Köprü Mayıs 2013

Transkript

Köprü Mayıs 2013
HABERLER
Mayıs 2013
1
köprü
Bosphorus Chronicle’ın Ekidir.
Michael Hays “Boş Fincan”
‘Haymatlos’ kelimesi
adlı yeni şarkısını, Güler Kamer’in tanıdık geliyor mu?
Birol Özdemir,
çevirisiyle Köprü Gazetesi ile
paylaştı. Sayfa 23.
yeni yayınlanan
öykü kitabıyla ilgili
bilinmeyenleri Köprü
okurlarıyla paylaştı.
Sayfa 15.
...
‘Neşeli Tavuk’
Esin ve Cem Pulathaneli’yle ilgili merak
ettikleriniz “Bir Taşta İki Kuş”
söyleşi serisinin uzun zamandır beklenen
yeni röportajında! Sayfa 6.
“Robert beni bağımsız, kendi
ayaklarımın üzerinde durabilen
bir çocuk sonra bir adam
haline getirdi.”
Okulumuz mezunu
Okulda daha etkin
kullanabileceğimiz
mekanlar nereler ?
Sayfa 8...
Hüsnü Özyeğin ile
Okul Ruhu mu
Girişimciler Perşembesi ve
keyifli bir söyleşi için sayfa 16.
Ruhsuzluğu mu?
Sayfa 4.
Okulumuzun meleği Tulu Abla’yı daha da
yakından tanımak isterseniz söyleşimize
bir göz atın! Sayfa 9.
“Yeniliklere açık
olmak, insanlarla yeni
bir şeyler paylaşmak
kadar benim ruhumu
besleyen başka bir
hayat tarzı yok.”
başkası değil!
90’lar fırtınası esmeye
devam ediyor.
Adölesan
Nostaljisi
Sayfa 36.
140 kelimeyi kendimize
sakladık! Köprü yazarları
olarak bir hafta sosyal medya
kullanmadık! Peki neler mi
oldu?
Yazarlarımızın
“Sosyal Medya Orucu”
günlükleri ve sosyal medyayla
ilgili merak edilenler için sayfa
17’ye bakmayı unutmayın.
Bu sözlerin sahibi
çoğumuzun yakından
tanıdığı
Tulu Abla’dan
yaratıcısı Dilvin
Hanım ve Bilal
Usta’yla okulumuz
yemekhanesi üzerine
keyifli bir söyleşi için
sayfa 12’ye göz atın.
...
Nisan 2013
Köprü
Habere doymadık derseniz
memleketten, okuldan ve
sanattan daha pek çok haber
Köprü sayfalarında!
2
HABERLER
Editörlerden
Sene başında okul duyurularında
“3. Köprü” temalı bir reklamla adım
atmıştık değişimimize. Bazılarının
dikkatini, bazılarının tepkisini çeken bu
duyurunun üzerinden aylar geçti. Ve şu
anda üçüncü Köprü ile karşınızdayız.
İlk iki sayımız hem eleştiri hem de
beğeni aldı. Yapılan eleştirileri dikkate
aldığımız için yazar kadromuzda çeşitli
değişiklikler yaptık ve yazılarımızın
içeriğinde
ufak
düzeltmeler
gerçekleştirdik. Yapıcı eleştiriler
sayesinde kendimizi geliştirmeye
ve Robert Kolej gibi köklü bir okulda
kaybolmuş olan okul gazetesi kavramını
yeniden canlandırmaya çalışıyoruz.
Okul gazetemizi daha da ileriye
taşımak için Robert Kolej ailesinin
tüm bireylerini gazetemize istedikleri
konuda yazmaya davet ediyoruz.
Bu sayımızda sosyal medya grevinde
sosyal medyadan uzak kaldığımız
bir hafta boyunca neler yaşadığımız
hakkında bir günlük yazarak, sosyal
medyaya
olan
bağımlılığımızı
Yunus Emre
sorguladık. Ayrıca okulumuzun
Erdölen
meleği Tulu Abla’yla ve yemekhanede
yemeklerimizin nasıl hazırlandığı
hakkında ilginç bilgiler veren bir
Berfin Torun
yemekhane söyleşisi yaptık. Umarız
bu sayımızı beğenirsiniz ve yapıcı
eleştirilerinizi bize iletirsiniz, böylece
hepimizin olan okul gazetemizi daha da
geliştirip daha yüksek noktalara taşırız. kavramını değiştirmeye ve bu değişim
Köprü Gazetesi bu senenin başından için değişimin ta kendisi olmaya çalışıyor.
beri okulumuzdaki okul gazetesi
İstanbul Gibi Hissetmek
Yaşamın bazı anları vardır ki
hissettirmeden bir yol çizer kendisine.
Her saniye devam eden ya da bilmeden
devam ettirilen bazı anlar, alışkanlıklar,
rutinler barındırır en küçük bir parçası
hayatın. Üzerinde fazla durulmadan
atılan adımlarımız, düşüncelerimiz
ve daha pek çok koşul var günümüzü
etkileyen. Daha önceden dikkat
etmediyseniz eğer kendiliğinden
gelişen rutinleri işaret etmek zor
tabii. Kendimize bir yer bulmak, ertesi
sabah güneşin yüzümüze vurmasını
ya da yağmurun altında karıncalar
misali sığınak ararcasına koşturmamızı
sağlamak için pek çok şey var farkında
olmadan alıştığımız. Hepimiz başka
türlü bakabiliriz buna. Durup sakince
bütün bir günü gözümüzün önünden
geçirebiliriz teker teker, dakikalarıyla.
Herbirimiz farklı bir kanıt bulabilir
alışkanlıklara ve rutinlere. Ama benim
asıl bahsedeceğim noktaya gelene
kadar bu yazıyı bırakmış olanlar
asıl bulmuş olacaklardır anlatmak
istediğimi. Tam da bu noktaya gelmeden
eğer bıraktıysanız elinizdeki gazeteyi,
yazdığım yazının fark etmeden bir
parçası olmuşsunuz ve çoktan yeni
bir güne başlamışsınız demektir.
Gazeteyi elinden bırakmayanlar için
devam ediyor ve yazıma İstanbul’dan
bahsederek başlamak istiyorum.
İstanbul şehri, evet. İstediğiniz zaman
kendinizi denizin kokusuna bırakıp
geçen gemileri izleyebileceğiniz veya
şehrin içerilerine doğru gelecekte
debelenen geçmişin yansımasını
hissedebileceğiniz bir şehir burası. Evet,
tam da boğazınsırtlarında okulumuzun
kurulduğu şehirden bahsediyorum.
İstanbul bir alışkanlık. Aceleci
bir alışkanlık. Gazeteyi elinizden
bıraktırabilen, kahve keyfinizi yarıda
kesebilen bir alışkanlık. İstanbul bir
rutin ve gözlerimizi kapayarak bile
düşe kalka ilerlemeye çalışacağımız
bir yaşam. En azından benim için
öyle çoğu zaman. Doğruyu söylemek
gerekirse bu düşüncemin temelleri
pek de eskilere dayanmıyor. Çok kısa
bir zaman zarfı içerisinde düşünmeye
başladım ben de bunu. Belki de benim
başlangıcım kısa bir süreliğine de olsa
İstanbul’la aramda kısa bir kopukluğun
yaşanması sayesinde ortaya çıktı. Kısa
bir süre önce başladım gözlemlerime.
Kendimi bir köşeye koydum öncelikle,
etrafı kolaçan ettim, merak ettim
benim gibi bunu deneyen başkaları
var mıdır diye. O sırada benden
başka kimseyi göremedim. İzledim
adımları kulağımdaki ayak sesleriyle
birleştirerek. Tabii hepsi korna sesleriyle
bastırılmaya mahkûmdu. Aslında tek
yaptığım basit bir trafik ışığının altında
yeşil ışıkta beklemeye karar vermek
oldu. Ben de insanları izledim, karşıdan
karşıya koşuşturan insanları. En ilginci
de hepsinin yalnızca tek bir ortak
noktaları olmasıydı. Koşuşturmak.
Unutmadan söylemeliyim, bir diğer
ortak noktaları olarak da İstanbul.
Fakat hepsi o kadar meşgullerdi ki
artık onlar şehirde yaşamıyordu, şehri
yaşatıyorlardı. Şehre bir alışkanlığa
verilen o gücü yüklemişlerdi adeta
Köprü
ve İstanbul kendinde bulduğu o
güvenle daha da hızlı dönüyordu
etrafında bizi de içine katarak.
Sözü fazla uzatmaya gerek yok diye
düşünürken uzatmışım bile, hiç fark
etmeden. Demek istediğim şu ki fark
etmeden bulunduğumuz şehir haline
geliyoruz birer birer. Arabalardan
sakınırken koşuşturuyor, kulağımızda
telefonla kimi zaman bağırıp kimi
zaman gülüşüyoruz. Ama hepsini bir
rutin içinde yapıyoruz. Bir alışkanlık
rutini bu. İstanbul’un alışkanlığı.
İstanbul’da herkes meşgul çünkü,
herkes otobüsüne yetişmek için saatine
bakıyor ya da boş bir taksi bulmak için
geç kalmanın bilinciyle çırpınıyor. Peki,
İstanbul için harcadığımız enerjiyi
kendimize harcıyor muyuz? Ben o
kadar emin değilim bundan. Bütün bu
yaşananlara rağmen, bozuk kaldırım
taşlarına takılıp düşmeye aldırmadan
sakin bir yürüyüş temposundan
giderek uzaklaşıyoruz. Sonra da
düşüncelerimizden uzaklaşıyoruz, yerini
vapur saatleriyle dolduruyoruz. Bazen
çözüm olarak da hızlı düşünüyoruz.
İstanbul
gibi
düşünüyoruz.
İstanbul’u hissediyoruz. İstanbul gibi
hissediyoruz. Şimdiyi değil geleceği,
yakalamamız gerekenleri düşünüyoruz.
Şiir Su
Saydam
olmalı, hep bir sonraki gün için dönüyor
daha da hızlanarak. İstanbul yorulur mu
bilinmez, bizim istediğimiz de yorulması
değil. Sakın beni yanlış anlamayın.
İstanbul’u suçlamak, İstanbul’u yermek
değil bu yazının amacı. Nedensiz bir
şekilde İstanbul’a kendimizi dolamamız
ve bu rutin içerisinde, bu trafik içerisinde
kendimize yer açmamızla ilgili daha çok.
Alışkanlıklarımızı değiştirmeye gerek
görmesek bile gözlemlemek gereklidir
bazen. Bir gün yeşil ışık yandığında
bir kez olsun karşıya geçmemeyi
deneyin. Ve bekleyin ki yeniden kırmızı
olsun. Trafikte beklerken saatinize
bakmamayı, çevrenizdeki insanları
gözlemlemeyi deneyin. Sakince
bekleyin yolun açılmasını. Belki o
zaman İstanbul da bir süreliğine sizin
için durmayı deneyecektir. İstanbul
gözlerinizin önüne usulca serilecektir.
İstanbul’u tanımaya çalışın çünkü
hepimiz İstanbul’u düşünüyoruz,
çoğumuz İstanbul gibi düşünüyoruz.
Kendimizi İstanbul’la sarmalıyoruz,
hem huzurla hem de koşturmacayla.
Martı ve korna sesleriyle aynı anda.
Neden geri adım atıp izlemeyelim ki
Madem hepimizin bir işi var peki, rutinimizi, İstanbul’u tanımak kendimizi
zincirin en son halkasında bulunanlar tanıtıyor gibi biraz da.Siz ne dersiniz?
nereye koşuyor? Buna da kafa yordum
bir süre. Hepimizin koşuşturduğu bir
yer varsa eğer, koşuşturmamızı izleyip
bizi bekleyen kim? İşte o da İstanbul
Mayıs 2013
HABERLER
3
50 Saatlik Bir Zorunluluktan mı İbaret Her şey?
Evet, konumuz topluma hizmet
projeleri. Bu yazıda ne herhangi bir
topluma hizmet projesinin reklamını
bulacaksınız, ne de neden topluma
hizmet projesi yapmanız gerektiğine
dair didaktik bilgiler... Konumuz
topluma hizmet projeleri ama; gerçek
hayatta realistliğin dibine vurmuş
benin bu konudaki idealist yaklaşımını
gözler önüne seren son derece samimi,
net bir bir yazı olacak bu. Sadece benim
değil, benim gibi düşünen çoğu kişinin
başından geçenlerden bahsedeceğim;
dolayısıyla bazı okuyucularımın
kendilerinden bahsedildiğini
anladıklarında yüzlerinde tatlı
gülümsemeler belirecek.
Birçok topluma hizmet projesi
yapmamımız yurtdışıcılığımızla
özleştirildiği bir okuldayız maalesef.
Öyle ki, lise son sınıflardan bir
arkadaşıma birçok kişinin, Türkiyeci
olmasına rağmen neden bu kadar proje
yaptığını şaşkın gözlerle sorduğunu
bilirim. Böyle düşünülmesine
şaşırmıyorum; sonuçta yaptığımız
işlerden saat alıyoruz; fakat böyle bir
projede on dakika geçirdiğinizde kimin
isteyerek ve kimin çıkarlarından dolayı
bu işi yaptığını hemen anlarsınız zaten.
Bazı arkadaşlarım elli saatlik
zorunluluğu anlamsız buluyorlar.
Ben de kendi hikayemi bilmesem,
ben de bulurdum. Sonuçta topluma
yardım etmek istemeyen bir insana
elli saat zorunluluk koymanız o insan
için zorunluluktan başka bir şey
değildir ve ne o insan geçirdiği elli
saatten mutlu olur, ne de verimli bir
iş çıkarır. Dediğim gibi proje yapmak
istemeyen insanlara diyeceğim şudur:
“Lütfen, proje yapmayın.” Fakat ben
o zorunluluk olmasa büyük ihtimalle
ne bu kadar çok proje yapmış,ne de
şimdiki ben olurdum. Kısaca yüklenen
bu zorunluluğun getirdiği sonuçlar
benim için istisnaydı.
John Lennon’un ünlü bir sözü vardır:
“Sırf anlamadığınız için nefret
etmeyin.”. Bazı şeyleri sevmemiz
için tecrübe etmemiz gerekir; çünkü
tecrübe etmeden anlamak güçtür. Bu
yüzden bazen o zorunluluklar, belki
de hiçbir zaman tecrübe etmediğiniz
bir şeyi anlayamayacak olmanızdan
kurtarır sizi. Benim için ilk elli saat en
azından böyleydi.
“Herkes kendi hayatından
sorumlu. Sırtımızdaki yükler bizim
sorumluluğumuz altındadır.” … Bu
cümleler, okuldaki benin cümleleri.
Bir de bu projelerdeki Tayis var. İşte
o, insanların hayatlarının her zaman
kendi istedikleri gibi şekillenmediğinin
ve bu durumlarda daha güçlü bir elin
(ellerin) bu insanlara yardım uzatması
gerektiğinin farkında biri. Kendimle
çelişen bir insan olduğumu inkar
etmeyeceğim; fakat burda iki farklı
düşünce barındırmamın temel sebebi
aslında bu okuldaki insanların her şeyi
yapabilme gücüne sahip olduğunu
düşünüşüm. Yani bu konuda aslında
çelişmiyorum. Bizim hayatlarımızın
zincirleri bizim elimizde; ama çoğu
çocuğun ve gencin öyle değil.
Beni en çok İstanbul dışında yaptığım
projeler etkilemiştir. Şimdi saysam,
uzun bir liste olur itiraf ediyorum. Peki
ben bu projelerde ne yaparım? Tüm
eğitim projelerinde çok sevdiğim bir
şeyi çocuklara sevdirmeye çalıştım:
Müziği... Kısaca ben ya klavyede küçük
parçalar öğretirim, ya da koronun
başına geçer şeflik yaparım; fakat
bence bize verilen eğitmen görevleri
aslında en önemsizleridir. Sonuçta
öğrettiğimiz müzik teorileri, kısa
parçalar, şarkılar; tekrar edilmediğinde
unutulur. Bazı şeyler ise unutulmaz.
İşte böyle şeylerle karşılaştığımda ben,
o zaman bir işe yaradığımı düşünür
ve sevinirim. Bu bahsettiğim şeyler,
aslında iyi bir gözlemci olmayan çoğu
kişi için fark etmesi çok güç şeylerdir.
Peki, tamam çok uzattım. Çoğunuzun
sorduğu nedir bu küçük şeyler sorusunu
cevaplamak için yeni bir paragrafa
geçiyorum.
Bu küçük şeylerden ilkini ilk İstanbul
dışındaki projemde fark ettim.
Çocuklara en sevdiği şarkıcıları
soruyoruz. Amacımız, ortam ısınsın.
Bize karşı yabancı hissetmesin
çocuklar. Cevapların çoğu; İsmail
YK, Serdar Ortaç, Mustafa Sandal,
Hande Yener ve Demet Akalın...
Okulumuzdaki bazı ukala tiplerin
bu cevaplar karşısında sergileyeceği
tutumları biz sergilesek çocuklar
küsecek, konuşmayacak. Tüm proje
amacını yitirdi şimdi; fakat şanslıyım
Mayıs 2013
ki ilk projedeki insanlar benim gibi.
Eşit şartlar altında olmadığımızın
bilincindeler. Herkes bu tür cevaplar
veriyor. Sonra bir kıza geliyor sıra.
Kız cevap vermiyor. Diğer eğitmen
arkadaşımla kıza yaklaşık beş dakika
boyunca cevap verdirtmeye çalışıyoruz;
ama kız vermiyor. Bahsettiğim küçük
şeylerden biri işte bu. Kızın cevap
vermemesine aldırmayıp diğer
çocuğa geçebiliriz; fakat biz böyle
yapmıyoruz. Arkadaşımla uzun uzun
gözlerimizle iletişim kurduktan sonra,
gökkuşağı klişesi geliyor aklımıza.
Kol kola verip bir gökkuşağının farklı
renklerden oluştuğunu ve hepimizin
farklı olduğunu, aynı şeyleri sevmek
zorunda olmadığımızı anlatıyoruz bu
kıza. Okuldaki realist ben, böyle bir şey
yapmaz mesela. Ne işe yarayacak ki
der. Oysaki işe yarıyor, kız dakikalarca
uğraşmamıza rağmen söylemediği
şarkıcının Murat Boz olduğunu söylüyor
ve idealist Tayis kazanıyor bu maçı.
İdealist beni daha çok seviyorum, bu
projeleri çok sevmemin bir sebebi de
bu. Biraz bencilce ama, sevdiğim beni
ortaya çıkarıyor.
Çocuklara düşüncelerinden,
duygularından utanmamaları
gerektiğini; bizlerden farksız
olduklarını; her şeyi yapabilecek
güçlerinin olduğunu anlatmak aylar
sonra gittiğimizde akıllarında kalacak
bilgilerden... Tabii ki, enstrüman
çaldırarak, ebru öğreterek belki de
hiç yaşayamayacakları tecrübeleri
yaşatıyoruz onlara; ama biz gittikten
sonra çoğunun bir daha böyle
şeyler yapamayacağını düşününce
sorguluyorum doğrusu. Doğru mu
yapıyoruz biz? Hevesleri kursaklarında
kalmıyor mu bir daha böyle eğlenceli
şeyler yapamadıklarında? Bir haftalık
eğlence sonucunda sadece bir hüsran
mı kalıyor geride? Dolayısıyla bu
bahsettiğim küçük ama önemli
görevleri yerine getirdiğimde daha
huzurlu oluyorum.
Bazen hiçbir şeyi değiştiremediğimiz
için içimizin çok acıdığı durumlar
oluyor bu projelerde. Bana en çok
dokunan, Güneydoğu’da yaptığım bir
projede olmuştu. Ülkemizin doğusuna
gittikçe kadın-erkek eşitsizliğini
daha çok soluyoruz havada. Erkeğin
kendini kadından üstün görmesi daha
Köprü
Tayis
Arslan
bir tiksindiriyor ve çaresizlik hissine
dayanamıyoruz bazen. İBahsettiğim
projede bir kız sınıfa geç giriyor.
Etrafa bakınıyor ve hiçbir boş sandalye
göremiyor. İkili sandalyeler var
sınıfta. En sonunda tereddüt ederek
bir erkeğin yanına oturuyor. Yanına
oturmasıyla erkeğin kıza hakaret
edip aşağılayıcı bir şekilde diğer kız
arkadaşlarıyla birlikte oturmasını
buyurması bir oluyor. Kız hiç ses
etmeden, şaşırmadan, isyan etmeden
kalkıyor ve erkeğin gösterdiği yere
usulca oturuyor. Sınıftaki herkes sessiz,
yaşanılan olay tüm soğukkanlılıkla
her gün yaşanan bir olaymışcasına
izleniyor. Odadaki dehşetle bakan
gözler sadece bana ait. İdealist ben,
bu çaresizliği kaldırabilecek biri
değil maalesef. Dolayısıyla daha
az sevdiğim realist ben yetişiyor
imdadıma ve “Ne bekliyordum ki
zaten?” deyip avutuyor beni; fakat
gene de çocuğa dönüp yaptığının
hoş olmadığını ve bir kıza nazik
davranması gerektiğini söylüyorum.
Söylemem bir şeyi değiştirmeyecek
belki; ama söylemesem hiçbir şeyin
değişmeyeceği kesinlik kazanacak ve
daha da önemlisi söyleyemediklerim
içimde birikip beni zehirleyecek.
İdealist ben gene iş başında.
Daha böyle bir sürü hikaye var
bende. Bu sayı için bu kadar iç dökme
yeter; kalanlar bir sonraki sayılara.
Fakat hiçbir şeyi değiştiremeyeceği
bilsem de o çocukları bir kereliğine
olsun gülümsetmiş olmak, seneler
sonra geriye dönüp baktıklarında
hayatlarının bir haftasında ne kadar
eğlenmiş olduklarını hatırlamalarını
sağlamak isteği bende ağır basıyor.
Yazımın bir haftasını orayı burayı
gezerek harcamak, bu elli saatlik
zorunluluk serüvenine hiç başlamamış
olsam benim için çok daha kolay
olabilirdi; fakat artık bir garip geliyor.
Belki de bazen realist benden çok
sıkılıyor ve idealist beni yaşatmak
istiyorum... Kim bilir...
Bir sonraki sayıda görüşmek üzere.
Esen Kalın...
4
OKULDAN
Okul Ruhu mu, Ruhsuzluğu mu ?
Google arama motoruna “Okul
Ruhu” yazdığınızda karşınıza çıkan
ikinci site eski okul müdürlerimizden
Mr. Chandler’ın bir gazeteye verdiği
“Hâlâ en kuvvetli okul ruhu bizde!”
manşetini taşıyan söyleşisidir. Peki
bu gerçekten doğru mu? En kuvvetli
okul ruhu Robert Kolej’de mi? Yoksa
en kuvvetli okul ruhsuzluğu mu?
Birçok insana göre okulumuzdaki
öğrencilerin tamamını bir araya
getiren etkinliklerin sayısının az
olması okul ruhunun olmamasının
nedenlerinden biri. Tabii ki okulumuzda
sayısız etkinlik, tiyatro oyunu veya
söyleşiler gerçekleştirilmekte ancak
her dönemden öğrencinin beraber
bir şeyler yapmasını sağlayacak veya
iş birliği neticesinde ortak bir amaca
yönlendirecek etkinliklerin sayısı ne
yazık ki gerçekten de çok az. Öğrenci
Birliği’nin düzenlediği balolara sadece
birkaç dönemin katılması ise bu
durumu kanıtlar nitelikte. Örneğin sene
başında yapılan kitap okuma etkinlikleri
kapsamında, okulda bulunan herkesin
bir kitap karakteri gibi giyinmesi,
okulda bulunduğumuz süre boyunca
çok nadir gördüğümüz okul ruhunu
artıran etkinliklerden biriydi. Bunun
nedeni o gün herkesin aynı amaç
uğruna, aynı temaya uygun olarak
giyinmesi ve herkesin aynı şeyden zevk
almasıydı. Okul ruhumuzun artmasına
katkıda bulunan bir diğer etkinlik de
“Şiir Haftası”ydı. Okuldaki her yaştan
öğrenci evinde keyifle okuduğu küçük
şiirini kapıp cebine koydu ve okula
getirdi. Böylece okulumuzda gerçekten
herkesin hoşuna giden, herkesi
birleştiren bir etkinlik oldu Şiir Haftası.
Okul
ruhumuzun
olmamasının bir başka nedeni ise
aslında biz öğrencileriz. Okulun ve
sosyal etkinliklerin yoğunluğu arasında
önceliğimiz olması gereken çok önemli
bir duyguyu unutuyoruz: dayanışma.
Herkesin kendi yağıyla kavrulmaya
çalıştığı, “tek” başına çalıştığı, “tek”
başına başarıya ulaşmak için uğraştığı
bir hırs yuvasına dönüştürüyoruz
okulumuzu. Çoğu öğrenci sınıf
arkadaşını, bir dost, bir dert ortağı
görmek yerine, “rakip” olarak görüyor.
Örneğin, bir arkadaşımız zor bir
sınavdan yüksek not aldığında
sadece onun için sevinmek yerine,
kendi
notumuzla
kıyaslıyoruz.
Kısacası başkalarının mutluluğunu
bize yapılan bir saldırıymış gibi
görüyoruz. Çok konuşanları, çok
gülenleri, çok hareketlileri, kısacası
hayattan bizden daha çok zevk alanları
“tuhaf” kelimesiyle etiketliyoruz,
onları dışlıyoruz. Dönemler arasında
gruplara bölünüyoruz ve gruplarımızda
olmayanlara bir yabancıymış gibi
davranıyoruz. Bizden başarılı olan
insanların başarılarını paylaşmak ve
onları içten kutlamak yerine, onlara
yan gözle bakıyor ve onları zoraki
bir gülümsemeyle tebrik ediyoruz.
Yüreğimizden gelen samimi sevgi,
okul kapısından girdiğimiz anda sonu
gelmez bir hırsa dönüşüyor ve maalesef
bu hırs da keskin bir hançere. Bütün
bunlara okulumuzda dönen ve insanlar
hakkında olmadık yalanları, olağan
gerçeklere dönüştüren “dedikodu
kazanımızı” da unutmamak lazım!
Birbirlerinin yüzüne gülümseyen
insanlar, birkaç dakika sonra
birbirlerinin arkasından konuşuyorlar.
Kabul ediyoruz içinizi kararttık! Ama
Köprü Gazetesi olarak size “pespembe”
bir tablo çizmektense, herkesin bildiği
ama dile getirmediği gerçekleri
aktarmaktan kendimizi sorumlu
tutuyoruz. Ve bu okul ruhsuzluğunun
da çözülmesi imkansız olan bir
sorun olduğunu düşünmüyoruz.
Okul
ruhumuzu
geri
kazanmak için izlememiz gereken
iki yol var. Bunlardan biri kendimizi
toparlamak, bir diğeri ise okul ruhunu
arttıracak etkinlikler düzenlemek.
Kendimizi toparlamak için öncelikle
Köprü
sadece kendi çıkarlarımızı düşünmek
yerine, başkalarına da değer vermeli
ve onların mutluluğunu bize yapılan bir
saldırı gibi görmektense bir mutluluk
kaynağı haline getirmeliyiz. Onların
sevinçlerini paylaşmalıyız. Yapmacık
bir “sevgi kelebeği” olun demiyoruz
ancak sadece çıkarlarımızın uyuştuğu
insanlara iyi davranmak yerine, beş
sene boyunca aynı binada zaman
geçireceğimiz herkese içimizden
gelerek iyi davranmalı, herkese olası
bir dost gözüyle bakmalıyız. Bu sayede
başarıya ulaşma yolunda yavaşlamaz,
aksine motivasyon kazanırız. Bizi
destekleyen kişi sayısı artar ve bu da
başarı merdivenlerini tek başımıza
değil hep beraber çıkmamızı sağlar.
Eğer hayatta başarılı olmak istiyorsak
bunu asla tek başımıza yapamayız,
insanın her zaman kendisini
destekleyen, kendisine yardım eden
dostlara ve yol arkadaşlarına ihtiyacı
vardır. Bir Robertli, okuldan bir sürü
yol arkadaşına sahip olmadan mezun
olursa, beş senenizi geçirdiğiniz bu
okulu yarım ve eksik terk etmiş olacaktır.
Yunus Emre
Erdölen
Elif Ece Acar
Sonuç olarak bu okul ruhsuzluğumuzun
azaltılması çok da zor değil, hele
imkansız hiç değil! Ama bu sorunun
çözülmesi özellikle okulumuzun 150.
yılını kutladığı bu önemli zaman
dilimi için çok gerekli. Bunun nedeni,
biz öğrencilerin 150 yıllık Robert
Kolej ruhunu yaşatmakta doğrudan
sorumlu olmamızdır. 150 yıldır zarar
görmeyen bu okul ruhu, bizim için
miras niteliğindedir ve miraslara sahip
çıkılmazsa sadece ihtiyacımız olduğu
zamanlarda önemini anladığımız
birçok değer ve hatıra yok olacaktır.
“Okul olarak bir şeyler deneyince de
Harlem Shake videosu gibi kazalar da
Bir diğer yol olan okul ortaya çıkabiliyor ama.” - Ezgi Yazıcı
etkinlikleri ise aslında düzenlemesi
çok zahmetli şeyler değil. Özellikle “Türkiye gibi ‘toplulukçu’ yani grubu
Öğrenci Birliği bu aralar okul ruhunu yücelten bir kültüre sahip ülkede Robert
artırmak için fikirler üretmeye ve Kolej’in bireyciliği ön plana çıkarması
raporlar yazmaya başladı. Öğrenci eleştiriliyor. Toplulukçu kültürlerde
Birliği dışında gözlemlediğimiz bireyin ilerleyebilmesi için topluluğun
kadarıyla belirli günler papyon takma, gücüne ve desteğine ihtiyacı vardır.
yeşil kıyafet giyme veya bir teki Bireyci toplumlarda ise ‘her koyun
diğerinden farklı ayakkabılar giyme kendi bacağından asıldığı için’ bireyin
gibi basit ama beraberlik duygusunu ilerlemek için kimseye ihtiyacı yoktur.
güçlendiren etkinliklerin sayısı da Bu da bireyin güçlü olmasına yol
artmaya başladı. Başka okullarda açar. Robert Kolej’in toplulukçuluktan
“Okul Ruhu Günü” denen günler uzak yapısının bizi daha donanımlı
haline
getirdiğine
kapsamında tüm öğrencilerin okula bireyler
inanıyorum.”
Zeynep
Can
Aksoy
belirlenen bir renk veya temaya uygun
kıyafetle gelmesi de bu etkinliklere
örnek gösterilebilir. Bu yollar izlenirse “ Bana sorarsanız eğer dönemler
ve çözümler uygulanırsa okulumuz, arasında bir ruh yok. Yalnızca son
öğrencilerin daha istekli ve güleryüzlü sene geldiği zaman yapmacık bir
şekilde geldiği bir yere dönüşebilir. dönem ruhu oluşuyor.” - Anonim
Mayıs 2013
HABERLER
5
RC Sempozyumda: Gelecek Sorusunun Cevaplarını
Aramak
İlköğretimdeyken hepimizin başında
SBS belası vardı. Anne babalar, teyzeler,
halalar, amcalar… Herkes de aynı soruyu
sorardı: “Ne olacaksın sen büyüyünce?”.
Tabii çok uzak görünen bir geleceği
ilgilendiren bu soru liseye kapağı attıktan
sonra da peşimizi bırakmadı; hatta
daha hızlı koşmaya, arayı kapatmaya
başladı. Ben de günden güne bu
sorunun bana daha çok yaklaştığını
hissettiğim dönemlerden birindeyim.
Sonuçta onuncu sınıf seçim yılı. Tüm
okul danışmaları böyle demiyor mu?
Sorular bir tane olsa yine iyi. “Ne
olacaksın?” sorusu başlangıç. Gerçi bazı
durumlarda en son cevaplanacak soru;
ama şimdi bir de şu soruları cevaplamak
lazım: Türkiyeci misin, yurt dışıcı mı,
hangi üniversiteyi hedefliyorsun, hangi
AP/SAT’leri alacaksın, hangi dershaneye
yazılacaksın, ve daha pek çoğu…
Seçenekler o kadar fazla ki insan asla
doğru kararı verip vermediğinden emin
olamıyor. Tabii geçen sayımızda pek
çok arkadaşım bu konuları mümkün
olduğunca inceleyip, size yardımcı olmaya
çalıştı. O nedenle ben size kendi küçük
maceramı anlatmakla yetineceğim.
16 Şubat’ta İstanbul Wyndham Otel’de
II. Minimal İnvaziv Lomber Disk Cerrahisi
Sempozyumu düzenlendi. Ben de en
azından ileride ne olmak istediğine
karar verebilmiş şanslı insanlardan biri
olarak belki doktorluk hakkında biraz
fazlasını öğrenebilirim diye, bir şekilde
bu sempozyuma katılmayı başardım.
Öncelikle söylemem gerekir ki
doktorlar Türkçe konuşmuyorlar. Türkçe
konuştuklarını zannediyorlar ama; o
yüzden kimse onlara söylemesin de
morallerini bozmayalım. Bu nedenle
konunun genel olarak ne hakkında
olduğu dışında pek bir şey anlayamadım.
Bununla beraber doktor olursam
psikiyatrist olacağım fikri kafama iyice
yattı; çünkü sunum yapanlar arasında
sadece psikiyatristin anlattıklarının her
kelimesini anladığımı fark ettim. Yani
sunumun benim için tamamen zaman
kaybı olmadığını da belirtmeliyim.
Eğer siz de doktor olmayı düşünüyorsanız,
çevrenizde doktor akrabası olan
arkadaşlarınızdan “Ben ameliyat izledim.”
türünden cümleler duymuşsunuzdur. Ben
de duydum. İnsanın morali bozuluyor, ben
üniversiteden önce birinin karnını deşen
doktor göremeyeceğimi sanıyordum
mesela, tabii filmleri saymıyoruz. İşte bu
sempozyumun bir diğer avantajı da canlı
yayında ameliyat izleyebiliyor oluşunuz.
Gerçekten o odaya girmemiş olsam da
bir de omurilik ameliyatı görmüş oldum,
içimde kalmadı. Sorarsanız nasıldı diye…
Şey… Korku filmi hayal edenlere kötü
haberlerim var, kan görmedim pek.
Zaten kanamayı durduran teknolojik aleti
tanıtmak için canlı gösterildi ameliyat.
Tüm ameliyatı 4mm’lik alanda yaptılar
ve aletin içindeki kamera sayesinde
omuriliğin içini görebiliyordunuz. Bu
açılardan çok ilgi çekiciydi. Diğer yandan
5-10 dk sonra sıkıcı oluyordu çünkü
Greti
Barokas
aslında tüm gördüğünüz omurilikten
beyaz tüyümsü şeyler çıkarmalarıydı
ve tamamı temizlenene kadar aynı
işlemi yapmaya devam ettiler.
Sonuç olarak bence seçtiğiniz mesleğin
sizin için doğru olup olmadığını öğrenmek
için gerçekten orada bulunmanız şart değil;
ama yardımcı oluyor. O nedenle seçiminiz
her ne olursa olsun elinize böyle bir fırsat
geçerse onu kullanmaktan çekinmeyin,
derim. Ben mesela mükemmeliyetçi
olduğum için biraz seçimimi sonuna kadar
test etmeye kararlıyım. Bir de hastane
THP’sine yazıldım, bakalım nasıl olacak…
Başı gelecekle belada olan herkese iyi
şanslar! Umarım doğru kararı verirsiniz.
Kahve Gerçekten Zararsız Mı?
Nedendir bilinmez ama
garip bir gurur da duyarak itiraf
ettiğim bir gerçek var ki; ben şu son
iki buçuk yıldır kahve bağımlılığından
mustaribim. Sırf kahve içesim geldiği
için sağanak yağmurun altında bir
“Starbucks” bulana dek sokakları
arşınladığımı bilirim- ki ben yağmurdan
hiç hoşlanmayan bir insanımdır.
Gel gör ki ben bağımlılığımla
mutlu mesut yaşarken, doktor
yüzdesi azıcık fazla olan ailem ve aile
dostlarımız, yer yer altı yedi fincana
ulaşan (rekorum on iki fincan) günlük
kahve tüketimim karşısında paniğe
kapılmakta gecikmediler. Bunun üzerine
de gelsin kahveden soğutma süreci- ilkin
ufak telkinler, uyarılar ve en sonunda
neredeyse her gün önüme koyulan
kahvenin zararlarıyla ilgili yazılar.
Şimdi yazımın konusuna
başlamadan önce sizi uyarmak istiyorumeğer siz de bir kahve bağımlısıysanız ve
kahveyi azaltmak sizin için zulüm olacaksa
(çünkü hepimiz biliyoruz ki kahvesiz
yaşanmaz, yaşanamaz; o yüzden de bir
kez kahveye başlayan bir daha bırakamaz)
bu yazıyı okumayın. Neden mi? Çünkü ben
bir gün gaflete düşüp kahvenin zararları
üzerine bir araştırma yapmış bulundum;
sonra da gelsin kahveyi azaltma süreci
ve “Ben bitmişim ...” düşünceleri. Eğer
okumakta kararlıysanız, önceden
uyarıldınız diyor ve sizi ufak araştırmamın
bulgularıyla baş başa bırakıyorum.
Kahvenin uyku açıcı etkisini
bilmeyen yoktur herhalde; ancak
görülen o ki kahvenin uyku üzerindeki
etkisi, insana yataktan kalkabilecek
gücü vermekle sınırlı kalmıyor. Yapılan
araştırmalara
göre,
uyuyacağınız
zamana yakın bir saatte kahve içmemiş
olsanız bile, düzenli kahve tüketimi
uyuduğunuz uykunun kalitesi üstünde
oldukça olumsuz bir etkiye sahip. Bu da
az uyumamış olsanız bile kendinizi halsiz
hissederek kalkmanıza yol açabiliyor.
Bunun üzerine daha çok kahve içeceğiniz
için de bir kısırdöngüye giriyorsunuz.
Daha iki yıl öncesine kadar
metrodaki upuzun merdivenleri bile
rahatça tırmanabilirken bu yıl fark ettim ki
iki basamak çıkar çıkmaz yaşlı kadınlar gibi
oflar puflar olmuştum. “Neden ki?” diye
düşünürken geçenlerde farkına vardım
ki kahveyi günde iki fincana düşürünce
bu durum ortadan kalkıyor. Kahvedeki
kafeinin aynı zamanda kalp çarpıntısı
ve ritim bozukluklarına yol açtığını
öğrenmem de bu şekilde oldu tabii. Hâlâ
Mayıs 2013
gün içinde kahveyi fazla içsem üç basamak
çıkınca kalp krizi geçirecek gibi olurum.
Kahve çekirdekleri uzun
kavrulma işlemlerinden geçmeleri
nedeni ile kanserojen özelliğe sahipler.
Öyle ki günde iki fincandan fazla kahve
içenlerin pankreas kanserine yakalanma
riskleri diğer insanlara göre üç kat artıyor.
Bunun dışında kahvenin salınımını
tetiklediği stres hormonları uzun vadede
Parkinson riskine de neden olabiliyor.
Stres hormonları demişken,
kahvenin insanı ayıltıcı etkisine bir
göz atalım. Kahve beyinde adrenalin
hormonu salınımını tetikleyerek hızlı
kalp atışı ve kan dolaşımını tetikliyor.
Ancak uzun vadede bu etki, kahve içen
insan üzerinde genel bir stresin hakim
olmasına yol açıyor. Bazı durumlarda
bu panik atağa kadar gidebiliyor.
Kahvenin vücutta demir
emilimini
engellediği
kanıtlanan
bir gerçek. Bu özelliği nedeniyle
de kahve içen kadınlarda kemik
erimesi riskinde artış gözlemleniyor.
Demir emilimi üzerindeki
olumsuz etkisine rağmen, kahvenin kan
pıhtılaşmasında rol oynayan K vitamini
emilimini arttırdığı gözlemlendi. Bu da
kahveyi fazla tüketen insanların kalp
Köprü
Deniz
Şahintürk
krizi risklerinin artmasına yol açıyor.
Kahvenin
kalp
krizine
dolaylı bir katkısı ise kolesterol
üzerindeki etkisi. Kahvedeki ‘kafestol’
adı verilen madde, damarlarda biriken
kolesterol
miktarını
arttırmakta.
Kahve kalp dışında mide
problemlerine de yol açıyor. Kahvenin
asit salgısını arttırması nedeniyle sık
kahve içen insanlarda kronik mide
bozuklukları ve ülser bulgularına
rastlanması ender bir durum değil.
Kahvenin bir başka yan etkisi
de sıvı kaybına yol açması. Uzun vadede
bu etki de cilt kuruluğuna yol açıyor.
Bütün bu yan etkilere
baktığınız zaman “Ne! Bırakmam mı
lazım şimdi kahveyi?” diye telaşlanmış
olabilirsiniz. Ama merak etmeyin,
günde iki fincandan fazla içmediğiniz
sürece kahvenin zararları minimum
boyutta tutulabiliyor. Bu nedenle siz
en iyisi kendinizi azıcık sınırlayın, sonra
da kahve keyfinizin tadını çıkarın.
6
SÖYLEŞİ
Bir Taşla İki Kuş - Cem & Esin Pulathaneli
Köprü Gazetesi olarak “Bir Taşla İki Kuş”
söyleşi serimizde belki de en çok merak
edilen çiftlerden birine geldi sıra. Sosyal
bilimler öğretmeni Esin Pulathaneli ve
daha çok “Mr. Pulathaneli” olarak bilinen
fizik öğretmeni Cem Pulathaneli ile
keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Robert
Kolej’de Pulathaneli çifti olmayı onların
anlatımıyla dinleme fırsatı yakaladık.
Köprü: Merhaba, söyleşi isteğimizi
kabul ettiğiniz için teşekkür etmek
istiyoruz. İlk sorumuz “Bir Taşla
İki Kuş” adını verdiğimiz söyleşi
serisinde genel olarak yönelttiğimiz
bir soru olacak. Aynı okulda
çalışmanın, bütün bir hafta boyunca
aynı yerde bulunmanın sizin için
faydalı yanları ve aynı zamanda
pek de hoşunuza gitmeyen yanları
nelerdir?
Cem Pulathaneli: Aslında bütün bir
günü beraber geçirmiyoruz. Haftada
iki üç kez ancak karşılaşıyoruz. Bunun
nedeni biraz da ayrı dünyalarda olmamız.
Birbirinden farklı binalarda bulunuyoruz
gün boyunca. Aynı yerde çalışıyor gibi
değiliz yani. Fakat sonuçta aynı okulda
çalıştığımız için, işimizden konuştuğumuz
zamanlarda karşımızdakinin nelerden
bahsettiğini anlamak kolay oluyor.
Eğer farklı yerlerde çalışsaydık,
yaşadıklarımızın birbirimize aktarımı
daha zor olabilirdi. Bana kalırsa aynı
yerde çalışmamız bize dezavantajdan
ziyade avantaj sağlıyor. Ben mutluyum
Esin’le aynı yerde çalışmaktan...
Esin Pulathaneli: Bence de avantajı
var bu durumun. İşyeri ortaksa, dertler
ve sevinçler de ortak oluyor. Bu açıdan
aynı yerde çalışmak güzel bir şey. Onun
dışında, evet, aynı okula geliyoruz
fakat mekansal arkadaşlıktan çok
servis arkadaşlığı yaşıyoruz desek daha
doğru olabilir. Serviste bulunmanın
dışında haftada en fazla iki veya üç kere
karşılaşabiliyoruz.
Köprü: Birbirinize okulda çok
sık rastlamadığınızı söylediniz.
Karşılaştığınız zamanlarda durup
konuşmayı mı tercih edersiniz
yoksa yalnızca selamlaşmakla mı
yetinirsiniz?
EP: Tabii konuşup sohbet ediyoruz.
Örneğin yemekhanede karşılaşıp
birlikte yemek yemişsek, çıkışta Cem
Feyyaz Berker’e giderken, ben de
Gould’a çıkarken tam kantinin orada
muhabbetimizi bitirip ayrılıyoruz.
Köprü: Aynı okulda çalıştığınız
için eve gittiğinizde işinizle ilgili
fazla konuşma yapmaktan kaçınır
mısınız? Okuldan bahsetmekle ilgili
evde bir limit koyuyor musunuz
kendinize abartıya kaçmamak ve
başka şeyler de paylaşmak için?
CP: Bazen konuşuyoruz, bazen
konuşmuyoruz.
EP: Onunla ilgili pek sınırlama yaptığımız
söylenemez. Sonuçta ben işimle
ilgili bir şey düşünüyorsam, o anda
kafam bununla meşgulse tabii ki evde
paylaşmaktan çekinmiyorum. Cem de
aynısını yapıyor, bu nedenle böyle bir
sınırımız yok. Birbirimize “Bunu evde
konuşmayalım şimdi” demiyoruz.
Köprü: Peki birbirinizin branşlarına
ilgi duyuyor musunuz? Fizik ve
sosyal bilimler birbirinden çok ayrı
konuları barındırıyor. Fizik veya
sosyal bilimler alanlarında karşılıklı
sorular yönelttiğiniz oluyor mu?
CP: Ben sık sık soruyorum, birlikte
tartışıyoruz, fikir yürütüyoruz.
EP: Ben açıkçası pek soramıyorum.
Fizikle ilgili nadiren sorularım oluyor,
nedeni muhtemelen bu alanın dışında
olmamdır. Geçenlerde uzayda zaman ve
mekan algısı üzerine konuştuğumuzu
hatırlıyorum.
CP: Sosyal bilimler, fizik alanına oranla
daha çok okunup paylaşılabilirmiş gibi
geliyor. Bunda popüler kültür ve tarih
kitaplarının, popüler bilim kitaplarından
daha sık rastlanır olmaları etken olabilir.
EP: Bana göre bu, sosyal bilimlerin
hayatla çok daha iç içe olmasından
kaynaklanıyor. Televizyonda reklamları,
haberleri izliyoruz, aile ve arkadaşlık
ilişkilerimiz var, iş yaşamı ve günlük
hayatın tüm diğer alanları –bunu
reddedecek olanlar olsa da– aslında
tarihsel ve politiktir. Bu nedenle kişilerin
ilgi alanları, doğa bilimlerine göre sosyal
bilimlere daha meyilli olabiliyor.
CP: Ben de bu cevaba katılıyorum, çok
doğru bir saptama.
Köprü: Hazır derslerden
bahsedilmişken soralım. Ortak bir
öğrenciniz olduğunda örneğin,
bu konuda aranızda konuşuyor
musunuz? Öğrencileriniz hakkında
da paylaşımda bulunduğunuz oluyor
mu?
EP: Evet, ortak öğrencilerimiz hakkında
konuşuruz.
CP: Öğrencilerimizden konuşmaktan
kaçınmayız ama her gün eve gelip illa da
Köprü
bu konuları açmayız.
Köprü: Örneğin sosyal bilimler
alanında sıkıntısı olan bir
öğrencinin, fizik alanında
başarılı olmasına dikkat çekip
bu tür konuşmalar sayesinde
öğrencilerdeki farklılıkları
gözlemliyor musunuz?
EP: Evet, bu aslında bizim için faydalı
oluyor. Örneğin bir öğrencinin tarihte
bir sorunu varsa fakat bu öğrenci
fizikte başarılıysa bunu bilmek benim
için önemli bir hale geliyor. Bu bana
gösteriyor ki, bazen yalnızca farklı bir
metodun izlenmesi gerekli. Bu açıdan iyi
bir bilgi sağlıyor aramızda geçen öğrenci
konuşmaları. Bunun dışında yazılıların
sonucunda öğrencilerimizin yüksek not
alıyor olması paylaştığımız güzel bir
şey. Özellikle de bahsettiğimiz öğrenciyi
ikimiz de tanıyorsak bu konudan gururla
bahsedebiliyoruz.
Köprü: Hobileriniz, beraber
yapmaktan zevk aldığınız etkinlikler
var mı? Hafta sonları zamanınızı
nasıl değerlendirmeyi tercih
ediyorsunuz?
EP: Her hafta sonu bir sonraki hafta
için ders planlaması yaparız. Bunun
dışında iyi filmler olduğunda sinemaya
gideriz, film festivallerini takip etmeye
çalışırız. Evde beraber film izlemeye
gayret gösteririz, konserlere gideriz.
Ailelerimizle ve arkadaşlarımızla
buluşmaya çalışırız. Tabii bunları sürekli
yapamıyoruz, yaparsak ne mutlu.
Okuduğumuz kitabı ya da iyi bir gazete
yazısını birbirimizle paylaşmayı severiz.
CP: Zaten bir şekilde belli şeyler
paylaştığınız, beraber vakit geçirmekten
hoşlandığınız insanlarla aynı hayatı
paylaşma kararı alırsınız. Daha önceki
hayatımızda ne yapıyorsak, bir araya
geldikten sonra da bunları beraber, bir
paylaşım içerisinde yapmaya başladık.
İyi bir roman, iyi bir film, iyi bir şiir, iyi bir
şarkı hayatı çeşitli yönleriyle anlamaya
yönelik sorulmuş sorulardır aslında. Ve
bazen de o soruya verilmeye çalışılmış
cevaplardır, biz de hayatı anlamaya
yönelik çabalarımızda ortaklaşıyoruz.
Köprü: O zaman merak edilen bir
soruya geçelim. Nasıl tanıştınız?
EP: İş yaşamı çerçevesinde tanıştık.
CP: İkimiz de aynı okulda çalışıyorduk,
orada tanıştık. Benzer şeylerden mutlu
olan, benzer şeylere üzülen ve öfkelenen
iki insanız, o yüzden yollarımız kesişti.
Mayıs 2013
Yunus Emre
Erdölen
Şiir Su
Saydam
EP: Nasıl tanıştık? Aslında bir kitap
sayesinde tanıştık. Benim o sıralarda
ders için okuduğum, kullandığım; Cem’in
de saygı duyduğu bir tarihçi olan Eric
Hobsbawm’ın bir kitabıydı.
Köprü: Bilindiği gibi Cem Hoca’nın
bir müzik grubu var. Bu müzik
grubunun ilerideki planları nedir,
nasıl ilerlemekte ve Esin Hoca bu
gruba nasıl katkılarda bulunuyor?
CP: Ben uzun zamandır müzik
yapıyorum; liseden beri. Ama müzik
hiçbir zaman hayatımın tümünü
oluşturmadı. Daha çok ikinci bir uğraş
olarak sürdü. Hobi demeyi tercih
etmiyorum, bu sözcük uğraştığınız şeyin
önemini azaltıyor. Müzik hayatımda çok
önem verdiğim bir şey, çünkü var olan
hayata dair düşüncelerimi ifade etme
olanağı bulduğum bir yol. Bu arada,
grupta çoğumuz öğretmeniz. İleriye
yönelik planlar? Geçen yıl Nisan ayında
bir albüm çıkardık ve şimdi konserlerin
sayısı giderek artıyor. İleride yeni bir
albüm ve daha sıklıkla gerçekleşecek
konserler olabilir. Esin’in de çok katkısı
oluyor müziğimle ilgili. Bütün konserlere
geldiği, grup elemanlarının nasıl
çaldığını ve şarkıları da ezbere bildiği için
yapıcı eleştiriler yöneltebiliyor. Dışarıdan
bakıp benim göremediklerimi fark ettiği
için benim açımdan çok faydalı oluyor.
EP: Ayrıca, şarkı sözü yazılırken seçilen
kelimeler üzerinde de paylaşımda
bulunduğumuz oluyor.
CP: Doğru, birkaç şarkıda önerileriyle
yapılan söz değişiklikleri var.
Köprü: Robert Kolej’e beraber
öğretmen olarak gelme fikri nasıl
oluştu? Aynı anda bu okulda işe
başlamanız nasıl gerçekleşti?
EP: Şans tamamen. Böyle bir planımız
yoktu.
Köprü: İleride beraber veya bireysel
olarak okulda yapmayı planladığınız
projeleriniz var mı? Ortak
uygulamaya koymak istediğiniz
SÖYLEŞİ
fikirleriniz var mı?
EP: Bu konu hakkında bir kere
konuşmuştuk. Üzerinde durup
geliştirmediğimiz bir fikrimiz vardı
aslında. Sinema ve tarih ile ilgili bir
kulüp açmayı düşünmüştük, belki
yeniden gündeme getirebiliriz. Cem’in
üniversiteden gelen önemli bir sinema
birikimi var. Sinema tarihi çerçevesinde
toplayabileceğimiz bir kulüp fikri
oluşturmuştuk. Hem sinemanın tarihini
hem de filmlerin çekildiği dönemlerle
ilgili tarih bilgilerini içerebilecek bir kulüp.
CP: Sinemanın tarihe eşlik etmesi veya
çeşitli sinema filmleri üzerinden giderek
tarihin incelenmesi, çözümlenmesi gibi
bir fikir üzerinde düşünmüştük.
düşündünüz mü hiç? Birçok öğrenci için
ilgi çekici bir ders olabilir.
EP: Aslında MEB’in Çağdaş Türkiye ve
Dünya Tarihi isimli bir seçmeli dersi var,
belki ileride tarih öğretmenleri olarak
böyle bir seçenek sunabiliriz.
CP: Aslında kendisinin akademik bir
çalışması var. Doktorayı bitirme planı...
Köprü: Bize doktora sürecinizden
biraz bahsedebilir misiniz?
EP: Yıldız Teknik Üniversitesi’nde doktora
çalışmasına başladım, dersleri bitirdim
ama tez yazmadım. Doktora düzeyinde
dersler alırken öğrenci kalma hissini
yaşamak ve tarih konusunda yazılmış
güncel kuramsal metinler okumak
istiyordum. Bu doktora programına
EP: Finalleri kontrol ettiğimiz dönem
daha da az görüşüyoruz çünkü okulda
kontrol ediyoruz finalleri. Sabah sekizde
başlayıp akşam yediye kadar okulda
kaldığımız oluyor. Ardından eve gidip
uyuyoruz. Finallerde her şey bitiyor bizim
için.
Köprü: Bizim için de öyle!
(gülüşmeler)
EP: Evet, sizin için de öyle oluyor.
Köprü: Eskiden aynı okulda
olduğunuzu söylemiştiniz. Eski ortak
arkadaşlarınızdan görüştükleriniz
oluyor mu?
EP: Evet görüştüğümüz arkadaşlarımız
var fakat zaman ve modern yaşamın
7
Kendi lise hayatıma bakacak olursam
yine az sayıda insan vardı çevremde
iyi anlaştığım, beraber vakit geçirirdik,
fazla da ders çalışmazdık aslında. Eğer
Robert Kolej’deki kulüpleri düşünecek
olursam, birçok güzel kulüp var. Onlar
arasından da Sosyal Bilimler Kulübü’ne
girebilirdim...
EP: Derslerde çok daha fazla konuşmaya
gayret gösterir, daha etkin olmaya
çalışırdım. Öğretmenlerime ve
arkadaşlarıma tartışmaya teşvik edecek
çeşitli sorular yöneltirdim. Daha önceden
benim önüme ilgi alanımla ilgili bu kadar
yoğun kaynak ve olanak sunulmadı. Oysa
Robert Kolej’de böyle olanaklar mevcut.
Ben de eğer bir Robert Kolej öğrencisi
olsaydım, kendimi bu bilgi ve kaynakların
hepsiyle beslemek isterdim. Kulüplerde
de aynı şekilde beni hem zihinsel hem de
fiziksel olarak besleyecek, bir adım ileriye
taşıyacak, dünyaya daha farklı bakmamı
sağlayacak, daha önce düşünmediklerimi
düşündürecek bir yön arardım.
Arkadaşlarım sınırlı olurdu benim de.
Küçük bir arkadaş grubum olurdu büyük
ihtimalle.
Köprü: Okuldaki derslere
baktığınızda ilginizi özellikle çeken,
sizin zamanınızda da olmasını
diledikleriniz hangileri?
CP: Örneğin, Esin’in 9. sınıflar için olan
dersi çok güzel. Benim açımdan Modern
Fizik dersi de güzel olurdu.
EP: Ben de seçmeli olarak, ASL, Sosyoloji,
Psikoloji, Edebiyat gibi dersleri alırdım
büyük ihtimalle.
Bir Taşla İki Kuş - Esin & Cem Pulathaneli
Köprü: Esin Hocam, öğrencilere
fikirler açısından yardımcı oluyor,
derslerde bize sosyal bilimler
kavramları açısından katkıda
bulunuyorsunuz. İleride bu konudaki
bilgilerinizi daha geniş ve kapsamlı
bir şekilde derleyebileceğiniz bir
kitap yazmayı veya akademik
çalışmalarda bulunmayı hiç
düşündünüz mü?
EP: Özellikle 9. sınıfta üzerinde
tartıştığımız konularla ilgili lise
seviyesinde bir derleme hazırlama ve
bunları etkinliklerle destekleme fikrini
hayal ettim gerçekten de...
Köprü: Okullarda okunan tarih dersi
hep 20. Yüzyıl başlarında bitiyor. Tarihin
günümüzü ve geleceği anlamak için
de gerekli olduğu söylenir hep. Daha
yakın döneme ya da derste üzerinde
çok durulmayan bir döneme/konuya
yoğunlaşan bir tarih dersi vermeyi
başlamasaydım belki de böylesi dersleri
alma ve önemli kitapları okuma şansını
yakalayamayacaktım. Tarihçi bir
kimliğim var ama doktora sırasında bunu
sosyoloji, antropoloji, toplumsal cinsiyet,
kimlik-kültür konularında okumalarla
geliştirmeye çalıştım.
da etkisiyle herkes bireysel uğraşlarına
yöneliyor. Görüşmelerimiz giderek
seyrekleşiyor, bunda zamanın ve şehir
yaşamının etkisi çok büyük. Fırsat
bulunsa çok daha yakın ilişkiler oluşabilir.
Herkesin çok işi ve yoğun bir temposu
var...
Köprü: Çift olarak hayatınızı
şekillendiren belli kurallarınız var
mı?
CP: Bazen haftada bir film seyredelim
diyoruz. Ama bu her defasında aynı
şekilde ilerlemiyor, bazı haftalar iki kere
izlerken bazı haftalar hiç izlemiyor da
olabiliyoruz. Kendimizin koyduğu belli
kurallar olduğunu düşünmüyorum. Yok
galiba kurallar.
Köprü: Eğer şu anda bir Robert
Kolej öğrencisi olsaydınız nasıl bir
öğrenci olurdunuz? Hangi dersleri
seçerdiniz veya hangi kulüplere ilgi
duyardınız? Bir de farz edelim ki
aynı dönemdesiniz…
CP: Benim az arkadaşım olurdu büyük
ihtimalle. Uğraştığım birkaç şey olurdu,
müzikle ve kitaplarla ilgilenirdim.
Doğruyu söylemek gerekirse notları iyi
olan bir öğrenci olmazdım. Lisede fizikten
zor geçtim, 10. sınıftaydım. Sonrasında
mecburen sıkı çalışmam gerekti ve
uğraşıp anladıkça da fiziği hayatımın
bir parçası yapmaya karar verdim.
Köprü: Finalleri kontrol ettiğiniz
dönemler bir çift olarak sizin için
nasıl geçiyor? Evde nasıl bir ortam
oluyor?
Mayıs 2013
Köprü
Köprü: Son sorumuza geldik.
Öğrenciler hakkında sizin merak
ettiğiniz herhangi bir şey var mı?
Herhangi bir soru veya eleştiri
olabilir?
CP: Birey olarak kendinizi geliştirmek
için daha fazla sorumluluk alıp, daha çok
şeyi kendi başınıza yapmaya çalışın. Bu
zamanda her şey fazla hazır veriliyor gibi,
bu da insanın yaratıcılığını köreltiyor.
Bu olgu her konuda geçerli ama çok
gündelik bir örnek olarak her matematik
işlemi için hemen hesap makinesine
saldırmayın derdim.
EP: Ben de bunun üzerine son günlerde
okuduğum bir cümleyi söyleyeyim:
“Binlerce yıl sözlü edebiyat ve tarih
birikimini taşıyan türümüz nasıl oldu da
hatırlayamamaktan şikayet eder hale
geldi?” Ayrıca bireysel farkındalıklarınızı
yaşıyor musunuz? Bu sorulabilir belki.
Köprü: Söyleşi için çok teşekkür
ederiz. Güzel bir söyleşi oldu.
ECP: Bizim için de. Çok teşekkürler.
8
OKULDAN
Gözde Mekanları Canlandırma Operasyonu
Ne vaat ederlerse etsinler bir daha asla
tekrar yaşamak istemeyeceğim 8. Sınıf
SBS yılında, Robert Kolej’in öğrencilere
kapılarını açtığını öğrenmiştim. İki yıldır
en çok istediğim şey o okulda öğrenci
olabilmekti. Kampüse ilk adımımı
attığımda ne düşüneceğimi şaşırmıştım.
Çok büyüktü, ormanın içine kurulu sırlarla
dolu bir okuldu. Bu kocaman kampüsün
görkemi beni yutacak zannetmiştim.
Korku, mutluluk ve heyecan bir aradaydı.
Okula Köprü’den tek bir bakışım burada
yaşayacağım yılları hayal etmeme
yetmişti. Belki de bu kadar mükemmel
bir mimariye sahip olmayan, beton yığını
bir okul olsaydı Robert Kolej’e kanım bu
kadar çabuk ısınmazdı. Peki, bu herkesi
kendine hayran bırakan okulumuzdaki
mekanları ne kadar verimli kullanıyoruz?
Plato: Yaz tatillerinden sonra okula
geldiğimde soluğu aldığım, okulda bana
en çok huzur veren yerdir Plato. Bizim
okulu daha önce görmemiş arkadaşlarımı
okul sonrası aktivitelerden birine
çağırdığımda ilk götürdüğüm mekandır.
Peki yıl boyunca kaç defa Plato’da zaman
geçiriyoruz? Boğaz’ın ayaklarımızın
altında olduğu, her gün gidilesi görülesi
bir manzaraya sahip aslında. Plato
sadece beden eğitimi derslerinde ziyaret
ettiğimiz bir yer olmamalı. Keşke yazın
derslerin bazılarını Plato’da işleyebilsek.
Hem yaratıcı bir aktivite olurdu hem de
ders çalışmayı canımızın istemediği bahar
sonu, yaz mevsimlerinde derse girmeye
can atardık. Onun dışında piknik gibi birçok
etkinlik yapılabilir Plato’da. Yalnızca yatılı
arkadaşlarımız için değil, gündüzlüler için
de. Yeter ki Plato’yu daha sık görebilelim.
Maze: Tüm idarecilerin, çalışanların,
öğretmenlerin ve öğrencilerin okulun
açılış töreninde toplandığı yer olarak
biliriz Maze’i. Maze denince benim aklıma
daha çok tatbikatlar ve bir türlü isim
soyadı sırasına göre yerleşemediğimiz için
işittiğimiz azarlar gelir. Öğrenci Birliği’nin
geçen yıl organize ettiği Mangal Gecesi
ve FAF’ta konser veren sanatçıları da
unutmamak gerekir tabii. Yılda sadece
birkaç gün kullanabildiğimiz Maze’i daha
sık kullanabilsek güzel olmaz mıydı?
Bütün okulun sığabileceği büyüklükte
olan bu yerde havaların sıcak olduğu
ilkbahar, yaz mevsimlerinde daha çok
vakit geçirmeliyiz. Örneğin dondurma
satışı olsa uzun teneffüslerde herkes
kantine doluşmak yerine Maze’e gelirdi.
Ya da iki üç haftada bir, baharda, hava
koşulları el verdiğince RC Olimpiyatları
günündeki gibi açık havada yemek
yiyebiliriz. Böylece Maze’de tatbikatlar
dışında geçirdiğimiz güzel anlar olur.
Kütüphane: Hazırlıktayken kütüphanedeki
kitap okuma saatlerini iple çekerdim.
Kitap okumayı severdim sevmesine
ama ne yalan söyleyeyim manzarayı
seyretmekten kitap okumaya zamanım
kalmazdı. Özellikle kütüphanenin üst
katı okulda Plato’dan sonra en güzel
manzaraya sahip mekanlardan biri.
Oradaki koltuklar azaltılsa, yerlere
minderler konsa daha samimi bir
ortam oluşurdu. Biz de bu sayede
hem kitap okurduk hem de İstanbul
Boğazı’nın eşsiz manzarasını seyrederdik.
Mitchell-Gould Köprüsü: Özellikle
Mitchell’daysam ve dersim Gould’un
dördüncü katındaysa beş dakikada
geç yazılmadan ya da kan ter içinde
kalmadan derse girmek mümkün
değilmiş gibi gözükür. Aslında
gerçekleşmesi birbirinden imkansız gibi
gözüken iki çözüm yolu vardır. Birincisi
ışınlanma cihazının icat edilmesidir ki
eminim bir Robert Kolej öğrencisi bunu
beş dakikalık teneffüslerde attığımız
deparlardan esinlenerek icat edecek ve
Orhan Pamuk’tan sonra Nobel ödülü
almış ikinci Robertli olacaktır. İkincisi
ise ne yazık ki birincisinden daha da
ütopiktir: Mitchell ve Gould arasındaki
köprünün kullanıma açılması. Neden
gerçekleşmesi bu kadar zor olur derseniz
ilk neden Matematik Bölümü’nün burada
bulunmasıdır. İçine yoğun ders çalışma
isteğim sebebiyle, tamamen öz irademle,
öğretmen dayatması olmaksızın defalarca
girdiğim için biliyorum hiçbir şekilde
sınıf olabilecek bir yapısı yoktur. İkinci
neden ise bu köprünün kütüphaneye
açılmasıdır. Onlarca öğrencinin aynı anda
oradan çıkmasıyla yankılanacak ayak
sesleri onlarca detention demektir. Bunun
yerine o köprüyü ve manzarasını sürekli
olmasa da zaman zaman kullanabiliriz.
Birçok arkadaşım topluma hizmet
projeleri için sattıkları kek, kurabiye gibi
yiyecekleri nerede satacaklarını bilemeyip
sınıf sınıf dolaşıyorlar. Bunun yerine o
balkonda THP satışları yapılabilir. Zaman
Köprü
zaman okul aile birliğinin düzenlediği
yiyecek satışlarının bir kısmı da orada
düzenlenebilir. Tek taraflı bir giriş-çıkış
olacağı için de kimse rahatsız olmazdı. Biz
de boğaz manzarasının keyfini çıkarırdık.
Gül Bahçesi: Robert Kolej denince
akla gelen yerlerden biri Gül Bahçesi.
Orada keşke daha çok kullanabilsek,
daha çok vakit geçirebilsek. Bini aşkın
öğrencinin, öğretmenin, idarecinin,
çalışanın bulunduğu okulumuzda bir
kafe olsa çok güzel olurdu. Açılacak olan
küçük bir mekan da olsa okulumuzdaki
en güzel yerlerden biri olan Gül
Bahçesini değerlendirmiş olurduk.
Kafe olmasa da burada daha çok vakit
geçirmeliyiz. Şiir etkinlikleri şiirlere
konu olabilecek bir mekanda olmalı
değil mi? Forum yerine Gül Bahçesi’nde
daha çok etkinlik yapılabilir ve bu
etkinliklerden biri de şiir etkinliği olabilir.
Müze: Cep, şüphesiz ki okulda en popüler
mekanlardan biri. En rahat koltukların,
hoş sandalyelerin bulunduğu bu yerde
ne yazık ki yer bulmak bazen çok zor
olabiliyor. Ben artık yirmi dakikalıklarda
asla cep bölgesine gitme zahmetinde
bulunmuyorum. Nasıl olsa yer olmaz diye
düşünüyorum. Cep’in bu kadar popüler
olması bir tane daha cep gibi bölgeye
ihtiyaç duyduğumuz anlamına gelmez
mi? Okulda cep’e döndürülebilecek birkaç
yer var. Örneğin Suna Kıraç’taki koltuklar
çoğaltılabilir ve orası daha rahat bir ortam
haline getirilebilir; ancak çok göz önünde
olduğu için hiçbirimiz yeteri kadar rahat
hissedemeyiz. Boğaz manzarasıyla göz
alıcı Müze ise hem gözden uzak hem de
Gould’da ve Feyyaz Berker’de dersi olan
insanlar için harika bir dinlenme yeri.
Koyu kahverengi masalar kaldırılsa ve
yerine rengârenk, rahat koltuklar konsa
ve cep gibi bir yer yapılsa hoş olmaz
mı? Ders çalışmak isteyen, çalışkan
öğrenciler için denize karşı masalar konar
ve ders çalışmak belki bir şekilde zevkli
hale gelebilir. Bir kısmı sosyalleşme,
bir kısmı ders çalışma amacı taşıyacak
Müze ikinci cep olmaya aday bir yer.
Ulus Kapısında Servislerin Otopark Olarak
Kullandığı Alan: İşte okulumu yeteri
kadar iyi tanımadığımın ve okulumuzu
yeteri kadar etkili kullanamadığımızın bir
örneği. Daha etkili kullanmak istediğim
Mayıs 2013
İrem İlhan
yerin adını bile bilmiyorum. Kim olduğunu
hatırlamadığım biri bana oranın “Patates
Tarlası” olduğunu söylemişti. Bence de
gerçekten tarla olarak kullanılabilecek
bir yer. Bir başka arkadaşım da “Üst Tarla”
olarak anılıyor dedi. Belki de gerçekten
orayı tarla olarak kullanmalıyız; ama ben
daha farklı bir öneri getireceğim. Eski
okulumda en fazla bir iki kere girdiğim
ancak var olduğunu bilmenin değerini
bu okulda anladığım şey: yüzme havuzu.
Denize karşı yüzmekten daha güzel ne
olabilir? Okulumuzda bizim kullanımımıza
açık havuz yok. Neden “Patates Tarlası”
olarak anılan yeri havuz yapmıyoruz?
Mimari açıdan bilmiyorum belki de orada
havuz olması mümkün bile değil; yine
de düşüncesi bile beni gülümsetmeye
yetiyor. Galiba sahip olduklarımızın
değerini
kaybedince
anlıyoruz.
Robert Kolej’deki yıllarımın yarısı bitti.
Son yılımda YGS ve LYS çalışıyor olacağım
için yarısından fazlası bitti hatta. Geriye
kalan zamanımızı daha renkli geçirmek
için bu dillere destan kampüsü en etkili
biçimde kullanmak çok büyük önem
taşıyor. Mezun olduktan sonra sınavlardan
kaç aldığımızı, hangi öğretmenlerin bize
alıkoyma cezası verdiğini, yemekhane
sırasında kaç defa arkaya atıldığımızı
hatırlamayacağız hiçbirimiz, bazılarımız
için sayıları hatırlanabilecek kadar az
değil zaten. Hatırlayacağımız kampüste
geçirdiğimiz mutluluk dolu anlar,
eğlenceli sohbetler ve birbirimizle ne
kadar çok vakit geçirdiğimiz. Kampüs
ne kadar etkili kullanılırsa bize de o
kadar çok vakit geçirecek mekan kalır.
Okulda geçirdiğimiz zamanların sınav
stresinden, kötü not üzüntüsünden,
dolabımızı açtırmak için hizmetli
ağabeyi bulma telaşından yoksun olması
dileğiyle… Bana bu yazıda bahsettiğim
fikirleri bulmada yardım eden bütün
arkadaşlarıma
teşekkür
ederim.
SÖYLEŞİ
9
Okulumuzun Meleği, Tulu Abla’yla Söyleşi
Köprü: En baştan başlayalım,
bize öğrencilik hayatınızdan
bahsedebilir misiniz?
Tulû Abla: İlkokuldan itibaren mi?
Köprü: Evet.
Tulû Abla: İlkokula 1971’de başladım.
Barbaros İlkokulu’na gittim, 1.sınıfı
Barbaros İlkokulu’nda okudum. Şu anda
Çırağan’daki Four Seasons Oteli’nin
olduğu yerdeydi ilkokulumuz. Bir sene
orada okudum. Sınıf arkadaşlarımın
arasında Berk Manav’ın annesi de
vardı, Yeşim Manav. Ondan sonra
o yazı Erenköy’de geçirdiğimiz için
annem “Biz pılımızı pırtımızı toplayıp
Erenköy’e taşınalım.” dedi. “İyi, tamam”
dedik ve 1972 senesinde taşındık
. Bu arada ben ilkokula başlamadan
okuma-yazma biliyordum. Kendi
kendime oturduğumuz evin tam
karşısında bulunan bakkala gidip gelen
kamyonların üzerindeki yazıların ne
olduğunu anneme sorarak okumayı
öğrenmişim. İlk okuduğum şeyin de
“Coşkun Plak” olduğunu söylüyor
annem. Bir sabah onlar gazete okurken
bir haberde geçen “Coşkun Plak”ı
okuyuvermişim. Barbaros’tan sonra
Erenköy İlkokulu’na devam ettim ve
oradan 1976 senesinde mezun oldum.
İlkokulda çok akıllı bir çocuktum.
Her şeyi bilirdim. Ders esnasında
çok sıkılırdım; çünkü öğretmenin
anlattığını hemen anlardım. Diğer
arkadaşlarım ise o kadar kolay
anlayamazlardı. Ders esnasında kitap
okurdum. Örneğin, “Texas, Tom Mix”
okurdum. Bizim zamanımızda liseleri
kazanmak daha kolaydı. Liseye hazırlık
aşamasında, haftada bir gün, dört
arkadaşımla birlikte ders alırdık. Bu
dersler sonucu aramızdan herkes
iyi bir lise kazandı. Ben ve başka bir
arkadaşım Üsküdar Amerikan Lisesi’ni
kazandık. Bir arkadaşım Avusturya
Lisesi’ni ve diğer arkadaşlarım da
Fransız liselerini kazandılar. Robert
Kolej’i kazananımız olmadı. Yedi sene
Üsküdar Amerikan’da okudum. O
zamanlar şimdiki liseler, hem ortaokul
hem de liseydi. Üsküdar Amerikan’da
kötüleşti derslerim ve orta üçüncü
sınıfta matematikten ikmale kaldım.
Matematik en büyük kâbusumdur. Hala
da geceleri rüyalarımda matematik
sınavlarında kaldığımı görürüm.
Örneğin; matematik yüzünden okuldan
mezun olamamışım veya üniversiteye
gitmişim; ama matematik yüzünden
lise diplomamı alamamışım gibi.
Kabuslarımın konusu bunlardır.
Bunun dışında okul hayatım hakkında
bahsetmeyi çok istediğim bir şey var,
bu da İngilizce öğretmenim. Üsküdar
Amerikan’a hiç İngilizce bilmeden
başladım. Hazırlıkta biraz öğrendik
sayılır. Orta ikide Perran Soloeau
adında bir öğretmenimiz vardı.
Rahmetli oldu şimdi. Çok sert bir
öğretmendi ve her şeyi ezberlememizi
isterdi. Ben de hiç sevmezdim
ezberlemeyi; sadece bize verdikleri
paragrafı kendimce yorumlayarak
anlatırdım. “Hayır, ezberleyeceksiniz”
diye tuttururdu ve öyle bir duruma
gelmiştim ki artık yapamadığıma
inanıyordum. Annemlere gidip “Boşu
boşuna para veriyorsunuz bu okula.
Ben hiçbir şey öğrenemiyorum,çok da
beceriksiz bir öğrenciyim. Siz beni bu
okuldan alın” dedim. Annem bunun
doğru olmadığını söyledi. Ondan
sonra o kadıncağız sayesinde İngilizce
seviyem hakikaten çok gelişti. Liseye
geçince de çok zorlanmadım. Bizim
zamanımızda lise birinci sınıfta son
iki sene edebiyat ve fen alanlarından
birinde seçim yapardık. 60 ortalama
tutturmak gerekiyordu. Benim
ortalamam 55-57 civarlarındaydı.
Edebiyatı seçtim. Edebiyattan mezun
olmamın daha iyi olacağını düşündüm.
Lise ikide May Girl seçildim. Beraber
seçildiğimiz diğer arkadaşımın oğlu
geçen sene buradan mezun oldu. Adı
Emir Koru. Orkestrada vurmalı çalgılar
çalıyordu. Bu arada Leyla Levi’nin
annesi de benim sınıf arkadaşımdır.
Birçok arkadaşımın çocuğu bu okulda
okuyor. Sonra liseyi bitirdim. Bizim
zamanımızda da üniversite hazırlık
kursları vardı, fakat bunların sayısı
yalnızca ikiydi. Biri Fen Bilimleri’ydi,
diğeri de MEF’ti. Ben 1 dönem
boyunca MEF’e gittim ve sıkıldım.
“Ne işim var benim buralarda?” diye
sorguladım kendi kendime. Bunun
üzerine de babama “Boşuna para
verme, ben çıkıyorum buradan. Oturur
evde çalışırım” dedim. Üniversite
sınavına on beş gün çalıştım. Bizim
zamanımız da sınav iki aşamalıydı.
İlk aşamada ilk 100 kişinin arasına
girdim. İkinci aşamaya da on beş
Mayıs 2013
günlük çalışmayla hazırlandım. Sınavın
süresinin bitişine bir veya bir buçuk
saat kala sınavı bitirdim. Sıkıldım ve
çıktım. Ne kadar zamanımın kaldığını
bilmiyordum; çünkü sınava saatsiz
girmiştim ve yanımda saat yoktu.
Bir de bulunduğumuz yer tuvalet
kokuyordu. “Kalmak istemiyorum”
dedim ve kendimi dışarı attım. Bir
çocukla buluşacaktım. Gittim onunla
buluşmaya; bu sefer erken gittiğim
için sıkıldım, onu da beklemedim ve
eve döndüm. Bizde telefon da yok
üstüne üstlük, çocuk beni komşudan
buldu. Sınav sonucumla Mimar Sinan
Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü
kazandım. Beş buçuk senede bitirdim
okulu, çünkü ilk sene çok boşladım.
Bir kez daha matematikten kaldım.
Ondan sonra ilk seneyi kaybedince
devam mecburiyeti var. Bir dönem
de, Allah rahmet eylesin, Muhammer
Onat adlı bir hocamız vardı, onunla
sorun yaşadım. İstemediği şekilde bir
projeyi teslim ettim. O, bitmemiş bir
proje istiyordu bense projeyi bitirip
teslim ettim. Bunun sonucunda, sınıfta
bıraktı o da beni. Bu nedenle de beş
buçuk senede mezun oldum. Mezun
olurken hocalar çok beğendiler bitirme
projemi ve bana asistanlık teklif ettiler.
Ben de “He, kalırım ben bu okulda(!)”
dedim. Böylelikle okul bitmiş oldu.
Mezun olduktan sonra, babam bana
çok hoş bir hediye verdi. Hediyesi ise
benim geziye çıkmamdı. Amerika’ya ve
Meksika’ya gittim bir buçuk aylığına.
Bir arkadaşım Washington’daydı,
biraz onda kaldım. Annemlerin bir
arkadaşı New York’taydı, bir süre
de onların yanında kaldım. Teyzem
Meksika’daydı, bir ay onlarla yaşadım.
Gezdim, gezdim ve döndüm. “Artık
çalışmanın vakti geldi” dedim kendime.
Bu arada öğrencilik hayatımla ilgili
şunları da söyleyeyim. Acayip ciddi bir
öğrenciydim. Hiç kopya çekmedim,
çok kopya verdim. Sınıfta çok iyi ders
dinlerdim, ders dinlemeyenlere ve
kurallara uymayanlara çok kızardım.
İlkokul üçüncü sınıftayken beni sınıf
başkanı yapmıştı öğretmenim. Aşağı
yukarı bir hafta sınıf başkanı oldum.
Bu süreçte herkese susun, konuşmayın
dedim. Dinlemeyenlere “İsminizi
yazmayacağım tahtaya; ama beni bir
daha dinlemezseniz ve bana saygı
Köprü
Tayis Arslan
Yunus Emre
Erdölen
Hazal Özkan
Elize Arslan
göstermezseniz sizin başkanınız
olmam” dedim. Onlar da dinlemediler
tabii, ilkokul 3. sınıf öğrencisinden ne
bekleyebiliriz ki? Öğretmenime gidip
“Siz beni seçtiniz; ama sınıftakiler beni
dinlemiyorlar. Kendi seçtikleri öğrenciyi
siz başlarına getirin, ben yapmıyorum
başkanlık”dedim, istifa ettim. Böyle de
tuhaf bir çocuktum. “Çok bilmiş” derler
ya öyle bir çocuktum ben de. Hala da
öyleyim. Başka bir şey? Sanırım çok
konuştum.
Köprü: Neden mimarlığa devam
etmediniz ve Robert Kolej’de nasıl
çalışmaya başladınız?
Tulû Abla: Çalışmaya başlamaya
karar verdiğimde mimarlık yapmak
istedim, sonuçta o kadar emek vermiş
ve okumuştum. STFA adında bir firma
vardı o zamanlar. Çok büyük bir
firmaydı ve orada çalışan bir arkadaşı
vardı annemlerin; Birol Amca, tam
adıyla Birol Öngör. Birol Amca’nın
kanalıyla bir adamcağıza gittim
görüşmeye. Onlar o zaman Kartepe
şantiyesini yapıyorlardı. Sene 1990.
Adam bana “Ben seni Adapazarı’na
3000 tane işçinin arasına göndermem.
Hiçbir işçi bu surattan emir almaz” dedi.
Yaşımı hiç göstermiyordum çünkü. 25
yaşındaydım; ama hakikaten 17-18
gibi duruyordum. “Kusura bakma ben
seni alamam işe” dedi özetle. Çıktım,
küstüm. Ne yapacağıma karar vermem
gerekiyordu. Çok kısa bir süreliğine,
10
SÖYLEŞİ
Tulu Abla’nın Kedisi
aşağı yukarı 1 ay kadar, bir otelde
çalıştım. Otelin rezervasyon bölümünde
çalışıyordum. Otelin sahibi benim
amcamın arkadaşıydı; fakat adam kötü
niyetli ve zalim biriydi. İnsanlara kötü
davrandığını görünce “Ben bu adamla
çalışmam” dedim ve işten ayrıldım.
Gazetede, Türk Express adlı bir seyahat
acentasının outgoing bölümüne
eleman aradıklarını gördüm. Aradım,
“Eğitiminiz var mı, tecrübeniz var mı?”
diye sordular. “Hayır yok ama ben çok
meraklıyımdır, yapmak istiyorum.”
dedim. “İyi. Gelin, görüşelim” dediler.
Gittim, görüştük. “Tamam, başlayın.”
dediler. Ertesi gün başladım çalışmaya.
Yedi ay çalıştım. Moskova’daki fuarlara
insanları götürüyorduk. İlk yaptığım
iş, çalışmaya başladıktan bir ay
sonra Moskova ve St. Petersburg’a 10
kişilik bir grup götürmek oldu. Ülkeyi
tanımıyordum, aslında hiçbir şeyi
tanımıyordum ve o zamanlar yeni
açılmış Rusya dünyaya. Sene olarak
1990’da, Glasnost-Perestroyka’nın
hemen ertesinde gittik. Ruslar
turistlere alışık değillerdi tabii. En
büyüğü 65, en küçüğü 10 yaşında
olan on kişilik bir gruplaydım.
Çok eğlenceliydi. Sonra, TÜYAP’ın
fuarlarından misafirleri taşırken bana
TÜYAP çalışanları dediler ki “Biz seni
çok beğendik. Gel sen bizimle çalış.”.
“Ne yapacağız işte?” dedim, “Fuarcılık
ıvır zıvır” dediler”. Kabul ettim. “Orada
aldığının iki katı para vereceğiz” dediler.
“Peki o zaman” dedim. 7 ay sonra
oraya geçtim. TÜYAP’ta beş buçuk sene
çalıştım. Onlar sayesinde inanılmaz
gezdim. İlk iki sene fuar satışı yaptım;
ama ben satış yapmayı sevmediğim
için pek beceremedim. Beni başka bir
bölüme vermelerini istedim. Yurt dışı
ilişkilerini uygun gördüler, “Hemen”
Köprü
dedim. Sonrasında
sırayla bir tekstil aracı
firmasında sekiz ay,
Demirdöküm’de üç yıl
çalıştım. Amerikan
Konsolosluğu’nda
da Protokol Asistanı
olarak çalıştım.
Konsolosluktayken
iş arıyordum, RC
mezunu bir arkadaşım
aracılığıyla bu
pozisyondan haberim
oldu. Başvurdum.
Mr. Merchant vardı
o zaman. 2 saat
oturduk, konuştuk
kendisiyle. Bana;
“The job is yours if
you want it” dedi.
Ben de bir cuma
günü konsolosluktan
ayrıldım, pazartesi
günü buraya
başladım. Tarih 3
Kasım 2004 idi.
O günden beri
buradayım ve de çok
mutluyum. Hayatımda
en uzun çalıştığım iş
yeri. Sizlerle, gençlerle
olduğum için
mutluyum.
Köprü: Biz de çok
mutluyuz. Odanızın
her önünden
geçtiğimizde
yanınızda sürekli
birileri oluyor.
İnsanlar sizinle konuşmaktan
mutlu oluyor. Sizinle
dertleşiyorlar ve okuldaki herkes
sizi bir psikolog gibi görüyor. Bu
durumdan memnun musunuz?
Tulû Abla: Evet, kesinlikle
memnunum. Hatta lisedeyken bir
anket doldurmuştum; o ankette bana
hayatım boyunca yapmam gereken
iş olarak “rehberlik ve psikolojik
danışmanlık” çıkmıştı. Ben bu bölümü
üniversite seçimlerime yazmıştım.
“Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve
Psikolojik Danışmanlık” tercihlerimde
vardı. Ama bölümün gerektirdiği puan
mimarlıktan daha aşağıda olduğu için,
mimarlığı kazanınca mimarlığa girdim.
Kendimi bildim bileli herkes gelir,
bana derdini anlatır. Gecenin bir yarısı
insanların beni arayıp “Tulu bak bunlar
oldu. Sen ne dersin bu duruma?” diye
Mayıs 2013
bana sorduklarını çok hatırlarım. Tek
başıma yaşadığım on senelik dönemde
tanıdıklarım gece yarısı kapımı çalardı.
Arkadaşlarım evime gelir, bana
dertlerini anlatırlardı. Bazen sorunları
çok üstüme aldığım zamanlarda
yorulduğum oluyor ama benim ruhum
böyle besleniyor. Ben insanlarla
konuştuğum, paylaştığım ve bir nebze
de olsa onlara tavsiyeler verebildiğim
müddetçe mutlu oluyorum. Bundan
dolayı kapım açık. Başımın üstünde
yeriniz var. Kime ne kadar yardım
edebilirsem ben onu kâr sayıyorum.
Bu benim hayat amacım. Kısacası
mutluyum. Bilmem cevap olabildi mi?
Köprü: Evet evet. Güzel bir şey
bu. Bu konuda okulun meleği
gibisiniz, teşekkürler.
Tulû Abla: Siz benim cadı halimi
bilmiyor musunuz? İçimden canavar
çıktığı oluyor. Hem de çok kötü bir
canavar çıkıyor. Gözümden ateş çıkıyor.
Köprü: Birçok Topluma Hizmet
Projesi’nde danışman olarak
bulunuyorsunuz. Biz de bir
tanesinde beraberdik. Peki sizi bu
projeler arasında en çok etkileyen
hangisi olmuştu?
Tulû Abla: Bana en çok dokunan
olayı 2010 senesinde Urfa’da yaşadım.
Aklıma geldikçe fena oluyorum. Urfa’da
eğitim projesi yaparken hem Urfa’nın
içinden hem de Suruç diye küçük bir
köyden öğrenciler gelmişti. Suruç’tan
gelenlerin arasında Fatma adlı bir
kızcağız vardı. İlk günden dikkatimi
çekmedi; ama aradan birkaç gün
geçtikten sonra çok ilgimi çekti bu kız.
Kız gibi değildi çünkü. Saçları kısacık,
erkek çocuğu gibi kesilmiş, sürekli
pantolon, lastik ayakkabı giyen ve kız
olduğunu bir şekilde gizlemeye çalışan
bir kızcağızdı. Sonradan öğrendim
ki köylerinde 12-13 yaşında kızları
evlendiriyorlarmış. Aklıma geldikçe
sinirlerim bozuluyor. Karşı komşularının
kızını, o yaz buraya gelmeden önce
evlendirmişler, bu on üç yaşındaki kızı
birine vermişler. Fatma 11 yaşındaydı
ve bütün eğitim boyunca kaçıp
kaçıp sanat bölümüne gelirdi, çünkü
hayatında ilk defa ebru yapma fırsatı
bulmuştu orada. Eline ilk defa aldığı
bir şeyde bu kadar başarılı olması
gerçekten inanılmazdı. Son gün, gösteri
günü, sahneye çıktı. Herkes eğitimden
edindikleri tecrübeler hakkında
konuşuyordu. Fatma; “Ben burada ebru
yaptım. Hiç görmemiştim ve bir daha
SÖYLEŞİ
HABERLER
Elize Arslan, Tulû Derbi, Yunus Emre Erdölen, Tayis Arslan
hayatımda ne zaman böyle bir şey
yapabileceğim bilmiyorum” dedi. Bir
şeyler yapamıyor olmak, çaresiz olmak
bana çok dokunuyor. Ama o çocuğa ne
yapabilirdik? Hiçbir şey. Alıp buraya
getiremeyiz, o orada yaşamak zorunda.
Şimdi ona ne oldu bilmiyorum.
Evlendirdiler mi acaba, okuttular mı?
Türkiye’nin gerçeği bu. Farkındayım;
ama ben hala hazmedemiyorum
bir takım şeyleri. İnsanlar atıyorlar
tutuyorlar; eğitim diyorlar, kızlar
okusun diyorlar. Hangi kızı okutuyorlar
ki? Bir şekilde birilerinin hayatına
dokunmaya çalışıyoruz ve onun için bu
topluma hizmet projelerini yapıyoruz;
ama bazı anlar geliyor ki hiçbir şey
yapamıyorsunuz, elimiz ayağımız
kilitleniyor.
Köprü: Eğer burada okusaydınız
nasıl bir öğrenci olurdunuz?
Sonuçta bir sürü insan
görüyorsunuz herkes gelip sizinle
dertleşiyor. Öğrenci tiplerini
tanıyorsunuz aşağı yukarı. Bunun
dışında hangi kulüplere giderdiniz,
hangi dersleri seçerdiniz?
Tulû Abla: Çok açık konuşacağım.
Ben bu okulda mutlu olmazdım. Bu
okul benim için fazla rekabetçi bir
okul. Burada büyük ihtimalle THP’de
çalışırdım. Şu anda danışmanlığını
yaptığım hayvan barınakları gibi, bir
de RKANEP gibi eğitimle ilgili olan
projelere yönelirdim. Resim gibi, sanat
ağırlık şeylerle uğraşırdım. Müziği
beceremem, hiç kulağım yoktur. Hatta
üçüncü sınıftaydım, bana mandolin
dersi aldırmaya kalktılar. Hoca beni
sınıftan kovdu, kabiliyetim yok diye.
Müzik yeteneğim sıfır.
Ama fotoğrafçılıktır,
resimdir, seramiktir;
öyle şeylerle uğraşırdım.
Fen derslerinden bir
tek biyolojiyi almak
isterdim. Geriye kalan
fizik ve kimyada iyi
değilim. Matematik
dersini mecburen
alırdım. İngilizce’den de
herhalde Shakespeare
ve Modern Drama
alırdım; ama
Amerika’ya gitmek
istemezdim, Türkiyeci
olurdum. Hiçbir zaman
Amerika’da okumak
gibi bir hayalim
olmadı. Biraz fazla
aileme düşkünüm,
herhalde o yüzden. Annemleri bırakıp
gidemezdim. Büyük bir ihtimalle vasat
ve çok da mutlu olmayan bir öğrenci
olurdum burada okusaydım.
Köprü: Hayatınızda birçok şeyi
sıkılıp bıraktığınızı söylediniz, peki
keşke bırakmasaydım dediğiniz
böyle bir şey oldu mu?
Tulû Abla: Hayır, olmadı. Ben
yeni şeyler öğrenmeye çok açığım.
Dolayısıyla hiçbirini bıraktığım için
pişman değilim. Bu arada çok gezdim,
çok insanla tanıştım, çok şey gördüm.
Mesela Amerika’ya gittim, Avrupa
ülkelerinden İtalya, İngiltere, Fransa,
Almanya, Bulgaristan, İsviçre, İsveç ve
Yunanistan’a gittim. Bunun dışında
İsrail, Kazakistan, Ukrayna ve Rusya’ya
gittim iş dolayısıyla. Özetle yeniliklere
11
açık olmak, insanlarla yeni bir şeyler
paylaşmak kadar benim ruhumu
besleyen başka bir hayat tarzı yok.
Hala Psikoloji okumaya niyetliyim. 48
yaşındayım; ama karalıyım, psikoloji
okuyacağım.
Köprü: Kesinlikle okumalısınız! O
zaman son sorumuzu soruyoruz.
Kedilere olan sevginizin nedeni
nedir?
Tulû Abla: Lulu! On iki yaşındaki
kedim yüzünden ben kediciyim.
Aslında köpekçiydim. O eşek sıpası on
iki sene önce benim hayatıma girdiği
vakit benim için her şeyi değiştirdi. Ona
da öyle diyorum zaten. “Sebebi sensin”
diyorum. Çok kısa anlatayım olayı.
Benim bir dönem, çok fazla baş ağrım
oluyordu. Örneğin, bir an başım çok
ağrıyor ve sekiz tane ilaç alıyorum ki
yapılmaması gerekir; ilaç zehirlenmesi
geçirebilirim. Bir gün baş ağrım gene
geçmedi ve ağlayarak yatağa yattım.
Bu sıpa geldi. Kafama patisini koydu ve
başımı yalamaya başladı, yalaya yalaya
uyuttu beni. Uyandığımda başım
ağrımıyordu. Dedim ki bu kedide bir
şeyler var. Ondan sonra Lulu sayesinde
sokakta gördüğüm her türlü oradaki,
buradaki, sakat, kör, topal bütün
kedilerle uğraşmaya başladım. Ama bu
demek değil ki köpekleri sevmiyorum.
Tüm hayvanları severim.
Köprü: O zaman çok teşekkür
ederiz Tulu Abla. Şu ana kadar
yaptığımız en samimi, en güzel
röportajlardan biriydi gerçekten.
Tulû Abla: Benim için de öyleydi.
Teşekkür ederim.
Bahar Geliyor
Mart’ın ilk günleriyle beraber
okulun havasındaki ani değişimin
farkındasınızdır. Güneşin ilk doğuşuyla
yüzlere yerleşen gülümsemeler,
artan gürültüler, kıyafetlerimizdeki
canlılık; yılın en sevdiğim zamanının
yaklaştığını söylüyor: Bahar geliyor!
Bahar yeniden doğuşu simgeler
derler, ben de şaşkınlıkla bu klişeye
uyumumuzu gözlemliyorum, sanki
çiçeklerin açışıyla herkes buzlarını
eritiyor, o kış karamsarlığını bırakıyor,
sabahları uyuyan insan sayısı azalıyor,
öğlenler dışarıda geçiriliyor. Okulun sert
hatları sanki baharda pastel tonlarına
bürünüyor, binalar bile daha canlı.
Herkes hala aynı derecede meşgul;
ama bütün bu yoğunluk, baharın o tatlı
esintisiyle unutulup gidiyor - kısa bir süre
için bile olsa - ve her sorun çekilebilir bir
hal alıyor. Tabii kimse dışarısı bu denli
güzelken içeride floresan ışıklarının
altında tüm gün ders yapmak istemiyor,
eve dönüp ödeve gömülmek daha
zorlaşıyor, iş yaparken bir bakıyoruz,
aklımız bambaşka yerlerde; bahçelerde
koşturuyor. Hem kabul edelim, Robert
Kolej baharda başka bir güzel oluyor,
zaten görkemli olan yapı daha da
masalsı bir hal alıyor. Tabii ki baharın
Mayıs
2013
Köprü
en gözde mekanı mor salkımlarıyla
Gould Hall’ın önü. Geçen yıl bir turist
edasıyla oradan her geçişimde en az
kaç resim çekmişimdir bilmiyorum.
Derse giderken burnumuza gelen
tatlı kokular, camdan baktığımızda
gördüğümüz nefes kesici manzara...
Bunların her öğrencinin bulabileceği
fırsatlar olmadığını unutmayın;
dersteyken kafanızı şöyle bir çevirip
bakın dışarıya, kendinizi şanslı sayın.
Nefesimi kesen başka bir mekan da
Mitchell binasıyla Woods arasındaki
köprü. Geçen gün İngilizce dersim için
acele acele yürürken bir arkadaşım
Köprü
Nisan 2013
Ayşenaz
Toptaş
beni durdurdu ve
yanına çağırdı. Ağaçların arasından
görünen muhteşem Boğaz manzarası
aslında hep oradaydı, ama ben ilk kez
farkına varıyordum. Siz de kendinizi
günün monotonluğuna kaptırıp
etrafınızdaki görülmeye değer şeyleri
kaçırmayın. Kafanızı kaldırın, baharın
temiz kokusunu içinize çekin, ılık gün
ışığını yüzünüzde hissedin. Henüz
buradayken baharın tadını çıkarın.
12
SÖYLEŞİ
Yemekhanede Neler Oluyor?
Okula sabah saat yedi civarlarında
varıyoruz hepimiz, derslerle
boğuşurken karnımız da çok acıkıyor.
Her gün öğle tenefüslerinde karnımızı
doyurmak için, bizlerden daha erken iş
başı yapan ve bir aile sevgisiyle, özenle
her gün önümüze lezzetli yemekler
koyan yemekhanemizin Bilal Ustasıyla
ve Dilvin Ablasıyla keyifli bir söyleşi...
Köprü:Neşeli Tavuk fikrini nereden
buldunuz?
Dilvin Hanım: Ben Enka Okullarında
proje müdürlüğü yaparken denediğim
bir yemek tarifiydi. Oradaki öğrencilerin
yaşı daha düşük, okulun ilköğretimi
kısmı ve yuvası var. Onlara yemeği
nasıl sevdirebilirim, ne yapabilirim ve
daha nasıl farklı sunarsam keyifli hale
getirebilirim diye düşündüm ve neşeli
tavuk onun neticesinde ortaya çıktı.
Küçük küçük doğrayayım, hem daha
kolay yensin hem içine koyduğumuz bir
takım şeylerle (sırlarımızı gizli tutalım)
tadı daha güzel olsun istedim. Bu
şekilde ortaya çıktı ve Robert Kolej’de
de bu yemeği yapmak istedim. Tabii yaş
grubunun hiç önemi yok. Geçen sayıda
2012’nin en sevilen yemeği seçildi,
Köprü’de görünce bunu çok sevindim.
KÖPRÜ: Mutfakta kaç kişilik ekip
bu yemekleri hazırlıyor?
Bilal Usta: Mutfakta en fazla
yedi kişi var. Sabah altıdan itibaren
mutfakta oluyoruz. Sabah beş buçukta
servisimiz var. Önce Bizim Tepe’yi alıyor,
Ortaköy’den bizi alıyor, altıya beş kala
kampüse geliyoruz, giyiniyoruz ve
altıda mutfaga girmiş oluyoruz. Altıda
işe başlıyoruz.
KÖPRÜ:Yemekler burada mı
pişiriliyor yoksa dışarıda mı
hazırlanıyor?
Dilvin Hanım: Ekip sabahın altısında
buraya geliyor ve size o günün
yemeğini tamamen burada hazırlıyor.
Fakat zeytinyağlıysa, bir gün önceden
yapılıyor.
Bilal Usta: Bir gün önceden hazırlanan
malzemeleri alıyoruz sonra yemeği
yapmaya başlıyoruz bittikten sonra
da ertesi gün için hazırlığa başlıyoruz.
Örneğin şimdi yemekler bitti ve yarınki
yemeği hazırlanmaya başlayacağız.
KÖPRÜ: Döner okulda çok ilgi
görüyor, herkes çarşamba
gününün gelmesini istiyor. Döner
için neden çarşamba gününü
seçtiniz?
Dilvin Hanım: Döner gününü
çarşamba yaptık. İki gün öncesi ve iki
gün sonrası tavuk olsun istedik. Onun
yerini sabit tutmasak, değiştirsek mi
diye düşündük ama bu sefer öğrenciler
“Ama bugün döner vardı?” dediler.
Şimdi çarşamba günü öğrencilerin
iple çektiği bir gün oldu. Bu durum
bizim yatılılarımızın her cuma günü
kahvaltıda omlet veya kekikli sosis
beklemesi gibi, herkes cuma günü
kahvaltısı için seviniyor. Cuma onlar için
mutlu bir gün.
KÖPRÜ: Peki kaç kilo döner
kullanılıyor?
Bilal Usta: 110 kilo döner gidiyor.
Dönerin yanında portakallı zeyntinyağlı
enginar var. Gerçi öğrencilerin sevdiği
bir şey değil ama bence her öğrencinin
yemesi gereken bir menü. Enginar
çok faydalı ve doktorlar hep açıklama
yapıyor; enginar, patates ve kereviz
patates ürünlerine giriyor, herkesin
yemesi gerekiyor. Bakın Mehmet Ali
Beyaz da bu ürünlerin haftada bir kez
tüketilmesi gerektiğini söylüyor.
KÖPRÜ: Menüleri kim hazırlıyor?
Bilal Usta: Menüleri Dilvin Ablanız,
Gürkan Bey, biz hazırlıyoruz.
Dilvin Hanım: Gürkan Bey ön
çalışmasını yapıyor, arkasından ben
üstünden geçiyorum ve gıda mühendisi
tekrar kontrol ediyor. Ayrıca bizim
revirimiz de bakıyor.
KÖPRÜ:Peki menüler neye göre
seçiliyor, bir gün içinde sadece bir
yemek sunulmuyor; bunları nasıl
seçiyorsunuz ?
Dilvin Hanım: Aslında daha çok
mevsime göre belirleniyor. Yani
mevsimin çok büyük bir etkisi var. İkinci
etkense kendi içlerindeki uyumun nasıl
olduğu. Sizin beğendiklerinize öncelik
veriyoruz ama şu bir gerçek ki belli bir
kısır döngü içerisinde dönüyoruz çünkü
“mantarlı soslu et” yazıyoruz mantarını
sevmiyorsunuz.
Bilal Usta: Bana sorarsanız birçok
sevilen yemeğin yanına az sevilenbir
çeşit ekliyoruz. Mesela bugün haşlama
ve cordon bleu var. 350 kişilik cordon
bleu, 250 kişilik haşlama yaptık. Yarın
için daha çok fazla döner hazırladık,
yanında da balık var.
Dilvin Hanım: Daha çok talep
görüleni öne koyuyoruz ama her şeyin
yenmesi gerekiyor. Yani sevmeseniz de
Köprü
etli kabak dolmayı yemeniz gerekiyor.
Ayrıca erkeklerle kadınların tercihleri
çok farklı. Erkekler cordon blue’yu
dördüncü kez almaya geliyor. Mesela
küçük bir örnek, bir arkadaşınız geldi
dedi ki: “Ben tekrar yemek istediğimde
bana vermediler.” Bir de hatırlarsanız
köşelerde “Doymazsanız tekrar gelin
alın!” gibi bir ibare de vardı ama
alıştılar diye onu sonradan kaldırdık.
En son İhsan Bey dedi ki: “Vermedik
ama kaçıncı tabağını alıyordun?” ve
arkadaşınız da: “Dördüncü tabağımı
yiyordum.” dedi.
Bilal Usta: Dördüncüye gelmekle
vermemek arasında çok büyük bir fark
var.
KÖPRÜ: O kadar beğenmiş ki
duramıyor.
Bilal Usta: Ama bazıları da hiç
beğenmiyor. Bize e-postalar geliyordu.
Yemekleri kızım beğenmiyor, benim
kızım şunu sevmiyor, bunu sevmiyor,
diye. Burada özel olarak sizin kızınıza
hitap eden bir yemek çıkmaz, burada
topluma hitap eden bir yemek çıkar,
dedik bizde. Sonra veli geldi, hiç
unutmuyorum. “Hanımefendi hoş
geldiniz” dedim. “Bakın ben 89 yılından
beri burada çalışıyorum, ben bu kadar
mezun verdim, çocuklarla da hep iç
içeyim, hepsi çocuğum gibi, otururuz,
muhabbet ederiz, öğretmenlerden
derslerden konuşuruz. Gelin size
göstereceğim.” dedim. Önce burayı
gösterdim. “Aaa, benim kızım böyle
anlatmadı.” dedi. “Zaten burada
velilerin en büyük yanlışı ortamı
görmeden yargılamaktır.” dedim.
Çocuğunuz başka nedenlerden dolayı
böyle söylüyor olabilir. “Benim kızım
niye öyle desin?” diyorlar. Demez tabii.
Ama olay bu işte. Bu yemek burada, bu
menü burada.
KÖPRÜ: Zaten geniş bir menü var.
Dilvin Hanım: Buradaki yemeği
neredeyse 40 yılı aşkın süredir
Kolej Yemek hazırlıyor. 40 yılı aşkın
süredir buradayız. Düşünün mesela
sizin anneleriniz bu okula gitmiş
olsalardı ve sizin çocuklarınız da bu
okula gelecek olsalardı, 3 nesile biz
yemek hazırlamış olacaktık. Yani bir
sürü kuşağı biz doyurduk. Özellikle
Homecoming dönemlerinde mezun
olmuş, Amerika’ya gitmiş, Yale’e
gitmiş, Harvard’a gitmiş, Boğaziçi
Ünversitesi’ne gitmiş, İTÜ’ye gitmiş
Mayıs 2013
Defne
Aksoy
Hazal
Özkan
Alara
Gebeş
Fatmanur
Yokuş
öğrencileri tekrar burada biraraya
geldiklerinde yine aynı atmosfer, yine
aynı standartlarla karşılanıyorlar.
Çünkü bu, gerçekten nostaljisi bu
okulun. Ben beş yıldır buradayım. Şunu
hissettim, bir kere biz ekip olarak da
okulla çabuk kaynaştık. Yani sanki
sizlerle öyle uyacaksın, edeceksin,
geçeceksin, yapacaksın değil de daha
yapıcı, daha dostanî bir ilişkimiz var.
Kapımızı çalıp: “Ya Bilal Ağabey, mantı
yapmıyorsunuz.” diyorsunuz; “Aa,
tamam yapalım.” diyoruz. Ya da geçen
gün: “Neşeli tavuk uzun zamandır
çıkmıyor Dilvin Abla, yapmayacak
mısınız?” diye sordular. Yani bunlarla
gelişiyor aslında. Öğrenciler, kişisel
isteklerini, kapıyı çalarak çok rahatlıkla
söyleyebiliyorlar. Onun vermiş
olduğu bir aile ortamı da var. Yani
görüyorsunuz Tuna Bey de orada iki
elinde kocaman olmuş iki çocuğu var ve
hâlâ burada sizlere yemek yapıyor. Bilal
Usta kaç senedir burada?
Bilal Usta: 89’da geldim ben buraya.
KÖPRÜ: Biz bir de size daha kişisel
bir soru sormak istiyoruz. Yemek
pişirmeye nasıl başladınız?
Bilal Usta: Bu benim hobimdi. Yani
ben on dört yaşında başladım. Çünkü
benim için bir hevesti bu. Çok istediğim
bir meslekti. İlk Yedigöllerde başladım
ben. Yedigöller Milli Parkı, diye
yazarsanız internete karşınıza çıkar. Çok
doğal, yedi tane göl böyle, ormanın içi,
SÖYLEŞİ
orada ağaçtan evler var, misafirhaneler
var. Ben iki yıl orada çalıştım. İlk olarak
meslek hayatıma orada başladım.
KÖPRÜ: Peki, yemek pişirme
hevesiniz nasıl başladı? On dört
yaşında başlamışsınız. Özel bir
şey sizin için. Ailenizle ilgili neler
söyleyebilirsiniz?
Bilal Usta: Ailemde ilk aşçı benim. Biz
dört kardeşiz. Annem ev hanımıydı.
Ailede dört kardeşten gurbette olan bir
tek ben varım. Hepsi Zonguldak’ta. İki
yıl orada çalıştım. İki yıl da Devrek’te
çalıştım. Küçük bir ilçedir. Bastonuyla
meşhurdur. “Devrek bastonu” diye
yazarsanız nostalji olarak çıkar. İki
yıl orada çalıştım. Onun akabinde
İstanbul’a geldim. İstanbul’da iki
yıl çalıştım. Sonra Teke’ye gittim.
Dalaman’a gittim. Oralarda çalıştım.
Ondan sonra tekrar İstanbul’a ve Robert
Kolej’e geldim 89 yılında.
KÖPRÜ: Peki en iddialı olduğunuz
yemek nedir?
Bilal Usta: Sıcak yemeklerin hepsinde
iddialıyım.
KÖPRÜ:Yemek sizden sorulur
öyleyse! (gülüşmeler)
Bilal Usta: Mesela öğretmenleriniz
bazen, Önder Kaya, İzzet Dodurgalı
onlar ders anlatırken öğrencilerine
özellikle ve özellikle beni örnek
gösterirlermiş. Bunu da geçen sene
söylediler bana. Önder Kaya da İzzet
Dodurgalı da. Onun öncesinde de Abide
Değer var. Abide Değer’de aynı şekilde.
Onların döneminde belki tanımazsınız
Candan Pazatlar vardı. Okulu ve
okuldaki insanları biz artık büyük bir
aile olarak görüyoruz.
Dilvin Hanım: Aslında buranın diğer
bir güzelliği de doymak için gelmeniz.
Bazı ergonomik sıkıntılarımız var, onu
kabul ediyoruz. Mesela yaparsın bir
yemeği, kuru fasülye veya et yemeği
ama sonunda tabakla, sandalyeyle,
masa örtüsüyle bir anda yemeğin
kalitesi bir çıta artar. Ama biz biliyoruz
ki ne kadar yapı eski de olsa, ufacık
da olsa, sıkış sıkış da olsa sizler burayı
kazanmış çok ayrıcalıklı çocuklarsınız.
İlerde çok güzel yerlere geleceksiniz. En
azından bizim kıyısından köşesinden
buna ufacık değiyor olmamız bile
çok önemli bizim için. Çünkü mezun
olduktan sonra tekrar geliyorsunuz.
“Bilal Ağabey” diye koşa koşa sarılanlar
var, ya da “Dilvin Abla” ya da tanıdıkları
“Halil Ağabey”. Özellikle yatılılarda
onların çok emekleri var. Hakikaten
ağabey abla gibi oluyoruz.
Bilal Usta: Büyük bir aile gibi.
Dilvin Hanım: Aynen öyle. Biz o
şekilde davranıyoruz ki o şekilde o
karşılık alıyoruz. Ufak tefek şeyler de
onun tuzu biberi. Biz keyifliyiz yani.
Bilal Usta: Mesela benim 99 mezunu,
oğlum diyebileceğim, Adana’dan Melik
Şengöz adında bir öğrenci var. Şu an
İkiz Kuleler’de çalışıyor. Bir gün dedi
ki: “Ben bir kızı seviyorum, Robert
mezunu. Benimle istemeye gelir
misin?”“Bana kızı ister misin? diye
sordu.
KÖPRÜ: İnanamıyorum!
Bilal Usta: Çok ciddi söylüyorum. Kız
istemeye gittik. Ben okulda beş kişinin
düğününe katıldım. Hatta bir tanesi de
burada oldu.
Dilvin Hanım: Yemeğin haricinde
de birçok şeye ortak oluyoruz. Dün
değil evvelsi gün bir öğrencimiz geldi
ama bundan bir ay öncede başka
öğrenciler gelmişti, amigo kızlar.
Kıyafetleri biraz bol gelmiş. Hemen
onu çıkarttırdım. Daralttım, diktim.
“Abla harikasın sen.” diyorlar. Dün
de bir tane kız geldi. “Abla iğne iplik
var mıydı?” dedi. “Var veriyim sana.”
dedim. “Ama ben bunu dikemem.”
dedi. “Tamam bırak sen dersten sonra
alırsın.” dedim. Yine bir hafta sonu
sınav vardı okulda. Bir veli kapıyı
Bilal Usta
Mayıs 2013
Köprü
13
çaldı dedi ki: “Kıyafet zorunluluğu
varmış yoksa benim çocuğum sınava
giremeyecek.” Anlamadım ben ilk
olarak. Dedi ki: “Pantolon, gömleğe
ihtiyacı var.”“Tamam.” dedim, “Problem
değil. Nerde çocuk?” dedim. Baktım
koridorda duruyor. “Gel benimle.”
dedim. Hemen kıyafet verdim ama
çocuk küçücük, minyatür. Ondan
sonra bir tane siyah pantolon, bir tane
beyaz gömlek verdim. Yani biz burada
yemeğin haricinde de anne baba görevi
de görüyoruz..
Köprü: Gerçekten öyle. Çok
teşekkürler bize zaman ayırdığınız
için.
Dilvin Hanım ve Bilal Usta: Biz çok
teşekkür ederiz.
Yemekhanede sadece yemekler
pişmiyor. Lezzetli yemeklerin sırrı,
yılların tecrübesi ve de her tencereye
biraz sevgi, biraz okul ruhu, biraz aile
katmak belki de... Bizlere yıllardır hem
öğle yemeklerimizi sağlayan hem de
bizlerin okuldaki ailesi ve yardımcısı
olan tüm yemekhane ekibine, Köprü
Ailesi ve Robert Kolej vatandaşları
olarak sonsuz teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
SANAT
14
Üç Kuruşluk Opera
Yıllardır çok farklı tür ve içeriklerde
oyunlara tanık olan Robert Kolej Suna
Kıraç Tiyatrosu, bu sefer de Alman
şair ve oyun yazarı Bertolt Brecht’in
‘Üç Kuruşluk Opera’sına ev sahipliği
yapıyor! 26, 27 ve 28 Mart’ta sahne
alacak oyun, epik tiyatro başarısının çok
önemli bir örneği. Brecht’in bu eseri,
Macheath adlı çete liderinin birbirini
takip eden düşüncesiz, etik olmayan
davranışlarını ve sonuçlarının karakter
üzerindeki etkisini ele alıyor. Zaman
zaman kaotik, zaman zamansa esprili
bir atmosfere sahip olan Üç Kuruşluk
Opera, seyirciyi de hiçbir zaman
diyaloğa boğmuyor.
Oyunun kendisinden biraz uzaklaşıp
Robert Kolej’deki Üç Kuruşluk Opera’
ya odaklanırsak, senenin başından
beri devam eden Türkçe Tiyatro
kulübü provalarının çok eğlenceli
fakat bir o kadar da yorucu olduğunu
söyleyebiliriz. Türkçe Bölümü’nden
Eda Yurdakul ve Gül Soydan Koç
hocalarımızın bu oyunu ortaya
çıkarmak için ne kadar canla başla
çalıştıklarını bir biz biliyoruz, Köprü
yazarı olarak değil de ekibin içinden
iki kişi olarak. Sayısız provalar, bu
provalarda yaşanan komik olaylar
üzerine yirmi kişinin paylaştığı bir
dolu kahkaha, her sahne sonrası
yapılan ortak eleştiriler; tüm bunların
takım ruhuna ve koordinasyonuna
olan katkısını göreceksiniz oyunu
izlediğinizde. Oyun bir yandan
şekillenirken seyircinin görüşlerini bir
yana bırakıp, oyuncuların birkaçına
kendi düşüncelerini sorduk ve ilginç
cevaplar aldık.
KÖPRÜ: Kendinizi oynadığınız rolle
özdeşleştirebiliyor musunuz?
Mert Esencan: Evet. Oynadığım
karakter güçlü ve çapkın bir karakter ve
biraz da deli. Bazen Mac’i kendime çok
benzettim. Hatta provalar sırasında “Şu
an tam bir Mert’sin.” lafını çok duydum.
Şeyma Hasköylü: Açıkçası, kendimi
oynadığım rolle özdeşleştiremiyorum
çünkü normal hayatta öyle bir ortamın
içinde değilim. Ayrıca hiçbir aşk üçgeni
ya da aşk dörtgeni içinde de kalmadım,
bir erkek için o kadar savaşmam
gerekmedi. O yüzden oynadığım
kadının psikolojisini anlamak, onun
yerine kendimi koymak zor olsa da
elimden geleni yapıyorum.
Ali Sarılgan: Oynadığım rol her ne
kadar pis ve düzenbaz biri olsa da
bütün bir sene boyunca oynadığın
karakterle kendini özdeşleştirmemek
mümkün değil. Farkında olmadan
gerçek hayatta karakterimin
cümlelerini kullandığım bile oluyor.
Magali Uslucan: Tabii; olaylara,
konuşmalara ve insanlara oyunu
oynarken ya da senaryoyu okurken
oynadığım karakterin bakış açısından
bakıyorum. Kendimi onun yerine
koyuyorum ve onun olaylar karşısında
nasıl tepkiler vereceğini düşünüp ona
göre tepkiler, tonlamalar ve mimikler
yapıyorum. Ve tabi ki oynadığım her
karakterde kendimden bir şeyler
oluyor, sonuçta herkesin bir karakteri
canlandırmasında ufak tefek farklılıklar
olabilir ben de kendi yorumumu
katıyorum.
KÖPRÜ: Rolünüzü 3 kelimeyle
özetleyebilir misiniz?
Mert Esencan: Güçlü, çapkın, deli.
Şeyma Hasköylü: Saf, azimli,
kontrolcü.
Magali Uslucan: Aldatılmış, hırslı ve
çaresiz bir kadın.
KÖPRÜ:Rolünüze odaklanırken
yaşadığınız en büyük zorluklar
nelerdi?
Mert Esencan: Epik bir tiyatro
oyunu sergilediğimiz için seyirciyi
karakterimden uzaklaştırmam
gerekiyordu, bu zordu. Oynadığım
karakter hem gerçekçi olmalıydı
hem de seyirci kendini karakterimde
bulmamalıydı. Ayrıca Mac’in otoriter
tonunu oturtmak zor oldu.
Şeyma Hasköylü: Mesela Mert’in
benden kısa olması çok moral bozucu
değil mi? Biz bunu Mert’le de çok
konuştuk.
Magali Uslucan: Duygu geçişlerini iyi
saptayabilmek ve epik tiyatroya uygun
bir biçimde rolü sahneleyebilmek
kesinlikle.
Ali Sarılgan: Oynadığım karakterin
oyun içinde çabuk sinirlendiği ve parayı
düşündüğü çok oluyor. Bunlar her
insanın içinde olan şeyler olduğundan
oynaması daha kolay oldu. Ama
rolümde odaklanamadığım kısım
oyunun içinde kendim olmam gereken
kısımlardı. Oynadığım karakter bir
bakıma yazarın düşündüklerini ifade
ediyor ve bazen oyun içinde Peachum
Köprü
olmaktan ziyade Brecht’i anlatmam
gerekiyordu.
KÖPRÜ: Provalar sırasında en
çok gülüp eğlendiğiniz veya
zorlandığınız sahne hangisiydi?
Mert Esencan: En çok eğlendiğim
sahne iki karımın benim için kavga
ettiği sahne oldu. Duyguların en yoğun
olduğu, herkesin birbirine patladığı bir
sahneydi. Mac’in iki kadını manipüle
edişini oynamak çok zevkliydi.
Şeyma Hasköylü: Ahır sahnesi
çok uzun olduğu için provalarda bir
noktadan sonra herkes yoruluyor
ve saçmalamaya başlıyor. Her şeye
gülmeye başlıyoruz. Bunun dışında
kıskançlık sahnesinde, artık aralıksız
yapabildiğimiz için problem olmuyor
ama gülmeden duramıyorum, aradaki
laflar gerçekten komik. “Kapa da
gaganı yamultuveririm yoksa.” gibi.
Magali Uslucan: Polly’le olan
düetimiz kesinlikle en sevdiğim kısım.
O sahneyi yaparken her zaman çok
eğleniyorum. İki mağdur kadının
kıskanç diyaloğu ve ikisi arasında
geçen adeta horoz savaşına benzeyen
laf atışmaları beni çok eğlendiriyor.
Biraz zorlandığım kısım ise spesifik
olarak değil ama genel olarak duygu
geçişlerinin çok fazla olduğu, acınacak
bir durumda olmama rağmen kendimi
acındırmamaya çalışmak ve seyirciye
aslında hinlikleri de unutturmamak,
beni zorlayan şeylerden biriydi. Ve
bunların yoğun olduğu sahnelerde
biraz zorlandım. Oyunun da epik
tiyatro olmasından dolayı seyirci
ile oyuncunun arasında duygusal
bir bağ olmamasını sağlamak ve
seni seviyorum derken bile seyirciye
aslında “Seni seviyorum.” dediğimi
aktarabilmek beni zorlayan kısım oldu.
Ali Sarılgan: En çok zorlandığım
sahneler oyunun açılışında papaz gibi
okumaya çalıştığım dua ve oyunun
kapanışında diğer arkadaşlarımdan ayrı
direkt olarak seyirciyle konuştuğum
bölümdü. Hayatımda hiçbir papazın
duasınına tanık olmadığımdanduayı
okurken içine bizden de bir şeyler
katıyordum, son sahnede ise tüm oyun
oynadığım birini terk edip sonra tekrar
ona dönmek zor geliyordu.
KÖPRÜ: Bireysel olarak karşılaştığınız
zorluklar bir yana grup çalışması sizi
zorladı mi?
Mayıs 2013
Sera Pekel
Gizem Taşkın
Mert Esencan: Hayır, sadece
kalabalık sahneler biraz daha prova
ve emek gerektirdi. Ama en çok
eğlendiğim sahneler de bunlar oldu.
Şeyma Hasköylü: Grup çalışması
beni zorlamadı, ama prova saatleri çok
zorladı. Mesela ben üç haftadır evime
gitmiyorum.
Magali Uslucan: Grup çalışması beni
de çok zorlamadı, çünkü tiyatro daha
önceki yıllardan da deneyimli olduğum
bir şeydi ve bir grupla çalışmanın
ne kadar zorluğu varsa bir o kadar
da eğlenceli ve faydalı tarafları var;
fakat bunları bilmek ve bunlardan
faydalanmak lazım.
Ali Sarılgan: Bazı kalabalık
sahnelerde kendi oyunculuğumdan
öte arkadaşlarımın oyunculuğuna
verdiğim tepkiler önemliydi ve bunun
yapay gözükmemesi için çalışmak
gerekiyordu. Ama ne kadar çalışırsak
çalışalım aynı sahne her seferinde farklı
oynanıyordu. Bu yüzden toplu sahneler
her zaman zor oluyor ve oyunun üç
günü üç ayrı şekilde çıkabiliyor.
KÖPRÜ: Oynadığınız oyunu farklı
kılan nedir?
Mert Esencan: Öncelikle bir Brecht
oyunu sergilediğimizi gururla
belirteyim… Oyunumuzu dekordan ve
müzikten uzak tutmak istedik. Ayrıca,
oyuncular diğer tiyatroların aksine bir
oyunun içinde olduklarının farkında.
Bu epik tiyatro oyununda seyirciler,
karakterleri kendileriyle bağdaştırmak
yerine onlardan uzaklaştırıyorlar.
Magali Uslucan: Çok güzel ve net
mesajlar veriyor izleyenlere.
Şeyma Hasköylü: Oynadığımız oyun
farklı çünkü insanların beğenmesi için
değil beğenmemesi için tasarlanmış.
Bulunduğumuz ortama özenmeleri için
değil özenmemeleri için uğraşıyoruz.
Epik tiyatro...
KÖPRÜ: Seyircilerden nasıl bir
tepki bekliyorsunuz?
Mert Esencan: Seyircilerin oyundan
eğlenmiş, fakat kafalarında “Bir insani
böyle kötü duruma ne düşürebilir?”
sorusuyla ayrılmalarını bekliyorum.
Şeyma Hasköylü: İnşallah beğenirler!
SANAT
Magali Uslucan: Tam bir şey
söylemek mümkün değil tabii; ama
oyun gerçekten çok güzel bir oyun
olduğundan ve birçok kişi tarafından
çok fazla emek sarf edildiğinden ben
sadece seyircilerin beğeneceğini umut
edebiliyorum.
Ali Sarılgan: Oynadığımız oyun
diğer çoğu oyunların aksine seyirciyi
yabancılaştırmak isteyen bir oyun.
Oynanan tüm karakterler bencil,
düzenbaz ve kibirli insanlar ve yazar
Brecht seyircilerin bu karakterlerden
tiksinmesini istiyor. Çünkü yalnızca
tiksindiklerinde ve bizimle kendilerini
özdeşleştiremediklerinde bizleri
yargılayıp kendi hayatları üzerine
düşünebilirler. Zaten kostümlerimiz ve
dekorumuzda seyircilerinin yabancılık
çekmesi için tasarlanmış.
KÖPRÜ: Seyircilere söylemek
isteyeceğiniz son bir şey var mı?
Magali Uslucan: Oyunu izlerken
dikkatli, eleştirel ve çok yönlü
düşünmelerini tavsiye ederim. Bir
oyuncuyu izlerken onun bütün
özelliklerini, çevresini vs. göz önüne
alarak izlemeleri oyunu anlamalarında
ve daha çok zevk almalarında yardımcı
olabilir.
15
Ali Sarılgan: Seyircilerin
gördüklerinden iğrenmeleri ve
bizlerden korkmaları en önemli
amaçlarımızdan. Bunu başarabilirsek
oyuna haksızlık etmemiş oluruz.
Şeyma Hasköylü: Gelsinler izlesinler
diyorum...
Birol Özdemir’le Haymatlos Üzerine Bir Söyleşi
Köprü: Haymatlos, insanın kendini
bir ülkeye, devlete, coğrafyaya
ait hissetmemesi demek. Başka
bir deyişle insanın kendini kendi
benliğinden başka hiçbir şeye bağlı
hissetmemesi...Kitaba da adını
vermiş. Neden Haymatlos?
Birol Özdemir: Haymatlos sözcüğü,
üzerinde kavramsal bir ilgiyi topluyor.
Öyküde farklı yaşamsal seçimlerin bir
ölçüde sorgulandığı görülebilir. Yersizlikyurtsuzluk olgusu günümüzün başat
sorunsallarından. Kimbilir belki aidiyet
ve kimlik sorunsallarının alabildiğine
tartışıldığı ve son derece karmaşık
sorunlara neden olduğu günümüzde
konunun değişik bir boyutuna birazcık
dikkat çekmek istemiş de olabilirim!
Köprü: Öykülerdeki anlatıcılar,
birbirinden çok farklı kişiliklere
sahipler; fakat, müşterisine aşık
olan simitçiden, başka bir berbere
tıraş olduğu için berberinin
önünden geçmeye utanan adama
tüm karakterlerde ortak bir
hassasiyet, farkındalık,toplum
normlarına karşı direniş var. Tüm
karakterler kirlenmiş çevrelerine
rağmen içlerini temiz tutabilmiş.
Şahsen okurken, her ana
kahramanın içinde bir tutam Birol
Özdemir gördüm. Sizin bu konudaki
düşünceleriniz neler?
Birol Özdemir: Bu konuda ben
ne söyleyebilirim ki? Siz zaten her
şeyi söylemişsiniz! Gerçekten böyle
olduğunu size düşündürtebilmişsem
ne mutlu bana, öte yandan anlatıcıyla
yazarı yazınsal bir metinde her
zaman bire bir indirgememeliyiz diye
düşünüyorum. Fuzulî’nin o ünlü dizesini
hatırlayalım mı burada? : “Aldanma ki
şair sözü elbet yalandır.”
Köprü: Sigma Bağları, benim en
beğendiğim öykülerden. Kimyasal
reaksiyonları bile insanlaştırmış,
onları edebileştirmişsiniz. Bu öykü
nasıl ortaya çıktı?
Birol Özdemir: Bu öykü, aslında
benim iki ayrı öykü kurgumun
birleşmesinden doğdu. Sigma
bağlarıyla anlatmayı düşündüğüm
insanlık durumları başka bir öykümün
gerçekliğiyle örtüşünce ortaya böyle bir
metin çıktı.
Köprü: Çok farklı tarzlarda
öyküler kaleme almışsınız.
Kemiklerinizi Kırarım ve Hestia
Hep mi Üçüncüydü gibi. Sade,
anlaşılır bir dil hakim kitaba. Bir
röportajınızda dil işçiliğinden
bahsetmişsiniz. Dilinizde
sadelikle özgünlüğü birleştirmeyi
başarmışsınız. Dilinizi bu şekilde
işlemenize yardım eden, ilham
aldığınız yazarlar ve eserlerden
bahseder misiniz?
Birol Özdemir: Dünya edebiyatı
kadar bizim de çok zengin bir edebî
mirasımız var. Sait Faik’ten, Sabahattin
Ali’den Oğuz Atay’a Demir Özlü’ye
değin çok verimli bir öykücülük
çizgimiz var.Doğrudan ad vermek
istemem ama benim öykümü Çehov
kadar Steinbeck de beslemiş olabilir
ya da kimbilir Wolfgang Borchert de!
Farklı tarzdaki öykülerime gelince
her öykünün gerçekliğinin o öykünün
yapısını, dilini de belirlediğini
düşünüyorum.
Köprü: Simitçi öyküsünü,
Ankara’da Hacettepe
Üniversitesi’nde okuduğunuz
yıllarda bir arkadaşınızın
başına gelen bir olay üzerine
yazdığınızı söylemiştiniz. Kumral
Öykü’deki fareli köyün kavalcısını
anımsatan kahraman gibi diğer
öykülerinizdeki kahramanlarda
hangi olaylardan, kimlerden
esinlendiniz?
Birol Özdemir: Evet o öyküyü bir
kız arkadaşımız yaşamıştı ama ben
erkek kahramanın ağzından anlatmayı
denedim. Yazmak için bazen küçük
bir şey bile gerekçe oluşturabilir,
Mayıs 2013
öte yandan yazdıklarınızın hangi
deneyimlerinizden yola çıkarak
oluştuğunu siz bile kendinize
tanımlayamayabilirsiniz.
Köprü: Okuyucu, öykülerde
anlatılan mekânların içinde
buluyor kendini.Güz mevsiminde
Moda’dan, Simon Kalesi’nin
karşısındaki köy okuluna kadar
öyküler Türkiye’nin dört bir
yanında geçiyor. Türkiye’nin dört
bir yanını gezmişsiniz. Nereleri
gördüğünüzü, bu yerlerin sizi nasıl
etkilediğinizi anlatabilir misiniz?
Birol Özdemir: Benim babam askerdi,
onun için çok dolaştık. Erzurum sonra
Trakya yine Erzurum, sonra Ankara
derken öğretmenlik yılları başladı,
Konya ve Antakya’da da bulundum.
Sonra İstanbul... Kuşkusuz geniş
bir coğrafyada dolaşmak yazıyı da
besleyen bir etken.
Köprü: Betimleyici bir anlatımınız
var. Tasvirlerinizde beş duyudan
oldukça yararlanmışsınız. Soyut,
ruhsal tasvirleriniz de oldukça
dikkat çekici. Uzun gözlemler
sonucu oluşturulmuş bir kitap
olduğu açıkça belli. Gözlemci
karakteriniz çocukluğunuzdan
beri var mı, yoksa sonradan
geliştirdiğiniz bir yeti mi
gözlemcilik?
Birol Özdemir: Teşekkür ederim. Ah
bir bilsem!
Köprü: Öyküleri iki kümeye
ayırmışsınız. İlk bölümdeki
öykülerde aşk temel temalardan.
Kitabı iki farklı bölüme
ayırmanızın temel amacı nedir?
Kitabın Simitçi gibi iç burkan bir
öyküyle başlayıp, Kemiklerinizi
Kırarım gibi fantastik bir öyküyle
bitmesinin belli bir sebebi var mı?
Birol Özdemir: Birbirine görece yakın
olduğunu düşündüğüm öykülerimi
birarada topladım. İlk bölümdeki
öykülerle ikinciler arasında ton farkı
Köprü
Tayis
Arslan
olduğu düşünülebilir.Kısa, etkileyici
olduğunu düşündüğüm bir öyküyle
kitaba başlamanın öteki öyküleri de
merak ettireceğini düşündüm, son
öyküyle de kitabın kapanışında bir
mizah tadı bırakmak istemiş olabilirim.
Köprü: Neşat Ertaş, Çekiç Ali,
Muharrem Ertaş gibi ozanları
ağırlamış, Yanık Ahmet’i
yetiştirmiş Kırşehir’in Dalakçı
köyünde büyümüşsünüz. 70’li
yıllarda ilk köy gazetesi bu
köyde çıkmış. Şu anda da kendi
internet sitesi, televizyon kanalı
ve kadınlar korosu var Dalakçı
köyünün. Böyle renkli ve zengin
kültürlü bir yerde yetişmiş
olmanız sizi ve edebi kişiliğinizi
nasıl etkiledi?
Birol Özdemir: Ben Dalakçı köyünde
büyümedim, ancak çocukken yaz
tatillerini köyde geçirirdim. Sonrasında
da dedem 93 yaşında vefat edene
değin hemen her yaz onu ziyarete
gidip bir hafta on gün köyde kaldım.
Bu yöre halk kültürü açısından çok
zengindir.Üniversite bitirme tezim
de dedemin köyünün folkloru ve
etnoğrafyası üzerineydi. Halkbilimin
yazı için zengin bir alan sunduğunu
hep düşünmüşümdür.Bu anlamda bazı
yazdıklarımda söz konusu kültürün
etkileri gözlenebilir.
Köprü: Bir sonraki kitabı ne
zaman okuyacağız?
Birol Özdemir: Kim bilir? İlk kitabıma
bir ilgi duyulduğunu görürsem belki
ben de hızlanırım!
Köprü: Zaman ayırdığınız için çok
teşekkür ederiz.
Birol Özdemir: Ben teşekkür ederim,
potansiyel okurlarımla aramda bir
köprü kurduğunuz için.
SÖYLEŞİ
16
Hüsnü Özyeğin ile Girişimciler Perşembesi
Genç Başarı Kulübü olarak
düzenlediğimiz “Girişimciler
Perşembesi”, her yeni etkinlikle beraber
saygınlığını artırmaya devam ediyor.
Türkiye’nin önemli girişimcilerini
okulumuza getirip, öğrencilerle
buluşturduğumuz etkinliğimizin bu
haftaki konuğu okulumuz 100. yıl
mezunu Hüsnü Özyeğin’di. Hüsnü
Özyeğin’in konuşmasını dinlemek
isteyenler Robert Kolej Tiyatrosunu
doldurdular. Tiyatromuz bu sefer sadece
kendi okulumuz öğrencilerini değil,
velileri ve diğer katılımcı okulları da
ağırladı. Hüsnü Özyeğin konuşmasını
yapmak için sahneye çıkmadan önce
Köprü Gazetesi olarak, kendisiyle kısa
bir söyleşi yapma fırsatını bulduk.
Köprü: Bir çok sektörde faaliyet
gösteriyorsunuz. Bizi Robert
Kolej öğrencileri olarak en
çok ilgilendiren ise açtığınız
üniversite: Özyeğin Üniversitesi.
Bu üniversiteyi açma amacınız
neydi? Ne zaman buna karar
verdiniz?
Hüsnü Özyeğin: Türkiye’nin en
büyük ihtiyacı eğitim. Türkiye’nin
son senelerde ekonomik konularda
gösterdiği gelişme, yani büyüme
mucizevi bir şey çünkü eğitim
düzeyimiz genelde çok düşük, eğitim
alma oranı ortalama altı buçuk yıl
Türkiye’de, bu kadar başarı tamamen
Türk insanının yaratıcı,çalışkan olması
ve ekmeğini taştan çıkarmasından
kaynaklanıyor bence. Bir de bunun
üzerine biz iyi bir eğitimi koyabilirsek,
Türkiye’de daha çok iyi eğitim kurumları
açılırsa, ülkemizin önünde hiç bir engel
kalmıyor: Türkiye’nin dünyanın en
büyük ekonomiler arasında bulunması,
sosyal, ekonomik bakımdan gelişmesi
vb.
Ben 1999’da üniversite kurmaya
karar verdim. Daha öncesinde de
birçok eğitim faaliyetim vardı. Birçok
okullar açtım, MEB’e bağışladım. Kız
yurtları açtım, köydeki, kasabadaki
kızların okula gidebilmesi için.
Sonunda eğitimin kalitesine de
katkımın olmasını istedim çünkü
liseyi bağışladığınız zaman, o lise
MEB’in müfredatına uygun olarak,
belirli kurallar çerçevesinde bir
eğitim kalitesini tutturuyor. 1999’da
üniversiteyi kurmaya karar verdiğimde,
2001 ekonomik krizi oldu. Çok zor bir
dönemdi, birçok kurum bu süreçte
battı. Ben de bu dönemde durdum.
Sonra Finansbank’ı satınca, elde
ettiğim parayla üniversiteyi açmaya
karar verdim. Ama hep aklımda vardı.
Bilkent Üniversitesi’nde on beş sene
mütevelli heyeti üyeliği yaptım.
Köprü: Harvard’da yabancı
öğrenciler arasındaki ilk öğrenci
lideri olduğunuz söyleniyor. Bu
söylentiler doğru mu?
Hüsnü Özyeğin: Doğru değil.
Oregon State Üniversitesi’nde
öğrenci lideriydim. Oregon State’de
lisans öğrencisiyken, Öğrenci Birliği
Başkanlığı yaptım. On dört bin kişilik
bir üniversiteydi.
Hüsnü Özyeğin ile Söyleşi
Köprü: Bu kadar büyük bir
üniversite de tüm öğrencilere
başkanlık yapmak nasıl bir
duyguydu? Bunu nasıl başardınız?
Hüsnü Özyeğin: Bu muazzam bir
duyguydu. Robert Kolej’in buna çok
faydası oldu. Robert Kolej’de yatılı
okumak, burada edindiğim inanılmaz
sosyal gelişim ve kendime özgüvenimin
artması Amerika’da bana yardımcı oldu.
Üniversite’de birinci sınıf öğrencisiyken
hemen öğrenci birliğine girdim.
Ondan sonra ikinci senemdeyken,
Sophomore Vice President oldum.
Üçüncü senemde, Junior Vice President
oldum. Son senemde ise öğrenci
birliği başkanlığı yaptım. Yani öyle
Köprü
şansla olmadı. Bunu başarabilmek için
çalıştım.
Köprü: Robert Kolej’in sizin
bugünlere gelmenizde ne gibi
katkıları oldu? Gördüğünüz en
büyük faydaları nelerdi?
Hüsnü Özyeğin: Şöyle söyleyeyim,
her açıdan çok büyük faydası oldu.
Bir kere okulun yatılı olması, sekiz
sene burada okumam, yani on
yaşındayken kendi ayaklarım üzerinde
durmaya başladım. Yani Robert Kolej
benim sosyal bakımdan, akademik
bakımdan gelişmemi sağladı. Bu okula
gelmeseydim Amerika’ya gitmeye
cesaret edemezdim. Robert beni
bağımsız, kendi ayaklarının üzerinde
durabilen bir çocuk sonra adam haline
getirdi.
Berfin Torun
Bey, girişimcilik üzerine yapacağı
konuşmasına Robert Kolej’deki
günlerini anlatan fotoğraflar göstererek
başladı.. İlk liderlik deneyimlerini
yaşadığı, sosyal ve akademik açıdan
onu geliştiren Robert Kolej’in onun
hayatını nasıl etkilediğinden bahsetti.
Amerika’daki yaşamını anlatırken,
salondakileri etkileyen önemli anlardan
birisi John Kennedy’nin kardeşiyle
yaptığı görüşmeyi fotoğraflarla
gösterdiği bölümdü. Daha genç
yaşlarında bu kadar çok işi bir arada
yürütebiliyor olması hepimiz için
ilgi çekiciydi. Hüsnü Özyeğin’deki
girişimcilik ruhunu daha
genç yaşlarda görebilmek
mümkündü. Harvard’da
yüksek lisansını yaptıktan
sonra Türkiye’ye dönünce,
yıllar önce Robert’ten
tanıdığı bir arkadaşıyla
karşılaşması sonrasındaysa,
hayatı tamamen farklı bir
yön almıştı. Ondan sonra
Hüsnü Özyeğin hayatta hep
kendini geliştirerek, farklı
sektörlerde, farklı anlarda
bulunarak, girişimciliğiyle
Türkiye’nin en iyi iş adamları
arasına girebildi. Gerek
açtığı bankalar, gerek yakın
zamanda açtığı Özyeğin
Üniversitesi ile birçok farklı
insana seslenerek başarısını
göstermeye devam ediyor. Hüsnü
Özyeğin, az kalan süre sebebiyle
Köprü: Peki 150.yıl
konuşmasını bitirmek durumunda
kutlamalarımıza katılmayı
kaldığında, salonda birçok el havaya
düşünüyor musunuz?
Hüsnü Özyeğin: Tabii ki de geleceğim. kalkmış, sorularını sormak için
Bir de ben 100.yıl mezunuyum. Bu çok bekliyordu. İstedikleri sorulara cevap
alamayanlar ise çıkış yolunda Hüsnü
önemli bir şey. Az sonra konuşmamda
Bey’i beklemeyi tercih edip ona
bundan da bahsedeceğim.
sorularını bizzat yönelttiler. Genç
Köprü: Bu zevkli söyleşi için ve bize Başarı Kulübü ailesi olarak insanların
zaman ayırdığınız için çok teşekkür bu etkinliğe gösterdiği ilgiyi gördükten
sonra, emeklerimizin boşa gitmediğini
ediyoruz.
Hüsnü Özyeğin: Ben teşekkür ederim. gördük. Genç Başarı Kulübü olarak,
bu etkinlikte bizlere yardımcı olan ve
bizleri yalnız bırakmayan herkese bir
Hüsnü Özyeğin ile söyleşimizden
kere daha teşekkür ediyoruz.
sonra etkinliğin yer aldığı tiyatroya
doğru kendisine eşlik ettik. Hüsnü
Mayıs 2013
SOSYAL
MEDYA
17
Sosyal Medya Orucu Günlükleri
Yaklaşık 20 Köprü Yazarı ve Gül Hocamızla
beraber 1 hafta boyunca “Sosyal Medya
Orucu”ndaydık. Kiminiz sosyal medyada
yazdığımız durumlarımızdan, kiminiz ise
bir hafta boyunca çektiğimiz acılardan
dolayı bu oruçtan haberdarsınız. Köprü
Gazetesi olarak “Sosyal Medya Orucu”
olarak adlandırdığımız bu deneyi
yapmamızın sebebi ise sosyal medyaya
bağımlı olup olmadığımızı, sosyal
medya olmadan nelere daha çok zaman
ayırabileceğimizi ve sosyal medyasız
hayatımızda nelerin değişebileceğini
keşfetmekti. Tabii ki bu bir haftalık
süreçte İrem İlhan ve Ayşenaz Toptaş
gibi orucu bilerek bozup pişman olan
yazarlarımız da oldu ama çoğu yazar
sosyal medya ortamlarına hiç girmeden
bu orucu tamamlamayı başardı. Peki
bu bir haftalık süreçte neler yaşandı?
Gelin hep beraber Köprü yazarlarından
okuyalım.
1. Gün
“Birinci gün en zorudur, derler.
Alışma sürecine bile girmeye karar
verememişsinizdir daha birinci günde.
Dün gece yazdığınız son Tweet’in
burukluğunu içinizde hissedersiniz. Tabii
ilk gün cesaret de verir biraz. Bunun
nedeni de daha başınıza geleceklerden
habersiz olmanızdır. Dışarıdan bir göz
gibisinizdir, hala deney için yaşanmamış
zorlukları kolay bulma hissine kapılırsınız.
Birinci gün ben de bu iki karşıt fikrin
arasında sıkışıp kalmıştım. Sekmelerimde
yalnızca Google, bir de okul mailimi
geride bırakarak bilgisayarı usulca
kapadım.” - Şiir Su
“Daha birinci gün bile denemez
sanırım, yirmi üçüncü dakikadaydık
ki telefonumdaki mavi kuş simgesine
basıverdim. Tabii ki karşıma ‘Oturum
Aç’ sayfası çıktı. Aynı olayı, sosyal
medya orucumuzu unutup otuz yedinci
dakikada tekrar yaşadım. Sosyal
medya kullanımına o kadar alışmışım
ki, bu hafta nasıl geçecek tahmin bile
edemiyorum.” -Defne Aksoy
“Neredeyse 9 yaşımdan beri Facebook
kullanan, ablasının fotoğraflarına yorum
yapan o sinir bozucu küçük akraba olan
ben, bu orucun zorluğunu hafife almışım.
Daha ilk günden en az beş defa elim
klavyedeki “f” harfine gitti. Her ders
bilgisayarı sırasının üstünde açık duran
bir 9. sınıf olarak, geçmek bilmeyen ders
saatlerinde sürekli onunla göz göze gelip
durdum.” -Elif Ece Acar
“Telefonumda elim çoktan çıktığım
Facebook ve Twitter hesaplarımın
üstüne gidip gidip geldi. Kim ne
yazmış diye merak ediyor, içim içimi
yiyor ama kararlılığım bırakmama izin
vermiyordu. ‘En azından ilk pes eden ben
olmayacağım’ diyordum kendi kendime.”
-Ceren Tezcan
“Girmemek için kendimi biraz sıkmış
olsam da baya kolaydı ilk gün.”-Elize
“Gün içinde okuldayken aklıma
bile gelmedi ama sonra eve gelip
bilgisayarımı açtığımda elim yanlışlıkla
facebook tuşuna gitmesin diye çok
uğraştım. Hatta odama ilk geldiğimde
az kalsın instagrama giriyordum son
anda ani bir hamleyle kapadım. Çok
korktum. Artık bir reflekse dönüşmüş
sosyal medya kullanmak. Siz fark
etmeden her dakika hayatınızın içinde.”
-Hazal Özkan
2. Gün
“Her gün okul bitmeden önce biten
telefon şarjım 2 gündür bitmiyor!!!
Sosyal medya çok büyük enerji kaybı!”
- Şule
“Eve geldim, internet sayfasını açtım.
Youtube’a girdim. Başka sekme
açamadım. İnternette yapacak başka
bir şeyim yoktu. Sosyal medyasızlık
çok zor. Şimdi bunca zaman nasıl
geçecek? Olanları nasıl takip edeceğim?
Arkadaşlarım ve takip ettiğim diğer
insanlar ne yapmışlar nasıl kontrol
edeceğim?” -Defne
“Sosyal medyanın hayatımdan
götürdüğü saatlerin farkına varmaya
başladım. Okuldan eve gelip
ödevlerimi bitirdikten sonra bir boşluğa
düşüyordum. Artık okul mailimin
sayfasını bile kendi kendine oturumu
kapatmadan önce her seferinde
yeniliyordum. Benim için Facebook’taki
bildirimlerin yerini tutmasını
umuyordum.” -Elif
Okulda arkadaşlarım kendi aralarında
sosyal medya temalı konuşmaları
yaparken kendimi dışlanmış hissettim,
her ne kadar basit de olsa habersiz
kalma durumu beni rahatsız etti. Ama
daha yolun başındaydım, pes etmek için
çok erkendi! -Ayşenaz
Mayıs 2013
Saçma burç yorumlarını okumayı bile
özlemiştim. Bazı dersler Twitter olmadan
geçmek bilmiyordu. -Ceren
Bu oruca dayanamayacağımızı düşünen
ve orucu bozmam için ellerinden gelen
her şeyi yapan arkadaşlarıma teşekkür
ederim ama dayandım!-Elize
3. Gün
“Robert hayatımda ilk defa -hem
de kötü bir gün geçirmemin sonucu
olarak tam iki buçuk saat telefonda
konuşmama rağmen- işlerimi hem de
her şeyimi on biri on geçe bitirdim.
Uyumaya hazırım. Her gece ikide uyuyan
biri olarak, bunu bir mucize kabul
ediyorum. Sosyal medyasızlık zor ama
imkansız değil. Ayrıca kesinlikle çok
zaman kazandırıyor. Her gece Facebook
ve Twitter’a saatlerimi harcamanın ne
kadar büyük bir zaman kaybı olduğunu
anladım.” -Defne
“Sınıfta arkadaşlarım sürekli Twitter’dan,
Facebook’tan bir şeyler gösteriyordu.
Birkaç defa unutup baktığım, sonra
da “Ne yapıyorum ben!” diye kendime
bağırıp geri çekildiğim oldu. Sosyal
medya olmadan telefonum sanki
işlevini yitirmiş gibi bir kenara
atılmıştı. Herkesin konuştuğu
resimlerden, olaylardan uzakta olmak
ve “Aa unutmuşum, sen Köprü’desin.”
gibi tepkilere maruz kalmak beni
bunaltıyordu. -Elif
Ödev yaparken arada açıp zaman
geçireceğim bir site olmaması beni
rahatsız etmeye başladı. Dikkati
çabuk dağılan birisi olarak bu yokluk
dayanılmazdı. Aralarda artık uzun
zamandır bir kenarda okunmayı
bekleyen kitaplarıma dönüyordum.
Kazandığım zamanın farkında olsam
da, dikkat dağıtıcılarımı da özlemiyor
değildim. -Ayşenaz
“Ben ilk günlerde eli telefondaki mavi
kuş simgesine gidenlerden olmadım,
ama zamanla yokluğunu fark eder
oldum. Fark ettim ki Facebook, Twitter
yoktan var olmuş şeyler değil. İkisi de
bir şeylerin yerini almış. Esas sorun
herkesi “içeride”, kendini “dışarıda”
hissetmenmiş. Ben ki maç sonucunu,
doğum günlerini, konserleri, hatta
bazen ödevleri sosyal medyadan takip
eden bir insandım. Facebook’un ve
Köprü
Twitter’ın olmaması sadece o an ne
yaptığını yazamamanın veya yeni
fotoğraf yükleyememenin eksikliğini
hissetmekten ibaret değilmiş. Maç kaç
kaç acaba?” Sıla
Birinci ve ikinci günler oruca
başlamanın verdiği hırs ve istek ile
geçerken benim en çok zorlandığım
gün üçüncü gün oldu. O gün yapmam
gereken büyük bir işim ya da ödevim
yoktu. Bu rahatlıktan yararlanmaya
çalışan içgüdüm hemen klavyemdeki o
zehirli tuşa, “F”ye, basmaya çalışıyordu.
“F” sitesinden sonra en sık kontrol
ettiğim e-mail’imi farkında olmadan sık
aralıklarla kontrol ediyordum. Sadece
yirmi dakika içinde e-mail’imi beş kez
kontrol etmiştim. Bir saat boyunca
iradem, içgüdülerimle savaştıktan
sonra bilgisayarımı kapattım ve salona
televizyon izlemeye gittim. Böylece
en zorlu günde, kendimi bilgisayardan
soyutlayarak insanları içine hapseden
siteye girmemeyi başarmıştım ve
haftalık amacıma bir adım daha
yaklaşmıştım. -Mert
“Belçika’ya gittiğimizde grup
arkadaşlarım telefonları ellerinde, en
yakında ki kablosuz ağa bağlanmaya
çalışıyorlardı. Bense elimi çantama
götürme gereği bile duymadım. Telefon
artık sadece iletişim için gerekiyordu.
Facebook’u açmadıktan, fotoğraf
yükleyip, arkadaşlarımın linklerinde
yorum yapmadıktan sonra neden
telefonda internete ihtiyaç duyacaktım
ki? Evet, abartmıyorum. Sosyal
medyaya bu kadar bağlanmıştım.
Akşama doğru ulaşmam gereken birkaç
kişinin olduğunu hatırladığımdaysa
küçük bir problem yaşadım. O
kişilerle Facebook’tan haberleşmek o
kadar kolay bir hale gelmişti ki, ben
de telefon numaraları bile yoktu.
Neredeyse tüm ilişkilerimizi belirleme
noktasına gelmişti Facebook. Fakat
yapacak bir şey yoktu, gerekli kişilerle
gerekli iletişimi sağlayamadan günü
bitirmiştim.”- BERFİN
4.Gün
“Dördüncü gün benim için en kolay
gündü. Bunun nedeni sosyal medyaya
üç gündür girmediğim için sosyal
medya hakkındaki çoğu şeyin aklıma
gelmemesiydi. Bilgisayarı açtığımda
ve ödevimi tamamladığımda yapacak
hiçbir şeyim olmaması, aslında sosyal
18
medyanın ne kadar çok zamanımı
çaldığının bir kanıtıydı. Çünkü eskiden
bilgisayarda geçirdiğim zamanımın
ödev yapmakla beraber en çok sosyal
medyada geçtiğini fark ettim. Ve orucun
dördüncü gününde ilk defa sadece
yarım saat bilgisayar başında oturdum
ve kalan zamanımı elimde bir telefon
ya da kucağımda bir bilgisayar olmadan
dizi izleyerek geçirdim. Ama hala aklıma
gelen cümleleri Twitter’a yazamayacak
olmam beni gerçekten huzursuz
ediyordu!” - Yunus Emre
“Facebook’a girememek zor değil.
Alıştım. Ama Twitter’sızlık beni çok
zorluyor. Başıma gelen komik olayları
yazmaya, duyduğum ve güldüğüm
bir şeyi takipçilerimle paylaşmaya,
insanların başlarından geçenleri
okumaya, sinirlendiğim şeyler hakkında
sinirlendiğim insanların görmesi
umuduyla iğneleyici 140 karakterli
cümleler yazmaya o kadar alışmışım ki!
Twitter kullanamıyor olmak gerçekten
zor geliyor.” -Defne
“Oruca başlamadan önce oturumlarımı
kapamamanın cezasını 4 gündür
çekiyordum. Gelen bildirimlerin
hepsi gözümün önünde, bana bir tık
uzaktaydı ve onları göremiyordum!
Sadece oturumu kapamak için Twitter
veya Facebook’u açmaya cesaret
edemiyordum, çünkü kapamak
konusunda kendime güvenmiyordum.”
-Ayşenaz
“Acaba pes edenler olmuş mudur?” diye
düşünmeye başlamıştım. 4. gündeydik
ve sosyal medya açlığım kendini iyiden
iyiye hissettirmeye başlamıştı. Odada
“Twitter’ın mavisini özledim” diye
haykırıp kafamı başka şeylere vermeye
çalışıyordum. Bir dizi düşünceden sonra
aklıma gelen son şey yine sosyal medya
oluyordu. “Acaba çevrim içi mi?” mi diye
Facebook’a bakmak, kim neler yüklemiş,
ne yapmış görmek istiyordum.” -Ceren
5.Gün
“Sosyal medyadan kaçmak imkansız.
Evde kendimi kontrol edip girmemeyi
başarıyorum, telefonumda da
oturumlarımı kapattığım için bildirimleri
almıyorum. Ama bütün gün okulda
arkadaşlarım birinin attığı ‘tweetten’
bahsedince, Facebook’ta izledikleri bir
videoyu bana anlatınca veya gördükleri
bir resmi bana da gösterince ne kadar
kaçmaya çalışsam da bir yerlerden sosyal
medyaya yakalanıyorum. Yirmi birinci
SOSYAL
MEDYA
yüzyılda, yaşıtlarımızla beraber zaman
geçirirken bir haftamızı tamamen
sosyal medyadan habersiz geçirmek
imkansız hale gelmiş. Siz kişisel olarak
bakmasanız bile, sosyal medyadan bir
şekilde haberiniz oluyor.” -Defne
“Yine 80 dakikalık bir İngilizce dersi
sırasında hayal kırıklığına uğramış,
bilgisayarımla bakışırken “İki buçuk
gün kaldı!” diye kendimi avutuyordum.
Twitter ya da Instagram hesabım
olmadığı halde gün içinde insanlar o
kadar çok şey gösteriyordu ki, işimi
kolaylaştıracağı yerde zorlaştırıyordu.
Ancak artık bu orucun iyi yönleri
olduğunu da inkar edemezdim. Eski
halime göre kendimi daha az yorgun
hissediyordum. Ayrıca evde güzel bir
film izleyecek ve hep okumak istediğim
o kitabı bitirecek zamanı buluyordum.”
-Elif
“İtiraf etmeliyim ki, 5. gün ilk kez
“Bir kez açıp hemencecik baksam kim
bilecek ki?” diye düşündüm. Sonra bunu
düşündüğüm için bile kendime çok
kızdım bu kadar zayıf olamazdım. İşlerim
biter bitmez bilgisayarımın kapağını
kapayıp başka bir yere geçiyordum.
“2 gün sonra bunu tweetleyeceğim”
dediğim en az 5 şeyle karşılaştım.
“ Aynı süre içinde eskiden yaptığım
işin yaklaşık 10 katını yapıyordum
neredeyse. Dersler açısından çok
verimli bir hafta oldu. Ancak arada bir
Facebook’a girsem de zaman geçse
dediğim olmadı değil.” -Hazal Özkan
“Telefon çantadan çıkarılır ve ön
kamerayla bir fotoğraf çekilir. Fotoğraf
güzel çıkmışsa ilk iş eliniz telefonda
ki Facebook uygulamasına gider ve
fotoğrafı yükle seçeneği seçilir. Tam bu
rutini uygulayacakken, telefonunuz
da artık Facebook uygulamasının
olmadığını görmekse sizi birden gerçek
hayata döndürür. Eh ne yapalım artık,
başka zamana kaldı bu fotoğrafları
da paylaşmak. Ne de olsa son üç gün.
İşte bu hayal kırıklığıyla telefon tekrar
çantaya kaldırılır.”- BERFİN
6.Gün
“Telefonum kendini git gide yalnız
hissetmeye başlamıştı artık. Bir haftadır
silinmiş olan Facebook ve Twitter
uygulamalarının yerinde boşluklar
vardı. Parmaklarım her on dakikada bir
Twitter tuşunun üzerinde gezmiyordu.
Boşluktaydı parmaklarım. Telefon alıp,
Köprü
hiçbir tuşa basma şansı bulamadan
geri bırakıyorlardı. Ben de yazmadım.
İçten içe ne de olsa bir gün kaldı diye de
fısıldamıyor değildim elbet. Bir haftalık
radyasyon ve şarj tasarrufum sona
erecek gibi bir his vardı içimde. Bir gün
daha.” - Şiir Su
“Şaşırtıcı biçimde kolay hale geldi.
Sosyal medyayı kullanmak çok isterdim
ama kullanmamak artık zor gelmiyor.
Sanırım alışıyorum.” -Defne
“Bu altı günde yaşadığım en büyük
sorun, herkesin herkesi düşünmeden
sosyal medyada aktif eleman
kabul etmesini fark etmem oldu.
“Facebook’tan mesaj attım oradan
bakarsın.”, “Bilmem ne videosunu
izlesene Facebook’ta var.” cümleleri
hiç bu kadar yaralayıcı olmamıştı.
Yaralayıcı değil yahu, öyle bir altı
gündü işte. Yokluğunu elbet hissettim,
ama “Facebook’tan, Twitter’dan önce
neyle yaşıyormuşuz biz?” seviyesine de
gelmedim. Olmasa da olur ama olsa
daha iyi olurlarmış. Bitmesine az kaldı.
Hadi bakalım...” Sıla
7. Gün
“Sosyal Medya Orucu süresince en büyük
düşmanım, güya can yoldaşım, hayat
ortağım olan Blackberry’mdi. Sürekli
yanıp sönen Facebook, Twitter’dan
bildirimlerimin olduğunu bas bas
bağıran kırmızı ışık, gel de şu orucu
boz dercesine her defasında daha hızlı,
daha da kırmızıydı. (Tabii değildi, hızı
ve rengi her zaman aynı). Kırmızının
davetkarlığı her ne kadar beni bu orucu
bozmaya itse de, 7 gün boyunca sosyal
medyadan uzak kalabilmeyi başarıp
görevi tamamladım. Kırmızının çekiciliği
sosyal medya için büyük bir avantaj diye
düşünüyorum. Bu bildirimler kırmızı
ışıkla gelmese, bu kadar sık sosyal
medyayı kullanmazdım.” - Şule
“Vardığımız sonuç bir başarı mıydı,
başarısızlık mıydı yoksa yalnızca
beklentilerini karşılayan son muydu
bilinmez fakat tam da bu yedi günün
sonunda hepimiz yeni bir tweet
atmayı unutmamıştık. Resimlerimizi
ve videolarımızı paylaşıp, mail ve dizi
sekmelerini yanında Facebook, Twitter
ve Tumblr bize yeniden gülümsemeye
başlamışlardı. Yalnızca bir süreliğine
tatile çıkmış gibi, koltuklarına geri
yerleştiler. En büyük kazancımızdı belki,
şimdi çok da fazla şaşaalı değildi o
Mayıs 2013
koltuklar.” - Şiir Su
“Bütün günü heyecanla; saat saat,
dakika dakika geri sayım yaparak
geçirdim. Sonunda sosyal medya
orucumu açabilecektim. Aklımda
sürekli bu vardı. Anneme: ‘Bu gece
on ikide sosyal medya kullanmaya
başlayabileceğiz. Zaten bütün hafta çok
zamanım arttı, çok uyudum. Bu gece
üçte yatarım.” gibi cümleler kuruyordum.
Planım üç saat sosyal medyada kalıp
hasret gidermekti. Defne için iftar vakti
geldiğinde ise heyecanım doruktaydı.
Yeni sekmelerde Facebook ve Twitter’ı
açtım. Şifrelerimi girdim. Ancak sonra
çok garip bir şey oldu. Bırakın üç saati,
bir saat bile duramadım sosyal medyada,
hatta on dakika bile. Altı, tam altı dakika
sonra sıkıldım. Oturumumu kapayıp
uyudum.” -Defne
“Biraz geç kalmış olsam da alışmıştım.
Artık elim yanlışlıkla Facebook tuşuna
gitmiyordu. Derslerde bilgisayarım
bana bakmayı neredeyse kesmişti.
Arkadaşlarım bir şey gösterdiğinde
basitçe “Hayır.” deyip kafamı
çevirebiliyordum. Bütün hafta boyunca
tüm ödevlerimi eksiksiz yapmıştım.
Yine de kalan saatleri hesaplıyordum
bu orucu tutan birçok kişi gibi.
Nihayet bir hafta tamamlandığında,
Facebook’a 9 yaşında ilk açtığımdaki
o heyecanla girdim. Belki de birkaç
gün hiç girmediğim için gözümde
büyüttüğüm sosyal medyada aradığımı
bulamamıştım.” -Elif
“Sosyal Medya orucunda en zorlandığım
şey Facebook ve Twitter’a girmeden
önce girmemem gerektiğini unutmam
oluyordu. Ama sonlarına doğru bir
boşluk hissediyordum ama çok da acı
çektiğim söylenemez. Hatta bu orucu bir
gün fazla yaptım çünkü pazar akşamına
kalan ödev yoğunluğundan dolayı
orucumu bozmak aklıma bile gelmedi
ve ancak pazartesi bozabildim. Sonuç
olarak başında biraz zor geldi ama hiç
pes edecek kadar da özlem duymadım.”
- Alara Gebeş
“Son gün, benim açımdan son derece
utanç vericiydi. Orucu bozdum.
Üstüne üstlük yakalandım. Kendim
tarafından. Girerken ne düşünüyordum,
alışkanlıkla mı girdim, sonuçlarını
bile bile mi yaptım, hiç emin değilim
ancak Facebook Sohbet’imden gelen
o sesi duyduktan sonra kafamdan
aşağı boşanan kaynar suları size tarif
SOSYAL
MEDYA
etmeme olanak yok. Hem orucu
bozmuştum, bunu yaparken bir de
akılsızca davranmıştım. Bilgisayarı
anında kapadım ve herkese orucu
bozduğumu haber verdim. Kendimi
suçlu hissediyordum, o yüzden bir tür
cezayı hak ettiğimi düşündüm. Fazladan
1 gün oruç tutmayı önerdim, ancak ifşa
edilmem uygun görüldü. Durmayın,
ayıplayın, çünkü bunu hak ettim.”
-Ayşenaz
Sosyal Medya Orucumuzu
Açmamızın Ardından Bir Hafta
Geçtikten Sonra
“Artık sosyal medyaya çok daha az
giriyorum. Yasak olması hoş değildi;
olan biteni takip edebilmeyi, canım
sıkıldığında Twitter’ı okuyabilmeyi,
insanların resimlerine bakabilmeyi
çok seviyorum. Ama sosyal medyasız
geçirdığim bir haftadan sonra eskiye
oranla Facebook’ta çok daha az zaman
geçiriyorum ve çok daha az ‘tweet’
atıyorum. Sosyal medyayı kullanabilmek
ve en önemlisi özgürce kullanabilmek
çok güzel bir şey ama artık eve geldiğim
anda bilgisayarımda üç sekme ihtiyacı
hissetmiyorum. Arada canım sıkıldığında
aklıma geliyor sosyal medya. Facebook
ve Twitter’ın hayatımda bir gereklilik
değil, bir seçenek olduğunu bana
gösterdiği için Köprü gazetesinin
bu sosyal medya orucuna çok şey
borçluyum, özellikle de iki katına çıkan
uyku süremi.” - Defne
“Orucun bittiği gün her ne kadar “O
kadar sık girmesem de olur.” şeklinde
düşündüysem de, günler geçtikçe sosyal
medya alışkanlıklarım kendini gösterdi.
1 hafta sonra eskisi kadar kullanmaya
başladım. Bu oruca katılmam, sosyal
medyayı gereksiz yere kullanmazsam
neler yapabileceğimi görmemi sağladı.
Sürekli “Ama vaktim kalmıyor ki.” diye
yakınıyordum. Bu sayede film izlemek,
kitap okumak, dışarı çıkıp dolaşmak
gibi istediğim şeyleri yapacak zamanı
kazandım. Sosyal medyadaki güncel
olayları takip etmek güzel olsa da keşke
her sıkıldığımda ona başvurmamı
önleyecek, oruçla gelen zorunluluk hissi
hep içimde kalsa.” -Elif Ece Acar
“Bu olaydan sonra sosyal medyaya olan
bağlılığımı sorguluyorum, günümüz
dünyasındaki vazgeçilmezliğini
sorguluyorum.Gerçekten ihtiyaç mı
duyuyorum? Eğer öyleyse, bu neyin
ihtiyacı? Haberdar olmak, haberdar
etmek, her zaman ulaşılabilir olmak o
kadar da önemli mi? Kısacası, artık daha
mesafeli bir ilişkim var sosyal medyayla.”
-Ayşenaz
deneysel oruç sayesinde artık sosyal
medya bağımlısı olduğuma dair hiç
şüphem kalmadı. Oruç süresinde her
an ne oluyor, TT listesinde kimler
var, şu tweet kaç RT almış gibi şeyler
düşünüp sosyal medya olmadan
bir hafta geçirebileceğimi düşünen
zihniyetimden nefret etmiştim. Oruç
bittikten sonra sosyal medyaya olan
ihtiyacımın yani bağımlılığımın kısmen
de olsa azalacağını düşünmüştüm ama
eski tas eski hamam derler ya aynen
öyle. Sosyal medyanın da her ne kadar
istersem isteyeyim bırakamayacağım bir
şey olduğunu böylece öğrenmiş oldum.”
-Ceren
Bu oruca başlarken bir hafta boyunca
hem twitterdan hem faceboook uzak
kalabileceğime hiç inanmamıştım ama
başardım. Bu oruç sayesinde de anladım
ki ben sadece kendimi bağımlı olduğum
ile ilgili kandırıyormuşum. O kadar
zorlanmadığım bir haftaydı aklıma çok
fazla tweet gelip yazamamak biraz
üzücüydü ancak tutulamayacak bir oruç
değildi. Yedi günün sonunda Twitter’a
girdiğimde atacak bir tweet bulamayıp
uzunca bir süre atacak tweet aradıktan
sonra tweet atmaktan vazgeçtim
sanırım bu oruç Twitter ve Facebook’u
daha az kullanmaya başlayacağım. -Elize
19
1984’ü okuma hızım yarıya düştü ama
eskiye oranla sosyal medyayı daha az
kullanıyorum sanırım. -Hazal Özkan
“Itiraf ediyorum, bu deneyden sonra
sosyal medyaya ne kadar ihtiyacım
olduğunu sorgulamaya başladım. İlk
günlerde sabahları rutin haline gelen
Facebook kontrolünü yapamamak çok
zor gelmişti. Fakat birkaç gün geçtikten
sonra, telefonumdan tüm sosyal medya
uygulamalarını silmiş olmanın verdiği
rahatlıkla, telefonu çok sık kontrol etme
ihtiyacı duymadım. Hatta bu sosyal
medya orucu telefonumu iki günde bir
şarj etmemi sağladı. Neden mi? Çünkü
artık şarjımı gereksiz yere harcayacak
uygulamalar yoktu. En önemlisi ise,
ilk defa bazı şeylere tam konsantre
olabildiğimi fark ettim. Önümde gün
boyu açık olan bir sayfayı durmadan
yenilemektense, ferah bir kafayla
günümü daha dolu geçirebilmek için
neler yapabileceğimi düşünüyordum.
Eğer birçok arkadaşımla da günlük
hayatımda Facebook’tan mesajlaşıyor
olmasaydım, sosyal medyanın
yokluğunu büyük ihtimalle uzun bir süre
daha hissetmezdim.”- BERFİN
“Köprü yazarları olarak yaptığımız bu
Robert’te İnternetsiz Bir Yaşam
Okulumuzda,
öğrencilerin
de
internetinin olmaması, bu nedenle
ödevlerini yapamamalarının mantıklı bir
bahane olduğunu düşünen tek kişi ben
değilimdir herhalde. Öğrencileri internet,
teknoloji ve dizüstü bilgisayarlarla haşır
neşir eden okulumuzda ve okulumuzun
bu güzel ve yavaş temposunda yirmi gün
boyunca internetsiz kalmam, odamda
gecekondu hayatı yaşamama sebep
oldu. “İnternetim şu kadar gündür yok.”
dediğim her arkadaşımdan aldığım
cevap aynı “ Sen nasıl yaşıyorsun?”
Yaşıyorum işte, yaşayabiliyorum.
Avantajları olduğunu söyleyebilirim
hatta. Erkenden uyumak. Erken dediğim
11 gibi değil, bildiğin 9. Çoğumuz,
karşısında onu eğlendiren bu kaynak
varken, ödevleri yapmaya saat 9’da
başlıyor ama ben her gün yaklaşık
dokuz saat uyudum. Fakat bu aşamaya
gelmek tabii ki zaman aldı. Yirmi gün
dile kolay. İlk hafta ciddi anlamda
psikolojik olarak çöktüm. Yapacak hiçbir
şeyimin olmaması, hissettiğim boşluk
ve yalnızlık beni agresifleştirdi. Özellikle
telefonumun bir anda kesilmesi –beni
evimden dış dünyaya bağlayan tek
alet, her şeyim- benim tamamen terk
edildiğim bir dünyada, yani yatağımda
hapsolmama neden oldu. Normalde
ödevleri bir şekilde arkadaşlarından
öğrenen ben, ödev defteri tuttum. Tabii
ki bu süreç uzun sürmedi. Babamın
kulakları, tabiri caizse bağırdığımda
ortaya çıkan harikulade sesimi daha
fazla duymaya dayanamamış olsa gerek
sorunu halletti. Telefon gelince kendime
dedim ki, “Bak Eymen internetim yok
diye laf ediyordun, kötünün de kötüsü
varmış.” Yani sonuç olarak, akıllandım.
Mutlu mutlu yaşamaya devam
edebilirdim, okulun bize interneti daha
çok kullanalım diye verdiği, internet
Mayıs 2013
üzerinden yapacağımız ödevler yani
mastering’ler - tenefüslerimi bilgisayar
labaratuvarlarında geçirmemin naçizane
nedenleri- olmasaydı. Hiç değilse bu
deneyim ile geçmişteki insanların
zamanlarını nasıl geçirdiklerini anlamış
oldum. Uyuyorlarmış. Ayrıca aileleriyle
daha çok vakit geçiriyorlarmış. Fark ettim
ki, ben taşınmadan önce yani internetim
varken, ailem için köşe odada gece
gündüz sadece su isteyen bir saksıdan
farklı değilmişim. Suyu nasıl anlarsanız
artık para mı dersiniz yemek mi dersiniz.
Dış dünyayla sosyalleşmem ve sosyal
medya kullanımım azalsa da ailemle
bağlarımın güçlendiğini düşünüyorum.
Bu kız kafayı yemiş, internetsizlik kafa
yapmış, internetsiz kalınır mı demeyin.
Bu bir süre sonra elinizdekiyle yetinmeye
alışmak değil, aslında olması gereken de
bu. Okulumuzun bizi bu kadar internet
kullanımına teşvik etmemesi gerekli.
Köprü
Eymen
Pınar
Gözlerimizin gördüğü zarar, aldığımız
radyasyon da cabası. Özellikle her
yerde yanlarında dizüstü bilgisayarlarını
taşıyan ve dersleri onlarla işleyen
alt sınıflar artık sosyalleşmeyi de
umursamıyor. Teneffüslerde sınıfların
yanlarından geçtiğimde herkesin dizüstü
bilgisayarına kapanmış şekilde durması
ve özellikle sınıfta hiç ses olmaması
beni gerçekten çok üzüyor. Belki benim
yaşadığım yirmi günlük deneyim
biraz fazla ama okulun bizi interneti
ve dizüstü bilgisayarları kullanmaya
bu kadar iteklememesi gerekiyor.
SOSYAL
MEDYA
20
Asosyal Medya
Cuma günleri o kadar yoruluyorum
ki bütün gün “Bugün okul çıkışı gidip
uyuyacağım.” diyorum ama ne yazık ki
cuma günleri kulübüm oluyor. Kulübe
gittiğimde de bütün yorgunluğum
kalkıyor üzerimden hem de her
hafta. Bazen okulda
sıkılıyorum derslerden,
projelerden;
hemen
yurda gitmek istiyorum
ama kulüp sonraları aynı
duyguyu yaşamıyorum.
Neyse gelelim konuya...
Yurda gittim cuma
günü. Odanın kapısının
önünde durdum. Kızlar
ben yokken ne yaptılar,
diye merak içindeydim.
“Kızlar ben geldim!”
diyerek hızlıca içeri
girdim. Girdim ama
hiçbir şey göremedim.
Oda
kapkaranlıktı,
sadece iki arkadaşımın
masasındaki
bilgisayarların
ışığı
seçilebiliyordu. Bir daha
“Kızlar!!!” dedim, kimse
cevap vermedi. Baktım biri dizi izliyor
biri de Facebook’ta sohbet ediyor, müzik
dinliyor. Seslendim, seslendim kimse
duymadı; sonunda sinirlenip ışıkları
açtım, ikisinin de kulaklıklarını çıkardım.
Birden “Ne oluyor?” dediler, bana
baktılar ters ters. “Seslendim seslendim
duymadınız, neredeyse bilgisayarın
içine gireceksiniz.” deyince de “ Off
Gülbabil kapat ışıkları yaa, en heyecanlı
yerinde böldün dizimi bak!” dedi. Hava
da o kadar güzel ki dışarı çıkmayı teklif
ettim birkaç sefer ama kime söylediğim
belli değil, sanki duvara konuşuyorum!
Oturdum artık yapacak bir şey yok
diye, bütün gece bilgisayarla uğraştılar.
Skype, Facebook, Twitter, Tumblr, arada
Gülbabil
da mesaj geliyor telefona. Aynı odada
Kökver
beş altı saat konuşmadık sanki kimse
yokmuş gibi. Halbuki dışarı çıkıp temiz
hava alabilir ya da en azından sohbet
edip birlikte zaman geçirebilirdik evimde de öyle, orada da kardeşlerim
akşama kadar bilgisayar başında
vakit geçiriyor. İnternet, sosyal
medya hayatımızda çok önemli bir
yere sahip kabul ediyorum ama
dozunda kullanabildiğimizde. Sosyal
medyayı takip edeceğiz diye internet
bağımlısı oluyoruz, bilgisayar başına
kitlenip kalıyoruz saatlerce. Bu da
maalesef insanı yalnızlaştırıyor..
Şimdi bunu neden anlattığıma gelirsek
cuma günü yaşadığım olayı sadece biz
yaşamıyoruz. Birçok odada ve evde
yaşanıyor bu durum. Bodrum’daki
SC Balosundan renkli görüntüler...
Köprü
Mayıs 2013
Sosyal medyanın yararı hiç mi yok?
Tabii ki var, insanlar yıllar sonra lise,
ilkokul arkadaşlarını bulup iletişime
geçebiliyor. Bazı insanlar evini, işini
sosyal medya aracılığıyla buluyor.
Hatta evleneceği kişiyi bile bu
yolla bulanlar var son zamanlarda.
Vurgulamak istediğim şey; her
şeyin azın karar ve çoğun zarar
olduğu gerçeği. Gündemi mi takip
ediyoruz? Arkadaşlarımızla mı
sohbet ediyoruz? Edelim tabii ki...
Ama kendimizi bu sosyal medya denen
ama aslında bizi asosyal bireylere
çeviren bu ağa hapsetmeyelim lütfen...
HABERLER
21
Geçmiş Kadınlar Günü Hakkında Birkaç Söz
Kadınlar, yüzlerce yıl erkek
hegemonyası altında yaşadıktan sonra
ancak 20. yüzyılda siyasal ve toplumsal
haklarına kavuşmuşlardır. Maalesef
bütün bu gelişmelerle, hakların
verilmesi ve artık kadınlarında siyasal
ve toplumsal alanda söz sahibi olmaya
başlamasına rağmen toplumdaki ön
yargılar ve sosyal baskı yıkılamamıştır.
Günümüzde, kadın hakları iki yolla
verilmiştir. Bunlardan birincisi kadınların
çabalarıyla elde edilen haklardır. Bu hak
verilme yolunu, kadınların haklarını
başbakanlık konutunu taşlama gibi
eylemlerle aldıkları İngiltere’de
görebiliriz. İkinci yol ise kadınların
çabaları olmadan, devlet tarafından
kadınlara haklarının verilmesidir. Bu
durumu, kendi ülkemizde görüyoruz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınların
ve halkın çoğunun eğitimsiz olması
nedeniyle kadınlar hiçbir şekilde kadın
hakları eylemleri yapmamıştır ve
devlet kadınlara haklarını vermiştir.
İşte bu yüzden ülkemizde kadınlar
haklarını fedakarlıklarla almadıkları
için kadın hakları çok sağlam temellere
oturmamıştır ve hâlâ toplumsal hayatta
erkekler kadınlardan daha üstündür.
Her ne kadar “eşitlik”
kimsenin dilinden düşmeyen bir
kavram haline gelse de pratikte bu
eşitlik kavramı yapmacık bir hale
dönüşmektedir. Bu yüzden “kadın
hakları” çoğu feministi rahatsız eden
ve kadın kimliğini aşağılayan “pozitif
ayrımcılığa” dönüşmektedir. “Eşitlik”,
“kadın hakları” gibi kavramları hâlâ
toplum tarafından anlaşılamadığı için
bu kavramlar uğruna yapılan hareketler
eşitsizliğe yol açmaktadır. Biz de
bu yazımızda günlük ve toplumsal
hayattan kadın haklarına zarar veren
ve erkek üstünlüğünü pekiştiren ise kolaya kaçmaktan başka bir şey
örnekleri sizlere sunmak istiyoruz. değildir ve günümüz Türkiye’sinde
ihtiyaç duyduğumuz zihniyeti zehirler.
İlk olarak, her gün
televizyonda gördüğümüz, ismi İkinci
olarak,
siyasal
ve formatı nedeniyle rahatsız edici partilerin hepsinin bir Kadın Kolları
bulduğumuz bir yarışma programı olması da bize göre kadın hakları
hakkında sizlere farklı bir bakış açısı ihlalidir. Kadın Kolları, “kadın hakları”
sunacağız. “Ben Bilmem Eşim Bilir” ve “eşitlik” kavramlarını partilerin kendi
yarışmasında bildiğiniz gibi evli çiftler çıkarları adına suistimal etmektedir.
çeşitli oyunlar oynayıp, performansları Siyasette her vatandaş cinsiyet fark
hakkında tahminlerde bulunuyorlar etmeksizin temsil hakkına sahiptir ve
ve en yakın tahmini yapmış olan bir partide her cinsiyet aktif olarak
çift kazanıyor. Bizleri rahatsız eden görev alabilir. Kadınlara parti içinde
ilk şey, yarışmanın ismidir. “Ben ayrı bir teşkilat açmak, partilerin
bilmem eşim bilir.”, ülkemizde yıllardır erkek hegemonyası altında olduğunu
kocaları tarafından ezilmiş kadınların, kabullenmek ve desteklemek demektir.
kendilerine sorulan sorulara cevap Bir partide Kadın Kollarına ihtiyaç
verecek kadar güveni olmaması ve duyulması kadınların siyasete uygun
soruyu cevaplamayı her şeyi bildiğine görülmemesi demektir. Kadınları
inandığı, kendisini bastıran kocalarına siyaset sahnesinin dışına atmak için,
bıraktıklarını ifade eden bir söz öbeğidir. sadece kadınlara özel bir teşkilata ihtiyaç
Kadınları ezen bu söz öbeğinin 21. duyulmuştur. Ve maalesef çoğu partinin
yüzyılda bir yarışmanın adı olması hem bu teşkilatı bir “Altın Günü Toplantısı
kadın hem de insan haklarına yapılan Yeri” olarak görmesi de kadınlara karşı
bir saldırıdır. Bizi rahatsız eden ikinci duyulan yargıların kanıtıdır. Bu sözde
şey ise kadınlar ve erkekler için seçilmiş çaba ile partilerdeki kadın vekil oranları
etkinlerdeki görünür fark. Arkada onları karşılaştırıldığında ise tablo daha da
destekleyen partnerleri eşliğinde tahta komik bir hal almaktadır.Partilerin
bloklar kırmaya çalışan, yük taşıyan sahip olduğu kadın vekil yüzdeleriyle
erkekler yarışmayı bir güç gösterisine birbirleriyle yarışmaları, yeni seçilen her
çevirmektedirler. Oysa, onların hemen kadın vekilin özel olarak duyurulması,
ardından yarışacak olan eşlerinin kadın bakanların ya Milli Eğitim ya da
katılacakları her yarış, gözle görülür Aile ve Kadından Sorumlu Bakan olması
şekilde daha basit, daha az zorlayıcıdır. aslında kadınların hem toplumsal hem
Bu tür endişe ve şikayetlere en sık de siyasal hayatta ne kadar “yapmacık”
verilen cevap ise kadın ve erkeğin fiziksel bir tavırla karşılandığının kanıtıdır.
yapılarındaki farklılıkları, kadınların
Peki ne yapılması gerek?
bedensel olarak elverişsiz oluşlarıdır. Hiçbir biyolojik farklılık, toplum Bu, çözülebilir bir sorun mudur? Ya da
gözündeki öncelik, üstünlük anlayışını çözülmesi istenen bir sorun mudur?
etkileyemez. Sırf reyting uğruna Kadın hakları ne kadar yasalarla
ise yapılması gerekeni yapmamak, sağlansa da insan zihniyetini yasalarla
öğretilmesi gerekeni öğretmemek değiştirmek imkansızdır. Ne zaman
Ayşenaz
Toptaş
Yunus Emre
Erdölen
haberlerde dövülen eşler, tecavüze
uğrayan ve tecavüze uğradığı için
“namussuz” olmakla suçlanıp töre
yüzünden öldürülen genç kızlar, giydiği
kıyafetler yüzünden baskıya ve tacize
uğrayan kadınlar görsek, sadece bir
iki saniye üzülüyoruz ve düşünüyoruz.
Ardından
kendi
hayatlarımıza
odaklanıp, onlar hakkında düşünmeyi
bırakıyoruz, onları yok sayıyoruz.
Ama biz onları unutsak bile kadınlara
zulmeden zihniyet unutmuyor ve
onların peşine düşüp genç hayatları
bıçaklıyor, öldürüyor. İşte bu yüzden
her cinayette, her tecavüzde ve tacizde
bizim de suçumuz var. Kadına kalkan
her el, aslında bizim de elimiz. Çünkü
biz sadece olaylar yaşandıktan sonra
üzülen ama öncesinde engellemek için
hiçbir şey yapmayarak, bencil hayatlar
sürdüren şehir insanlarıyız. Sessiz
kalınan her dakika, geçiştirilen her
teşebbüs, vicdanımızdaki yüke ağırlık
ekliyor. Bu yüzden çok geç olmadan
hem erkeklerin hem de kadınların,
kadın haklarını ihlal eden ögeleri
hayatlarımızda silmek için birleşmeli ve
kadınlarımızı ezen zihniyeti yok etmek
için eğitim sürecini hızlandırmalıyız.
Çünkü kainat kadınların bir
nefesinden ibarettir ve eğer bir
gün o nefes kesilirse, yaşam durur.
Gelecek sene Köprü’nün bir parçası olmak istiyor musunuz?
[email protected] ve [email protected]
adreslerine ileti atabilirsiniz.
Mayıs 2013
Köprü
SANAT
22
Müzeler ve Sanata Kısa Bir Bakış
Boş zaman mı? Boş zaman hepimizin
aradığı bir şeydir çoğu zaman. Boş
zaman demişken, elinizde kahveniz,
arkanıza yaslanıp hayallere dalmaktan
sıkılmaya başladığınız anlardan
bahsediyorum. Hani uzun süre hiç
zamanım yok diye yakındıktan sonra
aniden boşluğa düştüğünüz günler olur
ya, işte onlara yönelik bu yazdıklarım.
Niye boş zamandan bahsediyorum
peki? Genelde boş zamanlardır oturup
kendimiz için bir şeyler düşünmeye
vakit bulduğumuz anlar. Bazılarımız
ise sıkılır boş zamanlardan, kendini
anlamak için kafa yormak yerine
dağıtmak ister kafasını başka yönlere.
İnternetten, filmlerden, dizilerden
bile sıkıldığımız an boşluğa düşmüş
gibi hissederiz böyle anlarda. Lafı
çok uzatmayalım öyleyse. Aynı anda
hem kendimize vakit ayırıp hem de
kafamızı dağıtabileceğimiz bir seçenek
var aslında her zaman. Sergilerden
bahsetmek istiyorum bu noktada
biraz. Kendinizi sanata bırakmak ve bir
anlığına da olsa kendinizden kaçarak
iç dünyanızda yolculuk yapmaktan
bahsedelim biraz da kabaca. Hepimiz
sanatı bambaşka gözlemlemeye,
tabloları anlamaya çalışırken farkında
olmadan iç dünyamıza da dokunuruz
aslında. Bütün bu klişe anlatımları
kenara bırakıp – zamanınız boş olsun
veya olmasın – duygularınıza seyirci
olmak, çerçevenizin içinden neleri
kaçırdığınızı görebilmek, işte tam
bunu yaparken de bir süreliğine geçen
saniyelerin gürültüsünden uzaklaşmak
istiyorsanız eğer size İstanbul’da birkaç
sergi önerisinde bulunmak isterim.
Bir göz gezdirelim o zaman İstanbul’da
nerelerde sergiler var diye. Doğruyu
söylemek gerekirse İstanbul geçmişten
gelen tarihiyle birçok sanat eseri
barındırmasına rağmen, sanatı halka
sunma konusunda pek de başarılı
sayılmaz. Bir elin parmaklarını
geçmeyecek sayıda müze ve sergi
var diyebiliriz hatta. Tamam belki
daha fazla, ama ne olursa olsun
sanatı daha yoğun yaşayabilecek
nitelikte olan bir şehirde yaşıyoruz.
İlk olarak bahsedeceğim müze Sakıp
Sabancı Müzesi. SSM pek çoğumuzun
varlığından haberdar olduğu bir müze.
Çoğu zaman İstanbul’da gerçekleşen
önemli sergilere ev sahipliği yapıyor
ve konumu nedeniyle de manzarası
ziyaretçilerinin önemli bir ilgi odağı
haline geliyor. Müzede şu anda
ziyaretçilere açık olan sergi ise “Bir Ülke
Değişirken - Tanzimattan Cumhuriyete
Türk Resmi” adlı resim koleksiyonu.
Bu koleksiyonun içerisinde Osmanlı
döneminin başlarından tutun, Türk
resminde modern sanatın izlerinin
görülmesine kadar pek çok tablo
barınmakta. İbrahim Çallı, Osman
Hamdi Bey, Feyhaman Duran ve Fikret
Mualla gibi pek çok tanınmış Türk
ressamının eserini bulunduğu sergi,
çok çeşitli eserler barındırıyor. Bu
eserleri birbirleriyle dönemsel veya
temasal olarak da bağdaştırmanıza
olanak tanınıyor aynı zamanda.
Müzeyi gezerken eserlerin dönemsel
değişikliklerine, bu değişikliklerde
bulundukları dönemin ve dönem içi
yaşantının barındırdığı farklılıklara
tanıklık edebiliyorsunuz. Eleştiri
getirmek
gerekirse,
serginin
bulunduğu salon ne yazık ki pek de
büyük değil. Bu da eser sayısının biraz
kısıtlı olduğunu kanıtlar nitelikte.
Türk resmi hakkında genel bir görüş
verse bile bu konuda daha detaylı
ve kapsamlı bir bakış açısı arayanları
hayal kırıklığına uğratabilir. Eğer bir
göz atmak isterseniz bahsettiğim
resim koleksiyonu SSM’de sürekli sergi
konumunda bulunuyor. Bunun yanında,
sergiyi gezdikten sonra üst kata çıkıp
hat koleksiyonuna göz atmanızı da
öneririm. Hat sanatı ile ilgili temel ve
önemli bilgilerin verildiği bu sürekli
sergide ise, ülkemizde tarihsel kültürün
bir parçası olan hat sanatıyla ilgili
önemsemeyip üstünde durmadığımız
bilgiler, daha önceden fark etmediğiniz
sırlarıyla sizi şaşırtabiliyor. Hat sanatının
özelliklerini, yapılış sürecini ve hat
sanatıyla, Kuran’ın yazılışıyla ilgili
önemli noktaları gayet açıklayıcı bir
biçimde gözler önüne seriyor sergi. Türk
kültürü, tarihi ve sanatı hakkında bir
adım daha atmak isteyenler için SSM
güzel bir seçenek olabilir. Kapsamlı bir
şekilde sizi tam anlamıyla donatmasa
bile çıkışta Emirgan manzarası
eşliğinde huzurla deniz kenarında
yürürken, sanat ve tarihin etkileri
kafanızı daha önce barındırmadığınız
düşüncelerle
doldurabilir.
Modern aradığınız müze olabilir.
İstanbul Modern müzesi, İstanbul’da
en çok ziyaret edilen müzelerden bir
diğeri. İstanbul Modern’in denize kurulu
restoranı ve sakin kütüphanesi de pek
çok insanı içine çeken özelliklerden.
Müzenin sürekli sergisi kısmından
başlanmak gerekirse, İstanbul Modern
bu açıdan gayet önemli ve kapsamlı
eserler
barındırmakta. Yalnızca
modern sanat değil Türk resminin
de parçalarını barındıran sürekli
sergisi belirli aralıklarla tekrar tekrar
gezilmeyi gerektirecek nitelikte.
Nitekim ben bir günde gezmeye
denediysem bile, dört saat süren
gezimde bütün eserleri tamamen
inceleme olanağını bulamadım.
Eczacıbaşı koleksiyonundan, Bedri
Rahmi Eyüboğlu’unun “Han Kahvesi”
tablosuna; Nuri İyem’in “Köylü Kadınlar”
adlı eserinden, Türk ressamlarının
otoportrelerine kadar pek çok eser
ziyarete sunulmuş bulunmakta. Her
eser ve sanatçı kendi dünyalarını
modern sanatla da birleştirerek başka
türlü açıklıyor bu sergide. Kimisi
renkler, kimisi kumaş parçaları, kimisi
film sahneleri, kimisi piyano, kimisi ise
balonlar kullanarak anlatmaya çalışmış
anlatacaklarını. Her esere baktığınızda
başka bir kişi olmanız gerekiyor
adeta. Bazen eserlerin açıklamaları da
yardımcı oluyor size yol göstermeye,
dönemi veya sanatçıyı anlamaya.
Ama hiçbir açıklamaya bakmasanız
bile tablolar veya heykeller sizin bir
parçanızı ister istemez yansıtıyor. Sanat
eserleri kurnaz aynalar gibi biraz. Hem
eser hem de siz anlıyorsunuz içinizden
geçenleri, yalnızca bunu herkesin
görmesine gerek kalmıyor. Bir tabloyla
aranızda sır kalıyor iç dünyanız. Bir süre
müzede gezinirken düşünmedim de
değil aslında, sanatçılar hiç korkmazlar
mı anlaşılmamaktan diye. Veya hiç
endişelenmiyorlar mı anlatmak
istediklerinin
görünmemesinden
başkaları tarafından? Hislerinin
bir tabloya hapsolması ve görmesi
gerekenlerin ulaşamaması korkusu
doldurmuyor mu içlerini merak
ettim bir süre. Sonradan fark ettim
ki belki onların istediği tam da budur
işte. Kurnaz ve gizli aynalar kurmak
fırça darbelerinin arasına. Tam iki
Eğer Türk resminin tarihsel sürecine aynanın ortasında da bulunan siz
değil de modern sanata odaklanmayı ve sanatçının ta kendisi oluyor.
tercih ediyorum diyorsanız eğer İstanbul
Köprü
Mayıs 2013
Şiir Su
Saydam
İstanbul Modern’den asıl bahsetmemin
nedeni ise kaçırmamanız gereken
bir sergi. “Modernlik: Fransa ve
Türkiye’den Manzaralar” adlı sergi 16
Mayıs 2013’e kadar devam ediyor.
Adından da anlaşılabileceği üzere
modernliği sorgulayan bir sergiden
bahsediyorum.
Günümüzdeki
modernliğin ne tür olaylardan,
yaşantılardan etkilendiği ve sanatın
buna uygun nasıl geliştiğini gözler
önüne seriyor. Geçmişten geleceğe
uzanan süreçte modernliğin etkisinin
sanatı hangi yönlere sürüklediği ve
bu modern sanat anlayışının bizler,
yani ziyaretçiler ve diğer bütün
toplumlar üzerinde nasıl bir etki
bıraktığı sorgulanıyor. Modern hayatın
neleri öncelik olarak benimsediği
veya nelerden vazgeçemediği aslında
sergide eserlerin her birinde ayrı ayrı
kendini barındırmaktadır. Sergide
hem Türk hem de Fransız sanatçıların
eserleri yer alıyor. Modernleşmenin
günümüzdeki konumunda Türkiye
üzerindeki en büyük etkenlerden
görülen Fransa’dan eserlerin sergide
yer alması bu modernliği sorgulama
çalışmasına hem çok kültürlü hem de
ortak cevaplar aramakta. Modernliğin
içerisinde bir kendini arayış ve yol
bulma mücadelesine girmek ister,
eserlerde kendinizi görebildiğiniz
noktaları da anlamak isterseniz bu
sergiye de bir göz atmanızı öneririm.
Modern sanat ve modern yaşam
olarak anlattığımız pek çok şeyin
farklı sanatçılar tarafından değişik
bakış açılarıyla ele alındığına tanık
olabileceksiniz. Daha sonrasında oturup
biraz düşünmek veya vaktimi başka bir
etkinlikle de değerlendirmek isterim
derseniz, İstanbul Modern’in film salonu
veya kütüphanesi iyi bir tercih olabilir.
Bir sabah içinizden geldiği gibi bir
müzeye gidin, eserlere göz atın,
heykelleri dikkatle inceleyin, sizde
uyandırdığı hissi, bir de sanatçının
yorumunu dinleyin sırasıyla. Daha
önceden farkına varmadığınız pek
çok şeyle, farklı hayatlarla ilgili yeni
keşiflerle karşılaşabilirsiniz belki de.
SANAT
23
Boş Fincan
Bu projeye Türkçe Sınıfım da bir ödev
olarak başladım. Gelecek zamanı
öğrenebilmek
için,
birbirimize
kaderlerimizi anlatıyorduk. Benim
yazdığım kısım, tahmin ettiğim
gibi kontrol dışına çıkmaya başladı.
Fakat Türkçem kötü. Bu sebeple
fikirlerimi İngilizce olarak, bir şarkıya
dönüştürmek için yazdım. Sevgili
arkadaşım Güler Kamer’de şarkımı
Türkçe ‘ye çevirdi. Ona bu çevirisi ve
sanatkarlığı için çok minnettarım.
kahveyi…
Şimdi çevir fincanı, kapat ve uzat, ver
bana
ki dalayım derinlerine, geleceğini
okuyabileyim sana
Çok yakında dost bir yüz kutsayacak
seni
Seni uzun zamandır, yıllardır bekleyen
biri
Çocukluğunu görecek geçmişte,
yaşlılığını hayal edecek gelecekte
Ruhunun hallerini, gözlerinin gizini,
gülümsemeni
BOŞ FİNCAN
(Yüreciğin kabarmış be kızanım!
Kapkara çökmüş bir şeyler içcağızına…
Ama sıkılma, geleceğin parlak…
Çok parlak! Üç vadeye kadar… Üç
gün değil, üç hafta da değil… Üç
ay mı desem, üç yıl mı desem böyle
bir zaman sonra kısmetin açılıyor…
Bir ev görüyorum, bir yuva… Nasıl
desem…. Kalbini dolduracak birisi
görünüyor. Uzun boylu… Zayıfca
biri…Hadi hayırlısı!)
Takılır boş fincana gözlerim, bakar,
kuru kahve zerreciklerinden okurum;
Derin derin dalarım boş fincana
Şekillendiğini geleceğin görürüm
telvelerde..
İç kahveni, iç, bitir… öğrenmek
istersen kaderini
İçmelisin sonuna kadar fincandaki
Kimliğini, ruhunu okuyacak senin, nasıl
biri olduğunu
Nasıl biri olmaya, nasıl görünmeye
çabaladığını sezecek
Sonra, sonunda senin ellerini alacak
avuçlarının içine
“Düşlerimde hep sen vardın!” diyecek..
Boş fincana takılır gözlerim, bakar,
kurumuş kahve zerreciklerini ince ince
okurum
Derin derin dalarım boş fincana
Telvelerde görürüm seni.. geleceğini..
Bir ama, bir kör nasıl elleriyle yoklarsa
yüzünü
Nasıl karanlıkta el yordamıyla ulaşırsak
duvarlara
İşte öyle bulacağım yolumu sızacağım
hayatının içine
Ve bir kahin gibi gelecekten söz
edeceğim sana
Sözlerin, yazıların, sayıların her biri,
hepsi
Herşey silinecek gözlerden, uzaklaşacak
Büyük bir saat kulesi düşün..o saatın
işlemesi gibi
Tiktakları duyacaksın, içinde çanlar
çalacak
Dişliler, çarklar, kocaman ağırlıklar
çalıştıracak
Karanlıkta kayışları.. kuvvetli bir el gibi
çekecek
Zemberek boşaldığında bir gün,
tiktaklar susunca
“İşte bu, her zaman beklediğim andı”
diyeceksin
Boş fincana takılır gözlerim, bakar,
kurumuş kahve zerreciklerini ince ince
okurum
Derin derin dalarım boş fincana
Telvelerde görürüm seni.. geleceğini..
Bir fincan… bir kap boş değilse,
yaramaz hiçbir işe
Bir kalp boşsa, , kırılmamış dağılmamış
bir bütündür, tamdır
Senin boş kahve fincanın, benim boş
kalbim
Senin kaderin, senin geleceğin.. işte
onların buluştuğu andır.
Michael Hays
Çeviri:
Güler Kamer
dibinde bulacaksın kendini
Yıkılmış bir duvar, darmadağın bir yatak
Çatısı yitmiş bir ev, kuşlar havalanırken
gökyüzüne, uzaklara
Bir kadının adını haykıracaksın…
Damlalar yayılacak, ıslanacak kitaplar,
sayfalar ...
Bir kırık sandalye bacağı, çul çaput,
yıkıntı, enkaz
Sular ürperecek birden rüzgarla, bir
soru dökülecek dudaklarından:
“Bu muydu korktuğum, bu ben miyim?”
Boş fincana takılır gözlerim, bakar,
kurumuş kahve zerreciklerini okurum
Derin derin dalarım boş fincana
Telvelerde geleceğin şekillendiğini
görürüm..
Bir zamanlar ellerinle ittiğini bugün
kucaklayamazsın
Ya da arzuyla kendine çektiğini bugün
bırakamazsın
Geleceğini göremezsin gani bir gönül,
geniş bir yürekle
Fincan kahve doluyken fala
bakamazsın.
Kararmış, hala için için yanan bir ağacın
Gazete hakkındaki fikir ve yorumlarınızı
editörlerimize [email protected] ya
da [email protected] adreslerinden
gönderebilirsiniz.
Mayıs 2013
Köprü
SANAT
24
Alternatif İstanbul
İstanbul denince bütün İstanbullular için
akan sular durur. Herkes bilmeyenine
İstanbulu anlatıp durur. İstanbul’un
Boğazı, Boğaz’a karşı yenilen simidin ve
içilen çayın keyfi, gezilecek tarihi yerleri,
tiyatrosu, sineması, yapılabilecek ve
görülebilecek her şeyiyle büyüler bizi
İstanbul. Herkesin sürekli yakınıp
durduğu ama kimsenin gidemediği
bir şehirdir İstanbul. Peki madem
başkalarına anlata anlata bitiremiyoruz,
madem bir türlü arkamızı dönüp
gidemiyoruz biz neden İstanbul’u
anlattığımız gibi yaşayamıyoruz? En
son ne zaman Pierre Loti’nin tepesinde
çay içtiniz? Ya da işi gücü bırakıp da bir
tiyatro oyununa gittiniz? Hiç İstanbul’da
denize girme zevkini yaşadınız mı?İşte
bu yazıyı kendi anlattığı İstanbul’a
yabancı kalmış insanlara adıyorum.
İstanbul’u güzel kılan şeylerden biri
size çok fazla seçenek sunması. Her gün
farklı bir şey yapma imkanını tanıyor,
ki bu birçok insanın tahmin ettiğinden
fazla şeyi kapsıyor. Şehrin keyfini
çıkarmak için yapılması gereken şeylerin
başında öncelikle İstanbul’un tarihi
yarımadasını gezmek geliyor. Tarihi
doku gezmenin bazılarına çok çekici
gelmediğinin farkındayım ama eğer
Sultanahmet Meydanı’nı görmediyseniz
çok şey kaybediyorsunuz. Ayrıca
Suriçi’nin geri kalanı da hem tarihiyle
hem de doğal güzelliğiyle etkileyicidir.
Tarihi yarımada dışında kalsa da Kız
Kulesi ve Dolmabahçe gibi yerler de
görülmeye değerdir.
İnsanların müze gezmekten
hoşlanmadığının farkındayım ama
bence Oyuncak Müzesi’ni gezmeden
tam kararınızı vermeyin. Oyuncak
Müzesi çocukların gözünde bile ‘’müze’’
kavramını eğlenceli hale getiren bir
tür müze. Tabii orayı gördükten sonra
Arkeoloji Müzesi’ni es geçmek ayıp olur.
Bu iki ana müzeyi herkesin görmesi
gerekir ama bu iki müze dışında
isteyenin kendi ilgi alanına göre gidip
gezebileceği bir sürü müze de var.
İslam Eserleri Müzesi, Saray Mozaikleri
Müzesi, Denizcilik Müzesi ya da Uçurtma
Müzesi gibi bir sürü değişik müze
size çok şaşırtabilir. İnsanların ilgisini
çekmek için bir sürü müze farklı şeyler
yapıyor; bazı müzelerde kostümlerle
resim çekilebilirken bazılarında sanal
gezilere çıkabiliyorsunuz.
Daha yaz sıcakları tam başlamadan ve
iyice kalabalıklaşmadan İstanbul Adaları
gidilmesi gereken yerlerin başında
geliyor. Sadece bir vapur mesafesi
uzakta olsa da adalar insanı şehrin
havasından çekip bir sahil kasabasında
hissettirebiliyor. Bahsettiğim artık
Büyük Ada için çok geçerli olmasa da
Burgaz, Heybeli ya da Kınalı Ada sizi
şehre fiziksel olarak yakın ama atmosfer
olarak hayli uzak oluşuyla rahatlatabilir.
Ayrıca adaların hemen hepsinde hava
iyiyken yüzülebiliyor, haberiniz olsun.
Yüzmek demişken, çoğu insanın
sandığının aksine İstanbul’un bir çok
yerinde kumsallar var ve yüzülebiliyor.
Eğer bir ya da bir buçuk saat araba
yolcuğunu göze alırsanız Kilyos ya da
Riva Plajlarına çok rahat ulaşabilirsiniz.
Boğaz’ın Karadeniz’e açılan kısmının
büyük bir bölümünde de denize
girilebiliyor.
Tarih ,müzeler ve adalar görülmesi
gereken klasikleşmiş yerler olsalar da
benim son zamanlarda daha çok ilgimi
çeken şey sürekli gittiğim yerlerin
önceden haberim olmayan bir kısmını
keşfetmek. Taksim’e gidip İstiklal
Caddesi’nde değil de ara sokaklarda
dolanmanın keyfine varmak çok
başka bir deneyim. İstiklal Caddesi’nin
herhangi bir ara sokağına birkaç adım
attığınız zaman o boğucu kalabalıktan
geriye bir avuç insan kalıyor. Hem ara
sokaklarda oturabileceğiniz daha hoş
ve ucuz yerler varken hem de sahaflar,
ilginç eşyalar satan dükkanlar hem de
müzik dükkanları oluyor. Benim favorim
Masumiyet Müzesi’ne giden ara sokak.
O sokaktan aşağı inerken girebileceğiniz
her dükkanın sahibi size kahve ikram
edebilecek kadar içten. Ara sokaklara
girmesiniz bile Borusan Kültür Sanat
gibi İstiklal Caddesi üzerindeki yerlere
SC Balosundan renkli görüntüler...
Köprü
Mayıs 2013
Mevsim
Küçükakyüz
girmek isteyebilirsiniz. Eğer ilginç
kültürel bir faaliyet yapmak istiyorsanız
sema gösterisi izlemeyi deneyebilirsiniz,
Galata Mevlevihanesi bu iş için
gidilebilecek en iyi yerlerden biri. Ayrıca
her hafta mutlaka bir çeşit konser ve
stand-up gösterisi oluyor. Eğer karikatür
dergileri okumaya meraklıysanız
karikatür çizerlerinin birçoğunun her
hafta canlı gösterileri oluyor. Eski evlerin
bir çoğu insanlar için sergileniyor,
hiç tahmin etmediğiniz yerlerde
sanat galerileri ya da şapkacılar(evet,
gerçekten sadece şapka satan yerler
var) ya da antikacılar çıkabiliyor. Bu
yazdıklarım Kadıköy için de geçerli,
rastgele bir biçimde yürürken bütün
akşamınızı harcamak isteyeceğiniz bir
şeye denk gelebilirsiniz.
Her ne kadar evde pijamalarını giyip
yayıla yayıla oturmak bazılarına daha
çekici gelse de, arada bir İstanbul’u
sanki bir turistmiş gibi gezip yaşamak
şehirden çok daha fazla şeyi kendinize
katmanızı sağlayabilir. Sokakta turist
gibi geçirdiğiniz bir günün sonunda
belki de anlatacak bir sürü sıradışı
hikayeniz olur, ilerde torunların ilgisini
çekersiniz.
SANAT
25
Ölmeden Önce İzlenmesi Gereken Filmler
Macera:
çekmeye çalıştığı bir film.
Soysuzlar Çetesi (Inglorious
Basterds)
Korku/Gerilim:
Her zamanki gibi büyük beklentilerle
oturup, son derece konsantre olup,
“ Tarantino filmi bu, ayrıntıları
kaçırmamak gerekir.” diyerek yaklaşık
on beş dakika süren, Cristoph Waltz’
ın devleştiği ki bu film kendisine
en iyi yardımcı oyuncu Oscar’ını
getirmiştir, “Yahudi Avcısı” lakaplı bir
Alman komutanın Yahudi bir ailenin
saklandığına inandığı bir Fransız
evinde sorgu ve arama gerçekleştirdiği,
oldukça garip diyalogların sonucunun
nereye varacağını beklediğiniz
sahneyle başlar Soysuzlar Çetesi.
Film genelinde bu ilk sahnede
barındırdığı olağanüstü oyunculuk
performansından zerre kaybetmez,
hatta Brad Pitt’in acayip aksanlı,
tek hedefi Nazileri öldürmek olan
birbirinden absürd üyeleri bulunan bir
Amerikan çetesinin liderini yeterince
absürd şekilde canlandırışıyla bu
oyunculuk seviyesi kalitesini daha
etkileyici biçimde konuşturur. Herhangi
bir filmde oyunculuk bizi bu kadar
etkilemez, ancak Tarantino filmlerinin
belkemiği kurgularıyla birlikte hep
zihnimize kazınan komik, karizmatik,
enteresan baba karakterleridir.
Karakterlere bu kadar değinmemin
sebebi filmin çok eğlenceli olmasına
rağmen bir “Ucuz Roman” (Pulp
Fiction) kurgu kalitesinin semtinden
geçemeyecek düzeyde olduğu halde
oyunculuk performanslarıyla IMDB’de
de ilk yüze girmeyi başarmış olması.
Filmde çok farklı, dikkat çeken çekim
yöntemleri kullanılmış olmasına
rağmen Tarantino’nun izleyicisine
kurgusal boyutta güçlendirmeye çok
çalışmadığı ve orijinal karakterlerine
ve komik diyaloglara ve olaylara dikkat
Kuzuların Sessizliği (The Silence of
the Lambs)
Filmi şöyle özetleyim: Dedektifi
canlandıran Jodie Foster, psikopat
deliyi oynayan Anthony Hopkins’le
bu filmi çektikten sonra kâbuslar
görür ve ikinci filmde oynamayı
kabul etmez. Kuzuların Sessizliği
Oscar tarihinde tek en iyi film Oscar’ı
alan korku/gerilim filmidir. Anthony
Hopkins en iyi erkek oyuncu ödülünü
alır ve yine Oscar tarihinde en kısa
süre performans göstererek alınmış
en iyi oyuncu ödülüdür bu. “Acaba
bu adam sahiden psikopat ama sivri
zekâ bir yamyam olabilir mi?” diye
sorarsınız kendinize. İzlediğim en iyi
oyunculuk performansını sorsalar
Anthony Hopkins desem diğer filmlere
ve aktörlere haksızlık etmiş olacağımı
düşünmüyorum. Filmde oyunculukların
yanında güçlü yapılandırılmış, üzerine
çok düşünülüp oluşturulmuş bir
kurgusu, senaryosu da var. Kırılmaz
camlarla kapatılmış, dışarıyla fiziksel
temas kurma imkânı bulunmayan
bir hücrede kapatılmış bu sivri zekâ
yamyamı sorgulayabileceği konusunda
kendine güvenen yeni yetme bir
dedektifin hikayesini temel alır.
Korku türü eğer gerçekten standardın
katbekat üzerinde filmler çekilmediği
takdirde pek şansı bulunmayan bir
film türüdür. Pek şansı olmayan bu
kategoride saydığım sebeplerden
dolayı büyük başarılara imza atmış bir
filmin kalitesini siz düşünün artık…
Aksiyon:
3:10 Yuma Treni (3:10 Yuma):
Film Russel Crowe’un oynadığı
Amerika’nın en büyük kanun kaçağının
yakalanmasını ve hapishaneye
götürülmesi için görevlendirilen
içinde Christian Bale tarafından
canlandırılan bir savaş gazisinin de
bulunduğu bir grubun bu yolculukta
yaşadıklarını anlatır. Film bir kısa
hikâyeden esinlenilip genişletilmiş ve
harika bir senaryo haline getirilmiştir.
Filmin en güçlü yanı etkileyici ve
orijinal senaryosu. Yazmış olduğum
isimlerin oyunculukları tartışılmaz
ancak bu senaryodan çok daha iyi bir
film çıkacağına inanıyorum. Müzik
çok yetersizdi ve bu eksikliği filmin
duyguyu aktarması noktasında çok
hissettim. Daha sonra araştırdığımda
sadece müzik konusunda Oscar’a aday
olduğunu gördüm ve çok şaşırdım.
Ödüllerin ne kadar adil ve mantıklı
olduğunu biliyoruz zaten… Filmi
genel olarak incelediğimde yeterince
iyi işlenmemiş çok etkileyici ve
derin mesajlar içeren bir senaryoyu
görüyorum. Fakat film her ne kadar
duygu aktarımında sorun yaşasa da
verilmek istenen düşünceler başarılı
şekilde aktarılmış ve sizi düşünmeye
sevk eden bir film yapılmış. Bu nedenle
izlemenizi öneriyorum.
Dram/Polisiye:
Av Mevsimi:
Filmi ilk duyduğumda Yavuz Turgul’un
yazıp yönettiği ve Şener Şen’in yer
aldığı bir film olması beni zaten
heyecanlandırmıştı. Ancak bir de
Cem Yılmaz’ı oyuncu kadrosunda
görünce filmi büyük umutlarla ve
merakla beklemeye başladım. Yavuz
Turgul “Eşkıya” gibi çok verdiği politik
mesajlarla çok cesur ve senaryosu,
Şener Şen’in oyunculuğuyla çok başarılı
bir filme imza atmış bir yönetmendir.
Fatih Çulhalık
Şener Şen’se hemen hemen her
filmini çok sevdiğim ve oyunculuğuna
hayran olduğum bir aktördür. Cem
Yılmaz’ı zaten biliyoruz… Fakat bir
polisiye filminde acaba nasıl oynar
diye düşündüm. Film beklentilerime
fazlasıyla cevap verdi. Öncelikle
konusundan biraz bahsedeyim. Çok
tecrübeli ve emekliliğe yakın bir
dedektifle birlikte görev yapan bir
diğer genç sayılabilecek dedektifin
karmaşık bir davayı çözme sürecini
anlatıyor. Türkiye’de polisiye, aksiyon
tarzında filmler pek çıkmaz, çünkü bu
türde filmin kurgusu çok önemlidir.
Bir polisiye romanının başarısı
yüzde 95 kurgusuna bağlıdır. Aynı
derecelendirme polisiye filmleri için
de geçerlidir. Av Mevsimi kurgusu
çok sağlam olan, Şener Şen’in
oyunculuğunun üst düzey olduğu,
senaryonun farklı, yenilikçi olduğu
bir filmdi. Ancak bunları zaten
bekliyordum. Beni en çok şaşıran
Cem Yılmaz’ın oyunculuğunun tavan
yapışıydı. Aklıma Morgan Freeman
ve Brad Pitt’in oynadığı “Se7en” filmi
geldi ki Av Mevsimi’ndeki oyunculuğun
“Se7en”dan altta kalır bir yanı
olmadığını düşünüyorum. (Burada
Çetin Tekindor’u da unutmamak
gerekir.) İncelememde saydığım bu
isimler bir araya geldiğinde kaliteli bir
film ortaya çıkacağı zaten kaçınılmazdı
ki böyle olmuş. Film Cem Yılmaz’ın
“Haydi Gidelum” türküsünü söylediği
sahneyle hafızalara kazınmıştı ki
benim çok hoşuma giden bir sahneydi.
İzlenmeden ölünmemesi gerek bir
Türk filmi kolay çıkmıyor, tez vakitte
izlemenizi tavsiye ederim.
Sosyal Medya Orucumuza Katılan Herkese
Teşekkürler!
Köprü Ailesi
Mayıs 2013
Köprü
HABERLER
26
Ege’nin Antik Kentlerine Yolculuk
Bu sömesterın ilk haftası benim
için (ve tahmin ediyorum ki şimdi
bahsedeceğim programda yer alan
diğer kişiler için de) çok dolu bir
haftaydı. Çarşamba günü New York’taki
Dalton School’dan öğrenciler gelecek ve
bir süredir e-postalaşmakta olduğum ve
misafir edeceğim kişi ile tanışacaktım;
hafta sonu da onlarla Meryem Ana
Evi – Efes – Priene – Milet – Didyma
bölgesini gezecektim. İlk haftadan
verilen ödevler ve evi bir kişinin daha
yaşamasına uygun hale getirmek için
düzenlemek derken Çarşamba gelmişti;
öyle ki neredeyse göz açıp kapayıncaya
kadar geçen sürede kendimi Köprü’de
konuklarımızı beklerken buldum.
Facebook veya e-posta dışında herhangi
bir sosyal medya aracı kullanmadığı için
daha önce görme şansımın olmadığı
misafirimi o kalabalık grup içinde
bulmak biraz zor olsa da kısa sürede
arabada sohbet ederek eve gittik.
Perşembe ve Cuma günleri
biz ev sahipleri okuldayken Amerikalı
konuklarımız da Ayasofya Müzesi,
Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı,
Kapalıçarşı gibi klasik turistik yerleri
gezdiler, geldiklerinde de onlarla
Bağdat Caddesi gibi gezmedikleri;
ama görmelerini istediğimiz yerlere
gittik. Cumartesi geldiğinde Atatürk
Havaalanından Adnan Menderes’e
gitmek için erkenden kalktık. Erken
saatte olan uçağımız ve yolculuğun kısa
olması sayesinde uçaktan indiğimizde
gün neredeyse daha yeni başlıyordu.
Böylece sık sık cümlelerini “I can
tell.” ile bitirdiği için Türkçemizde de
Efes Amfitiyatro
“Size söyleyebilirim ki” lafını çok
kullandığını düşündüğüm ve adı bu
iş için fazla uygun bir şekilde Can
olan (Amerikalı misafirlerimiz için ise
tabii ki o aslında John) rehberimiz
ile ilk gün Meryem Ana Evi ve Efes’i
gezmek için bol bol vaktimiz oldu.
Yolunuz düşerse diye:
Efes Kütüphanesi
“Meryem Ana Evi” diye geçen alan çok
küçük; görülmesi gereken yerleri eski
bir vaftiz havuzu, küçük bir kilise, dilek
çeşmeleri ve adak duvarı. Kilise hâlâ dini
özelliğini koruyor ve bu yüzden içeride
sessiz olunması gerekiyor. Burada
mum dikebilirsiniz; ama fotoğraf
çekilmiyor. Üç dilek çeşmesi çok büyük
ihtimalle aynı kaynağa bağlı; ancak
gelenlerin çoğu üçünden de içmeyi
ihmal etmiyorlar. Bunların ardından
adak duvarına dilek
dileyip bir parça kumaş
bağlıyor, dükkândan
küçük
hediyelikler
alıyorsunuz:
hepsi
yaklaşık
yarım
saat
sürüyor.
Efes
ise
mutlaka
gezilip
görülmesi
gereken,
ikinci
gidişimde
bile gün yüzüne
çıkarılan
yapıları
yeterli bulmadığım
ve bununla birlikte
benim kütüphanesine
hayran
olduğum,
turistlerin ise Nike
markasının işareti için
Köprü
Dilara
ilham alınan zafer tanrıçası Nike’ın
Çankaya
heykeline
bayıldığı
zamanının
muhteşem liman kenti. Özellikle bazı
yerlerinde o devirde yaşamak nasıl
olurmuş çok kolay hayal edilebiliyor.
Buraya birkaç saat ayırılmalı.
Geceyi mübarek Şirince’nin parçaları var – evet, grubumuzca
odaları renklerle kodlandırılmış şirin burayı IKEA’nın atası ilan ettik.
Milet’de mutlaka görülmesi gereken
kocaman bir tiyatro, Nymphaion (halk
çeşmesi), Agora, Apollon Tapınağı ve
Anadolu’nun en büyük Roma hamamı
olan Faustina Hamamı bulunuyor. Antik
kentin sınırında eski bir kervansarayı
lokanta ve hediyelik dükkanına
çevirmişler; orada yemek yemesek
de acıkanlar için bir çözüm olabilir.
Didyma görkemli sütunları
ve müthiş efrizleriyle ilk bakışta bile
ziyaretçileri büyüleyen bir yer. Nasıl
o kadar büyük sütunları o kadar
yükseltebilmişler? Tepelerine nasıl o
büyük efrizleri koymuşlar? Özellikle
geriye ancak tek bir sütun oluşturabilecek
kadar sütun parçası kalan Artemis
Tapınağı’yla karşılaştırınca Apollon
Tapınağı şahane durumda; çok iyi
korunmuş. Yapıldığı zamanlar kadar
pansiyonlarından birinde geçiriyoruz. olmasa da hâlâ gösterişini koruyan
(Şirince’yi o hafta sonu gezmiyoruz; bu güzel yapı da mutlaka görülmeli.
ama daha önceki gelişimden aklımda Didyma’yı da gezdikten
kalanlarla adına yaraşır, güzel bir yer. SİT sonra İstanbul’a dönmek üzere Adnan
alanı, yani mimarı dokusu saklanıyor. Menderes Havaalanı’na doğru yola
İyi de oluyor; çünkü binalar görülmeye koyulmamız gerekiyordu; Amerikalı
değer.) Ertesi sabah da Priene – Milet – misafirlerimizin ise daha Bergama, Truva
Didyma için yola çıkıyoruz. Priene biraz gibi birkaç antik kenti daha gezecekleri
üç günleri vardı.
Bu çok eğlenceli
ve bir hafta sonu için
büyük şehirden kaçış
niteliğinde olan gezinin
benim için tek kötü
noktası, gezdiğimiz
tüm o yerlere daha
önce gittiğim için
yeni bir şey görmemiş
olmamdı. Buna rağmen
yaklaşık yedi yıl sonra
farklı insanlarla aynı
yerleri görmek bana
Priene’de aklımıza Gould sütunlarını getiren Athena aslında benim de ne
Tapınak kalıntıları önünde Bay Rollins ve Bayan Pierson
kadar büyüdüğümü,
ile Robert grubu
değiştiğimi gösterdi.
Yeni yerler görmesem
yüksekte, harika bir manzarası olan de hem bu şekilde bir çıkarım yapma
bir kent. Athena Tapınağı’nın olduğu şansını bulduğum hem de çok
yerde belki de yüzlerce birleştirilmemiş, iyi vakit geçirdiğim bir gezi oldu.
veya birleştirilememiş, düzgün sütun
Mayıs 2013
HABERLER
27
Deniz, Kum, Güneş ve...
Okulların tatil olmasına az
kaldı! Heyecan var mı, heyecan var
mı, heyecan heyecan heyecan VAR MI?
Finaller, deney raporları ve türlü türlü
ödevlerle geçen haftalardan sonra (Anne
Kozlu’nun da herkese okul broşürleri
dağıtmaya başlamasıyla) yaz tatili
planları akıllarda oluşmaya başladı.
Hepimizin tatil hevesi çok yüksek de
olsa tatilimizi nasıl geçireceğimiz,
daha doğrusu ne yaparak boş
geçirmeyeceğimiz, hepimizin yakın bir
zamanda cevaplaması gereken bir soru.
Büyük ihtimalle hepimizin tatil
planlarında Bodrum’a, Çeşme’ye gitmek
vardır ancak bu her yaz yapabileceğiniz
bir şey dolayısıyla yanında yazınızı dolu
dolu geçirmenizi sağlayan aktiviteler
de yapmalısınız. Evet söylemesi
yapmasından daha kolay ama size biraz
fikir vermek ve işinizi kolaylaştırmak
için bazı seçenekler sunuyoruz.
Bir klişeye öncelik verirsek
hepimizin bildiği gibi İngiltere veya
Amerika’daki yaz okullarına gidebilirsiniz.
Bu okullar girmek istediğiniz
üniversitelerin yaz okulları olabilir. Ders
ağırlıklı ama aynı zamanda şehri gezmeye
fırsat tanıyan okullara gidin ve orada
okumak istiyorsanız şehri, kültürünü,
insanları tanımaya çalışın belki belli
konularda fikriniz değişebilir. Eğer bir
yaz okuluna gitmek istiyorsanız, okula
gidip sonunda hiçbir şey öğrenmeden
gelmeyin. İlginizin olduğu dersleri alın
ve bilginizi arttırmaya çalışın, sadece
eğlenmeye gitmeyin. Aynı zamanda tek
başınıza gitmeyi deneyin, bu size çok
büyük bir tecrübe katar. Tek başına neler
yapabildiğiniz veya yapamadığınızı ne
kadar erken öğrenirseniz o kadar iyi.
İngiltere’ye yazın çok fazla Türk akın
ediyor. İstanbul’da karşılaşmadığınız
arkadaşlarınızla orada karşılaşabilirsiniz.
Gideceğiniz okulu iyi seçin; çok sayıda
Türk öğrencinin olduğu bir okul size
çok şey katmaz. Aynı zamanda okulun
sadece ders için olmasına gerek yok,
sanat, drama veya bir spor dalında eğitim
veren yaz okullarına da gidebilirsiniz.
Daha farklı şeyler yapmak
istiyorsanız Rustic Pathways güzel bir
seçenek olabilir. Küçük bir grup olarak bir
ülkeye gidiyorsunuz, o ülkeyi ve oranın
insanlarını tanıyorsunuz ve onlarla hep
iç içe oluyorsunuz. Bir çok programında
sosyal hizmet veriyorsunuz, insanlara
yardım ediyorsunuz ve farklı kültürleri
öğreniyorsunuz. O insanların hayatlarını
ve oradaki yaşamı görme fırsatına
sahip oluyorsunuz. Rustic Pathways ile
gidebileceğiniz ülkeler Avustralya, Burma,
Kamboçya, Çin, Kosta Rika, Dominik
Cumhuriyeti, Fiji Adaları, Gana, Hindistan,
Laos, Moğolistan, Fas, Yeni Zelanda, Peru,
İspanya, Tanzanya, Tayland, Vietnam’dır.
İlginç bir program ama amacınız sosyal
hizmette bulunmaksa okulda yaptığınız
CIP sayısını arttırmanız daha yararlı olur.
Bunların dışında İtalya
veya Fransa’ya gidebilirsiniz. Moda,
sanat, dramaya veya gurme yemeğe
merakınız varsa bu merakınızı buralarda
giderebilirsiniz. Hem çok zevkli hem de
çok öğretici olabilir. Fransa’nın güneyi
yazın gidip görülmesi gereken yerlerden
biridir. Cannes, Nice, St.Tropez ve
Provence gittiğinize değecek yerlerdendir.
Nice’de ISTA adlı bir organizasyonun
düzenlediğitiyatroyla ilgili bir yaz
okulu var. Hem yer olarak değişik hem
de denemekten zevk alabileceğiniz
bir aktivite olabilir. İki hafta ve dört
hafta arasında süren bir programdır ve
orada bulunduğunuz zaman boyunca
birçok yeni insanla tanışıyorsunuz,
kaynaşıyorsunuz ve bir oyun ortaya
çıkarıyorsunuz. Programın sonunda bu
oyunu oranın insanlarına sunuyorsunuz
veya sokakta insanlara eğlenceli
gösteriler yapıyorsunuz. Zamanınızı
farklı bir şekilde geçirebileceğiniz bir
aktivite ve yer olabilir, aynı zamanda
şehri gezmeye de vaktiniz oluyor.
“Ben yaz okulundaki dersleri
almak istiyorum, ancak oraya gitmek için
o kadar parayı da vermek istemiyorum.”
diyorsanız internet üzerinden alınabilen
dersler sizin bu isteğinizi fazlasıyla
karşılayacaktır. İstediğiniz her alanda
internetten ders olanakları tanıyan
okullar, siteler mevcut. Örneğin “www.
coursera.org” adlı bir sitede pek çok farklı
kategoride bedava dersler alabilirsiniz.
Aynı zamanda Yale, Stanford gibi bazı
okulların yaz programlarının dersleri
de internet sitelerinden görülebiliyor.
Okul temelli şeylerden
sıkıldıysanız ve hem kendinize hem
topluma bir faydanız olsun istiyorsanız
değerlendirebileceğiniz bir seçenek de
istediğiniz bir sivil toplum kuruluşunda
gönüllü olmak. Hem çok zor olmayan hem
de hayatınız boyunca unutamayacağınız
bir tecrübe olacaktır. Örneğin çevreyi
düşünüyorsanız TEMA’da çalışarak
erozyon ve çölleşme tehlikesiyle
karşı karşıya olan bölgelerde ağaç
dikilmesine yardımcı olabilir ya da tarihi
seviyorsanız Türk Tarih Vakfı’nda gönüllü
çalışmalar yapabilirsiniz. Arkeolojiyle
ilgileniyorsanız arkeolojik kazılarda yer
alabilir veya “Habitat for Humanity”
adlı kuruluşla birlikte Adapazarı’nda
depremde her şeyini kaybetmiş ailelere ev
inşa etmeye yardım edebilirsiniz. Bunların
yanı sıra Türkçe ya da İngilizce bir gazete
veya dergiye başvurarak kısa süreliğine
gönüllü bir yazar, çalışan olabilirsiniz.
İstanbul’da yazın düzenlenen sayısız
müzik festivallerini de unutmamak lazım.
Bu yıl 41. si düzenlenecek İstanbul Müzik
Festivali ya da İstanbul Caz Festivali gibi
etkinliklerde çalışarak yer alabilirsiniz!
Hamriye
Sözlerimiz-di aslında en güçlü
silahlarımız. Bizlerdik sözlerimizle
hazzı yaşatan ve bizlerdik sözlerimizle
öldüren. Artık taraflar birleşti, sözler
kesildi. Ama sözün atılması yakındır.
Yalanı sözcükler değil vücudumuz söyler.
Sözlerimiz, anca doğruyla oynayabilir.
Hepimiz birer Hamriye vakasıydık.
Çoğumuz kurtuldu ve ya,şadı.
Ama
unutmamalıyız
ki
nice
Hamriyeler kaybedildi bu yolda.
Bizler
durmalıyız
sözlerimizin
arkasında ki bizler yaşatmalıyız
onları ki, bizler kullanabilmeliyiz
ki onları Hamriyeler artık ölmesin.
Yalın ama doğrudan olalım. Bizi yalın
bilsinler, dert değil. Unutmayalım
sadece
bizleriz
Hamriyeleri
yaşatan, bizleriz onları kurtaran.
Soyut değil bu sözler anlayın, farkında
olun. Zaman uyanış zamanıdır, kazanışın
vaktidir. Kayıplara yer yoktur artık.
Yeterince kayıp verdik biz. Unutmayın.
Biz insanlarız. Bunu anlayın. Ama
unutmayın Hamriyeleri, okuma yazma
bilmeyenleri, sözleri, sesleri olmayanları.
Mayıs 2013
Seslenin. Bağırın hatta. Duymuyorlar
mı, soyunun o zaman. Görürler en
azından. Unutmayın. Sözler kesilmiş
olabilir ama hâlâ umut vardır.
İçten olun, yalın da olun. Onlar
bizleri yüzeysel görebilir ama
dert değil. Nokta atışı yapın.
Sakinliğimizi korumalıyız. Çünkü hâlâ umut
var. Biz buradayız. Yaşıyoruz. Sözlerimiz
var, seslerimiz var. Hâlâ umut var.
Sözün
atılması
yakındır.
*Hamriye Kocaeli Üniversitesi Radyo Sinema
ve Televizyon bölümü öğrencilerinden bir
Köprü
Alara
Gebeş
Elif Ece
Acar
Biraz ileriye dönük düşünmek istiyorsanız
staj yapabilirsiniz. Bu üniversitedeki alan
seçiminiz için de önemli bir deneyim
olacaktır.
Hedefinizdeki
mesleğe
bağlı olarak pek çok yerde stajınızı
gerçekleştirebilirsiniz. Bir halkla ilişkiler
şirketinde veya bir laboratuvarda
çalışabilir, gözlemlerinizden sonuçlar
çıkarabilirsiniz. Sanata ilgi duyuyorsanız,
bir sanat müzesinde ya da galeride
çalışmak sizin için harika bir fırsat
olabilir.
Geçmişte
okulumuzdan
başka öğrencilerin de yaptığı gibi,
bir mimarlık ya da avukatlık ofisinde
staja başlayabilir, yaptıkları işin neye
benzediğini görebilirsiniz. Bir hastanenin
okumak istediğiniz tıp bölümünde çalışıp
gerçekten bir doktor olsanız hayatınızın
nasıl olacağı hakkında fikir edinebilirsiniz.
Bu stajlar belki de meslek seçiminizde
önemli bir değişiklik yaratabilir.
Biz sizin tatilde üç ay boyunca
değerlendirebileceğiniz farklı fırsatları
toparlamak ve fikirlerinizi çoğaltmak
istedik. Yazınızı güzel ve eğlenceli
geçirmeye çalışın, sırf üniversite
için iyi olur diye düşünüp kendinize
ıstırap çektirmeyin. Önemli olan yazın
başındaki sen ile yazın sonundaki
sen aynı insanlar olmasın. Ufkunuzu
genişletin, kendinize yeni bilgiler katın,
yeni insanlarla tanışın. Özetle kendinizi
geliştirin ve hem verdiğiniz paraya
hem de zamanınıza değer şeyler yapın.
Alperen
Elibol
kaçının oluşturduğu grubun 2007 yılında
çekmiş olduğu kısa filmdir. Hamriye,
filmin ana ve trajik kahramanıdır. Kısa
ve öz olarak Hamriye okuma ve yazma
bilmez, ailesi de öğrenmesini istemez.
Hamriye bilmediği için mayın tarlasına
girer. Okuma yazması yok sonuçta,
“Dikkat” levhalarını anlayamaz, ölür. Kolu
bir tarafa, bacağı bir tarafa saçılır. İşte
budur Hamriye, bunlardır bizi yükselten.
OKULDAN
28
Sefarad Mutfağından Yemek Tarifleri
Gurme köşesini duyunca aklıma
babaannemin hayattayken pişirdiği
bayram yemekleri geldi ve bir kısmını
sizinle paylaşmak istedim. Sefarad
mutfağı, İspanyol Yahudilerine özgü
sebze ağırlıklı ama çocukların da
seveceği türden yemeklerden oluşur.
İkinci sayımız için seçtiğim tarif; Kahve
Dünyası’nın menüsüne bile girmeyi
başaran patlıcanlı Borekitas.
PATLICANLI BOREKİTAS
Malzemeler:
3/4 bardak sıvı yağ
2 çorba kasığı (arıtılmış) tereyağı
Greti
Barokas
1/2 bardak su
500-600 gr un
1 bardak rendelenmiş eski kaşar
peyniri
1 yumurtanın sarısı (üstü için)
İç malzeme:
2-3 Bostan patlıcanı (Közlenmiş)
150 gr. Beyaz Peynir
3/4 bardak rende eski kaşar peyniri Patlıcanlı Borekitas
ederek iyice yoğurun. Kulak memesi
Yapılışı:
kıvamına gelince yağlı hamuru 15
Zeytinyağı, tereyağı, yarım bardak su
dakika dinlendirin. Sonra küçük bir
ve ince rendelenmiş kaşar peynirinin
parça tereyağı ilave ederek tekrar
yarısını karıştırıp, aldığı kadar un ilave
yoğurun. Hamuru oklava ile açın. Bir su
bardağı ile hamurdan daireler kesin. Bu
yuvarlak hamur parçalarının yarısına
iç malzemesini koyun, diğer yarısı ile
üstlerini kapatın. Yumurta sarısına
bir kaşık su ilave ettikten sonra iyice
çırpın. Bir fırça ile böreklerin üstüne
sürün, üstlerine de rendelenmiş kaşarın
kalanını koyun ve fırında 180 derecede
üstleri kızarana kadar pişirin.
Okulda Neler Oluyor
Robert Kolej ikinci döneme her
zamanki gibi hızlı bir giriş yaptı. Bu
dönem okulda; hafta içi olduğu kadar,
hafta sonları da büyük bir yoğunluk
söz konusu. Tiyatro çalışmaları olsun,
eğitimler olsun, sınavlar olsun,
yarışmalar olsun... Okul etkinliklerimizin
ardı arkası kesilmiyor. Okul açıldıktan
hemen bir hafta sonra 20 Şubat
Çarşamba günü kulüp zamanında
bazı Lise 10, 11. Sınıf öğrencileri; okul
sonrasında ise Lise Hazırlık ve 9. Sınıf
öğrencileri AMC (American Mathematics
Competitions)’ye katıldılar. M400’ü
dolduracak kadar öğrencinin katıldığı
yarışmadan güzel skorlar gelir umarız.
Hafta sonları ise okulumuzda hayat,
münazara kulubünün ve Türkçe tiyatro
ekibinin çalışmalarıyla devam ediyor.
26 Mart’ta gösterimine başlanacak olan
“Üç Kuruşluk Opera” adlı tiyatro oyununu
merakla bekliyor ve herkesin izlemeye
gitmesini öneriyoruz. Duyduğumuza
göre oyun sıra dışı konusuyla, başarılı
kadrosuyla ve sürprizleriyle Robert
Kolej’de büyük etki yaratacakmış. Oyun
uzun süre dillerden düşmeyecek gibi
görünüyor, bu fırsatı kaçırmayın bizce!
Türk Dili ve edebiyatı Bölümünün
düzenlediği 8. Kültür Edebiyat
Sempozyumunun bu yılki konusu
“Okulda Tiyatro”. Konukları arasında
RC’den mezun profesyonel tiyatrocuların
da bulunuduğu sempozyuma diğer
okulların öğretmenlerinin yanı sıra biz
RC öğrencileri de davetliyiz.
Okuldaki etkinlikler jet hızıyla devam
ediyor. Okulumuz 2 Mart Cumartesi
günü Mr. Arey ve Ms. Çorbacıoğlu’nun
katkılarıyla JETS Teams Competitions’a
ev sahipliği yaptı. Sekizer öğrenciden
oluşan iki JETS takımımız Üsküdar
Amerikan Lisesi’ni kampüste misafir etti.
Yarışma Mitchell binasının ikinci katında
karşılıklı iki sınıfta 8.00-13.00 arasında
gerçekleşti. Havada dostluk mu rekabet
kokusu mu vardı bilinmez ama eğlence
hat safhadaydı.
Etkinliklerin ardı arkası kesilmiyor,
yarışmalar ve maçlar bahar aylarında
da tüm hızıyla devam ediyor. Okul, 17
Şule
Kahraman
Nisan’da Euclid Canadian Contest ve
24 Nisan’da Purple Comet matematik
yarışmalarına ev sahipliği yapacak.
Ayrıca Robert Koleji öğrencileri, 15
Mart Cuma günü Sabancı Üniversite
Matematik Kulübü’nün düzenlediği
liselerarası matematik yarışmasında, 1314 Nisan tarihlerinde Tübitak Matematik
yarışmalarının ilk aşamasında
okulumuzu ve kendilerini temsil etmeye
devam edecekler. Şimdiden bütün
yarışmacılara başarılar!
Robert Kolej Öğrencilerinin Yeni Kabusu:
Forumun Aşağısı
Servis kullanan Robert Kolej
öğrencilerinin yeni kabusu: Forum’un
aşağı tarafı yani servislerin sabah bizi
bırakmaya başladığı yer. Sabahın o
saatinde kalktığımız yetmiyormuş gibi
bir de şimdi uykulu bir şekilde onlarca
basamak çıkıyoruz; kantinden sıcak
bir şeyler alıp, dolaplarımıza gidip ve
tekrardan zorlu bitmeyen basamakları
çıktıktan sonra en nihayetinde sıcacık
sınıflarımıza varmış oluyoruz.
Bizi basamakları çıkmaya
zorlayan bu değişimin sebebini ise
hâlâ kesin olarak bilemiyoruz. Her şey
sadece Robert Kolej koridorlarında
dolaşan dedikodulardan ibaret ki ben
sadece ikisinden haberdarım. Birincisi
hazırlıktaki öğrencilerin ebeveynlerinin
okula “Çocuğum sınıflarının hemen
önünde bırakılanların aksine çok yol
yürüyor” şeklinde şikayette bulunması
ki bana göre bu doğru olamaz. Açıkçası
bir mantık çerçevesinde bile değil. Şimdi
servislerin Robert Kolej öğrencilerini
bıraktıkları yerle kıyaslanırsa yürüme
mesafesi olarak şikayet edilen yer daha
kısa kalır. Ek olarak bu değişikliğin
öğrencilerin üşümesine yol açtığı da
aşikâr. Kısacası bu değişikliği herhangi
bir velinin pozitif olarak görme ihtimali
çok az. Belki servisler Robert Kolej
öğrencilerini Bingham’da bıraksa daha
iyi olabilir. Yürüme mesafesi uzayabilir,
ancak en azından soğukta yürümek
yerine okulun içinden yürüyebilmek gibi
bir şansları olur.
Robert Kolej öğrencilerinin kulağına
Köprü
çalınan bir diğer dedikodu ise
bilinmeyen bir aracın servislerin
arasında fark ettirmeden okulumuzun
sınırlarından içeri girdiği yönünde.
Söylentilere bakılırsa bunu fark
eden yetkililer ise güvenliği elden
bırakmayarak diğer kapının açılıp
servisler tarafından kullanılmaya
başlanmasını sağlamışlar. Hatta kapıda
polis arabası gördüğünü iddia eden
Robert Kolej öğrencileri bile var ama ne
kadar doğru bilemem, sonuçta bu da
yalnızca bir dedikodudan ibaret. Ancak
açık olan şu ki ikinci dedikodunun doğru
olma ihtimali birinciye kıyasla çok daha
yüksek.
Hâlâ tahmin yürütüyoruz
biz de. Acaba şu mu, bu mu diye. En
azından Robert Kolej öğrencilerinin bu
Mayıs 2013
Cansu
Bayraktar
değişiklikten haberi olsa, sabah serviste
“Ne oluyor?” havasına girmezlerdi.
Eğer gerçekten bir veli şikayet etmişse
nedenini bilmeleri gereksiz bir
hale gelirdi. Tabii eğer gizemli araç
doğruysa, bunu bilmek en doğal hakları.
Yürüdüklerine değdiğini bilmek iyi
hissettirir onları, en azından azimle
devam ederler yollarına. Yetkililerin
aklına bile gelmeyen bir çözüm bile
bulabilirler hele ki onlar hâlâ bir şey
bulamamış olurlarsa.
HABERLER
29
İkiz Kafası - Siyam İkizleri
Bu sayıya kadar hep ruh ikizi olarak
da nitelendirdiğimiz, tek yumurta
ikizlerinin hayatlarından ve tarihteki
yerlerinden bahsettik. Peki, iki
insan birbirine daha ne kadar yakın
olabilir? Olamaz dediyseniz, oldukça
yanıldığınızı söyleyebiliriz, çünkü
tarihte doğum sonrası hayatta
kalarak yaşamayı başaran pek azı söz
konusu olsa da siyam ikizlerini göz
ardı ederek bir cevap veriyorsunuz.
Peki neden çevremizde tek yumurta
ve çift yumurta ikizlerine oldukça sık
rastlanırken siyam ikizleri görmek çok
mümkün olmuyor? Bunun da tabii ki
basit bir tıbbi açıklaması bulunuyor.
Siyam ikizleri, tek yumurta ikizlerinin
bir türü olarak nitelendirilebilir. Fakat
normal bir vakada iki spermle döllenen
yumurta hücresi ikiye ayrılırken, bazı
durumlarda yumurta bölünmenin
herhangi bir safasında tam olarak
ayrılmayı başaramıyor ve sonucunda
yumurtanın gelişimi böyle devam ediyor.
Siyam ikizliği aslında oldukça
ender rastlanan bir durum, her iki
yüz bin doğumdan sadece birinde
rastlanırken, bu doğumların %60’ı ölü
bebek doğumuyla sonuçlanıyor. Bazı
durumlarda bebeklerin yaşama olasılığı
%35’ten, %5’e kadar düşebiliyor.
Siyam ikizleriyle ilgili ilginç başka
bir istatistikse ikizlerin %70’inin dişi
olması. Aslında erkek ikizlerin siyam
olma ihtimali daha yüksek fakat dişi
siyam ikizlerinin kurtulma ihtimali
erkeklerinin üç katı olduğundan daha
çok dişi ikizlere rastlanmakta.[1]
Siyam ikizleri, her ne kadar fazla
sayıda olmasa da bugüne kadar
tutulan kayıtlardan yola çıkılarak
yapılan bir sınıflandırmaya sahip. Bu
sınıflandırma, yapışık olan bölgenin
adı ve ardına eklenen ve latince yapışık
anlamına gelen “pagos” kelimesin de
eklenmesiyle yapılıyor. Bu sınıflandırma
iki farklı şekilde. Birincisi kafadan ya da
enseden olan birleşmeleri belirtmek için
kullanılıyor. İkinci türdeki birleşme ise en
çok görülen ve “Thoracopagus” olararak
adlandırılan gövdenin üst kısmının
yapışık olması ve kalbin iki farklı birey
tarafından paylaşılmasıdır. Bu sınıfa
dahil olan ve daha nadir olarak görülen
birleşmeler ise, orta ve alt gövdedeki
birleşimlerdir.En nadir görülen iki
birleşme ise parazitik ve “Fetus in Fetus”
birleşmeleridir. Parazitik birleşmede bir
ikiz diğerinden çok daha küçük yapılıdır
ve pek çok eyleminde büyük olana
bağımlıdır. Diğer birleşmede ise bir ikiz
genelde diğer ikizin içinde oluşmaya
başlar ve bu durumda bebeklerin
kurtulma ihtimali oldukça düşüktür.[2]
oldukları vücut bölümü esnekliklerine
Beste
el verdiğinden birçok akrobatik hareket
Şentürk
yapmaları mümkün olduğundan kısa
zamanda birçok insanın hayranlığını
Gözde
ve ilgisini topladılar. İkizlerden biri
Şentürk
1957 yılında, 63 yaşındayken, diğeri
ise 71 yaşında öldüğünden, halen
dünyanın en uzun süre yaşayan
siyam ikizleri olarak bilinmektedirler. olan çocuğu doğurması. İkizlerden biri
hastalanınca operasyonla ayrılmak
Bir başka ünlü siyam ikizleri ise istemişler fakat omurgaları birçok
Peki, kendilerinin kontrolü bile olmadığı Çek Cumhuriyeti’nde, 1878 yılında omurdan birleşik olduğundan bu
mümkün olmamış ve ikisinin hayatı da
aynı gün son bulmuş. Bu da aslında iki
farklı kişinin yaşamlarının ne ölçüde
iç içe olduğunun gerçek bir örneği.
Söz konusu siyam ikizleri olduğunda
birçok ilginç hikâye ortaya çıkarmak
mümkün. Bu hikâyelerden bazıları
köle olarak doğan ve efendileri
tarafından durmadan satılarak, hiç bir
çıkarları olmaksızın şov dünyasında
çalıştırılan McKoy ikizlerininki kadar
trajik ve bazıları da şov dünyasına
henüz bir aylıkken atılarak yürümeyi
dahi öğrenemeyen ve bir şovları
esnasında Mark Twain tarafından
görülüp, “Olağandışı İkizler” öyküsüne
konu olan Tocci ikizleri kadar ünlü.
Fakat değişmeyen tek bir şey var ki
o da bu hikâyelerin hiçbirine konu
olmayan, siyam ikizlerinin normal
hayata uyum sağlamakta – ki hepsi
onları şov dünyasına kazandırarak
para kazanmaya çalışan ebeveynlere
sahipken çok da kolay olmasa
gerek – yaşadıkları zorluklar. [3]
Kaynak: http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/e/e8/
Tocci_Berlin_Boll.gif
bu koşullar içinde doğan ikizlerin sosyal
hayatlarının da bundan etkilenmemesi
mümkün müdür? 1900’lerin eğlence
anlayışı, şimdiki eğlence anlayışından
çok daha farklıydı. Yani, eğer 1800’lerin
sonunda veya 1900’lerin başlarında
bir siyam ikizi olarak doğsaydınız,
bir gecede büyük bir üne kavuşabilir,
hatta hayatınız boyunca Kore, Japonya,
Hindistan ve hatta Avusturalya gibi
ülkelere seyahatte geçebilirdi. Çinli
bir ailenin siyam ikizleri Liou SengSen ve Liou Tang-Sen’in hayatları
da başta Amerika’daki Barnum sirki
olmak üzere dünyanın bir çok yerine
yaptıkları seyahatlerde geçti. Yapışık
Mayıs 2013
doğmuş olan Rosa and Josefa Blazek
ikizleri. Onları farklı kılan, sadece %5
olan yaşama ihtimallerini aşarak,
bir de doğduktan sonra batıl inançlı
olan anne ve babalarının onları sekiz
gün hiçbir yemekle beslememesi
sonucunda bile hayata sıkı sıkıya
tutunmaları. Sonrasında ikizlerinin
onlar için bir “lütuf” olduğunu anlayan
ailesi, ikizlere keman dersleri aldırmaya
başlamış ve ikizler keman resitalleri
vermek için Amerika’ya bile gitmişler.
Sonrasında daha şaşırtıcı olan şey
ise ikizlerden Rosa’nın birinci dünya
savaşına katılıp bir daha kendisinden
haber alınamayan sevgilisi Franz’dan
Köprü
Kaynakça:
1.
Genz, Debbie. “Facts and Figures about
Twins.” Facts and Figures about Twins.
N.p., 1999-2009. Web. 03 Mar. 2013.
2.
Mumcu, Alper Dr. “Siyam İkizleri.”
Mumcu.com. N.p., n.d. Web. 03 Mar.
2013.
3.
Preuss, Simone. “7 Most Incredible
Siamese Twins in History.” 7 Most
Incredible Siamese Twins in History.
N.p., n.d. Web. 03 Mar. 2013.
HABERLER
30
Burçlar Köşesi
Oğlak : 22 Aralık - 21
Ocak
Her şeyi kontrol
altında tutma arzunuz
seçimlerinize yön
veriyor. Günlük hayatta yaşadığınız her
şeyi kafanıza takıyor ve nedensiz yere
strese yöneliyorsunuz. Kafanızı boşaltıp
seçimlerinizi etki altında kalmadan
yapmalısınız. Çabuk sıkılan birisiniz ve
bu ay değişimler sizi bekliyor. Kendinizi
yeni fikirlere açık tutmalı ve elinize
geçen fırsatları değerlendirmelisiniz.
Sizin için bu ayın şarkısı Avril Lavigne’
den “Girlfriend”.
Akrep : 23 Ekim - 21
Kasım
Zorlu bir dönemden
geçiyorsunuz ve
vermeniz gereken
ciddi kararlar var. Kendinizi dinlemeli
ve sizin için neyin en iyi olduğunu
düşünüyorsanız onu seçmelisiniz.
İçgüdüleriniz sizi yönlendirecek ve
hayatınıza yön vermenize yardımcı
olacak. Şarkınız ise Kelly Clarkson’dan
“Stronger”.
Boğa : 21 Nisan - 21
Mayıs
Bu ay aşk hayatınızda
beklenmedik gelişmeler
yaşanabilir. Sizi, sosyal
ortamlarda rol alacağınız ve ilişkilerinizi
düzene koyacağınız bir ay bekliyor.
Karşınıza çıkan ufak tefek sorunların sizi
yıldırmasına izin vermeyin ve resmin bir
bölümü yerine tamamına odaklanmaya
çalışın. Bu ay sizi en iyi anlatan şarkı
Edd Sheeran’dan “Give Me Love”.
İkizler : 22 Mayıs - 22
Haziran
Son zamanlarda
yaşadığınız olumlu
gelişmeler bu ay da
devam edecek. Eski bir arkadaşınızla
iletişime geçebilir ve bu sayede o
zamanlar dikkat etmediğiniz şeylerin
farkına varabilirsiniz. Her şey yolunda
giderken pozitif yaklaşımınızı koruyup,
hemen umutsuzluğa kapılmamalısınız.
Unutmayın, çözüm her zaman
sizin içinizdedir. Bu ay şarkınız Foo
Fighters’tan “Resolve”.
Yengeç : 23 Haziran 22 Temmuz
Her olayın sonucunu
kendinize bağlıyor
ve etrafınızda
yaşanan her kötü olay için kendinizi
suçluyorsunuz. Son zamanlarda
yaşadığınız şeyler sizi biraz sarsmış
olabilir ama duygularınızı bir kenara
koyup biraz düşünmeye ve kendinize
zaman ayırmaya ihtiyacınız var.
Bu ay sizin için kendi sorunlarınıza
yöneleceğiniz ve aşk hayatınızı ikinci
planda bırakacağınız bir ay olacak.
Coldplay’den “Fix You” bu ay sizin
şarkınız olacak.
Aslan : 23 Temmuz - 22
Ağustos
Her ortamda fark
ediliyorsunuz ve her
daim etrafınızda sizi
seven insanlar oluyor. Kendi içinize
kapanıp yalnız kalmak sizin için bir
çözüm değil. Sorunlarınızı ailenizle
ve arkadaşlarınızla paylaşıp, onların
fikirlerini almak sizin için daha iyi
sonuçlanabilir, unutmayın onlar daima
sizin yanınızda olacaktır. Bu ay aile
yaşamınızda sizi sevindirecek küçük
gelişmeler yaşamaya hazırlıklı olun.
Bu ayki şarkınız Bruno Mars’tan “Count
on Me”.
Başak : 23 Ağustos - 22 Eylül
Maceralara atılmak ve beklenmeyen
şeyleri yapmak tam
size göre. Kendinize
olan güveniniz ve
tecrübeniz size
doğru kararlar
vermekte yardımcı oluyor. Bu ay
yeni biriyle tanışabilir ve kendinizi
ona hiç ummadığınız bir biçimde
bağlanmış bulabilirsiniz. Önünüzde
sizi arkadaşlarınızla yaşadığınız bir
takım anlaşmazlıkların da çözüleceği,
çok güzel bir ay bekliyor. Shakira’dan
“Addicted To You” bu ay tam size göre.
Terazi : 23 Eylül - 22
Ekim
Son zamanlarda
geçirdiğiniz sancılı
dönem akademik
alanda elde edeceğiniz bir başarı ile
sona erecek. Bunun içinse tek yapmanız
gereken içinde bulunduğunuz depresif
durumdan sıyrılmak ve yeniden
kendiniz olmaya geri dönmek. Sizin için
başarının anahtarı kendiniz olmaktan
geçiyor. Bu ay sizin için çok “Young the
Giant - Cough Syrup”.
Akrep : 23 Ekim - 21
Kasım
Romantik ve
duygusal yanınız
canınızı çok yakmış
ama dikkat etmelisiniz çünkü bu
durum değişmek üzere. Bu ay bir
arkadaşınızla yakınlaşabilir ve daha
önceden yaşadığınız fırtınalı aşkın
ardından sonunda dinlenme şansını
yakalayabilirsiniz. 30 Seconds To
Mars’tan “The Kill” bu ay sizi anlatıyor.
Yay : 22 Kasım - 21
Aralık
Sizin için ‘arkadaşlık
eşittir güven’
demek ama dikkatli
olmalısınız. Size arkadaş gibi yaklaşan
Ceren Tezcan
birinden hiç beklemediğiniz bir anda
darbe alabilirsiniz. Hayatta düşmenizi
isteyenler her zaman olacaktır ama siz
bu durumdan en az hasarla kurtulmak
için etrafınızdakileri çok dikkatli
seçmeli ve herkese güvenmemelisiniz.
Bu ay sanki sizin için çok “Rihanna Take A Bow”.
Kova : 22 Ocak - 19
Şubat
Son zamanlarda
beklemediğiniz
insanlarla sizi üzecek
olaylar yaşadınız. Hayatınızda her
şey kötü gidiyor gibi görünse de
umudunuzu yitirmemeli ve hedefinize
ulaşmak için çalışmaya devam
etmelisiniz. Bu ay beklemediğiniz
birinden gelecek bir mesaj sizin için
yeni başlangıçların simgesi olabilir.
Unutmayın ki her fırtınanın ardından
elbet gökkuşağı çıkar. Bu ay “Birdy Skinny Love” tam size göre.
Balık : 20 Şubat - 20
Mart
Bu ay size yenilik ve
değişim getirecek.
Kendinizde ve
ilişkinizdeki kusurları bulma fırsatını
yakalayıp onları düzeltme şansı
yakalayabilirsiniz. Bunun için yapmanız
gereken tek şey olaylara farklı bir
açılardan bakmayı denemek. Olayların
daha önceden fark edemediğiniz
yanları sizi şaşırtabilir. Muse’un
“Feeling Good” şarkısı bu ay size çok iyi
gelecek.
Greti Barokas’a burç resimleri için
teşekkür ediyoruz.
XXVII. LISE LIVE’DA EMEĞİ GEÇEN
HERKESE TEŞEKKÜR EDERİZ.
Köprü
Mayıs 2013
MEMLEKETTEN
31
Türkiye’nin Burnu Sinop
Eğer şehrinizin sadece bir girişçıkışı bulunuyorsa, getirmek ve
götürmek filleri sizin için aynı
eylemi temsil ediyorsa, şehrinizde
bir sinema yoksa, köprü trafiğini
aratmayacak bir trafiği olsa bile
şehrinizde bir tane bile trafik lambası
yoksa ve buna rağmen Türkiye’de
emniyet kemeri takma oranının en
fazla olduğu şehirde yaşıyorsanız
tebrikler, siz de bir Sinoplu’sunuz!
Yağmurlu ve abartılı derecede yeşil olan
bir Karadeniz şehrinden çok, sıcak ve
hareketli yapısıyla daha çok Ege’deki bir
sahil kasabasını andıran Sinop, Sinop
yarımadasının güneye bakan sahilleri
üzerine kurulmuş, Karadeniz’de
güneye bakan tek şehirdir. Bu yüzden
kuzeyden gelen hırçın Karadeniz
rüzgârlarından coğrafyası sayesinde
korunan Sinop doğal limanı, tarih
boyunca bütün büyük imparatorluklar
tarafından ele geçirilmeye çalışılmıştır.
Sanırım bu yüzden “Karadeniz’in İncisi”
lakabını sonuna kadar hak ediyor.
Sıkıcı fakat bir o kadar da eşsiz olan
tarihinden söz etmek gerekirse:
Anadolu’da kurulan en eski şehirlerden
biri olan Sinop’a ilk yerleşim MÖ 3000
yıllarına kadar dayanır. “Gölge etme
başka ihsan istemem.” sözüyle tanınan
ünlü filozof Diyojen de aslında Sinop
doğumludur. Kurulduğu günden beri
Karadeniz’in en önemli limanı olma
özelliğini koruyan Sinop, Osmanlı
döneminde şehre yapılan cezaevi
yüzünden zamanla bir hapishane
şehrine dönüşmüştür. Uzun yıllar
hapishanede yatan şair Sabahattin
Ali’de “Hapishane Şarkısı” şiirlerini
Sinop Hapishanesinde yazmıştır. Bu
Sinop
Orhun
Tezel
Sinop
hapishaneyi bu kadar özel kılan
ve Anadolu’nun Alkatraz’ı olarak
anılmasının sebebi hapishane olarak
kullanılmaya başlandığı 1568 yılından
beri kayıtlara göre sadece bir mahkûmun
oradan kaçabilmiş olmasıdır. Ve bu kaçış
hikâyesi de zaten böyle bir hapishaneye
yaraşır niteliktedir: Mahkûm belirli
bir süre sonra idam edilmek üzere
hapishaneye getirilmeden önce
ayakkabı tabanlığının içine bir kıl
testere iliştirir ve o zamanlar metal
dedektörü olmadığından onu kolayca
içeri sokar. Daha sonra sabırlı bir
şekilde her gün zindanının demir
parmaklıklarını azar azar keser.
Gardiyanlar bu kesimleri görmesin
diye de kesikleri kendisine öğün olarak
verilen ekmek ve suyu bulamaç haline
getirerek kapatır. Haftalar sonra
artık parmaklıkları çıkabileceği kadar
genişlettikten sonra gece
vakti kaçar. Ancak asıl
büyük engel hücreden
değil, şehir surlarıyla
birleşik olarak yapılmış
olan bu kaleden kaçmaktır.
Bunun için kalenin dik
duvarlarına iki duvarın
kesiştiği köşeden tırmanır
ve kendini denize atar.
Kilometrelerce yüzdükten
sonra bir köye varır ama
çok geçmeden jandarma
tarafından
bulunur.
Ancak bulunduğu gün
yaptığı suçun idamla
cezalandırılmayacağına
Mayıs 2013
dair bir yasa çıkar ve kendisi o gün
hapishanede
bulunmadığından
yasadan faydalanır ve idamdan
kurtulmuş olur. Bu da Evliya
Çelebi’nin
Seyahatnamesi’nde
dediklerini doğrulayacak niteliktedir:
“Büyük ve korkunç bir kaledir. 300
demir kapısı, dev gibi gardiyanları,
kolları demir parmaklıklara bağlı
ve her birinin bıyığından 10 adam
asılır nice azılı mahkûmları vardır.
Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi
dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm
kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”
Osmanlı-Rus Savaşlarında Ruslar
tarafından bombalanan Sinop’un
önemli yerleri yanmış ve bu da zamanla
nüfus kaybetmesine sebep olmuştur.
Mübadeleden önce her Karadeniz
şehrinde olduğu gibi Sinop’un da
nüfusunun büyük bir kısmını Rumlar
oluştururmuş. Rus baskınları sırasında
merkezden uzaklaşarak köylere yerleşen
diğer azınlıkların (Ermeniler, Yahudiler
ve özellikle de Gürcüler) aksine, şehrin
büyük surları dışında yaşayan Rumlar
zeytincilikle uğraşırlarmış! Evet, bu
doğru… Bir Karadeniz şehrinde
zeytinin doğal bitki örtüsü olması
pek alışılagelmiş bir şey olmasa da
bundan yıllar önce yarımada üzerinde
yetiştirilebilen sayılı bitkilerden
biriymiş zeytin. Yarımadanın güney
yamaçları yıl boyunca güneyli rüzgârlar
aldığından, yıl boyunca ılık kalan bu
bölge, Akdeniz bitkilerinin yetişmesi
için ideal ortamı hazırlar. Her ne kadar
modern dünyada zeytin medeniyetin
Köprü
sembollerinden biri olarak görülse de
özellikle Rum nüfusun şehri terkinden
sonra zeytinliklerin yok edilişi hızlanmış
ve günümüzde sokak aralarında birkaç
zeytin ağacından ve şehrin en eski
sokaklarından “Zeytinlik Yolu’ndan”
başka geriye bir şey bırakmamıştır…
Dünya medeniyetlerini incelediğimizde
iklimin kültür ve dil üzerinde büyük bir
etkisi olduğunu görürüz. Daha önce de
bahsettiğim gibi çevresindeki iller olan
Samsun, Kastamonu ve Çorum’dan
iklimsel anlamda farklılıklar gösteren
Sinop, alışılagelmişin dışında kültürel
bir yapıya sahiptir. Haliyle şivesi de
oldukça farklı, hatta açıkçası “komiktir”.
Gazeteye ses kaydı koyamayacağım
için, elimden geldiğince size Sinop
ağzını
tanıtmaya
çalışacağım.
Mesela, kelimenin sonundaki sesli
harfler uzatılır; hatta bu yetmezmiş
gibi kelimelerin sonuna bazı ekler
getirilir. Örneğin “herhalde” kelimesi
yerine “herhağldeysekine”, “hava”
yerine “havağ”, “işte o anda” yerine
“işte o ancuazda”, “olmuş” yerine
“olurmuştur” denir Sinop’ta. Bunların
yanında bazı kelimelerse tamamen
anlamları dışında kullanılır. Örneğin
“güzel” yerine “yakışıklı”(Örnek: Eteğin
seni çok yakışıklı göstermiş Ayşe),
“getirmek” yerine “götürmek”(Örnek:
Çantam yanımda değil, çünkü evden
götürmeyi unuttum) denir. Sinop’ta
gün içerisinde en çok duyacağınız
kelimeyse şüphesiz: “Napiğin”dir
ki bu da “ne yapıyorsun” demek…
Daha fazlası için bakınız: “Hortumu
Anlatan Sinoplu Hacile Teyze” (video)
Her şeyin alışılagelmişin dışında olduğu
bu küçük yarımada sahil kasabasının
yemekleri de bir hayli değişiktir.
Sinop mantısı olarak duyacağınız bu
mantının şekli Kayseri mantısının
kaşıkla yenecek kadar küçük bohçaları
andıran mantısından farklıdır. Çatalla
yenecek kadar büyük ve geniş bir
kovboy şapkasını andıran Sinop
mantısı, üzerine bolca tereyağı ve ceviz
dökülerek yenir. Ulaşımı her ne kadar
zor da olsa, bir gün yolunuz düşer
de mantı yemek isterseniz, tereyağı
bol olsun demeyi unutmayın…
32
MEMLEKETTEN
HABERLER
Bursalı Robertlilerin Vazgeçilmezi: Feribot
Her hafta sonunun dört saatinden
fazlasını
Bursa-İstanbul
arasında
geçiren biri olarak, feribotlar hakkında
bilmem gerekenden fazlasını öğrendim
diyebilirim. Her hafta hep beraber
oturduğumuz masa, yediğimiz sayısız
cips ve çikolatalar, karşılaştığımız ilginç
tipler, masaj koltuğundaki teyzelerin
surat ifadeleri ve bizi V.I.P. koltuklara
alan müdür artık hayatımın bir parçası.
Sürekli feribot kullanmayanların hemen
bitmesini istediği, bir buçuk saat olduğu
iddia edilen ama genelde en az iki
saat süren bu yolculuklarda hayatımda
görmediğim manzaralara tanık oldum.
Halkın her kesiminden insanın yaklaşık iki
saat boyunca aynı ortamda bulunmasının
sonucunda çıkan gariplikler... Çoğu kimse
bu yolculuğu uyuyarak, müzik dinleyerek
ya da kitap okuyarak geride bırakıyor.
Onlar şanslı olanlar aslında, çünkü bizim
gibiler için işler biraz daha farklı işliyor.
Tokat atan bebeklerden tutun, bize
iPad’ini uzatıp “Madem Robertlisiniz şu
zeka oyununda benim geçtiğim seviyeleri
atlayın bakalım.” diyen amcalara kadar
her çeşit insanla etkileşime geçiyorsunuz.
Anlayacağınız gibi kitabınızı kapatıp
kulaklığı çıkardığınız anda bambaşka bir
yerde buluyorsunuz kendinizi. Dört kişilik
koltuğa dokuz kişi, değişik kombinasyonlar
deneyerek daha önce hiç bulunmadığımız
şekillerde oturmayı öğrendik. O sıkışık
pozisyonda etrafı gözlemeyi ve bize zeka
seviyemiz düşükmüşçesine davranan
feribot görevlilerini atlatmayı öğrendik.
Özellikle her cuma Bursa’ya dönüşümüz
sırasında
karşılaştığımız,
bizde
unutamadığımız
ama
unutmayı
dilediğimiz anılar bırakan amcalara
değinmeden geçemeyeceğim. Gerek
“Bugün Cuma kızım ikram reddedilmez.”
diyerek bize zorla‘gazoz’içirmeleri, gerekse
aralarından geçerken bizi bakışlarıyla
öldüren, feribotla bütünleşmiş amcalar...
Siz böyle anlattığıma bakmayın. Biz her
ne kadar aramızda gülerek bahsetsek
de bu durumların bize oldukça sıkıntılı
anlar yaşattığını da inkar edemeyiz. Bir
keresinde bize yönlendirilen bakışlardan
rahatsızlığımız o dereceye ulaşmıştı
ki masadan kaçıp farklı bir masada
oturan arkadaşımın masasının altına
girmiştim. Neyse ki olay arkadaşlarımın
yalvar yakar beni masanın altından alıp
yerime oturtmasıyla tatlıya bağlanmıştı.
Tabii bu esnada arkadaşımın yanında
oturan adamın yakınışlarını duymamak
elde değildi, “Evladım... Tövbe tövbe.
Ne yapıyor bu kız?” Neyse ki feribottaki
tüm bu kargaşadan ve yoğunluktan
kaçabileceğimiz bir yerimiz var: Çocuk
oyun odası. 2-5 yaş arası çocuklar etrafta
deli danalar gibi koşuşturup ağlarken biz
de dokuz liseli olarak bir köşeye otururuz.
Oraya kısaca çocuk bezi ve mama kokan
sığınak diyebiliriz. Tabii şiddete eğilimli
küçük çocuklar gelip size tokat atıp
saçınızı çekmediği sürece. Bunların da
ihtimaller dahilinde olduğunu bilmekte
fayda var tabii oraya adım atmadan önce.
Yapılacaklar listesi tamamlanmış, tüm
abur cuburlar tüketilmiş ve çocuk oyun
odası da artık yetersiz kalıyorsa başka bir
çözümümüz her zaman vardır: merdiven
altı. Böyle merdiven altı deyince yanlış
izlenimlere kapılmayın, bizim merdiven
altı olarak adlandırdığımız yer V.I.P.’ye
çıkış merdivenin altında bulunan ve
basamak altlarına yapıştırılmış sakızları
görmemize imkan sağlayan çok amaçlı
kullanılabilir, elverişli oturma alanı. Bu
alan gerek pazar gecesi ödevleri, gerek
yatılı dedikodusu gerekse merdivenden
çıkan insanları izleyip eğlenmek için
kullanılmaya oldukça müsaittir. Bir
keresinde bizi çok seven feribot görevlisi,
merdiven altından izlediğimiz ve ara
sıra yolcularıyla bakıştığımız, koltukları
bir parça daha geniş olan yukarı kata
çıkardı. Final haftasının stresi hepimizi
sarmıştı ve biz de daha sakin olan üst
kata geçmeyi kabul etmiştik. Tam yerleşip
eşyalarımızı koymuştuk ki yandaki
Ceren Tezcan
ailenin bakışlarını üzerimizde hissettik.
Bunu feribot görevlisi de hissetmiş
olacak ki onlara dönüp “Yazık yazık,
sınavları vardı ben de yukarı çıkardım.”
dedi. O an yaşadığımız şoku atlatınca
geriye sadece kırılmış onurumuz ve daha
çalışacak çok konumuz olduğunu fark
ettik. Her Robertlinin yapacağını yaptık:
TI’ları çıkarıp çalışmaya devam ettik.
Böyle anlatınca mümkün olduğunca uzak
durmanız gereken bir yer gibi gözüken
feribot bizim en eğlenceli anlarımızın
çoğuna ev sahipliği yapmış bir mekan
aslında. Bizi kimi zaman Anadolu
yakasında oturanların akşamları evlerine
dönmelerinden bile hızlı bir şekilde evimize
götüren ve birlikte zaman geçirmemize
imkan sağlayan bir mekan... Her hafta
geçirdiğimiz bu yolculuklar ve onca
trajikomik olay bizi birbirimize daha da sıkı
bağladı. Eğer Bursa grubu olarak bu kadar
yakınsak, sebeplerden en önemlisi her
hafta beraber geçirdiğimiz bu dört saattir.
Kapalı Pencerelerin Ardından Karşılamak Baharı
bir dünya! Ama olsun canım, artık Kocaman odalarımızda her gün at
sabah akşam “açılabilir pencere”nin ne koşturduğumuzdan, olur da bir gün
kadar önemli bir icat olduğuna kanaat pencereden uçuveririz diye önlem almak
getiriyoruz, önemli olan da bu değil mi istemişler sadece. Malum, zamanında
alınmamış tedbirlerden
zaten? Demek ki bir bildikleri
ötürü kimsenin canı
varmış da pencerelere
kilit takmışlar. Hepimiz
yansın istenmez. Hem
atın boyunu da hesaba
nasıl da adam olduk.
Bize sunulan nimetlerin
katmış olacaklar ki
sadece alt pencerelere
Bir şeyin değerini onu kaybedince değerini bilmemenin ne
takmışlar kilidi, üst
anlarmışsın ya; yurt insanına da “açılabilir ayıp olduğunu nasıl da
pencereleri sonuna dek
pencere” kavramının kıymetini aşılamak öğrendik. Mesela ben artık
açma özgürlüğümüz
düşüncesiyle olacak, bir güzel sistem “kullanılabilir” prizlerimiz
var. Yalnız, atın boyunu
kurmuşlar ki en fazla bir karış açılabiliyor olduğu için şükreder
hesaba
katarken
pencerelerimiz. Haksız da sayılmazlar hâle geldim. Ya onların
bizlerin
boyunu
yani, yeni nesil ileri teknolojiye alışık. Biri da değerini anlamamız
hesaba
katmayı
çıkıp da “Ne iyi etmişler de şu defibrilatörü için –evet, kesinlikle * pencere kilidi
bulmuşlar!” bile demiyorken açılabilir değerini anlamamız için, yoksa koca unutmuşlar herhalde. Hani ben kısayım
pencere sistemini kuran insanı takdir adamlar priz kullanmayı bilmez de diye demiyorum ama ben hâlâ boyu üst
etmek kimin aklına gelirdi? Bunu düşünen maazallah çarpılırlar gibi saçma sapan pencereye yetişen birini görmedim bizim
yetkililer sağ olsunlar öyle yaratıcı bir bir düşünceyle değil- “kullanılabilemez” yurtta. Her gün nefes alacağız diye şebek
çözüm bulmuşlar ki “açılabilemez” priz
sistemini
geliştirselerdi? oluyoruz resmen. Oraya buraya tırmanarak
zorlu bir yol katettikten sonra ancak
pencere sistemini kurmuşlar, bize de
Şaka bir yana, gelelim şu pencere kilidi* açabiliyoruz üst pencereyi. Şimdi sorarım
sadece bildiğimiz klasik “pencere”
kavramının önüne “açılabilir” sıfatını olayının altında yatan temel sebebe. size, her zamanki gibi odamızın içinde ata
eklemek düşmüş. Evet, “açılabilemez”… Dedim ya, hiçbir art niyet yok, her şey binmiş tepinirken alt pencereden uçuşa
Ne böyle bir sözcük var ne de böyle bizim iyiliğimizi düşündüklerinden… geçmek mi yoksa üst pencereyi açmak
“Seeennn hiiiç gördün mü üüüç kulaklı
bir adam?” Üç kulaklı adamı bir kenara
bırak da sor bakalım Robert’e bahar
gelmiş, ben baharı gördüm mü? Açıp da
pencereleri sonuna kadar mor salkım
kokusunu soludum mu? Sor da söyleyeyim
sana: “Sonuna kadar açılan pencerelerim
vardı da ben mi açmadım Allah aşkına?”
Köprü
Mayıs 2013
Şerna Viyan
Petekkaya
için maymunluk ederken hiç beklenmedik
bir anda inişe geçmek mi daha olası?
Yok arkadaş yok, yurtta baharın hiç tadı yok!
“Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.”
demiş ya Orhan Veli, vallahi
de esirlik bedava. Önemli olan
pencereden
düşmememiz,
nefes
alamayışımız
kimin
umurunda?
OKULDAN
33
Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu
Yirmi dakikalık teneffüs
gibi başlamasıyla bitmesi bir olan
tatilin etkisini üzerinden atamamış;
koridorlarda, Gould 400’de unutulan
hırkalar gibi boş boş dolanan Robert Kolej
öğrencileri; bu “tatil sonrası” evrelerinde
biraz türlerinin özelliklerine ihanet
ederler. “Gözlem yapmak için en uygun
dönemleridir” denebilir. Tek kelimeyle
‘mayışmış’tırlar. İleride okuyacakları,
çözecekleri, yazacakları milyarlarca kağıt
ve soru olduğu gerçeğini barındıran
bilinçleri, onları korumak için belirli
aralıklarla kendini kapatır. Robert Kolej
öğrencileri de boş derslerinde (tabii boş
dersi olacak kadar şanslı olanı varsa)
maç izleyen bir insan paniğiyle ödev
yapmayı akıl edemez. Bahçelerde,
bağlarda, Robert Kolej’in çayırlarında
“Aklımda bu derste yapacağım bir şey
vardı” diyerek ve onu hiç hatırlamayarak
ve hatırlasa bile hatırlayamıyormuş gibi
yaparak dolanırlar. Kantinde Pitos yer,
kütüphanede dizi izler, ‘dolaplarda’ gelen
geçenle muhabbet ederler. Havalar
ısınırken yükselen vücut sıcaklıklarına,
incelen kıyafetlere ve ayaklardan çıkan
4x4 Hunter çizmelere Robert Kolejlilerin
tepkisi budur. Toms, Keds zamanı
gelmiştir Robert Kolej sülalesine. Giderek
kısalan eteklerin giyilme oranları
da arttıkça artar. Daha fazla
insan tiyatroya kalır, topluma
hizmet projelerinin kek ve börek
satışları patlar. Ne var ki sıcak
hava, uzun saçların enseden toz
olması için hiçbir zaman geçerli
bir mazeret olamayacaktır.
İnsanoğlunun
“Geldi bahar ayları, gevşedi
gönül yayları” deyimi (bkz.
İnsanoğlu Sözlüğü, Baskı 1003)
Robert Kolej’in bu dönemini
anlatmak için kullanılabilecek
en yerinde deyim olmalı. Zira
gelen bahar aylarının etkisiyle, karda
kayıp ayağını kıran, asansörün her
açılışında değnekleriyle tıpış tıpış
yürümeye çalışan çok sevgili arkadaşlar
yerlerini futbol oynarken kendini yere
atıp bacağını kıran ve her asansör
açılışında kramponları yerine alçılarıyla
yoluna devam eden arkadaşlara
bırakırlar. Gevşeyen gönül yaylarının
etkisiyle de bir ayrılıp bir barışan çiftler
yüzünden “dönemdeki çift” sayısı bir
tek haneli, bir çift haneli sayı olur.
Robertçe de ısınan havadan
nasibini alır. “Library’de sleep mode
hani!” yerini “Lunch break’de Harlem
Pınarnaz
Eren
Shake yani!”ye bırakır. Robert
Kolej sülalesinin ısınan havalardan
etkilenmeyen en önemli özelliğidir
herhalde sabahları anlaşılmayan
sözcükler. Onlar öyle sözcüklerdir
ki esnemekte olan bir Robert Kolej
bireyi, alt çenesi ve üst çenesi arasında
yetmiş derecelik açı varken içine
çektiği hava ses tellerini titreştirir
ve sözcüklere dişler değil de dil şekil
verir. Ortaya çıkan “Vuoooohaaaa”dır,
ancak diğer Robert Kolej bireyi bunun
“Günaydın!” olduğunu hemen anlar.
O da aynı şekilde cevap verir. (bkz.
Robertçe Sözlük, “Esnerken” Bölümü)
Havaların ısınmaya başladığı
bu dönemde hafta sonları da bir
garipleşir Robert Kolej’de. Ödev, proje,
kurs gibi nice hastalıklarla can çekişen
Robert Kolej’e güneş girince doktor da
az girer duruma gelir. Hafta sonları,
insanların arasına karışan Robert
Kolejli sayısı artar. Eğer iyi birer insan
olursanız siz de Robert Kolejlileri
bir gün sinemada görebilirsiniz.
Robert Kolej öğretmenleri,
öğrencilerin bu geçiş dönemine,
tatil dönüşüne, havaların ısınışına
alışamadığını görürler ve bir an önce eski
düzene dönebilmek için “Mastering”leri
çifter çifter verirler. Robert Kolejlilerin
bu dönemde yaptıkları ve yapacakları
hatalar, final döneminde “100” almak
için çalışırken onları isteklendirecektir.
Umarız Robert Kolejliler ışınlanabilme,
aynı anda sekiz kitap okuyabilme ve beş
dakikada “essay” yazabilme yeteneklerini
en kısa zamanda uyandırabilirler.
Okulumuzun Sembollerinden Biri Kediler
Hazırlık yılının başında
bu kampüse ilk geldiğimizde bizi
sıcaklıklarıyla karşılayan ilk canlılar
kedilerdi. En başta, okulun korkutucu
merdivenlerini çıkarken dışarıda bize
gülümseyen bu sevimli hayvanlar
hepimizin içini ısıtmıştı. Bu yabancı
duvarların, bitmek bilmeyen yolların
arasında bize yol gösterici olmuşlardı.
Gecesi olsun gündüzü olsun her zaman
her işimiz düştüğünde yanımızdalardı.
Bir okulda bu kadar fazla kedinin olması
sıradışı gelse de bizi okula alıştıran
en büyük etkenlerden biriydi bu cana
yakın hayvanlar. “Robert Ruhu”nun
büyük bir parçasını oluşturan kedileri
7’den 70’e herkes zamanla benimsedi.
Öyle ki Mr. Welch’in ofisine giderken
yolda birkaç tanesini görmemenin
uğursuzluk getirdiğini veya sabahları
okula girerken rengi pembeye çalan
ve sadece bazı günler ortaya çıkan
o kediyi görünce gününün daha
güzel geçeceğini düşünenler bile var.
Kediler, uzun yıllardan
beri
okulumuzda
konakladıkları
için okulumuzun sembollerinden
biri olmuş, Robert tarihine pati
izlerini bırakmışlardır. Hatta onlar,
okulumuz için o kadar büyük bir
önem kazanmışlardır ki; yaklaşık beş
yıl önce aşılanmaları ve bakımları
için Topluma Hizmet Projeleri (THP)
satışlarıyla benzerlik gösteren satışlar
yapılmıştır. Bu satışlardan elde edilen
bütün gelirler kampüsümüzde yaşayan
kedilerin iyiliği için kullanılmıştır.
Böylece, kampüste barınan bütün
şirin dostlarımız sağlıklı ve herkes için
güvenli hale getirilerek okuldaki düzene
ayak uydurmaları sağlanmıştır. Yıllar
boyunca, veliler ve eski mezunlar Robert
Kolej’deki kediseverliği görmüşlerdir.
Bu izlenim ile kendilerini yegâne
kedilerinin bu kampüste daha iyi bir
hayat yaşayacaklarına inandırmışlardır.
Bunun sonucu olarak bu bireylerden
bazıları sempatik dostlarını bu doğal
ortama bırakmışlardır. Gün geçtikçe
bu
arkadaşcanlısı
dostlarımızın
Mayıs 2013
sayıları çoğalmış ve “Mart” aylarında
yoğun nüfus artışı gözlemlenmiştir.
Bazı kediler Robert’te ün
salmışlardır. Bunlardan en bilineni
tartışmasız “Caroline”dır. Caroline,
siyah ve kabarık tüyleriyle bulunduğu
ortamda bütün dikkati kendi üzerine
çeker. Bazen hırçınlaşıp insanlara saldırsa
da yemeklerine göz dikse de bütün okul
camiası onu sever. Muhtaç olduğu ilgiyi
ve şevkati esirgemez. Aynı ilgiye Feyyaz
Berker’in arka tarafında ve servis alanında
yaşayan kedi de muhtaç; ama kimse ona
ilgi göstermiyor hatta onu tanımıyor
bile. Oysa ki boynundaki beyazlıkla
saflığı, pofuduk tüyleriyle sevecenliği,
kocaman kuyruğuyla korkusuzluğu
simgeleyen bu kedi aslında tam bir
tekir. Ancak Feyyaz Berker’in arkasında
yaşayan dostumuz da yalnız değil, bu
tekir tiplemesine uyan birçok arkadaşı
da okul kampüsümüzde barınmakta.
Öyle ya da böyle, bu can
dostlarımız bugüne kadar kampüste
hayatlarını sürdürmeyi başardılar.
Köprü
Mert
Düşünceli
Şule
Kahraman
Her ne kadar kimi öğrenciler için
okulu zorlu kılan etkenlerden biri
olsalar da o öğrenciler bile “kedisiz bir
Robert” düşünemediklerini belirttiler.
Fark ettiniz mi bilmiyoruz ama son
zamanlarda okul yaşantımızda büyük
bir paya sahip olan biricik kedilerimizi
göremez olduk. Acaba nereye gitmiş
olabilirler? “Mart” ayı olduğu için mi
artık onları göremiyoruz? Yoksa bizden
mi sıkıldılar? Okulumuzun sembolü olan
dostlarmız için endişelenmeli miyiz?
Siz kedisiz bir Robert düşünebiliyor
musunuz?
Biz
düşünemiyoruz!
SPOR
34
Kız Voleybol Takımımız
Bir okul gazetesinde spor yazarı
olmak sadece spor dünyası hakkında
konuşmaktan ibaret değildir. Aynı
zamanda öğrencisi olduğunuz okulun
takımları hakkında da yazmaktır.
Son iki sayımıza
baktığımda bu
konuda kendimi
eksik hissettim
ve okulumuzdaki
spor faaliyetleri
hakkında bir yazı
yazmak ve okul
takımlarımızdan
birini okurlarımıza
tanıtmak istedim.
Bu amacımı
gerçekleştirmek
için de 27 Şubat
Çarşamba okul
sonrası Notre
Dame de Sion
Fransız Lisesi ile olan voleybol maçımızı
izlemek ve takım hakkında bir yazı
hazırlamak için seyircilerin arasındaki
yerimi aldım.
Aslı Temel önderliğindeki takımımız
hazırlık çalışmalarından sonra maça
Beril, Laden, Irmak, Cemre, Esra,
Naz altısıyla başladı. 4:2 sisteminin
getirdiği hücum gücüyle maçın ilk
sayısını almayı başardılar. Maça
iyi başlayan takımımız bir müddet
sonra hücum güçlerini kaybetmeye
başladılar. Bunun üzerine Aslı Hoca
mola aldı. Moladan sonra gücünü
yeniden kazanan takımımız Irmak,
Beril ve Cemre’nin sayılarıyla maçı önde
götürmeyi başardılar. Maç süresince
Cemre’yle değişen Duru ile de savunma
yönümüzü güçlendirdik. Aslı Hoca’nın
“Manşet istiyorum!” uyarılarnı dinleyen
takımımız savunma yönünden kendini
toparladı. Cemre ve Esra ikilisinin karşı
takımın smaçörlerine koyduğu nefis
bloklar ise takımımızın ateşlenmesinde
büyük pay sahibiydi. Böylece ilk
seti 25-20 alarak 1-0 öne geçtik. İlk
setin alınması oyuncular ve takım
için büyük bir moral kaynağıydı.
Çekişmeli geçen bu maçta moral,
maçın kazanılmasındaki önemli
etkenlerden biriydi.
İkinci set birinci sete kıyasla
çok daha çekişmeliydi. Karşılıklı
alınan sayılar, güçlü servisler ve
smaçlar eşliğinde geçen set herkesi
heyecanlandırdı. Set boyunca
çok iyi servisler izledik. Her iki
takımda çok iyi savunma yaptı.
Smaçörlerimizle oyuna baskı
kurmaya başladık. Pasörlerimizin
çaktığı smaçlar da gözümüzden
kaçmadı. Daha sonra rakip takımın bize
yetişmesiyle setteki gerilim ve çekişme
Köprü
arttı. Karşılıklı alınan sayılar gerilimi
arttırırken bir yandan da salondaki
izleyici sayısı artmaya başladı. Başlarda
10-15 kişiden oluşan seyirci son sette
giderek kalabalıklaştı. Joe Welch ve
Anthony Jones da
son sette takımımıza
destek olmak için
geldiler. Mr. Pinto ise
Türkçe tezahüratlarıyla
tüm maç boyunca
takımımızı destekledi,
seyircileri Meksika
dalgası yapmaya
teşvik etti. İkinci sette
Irmak’ın paralele
vurduğu smaçla maçın
seyri değişti. İkinci
setin sonlarında güzel
oyunlar ve servisler
izledik. Maç sayısını
karşı takımın hatasıyla
Zeynep Şiir
Bilici
diliyoruz. Mr. Pinto’nun da dediği gibi:
Haydi kızlar! Yazımı sonlandırırken
değinmek istediğim birkaç husus
var. İlk olarak Murat Özyiğit’e takım
oyuncuları ve seyirciler adına buradan
oyunu yönettiği için de teşekkür etmek
istiyoruz. İkinci olarak da maç sırasında
dikkatimi çeken bir konu hakkında
bahsetmek istiyorum: seyircinin
ruhsuzluğu.(Daha sonra oyuncularla
maç hakkında konuştuğumda çoğu
seyircinin ruhsuz olduğunu söyledi.)
Ben şahsen tüm okulun, spor
takımlarımıza destek için gelmesi
gerektiği ve takımlarımıza moral
vermesi, oyuncularımızı ateşlemesi
kazandık. Çekişmeli geçen set 27-25’lik gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle,
Köprü gazetesi aracılığıyla tüm
skorla bitti ve takımımız Notre Dame
de Sion Fransız öğrencilerimizi ara sıra da olsa,
Lisesi takımını ödevlerden ve projelerden arta kalan
zamanlarında okul takımlarımızı
2-0 yenmiş
desteğe çağırıyorum.
oldu.
Öncelikle
kızlarımızı ve Not: Selin Özülkülü ve Alara Hancı’ya
yardımları için teşekkür ediyorum.
Aslı Hoca’yı
buradan bir
kez daha tebrik
ediyor ve
gerek Özyeğin
Üniversitesi
turnuvasında,
gerek de
Dostluk Ligi
maçlarında
başarılar
Mayıs 2013
SPOR
35
Erkek Futbol Takımımız Koç deplasmanında.
Dostluk Ligi zirve mücadelesi veren sporcularımıza önlerindeki maçlarda başarılar dileriz.
Mayıs 2013
Köprü
Editörler
Yunus Emre Erdölen
Berfin Torun
Tasarım Editörleri
Sinan Hiçdönmez
Atakan Baltacı
Yayın Kurulu
Defne Aksoy
Zeynep Can Aksoy
Gizem Taşkın
Eda Özkök
Alara Gebeş
Sıla Küçükosmanoğlu
Tayis Arslan
Hazal Özkan
Tasarım Yardımcıları
Berk Özgen
Hasan Orkun İpsalalı
Yiğitcan Çelik
Ayhan Okçal
Orkun Bulut Duman
Eda Özkök
Selin Özülkülü
Umutcan Gölbaşı
Mevsim Küçükakyüz
36
Yazarlar
Yunus Emre Erdölen
Berfin Torun
Nur Sevencan
Defne Aksoy
Gizem Taşkın
Sera Pekel
Gizem Tulunay
Şule Kahraman
Fatma Nur Eslem Soylu
İbrahim Furkan Özcan
Elize Arslan
Tayis Arslan
Ayşenaz Toptaş
İrem İlhan
Kaan Cemil Doğusoy
Sevim Gözde Şentürk
Saffet Gülbabil Kökver
Başak Dağlıoğlu
Beste Şentürk
Deniz Şahintürk
Mevsim Küçükakyüz
Umutcan Gölbaşı
Meriç Demirbaş
Eymen Pınar
Orhun Tezel
Eda Özkök
Pınarnaz Eren
Alara Gebeş
Mert Ali Düşünceli
Hazal Özkan
Özlem Lal Tüzman
Cansu Bayraktar
Fatma Nur Yokuş
Dilara Çankaya
Zeynep Şiir Bilici
Zeynep Can Aksoy
Burçe Şahbenderoğlu
Berk Özgen
Sıla Küçükosmanoğlu
İrem Uzunhasanoğulları
Greti Barokas
Damla Su Özer
Şiir Su Saydam
Baha Aydın
Elif Ece Acar
Merve Kahraman
Deniz Saip
HABERLER
Ayça Ersoy
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Serya Kayapınar
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert
Lisesi
Güler Kamer
Pokémon: Neden küçük kuzenlerimizin,
tanıdıkların çocuklarının, misafirliğe
gelen 2007 doğumluların (2007 doğumlu
olmak da küfür gibi bir şey. 2007 model
Toyota Corolla, Windows 2007 olurmuş
da 2007 doğumlu insan ancak uzay
filmlerinde olurmuş gibi) izlediği
Ben10’lerin Peppee’lerin, ne idüğü
belirsiz süper kahraman çizgi filmlerinin
bu kadar sinirimi bozduğunu keşfettim
sevgili okurlar. Hepsi Pokémon yüzünden.
Sonra gelen Beyblade’ler, Digimonlar,
hiçbiri
güzel
Pokémon’umuzun
yerini tutamadı. Ash’iyle, Misty’siyle,
Pikachu’suyla Pokémon, bizler için bir
Japon çizgi filminden çok daha fazlasıydı.
Güzel taso çıkar umuduyla cips bağımlısı
olmuş çocuklardık biz. Sırf Pokémon’un
bilgisayar oyununu oynayabilmek için
bilgisayar kullanmayı öğrenmiştim.
Ağabeyimin –evet, yazım kurallarına
dikkat ediyoruz- gözümde ilahlaşmasının
nedeni de bilgisayarda mükemmel
Pokémon
oynayışıdır.
Sözlerini
anlamadığımız şarkıları uydurma
devrinin başlangıcı da Pokémon’un
tanıtım müziği olabilir. Eğer siz de
Pokémon izlediğiniz dönemlerde bırakın
İngilizceyi, Türkçede bile iki kelimeyi
bir araya getiremeyenlerdendiyseniz
“Gadakeçemmool” deyince yüzünüzde
küçük bir tebessüm oluşacaktır. Pokémon
öyle seyredip bırakılacak bir şey değildi.
Mesela bir favori Pokémon’un olmalıydı,
aksi
düşünülemezdi.
Kuzenlerim
konuşurdu: “Benimki Charizard, seninki
Wartortle…” filan diye.
Benimki
Togepi’ydi. Kimseye söyleyemezdim,
alay konusu olmayayım diye. Kimin en
sevdiği Pokemon yumurtanın içinden
çıkmayı bile başaramamış, hiçbir süper
gücü olmayan Togepi olurdu ki? Burayı
bir itiraf köşesine çevirdim, ama bir gün
bunu söylemezsem içimde kalırdı. Evet,
bence en mükemmel Pokémon Togepi.
Çılgın Bediş: İçinizden şarkısını
söylemeye başladınız değil mi? Çılgın
Bediş, bir şeylerin başlangıcıydı. 30
Absürt Haber Köşesi
Robert Kolej’de uyku saati!
Öğrencilerin yoğun ders ve sınav temposu
nedeniyle okul zamanı uyukladığını
gözlemleyen okul yönetimi bulduğu
radikal çözümü Köprü’ye açıkladı. Çoğu
öğrencinin derslere iyi odaklanamadığının
ve uyanık olduğu zamanlarda da
yalnızca telefonlarına bakacak zamanı
bulabildiklerinin bilincinde olan okul
yönetimi öğrencilere kahve dağıtacaklarını
söyledi. Kahvenin içinde bol kafein ve uyku
açıcı zararlı maddelerin temin edileceğine
dair söylentiler kulak arkasına atılacak
nitelikte değil. Kahve uygulamasının
işe yaramaması durumunda başka
yaptırımların da söz konusu olduğunu
belirten okul yönetimi “Öğrencilerimizin
iyi eğitim alabilmesi için her türlü
öneriye açığız.” dedi. Köprü gazetesinin
araştırma ekibinin bulgularına göre kahve
etkisiyle uykusu açılmayan öğrencilere
onar dakikalık süreçler halinde soğuk
espri şoku da uygulanabilirmiş.
Aman sevgili Robert öğrencileri!
Siz siz olun derste uyuyakalmayın!
Seçmeli ders listesinde yepyeni bir
ders daha!
Robert öğrencilerinin dikkatine! 9.
sınıftan itibaren hem baş belası hem
de heyecan kaynağı olan ders seçimleri
artık daha da dolu bir listeyle karşımıza
çıkıyor. Bütün öğrencilerinin ilk tercihi
olacağını tahmin ettiğimiz bu haber
ilk kez Köprü sayfalarında açıklanıyor.
Köprü Seçmeli Ders Araştırma ekibimiz
hiç de gündemde olmayan bu önemli
haberi
okuyuculara
ulaştırmakta
gecikmedi. “Kedi Fizyolojisi ve Filolojisi”
adlı yeni ders, eminim okurlarımızı ders
seçimlerine yeniden bir göz atmaya
itecektir. Aldığımız duyumlara göre okul
Köprü
Yönetim
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No. 87
Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359 22 22
Sorumlu Müdür
Güler Kamer
Yayının Konusu: Okul
Gazetesi
Adölesan Nostaljisi
Sevgili okurlar, bu sayıda incelemek
için birçok kişiden birçok öneri aldım.
Ancak hangi nesildaşıma 90’lar
desem aldığım “Pokemon” ve “Çılgın
Bediş” karşılıkları göz ardı edilebilir
gibi değildi. Gelin başlayalım…
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel, Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Sıla
Küçükosmanoğlu
yaşındaki teyzelerin lise öğrencisi
diye kakalandığı, ama yaşları 4 ila 11
arasında değişen körpe beyinlerin bu
gerçeği umursamadığı bir dönemden
bahsediyorum. Televizyonun karşısına
geçip “İyi kızlar cennete/Kötü kızlar
her yere/ Çıtır kızlar nereye/Nereye
de giderler” veya “Çilek tadında Bediş
adında/Biraz masum biraz da çatlak/
Çılgın Bediş’im yok başka işim” dizelerini
çığırdığım o günler için asla pişman
olmadım. Yaşanması gereken bir dönemdi.
Gerçekten de Çılgın Bediş’in Çılgın Bediş
olmaktan başka hiçbir işi yoktu. Oktay’ı
izler, arkadaşlarla dışarı çıkar, arada
Mükü’ye telefon ederdi. Bediş’in lise aşkı
Oktay, zihinlerimizdeki “yakışıklı insan”
portresinin esin kaynağıydı. Pek de bir
numarası yoktu; ama “Bediş seviyorsa
iyidir.” mantığıyla hareket eden üşengeç
bilinçaltlarımız onu yakışıklı olarak kabul
etmekte pek direnmemişti. Yıllar sonra bir
replik aklımda kalmış. Bir bölümde ayağı
kırılan Oktay, kendisine ilgi gösteren
Bediş’i: “Bana acıma, beni sev!” deyip terk
etmişti. Kaç sezon takip ettiğim dizide tek
derinlik pırıltısı gösteren replik bu olacak
ki, unutamamışım. O yaşlarda lisenin
yönetiminin yaşadığı en büyük sorunun
öğretmen seçimleri olacağı yönünde.
Okul dahilindeki çoğu öğretmenin bu
dersi vermeye aday olduğu yalnızca
Fransızca öğretmenlerinin bu göreve
atanamayacağı da bilgi dahilinde. Malum,
Fransızcadan hoşlanmayan kedilerle
dersin uygulama bölümünde bir terslik
yaşansın istenmiyor. Okulumuz kedilerinin
de içinde bulunduğu bir konseyde
tırmıksız çıkan öğretmenin işi alacağı
söylentilerini sizinle paylaşıyor, kedilerin
yanında Fransızca konuşmamanızı
önemle rica ediyoruz! Gözünün Köprü
haberlerinde, kalbiniz kedilerle olsun!
Woods binasına telif hakkı arayışları!
Bildiğiniz gibi hazırlık sınıflarının en
önemli yaşam yeri, adeta habitatı
haline gelen Woods binası önemli bir
dedikoduyla çalkalanıyor. Duyduğumuza
Mayıs 2013
Çılgın Bediş’teki gibi bir yer olduğunu
sanardım. Derste Oktay gibi birini
izlerken hayallere dalacak, hayalimde
başka bir kızdan hoşlanan Oktay’ı
karşıma alıp ona “Bandıra Bandıra Ye
Beni”yi, hiç olmadı “Aboneyim Abone”yi
söyleyecektim, arkada da arkadaşlarım
senkronize bir şekilde dans edecekti.
Öğretmenin sesine uyanacaktım, sonra
tüm sınıf kahkahalara boğulacaktık.
Bediş’e kızılmazdı, çünkü Bediş harika
bir insandı. Basketbol takımının yıldızı,
arkadaşlarının gözdesi, ailesinin ele avuca
sığmayan minik kızıydı. Hem de hiçbir şey
yapmayarak. Bundan daha güzel bir şey
olabilir miydi? Yaş 4, tabii… Sonradan
kafamda oluşan Çılgın Bediş lisesi imajı
yerini Hayat Bilgisi lisesine bırakacaktı
ki bu daha da tehlikeli bir durum. Çılgın
Bediş yine iyiydi diyor, yazıyı bitiriyorum.
Bir sonraki sayıda görüşmek üzere, esen
kalın...
göre Woods binası ismi için telif
hakkı alınmamış! Haberi mahkeme
binasındaki sinirli, acımasız ve hakkını
arayan kalabalıktan öğrendik. Bu
kalabalığın içinde Woody Woodpecker
ve Woody Allen gibi ünlüler bulunduğu
gibi Halime Woods ve Woodcan Ozwood
gibi halktan insanlar da yer almakta.
Köprü’nün özel söyleşileriyle gazete
sayfalarında yerini bulan bu büyük
haber karşısında tepkisiz ve sesiz kalan
okul yönetimi de herkesi çok şaşırttı.
Bu kadar zamandır okul binasına
verilen bu ismin öğrenciler tarafından
kullanılmasına yasak gelebilir. Böyle
bir tehlike anında şimdiden alternatif
bina isimleri öğrenciler tarafından
yaratılmaya başlandı. Şimdiye kadar en
fazla rağbet gören isim “Pirep” olsa da
Facebook’ta isim seçimi için bir anket
açılacağına kesin gözüyle bakılıyor.