Tarih bir yerde ayıbınla, eksikliğinle yüzleşme

Transkript

Tarih bir yerde ayıbınla, eksikliğinle yüzleşme
Ocak 2014
köprü
Bosphorus Chronicle’ın ekidir.
Hepsi ve daha fazlası Köprü 150. Yıl Özel’de
Okulumuz hakkında ilginç bilgiler
öğrenmek için Mehmet Uysal ile
yaptığımız söyleşiyi okumalısınız.
Sayfa 4.
Bina isimlerinin nereden geldiğini
öğrenmek için sayfa 20.
“Bugün bulunduğum yeri
kesinlikle okuluma borçluyum.”
ROBERT KOLEJ 1965 MEZUNU
PROFESÖR NAZAN ERKMEN
SÖYLEŞİ KONUĞUMUZ OLDU.
Sayfa 26.
150. yıla özel
burç köşesi!
Okulumuzun
ve binalarının
burçlarını
öğrenmek için
sayfa 41.
Okulumuzun
efsanelerini
öğrenmek için
sayfa 14.
“Tarih bir yerde ayıbınla,
eksikliğinle yüzleşme
sanatıdır.”
OKULUMUZUN EN SEVİLEN
HOCALARINDAN ÖNDER HOCA İLE
YAPTIĞIMIZ KEYİFLİ SÖYLEŞİ sayfa
23’te.
150. YIL
2
‘39 Günlüğü
Eylül Buse
Küçük
‘39 yılında Robert’te olmak...
Şimdi yaklaşık 75 yıl önceye,
1939 yılına gidiyoruz. O zamanlar
Amerikan Kız Koleji ve Robert Kolej
ayrı yerlerde eğitim veriyorlar. Kızlar
Arnavutköy kampüsünde, erkekler
Bebek. Kızlar beyaz gömlek üstüne
siyah elbise, erkekler gömlek ve ceket
giyip kravat takıyorlar. Sıcak bir yaz
tatilinin ardından takvimler eylül
ayının son pazartesini gösterdiğinde
Robert Kolej açılıyor. Dersler 8.45’te
başlıyor. Her ders 45, tenefüsler
15 dakika. Öğle yemeğinden önce
üç, yemekten sonra dört ders var.
Öğle yemeğinde yatılı öğrenciler
kendi yemekhanelerine gidiyorlar
fakat gündüzlülerin yemekhaneye
girişi yasak. Ancak aileleri fazla para
ödemeyi tercih ederse (çoğunluk tercih
etmiyor) yemekhanede yiyebiliyorlar.
Çoğu kişi evden getirdiklerini yiyor.
Yemekhanede her hafta bir masada
farklı bir öğretmen oturuyor. Ve
herkesin aynı anda yemeğe başlaması,
aynı anda masadan kalkılması
kuralı var. Eğer yemeğinizi hızlıca
bitirebilirseniz öğleden sonraki ilk
dersten önce biraz futbol oynama
şansınız var. İki saatlik öğlen tenefüsü
sonunda günün ikinci yarısı başlıyor.
Birbirini kovalayan saatler sonunda
17:15 itibariyle okul bitiyor. Gündüzlü
öğrenciyseniz o yılki hesaplamalara
göre okuldan eve gidişiniz 3 saati
bulabiliyor. Bu durumda günün 6 saati
yolda geçirmiş oluyor. İşimiz çok zor.
En zor gün olan ilk günü atlattık. Artık
alışma sürecindeyiz. Hafta içi her gün
yedi, cumartesi günü ise üç dersimiz
var. Evet, cumartesi günleri de okul
var. Bayrak töreni cumartesi günleri
genellikle öğlen saatlerinde yapılıyor.
Odada bayrak olmamasına rağmen
bayrak törenimiz ‘Big Study Hall’ da.
Mr. Hall ve o günkü nöbetçi öğretmen
öne çıkıyor ve önce İstiklal Marşı’nı
ardından Robert Kolej Şarkısı’nı
söylüyoruz. Ve haftanın en korkunç
anıyla yüzyüzeyiz. Mr. Hall cebinden
rula haline getirilmiş, küçük beyaz bir
kağıt çıkartıyor. Eğer isminiz o kağıtta
yazılıysa pazar gününü okulda ders
çalışarak geçirmeniz gerekiyor. Şu
anki ‘alıkoyma’ sisteminin biraz daha
ilerletilmiş hali diyebiliriz. Tören öğlen
yapıldığı için öğle yemeği yok. Aslında
var ama herkes haftanın bitişinin
sevinciyle koştururken kimse yemeğe
gitmiyor. Öğlen yemek yapıldığından
bile emin değiliz, sadece listede var
gözüküyor. Yoğun ve yorucu geçen
birinci haftamız bitti. 1.5 günlük
haftasonu tatili başlıyor, ardından
pazartesi, diğer pazartesi ve yeni bir
pazartesi…
‘39’da Robert Kolej hayatımız kısaca
böyle olacaktı, şimdikinden çok daha
farklı. Robert’te her yıl kendine özgü
belki de. Herbiri diğerlerinden ayrı,
farklı heyecanlar, farklı sistemler,
farklı konular, hatta farklı kampüs.
Bu birbirinden ayrı 150 yıl birbirini
tamamlayarak bir tarihi oluşturuyor:
ROBERT.
Kaynakça: Alma Mater and the story
of Robert College, Istanbul- New York:
including the memories of a boarding
student, 1939-1946, Ali H. Neyzi.
Robert Kolej’de Beklenmedik Misafir
Gündüzleri sizin dolaştığınız koridorda geceleri, siz
okulda yokken, neler olduğunu öğrenmek ister misiniz?
Kütüphanenin gizli misafirine merhaba deyin!
Gündüzleri öğrenci ve kuşlar sesleri
içindeki, yemyeşil okulumuz dışardan
huzurlu ve güvenli bir yer olarak
görünebilir, peki ya geceleri? 150 yıl
boyunca ayakta kalabilmiş, bir sürü
tarihi olaya şahit olmuş bu okul geceleri
nasıl bir yer? Robert Kolej’in karanlık
yüzünü merak ettik ve soluğu 1985
yılından beri okulumuzda, santralde
çalışan, hikâyeleriyle, kendi deyişiyle,
bir zamanlar çok “popüler” olan Kadir
Abi’nin yanında aldık. Kadir Abi’yi ilk
görüşümüzdü, “Uzun süredir burada
çalışıyormuşsunuz, Robert Kolej ilgili
bildiğiniz bir efsane, değişik bir hikâye
var mı?” diye utana sıkıla sorduk.
Güldü, biraz düşündü “Mistik bir şeyler
soruyorsunuz yani?” dedi ve okuldaki
2. yılında başına gelmiş bir olayı
anlatmaya başladı.
Eskiden santral, Lise Ofisin oralardaymış
ve şu anki kütüphane spor salonuymuş.
Spor salonunun kapıları zincirlerle
kapanır, eskiden konferans salonu
olarak da kullanıldığı için kösede
toplardan korunan kafes içinde bir
piyano ve onun hemen üstünde ise bir
pencere varmış. Gece saat 9’dan sonra
ortalıkta kimse kalmaz, okul ıssız ve
ürpertici olurmuş. Ancak bazen yatılı
öğrenciler basketbol oynarmış ki onlar
da saat 11 olmadan yurda dönmek
zorundalarmış.
Yine okulda geç saatlere kadar
kaldığı günlerden birinde, Kadir
Abi saat 11.30’da ofisini kilitlemiş,
okulun ana kapısından dışarı çıkmış
ve tam gidecekken önüne yukardan
bir basket topu düşmüş böylelikle
Kadir Abi öğrencilerin hala basketbol
oynadığını düşünerek kütüphaneye
doğru yol almış. Kadir Abi bu
Köprü
sessizlik ve karanlık içinde ürpere
ürpere kütüphaneye gitmiş ama
kütüphanede hiç ışık olmamakla
beraber kimsede yokmuş, hatta kapı
bile zincirlerle kilitliymiş. Kadir Abi
tam geri dönecekmiş ki kapıya aniden
bir basketbol topu çarpmış, o da
kütüphaneye doğru baktığında ne
ışık görmüş ne de herhangi birini…
Hemen gidip güvenliği çağırmış ve
ikisi birlikte tekrardan kütüphaneye
geri dönmüşler. Güvenlik görevlisi
hemen zincirleri açmış, içeri girmişler
ve şalterlere ulaşana kadar her tarafa
fenerle göz gezdirmişler ancak hiç bir
yerde hiçbir şeye dair bir iz yokmuş
ta ki piyanonun oraya bakana kadar.
Piyanonun taburesinde insan silüeti
şeklinde, siyah bir toz bulutunu andıran
bir varlık görmüşler ve bu varlık birden
piyano çalmaya başlamış. Güvenlik
görevlisi korkup “Cin, Cin!!” diye
Ocak 2014
Cansu
Bayraktar
Ece Toprak
bağırmaya başlayarak koşa koşa gidip
şalterleri açmış ancak piyanonun orda
hiçbir şey görememişler, ne olduğunu
anlayamadıkları korkunç varlık, o sırada
pencerenin oradan bir esinti şeklinde
çıkıp gitmiş.
Hikayeyi dinledikten biz de korku
ve şaşkınlık içinde kaldık, ayrıca
düşünmeden de edemedik: “Ya
bu varlık, aklı okulunda kalmış bir
öğrencinin ruhuysa?”
Kadir Abi’ye zaman ayırdığı için çok
teşekkür ederiz.
Cansu Bayraktar/ Ece Toprak
150. YIL
3
150. Yılda Hazırlık Olmak
Büyük ihtimal duymuşsunuzdur, Robert Koleji 150. yılını kutluyor.
‘Robert Koleji’ne girmeden önce babam ‘’Robert’in 150. senesinde
Prep olmak bir onurdur.’’ demişti. Ne oluyordu sanki? Ne özelliği vardı
ki 150. yılın?
Robert Koleji’nin sitesine girdiğimde
150. yıl reklamlarını görünce
şaşırmıştım. Tamam kutluyordu da,
nasıl kutluyordu? Konser mi oluyordu,
bir yemek daveti mi veriyorlardı? Tek
düşünebildiğim buydu, tabii 8. sınıftan
çıkmış bir beynin sağlıklı düşünmesi
beklenilemez (!).
Şimdi ne kadar dar düşündüğümün
farkına vardım. Kutlama deyince aklıma
hemen somut bir etkinlik gelmişti.
Sadece bir ay geçmiş olmasına rağmen,
ben bile bu senenin daha bir özel
olduğunun farkına vardım. Marble
Hall’da okulun ilk yöneticilerinin ve ilk
mezunlarının kartondan heykelleriyle
fotoğraf çektirirken, öğretmenlerim
ve arkadaşlarımla Robert Koleji’nin
tarihini konuşurken, en önemlisi şu an
bu satırları yazarken 150. yılın havasını
hissediyorum.
Benim şu an okuduğum sınıflarda,
dinlendiğim bahçelerde nice insan
okudu. Bu okul nice başarılar, nice
olaylar gördü. Ancak ne olursa olsun
her zaman ‘’Robert Koleji’’ olmayı
korudu. 150. yılı değerli kılan en önemli
şey bu. Kendimi şanslı hissediyorum.
Bu büyük, köklü okulun 150. yılında
okuyacağımı hiç düşünmemiştim.
150. yılın prep’iyim diyebilmek benim
için çok şey ifade ediyor. Eminim
büyük sınıflar da kendilerine 150.
yılın dokuzuncu, onuncu, on birinci
veya on ikinci sınıfı demekten gurur
duyuyorlardır.
Cyrus Hamlin ve Christopher Robert,
150 yıl boyunca kurdukları bu okulun
öğrencilerinin birbirine sevgi ve
destekle bağlı kalacağını düşünmüşler
miydi? Şu an hayatta olup; Köprü’nün
bu özel sayısını okusalar, neler
hissederlerdi? Şu an ellerinde bu sayı,
onları kütüphanemizde yüzlerinde
mutlu bir ifadeyle hayal ediyorum.
Ezgi Okutan
Yazımı okumalarını isterdim.
Robert Koleji’nde daha geçireceğim
ve kendime Robertli diyebileceğim
uzun bir dönem var önümde. Her
Robert mezunu beş sene boyunca ne
öğrendiyse ben de hepsini öğrenip bir
gün Homecoming partisine geleceğim
ve Robert Koleji’nde geçirdiğim
beş yılı, deneyimlerimi ve 150. Yıl
Özel Sayısı’nda yazdığım bu satırları
anımsayacağım.Hayatta eğitimin
sadece başarı değil, sevgi ve destek
olduğunu öğreten Robert Koleji
umarım nice 150 yıllar sonra da bu
köklü tarihi anar.
Robert Kolej’in Çağdaşlaşmaya Katkısı
Osmanlı, tarih sahnesine çıktığı günden itibaren askeri güçle
ayakta kalmış, bu gücü, batılı ülkelerin başka kıtalara açılmalarıyla
zenginleşmeleri, sanayi ve askeri alanlarda yaptıkları muazzam
dönüşümler sonuncunda yitirmeye başladığında da gerileme başlamış
ve sonunda birçok başka örnekte de olduğu gibi yıkılıp yok olmuş,
tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.
Tüm tarihçiler, Osmanlı’nın gerileme
dönemine girmesini, bilimden uzak
olmasına bağlarlar ki bu çok doğru
bir tespittir. Bu eksiğini batıdan
getirdiği insanlarla gidermeye çalışan
Osmanlı, bu konuda da tercihini
askeri alandan yana yapmıştır.
Osmanlı devletinin zoraki ayakta
durduğu yıllarda kuruldu Robert
Kolej. Kurulduğu yıldan beri modern,
özgür ve batılı değerleri benimsemiş
insanlar yetiştirmeyi hedefleyen
okulumuz, bünyesine her dinden,
ırktan, dilden ve kültürden insanı
katmıştı. Bu insanlar köhneleşmiş
düşünce ve geleneklerin, inançların
kendilerine aktardığına göre değil,
çağdaş dünyanın ve aklın önermelerine
göre yetişecekti. Aile ve toplumdaki
kalıplaşmış anlayışları değiştirecek
yepyeni bir neslin yetiştirilmesini yolu
onların karakterlerinin, ihtiyaçlarının,
kültürel değerlerinin, din anlayışlarının,
gündelik hayatlarının yeni baştan
kurulmasından geçiyordu. Osmanlı,
yüzünü batılılaşmaya dönünce ve kısa
sürede toplumda görülen değişimlerde
kolejin katkısı inkar edilemeyecek
kadar çoktur. Okulun mezunları,
hayatın her alanında, aldıkları eğitimin
verdiği cesaretle yürekli çabalara
girmişler, hayal bile edilemeyecek
sonuçlarda katkı sahibi olmuşlardır.
Siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar,
sporcular, mimarlar, mühendisler ve
daha pek çok meslek dalında eğitim
almış Robert Kolejliler sadece mesleki
anlamda değil, geleneksel, tutucu
yapıyı değiştirmede de önemli roller
üstlenmişlerdir. Kadının peçesiz de
Ocak 2014
olabileceğinin mücadelesini de Kolejli
kızlar vermiştir. O zamanki adıyla
Amerikan Kız Koleji, bu topraklardaki
ilk kadın hakları bayraktarlığını yapan
insanları yetiştirmiştir. Halide Edip en
özel örnektir.
Okuldan yetişen modern Osmanlı
kadını seçkin bir topluluk oluşturmuş
ve bu kadın tipi gündelik hayattan
görgü kurallarına, giyimden çalışma
yaşamında yer almaya kadar
artık bir dik duruşun temsilcileri
olmuştur. Robert Kolej, toplumda
kadınlar henüz haremde yaşarken
batılılaşmaya yön veren kadroları
yetiştirecek eğitimli anne adaylarını
hayata cesaretle hazırlamıştır. Kolejin
üzerinde durulması gereken en
önemli özelliği, din, dil ve ırk ayrımı
Köprü
Aslı Doğa
Munzur
yapmamasıdır. Bugün insanlığın hala
içinden çıkamadığı bu sorunun 150
yıl önce nasıl çözüldüğü Robert Kolej
özelinde çok rahat görülebilir. Doğu
toplumlarında pek önemsenmeyen,
düşünmeyi amaç edinmiş, araştıran,
sorgulayan, araştıran her an gelişen
insanlar okulumuzdan yetişmiştir.
150 yıllık parlak ve köklü geçmişi ile
Robert Kolej, Türkiye’ye ve dünyaya
katkısı büyük olacak insanları
alçakgönüllülükle yaşama hazırlamaya
devam ediyor.
150. YIL
4
Mehmet Uysal
Okulumuzun 150.yılını kutlarken,
Köprü Ailesi olarak öğrencilerde merak
uyandıran sorulara cevap aramaya
başladık. Bu önemli sorulardan biri
de gündüzlü ve yatılı öğrencileri ince
bir çizgiyle birbirinden ayıran okul
yatakhanelerimiz ile ilgiliydi. 21 yılını
Robert Kolej Erkekler Yatakhanesi’nde
geçiren, oradaki öğrencileri en
yakından tanıyan, onlara hem bir baba
hem de öğretmen olan Edebiyat Bölüm
Başkanımız Mehmet Uysal, sorularımıza
verdiği yanıtlarla aklımızdaki birçok
soru işaretini sildi. Eminiz ki sizlerde
bu röportajı okurken kimi zaman
okuduklarınıza inanamayacak, kimi
zaman ise söylenenleri daha detaylı
bir şekilde öğrenmek isteyeceksiniz.
Umuyoruz ki, Mehmet Hoca, yatılılık
anılarıyla ilgili yazmaya başladığı
notlarını ilerleyen zamanlarda bir
araya getirir ve daha
fazla anısını bizlerle
paylaşır. Anılarını
tüm Robert Kolej
ailesiyle paylaştığı
için kendisine bir kez
daha teşekkür ediyor
ve sizleri bu keyifli
röportajla baş başa
bırakıyoruz.
Köprü: İlk olarak
bizlere okula geliş
hikayenizden
bahsedebilir
misiniz?
Mehmet Uysal:
Okula geliş hikâyem
hem çok basit hem
çok ilginç. Aslında bu
hikâyeyi belki birçok
insanın duymasında
yarar var. Ben
üniversiteyi Elazığ’da
okudum. 1981 yılının
Haziran’ında da
mezun oldum. Tabii henüz diplomamı
bile almamıştım. İstanbul’a geldim.
Fransızca kursuna gitmeye başladım.
Niye Fransızca kursu? Çünkü o dönemde
her üniversite öğrencisi gibi benim de
asistanlık hayallerim vardı. Dolayısıyla
yabancı dilim de Fransızca olduğu için
hemen İstanbul’a geldim ve Fransızca
kurslarına başladım.
Ağustos ayıydı yanlış hatırlamıyorsam,
1981’in Ağustos ayı. Robert Kolej,
Milliyet Gazetesi’ne iş ilanı vermiş. Biz
de Milliyet Gazetesi aldığımız için bu
ilanı gördük. Gördük diyorum nedeni
de şu: Ben o dönem öğretmen olan
amcamlarda kalıyorum. Ailem ise
Uşak’ta oturuyor. Amcam ve yengem
de matematik öğretmeni. Yengem,
o gün o ilanı görünce hemen bana
dedi ki: “ bak Robert Koleji’nin bir
ilanı var. Öğretmen almak istiyorlar
ve senin koşullarına da tamamıyla
uyuyor istedikleri şeyler. Neden gidip
başvurmuyorsun?” Ben tabii bayağı
ürktüm önce. Dedim: “ Çok büyük bir
okul orası, ben nasıl başvururum?
Acaba kabul ederler mi?” Açıkçası
böyle bir endişeye kapıldım önce.
Yengem aynen şunu söyledi: “Ne
kaybedeceksin? Git başvur! Hem
başvurma yöntemlerini öğrenmiş
olursun hem de şansını denersin.
Şansını yaratmaya çalış. Böyle pasif
pek şansım yok herhalde. Sonra
kendi kendimi de teselli ediyorum:
“Ne kaybedeceksin? Robert Koleji’ni
görmüş oldun. En azından birtakım
işleri yapma, bu süreçleri tanıma
fırsatın oldu. Bayağı da güzel bir
okulmuş.” falan diye diye döndüm
gittim. Aradan bir hafta geçti ve
telefonla ulaştılar bana ve beni
çağırdılar ikinci görüşmeye. Artık orada
gerçekten havalara uçabilirdim. Çok
sevinçli ve heyecanlıydım. İkinci defa
çağırılınca da inandım artık, bir şeyler
olacaktı . Çok yoğun geçen mülakatlar
zincirinden sonra o dönemde tek
öğretmen alındı. O da bendim. Çok
enteresan değil mi? Tek öğretmen
alınıyor o da benim.
K: Kesinlikle çok güzel. O an ki
hisleriniz…
M.U: Tabii bambaşka duygular onlar.
durursan bir şey olmaz.” Ben ondan
destek alarak Robert Koleji’ne geldim,
Arnavutköye . Aşağı kapıdan yukarı
tırmanarak, nefes nefese…
Türk müdürlüğe gittim , dilekçemi
verdim. Açıkçası hiç de ümidim yoktu
; çünkü benimle birlikte başvuran
öğretmenleri görünce iyice ümidim
kırıldı. Ben yirmi üç yaşında henüz
mezun, çiçeği burnunda bir öğretmen
adayı; o gelenler ise on yıl, on beş
yıl tecrübeli öğretmenler. Dedim
Okulla birlikte yatakhane maceram
da –o dönemde yurt demiyorduk
biz, yatakhane diyorduk- başladı. O
dönemde Türkçe öğretmeni olarak
orta kısımda öğretmenliğe başladım.
Ekim başında eş zamanlı olarak da
dediğim gibi erkekler yatakhanesinde
belletmen, diğer adıyla sürveyan,
olarak çalışmaya başlamış oldum
böylelikle. Macera böyle başladı...
K: Erkekler yatakhanesine
gelişinizden ve oradaki ilk
Köprü
Ocak 2014
Berfin Torun
Pınarnaz Eren
günlerinizden, ilk anılarınızdan
bahsedebilir misiniz?
M.U: Hemen anlatayım. Tabii
erkekler yatakhanesinde o dönemde
Aydın Ungan adında çok değerli
bir öğretmenimiz vardı. Aydın Bey,
fotoğrafçılık öğretmeni ve şu an “MMR”
dediğimiz merkezi, o zamanki adıyla
“ Audio Visual Center,Görsel İşitsel
Merkez”, Robert Koleji’nde kuran
hoca. ODTÜ mezunu. Amerika’da
eğitim almış. Ondan sonra da burada
bu merkezi kurmuş, aynı zamanda
yatakhanemizin de başında. Bizim
babamız, diğer
tabirle “House
Father” dedikleri
kişi. Biz onunla
çalışmaya başladık.
Bizim başladığımız
dönemde öğretmen
olarak iki kişi vardı.
İki kişiydik biz.
İki kişi de Robert
Koleji’nden mezun
olmuş üniversiteyi
bitirmiş, yüksek
lisans yapan abiler.
Biri diş hekimiydi,
biri doktordu yanlış
hatırlamıyorsam.
İki onlar, iki biz,
bir de Aydın Bey
toplam beş kişi
birlikte çalışmaya
başladık. Tabii
benim için okul
yeni, yatılı hayatı
yeni. Gerçi yurtta kaldığım için yatılı
hayatına bir parça alışkınlığım var, 4
yıl Elazığ’da yurtta kaldım. Robert
Kolej’de yatakhanedeki ilk günlerimde
bana küçük bir oda verdiler. Sadece
oda ama mutfağı, banyosu falan
yok. Sage Hall’un dördüncü katının
güneye bakan tarafında bir küçük oda.
Diğer tuvalet, banyo vs. gibi şeyleri
de bir başka öğretmen arkadaşla
paylaşıyoruz. Saatlerimizi ona göre
ayarlıyoruz ya da öğrenciler ile–ben
150. YIL
de bir öğrenci gibiyim zaten o zamanbirlikte de kullanıyoruz. Böyle minik bir
odam var.
Dünyanın en mutlu insanıyım
ben; öğretmenlik var, yatakhanede
çalışıyorum. Anlatılacak gibi değil
gerçekten, çok müthiş bir hoşluk
var, sevinç var. Tabii heyecan,
tedirginlik, korku da var mutlaka .
Acaba yapabilecek miyim? Altından
kalkabilecek miyim? Gerçi çocuklarla
çok güzel diyaloğum vardı. Çok
güzel anlaşıyorduk onlarla. O zaman
beşinci sınıfın sonunda geliyorlardı
çocuklar. Dolayısıyla orta kısım ve
lise yatakhanede birlikte kalıyorlardı.
Yaklaşık yüz kırk civarında öğrenci
vardı.
K: Sadece erkekler mi 140 kişi
civarındaydı?
M.U: Sadece yatılı erkeklerin sayısı
o dönem yüz kırk civarındaydı. Özel
günlerimiz oluyordu. Tabii 1990
sonrası yapılan yeni binalar yok o
zaman, Gould Hall ile Bingham Hall
arası tamamen boş, iki büyük tenis
kortu var orada, çok büyük ağaçlar var,
ağaçların altındaki kortlarda okuldan
sonra öğrencilerle maç yapıyoruz. Kıran
kırana maçlar… Akşam yemeğini
beraber yiyoruz, sohbet ediyoruz.
Onların herhangi bir problemi olursa
onlara yardımcı oluyoruz. Etütler
var. O etütlerin başında geçiyor
zamanımız. Kısacası 81 yılının Eylül
sonrası başladı yatakhane hayatı ve
gayet güzel bir şekilde devam etti.
Tabii yatakhane yıllarım –ben o kadar
uzun süreceğinden emin değildim
ama- bayağı uzun sürdü. 1981 ile 1985
arasında sürveyan olarak çalıştım.
1985’te askerden döndükten sonra
da yatakhanenin başına geçmiş
oldum. Yani “House Father” ben oldum
1985’te. 1985’ten 2002 yılına kadar
on yedi yıl “House Father” olarak görev
yaptım. On yedi yıl… Sürveyanlığı da
eklersen yirmi bir yıl. Robert Koleji’nde
böyle bir rekorum var. Tabi 1985’te
evlendikten sonra eşim Serap Hanım
ile -oğlum burada doğdu, kızım burada
- oğlumla, kızımla birlikte 2002 yılına
kadar –şu an Berna Hanım’ın oturduğu
ev bizim evimizdi- yaşadık yatılılarla
birlikte. Acısıyla tatlısıyla birçok
anımız oldu. Daha çok tatlı anılar,
acı olanlar çok sınırlı. Eşim de ben de
çocukları çok sevdiğimiz için hiçbir
zaman yüksünmedik, onları sıkıntı
olarak görmedik, coşkuyla ikisi kendi
çocuğumuz, Türkiye’nin her yerinden
gelen yüz kırk oğulla çok güzel ilişkiler
kurduk.
K: 21 yılınızı yatakhanede geçirmiş
bir öğretmenimiz olarak, mutlaka
bize bu konuda anlatacağınız
birçok değerli anınız vardır.
M.U: Kesinlikle anlatacağım çok şey
var. Yatılılık hem çok güzel hem de
çok zor bir sistem. Özellikle bizim
görevde olduğumuz yıllarda Robert
Koleji’nin yatılılık programı şu anki
kadar gelişmiş değildi. Öğrenci
sayısı çoktu ama mekân , olanaklar
, programlar daha kısıtlıydı, daha
sınırlıydı. Uzun yıllar sadece beş günlük
yatılılık vardı. Dolayısıyla çocuklar,
cuma akşamı evlerine giderler. Pazar
akşamı yatakhaneye dönerler. Bu,
sıkıntı yaratabiliyordu. Anadolu’dan
gelmiş çocuklarımız vardı. Adana’dan,
İskenderun’dan, İzmir’den, değişik
yerlerden… Bu çocukların hafta sonu
kalmak için İstanbul velisi bulması
gerekiyordu. Bazı aileler bulamıyordu
tanıdık birilerini. Biz de mecburen, o
çocukları sokakta bırakacak değildik,
o çocuklara bizimle birlikte kalmaları
için izin veriyorduk. Bizim çocuklarımız
oluyordu onlar. Bizim evimizde
kalıyorlardı. Küçüktüler, beşinci sınıfın
sonunda buraya geliyorlardı. Düşünün
beşinci sınıfın sonunda, annesinden
babasından ilk defa ayrılmış, çok uzak
yerlerden buraya gelmiş... O çocuklar–
çok mahzundur, cuma günü çocuklar
gidince boşalan binalar insanın üstüne
üstüne gelir- bomboş binalarda
tek başlarına bırakılamazlar. Biz
onları evimize alırdık, hafta sonraları
kalabalık bir aile olurduk. 8-10
kişilik…
1998 sonrasında yedi gün yatılılık
programı gelişti. Hizmetler de ona
göre geliştirildi. O zamana kadar biz
böyle yaşadık. Çok uzun yıllar… Tabii
o kadar çok anı var ki hangisini seçip
de anlatsam… Yirmi bir yıl… Benim
kampüste ayağımın değmediği yer
yoktur herhalde diye düşünüyorum
bazen. Yatılı çocuklar da olunca biz
buranın yirmi dört saatini yaşıyorduk.
Kocaman bahçesi olan bir okul, bu
yatılılar için bir şans. Biz o çocuklarla
karda da kışta da,baharda da her
mevsimde bambaşka güzel günler
yaşadık. Kar yağdı, platodan aşağı
kaydık. Yağmur yağdı, Sage Hall’un
çatısını su bastı, onu boşaltmaya
çalıştık. Yine 90 öncesinde kar
Ocak 2014
yağdığında yollar kapanırdı. Yukarı
kapı hemen hemen işlemiyor gibiydi
zaten, zincir vardı üzerinde, kilidi
vardı. Yerleşkede yaşayanlarda birer
anahtar… O kadar kör bir yerdi. Aşağı
kapı kullanılırdı. Tek kapı aşağı kapıydı.
1987 yılında bir aya yakın kardan
dolayı okul kapandı. Yatılı çocuklar
burada kaldı. Gidemediler. On on beş
gün yüz kırka yakın erkek yatılı, yüze
yakın kız yatılı, iki yüz kırka yakın
yatılı çocukla biz on beş gün mahsur
kaldık. Ağaçlar devrildi yollara. Araçlar
isteseler de geçemediler. Çalışanların
ve kampüste yaşayan öğretmenlerin
yardımıyla o ağaçları kaldırdık. Yolları
açtık, aşağıdan Tuna Bey’in kamyonları
ekmek yetirebilsin diye. Siz o kadar
şiddetli kar görmediniz burada
herhalde, ama bir kar yağdı mı yerde
yaklaşık bir metre kalınlığında kar olur
ve hiçbir yere çıkmak mümkün değildir.
Bu zorluğu gören yabancı hocalar
da –hiç unutmadığım iki isim hala
aklımdadır: Bob Forestgreen, Eva
Forestgreen biri matematik biri
beden eğitimi öğretmeniydi- hemen
bize geldiler. “Yapabileceğimiz bir
şey var mı? Yardım ister misiniz?”
dediler. Onların desteğiyle yolları
açtık. Çocuklara yemek çıkarttık. O
günlerde sevgili eşim Serap Hanım
da tüm olanaklarını seferber ederek
çocuklara yemekler, börekler,
çörekler yetiştirmeye çalışırdı.
Serap Hanım,yatakhanede resmen
çalışmadığı halde benim en büyük
destekçim ve en önemli yardımcımdı.
Biz aslında ailece yönettik yıllarca
yatakhaneyi.Aile olamadan büyük
aileyi kuramazsınız. Eşimin lise 12’lere
hazırladığı tepsiler dolusu makarnaları
çocukların bir nefeste tüketişleri
görülmeye değerdi.
Okulun güzel yönlerinden biri de
her zaman birbirine destek veren,
dayanışma içinde olan çalışanlarının
olmasıdır.İlk dönemde Fevziye Hanım
vardı kızlar yatakhanesinde.Kızların
Fevziye Annesi.Sonra Sitare Hanım
geldi.Ardından da Nüket Hanım
geldi o dönem kızlar yatakhanesinin
başına. Tarih öğretmeni Nüket Eren,
uzun yıllar birlikte çalıştık onunla,
hep birlikte o günleri güzel günlere
çevirdik. “ Gymnight”ların açılış dansını
birlikte gerçekleştirirdik. Yatılılıkla
ilgili anılar bitmez. O kadar uzun
şeyler var ki anlatmakla bitiremeyiz
onları. Ama dediğim gibi iyi ki yatılı
Köprü
5
bölümünde çalışmışım ben, bugün
o çocuklar Türkiye’de ve dünyada çok
çok güzel yerlere geldiler. Ben şimdi
onlarla her fırsatta haberleşiyorum.
Özellike “Homecoming”lerde büyük
bir coşkuyla doluyor içim. Çocuklara
diyorum “Aman ne olur bana sahip
çıkın böyle günlerde, çünkü ben
sevinçten mutluluktan çatlayabilirim.”
Her yıl yüzlerce çocuk mezun oluyor,
onların en az yirmisi yatılıdır. Onlar
artık daha da öte, benim oğullarımdır.
Mezun çocuklar evlenmişler, çoluk
çocuğa karışmışlar, artık kırklı yaşlarını
sürüyorlar. Hatta belki çocuklarını
okutma şansım oluyor bugünlerde
artık.
Derler ki öğretmenler: “Öğretmenliğin
manevi tatmini hiçbir şeyle ölçülemez.”
Bu tamamen doğru. Ben bu anlamda
daha şanslıyım. Hem yatılı hem
gündüzlü öğrencilerimle iki ile
çarparak yaşıyorum bu mutluluğu. O
coşkuyu mutluluğu anlatmak çok güç.
Bu yıl otuz ikinci yılım bitiyor. Yirmi bir
yılını yatılı olarak o okulun her yeriyle
her şeyiyle bütünleşerek yaşadım. İyi
ki yaşamışım. Bazı şeyler anlatılmaz
yaşanır diyorlar ya… Çok şanslı bir
öğretmenim. Tanrıya, öğrencilerime
minnettarım.
Köprü: Yatakhane ile ilgili bir diğer
sorumuz: Kendinizi oraya yabancı
hissettiniz mi? Çocuklara abi mi
oldunuz yoksa disiplinli miydiniz?
M.U: Çok güzel bir soru. Şimdi
Robert Koleji gibi bir okula öğrenci
olarak henüz geldiğinde sen ne
hissettiysen ben öğretmen olarak
geldiğimde de üç aşağı beş yukarı
benzer duyguları hissettim. Ben
liseyi İstanbul’da okudum. Sonra
Elazığ’a gittim üniversite için. Fırat
Üniversitesi’nde okudum. Anadolu
kökenli bir insanım. Bununla gurur
duyuyorum, güzel bir şey bu. Uşak’ta
benim ailem. Dolayısıyla Anadolu
kökenli birisi Robert Kolejde çalışmaya
başladığımda hiç bocalamadım
diyemem ; ama bir süre sonra uyum
sağlıyorsunuz. Bu süre içinde birtakım
karmaşalar yaşasam da kafamda soru
işaretleri olsa da bunları belli bir yere
oturtabildim ben. Bunları belli bir
yere oturtabilmemde en büyük güç
çocuklardı yine bana sorarsan. Çünkü
öğretmenliği meslek olarak hakikaten
çok severek seçmiştim, çok seviyorum
çocuklarla birlikte olmayı, onlara bir
şeyler öğretmeyi, onlardan bir şeyler
6
öğrenmeyi, onlarla birlikte olmayı ;
yani ben çocuklarla saatlerce bir şeyler
yapabilirim, hiç sıkılmam. Oynarım,
koşarım,hatta boğuşurum onlarla, bir
şey anlatırım, bir şey dinlerim, yani
yapacak bir şeyler bulabilirim. Bu çok
önemli bir öge; çünkü çocuklardan
sıkıldıklarını duyduğum öğretmenler
olmuştu. Nasıl olabilir böyle bir şey diye
şaşırmıştım.
Çocukların her biri birer gizli dünya
gibi, hepsinde farklı bir zenginlikler
var. Onu dinle başka şey, diğerini dinle
başka şey. Birlikte
bir şeyler yaptığında
bunun heyecanını,
onlarla birlikte
olmanın coşkusunu
yaşıyorsun, böyle
büyük bir şansın var.
Çocuklar belki de
bana buraya uyum
sağlama olanağı
verdiler. İlk yıllar tabii
abi gibiydim; çünkü
yirmi üç yaşındaydım
göreve başladığımda.
Lisedeki çocuklarla
bayağı yakındı
yaşlarımız. Hem
yatakhanede hem
okulda bir arada
olsak da onlar da
biliyordu, abileri
olduğum kadar
öğretmenleriydim
de. İster istemez bir
parça mesafe her zaman vardı. Biraz
da gerekiyor bu doğru algılanması için
bazı şeylerin. Bu soğukluk anlamında
bir şey değil bence. Her türlü coşkuyu
paylaşabiliriz. Ben bu konuda öyle
çekingen bir insan değilimdir, ortamı
samimi bulduğum an kendim neysem
öyle davranırım. Çocuklar da bu
huyumu sever benim. Dolayısıyla
böyle bir sıkıntı yaşamadım; ama
her zaman otorite, disiplin gerekli.
Yüz kırk çocuğu yönlendirmek kolay
bir şey değil. Her zaman sadece
sevecenlikle, hoş görüyle bu işler
yürümüyor. Şunu biliyorlardı çocuklar:
Mehmet Hoca bizi her zaman sever,
bir şey yapıyorsa, bir kural koyuyorsa
bizim lehimize bir durum vardır, bizi
korumak içindir, bizim içindir. Bu o an
yaşanırken bazen hissedilmez. Ters
düştüğümüz anlar olmuştur mutlaka,
olmaması mümkün değil ama yüzde
olarak düşündüğümüzde bu oran çok
150. YIL
düşüktür.
Asıl olan kocaman bir çınar gövdesine
benzeyen bizim dostluğumuz,
kardeşliğimiz, arkadaşlığımızdı.
Müthiş bir sevgimiz vardı, ama
sıkıntılı zamanlar elbette olmuştur.
Balo sonrasında bir öğrencim uygun
olmayan koşullarda gelmiştir
yatakhaneye, ben onu yatakhanede
tutmak istememişimdir. Onu
önemsediğim, çok sevdiğim için
güvende olabileceği bir başka yere
göndermişimdir onu. Demişimdir
ona :” Bak sen bu gece velinde kal.
Olabilir bazen böyle durumlar . Bu
böyledir, çünkü o benim oğlumdur. O
an için belki uygun bir şey yapmamıştır,
ama ne olursa olsun ertesi gün
kendi olmaya devam edecek. Onu
korumam gerekir. Bunun çok örnekleri
vardır. Hastalandıklarında onları
gece yanıma alıp kendi arabamla en
yakın hastaneye götürmüşümdür.
Yurtta kalamayacakları durumlarda da
velilerinde kalmışlardır. Bunlar önemli;
çünkü yurtta kalsa sıkıntıya düşebilirdi.
Kurallara uygun mudur bunlar? Evet
çoğunlukla uygundur ; belki de her
zaman değildir ama her zaman da
kurallarla yürümüyor hayat, bu da bir
gerçek. Zorlukları da olsa çok güzel
günler geçirdik, anlatmakla bitmez.
Köprü: Siz gerçekten evlatlarınız
gibi seviyorsunuz öğrencilerinizi,
gerçekten herkesin yapacağı
şeyler değil bunlar.
Köprü
M.U: Kesinlikle. Düşün bu kadar
uzun yıllar yapabilmek. O zamanlar
okulun olanakları da sınırlıydı. Mesela
hastalanan çocuklar olurdu, kaza
olurdu. Düşünsene yüzün üzerinde
çocuğun yaşadığı bir ortamda her
an her şey olabiliyor. Bir gece hiç
unutmuyorum, Ömer diye bir oğlumuz
var, Eskişehirli. Ömer konserveyi
açarken parmağını kestiriyor, ama çok
derin bir kesik. Kan revan içinde. Akşam
vakti oluyor tabii bu. O dönem revirde
doktor yok. Bir hemşiremiz var sadece.
yok. Yaşadığım o kadar çok şey var
ki. Bir çocuğun apandisti patladı.
Mehmet diye bir çocuk, Bursalı. Aile
devlet hastanesine götürün çocuğu,
özel hastane kabul etmeyiz, diyor.
Çocuğun hayatı tehlikede. Çocuğu
İstinye Devlet Hastanesine götürdüm.
Yüzümüze bakan bile yok. O zaman
devlet hastanelerinde hiç hizmet
yok. Çocuğun rengi gittikçe sararıyor,
perişan. Artık ben o anda inisiyatifimi
kullanarak aldığım gibi çocuğu Çevre
Hastanesine, özel hastaneye, gittim. O
gece ameliyat oldu
çocuk. Eğer biraz
daha gecikilse belki
hayatı tehlikeye
girecek. Hayat
dediğim gibi güzel
olsa da sıkıntılı
zamanlar da vardır.
O zaman sorumluluk
almak gerekiyor. Biz
çocuğu götürdük,
ailesi sonradan geldi,
çocuk tedavi oldu;
ama belki biraz daha
gecikilseydi çocuğun
hayatı tehlikeye
girecekti. Zorluklar
olduğunda da hiçbir
zaman o zorluktan
kaçmadık Onlar
benim oğullarımdır.
Ben oğlum için ne
yapacaksam onlara
da aynısını yaparım.
Onun yapabileceği bir şey de değil. Çok Öncelik her zaman sağlıklarıdır. Geri
kalanı bir şekilde çözeriz. Sonunda da
derin bir kesik var. Mutlaka dikilmesi
lazım. Ambulans falan da bahsettiğim çok güzel şeyler oldu.Sağlık sigortası
yaptırmalarını sağladım yatılıların (
dönemlerde çok daha zor. Hemen bir
özellikle, kırık,çatlak ve yaralanmalara
tane de yardımcı alıp yanıma, Ömer’i
karşı). Bu sigorta Bugün bildiğim
arabaya bindirip doğru Amerikan
kadarıyla hâlâ devam ediyorlar.
Hastanesi’ne götürüyoruz. Çocuk
K: Tüm bu süreçte size yardım
anestezi alıp ameliyat olacak. Diyorlar
ki nasıl yapacağız, imza atmanız gerek, eden öğretmen arkadaşlarınız
da vardı herhalde. Diğer türlü bu
ailesi var mı? Ailesi yok, ailesi benim.
kadar sorumluluğu tek başınıza
İmzayı ben atıyorum, aileye de haber
üstlenmek çok zor olurdu.
veriyorum. Eskişehir’i arayıp böyle
M.U: Benim yardımcılarım da
böyle kaza oldu diye anlatıyorum.
vardı. Dört yardımcım vardı. İlk
Neyse dikiyorlar, gece geç vakte kadar
kalıyoruz orada, sonra Ömer’i alıp yurda yıllarda öğretmenlerle çalıştık. Hem
öğretmen hem benim yardımcım
geri dönüyoruz.
pozisyonunda... Adil Bey vardı, 2010’da
Tüm bunları tamamen kendi
emekli oldu buradan. Beş altı yıl kadar
imkânlarımızla kendimiz yapıyoruz.
onunla çalıştık. O daha uzun süre
Daha önce de söylemiştim, ilk yıllarda
yatılılık koşulları daha zordu. İmkânlar çalışmadı. Kendi evini alınca çıktı.
Sonra öğretmenleri bırakıp, Robert
da daha sınırlıydı. Şimdi sigorta,
Koleji’nden mezun, eski yatılılar, aynı
Acıbadem, her dakika doktor, anında
ambulans hizmeti… Bunlar o yıllarda zamanda üniversiteye giden abiler
Ocak 2014
150. YIL
aldık. Onları sürveyan yapıyorduk. Onlar
daha iyi oluyordu. Hem okulu çok iyi
bilen hem yatakhaneyi bilen, çocukları
iyi anlayabilecek- benzer süreçlerden
onlar da geçmiş oluyorlardı- abilerle
çalışıyorduk. Etütlerde onlar yardımcı
oluyordu. Dersleri konusunda yardımcı
olabiliyorlardı. Onları en iyi anlayabilen
insanlardı. Onlarla birlikte çok güzel
bir takım oluşturduk. Mutlaka
zorlukları da vardı hem öğrenciler
hem çalışanlar açısından. Hafta sonları
nöbetçi kalıyordu mutlaka birimiz. Ben
gitsem bile tedirgin olurdum gittiğim
yerde. Arayacaklar mı diye beklerdim.
O zaman ki sorun da 90 öncesi cep
telefonları yoktu. Sabit telefonlar vardı.
Daha zor haberleşiyorduk. Bu sebeple
sürekli kampüste kalmaya, dışarı
çıkmamaya çalışırdık. 90 sonrası cep
telefonları da çıkınca çocuklar açısından
da bizim açımızdan da biraz daha rahat
oldu ; ama her zaman bir zorluk vardı.
Yaklaşık 140 erkek çocuğu bir arada
düşünürsen her an her şey olabilir.
K: 140 erkek çocuğunu tatil
günlerinde bir arada tutmayı nasıl
başarıyordunuz?
MU:Tatil günleri bizim kâbusumuz
olurdu. Okul varken çok sorun yok.
Herkes okula gittiği için herkesin
işleyen bir programı vardır ve pek
sorun olmaz. Tatil başladığı zaman
çocuklar evlerine gitmezse film o
zaman kopar yani. Herkes bir yere
dağılır, bir yere gider, bir şey yapar,
birbirleriyle sıkıntı yaşayabilirler, birisi
düşer kolunu kırar, bacağını kırar, her
şey olabilir yani. Onun için o günler
kâbus günlerimdi. Bir de şeyden
bahsedelim, onlar çok önemli: 1
Nisan’lar. Bu günlerde sanırım o kadar
olmuyor, son yıllarda hiç duymuyorum.
1 Nisan yatılılar için çok özel bir gündür.
1 Nisan tabii şaka günü ya, yatılılar onu
benden yani otoriteden intikam alma
gününe çeviriyorlardı. 31 Mart’ın gece
on ikisinden ertesi sabahın sekizine
kadar her şey onlarındı. Hiçbir şeye
müdahale etmiyorduk biz. Sadece
korunmaya çalışıyorduk. Artık ne
çılgınlıklar yaparlarsa… On ikide güya
biz onları yatırırdık. Güya yatırırdık
ama kimse uyumazdı. Odalarımıza
çekilirdik diyelim. O gece on ikiden
sabaha kadar sürekli hareket vardır. Bir
defasında bizim evin kapı tokmağını
tırabzan babasına bağlamışlar. Ben
kapıyı açmaya çalışıyorum açılmıyor.
Sürveyanların kapılarını da bağlamışlar.
Onlar da çıkamıyor dışarı. İstediklerini
yapıyorlar. Birbirlerini ıslatıyorlar,
hazırlıkların yüzlerini boyuyorlar,
hazırlıkların altlarına yumurta
koyuyorlar, çocuklar kımıldayınca
yumurtalar kırılıyor, bütün yataklar
berbat oluyor. Un, yumurta, boyalar …
Çok enteresan muzurluklar yaparlardı.
Çok yaratıcı şeyler de bulurlardı, çok
zeki çocuklar. Hiç unutmuyorum,
1 Nisan sabahı kalktık böyle 90
öncesi, Sage Hall’un üçüncü ve
dördüncü katındaydık, tavanda
boydan boya giden bir kalorifer
borusu vardı. O boruya yatakhanedeki
herkesin ayakkabılarının bir tekini
bağcıklarından bağlamışlar. Koridor
boydan boya her ayakkabının bir teki
aşağıda bir teki boruda… Sabah
herkes okula gidecek. O dönemde
çocukların çok ayakkabısı yok. Bir spor
ayakkabıları bir de normal ayakkabıları
var. Çok renkli ayakkabı giymek
de yasak o zaman. Çok sonra geldi
ayakkabı serbestliği, 90’ların sonlarına
doğru. O dönemde okula gitmek
için illa makosen ayakkabın olacak.
Onun da bir tekini bağlamışlar. Çok da
yüksek tavan. Nasıl becerdiler, nerden
merdiven getirdiler? Bizim kapıları da
bağlıyorlar çıkamıyoruz dışarı. Sabaha
kadar uğraşmışlar.
Bir keresinde de sebiller var ya, o
sebillerden birinin içine Japon balıkları
koymuşlar. Su içmeye gidiyorsun
balıklar dolaşıyor sebilin içinde.
Hazırlıklar yeni geldiklerinde, iskelet,
korkuluk gibi bir şey hazırlayıp
hazırlıkların penceresinden aşağı
sarkıtıyorlar, sesler çıkartarak
hazırlıkları kokutuyorlar. Zavallı
hazırlıklar çok çile çekerlerdi. Onların
tabiriyle “prep” olmak en zor dönemdi.
Onlar hep aşağılanır, onlara karşı
sert davranırlar. Ters çocuk olursa
fiziki sertlik bile görebilir. Onun için 1
Nisan’lar hâkikaten kâbusum olmuştu.
Bir gün mesela sandalyeleri toplayıp
kule yapmışlar sandalyelerden.
Bütün ampulleri sökmüşler, aynaları
çıkarmışlar yerlerinden. İlginç olan
bir şey daha vardı. O da çok önemli.
Çocukların o birikmiş olan enerjilerini
bir an boşaltmış olmaları lazım.
Ben bir defa yanıldım ve 31 Mart
gecesi –yerleri ıslatıyorlar ya- indim
bodrum katına vanaları kapattım.
Ben de kendimce önlem alıyorum.
Sabah erkenden gider açarım diyorum.
Sen misin bunu yapan? O 1 Nisan
Ocak 2014
o gün bitmedi, 2 Nisan’a da sarktı.
Bana dediler: “Bak hocam, yanlış
yapıyorsun, sakın bir daha böyle bir
şey yapma. Bizi engellersen biz bunu
bitirmeyiz.” O zaman anladım. Grubun
enerjisini boşaltması gerek Vazgeçip,
“Bıraktık!” katiyen demezler. Devam
ederler. O yüzden bırakacaksın ne
yapacaklarsa yapacaklar. Kirletecekler,
balonlara su dolduracaklar, balonları
diğerlerinin odalarına atacaklar…
Fakat son yıllarda bildiğim kadarıyla
yatakhanede pek böyle bir şey kalmadı.
Eğlenceli oluyordu, biraz kirli bir
eğlence oluyordu ama olsun. Bir gün
de rahatlıyorlardı. Beni sevmiyorlar
mı? Çok seviyorlar, ama ne yaparsan
yap sen onları yönlendiren, onlara
kural koyan birisin. Sevmeleri yetmiyor.
Otorite olduğum için bana kızdıkları da
oluyordu. O kızgınlıklarını bir şekilde
orada boşaltıp rahatlamaları lazım.
Aksi halde mümkün değil devam
etmez. Bazen sineye çekeceksin, hoş
göreceksin, onlar da bunu yapacaklar
yani.
Erkek yatılılar, 1 Nisan akşamı kızlar
yatakhanesine baskın yaparlardı.Biz
de başlarında . Girmek çıkmak yasak
ya yatakhanelere... Onlar Bingham’ın
üstünde biz Sage Hall’dayız,
şimdikinin tam tersi. Bütün erkek
tayfası bizle, sürveyanlarla beraber
hurra kızlar yatakhanesine dalardı.
Odaları dolaşırlar, muhabbet ederler,
söyleşirler, konuşurlar. “Haydi bakalım
gidiyoruz.” deyince de kimse dönmek
istemezdi. Kızlar da bazı çocukları
bırakmazlardı, saklarlardı. Alihan
diye bir çocuk vardı, çok yakışıklı bir
çocuktu. Kızlar onu vermezler bir yere
saklarlardı. Biz Alihan’ı bir şekilde
bulur çıkarırdık. Güzel, hoş esprilerdi. O
günlerin özel bir anlamı olurdu. Önemli
olan bazı şeylerle tekdüze giden şeyleri
kırmak, biraz heyecan, değişiklik
yaratmak. Bu, çocukların hayatında
da çok önemli. 1 Nisanlar bu nedenle
yatılıların hayatında çok önemli, renkli
günlerdi.
Köprü: Hiç unutamadığınız, sizi
çok etkilemiş, “bir anınız” var mı?
M.U: Zaman zaman ben korkular da
yaşadım çocukların bazı yaptıklarından
dolayı. Öyle hiç unutmadığım
anılarımdan birisi çok ilginç. Tabii
başkaları var da birini anlatayım.
Hatta şu anda o çocuk tiyatro sanatçısı.
Reklamlarda oynuyor zaman zaman.
Adı Burak. Bunun da bir kız arkadaşı
Köprü
7
var. Kız arkadaşı gündüzlü. Burak
da yatılı. Balıkesirli. Rahat bir adam.
Böyle sanatçı olacak adam vardır ya,
sanatçı rahatlığı, aynen öyle bir adam.
Sabah geç kalkar. Eşyalarını unutur.
Gelir tekrar kapıyı açtırmaya çalışır.
O zaman tabii kapılar kapanıyor. Çok
iyi, çok da sevdiğim bir çocuk, ama
zor da bir çocuk. Kızın adını şu an
hatırlayamıyorum, ama o da esmer,
ufak tefek, şirin bir kızcağız. Bakırköy
tarafında bir yerde oturuyor. Bunlar
çıkıyorlar, biliyorum. Biz öyle arkadan
arkadan çok şey biliriz. Magazin…
Neler neler… Kendi aramızda da
konuşuruz. “Bak Tansel’le Demet
çıkıyor, birbirlerine ne kadar da çok
yakışıyorlar.” gibi. Çok hoş arkadaşlıklar
da vardı. Devam eden oldu, etmeyen
oldu. Tansel’le ben mesela Antalya’da
karşılaştım. Çok iyi bir çocuktu, çok
sevdiğim bir çocuktu. Tansel bambaşka
biriyle evlendi. Yine bizim okuldan,
ama o anda tahmin bile edemeyeceğin
bir kızla evlendi. Çoluk çocuğa karıştı.
Demet de Bursa’dan biriyle evlendi.
Onun da iki oğlu var. Çok güzel bir
arkadaşlıkları vardı, biz de takdir
ederek bakardık.
Neyse, o kızla Burak çıkıyorlar. Bazı
arkadaşlıklar olur ya her şey düzenli
gitmez, inişli çıkışlı olur, kaprisleri
olur. Onlarınki buna benziyordu. Bir
akşamüstü bir telefon geldi bana.
“Böyle böyle, sizi Etap Marmara
Oteli’nden arıyoruz.(Gezi’nin tam
karşısındaki büyük otel şimdi, Ceylan
değil de diğeri: Etap Marmara )
Beyefendi burada bir oğlunuzla bir
kızınız var. Bunları bilmem kaçıncı
katta gördük. (Çatıya yakın bir kat.)
Sizin adınızı verdiler. Biz bu çocukları
şikâyet edeceğiz.” Dedim “Aman, sakın,
durun. Hemen geliyorum ben. Hiçbir
şey yapmayın.” Basına falan yansır.
Bir sürü abuk sabuk şey. Okulun adını
kullanmak isteyen gazeteler hemen
atlar bunun üstüne. Ben arabama
atladım hemen oraya gittim. Bunları
tutmuşlar, lobiye oturtmuşlar. Burak,
hiç şaşırmadığım bir adam. Kızcağızla
susmuş bekliyorlar orada. “Çocuklar
ne yapıyorsunuz, ne yaptığınızı
sanıyorsunuz?” Bunlar gelmişler. Fark
ettirmeden on sekizinci kata kadar
çıkmışlar. Macera arayan insanlar.
“Şuranın çatısına çıkabilir misin?
Tabii, haydi gidelim.” gibi… Orada
yakalanmışlar. Müşteri değiller,
bir şey değiller. Benim yaşadığım
8
korkuyu düşün. Bir şey olursa
ailelerine ne diyeceğiz? Okulun adı bir
gazeteye manşet olursa ne diyeceğiz?
Adamlardan rica ettim. “Bakın bunlar
çok genç. Bir saçmalık yapmışlar. Siz ne
olur anlayış gösterin.” filan deyip aldım
ben bunları arabaya. Burak’ı yurda
getirdim. Hiç unutmadığım anlardan
biridir bu.
Bir Kuruçeşme
mahallesinde
yaşadığım bir anı
var. Can adlı bir
çocuk. Aslen o da
Diyarbakırlıdır.
Ailesi Amerika’da
yaşıyormuş. O
zaman yatay geçiş
diye bir fırsat vardı.
Lise 1’de sınavlara
girip Amerika’dan
buraya gelmiş.
Can iyi bir çocuk,
fakat Türkiye’deki
kültürü, geleneği,
göreneği çok
bilmiyor. Amerika’da
büyümüş. Her şeyi
Amerika’da yaşadığı
gibi yaşayacağını
sanıyor. Burada bir
kızla gönül meselesi başladı. Kızın adını
hiç unutmuyorum İdil. İdil de Bizim
Tepe’nin arkasında oturuyor. Can da
okuldan çıktı mı İdiller’in evinin önüne
gidiyor. Gitarı alıyor eline, serenat
yapıyor. Çok hoş çok güzel bir şey
bu, ama İdil’in babası görüyor bunu.
Sen misin benim evime gelip kızımı
rahatsız eden… Ca’’ı kovalamaya
başlıyor. Can önde elinde gitarla bize
doğru koşuyor. Baba da taş atıyor ya
da Can’ın arkasından koşuyor. Bizim
Tepe’nin orası da ya yapılmış ya da
yapılıyor, belki de yoktu Bizim Tepe o
zaman. Ben gördüm bunları. Hemen
gittim dedim: “Durun, Can’a bir şey
olacak!” Oturduk adamla konuştuk.
Bu çocuklar çok genç, olacak böyle
şeyler. Adam dedi: “Ben mahalleme
rezil oluyorum, dedikodu oluyor.” Can’a
anlatmak zorunda kaldım bunu. “Can,
oğlum burası Türkiye. Sen gidip kızın
camının altında gitar çalarsan çok hoş
karşılanmaz. Ne söyleyeceksen burada
söyle. Evine gitme.” Böyle de bir anımız
var Can ile ilgili. Bu gibi hatıralar
bitmez. Çok renkli çocuklar geçti.
Yazmaya başladım bunları kısa kısa
notlar halinde. Belki internet üzerinde
150. YIL
hepimizin ulaşabileceği bir kitap haline
dönüştürebilirsek yatılılar da okumak
isterler, hoş olur.
Köprü: Öğretmenler olarak
kendi aranızda öğrencilerden
bahsettiğinizi söylediniz. Bu
durumdan da biraz bahsedebilir
misiniz bizlere acaba?
birbirine saygı duyan, değer veren
-zaman zaman tartışmalar, iniş
çıkışlar mutlaka olmuştur - güzel
arkadaşlıklar olmuştur. Kızlar için de
erkekler için de dostluklar, ilişkiler
hep çok düzeyli yaşanmıştır. Biz de
onları hep izlemişizdir. Bazıları için
dediğim gibi “Ne çok yakışıyorlar
M.U: Öğrenciler artık bizim
çocuklarımız gibi olduğu için yatılı
öğretmenlerle gündüzlü öğretmenlerin
öğrencilerle ilişkileri farklıdır. Biz
özellikle yatılı çocukları yirmi dört
saat görüyoruz ve yaşamları içinde yer
alıyoruz. Onlar da bizim çocuklarımız.
O nedenle kim ne yapar, kim kimledir,
nerededir, paparazzi gibi gözlemleriz.
Gerçi bizimki uzaktan gözlemlemek.
Her zaman bilirdik yani kim kiminle
çıkıyor, nerede, nedir, ne değildir.
Ben her zaman şuna inanmışımdır:
Doğru arkadaşlıklar iki taraf için
de hep çok güzel olmuştur. Mesela
Metin diye bir oğlumuz vardı, İzmirli.
Bayağı yaramazca bir çocuktu, biraz
da tembeldi. Onun Bennu diye bir
kız arkadaşı vardı. İyi ki Bennu vardı,
yoksa Metin kesinlikle Robert Koleji’ni
bitiremezdi. Onu her yönüyle çekip
çeviren bir arkadaştı. Böyle güzel
arkadaşlıklar, birbirine sahip çıkan,
birbirini koruyup kollayan… Şunu
da söylemem gerekir ki, burada
ilişkiler hiçbir zaman basit düzeye
inmemiştir. Çok saygılı, çok düzeyli…
O ifade çok kullanıldığı için içi boşaldı
belki ama gerçekten çok düzeyli,
birbirlerine.” derdik. Deniz’le Taner
mesela… Evlenmediler. Biz hayal
kırıklığına uğradık. Yapacak bir şey
yok, hayat. Ayrı ayrı umarım mutlu
olmuşlardır. Bir de dediğim gibi anne
baba gibi hissedince öyle şeyleri ister
istemez düşünüyorsun. Annen baban
böyle şeyleri senin için düşünüyordur
eminim. Ben de kızım ve oğlum
için zaman zaman düşünürüm. Şeyi
hatırlıyorum, “Hokkabaz” filminde Cem
Yılmaz oğluna “Oğlum, bu kız iyi. Sen
bu kızı al.” derdi. Böyle bir şey vardır
anne babalarda.” Bak bu kız iyi, bu
çocuk iyi, tam sana göre.” gibi... Bizimki
de öyle bir muhabbet.
Köprü: Yatılılardan, bizim de
bildiğimiz öğrencileriniz var mı?
M.U: Sizin gördüğünüz, tanıdığınız
kimse var mı? Cem Akaş diye yüz
ellinci yılın düzenlemesini yapan bir
yazar var. O benim öğrencilerimden
biri. Daha çok iş dünyasında bizim
öğrencilerimiz. Burada Merve
Hanım var, Amerika’ya giden grupla
çalışan. Merve Ashapoğlu. O bizim
öğrencilerimizdendi. Merve , yatılı değil
gündüzlüydü. Berk Balcı var. Ön plana
çıkabilmiş değil henüz. Haluk Özenç
Köprü
Ocak 2014
var. “Fasulye” diye bir film çekti. Yine
yönetmen olarak Bora Tekay adında
bir oğlum var. Bayağı iş yapmaya
başladılar. Bunlar hep yatılı. Benim çok
iyi tanıdığım çocuklar. Cömert Varlık
var. Koç Grubu’nda Bilkom’un genel
müdürü. Bilgehan Çevik var, üst düzey
yöneticilerden. Baktığınız zaman
hepsi çok önemli
yerlerdeler.
Köprü: Siz onlarla
birlikteyken bunu
tahmin ediyor
muydunuz?
M.U: Tahmin
ediyor muyduk?
Çok rahatlıkla
evet diyebilirim.
Öncelikle çok zeki,
çalışkan, iyi çocuklar.
Yatılıların önemli bir
bölümü çok çalışkan
çocuklardır. Nedeni
de şu: Ailelerinden
uzakta, önemli
bir çoğunluğu
Anadolu’dan gelir,
bilinçli bir şekilde
hayata asılan,
akademik anlamda
güçlü öğrencilerdir.
Onların iyi yerlere geleceğini tahmin
ediyordum ben zaten. İlgin Özden
adında bir öğrencimiz vardı. Şu an
ÇAPA’da profesör doktor kendisi.
Karaciğer transplantasyonu üzerine çok
önemli uzmanlardan. Dünya çapında
uzman. Bunun gibi yatılı çocukların
-yüzde doksan, doksan beşi diyebilirim
rahatlıkla- Türkiye’de ve dünyada çok
önemli yerlere geldiler. Ben bunları
duyunca çok gurur duyuyorum. Onlarla
birazcık da olsa emeğim olduğu için,
katkıda bulunduğum için kendimi çok
mutlu sayıyorum.
Köprü: Yatakhane anılarınız
gerçekten çok güzel. Yatılılığa
veda nasıldı?
M.U: 2002 yılında Amerika’da ikiz
kulelere uçakların çarpmasıyla beraber
dünyada yeni bir dönem başladı denir
ya, bizim de hayatımızda önemli bir
yeri oldu 2002’nin. 2001’den sonra
okuldaki birçok şey değişti. Bunlardan
birisi de güvenlik konusu... 2002
yılına kadar, bizde bekçiler vardı.
Makul bir düzeydeydi. Abartılı bir şey
yoktu. 2002’den sonra, İkiz Kulelere
saldırıdan sonra, Amerika’nın bütün
dünya çapındaki okullarında, iş
150. YIL
yerlerinde, Amerika’yla ilgili olan
tüm kurumlarda olağanüstü güvenlik
önlemleri alınmaya başlandı. Bizim
güvenlik sistemi de tamamen değişti.
Bu bizim hayatımızı biraz zorlaştırdı.
Biz burada yaşayan insanlar olarak o
kadar sıkı güvenliğe alışkın değildik.
Biraz daha birbirimize güvenirdik,
rahattık. Bu kadar sıkı güvenlik bizi
biraz tedirgin etti, bu
bir. İkincisi de 1998
yılında orta kısım
kapatıldı, 2004’te
tamamen bitti.
1998’den itibaren,
ortaokuldan sonra
sınava giren sizin
gibi öğrenciler
gelmeye başladı.
1998 sonrasında
yatakhanenin
de yeniden
yapılanmaya gitmesi
ihtiyacı ortaya
çıktı. Bu yapılanma
sürecinde yer aldık
biz de. Yedi gün
yatılıların sayısı hızla
artmaya başladı.
Tabii onlarla ilgili
programlar değişti.
Bir de o dönemde
yatakhaneyi
yönlendiren yöneticilerin yönetim
anlayışıyla benim yönetim anlayışım
çok çakışmadı, çok üst üste oturmadı.
Düşündüm ben de, çok uzun yıllar
ben bu işi kendimce güzel bir şekilde
yaptım, artık tamamen farklı bir
anlayışa acaba uyum sağlayabilir
miyim, sağlayamaz mıyım? Ya da bu
kadar yeni bir stresin altına girmek
benim için uygun mu, değil mi? Bunu
epey tartıştık. Eşimle beraber de
konuştuk.
Sonunda ben istifa ettim. İstifa
etmemin nedeni de şu: Programlar
tamamen yeniden yapılıyor, hafta
sonu dışarı çıkma izni vermiyorlar, biz
onlara izin verirsek ancak o şekilde
çıkabiliyorlar. O dönem 2002’deki
olayların hâlâ sıcak olmasının etkisiyle
biraz fazla katı bir anlayış var. Biz de çok
ona dayanamadık açıkçası. Hatta Nüket
Hanımın da dilekçesini ben yazdım, o
altını imzaladı. Birlikte götürdük, dedik
“Buyrun. Biz bu işi onurlu, şerefli bir
şekilde, başımızı öne eğecek hiçbir şey
yapmadan, tatsız bir şey yaşamadan,
çok uzun yıllar -yüzlerce çocukla, çok da
kolay bir şey değil- yaptık. Onurlu bir
şekilde bırakıyoruz. Hazirana kadar biz
görevimizi sürdürürüz. (Martta oluyor
bu olaylar.) Önümüzdeki yıl başka
insanlarla bu işe devam edersiniz.”
Ben haziranda anahtarları teslim
ettim. Yaşamımın o serüveni orada
noktalandı. Aynı dönemde, haziran’ın
hemen ortalarına doğru ani bir
dil bilgisi olan, her yönüyle Robert
Koleji’ni taşıyabilecek çok güzel bir
kadromuz var şu anda. Bunun için de
çok seviniyorum. Artık yaş itibariyle
de benim son on yılım. Şu an elli
beş yaşındayım. Sağlığım elverirse,
on yıl daha çalışma hakkım var. Ben
öğretmeyi, öğrenmeyi çok sevdiğim
için emekli olmak istemiyorum.
değişiklik oldu. Bizim o dönemki bölüm
başkanımız ayrılmak durumunda
kaldı. Beni çağırdılar ve bu görevi
teklif ettiler. Beni bölüm başkanı
olarak atamak istediklerini söylediler.
Ben de “Onur duyarım.” dedim. “Yeni
bir döneme ben de geçmek isterim
açıkçası.” 2002 yılının Haziran’ında
bölüm başkanı oldum. O dönemden
beri, on bir yıl olmuş, bölüm başkanı
olarak, edebiyat öğretmeni olarak
devam ediyorum.
Bu dönemim de çok enteresan, şanslı
bir dönemdi. Bölümün tamamen
değiştiği bir dönemdi. 2002 yılındaki
öğretmen kadrosundan şu anda sadece
iki öğretmen var. Biri ben, biri Esra
Ürtekin. Bir de daha sonra 2003’te bize
katılan Birol Hoca. Üç hoca diyebiliriz
en fazla. Üç hoca dışında –biz on
dört kişiyiz- on bir hoca yeni. Bu on
bir hocanın onunun kararını vermek
şansı bana nasip oldu. Bu da çok güzel
bir şey. Mülakatlarda hocalarımızla
görüşmeler, tüm o süreç... Çok güzel
bir kadro oluşturduk şu an. Daha genç,
daha teknolojiyle barışık, yabancı
Öğretmenlerle durmadan neler
yapabileceğimizi, daha yeni neler
olabileceğini, nasıl olabileceğini
tartışıyoruz. Çok heyecan duyuyorum
bunlar üzerinde çalışmaktan.
Kurduğumuz ekip de bunları çok
destekleyen bir ekip.
Koç Lisesi’nin bu yılki öykü
yarışmasına yirmi sekiz öğrencimiz
başvurdu. Bu benim için çok gurur
verici bir şey. Senin neler çizip yazdığını
biliyorum, takip ediyorum, harikasın.
Senin gibi daha birçok çocuğumuz var.
Bunlar çok güzel şeyler. Bunlar hep
beni heyecanlandırıyor. Bir edebiyat
bölümünün de başarısı burada yatıyor
zaten. Geri kalan teknik şeyleri okul
yapıyor zaten. Yeni bir şeyler yapmak
istiyoruz, yeni kararlar alıyoruz. Diyoruz
“Seneye Dil ve Anlatım dersinden final
yapmayalım, proje yapalım.”Dil ve
Anlatım dersinden final olmayacak.
Çok daha iyi olacak diye düşünüyorum.
Yazma çalışması olacak projede. Bir
dönem boyunca devam edecek. Adım
adım yıl boyunca sürecek. Sınav sayısını
azalttık.
Ocak 2014
Köprü
9
Köprü: Edebiyat bölümü son
zamanlarda gerçekten çok radikal
kararlar aldı. Biz öğrencilere çok
yardım etti.
M.U: Bu proje süreçlerinde çok kalıcı
şeyler öğreniyorsunuz. Seçtiğimiz
kitaplar… 1984’ü okuduk. Onu
okuduğumuza ben de çok sevindim.
Okuduklarımızı yaşıyoruz gerçekten de.
Ülkemizde hepsi
yaşanıyor. Cuk
oturdu bir yerde.
İyi ki konuşmuşuz
bunları. Sonuç
olarak bölümce
eğitime çok önem
veriyoruz. Bütün
öğretmenlerimiz
Bilgi
Üniversitesi’ne
eğitime gittiler.
O beni çok mutlu
etti. Devam
edeceğiz yine
buna. Yurtdışına
eğitime gidiyoruz.
Bu sene üç
arkadaş, -ben,
Aydemir Bey,
Özgül HanımLondra’ya,
Amerika’ya
eğitime gidiyoruz
yine. Acaba orada neler yapıyorlar?
Onları görüp acaba buraya taşıyabilir
miyiz diye konuşuyoruz. Bu sene
bizim okulda Sonbahar Öğretmenler
Konferansı yapılacak. Sekiz
arkadaşımız sunum yapacak, müthiş
bir şey. Çok güzel örnekler, sekiz kişi,
ben de dâhil olmak üzere… İlk defa
ben bölüm başkanlığıyla ilgili sunum
yapacağım. Şimdiye kadar hiç böyle bir
şey yapmamıştım. Ben şimdiye kadar
ki tüm konferanslara katıldım, ama hiç
böyle bir sunum yapılmamıştı. “Bölüm
Başkanı ve Lideri Olarak Sorunlar ve
Çözümler” diye bir program sunacağım
onlara. Bu şekilde gelişerek devam
etmek arzumuz. Çocuklara ne kadar
katkıda bulunabilirsek, sizin önünüzü
ne kadar açabilirsek, edebiyat dersini
ne kadar sevilen bir ders yapabilirsek,
bahtiyarlık o kadar büyük olacak.
Köprü: Biraz konudan sapmış
olacağız fakat 11 Eylül’den sonra
gelişen güvenlik önemlerinden
bahsettiniz. Okulda başka
ne değişiklikler oldu? Bizim
bilmediğimiz neler oldu?
10
M.U: Değişiklik çok oldu. Doğa gereği
değişim kaçınılmaz bir şey. Okulda
öğretmenler açısında, akademik
anlamda, idari anlamda çok şey
değişti. Altını çizebileceğimiz birkaç
değişimden bahsedebiliriz. Birincisi
seksenli yıllardan, doksanların başına
kadar okul daha çok İstanbul merkezli
bir okuldu. Dikkat ederseniz Gould
Hall’un girişinde Özel “İstanbul”
Amerikan Robert Koleji yazar. İstanbul
ifadesi hâlâ orada duruyor. Arnavutköy
kapısının oradaki binanın girişinde de
aynı şekilde Özel “İstanbul” Amerikan
Robert Koleji diye yazar. Oysa okulun
resmi adından İstanbul kelimesi
çıkartıldı. Özel Amerikan Robert
Lisesi’dir şu an. En önemli değişim
bence burada yaşandı. Ben bunun canlı
tanığıyım.
Doksanlı yılların başında, 98 yılı
özellikle kırılma noktası burada,
ortaokulun kapatılmasıyla okul,
Anadolu’ya daha çok açıldı. Burs
sistemine bakacak olursan, 98 öncesi
çocuklara ayrılan burs fonuyla bugün
ayrılan burs fonunun arasında dünya
kadar fark var. Bugün Robert Koleji’ne
gelenler çok farklı yerlerden geliyorlar.
Bu çok sevindirici. Bu açılma, değişim
olmasaydı, bugün birçok çocuk Robert
Koleji’ne gelememiş, bu imkânları
bulamamış olacaktı. Seksenli yılların
başında yatakhanede Anadolu’dan bir
ya da iki çocuk ya olurdu ya olmazdı.
İstanbul, Bursa. Robert Koleji’nin
çoğunluğu İstanbul, bir kısmı da
Bursalıydı. Bursa’dan elli altmış kadar
öğrenci vardı. Onların otobüsleri
olurdu, pazar günü gelirler, cuma günü
giderlerdi. Bunun dışında İzmir’den
birkaç öğrenci, Antalya’dan bir ya da
yok, Eskişehir’den bir, Ankara’dan bir
iki çocuk, o kadar. Şu anda müthiş bir
şekilde Türkiye’nin her ilinden, her
yöresinden öğrenciler var. Bu da bence
okulun mütevelli heyetinin aldığı
Türkiye’yi kucaklayan bir Robert Koleji
anlayışı. Alkışlanacak bir anlayış. Çok
uzak yerlerden, Anadolu’dan buraya
gelmiş, burada eğitim alma fırsatı
bulmuş… Çok güzel bir şey bence. Bu
anlamda bir değişim yaşandı. Bu da çok
olumlu bir değişiklikti.
Öğretmenler anlamında da değişimler
oldu. Şu anki öğretmen kadromuza
bakarsan nerdeyse yüzde elliye yüzde
elliyiz Türk ve yabancı öğretmenler
olarak. Benim öğretmenliğe başladığım
yıllar yetmiş beş seksen kadar yabancı,
150. YIL
yirmi beş otuz civarı Türk hoca vardı.
Sadece Türk hocalar o dönemde Türkçe
ve kültür dersine girebilirlerdi. Bir
müzik öğretmeni Türk olamazdı. Beden
öğretmeni, matematik öğretmeni, fen
öğretmeni Türk nadirdi. Sadece Sosyal
Bilimler ve biz. Bu büyük bir değişim…
Yüzde elliye yüzde elli ne demek….
Bu olayın iki yönü var. Bazıları diyebilir
ki, anadili İngilizce olan öğretmenler
daha iyi olmaz mıydı? Bunu ileri
sürebilirler. Bana sorarsan iyi öğretmen
olursa, hangi milliyetten olduğu çok
fark etmez. İyi bir öğretmen, mesleğini
seven, akademik anlamda donanımlı,
öğretmeyi, öğrenmeyi kendine ilke
edinmiş, işini iyi yapmak için çaba
gösteren… Bu olsun. İster Türk olsun,
ister yabancı olsun fark etmiyor. Şimdi
de işe alınmış Türk öğretmenlerin
hemen hemen hepsi işini çok iyi
yapan insanlar. Mesleklerini severek
yapan insanlar. Bakıyorum ben genç
öğretmenlere... Pırıl pırıl insanlar.
Biz neler gördük. Öğretmen
Kanadalıdır, İrlandalıdır, ama
öğretemiyordur. O zaman da sadece
yabancı olduğu için… Bizim
çocuklarımıza yazık değil mi? Siz pırıl
pırıl çocuklarsınız. Bu ülkenin en seçkin
birkaç yüz çocuğu… Bu çocuklara
yazık edilmiş olur. İyi bir ilke o yüzden
bana sorarsanız. Türk öğretmenler
de gördüğüm kadarıyla İngilizce’ye
oldukça hâkimler. Matematik bölümü,
fen bölümü… Çocuklarla da İngilizceyi
akıcı bir biçimde konuşma konusunda
98 sonrası biraz bir sıkıntı yaşandı.
Kolay değil çünkü beşinci sınıf sonunda
başlamakla geç başlamak bayağı fark
ediyor. Ben yine de şuna inandım,
isteyen çocuk, özel çaba sarf eden çocuk
bunu da aşabilir. Ama aşmayan yok
mu? Var. Mesela son sınıflarla bazen
konuşuyoruz. . Bırak akıcı bir İngilizce
konuşmayı, İngilizce konuşmak
istemiyor çocuklar. Bilmiyorum bunun
nedenleri nedir. Onuncu sınıfta falan
bu konuşma olayı biraz kesintiye
uğruyor gibi geliyor bana. Aynı
zamanda kaygı var. Türkiye’de sınava
gireceksiniz. Bence aslında bir şekilde
bunun çözülmesi lazım, ama nasıl
çözülür? Şu anki koşullarla çok da kolay
değil. Geçenlerde bir yerde okulun
hedefleri arasında “Daha çok İngilizce
konuşulan bir okul” hedefini gördüm.
Bu nasıl olabilecek, ne kadar olabilecek
bilemiyorum.
Değişim deyince aklıma gelenler
Köprü
bunlar. Mekânsal anlamda sizin hiç
yaşamadığınız değişikler çok oldu.
1990’lı yıllarda yeni binalar devreye
girdi. Kütüphane 1990 döneminde
yapıldı, öncesinde spor salonuydu.
Ondan da öncesinde çok güzel bir
tiyatro salonuymuş. İki katlı, çok
muazzam bir yer. Sonradan onu
yıkmışlar ve spor salonu yapmışlar. Biz
geldiğimizde orayı spor salonu olarak
bulduk. Aslında konuşacağım çok şey
var da zamanımız az.
Tiyatro hikâyem var bir de benim.
1986 yılında çocuklarla başlayan ve
yine bugün dahi devam eden bir oyun
yapma… Türkçe tiyatronun danışman
öğretmeni uzun yıllar bendim.
1986’dan 2002’ye kadar on altı yıl...
On altı yılda bazen yılda bir, bazen iki
oyun, toplam yirmi beş otuz kadar
oyun sahneye koyduk.
Köprü: Çok sosyal bir
öğretmensiniz.
M.U: Eşim bana kızıyordu.
Evlendiğimizde eşim bana sormuştu:
“Ya tiyatro ya ben?” Ben de tiyatroyu
seçmiştim. Biraz toyluğum,
tecrübesizliğim herhalde. Haklı olarak
çok kızmıştı bana. Ama böyle yani
bırakamıyordum. Çocuklarla o kadar
bütünleşmiştik ki… Hafta içi okul ve
yatakhane ile ilgilenir, hafta sonu da
lise sonlarla oyun çalışır, oyun sahneye
koyardık. Ben buradan çıkınca sudan
çıkmış balık gibi olacağım. Gidemem
herhalde. Buralarda dolaşırım.
Köprü: Hafize Hoca’yla da kaç yıldır
birlikte çalışıyordunuz?
M.U: Hafize Hoca’yla otuz iki yıldır
beraber çalışıyoruz. Onun otuz
dördüncü yılı oluyor. Bu akşam
onları uğurlama partimiz var. Hep
Bizim Tepe’de yapıyorduk. Bu yıl
kütüphanenin balkonunda yapacağız.
Akşamüstü saat üç ile dört arasında.
Orada Hafize Hanım için de bir kart
yazıyordum. Kolay değil tabii Hafize
Hanım için bir şeyler yazmak. 1979
yılında gelip çalışmaya başlamış Hafize
Hanım burada. Ben geldiğimde o iki
yıllık öğretmendi. Beni ilk karşılayan
öğretmenlerden biri oydu Türk
müdürlükte. Bana “Aman dikkatli ol,
ayaklarını yere sağlam bas!” demişti.
Tecrübeli tabii o, bana öğütler
veriyordu. Onlar kızlar yatakhanesinde
sürveyandı. Çok iyi bir arkadaşım
gerçekten Hafize Hanım. Çok değerli bir
öğretmen. O bambaşka. Duygusallığı,
coşkuyu, bilgiyi çok güzel harmanlayan
Ocak 2014
bir insan. İnsanları çok seven biri.
O sevgiyi o kadar güzel ortaya
koyuyor ki, çocukları da kuşatıyor.
Dersleri muhteşem. Hafize Hoca’yı
da çok özleyecektir okul. İnşallah yeri
doldurulur. Çok kolay bir şey değil,
öyle hocalar kolay kolay gelmiyor. Her
zaman büyük bir sevecenlikle, coşkuyla
yapmıştır bu işi. Efsane hocalardan
biridir.
Köprü: Siz de en büyük
efsanelerden birisi olacaksınız.
M.U: Çok teşekkür ederim. Benim
şöyle bir şansım oldu, Hafize Hoca
sürveyanlıktan sonra öğretmen olarak
devam etti sadece, ben uzun yıllar
yatılılıkla devam ettim. Bölüm başkanı
olarak da… Ben sorumluluk almayı
seven, öne çıkmayı seven bir insanım.
Herkes bunu yapmıyor, tarzı da
olmuyor olabilir. Ben seni de tavrından
tarzından anlıyorum, sen tuttuğunu
koparan bir kıza benziyorsun.
Yapabileceğin şeylerde kendine her
zaman şans ver. Bu çok önemli. Ben
hep şunu söylerim: “Bu okul bana
şanslar verdi.” Öğretmen olarak şans
verdi ve ben iyi bir öğretmen olmak
için hâlâ uğraşıyorum. Bitmiş değil
hiçbir şey. Önümüzdeki hafta Salı günü
Amerika’ya gidiyorum. Benim yabancı
dilim Fransızca’ydı lise yıllarında,
üniversiteyi bitirinceye kadar.
İngilizceyi burada öğrendim. Daha
sonra yüksek lisans için Boğaziçi’ne
gittim, Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda
bir yıl eğitim gördüm, İngilizce
öğrendim. Şimdi düşün hâlâ o
zamandan bu zamana yabancı dilde
bir şeyler yapmak için uğraşıyorum.
Zorlanmıyor muyum? Zorlanıyorum
tabii ki. Olsun, diyorum ki üstesinden
gelebilirim bunun. Gece uyumam
çalışırım, bir şekilde öğrenirim.
Tuttuğumu kesinlikle bırakmam.
Köprü: Hocam tam bir Robert
öğrencisisiniz.
M.U: İnanır mısın? Robert sadece
öğrenci yetiştirmez, aynı zamanda
öğretmen de yetiştiriyor ve “Robert
Öğretmeni” diye bir öğretmen var.
Köprü: Siz başka yerde
yapamazsınız, kimse yapamaz.
M.U: Yapamam. Okul bana dediğim
gibi şans verdi. 1985 yılında yatakhane
müdürlüğünü teklif ettiklerinde
bunu kabul ettim. Zaten dört yıl
deneyimim var. Bazıları söyledi,
yüz elli tane çocukla baş etmek
zor, daha çok gençsin, kendine çok
150. YIL
güveniyorsun… Dedim: “Hayır, eşim
de bana destek olur.” Eşimin hakkını da
teslim etmeliyim. Çok büyük bir şans
öyle bir eşe sahip olmak da. O da bana
omuz verdi. Serap Hanım ile on yedi yıl
yatakhaneyi yönettik. Ben tek başıma
başa çıkamam. Her dakika her şeye
sahip çıkar, müthiş sevecendir. Harika
bir insan. O benim en büyük şansım.
2002’de “Bölüm başkanı olur musun?”
dediler. “Evet.” dedim. “O sorumluluğu
da alırım. Değiştirmek, dönüştürmek
istiyorum.” 2002’de bölümde İngilizce
bilen birkaç öğretmen vardı. Kolej
mezunu değilim, ama Boğaziçi’ne
gittim, okudum, öğrendim. Bilen azdı.
Şu an bilmeyen kimse yok. Bazıları
çok ileri düzeyde, bazıları rahatlıkla
konuşup okuyabilecek düzeyde. Sözü
şuraya getireceğim: Sana verilen
şansları hiç geri çevirme. Bunları
mutlaka kullan. Mutlaka güzel yerlere
geliyorsun. Ben somut örneğiyim.
Anlattım sana hikâyeyi. Şu tepeyi nefes
nefese tırmanıp geldim buraya.19 81
yılının Ağustos’u, geldiğim günden
beri buradayım. Her zaman kendime
şunu prensip edindim: Dürüst olmak,
güvenilir olmak. Birisi bana bir iş
verdiğinde bunun arkasını düşünmez.
Mehmet Hoca’ya bu işi ver, tamam.
Almışsam o işi mutlaka yaparım.
Yapamayacaksam baştan dürüst
bir şekilde yapamayacağım derim.
Yapamayacağım iş de azdır.
Bir sorumluluğa talip olmuşsam,
inanmışımdır ben onu başaracağıma
ve gerisi önemli değil. Zorluk olmaz
mı? Olur. Bak bölümü de dönüştürdük
ve çok mutlu hissediyorum kendimi.
Sempozyum oluşturduk düşün.
2005’ten beri devam ediyor.
Önümüzdeki yıl dokuzuncusunu
yapacağız. “Edebiyat ve Sinema”
olacak yeni başlığımız. Bunların
hepsi kalıcı birtakım değerler oluyor.
Eminim bu Robert Koleji ile devam
edecek. Bunları ben tek başıma
yapmıyorum tabii ki. Çok güzel bir
takımımız var. Ben her zaman bir şey
atıyorum ortaya, hedef koyuyorum.
Bilgi Üniversitesi’nde hizmet içi eğitim
derslerine başladık. Cumartesi günleri
gidiyoruz. “Edebiyatta Modernizm”,
“Fantastik Edebiyat”, “Yaratıcı
Yazarlık”… Öğretmenlerin ufkunu
açmak… Ne olursa olsun bir süre sonra
tekrara düşüyorsun, ama böyle yerlere
gittiğin zaman bambaşka insanlarla
bambaşka şeyleri tartışıyorsun ve bu
seni geliştiriyor. Ben orada konuştuğum
bir şeyi sınıfa taşıyorum. Size bir
katkısı olsun, benim heyecanım o.
“Bakın çocuklar, şurada şu tablo var.
Açıp bakalım.” Bunu öğretmenlerin
yapması harika. 13-14 Eylül 2013 ’te
yazma çalıştayımız var burada okula
başlarken. Yine Bilgi Üniversitesi’nden
öğretim görevlisi Sevengül Sönmez
bize “İleri Yazma” konusunda seminer
verecek ve bütün yıl boyunca da
bizimle olacak. Dil ve Anlatım
finallerini projeye çevireceğiz dedik.
Daha iyi çocuklar nasıl yazabilirler?
Bütün mesele bu. Bizim bölümümüzü
tamamlayan çocuk edebi bir makaleyi
başarılı bir şekilde yazabilmeli. Bunu da
başaracağız.
K: Bizce de bazı kısıtlamaların
kalkması gerekiyordu
kullandığımız dil üzerinde. Okula
girdiğimiz yıl daha fazla baskı
vardı, şu an daha serbestiz.
Dediğim gibi edebiyat bölümünü
bu yıl tüm öğrenciler daha çok
sevdi.
M.U: Daha fazla değişeceğiz.
Kısıtlamaları daha aza indireceğiz.
Çok güzel kitaplar seçiyoruz. Zaman
zaman Türk Edebiyatından az kitap
seçtiğimiz konusunda eleştiriler geliyor,
ama ben hiçbir zaman öyle bir ayrım
yapmıyorum. Türk Edebiyatı, Dünya
Edebiyatı fark etmez. Seçtiğimiz
kitaplar hep evrensel konularda.
1984’ü seçtik. Bu Türkiye’de de geçerli,
Afrika’da da geçerli, Amerika’da da,
Avrupa’da da. Sonuçta güzel şeyler
yaptığımızı düşünüyorum. Çocuklardaki
yansımasını da görüyorum.
Konuşmalardan, değerlendirmelerden.
Diyorum ki: “Eğitim böyle bir şey
olmalı!” İçselleştirilebilen, kalıcı bir
etki oluşturabilen bir çaba olmalı.
Çocukları düşündürecek, onlara farklı
pencereler açacak, farklı düşündürecek
şeyler kalıcıdır. Onların yaptıkları
çalışmalarla, onların çektikleri
filmlerle, değerlendirmelerle çok
güzel şeyler elde ediyoruz. Bunu da
geliştirmek istiyoruz. “Kendi kendini
değerlendirme” dediğimiz, diğer
çocukların birbirini değerlendirmesini
zamanla yerleştirmek istiyoruz.
Ölçme ve değerlendirmeyi tamamen
değiştirmek istiyoruz. Zaman içinde
olacak bence bu.
Köprü: Son olarak biz öğrencilere
söyleyecekleriniz nelerdir Mehmet
Hocam?
Ocak 2014
M.U: Size söyleyeceğim: Ben size
çok güveniyorum. Bunu dersimde de
çocuklara söyledim. Dünyanın ve bu
ülkenin gerçekten sizin sayenizde,
daha yaşanası hale geleceğine
inanıyorum. Özellikle Gezi ile ilgili
tutumunuz beni heyecanlandırdı.
Uzun süre astımım olduğu için, gaz
yemekten korktuğum için gidemedim,
ama geçen hafta perşembe günü
oradaydım. Orayı dolaştım, üç saate
yakın orada bulundum. Çok düşündüm,
çok heyecanlandım. Orada bulunanları
görünce “Helal olsun bu çocuklara. Bu
insanlara helal olsun!” dedim. Oradaki
o dayanışmayı, paylaşmayı… Birisi
diyor ki “Çocuklar altı gönüllü lazım.”
Gençler hemen koşarak gidiyorlar.
Ne kadar güzel bir şey bu. Çok farklı
yerlerden, inançlardan, kültürlerden
insanlar barış, demokrasi, özgürlük
temelinde birleşiyor. Bir tarafta
Kürt gençleri halay çekiyor. Ben
de katılıp onlarla halay çekmek
istedim. Çok mutlu oldum onları
görünce. Robert Koleji’ni mutlaka
siz iyi değerlendiriyorsunuz. Bu okul
varlığıyla özgürlüklere şans veren
bir okul. Her zaman için bu özgürleri
iyi değerlendirin. Bu okula mezun
olduktan sonra da sahip çıkın. Buranın
yaşaması için, gelişmesi için daha çaba
gösterin. Bunu yaparsanız gözümüz
açık gitmez. Bunu yaparsanız gerçekten
daha mutlu olurum. Görüyorum,
mütevelli heyeti arasında benim
öğrencilerim var. Eminim sizlerden de
bu işin içine girecek olanlar olacaktır.
Dediğim gibi bu konularda çekingen
olmayın. Ne olursa olsun belli bir gücü
elinde tutan insanlar bu işlere giriyor
gibi bir algı da olabiliyor. O da doğru
değil. Mesleğinde iyi olan, belli yerlere
gelmiş olan insanların hepsinin bu
kurumda söz sahibi olmaya hakkı var.
O sorumluluğu sizler de alın. Bu okulu
daha da geliştirerek yaşatmaya devam
edin.
Bu ülkede bu okullar olmalı ki
daha aydınlık, daha güzel yarınlar
olabilsin. Robert Koleji’ni mutlaka
siz iyi değerlendiriyorsunuz. Bu okul
varlığıyla özgürlüklere şans veren
bir okul. Her zaman için bu özgürleri
iyi değerlendirin. Bu okula mezun
olduktan sonra da sahip çıkın. Buranın
yaşaması için, gelişmesi için daha çaba
gösterin. Bunu yaparsanız gözümüz
açık gitmez. Bunu yaparsanız gerçekten
daha mutlu olurum. Görüyorum,
Köprü
11
mütevelli heyeti arasında benim
öğrencilerim var. Eminim sizlerden de
bu işin içine girecek olanlar olacaktır.
Dediğim gibi bu konularda çekingen
olmayın. Ne olursa olsun belli bir gücü
elinde tutan insanlar bu işlere giriyor
gibi bir algı da olabiliyor. O da doğru
değil. Mesleğinde iyi olan, belli yerlere
gelmiş olan insanların hepsinin bu
kurumda söz sahibi olmaya hakkı var.
O sorumluluğu sizler de alın. Bu okulu
daha da geliştirerek yaşatmaya devam
edin. Bu ülkede bu okullar olmalı ki
daha aydınlık, daha güzel yarınlar
olabilsin. Sizden tek beklentim bu.
Sizi çok seviyorum. Bu söyleşi için de
teşekkür ediyorum.
Köprü: Biz teşekkür ederiz.
Köprü ailesi olarak bizler için bu
söyleşinin çok büyük bir önemi
ve anlamı vardı. Anlattığınız
anıları eminiz ki öğrencileriniz
de takip edeceklerdir. Tekrar
bizlere ayırdığınız zaman için çok
teşekkür ediyoruz.
12
150. YIL
Melek Giray İnce ile Röportaj
Kulüp danışmanlarımızdan Melek Giray İnce ile “Köprü”nün
kuruluşunu, ilk zamanlarını, bugünlere nasıl geldiğini ve gelecek
planlarını konuştuk.
Köprü: Öncelikle bizimle röportaj
yapmayı kabul ettiğiniz için çok
teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Köprü: Birçok kişi köprünün nasıl
ortaya çıktığını çok merak ediyor.
Köprü kaç senedir aktif?
2008-2009 yılından beri yayın hayatını
sürdürüyor diyebiliriz.
Köprü: Peki bu fikir kimden çıktı
ve “Köprü”nün oluşumu nasıl
gerçekleşti?
Robert’te öğretmenliğe 2007 yılında
başladım. O yıl herhangi bir kulübüm
yoktu. Hatta kulüp teklifleri şubat ayında
verilir. O zaman bile bu fikir kafamda
şekilenmemişti. Sonra okul yayınlarını
okudukça okulda Türkçe bir gazetenin
olmaması dikkatimi çekti. İki dilli bir
okulda Bosphorus Chronicle’ın yanında
Türkçe bir yayının olmamasının bir
eksiklik olduğunu düşündüm açıkçası.
Önce kendi girdiğim sınıflarda bir nabız
yoklaması yaptım. Özellikle hazırlıklara
sordum. Geleceğe hazırlık olarak. Böyle
bir şey sizce de eksiklik mi, olursa
çalışmak ister misiniz? Çünkü bir kulüp
kurarsanız eğer, öğrenci olmadan o
kulübün bir anlamı kalmıyor. Açıkçası
sınıflarımdan aldığım tepkiler çok
olumluydu. Onlardan cesaret alarak
bölüm başkanına ve bölümdeki
arkadaşlarıma anlattım bu fikrimi .Onlar
da çok desteklediler. O sırada bölümdeki
arkadaşlarımdan Serya Hoca, kulübün
bir parçası olmak isteyeceğini söyledi ve
biz beraber koyulduk bu yola. Tabii artık
2008’in mayıs ayıydı. Kulüp teklifi vermek
için geç bir zamandı ama Joe Welch ile bu
düşüncemizi paylaştık. O da reddetmedi.
Asıl harekete geçiş noktamız 2008-2009
eğitim yılının okula dönüş zamanı
diyebiliriz. Tabii ilk önce neden böyle bir
gazeteye ihtiyaç olduğunu anlatmamız
gerekiyordu. Zaten böyle bir gazete var
okulda, eğer amaç okula ve öğrencilere
haber iletmekse bunu Bosphorus
Chronicle zaten yapıyor ve Türkçe gazete
gerçekten gerekli mi şeklinde sorularla
karşılaştık açıkçası. Çok da normal
böyle endişelerinin olması. Onları ikna
etmeyi başardık. Fakat bu sefer de
bütçe problemleri vardı. Biliyorsunuz,
kulüplerin bütçeleri bir yıl önceden
ayrılıyor. O sırada BC danışmanı Jonathan
Rau’ydu. Onunla ve editörlerle ortak bir
toplantı yaptık. Onlar bütçelerinin bir
kısmını bizimle paylaşmayı kabul ettiler.
Ve biz 10 öğrenciyle ilk sayıyı çıkardık.
İlk sayının çıması çok zor oldu bizim için.
Sadece bütçe değil, yazıların yazılması,
onların tasarımlarının yapılması,
matbaaya girmesi de zordu. Hatırlıyorum,
gece yarılarına kadar telefonla konuşup
“O öyle olmadı. Bu nasıl olacak? Şuradan
para bulalım.” diye birbirimizle iletişim
kuruyorduk.
Köprü: Bu zorlu sürecin sonunda
“Köprü” okulda nasıl karşılandı?
Merakla açıkçası. Tabii ne olacağını
bilmiyorlardı. Yepyeni bir yayındı onlar
için. Önce küçük posterler hazırlayıp
okula asmıştık. “Köprü geliyor. Köprü
nedir biliyor musunuz?” diye. İlk tepkiler
olumluydu. Belki tam bir gazete gibi
değildi. Yazılarını görseniz, daha
çok gezi yazıları, küçük denemeler,
haberler, spor sayfası, bulmaca,
karikatür... Çeşitlendirmeye çalışıyoruz
ama kulübün öğrenci sayısı on kişi.
On birlerin üniversite hazırlıklık süreci
zaten başlamış. Dokuz ve onuncu sınıf
öğrencilerimiz ile çıkardık. Çok da kötü
tepkiler almadı. Eksiklikler vardı ama
yine de desteklediler. Özellikle bölüm
arkadaşlarımız çok destekledi, onlara
çok teşekkür ediyorum. Çıktığı anda
heyecanla alıp sınıflarına götürdüler,
yazıları okudular, tanıttılar, öğrencileri ile
paylaştılar, bizi sürekli desteklediklerini
belirttiler. Sonra bu durumlara geldik.
Köprü: “Köprü” ismi, peki, nasıl
ortaya çıktı?
Acaba adı ne olabilir? Öncesinde bir
sürü fikir geliyor aklınıza. O olur, şu
olmaz, neden olmaz? Bir gün Serya
Öğretmeniniz, Özlen Tanrıöver ile bir
sohbet sırasında kendisine Türkçe
gazete kurduğumuzdan bahsetmiş.
O da Robert Kolej mezunudur. Özlen
Tanrıöver de, “Bizim öğrenciyken ‘Bridge’
diye bir dergimiz vardı.” demiş. Serya
Hocanız da oradan esinlenip “Bridge”in
“Köprü” olarak gazeteye ad olabileceğini
düşünmüş. Gazeteye ad olarak önerilen
ve en çok beğenilen isim “Köprü” olduğu
için bu ismi koyduk . Çıkış noktası yıllar
öncesinde burada yayınlanan bir dergi
aslında. Ama bağlantıları, ülkenin doğubatı arasında bir köprü görevi görmesi,
okulumuzun Boğaziçi Köprüsü’ne
bakması ve kültürler arası bir köprü
Köprü
konumunda olması. Bütün bu anlamları
içinde barındırıyor açıkçası. Hem
İstanbul’un kendisi bir köprü. Okuldaki
toplanma noktalarından biri Köprü. Yani
“köprü”yle o kadar çok bağlantımız var
ki... Sonra hepimiz çok sevdik bu ismi ve
çok benimsedik.
Köprü: “Köprü” geçen yıl büyük bir
değişim sürecine girdi. Bu süreç
nasıl başladı ve bu kadar kısa sürede
“Köprü” nasıl bu kadar büyüdü?
Çok sevindirici bu aşamaya ulaşmamız.
Gerçekten o üç yıl boyunca biz on öğrenci
ile hatta ondan bir önceki yıl sekiz
öğrenci ile işi götürdük. Çünkü hazırlıkta
BC ye giremeyen öğrenciler geliyor, bir
sene Köprü’de çalışıp sonra çalışmalarını
BC’de devam ediyorlardı. Hazırlık sınıfları
için gayet doğal bir süreç bu, bir yıl da
olsa hepsinin Köprü’ye değerli katkıları
oldu. Ama sekiz-on öğrenci ile gazete
çıkarmaya çalıştığınızda bültenin ötesine
geçmek çok zordu. Her öğrencinin en az
iki-üç yazı yazması gerekiyordu ve kulüp
işleyişi o zaman daha farklıydı. Her hafta
okul sonrası bilgisayar laboratuvarında
buluşuyorduk. Konular ne olabilir, kim
hangi konuları yazabilir... Birbirimizle
fikir alışverişinde bulunup orada
yazıyorduk. Aslında Yunus Emre’nin
yeni oluşumun mimarı olduğunu
söyleyebiliriz. Yunus Emre hazırlıktan
beri Köprü’de. Berfin de dokuzda geldi
ve Yunus Emre onuncu sınıfa geçerken
Köprü’deki en eski elemanlardan biriydi.
Berfin vardı, on birinci sınıfta. Yunus
çok hevesli ve istekliydi; çok üretken
ve yaratıcıdır. Fikirlerinin peşinden
koşar. Biz önümüzdeki yıl kim editör
olabilir acaba o sekiz kişi arasından,
kim çekip çevirebilir, organize edebilir
diye düşünürken Serya Hoca ile ikimiz
de, Yunus Emre’nin bu iş için uygun
olacağına karar verdik. Yunus Emre de
önerinin üstüne atladı. Çok mutlu oldu.
“Ben zaten çok seviyorum bu işi yapmayı,
bu işi yapmayı çok isterim.” dedi. Berfin
de on birinci sınıf olduğu için çok istedi
ve ikisi bu işi paylaştılar. O yaz Yunus
Emre bir şekilde bütün arkadaşlarını tek
tek arayıp konuşmuş. “Bak, ‘Köprü’de
yazmak ister misin? Şöyle yazarsın, böyle
yapacağız…” diye ikna etmiş. Bu iletişim
ağı, “Köprü”nün bir anda sekizden kırk
beşlere, ellilere çıkmasını sağladı. Şu
anda ellinin üzerinde yazarımız var.
Ocak 2014
Ezgi Ergin
Nazlı Yurdakul
Normalde biz öncesinde öğrenci sayısını
içeren bir teklif formu veriyoruz. Biz en
iyimser haliyle 20 öğrenci diye düşündük.
Her zaman on kişi geldiği için, biz ‘keşke
20 kişi gelse’ diye düşünüyoruz çok
mütevazi bir şekilde. Köprü listelerini
hazırlarken Neylan Hanım aradı, “Melek
Hanım, kırk öğrenci başvurmuş. Neye
göre seçeceğim ben bunları?” diye sordu.
“Hayır, hiçbirini seçmeyin. Hepsi gelsin.”
dediğimde “Gerçekten emin misiniz?”
dedi ve ben de “Evet evet. Çok mutlu
oldum.” dedim.
Köprü: Mesela BC’de bir seçme
oluyor. “Köprü”de bu olmuyor ama.
Hayır, biz en başında beri bunu
yapmıyoruz. Çünkü Köprü’de yazan
çocukların hepsi
çok iyi yazan çocuklar olmak zorunda
değil ki. Yani burası bir okul gazetesi,
profesyonel bir gazete değil. Kulüplerin
amacı da işi en iyi yapanların işlerini
sergilemeleri değil. Yani siz aslında
ilgi duyduğunuz alanlarda kendinizi
geliştirme fırsatı yakalıyorsunuz
kulüplerde. Dolayısıyla yazmayla
ilgileniyorsa bir öğrenci ya da habercilikle
ilgileniyorsa, fotoğrafla ilgileniyorsa,
bu kulübün bir parçası olmak istiyorsa,
onlara kapımız açık. Bence kötü yazanlar
da bu kulüpte yer almalı. Kötü yazıyorsa
da bir süre sonra kendi içinde gelişimini
sağlıyor. Bizim için en büyük mutluluk
hazırlıkta çok fazla yazısını düzelttiğimiz
bir öğrencinin onuncu sınıfa geldiğinde
hazırlıktakilerin yazısını düzeltir hale
geliyor olmasıdır. Asıl amacımız da
bu zaten. Ben kulüp çalışmalarına bu
gözle bakıyorum. Sizin birbiriniz ile
paylaşımlarınızı gerçekleştirdiğiniz,
ilgi alanlarınızı bir şekilde tatmin
ettiğiniz, kendinizi geliştirdiğiniz alanlar
kulüplerdir. Bunun için de seçim yapmayı
gerekli görmüyorum. Biz de performansa
dayalı bir kulüp olsaydık, tiyatro gibi,
orkestra gibi ya da spor takımlarından
biri gibi, o zaman orada bir sınır vardır ve
seçmek zorundasınızdır. Ama gazetede
yazanlarda öyle bir sınır yok. Okul
gazetesi on tane haber de çıkabilir, on
iki haber de çıkarabilir. Dolayısıyla zaten
l
150. YIL
eğer öğrencinin haberi nitelikli değilse,
biri girmeyi hak etmiyorsa, zaten siz onu
kendi içinizde eliyorsunuz. O da hatalarını
görüyor. Bir sonraki sayı için yazarken o
noktalara daha çok dikkat ediyor. Daha
iyi bir yazı çıkarıyor. O yüzden, öğrenci
seçimine gerek duymadık.
Köprü: Peki iki okul gazetesi olarak
BC ile aranızda nasıl farklılıklar var?
Yola çıkış amacımızda fark yok. İkisi
yapı olarak çok benziyor birbirine. İçerik
olarak da benziyor. Ancak ulusal ya da
yerel gazeteler kendi aralarında nasıl bazı
farklılıklar içeriyorsa, belki “BC” ile “Köprü”
de böyle farklılıklar içeriyor. Öğrencilerin
söylediği “BC”nin biraz daha resmi bir
dilinin ve atmosferinin olduğu yönünde.
Köprü geçen yıl ile bunu biraz kırdı. Biraz
daha renkli basın gibi olmaya başladı.
İlk sayısında absürd haberler, Zaytung
haberleri gibi yazılara yer verilmişti.
Ama belki orada da biraz aşırıya kaçmış
olabiliriz. Dengeyi bulmaya çalışıyoruz.
Aslında “Köprü” hâlâ bir denge oturtma
aşamasında. Çok yeni tabii. Aslına
bakarsanız bu altıncı yılı. Altı yıl, dile
kolay. Çok uzun gibi gelebilir ama bazı
geleneklerin oluşturulması, o çizginin
yaratılması için çok da uzun bir süre değil.
Her yıl öğrencilerimiz değişiyor. Daha yeni
yeni bazı şeyler oturmaya, yerini bulmaya
başladı. Bundan sonra daha da iyi olacak.
Yeni katılımlarla, yeni fikirlerle Köprü’nün
daha da gelişeceğine inanıyoruz. Çünkü,
sekiz öğrenciyken, herkes elinden
geldiğince geliştirmeye çalışıyordu tabii
ama bir yerde tıkanıyorduk. Ama şimdi
kırk öğrenci ile kırk farklı düşünce, kırk
farklı bakış açısı var ve onlardan en iyisini
bulmaya çalışıyoruz. Hâlâ bir şeylere
çalışıyoruz. Oldu mu? Hayır olmadı, ama
en azından her geçen gün daha iyi olma
yolunda ilerliyoruz.
Köprü: Yani hem öğrenciler hem
de Köprü’nün kendisi gelişiyor
diyebiliriz.
Aynen öyle. Öğrenciler olmadan Köprü
olamaz. Köprü’yü Köprü yapan bugüne
getiren sizlersiniz. Bizim öğretmen olarak
yaptığımız tek şey size o yolu açmak oldu.
Biz kapıyı açtık ama o kapıdan geçip
onu ileriye götüren sizdiniz. Bugün biz
varız ama yarın x öğretmen, y öğretmen
gelir. Öğretmenlere bağlı bir şey değil bu
aslında.
Köprü: Köprü’nün büyük bir değişim
geçirdiğinden bahsetmiştik. Peki
bu değişim bu yıl da devam edecek
mi? Bu konuda proje ve planlarınız
var mı?
Var tabii, olmaz mı? Aslında geçen yıl
girdiğimiz gelişim yolunu biraz daha
iyileştirmek istiyoruz. Dengeyi bulmak
istiyoruz demiştim ya; biz boyalı basın
gibi olmayalım, çok resmi de olmayalım.
Öğrenciye hitap etsin, ama belli bir kişiliği
de olsun. Okul gazetesi formatını da
üzerinde taşısın. Bunun için çabalıyoruz
açıkçası. O yüzden de toplantılarımızda
neyi, nasıl değiştirebileceğimiz
Ocak 2014
konusunda fikir yürütüyoruz. Yeni şeyler
deneyeceğiz, denedikçe de bulacağız.
Belki bazı fikirlerimiz bizi ileriye
götürmeyecek, belki bazıları çok tutacak.
Ama bir şekilde yanlışlardan ders çıkarıp
daha iyi ilerleriz diye düşünüyorum.
Onun dışında, bu yıl bir iletişim platformu
yapmayı planlıyoruz. Bu da yine Yunus
Emre ve arkadaşlarının fikriydi. Yayıncılık
aslında Türkiye’de okullarda çok yaygın
ama gazete biçiminde değil. Yani okul
yayınlarına baktığınız zaman daha çok
dergi biçiminde çıkıyor. Hatta ne yazık
ki çoğu okulda bu öğrenci yayını gibi
gözükse de öğretmenler hazırlıyorlar.
Bazen onlar yazıyor yazıları. Yani o
öğrenci dergisinden çok öğretmen işine
dönüyor. Gerçekte bu sizin ürününüz,
sizin yayınınız. Aynanız diyelim,
düşüncelerinizin aynası... Dolayısıyla
kaç tane gazete çıkaran okul var diye
düşündüler Türkiye’de ya da İstanbul’da
özel okullarda, çünkü devlet okullarında
bu iş maliyetten dolayı biraz daha zor.
O yüzden özel okullarda bu iş biraz
daha iyi işliyor. Çok az sayıda okul var
gazetesi olan ya da gazete çıkarmayı
düşünen. O zaman bunlarla bir platform
oluşturalım, bir araya gelelim, fikir
alışverişinde bulunalım dedik. Aynı
zamanda bizim okulumuzdan mezun
olan ve şu anda basın yayın sektöründe
çalışan bir sürü mezunumuz var. Onların
da deneyimlerinden yararlanmayı
düşündük. Hem öğrenciyken ne
Köprü
13
tür aşamalardan geçtiler, neleri
deneyimlediler hem de profesyonel
hayatta karşılaştıkları zorluklar nelerdi;
bunlardan haberdar olmak istedik.
Dolayısıyla dönem itibariyle onlar
gelecekler, önce okuldan öğrenciler
ile konuşacaklar, onlara deneyimlerini
aktaracaklar. İkinci yarıda ise okullar
birbirlerine deneyimlerini aktaracaklar.
Ama bence asıl büyük proje o günün
sonunda her okuldan bir temsilcinin
bir araya gelerek gençlik gazetesi
adını verdikleri ortak bir gazete için
çalışmaya başlaması. Yılda belki bir defa
çıkaracağız, bunlar tabii plan daha. Belki
biraz hayal gibi de gelebilir ama her
okulun katkısının olabileceği, sonunda
sadece Robert Kolej’e ya da Üsküdar
Amerikan’a ait olmayan, İstanbul’daki
liselere ait olan bir lise gazetesi
çıkartmak, üretmek hedefimiz. Umarım
gerçekleşir. Bu kısa süreli planımız. İleride
umarım “Köprü” şevkle heyecanla yeni
üyeleriyle devam eder yayın hayatına.
Gerçekten bu okulun kalıcı, geleneksel
bir yayını olarak devam eder.
Hem bu hoş röportaj için hem de
“Köprü”ye yaptığınız katkılar için
size ve Serya Hocamıza çok teşekkür
ederiz.
Biz teşekkür ederiz.
14
150. YIL
Robert Kolej Efsaneleri
Robert Kolej gibi köklü, yüzyıllardır Türk eğitimindeki saygın yerini
korumuş bir okulun, tahmin ettiğinizden de fazla efsanesi var.
Çoğumuzun belki de bir kere bile duymadığı Robert efsanelerini
bu yazımızda sizin için derledik. Adı üstünde efsane olduklarından
hiçbiri kesin bilgilere dayanmamaktadır.
Robertli Holden:
Dokuzuncu sınıf ingilizcesinde okutulan
Catcher in the Rye (Çavdar tarlasında
çocuklar) kitabını hepimiz biliyoruz.
İki üç yıl önce, yine bu kitap müfredat
gereği okutulurken, bu kitaptan çok
etkilenen bir yatılı çocuk TI(hesap
makinesi)’ını satmış ve aldığı parayla
Konya’ya kaçmıştır. Daha sonraları
bir kırtasiyede çalıştığı tespit edilen
öğrenci okula geri getirilmiştir.
Kilisedeki Hayalet:
Efsaneye göre yıkık kilisenin önünde
çekilen fotoğrafların bazılarında ortaya
çıkan bir rahip hayaleti vardır.
I pardon your back:
Merdivenlerden yukarıya çıkarken
bir öğretmenine çarpan hazırlık sınıfı
öğrencisi, dönüp ‘I beg your pardon’
demek yerine ‘I pardon your back’
diyerek Robert Kolej tarihine geçmiştir.
Konferans Odası:
Marble Hall’daki konferans odasını
hepimiz biliriz. Hatta çoğumuzun
içindeki antika eşyalar sayesinde çok
sevdiği bir yer olup çıkmıştır. Tabii tüm
bunlar olurken, hiçbirimiz oradaki
eşyaların bir ölüye ait olduğunu
bilmeyiz. Efsaneye göre kendisi her
ölüm yılında odayı ziyaret etmeye
gelirmiş.
Birinci Dünya savaşı Tünelleri:
devamında “uncle” kelimesinin
kökeni araştırılıyor ve Hades’e kadar
uzandığını öğreniyoruz., Zeus ve
Demeter kardeşler ama Persephone
adlı bir kızları var. Hades-Zeus’un bir
diğer kardeşi- bu kızın hem amcası
hem de dayısı oluyor. Bu yüzden de
Hades’e iki isimle seslenmek yerine
Persephone yeni bir isim türetip ona
“uncle” diye hitap ediyor. Ama bu
hikâyenin komik yani Persephone aynı
zamanda hades’in karısı. Ne Emel ne
ben Presephone’nin neden koca yerine
yeni bir kelime bulmadığını daha
çözemedik.
cevap ise portakal suyu yerine havuç
suyunu tercih etmesi gerektiği oluyor.
Başka bir mektupta ise Distress erkek
arkadaşlarının kendisinin birden çok
kişiyle aynı anda çıktığını öğrendiğini
anlatıyor ve aşırı kıskanç ve huysuz
erkek arkadaşları için bir çözüm arıyor.
Aunt Hamsi ise ona bunun kendi
hatası olduğunu söylüyor. Distress’e
şu altın kuralı veriyor: “Eğer bir
şeyin bilinmesini istemiyorsan onu
saklaman için hiçbir neden yoktur.”
Yani Aunt Hamsiye göre o, bütün
erkek arkadaşlarıyla aynı anda aynı
yerde çıkmalı ve diyor ki bu o kadar
aptal görünecektir ki hiçbiri diğerinin
onun erkek arkadaşı olduğuna
inanmayacaktır.
Pınar
Tercanlıoğlu
Leyla Ok
Birinci Dünya Savaşı sırasında okulun
çeşitli bölgelerine tüneller açılmıştır.
Bu tüneller okulun binaları arasında ve
okulun çıkışlarına geçit sağlamaktadır.
Bir tanesinin kapısı kiliseye de çıkar.
İnanın ya da inanmayın, Robert Kolej
bütün bu efsanelere ev sahipliği
yapmıştır. Bazıları trajik bazıları komik
bazıları korkutucu bu olaylar; yaşanmış
da olsa, yaşanmamış da olsa, Robert’i
Robert yapan hikayelerdir.
Hamsi
Hazırlıktan beri hepiniz okul
koridorlarındaki türlü türlü okul
yayınlarını görmüşsünüzdür. Boshporus
Chronicle, Köprü, Kaleidscope, Martı…
Ama bunlar pek de eski sayılmazlar.
O yüzden Köprü Gazetesi olarak bu
köşemizde sizi on yıl önce RC’de
yayınlanan bir web sitesini tanıtıyoruz,
Hamsi.
Uzun süredir burada olan
öğretmenlerimiz ve diğer çalışanlar
dışında, -12’ler bile- hiç kimse ismini
duymamıştır. Hamsi 2000’lerde birkaç
yıllığına yayınlanmış okulumuzun
eğlence tabanlı web sitesidir. Takip
edilmediğinden mi yoksa bayat
esprilerinden dolayı mı kapandığı
bilinmez. Ama onda birlik bir
asırdan sonra ona bir göz atmak hiç
te fena olmaz. İşte sizin için ağdan
seçtiklerimiz:
Her ay Hamsi şanslı bir kelime seçiyor
ve Emel KÖKREK tarafından bu kelime
üzerine bir yazı yazılıyor. Bu ayın
kelimesi de “uncle”mış. Bildiğiniz üzere
bu kelime Türkçede iki anlama geliyor.
Tabii Emel de gözden kaçırmadan
bunu yazısında belirtiyor. Yazının
unt Hamsi… Sitenin bu bölümünde
okurlardan gelen mektuplar Aunt
Hamsi tarafından cevaplanıyor ve bu
bölüm sizi şöyle bir cümleyle karşılıyor:
“Write your most complicated, most
illogical, most made-up-looking
problems to your Aunt Hamsi.
[email protected]” Her
mektup A.Hamsi tarafından büyük
bir incelikle gözden geçiriliyor ve
içtenlikle cevaplanıyor. İlk mektupta
Cookie Monster, Aunt Hamsiye
portakal suyu bağımlılığından nasıl
kurtulabilirim diye danışıyor ve aldığı
Köprü
Sonra da Geyik Poetry geliyor. Bu
kısımda ise Yasemin Gökçe tarafından
yazılan şiirler Shakespeare’e taş
çıkartıyor. İşte onlardan biri:
To Mr. Supercool
…
Tral-lal-laa, tral-lal-laa
Upper vena caaaava
Tral-lal-laa, tral-lal-laa
Lower vena caaava
…
Ocak 2014
Polen Eylem
Güzelocak
Hamsi her şeyden biraz biraz olan çok
yönlü bir site. Bir mutfak köşesi bile
var, Yemek Tuuba. Tuba bize uzun mu
uzun, zahmetli mi zahmetli, detaylı
mı detaylı, leziz mi leziz bir tarifle
hazır çorbalardan ezogelin çorbasının
nasıl yapıldığını anlatıyor. Tarifte
her şey en ince ayrıntısına kadar
düşünülmüş. Tuba ne sigfigs ne de (±)
koymayı unutmuş. Ama okuyucuların
güvenliğini de ihmal etmiyor Tuba.
Onların yemek pişirirken nasıl
giyinmeleri gerektiğini minik ayrıntıları
atlamamalarını söylüyor.
Hamsi’ye bir anlamda vıcık vıcık bir
dergi diyebiliriz. İçinde her türden
baharat var. Bilimsel makaleler,
videolar, filmler, fotoğraflar, söyleşiler,
karikatürler, linkler ve bambaşka
bin bir türlü şey karşımıza çıkıyor.
Hamsi kısa ömürlü bir yayındı ama
içindekilerde Karadeniz’in bereketi var.
150. YIL
15
Robert Kolej’de Spor
Robert Kolej 150 yıldır sporda da öncülük ediyor. Her yeni dönemde
alışılagelenin dışında, bilineni zorlayan ve geliştiren adımlarla
istikrarlı bir biçimde ilerlemekteyiz.
Robert Kolej’in 150. yılında sadece
okulumuzun eğitim geçmişini değil,
sosyal aktivitelerindeki öncülüğünü ve
gelişmelerini de unutmamamız gerekir.
Spor aktiviteleri ve ‘ilkleri’ de bunların
kapsamında incelenebilir. Okulumuzun
tarihinde spor nasıl gelişti? Ne gibi
yenilikler geldi? Eski ile yakın geçmişimiz
spor açısından nasıl karşılaştırılabilir?
Şüphesiz ki Robert Kolej daha bir sürü
alanda olduğu gibi spor alanında da
büyük gelişmeler göstermiştir.
Okulumuzun 150. yıl sayfasına
bakıldığında yıllar arasında hızlı bir geçiş
imkanı sağlandığını görebiliriz. Bunun
içerisinde 1897’de, atletizme ayrılmış
bir gün olan ‘’Field Day’’ geleneğinin
başlatıldığını ve ilerleyen senelerde de
bu güne özel farklı spor aktivitelerine yer
verildiğini okuyabiliriz. Gerek 1930’daki
gülle atma, gerek 1950’deki sırıkla
atlama, gerekse 1958’deki koşu yarışı
olsun, o zamanlardaki ‘’Field Day’’in
aslında bizim tanık olduklarımızdan çok
fazla değil ama spordaki başarılarımız ve
okulda yapılan spor alanlarının çeşitliliği
giderek artıyor.
1904’te Türkiye’deki
ilk basketbol maçını
yapmış olan okulumuz
bunca senede hem
kızlar hem erkekler
basketbolunda pek çok
başarıya ulaşmıştır.
Tansu Çiller ve Sevin
Okyay’ın da takımda
olduğu bir voleybol
geçmişi vardır. Ünlü
sporcuların hem öğrenci
hem de öğretmen
pozisyonlarına sahip
olmuş oldukları
bilinmektedir.
Michalis Dorizas
Peki ya yakın geçmişte sporda nasıl ilklere
adım atıldı?
Şu an okulumuzda eskrimden okçuluğa,
modern danstan akrobatiğe, voleyboldan
Okçuluk Takımı, 1920
da farklı olmadığını anlayabiliriz. Evet
belki sırıkla atlama yapmıyoruz, hatta
koşulara olan ilgiler birkaç yıldır çok
kadar değişik birçok dalda, hem kadın
hem erkek sporlarına önem verilen bir
basketbola, tenisten masa tenisi ve
hokeye, futboldan Amerikan futbolunun
bir benzeri olan bayrak futboluna
Ocak 2014
yapımız var. Spor Komitesi’nin oluşumu,
‘’Field Day’’ geleneğinin devamı, ayrıca
bir ‘’Olympics Day’’in çıkartılıp atletizm
etkinliklerinin arttırılması, hatta Avrasya
Maratonu’na
hazırlanan bir
koşu grubunun
kurulması, kız
futbol takımının
da erkek futbol
takımı kadar yaygın
ve kendi alanında
başarılı bir hale
gelmesi, okçuluk
ve eskrimde hem
kadın hem erkek
sporcularımızın
Türkiye genelinde
büyük başarılara
ulaşması, kız ve
erkek basket ve
voleybol takımları
gibi köklü
takımlarımızın
hazırda var
olan ününü ve
öncülüğünü ülke
çapında arttırması,
dünya genelinde
katılımı olan ve
farklı ülkelerde
düzenlenen konferans ve spor kamplarına
çağrılmamız gibi bir sürü gelişmeye adım
atmaya devam etmekteyiz. Türkiye’de çok
Köprü
Yasemin
Tekgürler
yaygın olmayan sporların getirilmesinde
de, eski zamanlarda sporun sadece
askeri eğitimde yer bulduğu bir topluma
getirilmesinde etkin olduğumuz gibi,
etkili olmuşuzdur. Bunlardan biri de tabii
ki Amerikan futbolunun bir benzeri olan
bayrak futboludur. Erkekler arasında da
Türkiye’de çok yaygın olmayan bu sporun
kadın versiyonunu ilk kez Robert Kolej
getirmiştir ve bu da her alanda ‘tarih
yazdığımızın’ örneklerinden biridir. Lise
çapındaki bu yenilikler 150 yıldır spor
alanında büyük katkılarımız olduğunu
göstermektedir.
Farklı faklı turnuvalarda yer alan bu
takımlarla Robert Kolej’in spor alanında
da apaçık ortada olan önderliğini tekrar
gözler önüne seriyor ve 150 yıllık bu
tarihin, sporlara verilen bu önemin,
kadın ve erkek sporlarının ayrım olmadan
yapılmış olduğu bu geçmişin izlerinden
devam ediyor, her seferinde bir adım
ileriye çekiyoruz.
150. YIL
16
Basketboldan Flag Football’a
Sporda ilkleri gerçekleştirmek düşünüldüğü kadar zor değil, tek
gereken cesaret ve ilgi. Böylece flag football ve daha niceleri de
Türkiye’de kendine bir yer edinebilecek.
6 Ekim 2013 Pazar günü okulumuz
Robert Kolej’de bir ilk daha yaşandı:
Türkiye’nin ilk kızlar flag football
maçı. Türkçe karşılığı bile olmayan
bu sporun ilk kızlar maçının
kampüsümüzde oynanması şaşırtıcı
değil. Benzer bir olay da tam 109
yıl önce yine kampüsümüzde
gerçekleşmişti: Türkiye’de oynanan
ilk basketbol karşılaşması. Amerikalı
bir beden eğitimi öğretmeninin
çabaları sonucunda gerçekleştirilen
karşılaşmanın Türkiye’de basketbola
öncülük etmesi bekleniyordu. Etti de,
sadece biraz gecikmeli olarak. 17 yıl
sonra ilk resmi basketbol maçı yapıldı,
23 yıl sonra da Türkiye’nin ilk ligi olan
İstanbul Ligi kuruldu. 32 yıl sonra ise
Türkiye Milli Basketbol Takımı ilk milli
maçımızda Yunanistan’ı 49-12 mağlup
etti. Bu sene ise üç kadınlar basketbol
takımımız Euroleague, EuroCup gibi
çeşitli turnuvalarda final oynadı.
Öğrencilerin, öğretmenlerin desteği
ile Türkiye’nin spor tarihinde yepyeni
bir sayfa açıldı, binlerce kalem hâlâ bu
sayfaya yazmaya devam ediyor.
Okulumuzda, ülkemizde hatta dünyada
sporun gelişmesini sağlamak için
yapılması gerekenler düşünüldüğü
kadar zor değil. “Dünyada sporu
geliştirmek” iddialı bir söz ama her
gün yapılan bir şey. Sadece birkaç
insanla değil, herkesin katkısıyla.
Beden derslerinde önemsenmeyen “Ay
onu ben yapamam” denen şeyler bile
dünya sporuna bir katkıdır aslında. Hiç
beklemediğiniz bir anda bile bir spora
tutkuyla bağlanabilirsiniz, önemli
olan size uygun sporu bulmak. Hiç
kimse profesyonel atlet olmak zorunda
değil ama karşılaşmaları izlemek,
yeni bir tür denemek bir spor dalının
bilinirliğini ve gelişimini inanılmaz
Ayşegül Ersin
derecede etkileyebilir. Aynı 1904
yılında yaşıtlarımız tarafından oynanan
zamanında, oynandığı yerde hiç
bilinmeyen bir spor gibi.
İlgi ve çaba gösterdiğimiz sürece flag
football ve daha nice sporlar da Türk
sporunda kendine bir yer edinebilecek.
Yeni sporlarla açtığımız yeni sayfalarda
kalemlerimiz yazmaya devam edecek.
Şiir ve Sansür
Son zamanlarda, ders kitaplarında uygulaması artan şiir sansürüne
dair birkaç söz.
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde, Türkçemle yasak…”
Yazmış Nazım Hikmet, 1961 yılında,
Doğu Berlin’de. Ölümünden iki yıl önce,
Türk vatandaşlığından çıkarılmasından
tam on yıl sonra…
---“Bir bira içmek istiyordu kaç gündür,
Masaya biranın dökülüşünü koydu”
Edip Cansever’in 12.Sınıf Türk Edebiyatı
ders kitabından sansürlenmiş dizeleri.
Ve yine sansürlenen dizelerden, Cahit
Külebi’nin “Hikaye” şiirinden bir kıta:
“Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!”
---Ne hakkında yazmak lazım acaba
şiiri? Şiirlere de televizyondaki uyarı
işaretlerinden mi konulmalı acaba?
Ya da belki de, bütün şairler için bir
bilgilendirme kitapçığı hazırlanmalı,
kullanılabilecek kelimeler, ele
alınabilecek konular yazmalı içinde…
Kelimelerin tehlikeleri yüzünden,
kalemler zincirlenecekse, yazmayı
bırakmalı belki de, vazgeçmeli bütün
şairler artık.
Tövbe etsinler bütün günahkâr
kelimeleri için ve yaksınlar bütün
şiirlerini. Ya da onlar da gitsin Rusya’ya,
Doğu Berlin’e, oralarda yazsınlar.
---Yunus Emre’nin ünlü dizeleri de
sansürlenmiş 10.sınıf edebiyat ders
kitabından:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni”
---Şiir din midir, siyaset mi? Bir silah
mıdır şiir, insanları günaha, kötüye
yönlendiren? Aykırı düşünceleri
Köprü
Ezgi Su
Korkmaz
uyandıran, ciğerlere işleyen, insanın
içini karartan bir duman mıdır şiir?
---Kaynakça
Şiir, şiir midir yoksa? Şiir yaşamak
Şiirler:
mıdır? İnsan mıdır şiir? Sen, ben, o…
-Otobiyografi
(Nazım Hikmet Ran)
Hepimiz birer şiir miyiz aslında? Kağıda
-Kerem
Gibi
(Nazım
Hikmet Ran)
dökülmemiş, karmaşık devrik cümleler
-Hikaye
(Cahit
Külebi)
miyiz, biz, hepimiz, bu dünya üzerinde
-Masa da Masaymış Ha (Edip Cansever)
yürümüş, yürüyen ve yürüyecek olan
-Bana Seni Gerek Seni (Yunus Emre)
her insan?
http://www.cnnturk.com/2012/
İnsanı sansürlemek midir, şiiri
turkiye/12/19/yunus.emreye.
sansürlemek? Yaşamayı sansürlemek
sansur/689239.0/
midir? Duyguları, kelimeleri, düz
http://www.corumhaber.net/?sayfa
yazıyla anlatamadığımız bütün
=yazi&id=2031&proid=2aab6100_
karmaşık özelliklerimizi, bizi insan
yapan her şeyi sansürlemek midir, şiiri corumhaber
www.siirdefteri.com
sansürlemek?
---“Ben yanmasam, sen yanmasan,
biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar
aydınlığa?”
-Nazım Hikmet Ran
Ocak 2014
O
150. YIL
17
Mr. McDonnell ile Söyleşi
Köprü: Türkiye’ye nasıl geldiniz?
Mr. McDonnell: Buraya ilk kez
1985’te geldim. Sanırım bu da 28 yıldır
buradayım demek oluyor.
Köprü: İstanbul’a taşınmanızın
ardındaki hikâye ne?
Mr. McDonnell: İrlanda’da yaşıyordum
ve orada bir okulda çalışıyordum. Ve
orada 3 yıldır çalışıyordum ve şöyle
düşündüm tamam, öğretmenliğe
devam edip etmemek istediğimden
emin değildim. Sonra bir yıl dönem
izni almaya karar verdim. Sonra da
farklı yerlerde farklı işlere başvurdum.
Meyve toplamayı, seyahat etmeyi
planlamıştım ve bir yıl boyunca hiçbir
şey yapmamayı düşünmüştüm; ama
sonra okul müdürümüz şöyle dedi:
“Eğer bir yıllığına izne çıkacaksan,
en azından eğitimle ilgili bir şeyler
yapmalısın. Bir ders alabilirsin veya
başka bir şeyler yap.” ve ben de şöyle
dedim: “Peki ya başka bir ülkede
öğretmen olmaya devam etsem?”
o da “Evet” dedi. Sonra Dominik
Cumhuriyeti’ndeki bir işi kabul ettim.
Sonra da Robert Kolej benimle
iletişime geçti ve beni bir görüşmeye
davet etti. Nihayetinde büyük bir hata
yaparak yanlış bir telefon numarasını
aradım ve Robert Kolej’e gelmeyi
kabul ettim. İşte aynen bu şekilde
oldu. Aslında Dominik Cumhuriyeti’ne
olan yolculuğum hakkında birisiyle
konuşmam gerekiyordu ama Robert
Kolej’de benimle görüşen kişiyi aradım
ve şöyle dedim: “Merhaba, benim adım
Clement Mcdonell.” Telefondaki bayan:
“Oh, yani işi kabul ediyorsunuz?” ve ben
“Evet” dedim.
Köprü: Bu 28 yıl boyunca Robert’te
Teşekkürler
neler öğrendiniz? Bunu bizim için
üç kelimeyle özetler misiniz?
Mr. Mcdonnell: “Asla asla deme!”
neden? Çünkü her şey zamanla değişir.
Esnek olamamak iyi bir fikir değil. Açık
görüşlü bir olmak iyi bir şey. Bilirsiniz,
birçok öğrenci bu yeni ders programını
ilk başta beğenmedi, 80 dakikalık
dersler. Ama şu ana kadar konuştuğum
öğrencilerin hemen hemen hepsi
sevmiş. Kullanışlı bir şey. Daha çok boş
zaman. Tamam, dersler daha uzun ama
ardından da rahatlamak için yeterince
boş vaktin var.
Köprü: Bu çok yakın zamanda
olan bir değişiklik, peki burada
olduğunuz süre boyunca başka ne
gibi değişiklikler oldu?
Mr. McDonnell: Sınıflar daha
büyüktü, bir sınıfta otuz altı öğrenci
vardı. Feyyaz Berker binası yoktu,
tiyatro yoktu, spor salonu da yoktu.
Ben hazırlık ve ortaokul öğrencilerine
Bingham’ın üst katlarında ders
verirdim. Laboratuvarlar Bingham’ın
üst katlarındaydı. Fizik laboratuvarı şu
anki rehberliğin olduğu yerdi, orada
ders verirdim. Öğrenciler her zaman
aktifti, oyunlar, müzikaller… Ama
belki şimdi öğrencilerin daha fazla
imkânları var, müzik aletlerine, spor
tesislerine ulaşmak daha kolay. Birçok
seçmeli ders, birçok kulüp var.
Köprü:2000’lerin başında Robert
Kolej’de ortaokul ve lise vardı. Okul
sürekli değişiyor ve sizce okul o
zamanlar nasıldı?
Mr. McDonnell: Ortaokula daha
küçükken geliyorlardı ve bu yüzden
daha başarılı olabilirlerdi, belki okuldan
mezun olduklarında İngilizce seviyeleri
daha yüksekti .İngilizceyi daha uzun
bir süre boyunca duyarak ve okuyarak
öğreniyorlardı. O yaş grubuyla da
çalışmayı seviyordum, onlara öğretmek
de keyifliydi. Tabii aynı zamanda Lise
11.sınıflara da giriyordum.
Köprü: Eskiden iki lise vardı: eski
lise ve yeni lise.
Mr. McDonnell: Aralarında rekabet
vardı ama herkes yeni lisenin
başarısından dolayı çok mutlu
ve şaşkındı. Herkes yeni lisenin
zorlanacağını düşünmüştü, güçlü
İngilizce altyapıları olmayacağını
düşünmüştük, adaptasyon problemleri
de olabilirdi ama çok iyi işi çıkardılar.
Köprü: Robert Kolej’i sizin için özel
kılan şey nedir?
Mr. McDonnell: Öğrenciler, buradaki
öğrenciler öğrenmek istiyorlar ve
öğrenmek isteyen öğrencilerle çalışmak
daha kolay. Ayrıca Robert Kolej’deki
öğretmenler de çok iyi, öğrencilere rol
model oluyorlar.
Köprü: Okulumuz 150.
yılını kutluyor. Bu konudaki
düşünceleriniz neler?
Mr. McDonnell: Baştan beri çok iyi
bir eğitim kurumuydu, her zaman bir
liderdi, örnekti .Bu ülkeye büyük katkısı
oldu. Birçok politikacı, bilim adamı
Robert Kolej’den mezun oldu. Daha
nice 150 yıllara ve daha sonrasına.
Ben de 200.yılında da burada olmayı
planlıyorum.
Köprü: Robert hakkında nefret
ettiğiniz bir şey var mı?
Mr. McDonnell: Robert hakkında bir
şeyden nefret etmek çok zor.
Köprü: O zaman şöyle soralım.
Burası hakkında sevmediğiniz bir
açarak kendi hakimiyetlerini artırmak
istiyorlardı. Bu devletlerin başında
Fransa, İtalya, Almanya ve Amerika
yer almaktaydı. Şu an okulumuz bir
İtalyan, Fransız veya Alman okulu
olarak eğitim verebilirdi. Okulumuzun
adı Teresa, Léo veya Wolfgang
Koleji olabilirdi . Başka Amerikalı
misyonerlerin de buraya gelip okul
açabilme olasılıkları vardı ama o zaman
okulun binaları, eğitimi, bakış açısı; her
şey daha farklı olurdu.
Ocak 2014
Polen Eylem
Güzelocak
şey var mı?
Mr. McDonnell: Ziller, zillerden
nefret ediyorum. Onları duymaktan
nefret ediyorum. 5 dakika içinde
başka bir yerde olmam gerektiğini
söylüyorlar. Başka nelerden nefret
ediyorum? Hiçbir şeyden sanırım.
Burada çok mutluyum, bu yüzden
bu kadar uzun süredir buradayım.
Bir de öğretmenlerin gelip gitmesini
sevmiyorum. İnsanların biraz daha
uzun süre kalmasını tercih ederim.
Böylelikle onları daha iyi tanıyabilirsin.
Köprü: Peki, Türkçede en
sevdiğiniz sözcük nedir?
Mr. McDonnell: Türkçe favori
kelimem “estağfurullah” güzel ve uzun.
Köprü: Türkiye’de en sevdiğiniz yer
neresi?
Mr. McDonnell: Türkiye’de en
sevdiğim yer Asos bölgesi, Asos’a yakın
Bademli adında bir kasaba var.
Köprü: Eski öğrencilerinizle
konuşuyor musunuz?
M:Evet, ama sadece üç veya
dört öğrencimle görüşüyoruz. İyi
arkadaşlarız ve az sayıyız ama böyle
olmasını tercih ederim, bir sürü
arkadaştan ziyade küçük bir gruptan
oluşan ama iyi arkadaşlarım var.
Öğretmenimiz Clement Mcdonnell’a bu
güzel röportaj için teşekkür ederiz.
İdil Kara
Okulumuz kurulmasaydı yerinde ne olurdu?
Eğer Christopher Robert ve Cyrus
Hamlin, Robert Koleji kurmasalardı şu
an içinde bulunduğumuz bu kocaman
arazinin yerinde ne olurdu?1863
yılından beri var olan okulumuzu boş
bir alan olarak düşünmek zor olabilir
çünkü o yıldan beri bu bölge hayatın
durmadığı, her dakika etkinliklerin ve
çalışmaların olduğu bir yerdir.
1860’lı yıllar Osmanlı’nın güçlü
olmadığı yıllardı. O sıralar diğer
devletler topraklarımızda okullar
İrem Dalfiliz
Daha eski zamanlarda kocaman,
deniz manzaralı arazilerin değeri
bugüne oranla daha az biliniyordu. O
yüzden insanların o alanlara villalar,
gökdelenler inşa etme amaçları
yoktu. İnsanlar yavaş yavaş bu araziyi
kullanmaya başlayıp evler yapmaya
başlayabilirlerdi. Dar sokaklar ve bir
sürü evle dolabilirdi. O zaman bu alanın
Arnavutköy’deki dar mahallelerden bir
farkı olmazdı.
Başka bir ihtimal ise bu araziye alışveriş
Köprü
merkezi yapılması olurdu. Peki bu
alana alışveriş merkezi yapılsa ne
olurdu? Daha fazla trafik, gürültü,
kirlilik, birbirinden çok farkı olmayan
beton alışveriş merkezi yığınları…
Oysa Christopher Robert ve Cyrus
Hamlin’in temellerini attığı bu okul son
150 yıl içinde dünyaya her branşta lider
konumunda tahminen 30.000 mezun
vererek çok daha kutsal bir hizmet
yapmış oldular.
18
150. YIL
Nesrin Gülsoy’la Röportaj
‘’Nesrin Gülsoy’’ …Onun ismini hep maillerde veya her yıl okulun
başında dağıtılan el kitapçıklarında gördük. Akademik Müdür İdari
Asistanı yönüyle bildik ismini ama hep merak ettik kim olduğunu…
Tanımak istedik ve çok keyifli bir röportajın sonunda merak
ettiklerimizi öğrendik….
Köprü: Sizin okuduğunuz dönemden
bu yıla kadar Robert Kolej’de
fiziksel ve diğer açılardan ne gibi
değişiklikler oldu?
Nesrin Hanım: Öncelikle şöyle
söyleyeyim ben bu okula geldiğimde
bu okul ACG(American College for Girls)
idi. 1966 yılında girdim. 2 yıl hazırlık,
3 yıl orta, 3 yıl lise okudum ve o ara
geçiş dönemine şahitlik ettim. 1971’de
okulumuz Robert Kolej ile birleştii ve
ben 1974’te Robert Kolejli olarak mezun
oldum. Benim okuduğum zamanlar
tiyatro, GYM ve fen binaları yoktu.
Şimdi kütüphane olarak kullandığımız
yeri tiyatro ve Assemble Hall olarak
kullanırdık. Şu ankine göre daha ufaktı
tabii. Törenler orada gerçekleşirdi. Her
pazartesi saat 11.00’de Assemble Hall
dediğimiz törenimiz olurdu. Hem bayrak
töreni hem de o törende mutlaka bir
konuşmacı olurdu veya bir öğretmen
kendi seyahat anılarını paylaşır, filmlerini
ve slaytlarını gösterir, bir konuşmacı
gelir bize bir konuda konuşma yapardı.
Daha sonra o törenler kalktı. Tabii biz o
zamanlar çok az kişiydik. 22 kişilik sadece
kızlardan oluşan iki tane sınıftık. Biz
sizden farklı olarak iki yıl hazırlık okuduk.
Fiziksel olarak da çok farklıydı. Mesela
orta okul binası Bingham’dı, muhasebe
Sage’deydi. Geçen yıla kadar yuva olan
ve şimdi lojman olarak kullanılan yerin
alt katı Art Studio idi. Resim derslerini
orada görürdük. Ben okula başladığımda
beden eğitimi derslerini şu an kafeterya
olarak kullandığınız yerde görürdük. Şu
an fiziksel olarak aklıma başka değişiklik
gelmiyor ama seneler içinde gerçekten
çok fazla değişiklikler yapıldı. Onun
dışında şu ankinden farkı olarak biz orta
okulda her yıl final sınavı olurduk. Tüm
derslerden geçme notu 60’tı; sadece
İngilizce ve Türkçe ’den değildi yani. Ve
şunu da eklemek isterim ki o dönemler
İngilizce okulda çok daha önem taşırdı. İki
yıl hazırlık okuduktan sonra dersleri takip
edemeyeceği düşünülen öğrenciler orta
kısmına kabul edilmezdi. Mesele benim
sınıfımdan İngilizcesi yetersiz olan 6-7
arkadaşım ortaokula geçemedi. Kurallar
daha katıydı yani. Şimdiki öğrenciler
daha rahat bir şekilde okuyorlar. Benim
ortaokuldan mezun olduğum yıl ASG’nin
100. yılıydı ve o yıl erkekler de bizim
kampüse geldiler. Karma bir sınıf olarak
mezun olduk.
Köprü: Bildiğiniz gibi bu sene blok
ders sistemine geçildi. Dersler 80
dakika oldu ve teneffüsler uzatıldı.
Sizin okuduğunuz zamanlarda ders
ve teneffüs saatleri nasıldı?
Nesrin Hanım: Daha önce uygulanan
sitemdeki gibi dersler 40 dakika ve
teneffüsler 5 dakikaydı.
Köprü: Giyindiğiniz kıyafetler
nasıldı? Uygulanan bir dress code
var mıydı?
Nesrin Hanım: Ortaokul kısmında
dress code vardı. Lisede yoktu fakat
tümden de serbest kıyafet değildi. Belli
bir çerçevede yine kot giyemezdik ama
kadife pantolon, kumaş pantolon üzerine
ceket veya süveter giyebilirdik. Hazırlıkta
lacivert kazağın içine kısa kollu bluz
giyerdik. Orta okula geçtiğimizde ise
etek-hırka-bluz giymeye başladık.
Köprü: Alıkoyma cezası (detention)
var mıydı?
Nesrin Hanım: Evet. Mesela ben bir kez
alıkoyma cezasına kalmıştım. Ve en çok
ceza Türkçe konuştuğumuz için verilirdi.
Hiç unutmam bir keresinde arkadaşlar
arasında Türkçe konuştuk ve bunu bir
öğretmen duyduğundan dolayı bana ceza
vermişti. Sırf bu yüzden bir cumartesi
günümü okulda geçirmiştim. Study
Hall’da kaldım ve bak hiç unutmuyorum
bana 300 kelimelik ‘’İngilizce Öğrenirken
Türkçe Konuşmanın Zararları’’ konulu bir
kompozisyon yazdırttılar. O zamanlar
bizim okul haricindeki tüm okullar
cumartesi de öğretime devam derlerdi.
Bu bizim için çok büyük bir avantaj
olmasına rağmen o gün sırf bu detention
yüzünden okula gelmek benim için çok
büyük bir cezaydı.
Köprü: Okul içinde büyütülen veya
küçültülen mekânlar oldu mu?
Nesrin Hanım: Dediğim gibi Feyyaz
Berker fen binası sonradan eklendi, o
zamanlar yoktu. Onun dışında Suna Kıraç
ve Nejat Ezcacıbaşı Hall da sonradan
yapıldı. Hatta daha onlar yokken biz
mezuniyetimizin 10.yıl yemeğini onların
olduğu alanda bahçede yemiştik. Yani
tabii ki şu an çok daha güzel ve geniş
imkânlar sağlandı. Benim bir tek ‘’Ah
keşke olmasaydı!’’ dediğim Assemble
Hall’un kaldırılmasıydı. O, böyle klasik ve
Köprü
çok hoş bir mekandı. O mekan o şekliyle
kalabilseydi benim için çok nostaljik
olurdu. Hatta şu an kütüphanede desk’in
yanında o anki halinin fotoğrafları var.
Assemble Hall’un iki tarafında balkonlar
vardı. Şu an kütüphaneye girdiğiniz
yer , sahne olarak kullanılırdı. Orada
bir kuyruklu piyano vardı ve törenlerde
bir arkadaş İstiklal Marşı’nı piyanoyla
çalardı. Ama tabi ortaya çıkan ihtiyaçlar,
ihtiyaçların büyümesi ve çoğalması bu
tür değişiklikleri zorunlu kıldı. O alan
sonradan GYM olarak bile kullanıldı.
GYM’den sonra da kütüphane oldu.
Köprü: Baloların konseptleri neler
olurdu? Mesela şu anki gibi eski
zamanlar temalı balolar düzenler
miydiniz?
Nesrin Hanım: Yok, o tarz temalarımız
olmazdı ama yine balolar düzenlenirdi.
Özellikle ortaokuldayken balolar için
çok heyecanlanırdık çünkü Robert
Kolej’den oğlanlar ASG’ye gelirlerdi.
‘’Acaba bu baloda bir ‘boyfriend’
edinebilecek miyim?’’ o zamanlardaki tek
heyecanımızdı. Bak sana yine komik bir
anı: O zamanlar MMR’ın olduğu koridor
var ya, orada biri sağda biri solda olmak
üzere iki tane kantin vardı. Bir müddet bir
kantinde kızlar, diğer kantinde erkekler
karşılıklı bakışırdık. Tabii bu bizim için
çok ama çok heyecan verici bir şeydi. Çok
değişik bir yaşamdı bizim için.
Köprü: Peki eşiniz o bakıştığınız
erkeklerden biri miydi?
Nesrin Hanım: Hayır, eşimle daha sonra
iş yaşamında tanıştım.
Köprü: FAF’a konuk olarak kimler
gelirdi?
Nesrin Hanım: O zamanlar FAF yoktu
ama tiyatrolarımız olurdu. Bir de hiç
unutmadığım bir olay, okulun bitimine
doğru Mayıs ayında ‘’Spring Follies’’diye
bir etkinlik düzenlerdik. Bir gün boyunca
tüm okulun katıldığı eğlenceler yapılırdı.
Orada mutlaka herkes küçük bir
skeçte bile olsa rol alırdı. Öğretmenler,
öğrenciler, herkes sahneye çıkardı. Mesela
matematik öğretmenimiz Mr.Johnson ve
biz öğrenciler bir sınıftaydık sahnede. O
gün herkes bir şeylerini unutmuş güya.
Öğretmen herkese rol icabı kızıyor siz ne
biçim öğrencisiniz kitap unutulur mu,
defter unutulur mu diye. Sonra bir ayağa
kalkıyor pantolonunu giymeyi unutmuş
Ocak 2014
Rojin İdil
Erdoğdu
ve puantiyeli donuyla karşımıza çıkıyor. O
benim hiç unutamadığım bir anı mesela.
Bir de şapka yarışmaları düzenlerdik.
En ilginç şapkayı tasarlayan kazanırdı
ve bizim sınıftan bir arkadaş kuş kafesi
ve içinde canlı bir kuşun bulunduğu
şapkasıyla birinci olmuştu. Çok orjinaldi.
O zamanlar bizimle beraber yabancı
öğrenciler de vardı. Kazak veya Rus bir
kız arkadaşımız kendi yöresel dansı olan
‘’Kazaska’’yı yapmıştı.
Köprü: Robert Kolej’e geri
dönüşünüz nasıl oldu?
Nesrin Hanım: Robert Kolej’den mezun
olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi
İşletme Bölümünü kazandım. Mezun
olduktan sonra bir müddet kendi
alanımda çalıştım. Kızım doğduktan
sonra ise evimde serbest çeviriler yaptım.
1988 yılında Robert Kolej Computer
Center’da yarı zamanlı olarak çalışmaya
başladım. 1996’da Academic Director’s
Office kuruldu ve beni oraya aldılar.
1996’dan beri burada çalışıyorum.
Köprü: Peki yeniden öğrenci
olmak isteseniz, o zamanın Robert
Koleji’nde mi yoksa bizimle 2013
Robert Koleji’nde mi öğrenci olmak
isterdiniz?
Nesrin Hanım: Bu çok zor bir soru.
Tabii o yılları çok özlemle anıyorum ama
kurallar açısından şimdiki okul daha
rahat ve cazip geliyor. İmkânlar şu an çok
daha geniş. Mesela o zaman bilgisayar
yoktu yani bizim düşüneceğimiz bir
şey bile değildi. Hele televizyon 70’li
yıllarda evimize girdi. Şimdiki çocuklar
televizyonla doğdukları anda tanışıyorlar.
Ben mesela lisedeyken tanıştım. Şu an
tüm bilgiler internette bir tık uzağında.
Ama o zamanın insan ilişkileri bana daha
hoş gelirdi. Ve bir de o geçiş dönemini
yaşamak okul hayatımdaki en ilginç
anılardan bir tanesi.
Köprü: Benim soracaklarım bu
kadar. Sizi tanımak ve yıllar
öncesinde bu okulda okumuş
birinden bilgiler almak çok
keyifliydi. Çok teşekkürler.
Nesrin Hanım: Ben teşekkür ederim!
Nesrin Hanım’a zaman ayırdığı için çok
teşekkür ederiz.
150. YIL
19
Gönülsüzlere Duyurulur
Robert Kolej’den mezun olmadan önce tüm nimetlerinden en az
bir kez yararlanacağım, diye düşünüp her etkinliğe olabildiğince
giden bir tek ben değilimdir herhalde. Lise Live olsun, öğrenci
birliğinin düzenledikleri olsun, konserler olsun, hep bu etkinliklere
olabildiğince katılmaya çalışırız, çünkü biliriz ki Robert’i, Robert
yapan asıl bu etkinliklerdir. Fakat aralarından bu seneye özel
düzenlenmiş bir etkinlik vardı ki muhtemelen katılmadınız ya da
belki de ismini bile duymadınız: Back 2 School.
‘Back 2 School’ ne ki, diyenlere şöyle
anlatayım: 6 Ekim Pazar’ı, koca bir
günü, dört zaman dilimine ayırmışlar
ve her zaman diliminde, on üç tane
farklı odada, farklı konuşmacılar
tarafından dersler veriliyor. Her
ne kadar ders deseler de, aslında
dersten çok, renkli sohbetler geçiyor
hakkında çok keyifli bir söyleşiye
katılma şansına sahip oluyorsun. Bu
kadar keyifli bir organizasyon Robert
Kolej öğrencilerine açık mıydı, peki?
Elbette açıktı, okul kimliğinle gelirsen
ziyaretçi kartı alıp tüm derslere
katılabiliyordun ve bunu yapanlar da
vardı. Fakat ne yazık ki bu etkinlik okul
haliyle, gönüllü olup organizasyona
‘yardım etmek’ isteyenlerin sayısı hayli
düşüktü ve okulumuz sakinlerinin
çoğu bu yüz elli yılda bir gelen fırsatı
değerlendirme şansını kaçırdı. Neden
bu etkinliğin yeterince tanıtılmaması
da ayrı bir merak konusu, hadi diyelim
çok talep olmasından korkup sadece
Back 2 school, Gould’un önü, 6 Ekim 13. (Kendi fotoğrafım)
o dersliklerde. Konuşulan konular
oldukça çeşitli ve herkes ilgisine göre
mutlaka bir konu buluyor: yelken,
dikiş, girişimcilik, siyaset, edebiyat...
Üstelik bu dersler de kendi alanlarında
adını duyurmuş Robert Kolej mezunları
tarafından veriliyor. Birini beğenmezsen
çıkıp başka bir dersliğe girip o dersi
dinleyebiliyorsun ve ilgini çeken konu
öğrencilerine yeterince duyurulmadı,
reklamı yapılmadı. Ne organizasyonun
içeriğiyle ilgili bir bilgi verdiler, ne de o
derslere katılabileceğimizi ve hayranı
olduğumuz Robert Kolej mezunlarıyla
sohbet edebileceğimizi söylediler.
Dedikleri tek şey şuydu: “Eğer gönüllü
olmak ve organizasyona yardım etmek
istiyorsanız, isminizi yazdırınız.” E
Ocak 2014
mezunları çağırmak istediler, ama bu
geçerli bir bahane sayılmamalı çünkü
fazla talep, çözülemeyecek bir problem
değil, en kötü olasılıkla etkinliği ikiye
bölerlerdi, bu fırsattan mezunlar ve
öğrenciler ayrı ayrı yararlanırlardı.
Kabul ediyorum ben de şanslıydım
aslında, ‘gönüllü olarak yardım edeyim,
derslere girmesem de çorbada tuzum
Köprü
Simay
Yazıcıoğlu
bulunur’ zihniyetiyle adımı yazdırdım
ama bilmiyordum ki kendimi Ayşe
Kulin’in dersliğinde bir sandalyede
oturup, o çok tatlı konuşmasını
dinlerken bulacağımı. Daha sonra da,
öğrencilerin de alındığını sonradan
öğrenen bir grup arkadaşla birlikte
İpek Ongun’un dersine girdik, iki ders
de birbirinden güzel söyleşilerdi.
Ertesi gün okula gelince, bir
kısmımız etkinlikten ve katıldığımız
söyleşilerden bahsettik ve ne
oldu dersiniz, “Gerçekten falanca
ünlü bu okula geldi ve bunu ben
kaçırdım mı?”“Keşke gelseydim,
ama bilmiyordum ki!” diye söylenip
dolaşan arkadaşlarımızın sayısı
oldukça fazlaydı. “Valla biz de
bilmiyorduk, gönüllü diye katılıp
sonradan öğrendik.” diye kendini
savunmaya çalışan azınlık olarak,
oldukça zor durumda kaldık
diyebilirim.
Sonuçta, Robert Kolej; mezunların
okulu olduğu kadar bizim de
okulumuz ve eğer okulumuzun yüz
ellinci yılı kutlanacaksa, buna yönelik
kutlamalar ve etkinlikler tek yönlü
olmamalı. Biz de bir gün mezun
olduğumuzda bu tür etkinliklere
katılabilme hakkına sahip olacağız,
ama o zaman da iş işten geçmiş
olacak. Yüz ellinci yılı ‘yaşamak’
açısından mezunlardan çok daha
şanslı sayıldığımız bu günlerde, asıl
güzellikleri yaşayanların biz, öğrenciler,
olmamamız oldukça üzücü. Ben
mezunlara yönelik etkinlik olmasın
demiyorum, ama bu okulun hepimizin
olduğu ve bizim de yüz ellinci yıla
yönelik yapılan etkinliklere katılma
hakkımız olduğu fikrini sonuna kadar
da destekliyorum.
20
150. YIL
Bina İsimleri Nereden Geliyor?
Okulda stresli bir günde ödevlerle,
sınavlarla boğuşurken biraz durup
etrafımızdakilere dikkat etmek zor
olabilir. Derslerin ve etkinliklerin
karmaşasından okulumuzun tarihini
düşünmüyor olabiliriz. Ancak çoğumuzun
şaşıracağı şeyler var okulumuzun,
binaların tarihinde...
Gould Hall: Kampüsümüzdeki en eski ve
okulumuzun simgesi haline gelmiş
Gould Hall, kampüsteki en eski eğitim
binasıdır. Marble Hall’un girişinde
de yazdığ üzere, 19. Yüzyılın ünlü
Wall Street ekonomistlerinden Jay
Shepard’ın kızı Helen Gould Shepard
tarafından okulumuza hediye
edilmiştir. Binanın yapımı 1911 ile
1914 yılları arasında tamamlanmış
ve toplam150,000 ABD Dolarına
mâl olmuştur. Şu anda ana idari
ofisler, kütüphane, Müze, Türk Dili ve
Edebiyatı, Sosyal Bilgiler ve Yabancı
Dil bölümleri ile dersliklerin bir
kısmı ve büyük kantin bu binada
bulunmaktadır. Arnavutköy yokuşu kadar
dik olmasa da onun kadar uzun, insanı
nefes nefese bırakan bitmek tükenmek
bilmeyen Gould merdivenleri zaman
zaman hepimize “Keşke bacağım kırılsa
da şu asansörü bir kullansam.” hayalleri
kurdurtsa da 80 dakika boyunca sıralarla
bütünleşmemizin ardından küçük bir
hareket, spor niyetine pek güzel gidiyor.
Bu dik merdivenlerden midir, yoksa
kantine yakın olmasından mıdır, nedendir
bilinmez ama İstanbul trafiğine taş
çıkartan Gould trafiği de Gould’un okulun
en kalabalık binası olduğunun kanıtıdır
ve keşke Gould-Mitchell köprüsü tekrar
açılsa diye düşündürtmektedir.
Mitchell Hall: Okulumuzun Matematik
yuvası. İlk yapıldığında okulun mutfağı
ve yemekhanesi olması düşünülen
Mitchell Hall, Olivia Phelps Stokes’un
100,000 dolarlık hediyesi sayesinde inşaa
edilmiştir. Binanın adının neden Stokes
Hall değil de Mitchell Hall olduğunu
merak ediyorsanız işte nedeni: binaya
adının verilmesini istemeyecek kadar
mütevazı olan Olivia Hanım binaya
arkadaşı Sarah Lindlay Mitchell’ın adının
verilmesini rica etmiştir. Mitchell Hall’da
matematik bölümü ve sınıfları, bilgisayar
labaratuvarları ve küçük konferans
ve toplantılar için uygun olan M400
bulunmaktadır.
Woods Hall: 1914 yılında tamamlanan
bina, Helen Gould ile Henry Woods’un
ortak armağanıdır. Helen Gould’un adı
Gould binasına
verildiği için
Woods Hall Bayan
Henry Woods’un
adını almıştır.
1990 senesine
kadar fen bilimleri
binası olarak
kullanılan Woods
Hall, günümüzde
küçük kantini
barındırmaktadır
ve hazırlıkların
yuvası olarak
bilinmektedir.
Sage Hall: Margaret
Olivia Sage, Russell
Sage, ve Jay
Gould’un hediyesi
olan bina hâlâ
inşaa amacıyla
kullanılmaktadır.
Köprü
Binanın yapımı 100,000 dolara mal
olmuştur. Bugün, binada kız öğrenci
yurtları, sağlık merkezi, sanat stüdyoları
ve bir fotoğraf stüdyosu bulunmaktadır.
Şule Kahraman
Bingham Hall: Annesi Mary Payne
Bingham anısına William Bingham
tarafından hediye edilen Bingham
Hall, bir tıp fakültesi binası olarak inşa
edilmiştir.
1925-1992
yılları arasında
ortaokul
bölümü olarak
kullanılan bina
bugün, erkek
öğrenci yurdu,
Bingham1
ve iş ve idari
ofislere ev
sahipliği
yapmaktadır.
İdilnaz
Tandoğan
Feyyaz Berker
Hall: Bugün bilim laboratuarları ve fen
bilimleri sınıflarına ev sahipliği yapan
Feyyaz Berker binasının yapımı 1990
yılında tamamlanmış ve en büyük
bağışçısı olan, önde gelen Türk işadamı
ve Robert Kolej Mütevellisi Feyyaz Berker
(Robert Kolej Müh ‘46 mezunu)’in adını
almıştır. Feyyaz Berker’in ilk katı Kimya,
ikinci katı Biyoloji, üçüncü katı Fizik
bölümleri şeklinde düzenlenmiş, en son
kat ise hazırlık sınıflarına ayrılmıştır.
Suna Kıraç Hall: Bünyesinde büyük bir
sahne, makyaj odaları, modern ses ve ışık
sistemi ve 512 kişilik oturma kapasaitesi
olan ve 1990 yılında tamamlanan tiyatro
binası Suna Kıraç Hall, en büyük bağışçısı,
önde gelen Türk iş kadını ve Robert Kolej
mütevelli heyeti üyesi Suna Kıraç’ın
(Amerikan Kız Koleji 60 mezunu) adını
almıştır. Uzun teneffüslerde, özellikle
soğuk havalarda öğrencilerin popüler
mekanı haline gelmiş olan fuayeye ve
alt kattaki Cep alanına da Suna Kıraç
binası ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca
alt katında müzik sınıfları ve rengarenk
öğrenci dolaplarını da bünyesinde
barındıran bu binada bir de Green
Room’un yanında herkes tarafından
keşfedilmemiş, gizli sayılabilecek
bir sınıf bulunmaktadır. Belki Cep’e
giderken bu gizemli sınıfa bir göz atmak
isteyebilirsiniz.
Nejat Eczacıbaşı Hall (GYM): Modern
okul spor salonu, 1990 yılında açılmış
ve en büyük bağışçısı olan ünlü Türk
Ocak 2014
biyo-kimyager ve işadamı Dr. Nejat
Eczacıbaşı’nın (Robert Kolej ‘32 mezunu)
adını almıştır. Öğrencilerin diline “Gym”
olarak yerleşen bu bina aslında bir spor
salonu dışında alt katında, Beden Eğitimi
ofislerini, soyunma odalarını ve çok
amaçlı odayı bulundurmaktadır. Çoğu
zaman okul erkek ve kız basketbol ve
voleybol takımlarımızın antrenmanlarını
yaptığı bu alan, zaman zaman da okullar
arası turnuvalara ev sahipliği yapmıştır.
Bobcatlerimizin yuvası Eczacıbaşı,
büyük spor salonunun yanında, aynı
zamanda genelde yatılı erkekler ve
kampüste yaşayan erkek öğretmenler
tarafından sık sık kullanılan küçük bir
de fitness(egzersiz) salonuna sahiptir.
Sağlıklı bir yaşam için Eczacıbaşı’na gelin!
Dave Phillips Field: Okulumuzun Ulus
giriş kapısının çok yakınında bulunan
yıllardır yenilenmeyi bekleyen futbol
sahası, mezunların bağışlarıyla
Türkiye’deki en güzel futbol sahalarından
biri haline geldi. Saha, bu yıl 5 Ekim
Cumartesi günü Homecoming’de Dave
Phillips’in bizzat açılışını yapmasıyla
kullanıma açıldı.
Biliyor muydunuz?
65 dönümlük kampüsümüzde tarihi
binaların yanı sıra, sadece okulumuzda
bulunan bir böcek türünün de olduğunu
biliyor musunuz? “Bosphorus Beetle”
adını taşıyan böcek endemik bir tür ve
sadece kampüsümüzde barınıyor!
Kaynakça:
“Robert College.” Wikipedia. Wikimedia
Foundation, 16 Oct. 2013. Web. 18 Oct.
2013.
“History of RC.” Robert College. N.p., n.d.
Web. 11 Oct. 2013.
n
z
n
150. YIL
21
Geçmişten Geleceğe Robert Kolej: 250.Yılında
Robert Kolej
“ at the center of the world
all the lands around thee
orient and occident
with their best have crowned thee
oh our college tried and true
we will love thee ever
alma mater and the blue
we’ll forget thee never…
150 yıldır adını duymadığımız yüzünü
görmediğimiz ama onlarla aynı sıraları,
aynı dersleri, aynı okulu hatta hocaları
paylaştığımız insanlar bu şarkıyı
söylüyor. Hepsini hatırlayamasalar da
hâlâ mırıldanabiliyorlar. 1863 yılında
Cyrus Hamlin ve Christopher Robert
tarafından bu saray gibi okul üç Türkiye
başbakanı, dört Bulgaristan başbakanı,
sayısız sanatçı ve bir Nobel ödüllü yazar
çıkarmıştır. Robert Kolej 150 yılda büyük
başarılara imza atmıştır. Şimdi okula
yenilik getirme sırası bizde. Belki şu
anda koridorlarda çarpıp geçtiğimiz
veya kantinde tost alırken kenara itmeye
çalıştığımız, yemekhane sırasında önüne
kaynadığımız, yolda görüp sadece tip tip
baktığımız insanlar önümüzdeki senelerin
konuştuğu insanlar olacak, belki bu
yazıyı okuyan, sen, öyle olacaksın. Peki,
hiç düşündünüz mü biz mezun olduktan
sonra neler olacak? Robert 250.yılını
kutluyorken neler yapmış olacak?
Tabiİ ki de bunları düşünmediniz. Haliyle
tek düşündüğümüz mezun olmak. Ben
de bu yazıyı yazana kadar bunu hiç
düşünmemiştim.
Robert Kolej tarihi boyunca çok fazla
“ilk” yaşattı. Günümüzde çok basit
sayılan sporlar ilk defa Robert Kolej’de
oynandı. En eski ve hâlâ ilerleyen ilk
yurtdışındaki Amerikan okulu oldu.
Geçtiğimiz haftalarda ilk “kızlar flag
football” takımı ve oyunu Robert
Kolej tarihinde yerini aldı. Geçmişe ve
günümüze baktığımızda gerçekten de
tarihin şimdiki zamana uygun olarak
benzerlik gösterdiğini görebiliriz.
Dolayısıyla belki de Türkiye’den ilk uzaya
gidecek insan Robert’ten çıkabilir. Eğer
Kelebeğin Rüyası bunu başaramazsa, ilk
Oscar ödüllü filmin yapımcısı Robert’ten
olabilir. Dünyanın en başarılı kız “flag
football” oyuncusu Robert mezunu
olabilir. Neden olmasın?
1863’te otuz bir öğrenci ile başlayan
Robert Kolej, 1932 yılında okul müdürü
olan Paul Monroe’nin döneminde Robert
Kolej ve Özel Amerikan Kız Lisesi olarak
ikiye ayrılmıştı. 1957’de Robert Yüksek
kurulmuştu ve 1971 yılında ünivesite
işlevi gören Robert Yüksek kapatılmıştı.
1971 yılında ise Robert Kolej ile Özel
Amerikan Kız Lisesi tekrar birleştirilmişti.
Bizi hem okul içi hem okul dışı etkileyen
Robert Kolej ileride de eğitim sistemine
yenilikler getirebilir. Öğrenciler dünyanın
daha farklı yerlerine okumaya gitmeye
başlayabilir. Okulumuzda okuyan yabancı
öğrenci sayısı artabilir ve okul daha
karışık, farklı kültürlerden insanların
bir arada olduğu bir yer haline gelebilir.
Sadece derslerde değil, tenefüslerde de
yanınızdaki arkadaşlarınız anlasın diye
İngilizce konuşmaya başlayabilirsiniz.
Çok kötü Türkçe konuşmasına rağmen,
“Bence Türkçen çok iyi.” diyebileceğiniz
arkadaşlarınız olabilir. Veya bugün
yaptığınız bir çalışmayı ileride büyütüp
bir dernek haline getirebilir ve yine
Robert’in ilkleri haline getirebilirsiniz.
1863’ten bu yana okulun binaları ve
yerleri değişti. Kim bilir ileride nasıl
olacak? Biz çantalarımızla Gould Hall
dördüncü kata çıkınca bacak kaslarımızın
şiştiğini hissediyorken belki de sonraki
nesiller yürüyen merdiven kullanacak
veya daha da ötesinde ışınlanacak. Hatta
o teknolojiye bile geçmeye başlamış
olabiliriz, yeni gelen su sebilleri bunun
bir kanıtı olabilir.
Alara Gebeş
Büyüklerimiz bize sürekli ne kadar
güzel bir okulda okuduğumuzu ve ne
kadar şanslı olduğumuzu hatırlatırlar.
Bu yazıyı yazıyorken ben de kendimi
öyle hissettim. Ama okulun 150.yılında
başka türlü de hissedilmez herhalde.
Bu yıllarda da, ilerde de okulumuzu
sadece lise olarak bırakmamalıyız,
sahiplenmeliyiz. 150.yılları bizim, ilerisi
başkalarının. Bu sözlere kulağımız
alışmış olsa da belki de bu sene bir daha
okumalı ve hak vermeliyiz...
…at thy feet the bosphorus
lies in all its glory
‘neath the towers and the mosques
famed in song and story
though we wander far away
we will love thee ever
lessons deep we learn from thee
to forget? no never!”
Kaldıkları Yerden...
Yıllarınızı mezun olacağınız ve üniversiteye gideceğiniz günü hayal
ederek geçirdiğiniz okulunuza, üniversiteyi bitirip iş sahibi olduktan
sonra kaldığınız yerden bir çalışan olarak devam etmek ister
miydiniz? Pek çoğumuz “hayır” diyebilir ama biz buna “evet” demiş
Robert mezunları bulduk ve birkaçıyla sohbet ettik. “Neden tekrar
Robert?”
İlk olarak yatılıların yakından tanıdığı
çiçeği burnunda yurt danışmanımız Ilgım
Coşar ile başlayalım. Kendisi 2 yıl önce,
2012’de, Robert’ten mezun olmuş ve
şu an öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi
ekonomi bölümü üzerine devam
ettirmekte. Robert hayatı boyunca yatılı
olarak okuyan Ilgım Abla, şu anda yurt
danışmanlığı yapmaya devam ediyor.
Ona “Neden tekrar Robert?” dediğimizde
şöyle cevap veriyor: “Üniversitede okurken
aynı zamanda çalışmak isterseniz pek
çok sektörün çalışma saatleri okulunki
ile çakışıyor; ama burada hem derslerimi
aksatmadan çalışabiliyorum hem de
burası pek çok üniversite yurdundan daha
konforlu. Diyelim ki eve çıkacak oldum,
ben kendimi çok yalnız hissederim. Burası
benim en iyi bildiğim ve kendimi en rahat
hissettiğim yerlerden biri. Yani bir nevi
Robert benim evim.” Robert’te öğrenci
olmak ile çalışmak arasındaki farkı şu
sözlerle ifade ediyor: “Eskiden kurallara
uymak zorunda olan bendim; ama şu
an kuralları koyan ve uygulatanım.”
Üstelik Robert’ten yatılı olarak mezun
olduğu için yurttaki öğrencileri daha iyi
anladığını ve kendi deneyimlerinden
faydalanarak açıklarını daha rahat
yakaladığını söyledi.
Şimdi de hepimizin yolunun eninde
sonunda kesişeceği Yurtdışı Öğrenim
Ocak 2014
Danışmanlığı ofisinde bu yıl çalışmaya
başlayan Onur Ünver’le olan keyifli
sohbetimizden bahsedelim. Onunla tam
olarak tanışma fırsatı bulamayanlar için,
Onur Ünver, 2006’da Robert’ten mezun
olduktan sonra yurtdışında bilgisayar
üzerine yükseköğrenimini tamamlamış.
Ayrıca sanat ve Japonca üzerine ek
dersler almış. Türkiye’ye döndükten sonra
iki yıl erkek yurdunda yurt danışmanlığı
yapmış. “Robert’e neden geri döndünüz?”
dediğimizde bize en büyük etkenlerden
birinin okuldaki öğrencilerin çok istekli,
meraklı ve yeniliklere açık olması
olduğunu ve üniversitede bile bu kadar
istekli öğrenci bulmanın zor olduğunu
Köprü
Melisa Oğuz
İrem Akçal
söyledi. Okulda her çeşit alanda çalışan
çok başarılı ve öğrenmeye açık öğrenciler
olmasının kendisini çalışmak için motive
ettiğinden bahsetti. Üstelik Robert
için “Burada Türkiye’nin hiçbir yerinde
bulunmayan bir özgürlük ortamı var.”
şeklinde yorum yaptı. Böyle bir ortamda
çalışmaktan çok mutlu olduğunu
belirten Onur Bey, mezun olduğu okulda
çalışıyor olmanın bazı yönlerden garip
olduğundan; ama kendisine birçok
avantaj da sağladığından bahsetti. Eski
öğretmenlerine isimleriyle hitap etmenin
en başta biraz tuhaf geldiğini ama
buna git gide alıştığını söyledi. Ayrıca
öğrencilerin yaşadığı sıkıntıları, çelişkileri
22
ve heyecanları çok yakından tanıyor çünkü
kendisi de aynı yollardan geçmiş. Bu
sayede öğrencilere danışmanlık yaparken
deneyimlerinden de faydalandığını ifade
etti. Robert’teki öğrenciler için “Okulda siz
öğrenciler tamamen özgür gibisiniz; ama
arkanızda siz düşmeyin diye görünmez
bir bariyer var.” dedi. Robert’ten hiçbir
zaman sıkılmadığını çünkü okulda hem
öğretmenler hem de öğrenciler için
sürekli yenilikler olduğunu ve bunları
takip etmenin zevkli olduğunu söyleyen
Onur Bey, Robert’te yıllarını geçiriyor
olmaktan çok mutlu olduğunu özellikle
belirtti.
Son olarak da bir diğer Robert mezunu
150. YIL
çalışanımız Mezunlar ve Geliştirme
Ofisi’nden Mehveş Dramur’la olan
sohbetimizden bahsetmek istiyoruz.
1996 Robert Kolej mezunu olan Mehveş
Dramur, Marmara Üniversitesi’nde
Almanca Enformatik bölümünü okumuş,
daha sonra yönetim bilişimi üzerine
çalışmalarını sürdürmüş. Yedi senedir
Robert’te çalışan Mehveş Hanım, “Neden
Robert’e geri dönmeyi tercih ettiniz?”
sorumuza “Ben Robert’i seçmedim,
Robert beni seçti.” şeklinde yanıt
verdi. Robert’te çalışma hikâyelerinin
tesadüfler üzerine kurulu olduğunu
söyleyen Mehveş Hanım’ın yedi yıl önce
burada çalışmaya başlama hikâyesi
çok ilginç. Kendisi çalıştığı işten
memnun olmadığı sıralarda yeni iş
arayışlarındayken yapacağı işin artık
çalıştığı yerin patronlarının ceplerine
değil de, başka insanların yararlarına
hizmet etmesini istediğine karar vermiş.
Bu süre içerisinde bir gün havaalanında
Robert Kolej Mezunlar Ofisi’nde çalışan
Çiğdem Hanım’la karşılaşmış. Ertesi
gün Çiğdem Hanım’dan okulda o sırada
iletişim konusunda Robert’ten mezun,
Robert kültürü bilen eleman arayışında
olduklarını belirten ve Mehveş Hanıma
bu pozisyonu öneren bir telefon almış,
böylece Robert’te çalışmaya başlamış.
14 yıldır Robert’te olan Mehveş Hanım,
kendisini Robert’e bağlayan etkenlerden
en önemlisinin Onur Bey’in söylediği gibi
Robert’teki sürekli yenilik ve değişim
ortamı olduğunu anlattı. Mezun olduğu
okulda çalışmanın ona verdiği en büyük
avantajının ise etrafına baktıkça kendi
eski halini görmek, anılarını yâd etmek
olduğunu söyledi.
Mehveş Hanımın da dediği gibi “İnsanlar
aslında hayata gittikleri her yerde
okullarını arıyorlar, çünkü en mutlu
oldukları yer okul oluyor genellikle.” Kim
bilir belki gün gelir siz de dönüp dolaşıp
Robert’e, yuvanıza bir öğrenci olarak
değil de bir çalışan olarak dönersiniz...
Entel İnekler mi, Asi Çocuklar mı?
‘’Sizin okulda mafya varmış doğru mu?’’- Bir Veli
Robert Kolej… Hangimizin hayali
olmadı ki bu okul? Sekizinci sınıfta
programlanmış gibi test çözerken bizi
çalışmaktan yıldırmayan tek şeydi bu
okulda geçecek senelerimizi düşünmek.
O zamanlarda kime sorsak hangi okula
gitmek istediğini çoğunlukla tek bir cevap
alıyorduk: Robert Kolej. Neden peki? İçine
giren herkesi büyüleyen güzel kampüsü
müydü tek sebebi bunun. Yoksa başka bir
şey mi? Bana kalırsa mezunların payını
yadırgayamayız. Sanatta, politikada,
edebiyatta, her alanda isimlerini
duyurmuşlardır Robert mezunları.
Tabii durum böyle olunca da insanlar
Robertlileri merak etmeye başlıyor.
Doğal olarak da toplumda Robert Kolej
ve öğrencileriyle ilgili çeşit çeşit efsane
ve önyargı çıkmaya başlıyor ki bazılarına
gülsem mi ağlasam mı bilemedim.
Robert’i kazandığımı öğrendiğimde bir
arkadaşım gelip: ‘’Entel inekler var orada
sen ne yapacaksın ki?’’ demişti. Hâlbuki
Robert’in en ünlü vasıflarından birisi de
sosyal bireyler yetiştirmesi- en azından
böyle düşünülüyor- ki inek kavramıyla
azıcık ters düşüyor. Ayrıca kuzenim de
Robert’ten mezun olduğu için teyzem de
okulu bayağı iyi bildiğini iddia ediyordu.
Kuzenimin Robert öncesi sakin bir çocuk
olduğunu söylerken okuldan mezun
olduğunda burnu havada bir asi çocuk
haline geldiğini iddia etmişti. Hep onun
bildiği doğruymuş, başkaları bir şey
bilmezmiş gibi gibi davranmaya başlamış
ona göre. Tabii bu ergenlikten mi, okuldan
mı, pek bilemeyiz ama dershanedeki
danışmanım da böyle düşünüyordu;
hatta sırf bu yüzden Robert yerine
İstanbul Erkek Lisesi’ne gitmemi istemişti
bir aralar. Böyle düşünenlerin sayısı hiç de
az değil aslında. Robert öğrencisi deyince
insanların aklına ilk gelen şeylerden biri
bu.
Robert Kolej iki Amerikalı tarafından
kurulduğu ve bir Amerikan okulu olduğu
için genel olarak okulun Amerikan
hayranı öğrenci yetiştirdiğini söylerler.
Hatta okula gelmeden önce neler
duymadım ki: okulun öğrencilerini
üniversite eğitimleri için zorla Amerika’ya
yollaması mı olsun, yoksa ‘’Amerika
sevgisi’’ aşılaması mı? Tabii veliler böyle
şeyler duyunca pek hoş olmuyor ama en
azından pek ciddiye almadılar benimkiler.
Şimdiyse sadece gülüyoruz. Şu ana kadar
zaten böyle bir şeyle karşılaşmadım,
karşılaşan da görmedim, duymadım.
Genco Erkal da Sabah gazetesine verdiği
bir röportajda Amerika’yı eleştirmeyi
Robert Kolej’de öğrendiğini belirtmiştir.*
Öğrencilerin çoğunluğunun Türkiye’de
kaldığına bakılırsa okulun Amerika’ya
yollama gibi bir baskı yapmadığı çok açık,
her ne kadar Amerika’da yaşamaya karar
verenlerin sayısı az olmasa da.
Bizi çoğu insandan daha iyi tanıyan
birileri varsa onlar da okulumuzun
taksi şoförleridir herhalde. Öyle ki okul
çıkışları, özellikle cuma günleri, taksi
bulmanız imkânsız gibi bir şey. Hal böyle
olunca da civardaki taksi duraklarının en
Köprü
çok uğradıkları mekânlardan biri Robert
haline geliyor ve öğrencileri oldukça
iyi gözlemleyebiliyorlar. Geçen sene bir
cuma çıkısı taksiye bindiğimizde taksici
abimiz bize niye Taksim’e gitmediğimizi
sormuştu. Hâlbuki o öğrencileri
Taksim’e götürecek diye duraktan
hevesle çıkmış ve bizim başka bir yere
gitmek istediğimizi öğrendiğinde azıcık
azarlanmıştı onu trafiğe sokacağımız
için. Geçen gün ise Robert öğrencileri
hakkında ne düşündüklerini sordum.
Genel olarak bizi samimi buluyorlarmış
ki bu iyi bir şey; ama onları bazen çok
beklettiğimizi ve taksi şoförlerinin bizim
özel şoförlerimiz olmadıklarını da dile
getirdiler. Ne diyeyim, haklılar aslında.
Bu yaz yeni gelen hazırlıklara okulu
gezdirmeye gönüllü olmuşum. İyi ki de
olmuşum aslında, bayağı garip şeyler
deneyimledim. Bir veli ve çocuğuyla
tam Plato’ya çıkıyorduk ki veli: ‘’Sizin
okulda mafya varmış çocuğum, doğru
mu? Hem o kadar para vereceğiz, hem
de çocuğumuz mafya olacak. Bu nasıl
iş?’’ dedi. O an nasıl hissettiğimi ne
siz sorun ne ben söyleyeyim. Ben ki
en ufak şeye gülen ve bu yüzden kaç
kere dersten atılan bir kişi olarak o
an kendimi tutmaktan patlayacaktım
büyük ihtimalle. Ama renk vermeden
hemen velinin sorusunu cevaplamaya
çalıştım ve yalandım tabii söylediğini.
Bir ara “Evet,var.” demeyi düşünmedim
de değil. Artık bana gerçekten ne kadar
inandı bilemeyeceğim ama tatmin olmuş
Ocak 2014
Ali Yağız
Ayla
gibiydi. Çocuğunu da şu an okulda
gördüğüme göre ikna edebilmişim.
Robert Kolej ve öğrencilerle ilgili
söylentilerin hepsini burada yazmaya
çalışsam kendime yeni bir gazete
çıkarmak zorunda kalırdım herhalde.
Ama bence bu kadarı bile durumun
garipliğini ya da ilginçliğini deyim,
anlatmaya yetiyor. Robert öğrencisi diye
bir kalıp oluşturmak da başlı başına
yanlış. Bu okulun öğrenci çeşitliliği
malumunuz, ne ararsanız bulabilirsiniz.
Robert öğrencisi böyledir, Robert
öğrencisi şöyledir diye çok sağlıklı bir
tanımlama yapamayız o yüzden. Okul
sana olanakları veriyor, gerisini sana
bırakıyor. Deneyimlerin seni nasıl etkiler
orası sana kalmış artık. Siz en iyisi mafya
olmadan mezun olmaya bakın, gerisi
hikâye.
*”Robert Kolej.” Sabah. N.p., 13 July
2008. Web. 9 Oct. 2013. <http://arsiv.
sabah.com.tr/2008/07/13/pz/haber,6E
3E56D0F20E4412A62134B93B06737E.
html>.
SÖYLEŞİ
23
Önder Kaya ile Söyleşi
Önder Hocamız okulda gördüğümüz
kadarıyla, işini ve tarihi çok seven,
dersleri heyecanlı heyecanlı ve kendine
has anlatışıyla öğrencilerinin de tarihe
ilgisini uyandıran bir öğretmen. Peki
Önder Hoca olarak değil de, Önder Kaya
olarak nasıl bir insan? Okul dışındaki
hayatında neler yapıyor? Bu soruların
cevaplarını merak ettik ve onu daha
yakından tanıyıp öğrenmek için Önder
Kaya ile röportaj yaptık. Kendisi
öğretmenlik yapmadığı zamanlarda
birtakım dergilere düzenli olarak
makaleler yazıyor, müzayedelere
katılıyor, sık sık sahaflara gidiyor,
koleksiyonunu ve arşivini genişletiyor,
bir yandan da araştırmalarına devam
ediyor, ama belki de en önemlisi: O bir
İstanbul aşığı. Şimdiye kadar İstanbul
ve tarih üzerine yayınlanmış toplam
on üç kitabı bulunuyor. Bütün bunların
yanı sıra eşi ve 4 yaşındaki küçük oğlu
Erdem ile gezmeyi ve vakit geçirmeyi
de ihmal etmiyor.
verebilir misiniz?
Önder Kaya: İlk olarak eşimin
zamanlama konusundakini katkısının
çok büyük olduğunu söylemeliyim.
Bana çok ciddi bir çalışma ortamı
sağlıyor, onun fedakarlığı olmadan bu
çalışmaları yapamazdım. Genelde hafta
sonları kütüphanelere gidiyorum, bazı
müzayedeleri ve koleksiyon ortamlarını
takip ediyorum. Buralarda tanımış
olduğum yeni insanlar ufkumu açıyor.
Belli bir konu üzerinde çalışırken
öncelikle kullanabileceğim kaynakları
tespit etmeye çalışıyorum. Bazen
kütüphanelerde, bazen ise gazete
arşivlerini tarayarak lazım geleni
buluyorum. Aynı zamanda sahafların
müdavimiyim. Onlar da bana ihtiyaç
duyduğum kaynaklar konusunda
yardımcı oluyor. Ne yapacağımızı
bildikten sonra, işin ortaya çıkması
kolaylaşıyor. Ancak bazen okuldaki
işlerim de yoğunlaşınca zorlanıyorum.
Mesela Tarih kulübü olarak dergi
anlatırken onları aydınlatmaya, fikirler
vermeye çalışıyorsun. Makale ya da
kitap yazarken de topluma, kitlelere
mesajlar vermeyi hedefliyorsun. Bu
ikisinin örtüşmesi ve her zaman bana
destek olan eşimin olması en büyük
artı olsa gerek. Oğlum ara sıra yanıma
gelip “Baba ne zaman oynayacağız?”
gibi cümleler kursa da bence bunlar
da hayatın tadı tuzu. Bir şekilde denge
kurmaya çalışıyorum.
K: Peki kimsenin bilmediği, belli
bir alanda koleksiyonerlik gibi bir
özelliğiniz veya koleksiyonlara
ilginiz var mı?
Ö.K.: Biraz absürt belki ama mezar
taşlarına karşı ciddi bir ilgim var.
Onun dışında kartpostal ve fotoğraf
toplamayı çok seviyorum. Bazı
gazetelerin ve dergilerin özel sayılarını
biriktirmeyi de seviyorum. Ayrıca
‘Efemera’ dediğimiz, gündelik hayatta
kullanılan birtakım nesneleri, basılı
belgeleri topluyorum. Açıkçası artık
Köprü: Öncelikle, sizin makaleler
yazmak, televizyon programlarına
katılmak, ailenizle ilgilenmek gibi
pek çok şeyi bir arada yaptığınızı
biliyoruz. Bütün bunları nasıl
bir arada yürütüyorsunuz ve
zamanınızı nasıl ayarlıyorsunuz?
Bize bu konuda biraz tavsiye
çıkarıyoruz ya da yazılıları kontrol
etmem gerekiyor. Öğrencilerim
yazılıları biraz geç dağıtabildiğimin
farkındadırlar. (Gülüyor) Sonuçta okul
dışında yaptıklarım öğretmenliğimi
de beslediğinden dolayı farklı
konulardaki anekdotları öğrencilerimle
paylaşabiliyorum. Aslında çok da farklı
değil yaptığım işler. Öğrencilere ders
benimkisi koleksiyonerlikten çok
çöpçülüğe dönmeye başladı (Gülüyor).
Bu biraz dağınık bir ilgi alanım
olmasıyla da ilgili. Bir yandan İstanbul
tarihi üzerine çalışıyorum, bir yandan
mezarlıklar üzerine çalışıyorum. Aynı
zamanda Ordu, Karadenizliyim, bu
bölgeyle alakalı bulduğum şeyleri
biriktiriyorum. Spor tarihi ve Osmanlı
Ocak 2014
Köprü
Damla Ilıca
Elif Ece Acar
Yunus Emre
Erdölen
tarihiyle ilgileniyor, yüksek lisansımı
Ortaçağ tarihi üzerine yaptığım
için de o sahayı araştırmaya devam
ediyorum. Genelde kütüphanemi
gören insanlar, beni belli bir konuya
oturtmakta güçlük çekiyorlar, çünkü
ilgimi çeken konularda ne bulsam
topluyorum. Fakat bence bu çok da
doğru değil, bir insanın belli bir alanla
ilgilenip uzmanlaşması gerekir. Öbür
türlü her konuda biraz biraz bilgi
sahibi oluyorsunuz ama
bir tanesine derinlemesine
nüfuz edemiyorsunuz. Benim
derinleştiğim alan daha
çok Suriçi İstanbul’u. Bir
bu konuda bir de Eyyübiler
konusunda kendimi ‘uzman’
olarak tanımlayabilirim.
Onların dışında da yuvarlak
bir şeyler söyleyecek kadar
bilgim var.
K: Kitaplarınızın büyük
çoğunluğu İstanbul
üzerine. Bu şehre olan
ilginizi fark etmemek
zaten mümkün değil.
Peki İstanbul’u ya da
bu ilginizin sebebini
üç kelimeyle anlatacak
olsanız ne derdiniz?
Ö.K.: Aslında bunlar
düşünülüp cevap verilmesi
gereken sorular ama şu
anda aklıma ilk gelenleri
söyleyeceğim. İstanbul deyince aklıma
şu anda ‘kaos’, ‘tarih’ ve ‘çok kültürlülük’
geliyor. Ben çok fazla ülke gezmiş
bir insan olmasam da gördüğüm
Yunanistan, Almanya, Avusturya,
Macaristan, Lübnan, Suriye gibi
yerlerdeki efsane şehirlere bakıldığında
İstanbul’un onlarla aşık atabilecek
olan bir şehir olduğunu anlıyorsunuz.
İstanbul ile ilgili hâlâ beni şaşırtan
24
SÖYLEŞİ
birçok şeyle karşılaşıyorum. Bu durum,
içinde yaşayan insanlarla da alakalı
tabii. On üç milyonluk nüfusu olduğu
söyleniyor bu şehrin, ancak Berlin’e
veya Viyana’ya baktığınız zaman
iki-üç milyon civarında bir nüfustan
bahsediliyor. Biraz insanların, biraz
da yöneticilerin, idarecilerin şehrin
kıymetini bilmemesi söz konusu.
Aşağı yukarı son elli-altmış yıldan beri
sürekli olarak İstanbul üzerinden prim
yapmaya çalışılıyor. Bu sebeple şehir
kendi kendisini tüketiyor ve biz de
üzüntü duyarak izliyoruz. Artık daha
tepkili yaklaşıyorum ancak yapacak
pek bir şey yok. İnsanların beş-on
yıl sonrasını düşünmesi gerekiyor
ama maalesef öyle bir ortam da
sorduklarında “Gayet açık işte, hasta
etmeyin adınızı yazın.” demiştim. Ona
gülmüşlerdi. Yine bir gün ders sırasında
Boğaz’ın yakınında olduğumuz için
ben heyecanlı bir şekilde Yunan
Medeniyeti’ni anlatırken, bir vapur
üç-dört defa düdük öttürdü. Ben sesimi
bastırdığı için “Ya sabır.” demiştim.
Birkaç defa daha öttürünce bu sefer
“Yahu çatlamayın, geliyorum.” deyişime
çocuklar gülmüştü. Bu neredeyse
sekizinci yılım okuldaki, ilk geldiğimde
bölümde çok sıcak karşılanmıştım, bu
çok çabuk bir şekilde uyum sağlamama
ortam hazırladı. Aynı zamanda
öğrenciler de akademik açıdan
donanımlı gördükleri öğretmene
saygı duymaları gerektiğini biliyorlar.
duruyordum, yani çocukluktan beri
hayalimdeki işi yapıyorum diyebiliriz.
Hatta büyüklerim uyarırlardı,
“Mühendis ol, doktor ol, tarihçilikte
ne yapacaksın?” diye… Şimdi keyif
alarak yapıyor olmam enerjime
de yansıyor olabilir. Bir de doğma
büyüme Aksaray, Fatihliyim. Yani
Suriçi’nde büyüdüm denebilir. Biz
mezarlıklarda, cami kenarlarında
futbol, yakalamaca, ebelemece
oynardık. Mesela şu anda herkesin
tanıdığı ve en büyük fotoğrafçılardan
biri olarak gösterilen Ara Güler’in de
fotoğraflarına baktığımızda neredeyse
yüzde sekseninin Fatih, Süleymaniye
gibi yerlerde çekildiğini görürüz. Zaten
İstanbul dediğimiz yerler buralar.
yok. Bu saatten sonra da olacağını
zannetmiyorum.
K: Robert Kolej’deki öğretmenlik
hayatınız boyunca sizi etkilemiş,
unutamadığınız komik bir anınız
var mı?
Ö.K: Benim İngilizcem çok iyi değildir.
Bir sınıfta yazılı sırasında, çocuklara
isimlerini yazmalarını sürekli
söylememe rağmen gezerken hâlâ
isimlerini yazmayan birkaç öğrenci
gördüğümde tahtaya kırık dökük
İngilizcemle bir şeyler yazmıştım.
Ben kelimeleri yan yana getirdiğinde
İngilizce konuştuğunu düşünen
insanlardanım. Tahtadaki “Don’t ill me
write your name” gibi bir yazıyı gören
öğrenciler “Hocam bu ne demek” diye
Karşılıklı saygı sınırını buradaki çocuklar
her zaman koruyorlar ve çizgisini
biliyorlar, bu da beni çok etkiliyor.
K: Her öğretmen dersi sizin kadar
heyecanla anlatmıyor, bazıları
sadece iş gereği anlatıyor gibi
gelebiliyor. Ayrıca öğrencileriniz
herkesin bilmediği detayları
araştırıp öğrendiğinizi söylüyor.
Tarihe olan bu ilginiz nasıl ve ne
zaman başladı?
Ö.K.: Kimi insan sevmediği işi yapmak
zorunda kalıyor, ben sevdiğim işi
yaptığım ve hayatımı buradan
kazandığım için çok şanslıyım. İlkokul
3.-4. Sınıftan itibaren tarih dergileri
okuyarak büyüdüm. Ortaokuldan
itibaren de tarihçi olacağımı söyleyip
Biz de 1980’lerde bu muhitin son
demlerinden yaşadık o İstanbul’u.
Artık o İstanbul’dan pek eser kalmadı,
Suriçi dediğimiz yerde eskiden orta
sınıf, maddi gelire sahip insanlar
yaşarken bugün daha çok alt gelir
düzeyine mensup insanlar yaşıyor,
buralar kültür seviyesi düşük olan
insanlara terk ediliyor. Benim oraların
en güzel zamanını yaşamış olmam da
tarihçi olmama ortam hazırladı diye
düşünüyorum.
K: Siz fark ediyor musunuz
bilmiyoruz ama bir şey anlatırken
çok farklı konulara geçiş
yapabiliyorsunuz. Bu derslerinizde
de böyle, çok fazla konudan
bahsettiğiniz için öğrenciler dersin
Köprü
Ocak 2014
sonunda neredeyse her türlü
bilgiyi almış oluyor.
Ö.K.: (Gülüyor). Durum böyle olunca
bazen öğrencilerim takip etmekte
zorlanıyor. Bu yüzden “Hocam bu
yazılıya dahil mi?” soruları çok geliyor.
Her öğrenci genel kültürle dersin
ayrımını yapamayabiliyor, bu da“Acaba
bu da çıkar mı” kaygısı yaratıyor. Bu
ayrıma varabilen öğrenci dersi daha
keyifle dinleyebiliyor.
K: Peki müfredattaki konularla
genel kültürün dengesini nasıl
kuruyorsunuz? Müfredatta olmasa
da işlemek istediğiniz konular
oluyor mu?
Ö.K.: Müfredatta her şey var,
yani istediğiniz bir çok şeyi
işleyebiliyorsunuz. Ancak
sorun şu ki müfredatın
buna verdiği süre son
derece yetersiz. Örneğin
müfredat diyor ki, iki tane
kırk dakikalık ders içerisinde
Yunan Medeniyeti’ni
anlatacaksın. Bu sebeple
dersler “Yunan coğrafyasını
tanıyalım-Atina ve
Spartalıları tanıyalımYunan coğrafyasının
sonu, bitti.” şeklinde
ilerliyor. Başka noktalara
da değinmek, tartışmalar
yapmak istediğimizdeyse
zaman aşılıyor. Bu yüzden
yetiştirmek konusunda
sıkıntılarımız olabiliyor.
Fakat açıkçası tarih dersi
belli bir müfredata uymak
zorunda kaldıkça yapacak bir
şey yok. Ben isterim ki ders
daha canlı, daha seminer
dersi şeklinde olsun. O
zaman da YGS, LYS ya da başka merkezi
kontrol mekanizmalarını unutmuş
oluyorsunuz ve bu sefer öğrenciler
sıkıntılar yaşıyor. Hem entelektüel
yetiştirmek hem de sınav sistemine
adapte olmak gerçekten çok zor.
Okulumuz her ne kadar ilkini amaçlıyor
olsa da okuldaki öğrencilerin yüzde
yetmişini Türkiyeciler oluşturduğundan
onlara karşı da bir sorumluluğunuz var.
Denkleştirmeye çalışıyoruz.
K: İlerde ne gibi projeler yapmayı
planlıyorsunuz? Şu anda yazdığınız
yeni bir kitap var mı?
Ö.K.: Aslında şu sıralar baştan sona bir
kitap değil de tematik olarak yazılar
kaleme alıyorum. Daha çok gezi yazıları
ve edebiyatçıların son anları üzerine
SÖYLEŞİ
yazıyorum, yani yine mezarlık kültürü
devreye giriyor…(Gülüyor) Bunlarla
ilgili sistematik olarak Müteferrika
adındaki bir dergiye, üç ayda bir, yazı
yazıyorum. Bu yazılar zaman içerisinde
bir kitaba dönüşüyor. Öbür türlü, uzun
soluklu kitap projeleri öğretmenlikle
beraber çok zor yürüyor. Ancak kendine
uzun tatillerde vakit ayırabiliyorsun,
okul varken kitaptan kopuyorsun.
Kitap yazarken konudan koparsan, bir
daha geriye dönmek gerçekten çok
zor. Bu sebeple tematik makaleler
yazmayı daha çok önemsiyorum. En
büyük sıkıntımsa başlayıp da bir türlü
sonunu getiremediğim İngilizcem. Orta
seviyedeki İngilizce ile de bir şeyler
yapılabiliyor ama sonuçta dil bilmek
insanın gerçekten ufkunu açıyor. Müthiş
kaynaklar bulma, bunları ders içinde
öğrencilerle paylaşma ihtimali daha
da artıyor. Eğer İngilizce’yi de kemale
erdirebilecek olursam ki yaş bugün kırk
oldu, kırkımdan sonra çok iyi olacak
benim için.
K: Doğum gününüz kutlu olsun
hocam!
Ö.K.: (Gülüyor) Teşekkürler çocuklar.
K: Oğlunuzun da büyüyünce sizin
gibi bir tarihçi olmasını ister
miydiniz?
Ö.K.: İsterim tabii. Fakat benim babam
makine mühendisi, o da herhalde
benim mühendis olmamı isterdi. Bazen
eşime diyorum ki: “Bu kütüphane,
belgeler, fotoğraflar kime kalacak?”.
Oğlana kalacak, umarım sever. Eşim
de eğer oğlumu boşlayacak olursam
ben öldükten sonra yapacağı ilk işin
eskici çağırıp hepsini ona vermek
olacağını söyleyerek bam telime
basıyor. Müzayedelere katıldığım
da görüyorum ki bir sürü insanın ve
ailenin evrakı, yazışmaları, mektubu
vb. oralara düşüyor. Geçen gün İstanbul
Ermenileri’nin bir platformunda bir
arkadaş, sanal ortamda paylaştığım
karneleri görünce mesaj yazdı, “Bunlar
benim halama ait. Sizin elinize nasıl
geçti?” diye. Belli ki elinde tutan kişi
eskiciye satmış ya da çöpe atmış.
Oradan bir şekilde mezata gelmiş ve
benim tarafımdan da satın alınmış. Acı
bir olay aslında, kıymetini bilmeyen
kişiye kalması. İnşallah bizimkisi de
böyle olmaz diye düşünüyorsun.
K: Robert Kolej’de okusaydınız
nasıl bir öğrenci olurdunuz? Hangi
dersleri alır, hangi kulüplere
giderdiniz?
Ö.K.: Ben ortaokuldayken çok
hayta bir öğrenciydim, Pertevniyal
Lisesi’ndeyken biraz toparlandım.
Burada hep söylüyorum, gerçekten
çok fazla seçeneğiniz var. Bazı
öğrencilerle karşılaşıyorum, “Normal
bir liseden de buradaki eğitimi
alabilirsin.” diyorlar. Doğru, alırsın
ancak sana sunulan seçenekleri
kullanmak istersen gerçekten çok
iyi yerlere gelebiliyorsun. Ben yüzde
elliyle mezun olmak istiyorum dersen
yüzde elliyle mezun oluyorsun, kimse
seni zorlamıyor. Fakat ben birtakım
konularda kendimi doldurmak
istiyorum dersen, kulüplerden, seçmeli
derslerden yararlanabiliyorsun. Mesela
İpek Tingleff’le konuşuyoruz, resmen
ameliyat yapıyorlar. Tıp okuyacak
bir öğrenci bunun altyapısıyla
üniversiteye gidiyor. Eğer ben burada
öğrenci olsaydım ilgi alanım yine tarih
olurdu (gülüyor), ama fotoğrafçılığı
da profesyonel bir alana yaymaya
çalışırdım. Ayrıca ASL ve Film&Lit
derslerini mutlaka alırdım. Bu açıdan
çok zengin bir yer bana kalırsa. Biz
Pertevniyal Lisesi’nde okurken rehberlik
bölümünün bile olup olmadığını
hatırlamıyorum. ÖSS tercihimizi
yaparken bile bizi yönlendirecek, akıl
verecek insan yoktu. Şahsen, Boğaziçi
Üniversitesi’nde tarih bölümü olduğunu
biliyor olsaydım bugün ne yapar eder,
oradan mezun olmaya çalışırdım.
Orada bir sene hazırlık okur, şimdi bu
İngilizce sorunumu da yaşamazdım. O
yüzden siz daha şanslısınız, umarım bu
şansı kullanıp güzel birikimlerle mezun
olursunuz.
K: Sanırım üniversitelerden de
teklif alıyorsunuz, neden lisede
öğretmenlik yapmayı tercih
ediyorsunuz?
Ö.K.: Evet çeşitli üniversitelerden teklif
alıyorum, ama bir devlet dairesinde
çalışmanın cazip yanları olduğu gibi
cazip olmayan yönleri de var. Hem de
İstanbul dışına gitmek istemiyorum,
İstanbul içindeki üniversitelerde kadro
yeterince dolu zaten. Kırk senedir
burada yaşayan biri olarak, başka
yere taşınmak pek istediğim bir şey
değil. Üstelik bir de öğrenci profili söz
konusu. Tarih fakültelerindeki öğrenci
profili ne yazık ki kötüdür. Çoğunlukla
işsiz kalmak istemeyen, “hiç olmazsa
tarih okuyayım” diyen insanlar..
Buradaki canlılık, öğrencinin enerjisi ve
merakı insanı çok tatmin ediyor. Özel
Ocak 2014
üniversitelere başvuracak olsan, oralar
da anadili gibi İngilizcesi olan, hatta
üstüne birkaç dil daha koyan insanları
istiyor. Ben bu işi de çok önemsiyorum.
Bundan sekiz-dokuz sene kadar önce
İlber Ortaylı ile konuşurken “Hâlâ
Şişli Terakki Lisesi’nde misin?” diye
sorduğunda “Evet hocam, işte ne
yapalım…” diye cevap vermiştim.
Bana “Ne yapalı mı falan yok, ben
üniversitede ders verirken tarihin temel
noktalarını bile bilmeyen çocuklarla
uğraşmak zorunda kalıyorum. Bunun
sebebi de sizsiniz. Lise hocaları olarak
çok önemli bir misyonunuz var, bu
insanları adam gibi yetiştirmek.
O yüzden hiç tevazu gösterme,
yaptığın iş çok önemli, küçümseme.”
dedi. Ben şu anki halimi seviyorum,
memnunum, çok da zorlamanın bir
anlamı olduğunu düşünmüyorum.
‘Doçentlik’, ‘profesörlük’ başlıkları alınca
insan olarak büyüdüğünü düşünen
kişilerden değilim. Zaten bazen uluslar
arası sempozyumlara konuşmacı
olarak katıldığımda, bir akademik
ünvanı olmayan tek kişi ben oluyorum
(Gülüyor). Ünvana odaklı olmamak
gerektiğine inanıyorum.
K: Sizce tarihten bir kişilik
olsaydınız, kim olurdunuz?
Ö.K.: Çok zor bir soru gerçekten. Eğer
merak ettiğim devir olarak soruyorsan,
herhalde 15.-16. Yüzyıl Avrupa’sında
yaşayan bir Venedikli, Floransalı veya
Osmanlı Sarayı’nda yaşayan bir Fatih
Sultan Mehmet olmak isterdim. Tabii
tarihçiler açısından her dönem, her
devir merak uyandırıyor.
K: Hiç pişmanlığınız var mı?
Ö.K.: (Gülüyor) Biraz özel konulara
giriyoruz galiba. Olmaz olur mu,
herkesin var. Tarih de zaten böyle bir
şeydir bence. Ayıbınla, eksikliğinle
yüzleşme sanatıdır. Bizim zaten
tarihte sürekli eleştirdiğimiz nokta da
bu değil mi? Sürekli olarak başkaları
bize zarar verdi, biz kimseye zarar
vermedik deyip milli tarih yazımı
zihniyetini geliştiriyoruz. Fakat tarih
böyle değil, insanların hayatları gibi o
da pişmanlıklar ve mutluluklar silsilesi
olan bir alan.
K: Son olarak, duyduğumuza
göre seneler önce kilo vermek
istediğiniz için bir sene
boyunca gideceğiniz her yere
yürümüşsünüz, bu doğru mu?
Ö.K.: Evet, aslında üç sene boyunca.
Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nden
Köprü
25
Aksaray’daki evime yürüdüm.
Aksaray’daki evimden Florya’ya
ve Rumelihisarı’na yürüdüm.
Böyle dört-beş saatlik yürüyüşler
yaptım. Ben yüksek lisans yaparken
herhangi bir işte çalışmıyordum. Bu
yüzden kütüphaneyle ev arasında
gidip geliyordum. Hâlâ da fırsat
buldukça yürürüm. Sabah saat
6 gibi kalkıp 7’de yola çıktığında
kütüphaneye 10’da varıyorsun. Çok
da bir şey kaybetmemiş oluyorsun.
Kütüphaneden de akşam üzeri
5’te çıkınca saat akşam 8 gibi eve
geliyorsun. Bunu eskiden bir çeşit
yaşam felsefesi haline getirmiştim
ama çalışmaya başlayınca haliyle
azaldı. Benden de 65 kilo civarında
bir miktar kayboldu. 147 kilodan 85
kilo civarına indim. Oldukça işimi
gördüğünü söyleyebilirim yani.
K: Çok şaşırdık, gerçekten hiç
beklemediğimiz bir son oldu. Bize
vakit ayırdığınız ve her sorumuzu
cevapladığınız için çok teşekkür
ederiz hocam, tekrar nice senelere
diyoruz.
Ö.K.: Bu keyifli röportaj için asıl ben
çok teşekkür ederim.
SÖYLEŞİ
26
Nazan Erkmen
“Bugün bulunduğum yeri kesinlikle okuluma borçluyum.”
“Hocalarımız bize hep ‘Ms.’ diye hitap ederdi. Bizlere ‘siz’ denirdi.”
Robert Kolej 1965 yılı mezunlarından Profesör Nazan Erkmen,
teklifimizi kırmayarak Köprü 150. Yıl sayısı için söyleşi konuğumuz
oldu.
“1945 yılında Balıkesir’de doğdu.
Orta ve Lise eğitimini Arnavutköy
Amerikan Kız Kolejinde 1965 yılında
tamamladı. 1982’de Devlet Tatbiki
Güzel Sanatlar Yüksekokulu (Marmara
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi)
Grafik Bölümü’nden mezun oldu.
Nazan Erkmen daha sonra
Marmara Üniversitesi’nde
dekan yardımcısı ve dekan
olarak görev yaptı. Bugün
Doğuş Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi dekanlığı
görevini sürdürmektedir.
“26 ulusal, 24 uluslararası
sergiye katıldı. 14
ulusal, 4 uluslararası
ödül sahibidir. 13 kişisel
sergi açtı. Çocuklar ve
büyükler için 100 üstünde
kitap resimledi. Bunun
yanısıra sayısız kitap
kapağı, afiş, şiir ve öykü
resimlemeleri aktüel
ve kültürel dergilerde
illüstrasyonları yayımlandı.
1998 ve 2000’de Japonya
ve Bratislava “Selected
Worlds Illustrators
Biennali” (Seçilmiş Dünya
İllüstratörleri Biennali)’ne
seçildi.” (1)
Köprü: Bugün bir sanatçı
olmanızda Robert
Kolej’in katkısı oldu mu?
Nazan Erkmen: Çok
büyük katkısı oldu. O
duyguyu zaten ben hep
içimde taşıyordum, sanatla
uğraşmak istiyordum.
Elimden ilkokulda hiç kalem
kağıt düşmedi. Orada da
desteklendim. Lisede sanatla ilgili
bütün işler bana verildi, hocalarım beni
destekledi. Hatice hoca dünyanın en
sert ve aynı zamanda en tatlı kadınıydı.
Beni çok destekledi. Büyük bir beğeni
ve destek gördüm tüm hocalarımdan.
Zaten benim de başka bir dünyam
yoktu. Dünyam sanat üzerine
kuruluydu. Annem bir kere beni çok
destekledi. Müthiş bir sesi vardı, evde
hep klasik müzik dinlenirdi. Dolayısıyla
benim için farklı bir meslek söz konusu
bile değildi; ama yine de günün birinde
dekan olacağım aklımın ucundan
bile geçmezdi. Ve tuhaftır ki sanat ve
bana sanatçı olduğum için ayrı bir
değer verirdi. Bu arkadaşlarımla çok sık
görüşemesek de hala birbirimizi sever
ve kollarız.
Köprü: Robert Kolej yıllarınızda
edindiğiniz deneyimler bir
eğitimci olarak size neler
yöneticilik de bir arada yürüyebiliyor.
Birçok sanatçı bizim dönemimizden
çıktı: Nevra Serezli, Meral Taygun, Meral
Oruktan... Bu sanatçı arkadaşlarım
piyesler yazar ve oynarlardı. Ben de
sahne dekorlarını yapardım. Okulda
sanat ile uğraştığım bilinirdi ve bu
sayede popülerdim. Arkadaşlarım
kazandırdı?
Nazan Erkmen: Öğretmen olmak
aklımın ucundan bile geçmiyordu
aslında. Ama yıllar beni oraya götürdü.
Yaptığımız çalışmalarla eğitimci olma
niteliğini ve şansını yakalayabildik.
Bunun için hakikaten inanılmaz bir
çalışma gerekti ve hala da süreç devam
Köprü
Ocak 2014
Eda Özkök
ediyor. Ders verebilmek için kendinizi
sürekli geliştirmek, araştırma yapmak,
öğrenmek gerekli. Kısacası öğrenim
sürekli devam ediyor. Geçmişte
öğretmenlerimle gözlemlediğim bu
durumu zamanla kendi tecrübelerimle
pekiştirdim. L’A QUİLLA’ya gittik en
son. Oradaki çocuklarla müthiş
bir proje yaptık. Doğaya katkısı
olan bir çalışma: soyu tükenen
turnaları vurgulamak için çok hoş
bir yapıt ortaya getirdik. Bir ay
sonra çalışmamız sempozyumda
Doğuş Üniversitesi’nde
sergilenecek.
Köprü: Robert Kolej
mezunları arasında nasıl bir
dayanışma var?
Nazan Erkmen: Çocukları çok
sevdiğim için çocuk kitapları
resimledim hep. Bu vesileyle yine
RK mezunu olan Nazlı Eray’la
tanıştık. Yaratma kabiliyeti olan
iki kolejlinin çocuklar için aynı
noktada buluşması çok hoş
bir tesadüf oldu. Aramızda bu
dayanışmanın hep var olduğunu
başından beri hissediyorum.
Kolejliler arasında gerçekten
yıllar geçse de büyük bir
dayanışma, paylaşım ve yapıcılık
her zaman var oldu. Ve tabii bu
kavramlar etrafında birbirimize
duyduğumuz sevgi ve destek de
her zaman varlığını korudu.
Köprü: Okul formanız var
mıydı? Varsa nasıldı?
Nazan Erkmen: Evet formamız
vardı. Beş senelik orta
dönemimizde forma giydik.
İçimizde beyaz kısa kollu bir bluz,
deri yuvarlak yakalı lacivert kloş
etekli bir forma, üstünde bordo
bir ceket. Lisede ise kıyafet serbestti.
Köprü: Robert Kolej yıllarınızdan
aklınızda neler canlanıyor?
Nazan Erkmen: Platoya gider
yürürdük. Manzarayı her seferinde
çılgınca hayran hayran seyre dalardık.
Ben ağaç dallarındaki kuşlara
bakardım. Platoya giderken ormanın
k
SÖYLEŞİ
içinde kulübe şeklinde piyano evleri
vardı. Gidip piyano çalışırdık. Orada hep
Tansu Çiller ile karşılaşırdık. Ne güzel
piyano çalardık...
Kendimi hep tiyatro dekorlarını
yaparken ve piyano çalarken
hatırlıyorum. Bir de Ms. Lee’nin
sınıfında yağlı boya yapışımı.
Bazen kabuslarımda kendimi
derse kalkarken görüyorum. Çok
sıkı bir eğitim vardı. Sınav zamanı
gece saat 3’ten önce yattığımı
hatırlamam. Her gün derse
(tahtaya) kalkardık. Her gün quiz
ya da sınav olurduk. Sınıf içinde
birbirimizle Türkçe konuşmamız
yasaktı. İlk günlerde hiçbir şey
anlamadık ama sonra alıştık.
Hocalarımız bize hep ‘Ms.’
diye hitap ederdi. Bizlere ‘siz’
denirdi. Okulun ilk gününden
itibaren bize çok saygı duydular;
bunu hissederdik. Bu, insana
değer verildiğini gösteren bir
davranış biçimi. Aynı zamanda
öğretmenler çok da arkadaş
canlısıydılar. Anlamadığımız bir
şey olduğunda sormaktan asla
çekinmezdik.
Köprü: Meslek seçiminizde
Robert Kolej’de nasıl
yönlendirildiniz?
Nazan Erkmen: Okul bize
seçim yapmamızda çok büyük
bir zemin hazırladı. Bize
mükemmel fırsatlar sundular,
empoze edilmeden sağlıklı bir
şekilde yönlendirildik. Seçimimizi
doğru yapabilmemiz ve meslek
adına aldığımız kararın bize
uyumluluğu bizim için son derece
önemliydi. Hocalarımız bize bu
ortamı hazırladı ve yol gösterdi.
Herkes mesleğini bilinçli olarak seçti ve
de çoğu başarılı oldu.
Köprü: Finalleriniz var mıydı?
Nazan Erkmen: Olmaz olur mu! En
yakın arkadaşım, hayattaki tek gerçek
arkadaşım Beyhan Kısırcık’tır. Hala
kendisiyle görüşüyorum. Beyhan’la
sabaha kadar çay peynir eşliğinde final
çalışırdık. Finaller olmadan olur mu?
Katran gibi çay içerdik uyumayalım
diye.
Köprü: Okulunuzun size neler
kazandırdığını gözlemlediniz?
Nazan Erkmen: Robert Kolej
bizleri rasyonel bir düşünce yapısına
sahip kıldı. Yapıcılık, yoktan var
etme, yaratıcılık, insanları iyi
değerlendirebilme, açık sözlülük,
irade sahibi olmak; duygusallık içinde
irademizi gerektiğinde sağlam bir
duruşla kullanabilmek, görevlerimizi
Ve Marmara üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi’nde 9 yıl dekan
yardımcılığı, 6 yıl dekanlık ve Doğuş
27
Keşke geri dönebilsek…
Nazan Erkmen’e bize zaman ayırdığı
için teşekkür ediyor, çalışmalarında
başarılarının devamını diliyoruz.
Kaynakça:
(1)
“Prof. Dr. Nazan Erkmen.” Web log
post. Prof. Nazan Erkmen’in İlustrasyon
Sergisi. N.p., n.d. Web. 10 Oct. 2013.
<http://nazanerkmen.blogspot.
com/>.
sonuna kadar dürüstçe yerine getirmek
ve de olmazsa olmaz, çok çalışmak,
sonsuza kadar çok çalışmak okulumun
bizlere kazandırdığı değerler arasında.
Bugün eğer bir yere gelebildiysem
bunu kesinlikle okuluma borçluyum.
Bize insan gibi insan olmayı,
dürüstlüğü, yaratıcılığı ve sorumluluğu
en mükemmel şekilde öğrettiler.
Sanatçılığın yanı sıra okulun bize
kazandırdığı disiplinli çalışma,
tuttuğunu koparabilme, hoşgörülü
davranma, insan ilişkilerini dengede
tutabilme becerisi ile dekanlık
gibi zorlu bir görevi başarabilme
altyapını da yine okulda almış
olduğum eğitim sayesinde edindim.
Ocak 2014
Üniversitesinde dekanlık görevlerini
aldığım mükemmel eğitimle edindim,
sürdürmekteyim. Tüm bunların yanı
sıra en önemlisi, mütevazi olmayı
öğrendik. Daha pek çok başarılı
akademisyen ve sanatçı bizim okuldan
mezun; şu anda aklıma bu kadarı
geliyor: Nevra Serezlli, Meral Taygun,
Meral Oruktan, Müvret Somuncuoğlu
(Berkley üniversitesinde prof), Melek
Ulagay (yazar, doğudaki kadınlar için
belgesel hazırlıyor) Fügüsun Sokullu
(prof) Dilek Doltaş (Doğuş Üni. Fen
Edebiyat dekanı, prof), Cana Baysal
(prof) Güler Okman Fişek (prof,
Boğaziçi Üni.)
Unutulmaz bir dokuz sene yaşadım.
Köprü
ANI
28
Fransız Fakirhanesi’nde Bir Robertli
Nazlı Yurdakul
Bu yıl Robert Kolej’in dile kolay 150. yılı. Ne mezunlar gelmiş, geçmiş.
Fransız Fakirhanesi sakini Gönül Teyze de onlardan biri.
Soluk gri duvarları, dökülmüş boyası,
pek de davetkar olmayan yüksek
kapısı ve duvarların üstündeki kırık
cam parçaları ile Fransız Fakirhanesi ilk
görüşte kafamızdaki o ideal huzurevi
imajı ile tam örtüşmüyordu doğrusu.
Tabii ilk görüşe aldanmamak gerekir;
kapıdan içeriye adım atar atmaz küçük
ama sevimli bahçesiyle bizi etkisi
altına almayı başarmıştı çünkü. Binaya
girdiğimizde ise karşılaştığımız sıcak
atmosferi ve güler yüzler hemencecik
Fakirhane’yi benimsememizi
sağlamıştı.
Haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı
ve biz her pazar kendimizi Fakirhane’de,
artık hayatımızda ayrı bir yer edinmiş
olan insanlarla sohbet ederken bulduk.
Onların anlattıklarını, yaşam öykülerini,
deneyimlerini ilgiyle dinliyor, her hafta
daha fazlası için geri dönüyorduk. Onlar
da bizi gördüklerinde sevinçten gözleri
parlıyor, haftamızın nasıl geçtiği,
neler yaptığımız hakkında türlü türlü
sorular soruyorlardı. Artık birbirimizin
hayatlarının parçası olmuştuk.
O gün de normal bir pazar günü olarak
başlamıştı; Nisan ayında olmamıza
rağmen hava hafif yağmurlu ve
soğuktu. Yurtta kalıp sıcacık bir
batteniyenin içine büzüşmek kulağa
çok cazip gelse de biliyorduk ki
oradaki insanlar büyük bir sevinçle her
Pazar bizim gelişimizi bekliyorlardı.
Sırf battaniyelerimizin içinden
çıkmak istemediğimiz için onlarla
olan buluşmamızı iptal edemezdik.
Etmeyerek ne kadar iyi bir karar
verdiğimizi ise daha sonra anlayacaktık.
Fakirhane’ye gidince ilk iş olarak her
zamanki gibi, üçüncü kata, yaşlıların
bizi beklediği salona çıktık. Orada
çalışan hemşirelerden biri oradaydı.
Gariptir ki haftalardır oraya gidiyor
olmamıza rağmen hemşireler ile
neredeyse hiç konuşmamıştık. O gün
ise yaşlılarla sohbet ederken biraz
onunla da konuşma fırsatı bulduk.
Robert Kolej’den geldiğimizi öğrenir
öğrenmez büyük bir mutlulukla sordu:
“Biraz İngilizce pratiği yapmak ister
misiniz?” Elbette isterdik. Bunun
üstüne biraz beklememizi, hemen
geleceğini söylerek odalardan birine
girdi. Birkaç dakika sonra daha önce hiç
görmediğimiz bir teyze ile geri geldi.
Teyzenin adı Gönül’dü. Gönül
Güngörmüş. Hemşire onunla İngilizce
konuşabileceğimizi söylerek bizi
onunla başbaşa bıraktı. Hiçbirimiz ne
yapmamız gerektiğini bilmiyorduk,
sessizce durmakla yetindik sadece. Ama
girişken Gönül Teyze hiç beklemeden
konuşmaya başladı. “So, aren’t you
going to ask me questions?” İlerleyen
yaşına rağmen o kadar güzel ve akıcı
bir şekilde İngilizce konuşuyordu ki
sanki her gün pratik yapma fırsatı
buluyor gibiydi. Hepimiz bu sevimli
kadının ağzından dökülen kelimeleri
dikkatle dinliyorduk. Konuşmamız uzun
bir süre devam etti ve Gönül Teyze bir
an bile olsun duraksamadan İngilizce
konuşmayı sürdürdü. Biz de doğal
olarak İngilizce’yi nerede öğrendiğini
ve nasıl olup da İngilizcesinin bunca yıl
hiç paslanmadığını merak ettik. Bize
özel bir Amerikan okuluna gittiğinden
ve eskiden bütün derslerini İngilizce
gördüğünden bahsetti. Merakımız
ve heyecanımız daha da artmış bir
şekilde hangi okul olduğunu sorduk.
Aldığımız cevap hepimizin ağzını açık
bırakmıştı. Gönül teyze bir Robert
Kolej mezunuydu. Daha doğrusu o
zamanki adıyla American College for
Girls. Şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk.
O an aslında onu tanıyabilme
fırsatımız olduğu için ne kadar şanslı
olduğumuzu hissetmiştik.
Hepimiz oturduktan sonra yakın okuma
gözlüğünü usulca komodinin üzerinden
aldı ve bize okumakta olduğu kitabı
açıp bir paragraf okudu. Okurken
resmen gözlerinin içi gülüyordu, çok
mutlu olduğu her haliden belliydi.
Bize en yakın arkadaşının kitaplar
olduğundan bahsetti. Hepsini teker
teker bize gösterdi, her kitap hakkında
yorumlarda bulundu. O gün oradan
ayrılırken aklımızda tek bir düşünce
vardı. Seveceği bir kitap bulup ona
hediye etmek. Fakirhane’den çıkar
çıkmaz bir kitapçının yolunu tuttuk ve
kitapları incelemeye başladık. Uzun bir
arayıştan sonra ise Jose Saramago’dan
Yitik Adanın Öyküsü’nde karar kıldık.
Artık sadece beklemek kalmıştı, hemen
pazar günü gelsin istiyorduk.
Mayısın ikinci haftası, belki de
Fakirhane’de geçirdiğimiz en anlamlı
gündü. Çünkü Anneler Günüydü. Sabah
erkenden Gönül Teyze’ye aldığımız
kitabı da alarak yola çıktık. Ona bu
hediyeyi böyle önemli bir günde
verme fırsatı bulduğumuz için çok
heyecanlıydık. Odasına çıktığımızda bir
misafirin daha orada olduğu gördük:
Gönül Teyze’nin torunu. Uzun bir süre
sohbet ettik, kitaplardan ve Robert
Kolej’den bahsettik. Kitabı hediye
ettiğimizde ise Gönül Teyze’nin gözleri
doldu. Hatta kitabın içine isimlerimizi
yazmamızı da istedi, hemen
isimlerimizi güzel bir yazıyla kitabın
başına kondurduk. Oradan ayrılırken
düşündüğümüz tek şey seneye Gönül
Teyze’yi Homecoming’e getirmekti.
Artık her hafta sonu giderken daha bir 150. yılında eski okulunu görmüş
mutluyduk, bir an önce Gönül teyzenin olur, bu kadar önemli bir günde lise
arkadaşları ile tekrar bir araya gelirdi.
yanına gidip onunla konuşmak
Biz de ona büyük bir zevkle okulu
istiyorduk. O bize ACG’nin kendi
gezdirirdik. O gün Gönül Teyzeyi son
zamanında nasıl olduğunu anlatırdı,
biz de ona Robert’in bugünkü halini. Bu görüşümüz oldu. Oysa o kadar hayal
kurmuştuk onunla ilgili, hiçbirinin
günlerden birinde bizi odasına davet
gerçekleşmeyeceğini nereden
etti. Odası küçük, sevimli bir yerdi.
bilebilirdik ki?
Sehpanın, komodinin ve koltuğunun
Destination Imagination kulubü
üstü onlarca kitap ile doluydu. Bu
kitaplar Shakespeare’den Orhan Pamuk, ile Amerika’da olduğumuz için
Yılmaz Özdil, Gabriel Garcia Marquez’e Fransız Fakirhanesi’ne bir süreliğine
gidemedik, ama giden arkadaşlarımızla
ve poliseyeden siyasi denemelere
iletişimimizi kesmedik. Acı haberi de
kadar pek çok farklı yazar ve türe aitti.
Bazıları Türkçe bazıları ise İngilizce’ydi. Amerika’dayken aldık. Gönül Teyze’yi
Köprü
Ocak 2014
İpek Özbodur
kaybetmiştik. Başta inanamadık,
inanmak istemedik. Daha bir hafta
önce yaşam dolu gözlerle bize
bakan, bize kitabı hemen okumaya
başlayacağını ve biz bir daha gelene
kadar bitirmeye çalışacağını söyleyen
Gönül Teyze artık yoktu. Ondan geriye
ise sadece anılarımız kalmıştı.
l
DÜŞÜNCE
29
Bir Daha Asla
“Benim için kişisel olarak o ‘Özür
Dilerim’ dediği anda her şey
uzaklaşmaya başladı. Şimdi sadece – o
iyileşme hemen başladı. Özre kadar
karanlık bir odada uyuyamazdım.
Gecenin bir yarısı kalkıp kapının
çarpıldığını ve kilitte anahtarın
döndüğünü duyardım. Bunların hepsi
gitti. Çünkü bir adam ‘Özür dilerim’
dedi.” (Murray Harrison) Geçmişten
günümüze devletler, toplumlar,
gruplar ve bireyler bir diğerine
şiddet uygulamıştır ve uygulamaya
devam etmektedir. Tophane’de, Tütün
Deposu’ndaki “Bir Daha Asla”
sergisinde azınlıklara karşı şiddet
uygulayan, hatalarının farkına
varan ve özür dileme ya da
pişman olma büyüklüğü gösteren
ülkelerdeki olaylar, devletlerin ve
bireylerin özürleri sergilenmiştir.
Çalınmış Kuşaklar –
Aborjinler ve Torres Boğazı
Adaları Halkı
Avusturalya 18. yüzyılın
sonlarında Büyük Britanya
tarafından sömürgeleştirildi.
Kıtayı işgal edip yönetmeye
başlayan sömürgeci güçler
yerli kültürünü asimile etti.
Sömürgeleştirmeden sonra
yerli nüfusun da hızla azaldığı
görüldü. 1869’da “Aborjinleri
Himaye Yasası” çıkarıldı ve bu
yasa yerli halkın yaşamlarının;
nerede yaşayacakları, kimle
evlenecekleri, topraklarını nasıl
işleyecekleri gibi birçok ayrıntısını
belirleyici niteliğine sahipti. Daha
sonra “Çalınmış kuşaklar” olarak
adlandırılan o dönemin çocukları
ailelerinden alındı. Aborjin
çocuklar misyoner yuvalarında
gerekli eğitimi aldıktan sonra
beyaz ailere hizmetçi olarak
veriliyordu.
İnsan Hakları ve Fırsat Eşitliği
Komisyonu 1997’de araştırmaları
sonucunda Aborjin Çocukların
Ailelerinden Alınması Hakkında Ulusal
Araştırma Raporu’nu yayınladı. “Onları
Eve Getirmek” adlı raporda 1970’lere
kadar süren ırkçı ve sömürgeci
uygulamalar gözlemlendi. 2001 yılında
bütün eyalet yönetimleri Çalınmış
Kuşaklar için özür metinleri yayınladı.
Özre giden yolda Ulusal Özür Günü,
Özür Kitabı, İyileştirme Yolculuğu
gibi eylemleri ile sivil toplumun rolü
büyüktü. Başbakan John Howard ise
barışın sağlandığı gerekçesiyle özür
dilemeyi reddetti. 2007’de seçimleri
İşçi Partisi’nin kazanmasının ardından
başbakan olan Kevin Rudd yerli halktan
resmen özür diledi. Özür konuşmasında
geçmişin ırkçı, sömürgeci ve
yerleşimci politikalarına tamamen son
verileceğini vurguladı.
Pinochet Dönemi Halk İhlalleri
- Şili
4 Eylül 1970’te Sol-Sosyalist güçler,
Salvador Allende’nin başkanlığındaki
öldürdü. Parlamento feshedildi,
binlerce insan gözaltına alındı,
ağır işkenceden geçirildi ve vahşice
katledildi. Askeri cuntanın ihlalleri
dünyanın birçok yerinden tepki topladı.
1988 yılında yapılan Pinochet’nin
göreve sekiz yıl daha devam etmesi
için yapılan referanduma baskılara
rağmen halk %55 oranında “hayır”
dedi. 1990’da başkanlığı devralan
Hıristiyan Demokrat Particio Aylwin
diktatörlük rejimini yumuşatıp
burjıva demokrasisini oluşturmayı
hedefliyordu. Bu nedenle darbe
Halk Birliği Çatısı altında iktidara geldi.
Sosyalit inşa döneminden memnun
olmayan muhafazakar güçler Amerika
Birleşik Devletleri’nin finansal desteği
ve CIA’in yardımıyla, 1975’teki seçimi de
kazanan Halk Birliği’nin önünü kesmek
için askeri darbe yaptı. 11 Eylül 1973’te
General Pinochet önderliğindeki askeri
cunta hükümete bir gün içinde istifa
etmesi için ultimatom verdi. Allende
ve arkadaşları boyun eğmediler.
Buna karşılık ordu Başkanlık Sarayı’nı
bombaladı ve sonraki gün Allende’yi
yıllarında işlenen insanlık suçlarını
aydınlatmak için Hakikat ve Uzlaşma
Komisyonu’nu kurdu. Yapılan
incelemeler sonunda darbe döneminde
yapılan ihlallerin %95’inden ordu
ve hükümetin sorumlu olduğuna
karar verildi. Bunun üzerine Aylwin,
darbenin ilk zamanlarında işkence
ve katliam mekanı olarak kullanılan
Santiago Stadyumu’nu ziyaret etti
ve “Şili’de insan onuru bir daha azla
çiğnenmeyecek.” sözünü verdi. Mart
1991’de ise televizyonda yaptığı bir
Ocak 2014
Köprü
Leyla Ok
konuşmayla Şili halkından resmen özür
diledi.
Srebrenitsa Katliamı - Sırbistan
1990’da Yugoslavya’nın dağılma
süreci ile dini milliyetçi akımlar
yükselişe geçti ve bağımsızlık talepleri
başladı. Müslüman Boşnaklar ve
Ortodoks Sırpların çoğunlukta olduğu
Bosna Hersek’in bağımsızlığını ilan
etmesi üzerine Bosnalı Sırplar da
Sırp Cumhuriyeti’ni kurdu.
Bosnalı Sırplar Bosna Hersek’in
bağımsızlık kararına itiraz
ediyordu. Sırbistan Devlet
Başkanı Slobodan Miloseviç’in ve
Yugoslav ordusunun desteğiyle
Bosnalı Sırp güçleri, Sırp
toprağının bütünlüğünü sağlama
gerekçesiyle Bosna Hersek’e
savaş açtı. Dört yıl süren savaşta
yaklaşık yüz bin kişi öldü, iki
milyon kişi yerinden oldu. Bosna
Hersek’in başkenti Saraybosnanın
Sırp askerleri tarafından dört
yıl kuşatma altında kalmasının
ardından Bosnalı Müslümanlar
Birleşmiş Milletler’in koruması
altındaki bölgelere kaçmaya
başladılar. 1995 yazında BM
korumasında olan ve “güvenli
bölge” ilan edilen Srebrenitsa
kasabası “Akrepler” denilen
Sırbistan özel kuvvetlerinin
eline geçti. Akrepler birkaç gün
içinde sekiz binden fazla Boşnak
Müslüman erkeği öldürdü.
Bosnalılar toplama kamplarında
işkencelere ve insanlık dışı
uygulamalara maruz kaldılar.
Uluslarası Mahkemelerin,
Avrupa Birliği’nin ve muhalefetin
kararları Sırbistan’ın Srebrenitsa
katliamındaki sorumluluğunu kabul
etmesinde etkili oldu. Sırbistan
Parlementosu, 31 Mart 2010’da
Devlet Başkanı Boris Tadiç’in çabasıyla
Srebrenitsa’daki Suçu Kınama
Deklarasyonu’nu kabul etti. Katliamla
ilgili dilenen özürde yaşananlar
soykırım olarak tarif edilmedi,
mağdurlara tazminat ödenmedi.
Kanlı Pazar – İrlanda
30 Ocak 1972’de yaklaşık yirmi bin
kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü
DÜŞÜNCE
30
gerçekleşti. 1971’de Britanya
ordusunun desteğiyle her türlü
muhalefeti bastıran hükümet tüm
gösteri ve yürüyüşleri yasaklamıştı.
Bu karar üzerine Kuzey İrlanda
Medeni Haklar Derneği (NICRA)
barışçıl gösteri hakkını savunmak
için çağrıda bulundu. 30 Ocak Pazar
günü Derry Merkezi’nde toplanan
göstericiler ordu güçleriyle karşı
karşıya geldi ve askerlerin rastgele
açtığı ateş sonucunda 14 kişi hayatını
kaybetti. Olaya dair tepkiyi yatıştırmak
için Britanya yönetiminin kurduğu
göstermelik mahkemede tanıkların
ifadeleri dikkate alınmadı ve askeri
personel aklandı. Bu olay Kuzey
İrlanda’daki çatışmanın tırmanmasına
ve otuz yıldan fazla süren çatışmalarda
3675 kişinin ölmesine neden oldu.
1994’te IRA (Katolik
İrlandalıların meşru temsilcisi)
ateşkes ilan etti ve 1998’de
Britanya hükümetiyle IRA arasında
Belfast Antlaşması imzalandı.
Bunun sonucunda Kanlı Pazar’ın
sorgulanabileceği barışçıl bir ortam
oluştu. 15 Haziran 2010’da kamuoyuna
açılan raporda askerlerin ateş açmadan
önce uyarıda bulunmadığı, üstelik
herhangi bir saldırı altında olmadıkları,
kimi göstericilerin kaçarken
vurulduğu belirtiliyordu. Dönemin
Başbakanı David Cameron otuz sekiz
yıldır beklenen özrü parlementoda
dillendirmiş oldu.
Bunlar dışında
• 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor
saldırısından sonra yüz yirmi binden
fazla Japon kökenli Amerika vatandaşı
çok kötü koşullarda yaşadıkları toplama
kamplarına yerleştirildi. Başkan George
W. Bush 1989’da, başkan Bill Clinton
1993’te özür mektubu kaleme aldı.
• Bulgaristan’da “Yeniden Doğuş
Süreci” politikaları ile Türk azınlıkların
isimleri Bulgar adlarıyla değiştirildi,
Türkçe konuşmaları ve İslami usullere
göre yaptıkları her şey yasaklandı.
Buna karşı gelen Türk göstericilerden
140 tanesi hayatını kaybetti ve 360
bin Türk kökenli Bulgaristan vatandaşı
Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
1989 yılında bu politikaları uygulayan
Jivkov’un yerine gelen Mladenov
asimilasyon politikalarına son verdi.
11 Ocak 2012’de parlamentoda resmi
bir özür deklarasyonu kabul edildi.
Metinde Türk azınlığın maruz kaldığı
uygulamalar “etnik temizlik” olarak
tanımlanıyordu.
• 1830’da Fransa tarafından
sömürgeleştirilmesi sonucunda
Cezayir’de işsizlik ve yoksuzluk
yaygınlaştı.Yoksullaşan Cezayirliler
kitlesel olarak Fransa’ya göç etmek
zorunda kaldılar. 17 Ekim 1961’de
Paris’te otuz bin eylemcinin katıldığı
Cezayir yanlısı eyleme saldıran Fransız
Polisi yaklaşık iki yüz eylemciyi dövdü
ve Seine nehrine atarak öldürdü.
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy
2007’de Fransa’nın Cezayir’deki
varlığının büyük acılara yol açtığını,
sömürgeciliğin Fransa Cumhuriyeti’nin
temel değerlerine aykırı olduğunu
söyledi ama savaş suçlarının
sorumluluğunu üstlenmedi. 2012’de
cumhurbaşkanı François Hollande
da Cezayir’in sömürgeleştirilmesini
“Adaletsizlik ve Acımasızlık” olarak
niteledi ama özür dilemekten kaçındı.
Serginin en sonunda ülkelerin nefret
suçunu işleme süresi ve politik özür
tarihini gösteren bir grafik bulunuyor.
Bu grafikte sergide ayrıntılı anlatılan
olaylar arasında adı geçmeyen birçok
ülke de bulunuyor. İstanbul’daki
bu sergide içinde bulunduğumuz
ülkenin adı geçmemesi ilginç değil
mi? Türkiye hiç mi hata yapmadı
ki kimseden özür dilemiyor? Ama
sergideki özürlerin genel olarak 2000
den sonra dilenmesi de hala Türkiye’de
de böyle bir farkındalığın ihtimal
olarak bulunduğunu gösteriyor. Sergiyi
gezenlerin doldurduğu “Özür Defteri”
nde ise Türkiye’deki azınlıklardan özür
dilenmesi umut verici.
Yetmeyen Zaman
Yağız Ayla
“Ne ara saat on iki oldu?”
Hazırlığa başladığımızdan beri
dokuzuncu sınıfla ilgili çeşitli
söylentiler çalındı kulağımıza: “Seneye
çok zorlanacaksınız.”, “Acı çekeceksiniz.”,
“Uyku düzeniniz olmayacak.” gibi.
Hatta bir keresinde taksiyle eve
giderken benimle beraber üst kapıya
kadar gelen üst sınıflar, henüz vakit
varken bu okuldan kaçmamı söylediler.
Haksız da değillermiş aslında. O
kadar çok yapmamız gereken iş var
ki! Bir de kulüpleri bu kadar bol olan
bir okulda olunca yapacağın işler
katlanıyor. Ama asıl sorun ki hepimize
acı çektiren gerçek şey bu, zamanı iyi
planlayamamamız.
Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir
zaman verilen ödevi önceden yapabilen
birisi olmadım. Denemedim değil ama
cidden olmuyor. Örneğin cumaya iki
tane sınavım varsa ve perşembeye
bir şey yoksa çarşamba günü eve
geldiğimde boş boş oturuyorum.
Sonra ne oluyor peki? Perşembe
gecesi panik içinde bir ona bakayım,
bir buna bakayım derken ikisine de
çalışamıyorsunuz. Ve geç saatlere
kadar masanın başında kalıyorsunuz.
Sabah da okulda kıpkırmızı gözlerle
hortlak gibi dolaşıp akşam yatağınıza
kavuşacağınız anı bekliyorsunuz. Tüm
gününüz yatağınıza olan hasretinizle
geçiyor. Sadece bir iki kere böyle
şeyler yaşamışsanız önemli bir sorun
yok demektir. Ama bu artık bir hayat
biçiminiz haline gelmiş, her gün
yatağınıza kavuşmayı bekliyorsanız
benim gibi, bir sorun var demektir.
Çözülemeyen bir sorun.
Bazen karar verirsin “Bugün önceden
bitireceğim ödevimi!” diye. Oturursun
Lenovo’nun başına. Yazmaya
başlarsın kompozisyonunu. Bir on
dakika yazarsın, sonra canın sıkılır.
Girersin Chrome’a, adres çubuğunun
altındaki Twitter, Facebook imgeleri
çarpar gözüne. Bir göz atayım dersin.
Başlarsın tweetleri okumaya. Ve
kendine geldiğinde en az yarım saat
geçmiştir. Belki daha da fazla. Hemen
dönersin ödevine. Bu sefer de mesaj
gelir telefonuna. Biraz mesajlaşırsın
öyle. Sonra telefon hazır elimdeyken bir
Instagram’a gireyim dersin. Bakarsın
fotoğraflara teker teker. O sırada annen
gelir. Bütün gün telefonu elinden
bırakmadığını söyleyip bir güzel azarlar
ve gider. Açıklama yapmana fırsat bile
vermez. Neyse, dönersin bilgisayarının
başına. Bakmışsın saat on iki olmuş.
Köprü
Nasıl geçti bu kadar zaman? Daha
sadece bir paragraf yazabilmişsindir ve
daha yapılacak bir sürü ödev, çalışılacak
sınavlar vardır. Uykudan ümidi kesersin uzak tutmaya bakacaksın. Eğer
artık.
Twitter gibi sosyal medya siteleri
tarayıcınızdaki adres çubuğunuzdaysa
Bunlardan bahsedip de pazar gününü
her internete girdiğinizde dikkatinizi
anmamak olmaz. Öyle ki hepimiz
dağıtmaması için onu oradan
her pazar acılı bir şekilde “Pazartesi
kaldırmanız lazım. Bir nevi kendinizi
Sendromu”nu yaşarız. Cuma akşamı
dikkatinizi dağıtan etkenlerden
ve cumartesi kesinlikle hiçbir şey
uzaklaştırmanız gerek. Ve nasıl bir
yapılmaz, pazar günü de boş boş
ortamda düzgün çalışabiliyorsan orada
dolaşılır, yatılır. Sonra akşam sekizde
çalışman gerekiyor. Eğer televizyon
kapanırsın odana ve bilgisayarınla
açıkken dikkatini toparlayamıyorsan
baş başa romantik bir gece geçirirsin.
doğal olarak televizyon başında
Şanslıysan ödevin çok yoktur ki bu
çalışmayacaksın. Tabii herkese göre
Robert Kolej’de pek mümkün değildir.
değişir bu. Nerede rahat ediyorsan
İşte bu sorumluluk başına bela olur.
ve dikkatli çalışabiliyorsan orada
Haftaya çok güzel bir başlangıç
çalışacaksın.
yapacağını işte o an anlarsın.
Robert Kolej’de zamanı bu kadar
plansız kullanarak yaşamak imkânsız.
O yüzden belli bir süre sonra kendine
çeki düzen vermen gerektiğini
anlıyorsun; ama bu pek kolay olmuyor.
O tipik “Gününü planla, saat başı ne
yapacağını yaz,” şeyleri işe yaramıyor.
Yapabileceğin tek şey kendini kontrol
etmek. Ödevini yaparken dikkatini pek
dağıtmamaya ve kendini telefondan
Ocak 2014
Anlayabileceğiniz gibi bu konuda
size tavsiye verebilecek en doğru kişi
değilim. Hatta doğruyu söylemek
gerekirse bu yazı bile az kalsın aceleye
geliyordu. Zamanla düzelir diye
umuyorum bu huyum, hayırlısı artık.
Siz en iyisi benim gibi olmayın. Yoksa
erteledikçe erteliyorsunuz. Sadece
karar verin ve yapın!
DÜŞÜNCE
31
Açlık Oyunları Distopyası
Açlık Oyunları serisini birçoğumuz okuduk, filmlerini izledik . Hatta
birçoğumuzun en sevdiği serilerden biri olmayı bile başardı. Peki
Açlık Oyunları’nda resmedilen distopya hakkında hiç düşündünüz
mü?
Serinin ikinci kitabı “Ateşi Yakalamak”
ın filmi 23 Kasım’da seyircisiyle
buluştuğundan beri insanların dilinden
düşmüyor. Bende bu gelişmenin
ardından “açlık oyunları felsefesi”
hakkında konuşmak istiyorum.
Bilmeyenler ya da hatırlamayanlar için,
Açlık Oyunları tamamen kurgusal bir
seri. Ancak kitapta anlatıldığı şekliyle
her şeyin başı Panem adında bir
ülkede çıkan isyanın devlet tarafından
bastırılmasına dayanır. Panem, 12
mıntıka ve Capitol adındaki başkentten
oluşur. Mıntıkalardaki insanlar
isyandan sonra sefalet içinde yaşamaya
zorlanırken, Capitol halkı muhteşem bir
zenginlik içinde yaşar. Her yıl isyanın
bastırılmasının yıl dönümünde her
mıntıkadan biri kız biri erkek olmak
üzere 2 haraç toplanır ve bu 24 haraç
Capitol’de düzenlenen Açlık Oyunları’na
katılır. Bu oyunlarda 24 haraç
ustalıkla düzenlenmiş, oyun kurucular
tarafından yönetilen bir arenaya
götürülür. Hayatta kalan en son haraç,
oyunu kazanır. Üstelik bütün oyun
24 saat boyunca halka televizyondan
naklen izletilir. Açlık Oyunlarının amacı
halka isyanın bastırılışının ve Capitol’un
gücünün tekrar tekrar hatırlatılmasıdır.
Böylece halk, sonucun ne olacağını
bildiği için, bir daha Capitol’e karşı
isyan çıkarmaya kalkmayacaktır.
Bir devletin ne kadar güçlü olduğunu
halkına göstermek için gençleri bir
arenaya atıp hayatta kalmak için
birbirlerini öldürmeye zorlaması…
Kitapta yaratılan distopyada çok
büyük yıkımlar, savaşlarla oluşturulan
ve sadece sözde kalan bir barışın
sürekliliği kan dökülerek sağlanmaya
çalışılıyor. Halkın düşüncelerindeki
“karşı koyma” fikri, halkı birbirine
kıydırarak yok edilmeye çalışılıyor.
Bu durumsa akla şu soruyu getiriyor:
Savaşla sürdürülmeye çalışılan bir
barış nereye kadar devam edebilir?
Her mıntıkadan 12-18 yaş arası
çocukların her yıl birbirlerinİ öldürmek
zorunda bırakılmaları sonucu, halk
her ne kadar başkaldırmak istese de,
bu oyunlar sayesinde halk Capitol’un
her şeyi yapabilecek gücü olduğunu
anlıyor. Barış, halka korku salarak
korunmaya çalışılıyor. Ayrıca, her açlık
oyunlarında bir tane kazanan var.
Çekilen acının sonunda bir zafer! Bu
durum da insanlara bir umut sağlıyor.
isyan başlatması, Capitol’un sonu
anlamına geliyor. Bütün Açlık Oyunları
Capitol’un olası bir isyana karşı korkusu
üzerine yapılıyor.
Capitol’un halka Açlık Oyunlarını
dayatırken gösterdiği bir sebep ise
İrem Akcal
bütün dünya haraçların geçiş törenini
izliyor, önlerindeki birkaç saat içinde
muhtemelen ölecek olan haraçların...
Medyanın olayları ne kadar bambaşka
sunabileceği işte burada karşımıza
çıkıyor. Capitol halkı oyunların
korkutucu tarafına değil, gösteri
tarafına şahit oluyor. Medya tarafından
kendilerine sadece o tarafı gösteriliyor.
Açlık Oyunları her ne kadar içinde
aşk, sevgi barındırsa da korkunç bir
distopyayı gözler önüne seriyor. Belki
de dikkatli olunmadığı takdirde bütün
ulusların sonlanabileceği şekildeki bir
distopyayı…
Halk sefaletinin sonucunda bir ışık, bir
mutluluk görüyor. Bu korku ve umut bir
araya gelince de yıllardır sefalet içinde,
başkentin kölesi olarak yaşayan halk,
bulunduğu durumdan şikâyet etmeyip
bir köşeye siniyor. Bana sorarsanız o
ışık, halk bir köşeye çekilmeye devam
ettiği sürece hiç ulaşılamayacak bir ışık.
Kitaptaki distopyada, her mıntıkanın
kendine has farklı iş kolları var. Örneğin
12. Mıntıkanın iş kolu madencilik.
Mıntıkadaki insanlar birer köle
gibi madencilik yapıp Capitol’un
maden ihtiyacını karşılıyor. Bunun
karşılığında ise hala açlık ve sefalet
içinde yaşıyorlar. Bütün Mıntıklardaki
insanların yaptığı iş Capitol’e hizmet
etmek. İnsanlar insan olarak değil,
iç gücü olarak, korkutuluyor, tehdit
ediliyor, susmaya zorlanıyor. Üstelik
aslına bakarsak, Capitol’e bağlı olan
mıntıkalar değil, Capitol mıntıkaların
işlerini yapıp, onlara servis etmesine
bağımlı yaşıyor. Mesela bir gün 4.
Mıntıka aniden başkente balık vermeyi
kesse, Capitol’un kendine balık
sağlamasının başka hiçbir yolu yok. İşte
bu yüzden Capitol, mıntıkalara sahip
olmak zorunda. Mıntıkaların Capitol’e
Ocak 2014
şu: Yıllar önce çıkan isyanda bütün
mıntıkalar isyan etmesine rağmen
Capitol sadece 13. Mıntıkayı yok etti ve
diğerlerine dokunmadı. İşte bu yüzden
her mıntıka her yıl açlık oyunlarına
birer haraç göndererek, Capitol’e karşı
minnet borçlarını ödüyorlar. Kendilerini
öldürmediği için Capitol’e kurban
veriyorlar! İnsanların içinde bulunduğu
durumu hayal edebiliyor musunuz?
Açlık Oyunları, Capitol vatandaşları
tarafından bakıldığında ise bambaşka
bir dünya! Capitol insanları hayatlarını
zevk ve sefa içinde sürerken, daha
fazla yemeğin tadına bakabilmek
için yediklerini kusmalarını sağlayan
özel içecekler içip, partiden partiye
gezerken, Açlık Oyunları onlar için
müthiş bir eğlence kaynağı. Oyunların
açılışındaki muhteşem tören, haraçların
kendilerinden bahsettiği oyunlar
öncesi “talk show” programı tamamen
Capitol halkının eğlencesi için var.
Haraçlar hayatta kalmak için birbirlerini
öldürecekleri bir oyuna zorlanırken,
bunun medya ve eğlence malzemesi
olarak sunulması kadar cani bir şey
daha düşünemiyorum. Haraçlar moda
defilesine gidercesine hazırlanıyor,
Köprü
HABERLER
32
Edebiyat Haftası
Kitaplar sizin için ne ifade eder? Onları sadece okuyup bir köşeye
mi bırakırsınız? Yoksa onları okurken yaşar mısınız? Peki, kitap
kahramanları gerçekte yaşar mı? Belki de gerçekten onlar da bizim
gibi bu dünyada yaşıyorlardır…
Kendinizi en sevdiğiniz, defalarca
okuduğunuz ve asla okumaktan
bıkmayacağınız, her satırını kelimesi
kelimesine bildiğiniz bir kitabın içinde
hayal edin. Düşününce ne kadar da
uzak ve imkânsız geliyor, değil mi?
Ama aslında imkânsız değilmiş; aynı
kitaplarda okuduğumuz gibi bir peri,
sihirli değneğini sallayıp bir büyü
yapmışçasına Robert Kolej kampüsü,
bir anda Harikalar Diyarı’na dönüştü.
Maalesef, yine aynı masallarda
olduğu gibi her büyünün bir bedeli
vardı. Büyünün
etkisi sadece
yirmi dört saatti.
Kafanızı ne yöne
çevirseniz ayrı bir
kitap kahramanıyla
karşılaşıyordunuz.
Masallarını
dinleyerek
çocukluğumuzu
geçirdiğimiz
Heidi’den son
zamanlarda
hepimizin merakla
okuduğu “Açlık
Oyunları” serisinin
başkahramanı
Katniss’e, “Harry
Potter”dan her
Robert öğrencisinin
bir gün tanışacağı
“To Kill A Mockingbird”ün Scout’una
kadar aklınıza gelebilecek her kitap
karakterini görmek mümkündü.
Her yıl Robert Kolej’de, edebiyat
haftası kapsamında pek çok etkinlik
düzenlenir. Son iki yılda yapılan
etkinlikler daha da ses getirmeye
başladı. Öncelikle Marble Hall’a
yerleştirilen kitap ağacı herkesin
dikkati çekti. Öğrencilerden,
öğretmenlere birçok kişi birbirlerine
kitap önerilerinde bulundu bu ağaç
sayesinde. Marble Hall’da yerini ilk
aldığında kışın zorlu koşullarından
kendini zor kurtarabilmiş birkaç
cılız daldan ibaretken; gittikçe yeni
tomurcuklar vermeye başladı. Bahara
“Merhaba” diyen bir badem ağacı
gibi dalları çiçeklendi. Bu dünyadaki
en değerli ve en güzel kokan çiçekler,
hiç solmayan çiçekler, kitaplar… O
bir haftada bir çocuğun büyüyüşüne
şahit olur gibi o ağacın gelişimine
de tanık olduk. Ağacın ilk ve son
halini görenler hayretler içinde kaldı.
Birbirimize kitap önerileri verdik
vermesine de; bu bize yetmedi. Hani
derler ya “Söz uçar yazı kalır.” diye, biz
en tatlı hediyelerden biri! O gün
herkesin gözleri radar gibi çalışıyordu.
Kimisininki kenarda köşede alınması
için bırakılmış bir kitap ararken,
kimisininki ise bıraktığı kitap alınmış
mı diye kontrol ediyordu.
de birbirimize ömür boyu baktıkça o
günü hatırlatacak bir şeyler bırakmak
istedik. Sevgili kütüphane sorumlumuz
Karen Lindsay’in önerisi üzerine yeni
bir uygulama başlatıldı. Okulun pek
çok yerinde, Feyyaz Berker binasından
tutun Forum’a, Plato’dan kütüphaneye
kadar her yerde üzerinde İngilizce ya
da Türkçe “Beni Al” şeklinde küçük
notlar yazan kitaplar vardı. İsteyenler
o gün vermek istedikleri, paylaşmak
istedikleri kitaplarını, üzerlerine küçük,
masum ve bir o kadar da samimi
bir not yazarak okulun herhangi bir
yerine bırakıverdi. Sanırım bu hem
alanı hem de vereni mutlu edebilecek
Günler öncesinden karar verenler
kostümlerini hazırladılar, karar
veremeyenlerle hep beraber bir şeyler
düşünüldü. O gün için herkes o kadar
heyecanlıydı ki! Bir gün öncesi yatılı
etüdünün de gündemi buydu elbette.
Tesadüfün bu kadarı! O gün kütüphane
etüt sorumlusu da Bayan Lindsay ve
Bayan Hope-Brown’du. Gelip herkese
ertesi gün hangi karakter olacaklarını
sordular, karakterini bulamayanlarla
birlikte uygun bir kitap karakteri için bir
etüt saati boyunca düşündüler. Neyse
sonuç itibariyle o sabaha gelebildik.
Herkes içinde bir yandan büyük bir
coşku yaşarken, diğer yandan “acaba”
Köprü
Gelelim etkinliğin can alıcı kısma!
Bayan Lindsay Edebiyat Haftası
başlamadan bir hafta önce, bayrak
töreninde, etkinlik duyurusunu
yaptıktan sonra herkesin kafasında
çeşitli fikirler dönmeye başlamıştı.
Ocak 2014
Melisa Oğuz
sorularıyla başa çıkmaya çalışıyordu.
“Acaba bir tek ben mi hazırlandım?
Rezil mi olacağım? İnsanlar bana
gülecek mi?” Okul koridorlarında
ilerledikçe bu sorular yerini saf bir
heyecana bıraktı. Görülen her kitap
karakteri insanı hayretler içerisine
düşürüyordu. Öğretmeninden
öğrencisine herkes uğraşmış ve bir
kitap karakteri gibi giyinmişti. O gün
hem alışılagelmiş okul giyimine bir
molaydı hem de herkesin içindeki
sırlarla dolu dünyayı etraftakilere
göstermek için kaçırılmaz bir
fırsat. İlk derse girildiğinde
her şey çok farklıydı. Bizim
gözümüzde onlar hep
kitap kahramanlarıydılar.
Oysa o gün, aynı bizler gibi
birer öğrenci oldular. “One
Day”deki Emma kalkıp
geometri sorusu çözerken,
“The Fault in Our Stars”daki
Hazel Grace kimya dersinde
amonyum ile hidroklorik
asidi birleştirdi. İlk yirmi
beş dakikalık teneffüste
ise Gould binasının önüne
adeta insan yağmaya
başladı. Okulda bugün
için hazırlanan çok fazla
kişi olduğu belliydi; ama
bu kadar değil! O kadar
fazla kişi vardı ki Gould
merdivenlerine zor sığıldı. Ne yazık ki
bu günün başarısının, fotoğraf karesi
için de geçerli olduğu söylenemez!
Her güzel şeyin çabuk bittiği gibi
bir Edebiyat Günü de çabucak bitti.
Ama tadı damağımızda kaldı. Gün
sona ererken, elimizde sadece o günü
hatırlayabileceğimiz birkaç fotoğraf ve
bir kampüs dolusu anı kaldı. Kalpler
bir sonraki yirmi dört saatlik büyü
kalkanı için gün saymaya şimdiden
başladı. Kitap ve büyü dolu nice Robert
yıllarına!
A
B
HABERLER
33
Mangal Night
Aylardır beklenen “Mangal Night” sonunda gerçekleşti. Öğrenci
Birliği gururla sundu; bize de karnımızı doyurmak düştü!
Okulun başladığı günden beri merakla
beklenen bir Mangal Night’ı daha
geride bıraktık. Öncesinde çoğu kişi
arkadaşlarıyla dışarı çıkıp yemek yemiş
hatta karnını tıka basa doyurmuş olsa
da lezzetli sucuklara talep oldukça
fazlaydı. Sadece 10 lira vererek giriş
yaptığımız Maze’de, istediğimiz sostan
ekleyebildiğimiz lezzetli sucukların
ve ayranın yanında canlı müzik
olması da gayet hoştu. Okulumuz
öğrencilerinin yanı sıra Mr. Olivencia
ve Mr.Edmonds da bizleri gitar çalarak
eğlendirdi. Daha öncesinde prova
yapmış, üstüne üstelik enstrümanlarını
kapıp da gelmiş heyecanlı hazırlıklık
sınıfı öğrencilerimizden başka bir de
sonlara doğru kendini ortaya atıp
medeni cesaretini göstererek şarkı
söyleyenler oldu. Ses kablolarında
sorun çıkması sunucunun şaka yollu
sitemler etmesine neden olsa da
sahneye çıkan herkes dinleyenler kadar
mutluydu. Her ne kadar mangalın
başındaki sıra herkesi korkutmuş olsa
da kimse midesine söz geçiremedi
ve herkes o sıraya girdi. Tabii sıraya
girdiklerine; yani girdiğimize de değdi.
Sıra ilerlerken bile hoş bir sohbet
ortamı oluştu. İnsanlar kendi içlerinde
kaynaştılar. Mangalın önündeki sıranın
onları yıldıramadığı gibi soğuk hava
da yıldıramadı. Soğuk hava insanları
neredeyse yıldırıyordu ki insanlar
yanan devasa ateşi gördüler ve ateşin
başında toplandılar. İnsanlar sıcağı da
bulduklarında gecenin kötü geçmesine
neden olacak hiçbir etken kalmamıştı.
Tabii Öğrenci Birliği’nin bir de sürprizi
geçen dakika hızlanıyordu ama geri
donüş yoktu, seçilmiştik artık. Sahne
arkasındaki son beş dakika en heyecanlı
dakikalarımdı. Sıramız geldiğinde derin
bir nefes aldım, mikrofonun önüne
geçtim ve gözlerimi kapattım. O an fark
ettim ki koskoca salonda yalnızdım.
Gözlerim kimseyi görmediğinden,
evde tek başıma şarkı söylüyor gibi
hissettim. Tek bir farkı vardı: Alkışlar.
Sahnede olmanın en güzel yanının
alkışlar olduğunu anladım. Alkışlar
çok güzelmiş. Umarım bir gün birileri
sizi de alkışlar. Teşekkür ediyorum.
Başka soru yok, geç kalıyorum. Sağ
olun. Yok yok, çocuk düşünmüyoruz
daha. Hahahaha tamam söylerim. İyi
geceler arkadaşlar.” diyerek anlamlı
bir şekilde ifade ediyor. Son iki yıldır
vazgeçilmez bir Lise Live klasiği haline
gelen Büşra Yen’in monologlarından
yine bir tanesi karşımızdaydı. Bu sefer
diğerlerinden ve beklentimizden daha
farklıydı, bunu diğerleri gibi kendisi
yazmamıştı, Shakespeare’den almıştı
ve güldürmesinden çok izlerken
düşündürücü yönü dikkat çekti. En
eğlendirici ve farklı performanslardan
birisi ise kesinlikle Cem Kutay, Deniz
Beşer, Emre Ekici ve Fuat Özyazıcı’nın
grubu olan Thunder Boyz’du. Dansları,
rahatlıkları ve şarkılarıyla, özellikle de
en sonda ayran çıkarmalarıyla en çok
güldüren ve en unutulmaz şovlardan
birini yaptılar. Bu Lise Live’da da Efe
Ofluoğlu, Deniz Beşer, Tuna Gönen,
Derin Eğrikavuk ve Fatih Çulhalık’ın
olduğu “Lise Live Yarınmış” grubu yine
şarkıya başlamadan önce sahnede Lise
Live’ın yarın olduğunu yeni fark ettikleri
bir konuşma yaşadılar. Sonrasında
ise yine coşturucu performanslarıyla
devam ettiler. Efe Ofluoğlu Lise Live ile
ilgili duygularını: “Her seçmede olduğu
gibi bunda da heyecanlıydım tabii, ama
önemli olan sahnede olmanın tadını
çıkarmak. Sonuçta müziği eğlenmek
için çalıyoruz, kötü hissetmek için değil.
Sahneye çıkınca tüm o gerginlikler
unutuluyor zaten. Müzik gerçekten
hissediliyor. Aynı zamanda insanların
bağırmalarını ve alkışlarını duymak da
hoş bir his.” diyerek dile getiriyor. Grup
adıyla birlikte, performansıyla da ilgi
çeken ve öne çıkan “Saçma and The
Others”da Ahmet Saçma, Arjin Şimşek,
Boğaçhan Ayhan, Bahar Gürkan ve Vera
Can şarkıyı çok güzel yorumladılar ve
izleyenlere duygulu anlar yaşattılar.
Ahmet Saçma: “Öncelikle Lise Live’da
bir insanın rolü ne kadar küçük olsa
da herkes inanılmaz bir sevinç ve
heyecan içinde oluyor. Sahnedeyken
ya birisi hata yaparsa ve yanlış çalmış
olursak diye düşünüyorum. Sahnede
çalmak çok heyecan verici, bu yüzden
ana duygunun heyecan olduğunu
söyleyebilirim.” diyerek Lise Live
hakkındaki duygularını anlatıyor.
Berk Manav ve Can Gökşen dans
figürleriyle ve birbirlerini tamamlayan
hareketleriyle izleyenlerin ilgisini
kazanıp eğlendirdiler. Danslarıyla
ve rap yapmalarıyla, aynı zamanda
tamamen şarkının tarzını yansıtan
kıyafetleriyle sahnede oldukça
Rojin Erdoğdu
vardı. Her zaman ambalajını açıp da
yediğimiz ‘’Marshmallow’’ları bu sefer
şişe dizilmiş olarak görmek ve bir de
onları ateşte eritip yemek gecenin
en güzel etkinliğiydi. Satılan sıcak
çikolatalar ısınmamazı sağlarken
meyve suları da serinlememize
yardımcı oldu. Her zamanki gibi
Öğrenci Birliği yine iyi bir iş çıkarttı!
Teşekkürler es-si!
Lise Live
Her sene herkes için ayrı bir heyecana
sebep olan Lise Live bu sene 28. defa
yine yeniden karşımızdaydı. Seçmelere
giren grupların stresli bekleyişleri,
seçilen grupların mutlulukları,
performansları izlemek isteyenlerin
sabırsızlığıyla birlikte çok güzel bir Lise
Live’ı daha arkamızda bıraktık. Her
zamanki gibi çok sayıda performansla
seçmelere girilmesi ve sahnede büyük
çoğunluğunu izleyebilmemiz bize
okulumuzdaki yetenekleri bir kere daha
hatırlattı.
28. Lise Live’da sahnedeki birbirinden
renkli ve değişik performanslarla bir
sürü duyguyu ardı ardına yaşadık. Bir
performansta kahkahalar atarken,
diğerindeki bir şarkıyla hüzünlü,
duygu dolu anlar yaşadık. En etkileyici
performanslardan biri hem güçlü
sesleri ve yorumlarıyla, hem de
sahnedeki uyumları ve sahnenin
atmosferiyle, Koray Ağabey’in de
gitarla eşlik ettiği Beliz Özkan ve Fuat
Cem Özyazıcı’nın düetiydi. Piyanoda
Doğukan Yücel, gitarda Serdar Yalvaç
olmak üzere şiir okuma havasında
etkileyici bir girişle başlayıp sonradan
şarkı söyleyen Alpay Doğrul’un
da olduğu grup, sesler ve şarkının
sözleriyle oldukça etkileyiciydi.
Alpay Doğrul ise düşüncelerini:
“Sahneye çıkmadan önceki saatler
heyecanlı geçti. Bu okuldaki en
ilginç deneyimlerden biri olan ‘Lise
Live’da sahneye çıkabildiğim için
çok mutluydum. Kalp atışlarım her
Ocak 2014
Köprü
Melisa Yaylalı
Elize Arslan
rahatlardı. İzleyenler onlarla ve
ritimle dans ederken, bir taraftan da
hareketlerine gülüyor eğleniyorlardı.
Tüm bu performanslar sergilenirken
fotoğraflarla anı ölümsüzleştiren
Damla Ilıca’ya da sahnede olan veya
fotoğraflara tekrar bakmak isteyen
herkes adına bir kez daha çok teşekkür
ediyoruz.
28. Lise Live daha birçok gösterisiyle
akıllarda unutulmayacak performanslar
bıraktı. Bir kez daha Robert Kolej
öğrencileriyle gurur duyulmasının
nedenlerinden birini bize gösterdi.
Yeni yeteneklerin şovlarını, eskiden
çıkanların yeni performanslarını
gördüğümüz bu Lise Live oldukça
hareketli ve eğlenceliydi. Bir sonraki
Lise Live’ı merakla ve heyecanla
bekleyen herkesle orada görüşmek
üzere!
34
HABERLER
EYP
2013-2014 öğretim yılında EYP Kulübü büyük uğraşlar sonucu
yeniden açıldı. Bir yıllık aranın onları yavaşlatmasına izin vermeyen
kulüp üyeleri yıla hızlı bir başlangıç yaptı.
Robert Kolej deyince akla gelen ilk
şeylerden biri okulun öğrencilerine
sunduğu imkanlardır. Seçmeli
derslerden
kulüplere pek
çok olanak ile
Robert öğrencileri
yeteneklerine ve
ilgi alanlarına
hitap eden p
ek çok konuda
kendilerini
geliştirme fırsatı
bulabiliyorlar.
Seçeneklerin
her yıl arttığı bu
aktivitelerin en
önemli özelliği
ise pek çoğunun
Türkiye’de bir ilk olması. Avrupa Gençlik
Parlementosu, ya da okulumuzda sıkça
kullanılan adıyla EYP de bu ilklerden
biri.
EYP (Avrupa Gençlik Parlementosu), adı
üstünde gençlerin dünya problemlerini
ekonomik, kültürel , çevresel vs. gibi
yönlerden inceleme amacıyla bir araya
geldiği, özgürce fikirlerini paylaştığı
ve muhteşem arkadaşlıklar kurdukları
uluslarası bir organizasyon. RK 2005
yılında yine bir ilki gerçekleştirerek
Türkiye’deki ilk EYP kulubünü kurdu.
2006 yılında ise Türkiye’deki ilk bölgesel
EYP konferansı olan Uluslararası
İstanbul Gençlik Forumu’na ev sahipliği
yaptı. Her yıl dünyanın pek çok
farklı yerinde iki yüzden fazla kişinin
katıldığı İstanbul Gençlik Forumu, EYP
kulübünün kapatıldığı 2012 yılına
kadar RK kampüsünde düzenlenmeye
devam etti.
Manav(L12)’a “EYP küllerinden tekrar
doğacak ama sen bunu görmek için
burada olmayacaksın.” demişlerdi. Ama
onlar bu olumsuz
düşüncelerin
esiri olmaktansa,
EYP ruhuna sıkı
sıkı sarılmayı
seçtiler. Sıkı
çalışmalarının
ve sarf ettikleri
büyük çabaların
sonucunda,
Mr. Rau’nun
da desteğiyle
çok sevdikleri
kulüplerini
yeniden açmayı,
ve Robert Kolej’e
geri kazandırmayı başardılar. Peki bir
Şule Kahraman
eski Eyp üyesi danışman aramaya
devam etti. Bu uzun ve zorlu süreçte
Berk Manav ve Can Gökçen ciddi
ve gerçekçi sonuçlar elde etmeyi
başardılar. Mr. Rau danışman olmayı
kabul ettikten sonra, geçen yıl her
kulüp gibi Eyp’nin de seçmeleri
başladı. Yazılı ve sözlü olmak üzere
iki aşamadan oluşan seçim sürecinde
yeni Eyp adayları her ne kadar
endişeliydilerse, eski Eypciler de bir o
kadar heyecanlıymış. Özellikle sözlü
mülakatlar, yeni Eyp’ye doğru atılan
ilk adımlar eski Eypciler için rüya gibi
geçmiş. Öyle ya da böyle, küllerinden
yeniden doğmayı başaran Eyp,
yenilenmiş, motive olmuş, tamamen
geleceğe ve başarıya odaklanmış
durumda. 2013-2014 eğitim yılında
tekrar faaliyete geçen EYP yıla büyük
Okulumuzu ve ülkemizi başarıyla
temsil eden bu köklü kulüp ne yazık
ki bazı talihsiz olaylar yaşandı ve
kulüp danışmanları kulübü bıraktı.
Bütçe sıkıntısı ve yeni advisor
bulunamaması sonucunda da kulüp
2011-2012 eğitim yılında kapatılmak
durumunda kaldı. Yönetimin aldığı
bu karar kendilerini EYP’ye adamış
pek çok öğrencimizi derin üzüntüye
boğmuştu. Ne de olsa onlara hem
kendilerini geliştirme hem de sınırsız
eğlence imkanı sunan bu kulüp bir
yıllığına, belki de sonsuza kadar
hayatlarından çıkmıştı. Hatta Berk
Köprü
yıllık duraklama dönemi onları
nasıl etkiledi?
bir coşku ve motivasyonla hızlı bir giriş
yaptı.
“İnsan bir şeyin değerini
kaybettiğinde anlar” derler
ya hani, Eyp’nin de değeri
kapatıldığında anlaşıldı.
Duraklama dönemi Eyp’nin
Robert Kolej için ne kadar önemli
ve bir o kadar da gerekli bir
kulüp olduğunun anlaşılmasını
ve gerekli derslerin çıkarılmasını
sağladı. Duraklama sürecinde
kendini Eyp’yee adamış üyeler
boş durmadı. Kulüplerinin
kapatılmasına rağmen, birkaç
Kendisini ilk olarak Enka Okulları’nın
düzenlemiş olduğu Enka Gençlik
Forumu’nda gösterdi. Okulumuzdan
6 delege ve 2 gazetecinin katıldığı
bu forum yeni Eyp’nin ilk adımlarını
attığı yer olduğunu söyleyebiliriz. Bu
forumda gazeteci olarak görev yapan
ve aynı zamanda EYP’nin kurucu
üyelerinden bir olan Deniz Saip’e
(L11) göre “Enka, Robert Kolej’ EYP’ye
döndüğünü gösterdi. Okulumuzu
başarıyla temsil ederken, hem
okul da dahil olmak üzere herkese
Ocak 2014
HABERLER
SÖYLEŞİ
konferanstan çok eğlenmiş (ve de çok
yorulmuş) olarak dönmemizi sağladı.”
diyerek Köprü’yle EYP deneyimini
paylaştı.
kendimizi kanıtladık, hem de bu işi
layığıyla yapabileceğimizi gördük.”
Konuşmalarına “EYP’yi Türkiye’de ilk
Robert Kolej kurmuştu zamanında.
Eyp Türkiye’de RK’in emeği büyük ve
bir yıl olmaması hem bizim için hem
de Türkiye için büyük bir kayıptı. Böyle
güzel başarılar elde ederek de geçen
yılı telafi etmeye çalışıyoruz.” diyerek
devam eden Deniz, EYP’yi güzel
günlerin beklediğini düşünüyor.
Delege Ezgi Yazıcı (L10) da “ Enka
Gençlik Forumu neredeyse hepimizin
ilk konferansıydı, yani hepimiz hiçbir
beklenti olmadan gittik ama hem
konularımız üstüne aktif tartışmalar
hem de tanıştığımız insanlar hepimizin
İkinci olarak, EYP bu yıl üyeleri Mert
Ege Açıkgöz, Naz Duru Mola, Alinda
Ohotski, Deniz Kızıldağ, Tuna Gönen,
Orhun Tezel’i, İSTEK Semiha Şakir
Lisesi’nde düzenlenen 14. Avrupa
Gençlik Konferansı Türkiye seçmelerine
gönderdi. Kulüp başkanı Berk Manav’ın
da oturum başkanlığı yaptığı bu
konferans da en az Enka Gençlik
Forumu kadar verimli, eğlenceli geçti
ve başarıyla sonuçlandı. Konferansta
gösterdikler başarılı performanstan
dolayı delegelerden Alinda ve Naz
Riga’ya, Mert Frankfurt’a International
Session (Uluslararası Oturum)’a
gitmeye ve ülkemizi temsil etmeye hak
kazandılar.
35
Büyük uğraşlar sonucu Mr. Rau’nun
gözetiminde tekrar nefes almaya
başlayan EYP, Robert Kolej’e yine renk
katmaya hazır. Kulüp başkanı Berk
Manav(L12) “Bana EYP küllerinden
tekrar doğacak ama sen görmek için
orada olmayacaksın demişlerdi çünkü
EYP açılacak olsa bile bu sene herhangi
bir konferans yapılmayacaktı. Ama
benim için bu önemli değildi çünkü
biz de mezun olsaydık EYP’yi tatmış
olan okulda çok az kişi kalmış olacaktı.
Ben Eyp ile gerçekten çok büyüdüm.
Ve şuan EYP’yi sevenler olarak aynı
şansı başkalarına veriyor olmak çok
büyük bir zevk bizim için.” diyerek yeni
EYP hakkındaki düşüncelerini Köprü
ile paylaştı. Yıla hızlı başlayan kulübün
temposunu hiç düşürmeden Şubat
ayında Ted okullarında ve ilerleyen
aylarda uluslararası konferanslarda
başarılı bir şekilde ilerleyeceğine
inanıyoruz.
Dörtlü Röportaj
Öğretmenler her zaman ortak bir
merak konusu. Hele bir de yabancı
öğretmenler söz konusu olunca “Nasıl
gelmiş ki buralara?” zaman zaman
kendimizi sormaktan alamadığımız
sorulardan biri. Öğretmenlerimizin
hikâyelerini kısaca öğrenmek amacıyla
her sayı dört farklı öğretmeni konu
alacağımız bir yazı dizisi başlattık.
İşte ilk sayıdaki öğretmenlerimiz, Mr.
Hummel, Ms. Callaghan, Mr. Araya ve
Mr. Pinto ile yaptığımız, kısa ve keyifli
söyleşilerimiz:
Köprü: Merhaba Mr. Hummel,
Köprü’ye öğretmenler ve
hikâyelerinden bahseden bir yazı
yazıyoruz. Birinci soru: Türkiye’ye
gelmeye nasıl karar verdiniz?
Robert Kolej’i nasıl buldunuz?
Rick Hummel: Benim kayınvalidem
1955 Robert Kolej mezunu. Onun
kızıyla çıkmaya başlamamdan kısa bir
süre sonra–o zamanlar da İngilizce
öğretiyordum- bana: “Seni mezun
olduğum liseye götürmek zorundayım.
Orada öğretmeye bayılırdın!” dedi. O
zamanlar Türkiye’de yaşamayı, buraya
gelmeyi hayal bile etmiyordum. Bir
yıl sonra kayınvalidem ile birlikte
İstanbul’a geldik. Beni buraya getirdi.
1998’de oluyor bunlar. Tabii ki de
saniyesinde İstanbul’a, Robert Kolej’e
âşık oldum. O an İstanbul’a taşınmaya
ve burada öğretmenlik yapmaya karar
verdim. Ama bir türlü kız arkadaşımı
benimle gelmeye ikna edemiyordum.
O buraya taşınmaya daha hazır değildi.
Ben burayı gördüğüm ilk anda kendimi
hazır hissetmiştim. Her neyse, beş yıl
sonra evlendik. Türkiye’ye taşınmaya
karar verdik. Robert Kolej’e tekrar
geldim 2000 yılında. Müdür ile
konuştum. Bir yıl sonra, Türkiye’ye
taşındığımızda nisan ayı olmuştu
ve başka bir öğretmeni işe yeni
almışlardı. Müdür Üsküdar Amerikan
Lisesi’ni denememi tavsiye etti ve
ben de denedim. Kendimi Üsküdar
Amerikan’da buldum. Dört yıl orada
çalıştıktan sonra, buraya geldim. Ve
köprüyü geçmiş oldum.
düzenliyordu. Hapishanelere de gittik.
Benim ilk öğretmenlik deneyimim
akıl hastanesinde öğretmekti.
Aynı zamanda Washington’daki bir
ortaokulda da öğretmenlik yaptım.
Daha önce hiç beyaz öğretmenleri,
müdürleri, çalışanları olmamıştı.
Okuldan içeri girdiğimde bazı
çocuklar daha önce hayatlarında hiç
beyaz biri görmemiş gibi şaşkındılar.
Benden dudaklarıma ve saçlarıma
dokunmak için izin istediler. Bu iki
farklı toplulukla –biri çocuklardan
oluşan, biri yetişkinlerden- yaratıcı yazı
üzerine iki yıl boyunca çalıştım. Her iki
grupla da çalışmak kesinlikle benim
için büyük keyifti. Mezun olduğumda
ise yüksek lisansımı tamamlayıp
liselerde öğretmenlik yapmayı kafaya
koymuştum.
Pınarnaz
Eren
Ezgi Su
Korkmaz
dönüşmüştü. Hepsinin yüzünde benim
maskem vardı. “Sürpriz! Mutlu yıllar!”
Bir anda bir yerlerden pasta çıktı.
Bunların hepsi tabi ki sınav sırasında
oluyordu. (Akıllı çocuklar sizi!)
Körpü: Merhaba Ms. Callaghan,
okul gazetesi için size üç soru
soracağız. (Kesinlikle çok
çabuk sadede gelen bir ekibiz!)
Bunlardan birincisi: Öğretmen
K: Ve ikinci soru: Neden öğretmen
olmaya nasıl karar verdiniz?
olmak istediniz? Öğretmen olmaya
Carolyn Callaghan: Cevabım çok
nasıl karar verdiniz?
K: Ve son soru... Meslek
hoşunuza gitmeyebilir. Aslında
RH: Bu ilginç bir hikâye işte. Ben
hayatınızda yaşadığınız en komik
öğretmen olmak hiç istemedim.
aslında yirminci yüzyıl Amerikan
ya da en saçma olay nedir?
Hem de hiç! En büyük çocuğum
şiiri üzerine yoğunlaşmıştım.
RH: Kırk dördüncü doğum günümde,
lisede okuyordu. Onun eğitimine
Profesörlerimden biri şairdi, aynı
yani yaklaşık beş yıl önce (İnanmam!), destek olmak için para kazanmak
zamanda politikaya da ilgiliydi. Bir
sınıflarımdan birinde sınav
zorundaydım. Akşamları ve hafta
program başlattı. Ben de bu program
yapıyordum. Sınav kâğıtlarını dağıttım. sonları katılabileceğim bir program
dâhilinde New York ve San Francisco’da Öğrencilerimden biri elini kaldırdı ve bir buldum. İngilizce diplomam vardı,
çalıştım. Mezunlar üniversite
kelimenin yazılışını sordu. Daha sonra
ama öğretmen olmak için bu programa
öğrencileriyle birlikte, çoğunlukla
bu kelimeyi tahtaya yazmamı istedi.
katılmam gerekiyordu. Kısacası
yaşadıkları şehirde, sosyal hizmetlerden Ben de kelimeyi tahtaya yazmaya
öğretmen olmayı seçtim, çünkü
yeterince yararlanamayanlar
başladım. Yazmayı bitirip arkamı
para kazanmam gerekiyordu. Çok da
için yaratıcı yazma çalışmaları
döndüm. Sınıfta herkes Mr. Hummel’a mükemmel ve profesyonel bir sebep
Ocak 2014
Köprü
36
değil.
Köprü: Öyleyse niçin öğretmen
olarak kaldınız?
CC: Gençlere bayılıyorum. (‘Ergenlere
bayılıyorum.’ olarak da çevrilebilir.)
Bazen onlar için öğretmenden daha
çok anne olduğumu hissediyorum.
Onlarla birlikte olmaya bayılıyorum.
Büyük insanların dünyasına pek
meraklı değilim, küçük insanlar
da bazen üzerine burnunu
silebiliyor. Gençler mükemmel!
K: Robert Kolej’i nasıl
buldunuz? Türkiye’ye
gelmeye neden karar
verdiniz?
CC: Nepal’de çalışıyordum.
Modern Birleşmiş Milletler
Kulübünün danışman
öğretmeniydim. Sen
Petersburg’a gittik takım olarak.
Orada Mr. Light ve Ms. HopeBrown ile tanıştım. Onlarla
konuştum. Türkiye’yi çok keyifle
anlattılar ve çok övdüler. Ama,
en çok Robert Kolej takımından
etkilendim. Öğrenciler
gerçekten mükemmeldi. Onlarla
tanıştıktan sonra bir gün Robert
Kolej’de çalışmak istediğime
karar verdim.
Köprü: Merhaba Mr. Araya,
Köprü gazetesi için birkaç
öğretmenle kısa birer
röportaj yapıyoruz… İlk
soru: Türkiye’ye gelmeye
nasıl karar verdiniz? Robert Kolej’i
nasıl buldunuz?
Mauricio Araya: Türkiye’yi ziyaret
etmek ya da burada yaşamak her
zaman hayallerimden biriydi…
K: Neden?
MA: Neden mi? Okuduklarımdan ve
belgesellerden edindiğim bilgilere
dayanarak kültürünü ve tarihini çok
çeşitli ve merak uyandırıcı buluyorum.
Bir de yemeklerini…
K: Peki nasıl öğretmen olmaya
karar verdiniz?
MA: Patronlarımın hoşuna gitmeyecek
ama dürüst olacağım. Sporu her zaman
sevmişimdir ama ilk kariyer seçimim
bir zoolog olmaktı, bir vejetaryenim.
Ancak fark ettim ki, bunun için çok
uzun süre okumam gerekecekti. Spor
alanında eğitimimi tamamlamak ve
SÖYLEŞİ
öğretmen olmak yedi değil sadece beş
yıl sürecekti, ben de daha kısa süreli
olanı seçtim.
K: Nereden gelmiştiniz Mr. Araya?
MA: Şili.
K: Son sorumuza gelelim;
öğretmenlik hayatınızda başınıza
çok tuhaf veya çok komik olarak
nitelendirdiğiniz bir olay geldi mi?
MA: (Uzun süre sessiz kalıyor)
K: Zor soru mu oldu?
MA: Tabii, on dört senedir
öğretmenlik yapıyorum, her şeyi
hatırlayamıyorsunuz doğal olarak.
Sizler üç ya da dört yaşındayken
ben öğretmenlik yapıyordum. Hm,
öğretmenlerle mi ilgili olmak zorunda
yoksa sadece öğretmek kısmıyla mı?
K: Fark etmez, herhangi garip bir
anı olabilir.
MA: Tamam, buldum öyleyse, çok
utanç verici ama olsun. New York’ta
bir okulda öğretmenlik yapıyordum
ve beden ofisimizi, buradakinden çok
daha küçük olmasına rağmen, beş kişi
paylaşıyorduk, beş adam. Maalesef çok
şakacılardı. Küçük bir koltuğumuz vardı,
orada uyuyakalmışım. Sınıftan çıkınca
çok yorgun düşmüştüm ve uyumuşum.
Uyandığımda spor salonunun ve iş
Köprü
arkadaşlarımdan birinin dersinin
ortasındayım. Bütün sınıf sessizce
oturmuş, benim uyanmamı bekliyor.
Aslında beni uyandırmışlardı da.
Bağırdılar ve uyandığımda bir dersin
ortasındaydım.
K: Merhaba Mr.Pinto, Köprü
gazetesi için bazı öğretmenlerle
kısa bir söyleşi yapıyoruz… İlk
olarak, Türkiye’ye gelmeye nasıl
karar verdiniz? Robert Kolej’i nasıl
buldunuz?
Gregory Pinto : Beş senedir aynı
yerde öğretmenlik yapıyordum ve biraz
değişlik istedim. Robert Kolej’in de Yaz
Kampı’nda uzun süredir çalışıyordum.
Bir gün beni aradılar ve beden eğitimi
öğretmenliği teklif ettiler, ben de kabul
ettim.
K: Peki öğretmen olmaya nasıl
karar verdiniz?
GP: Hayatım boyunca çocuklarla
çalıştım, okul sonrası programları
olsun, yaz programları olsun…
Annem bir öğretmendi, babam da öyle.
Amcam ve teyzem de öğretmenler,
ağabeyim de bir süre öğretmenlik
yaptı, ailede öğretmenler çok.
Üniversitenin son senesinin aralık
Ocak 2014
ayında bir yerde öğretmen olarak işe
girdim. Dedim ki , “Bir deneyeyim,
ne kadar zamandır yapıyorum.” ve o
zamandan beri de devam ediyorum.
K: Son olarak, öğretmenlik
kariyeriniz boyunca başınıza
gelen komik veya garip bir olayı
bizimle paylaşabilir misiniz?
GP: Herhangi bir şey olur mu? Zor
bir soru sordunuz. Aklıma şu geldi:
Şu an okulda okuyan ve benim Yaz
Kampı’nda öğretmenleri olduğum
sekiz ya da dokuz kişi var. Bir gün bir
çocuk bana geldi ve “Beni hatırlıyor
musunuz? Yaz Kampı’nda tanışmıştık”
dedi. Ben de “Hayır… Belki” dedim.
Çocuk da “Ben sizi hatırlıyorum. Bir
dinozor gibi giyinirdiniz—dinozorun
adı da Pedra’ydı.” dedi. Yaz Kampı’nda
büründüğümüz bir sürü karakter
vardı. Ben de şu şekilde cevap verdim
çocuğa: “Şimdi de senin öğretmeninim
ve beni sadece Yaz Kampı’nda yeşil tayt
giyip dinozor taklidi yapan bir adam
olarak hatırlıyorsun.” Bana kalırsa
bu tarz durumlar gerçekten komik
olabiliyor.
Yazı dizimin başlangıcını Mr. Hummel,
Mrs. Callaghan, Mr. Araya ve Mr. Pinto
röportalarıyla yaptık. Mr. Hummel’ın şu
an kırk dokuz yaşında olması, Nepal’de
Robert Kolej öğrencilerine hayran
kalan Mrs. Callaghan, Mr. Aray’nın
beden sınıfının ortasında horul horul
uyuması ve yeşil taytıyla dinazor
görünümlü Mr. Pinto… Kim bilir daha
kimlerle ne röportajlar yapacağız,
daha neler neler öğreneceğiz.
Kalabalık bu okulda hikâye havuzunda
yüzüyoruz. Havuzdan bu birkaç damla
umarız hoşunuza gitmiştir. Bir başka
sayıda çok daha farklı hikâyelerle
görüşmek üzere...
SANAT
37
Bu Kış Sinema
BU KIŞ SİNEMA
Kış yaklaşıyor ve sokaklara çıkıp
arkadaşlarla dolaşma zamanı sona
eriyor. Artık boş zamanlarımızı alışveriş
merkezlerinde geçirmeyi tercih
ediyoruz. Bu nedenle de bu ay Köprü
gazetesi olarak size bu kış vizyona
girecek merak uyandıran filmleri
anlatıyoruz.
THE HOBBIT: SMAUG’UN VİRANESİ
Yaklaşık 10 yıllık bir aradan sonra
Ortadünya yine beyazperdede. Yüzükler
efendisi serisinin bir parçası olan
“Hobit” kitabının sinema uyarlaması
olan The Hobit serisi ikinci filmiyle 13
Aralık’ta seyirciyle buluşuyor. Serinin
ilk filmi Bilbo Bagins adlı hobitin bir
maceraya atılmasıyla başlıyordu.
Film Bilbo’nun uzunca hazırlandığı
sahneden, zaman zaman filmin
ağırlaşmasından ve 13 cücenin çok
fazla olduğundan dolayı çok fazla
eleştiri almıştı. Buna Peter Jackson’ın
kullandığı yeni teknoloji de eklenince
seyircinin yorulması ve filmden bıkması
kaçınılmaz oldu. Ama ikinci film kitabın
çocuk havası mizahından uzaklaşıyor.
İlk filmin aksine bu filmde baba ve
oğul teması ele alınıyor. Elflerin neden
cücelerin yanında yer almadığı bu
filmde açığa kavuşacak. Öte yandan
ejderha Smaug da yüzünü gösterecek.
Bir de kadın karakter eksikliğinden
dolayı çok eleştirilen bu seriye
Lost serisinden Philippa Boyens’ın
canlandırdığı Tauriel adlı sinematik bir
kadın karakter ekleniyor.
OUT OF THE FURNANCE:
Scott Cooper ikinci filmiyle 6 Aralıkta
sinemaseverlerle buluşuyor. Film
oyuncu kadrosuyla oldukça dikkat
çekiyor. Christian Bale, Casey Affleck ve
Zoe Saldana hasta babasına bakmak
zorunda kalan bir fabrika işçisinin
intikam öyküsünü anlatıyorlar.
Russell(Christian Bale)’ın zor bir
hayatı var. Tek yaşam kaynağı güzel
sevgilisi Lena(Zoe Saldana). Bir gün
kardeşi Rodney Irak’tan döner ve aynı
dönemde Rusell hapse girer. Ama
hapisten çıktığında her şey değişmiştir.
Babası ölmüş, Lena başka bir adamla
birlikte ve kardeşi bir sokak dövüşçüsü
olmuştur. Kardeşinin aniden ortadan
kaybolmasıyla Russell kendi adaletinin
arar.
AMERİCAN HUSTLE:
David O. Russell çektiği son iki filmiyle
–Dövüşçü ve Umut Işığım- 15 dalda
Oscar adayı oldu. Yeni filmi American
Hustle ise 27 Aralıkta gösterime giriyor.
Kariyeri ciddi bir yükselişe geçen
Russell’in bu yeni filmi 1970’lerde
yaşanan ABSCAM skandalı olarak
bilinen gerçek bir olaya dayanıyor.
Irving(Christian Bale) ve Sydney(Amy
Adams) sınır tanımayan iki üçkâğıtçı.
Ama bir gün yakalanırlar ve hüküm
giymemek için Richie DiMaso(Bradley
Cooper) adlı genç bir FBI ajanıyla
işbirliği yapmak zorunda kalırlar.
Planları bir kumarhaneyi basmaktır
ama bu masum plan başlarına çok iş
açacaktır.
SEN ŞARKILARINI SÖYLE:
17 Ocakta seyirciyle buluşacak bu film
bir başarısızlık öyküsünü ele alıyor.
Coen Kardeşler bu filmde Join Mitchell,
Bob Dylan gibi ünlü isimlerden biri olan
Dave Van Ronk’un yaşam öyküsünden
yola çıkarak hem dış engeller hem
de kendi yarattığı engellerden dolayı
bir türlü hak ettiği yere gelemeyen
Llewyn Davis’in başarısızlık öyküsünü
bir yerden kaçması gerektiği zaman
pencerenin altında onu bekler, Red Kit’i
bağladıklarında dişleriyle ipleri kopartır
ve daha neler neler yapar… Ama
zaman geçtikçe buna başka yetenekler,
başka nitelikler de eklenecektir, bunlar
arasında en olağanüstü olanı ise
konuşmasıdır.
“gerçek” bir kahramandır. Düldül de
yalnızca kovboyun maceralarındaki
sadık yol arkadaşı olmaktan çıkıp
onun sırdaşına dönüşür ve okur için
durumları yorumlar; maceralarda
tümüyle Goscinny’nin gülmecesine
özgü bir işbirliği, ikinci bir öge katar
antik korolarda olduğu gibi.
Önceleri onun düşüncelerini okuyabilir,
hatta Goscinny’nin kaleminden
kendi kendine konuşmasına da tanık
oluruz ancak konuşma daha sonraları
kahramanın ana özelliklerinden biri
halini alır. Bu Red Kit’in maceralarında
kilit bir andır, ama nedeni de ortadadır,
çünkü bu “yetenek” Rintintin’in ortaya
çıkmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Red Kit’in Düldül ve Rintintin’den başka
oldukça önemli bir özelliği vardır,
Red Kit aynı zamanda Vahşi Batı’da
gölgesinden daha hızlı silah çekebilen
ilk ve tek kovboydur. İlk maceralarda
Red Kit doyasıya ateş eder. Becerisini
Batı’nın azılı haydutlarına, Daltonlara
karşı gösterir.
Polen Eylem
Güzelocak
hüzünle mizahı harmanlayarak
seyirciye sunuyor. Bu yılki Cannes Film
Festivali’nde Büyük Ödül’ü kazanan
bu filmde Justin Timberlake, F. Murray
Abraham, Garrett Hedlund ve John
Goodman yan rollerde yer yalıyor.
WALTER MITTY’NİN GİZLİ YAŞAMI:
3 Ocakta vizyona girecek bu filmde
Ben Stiller ana karakter Walter
Mitty’İ canlandırırken aynı zamanda
da yönetmen koltuğunda oturuyor.
Film 1947 yapımı aynı adlı filmin
yeniden çevrimi. Her kesin ezdiği,
silik ve sessiz bir karakter olan Walter
hayal dünyasında yaşamaktadır. Bu
özgün film Walter’ın kurduğu beş
farklı fantezide yaşadığı maceraları
konu alıyor. Zamanında “Mittyesque”
sıfatının üretilmesine yol açacak
kadar popüler olan bu film bakalım,
2000’lerin kültüründe de aynı izi
bırakabilecek mi?
Kaynakça: SİNEMA dergisi Ekim sayısı
Red Kit
Red Kit’in yaratıcıları kovboyların
dünyasını çok iyi bilirler, her ikisi de
Amerika’da yaşamış iki mizahçıdır.
Birbirlerini bulup Red Kit serüvenin
başlaması ise 1950 yılında olur.
Kuşkusuz Düldül olmadan Red Kit
tamamlanmış bir karakter değildir
çünkü Düldül, Red Kit’i tamamlayan,
olağanüstü bir attır. Özgün adı
Jolly Jumper, “şen” ve “atlamacı”
anlamına gelen iki kelimeden oluşur
ama soyadıyla Lucky Luke’ün (Red
Kit) arasında gizli bir bağ vardır,
çünkü kovboyumuzun, adından da
anlaşılacağı gibi şanslı olmasının
sebebi, yanında iskambilde “Jolly Joker”
(joker) olarak bilinen bir “Jolly Jumper”
olmasıdır. Dolayısıyla Red Kit’in son
şansı odur. Kovboyun ilk serüvenlerinde
de ona rastlanır. Kızılderili kökenli,
seyrek bulunan, sarı yeleli ak bir
Appaloosa’dır.
Güçlü ve yürekli Düldül sahibini
birçok kez tehlikeden kurtarmıştır, ilk
ıslıkta beliriverir, kovboyun tehlikeli
Goscinny Batı’nın en aptal köpeği
sayesinde bitmez tükenmez bir
güldürü kaynağı elde eder. Kovboyun
o zamana dek kahramanı daha
öne çıkaran, saydam bir öge olan
atının tersine, Rintintin daha baştan
gerçeklerden kopukluğuyla okuru
eğlendiren, sözlerini duyabildiğimiz
Ocak 2014
Biraz düşünürsek Red Kit’in aslında
bedeninin çevresinde kesilen ışığın
yarattığı gölgesinden, dolayısıyla
da ışıktan daha hızlı hareket ettiğin
anlarız. Einstein’dan beri herhangi
bir cismin kütlesi nedeniyle ışıktan
daha hızlı hareket edemeyeceği
kabul edilmektedir. Buna karşılık
yakın zamanda nötrinoların, elektrik
Köprü
Aslı Munzur
yükü sıfır olan ve maddelerin içinden
etkileşmeden geçen parçacıkların
bunu başarabileceği öne sürülmüştür.
Belki bu durum Red Kit’in nasıl
olup da gölgesinden daha hızlı
silah çekebildiğini açıklayabilir. Red
Kit ışıktan, dolayısıyla saniyede
299.792.458 metreden daha hızlı
hareket eder. İşin eğlenceli yanı şu ki,
nötrinolar saptanamaz olduklarından
dolayı testleri iyice zorlaştırırlar,
bilimsel yorumcuların çoğu da
yalnız kovboya ve onun silah çekme
konusundaki becerilerine değinmeden
edemez: “Demek ki Red Kit de öyle
yapıyormuş!”. Gölgesinden daha hızlı
silah çeken kovboyun gizemini böyle
açıklarlar.
Red Kit maceralarını Goscinny’nin
1977’deki ani ölümüne değin kesintisiz
devam eder. Red Kit’in 23 yıllık
senaryocusunun erken ve beklenmedik
SANAT
SPOR
38
ölümü bir dönemin sona erdiğine işaret
eder.
Ölümünün gerçekleştiği yılda
Goscinny’nin sağlığı kötüleşir. Yılın
başında kendisini çok zayıf düşüren
bir hastalık geçirir. Doktorlar ona
dinlenmesini ve sigarayı bırakmasını
söylerler. Dinlenmek için İsrail’e kısa
bir gezi yapar ama Kudüs’teki Yahudi
soykırımı anıtı Yad Vashem’i ziyaret
edeceği sırada içeriye girmeye cesaret
edemez, Nazi toplama kamplarında
ölen aile bireylerinin hayaletlerini
görmekten korkar. Paris’e dönüp en
sonunda muayene olmak için bir kalp
doktoruna gitmeye karar verir. Spordan
nefret eden Goscinny doktora gitmeye
çekiniyordur ve bunda haklıdır aslında.
Kalp doktoru tıp yıllıklarına Goscinny
vakası, yani yapılmaması gereken
hatalar listesi olarak geçen bir dizi test
ister. Tıp için büyük bir adım olan bu
olay, René Goscinny’i ölüme yaklaştıran
küçük bir adımdır. Goscinny doktorun
muayenehanesinde, bir efor testi için
üstüne çıktığı koşu bandında kalp krizi
geçirerek hayatını kaybeder.
baba oğul hayvan kostümleri içinde
yabancılara kadar bir sürü renkli insanla
tanıştık. Bir tanesi de vardı ki geldi bizi
buldu: Japon Amca. Kısacık boyuyla,
pembe kostümüyle, bebeği gibi sırtına
taktığı maymunla gerçekten çok
şekerdi, önce grupla fotoğraf çektirdi,
sonra da Ms. Shabdin’le tek fotoğraf
istedi. Ardından biz de geri kalmadık,
teker teker Japon Amcamızla “selfie”ler
çektik.
Derken koşu başladı, arkadan
10. Yıl marşı, yanımızda yüzlerce kişi
koşuya başladık. Boğaz Köprüsünden
geçerken hem “Acaba sallanır şimdi
mı bu biz geçerken?” diye düşündük
hem de İstanbul’un ne kadar güzel bir
şehir olduğunu hatırladık. Halkımızın
değerini de yeniden anladık. Tekrar
hep beraber olup bize destek oldular.
Sokaklara çıkıp bizi destekleyenler
mi dersiniz, koşarken elimize soğuk
muhteşem ıslak süngerler, çikolatalar,
sular ve elma dilimleri tutuşturanlar
mı?Bizi adeta duygulandıran engelli
kardeşlerimizi ve onların elini
bırakmadan koşuyu tamamlayan gizli
kahramanlarını da unutmamak gerek
tabii ki. Yarışa katılan veya destekleyen
herkes o kadar iyiydi ki, nefesimiz
kesilmişken bile bize umut ve destek
verip pes etmememizi sağladılar.
Sekiz kilometreyi hep
beraber bitirirken Ece’den “Dede,
Dedeee!” çığlıkları yükseldi. Başta
rastgele birine böyle bağırdı sanıp
korktum gerçekten ama sonra Ece gitti,
yolun kenarında birine sarıldı. Meğerse
gerçekten dedesini görmüş. Akşam
haberlerde “Dedesini maratonda
bulan gencin sevinci” başlıklı bir haber
gördüyseniz “Kimmiş ki bu kız?” deyip
uzaklarda aramayın, o da içimizden
biri: Ece. Ece’yi dedesinden ayırdıktan
sonra koşunun asıl zor kısımlarına
gelmiştik. Ayaklarımız ağrıyordu,
çok zorlanıyorduk ama dördümüz,
hep beraber aynı anda bitiricektik;
hiç birimizin arkada kalmasına
izin veremezdik. Aramızdan biri
durmaya kalkıştığı anda diğeri onu
koşturmak için elinden geleni yaptı
bu yüzden. Arkasından bile ittik, siz
düşünün artık. Her ne olursa olsun
bırakmazdık onu. Ayrıca koşmamızı
lazımdı ki, bizim kadar şanslı olmayan
Mardin ÇATOM’daki kız çocuklarına
bağışlanıcak olan 15 lirayı söke
söke alabilelim bize sponsor olmayı
kabul eden öğretmen ve öğrenci
arkadaşlarımızdan. Malum yolumuz
uzun olunca, biz de bir takım taktikler
geliştirdik hepimizi aynı anda
koşturmak için. Anlatılmayan dedikodu
kalmadı, en son artık kulüpler hakkında
konuşmaya başlamıştık ki yanımıza
bir çocuk geldi siz de MUN’dansınız
diye. Ne demişler, dünya küçük! Ortak
tanıdıklarımız da çıktı ve bu da bizi
birkaç kilometre oyaladı.
Sonra bir bakmışız ki
Eminönü’ne gelmişiz. Önce maraton
bitti sanıp sevindik ama sonra adamın
biri “Kızlar daha var, ışıklardan sonra
dönüceksiniz!” deyince hayallerimiz
yıkıldı. Koşmaya devam ettik. Aslında
zaman geçtikçe daha rahat koşmaya
başlamıştık, alışmıştık heralde
koşmaya. Şimdi tek derdimiz vardı, o
meşhur “finish” çizgisinden geçtikten
sonra nerde, ne yiyeceğimiz. Her
şeyi istiyorduk o haldeyken, sufleden
sushiye kadar her şeyi.Biz yemek
hayalleri kurarken, bir de baktık ki
Önce çizgi romancılar arasında bu
olay ardından büyük bir üzüntü
yaşanır. Morris ise 2001 yılında ona
katılır. Goscinny’nin olmadığı bu süre
zarfında Morris değişik senaryocularla
çalışır ama hiçbir zaman eski verimi
yakalayamadığını kendi de açıkça
belirtmiştir. Her ne kadar şu anda
aramızda olmasalar da yarattıkları
kahramanlar hiçbir zaman ölmeyecek,
her zaman aramızda yaşayacaklar.
Zafer Çizgisi
17 Kasım 2013. Sabah 5.30’da
kalktım, nasıl giyinip hazırlandım
hatırlamıyorum. Hava hala karanlıktı,
okulda bir Mr. Baker bir de ben vardım.
O nereye gitti o saatte bilmiyorum ama
ben insanlık için küçük kendim için
büyük bir adım atmaya çalışacaktım o
sabah. Benim gibi hayatı boyunca en
uzun spor deneyimi 3 hafta sürmüş
bir insan için az bir şey değil, tam 15
kilometre koşacaktım. Geçen sene okul
kapanmadan önce Ms. Shabdin ve Ms.
Washburn kız koşu takımı kuracaklarını
duyurdular, bizim de hoşumuza gitti.
Aklımıza ilk gelen şey de tabii ki “Koşup
iki üç kilo veririz işte ne güzel!” oldu.
Koşarız tabi ya, n’olucak, alışırız zaten
diye düşündük ama öyle olmadı.
İlk koşumuz o kadar zor gelmişti ki,
durmadan su içmek için duruyorduk.
“Ölüyorum, ay çok yoruldum!” diye
yakınıyor, durup durup yeniden
koşmaya çalışıyorduk. Hatta Ms.
Washburn bize aklımız dağılsın diye
hikayeler anlatıyor, olmadı elimizden
tutup yolu zorla bitirtiyordu.
Yaklaşık iki ay boyunca hem
çarşamba hem pazar koşularımız oldu,
çok yorulduk, bacaklarımız koptu
ama deyecekti her türlü zahmete.
Hepimiz bugün o 15 kilometre koşuyu
bitirecektik.
Erkenden, Taksim’den kalkan
Avrasya Maratonu otobüslerine bindik.
Türkü yabancısı, gençli yaşlısı demeden
yüzlerce insan sabah erkenden
kalkmış koşuya gelmişti. Koşunun
başlamasını beklerken, bir sürü
fotoğraf çektirdik o da yetmedi Boğaz
Köprü’sünü ve manzarayı çektik. Etraf
kalabalıklaştıkça eğlence artıyordu
adeta, pembe peruklu koşuculardan,
Köprü
Ocak 2014
Ece Toprak
mutlu sona 5 adım uzaklıktayız.
Çağımızın olmasa olmazı anı yaşarken
kaydetme alışkanlığımızdan da ödün
vermedik, çıkardık telefonumuzu
bitiş çizgisinden geçerken anımızı
ölümsüzleştirdik. İstediğimiz gibi aynı
anda adım attık hepimiz, yanyanaydık.
Amacımız da buydu zaten. Koşmak çok
bireysel bir iş olarak görülebilir, fakat
biz koşu günü çok önemli bir şeyin
kaybolmadığını gördük: dayanışma.
SPOR
39
Serena ve Diğerleri
İstanbul, Ted BNP Paribas WTA Championships İstanbul’a bu sene
üçüncü kez ev sahipliği yaptı. Kupayı yine Serena kaldırdı.
İstanbul, WTA (Women’s Tennis
Association)’nın sene sonu
şampiyonasına bu sene üçüncü kez ev
sahipliği yaptı. 22-27 Ekim tarihleri
arasında, Sinan Erdem Spor Salonu’nda
gerçekleşen turnuvanın resmi adı ise
Ted BNP Paribas WTA Championships
İstanbul.
Sene sonu şampiyonalarının formatı
diğer tenis turnuvalarından biraz daha
farklı. Normalde turnuvalarda eleme
yöntemi kullanılırken, bu şampiyonada
bir “lig” formatı görüyoruz. Şöyle ki
sene boyunca en çok puan toplayan
sekiz oyuncu bu turnuvaya katılmaya
hak kazanıyor. Kurada kırmızı ve beyaz
olmak üzere iki gruba ayrılıyorlar, her
dört oyuncu birbirleri ile maç yapıyor.
İki gruptan da kazanma oranı en yüksek
olan ikişer oyuncu sırasıyla yarı final ve
final oynuyor.
Son üç senedir bu sezon sonu
şampiyonası Türkiye’deki en büyük
tenis etkinliği ve en büyük spor
etkinliklerinden biri oldu. Geçen sene
finalde Serena Williams karşısında Maria
Sharapova’yı kortta hissedememiştik.
Serena 6-4, 6-3 silip süpürmüştü. Ondan
önceki sene ise Türkiye’de ekstra sevilen
Petra Kvitova, Serena ve Masha’nın
da yokluğundan faydalanıp şampiyon
olmuştu.
Oyuncuları inceleyecek olursak Maria
Sharapova’nın eksikliği dışında kadro
geçen senelere kıyasla çok da farklı değil.
Bu sene Wimbledon’da sakatlandıktan
sonra formunu bir türlü bulamayan ve
sağlık problemleriyle uğraşan Sharapova
kortlara hala dönemedi. Onun yerine
(Osman Tural’ın da altını çizdiği gibi) ilk
kez sene sonu şampiyonasında oynayan
Jelena Jankovic var. İstanbul’dan hemen
önce Pekin’de Serena Williams’a karşı
finalde kaybetmiş ve bu sene Toronto’da
Katarina Srebotnik ile çiftlerde kupayı
kaldırmıştı.
Serena Williams zaten malumunuz turda
o varken kimsenin pek sesi çıkamıyor.
Kadınlar tenisinde son yıllarda rekabet
olamamasının da en büyük sebebi
belki kendisi.
Formsuz olduğu
zamanlarda bile
iyi kötü sonuçlar
alabilen Serena
bu turnuvanın
da şüphesiz
en büyük
favorisiydi.
Hasta olduğuna
dair dedikodular
çıksa da finalde
ilk seti kaybetse
de iki grand
slam ve bir sene sonu şampiyonluğuyla
turu bitirmiş oldu. Sonuç olarak bir sene
daha Serena, Serena ve Serena ile geçti.
Her sene turu
biraz daha
domine ediyor
ve emekli
olana kadar
başkalarına
rahat yok.
Victoria
Azarenka ise
Avusturalya
Açık’tan
sonra hiç
değilse benim
beklediğimden daha kötü oynadı. Yine
de Fransa Açık’ta yarı final, Amerika
Açık’ta final görmüş hatta Serena’dan
bir set koparabilmiş bir oyuncudan
bahsediyoruz. Pekin, Doha ve Cincinnati
kupaları da çabası. Asıl ilginç olan
şey ise İstanbul’a gelince birden bire
kötülemesi. Sadece kötü oynamak değil
bu, bildiğiniz sakatmış gibi oynamak.
Hele Li Na ile oynadığı son maçta sürekli
sağlık molaları vererek, belini tutarak,
koşamadan oynaması kendisini seven
herkesi korkuttu. Ben ekran başında ha
sakatlandı ha sakatlanacak diye izledim
ve bir türlü maçtan çekilmeyip ısrarla
oynamaya devam etmesine de biraz
kızdım. Sonuçta sağlığı kazanma ihtimali
Ocak 2014
çok düşük olan bir maçı kazanmasından
daha önemli. Neyse ki şu ana kadar
sakat olduğuna dair resmi bir açıklama
gelmedi. Li Na da Serena ve Vika’nın
aksine İstanbul’da vitesi arttırdı, maç
kaybetmeden finale yükseldi. Finalde
de ilk seti Serena’dan sökebildi ki bu da
kendisinden beklenen en büyük başarı
idi. Seyirciden aldığı destek ise dikkat
muazzamdı.
Çiftler finalinde ise Hsieh Su-Wei, Shuai
Peng ikilisi Ekaterina Makarova ve Elena
Vesnina’yı iki sette mağlup etti. İki sette
bitmesine rağmen izlemesi keyifli,
çekişmeli bir maçtı. Yine bu maçta da
seyircilerin ilgisi ve desteği çok yüksekti.
Serena maçın başlarında rahatsızmış
gibi davransa da hiç değilse bizlere daha
çekişmeli bir maç izlettirmiş oldu. İki
oyuncu da takdir edilecek puanlar oynadı.
Özellikle Li Na sanki yiyip içmeyip defans
çalışmış gibi oynuyordu. Elinden geleni
yapsa da son sette “ölü” bir Serena’nın
bile formda bir Na Li’yi yendiğini gördük.
Sonuç olarak bir sene daha Serena,
Serena ve Serena ile geçti. Her sene turu
biraz daha domine ediyor ve emekli olana
kadar başkalarına rahat yok.
Köprü
Ayşegül Ersin
Organizasyon ise her zaman daha
iyi olabilir tabii ki ama izleyicilerin
ihtiyaçlarını karşılıyordu. Maçlardan önce
salonun dışında eğlenceli çeşitli oyunlar
ve aktiviteler vardı. Oyuncuların büyük bir
hayranı iseniz daima kortta antrenman
yaparken de izleyebilirsiniz tabi ki.
Onun dışında maçların başlamasında en
ufak bir gecikme olmadı. İyileşebilecek
kısımların listesi ise yemekle başlıyor.
Kantinler çok ufak ve yetersizdi. Günün
sonuna doğru yemekler bitiyordu. İmza
topları da fazla tuzluydu, Wimbledon’da
bile daha ucuzdu o toplar. Ve elbette her
zaman insan ister ki WTA’in tur finalleri
de ATP’ninki kadar “pro” olsun. Örneğin
oyuncular kendi oyunlarını 46 inç
ekranlarda emektar spor yorumcularıyla
analiz edebilsin. İşin tuzu biberi olarak
da bu sekiz oyuncuya değişik/komik
sorularla röportajlar yapılsın.
Her ne kadar gazetelerin spor
sayfalarının yüzde doksanı futbol olsa
da İstanbul’da da geniş bir tenis kitlesi
varmış, son iki senede bunu gördük.
16.410 izleyici Sinan Erdem’i doldurup
turnuva tarihinde rekor kırdı. Türk
seyircisi de dünyadaki diğer seyircileri
düşünecek olursak fena değil aslında.
Tabi basit hataları alkışlamak gibi bazı
ufak tefek hatalar var. Hiç değilse Uzak
Doğu seyircisi
gibi belli bir
oyuncuya saplanıp
kalmıyoruz ya da
bu sene Wimbledon
seyircisinin yaptığı
gibi kaçırılan
ilk servisleri
alkışlamıyoruz.
Gelişime açık bir
kitleyiz. Eğer olur
olmadık kişiler
konuşma yaparak
her etkinlikten
kendilerine pay çıkarmaya çalışmasalardı
şampiyonayı birkaç sene daha kanlı canlı
izlerdik. Hatta bu büyük ilgi sayesinde
her sene bile izleyebilirdik. Fakat artık
bayrağı Singapur’a teslim ettik bile,
önümüzdeki beş sene turnuva orada
gerçekleşecek.
Resimler için kaynak: http://www.
wtachampionships.com/
SPOR
ÇEVRE
40
150 Yıllık Spor Öncüsü
Robert Kolej yalnızca çeşitli spor faaliyetleri yapmakla kalmadı,
sporun Türkiye’ye açılmasında ve yayılmasında önemli bir rol oynadı.
Okulumuzun kurucusu Cyrus Hamlin
beden eğitiminin öğrencilerin
yetiştirilmesi hususunda ayrılmaz bir
parça olduğuna inanıyordu. Bu yüzden
de Robert Kolej’de 1863’ten itibaren
ciddi bir beden eğitimi programı varlığını
sürdürüyor. Bu yıllarda Osmanlı’da askeri
eğitim haricinde herhangi bir beden
eğitimi kavramının var olmayışı da
aslında bize böyle bir anlayışın ne kadar
yenilikçi olduğunu gösteriyor.
Süregelen beden eğitimi derslerine ilave
olarak 1897’de Spor Bayramı(Field Day)
geleneği başladı. İlk yıllardan itibaren
organizasyonlara bakıldığında, çok sayıda
spor dalını kapsayan bu etkinliğin ne
kadar kapsamlı olduğu da görülebilir.
Spor Bayramı geleneğinin başlamasıyla
beraber ilk Robert Kolej Spor Kulübü
de kuruldu. 1898 yılında da her yıl
yinelenecek Spor Bayramı yarışmaları
başladı. O yıllarda Spor Bayramı’nda bir
gelenek vardı: Her yıl, öğrencilerin spor
alanında başarılı olanlarının arasından
Spor Bayramı kral ve kraliçesi seçilirdi.
Seçilen bu kişiler yarışmalarda dereceye
giren öğrencilere madalyalarını verir ve
onları ödüllendirirdi.
Robert Kolej’de sporla ilgili gelişmelere
1904’te bir yenisi eklendi: Türkiye’nin
ilk spor salonu olan Dodge Gymnasium
açıldı. Bu spor salonunda Türkiye’de
bir ilke imza atıldı. 1907 senesinde
Türkiye’deki ilk basketbol karşılaşması
burada düzenlendi. Futboldan sonra Türk
halkının en çok takip ettiği bu sporun
Türkiye’deki başlangıcı Robert Kolej
sayesinde oldu. Aynı spor salonu 1929
yılında Dolmabahçe Stadı açılıncaya
kadar Türkiye’deki bütün önemli spor
etkinliklerine ev sahipliği yaptı. Böylece
Robert Kolej’in sporun kalbi olma
özelliği giderek arttı. Bu özellik okulun
ik mezununun 1912 Olimpiyatları’na
katılmasıyla bir kat daha arttı.1920’lere
gelindiğinde artık futboldan okçuluğa,
çim hokeyinden basketbola birçok
farklı sporun takımları vardı. Takımlar
dışında öğrenciler de kendi aralarında
boş vakitlerinde bu sporları yapıyorlardı.
Türkiye’de spor artık iyice insanların
gündelik yaşamlarının bir parçası olmaya
başlamıştı.
Bu kronolojik süreci anlattıktansonra
yazımı bitirmeden önce okulumuzdan
mezun olmuş iki önemli spor adamını
anmak istedim. Biri olimpiyatlara katılıp
birçok başarıya imza atmış, diğeri ise
kendine has kişiliği ile birçok kişiye
basketbolu sevdirmiş biri. Bahsettiğim ilk
isim Michális Dórizas (okul kayıtlarında
Michael Dorizas diye geçiyor), diğeri ise
çoğu okurumuzun tahmin ettiği üzere
Kaan Kural’dan başkası değil.
Michalis Dorizas, 8 Nisan 1886 tarihinde
İstanbul’da doğmuş Yunan asıllı başarılı
bir sporcuydu. Başlıca başarıları arasında
1906 Yaz Olimpiyatları’nda gülle ve
cirit atma branşlarında kazandığı bronz
madalyalar ile 1908 Olimpiyatları’nda
cirit atma branşında kazandığı gümüş
madalya var. Kendisi okulun ciddi beden
eğitimi programının verdiği önemli-tabiri
caizse-meyvelerden biriydi.
Kaan Kural, belki de en çok “Noel
Baba gülüşü” ile tanınan biri. Gerek
NBA maçlarını, gerek de milli maçları
anlatırken çok şık bir hareket ya da sert
bir smaç denk geldiğinde eşi benzeri
bulunmaz gülüşüyle heyecanını ifade
eden bu spor adamı, belki sadece
benim için değil, birçok sporsever için
basketbolu sevme nedenlerinden biri
olmuştur. Kendi adıma konuşmak
gerekirse, ben basketbola bu derece aşık
Zeynep Şiir
Bilici
bir insanla aynı okuldan mezun olacağım
için gurur duyuyorum. Zira kendisi
maçları sadece anlatmakla kalmayıp
bir maça renk katmayı da başarabiliyor.
Tesadüf eseri başladığı bu kariyer sadece
kendisinin değil, birçok sporseverin
de hayatlarını değiştirmiş ve kendisini
vazgeçilmez bir basketbol yorumcusu
yapmıştır. (Abarttığımı düşünen
okurlara vakitleri olduğunda NBA Stüdyo
programını ve anlattığı maçlardan
birkaçını izlemelerini tavsiye ederim.)
Robert Kolej Türkiye’de spor tarihi adına
birçok ilkin altına imzasını arttı: ilk spor
salonu açılışı, birçok spor karşılaşmasının
ilk kez yapılması, vb. Bu ilkler yalnızca
geçmişte değil üstelik; daha bu sene,
çok değil, birkaç hafta önce Türkiye’de
bayan takımları arasında ilk defa resmi
“flag football” maçı oldu. Bu maçtaki
takımlardan biri de Robert Kolej’in
takımıydı. Bizler de, spor alanında birçok
yeniliğe imza atmış ve sporun Türkiye’ye
yayılmasına önayak olmuş bir okulun
öğrencileri olarak şüphesiz spor alanında
birçok başarılara ve belki de daha birçok
ilke imza atacağız.
iPhone’lu Süper Kahramanlar
“Dünyayı kurtarmak”; günümüzde
“çöpleri ayrıştırmak”, “suları
kirletmemek”, “kaynakları boşa
harcamamak” gibi kavramlarla eş
anlamlı. Hepimizin çocukluk rüyası
bu kadar yakınımıza gelince, topluma
olanlar oldu. Herkes bir ‘süper kahraman’
kesildi başımıza. Kime sorsanız ‘dünyayı
kurtarıyor’. Gazeteler, dergiler, hatta
ders kitapları avaz avaz bağırıyor: “Ölen
gezegeninizi kurtarın!” Hiç kimse de çıkıp
“Yok kardeşim, kurtarmıyorum!” demeye
cesaret edemiyor. Ne de olsa onca süper
kahramanın arasında Dr. Doom ilan edilip
linç edilme ihtimali var. Ama buraya
kadar! Bu dünya onca süper kahramana
dar arkadaş!
Korumuyorum!
Eğer siz de o süper kahramanlardan
biri değilseniz, az önceki satırdan
sonra bu yazıyı okumayı kesmeyen
kitleden olmanız normal. Eğer o süper
kahramanlardan biri olduğunuz halde
bu yazıyı okumaya devam ediyorsanız,
işte o zaman bu yazı hedefine ulaşıyor
demektir!
Öyle Gümüş Sörfçü edalarında gezmekle
gezegen kurtarılmaz arkadaş. Eğer
bitirdiğiniz su şişesini illa ki geri
dönüşüme attığınız halde, cebinizde son
model iPhone’la geziyorsanız, sizin süper
kahramanlık, süper Pinokyo’luk olup
çıkmış bile, haberiniz yok! Elbette kişisel
harcamalarımızın kontrol edilmesi dünya
açısından önemli ancak sadece iki günde
bir pet şişe dönüştürmekle, bir musluğu
iki dakika daha az açık tutarak bir yere
varmak gerçekten zor. Gelin birlikte
büyük resme bakalım:
Köprü
Greenpeace’in yayınladığı son
rapora göre, Apple dünyayı en çok
kirleten firmalar arasında yer alıyor.
Greenpeace’in 2011 yılında yayımlanan
ve salınan karbon miktarına göre
hazırlanan “How Dirty Is Your Data”
raporuna göre Apple %6.7 temiz enerji
indeksiyle teknolojik firmaların içinde
çevreye en çok zarar vereni olmuş. Şu
yazıyı okuyorsanız, büyük ihtimalle
cebinizdeki iPhone’u düşünüyorsunuz.
Zira yazarken ben de hemen yanı
başımda duran ve bana soğuk gözlerle
bakan iPhone’umu düşünüyorum.
Birçoğumuz, o iPhone’u satın alırken
bu durumdan haberdar değildik.
Ancak artık öyleyiz. Hepimizin elinde
bir şeyleri değiştirme fırsatı var. Hâlâ
dünya için yapabileceğimiz kayda değer
Ocak 2014
Pınar
Tercanlıoğlu
şeyler varken lütfen yapalım. Dünyanın
daha fazla süper kahramana değil,
daha az kirletilmeye ihtiyacı var. Yanlış
anlaşılmasın, ben de hepinizle aynı
dünyada yaşıyorum ve tabii “Gidin o
iPhone’u bahçeye gömün.” demiyorum
ancak belki de her yeni çıkan modeli
almayıp, ihtiyacınız oldukça telefonunuzu
yenilemeye çalışarak, yıllarca şişe
dönüştürerek sağlayacağınız yararın
fazlasını sağlayabilirsiniz. Farkında olun,
yalnızca göstermelik yararlarla süper
kahraman olamazsınız. Ancak büyük
resme bakarak o çocukluk hayallerinizi
gerçekleştirebilirsiniz!
ÇEVRE
HABERLER
Su Mataraları
Bu yaz sonu Robert’e geldiğimizde, herhalde okulumuzda yapılan en
büyük değişiklik su sebillerindeydi. Eskinin ‘sözde’ su sebilleri gitmiş,
yerine daha teknolojik ve daha kullanışlı su sebilleri gelmişti. Peki,
okulda birden ‘su matarası çılgınlığı’ başlatan ve kantindeki plastik
şişede satılan su şişelerine düşman olan bu sebiller, gerçekten sağlıklı
mı ve eskisine göre ne gibi faydalar getirdi?
İşte bu soru benim kafamı oldukça
kurcalıyordu; tamam her gün su
dolduruyorum matarama, lıkır lıkır
içiyorum da, acaba bu içtiğim su sağlıklı
mı, nerden ve hangi koşullar altında
geliyordu? Okul, bu gelen suyu ayrıyeten
arıtıyor muydu, nerede depolanıyordu
bunca su? Bu sistemin eskisine göre
artıları neler? İşte kafamda bu sorularla
çaldım Nejat Bey’in kapısını, sordum tüm
merak edilenleri.
İlk olarak suyun nereden ve hangi
koşullarda geldiğini sordum. Su İSKİ’den
geliyor, yani temiz şebeke suyu. “İSKİ
temiz olmayan su vermez zaten”, diye
ekliyor Nejat Bey. Şebeke suyu Gould
binasındaki 2 tonluk kapasitesi olan
depoda toplanıyor ve ‘çapraz filtrasyon’
denen arıtma sisteminden geçiriliyor. Bu
sistem, su arıtmasında en çok kullanılan
ve en iyi sonuç verenlerden. Gould
binasında su iyice arıtıldıktan sonra,
okulumuzdaki tüm sebillere dağıtılıyor.
Dağıtılan su son bir kez sebillerdeki
filtrelerden geçiyor. Bu son aşamada su;
koku ve tat bakımından son haline gelip
mataralarımızı dolduruyor.
Uzun lafın kısası, su mataralarımızı
doldurmadan önce bir hayli işlemden
geçiyor ve olabileceği en sağlıklı şekle
ulaşmış oluyor. Sağlık konusunda hiçbir
şüpheniz olmasın; temiz gelen su, daha
da temiz olarak çıkıyor sebillerden. E
o zamanda bize ne kalıyor, gidip bir
Robert Kolej matarası alıp, suları lıkır lıkır
içmek. Peki sağlığı konusunda hemfikir
olduğumuz bu su, günlük hayatta ne gibi
değişiklikler getiriyor? İşte size sağlık
dışında, 10 sebep daha:
Bir matara satın alıp, sebillerdeki
suyu kullanmaya başlamakla
birlikte,
1. Bir matarayı uzun süre
kullanıp, alacağınız olası ve daha sonra
çevreyi kirletecek olan pet şişeleri
engellemiş,
2. 15 günlük su paranı mataraya
yatırıp, uzun vadede bir hayli kazanç
sağlamış,
3. Çevreci olayım derken kendi
sağlığından olmamış, (bkz: pet şişeye su
doldurup, tekrar tekrar kullanmak)
4. Feyyaz Berker’de olsan
bile güzel suya ulaşmak için kantine
gitmemiş,
41
Simay
Yazıcıoğlu
5. Su içeyim derken kafanız,
gözünüz sırılsıklam olmamış,
6. Şişenin ağzını sebilden çıkan
suya isabet ettireyim derken bin bir şekle
girmemiş,
7. Robert Kolej su mataralarını
kullanan arkadaşlarının yanında yeni
trende uymamakla suçlanıp dışlanmamış,
8. Otomatik olarak doldurulması
çok pratik ve hızlı olduğundan, zaman
kaybına uğramamış,
9. Hatta mataranız dolarken
telefonunuza gelen mesajları kontrol
etmeye zaman bile ayırmış,
10. Ve en önemlisi sağlıklı ve temiz su
içmiş
OLACAKSINIZ. SİZCE DE ÇOK
KULLANIŞLI DEĞİL Mİ?
Robert ve Burçlar
“Bana yeri söyle, sana burcunu söyleyeyim...”
Forum: Hava güzel olduğunda çoğu
öğrencinin kendini bulduğu, teneffüslerin
uğrak mekanı olan Forum; zaman zaman
da güzel havada yapılan söyleşilerin
ve sunumların yeridir. Teneffüslerde
öğrencilerin oturup sohbet ettiği bu yer
yüksek enerjisiyle dikkat çekmektedir.
Girişkenlik özelliğini taşıyan Forum,
canlılığı ve okuldaki diğer yerlerle
kıyaslandığında kendini öne çıkarmasıyla
Koç burcunun özelliklerini taşır.
Sage Binası / Kız Yurdu: Yaklaşık
seksen kıza yuva olan, Sage Binası,
“kız” kimliğine sahiptir. Güzelliğine
düşkün, temiz, romantik, zerafetli
ve aynı zamanda da alıngan olabilen
kızların bulunduğu yer, bu kadar çok
kızın bir arada huzurlu bir şekilde
yaşayabilmesiyle de uyumlu olmasını
ortaya koyar. Terazi burcunun özelliklerini
yansıtan kız yurdu, temiz ve bakımlı
olmasıyla da dikkat çeker.
Cep: Öğrencilerin boş derslerini ve
teneffüslerini geçirdikleri “Cep”, rahat
ve modern bir ortama sahiptir. Günün
her saatinde orada uyuyan, sohbet
eden ve bilgisayarla uğraşan öğrencileri
görmek mümkündür. Güzelliğe düşkün,
tembel ve cana yakın Boğa burcunun
özelliklerini taşıyan Cep, arkadaşlarınızla
okul zamanında ve sonrasında vakit
geçirebileceğiniz bir yerdir.
Feyyaz Berker Binası: Öğrencilerin fen
bilimleri için gittikleri bu bina, düzenli
bilimsel çalışmalara tanıklık eder. İstekli
ve planlı bir şekilde yapılan çalışmaları,
azimli ve kararlı bilim tutkunu öğrencileri
barındıran binaya gitmek, fen derslerini
sevmeyenler açısından ise çok zorludur.
Disiplinli, azimli, inatçı ama sevmeyenler
için de bir o kadar sert görünen bu bina
Oğlak burcuyla benzerlik gösterir.
Marble Hall: CIP Ofisi’ni, okul
müdürlerinin ofislerini, Ms.
Halıcıoğlu’nun ofisini, Lise Ofisi’ni ve
Faculty Parlor’ı bulunduran Gould Hall’un
giriş katıdır. Öğrencilerin gün içerisinde
çok sık yolunun düştüğü kampüsün
merkezindeki binanın bu katı, okul
yönetimiyle ve öğrenci işleriyle ilgilenir.
İçinde çalışan insanların yönetimde
bulunmasıyla liderlik ve otoriterlik,
öğrenci işleriyle ve topluma hizmet
projeleriyle ilgilenilmesiyle de fedakarlık
Ocak 2014
ve organizatörlük özelliklerini kazanır.
Aslan burcuyla aynı karakter özelliklerine
sahip olan Marble Hall, okulun
merkezindedir.
Kütüphane: Kütüphaneye adım
attığınız anda kendinizi eski kitap
kokularının arasında bulursunuz.
Yaprakları sararmış, yıllanmış kitaplar ise
oradaki raflara dizilmiş sizi bekliyorlardır
adeta. Çalışmak, okumak ve kafa
dinlemek için en elverişli yer olan
kütüphane; sırdaş, çalışkan ve kararlı
Akrep burcunun özelliklerini yansıtır.
Bingham Binası / Erkek Yurdu:
Bingham Binası’nda, her yıl birçok
erkeğin kaldığı erkek yurdu, zeki,
özgürlüğüne ve spora düşkün, eğlenceli
erkek öğrencilere; ama bir o kadar da
gürültülü bir ortama sahiptir. Aynı
zamanda sabırsız ama işbilir olmasıyla
da Yay burcunun özellikleriyle paralellik
gösteren Erkek Yurdu, “Bingham
Force”undan da anlayabildiğimiz yüksek
arkadaşlık bağları ve neşesiyle de kendini
göstermektedir.
Woods Binası: Öğrencilerin hazırlık
senelerinin büyük bir kısmına ev sahipliği
Köprü
Ceren Tezcan
Melisa Yaylalı
yapmış olan Woods, “Prep Binası” olarak
da anılır. Üst katında bulunan boğaz
manzaralı sınıfları, ikinci kattaki dolapları
ve en alt kattaki kantini ile okulun
vazgeçilmez yerlerindendir. Woods
Binası; idealist, hayalperest ve bağımsız
olan Kova burcunun özelliklerini taşır
Plato: Gün içinde çok uğranmasa
da, her gidildiğinde manzarasına bir
kez daha hayran olduğumuz Plato,
doğrudan Boğaz’a bakmaktadır.
Romantik, sanatsal, duygusal ve “Burada
şair olunur.” dedirten manzarasıyla
dikkat çeken, ama aynı zamanda
okulun yoğun temposundan kendini
soyutlamış ve uzaklaştırmış konumuyla
HABERLER
42
da çok gidilemeyen Plato, Balık burcunu
yansıtmaktadır. Belirsiz ve zor keşfedilen,
ama derin duyguları ve romantizmi
taşıyan Balık burcu özelliklerini Plato’ya
vermiştir.
Suna Kıraç Tiyatrosu: Tiyatroların ve
konserlerin sergilendiği sahne, insanları
olmadıkları karakterlere bürümektedir.
Konuşkan, değişken ve havai atmosferi
olan bu tiyatro; aynı zamanda sahne önü
ve arkası olarak insanları çift karakterli de
yapmıştır. Değişken, şaşırtıcı, konuşkan
ve çift karakterli İkizler burcunun
özelliklerini taşıyan tiyatroda, aynı anda
meleği ve şeytanı bulabilirsiniz.
Sağlık Merkezi: Sage Binası’nın en
alt katında bulunan Sağlık Merkezi;
beyaz duvarları, steril ortamı ve cana
yakın personeliyle her zaman bizi
karşılamaya hazırdır. Hasta olduğumuzda
ve kendimizi iyi hissetmediğimizde
bize ev ortamı sunar, kucak açar.
Merhametli, hassas, anaç ve becerikli
Yengeç burcunun özelliklerinin yanı sıra
aşırı titiz ve cana yakın Başak burcunun
özelliklerini de taşır Sağlık Merkezi.
Lise Live Yarınmış
Her sene olduğu gibi bu sene de çok konuşulan, dönemin ilk Lise
Live’ı çok renkliydi. Peki Lise Live nasıl geçti ve etkinlikte neler
yaşandı?
Hepimizin yakından takip ettiği
okul etkinliklerinin başında gelir
Lise Live. Benim için de hem
hazırlık yılında katıldığım ilk Robert
Kolej etkinliği olması hem de her
katıldığımda en çok eğlendiğim,
bende en çok anı bırakan etkinlik
olması nedeniyle yeri çok özeldir. Son
olarak yirmi sekizincisi düzenlenen
bu renkli etkinlikte yaşananları
isterseniz kısaca hatırlayalım.
Tartışmasız bu seneki Lise Live’ın en
çok alkış alan performanslarından
biri L10 öğrencilerinden oluşan
grubun şu sıralar çok popüler olan
Tandır Boys- Mükemmel şarkısını
seslendirmeleriydi. Gitar solo eşliğinde
söylenen Cem Adrian parçası, Thrift
Shop ile yapılan dans, kulakların pasını
silen düetler, herkesin beğeniyle
izlediği ve artık her Lise Live’da görmeyi
beklediğimiz eğlenceli skeç ve daha bir
sürü başarılı performans da hepimize
kolay kolay unutamayacağımız,
keyifli bir akşam yaşattı. Herkesin
kulaklarında ve zihninde iz bırakan
bu performansların hepsi günlerce
konuşuldu.
Bu seneki ilk Lise Live’ın en güzel
yönlerinden biri geçmiştekilerden
daha farklı olarak skeç ve dansların
da en az müzikler kadar ön planda
olmasıydı. Ayrıca şarkı söylenen
performanslarda söylenen şarkı
eşliğinde yapılan danslar ve sahnedeki
küçük diyaloglar da her zamanki gibi
samimi bir ortam oluşmasını sağladı.
Söylenen şarkılar bizlere hitap eden,
özenle seçilmiş şarkılardı. Bu etkinliğin
en beğenilen yanlarından biri şüphesiz
sadece tek bir müzik türüne bağlı
kalmadan türkü, pop, metal gibi
müzik çeşitlerini sunması ve böylece
hem farklı kesimlere hitap edebilmesi
hem de bizlere farklı müzik türlerini
tanıtabilmesidir.
Lise Live, herkesin birlikte güldüğü,
eğlendiği, bazı şarkılarla duygulandığı,
sevdiği insanlarla beraber zaman
geçirdiği ve son kez sahne alan
mezunların en güzel şekilde
uğurlandığı etkinliktir. Lise Live’ın en
güzel yanlarından biri öğrencilerin
yeteneklerini sergileyebilecekleri bir
etkinlik olmasıdır. Sahnedeki kişiler
kendilerini bu sayede özgürce ifade
edebilirler ve okul hayatlarında
yaşadıklarına bir anı daha ekleyebilirler.
Ezgi Ergin
“Mezun olmadan Lise Live’a çıkabilmeyi
çok isterim.” cümlesini mutlaka
birilerinden duymuşsunuzdur. Okuldaki
çoğu insanın yeteneklerini bizler de bu
etkinlikle keşfediyoruz. Daha önce şarkı
söylerken hiç duymadığımız bir insanın
sesi büyülüyor bizi bazen, tiyatroya
olan yeteneğiyle tanıdığımız birini bir
anda sahnede dans ederken buluyoruz.
Bu Lise Live’ın ardından o akşamla
ilgili en çok duyduğum cümle “Bu, şu
ana kadarki en iyi Lise Live’dı.” oldu
ve ben de bu fikri paylaşıyorum. Mr
Welch’in tören konuşmasında da
söylediği gibi “Lise Live her geçen yıl
daha da eğlenceli ve başarılı oluyor.”
Ben de ikinci dönemde gerçekleşecek
olan Lise Live’ı merakla ve heyecanla
bekliyorum.
Robert Kolejlilerden İtiraflar
Hepimizin ara sıra yapıp itiraf
etmeye utandığı şeyler vardır. Bu
itiraflar hem özel hayatımızda
hem de okul hayatımızdan olur. Bu
yazıda arkadaşlarımızın, okudukça
kendinizden bir parça bulabileceğiniz,
samimi itirafları var:
“Hiç çalışmadım deyip 3-4 saat
çalıştığım çok sınav oluyor.”
“ Sınıf arkadaşlarım benden daha
yüksek not almasın diye onlara yanlış
cevapları söylediğim oluyor.”
“ Sınıf arkadaşlarım soru sorduğunda
bazen konuyu iyi bilmeme rağmen
sırf üşengeçlikten bilmiyorum deyip,
anlatmıyorum.”
“ Kıyafet Yönetmeliği’nin (Dress Code)
dışına çıktığım zamanlarda Marble
Hall’dan geçmeyip yolumu uzatıyorum.”
“Sınıf arkadaşlarım benden daha
yüksek notlar aldığında sinir oluyorum.”
“İnsanlar arada kitabımı kaybettiği için
“Kitabın var mı?” dediklerinde “Hayır,
yanımda değil.” dediğim oluyor.”
“ Kıyafet Yönetmeliği’nin (Dress Code)
dışına çıktığımda Mrs. Halıcıoğlu
bulunduğum yerden geçerken
insanlara sarılıp Mrs.Halıcıoğlu geçene
kadar bırakmıyorum.”
“ Sınıfın çoğunluğu olarak gıcık
olduğumuz çocuğa ödevleri yanlış
söyledik. 60’a kadar okumamız
gerekirken ona 120’ye kadar okumamız
gerektiğini söyledik.”
“Beden dersinde bit kapmamak
için insanlara fazladan tokam olsa
bile vermiyorum. “
“ Hocalarımın beni sevip sevmemesine
çok önem veriyorum. Sırf beni sevsinler
diye her gördüğümde selam verip
konuşuyorum ya da ders çıkışı kalıp
hocalarımla sohbet ediyorum.”
“Fitness Odası’ndaki erkekleri
izleyebilmek için banklara oturup
Köprü
ders çalışıp aynı anda onları izlediğim
oluyor.”
“Arkadaşlarım herhangi bir sınavdan
kötü bir sonuç aldığında “Kafana
takma, diğer sınava daha çok çalışırsın.”
deyip kendim kötü not aldığım
zaman herkesten daha çok kafaya
takıp başkalarına dediklerimi kendim
uygulayamıyorum.”
“ Kantine teneffüslerde bir şeyler
yemek veya içmek için değil,
arkadaşlarımla sohbet edebilmek için
gidiyorum.”
“ Mrs.Halıcıoğlu beni odasına bir
durum için çağırdığında eteğimi
değiştirip gittiğim oluyor.”
“ Asansöre binip herhangi bir hocayla
karşılaştığımda “Ben prepim kusura
bakmayın, bilmiyorum.” dedim.”
“Yemek sırasında kaç kere sıranın
sonuna gitmek yerine sıraya kaynak
yaptığımı hesaplayamıyorum.”
Ocak 2014
İdil Kara
“ Kısa etek veya tayt giydiğim
zamanlar Mrs. Halıcıoğlu kantinden
geçerken hemen bir yere oturup dikkat
çekmemeye çalışıyorum.”
“Sırf erkeklerin okul sonrası
antrenmanlarını izlemek için platoya
‘manzara izlemeye’ gidiyorum.”
“ Yemekhane veya tiyatro gibi alanlarda
kimin içeride olduğunu anlamak için
dışarıdaki çantaları inceliyorum.”
“Yıllığı almamdaki amaçlarımdan birisi
insanları teker teker incelemek.”
“ Üst dönemde beğendiğim insanları
izleyebilmek için törene erkenden gidip
fuayade takılıyorum.”
KARİKATÜR
43
İbrahim Furkan Özcan
n
a
Ocak 2014
Köprü
Editörler
Yunus Emre Erdölen
Derin Arduman
Defne Aksoy
44
Editör Yardımcıları
Ayşenaz Toptaş
Eda Özkök
Elif Ece Acar
Mert Düşünceli
Lal Tüzman
Tasarım Editörü
Sinan Hiçdönmez
Kapak
Eda Özkök
Yazarlar
Eylül Buse Küçük
Ezgi Okutan
Hazal Cansu Odabaşı
Yağmuray Sarı
Elif Ece Acar
İrem Akçal
Defne Aksoy
Zeynep Can Aksoy
Derin Arduman
Tayis Arslan
Elize Aslan
Baha Aydın
Ali Yağız Ayla
Sanem Dolun Ay
Greti Barokas
Cansu Bayraktar
Zeynep Şiir Bilici
Dilara Çankaya
Vera Can
Kenan Sarp Çelikel
Damla Cinoğlu
Mehmet Fatih Çulhalık
Başak Dağlıoğlu
İrem Dalfiliz
Mert Ali Düşünceli
Beril Erdoğdu
Rojin İdil Erdoğdu
Pınarnaz Eren
Ezgi Ergin
Gizem Ergün
Ayşegül Ersin
Alara Gebeş
Selin Öykü Gergeri
Polen Eylem Güzelocak
Damla Ilıca
Eren Kafadar
Şule Kahraman
İdil Kara
Lal Kazdal
Saffet Gülbabil Kökver
Ezgi Su Korkmaz
Su Mevsim Küçükakyüz
Naz Duru Mola
Aslı Doğa Munzur
Melisa Oğuz
Ayse Leyla Ok
İpek Özbodur
Elif Burcu Özçelik
İbrahim Furkan Özcan
Melisa Dilan Özdemir
Eda Özkök
Semiha Hazal Özkan
Sera Pekel
Eymen Pınar
Deniz Şahintürk
Leman Burçe Şahbenderoğlu
Esra Sezer
Rüzgar Sönmez
İdil Naz Tandoğan
Gizem Taşkın
Yasemin Tekgürler
Pınar Tercanlıoğlu
Ceren Tezcan
Sebahattin Orhun Tezel
Ece Selin Timur
Ayşenaz Toptaş
Ece Toprak
Eylül Su Tuğcu
Gizem Tulunay
İrem Turgut
Özlem Lal Tüzman
HABERLER
Mehmet Ufuk Yanmaz
Melisa Selin Yaylalı
Simay Yazıcıoğlu
Fatma Nur Yokuş
Nazlı Yurdakul
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Serya Kayapınar
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel, Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yönetim
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No. 87
Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359 22 22
Sorumlu Müdür
Güler Kamer
Öğretmen Bulmacası
İrem Turgut
Elif Özçelik
Soldan Sağa
2. Costa Rica’da bir master dersi aldı
ve “Pura vida” (pure life) denilince
insanların nasıl gülümsediğini gördü.
6. Apis mellifera böceğini çok sever.
7. Yemeksepeti.com bağımlısıdır.
10. Turuncudan nefret eder.
11. Lisedeyken en sevdiği ve en başarılı
olduğu ders matematikti.
12. Pembe delisi
14. Bahamalar’da köpekbalıklarıyla
yüzmüştür.
15. Köri yemeği çok sever.
Yukarıdan Aşağıya
1. Palyaço korkusu vardır.
3. Timsahlardan korkar.
4. 500’den fazla bluzu vardır.
5. Kendini methedenlerden ve
palavracılardan nefret eder.
8. Hayatında hiç hamburger yememiştir.
9. Morgda çalışmıştır.
13. Yazın geceyarısından sonra ‘Deve gücü
tazı hızı’ şurubunu kocaman bir kazan-ı
kadim’de Moda’daki evinin terasında
hazırlar, havanın açık ve gökyüzünün
bulutsuz, hava basıncı ve sıcaklığın
mevsim normallerinde olması lazım
– tarifi ve gereken otları motları, bir
malum Galya köyünün büyücüsü büyük
Köprü
büyük büyük ( ve de galiba büyük büyük)
dedesine vermiş. Bu zat, o tarihlerde
kendi Türk boyunun iksir ataşesiymiş ve
dere tepe dolaşırmış görev itibariyla.
Kendisini bildi bileli ailesinde vardır bu
tarif, nesilden nesle törenle geçer. Şimdi
onda!
Cevaplar:
Soldan Sağa
2. Mrs. Almas
6. Mr. Arey
7. Mr. Pinto
10.Mr. Hoovler
Ocak 2014
11. Aydemir Doğan
12. Aslı Temel
14. Mr. Carter
15. Mr. Butterworth
Yukarıdan Aşağıya
1. Ms. Kelly
3. Ms. Shabdin
4. Mr. Welch
5. Ms. Schaefer
8. Sengül Özdemir
9. Mr. Jones
13. Sibel Sebüktekin

Benzer belgeler

Köprü Aralık 2014

Köprü Aralık 2014 Dünyanın en mutlu insanıyım ben; öğretmenlik var, yatakhanede çalışıyorum. Anlatılacak gibi değil gerçekten, çok müthiş bir hoşluk var, sevinç var. Tabii heyecan, tedirginlik, korku da var mutlaka ...

Detaylı

Köprü Ekim 2015 - Robert College

Köprü Ekim 2015 - Robert College eklersen yirmi bir yıl. Robert Koleji’nde böyle bir rekorum var. Tabi 1985’te evlendikten sonra eşim Serap Hanım ile -oğlum burada doğdu, kızım burada - oğlumla, kızımla birlikte 2002 yılına kadar ...

Detaylı

Köprü Kasım 2012

Köprü Kasım 2012 sorgulayan, araştıran her an gelişen insanlar okulumuzdan yetişmiştir. 150 yıllık parlak ve köklü geçmişi ile Robert Kolej, Türkiye’ye ve dünyaya katkısı büyük olacak insanları alçakgönüllülükle ya...

Detaylı

Köprü Mayıs 2013

Köprü Mayıs 2013 biri doktordu yanlış hatırlamıyorsam. İki onlar, iki biz, bir de Aydın Bey toplam beş kişi birlikte çalışmaya başladık. Tabii benim için okul yeni, yatılı hayatı yeni. Gerçi yurtta kaldığım için ya...

Detaylı