölgeye vurulmasının yasak olmasıydı.
58
AFRİKA’DAN
AVRUPA’YA
ADINI BİLE
BİLMEDİĞİMİZ ÜLKELER
VE İLGİNÇ YAŞAMLARI
BELKİ BİRÇOĞUNUN VARLIĞINDAN DAHİ HABERİMİZ
YOK. NÜFUSLARI DA YÜZ ÖLÇÜMLERİ DE BELKİ BİR
ŞEHRİMİZDEN BİLE KÜÇÜK. ANCAK HEPSİ BİRER ÜLKE
VE ÜZERLERİNDE DEVAM EDEN HAYATLAR BİR HAYLİ
İLGİNÇ. KENDİLERİNE ÖZGÜ KÜLTÜRLERİ, FARKLI İNANIŞLARI VE YER YER ŞAŞKINLIĞA DÜŞÜREN GÜNLÜK YAŞAMLARI İLE AYNI DÜNYAYI PAYLAŞTIĞIMIZ İNSANLAR…
BELKİ BİR ŞEKİLDE BİR GAZETE, DERGİ VEYA TELEVİZYON HABERİNDE ADINI ŞÖYLE BİR DUYDUĞUMUZ BİR
KAÇI DIŞINDA ÇOĞU HAKKINDA HİÇBİR FİKRİMİZ YOK
ÇOĞUMUZUN. BU DURUM ÇOK DA GARİPSENECEK YA DA
AYIPLANACAK BİR DURUM DEĞİL ASLINDA. BÜYÜK EKONOMİLERİN KONTROLÜNDE OLAN DÜNYADA BAŞLARINA OLAĞANÜSTÜ BİR DURUM GELMEDİKÇE YA DA YENİ
KEŞFEDİLMEMİŞLERSE VARLIKLARININ HER HANGİ BİR
YERDE TELAFFUZ EDİLMEMESİ NORMAL.
59
60
Palau Adası
Papua Yeni Gine’nin hemen kuzeyindeki bu
küçük ada ülkesinin yüz ölçümü sadece yüz
kırk üç kilometre kare. Nüfusu ise 21.000
civarında.
Etrafına onlarca adacık toplamış bu ada
ülkesinin ilk ev sahipleri bundan 3000 yıl
önce Filipinlerden gelip yerleşmişler buraya. Ancak bu özgür yaşam çok uzun süsmemiş ve bir süre sonra İspanyol hakimiyeti altına girmişler. Görsel olarak oldukça
göz kamaştırıcı olan Palau Almanların da
dikkatinden kaçmamış ve İspanyollar tarafından Almanlara satılmış. Ancak 2. Dünya
savaşından hemen önce Japonlar tarafından ele geçirilen ülke, bu işgalden kısa bir
zaman sonra da Amerika egemenliğine
girmiş. Adanın bağımsızlığına kavuşması
uzun yıllar almış. 1994 yılında gelen özgürlük bile şarta bağlı olarak elde edilmiş.
Yapılan halk oylamasında ABD ile yapılan
Serbest Birlik Sözleşmesi’nin devamı şartıyla bağımsızlık kararı alınmış.
Palau’nun yerli halkına Mikronezyalılar
deniyor. Nüfusun yüzde yetmişini oluşturan Mikronezyalılar, Polinezyalılar ve Melanezyalı halklarının birbirlerine karışmasından oluşan yerel bir topluluk.
Bu küçücük adada toplam dört dil konuşuluyor: Palau dili, Sonsoral-Tobi dili, İngilizce ve Japonca. Bu dil zenginliğinin en
büyük sebebi ise elbette yıllarca farklı kültürlerin yönetimi altında kalmaları.
Palau gerçekten görülmeye değer plajlara ve adalara sahip. Adı sanı herkesçe pek
bilinmese de bilenler tarafından sık ziyaret
edilen bir tatil ülkesi aynı zamanda. Üstelik
bu muhteşem güzelliklere sahip ülke Türk
vatandaşları için vize şartı da aramıyor.
Palau Adası
hak iddia etmişler. Anlaşmaya varmaları
ise ortalama 26 yıl sürmüş. 1906 yılında
bir Britanya-Fransız Kondominiyumu olan
Yeni Hebridler adı ile bu iki ülke tarafından
birlikte yönetilmeye başlanmış. Kondominium kelimesinin sözlükteki ilk karşılığı
“kat mülkiyeti”. İkinci anlamı ise bir ülke
Vanuatu
Vanuatu’yu en sıra dışı kılan yönlerinin
başında adının duyulmamasından çok ülkenin yıllarca iki ülke tarafından aynı anda
yönetilmiş olması geliyor. 1606 yılında İspanyolların adayı keşfinden sonra yerli
halk yüzlerce yıl bağımsızlığını tekrar kazanamamış. 1880 yılları ile birlikte de ada
üzerinde hem Fransızlar hem de İngilizler
Vanuatu
Vanuatu,
“mutlu insanların
ülkesi” olarak
biliniyor.
61
üzerinde birkaç devletin hakimiyeti demek.
1906 yılında başlayan bu “kondominium”
durumu 1980 yılına kadar devam etmiş.
1980 yılında bağımsızlığına kavuşan ülkenin yönetim şekli ise tıpkı adında olduğu
gibi Cumhuriyet.
Yer altı kaynakları açısından çok da zengin
sayılmayan ve aslen volkanik bir tarihe sahip olan bu ülkenin neden böylesine paylaşılamamış olduğu ise gerçekten merak
konusu. Ancak ülkenin doğal güzellikleri ve
tropikal iklimi göz önüne alındığında belki
de başka bir sebep aramaya da gerek yoktur.
Vanuatu, “mutlu insanların ülkesi” olarak
biliniyor. Bunun nedenini Vanuatu Fahri konsolosumuz Mehmet Atar şöyle anlatmış: “Vanuatu, İngiltere merkezli Yeni
Ekonomi Vakfı’nın (NEF) da aralarında
bulunduğu uluslararası kuruluşlar tarafından, 2006 ve 2010’da dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı ülke seçildi. İnsanların
ortalama ömür beklentisi, hayattan mem-
Lesotho Krallığı
nuniyetleri, ekolojik ayak izi göz önüne alınarak yapılan bir hesaplamanın sonucu.”
2013 yılından beri Vanuatu fahri konsolosluk görevini yürüten Mehmet Atar buradaki
başarılı çalışmalarının karşılığını da oldukça hızlı almış. Tıpkı Palau gibi bu ülkeye de
Türkler için vize uygulaması yok.
Lesotho Krallığı
Afrika kıtasının hemen güneyinde yer alan
bu şirin ülke, adını üzerinde yaşayan halktan alıyor. Lesotho, “Sotho dilini konuşan
insanların ülkesi” anlamına geliyor. Tıpkı
Vatikan ve San Marino gibi bu küçük ülke-
62
Ülkeye adını Liechtenstein ailesi vermiş. Aile, ülkeye oldukça uzaklarda,
Aşağı Avusturya’daki Liechtenstein şatosunda oturmaktaymış.
nin dört tarafı da başka bir ülke toprakları
ile çevrili. Güney Afrika Cumhuriyetinin ortasına kurulmuş gibi duran bu ülke, bağımsızlık için gerçekten çok uzun süre beklemiş. Ancak 1966 yılında kazandığı özgürlük
ekonomik olarak toparlanmasına yetmemiş. Öyle ki bir dönem çok ciddi bir şekilde
bağımsızlığından vazgeçerek Güney Afrika
Cumhuriyeti ile birleşmeyi düşünmüş.
Etrafındaki Afrika çemberi nedeni ile denizle hiçbir bağlantısı bulunmuyor ülkenin.
Ancak bunun yanı sıra rakımı oldukça yüksek bölgelere sahip. O kadar ki bu durum
ona bir unvan bile kazandırmış: “Gökyüzündeki Krallık”
Başkenti Masero olan ülkenin iki adet resmi dili bulunuyor. Bunlar Sesotho ve İngilizce. Lesotho Krallığının kendine has kültürüne verilen ad da dili ile aynı: Sesotho.
Bu, köy merkezli bir kültür. Bölge şefine
bağlı olarak görev yapan, “moreno” adı verilen ve her bir köy için bir tane görevlendirilmiş olan köy reisleri var.
Köylerde en çok dikkat çeken yapıların başında “rondavels”ler geliyor. Bu küçük kulübe görünümlü yapılar mutfak, depo veya
uyku kabini olarak kullanılıyorlar. Tarımın
çok az bir bölgede yapıldığı ülkede en çok
mısır, fasulye ve buğday yetiştiriciliği yapılıyor. Mahsul yetiştirilen bu topraklar köylülere reis tarafından pay ediliyor.
Liechtenstein Prensliği
İlginç yöresel kıyafetlerini süsleyen en
farklı detay ise mokorotlo adı verilen şapkaları. Koni şeklindeki bu şapkalar, samanın dokuması ile elde edilen ve tepesinde
tüm şapkayı bir arada tutan düğümü bulunan şapka ile yün örtüden meydana geliyor.
Mokorotlolar o kadar geleneksel kabul ediliyor ki ülke bayrağında bile yer verilmiş. Bu
kadar çok kıymet verilen bu şapka kültürü
ilhamını Thaba Bosiu yakınlarında bulunan
Qiloane kayalığından almış. Tıpkı şapka gibi
hemen herkeste görebileceğiniz bir başka
kıyafet olan yün örtüler ise İngiliz Tüccarlardan miras. Bu örtüyü özel kılan ise kışın
soğuktan yazın ise sıcak havadan koruyan
çok yönlü bir giysi olması.
Oldukça renkli bir kültüre sahip olan Lesotho Krallığındaki bu kendine has yaşam
maalesef sadece köylerde devam ediyor.
Çünkü şehirlerdeki Lesotholuların yaşam
tarzları Avrupa ülkelerinden pek de farklı
değil.
Liechtenstein Prensliği
Dünyanın en küçük altıncı ülkesi Liechtenstein. Toplam yüz ölçümü 160 bin kilometre kare. İsviçre ve Avusturya’ya komşu
bir Orta Avrupa ülkesi. Başkenti Vaduz olan
ülkenin para birimi ise İsviçre Frangı.
Liechtenstein’ı ilginç kılan özelliklerinin
başında bir ordusunun olmaması geliyor.
Savaşların ortasında geçmiş uzun tarihi
düşünüldüğünde bu durum gerçekten de
oldukça enteresan. Liechtenstein ‘ın ülkeyi korumak ve sınırları gözetmek için
kurduğu küçük bir askerî birliği dışında bir
ordusu yok gerçekten de. Bu askeri birlik
ise sadece 125 kişiden oluşuyor. Buradan
anlaşılan o ki ülke sözünü dinletme konusunda, oldukça güçlü olan ekonomisine
güveniyor gibi. Dünya üzerinde kişi başına
düşen sanayi üretimi en fazla olan ülke olarak biliniyor. Kişi başına düşen milli gelir
açısından da ilk 10’da. Hatta yaklaşık 3.150
işletmesiyle Liechtenstein’da 11 kişiye 1 işletme düşüyor.
Ülkede yaşayan Türk sayısı da hiç azımsanacak gibi değil. Öyle ki Türkler ülkenin beşinci büyük yabancı grubunu oluşturuyor.
Ülkeye adını Liechtenstein ailesi vermiş.
Aile, ülkeye oldukça uzaklarda, Aşağı
Avusturya’daki Liechtenstein şatosunda
oturmaktaymış. Şato, 1140’tan 13. yy ortalarına ve 1807’den günümüze kadar ailenin mülkiyetinde kalmış. Yüzyıllar boyunca
aile, Moravya, Aşağı Avusturya, Silezya,
ve Styria’da geniş araziler edinmiş. Ancak
tüm bu topraklar daha kıdemli olan derebeylerine bağlı kalmış, özellikle de Liechtenstein prenslerinin danışmanlık yaptığı
Habsburg’lara. Kendine doğrudan bağlı hiç
toprağı olmadığı için Liechtenstein ailesi
İmparatorluk meclisi Reichstag’da bir sandalye edinememiş o zamanlar. Hal böyle
olunca da ülkenin o zamanki prensleri, o
zaman da güçlü olan mali durumları sayesinde ülke topraklarını satın almışlar.
63
Antigua ve Barbuda
Ülkeyi meydana getiren iki büyük ada aynı zamanda ülkeye adını da vermiştir. Antigua ve Barbuda ülkesinin başkenti ise Antigua adasındaki St. John’s şehridir. Resmi dil olarak İngilizcenin kullanıldığı bu orta Amerika ülkesinin yerel halkının kullandığı dil ise Antiguan
Creole.
Buraya ilk yerleşimin M.Ö. 2400 yıllarında olduğu söylense de bu adalar 1493 yılında Kristof Kolomb tarafından adlandırılmış. Bir İngiliz
kolonisi olduğu 1632 yılı ve sonrasında her ne kadar Fransızlar tarafından da göz dikilmiş olsa da ada İngilizlerde kalmış.
Barbuda, Antigua’nın 40 km kuzeyinde bulunuyor. Yüz ölçümü 161 kilometre kare. Burası görsel olarak oldukça hoş ve yemyeşil ağaçlarla kaplı bir mercan adası. Adanın en büyük talihsizliklerinden biri hiç akarsuyunun olmaması. Bu yüzden de Antigua’dan daha az yağış
alıyor. Adadaki tek yerleşim yeri batısındaki Codrington.
Adalardaki halkın çoğunluğu Afrika kökenli siyahilerden oluşuyor. Nüfusun büyük kısmı başkent St. John’s’da yaşamakta. Bir zamanlar
neredeyse geçiminin tamamını sağlayan şeker üretimi bu gün yok denecek kadar az. Ülkenin şu anki en büyük ekonomik kaynağı turizm.
Gambiya
Gambiya, Afrika’nın en küçük ülkesi olma
özelliğini taşıyor. Ülkenin alanı 11.255 kilometre kare. Resmi dili İngilizce olan ülke
nüfusunun yüzde doksanı Müslüman. Zaten ülkenin resmi adı da Gambiya İslam
Cumhuriyeti.
Atlantik Okyanusuna küçük bir kıyısı olan
ülkenin diğer üç tarafı Senegal ile çevrili.
Ülkenin ortasından Gambiya Nehri geçiyor.
Bu Afrika ülkesinin sınırları oldukça ilginç
bir hikayeye sahip: Bu sınırların bu kadar
ilginç olmasının gerçek sebebi, İngilizlerin
bu bölgeye işgal nedeni ile geldiklerinde,
Gambiya Nehri’nin gemi ile ilerleyebildikleri bölgelerinde, gemilerinden attıkları
topların gittiği en son mesafesine göre sınır hattının belirlenmiş olması.
Tropikal iklimin hakim olduğu ülkenin
ortalama sıcaklığı 27 derece civarında.
Gambiya’da birçok etnik grup birlikte yaşıyor, bu gruplar içerisinde çoğunluğu ise
ülke nüfusunun neredeyse %40’ını oluşturan Mandinka etnik grubu oluşturmakta. Mandinkalardan sonra en fazla nüfusa
sahip olan etnik grup ise %19’a yakın bir
oran ile Fulbelerin nüfusu... %15’e yakın
bir oran ile Volof etnik grubu izliyor.
64
G
SICAKKANLI, SAMİMİ, GÜLER YÜZLÜ...
TELEVİZYON PROGRAMCISI, TİYATROCU, RESSAM…
HER PARMAĞINDA BİR DEĞİL, BEŞ MARİFET BİR USTA…
AFUR UZUNER
65
Sanatın içinde yoğrulmuş; resimden tiyatroya, müzikalden televizyona yaptığı
her işin hakkını vermiş; ne erken yaşta gelen şöhretin ne de her alanda takdir
edilen yeteneğinin kişiliğini değiştirmesine izin vermemiş, başarılı bir usta, ideal
bir eş, mütevazı bir yetenek… Kısacası hayatı başarmış bir “ insan”…
Aile Dostu: Ankaralı olduğunuzu ve Gazi
Üniversitesi Resim Bölümü mezunu olduğunuzu biliyoruz. Peki tiyatro ve televizyon ne zaman girdi hayatınıza? Mezuniyetinizden sonra mı? Tiyatro ile ilgili bir
eğitim aldınız mı?
Gafur UZUNER: Evet evet tiyatro eğitimi de
aldım. Ben hem resim hem tiyatro eğitimi
aldım. Ancak sıralamada tiyatro resimden
sonra değil. Şöyle anlatayım. Ben televizyon işine çok erken başladım. Şimdi yaşım
çıkacak ortaya ama (gülüyor) televizyonun
siyah beyaz olduğu zamanlarda başladım.
16 yaşımda falandım. Lise öğrencisiyken
başladım televizyona. “Gülünüz Güldürünüz” diye bir yarışma programıyla… Amatör tiyatro yapıyordum o zamanlar. O dönemin sonrasında da 3-4 yıllık bir eğitimim
var. Resimle ikisi paralel gitti. Ama tiyatroya başlama tarihim amatörce de olsa daha
önce.
A.D. : Peki Gafur Bey tiyatroya ilk başlamanız nasıl oldu? Tesadüf mü, tercih mi?
Gafur UZUNER: Bugünkü Ankara Resim
Heykel Müzesi o zamanlar Halk Eğitim
Merkezi idi. Ve bir arkadaşım orada tiyatro
dersleri alıyordu. Ben de gittim, seçmelere
katıldım ve kabul edildim. Gerçekten şahane bir eğitimden geçtik çünkü inanılmaz
imkanlar vardı. Çok güzel bir tiyatro sahnesi ve hep uygulamalı dersler vardı. Hem
devlet konservatuarından hem Milli Eğitimden hocalar geliyordu. Başka bir konservatuarda okusam bu kadar iyi bir eğitim
alamayabilirdim.
Aslında eğitimimin en büyüğünü daha sonra aldım. Resim bölümünden mezun olduktan sonra şansım da yaver gitti misafir
olarak bir yerde sahneye çıktım. O zamanlarda, 80’lere damgasını vurmuş Uluslar
Arası Sanat Gösterileri Şan Tiyatrosu’nun
başındaki genel koordinatörü Saim Ege-
66
“17 yaşımda oldukça popülerdim. Hatta bugünkünden daha
popülerdim. Çünkü televizyon tek kanaldı ve dolayısıyla
herkes o kanalı seyrediyordu.”
men Bostancı beni bu yerde seyretmiş ve
ben böylece İstanbul’da müzikallerde oynamaya başladım. Henüz 22 yaşında falanken
ben, Adile Naşit, Şener Şen, Nevra Serezli,
Nisa Serezli, Müjdat Gezen, Perran Kutman, Ahmet Gülhan, Ayşen Gruda, İsmet
Ay, Demet Akbağ, Yasemin Yalçın, Mehmet
Ali Erbil, Uğur Yücel gibi isimlerin yer aldığı ekiplerle 7 yıl çalıştım. Bu benim için
okulun en kralı oldu. Orada herkesten bir
şey öğrendim. Tiyatro yaşantım böyle devam etti. Şanslı bir başlangıç yaptım yani.
Bir de Ankara’dan Anadolu’nun bağrından
gitmişim, hakikaten zor bir işti ama Allah
yardım etti şükürler olsun.
A.D. : Ama diğer taraftan da resmi hiç bırakmadınız değil mi?
Gafur UZUNER: Tabi bırakmadım. Bir taraftan resim sergilerim falan da devam
etti. Bu da iyi oldu çünkü o taraftan da besleniyorsun, resim sergini görmeye Haldun
Dormen falan geliyor. Bunlar çok önemli.
Mesela 84’te kişisel bir sergi açtım. Daha
sonrasında bugünün de büyük bankalarından biri olan bir bankanın tiyatrosunda
oynarken banka bana Anadolu’nun birçok
şehrinde; Ordu, Trabzon, Samsun, Bursa,
Elazığ, Diyarbakır, Çorum v.s. kendi sanat
galerinde sergi yaptırdı ve şahane bir şeydi.
Maalesef bugün öyle imkanlar yok.
A.D. : Tiyatro ve televizyon arasındaki geçişiniz nasıl oldu?
Gafur UZUNER: Söylediğim gibi ben önce
televizyonla başladım. Zaten müzikallerde
oynamama da biraz bu sebep oldu. Çünkü
biraz da süksem olmuş oldu. O yıllarda iyi
bir şey yaparsanız bir gecede çok popüler
oluyordunuz. Ben de 17 yaşımda oldukça
popülerdim. Hatta bugünkünden daha popülerdim. Çünkü televizyon tek kanaldı ve
dolayısıyla herkes o kanalı seyrediyordu.
A.D. : Gafur Hocam, komedi ve şive denilince ilk akla gelen isimlerdensiniz. Ve
özellikle Karadenizliler çok sahipleniyorlar sizi. Oysa siz Ankaralısınız.
Gafur UZUNER: Aslında orada bir hata yaptığımı düşünüyorum. Şimdi Karadenizli tipi
var ya bende biraz. (gülüyor) Bakıyorlar bu
adam şiveyi de iyi yapıyor. Bir Karadenizli
rolü geldiği zaman direk beni arıyorlar. Bir
de tüm bunlar yüzünden beni Karadenizli
de zannediyorlar ya rolü de garantilemiş
oluyorlar. Ama ben burada bir hata yaptım.
Şimdiki aklım olsa o rollerin hepsini kabul
etmezdim. Çünkü üstüne yapışıyor. Hep
aynı karakterleri oynayınca da senin diğer
yönlerini, renklerini seyirciye göstermen
engelleniyor. O yüzden orada bir strateji
hatası yaptığımı düşünüyorum. Yoksa Karadeniz ile bir akrabalığım bile yok oysa.
A.D. : Aslında memleketin neresine giderseniz gidin sanki oradan biriymişsiniz gibi
karşılanıyorsunuz. Sizce bunun sebebi nedir?
Gafur UZUNER: Evet aynen öyle. Özellikle
yaptığım bu gezi programında, “Gezelim
Tozalım”da o kadar çok hayır duası alıyorum ki. Ben aktör olarak yıllardır bu işin
içindeyim ama sokaktaki insanla iletişimim
ve Gafur Uzuner olarak hayata bakışım duruşum, vs bu gezi programında çok daha
fazla görünür oldu, altını çizmiş oldum.
67
Baktım şöyle bir. “hacı amca sen buralı mısın?” dedim. “Hee” dedi.
“Kaç yaşındasın?” dedim “70” dedi. “E hiç mi gitmedin Aktaş Şelalesine?”
dedim. “Ula yolu çetindur niye gideyum, karnımı mi doyurayi?” dedi.
A.D. : Bu güne kadar sizi daha çok komedi dizilerinde gördük. Bu sizin tercihiniz
miydi?
Gafur UZUNER: Ben başlarken de bir komedi yarışması ile başladığım için daha çok
öyle roller geldi bana. Ama şunu söyleyebilirim ki komedi oynayan aktör her şeyi oynar, hatta dramı daha iyi oynar. Mesela bakın komedi oynayan bütün aktörler çok iyi
dram oynar, agrasif veya kötü adamları çok
iyi oynarlar. Yönetmenler aslında kolaycılıktan vazgeçseler çok daha ağır roller,
kötü adamlar, dramatik karakterler oynamak istiyorum. Çünkü ben daha aktörlüğümün yüzde otuz beşinin kullanıldığını düşünüyorum. Yüzde altmış beşi bende saklı
duruyor. Ama Allah büyük daha ömrümüz
varsa deneme şansımız çıkar elbet.
A.D. : Peki aklınızda keşke ben oynasaydım dediğiniz bir rol var mı?
Gafur UZUNER: Yok ama hani şöyle köyün
delisi gibi rolleri oynamayı seviyorum. Hatta oynadım da böyle roller. Hani içi doldurulabilecek roller vardır. Kabiliyetsiz biri
bile oynadığında o rol güzel durur. Eğer o
güzel duran rolü bir de kabiliyetli bir adam
oynarsa… Ama tabi yanlış anlaşılmasın,
ukalalık gibi algılanmasın, kabiliyetli buluyorum kendimi falan anlamında söylemiyorum, sonuçta takdir seyircinindir. Söylemek istediğim bu tür, oynamaya uygun
roller aktörü coşturur. Kısacası genel olarak bu tarz çözebileceğim rolleri oynamak
isterim ama özellikle şu rol diye söyleyebileceğim bir rol yok.
A.D. : Şu an iki projede birlikte yer alıyorsunuz. Kertenkele dizisi ve Gezelim Tozalım. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz
bize?
Gafur UZUNER: Gezelim Tozalım benim
yedi senedir yaptığım bir iş. Kertenkelede
başlamam ise şöyle aslında: Biz esasen
başka bir proje için görüşmeye gitmiştik
kanala ama sağ olsunlar Serhat Albayrak
bey “bizim dizilerde de başlasanız” dedi.
Böylece geçen sene başladık. Ama hiç
kusura bakmasınlar yazarlar, bir oyuncu
alırsan o oyuncuya yazmayı da bileceksin.
Kertenkeleyi yazanlar bence güzel yazmıyor. Gezelim Tozalım beni daha çok mutlu
ediyor açıkçası.
A.D. : Gezelim Tozalım’da çok fazla yer
gezip görüyorsunuz. Muhakkak ilginç, komik veya sizi etkileyen anılarınız olmuştur. Paylaşır mısınız bizimle de bunlardan
birini?
Gafur UZUNER: Gezelim Tozalım beni
mecburen gezdiriyor. Çünkü biz gezen bir
millet değiliz. Bununla ilgili bir anımı anlatayım size. Akçakoca’da Aktaş diye bir köye
gittim. Aktaş köyünün camisinin avlusunda
hacı amcalar oturuyordu. Selamlaştık. Dedim ki amcalardan birine “Burada Aktaş
diye bir şelale varmış. Nasıl gideriz?” –
“He, var” dedi Karadeniz kökenli bir amca.
Oradan gelmiş kökleri. “Napacan?” dedi.
“Çekim yapacağız, bir tarif edersen” dedim. “Ula uşağum ta orda ormanın içinde
deyiler” dedi. Baktım şöyle bir. “Hacı amca
sen buralı mısın?” dedim. “Hee” dedi. “Kaç
yaşındasın?” dedim “70” dedi. “E hiç mi
gitmedin Aktaş Şelalesine?” dedim. “Ula
yolu çetindur niye gideyum, karnımı mi
doyurayi?” dedi. Yani biz eğer bir menfaatimiz, işimiz yoksa 5 kilometreye bile gitmiyoruz. Yani biz gezme işinde genel olarak
sıkıntılı bir milletiz. Buna beni de dahil edebilirsiniz. Ben dünyanın bir yığın yerine git-
68
mişimdir ama genellikle işim gereği gitmişimdir. Son beş – altı yıldır özel olarak işim
dışında da yurtdışında bir yerleri gezmeye
gidiyorum. Kısacası Gezelim Tozalım beni
mecbur bıraktı gezmeye, çok mutluyum o
manada.
Ama şunu söyleyebilirim, hep soruyorlar bana nereleri öncelikle öneriyorsunuz
diye. Mesela Kapadokya Bölgesi: Ürgüp,
Göreme, Uç Hisar, Orta Hisar, Avanos, vs
bence her Türkiye vatandaşının görmesi
gereken yerler. Ama yurtdışından özellikle
Japonya’dan daha çok ziyaretçisi var. Yalnız
doğru mevsimde gitmek lazım, Bahar aylarında mesela, yaz sıcağında değil.
Sonra Karadeniz’de Macahel diye bir yer
var. Camili yeni adı. Burayı mutlaka gezmek
lazım. Bir yer daha söylemek gerekirse Akdeniz ve Egenin birbirine karıştığı o yer var
ya hani, Fethiye, Ölüdeniz, Göcek, Kelebekler Vadisi, Anamur, vs buraları muhakkak
görmek lazım. Ama şunu da söyleyeyim ki
bu ülkenin neresine giderseniz gidin mutlaka size hitap eden, ilginizi çekecek bir şey
bulursunuz.
A.D. : Birçok işi aynı anda yapmışsınız ve
yapmaya da devam ediyorsunuz. Arasında
en keyif aldığınız hangisidir?
Gafur UZUNER: Şimdi şöyle tarif etmek
lazım. Resim işi bireysel bir sanat. Televizyon ve tiyatro ise ekip işi. Bir sürü insanla
Değişmeye ve
gelişmeye gayret
eden bir adamım,
değişmeyen
gelişmeyen adamı da
sevmem.
birlikte çalışıyorsunuz. Sizin başarınızı veya
başarısızlığınızı birileri etkileyebilir. Yönetmen kötü çekebilir, senarist iyi yazmayabilir
veya onlar iyi çeker de siz iyi oynayamayabilirsiniz, vs… Bu noktada resim yaparken
günahı sevabı size ait, ama diğerinde ekibe
ait. Oyunculuk işi çok insana daha kısa zamanda ulaşabileceğiniz bir iş, resim işi sadece meraklılarına ulaşabileceğiniz bir iş.
Dolayısı ile resim daha kalıcı, oyunculuk ise
biraz buza yazı yazmak gibi. O yüzden her
ikisini de ayıramıyorum. Birinde çok insana
ulaşmayı seviyorum, diğerinde başarının
veya başarısızlığın bireysel oluşunu seviyorum. Yalnız resim, daha ömürlü bir iştir. Allah korusun hastalanıp evde kalmak zorunda olsanız resim yaparsınız ama oyunculuk
yapamazsınız.
A.D. : Peki son olarak biz biraz da evdeki
Gafur Uzuner’i merak ediyoruz. Günlük
hayatınızda neler yaparsınız?
Gafur UZUNER: Gafur Uzuner bir kere çok
evcil bir adam. Evini seven, evde vakit geçirmeyi seven bir adam. Yani evle ilgili fikri
olan bir adam. Mesela ev dekorasyonu, yerleştirilecek bir obje, bir süs.. Bunlardan,
bir yığın hanımın anladığından daha çok
anlarım. Hakikaten anlarım. Estetik kaygılarım vardır. Duvara bir resim asılacaksa,
öyle gelişigüzel asmam, bir obje yerleştirilecekse gelişigüzel koymam. Böyle keyiflerim vardır. Gerçi fazla bilen adam evdeki
hanım için de zor adamdır aslında.
Bahçeyle uğraşmayı severim mesela. Bitki severim, ağaç severim. Sonuç itibarı ile
bir yığın şeyden anladığım için de iyi bir ev
erkeği olduğumu düşünüyorum. Hanımın
işlerini de kolaylaştırıyorum.
Gece hayatından hoşlanmam. İçki ve sigara
kullanmam. Ama asosyal de değilim. Sosyal bir adamım. Değişmeye ve gelişmeye
gayret eden bir adamım, değişmeyen gelişmeyen adamı da sevmem. Başkalarını
dinlemeyen insanları da sevmem. Başkalarının fikrini dinlemek insanı zenginleştirir, beğenmeseniz bile. Katılmayabilirsiniz
ama başkalarını dinlemek iyi bir şeydir,
korkulacak bir şey değildir. Dolayısı ile ben
farklı yerlerden beslendiğim zaman daha
zengin olduğumu düşünüyorum, bir şeyleri
yerli yerine daha iyi oturtabildiğimi düşünüyorum.
69
signal
70
İŞ YAŞAMINIZI ETKİLEYEN,
KOLAYLAŞTIRAN
KURSLAR VE SERTİFİKALAR...
BİLGİSAYAR İŞLETMENLİĞİ, BİLGİSAYAR PROGRAMCILIĞI, İNGİLİZCE, İLK YARDIM VE DİĞERLERİ.
SON ZAMANLARDA HEMEN BÜTÜN İŞ BAŞVURULARININ DEĞİŞMEZ KRİTERLERİ ARASINDA ARTIK
SERTİFİKALAR. PEKİ NASIL ALINIR, NE KADAR SÜREDE ALINIR, NE KADAR SÜRE İLE GEÇERLİDİR?
71
Bilgisayar Sertifikası
Bilgisayarın hayatımızın vazgeçilmez bir
parçası olduğu günümüzde artık trafik
cezamızdan hastane randevumuza kadar
birkaç tuşla ulaşabiliyoruz istediğimiz her
türlü bilgiye. Hatta bir zamanlar en güzel
yazımızla özene bezene yazdığımız özgeçmişimizle başvurduğumuz işler için bile artık internet ve dolayısı ile bilgisayar üzerinden başvuru şartı var. Hal böyle olunca da
ister özel sektörde ister kamuda olsun işe
başvurunuzda en çok göz önünde bulundurulan kriterlerin başında geliyor bilgisayar
bilme, hatta iyi düzeyde kullanma zorunluluğu. İyi bir işe yerleşmek için yeterlilik
şartlarının oldukça yüksek tutulduğunu da
göz önüne alırsak artık sadece “biliyorum”
demek yeterli değil. Bu bilgiyi belgelemeniz
şart.
Peki bilgisayar sertifikası nasıl alınır? Bunun için yaşadığınız şehirdeki bilgisayar
kurslarından herhangi birine başvurabilirsiniz. Burada dikkat etmeniz gereken en
büyük şart kursun Milli Eğitim Bakanlığı
onaylı olması. Aksi takdirde özellikle kamuya yapacağınız başvurularınızda aldığınız sertifikanın bir geçerliliği olmayacaktır.
Oysa MEB onaylı sertifikanız ile hem özel
hem de kamu sektörüne gönül rahatlığı ile
müracaat edebilirsiniz.
Bilgisayar sertifikası için illa ki özel kurslara gitmek zorunda değilsiniz. Ücretsiz kurs
veren Halk Eğitim Merkezleri ve İşkur kursları 160 saatlik bir eğitim süresinden sonra
kursiyerlerine sınav düzenleyerek, başarılı
olmaları halinde sertifika vermektedir.
Bilgisayar kursuna kaydınızı yaptırırken
dikkat etmeniz gereken bir diğer husus ise
“bilgisayar işletmenliği” mi yoksa “bilgisayar programcılığı” mı tercih edeceğiniz.
Çünkü bu iki kursun hem eğitim süresi değişiklik gösterebiliyor hem de içerik olarak
birbirlerinden farklılar. Bilgisayar işletmenliğinin toplam kurs süresi genel olarak
160 saat iken bilgisayar programcılığı 400
saat. İçerik olarak da bilgisayar programcılığı;
Bilgisayara Giriş
İşletim Sistemi
Sistem Hizmet Programları
HERHANGİ BİR İŞE
YERLEŞEBİLMEK VEYA HALİ
HAZIRDA ÇALIŞMAKTA
OLDUĞUNUZ İŞTE
YÜKSELEBİLMEK ARTIK ESKİSİ
KADAR KOLAY DEĞİL. BUNUN
İÇİN DİĞERLERİNDEN ÇOK ŞEY
BİLİYOR OLMANIZ YETMİYOR.
BUNU BİR DE BELGELEMENİZ
GEREKİYOR.
İdari-Ticari Uygulamalar
Programlamaya Giriş
Programlama Dili
Programlama Dili - 2
Veri Yapıları
gibi daha çok program yazılımına yönelik
konularda eğitim verirken, bilgisayar işletmenliği;
Bilgisayara Giriş
İşletim Sistemi
Sistem Hizmet Programları
İdari-Ticari Uygulamalar
gibi ofis uygulamalarında işinize yarayacak konularda eğitim veriyor. Başvurmayı
planladığınız sektöre göre tercih yapmanız
sertifikanızın da doğru hedefe ulaşmasını
sağlayacaktır.
Yabancı Dil Sertifikası
Ekmeğin aslanın ağzında olduğu şu zamanlarda iş başvurunuzda veya öz geçmişinizde
yabancı dil bölümüne sadece “iyi derecede
biliyorum” yazmanız yetmiyor maalesef.
Bazı firmalar iş mülakatlarında bu değerlendirmeyi, küçük testlerle kendileri yap-
72
ÇALIŞMA SAHANIZ NERESİ OLACAK? KAMU MU ÖZEL SEKTÖR MÜ? BU AYRIM EN DİKKAT
EDİLMESİ GEREKEN YER. ÇÜNKÜ EĞER TERCİHİNİZ KAMUDAN YANA OLACAKSA SERTİFİKA
İÇİN BAŞVURU YAPACAĞINIZ KURUM SEÇİMİNDE DİKKAT ETMENİZ GEREKEN ÇOK ÖNEMLİ
UNSURLAR VAR.
salar da hala birçok firma adayı öz geçmiş
üzerinden değerlendiriyor ve orada da iyi
derece ile alınmış bir yabancı dil sertifikası
görmeyi önemsiyor.
Tıpkı bilgisayarda olduğu gibi yabancı dilde
de MEB Onayı önemli. Ayrıca Milli Eğitim
Bakanlığı’nın yapmış olduğu yeni bir çalışma sayesinde Halk Eğitim Merkezlerinden
alınan dil sertifikaları artık daha işlevsel.
Bakanlığın duyurusuna göre: “Milli Eğitim Bakanlığı ile merkezi F. Almanya’nın
Frankfurt şehrinde bulunan Avrupa Dil
Sertifikaları Kurumu (telc) arasında imzalanan işbirliği sözleşmesi ile Ankara
Başkent, İstanbul Kartal, İzmir Karşıyaka,
Antalya Muratpaşa Azize Kahraman, Bursa
Gemlik ve Trabzon Halk Eğitimi Merkezleri,
Almanca ve İngilizce dillerinde, A1 – B2 seviyelerindeki Avrupa dil sertifika sınavlarını
yapmak üzere yetkili kılınmışlardır.
Ülke genelindeki 40.000 değişik yerleşim
birimine hizmet götürmekte olan halk
eğitimi merkezlerinde Avrupa Ortak Dil
Kriterleri’ne göre A1- B2 seviyelerinde açılacak yabancı dil kurslarına devam eden
vatandaşlarımız ile örgün eğitim kurumlarında öğrenim gören öğrencilerimizin
lisanslı sınav merkezlerimizde yapılacak
olan sınavlarda başarılı olmaları halinde,
kendileri adına Avrupa Birliği ülkelerinin
tamamında geçerli olan “telc dil sertifikası”
tanzim edilmektedir. Ayrıca, telc Almanca
dil sertifikalarının denkliği YÖK tarafından
da kabul edilmiştir.”
Burada unutulmaması gereken şey yaban-
cı dil sertifikaları ile memur atamalarında
tercih yapılamıyor olması. Tercih yapabilmek için ÖSYM tarafından yapılan yabancı
dil sınavına girmiş olmak ve başvurulan pozisyon için gerekli olan barajı aşmış olmak
lazım.
Mesleki Eğitim Kursları
İŞKUR’un yapmış olduğu en güzel çalışmalardan birisi de mesleki eğitim kursları.
Bu sayede kişi herhangi bir mesleğe yönelik bir okul bitirmemiş veya zanaat olarak
herhangi bir mesleğe sahip olamamışsa
bile vasıflı hale getirilip meslek edindirilebiliyor. Böylece vasıfsız bir işsiz olmak yerine edindiği meslek sayesinde aranan bir
personel haline gelebiliyor. Bu kursların
bir diğer faydası hakkında ise kurum şöyle
bilgilendiriyor: “İstihdam garantili mesleki
eğitim kurslarına katılanların en az yüzde
ellisi, en az yüz yirmi gün olmak üzere kurs
süresi kadar istihdamda kalmaktadır.” Bunun için yapması gerekense sadece İŞKUR
tarafından belirlenmiş olan şartları taşımak:
Kuruma kayıtlı işsiz olmak,
15 yaşını tamamlamış olmak,
Yetiştirilecekleri mesleğe uygun özelliklere sahip olmak,
İşverenin aradığı özel şartları taşımak,
İş ve meslek danışmanının uygun görüşüne sahip olmak,
Emekli olmamak.
Üstelik bu eğitim karşılığında kişi herhangi
bir ödeme de yapmıyor. Hatta tam tersine
üzerine para bile alıyor. Bu kurslar ile ilgili
kurum tarafından yapılan kısa bilgilendirme şöyle:” Mesleki eğitim kursları ücretsiz
olup kurum tarafından kursiyerlere devam
ettiği fiili eğitim günü süresince ödeme
(20 TL) yapılmaktadır. Ayrıca İş Kazası ve
Meslek Hastalığı Sigortası ile bakmakla yükümlü olunan kişi durumunda olmayanlar
için Genel Sağlık Sigortası Prim Giderleri
de İŞKUR tarafından ödenmektedir.”
Diksiyon ve Güzel
Konuşma Sertifikası
Kariyerinizi müşteri hizmetleri, çağrı merkezleri gibi insanlarla birebir diyaloğun
önemli olduğu bir hizmet sektöründe şekillendirmek istiyorsanız bu sertifika size
birçok iş kapısının açılmasını sağlayacaktır. Hele ki hemen her işimizi telefon veya
internet üzerinden hallettiğimiz bu yeni
dönemde. Pek çok firmanın eskiden olduğu
gibi her semtte şubeleri yok artık. Bunun
yerine çağrı merkezleri var. Hal böyle olunca da fiziki prezantasyondan çok, güzel bir
diksiyon ve hitabet gücü tercih sebebi olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu artıya sahip
olup olmadığınızı anlatmak için de bu sertifikalar birebir.
Güvenli bir kurumdan eğitim ve sertifika
almanız yeterli. Bilhassa özel sektörün tercih alanına giren bu vasıf için sektörün de
eğitimine güvendiği bir kurum seçmeniz
elbette ki sizin lehinize olacaktır. Ortalama
altı hafta kadar süren bu kursların ücretleri
de makul üstelik.
73
74
VÜCUDUMUZUN
ANA KUMANDA
MERKEZİNİ
NASIL KORUMALI?
OLUMLU DÜŞÜNCE VE
OLUMLU MOTİVASYON
İLE ALZHEIMER’DAN
KORUNUN
Bir insanın mutlu, dingin, başarılı olabilmesi için her şeyden önce beyninin nasıl çalıştığını bilmesi ve yaşamında buna uygun
değişiklikler yapması önemlidir. Beyninin
nasıl çalıştığını bilen biri, onun kapasitesini
daha da artırır. Olumlu düşünmesi kolaylaşır ve motivasyonu artar. Bunun sonucunda
hem yaşam kalitesi artar, hem de kendisini
unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, Alzheimer (bunama) gibi beyinle ilgili rahatsızlıklardan korumuş olur.
Çocukluk çağı beyin
gelişiminde önemli
Beyin, doğumdan sonraki 2-3 yıl içinde büyümesine ve gelişmesine devam eder. İnsan yavrusu doğduğunda aslında anne karnındaki gelişmesini tamamlamamıştır. Bu
yüzden doğduktan sonra kendini idare eder
duruma gelmesi için yıllar geçmesi gerekir.
Çocuğun yürümeye ve konuşmaya başladığı dönemlerde beyin, gelişmesine hızlı bir
şekilde devam eder. Bu yüzden bir çocuğa
ne verilecekse öncelikle 0-7 yaş, döneminde verilmelidir.
Beyni en çok yoran monoton yaşamdır.
Monotonluk beyne zarar veren bir durumdur. Çünkü sürekli aynı şeylerle uğraşıldığında, beyinde hep aynı hücreler çalışır.
Bu hücre grubu bir süre sonra da yorulur.
Uzm.Dr.Timur Harzadın
Psikoterapist,
Klinik Psikolog
ALZHEİMER’DAN TUTUN DA MS’E KADAR BİRÇOK
RAHATSIZLIĞIN ÇIKIŞ NOKTASIDIR BEYNİMİZ. PEKİ BU
KADAR KIYMETLİ OLAN BEYİN SAĞLIĞIMIZ İÇİN BİZLER
DE KORUYUCU ÖNLEMLER ALAMAZ MIYIZ?
Böyle birisi günlük hayatta fazla bir performans göstermese bile kendisini halsiz ve
yorgun hisseder.
Bu yüzden kişinin hayatı ne kadar renkliyse,
ne kadar farklı uğraş ve hobileri varsa beyni de o kadar dinlenmiş halde olur. Çünkü
böylece sürekli farklı farklı hücre grupları
çalışır. Çalışıp yorulan hücreler ise başka
bir hobi ile ilgilenince dinlenmiş olur.
Eğer bir kişinin durağan bir yaşam biçimi
varsa, aslında bu kişinin bir beyne ihtiyacı
çok azdır. Çünkü burada bedenin aldığı bir
risk yoktur. Beynin öncelikli amacı bedenin
sağ kalmasını sağlamaktır. Çevresel bir
uyarının az olduğu veya riskin sıfır olduğu
ortamlarda beyin bundan olumsuz etkilenir. Köyde yaşayan ve sürekli camdan etrafı
seyreden yaşlı bir kadın için bunama riski
yüksektir.
Bu yüzden her gün gidilen yolu değiştirmek, farklı sokaklardan geçmek ve böylece
beyni şaşırtmak da zihin için çok yararlı bir
egzersizdir. Farklı yerlerde tatile gitmek,
denemediği yiyecekleri denemek, yeni insanlarla tanışmak zihin için çok yararlıdır.
Hobiler ve gülmek beyni
dinlendirir.
Monotonluktan çıkmak için bir hobi edinmek çok yararlıdır. Ancak yapılan araştırmalarda spor yapmanın beyin sağlığı açısından ayrı bir yeri olduğu bulunmuştur.
Beyin hücreleri arasındaki dentrit isimli
bağlantıların spor yapanlarda giderek güçlendiği, ayrıca sporun beyinde endorfin denen mutluluk veren hormonun üretimini
artırdığı bulunmuştur. Ancak boks gibi kafaya darbe gelen sporlar önerilmez.
Hobilerde önemli olan kişinin kendisine iyi
gelen hobiyi bulup yapmasıdır. Bazen sırf
moda olduğu için yapılan veya öteki insanlara gösteriş olsun diye başlanan bir hobi
ise zihne iyi gelmez. Çünkü buradaki amaç
sırf bir hobiye sahip olmak değildir. İçten
gelen bir ihtiyacın eyleme dökülmesidir. Bu
yüzden saçma bile olsa kişinin kendi ihtiyacının ne olduğunu bulup ona uygun hareket
etmesi daha uygun olacaktır.
Gülümsemek ve mutlu görünmek aynı zamanda iç sıkıntısını da azaltır. Çünkü beyin
vücut diline aykırı bir şekilde düşünmez ve
davranamaz. Başka bir deyişle, gülümser-
75
ken mutsuz olmak zordur. Aynı zamanda,
gülümseme, beyne doğru kan akışını artırır
ve dolayısıyla sakinleşmeyi sağlayan beyin
kimyasallarının salgılanmasını sağlar.
Beyin oksijen sever,
temiz havada daha iyi
çalışır.
Beyin açık havada ve ayakta dururken daha
iyi çalışır. Bir araştırmada ayaktayken beynin fonksiyonları yaklaşık %10 daha fazla iyi
bulunmuştur. Bu yüzden yapılan egzersizlerin açık havada ve ayakta olması önerilebilir. Mesela önemli bir karar alınacaksa,
bunun açık havada yürürken almak daha iyi
analiz yapılması açısından daha yararlıdır.
Kolları sallayarak yürüme de ek yarar sağlar. Önemli bir kararı açık havada yürüyüş
yaparak almak yararlı olacaktır.
Yüksek kaygılı durumlardan kurtulmanın
en basit yolu doğru nefes almaktır. Yüksek kaygıda sağlıklı düşünme bozulur. Bu
kişide solunum kasları aşırı kasılır ve oksijen seviyesi düşebilir. Ayrıca dokularda
karbondioksit birikimi, kaslarda yorgunluğa ve kramplara yol açar. Bu durum ise
olumlu düşünmenin bozulmasına ve genel
performansın düşmesine neden olur. Derin ve düzenli nefes almayı öğrenen kişiler
ise kandaki oksijen durumunu bu sayede
iyileştirir. Oksijen yükselmesine ve nefese
odaklanma sonucu zihin kaygıdan uzaklaşır ve bu durum yüksek kaygının azalmasını
neden olur.
Bilgisayar oyunları
yararlı mı, zararlı mı?
Bilgisayar ve video oyunları oynayabilmek
için aynı anda birden fazla işi becerebilmek
gerekir. Dikkati aynı anda birden fazla şeye
yöneltebilme zamanla beyinde bununla ilgili yolakları oluşturur. Bu tür oyunlarda
hem dikkati ekrana vermek, hem de olayları çabuk kavramak ve çabuk reaksiyon
vermek gerekir. Bu oyunlar strateji yapmayı ve stratejik düşünmeyi sağlar. Hızlı,
keskin karar verme, seçme yeteneklerini
geliştirir. Takım kurma, takım üyesi olma
alışkanlıklarını ve yabancı dil becerilerini
artırır. Kişi kaybetmeye tahammül etmeyi
ve kazandığında hazmetmeyi öğrenir. Çok
fazla bilgisayarda vakit geçirmek sosyal
izolasyon ve zamanla monotonlaşmaya neden olur. Bu yüzden zararlı bir hale dönüşebilir. Azı karar, çoğu zarar.
Çocuklarla ve
hayvanlarla vakit
geçirmek beyne iyi
geliyor.
Çocuklarla veya hayvanlarla daha fazla vakit geçirme gibi farklı düşünme ortamları beyni geliştirir. Çünkü hem çocuklarda
hem de hayvanlarda beklentinin dışında
sıra dışı davranışlara sık rastlanır. Bu durum beyni şaşırtır ve farklı farklı bölgelerinin çalışmasını sağlar.
Sadece çocuklar değil, olaylara bakışı farklı olan bir insanla konuşmak da beyin için
HER GÜN GİDİLEN YOLU
DEĞİŞTİRMEK, FARKLI
SOKAKLARDAN GEÇMEK VE
BÖYLECE BEYNİ ŞAŞIRTMAK
DA ZİHİN İÇİN ÇOK YARARLI
BİR EGZERSİZDİR.
76
BİRİSİNE YARDIM ETMEK
DAHA UZUN SÜRELİ OLUMLU
DUYGU OLUŞTURMAKTADIR.
ANCAK BURADA ÖNEMLİ OLAN
BUNUN KİŞİNİN İÇİNDEN
GELEREK OLMASIDIR. SIRF
ÖTEKİ MUTLU OLSUN DİYE
YAPILAN İYİLİKLER ZİHNE İYİ
GELMEZ.
iyi bir antrenmandır. Sürekli kendisi gibi
düşünenler ile konuşmak zihni monotonlaştırır. Farklı düşünen birisinin bu haline
tahammül etmek ve onun zihnini değiştirmeden sohbet edebilmek monotonluğu bozar. Çünkü zihinsel veya davranışsal olarak
yapılan sıra dışı değişiklikler beynin gelişmesini sağlar. Sağ elini kullanan birisinin
saç tarama, diş fırçalama, yemek yeme gibi
davranışları öteki elle yapması da benzer
egzersizlerdir.
Merak etmek
beyin için iyidir.
Sürekli aynı konularda kendisini geliştirmek yerine yeni bir şeyler okumak, bilgilenmek, merak etmek de çok önemlidir.
Bunama veya Alzheimer isimli rahatsızlığa
okuma alışkanlığı olan kişilerde daha az
rastlanır. Az eğitimli kişilerde ise bunama
daha sıktır. Kısacası herhangi alanda eğitim almak beyni daha güçlü hale getirir.
Okunan konuların tekrar zihinde yorumlanması ve hayal edilmesi yararlı bir egzersizdir.
Okumak beynin sol tarafını harekete geçirirken, hayal kurma ise beynin sağ tarafını devreye sokmaktadır. Böylece beynin
tamamı çalışmış olur. Bu nedenle güzel
bir hayalden sonra ders çalışmak beynin
sol tarafı dinlenmiş bir halde olacağı için,
performansı da artırmaktadır. Örneğin bir
öğrencinin ders çalışmadan önce gelecek
hedefleri ve hayalleri ile ilgili düşünmesi
öğrenme sürecini olumlu etkiler. Bunun
gibi hiçbir hayali ve hedefi olmayan bir öğrencinin yeterli miktarda ders çalışması
olanaklı değildir. Tekrar tekrar aynı hayali
düşünmek ve üzerinde analiz yapmak zihnin bunu başarmasını kolaylaştırır.
Kadın detaya,
erkek genele odaklı.
Kadınlar detaylara, erkekler genele daha
fazla odaklıdır. Kadın beyninde hücreler
arası bağlantılar erkeğe göre %40 fazladır.
Bu yüzden kadınların duyguları okuması,
bir bebeğe bakım vermesi daha kolaydır.
Bunun kadın için olumsuz tarafı ise duy-
guları uçlarda yaşaması, özellikle negatif
duygularda çok derin acı çekmesidir. Bu
yüzden bir kadının basit düşünmeyi geliştirmesi ve hayatı daha yavaş yaşaması zihin
için yararlı olacaktır.
Erkeğin ise basit düşünmesi, olaylara genel
bakması daha iyidir. Bu yüzden liderlik ve
yöneticilik yapmak erkek için daha kolaydır.
Ancak olumsuz taraf ise erkek duygusal
ilişkilerde empati yapmakta zorluk yaşar,
karşıdaki insanı bir eşya gibi görür. Erkeğin
özellikle kadınlara karşı daha eşit davranması daha uygun olacaktır.
İyilik Yapmak,
Yardım Etmek
Birisine yardım etmek beyinde mutluluk
hormonu olan serotonini artırır. Yeni bir
araba almak, ev almak, cep telefonunu
değiştirmek, bir sınavda başarılı olmak,
tatile gitmek gibi eylemler beyinde kısa süreli mutluluğa sebep olur. Birisine yardım
etmek ise daha uzun süreli olumlu duygu
oluşturmaktadır. Ancak burada önemli olan
bunun kişinin içinden gelerek olmasıdır.
Sırf öteki mutlu olsun diye yapılan iyilikler
zihne iyi gelmez. Çünkü kişiyi köleleştirir.
Kendine Şefkat Duymak
Her insanın hayatta deneyimlediği olumluolumsuz anları ve kişilik özellikleri vardır.
Beyin genellikle olumsuz yönleri daha çabuk fark eder. Kişinin kendindeki olumlu
yönleri de görmesi, kendisine değer vermesi, kendisine şefkat duyması zihin açısından
çok iyidir. Kendine vakit ayırmak, sadece
kendisi için bir şeyler yapmak önemlidir.
İç Dünyanın Huzuru
ve Yakın İlişkiler Çok
Önemli
İnsan ruhu öncelikle kendi iç dünyasında
huzurlu ve dingin olmak ister. Bir taraftan
içsel bütünleşmek, bir taraftan ise diğer insanlardan ruhsal olarak ayrışmış olmak ister. Özellikle yakın ilişkide olduğu eş, sevgili, çocuk, anne, baba ve kardeş ilişkileri iç
dünyada yoğun duygulanım oluşturur. Kendi iç meselelerini halletmiş, yakın ilişkileri
sağlıklı bir insanın motivasyonu yüksektir.
Bu konularla ilgili olarak kişisel gelişime
vakit ayırmak, kitap okumak, ihtiyaç varsa
terapiye gitmek uygun olacaktır. Çünkü zaman hızlı akmaktadır, kısadır ve değerlidir.
77
78
İBRET VEREN ATASÖZLERİMİZ
VE DEYİMLERİMİZİN
İBRET VEREN
ÇIKIŞ
HİKAYELERİ
Tencere Yuvarlanmış
Kapağını Bulmuş
Eski zamanların birinde adı Şenn olan Çok
akıllı ve bilgili bir adam varmış. Şenn günlerden bir gün evlenmeye karar vermiş.
Vermiş vermesine ama öyle sıradan bir kız
istemiyormuş evlenmek için. Kendisi gibi
bilgili, zeki bir eş arıyormuş. İşte böyle birini bulabilmek için atlamış atına düşmüş
yollara. Bir süre gittikten sonra yolda bir
adama rastlamış. Selamlaşmışlar, sohbete başlamışlar. Adam köyüne doğru gidiyormuş. Şenn de adamla birlikte seyahat
etmeye başlamış. Bir zaman daha gittikten
sonra bizimki adama sormuş:
- “Söyle bakalım, ben mi seni yükleneyim,
yoksa sen mi beni yüklenirsin?”
Adam:
- “Bu nasıl bir soru? İkimiz de at üzerindeyiz zaten, birbirimizi nasıl yükleneceğiz?”
demiş.
Hiç sesini çıkarmamış Şenn. Biraz daha
yol almışlar ve artık köye iyice yaklaşmışlar. Yol kenarındaki tarlalarda biçilmiş olan
ekinleri görmüş Şenn. Tekrar bir soru sormuş yol arkadaşına:
-“Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi?”
Adam bu çocukça soru karşısında biraz
hiddetlenmiş:
Hiç birini durduk yere
veya boşuna söylememiş
atalarımız. Hepsinin bir
çıkış hikayesi, her hikayenin
de çıkarılacak bir dersi var
mutlaka…
-“Cahil misin be adam! Ekin saplarıyla duruyor işte, görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun?”
Şenn yine hiçbir şey söylememiş ve yola
deva etmişler. Kısa bir süre sonra varmışlar köye. Bir de görmüşler ki köyün ortasından bir cenaze götürülmekte.
Şenn yine sormuş:
- “Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri
mi?”
Kendisiyle alay mı ediyor yoksa gerçekten
zır cahilin teki mi anlayamadığı yol arkadaşının bu son sorusuyla iyice öfkelenmiş
adam:
-“Sen ne cahil bir adamsın böyle!” diye çıkışmış ama daha fazla da bir şey söylememiş.
Bu ilginç arkadaşını Tanrı misafiridir diyerek evine konuk etmiş o gece. Bu adamın
oldukça güzel de bir kızı varmış. Adı da
Tabaka imiş. Kız babasının misafirinin kim
olduğunu merak edip sormuş. Adamcağız
da nasıl biri olduğuna bir türlü bir cevap
bulamadığı arkadaşını ve sorduğu tuhaf
soruları anlatmış kızına. Kız soruları duyduktan sonra hafifçe gülümsemiş babasına
ve demiş ki:
-“Babacığım aslında sana başka şeyler
söylemek istemiş arkadaşın. Birinci sorusu
“Ben mi söze başlayayım sen mi?’ demektir. İkincisi, ‘Ekin sahipleri onun parasını
yemişler mi acaba?’ Üçüncüsü de ’Acaba
bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış
mıdır?’ demektir.
Oldukça şaşıran adam hemen arkadaşının
yanına dönmüş ve üç sorunun cevabını da
vermiş. Şenn anlamış tabi bu cevapların
adama ait olmadığını ve sormuş yanıtları
kimden aldığını. Adam da kızı işaret etmiş.
Şenn o anda evlenmek için aradığı akıllı kızın o olduğunu anlamış ve kızı ailesinden
isteyip evlenmiş, köyüne götürmüş. İki köyün halkı bu denk düşen evlilik için: “Vafeka
Şenn tabaka.”, yani “Kap kapağına uygun
düştü.” Demişler. “Çünkü “Şenn”in anlamı
su kabı, “Tabaka”’nın anlamı ise kapakmış.
İşte bu atasözü zaman içinde bizim şimdi
kullandığımız “Tencere yuvarlandı kapağını
buldu” şekline dönüşmüş.
79
Saman Altından Su Yürütmek
Biz zamanlar köyün birinde tam
köyün ortasında bir kaynak suyu varmış. Bütü
n köylü tarlalarını, bahçelerini, bostanla
rını bu
su ile sularmış. Etrafta başkaca bir
su kaynağı olmadığından bu sulama işi
nöbetleşe
yapılırmış.
Herkesin sırası da, suyu ne zam
an kullanacağı da belliymiş. Herkes bu sıra
ya göre
hareket eder birbirinin hakkını yem
ezmiş.
ne geldiğinde kaynaktan suyu alır
bostanını
sularmış ama açgözlü adam bununla
yetinmezmiş. Kaynak ile bahçesi arasına
gizli bir
suyolu kazmış. Kimseler fark etm
esin diye
de suyolunun üzerini taşla, tahtayla
kapatıp
üstüne de saman balyaları yığm
ış. Su, diğer vakitlerde de bu saman altın
dan akar
ve adamın tarlasına kadar gidermiş
.
Ancak kendini açıkgöz sanan köyl
ünün biri
bu düzene uymazmış. Zaten kayn
ağa çok
yakın olan bostanını sulama sıra
sı kendisi-
Gel zaman git zaman köylüler bu
işte bir
tuhaflık olduğunu anlamışlar. Çün
kü kendi
tarlaları yaz sıcağı altında sıraların
ı beklerken susuzluktan kurumaya yüz
tutarmış
Yorgan Gitti Kavga Bitti
a yaSoğuk bir kış gecesi Nasreddin Hoc
a,
sırad
Bu
.
imiş
akta
uyum
tağına yatmış
iş
işitm
a
kavg
bir
kta
soka
evinin önündeki
ış.
bakm
urup
koşt
e
erey
ve hemen penc
istemiş
Kavgacılara seslenmiş, durdurmak
a da
Kavg
.
amış
olm
yen
dinle
ama kendisini
uş.
iyorm
gittikçe şiddetlen
Eskiden zengin bir aile, kızlarını
gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet oldu
ğu üzere,
bohça bohça hediyeler gitmiş. Kay
ınvalide,
iki görümce ve eltilere, yaş ve aile
içindeki
durumlarına göre; altın, gümüş
kaplamalı,
fildişi ve şimşir taraklar, diğer arm
ağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık
geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içind
ekiler-
ama bu adamınki her zaman yem
yeşilmiş.
Üstelik bostanının ortasındaki küçü
k havuz
da hep doluymuş. Ne olup bittiğini
anlamaya karar veren köylüler başlamı
ş araştırmaya. Çok geçmeden de saman
balyalarının altındaki suyolunu bulmuşlar.
Böylece
kurnaz köylünün oyunu ortaya çıkm
ış ve bu
olay da “ saman altından su yürü
tmek” olarak, gizlice iş görmek, kimselere
fark ettirmeden işler çevirmek” anlamıyl
a kullanıla
gelmiş o günden bu güne.
yaptırHava soğuk olduğundan, hoca yeni
ıya
aşağ
nüp
dığı atlas yorganı sırtına bürü
girip
ına
aras
inmiş. Kavga eden adamların
yorganıayırayım derken, adamlar hocanın
nasıl
mış
anla
nı alıp kaçmış. Hoca hemen
uş.
tutm
nu
bir oyuna geldiğini ve evin yolu
uş:
Karısı Hacer Hatun telaşla sorm
mış o?
“Hayır ola Hoca Efendi, ne kavgasıy
ldi.”
kesi
eri
Sen gittin, sesl
gitti,
“Sorma hatun” demiş Hoca; “Yorgan
kavga bitti.”
Kel Başa Şimşir Tarak
den başka kimsenin, kadıncağızın
kelliğinden haberi yokmuş.
Kendisine verile verile şimşir tara
k verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkm
ış. Kelliğini unutup, armağanları getiren
kadına
sızlanmış:
“Herkese altın, gümüş tarak, ban
a da şimşir öyle mi? Yeni gelin, daha bu
eve adımı-
nı atmadan benimle uğraşmaya
başladı...”
Oğlan anası gelininin bu hare
ketinden
utanmış ve üzüntü duymuş. O kızg
ınlıkla çıkışmış: “Senin ki gibi kel başa, şim
şir tarak
çok bile” deyivermiş.
Bu atasözü de yoksul, ya da duru
mu kötü
bir kişinin, vaziyetine uymayan, pah
alı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi
durumlarda kullanılmış o günden beri.
Namazına
Buyurun Cenazemiş kahveci ardın- -“Peki
dde
i gibi keyif verici ma
IV. Murad; tütün, içk
nlara
bu yasağa uymaya
yasağı koymuş ve
nan
ölümle bile sonuçla
da çok ağır, hatta
aciv
günkü Üsküdar
cezalar verirmiş. Bu
in
ğin
ede tütün vs. içildi
rında bir kahvehan
n.
haberini almış bir gü
?” de
-“Peki tütün içer mi
dan.
ayır” olmuş.
Padişahın cevabı “h
”
n şüphelenmiş. “Eee
Uyanık kahveci heme
ne
, “tütün içmiyorsa
demiş kendi kendine
diye
a bu zat, tebdili
ola ki buraya? Yoks
iş
lm
ge
git
t
aya?
ığında tebdili kıyafe
söylenen Padişah olm
O akşam derviş kıl
ye kıyafet gezdiği
me
hvekle
ka
be
ş
up
mü
ur
tür
Ot
gö
e.
rı düşünürken
nla
bu
miş bu kahvehaney
m
Tü
ehv
. Nihayet gelmiş ka
başlamış kahveciyi
yi. İkram ederken:
?”
ini bağışlar mı acep
i:
hib
sa
hane
-“Baba erenler ism
sor- demiş.
hve içer mi?” diye
dişah.
-“Baba erenler ka
-“Murad” demiş pa
e:
muş
Kahveci çekine çekin
.
ah
diş
pa
ş
mi
de
t”
-“Eve
var mı?” deisimde sultanda
miş.
rmış padişah:
Başını hafifçe kaldı
ş.
-“Elbette var” demi
bu cevabı üzerine:
n
d’ı
ra
Sultan IV. Mu
decenaze namazına”
-“Öyleyse buyurun
i.
ec
hv
ka
iş
yığılı verm
miş ve olduğu yere
eciyi
Sultan Murad kahv
Bu lafa çok gülen
yle
bö
ri
be
en
nd
iş. O gü
bir seferliğine affetm
an
nıl
lla
ku
k
ço
ak için en
durumları açıklam
a.”
zın
ma
na
ze
un cena
deyim olmuş “Buyur
80
DAHA SAĞLIKLI BİR HAYAT VE
DAHA SAĞLIKLI NESİLLER İÇİN:
YEŞİLAY
SİGARA, ALKOL VE DİĞER ZARARLI MADDE BAĞIMLILIKLARI… HAYATIMIZI TEHDİT ETMEKLE KALMAYIP
BİZZAT ELİMİZDEN ALAN VE BUNU BİR DE ÜSTE PARA ALARAK YAPAN ÇAĞDAŞ DÜNYANIN EN BÜYÜK
TEHLİKELERİ… SON YÜZYILIN ÖZELLİKLE DE ÇOCUKLAR VE GENÇLER İÇİN EN BÜYÜK TEHDİDİ…
AİLELERİN KORKULU RÜYASI…
Bu bağımlılıkların çoğu, sadece bir kere ile
kalacağı düşünülerek başlanılan denemelerin hazin sonu maalesef. Ya da bedenleri
de yaşları da küçücük, tazecik çocuklarımızın ne yazık ki büyük bir yanılgı ile büyüdüklerini kanıtlama ve hissetme çabası…
Çok acıdır ki ülkemiz için özellikle sigara tüketim yaşı oldukça düşük. Ve yine ne
acıdır ki kullanan kişi sayısı da bir o kadar
yüksek. Türkiye Sigarayla Savaş Deneğinin
verilerine göre;
Ülkemizde 23 milyon civarında sigara içicisi var.
19,5 milyonu 19 yaş ve üstü, 3,5 milyonu
ise 11–19 yaş arası gençler ve çocuklar.
19 yaşın üstündekilerde günde ortalama
14-20 / paket ( 14 tane sigara) içiyorlar.
19 yaşın altında kalanların günlük ortalaması ise 5-20 / paket (5 tane sigara)
13 yaş ve üstü sigara içenlerin oranı % 40
Erkeklerde bu oran % 51
Kadınlarda ise oran % 25
Son 15 yılda kadınlarda artış hızı daha
fazla.
Üniversitelerde öğrenciler arası içme
oranı (18–25 yaş) % 58
23–36 yaş arası en yoğun; yaklaşık 9,5
milyon içici bu yaş gurubunun % 67’sini
kapsıyor.
Bütün bu rakamlar bilhassa gençlerimizin ve yeni yetişen neslin içinde bulunduğu
korkunç tabloyu özetliyor. Bağımlı ve sağlıksız bireyler ortaya çıkaran bu illet maddi
olarak da hayatımızdan oldukça fazla şey
81
götürüyor. Derneğin paylaşımına göre;
Dünya Sağlık Örgütü’nün tespitine göre
sigaraya verilen her bir doların karşılığı
yaklaşık 1,5 dolarlık sağlık harcamasına
yol açıyor. Dünyada 400 milyar dolar sigara
harcamasına karşılık 600 milyar dolarlık
sağlık harcaması yapılıyor. Ülkemizde bu
durum 12 milyar dolara karşılık 18 milyar
dolar sağlık harcaması anlamına geliyor.
Devletin 2009 yılında sigaradan elde ettiği
11 milyar TL vergiye karşılık sağlık harcaması 25 milyar TL nin üzerine çıkmıştır. Bu
harcamada SGK payı 20 milyar TL nin üzerindedir. Bu aynı zamanda Sosyal Güvenlik
Sistemlerinde tiryakiler, sigara içmeyenlerin üzerine iki kattan fazla prim yükü bindiriyorlar.
Bir diğer hayat karartan bağımlılık olan alkolde de durum pek farklı değil. Her ne kadar Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
(OECD)’nün yaptığı araştırmaya göre, örgüte üye ülkeler arasında alkol tüketiminde
sondan ikinci olsak da bu zehrin insanımız
için hala büyük bir tehdit olduğu gerçeği
değişmiyor.
Kişinin sadece kendisine verdiği zararla
sınırlı kalmayan alkol bağımlılığı ile ilgili
en çarpıcı verilerden biri trafik kazaları ile
ilgili. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’ya göre
trafik kazaları için risk faktörlerinin başında “alkollü araç kullanma” yer alıyor. Bu
yüzden de trafik kazalarını azaltmak için
yapılan çalışmaların temelini “Alkolle ilgili kanun ve yaptırımların düzenlenmesi”
oluşturuyor.
Ülkemizde 1920’lerde gençlerimizi esir almayan başlayan alkol tüketimi ve bağımlılığı ile ilgili atılan en büyük ve günümüze
kadar da gelişerek büyüyen adım Yeşilay
oldu. Peki içi dolu tanımı ile nedir Yeşilay?
Yeşilay’ın kuruluş amacını kendi ağzından
dinleyecek olursak:
“Yeşilay, insan onurunu ve saygınlığını temel alan, toplumu ve gençliği ayrım gözetmeden zararlı alışkanlıklardan korumak
için çalışan, milli ve ahlaki değerleri gözeterek ve bilimsel metotlar kullanarak tütün,
alkol, uyuşturucu madde, teknoloji, kumar
vb. bağımlılıklarla mücadele eden; önleyici
ve rehabilite edici halk sağlığı ve savunucu-
luk çalışmaları yürüten bir sivil toplum kuruluşudur.” “Cemiyet, yurdumuzda ahlâkî
ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde;
tütün, alkol ve madde bağımlılığı gibi toplumun ve gençliğin beden ve ruh sağlığını
tahrip eden bağımlılıklar yanında, kumar,
internet ve teknoloji bağımlılığı gibi gençliğe ve topluma zarar veren bütün zararlı
alışkanlıklarla mücadele etmek, milli kültürüne bağlı nesiller yetiştirmek amacı ile
kurulmuştur.”
Bundan tam doksan altı yıl evvel ülkemizi
ciddi anlamda tehdit eden alkol bağımlılığına karşı ileri görüşlü bir grup devlet
adamının öncülüğünde ortaya çıkmıştır Yeşilay. Kurumun kuruluş tarihçesi ise bizzat
kendi aktarımları ile şöyledir:
“Yeşilay, 1920’de İngiliz işgal güçlerinin İstanbul Limanı’na gemilerle getirdiği binlerce kasa alkollü içkiyi gençlerimize bedava
dağıtıp onların zehirlemesine, işgale karşı
direnişi kırarak özgürlüklerini ve onurlarını ellerinden almak istemelerine karşı
alkollü içkilerle mücadele amacıyla dönemin Şeyhülislam’ı İbrahim Haydarizade’nin
himayesinde Dr. Mazhar Osman Uzman ve
Sadece bir kez
deneyeceğim”
diyerek başlanılan
ve “ben bağımlı
değilim, istediğimde
bırakırım” diyerek
devam eden yeni
çağın en tehlikeli
süreci… Sonuç:
Esaretini kabul
etmeyen bağımlı
nesiller…
82
Genç olarak tanımlanabilecek olan 25-30 yaş arası kesimin bağımlılık riski oldukça
yüksek. Kırk yaşından sonra ise, özellikle bu yaşa kadar bu zararlı maddelerden
herhangi birini kullanmamış olanlar için bağımlı olma riski çok düşük. Bu sebeple de
Yeşilay’ın hedef kitlesini daha çok genç kesim oluşturuyor.
arkadaşları tarafından padişahın izniyle 5
Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar”
adıyla kurulmuştur. “
“Hilal-i Ahdar” ismi daha sonra “Yeşil Hilal” ve “Yeşilay” olarak değiştirilmiş, 1934
yılında Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı, İsmet İnönü’nün Başbakanlığında Bakanlar
Kurulu kararıyla Yeşilay’a “kamuya yararlı
dernek statüsü” verilmiştir.
Kuruluşundan günümüze bağımlılık türleri arttıkça Yeşilay’ın da tüzüğünde çalışma
alanları çeşitlenmiş, alkolden sonra sigara,
uyuşturucu, kumar, fuhuş, ve yakın tarihte
teknoloji bağımlılığı Yeşilay’ın mücadele
alanına dahil olmuştur.”
Günümüzde, alkolle sınırlı kalmayıp, insan sağlığına zarar verebilecek her türlü
bağımlılığa karşı savaş açmış olan bu kurum bu bağlamda birçok toplantı ve organizasyon düzenliyor ve özellikle gençleri
bilinçlendirmek adına gerek ulusal gerekse
uluslararası platformda var gücü ile çalışıyor.
Kullandığı zararlı madde ne olursa olsun
kullanıcıların birçoğu bağımlı olduğunu kabul etmiyor ve buna kendilerince en büyük
kanıt olarak da” istedikleri zaman bırakabilecekleri” düşüncesini gösteriyor. Yeşilay,
bağımlılığı “psikolojik bir sendrom” olarak
tanımlıyor. Kişinin bir bağımlı olup olmadığını anlamak içinse aşağıdaki yedi maddeden sadece üçünün aynı anda görülmesinin
yeterli olduğunu söylüyor.
Kullanılan maddeye tolerans gelişmesi
Madde kesildiğinde ya da azaltıldığında
yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkması
Madde kullanımını denetlemek ya da bırakmak için yapılan ama boşa çıkan çabalar
Maddeyi sağlamak, kullanmak ya da bırakmak için büyük zaman harcama
Madde kullanımı nedeni ile sosyal, mesleki ve kişisel etkinliklerin olumsuz etkilenmesi
Maddenin daha uzun ve yüksek miktarlarda alınması
Fiziksel ya da ruhsal sorunların ortaya
çıkmasına ya da artmasına rağmen madde
kullanımını sürdürmek
Genç olarak tanımlanabilecek olan 25-30
yaş arası kesimin bağımlılık riski oldukça
yüksek. Kırk yaşından sonra ise, özellikle
bu yaşa kadar bu zararlı maddelerden herhangi birini kullanmamış olanlar için bağımlı olma riski çok düşük. Bu sebeple de
Yeşilay’ın hedef kitlesini daha çok genç kesim oluşturuyor. Bu yolda yapılan en büyük
çalışmalardan bir tanesi de bu mücadeleye
gençleri de dahil etmek: “ Çünkü ergenler
ve gençler, kendilerine bir şeyin büyükler,
eğiticiler, kurumlar veya bir otorite tarafından dayatılmasından pek hoşlanmazlar.
Buna gençlik tepkisi diyebileceğimiz doğal
bir tepki gösterirler. İşte Genç Yeşilay markası altında bir araya getirdiğimiz ortaokul,
lise ve üniversite gençlik kolları, grupları,
kulüpleri; kendileri bu konuda bilinçlendikten sonra akran eğitimi yoluyla yaşıtlarını,
arkadaşlarını, çevresindeki akranlarını bu
doğru yola, bağımlılıktan uzak durmaya
davet ediyorlar. Bu, gençler nezdinde daha
kabul edilebilir, daha işlevsel ve daha etkili
bir yöntem.”
Her yıl kuruluşunun yıldönümü olan Mart
ayının ilk haftası Yeşilay haftası olarak belirlenmiştir. Bu sayede gerek eğitim kurumlarında gerekse yurt genelinde karşı
karşıya olunan tehlikeye daha çok dikkat
çekmek ve Yeşilay’ın bu konuda en büyük
yardımcı olduğunu hatırlamak amacı ile
çalışmalar ve organizasyonlar yapılır. Kendi ifadesi ile “Her insana bağımlılık dokunmadan dokunmayı” hedefleyen Yeşilay bu
doğrultuda tarihten bu güne birçok başarıya imza atmıştır ve atmaya devam etmektedir…
Daha sağlıklı ve daha temiz bir nesil için,
çocuklarımızı bu dünyaya güvenle bırakabilmek için her türlü bağımlılıktan uzak
durmak, örnek olmak ve mücadele etmek
şart. Çünkü tıpkı Peygamber Efendimiz’in
(s.a.v.) bu konudaki hadiste dediği gibi, ‘İçki
bütün kötülüklerin anasıdır’.
83
84
HEM GÜLDÜREN, HEM DÜŞÜNDÜREN,
KUZEYİN TERTEMİZ İNSANLARI VE
KARADENİZ
KÜLTÜRÜ
EN ÇOK GÜLDÜKLERİMİZİN BAŞINDA GELMEZ Mİ KARADENİZ
FIKRALARI? VE DÜRÜSTLÜKLERİNE, ANİDEN ATEŞ GİBİ ÇAKAN
HİDDETLERİNE, SAMİMİYETLERİNE ŞAŞIRMAMAK MÜMKÜN MÜ
KARADENİZ İNSANLARININ? UÇSUZ BUCAKSIZ ÇAY TARLALARININ
İÇİNDE RENGARENK YAZMALARIYLA HARIL HARIL ÇALIŞAN
KADINLARI DEĞİL MİDİR Kİ HER BİRİ BİR AZİM ÖRNEĞİ OLAN?
KISACASI DAĞIYLA, TAŞIYLA, İNSANIYLA BAMBAŞKA BİR
KÜLTÜRDÜR KARADENİZ…
85
YEMYEŞİL ÇAY
TARLALARININ
ARASINDA FUŞYALAR,
SARILAR, BONCUK
MAVİLERİ IŞILDAR…
RENGARENK İNSANI
GİBİ CAPCANLIDIR
GİYDİKLERİ DE…
NEFES ALMADAN
İŞLEYEN TARLALARIN
UZAĞINDAN BİR
KEMENÇE SESİ
DUYULUR İNCEDEN…
DAHA DEMİNCEK
DÜNYAYI UNUTUP ÇAY
TOPLAYAN ELLER YAN
YANA HORONA DURUR…
Oldukça eski bir geçmişe sahip olan Karadeniz, tarih boyunca misafir ettiği topluluklar ve ülkeler ile oldukça renkli bir maziye
sahip. Kavimler Göçü ile birlikte oldukça
yoğun bir kültür istilasına uğrayan bölge,
Osmanlı ile birlikte biraz daha sakin bir döneme girdi. Ancak elbette ki bu tam manası
ile bir sulh anlamına gelmiyordu. Venedikliler, Cenevizliler, meşhur Kırım meselesi
derken mücadeleye alışkın olan Karadeniz
tam anlamıyla bir sükunete kavuşamıyordu. Özellikle kuzey ülkeleri açısından oldukça kıymetliydi bu bölge. Çünkü sıcak
denizlerin en kestirme yoluydu. Belki de
Karadeniz halkının yer yer hırçın mizacını
açıklıyordu bütün bu mücadele.
Karadeniz denildiği zaman ilk akla gelen
şeydir lehçeleri. Oldukça farklı olan telaffuzları ve bazı bölgelerde kullanılan farklı
dilleri onları farklı ama daha samimi kılar.
Halk arasında en sıklıkla konuşulduğuna
rastlanan diller Lazca, Gürcüce ve Rumcadır. Rumca, Trabzon’da kurulmuş olan
Rum devletinden kalmış ve günümüzde
yok denecek kadar bu dili konuşan sayısı
azalmıştır. Bir diğer etnik dil olan Gürcüce ise daha çok Artvin ve Rize’de ve sadece
Gürcü aileler tarafından konuşulmaya devam edilmekte olan bir dildir. Ve gelelim
Lazcaya. Sanılanın aksine bütün Karadeniz
bölgesi tarafından kullanılan bir dil değildir
Lazca. Günümüzde yalnızca Artvin bölgesinde Arhavi, Hopa ve az miktarda da olsa
Rize Ardeşen’in birkaç köyünde konuşulmaktadır. Peki bütün bir Karadeniz’e hakim
olan o meşhur lehçe nerden gelmektedir o
vakit? Karadeniz Lehçesi, Karadeniz’in nüfus yapısını oluşturan temel etmenler olan
Kıpçak ve Çepni boylarının Lehçesinin ta
kendisidir.
86
Karadeniz yöresindeki bu farklı ve sıcak
lehçenin söyleniş olarak oldukça ilginç kelimeleri ve anlamlarından birkaç örnek verecek olursak:
Abrul: Nisan
Alamuk: Yağmurdan sonra güneşin bulutların arasından tesirli bir şekilde vurması
Bece: Bu gece
Bıldır: Geçen sene
Cıdık: Tuzak
Depebızdık: Takla
Eyhe: Sana göre hava hoş
Guytak: Çukur, kuytu
Vire: Daima, devamlı
Her bölgenin olduğu gibi Karadeniz’in de
birbirinden ilginç adetleri ve yerel oyunları
var. Adıyla da, oynanışıyla da oldukça keyifli
görünen bu oyunlar senelerden beri iyiden
iyiye yer etmiş bölgenin kültürüne.
BALIK BATTI OYUNU
Akşam misafirliklerinin en büyük eğlencelerden olduğu, televizyonun henüz evlerimizi
esir almadığı zamanlardan kalma bir oyundur
balık battı. Özellikle misafirliklerde kadınlı erkekli gruplar tarafından oynanan bir oyundur.
Grup halka olur, bağdaş kurup oturur, herkes
ellerini bacaklarının altına sokar. Bir kişi ise
halkanın ortasında oturur. Halkada oturanlar
BİLHASSA KUZEY
ÜLKELERİ AÇISINDAN
OLDUKÇA KIYMETLİYDİ
KARADENİZ. ÇÜNKÜ
SICAK DENİZLERİN EN
KESTİRME YOLUYDU.
BU YÜZDEN DE
HİÇ BİTMİYORDU
GÜRÜLTÜSÜ. BELKİ
DE KARADENİZ
HALKININ YER YER
HIRÇIN MİZACINI
OLUŞTURUYORDU
YAVAŞ YAVAŞ, BÜTÜN
BU MÜCADELE.
ellerindeki kıvrılmış bir mendili birbirlerine
ebeye yakalanmadan verirler. Ebe ise mendilin kimde
olduğunu anlamaya çalışır. Herkes ebe baktığında sanki mendil kendisindeymiş gibi paniğe
kapılmış görünmeye çalışarak ebeyi yanıltır,
bu esnada mendil elden ele dolaşır. Arada bir
mendille ebeye vurulup tekrar saklanır. Ebe
mendili kimin elinde yakalarsa yeni ebe o olur.
ARALI EMEN
Bölgenin bir diğer tarihi sayılabilecek
oyunlarından biridir Aralı Emen Oyunu. En
az beş kişilik iki takımla oynanır. Takımların oluşumu ve emenin kim tarafından korunacağı tekerlemelerle belirlenir. Emen
meydan ortasına konulmuş bir taştır. Birinci takımın görevi rakip takım oyuncularının
emene dokunmasını engellemektir. İkinci
takımın görevi ise emene dokunarak ele
geçirmeye çalışmaktır. Birinci takım emen
taşının etrafını çevreleyerek rakip takımın
taşa dokunmasını engellemeye çalışır. Bu
sırada ikinci takım oyuncuları meydana
yayılarak emeni koruyan oyuncuları rahatsız etmeye başlarlar. Bu mücadele esnasında ikinci takım oyuncularından emene
dokunmaya çalışanlardan yakalananlar
oyun dışı kalırlar. Eğer ikinci takım oyuncuları birinci takım oyuncularından birisiyle
emen arasından yakalanmadan geçerse birinci takımın bu oyuncusu da oyun dışı kalır. Bu yarışma emen ele geçirilinceye ya da
ikinci takım oyuncularının tamamı oyun dışı
kalıncaya kadar devam eder.
87
“KIZ TARAFINDAN
BİRİSİ KÜÇÜK BİR
EŞYAYI, DAMADIN
CEBİNE KOYAR. YİTİK
OLDUĞU VE HERKESİN
ARANACAĞI SÖYLENİR.
ARAMA SONUNDA
ARANAN ŞEY DAMADIN
ÜZERİNDE ÇIKAR.
DAMAT MAHKEME
EDİLİR. İDAMINA KARAR
VERİLİR. AYAĞINA İP
BAĞLANIP TAVANA
ASARLAR. ”
Karadeniz’de Damat Olmak:
Oldukça değişik adetlere de sahiptir Karadeniz. Yöreden yöreye ufak tefek uygulanış
ve deyiş farklılıkları gösterse de özünde
aynı geleneğin uygulanmasıdır hepsi. Bunların arasında en dikkat çekenlerinden biri
de düğünden bir hafta sonra kız evine davet
edilen damadın yaşadıkları ile ilgilidir. Gülen köyü derneğinin yaptığı derlemede geleneğin seyri şöyle anlatılır: ”Doğu Karadeniz Bölgesinde, damat ve gelinin, düğünden
bir müddet sonra kız evini ziyaret etmeleri
çok yaygın bir gelenektir. Gelin, bu ziyareti
yapıncaya kadar kendisini baba evinin bir
kızı gibi görmektedir. Kız, damat ile birlikte baba evinde bir misafir gibi ağırlanıp
yolcu edildikten sonra, artık bir anlamda
evinin baba evi değil kocasının evi olduğunu da öğrenmiş olacaktır. Bölgede “yedi”,
“yedileme”, “el öpme” ve “ayak dönmesi”
gibi isimler verilen bu gelenek içerisinde,
eniştenin temsili olarak ayağından tavana
asılması hadisesi de oldukça ilgi çekicidir.
Yörede sadece bu gelenek ile ilgili söylenen
türküler vardır. Yılmaz Hakan Çebi’nin tezinde belirttiğine göre, Sürmene’de düğünden yedi gün sonra kızın annesi, damadı
ve kızını yemeğe davet eder. Davette misafirlere ikram maksadıyla kayınvalidenin
baklava yapmış olması şarttır. Bu geleneğe “yedi” denir. Çebi, söz konusu geleneği
şöyle anlatıyor: “Yemekler yenilip çeşitli
eğlenceler yapıldıktan sonra bazı muzipliklerle sıra damadı cezalandırmaya gelir.
Ortaya baklava sinisi gelir. Üstü kapalıdır.
Çeşitli oyunlar sonucu açılır, kesilmesi istenir. Bıçağın kesmediğini kız tarafından
işi yöneten söyler. Sonra oğlan tarafından
birisi, cebinden çıkardığı kâğıt para ile bıçağı biler, kesmeye çalışır, kesemez bırakır,
tepsiyi çevirir. Bıçak kimin önünde durursa
aynı işlemi o yapar. Sonuçta enişte bahşişini verir, baklavayı keser, tepsi kalkar, tabaklara servis yapılır. Kız tarafından birisi
küçük bir eşyayı, damadın cebine koyar.
Yitik olduğu ve herkesin aranacağı söylenir.
Arama sonunda aranan şey damadın üzerinde çıkar. Damat mahkeme edilir. İdamına karar verilir. Ayağına ip bağlanıp tavana
asarlar. “ Bu tavana asma işlemi esnasında
da yine yöreye göre farklılıklar göstermek
le birlikte maniler söylenir:
Enişteyi astilar
Kuru gürgen daline
Gaynanasi yok mudur
Gelsun baksun halina
Yalissa yalissa
Aldum bir okga tütün
Goydum onu havana
Enişdenin ayağı
Heman çıktı tavana
Yalissa yalissa
Horon:
Karadeniz’den bahsedip de horonundan,
kemençesinden, tulumundan bahsetmeden olmaz muhakkak. Bizim izlerken yorulduğumuz kemençe eşliğindeki horon, oynanmaya ağır tempoda başlanıyor esasen.
Bu yüzden de oyunun bu bölümüne ‘’ağır
horon bölümü’’ deniyor. Oyunun halkası
saat yönünün tersi yönünde dönüyor ve hep
bir ağızdan söylenen türkülere ellerle tempo tutuluyor. Müzik ne kadar yüksek tempolu çalınırsa, oyuncular da o kadar kıvrak
ve hareketli oluyorlar. Ritim arttıkça vücut
dikleşiyor, kollar yukarıya kalkıyor ve gelen
komutla birlikte ‘’yenlik yenlik’’ ‘’alaşağı’’
ya da ‘’ufak ufak’’ diğer oyuncular da uyarılarak doğrudan sert bölüme veya yenlike
bölüme de geçiliyor.
Horunu Karadeniz’in her bölgesine hatta her iline göre çeşitlendirmek mümkün.
Öyle ki sıralanmaya kalkışılsa günler dahi
alabilecek uzunlukta. Ancak şu kadarını
söylemek gerekirse oldukça köklü bir halk
oyunu olan horona nazaran son zamanlarda bir hayli meşhur olmuş olan “kolbastı”
bir hayli taze bir oyun.
88
HÜZNÜ DE SEVİNCİ DE EN UCUNDA YAŞIYOR BU GÜZEL İNSANLAR.
AĞITLARI DA OYUNLARI DA KENDİLERİNE HAS. YANİ AĞLATMAYI DA
EN İYİ ONLAR YAPIYOR GÜLDÜRMEYİ DE. TEMİZ KALPLİ KARADENİZ
İNSANINDAN BAŞKA VAR MIDIR BÖYLE KENDİYLE BARIŞIK, BÖYLE
KENDİYLE BİLE EĞLENEBİLEN?
Karadeniz ve türküler:
Kemençenin sesini duyar duymaz omuzları oynamaya başlayan Karadeniz insanı
tulumun ilk melodileriyle birlikte de indiriveriyor bakışlarını. Haksız da sayılmazlar.
Sadece oralarda değil, Anadolu’nun neresine giderseniz gidin tulum içli içli çalmaya
başladığında içi erimeyen insan var mıdır?
Hele de ona eşlik eden bir de türküsü varsa.
İşte o türkünün bir hikayesi vardır mutlaka.
Ve ne yazık ki çoğu kez acıdır bu hikayeler.
Karadeniz’in o meşhur ağıtlarından biridir
“Çarşambayı Sel Aldı”. Gerçekten de insanın içine dokunan bir hikayesi vardır. Türkünün hikayesini Faik Okutgen derlemiş...
“Ahmet, Abdal deresinin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu.
Baharla birlikte yıllarca süren karasevdası
karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa
zamanda yüzük takıp nişanlandılar. Ahmet
yapraklar sararmaya durduğunda orduya
yollandı. Melekse gözyaşlarıyla baş başa
kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek’e göz
koydu. Ahmet’in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet
Ali’yi. Bunun üzerine ağa oğlu adamlarıyla
Melek’i kaçırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu
Ahmet’e. Kısa günde uça geldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını silahını, arkadaşlarıyla
düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz
Melek’i aradı.. ´Meleeeeek, Meleeeeek.´
diye çığıra çığıra sesi uçtu. Önce bir çakal
yağmuru uç verdi. Sonra şimşek şimşek
içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar Çarşamba Ovasını renkten renge soktu.
Ne yağmur ne silinen izler aşkın atlılarını
durduramadı. Tufan ikinci kez yaşanıyordu
sanki. Yağmur Yeşilırmak’ı boğuverdi. Çar-
şamba ovası kaynayarak akan bir göle dönüştü. Canik dağlarından aşağılara doğru
bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi
sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, kağnılar, ağaçlar… Büyük küçük kayıklar Çaltı burnuna doğru sürükleniyordu.
Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil Çarşamba. Usul usul bir gökkuşağı
belirdi. Sular günbegün çekildi, çekildikçe
hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar
sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal deresinin Yeşilırmak’a katılmak üzere döküldüğü
yamacın başında ahali toplanmaya başladı.
Derenin eğimle indiği yamacın dibinde büyük bir kaya parçası vardı. Onun üstünde
ise iki insan… Melek ve Ahmet’ti onlar. Elele
tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali
sel acısını unutmuş onlara yanıyordu. Hüzün gözyaşına döndü. O büyük kaya parçası,
ahalinin üstünde toplandığı o taş, yedi yerinden ayrıldı. Ve her birinden bir servi boyu
su fışkırmaya başladı. Bu hazin aşka, doğa
gözyaşı döküyordu. Ahali şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten
mırıltılara, yıllardır canı yanan insanların
acısını dile getiren dizelere dönüştü. İşte
rivayet o rivayet derler ve hikaye ederler ki
Çarşamba’yı sel aldı türküsü o acı mırıltılardan doğdu. Yedi yerinden su fışkıran kayanın
olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o
yöre o gün bu gündür değirmen başı olarak
anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap
değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su
veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ
ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak
uğur sayıldı. Her hıdrellezde bu yaşandı
.1970 ‘lerde değirmenin yıkımına değin de
bu gelenek sürdü..”
Hüznü de sevinci de en ucunda yaşıyor bu
güzel insanlar. Ağıtları da oyunları da kendilerine has… Yani ağlatmayı da en iyi onlar yapıyor güldürmeyi de. Öyle ya başka
bir yer var mıdır ki fıkralarıyla böylesine
anılan? Temiz kalpli Karadeniz insanından
başka var mıdır böyle kendiyle barışık, böyle kendiyle bile eğlenebilen? Hem öyle ya
her ne kadar yüreğimizin telini sızlatsa da
tulumlu ağıtları, Karadeniz deyince yine
de ilk yüzümüze düşen şey gülümsemedir.
Çünkü ağlattığından çok güldürür Karadeniz İnsanları… O zaman bu güzel kültürün
güzel insanlarından bir fıkrayla gülelim biraz da…
Furduk Oni
Babam öldü, demiş Temel.
İlyas sormuş:
- Neden öldü?
- Apartmanin sekizinci katinin balkonundan düştü.
- Eyvah parçalandi mi?
- Yok, girişteki bakkalin tentesine düsünce
oradan havalanip karşi apartmana yöneldi.
- Apartmana mi çarpti, nasil oldu?
- Yok, karşi apartmanin balkonunda çamaşirlar asili idi. Çamasir ipine vurup fabrikanin bahçesine düştü.
- Orada mi öldü?
- Yok, fabrika çelik yay fabrikasi, bahçedeki
yaylarin üzerine düşüp havalandi yeniden...
- Peki sonra?
- Sonrasi ne? Baktik ki yere inmiyor, biz de
furdik oni..
89
90
CAMİLERİ, TÜRBELERİ, KÖPRÜLERİ İLE
ANADOLU’DA BİR TURİZM KENTİ:
KIRIKKALE
KURULUŞ OLARAK OLDUKÇA GENÇ BİR ŞEHİR OLAN KIRIKKALE TARİHSEL VE COĞRAFİ OLARAK İSE BİR O
KADAR YAŞLIDIR. 1989 YILINDA ANKARA’DAN AYRILARAK İL YAPILMIŞTIR. ADINI KIRIK KÖYÜ İLE KALETEPE’NİN
BİRLEŞİMİNDEN ALDIĞI SÖYLENSE DE OSMANLI BELGELERİNDE GEÇEN “KIRIKKAL” İLİNİN DE BURASI OLDUĞU
BİLİNMEKTEDİR.
272 bin civarındaki nüfusu ile 4.365 kilometrekarelik bir alan üzerine yerleşmiş
durumdadır Kırıkkale. Başkentin sosyoekonomik yönden en gelişmiş komşularından biridir. Gelişkin sanayisi ile ülke
ekonomisine katkısı oldukça fazla olan
şehrin savunma ve petro kimya sanayiindeki önemi ve yeri oldukça büyüktür.
Daha evvel de bahsettiğimiz gibi kuruluşu ve il oluşu oldukça yeni olan
Kırıkkale’nin tarihi varlığı oldukça eskilere dayanır. Kırıkkale İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nün verilerine göre:“
Kırıkkale İli’nin coğrafi alanının yüzyıllar öncesine giden çok eski bir yerleşim
sahası olduğu bilinmektedir. İlimizin
değişik yerlerinde bulunan mağara, yer
altı şehri ve höyük gibi arkeolojik eserler ve kalıntılar bu bilgileri doğrular niteliktedir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden
sonra, ilimiz dahilindeki Böhrek (Böbrek)
Dağı civarı, Anadolu’nun Türk ve İslam
diyarı yapılması için mücadele verilen
bölgelerinin başında gelir. Ayrıca Anadolu’daki ilk Türk – İslam yerleşim merkezlerinden birisi de 1120 yılında kurulan
Balışeyh’tir. Daha sonraki yüzyıllarda bu
bölgede, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç
eden muhtelif Oğuz Türkmen aşiretle-
rinin iskan edildikleri görülmektedir.
Bu arada “Oğuzhan“ oymağının, Ankara
yakınlarında (o zamanki söylenişiyle )
“Kırıkkal’a” Bölgesi’nde iskan edildiğine
dair Osmanlı arşiv belgeleri mevcuttur.
Bu kaynaklar bize 250 – 300 yıl önceden
buralara Kırıkkala isminin verildiğini
göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin son
dönemlerinde Kırıkkale Bölgesi, Ankara
Vilayeti’nin sancağı olan Kırşehir’e bağlı
Keskin kasabasının, Kızılırmak Havzası
içinde; Yahşihan, Kırıkköyü ve Yuva Köyü
gibi yerleşim alanları ile dikkati çekmektedir. Evliya Çelebi de İpek Yolu üzerinde
bulunan Kırıkkale çevresindeki Keskin,
Yahşihan ve Sulakyurt gibi yerleşim merkezlerinden övgüyle bahsetmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmaya
başlanan savunma sanayisi ile gelişmeye yönelen Kırıkkale; muhtelif kazılarda
elde edilen çok çeşitli medeniyetlere ait
değerli buluntuları, 150 – 200 yıllık tarihe
sahip ahşap konakları, savunma sanayisi
üretimleriyle MKEK Fabrikaları, Tüpraş
rafinerisi gibi diğer sanayi tesisleri ve
üniversitesi ile tarih, kültür, sanayi ve bilimin mükemmel bir bileşimi olan önemli bir Cumhuriyet Şehri’dir.”
“Allı turnam bizim
ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle
bal söyle”
Ne güzel söylemiş Keskinli
Hacı Taşan. Anadolu’yu,
Anadolu’nun bu buram
buram memleket kokan
şehrini ne güzel taşımış
türküsüne… Ne güzel
anlatmış Kırıkkale’yi…
Tarihi Osmanlı’ya dayanan Kırıkkale’de
Osmanlı izlerini görmek elbette şaşırtıcı
değil. O döneme ait eski evlerin, konakların sıkça karşınıza çıkacağı kasabalar
ve köylerde o tarihi havayı da solumak
mümkün. Evlerin mimarisi genel olarak
aynı. Ortada bütün odaların açıldığı geniş
bir salon mevcut. Odalarda bulunan ve
adına “yüklük” denilen gömme dolaplarda ise Osmanlı döneminin ağaç işlemeciliği fark edilmeyecek gibi değil. Yontma,
oyma, kakma, kaplama, silme, torna,
yakma, yaldızlama teknikleri ile yapılmış
ve süslenmiş olan bu ahşap bölümlerde
buram buram Osmanlı dini ve sivil mimarisi kokuyor.
91
El sanatları da bir hayli kıymetli ve meşhur Kırıkkale’de.
Öyle ki unutulmasın diye Halk Eğitim merkezinde kurslar sürekli devam ediyor.
El sanatları da bir hayli kıymetli ve meşhur
Kırıkkale’de. Öyle ki unutulmasın diye Halk
Eğitim merkezinde kurslar sürekli devam
ediyor. İğne, mekik, tığ ve filkete gibi aletlerle yapılan el sanatları, kursların ardından sergileniyor. Her tekniğin kendine has
ve birbirinden güzel örneklerini bu sergilerde görmek mümkün. Bir hayli meşhur
olan iğne oyalarının; ulamalar, hotoz oyaları, taç oyaları, dal oyaları, saksı ve kır çiçekleri gibi bölümleri var.
Şenliği, muhakkak denk getirilip görülmesi gereken organizasyonların başında yer
alıyor. İki gün süren ve oldukça eğlenceli
geçen şenlik, Çarşı Camisi’nde okutulan
mevlit programı ile başlıyor. Mehteran takımı eşliğinde yürüyüş yapılıyor ve Türk
Büyükleri Anıtı’na çelenk sunuluyor. Şenlik
kapsamında sünnet merasimi de mevcut.
Sünnet olacak çocuklara kıyafetleri dağıtılıyor. Yöresel sanatçılar halk oyunları eşliğinde sahne alıyor.
Bir zamanlar oldukça rağbet gören dokumacılık ise ekonomik olarak pek katkı sağlamadığı düşüncesi ile olsa gerek artık pek
gözde değil. Şehrin bazı ilçe ve köylerinde
bu dokuma tezgahları ile karşılaşma şansınız olsa da bir çoğu artık kullanılmıyor.
Ancak yine de buradan bir anı ile dönmek
isteyenler için hediyelik eşya satan mağazalarda bu dokumacılık örneği halı, kilim
veya heybelere ulaşmak mümkün.
Kurulan yörük çadırları, güreş müsabakaları, şifalı pilav ikramları, meşhur Osmanlı şerbetleri ile daha da renkli bir hal alan
şenlik hem göze hem damağa hitap ediyor.
Karakeçili Uluslararası
Kültür Şenliği:
Her yıl Eylül ayının ikinci haftası kutlanmaya başlanan Karakeçili Uluslararası Kültür
Kırıkkale Düğün
Gelenekleri:
Anadolu’nun diğer pek çok şehrinde olduğu gibi Kırıkkale’nin de kendine has düğün,
gelin alma gibi gelenekleri var. İl valiliğinin
düğün gelenekleri ile ilgili yaptığı kısa derleme ise merakımızı bir nebze giderse de
bizzat orada olup şahit olma isteğimizi de
arttırmıyor değil.
Düğün:
“Düğün öncesinde hazırlıklar yapılır. Ev eşyaları ve gelinlik alınır. Bunlar kızın sandık
içi çeyizi ile birlikte kız evinde sergilenir.
Oğlan babasının en yakın arkadaşı “Düğün Kahyası” oğlanın en yakın arkadaşı
da “Sağdıç” olarak seçilir. Yöremizde düğünler, genellikle Cuma günü namazdan
sonra başlar, Cuma namazından çıkanlar,
yanlarında cami imamı olmak kaydıyla düğün evine gelirler. “Bayrak Yemeği” diye
adlandırılan yemek yenir. Yemekten sonra bir sırık ucuna takılmış Türk Bayrağı ile
bayrağın üzerinde bulunan ayna ve elma
evin çatısına (damına) dikilir. Bayrak sırığın ucuna asılmadan önce imam tarafından
dua edilir. Bayrağın asılmasına yörede halk
tarafından “Bayrak Kaldırma” denir. Davul ve zurnalar çalmaya başlamadan önce,
köyde ve çevrede cenazesi olan aile varsa,
davul ve zurna ile birlikte düğün sahibi ile
birlikte bu aileye “yas alma”ya giderler. Yas
alma, aynı zamanda düğünün başlaması,
davul zurnanın çalması için bu aileden izin
almak anlamına gelir. Aynı günün akşamı
okuntular, yani davetliler gelir. Davetlilere
yemek ikram edilir. Okuntular gelirken ha-
92
Sadece isimlerinden yola çıkarak ne olduğunu mümkün değil anlayamayacağımız yemeklerden biri “sızgıt”. İsmiyle bir
tahmine varılmak istendiğinde sanki çok
karmaşıkmış gibi duran bu et yemeğinin
sadece bir malzemesi var, o da etin kendisi. Eti kendi yağı ile kavurup daha sonra
da kurutuyorsunuz. Tamamen kuruduktan
sonra “sızgıtınız” hazır. Ancak elbette bu
her zaman tek başına tüketilen bir yemek
değil. Sızgıtı diğer yemeklerin yanında veya
içinde de kullanıyor Kırıkkaleli hanımlar.
Ekmek Aşı (Guymak) :
Gelin oğlan evine gelirken beraberinde kaşık,
çivi, bıçak… gibi şeyleri de getirir. Bu da gelinin
“bereketiyle gelmesi “ anlamına gelir.
ber verirler. Davul zurnacı davetlileri karşılamaya çıkar. Davetliler düğüne güçleri
oranında hediye getirirler. Bu hediyeler; ev
eşyası, para, düğün için yiyecek, zahire, düğünde kesmek için etlik küçükbaş hayvan
olabilir.”
Kız Kınası:
Cumartesi akşamı düğün, kız kınasının
yapılması ile devam eder. Üzerinde çeşitli
renkte yanan mumlar olduğu halde, büyükçe bir tepsinin içine çerez, şeker, kına ve
antepfıstığı; geneline hediye olarak elbise,
ayakkabı hazırlanıp, bir çocuğun başı üzerinde kız evine varılır. Kız evinde kadınlar,
gelin kızın yanına giderler ve kına türküleri
söyleyerek kızın kınasını yakarlar. Düğün
alayı oğlan evine döner, davul zurna kız
evinde kalır. Bir müddet sonra kız evi davul zurna eşliğinde “oğlan kınası” nı getirir.
Kına, yine mumlarla süslenmiş, üzerinde
çerez ve hediyeler ile bir tepsi üzerindedir.
Yanında sağdıç olduğu halde, oğlanın eline
bu kına yakılır.
Gelin Alma Günü:
Düğünün son günüdür. Genellikle Pazar
günü sabahtan hazırlıklar yapılır. Gelini almaya gelenlere babası kızını teslim eder.
Kız eğer varsa bir erkek kardeşinin koluna girmiş olarak evden dışarı çıkar. Oğlan
evinden gelenler o anda sevinç gösterileri
yaparlar. Düğünün kız evi açısından en dramatik anı bu zamandır.
Gelin, oğlan evine girerken eline bir parça
yağ verilir. Bu yağ gelin eve girerken tavana
sürülür. Bu da “ Yağ gibi yapışsın, kalsın”
demektir. Ayrıca, gelin, oğlan evine gelirken beraberinde kaşık, çivi, bıçak… gibi
şeyleri de getirir. Bu da gelinin “bereketiyle
gelmesi “ anlamına gelir.
Bir Başkadır Kırıkkale
Mutfağı:
Keskin tavası, sütlü, çalma, pelte, madımak, guymak, sızgıt, yeşil mercimek çorbası, bulama, pekmez, sarığı burma, etli
mercimekli bulgur pilavı, yoğurtlu tarhana… Adlarından da anlaşılacağı gibi oldukça farklı lezzetlere sahip Kırıkkale mutfağı.
Bu lezzetlerin arasında yapılışının kolaylığı
ile şaşırtan da var, “ikisi bir araya gelirse
nasıl bir tat olur ki” dedirten de.
Kırıkkale’nin özellikle kırsal yerleşim alanlarında sıkça rastlanan ve toplu halde pişirilip birkaç ay içinde tüketilebilen meşhur
yufkası bu yemeğin ana malzemesi. Yufka
ekmeği ufalanarak yağda kavruluyor. Daha
sonra içine su ile birlikte salça, sızgıt ve biber ilave edilerek hazırlanır.
Çalma:
Bir diğer adı ile müstesna Kırıkkale yemeği
de Çalma. Yöreye özgü “çöğen” denilen bitkinin kökünün kaynatılması ile başlıyor çalma yapımı. Kök kaynadıktan sonra ortaya
çıkan su, Kırıkkale’nin bizzat kendi pekmezine ilave ediliyor. Çünkü bölge halkı kendi
yaptıkları pekmezin de oldukça özel olduğu
kanısında. Pekmeze katılan bu çöğen kökü
suyu yavaş yavaş birlikte karıştırılmaya
başlanıyor ve bu yeni karışım bir süre sonra
katılaşmaya başlıyor. İyice kıvamlı bir hale
geldikten sonra ise servis ediliyor. Çalmanın siyahı olduğu gibi beyazını da yapmak
mümkün. Ancak bunun için yanınızda maharetli bir Kırıkkaleli bulundurmanızda fayda var.
93
Hasandede Camii ve Türbesi
Kırıkkale’nin Tarihinden Haydar Sultan Camii ve
Eserler:
Türbesi:
Kırıkkale’nin, Osmanlı mimarisinin ve süslemesinin en güzel örneklerinden olan ve
bu güne kadar gelmeyi başarmış cami ve
türbeleri de görülmeye değer gerçekten.
Burnunuza tüten tarih ve içinize dolan huzur esintisinin tarifi ise maalesef mümkün
değil.
Hasandede Camii ve Türbesi:
İki türbenin yan yana bulunduğu Hasandede türbesinin ilkinde Hasandede (Doğanbeğ), ikinci türbede ise oğulları Şeyh Halil
İbrahim, Şeyh Mustafa ile kızı Ümmühan
Ana yatmaktadır. Türbe ile yan yana olan
1605 yılında yapılan cami ve türbeler Kırıkkale merkez ilçeye bağlı, kent merkezine
12 kilometre uzaklıktaki Hasandede kasabasındadır.
Şeyh Şami Camii ve Türbesi:
Kırıkkale’nin Sulakyurt ilçe merkezinde
bulunan cami, Şeyh Şami tarafından 15.
yüzyılda yaptırılmış. Evliya Çelebi’nin de
adından övgü ile bahsettiği Şeyh Şami’nin
yaptırdığı cami ve hemen yanındaki türbesi
zamanla aşınıp tamirat görse de hala gelenlerin uğramadan gitmediği yerlerin başında gelir.
Haydar Sultan köyüne 500 metre uzaklıkta,
Böyrek Dağının eteklerindedir Haydar Sultan külliyesi. Külliye; cami, türbe, hazire,
çeşme ve kuyudan oluşmaktadır. Y ı l l a r
içinde tahribata uğrayan külliyeden günümüze ise Deliler Kuyusu adı verilen kuyu ile
iki adet kitabe kalmıştır. Deliler kuyusunun
özelliği ise suyunun kükürtlü olması nedeniyle, su soğuk olmasına karşın kaynıyor ve
buhar çıkartıyor gibi görünmesidir.
Haydar Sultan Camii
Deliler kuyusunun
özelliği suyunun
kükürtlü olması
nedeniyle, su soğuk
olmasına karşın
kaynıyor ve buhar
çıkartıyor gibi
görünmesidir.
94
KALAYCILIK
BAKIRI GÜMÜŞ YAPANLARIN MESLEĞİ
ESKİDEN AŞIRI YARAMAZLIK YAPAN ÇOCUKLARI YA
KÖMÜRCÜYE YA DA KALAYCIYA ÇIRAK KOYMAKLA
KORKUTURDU BABALAR ANNELER. ÇOCUKLAR KORKAR
MIYDI BU TEHDİTTEN? KÖMÜRCÜLÜKTEN BELKİ AMA
KALAYCILIĞA KONACAĞINI DÜŞÜNEN ÇOCUK İÇİN İÇİN
SEVİNİRDİ BELKİ DE. ÇÜNKÜ KIPKIRMIZI BAKIRI GÜMÜŞ
RENGİNE ÇEVİREN SİHİRLİ BİR MESLEKTİ KALAYCILIK.
TÜRKÜSÜ BİLE VARDI BU MESLEĞİN:
Mehmet Emin
DİYARBAKIRLIOĞLU
Yazar- Ressam
“Bakır kaplar kalaylansın
Şu odada bir mum yansın
Uyuyan bahtım uyansın…”
Biri daha:
“Kalaycılar kalay yapar
Bakırları gümüş yapar
Ana, ana niye verdin beni kalaycıya
Kap kalaylamıyor, kalaylayamıyor...”
95
Günümüzde Malezya, Bolivya, Tayland, Endonezya, Nijerya ve Çin gibi ülkeler dâhil olmak
üzere 35 ülkede kalay madenciliği yapıldığı bilinmektedir. Anadolu’da ise sözü edilen en eski
kalay madeni ocağı Niğde Celaller Köyü yöresindedir.
DÜNYADA VE BİZDE KALAY
Bu yazımızda toplumumuz tarafından nispeten daha çok tanınan bir mesleği, kalaycılığı daha yakından tanımaya çalışacağız.
Bilimsel açıdan kalay periyodik cetvelde SN
simgesi ile 50. sırada ve metaller sınıfında
gösterilen bir elementtir. Eski çağlardan
beri bilinen bu element, gümüş beyazlığında olup dövülebilir bir maddedir. Bu sayede
kolayca levha veya tel haline getirilebilir.
Beyaz kalayın özgül ağırlığı 7.29 gr./cm3
tür ve 231 Cº’de erir. Bu özelliğinden dolayı,
kurşun ile olan alaşımından lehim kaynağı
olarak geniş bir kullanım alanına sahiptir.
Kurşunun aksine zehirleyici de değildir.
Günümüzde Malezya, Bolivya, Tayland, Endonezya, Nijerya ve Çin gibi ülkeler dâhil
olmak üzere 35 ülkede kalay madenciliği
yapıldığı bilinmektedir. Ancak bilinen rezervlerin en az yarısı Güney Doğu Asya’da
bulunmaktadır. Anadolu’da ise sözü edilen
en eski kalay madeni ocağı Niğde Celaller
Köyü yöresindedir. Tunceli, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul-Şile, Eskişehir, Bursa, Manisa, Kırşehir, Amasya, Uşak, Niğde, Sivas
ve Aksaray yörelerinde de kalay madenlerinin olduğu bilinmektedir.
5 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR
Kalayın yumuşak ve kolay şekil verilebilir
bir maden oluşuna paralel olarak insanlık
tarihinde M.Ö. 3000’li yıllara kadar uzanan
bir geçmişi söz konusudur. Dahası, hava ile
teması sonrasında kolay oksitlenmez.
Bu özellik, korozyondan korunması gereken eşyalarda kalaya çokça başvurulmasına neden olan en önemli özelliğidir.
Gerçekten de kalayla kaplanan mutfak eşyalarında ve kaplarda kalay, koruyucu bir
katman oluşturur. Bu katman metalleri korozyona karşı korur. Beyaz toz halinde elde
edilen ve SnO2 simgesi ile gösterilen kalay,
mermer ve süsleme taşlarını parlatmada,
seramik malzemelerinin sarı, kahverengi
veya pembe renklerde boyanmasında ve
cam eşyaların matlaştırılmasında kullanılır. Ayrıca besin sanayinde konserve kutularının ve tenekelerinin imalatında önemli
bir yer tuttuğu bilinmektedir. Kurşun ile
birlikte oluşturduğu alaşımdan ise tenekecilerin ve günümüzde ise elektronik sanayinin en çok kullandığı “teneke kaynağı”
dediğimiz lehim doğmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz özelliklerinin yanında asıl bizi ilgilendiren özelliği demir ve
özellikle de bakır kaplarla olan beraberliğidir. Yani mutfaklarda kullandığımız bu
kapların kalaylanması ve buna bağlı olarak
da kalaycılık mesleğinin yüzyıllarca hayatımıza girmiş olmasıdır.
ZEHİRLENMELERİ ÖNLÜYOR
Bakır kapların mutfaklarımızda kullanılmaya başlaması kalayın bulunmasına son
derece bağımlıdır. Gerçekten de bakır kaplar kalayla kaplanmadan tek başına mutfak
eşyası olarak kullanıldıklarında çabuk oksitleniyor ve bakır zehirlenmeleri nedeniyle
ölümlere neden olabiliyorlardı.
Kalayla ilgili bu önbilgilerden sonra bakır
mutfak eşyalarının kalay ile nasıl kaplandıklarını anlatmaya geçebiliriz.
Kalaylanacak kabın önce örs ve çekiç yardımıyla bozuk kısımları tamir edilir. Ezik
yerleri düzeltilir, kırıklar ise kaynak yapılır.
Daha sonra bu kaplar kalaycı çırağı tarafından kum ve kömür parçaları ile temizlenir.
Kalaycı çırağı kararan yerleri tekrar parlatıncaya kadar ayakları ile ovar. İşin bu kısmını genellikle çıraklar üstlenir. Duvarda
çakılı olan tutamaklara elleri ile tutunan çı-
96
Kalaycı çırağının çıplak ayakları ile telisin üzerinde bir sağa bir sola kıvırması hareketi, verdiği sözde
durmayanları betimlemek için kullanılan “kalaycı çırağı gibi kıvırmak” deyimine de
ilham kaynağı olmuştur.
97
rak, parlatacağı kabın üzerine ince kum ve
kömür parçalarını ve bu parçaların üzerine
de bir telis parçası koyar. Çırak çıplak ayakları ile telisin üzerinde kalçasını bir sağa bir
sola kıvırarak telisi hareket ettirir. Sürekli
yapılan bu hareket kabın temizlenmesine
kadar devam eder. Bu davranış zımpara
kağıdının olmadığı dönemlerde kapların bir
nevi zımparalanarak temizlenmesine benzetilebilir.
Kalaycı çırağının bu hareketi, verdiği sözde durmayanları betimlemek için kullanılan “kalaycı çırağı gibi kıvırmak” deyimine
de ilham kaynağı olmuştur. Çırağın görevi
burada bitmez. Ocaktaki ateşin harlanması
için körüğü çevirmesi de gerekir.
KÖY KÖY DOLAŞAN
KALAYCILAR
Kalaycı körükleri de demirci körüklerine
benzerler. Kalaycılıkta kullanılan körükler
tek veya iki kollu olup, gövdesi deriden yapılanların yanı sıra, kol gücüyle döndürülen
demir pervaneli bir hava üfleyici vantilatör
örneği olan körükler de mevcuttur.
Bu şekilde temizlenen kap ocakta ısıtılır.
Isınan kap üzerine kalayın tutması için toz
nışadır (kimyasal bir madde) atılır. Yeterin-
Büyüklerimiz, bakır
kaplarda pişen
yemeklerin lezzetinin
yeni çıkan kaplarla
pişenlerden daha lezzetli
olduğunu söylerler.
Yaşayan eskiler
kalaydan söz açılınca
şu sözleri söylemekten
kendilerini alamazlar.
“Aaah ah! Nerde o
kalaylı tastan içilen
suların tadı?”
ce ısınan ve üzerine nışadır sürülen kaba
kalay biraz değdirilir. Kalay bu haliyle kabın
üzerinde eriyik halde bulunur. Bu haldeki
kalay bir pamuk yumağı ile kabın her tarafına dağıtılır. Bu işleme kalay yapılacak kabın tüm yüzeyi kaplanıncaya kadar devam
edilir.
Yakın zamana kadar kalaycılık aynı zamanda seyyar olarak da icra edilen bir meslekti.
Köy köy dolaşıp halkın bakır mutfak kaplarını yerinde kalay yaparlardı. Bulundukları
yer önemli değildi. Yeter ki ocaklarını kuracakları açık bir yer bulsunlar, hemencecik
orada ateşi yakar, kalaylama işini yaparlardı. Halk onların geleceği günü bilir, bakırı
çıkmış kaplarını bekletirdi. Halen göçebe
bir yaşam süren Yörüklerce de seyyar kalaycılık icra edilmektedir. Bu kimselere
Anadolu’da Akdeniz Toroslarında ve diğer
yüksek kesimlerde rastlayabiliriz.
NERDE O KALAYLI
TASTAKİ SU TADI!
Kalayın bakırla birlikteliği, teknolojik gelişmelere bağlı olarak bazı meslekler gibi
artık tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın
mutfaklarımızdan çekilmesiyle de sona
yaklaşmıştır. Günümüzde çelik, alüminyum, emaye ve teflon mutfak eşyaları bu
mesleğe olan ihtiyacı en aza indirmiştir.
Ancak halen turistik amaca yönelik bakır
eşya imalatı kaycılığın biraz da olsa devamına izin vermektedir.
Büyüklerimiz, bakır kaplarda pişen yemeklerin lezzetinin yeni çıkan kaplarla pişenlerden daha lezzetli olduğunu söylerler.
Yaşayan eskiler kalaydan söz açılınca şu
sözleri söylemekten kendilerini alamazlar.
“Aaah ah! Nerde o kalaylı tastan içilen suların tadı?”
Pırıl pırıl kalaylanmış bakır kaplarda pişen
yemeklere lezzet, suya gizemli bir tat veren
kalaycılık mesleği de eskilerde mi kalacak
dersiniz?
98
İSTANBUL’UN FETHİ
VE AVRUPA’DAKİ YANKILARI
İSTANBUL’UN FETHİ SADECE OSMANLI DEVLETİ’NDE DEĞİL, HEM İSLAM DÜNYASINDA HEM DE AVRUPA’DA
GENİŞ YANKILAR UYANDIRMIŞTIR. TARİH BOYUNCA DEĞİŞİK MİLLETLERCE DEFALARCA KUŞATILAN ŞEHRİ ALMAYA,
KUR’AN-I KERİM’DE İŞARET BUYRULAN BELDE-İ TAYYİBE KELİMELERİNİN SIRRINA ULAŞMAK VE PEYGAMBERİMİZİN
HADİS-İ ŞERİFİNE MAZHAR OLMAK YİRMİ BİR YAŞINDA OLAN II. MEHMET’E NASİP OLACAKTIR.
Fatih Sultan Mehmet’e kadar, Osmanlı
Devleti’nin gövdesi Anadolu, kolları Rumeli ve başı Bizans’ın elindeki İstanbul’da
bulunuyordu. Osmanlı Devleti bu duruma
son vermeliydi. Çünkü devletin iç ve dış güvenliği tam olarak sağlanamıyordu. Diğer
yandan fetih incelendiğinde, Selçukluların
Anadolu’da, Osmanlıların Rumeli’de yerleşmelerinden beri Haçlı seferleri birkaç
defa İstanbul’a düzenlenmişti. İstanbul’un
uluslar arası deniz yollarının ve dünya ticaretinin önemli merkezlerinden olması
İstanbul’un değerini kat kat artırıyordu.
Esasen Avrupa devletlerinin gözü dahi İstanbul’daydı, ne var ki bu şehri almaya güçleri de yetmiyordu.
Fatih Sultan Mehmet’e
kadar, Osmanlı
Devleti’nin gövdesi
Anadolu, kolları Rumeli
ve başı Bizans’ın elindeki
İstanbul’da bulunuyordu.
Osmanlı Devleti bu
duruma son vermeliydi.
Kahire’de bulunan Abbasi halifesinin emriyle, camilerde Türk şehitlerinin ruhuna
günlerce dualar edilmiş, mehterler ise
halka konserler vermiştir. Güney Hindistan sultanı Alaeddin II. Ahmed Behmen, II.
Mehmet’e elçiler göndererek başardığı büyük işten dolayı tebrik etmiştir.
İstanbul için Napolyon Bonapart demiştir
ki;’’Küre-i arz bir hükümetin idaresi altında bulunsa merkezi idaresi İstanbul olması
gerekir.’’ Avrupa’nın İstanbul’a bakış açısını yansıtması bakımından bu ifade çok
önemlidir. İstanbul’un fethiyle Avrupalıların Osmanlı karşısındaki durumlarını birkaç örnekle vermek istiyorum.
99
1 Şubat 1454’ten sonra Papa, önemli fermanlar yayınlayarak hatta mukaddes harp vergisi
adı altında vergiler koyarak, verdiği emirlere uymayanları da aforoz etmekle tehdit ederek
Hristiyanlar arasında uzun bir sulh temin etmeye çalışmıştır.
Habsburg hanedanından İmparator III.
Fredrich, Venedikli Francesco Foscari ile
buluşup fiili bir mukabelede bulunamamanın verdiği üzüntü ve aşağılık duygusu ile
dairelerinde günlerce matem ve dua ederek vakit geçirmişlerdir. III.Friedrich, Papa
V.Nicolaus’a 12 Temmuz 1453’te yazdığı
mektupta ‘’Mehmet çoktandır aramızda
hüküm ferman bulunuyor. Türk kılıcı, çoktan beri başımızın üzerinde, Karadeniz bize
kapalı, Romanya ellerinde, biz hala birbirimizle uğraşıyoruz. Birleşip mücadele edebilseydik ne iyi olurdu ey mukaddes pederim.’’ diyerek Hristiyan dünyasının içinde
bulunduğu durumu ortaya koymaktadır.
1 Şubat 1454’ten sonra Papa, önemli fermanlar yayınlayarak hatta mukaddes harp
vergisi adı altında vergiler koyarak, verdiği
emirlere uymayanları da aforoz etmekle
tehdit ederek Hristiyanlar arasında uzun
bir sulh temin etmeye çalışmıştır.
Ünlü tarihçi Hammer’e göre; Bizansın düşüşü Avrupa milletleri için uzun mücadele
devresi açmıştır. Fakat buna rağmen, batılı yazarlar ve papalar ki, bunlar arasında,
Papa II.Pius ve tarihçi VI.Trapezuntus; ‘’
Fatih Sultan Mehmed’i, hristiyan olursa cihan imparatoru olarak tanıyacaklarını söyleyenler vardı.’’ diye ifade ederler. Ne var
ki onların dediği mümkün değildi. Onun için
bu hayalleri suya düşmüş oluyordu. Artık
Katolik-Ortodoks ittifakı yani hristiyan aleminin birliği hayali de yok olmuştu.
Ortaçağ Avrupası’nda yenen daima öldürür, yenilene istediği gibi muamele yapar,
hele hürriyet ve din iadesi akıl almaz bir
şeydi. Fatih’in Bizans halkına bu hakları
geri vermesi, hristiyan milletlere büyük tesirler yaptı ve onlara yeni bir görüş ve anlayış getirmiştir.
İstanbul’un fethi, kuvvetin kuvvetsize galip
gelmesi değil, üstün ahlak ve medeniyetin
dejenere olmuş ahlak ve medeniyete galip
gelmesidir. Bütün Avrupa tarihçi ve düşünürleri bu noktada birleşmiştirler. Alman
İmparatorluğu’ndan Von Moltke, şöyle de-
mektedir: ’’Hristiyan Latinler 1204’te Bizansı, daha sonra Türklerin yaptığından
daha fazla tahrip ettiler. Nicetas, Latinlerin
tahrip ettikleri bir sürü sanat eserini anlatır.’’(1 )
Alman Filozofu Hegel (1770-181),’’Bizans
İmparatorluğu’nun iç ve dış işlerinde birçok
bozukluk, isyan, ihanet ve entrikanın olması, Doğu Roma’nın yıkılıncaya kadar geçirdiği sahnelerdir ‘’ diye ifade etmiştir.( 2)
Fransız akademisinden Rene Grousset,
İstanbul’un fethi hadisesinin sebeplerini
yüzlerce yıllık derinliklerde aramaktadır.’’…
Bu suretle doğu meselesi üç ayrı safhayı
gösterir: Ortaçağ başlarında Arap-Bizans
safhası, XIII.ve XIV. yüzyıllarda haçlı teşebbüsünün neticeleri ve 1360’tan ve 1453’ten
sonra Türklerin hali. Avrupa medeniyeti
dışında bilhassa Müslüman dininden olan
milletler insanlık medeniyetine o kadar
yüksek safhalar yaşatmışlardır ki taraf tutmayan bir tarihçi, onlara düşman hiçbir temayüle sahip olamaz.’’ diye ifade etmiştir.
100
( 3) Daha sonra Roma İmparatorluğu’nun
fethini Osmanlıların yaptığını söyler. Çünkü
der; Osmanlılar, büyük kumandana, bilgili
ve büyük hükümdarlara, iyi bir ahlaka sahiptir. Ne istediklerini, ne yaptıklarını ,nasıl
davranılması gerektiğini bilirler.(4)
Tarihçi Jacopo Langusch, Fatih hakkında
diyor ki; ‘’ İddiasınca dünyada bir tek imparatorluk, bir tek iman ve bir tek hükümdarlık olmalı imiş. Bu birliği kurmak için de
dünyada İstanbul’dan daha layık bir yer yok
imiş. Bu şehir sayesinde Hristiyanları hükmü altına alabilirmiş .’’ diye ifade etmektedir.(5)
Macar müverrihi(tarih yazan, tarihçi) Bende Kalman, İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’nın durumunu şöyle anlatıyor:
‘’Türkler şimdi bütün Avrupa’nın en mühim
problemi oldu. Avrupa, uğradığı korku sebebiyle istemeyerek her gün ona çevrilmekte ve bu andan itibaren ona daha büyük dikkat atfetmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in
disiplinli idaresiyle Müslümanlığın ahlaki
birliğinde gizlenen kuvvet, ancak şimdi keşif olundu. Bizans İmparatorluğu’nun ve
iktidarının varisi olan Türkler, Avrupa politikasının korkulur bir uzvu haline gelmişlerdir.’’ diye ifade etmiştir.
Romanyalı tarihçi Bratianu ise büyük fethi şu sözlerle değerlendiriyor: ‘’İstanbul,
Türklerin eline geçince büyük bir imparatorluğun merkezi oldu. Bu devletin hudutları az zamanda Tuna’dan Nil kıyılarına,
Fırat tan Adriyatik’e kadar genişledi. Son
asırda payitahtın o kadar az olan nüfusu,
fetihten sonra süratle arttı. İmparatorluğun merkezi olan İstanbul için gerçek restorasyon buraya İznik İmparatorluğu’nun
avdeti değil, Fatih‘in girişi oldu.’’ diye ifade
etmiştir.
1446’da G.Trapezuntios , Fatih’e hitaben
şöyle yazıyor: ’’Kimse şüphe etmez ki sen
Romalılar imparatorusun.’’ diye belirtmiştir. (6)
Papa II.Pius, Fatih’i Hristiyanlığa davet
mektubunda, Hristiyanlığı kabul ederse,
meşru imparator sıfatı ile dünyanın en kudretli hükümdarı haline geleceğini söylüyor.
Eğer kiliseye herhangi bir dava gelirse önce
kendisine başvurulacağını da yazmaktadır.
İstanbul’un fethi ile Fatih’e ve Osmanlı devletine verilen önem artmıştır. Bütün Hristiyan düşünürleri ve devlet adamları Osmanlı Devleti’nin ve Fatih’in büyüklüğünü kabul
etmişlerdir.
E.Bourgeuis, Manuel Historique de Politique Entragere adlı eserinin ikinci cildin-
Harp sanatını
en iyi bilir,
nadiren güler,
ince zekalı, asil
tavırlıdır.
de (Paris, 1941, s. 5 ), ‘’Fransızlar, haçlı
seferlerinden vazgeçseler ve Türklerin
İstanbul’a yerleşmesine göz yumsalardı,
ortaçağ biter ve modern çağlar daha evvel
başlardı.’’ diye belirtmiştir.
Büyük tarihçi R.Sedillot, ‘’Türkler yeni bir
harp tekniği ortaya koydular. Orduları bitmek tükenmek bilmez bir kitleyi emri altında tutuyordu.’’ diye ifade etmektedir.
( 7) Alman tarihçi Deismann,’’Fatih dünya
tarihinde bir dönüm noktası oluşturduktan
sonra, doğu ve batının kapısında durarak,
bu iki alemin kültürünü nefsinde toplayan
bir insandır.’’ demiştir.
Yunan alimi Georgios Tropezuntios , Fatih’i
Kirus, Büyük İskender ve Sezar’ın üstünde
tutarak “harp sanatını en iyi bilir, nadiren
güler, ince zekalı, asil tavırlıdır. ‘’diye anlatmakta ve övgüyle bahsetmektedir.
Görülüyor ki İstanbul’un fethine ve Fatih’in
kişiliğine Avrupa hayrandır. Onu elde etmek
için birçok çareye başvurmuşlar ancak sonuç alamamışlardır. İstanbul’un fethi, Türk
idaresinin birçok milleti, ne din ne de milliyet farkı gözetmeden idare etmeye azimli
olduğunu resmen ilan etmesi, beşeriyet tarihinde çok büyük bir yeniliktir. Bunlardan
başka, Fatih’in şahsında Türk milletinin
dünyaya örnek yeni bir hukuk nizamını bu
zaferden sonra ilan etmesi dünya çapında
tarihi bir olaydır.
Kaynaklar:
1. Bizans Tarihçisi Nicetas, Mektuplar.
2. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi,
Türkçe tercüme, 1-5-6)
3. L’empaire du Levant, s.8-11.
4. a.g.e, s.609.
5. Bubinger, Mehmed II, s.140.
6. a.g.e , s.226 .
7. History du Monde, s.184.
Uzman Tarih Öğretmeni
Cemil Kısmet
101
102
SADECE MADDİYAT
OKUL BAŞARISI GETİRMEZ!
M. Emin Karabacak
O
EN DEĞERLİ VARLIKLARIMIZ VE ALLAH’IN BİRER EMANETİ OLAN HİÇ ŞÜPHESİZ ÇOCUKLARIMIZDIR. ŞU ÜÇ
GÜNLÜK DÜNYADA BÜTÜN ANNE BABALARIN GAYESİ, ÇOCUKLARINA İYİ BİR GELECEK HAZIRLAMAKTIR.
İYİ BİR GELECEĞİN İYİ BİR EĞİTİMDEN GEÇTİĞİNİ BİLEN ANNE BABALAR, ÜZERLERİNE DÜŞEN GÖREVLERİ
DE KENDİLERİNCE SONUNA KADAR SORUNSUZ OLARAK YAPMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR.
kul zamanlarında anne babaların telaşları da bunun göstergesidir. Nasıl
başlanırsa öyle gider diyerek çocukların tüm ihtiyaçlarını karşılamaya
çalışmaktadırlar. Çocukların geleceğinin iyi bir eğitimden geçeceğini düşünen ve durumu iyi olan birçok veli;
devlet desteğini de fırsat bilerek çocuklarını özel okullara kaydettirmeye
çalıştılar. Durumu olmayanların da
bulunduğu yerin en iyi okuluna vermeye çalıştıklarını gördük.
Anne babaların çocuklarına karşı
çabalarını takdirle karşılıyoruz. Yalnız birçok velimiz işin maddi boyutunu düşünmekte psikolojik boyutunu
düşün(e)memektedirler. Yani görevlerinin sadece çocukların fiziksel ih-
tiyaçlarını karşılamak olduğunu düşünmekteler ve psikolojik ihtiyaçlarını
düşün(e)memektedirler.
problem etmeden eğitimlerine devam
ederek başarıyı yakaladıklarını görüyoruz.
Maddiyat önemli ancak iş sadece
maddiyatla çözülmüş olsaydı bizim
gibi köyde, kasabada okuyup özel
okul ve dershane yüzü görmeyenlerin
bugün köyde ya çiftçilik ya da çobanlık yapması (okurken bu meslekleri
peygamber mesleği diyerek severek
yapıyorduk) gerekiyordu. Ama kazın
ayağı hiç de öyle değil.
Eğitimde fiziksel ihtiyaçlar önemli ancak olmazsa olmazların başında değil
dedik. Çünkü meslek hayatım boyunca binlerce öğrenciyle görüştüm; fakat hiçbir öğrenciden ailelerinin maddi imkânsızlarını şikâyet etme adına:
“Hocam ailem bana şunu almıyor,
bunu almıyor, bana harçlık vermiyor,
bal, baklava ve et yedirmiyor, özel
ders aldırmıyor, özel okula göndermiyor…” diye bir cümle duymadım.
Ama; “Ailem beni sevmiyor, benimle
ilgilenmiyor…” diye başlayan psikolojik ihtiyaçları ifade eden cümleler
kuran yüzlerce öğrenci ile görüştüm.
Maddiyat önemli ancak başarı için
olmazsa olmazların başında gelmez.
Bugün başarılı olan birçok insanın
geçmişine bakıldığı zaman maddi sıkıntılar yaşadığını ve bunları çok fazla
103
Bazı anne babalar çocukların sadece karınlarını doyurmak, üstlerini
giydirmek ve okul ihtiyaçlarını karşılamakla görevlerinin bittiğini sanırlar.
Oysa bunlar sadece çocuğun fiziksel ihtiyaçlarıdır.
Birçok anne baba; çocuklarının kendilerinden sadece yiyecek, giyecek ve para istediğini zannederler. Onun için de velilerimiz:
“Hocam yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, dershaneye, özel okula bile gönderdim... başka daha ne yapabilirim!” derler.
İşte konunun ayrıştığı nokta da burada.
Anne babalar işin maddiyatında; çocuklarsa
psikolojisindedirler. Bugün birçok çocuk;
anne babasıyla iletişime bağlı “Anlaşıl(a)
mama” sıkıntısı yaşamaktadırlar. Ailesi
tarafından dinlenmeyen ve buna bağlı olarak anlaşılmadığını düşünen birçok çocuk,
psikolojik sıkıntılar yaşamaktadırlar. Bu
çocuklara bal baklava yedirmeler, markalı
kıyafetler almalar, özel okulla göndermeler… Çocukların psikolojik açlıklarını gidermiyor. Okul çocuğunun maddi ihtiyaçları en
iyi şekilde karşılarken duygusal ve psikolojik ihtiyaçları hep ikinci planda kalmaktadır.
Bazı anne babalar çocukların sadece karınlarını doyurmak, üstlerini giydirmek ve
okul ihtiyaçlarını karşılamakla görevlerinin
bittiğini sanırlar. Oysa çocukların fiziksel
ihtiyaçlarının yanında duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının da olduğunu akıllarına
dahi getirmek istemezler. Peki nedir bu
ihtiyaçlar:
Çocukların başarılı olmaları, ailelerin tutumlarına bağlıdır. Çocukların başarılarını
artırmak için ailelere düşen görevlerin bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Çocuklara yapılan fedakârlıklar; “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, kursa,
özel okula, dershaneye gönderdim...” sürekli gündemde tutulmamalı.
2. Çocukların yetenekleri üstünde bir beklentiye girilmemeli. Çocukların başarısından daha çok gayreti takdir edilmeli.
3. Çocukların olumsuz davranışları ve başarısızlıkları ön planda tutularak benlik
saygılarını olumsuz etkileyecek değerlendirmelerden kaçınılmalı.
4. Çocuklara yaşından küçükmüş gibi davranılmamalı. Güven ve destek konusunda
her zaman yanlarında olunduğu hissettirilmeli.
5. “Benim zamanımda, ben senin yerinde
olsaydım…” gibi uzun uzun nasihatlerden
kaçınılmalı.
6. Çocuklara karşı sabırlı ve anlayışlı olunmalı. Her ne olursa olsun kesinlikle beddua
edilmemeli ve çocuklara hayır dua edilmeli.
7. Çocuklarla iletişim kurulurken çocukla-
rın ruh halleri ve psikolojik durumları göz
önünde bulundurulmalı. Çocuklara aile
içinde vazgeçilmez olduğu hissettirilmeli.
8. Çocuklar başka çocuklarla veya kardeşleriyle kıyaslanılmamalı. Kıyaslanacaksa
da dünü ve bugünü değerlendirerek kıyaslanmalı.
9. Çocuklara “Sevgi açlığı” hissettirilmemeli. Sevgi, sözle birlikte beden diliyle de
gösterilmeli. Bunun için de çocuklarla nitelikli zaman geçirilmeli.
10. Çocuklara evde mutlu ve huzurlu bir
ortam sağlanılmalı. Aileyi etkileyen olumsuzlukların çocukları da etkileyeceği unutulmamalı.
11. Çocukların anlattıkları can kulağıyla
dinlenilmeli. Olaylar karşısında nasıl düşündüğü, neler hissettiği sorulmalı ve düşüncelerine saygı gösterilmeli.
12. Çocukların uygun olmayan arkadaş ve
davranışları yumuşak bir dille çocukla konuşulmalı. Bunun için de uzun uzun nasihat
etmek yerine nedenleri üzerinde durulmalıdır.
13. Çocukları aşırı eleştirmekten ve yargılayıcı davranmaktan kaçınılmalı. Yine çocukların hataları başkalarının yanında söylenerek çocuklar küçük düşürülmemeli.
14. Çocukların hataları sürekli yüzlerine
vurulmamalı. Çocukların yalana başvurmamaları için de herhangi bir konuda üzerlerine fazla gidilmemeli.
15. Çocukların haklı oldukları konularda
haksızlığa düşürmek yerine, özür dileme
erdemliliği gösterilmeli. Bunun, anne babaları çocuğun gözünde küçültmek yerine
daha da yücelteceği unutulmamalı.
16. Çocukların sadece okul başarısı değil,
karakter ve kişilik gelişimleriyle, duygusal
ve psikolojik sorunlarıyla da ilgilenilmeli.
Bunların yanında okul başarısı için çocuklar;
Sabah kahvaltısı yapmadan okula gönderilmemeli.
Okula zamanında tertipli ve dua ederek
gönderilmeli.
Çocukların okulla ilgili anlattıkları can
kulağıyla dinlenilmeli
Çocuklara evde ders çalışacak uygun bir
ortam sağlanmalı.
Çocuklara sürekli ders çalış demek yerine, çocuğun planlı ders çalışması sağlanmalı.
Çocuklar, yemek yerken ve ders çalışırken kesinlikle televizyon kapalı tutulmalı.
Ders çalışmasını engelleyecek cep telefonu, tablet, bilgisayar ve televizyona sınırlamalar getirilmeli.
Çocuklar düşük not aldıkları zaman aşırı tepki gösterilmeyeceği gibi başarıları da
aşırı abartılmamalı.
Çocukların öğretmenleriyle iletişim kurularak öğretmenlerinin önerileri dikkate
alınmalı.
Sonuç olarak çocukların başarısını artırmak için yalnız annenin ya da babanın
desteği yeterli olmadığı ve bu desteği her
ikisinin birlikte vermesi gerektiği unutulmamalıdır.
104
Kural: Sorulara karşılık gelen, canlıların
ortak özelliklerini bulmacaya yerleştiriniz.
Bilmece
Bulmaca
SORULAR:
1. Canlıların yaşam faaliyetlerini
gerçekleştirebilmek için besin almaları.
2. Canlıların bulunduğu yerden başka bir yere
gitmesi veya yön değiştirmesi.
3. Canlıların boylarının uzaması, gelişmesi.
4. Canlıların kendilerine benzeyen
yavrularının olması.
5. Canlıların havadan oksijen alıp,
havaya karbondioksit vermesi.
6. Canlılarda oluşan atık maddelerin
dışarıya atılması.
7. Canlıların yaşam faaliyetlerinin son bulması.
Kural: Aşağıdaki çıkarma
işlemlerinin sonuçlarını
rakamla bulmacaya
yazınız.
Matematik
Bulmaca
1.783-341=
2. 304-242=
3. 573-159=
4. 964-289=
5. 819-326=
6. 958-40=
7. 999-103=
8. 895-234=
9. 613-298=
10. 782-528=
11. 915-348=
12. 734-597=
13. 867-482=
105
Bunları
biliyor musunuz?
Parmaklarda Olduğu Gibi Eklemler Neden Kütler?
Parmaklarımızı kütletmek hepimizin yaptığı bir şeydir. Hatta bazılarımız bunu
alışkanlık haline getirmişizdir. Peki, parmaklarda olduğu gibi eklemler neden
kütler, biliyor musunuz?
Tendonlarımız, tıpkı gitar teli gibi gerginken bu sesi çıkarabilirler. Kütleme sesinin
diğer bir nedeni ise, eklem kapsüllerinin içerisinde bulunan erimiş halde mevcut
olan gazların serbest kalmasıdır. Eklem içindeki küçük kemik parçacıkları da
çıtırdama seslerine neden olabilir. Eklemlerin yerinden oynaması durumunda da
bir kütleme sesi gelebileceğini unutmamak gerekir, ancak bu durum çoğunlukla
acı vericidir.
Sayı Sistemi Nasıl Ortaya Çıktı?
Sayılar günlük hayatımızdaki pek çok şeyi kolaylaştırmak için bize yardımcı
olurlar. Eğer sayılar olmasaydı bir kaos yaşayacağımız ortada. Medeniyetin bunca
ilerlemesinde sayı sisteminin kurulmuş olmasının etkisini kimse inkar edemez. Peki
ama dünyayı değiştiren şeylerden biri olan sayı sistemi nasıl ortaya çıkmıştır?
Bilinen en eski sayma sistemlerinden biri, Eski Mısırlılara ait olanıdır. Eski
Mısırlıların kullandıkları resim yazısının (hiyeroglif) başlangıç tarihi, M.Ö. 3300 yılına
kadar gider. Mısırlılar yaklaşık 5300 yıl önce, milyona kadar olan sayıları kapsayan
bir sistem geliştirmişlerdir. Eski Mısırlılara ait sayma sistemi ilkçağ mağara
insanının önceleri kullandığı sayma sisteminin gelişmiş şeklidir.
Kış Uykusuna Yatan Hayvanlar Nasıl Beslenir?
Pek çok hayvan kış uykusuna yatar. Bu bize şaşırtıcı gelse de, kış ayları
boyunca uyuyarak bir anlamda o süreyi yaşamamış olurlar. Acıkma, tuvalet
ihtiyacı gibi durumlar göz önüne alındığında, aylarca uyumak fikri bize
tuhaf gelebilir. Hiç düşündünüz mü bu hayvanlar kış uykusundayken nasıl
beslenebiliyorlar?
Kış uykusuna yatan hayvanlar beslenmezler. Vücut ısılarını ve kalp atışı,
metabolizma hızı gibi hayati fonksiyonlarını düşürerek enerji gereksinimlerini
azaltırlar. Gereken minimum enerjiyi de daha önce bedenlerinde depoladıkları
yağları yakarak elde ederler. Bu da onların kış boyunca uyumalarına yetecek
enerjiyi sağlamış olur.
106
TARİHTEKİ
ÜNLÜ
MUCİTLER
SAAC
IISAAC
NEWTON
NEWTON
1687’DE YAYINLANAN KİTABI PHİLOSOPHİÆ NATURALİS PRİNCİPİA MATHEMATİCA, KLASİK MEKANİĞİN TEMELİNİ KEŞFETMİŞTİR
VE TARİHTE EN ÖNEMLİ BİLİMSEL KİTAPLARDAN BİRİDİR. BU ÇALIŞMASINDA NEWTON EVRENSEL KÜTLE ÇEKİMİNİ VE HAREKETİN
ÜÇ KANUNUNU ORTAYA KOYMUŞ VE SONRAKİ ÜÇ YÜZYIL BOYUNCA BU BAKIŞ AÇISI BİLİM DÜNYASINA EGEMEN OLMUŞTUR.
NEWTON DÜNYADAKİ NESNELERİN HAREKETLERİ İLE GÖKYÜZÜNDEKİ NESNELERİN AYNI DOĞAL YASALAR İLE YÖNETİLDİKLERİNİ
KENDİ KÜTLE ÇEKİM KANUNU İLE KEPLER’İN GEZEGEN HAREKETLERİ KANUNU ARASINDAKİ TUTARLILIKLAR İLE GÖSTERMİŞTİR.
NEWTON İLK YANSITMALI TELESKOBU GELİŞTİRMİŞ, BEYAZ IŞIĞIN BİR PRİZMAYA TUTULDUĞUNDA FARKLI RENKLERDEN BİR TAYF
OLUŞTURMASI GÖZLEMİ SONUCU BİR RENK KURAMI OLUŞTURMUŞTUR.
NEWTON BİLİM İNSANLARI TARAFINDAN TARİHİN EN ETKİLİ İNSANLARINDAN BİRİ KABUL EDİLMEKTEDİR.
Hayatı
İlk Yılları (1642 - 1661)
24 Aralık 1642’de annesi Hannah’ın doğum
sancıları başladı. Gece yarısından bir veya
iki saat sonra, [25 Aralık 1642] bebek Newton doğdu İngiltere’nin Grantham şehrinin
yakınlarındaki Woolsthorpe’da bir erken
doğum sonucu dünyaya geldi. Newton oldukça zayıf bir çocuktu ve hatta ilk günlerinde hayatta kalacağı beklenmiyordu.
Babasını doğumundan önce kaybetmişti.
Newton 4 yaşındayken annesi başka biri
ile evlendi ve yeni kocasının yanına yerleşti. Annesi Newton’u anneannesine bıraktı
ve Newton yedi yıl anneannesinin yanında
kaldı.
Annesi Newton’u
çiftlik işleri
ile uğraşıyor
zannederken
Newton aslında
sürekli gökyüzünü
inceliyor, kitaplar
okuyor ve notlar
alıyordu.
Annesi kocası yedi yıl sonra ölünce, kendisine oldukça yüklü bir miras kalarak geri
döndü. Newton 12 yaşında Grantham’da
King’s School’da (Kralın Okulu) eğitime
başladı ve 1661’de bitirdi. Bir dönem annesi onu çiftçi yapmak için okuldan aldı ama
Newton çiftlik işlerine hiç ilgi duymuyordu.
Annesi Newton’u çiftlik işleri ile uğraşıyor
zannederken Newton aslında sürekli gökyüzünü inceliyor, kitaplar okuyor ve notlar
alıyordu. Sonunda annesini okula gitmesi
ve üniversiteye hazırlanması gerektiğine
ikna etti ve okula geri döndü.
107
Cambridge’deki Yılları (1661 - 1665)
Newton 1661 yılında Cambridge’de Trinity College’e girdi. Hem okulda çalışıyor
hem de okuyordu. Cambridge’de Copernicus ve Kepler’in teorileri göz ardı ediliyor,
Galileo’nun çalışmaları tanınmıyordu ve
Aristoteles felsefesi hâkimdi. Cambridge’deki üç yıl boyunca cebir, geometri ve
trigonometri dersleri aldı, Latince ve Eski
Yunanca’yı öğrendi. Bu dönemde Galileo
ve Kepler’in eserleri ile tanıştı ve oldukça etkilendi. Ayrıca Descartes, Gassendi,
Hobbes ve özellikle Boyle’ın felsefi çalışmalarını okudu. Fikirlerini yazdığı Quaestiones Quaedam Philosophicae (Bazı Felsefi
Sorular) adlı defterinin başına Latince şu
notu düşmüştür: “Plato arkadaşım, Aristoteles arkadaşım, ama en iyi arkadaşım
gerçek.”
Newton Cambridge’de geçirdiği yıllarda diğer öğrenciler arasında başarılı olarak sıyrılamamıştı ve dahiliğini veba salgını nedeniyle çiftlikte geçirdiği iki yılda göstermişti.
Çiftlikteki Çalışmaları (1665 - 1667)
1665 Ağustos’ta Londra’da başlayan veba
salgını nedeniyle Cambridge kapatıldı ve
Newton 1667 Mart’a kadar Woolsthorpe’taki çiftlikte kaldı. Çiftlikte geçirdiği bu
iki sene oldukça verimliydi ve bu dönemde
kütle çekimi üzerinde düşünmeye başlamıştı. Çiftlikteki çalışmalarında diferansiyel ve integral hesaplamalarının temelini
attı. Geçmişte alan, yay uzunluğu, tanjant
bulma gibi eskiden kullanılan yöntemleri
diferansiyel hesaplamayı temel alarak birleştirdi. Çiftlikte karanlık bir odada güneş
ışığını bir prizmaya tutarak ışık tayfı oluşturmuş ve beyaz ışığın tek başına bir birim
olmadığını fark etmiştir.
Cambridge’e Dönüşü (1667 - 1696)
1667’de Newton üniversite tekrar açılınca
Cambridge’e geri döndü ve iki yıl sonra
matematik profesörü oldu. Newton yaklaşık 30 yıl Cambridge’de kaldı ve mektuplar
yoluyla diğer bilim insanları ile konuşarak
tek başına çalışmalarına devam etti. Bu
yıllar boyunca en büyük eseri olan Principia kitabını hazırladı ve tamamladı. Işık ile
ilgili çiftlikte yaptığı deneyler sonucu mercekli teleskopların kusurlar meydana getirdiğini fark etti ve kendisi bir yansıtmalı
teleskop geliştirdi. 1668’de bu teleskop ile
bilim dünyasının ilgisini çekti ve 1672’de
Royal Society’nin üyesi oldu.
Londra’daki Yılları ve Ölümü (1696 - 1727)
1696’da Newton’a Kraliyet darphanesinin
müdürlüğü teklif edildi ve Newton kabul
ederek Londra’ya yerleşti. Bu işini çok
ciddiye almıştı ve özellikle sahte paralara
karşı büyük bir mücadele başlattı. Newton
Londra’daki yaşamı sevmişti ve artık akademik çalışmalar ile çok ilgilenmek istemiyordu. 1703’te Royal Society’nin başına
getirildi ve ölümüne kadar bu görevde kaldı. 1705’te şövalyelik unvanı aldı. Newton
31 Mart 1727’de hayatını kaybetti ve Westminister Manastırı’nda gömüldü.[12]
Bilimsel Çalışmaları
Matematik
Newton’ın matematikte neredeyse her dalda katkıları olmuştur. Özellikle analitik geometride eğrilerin teğetleri (diferansiyel)
ve eğrilerin oluşturduğu alanları (integral)
hesaplamada yöntemler geliştirmiştir. Bu
iki işlemin birbirlerine ters olduğunu bulmuş, eğimler ile ilgili çözümler geliştirmiş
ve bunlara akış (fluxion) metotları ismini
vermiştir. Çünkü niceliklerin bir boyuttan
diğerine aktığını hayal etmiştir.
Matematikte (a+b)ª ifadesinin üstel seriye
açınımını veren genel iki terimli teoremini
buldu.
Kütle Çekimi
Newton denilince ilk akla kütle çekimi gelir. Çünkü fizik tarihinde bu fikir bir devrim
niteliğindedir. Newton’dan önce Joannes
Kepler, gezegenlerin eliptik hareketlerini
salt matematiksel olarak açıklamıştı ama
gezegenlerin neden yörüngede kaldıklarına dair bir açıklama getirmemişti.
Newton kütle çekimini ilk kez 1665 yılında
düşündü ama Principia kitabını 1687 tarihine kadar yayınlamadı.
Newton öncelikle Kepler yasalarının doğru
olması durumunda Güneş ve gezegenler
arasında bir çekim kuvveti olması gerektiğini düşündü. Bu tür bir kuvvet olması durumunda gezegenlerin Kepler’in tarif ettiği
şekilde hareket edeceğini düşündü ve kütle çekiminin matematiksel ifadesini verdi.
Newton Hareket Yasaları
Newton hareket yasaları olarak bilinen üç
yasa şu şekildedir.
1. Hareketli bir cisim dışarıdan bir kuvvete
maruz kalmazsa doğrusal hareketini sürdürür.
2. Kütlesi m olan bir cisme uygulanan F
kuvveti ile a ivmesi arasında F=ma bağıntısı vardır.
3. Her etkiye karşı ona eşit bir tepki vardır.
Newton’ın hareket yasaları, evrenin bir düzen içinde ve deterministik olduğu sonucuna varmış ve sonrasında felsefeyi oldukça
etkilemiştir.
Newton denilince
ilk akla kütle
çekimi gelir çünkü
fizik tarihinde bu
fikir bir devrim
niteliğindedir.
108
albüm
KOLİK BEBEK
MÜZİKAL TERAPİ
Sanatçı: İlke Dolkun Akgün , Serkan Akgün
Bebeklerin ilk 3-4 ayında sebebi bilinemeyen sürekli ağlama nöbetleri geçirmesine KOLİK denir. Bu durum bebekte, uzun süreli huzursuzluğa yol açar.
Kaynaklara göre kolik nöbetlerini ortadan tamamen kaldıracak bir tedavi yöntemi yoktur. Ancak doktorların ön gördüğü tedavi yöntemleri dışında kolik bebekler için en etkili yöntem bebeği rahatlatacak seslerdir. Bu seslerin başında
anne karnında duyulan “Kalp Ritmi Sesi” ve “White Noise” adı verilen bir tür
ses efekti gelir. White Noise diye adlandırılan efekt, elektrikli süpürge, vantilatör, saç kurutma makinesi gibi devam eden sesler ile, rüzgar, su, dalga sesi,
deniz dibi sesi gibi uğultulu ses frenkanslarından oluşur. Ağlama nöbeti geçiren bebekler, bu sesleri duyduklarında olumlu tepki vererek rahatlar. Özellikle
“Kalp Ritmi” ve “White Noise” birleşiminden oluşan ses efekti, bebeklere anne
karnında duyulan sesi ve bulundukları ortamı hatırlatarak, kendilerini güvende
hissetmelerini sağlar. Bu CD’de yer alan bilimsel kanıtlarla desteklenmiş ses
efektleriyle, özenle düzenlenmiş müziklerin bebeğiniz ve size daha kaliteli bir
yaşam sunması dileğiyle..
YAD
Sanatçı: İbrahim Sadri
1. Vedud
2. Medine’nin Gülü
3. Sesler ve Adımlar
4. Ruhum Sana Aşık
5. Seccaden Kumlardı
6. O Gece Sendin Gelen
7. Yanan Kalbe Devasın Sen
8. Yanlızlık Kımıldar
TELKÂRİ
Sanatçı: Nermin Kaygusuz
1. Ferahfeza Peşrev
2. Ferahfeza Saz Semai
3. Sultaniyegah Saz Semai
4. Suzudil Saz Semai
5. Mini Mini Nihavent Peşrev
6. Nihavent Saz Semai
7. Şehnaz Saz Semai
8. Suzinak Saz Sema
109
110
sinema
SOMUNCU BABA:
AŞKIN SIRRI
Vizyon tarihi
Yönetmen Oyuncular
Tür : 1 Nisan 2016 (1s 55dk)
: Kürşat Kızbaz
: Furkan Palalı, Gürkan Uygun, Saruhan Hünel
: Dram, Tarihi
Hamid, daha henüz gençken babasını kaybetmesinin travması ile sarsılır. Yaşadığı acı sonucu kendisini bulma yoluna girer ve bir dergaha sığınır. Buradaki
diğer müritler gibi dergahın günlük işlerine yardımcı olur ve ekmek pişirmeye
başlar. Bir yandan da ilim derslerini sıkı sıkıya takip eder. Kısa sürede hocasının gözdesi halir; yine hocasının isteği ile Hamid sürpriz bir evliliği kabul
etmek zorunda kalır. Fakat onun içinde adını koyamadığı İlahi Aşk’ı arama
arzusu çoktan yeşermiştir... Somuncu Baba Aşkın Sırrı, Anadolu’da Somuncu
Baba adıyla tanınan büyük düşünür Şeyh Hamid-i Veli’nin sırlarla dolu hayat
yolculuğunu ve İlahi Aşk’ı arama serüvenini ilgi çekici bir yol hikayesi ile anlatmaktadır. Kürşat Kızbaz yönetmenliğinde çekilen filmin başrolünde Furkan
Palalı oynuyor.
AWALK IN THE WOODS
Vizyon Tarihi : 25 Mart 2016 (1s 45dk)
Yönetmen
: Ken Kwapis
Oyuncular
: Robert Redford, Nick Nolte, Emma Thompson…
Tür
: Komedi , Dram , Macera
Bill Bryson, İngiltere’de iki yıl geçirdikten sonra, eski arkadaşlarından biriyle irtibata geçer. Ülkesine yeniden dönüş yapan Bryson, Katz ile birlikte hem
geçmişi yad edebileceği hem de içsel anlamda kendisiyle yüzleşebileceği bir
yolculuğa çıkar.
THE ANGRY BIRDS MOVIE
Vizyon Tarihi
Yönetmen
Oyuncular
Tür
: 13 Mayıs 2016
: Clay Kaytis, Fergal Reilly
: Jason Sudeikis, Maya Rudolph, Josh Gad ...
: Animasyon
Sevilen bilgisayar oyunundan beyazperdeye uyarlanan Angry Birds filmi, animasyon departmanlarının iki gedikli ismi Clay Kaytis ve Fergak Reilly ikilisinin
ilk yönetmenlik deneyimi olacak. Filmin senaryosuna ise Simpsonlar başta olmak üzere pek çok animasyon projesinde kalem oynatmış olan Jon Vitti imza
atıyor
111
112
kitap
ZEYTİNİN MACERALARI
Yazar
Yayınevi
: Andaç Çuhadar
: Karahan Kitabevi
Zeytin’in annesi Benekli, sözünü ettiğimiz Nisan sabahı dört yavru doğurdu.
Zeytin, dünyaya gözlerini en son açan yavrusuydu Beneklinin. Kapkara bir yavruydu; yalnızca göbeğinde bir sıra zayıf, beyaz tüyler vardı. Büyüdüğünde bu cılız kara kedinin irileşeceğini, neredeyse bir panter görünümüne bürüneceğini
asla tahmin edemezdiniz. Doğumdan yorgun düşmüş Benekli yavrularını yalayıp okşarken geleceğin onlara neler getireceğini düşünmüyordu büyük olasılıkla. Zeytin ve kardeşleri anneleri tarafından temizlenip emzirildikten sonra
ailece uykuya daldılar. Zeytin için yaşam başlamıştı… (Tanıtım Bülteninden)
YEDİ KÖR FARE KİM İLE
KARŞILAŞTI?
Yazar
Çevirmen
Yayınevi
: Sang-Gyo Lee
: İlke Güntan
: Düşün Yayınevi
7 kör fare, parça ve bütünü o kadar iyi biliyorlardı ki, görememelerine rağmen
bir hayvanı tanıyabiliyorlardı. Matematiğin parça ve bütün ile olan ilişkisini gelin hep birlikte öğrenelim !(Tanıtım Bülteninden)
ŞİİR TAMLAMASI
Yazar: AYŞEGÜL DENİZ
Yayınevi : Sokak Kitapları Yayınları
Şiirine dokundun mu hayatın kendinden bir yan elbet bulursun. Şiir Tamlaması
hayatınızın en güzel isim tamlaması olacak belki de. Her duygunun teline dokunmuş, her insanın notasına basmış bir gizli özne saklıdır.
şiir al, şiir ver
şiir al, şiir ver
zira şiir alıp vermezsen yaşayamazsın tıpkı nefes alıp vermezsen yaşayamayacağın gibi...(Tanıtım Bülteninden)
113
114
Mercek Makarna
Adese’nin Özgün Ürün markası Mercek, yeni ürünü klasik
makarnayı müşterilerinin beğenisine sundu. Özenle seçilmiş
durum buğdayından yüksek teknolojiyle üretilen Mercek
Makarna, lezzeti, kıvamı ve kalitesiyle makarna tutkunlarının
vazgeçilmez markası olmaya aday. Mercek klasik makarna
çeşitleri ile hem sade, hem de çeşitli soslarla elde
edeceğiniz farklı lezzetlerle sizin ve ailenizin damak zevkine
uygun sofralar hazırlayabilirsiniz.
Signal White Now Glossy Shine
Signal, yeni ürünü White Now Glossy Shine sayesinde daha
beyaz dişlere sahip olmanın formülünü sunuyor. Tüm White Now diş macunlarının anında beyazlık etkisinin yanı sıra
formülasyonundaki Ultra Shine kristalleri sayesinde dişlere
ışıltılı bir dokunuş kazandırıyor.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Carte D’or’
Kat Kat Puding
Tatlı Karışımları kategorisindeki çeşitleriyle birbirinden farklı deneyimler sunan Carte
d’Or, yeni Kat Kat Puding ile lezzeti ve pratikliği
mutfaklara taşıyor. Carte d’Or, bir ilki gerçekleştirerek tek pakette iki ayrı lezzeti tüketicileriyle buluşturdu. Paketin bir tarafında klasik
yöntemlerle pişirilen puding, diğer tarafında
ise pişirilmeden sadece soğuk sütle karıştırılarak hazırlanan puding ikilisi mükemmel uyumu ile raflarda tatlı severleri bekliyor. Carte
d’Or, çikolatalı – kahveli, vanilyalı – çilekli ve
muzlu - kakaolu puding alternatifleriyle lezzet çeşitliliğini tamamlarken, yumuşak kıvamı
ve enfes tadıyla deneyenleri şaşırtıyor. Carte
d’Or Kat Kat Puding; kolayca hazırlanmasının
yanı sıra lezzet şıklığına önem verenler için 3
farklı çeşidi farklı konseptlerde servis ederek
sevdiklerinize ve misafirlerinize farklı lezzetler
sunmanıza imkân sağlıyor.
115
116