Küresel Kriz - Beykent Üniversitesi
Transkript
Küresel Kriz - Beykent Üniversitesi
KÜRESEL EKONOMİK KRİZ ve TÜRKİYE Küresel Finansal Kriz, Küresel Resesyon, İleriki Yıllarda Muhtemel Gelişmeler ve Krizin Türkiye Ekonomisine Etkileri Prof. Dr. Mükerrem Hiç Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi İstanbul – 2009 Beykent Üniversitesi Yayınevi Cumhuriyet Mah. Şimşek Sok. No:1, Beykent Siteleri, Büyükçekmece 34500 İstanbul Tel : (0212) 444 1997 Faks: (0212) 867 55 66 www.beykent.edu.tr Beykent Üniversitesi Adına Sahibi Vekil Rektör Prof. Dr. Ahmet Yüksel Yazar: Prof. Dr. Mükerrem Hiç İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü “KÜRESEL EKONOMİK KRİZ ve TÜRKİYE” 1. Baskı, Haziran 2009 Beykent Üniversitesi Yayınları, No.62 Grafik Tasarım: İbrahim Sevildi Baskı: Mega Basım ISBN No: 978-975-6319-02-4 Sertifika No: 0208-34-010320 Kitabın bazı bölümleri veya tamamı Beykent Üniversitesi ve yazarların yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde çoğaltılamaz. Copyright © 2009 ÖNSÖZ Eylül 2008’den bu yana ABD’de başlayan finansal kriz kısa sürede küresel finansal krize ve küresel resesyona (büyüme hızının düşmesi, işsizliğin artması) dönüşmüştür. Kriz gerçi depresyon’a (büyümenin çok uzun süre eksi olması, işsizliğin çok büyük ölçülere varması) dönüşmemiştir; fakat uzun yıllardan beri karşılaşılmış olan en büyük boyutlara ulaşmıştır. Finansal kriz ve resesyon ABD, Avrupa, Japonya ve diğer gelişmiş ülkeler yanında, gelişen ülkeleri, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu orta gelir düzeyli ülkeleri ve aralarında BRIC’lerin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) yer aldığı “yükselen piyasaları” (emerging markets) da etkisi altına almıştır. Gerek küresel finansal kriz ve resesyon hakkında gerek krizin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri hakkında ilmî ve meslekî dergilerde yayınlanmış makaleler ise henüz yeterli seviyede değildir. Bu kitabımızın 1. kısmında küresel finansal kriz, küresel resesyon ve ileriki yıllarda dünya ekonomisindeki muhtemel gelişmeler ayrıntılarıyla ele alınmaktadır. Krizin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri kitabımızın 2. kısmında ele alınmıştır. Bu konularda ABD ve Avrupa’da dahi ilmî makale sayısı mahdut olduğu, ilmî makalelerde her gün değişen gelişen olayları izlemek esasen pek mümkün olmadığı için bu incelememizde, bir çok hallerde yabancı dergiler ve meslekî gazetelerde çıkan haber ve yorumlara atıf yapılmıştır. Hatta Joseph Stiglitz, Paul Krugman, Ken Rogoff gibi tanınmış iktisatçıların, WTO başkanı Pascal-Lamy, IMF başkanı D. Strauss-Kahn gibi uluslararası düzeydeki seçkin uzman ve idarecilerin dahi, henüz ilmî dergilerde yazıları çıkmadığı için, sözkonusu meslekî dergi ve gazetelerdeki beyan ve mülâkatlarına başvurulmuştur. Son olarak önemle belirtmek isterim, ki bu kitapta olayların ve yorumu kitabın yazılış tarihine göre Nisan sonuna kadar getirilmiştir. Daha sonraki olaylar ve gelişmelerin izlenmesi okuyucuya bırakılmıştır. Örneğin, ABD’de bankalara uygulanan “stres testleri”nden alınacak sonuçlar, resesyona karşı uygulanmakta olan kamu harcama ve vergi indirim programlarının akıbeti, GM ve Chrysler şirketlerinin akıbetleri, G20 tavsiye kararlarına ilgili ülkelerin ne ölçüde uyacağı, IMF malî imkanlarının yükseltilmesi, Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapıp yapmayacağı, yaptığı takdirde bu anlaşmanın şartları vb. hep daha sonraki tarihlerde kesinlik kazanacaktır. Prof.Dr. Mükerrem Hiç İstanbul 4 Mayıs 2009 KÜRESEL EKONOMİK KRİZ ve TÜRKİYE İÇİNDEKİLER KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRKESEL RESESYON İLERİKİ YILLARDA MUHTEMEL GELİŞMELER VE KRİZİN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİLERİ 1. BÖLÜM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRESEL RESESYON VE İLERİKİ YILLARDA MUHTEMEL GELİŞMELER 1.1. 1.2. 1.3. 1.4. 1.5. 1.6. 1.7. 1.7.1. 1.7.2. 1.7.3. 1.7.4. 1.7.5. Kriz Öncesi Abd Finans Sektörünün Durumu ve Finans Krizinin Başlıca Nedenleri Eylül 2008’de Başgösteren Abd İpotek Bankacılığı ve Finans Sektörü Krizi Avrupa’da ve Gelişmiş Ülkelerde Mali Kriz Abd’de Avrupa ve Gelişmiş Ülkelerde Resesyon Abd’de, Avrupa’da Gelişen Ülkelerde Resesyona Karşı Sektörel Yardım: Otomotiv Sanayii Gelişen, Yeni Sanayileşen Ülkeler ve Yükselen Piyasalarda Resesyon Finansal Kriz ve Resesyondan Alınacak Dersler ve Gelecekteki Muhtemel Gelişmeler Finans Sektörünün Denetimine Kriz Sonrası Devam Edilmesi Gereği Kriz Başgösterdiğinde Devlet Yardımı Yapılması “Liberal Ekonomi” Yahut “Piyasa Ekonomisi’nin Bir Parçasıdır”, “Laisser-Faire Kapitalizmi”nin Çökmesi Olarak Yorumlanamaz Serbest Ticaret İlkesi Ve Küreselleşme Karşısında Korumacılık ve Milliyetçilik Akımlarının Kuvvetlemesi Genellikle Geçicidir Küreselleşme Krizle Beraber Büyük Bir Azalma Gösterdikten Sonra Devam Edecek ve Gidecek Artacaktır Dünya Ticaretinin Sağlıklı Gelişmesi: ABD’de Tüketim Meylinin Azaltılması, Uzakdoğu Asya Ülkelerinde İç Tüketimin Artırılması ve Sadece İhracata Dayanan Büyüme Stratejisinden Vazgeçilmesi Gereği Sayfa 1 5 17 22 31 36 44 44 46 50 53 57 2. BÖLÜM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ VE KÜRESEL RESESYONUN TÜRKİYE EKONİMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ 2.1. Küresel Kriz Öncesi Türkiye’nin Uyguladığı Ekonomi Politikaları Ve Geldiği Ekonomik Durum 2.2. Krizin Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Başlıca Etkileri 2.2.1. Bankacılık Sektörü Ve Küresel Kriz 2.2.2. Türk Ekonomisinin Karşılaştığı Resesyon ve Başlıca Nedenleri 2.3. Resesyona Karşı Alınan Tedbirler ve Bu Tedbirlerin Eleştirileri 59 63 63 67 72 1. BÖLÜM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRESEL RESESYON ve İLERİKİ YILLARDA MUHTEMEL GELİŞMELER 1.1. KRİZ ÖNCESİ ABD FİNANS SEKTÖRÜNÜN DURUMU VE FİNANS KRİZİNİN BAŞLICA NEDENLERİ Bugünkü küresel finansal krizin ve bunun tetiklediği küresel resesyonun kaynağı ABD’nin finans sektörüdür. Amerikan finans sektörü üzerideki denetim Reagan döneminden (1980-88) itibaren, basit bir ifade ile, kaldırılmıştır. Bu denetimsizlik George W. Bush dönemi dahil, kriz başgösterene kadar devam etmiştir. Denetimsizlik burada “deregulation”, yani “denetimin kaldırılması” anlamında kullanılmaktadır. Aslında ABD finans sektöründeki denetimin kaldırılmasını ve denetimsizliği daha ayrıntılı şekilde izah etmek gerekir. ABD finans sektöründe ipotek bankaları (mortgage banks), ticarî bankalar (commercial banks) ve yatırım bankaları (investment banks) dahil, kriz öncesinde 10.000 kadar irili, ufaklı banka mevcuttu, Bunların bazıları, (City Bank) hem ticarî banka hem yatırım bankası işlemleri yapıyordu. Yine müşterilerinin tasarruflarını sağlam ve kârlı varlıklara (assets), yani hisse senedi, bono, ipotekli krediler üzerine kurulmuş “türevler”e (derivatives) yatıran “zarara karşı tedbirli fonlar” (hedge funds) mevcuttur. Hedge fund’ların sayısı kriz öncesi 8.000 kadar olup yaklaşık toplam $2 trilyonluk portföy ile çalışmaktaydılar. Şüphesiz yine bir çok özel kurumlar müşterileri için “değerli kağıt” alım satımı yapmaktaydı ve bunlar da finans sektörüne dahildir. 2 Kriz öncesinde ticarî bankalar kamusal fakat özerk denetime tabi idiler ve bu denetim “Federal Deposit Insurance Corporation” (FDIC: Federal Mevduat Sigorta Kurumu) tarafından yürütülmekte idi. Dernekler FDIC bizdeki Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) benzeyen bir işlev görmektedir. Fakat fiilen FDIC denetimi yok denecek kadar azdı. Esasta zora giren bankaların FDIC’e müracaat etmeleri mümkündür. FDIC ise bunları kurtarmak için kullanılmak üzere bankalardan bir sigorta primi almaktaydı. Fakat kriz öncesinde hiçbir bankanın FDIC’e yardım ve kurtarılma için başvurusu olmamıştır. Ticarî bankalar dışındaki finans kurumlarının denetime dahil edilmesi için arada sırada ortaya çıkan ve Hükümete ve Kongreye (Temsilciler Meclisine ve Senato’ya) intikal eden teşebbüsler ise sözkonusu finans kurumlarının etkin lobi faaliyeti ile bertaraf edilmekteydi. Böylece FDIC kontrolü dışında ve kontrol edilene kıyasla çok daha büyük bir kısım (Shadow Banking: Gölge Bankacılık) ortaya çıkmış bulunuyordu. Aslında finans sektörünün hukuken denetim altında olan kısmı da fiilen kontrolü gerekli bir olayla karşı karşıya kalmamıştı. Finans sektöründe denetimsizliğin tercihi şu iddiaya dayandırılmaktaydı. Denetim finans kurumlarının kredi verme faaliyetlerini yavaşlatır ve saptırabilir. Böylece bankalar ve finans kurumlarının süratle hareket ederek açacakları kredileri küçülme eğilimi gösteren sektörlerden veya firmalardan yükselme eğilimi gösterenlere yöneltmek olanakları ellerinden alınmış olur. Bu iddianın aslında “aşırı denetim” için doğru olmakla beraber, “denetimsizlik” için yanlış olduğu finansal krizle beraber açıkça ortaya çıkmıştır. Nitekim, bu denetimsizlik ortamında finans sektörü ile ilgili tüm aktörler aşırı ölçülerde rizikolu faaliyetlere yönelmişlerdir. Ev fiyatlarının ABD’de devamlı yükselmesinden ve bu yükselmenin ileride de süreceği varsayımından hareket eden ve ipotekle ev satın almış olan tüketiciler devamlı ek ipotek kredisi almışlar, bunun yanında oto kredisi, 3 kredi kartı da dahil, diğer kredilere de başvurmuşlardır. Böylece, aldıkları krediler şahsî varlıklarının (gayrımenkuller, otomobil, vs.) değerlerinin üstüne çıkmıştır. Ev fiyatları artışının durması ve düşmeye başlamasıyla da borçlarını ödeyememe durumuna düşmüşlerdir. Aslında ABD’de tüketicilerin yüksek tüketim ve düşük tasarruf meyli ciddi bir “yapısal” (yahut davranışsal) risk olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan, ipotek bankaları ve bu bankaların üst düzey yöneticileri (CEOs: Chief Executive Officers) ise, bankaların kredi hacmini ve dolayısıyla kârlarını artırdığı mülâhazası ile artan ipotek kredisi taleplerini karşılamışlar; böylece ipotek bankalarının kağıt üzerindeki kârları ve aynı zamanda CEO’larının aldıkları primler artmıştır. Banka hisse senetleri değerleri de yükseldiği için bu durum hissedarları da memnun etmiştir. Bankalar verdikleri kredileri artırmak gayretiyle ilk kredi üzerine bir çok “türevler” (derivatives) icat etmişlerdir. Öyle ki, bunların riskini profesyonellerin dahi doğru şekilde tahmin etmesi imkânı ortadan kalkmıştır. Bilgisayar kullanımı ise genellikle finansal işlemlerin süratle yapılmasını ve yaygınlaşmasını imkân dahiline koymuştur. İpotek bankaları bu şekilde kredi hacmini ve kârlarını yükseltmiş görünmekle beraber aslında bu kredilerin büyük kısmı geri ödenme güçlüğü gösterecek olan “kötü alacaklar” (bad debts) niteliğinde idi (bad debts aslında bankalar açısından “kötü borç”, bankalardan kredi alanlar açısından “kötü borç”tur. Ancak ABD literatüründe “kötü alacak” yerine yaygın şekilde “kötü borç” terimi kullanılmaktadır). Dolayısıyla da ipotek bankalarının gerçek kârını azaltacak bir gelişme idi. Krizle beraber ödeyememe durumu dolayısıyla bu gibi varlıklar (assets), yani bilanço aktifindeki “kötü alacaklar” sözkonusu bankanın diğer aktiflerini ve faaliyetlerini de menfi etkilediği için, kriz sonrasında bunlar için çok defa “toksik varlıklar” (toxic assets: yani, diğer sağlam varlıkları, daha doğrusu bankanın likiditesini menfi etkileyen varlıklar) teriminin kullanıldığını görmekteyiz. Diğer taraftan, FED (Federal Reserve System: Amerikan Merkez Bankası) Alan Greenspan’ın FED başkanı olduğu dönemde faiz 4 haddini devamlı düşük tutarak bu ipotekli “borçlanma balonu”nun (bubble) devamlı şişmesinde ayrı bir – menfi – rol oynamıştır. O halde, krize yol açanlar sadece finans sektörünü denetimsiz bırakan politikacılardan ibaret değildir. Tüm aktörlerle ilgili bu saikler her zaman ortaya çıkabileceği için Hyman Minsky’nin krizden çok önce vurguladığı gibi, finans sektörü daima istirarsızlığa yol açabilen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle de “optimal ölçüde” fakat “devamlı” denetimi gerekir. Finans sektörünün aynı özelliğine ve denetim gereğine Joseph E. Stiglitz, Paul Krugman tarafından da dikkat çekilmiştir (Newsweek, 2009 special edition). Bu noktada önemle belirtelim ki, bu incelememizin konusu Amerikan finans sektöründe kullanılan ve satılan türevleri ve kıymetli kağıtları, verilen kredileri, bunların rizikolarının hesaplanmasını – hesapların karmaşık olması yanında mazi ile ilgili rakamlara dayandığı için hataya düşme olasılığını – derinlemesine ve finans tekniği olarak ele almak değildir. Örneğin, incelememizde finans krizinin ortaya çıkmasında başlıca etken ipotek kredileri ve bunlara dayanan türevler (derivatives), yani bunlar üzerine yaratılan borç senetlerinden söz edilmektedir. Fakat bu son grup içinde, daha tahsisi olarak “ipotek karşılıklarından oluşan borç senetleri” (CDOs: Collateralized Debt Obligations) ise bahiskonusu edilmemektedir. Halbuki, esas finansal kriz CDO’ların rizikolarının hesaplanmasındaki güçlük ve hatalardan ve CDO’ların rizikoları iyice bilinmeden satılmasından doğmuştur (Bu konuda bilgi için: Economist, Ocak 24, 2009, özel finans raporu). Esas inceleme konumuz finans teknikleri değil, finansal krizin ve ekonomik etkilerinin, yani resesyonun ve bu sorunlara karşı alınan tedbirlerin etkinliğinin incelenmesidir. Bu nedenle burada türevlerin ve bu türevler üzerine çıkartılan tamamlayıcı borç senetlerinin varlığı, bunların rizikolarının hesaplanmasındaki güçlükler ayrıntılı bir şekilde verilmemiştir. İncelememizin konusu açısından önemli olan ipotek kredilerin varlığı, ev fiyatlarındaki devamlı yükselmeler karşısında verilen ipotek kredilerinin ve bunlara dayalı türevlerin devamlı artırılması, ev fiyatlarındaki düşme ile 5 beraber bunların değerinin düşmesinin, ev satın alanların ise banka borçlarını ödeyemez duruma düşmelerinin ABD’deki finansal krize yol açmış olmasıdır. 1.2. EYLÜL 2008’DE BAŞGÖSTEREN ABD İPOTEK BANKACILIĞI ve FİNANS SEKTÖRÜ KRİZİ ABD’de ipotek bankacılığında ve tüm finans sektöründe başgöseren krizin temeldeki nedeni ev fiyatlarında uzun süre devam eden yükselmenin durması ve aksine hızla düşmeye başlamasıydı. Ev fiyatları daha önceki yıllardan 2004-2005 yıllarına kadar süratle artmış, bu artış 2006’ya kadar yavaşlamış, 2006’dan itibaren yavaş da olsa düşmeye geçmiş, düşme 2007’den itibaren ise hızlanmıştır. Bu da tüm aktörlerinin tahminlerini, maziye ait rakamlara dayanan riziko hesaplarını altüst etmiştir. Aslında ipotek bankacılığı konusunda ilk sorun 2008 Eylül’ünde değil, 2007 Eylül’ünde başgöstermiştir. Bu tarihte ipotek kredisi veren iki yatırım bankası, Bear Stearns ve Merryl Lynch açtıkları kredilerin ödenememesi yüzünden likiditelerini kaybetmişler, borçlarını ödeyemez hale gelmişler ve iflasla karşı karşıya kalmışlardır. Her ikisi de, devletin (Hazine bakanlığının) malî yardımıyla diğer bankalara, düşük fiyata satılmıştır. Bear Stearns JP Morgan Chase tarafından, Merryl Lynch ise Bank of America tarafından satın alınmıştır. Hazine ise bu satışların gerçekleşmesi için $36 milyar yardım yaparak kötü varlıkları satın almıştır. Fakat, o tarihlerde olayın boyutu sadece ipotek kredisi veren bir kısım bankaların ve ipotek bankalarının “likidite noksanı” (illiquidity) sorunu olarak yorumlanmıştır. Ne var ki, bu kez Eylül 2008’de iki dev ipotek bankası olan Freddie Mac ile Fannie Mae’nin iflas durumuna gelmesi sorunun basit ve kısmî bir likidite noksanı değil, ciddi bir “ipotek krizi” (mortgage crisis) ve iflas (insolvency) olarak değerlendirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu durumda, ABD hükümeti (Başkan George W. Bush ve Hazine Bakanı Hank 6 Paulson) ile FED (Alan Greenspan’ın emekli olmasından sonra FED başkanlığına atanan Ben Bernanke) süratle hareket ederek kestirme yol olarak bu bankalara sermaye yatırmış ve böylece ilk “devletleştirme” işlemini gerçekleştirmişlerdir. Amerikan Hazinesi bu iki dev ipotek bankasını %80 oranında devletleştirilerek kurtarılması için $200 milyar vermiştir. Freddie Mac ve Fannie Mae olayının hemen ardından bu kere AIG (American International Group: Amerikan Uluslararası Grup, dünyanın en büyük sigorta şirketi) iflas durumuna düşmüştür. Çünkü AIG, denetimsizlik ortamı içinde sigorta yanında büyük ölçüde hedge fonu işlerine de girişmiş, sonuçta elinde ödenmeyen büyük ölçüde “kötü varlıklar” (kötü krediler) yahut kredi alanlar açısından “kötü borçlar” birikmiştir. Fakat, çok büyük bir kuruluş olduğu için Hazine AIG’ye de batmaması için “devletleştirme” suretiyle yardım etmiştir. İlk $85 milyar yardımdan sonra müteaddit kereler AIG’ye yardım yapılmak zorunda kalınmış ve toplam Hazine yardımı Mart 2009 itibariyle $173 milyara ulaşmıştır. Sonunda AIG’de %80’i ile devletleştirilmiştir (Burada sözkonusu edilen rakamların büyüklüğünü daha iyi görebilmek için bu rakamlar örneğin Türkiye’nin 2008 GSYİH’sı olan $742 milyarla karşılaştırabiliriz. AIG’ye, ayrıca yukarıda sözü geçen bankalara yardım yapılarak kurtarılmalarına rağmen, yine aynı tarihlerde, yani 15 Eylül 2009’da ABD’nin en eski ve prestijli bir yatırım bankası olan Lehman Brothers’e devlet yardımı yapılamamıştır. Çünkü Lehman Brothers yasal limitler üstündeki sigortası sağlanmamış alacaklar dolayısıyla bir finansal sorunla karşı karşıya kalmış bulunuyordu. Bu nedenle FDIC veya Hazine yardımı mümkün değildi. Diğer bankalar da satın almaya yanaşmayınca Lehman Brothers iflas etmiştir. Lehman Brothers’in iflasının yarattığı menfi etkiler hakkında bir fikir vermek üzere belirtelim ki, bu iflas sonucu bankanın $600 milyar borcu da havada kalmıştır. Daha önemlisi Lehman Brothers’ın iflası ile ABD menkul değerler borsasında çok büyük bir düşme olmuştur. Bu 7 düşmeden doğan servet ve gelir kayıpları şüphesiz özel tüketim harcamalarında büyük bir düşme yaratmıştır. Ayrıca yatırım meylinde menfi etkilere yol açılmış olmalıdır. Lehman Brothers’in iflası o kadar büyük bir menfi dalga yaratmıştır ki, uluslararası yatırımcı olan Soros ekonominin reel sektöründeki sorunları ve resesyonu bu iflasın tetiklediğini iddia etmiştir. Bu gelişmeler karşısında ABD hükümeti, Paulson ve Bernanke’nin insiyatifleri ile finans sektörünü kurtarmak, iflasları önlemek ve fakat devletleştirmelere veya kısmi devletleştirmelere yol açmamak üzere “toksit varlıklar”ın satın alınması için $700 milyar dolarlık bir fonun ayrılması ile ilgili bir kanunu alelacele Kongreden (Temsilciler Meclisi ve Senato’dan) geçirmiştir. Bu kanuna göre ipotek bankalarındaki, bu bankaların likiditesini bozan ve bankaları kredi veremez, borcunu ödeyemez durumda bırakan “toksit varlıklar” bu fon idaresi tarafından satın alınacaktır. Programa TARP (Troubled Assets Relief Programme: Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı) adı verilmiştir. Şüphesiz bu fonun idaresinin, yani hangi bankalardan hangi varlıkların satın alınması gerektiğinin tespiti ciddi bir idarî – ayni zamanda politik – sorun olduğu açıktır. Fakat yine de bu yaklaşım, devletleştirme ve kısmî devletleştirme gerek bugün gerek ileride daha da büyük sorunlar yaratabileceği için tercih edilmiştir. 2009 Mart’ında $700 milyarlık TARP fonunun yaklaşık yarısı kullanılmış bulunuyordu. Birçok banka ise TARP’a müracaat etmekten çekinmeye başlamıştır. Bunun birinci nedeni TARP’a müracaat eden bankanın durumu kötü diye hisse senetleri büyük bir düşme gösteriyordu. Kaldı ki, TARP’a müracaat halinde devlet bankaların idaresi ile ilgili ağır şartlar ileri sürüyordu. Bu nedenle TARP kurtarma fonksiyonunu tam layıkıyla yapamamıştır. Fannie Mae, Freddie Mac ve AIG’ın devletleştirilmesi ve TARP yanında ayrıca bankalara devlet tarafından verilen mevduat sigortası hacmi $3.4 trilyona yükseltilmiştir. FED ise tüketici kredileri ve küçük ölçekli 8 şirketlere verilen kredileri desteklemek için yürürlükte olan $200 milyarlık fonu $1 trilyona çıkarmıştır. FED faiz oranlarını da tedricen düşürmüş ve sonunda %0.5 yapmıştır. Böylece hem bankaların borçlarının faiz yükü azaltılıyor hem de gerek özel yatırım gerek özel tüketim harcamaları uyarılmış, daha doğrusu bunların şiddetli düşmesi önlenmiş oluyordu. Diğer taraftan, kriz ve likidite noksanı ortamı içinde bankalararası kredi vermek imkânları hemen hemen ortadan kalktığı için, bankalararası kredileri (seküritizasyon kredilerini) çalıştırmak üzere FED ayrıca $1.4 trilyonluk (bankalararası kredilerin ödenmemesine karşı) bir “garanti fonu” ihdas etmiştir. Ancak, likidite noksanı, iflas durumu tüm banka sektörünü sardığı için bankalar bu yardımlara, düşük faize ve FED garantisine rağmen, gerek birbirlerine açtıkları kredileri, gerek borç almak isteyen firma ve kişilere açtıkları kredileri durdurmuşlardır. Böylece, yapılan devlet (Hazine) ve FED yardımları ve alınan önlemler fazla işe yaramamış, sadece daha fazla bankaların iflas etmesini önleyebilmiştir. Bu arada ise “hedge fund”larından 2000 kadarı, Şubat 2009 itibariyle iflas etmiştir. Bu iflasların en önemli sebebi finansal kriz olmakla beraber “Madoff olayı”nın da payı vardır. Nasdaq eski başkanı olan Bernard Madoff kurduğu hedge fund’a birçok meşhur Amerikalı’yı müşteri yapmış, fakat yolsuzluğa saparak bir “saadet zinciri” yaratmış, sonunda batmış ve suçunu kabul etmiştir. Ocak 2001’de Enron’un batışından onra ABD’deki en büyük özel sektör yolsuzluk olayı Madoff idi. Kriz başlamadan önce “hedge fonları” $2 trilyon dolayında varlık idare ediyorlardı. Kriz sonrası iflaslardan sonra ayakta kalan hedge fonlar $1,2 trilyon varlığa, yani yaklaşık yarı yarıya düşmüştür (Barton Biggs, Newsweek, Şubat 2). Şubat 18, 2009’da bu kere yine “hedge fund” alanında ikinci ve daha küçük çaplı bir “Madoff olayı” başgöstermiştir. Sayılı bir zengin olan Sir Allan Stanford kurduğu hedge fund’a yüksek getiri ve faiz ile birçok şöhreti ve müşteriyi kendine çekmiş, müşteriler için tanzim ettiği sahte bilanço ve kâr ve zarar tablosu ile bu 9 yüksek meblağları ödeyebilir durumda olduğu izlenimi vermiştir. Aslında daha düşük kâr elde ediyordu ve hatta parasının bir kısmını Madoff’a kaptırmıştı. Fonlarını geri almak isteyenlerin parasını da – saadet zinciri, çerçevesinde – yeni gelen müşterilerden aldığı fonlarla ödüyordu. Yüksek kârları şüpheli bularak araştırma yapan SEC (Securities and Exchange Commission) sahteciliği tespit ederek Stanford’u mahkum etmiştir. Bu arada Stanford’un müşterileri $8 milyar kayba uğramışlardır. Kriz ipotek bankaları ve “hedge fund”lar yanında yatırım bankalarına da sıçramış ve karşılaştıkları likidite noksanı ve fon ihtiyacı karşısında iki banka ticari banka hüviyeti alarak yardım için FDIC’e başvurmuştur. Böylece Ms.Sheila Bair’in yönetim kurulu başkanlığını yaptığı FDIC yeniden faal olmaya başlamıştır. Eylül 2008 FDIC en büyük ticari banka (tasarruf ve borç verme kurumu (savings and loan corporation), yani mevduat bankası olan Wa-mu’yu (Washington Mutual Inc.’i) ele alarak parçalara ayırmış ve bu parçaları JP Morgan and Chase’e satmıştır. JP Morgan and Chase kriz öncesinde, daha az kâr etmek bahasına, daha temkinli bir kredi politikası izlediği için kriz esnasında büyük bir sorunla karşılaşmamıştı. FDIC yine bir başka büyük banka olan Wachovia’yı ele almış ve onu da Citibank’a satmıştır. ‘Indy Mac Bank’a ise, verdiği kredileri sigortalamadığı için yardım yapılamamış ve bu banka batmıştır. Ocak 2009 başlarında FDIC iki bankayı daha kontrolü altına almıştır. Berkley’deki National Bank of Commerce (toplam varlıkları tutarı $430 milyar) ve Washington’daki Bank of Clark County ($446.5 milyar). Yine Ocak ayında Suburban Federal Savings Bank’a, Bank of Essex’e, Ocala National Bank’a (toplam varlığı $225 milyon) ile küçük bir bankaya daha el koymuş ve Ocak ayında kontrolü altına aldığı banka sayısı altıyı bulmuştur. Bu bankalara el konmasının yükü de ağır olmuştur. Örneğin sadece Suburban Federal ve Ocala için FDIC $225 milyon tahsis etmek durumunda kalmıştır. 10 Çok daha önemli olay, ABD’nin en büyük bankası olan Citibank’ın likidite noksanı ile karşı karşıya gelmesidir. Citibank’a Ekim 2008’de $25 milyar, Kasım 2008’de $20 milyar, toplam $45 Hazineden malî yardım yapılmış ve bu meblağa mukabil Hazine Citibank’ın %7.8 oranında, kararlarda oy vermeyen ortağı olmuş, yani kısmen devletleştirilmiştir. Benzer şekilde yine diğer büyük bir banka olan Merryl Lynch’i satın almış olan Bank of America da yine toplam $45 milyar yardım görerek, aynı oranda ve kısmen devletleştirilmiştir. Fakat Citibank 2009 Ocak ayında yine likidite sıkıntısının devamı dolayısıyla FDIC’e başvurmuştur. Citibank bu kere şöyle bir tedbir almak durumunda kalmıştır: Citibank’ın yaklaşık $800 dolayındaki “kötü varlıkları, yani ödeme olasılığı bulunmayan “toxic assets” Citibank bünyesinde ayrı bir banka, daha doğrusu ayrı bir kısım olarak tesis edilen Citi Holding’de, iyi durumda olan yaklaşık $1.1 trilyon dolayındaki varlıkları ise City Group adında ayrı bir bölüme ayrılmıştır. Böylece ikinci zikredilen bölüm kötü varlıklar dolayısıyla herhangi bir likidite sıkıntısına uğramadan kredi faaliyeti gösterebilecekti. Kötü varlıkların ileride çıkarabileceği sorun için ise Hazinenin yine yardım garantisi gerekmiştir. Şubat 2009’da B. Obama’nın başkanlık döneminde Citibank yine ABD hükümetine müracaat ederek ek malî yardım talebinde bulunmuştur. Aynı zamanda devlete ait ve kararlara katılım hakkı vermeyen tercihli %7.8 hissenin ise alınacak yardımla %40 oranına çıkartılması Citibank tarafından Hazineye teklif edilmiştir. Böylece kararlarda ağırlık yine Citibank idaresinde kalacaktır. Yeni Hazine Bakanı T. Geithner hisselerin adi hisseye dönüştürülmesine ters bakmamıştır. Citibank Singapur, Abudabi ve Kuveyt’teki hisselerini de adi hisse senetlerine dönüştürmek üzere müracaat etmiştir. Fakat Citibank 2009 ikinci ayında kâra geçerek kendi başına kurtulabileceği izlenimini vermiştir. 11 Yine Şubat sonu 2009’da hisselerinin %80’i devletin eline geçmiş olan AIG 2008’de $6.7 milyar zarar gösterdiği için, Hazineye ek yardım almak üzere müracaat etmiştir. Fakat AIG’nin Mart 2009 itibariyle zarara rağmen Hazineden aldığı toplam yardımın yaklaşık 2/3’sine varan $160 milyarı ortaklarına prim ve ikramiye olarak dağıtmak teşebbüsü gerek kamuoyunda gerek kongrede infial yaratmıştır. Kongre bu meblağın büyük bölümünün vergi olarak geri alınması için kanun çıkartma hazırlığına başlamış, bunun üzerine AIG’e yüksek oranda prim dağıtmak kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yeni ABD başkanı Barack Obama bundan böyle bankaların devletleştirmesi taraflısı olmadığını açık şekilde ifade etmiştir. O tarihlerde Citibank ile Bank of America’nın devletleştirilebileceği söylenti ve endişesi borsaları ve ekonomiyi sarsmış bulunuyordu. Diğer taraftan, 2009 Mart ayında Freddie Mac 2008 yılı son çeyreğinde $23.9 milyar zarar kaydettiğini ve Hazineden $31 milyar daha talep edeceğini bildirmiştir. Fannie Mae ise aynı dönem için $25.2 milyar zarar göstermiştir. Bu iki dev kuruluş ABD ipotekli ev kredisi piyasasının %43’ünü ellerinde bulunduruyorlardı ve daha önceki yardım talepleri üzerine devletleştirilmek durumunda kalmışlardı. TARP’ın iyi çalışmaması üzerine FED Başkanı Bernanke ile FDIC Başkanı Ms.Bair TARP yerine bir Toksit Varlıklar Bankası (Toxic Assets Bank) kurmayı, TARP’tan arta kalan $350 milyarı ilk sermaye olarak bu bankaya aktarmayı tasarlamışlardır. Fakat bu tasarı gerçekleştirilmemiştir. Esasen böyle bir banka veya fonun çok daha büyük bir sermayeye ihtiyacı vardı. 12 Diğer taraftan, likidite zorluğu yüzünden FDIC’e başvuran banka sayısı Şubat başı 2009 itibariyle 160’ı aşmıştır; 2009 sonuna kadar bu rakamın 1000’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece “yatırım bankası” pek kalmamıştır; çünkü zor duruma düşen yatırım bankaları ticarî banka hüviyeti ile FDIC’e müracaat etmek durumunda kalmışlardı. Bu müracaatlar içinde FPIC 2008 yılında 25, 2009’da bugüne kadar (Nisan sonu) 29 bankaya el koymuştur. Burada FDIC’e müracaat ettiği zikredilen bankalar tam liste olmaktan çok uzaktır; Sadece, önemli olan ve köşetaşı teşkil etmiş olan mahdut sayıda banka zikredilmiştir. Yukarıdaki izah ve rakamlardan da anlaşılacağı gibi, Eylül 2008’de başgösteren finansal kriz dolayısıyla Wallstreet (Amerikan bankalarının merkezlerinin bulunduğu, New York’taki cadde) 1929-34 Dünya Buhranından bu yana en kötü dönemini yaşamaktadır. Şubat 2009 başında krizden bu yana (sadece) finans sektöründe işsiz kalan sayısı 100.000 kadardı. Ayrıca 23.000 kişi ise yakında işlerinden atılmak üzereydi. Şüphesiz bu işsizler işçi değil, beyaz gömleklilerden oluşuyordu ve içlerinde Lehman Brothers’ın iflasında olduğu gibi, CEO’lar dahi vardı. Goldman Sachs tarafından yapılan bir tahmine göre, ABD’de finans sektörünün kötü varlıklar yüzünden Şubat başı 2009 itibariyle fiilen karşılaştığı kayıp $962 milyar, yani $1 trilyona yakındı. Diğer gelişmiş ülkelerdeki finans sektörleri kayıpları ile ABD finans sektörü kayıpları toplamı ise $2.1 trilyondur (Robert J. Samuelson, Newsweek, Şubat 2, 2009). Amerikan Bankalarının portföylerinde ise daha $2 trilyon “kötü borç” (bad debt), yani toksit varlık (toxic assets) olduğu tahmin edilmektedir. Diğer taraftan, Mart 2009 sonuna doğru bu kere Wa-Mu’nun (Washington Mutual Inc.) FDIC’e karşı $13 milyarlık dava açtığını 13 görüyoruz. ABD’nin en büyük mevduat bankası olan Wa-Mu’ya Eylül 2008’te FDIC tarafından el konulmuş ve $188 milyar aktifi bulunan mevduat bölümü $1.9 milyar karşılığında JP Morgan Chase’e satılmıştı. Wa-Mu’yu daha önce Mart 2008’de satın almak üzere JP Chase Morgan hisse başına $8 önermişti, FDIC yoluyla yapılan satışta ise hisse başına sadece 45 cent ödenmiş oluyordu. Wa-Mu açtığı davada düşük fiyat yanında iflas koruması talep eden ana holding şirketinin değil, sadece mevduat bölümünün satılmasını eleştirmiştir (Hürriyet, 23.3.2009). Bu da bankalara yardım, devletleştirme, satma kararlarında yanlış yapılabileceğini ve fakat buna karşı adlî müracaatın açık olduğuna dair ilginç bir delil oluşturmaktadır. B.Obama başkanlığa başlar başlamaz öncelikle ele aldığı ilk konu ekonominin, gerek finans sektörünün gerek reel ekonominin yeniden canlanması olmuştur. Bu konuda ortaya koyduğu ilke ise, G.W.Bush idaresinin konuya parça parça, azar azar yaklaşımı (incrementalism) yerine cesaretli, gerekli ve yüksek miktarda meblağ ile el atarak ekonomiyi canlandırma, sorunu tümüyle ve bir an önce çözümleme stratejisi uygulamak olmuştur. Obama’nın Şubat 11, 2009’da Kongrede ilke olarak kabul edilen $787 milyarlık paketi esas itibariyle reel sektörün canlandırılması ve resesyonun önlenmesiyle ilgili olduğu için müteakip kısımda ele alınacaktır. Bu kısımda ise yeni Hazine Bakanı Timothy Geithner’in finans sektörünün canlanmasıyla ilgili olarak 10 Şubat 2009’da açıkladığı program özet olarak incelenecektir. Geithner TARP’ın bugüne kadar istenilen yeterli müspet sonucu vermekten çok uzak olması dolayısıyla daha büyük meblağlı ve daha cesur bir program uygulayacağını ortaya atmıştır. Financial Stability Programme (Malî İstikrar Programı) olarak adlandırılan ve TARP yerine geçmesi düşünülen programa göre, toksik varlıkları satın almak suretiyle finans sektörünü canlandırmak üzere, nihai hedef olarak $2 trilyonluk bir fon kurulacaktır. Yukarıda da işaret edildiği gibi, ABD finans sektöründe esasen 14 $2 trilyon dolayında toksit varlığın mevcut olduğu hesaplanmaktadır. Önce temel olarak kamu ve özel sektör kaynaklarından oluşan $500 milyarlık bir fon tesis edilecektir. Daha sonra fon $1 trilyona yükseltilecektir. Bu fona FDIC, FED ve Hazine Bankası yanında özel sektör de katılacaktır. Daha da ileride bu meblağın $2 trilyona çıkartılması planlanmaktadır. Fona özel sektör olarak, sorunlu varlıklara yatırım yapan Blackstone, Black-Rock gibi finans kuruluşlarının katılması beklenmektedir (Economist, Şubat 14, 2009). Fon bankaların bilançolarındaki ipotek kaynaklı kötü kredileri, yani toksit varlıkları (toxic assets) satın alacaktır. Bunların piyasa değeri üzerinden değerlendirilmesi önem kazandığı için fona bu konuda ihtisası olan özel finans kuruluşlarının katılmış olmasının bir anlamı ve fonksiyonu vardır. Diğer taraftan, toksik varlıkları satın alınan bankanın ise likit ve kredi verebilir duruma gelmesi şarttır. Görülüyor ki, Geithner TARP’ı etkisiz bulduğu gibi toksik varlıkları satın almak üzere kamu finansmanına dayanan bir banka kurmak fikrini de uygun görmemiştir Fonun sermayesi ise bu sermayenin kullanılmasına paralel olarak yükseltilecektir. Nitekim, Geithner 2009 Mart ayında nihayet $1 trilyonluk böyle bir programı yürürlüğe koyduğunu açıklamıştır. Fona Black-Rock, PIMCO gibi beş özel firma küçük meblağlarla iştirak etmiştir. Geithner’in programı piyasalar tarafından çok müspet bir tepkiyle karşılanmıştır. Geithner, bunu izleyerek, Ben Bernanke ile beraber ve bir daha AIG gibi firmaları %80 devletleştirmek mecburiyetinde kalmamak üzere, malî kurumları, hedge fonları ve türev (derivatives) piyasalarını daha etkin bir denetim altına almak üzere çalışmalara başlamıştır (Economist, Mart 26, 2009). Böylece Bush idaresi ile yeni Obama idaresi arasındaki yaklaşım farkı da açık şekilde ortaya çıkmıştır. Obama’nın yaklaşımı, sorunları büyük rakamlı programlarla kökünden çözmek, devletleştirmelerden ise sakınmak daha doğrudur. 15 Ayrıca ipotek kredisi kullanan ev sahiplerine haciz gelmesini önlemek, kriz etkisini hafifletmek üzere federal kurtarma fonlarına $50 milyar aktarılacaktır. Fakat yeni ABD idaresinin finans sektörü krizini çözmek üzere tesis etmeyi planladığı toksit varlıklar fonu yanında en önemli ikinci tedbir bankaları “stres test”inden geçirmektir. Bu testin esası belirli şartların daha da kötüye gitmesi halinde (örneğin ev fiyatlarının %17 düşmesi, işsizlik oranının %10’a çıkması halinde bankaların sermaye ve likit varlıklarının buna ne kadar dayanabileceğini tespit etmektir. Varlıkları $100 milyarı aşan bankalara uygulanacak bu test sonuçlarına göre her bir bankaya yapılacak yardım ayarlanacaktır. Yeni idare bankaların bundan böyle kısmen yahut tamamen devletleştirilmesine ise tamamen karşıdır. Gerek eski ABD idaresi ve Hazine Bakanı Hank Paulson’un aldığı tedbirler gerek yeni idare ve yeni Hazine Bakanı Timothy Geithner’in aldığı tedbirler sonucunda – FED’in doğrudan aldığı faiz indirimleri, seküritizasyon kredileri garantisi vs. gibi tedbirler yanında – bankaların likidite darlığı ve iflaslardan kurtarılması için başvurulacak başlıca alternatifler de ortaya çıkmış bulunmaktadır. Başlıca alternatifler aşağıda verilmektedir. – En kestirme yollardan biri likidite veya iflas sıkıntısı içine düşmüş olan banka veya finans kuruluşunun kısmen yahut tamamen devletleştirilmesidir. Bu Fannie Mae, Freddie Mac aynı zamanda AIG için gerçekleştirilmiştir Citibank, Bank of America için ise sözkonusu edilmiş, fakat yapılmamıştır. İçlerinde eski FED başkanı ve özel teşebbüs yanlısı Alan Greenspan’ın (Financial Times, 18.2.2009) bulunduğu bir grup bu tedbiri bazı haller için kaçınılmaz görmektedir. Finansal krizin başgöstereceğini ilk tahmin eden 16 iktisatçı Nouriel Roubin ise bir uç fikir olarak bankaların topyekûn devletleştirilmesi fikrini savunmaktadır. Yeni Obama idaresi danışman iktisatçıları ve Hazine Bakanı ise devletleştirmeye bugün çıkartacağı idare sorunları, ileride çıkartacağı yeniden özelleştirme sorunları dolayısıyla müspet gözle bakmamaktadır. – İkinci bir alternatif dar duruma düşmüş bir bankaya gerekirse bir miktar Hazine yardımı yaparak başka bir bankaya satılmasını sağlamaktır. Bear and Stearns, Merryl Lynch, Wa-Mu satışları bu alternatifin örneklerini teşkil eder. – Hazine, bankaların belirli kıstaslara bağlayacağı kötü varlıklarını satın alarak kurtarma garantisi verebilir. Bu tedbire ilk 3 bankayı devletleştirdikten sonra İngiliz hükümeti başvurmuştur. Tedbirin bir avantajı bugün herhangi bir ödeme yapılmamasıdır. Fakat yarın ne miktar ödeme zorunluğu geleceği bilinemeyeceği için iyi bir tedbir olarak kabul edilmemektedir. – Hank Paulson Eylül 2008 iflasları ve devletleştirmelerinden sonra TARP’ı bankaların ellerindeki “toxic asset”leri satın almak üzere kurmuş, fakat İngiltere hükümetin yaptığı gibi bir garanti vermemiştir. Müracaatlar incelenecek, gerekli görüldüğünde toxic asset’in piyasa fiyatı gözönünde bulundurularak yardım yapılacak, yardım yapılan banka idaresinden ise bundan böyle bazı şartlara riayet etmesi istenecektir. – Aslında ABD’de yeni idare döneminde, Hazine bakanı T.Geithner de yine özel kurumların da sermaye ve kâra iştirak edeceği böyle, daha geniş bir fon kurarak bankaların kötü varlıklarını satın almayı planlamış ve uygulamaya koymuştur. 17 – Bankaların likidite durumunu ve ileride likidite sıkıntısıyla veya iflasla karşılaşıp karşılaşmayacağını tespit etmek üzere özel testler (bugün ABD idaresi tarafından uygulanan stress tests) uygulanabilir ve bankalara yardım ona göre ayarlanabilir. Bu tedbir yeni ABD idaresi tarafından uygulanmaktadır. 1.3. AVRUPA’DA ve GELİŞMİŞ ÜLKELERDE MALÎ KRİZ ABD’de başgösteren finansal kriz bir taraftan Avrupa ülkeleri, Japonya gibi gelişmiş ülkelere sıçrarken diğer taraftan ABD reel sektörünü de menfi etkilemeye başlamıştır. ABD’deki gerek finansal kriz gerek reel ekonomideki resesyon diğer gelişmiş ülkelerde, yani Avrupa ülkelerinde ve Japonya’da da finansal krize ve resesyona yol açmıştır. Avrupa ülkeleri ve Japonya bankaları portföylerinde ABD finansal sektörü hisse senetleri tahvilleri ve türevlerini (derivatives) bulundurmaktaydılar. Bunların değerlerinin düşmesi ve bazılarının değerlerinin tamamen sıfıra inmesi, bu ülke bankalarını da ciddi bir finansal kriz içine atmıştır. Bu durumda Avrupa ülkeleri hükümetleri de kendi malî sektörlerini kurtarmak, en azından krizi hafifletmek üzere ciddi ve acele tedbir almak ve yardım yapmak zorunda kalmışlardır. Demek ki, finansal kriz bu ülkeleri de içine almak suretiyle küreselleşmiştir. Dünyaca meşhur ABD’li yatırımcı Warren Buffett türevleri “kütlesel tahrip finansal silahları (financial weapons of mass destruction) olarak nitelendirmiştir. ABD’de başgösteren ve diğer gelişmiş ülkelere yayılan malî kriz ve resesyon, gelişen ülkeleri de kapsamış ve Warren Buffet’in bu nitelendirmesinin doğru olduğunu teyit etmiştir. Nitekim, resesyon da ABD’den malî krizle beraber Avrupa ülkelerine ve Japonya’ya sıçramış, ikinci safhada gelişen ve yeni sanayileşen ülkeleri de kapsamına almıştır. 18 ABD ile beraber en liberal ekonomi politikası izleyen gelişmiş ülke İngiltere’dir. Gerek Almanya gerek Japonya da liberal ekonomik rejime meyletmektedirler. Japonya uzun süre uluslararası ticarette gizli korumacılık uygulamıştı. Fransa ise diğer Avrupa ülkelerine kıyasla devletin en çok müdahale ettiği (dirigiste) bir “piyasa ekonomisi” uygular. İngiltere ayrıca başlı başına bir finans merkezidir ve parası birçok ülkede rezerv olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle çok geniş bir finans sektörüne sahiptir. İngiliz finans sektörü de, ABD gibi ve Margaret Thatcher’den (1979-1990) bu yana geniş ölçüde “denetimsiz” (deregulated) idi. Bu nedenle ABD’den sonra ilk ciddi finansal kriz ve onu izleyerek resesyonla karşılaşan ülke İngiltere olmuştur. Kriz öncesi ise İngiltere ekonomisi ve büyüme hızı diğer Avrupa ülkelerine kıyasla en iyi durumda bulunuyordu. Finans sektörünü aniden saran ciddi kriz karşısında, Tony Blair’den sonra halen başbakan olan ve İşçi Partisi Başkanı Gordon Brown Avrupa içinde ilk ülke olarak ciddi ve kesin adım atmış ve iflasla karşılaşan üç önemli bankayı derhal devletleştirmiştir. Gordon Brown Kasım 2008’de finans sektörünün kurtarılması için ayrıca $696 milyarlık bir fon tesis etmiştir. Fakat Gordon Brown’un ikinci adımı, bankaları en kötü varlıklara karşı sigorta etmek sonradan çok büyük eleştiri almıştır. Çünkü, daha önce de işaret edildiği gibi, bu durumda belki ilk dönemde para yatırılmamakta ve bu sonradan yapılmaktadır. Fakat verilecek paranın miktarı tamamen belirsiz kalmaktadır. Diğer Avrupa hükümetleri karşılaştıkları finansal krizi hafifletmek, mevduatın bankalardan kaçmasını önlemek için ilk olarak banka mevduatlarında devletin teminat limitini yükseltmişlerdir. Finansal krizin başgösterdiği yıllarda bir tek Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück (Sosyal Demokrat Parti Başkanı ve Hristiyan Demokrat Parti Başkanı Angela Merkel’in başbakanlığı altındaki koalisyon hükümeti üyesi) bankalara yardım 19 edilmesini tenkitçi bir gözle tartmıştır. Steinbrück’e göre yardımın finansal krizi önlemekte ne kadar etkin olacağını kestirmek mümkün değildi. Buna karşı ise yardım devletin iç ve dış borçlarını mutlaka artıracak, bu da ileriki yıllarda ekonomiye ciddi bir yük bindirecektir. Fakat krizin yol açacağı resesyon, GSMH büyüme hızı düşmesinin, işsizliğin artmasının ekonomiye çok daha ağır fatura getireceğini hesaplayan Alman hükümeti – Steinbrück de dahil – finans kesimine yardım etmek ve krizi önlemek, yahut hafifletmek için $670 milyarlık bir fon tesis etmek zorunda kalmıştır. İlave olarak borç verme garantisi oluşturmak üzere de $133 milyar ayırmıştır. Resesyona karşı ve firma ve sektör kurtarmaları için ise $41 milyarlık bir fon kurmuştur. Finansal krizin daha da derinleşmesi ve bazı bankaların iflas durumuna gelmeleri üzerine Alman hükümeti Ocak 2009’da Commerzbank’ı %25 devletleştirmek zorunda kalmıştır. Daha da önemlisi, Hypo gibi büyük ve elinde 800 Euro milyarlık bono bulunduran banka zor duruma düştüğünde bu bankaya $129 milyar dolar garanti vermiş, bu da yetmediği için bu kez Şubat 18, 2009’da, 31 Ekim 2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere, zorda kalan bankaların devletleştirilebileceğine dair kanun çıkarmıştır. Böylece Almanya da bankaların devletleştirilmesi kervanına katılmış oluyordu. Finans krizi tüm Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı sarsmıştır. Örneğin, Belçika’da Fortis Bank zor duruma düşmüştür ve Fransız BNP bankasına satılmak üzere müzakereler yürütülmektedir. İsviçre’de UBS 2008 için $17 milyar zarar göstermiş ve 2.000 kişiyi işten çıkartmak üzere harekete geçmiştir. Avrupa ve Japonya bankalar sektörü aslında iki yönden zorlanmaktadır. Birincisi, daha önce de işaret edildiği gibi, bu bankaların ellerinde bulunan Amerikan bankaları kıymetli kağıtları ve türevlerinin değer kaybetmesidir. İkincisi ise bu ülkelerdeki resesyonun bu sefer bankalara yansımasıdır. Örneğin, gerek Almanya gerek Japonya geniş ölçüde ABD’ye ve diğer ülkelere imalat sanayii, yatırım malları ihracatı yapmaktadırlar. Bu imkânların ABD’deki resesyon dolayısıyla azalması bu kere bu ülkelerin 20 imalat sanayiini menfi etkilemekte, imalat sanayiindeki daralma, kâr düşmesi ise bu kere finans sektörünün açtığı kredilerin ödenmesinde güçlükler çıkartmaktadır; ayrıca kârlı kredi verme imkânları da azalmış olmaktadır. Örneğin, bu kere İspanya da turizmde gerileme dolayısıyla benzer duruma düşmüştür. Bu nedenlerle tüm Avrupa ülkeleri, en gelişmiş olanları yanında nispeten geri olanları dahil, karşılaştıkları finansal krizi önlemek, en azından hafifletmek için çeşitli tedbirler almışlardır. Bu tedbirlere mevduat garantisine yükselterek, yardım fonları ihdas etmek ve devletleştirme de dahildir. Örneğin, İngiltere misali yanında, Danimarka’da da Şubat 2009 itibariyle üç banka devletleştirilmiştir. Nitekim, 2009 Şubat itibariyle ABD hükümetinin kendi finans sektörüne fiilen yaptığı (fiilen sarfedilen) yardım tutarı $1.7 trilyon dolayında iken Avrupa ülkelerinin bütünü de kendi finans sektörlerine yaklaşık $2 trilyon dolayında yardım sunmuşlardır. Ayrıca, FED’e paralel olarak İngiltere Bankası (Bank of England), Avrupa Merkez Bankası (ECB: European Central Bank), Japonya Bankası (Bank of Japan), İsviçre Bankası (Swissbank) gibi gelişmiş ülke merkez bankaları ve ECB de gerek finansal krizi gerek resesyonu hafifletmek gayesiyle faizleri paralel olarak düşürmüşlerdir. Ancak ECB ön plana bir süre daha enflasyonu önlemeyi aldığı için faizleri düşürmeye biraz gecikme ile katılmıştır. Yine FED en radikal şekilde faizleri %0.5’e düşürdüğü halde ECB faizleri Şubat 2009 itibariyle %2 idi. Diğer taraftan, Çin Bankası (Bank of China) dahi, resmi ifadeye göre tamamen tesadüfi olarak, FED ve Avrupa ülkeleri Merkez Bankaları ile aynı tarihlerde faizi düşürmüştür. Örneğin, 2009 Şubat sonunda FED’in faizi %0.51, Japonya’nın %0.60, Çin’in %1.28, İngiltere’nin %2.1 Euro ülkelerininki ise %1.85 idi.Ancak dış borç yükü olan ve döviz rezervi noksanı gösteren ülkelerde faizler yüksek tutulmaktaydı. 21 Macaristan %9.51, Rusya %13.0, Türkiye %12.9, Pakistan %13.61, Arjantin %12.66 gibi. İsveç’te ise faiz %1.0, Norveç’de %3.21 gibi yine düşük düzeylerde idi. Demek ki, bugünkü küreselleşme ortamı içinde ve finansal kriz küreselleştiğinde bir taraftan gelişmiş ülkelerin hükümetleri birbirlerine paralel şekilde malî sektörlerine önemli miktarda yardımda bulunurken diğer taraftan Merkez Bankaları da, yine paralel şekilde faizleri düşürüyorlardı. Burada ECB’nin faizleri düşürmek konusunda enflasyonu önlemek endişesinin devamı neticesinde faizleri düşürmek konusunda biraz geç kalmasını karşıt bir tutum ve sapma olarak saymamak gerektiğini özellikle vurgulamak gerekir. O halde, küreselleşen krize karşı önlem alınmasında tam bir ahenk ve birlik olmamakla beraber fiilen geniş ölçüde paralellik vardır. Kısaca, küresel krize karşı hükümetler ve merkez bankaları küresel bir paralellik içinde mücadele etmişlerdir. Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’ın da belirttiği gibi, gerek ABD gerek Avrupa ülkeleri malî sektörlerini tam bir istikara kavuşturamamış olsalar bile, yetersiz de olsa, büyük hacimli yardımlar ve sunulan programlarla, en azından tamamen çökmesini süratle önleyebilmişlerdir. Malî krizin boyutu hesaba katıldığında finans sektörlerinin niçin tam istikrara kavuşturulamadığı daha açık anlaşılacaktır. Kriz sonucunda ABD ve Avrupa bankaları toplam varlık (bilanço aktifi) kayıplarının $10 trilyona ulaşacağı tahmin edilmektedir (Jeoffrey E. Garten, Newsweek, Aralık 22, 2008). ABD ve Avrupa ülkeleri malî sektörlerini çökmekten kurtarmak üzere toplam $8 trilyon kadar yardım programı sunmuşlardır. Sunulan bu programların tamamının kullanılmamış olması, bazılarının şartlarının ağır olması dolayısıyla bankaların bunları kullanmaktan sakınmaları ayrıdır. Burada kullanılan rakamlar ise 2009 Şubat’ta geçerli olan meblağlardır. 2009 boyunca bu rakamlar ve aynı zamanda fiili kullanmalar artacaktır. 22 1.4. ABD’DE AVRUPA ve GELİŞMİŞ ÜLKELERDE RESESYON ABD’de malî kriz yardımlara rağmen tamamen önlenemediği için reel ekonomiye sıçramış ve resesyona yol açmıştır. ABD hükümetinin ve FED’in yaptığı yardımlar, devletleştirmeler, yardım programları ve FED’in faizleri giderek düşürmesine rağmen bankaların likiditeleri, yatırımcılara ve tüketicilere kredi açmak imkânları ciddi ölçüde azalmıştır. Kaldı ki, özel tüketiciler de, ellerindeki varlıkların (ev, kıymetli kağıtlar, türevleri vs.) değer kaybetmesi, aldıkları ipotek kredilerini ödeyememeleri gibi nedenlerle tüketim harcamalarını kısmaya başlamışlardır. Böylece ABD’de finansal kriz kısa sürede resesyonu tetiklemiştir; toplam harcamalarda, dolayısıyla GSMH büyüme hızında önemli azalmalar, işsizlik oranında yükselmeler başgöstermiştir. Burada, kıymetli kağıtların değerlerinin düşmesinin etkilerini yeniden vurgulamakta yarar vardır. Finans veya resesyona karşı alınan tedbirlerin kamuoyu tarafından yetersiz bulunduğunu varsayalım. Bu takdirde borsada kıymetli kağıtların değeri (diyelim ki, ABD’de Dow Jones veya Nasdaq indeksi) düşecektir. Bundan doğan gelir kaybı ve belirsizlik artışı bu kere tüketici harcamalarında ve aynı zamanda yatırım harcamalarında azalmalara yol açar; bu da resesyonu daha da derinleştirir. Resesyon da yine ABD’den Avrupa ülkelerine ve Japonya’ya sıçrayarak küreselleşmiştir. Resesyonun Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı kapsamına alması iki sebebe bağlanabilir. Birincisi, bu ülkelerde başgösteren finansal kriz nedeniyle sözkonusu ülkelerde bankaların ekonominin reel sektörlerine, yatırımcı ve tüketicilere kredi açmak olanaklarının daralmasıdır. Esasen ayrıca kredi talepleri de azalmıştır. İkincisi, ABD’deki resesyon ve tüketimin daralması ABD’ye yönelen ihracatta önemli azalmalara yol açmıştır. Bu ikinci etken, Avrupa ülkeleri, özellikle Almanya ve Japonya yanında şüphesiz Güney Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeler için de daha büyük 23 boyutta bir resesyon kaynağı olmuştur. Dünyadaki ve ABD’yle ilgili finansal hareketlerin azalması, örneğin Singapur’u da menfi etkilemiştir. Diğer taraftan, petrol fiyatlarının çok yüksek olduğu dönemlerde yüksek ihracat ve döviz rezervine kavuşan Rusya, İran ve Venezuela gibi ülkeler petrol fiyatlarının düşmesi ve ihracat gelirlerinin azalmasıyla eski ekonomik kuvvetleri kaybetmişlerdir. Resesyon hakkında bir fikir vermek üzere şu rakamları ele alabiliriz. ABD’de büyüme hızı 2008 son çeyreğinde 2007’ın son çeyreğine kıyasla %6.7 gibi rekor bir düşme göstermiştir. 2008 büyüme hızı ise ancak %1 olabilmiştir. ABD’de 2008 yılında sadece tarım dışı sektörlerde işsizlik 2.6 milyon dolayında bir artış göstermiş, böylece işsizlik oranı 2007’de %4.9’dan 2008’de %7.2’ye yükselmiştir (banka sektöründeki işsizlik artışı dahil). Ocak 2009’da işsizlik oranı %7.6 olmuştur. Sadece 2009 Ocak ayında 598.000 kişi işsiz kalmıştır. ABD’de işsizlik oranı bu kere Ocak 2009’da %7.6‘dan Şubat 2009’da yıl itibariyle %8.1’e çıkmıştır. Sadece Şubat ayında tarım-dışı sektörlerde işsizlik artışı 651 bindir. Böylece; resesyonun başgöstermesinden sonra, son dört ay içinde işsizlik 2.6 milyon artmış olmaktadır; toplam işsiz sayısı ise 12.5 milyondur. Buna, isteklerinin aksine, mecburen yarım-gün çalışan 8.67 milyonu da ilave edebiliriz. Bu rakamlar krizin ne ciddi bir resesyon ve işsizlik yarattığını açıkça göstermektedir. Aslında işsizlik oranı anketlerle saptanmaktadır; yanlış beyan her zaman sözkonusu olabilir. Ayrıca ABD’de 9.5 milyonu bulan tek başına ve bağımsız çalışanlar ve bu gruptaki işsizlik artışı hesaba katılmamaktadır. Demek ki, gerçek işsizlik oranı istatistiklerde verilenden daha yüksek olabilir. Diğer taraftan, ortaokulu bitirmemiş olanlarda, üniversite mezunlarına kıyasla işsizlik oranı çok daha yüksektir (1. grup için %12, 2. 24 grup için %3.8). yapılan tahminlere göre işsizlik artışı 2009 boyunca devam edecek ve 2.75 milyon kişi daha işsiz kalacaktır. Avrupa’da, 16 ülkeden müteşekkil Euro bölgesinde (16 ülke) ise 2008 yılı son çeyreğinde (Ekim-Aralık), bir önceki çeyreğe (Temmuz-Eylül) kıyasla %1.5 bir küçülme kaydedilmiştir. Buna göre yine Euro bölgesinin 2008 ortalama büyüme hızının %0.7 olacağı tahmin edilmektedir. Aynı yılda Almanya %2.1, Fransa %1.2, İtalya %1.8 bir küçülme kaydetmiştir. Hollanda 2008 son çeyreğinde 2007 son çeyreğine kıyasla %0.8 küçülmüştür. İspanya’da 2008 son çeyreğinde küçülme %1’dir, büyüme hızı 2007’de %3.7’den 2008’de %1.2’ye düşmüştür (%2.5 bir küçülme). Uluslararası malî kuruluşlar İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerin kredi notlarını düşürmüşlerdir. Japonya 1990’lı durgunluk yıllarından sonra 2008 son çeyreğinde %3.3 oranında bir düşme gibi, ilk defa ciddi bir küçülme ile karşılaşmıştır. IMF’ın tahminlerine göre 2009’da İngiltere’nin büyüme hızı en düşük (-%2.6) olacaktır; Japonya ve Almanya’da 2009 büyüme hızı ise -%2.5 tahmin edilmektedir. İngiltere’deki yüksek oranlı düşme finans sektörü ile hane inşaatı sektöründeki krizden kaynaklanmaktadır. Almanya ve Japonya’daki küçülme ise ABD’ye otomotiv başta dayanıklı tüketim ve yatırım malı ihracat azalması, demek ki imalat sanayiindeki düşmeden kaynaklanmaktadır. AB’de 2008 sonunda işsizlik oranı %7 gibi esasen yükselmiş bir rakam idi. 2009’da 3.5 milyon kişinin daha işini kaybedeceği hesaplanmaktadır; 2010 yılında ise işsizlik oranının %9.5’e yükseleceği tahmin edilmektedir. Avrupa’da, İngiltere dahil, işsizlik artışı konusunda, eğitim düzeyi yanında yabancı işçilerin durumu da kritik bir fark göstermekte, yabancı işçilerdeki işsizlik daha yüksek oranlara ulaşmaktadır. Bu kere örneğin, İngiliz Başbakanı Gordon Brown resesyona karşı alınan tedbirleri beyan ederken 25 “İngilizlere ait işlerde öncelik İngiliz işçisine verilecektir” (British jobs for British Workers) şeklinde bir ifadeyi açık bir politika olarak beyan etmiştir. İngiltere’de AB ülkelerinden gelen işçiler yanında, bu ülkeler dışından gelen çok sayıda (3.8 milyon) işçi vardır. 2008’de Fransa’da meydana gelen olaylarda da din etkeninden ziyade yabancı ve Avrupalı olmayan gençlerdeki yüksek işsizlik oranının temel neden olduğu birçok gözlemci tarafından müşahade edilmiştir. Benzer şekilde Şubat 2009 sonu itibariyle Rusya’daki Türk işçilerinin büyük bir kısmı işsiz ve ücretini alamaz duruma düşmüşlerdir. Gerek ABD gerek Avrupa ülkeleri ve Japonya karşılaştıkları bu ciddi resesyon karşısında finans sektörlerindeki kizi önleyecek veya azaltacak tedbirler, devletleştirmeler, yardım programları ve merkez bankalarının faiz indirimleri yanında, doğrudan reel ekonomideki resesyonu önleyecek veya hafifletecek bir dizi tedbirler daha almaya başlamışlardır. Burada hemen yeniden şunu belirtelim ki, gerek ABD’de gerek Avrupa’da resesyonu, yani reel ekonomideki gerilemeyi önlemenin birinci yolu finans sektörünü yeniden canlandırmak, likit ve kredi verebilir duruma kavuşturmaktır (Robert J. Samuelson, Newsweek, Şubat 16, 2009). Bunun yanında resesyonu önleyecek veya hafifletecek diğer başlıca makro tedbirler aşağıda ele alınmaktadır: - Birincisi, merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmesi esasen malî sektör krizine karşı alınan tedbirler paketinin bir parçası olmak yanında, gerek özel yatırımları gerek özel tüketim harcamalarını da uyaracak bir tedbirdir. - İkincisi, özel tüketim harcamalarını uyarmak üzere, şahıslardan alınan vergilerin, özellikle orta ve düşük gelirli gruplara düşen vergilerin azaltılmasıdır. Bu tedbir sonucunda bu grupların vergiden sonra ellerine geçecek net gelirleri, yahut “kullanılabilir gelirleri” (disposible income) artacak; bu gruplar ise kullanılabilir 26 gelirlerindeki bu artışı, tasarruftan ziyade özel tüketime yönelteceklerdir. Örneğin, İngiltere’de Başbakanı Gordon Brown bu maksat için $31 milyar tutarında bir program yürürlüğe koymuş, Katma Değer Vergisinde yaptığı indirimlerle özellikle orta ve düşük gelirlilerin vergi yükünü azaltmıştır. - Aynı çerçeve içinde yine birçok ülke sağlık hizmetleri, bazıları eğitim masraflarını artırmışlar, yahut işsizlik sigortalarında iyileştirmelere gitmişlerdir. Esasen “refah devleti” ilkelerini uygulayan ve bu konularda geniş haklar tanımış olan Avrupa ülkelerinde bu gibi tedbirler imkânları farklı, aynı konuda daha uzun bir mesafe alabilecek olan ABD için ise farklı ve daha geniş olabilecektir. - Ele alınan ve uygulanan makro düzeydeki üçüncü tedbir kamu yatırımlarının artırılmasıdır. Bu ülkelerde kamu yatırımları üst-yapı alanlarına yönelmez, sadece sosyal veya verimli alt-yapı alanlarına yönelir. Özel yatırımlar ise üst-yapı alanları yanında verimli ve sosyal alt-yapı alanlarına da yönelebilir. Kamu yatırımlarının artırılması tedbiri örneğin ABD’de şu şekli almıştır: ABD’de federe devletlerin denk bütçe yapmaları şart olduğu için Federal devlet federe devletlere yardımda bulunacak, federe devletler de bu meblağları alt-yapı yatırım alanlarına yönelteceklerdir. Fransa’da ise hükümet okulların, demiryollarının, karayollarının ıslahı için önemli ek meblağlar ayırmıştır. Birçok ülkede bu yatırım artışlarının “çevreci” alanlara yöneltilmesi (çevre kirliliği yaratmayan enerji kaynakları gibi) de düşünülmüştür. Burada hemen belirtelim ki, kamu yatırımlarının artırılması tedbiri gerek diğer makro tedbirlere gerek ülkelere göre farklıdır. Kamu yatırımları artışının GSMH’yı uyarıcı etkilerini vergilerin azaltılması ile kıyaslayacak 27 olursak; 1929-34 Büyük Dünya Buhranını gözönünde bulunduran J.M. Keynes çığır açan 1936 tarihli kitabında depresyonun önlenmesinde kamu yatırımları artışının, vergi azaltması malî tedbirine kıyasla daha etkin olduğunu ileri sürmüştü. Çünkü, vergi azalışı kısmen tasarrufa gidecektir; buna karşı kamu yatırımları artışı olduğu gibi toplam harcamaları ve GSMH’yı yükseltecektir. Fakat, hesaba katılması gerekli bir özellik daha vardır .Vergi azalışı bir defa yapıldığında artık değiştirilemeyeceği varsayımı altında, “devamlılık” arzeder, ekonomiyi devamlı etkiler. Kamu yatırımlarını ise bütçe mülahazaları ile azalttığımız takdirde etkisi de sıfırlanır. Kamu yatırımlarının verimlilik etkisi ülkeden ülkeye değişir. Örneğin, alt-yapısı büyük ölçüde modern olan bir ülkede (örneğin Japonya) alt-yapıya yapılacak daha fazla yatırımın refah veya verimlilik artışı payı çok düşük kalacaktır, bu harcamalar en basit tabiriyle, adeta boşuna yapılmış olacaktır. Buna mukabil, örneğin ABD’de bir çok eyaletlerde yol, köprü vs gibi alt-yapı yatırımları eskimiş durumdadır ve bunlara yöneltilen yatırımlar daha büyük bir refah veya verim etkisi sağlar. Bu husus Çin gibi bir gelişen ülke yahut “yükselen piyasa” (emerging market) için de aynıdır. Yukarıda sayılan makro politikalara rağmen bazı reel sektörler, örneğin hane inşaatı sektörü yanında otomotiv sektörü resesyon dolayısıyla o kadar ciddi bir kriz içine girmiştir ki, çökmesini ve işsizliğin artmasını önlemek üzere bu sektöre acele maddî yardım yapılması gerekmiş ve fiilen de bir çok ülke otomotiv sektörüne yardım yapmıştır. Gelişmiş ülkeler arasında bir tek Fransa ve Başkan Sarkozy tarım dahil tüm imalat sanayiini korumak, yabancı şirketlere Fransız firmalarının satılmasını önlemek için büyük çabalar sarfetmekte, böylece hem WTO şartlarına hem AB kurallarına hem küreselleşme ilkelerine ters düşen “korumacı” ve “milliyetçi” bir tutum sergilemektedir. ABD ve gelişmiş ülkelerde gerek finans krizinin gerek resesyonun önlenmesi veya hafifletilmesi için sarfedilmesi gerekli olan kamu fonlarının 28 nasıl sağlanacağı da özel ağırlığı olan bir konudur. Politikacılar bu yükün ne olacağı yanında yarın ne kadar borç yaratacağını hesaba da katmak durumundadırlar. Parası rezerv olarak kullanılan ABD için bu sorun nispeten daha kolaydır. ABD faizlerini hemen hemen sıfıra düşürdüğü halde dış borç sağlayabilmekte ve FED buna dayanarak emisyon yapabilmektedir. Yine parası rezerv olarak kullanıldığı halde ekonomisinin zor durumda olması ve demek ki dünya kamuoyunda daha riskli kabul edilmesi dolayısıyla İngiltere hükümeti yardım programlarına fon sağlamakta daha şanssız durumda kalmıştır. Buna mukabil, daha önce carî işlem fazlalığı dolayısıyla Merkez Bankasının elinde bol döviz rezervi bulunan Almanya, Japonya gibi ülkeler kolayca bu rezervlere başvurmaktadırlar. Çin ve Brezilya için de aynı husus geçerlidir. Diğer ülkelerde ise daha sert bir resesyon ve para değeri kaybı kaçınılmazdır: İspanya, Portekiz, vb. gibi. Bu safhada tek tek Avrupa ülkeleri ve Japonya’da resesyona karşı alınan tedbirleri ayrıntılarıyla kaydetmek yerine ABD’ye yeni başkan seçilen B.Obama’nın resesyonu önlemek üzere aldığı paket, ilginç bir örnek olarak incelenecektir. B.Obama’nın ekonomiyi canlandırma paketi birçok değiştirmeden sonra Temsilciler Meclisinden, sonra da Senatodan 11 Şubat 2009’da geçmiştir ve iki meclis arasındaki küçük farklar çözüldükten sonra uygulanmasına başlanacaktır. Tasarı Demokrat Partinin hakim olduğu Temsilciler Meclisinden 183’e karşı 246 oyla geçmiştir. Fakat Senatoda 36 muhalife karşı 61 oyla ve gerekli asgari oydan 1 fazlası ile, 3 Cumhuriyetçi senatörün oy vermesi ile geçebilmiştir. Temsilciler Meclisindeki Cumhuriyetçi üyelerin ise hepsi programa ret oyu vermiştir. Kongreden geçen $789 milyarlık paket resesyonla mücadele için kamu harcama artışları ile vergi indirimleri getirmektedir. Kamu harcamalarında Cumhuriyetçiler tarafından konulmuş olan demir, çelik dahil “Amerikan malı alınması” şartı sonradan “WTO kurallarına uymak kaydı”nı ilave etmek suretiyle bir ölçüde yumuşatılmıştır. Obama’nın ekonomiyi canlandırma 29 paketindeki $789 milyarın $120 milyarı kamu yatırımlarına, 520 milyarı, “yenilenebilir” enerjiye, $11 milyarı elektrik alt-yapısının yenilenmesine tahsis edilmiştir. Geri kalan kısımda ABD halkının %95’inin yararlanabileceği teşvikler yer almaktadır. Fakat bu vergi ve benzeri teşviklerin büyük ağırlığı Kongre tarafından 2010 yılına atılmıştır. Cumhuriyetçi Parti Temsilciler Meclisi üyeleri ve senatörler pakete ABD’yi müteakip yıllarda büyük bir borç altına sokacağı mülahazasıyla red oyu vermişlerdir. Hatta daha sert bir ifade ile bunu “nesilden nesile hırsızlık” (generational theft: bugünkü neslin gelecek nesilden çalması) olarak nitelendirmişlerdir. Krizin başlarında Almanya’da maliye bakanı Steinbrück de bugün yapılacak yardımların bir işe yaramayacağını, fakat gelecek yıllara büyük borçlar bırakacağını iddia etmişti. Fakat yardım yapılmadığı takdirde ekonomide daha büyük sorunlar çıkacağı anlaşıldığı için Alman hükümeti gerek finansal krize gerek resesyona karşı mücadele için önemli ölçülerde yardım programları uygulamaya başlamıştı. Ne var ki, ABD bütçe açığı ise 2009 için $1.75 trilyon olarak hesaplanmıştır. ABD’de Cumhuriyetçi Parti üyeleri ise Obama’nın programına bu eleştirileri yaparken önceki Cumhuriyetçi Parti Başkanı George W.Bush döneminde bütçe açığının - normal ekonomik yıllarda dahi giderek arttığını, bu hususta Irak savaşının da etkileri bulunduğunu, bunun yanında carî işlemler açığının da sürdürülemez düzeye gelmiş bulunduğunu unutmuş gözükmektedirler. Kısaca, Bush döneminde yardım paketlerini onaylayan Cumhuriyetçi Parti mensuplarının Obama’nın yardım paketini onaylamamaları yaklaşım farkından ziyade siyasî bir manevra izlenimi vermektedir. Diğer taraftan, bir kısım iktisat uzmanları ise Obama’nın paketini bu kere ekonomiyi canlandırma konusunda yetersiz kalacağı için eleştirmişlerdir. Paketin yetersiz olduğu yolunda uzmanlar tarafından yapılan 30 eleştirilerde sırf ekonomi açısından bakıldığında, doğruluk payı büyüktür. Fakat kongreden çıkan paketin Obama’nın ilk teklifinden daha küçük olduğu, bu paketin dahi kıl payı geçtiğini gözönüne alırsak, politik açıdan daha yüksek meblağlı bir paketin Kongreden, özellikle Senatodan geçmesinin mümkün olmayacağı açık şekilde ortadadır. Paketin resesyonu önlemek, yahut hafifletmek hususunda ne kadar etkin olacağını ise önümüzdeki aylar gösterecektir. Obama idaresi resesyon ortamında iyi bir iz bırakmadığı için sorunlu finans kurumları vb. firmaların CEO’larının aldıkları maaş, ikramiye ve primler için yılda $500 binlik bir limit getirmiştir. Özellikle kötü risk idaresi dolayısıyla iflas durumuna gelerek batan veya devletten yardım istemek durumunda kalan finans sektörü ve banka yöneticilerinin (CEO’larının) aldıkları yüksek maaş ve primlere kamuoyu ciddi bir tepki göstermişti. B. Obama’nın ABD başkanı olduğu dönemde, 2 Nisan 2009’da Londra’da yapılan G20 zirvesinde ise oybirliği ile finansal krizin ve resesyonun önlenmesi için çok önemli kararlar alınmıştır. Buna göre: 1) hedge fonları devamlı denetim altında tutulacaktır; 2) G20 ülkeleri piyasaya yeterli seviyede kamu harcamaları yöneltecektir; bunun meblağına sonradan karar verilecektir. Örneğin, İngiliz Başbakanı Gordon Brown $5 trilyon önermekte, ABD başkanı B. Obama $2 trilyon üzerinde durmaktadır; 3) CEO’lara ödenecek maaşlar, ikramiyeler, primler için bir limit getirilecekir, 4) tüm bankalar vergi kaçakçılığını önlemek üzere, gerektiğinde müşterilerinin hesaplarını vergi mercilerine açıklayacaklardır, 5) yeni ekonomi düzenini IMF ve WB denetleyeceklerdir. Resesyondan etkilenen ülkelere daha etkin yardım yapabilmesi için IMF’ın malî imkânları $1.1 trilyon genişletilecektir. 31 Şayet G20’ün bu tavsiye kararları uygulanırsa finansal küresel krizin ve küresel resesyonun daha süratle önüne geçilebilir. Gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin yeniden canlanması müspet etkilerini gelişen ülkelerde gösterecektir. Kaldı ki, yeni artan malî imkânlarıyla IMF resesyondan menfi etkilenen tüm gelişen veya orta gelirli ülkelere kredi açmak imkânına sahip olabilecektir. ABD’de ev fiyatlarının Mart 2009’dan itibaren düşmesinin durarak yükselmeye başlaması ve 2009 ilk çeyreğinde Goldman Sachs, JP Morgan Chase, Wells Forgo, Bank of America gibi birçok Amerikan bankasının kâr etmeye başlamaları bir taraftan, G20 kararlarının uygulanmaya konması diğer taraftan, resesyonu 2010 ortalarından itibaren önleyebilecek etkinlikte görülmektedir. 1.5. ABD’DE, AVRUPA’DA GELİŞEN ÜLKELERDE RESESYONA KARŞI SEKTÖREL YARDIM: OTOMOTİV SANAYİİ Bu kısımda önemi dolayısıyla resesyona karşı alınan sektörel tedbir, yani otomotiv sektörüne yapılan yardımlar kısaca ele alınacaktır. Hangi reel sektöre resesyon dolayısıyla nasıl yardım yapıldığına gelince, ABD ve tüm gelişmiş ülkelerde başta inşaat, özellikle ev inşaatı yanında otomotiv sektörünün resesyondan en çok etkilenen sektör olduğuna yukarıda da işaret edilmişti. Şüphesiz ev inşaatı sektörünün devlet eliyle canlandırılması sözkonusu olamaz. Bu konuda önemli olan, özellikle ABD ve diğer ülkelerin yaptığı gibi, ipotek kredileri borçlarının ele alınması, finans sektörünün bu kötü borçlardan yahut toksit varlıklardan kurtarılması ve yine mümkün mertebe hacze uğrayan ipotekli ev sahiplerine yardım edilmesidir. Ev fiyatlarının düşmesinin durması ise sektörü resesyondan kurtaracaktır. ABD’de ev fiyatlarının düşmesinin 2009 Nisan itibaren durduğu gözlenmektedir. 32 Otomotiv sektörünün resesyondan etkilenen reel sektörlerin başında gelmesinin nedeni açıktır. Gelirleri daralan tüketiciler ev satın almak dışında en önce otomobil almak taleplerini ileriki tarihlere atarlar. Diğer taraftan, ABD’de resesyon, gelirlerin azalması, işsizliği artması, başta otomotiv ithalatı olmak üzere tüm ABD ithalatını geriletmiştir. Bu da özellikle ABD’ye ve diğer ülkelere otomotiv ihracatı yapan Japonya Almanya gibi ülkelerde otomotiv sektörünün daralmasına yol açmıştır Şüphesiz ihracat daralması sadece otomotiv değil diğer imalat sanayii sektörleri için de geçerlidir. Ve yine şüphesiz ABD’de ve gelişmiş, gelişen ülkelerdeki resesyondan G.Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeler de önemli ölçüde menfi etkilenmişlerdir. Özel gelirlerin (tüketicilerin “kullanılabilir gelirleri”nin: disposable income) azalması, işsizliğin artması karşısında şüphesiz turizm, uçak seferleri, beyaz eşya elektronik, elektrikli ev aletleri vs. satışları da azalır; fakat en büyük azalma otomotiv sektöründe görülür. Nitekim, özel gelirlerin azalması otomobil satışlarını, ticaretin daralması ise kamyon, kamyonet, TIR satışlarını düşürmüştür. Kaldı ki, otomotiv sektörünün arkasında satış şirketleri ve özellikle çok geniş bir yan sanayi vardır. Uzmanların tahminlerine göre, bir otomotiv üretimi için 1.600-2.000 parçaya (yan sanayie) gerek vardır. Bu durumda otomotiv satışları ve üretimindeki bir daralma satış şirketlerini ve yan sanayileri de vuracağı için ekonomi üzerindeki etkileri çok büyük olur. Nitekim, ABD’de otomotiv sektörünün çökmesinden doğacak işsizliğin 2.5 milyon olacağı, ekonomideki toplam işsizliğin bu rakam kadar artacağı tahmin edilmektedir. 3 büyükler ABD’de üretim yapan yabancı oto üreticilerinden daha fazla yerli yan sanayi parçaları kullanmaktadırlar. Bu nedenle ABD otomotiv devleri ciddi sorunlarla karşılaştığında ABD (George W. Bush) hükümeti, bu firmaların yeniden yapılanma ve rekabet kazanma zorunluğu şartını ileri sürmek suretiyle, derhal malî yardım yapmıştır. Örneğin G.M.’e (General Motors’a) önce $4 milyar yardım yapılmış, daha sonra Aralık 2008’de ek olarak $9.4 milyar kredi 33 açılarak yardım yapılması kabul edilmiştir. Bu arada G.M. en çok araç satan üretici olma vasfını ilk defa Japon Toyota’ya kaptırmıştır. Chrysler ise Ocak 2009’da $4 milyar yardım almıştır. Chrysler’in Fiat tarafından satın alınması sözkonusu olmaktadır. Bu satış hükümet tarafından desteklenmektedir. Diğer taraftan, 1 no.lu otomotiv üreticisi durumuna geçen Japon Toyota 2008/9 malî yılında ilk defa $5 milyara yakın zarar edeceğini açıklamıştır. Kısa bir süre sonra da satış hacmi en az düşen Volkswagen 1 no.lu üretici olma vasfını Toyota’dan almıştır. Bu arada toplam işçi ve personel masraflarına bakarsak G.M.’nin sorununun yeniden yapılanma gereğinden daha ağırlıklı olarak, karşı karşıya kaldığı çok kuvvetli işçi sendikası (UAW: United Auto Workers: Birleşmiş Oto İşçileri) dolayısıyla yüksek ücret sorunu olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, 2008 yılında GM’in toplam ücret ödemesi $71 milyar, Toyota’nın ise sadece $47 milyardı; arada $27 milyarlık bir fark bulunmaktadır. ABD’de kuvvetli oto işçi sendikası ABD oto sanayiinin dünyaya hakim olduğu, çok eski yıllardan kalma bir olaydır. Yine Şubat’ta GM ve Chrysler, Obama döneminde Hazineden yeniden ek malî yardım talebinde bulunurken Ford, UAW ile anlaşarak ücretleri düşürdüğünü, malî yardım istemesine gerek kalmadığını beyan etmiştir. Böylece Ford’un 42 bin çalışanından hiçbiri işinden olmamıştır. Demek ki geç de olsa UAW de yüksek ücrette ısrar etmenin bugünkü şartlarda yanlış olduğunu anlamış bulunmaktadır. Şubat ortasında, Obama döneminde ise gerek GM gerek Chrysler Hazineden yeniden ek yardım (ek kredi) talep etmişlerdir. GM Hazine’den $22 milyar, Chrysler $4 milyar kredi daha talep etmiştir. GM yaptığı yeniden yapılanma planına göre 2012 yılına kadar 47.000 kişinin işine son verecek 5 fabrika kapatacaktır. Böylece kapatacağı fabrika sayısı 14’ü bulacaktır; aynı zamanda maaş ve ücret indirimi de yapacaktır. 2 şirketin iflası halinde ise iş 34 gücü kaybının maliyetinin istenilen ek krediden fazla olacağı bildirilmektedir. GM ayrıca fabrika açmış olduğu Almanya, İngiltere, İsveç, Kanada ve Tayland’dan 31 Mart 2009 tarihine kadar toplam $5 milyar talep etmektedir. Yukarıda belirtilen 47.000 rakamına satış firmaları ve yan sanayide meydana gelecek işsizlik dahil değildir. Buna karşın işsizlik rakamına ”mavi yakalılar” yanında “beyaz yakalılar” da dahildir. GM ayrıca dış ülkelerdeki fabrikalarından bir kısmını kapatmayı, dış ülkelerde 26.000 kişi çıkarmayı, Almanya’daki Opel’i ise satmayı düşünmektedir. Bütün bu tedbirler GM için sorunun resesyonun menfi etkilerinden ibaret olmadığına işaret etmektedir. Bu arada Fiat tarafından ise Chrysler’in %35 hissesinin satın alınması konusundaki isteklerinin devam ettiği beyan edilmiştir. Otomotiv satışları Avrupada, alınan tedbirler sonucu yeniden canlandığı için GM’nin sahip olduğu Almanya’daki Opel firması son aylarda talebi izleyerek üretimini artırmış ve kâra geçmiştir. Obama idaresi Mart sonunda aldığı kararla GM ve Chrysler’in yeniden yapılanma programlarını yetersiz bularak ek yardımı reddetmiştir. GM’ye, gerek alacaklılarının gerek işçi sendikalarının daha büyük fedakarlık yapmalarının sağlanması için 60 günlük bir mühlet vermiştir. Chrysler’e ise Fiat ile kesin bir anlaşmaya varması için bir aylık bir müddet verilmiştir. GM ve Chrysler hakkında halen çeşitli alternatifler ileri sürülmektedir ve henüz çözüm konusunda bir mutabakata varılmamıştır (2009 Nisan sonu itibariyle). Bu safhada özellikle şu hususu vurgulamak gerekir: 1929-34 Büyük Dünya Buhranında tüm ülkeler ithalatlarını kısmak, ihracatlarını artırmak gayreti içinde “korumacı” (protectionist) tedbirlerle ithalatı kısmak veya yasaklamak, yüksek ithalat vergileri koymak yolunu seçmişlerdi. Korumacı tedbirler ise uluslararası ticaretin daralması yanında asıl önemlisi, tüm ülkelerde üretimdeki daralmanın ve depresyonun (buhranın) derinleşmesinde en önemli etkenlerden biri olmuştur. Dikkat edilirse bugün karşılaşılan üretim 35 ve milli gelir hızındaki azalma, ne kadar küresel ve ciddi olsa da “resesyon” olarak adlandırılmaktadır. Depresyon (buhran) ise çok daha ağır bir ekonomik çöküştür. Nitekim, söz konusu Büyük Dünya Buhranı, 5-6 yıl sürmüş üretim ve gelir hızında azalma değil, büyük düşmeler kaydedilmiş, işsizlik oranı %25’lere yükselmişti. Bugün korumacılığa yönelmekten sakınılmasında Büyük Dünya Buhranının etkisi yanında bugünkü küreselleşme ortamının da önemli rolü vardır; daha doğrusu bugünkü küreselleşmiş dünyada aslında “korumacılık” tedbirlerinin anlamı pek kalmamıştır. Örneğin, ABD’de GM, Chrysler, Ford gibi Amerikan oto firmaları yanında Toyota, Hyundai dahil, bir çok yabancı oto fabrikaları mevcuttur ve üretim yapıp ABD piyasalarında satmaktadırlar. Chrysler’de ise yabancı sermaye hissesi mevcuttur. Böyle bir ortam “milli sanayinin korunması” tezini anlamsızlaştırmaktadır. Nitekim, 2 ABD otomobil devi de ABD hükümetinden korumacı tedbirler değil, malî yardım, yani kredi talep etmişlerdir (Barrett Sheridan, Newsweek, Şubat 2, 2009). Avrupa ülkeleri ise otomotiv sektörüne yardım konusunda farklı davranmışlar, otomotiv satışlarını canlandırmak üzere hurda otomotiv için malî yardım yapmaya başlamışlardır. Buna göre firmalar ve kişiler ellerindeki, farklı ülkelere göre 9, 10 veya 15 yıllık araçları yeni, en az bir yıllık ve emisyon şartlarına uyan araçlarla değiştirmek istediklerinde verdikleri hurda araç için belirli bir yardım alacaktır. Bu yardım Almanya’da Euro 2.500 diğer ülkelerde Euro 1.000-1.500 arasındadır. Bu tedbiri Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya, Portekiz, Romanya uygulamaktadır. Uygulama belirli bir süre için geçerlidir: 2009 yılı sonu gibi. İspanya’da ise farklı olarak hurda yardımı yerine yeni alınacak araç için Euro 10.000 faizsiz kredi verilmektedir. Bu şekilde Avrupa ülkelerinde otomotiv sektörüne yapılan malî yardımın portesinin Euro 1.3 milyar olacağı tahmin edilmektedir. En fazla teşvik Euro 500 milyon ile Almanya’da verilecektir. Fransa’nın yapacağı yardımın Euro 220 milyon olacağı tahmin 36 edilmektedir (Emre Özpeynirci, Hürriyet, 14 Şubat 2009). Bu teşvik yetmediği mülahazasıyla Sarkozy Fransız oto sanayiine ayrıca $8 milyara yakın yardım yapmayı kabul etmiştir. Şubat sonuna doğru Rusya da kervana katılmış ve yerli yeni otomobil alımı için hazine yardımı yapacağını bildirmiştir. Sektörlere malî yardım ele alındığında en önemli ekonomik ve politik sorun hududun nerede çizileceğidir. Gerek bu nedenle, gerek özel firmalar sözkonusu olduğu için Hazinenin yardımı “kredi” olarak vermesi en makul yoldur. Sektörün veya firmanın durumuna göre yeniden yapılanma da istenebilir. Çünkü, uzun vadede batmaya mahkum bir sektör veya firmaya kredi vermenin anlamı yoktur. Bugüne kadar önemli özellikleri ve ağırlığı dolayısıyla sadece otomotiv sektörüne ve otomotiv firmalarına yardım yapılması (kredi verilmesi) sözkonusu olmuştur. Resesyondan örneğin ev inşaatı ve otomotiv yanında menfi etkilenen, örneğin turizm sektörüne, hava yollarına vb. “doğrudan” yardım konusu ortaya çıkmamıştır. 1.6. GELİŞEN, YENİ SANAYİLEŞEN ÜLKELER ve YÜKSELEN PİYASALARDA RESESYON Gelişen ülkeler, Türkiye de dahil yeni sanayileşen veya orta gelirli ülkeler ve Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin (BRICs) gibi “yükselen piyasalar” (emerging markets) küresel finansal kriz ve küresel resesyondan genellikle ciddi şekilde menfi etkilenmişlerdir. Böylece kriz ve resesyon tüm dünyayı sarmış ve tam anlamıyla küreselleşmiştir. Finansal krizin başlarında bazı Amerikalı ve Avrupalı uzmanlar özellikle Çin, aynı zamanda Brezilya, kısmen Hindistan gibi iyi ekonomi idaresi göstermiş olan ülkelerin (yükselen piyasaların) krizden fazla 37 etkilenmeyeceğini, hatta bu ülkelerdeki büyümenin devam etmesinin ABD ve Avrupa’nın krizden bir an önce çıkmasını sağlayabileceğini ümit ediyorlardı. Bu özelliği “decoupling” (ikiye ayrışma, iki ülke grubunun ayrışması) olarak ifade etmişlerdi. Örneğin Çin’de, Japonya gibi, çok büyük miktarda rezerv döviz (çoğunluğu Amerikan doları) bulunuyordu; Brezilya’nın da ekonomisi sağlam, döviz rezervi iyi durumda idi. Fakat, fiili durum böyle olmamış, gelişen ülkelerin, yeni sanayileşen ülkelerin ve yükselen piyasaların krizden tahmin edilenin çok üstünde, hatta gelişmiş ülkelerden daha fazla menfi etkilendikleri görülmüştür. Bunun başlıca sebeplerini şöyle izah edebiliriz.Çin, Çin’in yanında Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi Uzakdoğu Asya ülkeleri uzun süreden beri “ihracata dayalı bir büyüme stratejisi” izlemekteydiler. Bu ülkeler ABD’ye, bunun yanında Avrupa ülkelerine çok büyük ölçeklerde ihracat yapmakta ve çok büyük dış ticaret ve carî işlemler fazlası göstermekteydiler. Buna karşı, bu ülkelerin içeride özel tüketim harcamaları düşük olup çok yüksek oranda tasarruf yapmaktaydılar. Bu ülkelerde ABD ve Avrupa’daki kriz ve resesyon dolayısıyla ihracatları bu kere büyük ölçüde azalınca, ihracatla beraber toplam harcamalar ve üretim, milli gelir büyüme hızı da büyük düşmeler göstermeye başlamıştır. Yani “decoupling” tezinin aksine, bu ülkeler ABD ve Avrupa ülkelerinin büyümesine bağımlı durumda idiler. Bu ülke hükümetlerinin iç tüketimleri uyaracağı tedbirleri olmadığı, özel tasarruf meyli kriz boyunca da çok yüksek kaldığı için büyüme hızları gelişmiş ülkelerden de daha fazla düşmüştür. Ancak son zamanlarda bu ülkelerin özel tüketiminde bir artma, özel tasarruflarında bir miktar azalma başlamıştır. Örneğin, Deng Xiaoping tarafından1980’lerden bu yana Çin’de uygulanan pragmatik ekonomi politikaları uzun süre çok yüksek bir büyüme sağlamıştı. Nitekim, Çin’de büyüme hızı 2007’de %10’un üstünde idi. Fakat 2008’de krizin etkilerinin başlamasıyla, Çin’in resmi gelir hesaplarına göre 38 büyüme hızı %6.8’e düşmüştür. Goldman Sachs, Morgan Stanley gibi büyük ABD finans şirketlerine göre Çin’deki gerçek büyüme hızı düşmesi daha fazladır. İhracat, dolayısıyla üretim ve milli gelir artışındaki düşme Çin’de işsizliğin artmasına yol açmıştır. Örneğin, krizden bu yana ve Şubat 2009 itibariyle işsizlik dolayısıyla köylerine dönenlerin sayısı 20 milyonu geçmiştir. Çin üretimi teşvik etmek ve büyüme hızının işsizlik artışını önleyecek düzeyde, yani %8 olması için iki yıllık ve $586 milyarlık bir yatırım paketini yürürlüğe koymuştur. Bu para halkın konutlandırılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ıslahı, Mayıs 2008 zelzelesinin yol açtığı tahribatın onarımı gibi alanlarda kullanılacaktır. Çin, resesyona karşı uygulamaya koyduğu bu programı kolaylıkla döviz rezervleri ile karşılamaktadır. Çünkü kriz başlangıcında Çin’in elinde $2 trilyon değerinde, çoğunluğu dolar, döviz rezervi bulunmaktaydı, ayrıca $680 milyar dolayında uzun vadeli ABD devlet tahvili tutuyordu. Böylece Çin ABD’ye en çok borç veren ülke konumuna da gelmişti. Çin’de ihracatın Şubat ayında yıl itibariyle %25.7 oranındaki düşmesinin resesyonist etkilerini telâfi için yukarıda sözü edilen kamu yatırımları 2008’e kıyasla 2009’da %26.5 artırılmış olmaktaydı. Çin yanında Japonya, G.Kore, Tayvan gibi ülkelerin resesyonla mücadele için gerekli programlarının finansmanları bu ülkelerde bugüne kadar birikmiş olan döviz rezervi ile sağlanmaktadır. Fakat her halû kârda Çin, Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi ülkelerin bundan böyle ve krizden sonra sadece ihracat artışına dayalı gelişme stratejisini terkederek, makro vb. politikalarla özel tüketim artışını özendirmeleri, özel tasarruf meylini düşürmeleri gerekir. Aynı zamanda, büyük dış ticaret fazlalarına yol açan politikalardan, demek ki, kendi paralarını suni şekilde yüksek tutmaktan vazgeçmelidirler. Japonya da yine, ithalata arka planda suni engeller koymaktan vazgeçmelidir. Böylece 39 dünyadaki büyüme krizden sonra daha sağlam zemine oturtulmuş olur. Şüphesiz, buna mukabil ABD, İngiltere gibi ülkelerde de aksi sözkonusu olmalı, tüketim meyli düşürülmeli, eksi veya sıfır dolayında olan tasarruf meyli yükseltilmelidir. Çin yanında ve yine Çin gibi yükselen piyasalar ve BRIC’ler arasında bulunan Brezilya’da küresel krize nispeten daha iyi karşı koyabilir durumdadır. Çünkü, sosyal demokrat olan Lula da Silva pragmatik bir yaklaşımla piyasa ekonomisi kuralları çerçevesinde kalarak sağlıklı bir bütçe politikası izlemiş, böylece hem büyüme hızını yükseltmiş, hem sosyal terbirlerini alabilmiştir. Büyüme sağlamak üzere ise hem iç talebini hem de ihracatını artırmış, böylece yeterli döviz birikimi de yapabilmiştir. Brezilya’nın büyüme hızı 2008’de %4 dolayına düşmüştür. Bu oran, 2008 şartları altında tatmin edici bir rakamdır. Hindistan ise ABD’den geniş ölçüde bilgisayar programları ve muhasebesiyle ilgili sipariş (subcontracting) almakla beraber, Çin gibi ihracata dayalı bir gelişme stratejisi izlememiştir. Ne var ki, ihracat ve subcontracting hacmindeki düşmeler çok büyük düzeyde olmadığı için, uygun tedbirler aldığı takdirde, Hindistan da krizi daha az zararla kapayabilecektir. Rusya’nın durumu ilginçtir yine “yükselen piyasalar” ve BRICs içinde yer alan Rusya zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına rağmen, bir taraftan dünyada petrol fiyatlarının çok büyük yükselmelerden sonra düştüğü için, enerji kaynakları ihracatı yanında dış borçlanmaya dayalı bir politika uyguladığı, elinde yeterli döviz rezervi olduğu halde dış borç tutarı çok yüksek olduğu için krizden menfi etkilenen ülkeler arasındadır. Çünkü ABD ve Avrupa’da finansal kriz ve resesyonla beraber bu ülkelerden borç almak imkânlarının azalması, mevcut borçların ödenmesi, finans fonları yanında direkt özel yatırımların düşmesi ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu şartlar altında Rusya’nın devalüasyon yapması kaçınılmazdır. Rusya esasen kendine 40 has bir “piyasa ekonomisi” uygulamakta, iktidara karşıt müteşebbisi sadece ekonomik bakımdan yıkmakla yetinmeyip hakkında cezai takibata dahi gitmektedir. Diğer taraftan, AB’ne yeni üye olmuş Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin durumu da ağırdır ve bunların daha da kötüleşmesi bu sefer AB’ni tehlikeye atabileceği için, IMF yardım programları yanında AB’nin genişlemesini ve Euro’ya geçmesi teşvik eden Almanya da muhtemelen ek yardımda bulunmak gereğini hissedecektir. Kriz dolayısıyla Türkiye’nin durumu da ilginçtir. Küresel finansal kriz ve küresel resesyonun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri ayrı bir araştırma konusu yapılmıştır ve bu inceleme ile beraber yayınlanacaktır. Bu nedenle burada konu çok özet olarak verilecektir. Gelişen, yeni sanayileşen ülkelerde Türkiye gibi orta gelir seviyesine ulaşmış ülkeler dahil, bankaların yabancı bankaların kıymetli kağıtlarını ve türevlerini satın almaları kanunen mümkün değildir. Bu bakımdan Avrupa, Japonya finans çevrelerinde rastlanan ve ABD finans sektörü kıymetli kağıtlarının düşmesinden doğan bir sorunla karşı karşıya gelinmiş değildir. Aksine, 2001 yılından itibaren alınmış olan tedbirlerle bankaların bünyesi sağlamlaştırılmış bulunmaktadır. Fakat, Türkiye 2002 yılından bu yana yanlış bir küreselleşme ve büyüme stratejisi izlemiştir. Ekonomik ve politik istikrar ortamı içinde Türkiye’ye direkt özel yabancı sermaye akımı yanında, faiz oranlarını da çok yüksek tutarak geniş ölçüde kısa vadeli finans fonu girişi de sağlanmıştır. Sonuçta ise Türkiye’nin dış borçları büyük ölçüde artmıştır. Yüksek faiz dolayısıyla giren özel yabancı sermaye ve finansal fon akımı bu kere doların fiyatını suni olarak düşürmüştür. Bu durum herşeyden önce tarım ürünlerinin piyasa fiyatlarını düşük tuttuğu için tarım üretimi ve tarım istihdamı çok büyük ölçüde düşmüştür. Tarım-dışı sektörlerdeki istihdam artışı ise tarımdaki istihdam azalmasını ancak, az fazlasıyla telâfi edebilmiştir. Sonuçta da, işgücü arzı artışı hesaba katıldığında Türkiye’de 41 istihdam yaratmayan, aksine, işsizliğin arttığı bir büyüme sürecinden bahsedilir olmuştur. Diğer taraftan, gerek kamunun (devlet, belediyeler, kamu bankaları) gerek özel sektörün (özel bankalar dahil) iç ve dış borçları yükselmiştir. Kriz yıllarına kadar cari işlemlerde verilen açık ve ithalat fazlalığı ve yıllık dış borç ve faiz ödemeleri dış sermaye ve fon akışıyla sağlanıyordu. Küresel finansal kriz ve resesyonla beraber Türkiye’ye giren yeni kredilerde ve direkt özel sermaye akışında önemli azalmalar başgöstermiştir. Bunun yanında Türkiye ihracatının büyük kısmı AB ve Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya yapıldığı için kriz ve resesyonla birlikte ihracat artışı da düşmeye başlamıştır. Bu durumda Türkiye her yıl geri ödenmesi gerekli kredi ile dış kredi faizini ödemekte güçlük çekmeye başlamıştır. Bu nedenle de ithalatını daraltmak zorunluğu ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. İthalattaki azalma ise, gerek üretim gerek yatırımda ithal ara malları yatırım malları gerektiği için, üretimi ve büyüme hızını büyük oranda düşürebilecektir. İhracattaki azalma en çok otomotive yansımıştır. Bunun yanında tüm imalat sanayi kolları, ayrıca özellikle tekstil, turizm ve ev inşaat sektörü krizden menfi etkilenmişlerdir. Ancak, Türkiye’nin elinde yeterli seviyede döviz rezervi olmadığı için Japonya, Çin, G.Kore, Tayvan gibi buna dayanarak kamu harcamalarını artırmak olanakları kısıtlıdır. Resesyona karşı Türkiye’nin kamu bütçesinin kaldırılabileceği harcama veya yardım resesyonu önleyecek ölçeklere varamaz; aksi halde bu kere yatırım ve üretim için döviz darboğazıyla karşılaşılır. Şubat 2009’da Rusya ile yapılan anlaşma, iki ülke arasındaki ticaretin TL. ve ruble ile yürütülmesi, TIR’ların sınırda bekletilmesinin önlenmesi, uzun vadede elektrik enerjisi ithali müspet etkiler yaratabilecek adımlardır; fakat Türkiye’yi kriz ortamından tamamen çekmekten uzaktır. 42 Bu şartlar altında da Türkiye için en doğru tedbir IMF ile bir an önce anlaşmak, önümüzdeki 2-3 yıl için $20 milyar üstünde bir kredi sağlamaktır. Böyle bir anlaşma gerek finans sektörlerinden gelen kredi ve finans fonlarındaki, gerek özel yabancı sermaye akışındaki azalmayı da asgariye indirebilecektir. Ne var ki, IMF anlaşma ile birlikte ve bütçe disiplinini de şart koşacaktır. 29 Mart 2009 Türkiye genelindeki yerel seçimler dolayısıyla bütçe açığı yükseldiği ve yükseleceği için Hükümet IMF ile yerel seçimlerden önce anlaşmaya yanaşmamıştır. Fakat anlaşma yapılmadığı sürece hem büyüme hızı daha şiddetle düşecek ve işsizlik daha fazla artacak, hem de piyasalarda TL. çok daha süratli bir değer kaybına (devalüasyon) uğrayacaktır. Türkiye 15 Kasım 2008’de Washington D.C.’de yapılan G20’ler toplantısına katılmakla beraber, bu toplantıda aktif bir tutum göstermemiştir. Halbuki, IMF Türkiye’yi krizden en fazla etkilenecek ülkeler arasında gösterilmiştir. TÜİK’in ilk tahminlerine göre Türkiye’nin büyüme hızı 2008’de %2.8’e düşmüştür; TÜİK Nisan 2009’da 2009 büyüme oranı tahmini %4’den -%3.6’ye indirmiş bulunmaktadır. IMF ise Türkiye’nin 2009’da %3.6 değil %5.1 oranında küçüleceğini tahmin etmektedir. Yerel seçimlerin hemen ardından Hükümet IMF ile tekrar temasa başlamış fakat 2009 Nisan ortası itibariyle henüz müspet bir sonuç alınmamıştır; anlaşmanın Mayıs veya Haziran da yapılacağı ifade edilmektedir. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bazı farklarla birçok Avrupa ülkesi için de geçerlidir. İrlanda, İzlanda, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna, Polonya vb. buna dahildir. Bu ülkeler de döviz reservi noksanı, döviz girişi azalması dolayısıyla ödemeler sorunu ve resesyonu atlatabilmek için IMF ile anlaşma yapmaya muhtaç durumdadırlar. Gelişmiş ekonomilerden gelişenlere yönelen özel sermaye yatırımlarının 2007’de $929 milyondan 2009’da $165 milyar dolara düşeceği tahmin edilmektedir. Yine gelişmiş ülkelerden gelişenlere yönelen kredi ve 43 finans fonları da benzer yüksek oranda düşmüştür. İşin ilginç yanı IMF’ın elinde (Şubat sonu 2009 itibariyle $255 milyar kaldığı halde bu kaynaklar böyle derin ve geniş krizle mücadele için yetmemektedir. IMF elindeki imkânlarla Şubat 2009 sonuna kadar İzlanda’ya $2.5 milyar, Pakistan’a $7.6 milyar, Ukrayna ve Macaristan’a toplam $32 milyar kredi vermiştir. Kaynakları yetmediği için ise Japonya’dan $100 milyar borç almıştır. Ayrıca, yeni bir yaklaşımla $150 milyarlık tahvil çıkarmayı planlamaktadır. IMF’ın kapısında halen Belarusya, Bulgaristan, Macaristan, Latvia, Romanya, Sırbistan anlaşma ve kredi beklemektedir. Diğer taraftan esasen kendileri ciddi finansal kriz ve resesyon içinde olan gelişmiş ülkelerin zordaki orta gelirli ülkelere kredi vermesi de çok güçtür. Yine de kısıtlı düzeyde bazı yardımlar yapılmıştır. Örneğin, İngiltere, İsveç ve Almanya İzlanda’ya $2.5 milyarlık kredi vermişlerdir. ECB ise Macaristan’a, IMF’den ayrı olarak, $7 milyar düzeyinde bir kredi açabilmiştir. O halde, küresel finansal krizin ve resesyonun etkileriyle gelişen ülkelerde orta gelirli ülkelere ve yükselen piyasalara büyüme hızında ciddi daralmalar, işsizlikte de yine ciddi oranda yükselmeler bekleyebiliriz. Dünya Bankası tahminlerine göre sadece Asya’da işsiz sayısı 97 milyonu bulacaktır. Kriz yüzünden 53 milyon kişi daha yoksulluk limitinin altına düşecektir; bu limit adam başına günde $1.25 olarak kabul ve hesap edilmektedir. ILO tahminlerine göre ise dünyada işsizlik 2009 yılında 30 milyon bir artış gösterecektir. Bunun ağırlıklı kısmı gelişen ülkelerde başgösterecektir. Şayet 2009, 2 Nisan Londra’da yapılan G20 zirvesinde yapılan tavsiye kararı uyarınca IMF $1.1 trilyon ek malî kaynağa kavuşturulursa ve G20’ler piyasayı yeterli miktarda kamu harcamaları programları ile desteklerse yukarıda verilen rakamlar belirgin ölçüde düzelebilir. 44 1.7. FİNANSAL KRİZ ve RESESYONDAN ALINACAK DERSLER ve GELECEKTEKİ MUHTEMEL GELİŞMELER IMF başkanı Dominique Strauss – Kahn, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz, yine Nobel ödüllü Paul Krugman ve birçok otoritenin de belirttiği gibi küresel resesyon 2009’da daha da kötüleşecek ve iyileşmenin başlangıcı 2010 yılına kadar uzayacaktır. Küresel finansal kriz ve resesyondan ne gibi dersler alınmıştır ve ileriki yıllarda normal ekonomik büyümeye yönelirken ve normal büyüme sürecine girildiğinde eski yıllara kıyasla ne gibi gelişmeler bekleyebiliriz? Alınacak başlıca dersler ve muhtemel gelişmeler aşağıda tespit edilmektedir. 1.7.1- Finans Sektörünün Denetimine Kriz Sonrası Devam Edilmesi Gereği Krizden alınacak birinci ders ve değişme gereği olarak, tüm gelişmiş ülkelerden ve şüphesiz diğerlerinde, en liberal ekonomi politikası uygulayan ABD ve onu izleyen İngiltere dahil, finans sektörü kriz sonrası da devamlı denetime tabi tutulacaktır. Çünkü bu kriz, daha önceki 1929-34 Büyük Dünya Buhranı ve son yıllara ait Japon ve İsveç örneğinde olduğu gibi, şunu göstermiştir: Finansal sektörde ortaya çıkacak bir kriz, kredi ve likidite darlığı (illiquidity) veya iflaslar (insolvency) reel ekonomiyi de etkilemekte ve resesyona – şayet tedbir alınmazsa depresyona – yol açmaktadır. Finansal sektördeki kriz, otomotiv, havayolları vb. gibi, herhangi bir reel sektörde başgösterecek krize benzemez. Herhangi bir reel sektör yapısal nedenlerle krize düşmüşse, ya kendi başına yeniden yapılanma tedbiri alır, veya devletten yardım ve kredi alırken devlet bu şartı koşabilir. Veya küçülmeye, ortadan kalkmaya mahkum ise bu sektördeki daralma başka reel sektörlerdeki gelişme ile telafi edilebilir. Fakat finansal sektör battığında, başka bir sektörün gelişme ile telafi edilmesi sözkonusu değildir. Yeniden yapılanana kadar yürümesi için dahi devlet (Hazine ve Merkez Bankası) tarafından desteklenmesi şarttır. 45 Diğer taraftan, finansal sektördeki kriz sona erdiğinde ve ekonomi normal büyüme sürecine girdiğinde finansal sektörün aşırı ölçülerde denetime tabi tutulması, devletleştirmelerin, müdahalelerin ağırlık kazanması halinde bu sefer bankalar kredi yönetiminde esnekliklerini kaybederler. Bu da hem bankaların kârını azaltır, hem de, daha önemlisi, ekonominin sağlıklı gelişmesini, kredilerin daralmaya mahkum sektörler ve firmalardan alınıp genişleyen sektör ve firmalara verilmesi işlevini aksatır. O halde, sorun sadece denetimsizliği (deregulation) reddetmek değildir; aynı zamanda optimal denetimi bulmak ve aşırı-denetimden (over-regulation) ve devletleştirmelerden de kaçınmak gerekir. Son kriz ve resesyona kadar Merkez Bankaları faiz oranlarını ayarlama yoluyla sadece enflasyonu önlemeye yönelmişlerdi. Krizden sonra muhtemelen enflasyonu önleme hedefi yanında resesyonların önlenmesi hedefine de ağırlık vereceklerdir. Aynı zamanda finans sektörünün denetimine daha aktif şekilde katılacaklardır (Economis, 25 Nisan 2009). Kriz esnasında süratli hareket gerektiği için gerek ABD ve İngiltere’de gerek Almanya gibi diğer bazı Avrupa ülkelerinde devletleştirmeler veya kısmî devletleştirmeler yapılmıştır. Optimal şartlarla işleyen bir finans sektörü için bu gibi devletleştirmeler yeniden özelleştirilmelidir; fakat bu nispeten uzun zaman alacak, daha doğrusu ancak “orta vadede” çözülebilecek bir sorundur. Ayrıca muhtemelen ABD’de finansal sektörün çıkarttığı ve rizikolarının sağlıklı ölçülmesi mümkün olmayan türevler (derivatives) gözden geçirilecek ve malî araç ve kıymetli kağıtlar daha basit, daha anlaşılabilir hale getirilecektir. Yine, Paul Krugman’ın da belirttiği gibi, artık eskisi gibi bu türevlerin Avrupa bankaları, Japonya, petrol zengini Ortadoğu ülkeleri vb. tarafından büyük ölçülerde satın alınmalarına pek rastlanmayacaktır. Finans sektörünün denetimine devam edilmesi Londra 2 Nisan 2009 G20 tavsiyeleri arasında da önemle yer almaktadır. 46 1.7.2. Kriz Başgösterdiğinde Devlet Yardımı Yapılması “Liberal Ekonomi” Yahut “Piyasa Ekonomisi’nin Bir Parçasıdır” Laisser-Faire Kapitalizmi”nin Çökmesi Olarak Yorumlanamaz Yine bu finansal kriz ve resesyon göstermiştir, ki bu durumlarda devletin bir laissez-faire davranışı içinde, hiçbir yardım ve müdahale yapmadan, olaylara seyirci kalması sözkonusu olmamaktadır. Bu ABD, İngiltere gibi, en liberal ekonomi rejimi uygulayan gelişmiş ülkeler için de geçerlidir. Bunun sebebi açıktır. Gerek 1929-34 Büyük Dünya Buhranı tecrübesinin, gerek bu dönem finansal sektördeki veya bazı reel sektörlerdeki batmaların da gösterdiği gibi, devlet müdahale ederek yardım yapmadığı takdirde resesyonun derinleşmesi, büyüme hızı ve GSMH düzeyinin düşmesi, işsizliğin artması çok büyük boyutlara ulaşabilmektedir. O halde, yardım yapılmamasının ekonomiye getireceği işsizlik, gelir azalışı vb. yüksek yardımın getireceği yüklerden çok daha fazla olur. Diğer taraftan, finans sektörü krizini ve resesyonu önlemek için yapılan yardımların, açılan kredilerin, devletleştirmelerin de bir bedeli vardır. Yardım ister bütçeden ister Merkez Bankası tarafından yapılsın, mutlaka iç veya dış borçlanmaya başvurulacaktır. Paraları döviz rezervi olarak kullanılan ABD, İngiltere gibi ülkeler yardımı emisyon yaparak ve dış borçlanma yoluyla finanse edebilirler. Kriz öncesi ellerinde çok miktarda döviz rezervi olan, Japonya, Çin, G.Kore, Tayvan gibi ülkeler ise finansmanı bu döviz rezervlerinin bir kısmıyla sağlayabilirler. Rusya, Türkiye gibi dış borçlarına kıyasla yeterli döviz rezervi mevcut bulunmayan ve ağır dış borç yükü altında olan ülkeler ise yeterli finansman imkanlarına sahip olamazlar, bu ülkelerin paralarının dış değeri süratle düşer. Japonya 90’lı yıllarda karşılaştığı resesyona karşı tedbir almamış, böylece gerçi borç yüküne girmemiştir; fakat resesyon on yıla yakın sürmüştür. Diğer taraftan, bugün karşılaşılan krizde Almanya (Maliye Bakanı Steinbrück ve başbakan Merkel ilk başta finansal krizi ve resesyonu önlemek için yardım etmek ve borç yüküne girmek 47 istememişlerdir. Fakat, sonra ekonominin çok gerilemesinin yükünün daha da ağır olacağını hesaplayarak yardım programları sunmaya başlamışlardır. Fransız Cumhurbaşkanı N. Sarkozy bu kriz dolayısıyla yapılan devlet yardımlarını ve devlet müdahalelerini gözönüne alarak, “Laissez-faire kapitalizm”inin artık iflas ettiğini beyan etmiştir. Bu beyanda büyük yanılma ve mübalağa payı vardır. Birincisi, hatta ABD’de Reagan, George W.Bush dönemi, İngiltere’de M.Thatcher dönemi dahil, fiilen “laissez-faire” kapitalizmi hiçbir zaman uygulanmamıştır. Sadece finans sektörü dahil, devlet müdalalelerinin azaltılması için gayret gösterilmiş, fakat tamamen kaldırılmamıştır. Özellikle devletin bütçe harcamaları, alt-yapı yatırımları ile ekonomi içindeki payında ise bir azalma olmamıştır. Fransa ise esasen Avrupa ülkeleri ve gelişmiş ülkeler içinde en müdahaleci ve korumacı (dirigiste) ekonomi rejimi uygulayan bir ülkedir. Bu kriz dolayısıyla Fransa devlet müdahale ve yardımlarını ve aynı zamanda korumacılığı daha da artırmıştır. Fakat kriz sonrası yıllarda Fransa’nın yoğun müdahaleci modelinin diğer gelişmiş ülkeler tarafından kopya edilmesi ihtimali pek yoktur. Teorik alanda ekonomik sistemler, zaman boyunca ortaya çıkan okullar, bunların tatbikatta uygulanmasından alınan sonuçlar ayrı ve derin bir inceleme konusudur (Örneğin Hiç 1994, Birol 2001, 2005). Fakat burada kriz öncesi genellikle uygulanan ve kriz sonrası ABD ve gelişmiş ülkelerde uygulanması beklenen ekonomik rejim konusunda şunlar söylenebilir. ABD ve İngiltere’de dahi, normal ve kriz dışı zamanlarda Merkez Bankası kanunen bağımsız olarak fakat fiilen ve gerekli durumlarda hükümetle danışarak ve işbirliği halinde veya hükümetin yanlış politikalarını telâfi etmek üzere res’en faiz ve para politikası uygular. Bu suretle fiyat arışlarını azaltmaya veya düşük konjonktürü yükseltmeye çalışılır. Hükümetler ise vergi ve maliye politikasına konjonktürel gidişi düzeltmek üzere konjonktürel olarak başvurmak yerine, sosyal ve/veya ekonomik maksatlarla ve fakat tedbirin 48 devamlı nitelikte kalması esasına göre başvurur. Aynı husus devletin yapacağı sosyal ve verimli alt-yapı yatırımları için sözkonusudur. Yine hükümetler sağlıklı fiyat istikrarı içinde bir ekonomik gidiş için bütçeyi dengelemek, veya bütçe açıklarını azaltmak gereğini hesaba katarlar. Diğer taraftan, herhangi bir kriz halinde ise devlet özel bir durum olarak gerekli ölçüde malî yardım yaparak krizi önlemeye çalışır. Demek ki, bugünkü kriz ve resesyon dolayısıyla hükümetlerin yaptıkları yardımlar (var olmayan) “laissez-faire kapitalizmi”nin çökmesi olarak yorumlanmamalıdır. Ne var ki, bugünkü kriz ve resesyon, hiç tahmin edilmeyecek kadar yüksek boyutlarda başgösterdiği için devlet yardım ve müdahaleleri de ona göre çok büyük ölçülere ulaşmıştır. Finansal kriz ve resesyon sona erdikten sonra ve zamanla ABD, İngiltere ve Avrupa ülkelerinde nasıl bir ekonomi rejimi ile karşılaşacağız. Bu sorunun cevabına gelince, şüphesiz ki, tüm gelişmiş ülkelerde, ABD ve İngiltere dahil, finans sektörü genellikle daha ciddi ve fakat optimal bir denetim altında bırakılacaktır.Yine ekonominin gidişindeki konjonktürel düzeltmeler Merkez Bankası’nın faiz ve para politikası ile ayarlanacak, malî politikalara ise konjonktürel maksatlarla değil, devamlı nitelikteki düzeltmeler için başvurulacaktır. Bunlar piyasa ekonomisinin bünyesinde mevcut düzenlemelerdir. Fakat dikkat edilirse, özellikle ABD ve İngiltere gibi ülkelerde kriz ve resesyona karşı alınan tedbirler devletin ekonomi içindeki payını eski ABD, İngiltere normlarına göre bir ölçüde büyütmüştür. Nitekim, finans sektöründeki devletleştirmeler yanında, devlet alt-yapı yatırımları, sağlık hizmetleri, vergi indirimleri vb. hep devletin payının büyümesi yönünde etki yapan tedbirlerdir. Bunların çoğu kalıcı, ancak bazıları (devletleştirmeler gibi) orta vadede gidicidir. O halde, artık Reagan, Bush veya Thatcher dönemindeki gibi, asgari ölçüde müdahaleci devlet dönemi kapanmıştır. 49 Devletin toplam gelir (GSYIH) içinde payı gerek ABD’de gerek Avrupa’da bir miktar yükselecektir. Diğer taraftan, ABD, İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri için Fransa’nın krizle beraber uygulamaya koyduğu müdahaleci ve korumacı ekonomik rejimi değil, kriz öncesinde ve normal zamanlarda uyguladığı ölçüde müdahaleci (interventionist yahut dirigiste) ve korumacı (protectionist) ekonomi rejimi sözkonusu olmayacaktır. ABD’de, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi ülkelerde Fransa’ya kıyasla daha “liberal” ekonomik görüşler kök salmış bulunmaktadır; bu görüşler daima bu ülkeleri ve diğer Avrupa ülkelerini daha liberal yöne doğru yönelteceklerdir. Fransa’nın ise yine büyük bir ihtimalle bugünkü aşırı ölçüdeki müdahaleleri bıraksa dahi, eski yıllara kıyasla daha dirigiste bir ekonomik rejimde karar kılması muhtemeldir. Gelişen, yeni sanayileşen ve orta gelirli ülkelere gelince, bu ülkelerin yapıları gereği gelişmiş ülkelere kıyasla esasen daha yoğun makro politikalara ve aynı zamanda rekabet noksanı dolayısıyla daha yoğun sektörel veya mikro müdahalelere gerek duyulmaktadır (Hiç 2001, Toye 1993, Rodrik 1999). Fakat genellikle bu müdahaleler yine piyasa ekonomisi, dışa açılma ve küreselleşme çerçevesi içinde devam edecektir. Aşırı dış borçlanmaya dayanan bir küreselleşme stratejisinin, örneğin kriz öncesi Türkiye’nin ve Rusya’nın uygulamış olduğu stratejinin terkedilmesi gereği ise bu kriz dolayısıyla açık şekilde ortaya çıkmıştır. 1.7.3. Serbest Ticaret İlkesi ve Küreselleşme Karşısında Korumacılık ve Milliyetçilik Akımlarının Kuvvetlenmesi Genellikle Geçicidir Konuyla ilgili bazı önemli gelişmeler dolayısıyla burada “korumacılık” (protectionism) ve onun kardeşi (ekonomik milliyetçilik (economic 50 nationalism) müdahalecilikden (interventionism veya dirigisme) ayrı olarak ele alınmıştır. Korumacılık ithalatta miktar yasakları ve kısıtlamaları, yüksek ithalat vergileri, buna karşı yüksek ihracat primi ve böylece “çoklu döviz kuru (multiple exchange rates) olarak tanımlanabilir. Aslında korumacılık piyasa ekonomisi, dışa açılma ve küreselleşme ile birlikte terkedilmesi gerekli bir rejim olup, kapalı ekonomi rejiminin bir parçasıdır. Dışa açılma ve küreselleşme, korumacılığın terkedilmesi ise sabit döviz kuru rejimi yerine serbest döviz kuru rejimine geçilmesi ile gerçekleştirilir. Serbest döviz kuru rejiminde ülkelerin dış ticaret ve dış ödemeler bilançosu dengesi döviz kurundaki değişmeler yoluyla sağlanmış olur. Ayrıca ithalatta liberasyona gidilir, ihracatta ise primler kaldırılır. 1929-34 Büyük Dünya Buhranı esnasında ABD’de başta olmak üzere 1930’da (ABD Başkanı H.Hoover’in çıkarttığı ve ithalat vergilerini %60 yükselten Smoot-Hawley kanunu), ve tüm diğer gelişmiş ülkeler korumacılığa yönelmişlerdi. Bunun sonucunda ise bütün ülkelerde dış ticaret daralması yanında asıl önemlisi üretim daralmış, büyüme hızı daha da düşmüş ve menfi olmuş, böylece buhran büsbütün derinleşmiştir. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı sonrasında ve daha savaş bitmeden, 1944 Bretton Woods anlaşması ile dış ticaretin serbest yürütülmesi için gerekli anlaşmalar yapılmış ve uluslararası kurumlar yaratılmıştır. IBRD (yahut WB: DB), IMF ve GATT (anlaşma), sonradan WTO (World Trade Organization: Dünya Ticaret Örgütü) gibi (Hiç 1994). Gelişmiş ülkeler, ABD, İngiltere yine başta olmak üzere dış ticarette serbesti rejimine kısa sürede ayak uydurabilmişlerdir. Ancak gelişen ülkeler, Türkiye dahil, kısmen ekonomik bünyeleri gereği 2. D.S. sonrasında uzun süre yine yoğun şekilde “kapalı ekonomi rejimi, korumacılık ve ithal-ikame sanayileşme politikası izlemişlerdir. Ancak, bu politikalarda aşırı ölçülere gidildiği ve bu da menfi sonuçlar verdiği, enflasyonlara ve dış ödemeler krizlerine yol açarak büyüme 51 hızını düşürdüğü için ’70li yılların ortalarından itibaren kapalı ekonomi modelini ve korumacılığı geniş ölçüde terketmişler, bunun yerine piyasa ekonomisine, dışa açılmaya ve küreselleşmeye yönelmişlerdir. Buna Latin Amerika ülkeleri; Hindistan, SSCB’nin çözülmesinden sonra bağımsızlıklarını kazanan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Uzakdoğu Asya ülkeleri ve Çin dahildir. Ancak gerek Japonya, gerek G. Kore, Tayvan ve daha sonra Çin bu kere bir bakıma “ neo merkantilist” bir tutum içinde, ihracatı teşvik eden, ithalatı düşük tutan politika ve müdahaleler, örneğin, paranın dış değerinin düşük tutulması, ithalatın dolaylı yollardan kısılması, ihracatın dolaylı yollarda teşviki gibi politikalar uygulamışlardır (Toye 1993, Hiç 2001 ve referansları). Son krizle birlikte korumacılık ve milliyetçilik hareketinin kıpırdanmaya başladığını gözlemekteyiz. Daha krizden önce, ABD’de menfi sonuçlar alındığı için NAFTA’ya, Hindistan’a yapılan subcontracting akımına karşı özellikle Demokrat Parti çevresinde tenkitler artmış ve fakat bu tenkitlerin yanlışlığı bir çok Amerikalı iktisatçılar tarafından dile getirilmiştir. İlginçtir ki, kriz sonrası, örneğin ABD otomotiv devleri hükümetten malî yardım talep etmişler ve fakat korumacılığın tesis edilmesi yönünde herhangi bir talepte bulunmamışlardır. Çünkü bugünün küreselleşmiş ekonomi ortamında korumacılık tesis etmenin bir anlamı da yoktu. Nitekim ABD’de ABD’li üç büyükler (G.M., Ford, Chrsler) yanında, Toyota, Hyundai dahil birçok yabancı otomotiv firması üretim yapmaktaydı; aynı zamanda üç büyüklerin bazılarında kısmen yabancı firmaların hissesi bulunmaktaydı. Buna rağmen krizin ağır baskısı altında, hatta ABD ve İngiltere gibi “liberal” ülkelerde dahi yer yer korumacılık ve aşırı milliyetçilik eğilimlerine rastlanmıştır. Örneğin, ABD’de B.Obama’nın resesyona karşı mücadele paketi kongreden geçerken bu kere Cumhuriyetçi Parti üyeleri tarafından ABD’nin yapacağı devlet alt-yapı yatırımlarında “Amerikan malı 52 kullanılması” kaydı konmuş, daha sonra bu kayıt “WTO şartlarına uyulması suretiyle” diye bir ilaveyle yumuşatılmıştır. İngiltere’de başbakan Gordon Brown ise İngiltere’de hatta AB ülkeleri dışındaki ülkelerden gelen işçileri hedef olan “İngiliz işleri İngiliz işçilere” (British jobs for British workers) sloganını ortaya atmıştır. Çin ise ‘Yuan’ın değerini düşük tutmakta ısrar ederek döviz fiyatı yoluyla korumacılık yapmakta, ithalatı aşırı ölçüde cezalandırmakta, ihracatı aşırı ölçüde teşvik etmektedir. Yapılan telkinlere rağmen Yuan’ın değerini değiştirmeyeceğini de beyan etmiştir. Fransa kriz esnasında korumacılığı ve milliyetçiliği en aşırı ölçülere vardırmıştır. Sarkozy kriz esnasında tüm “millî” şirket ve sektörleri yoğun biçimde korumaya varılmıştır. Örneğin, Fransız şirketlerinin yabancı şirketler tarafından satın alınmasını önlemiştir. Ayrıca G20’lerin Washington D.C.’de 15 Kasım 2008’de yaptıkları toplantıda Doha round’unun tamamlanması gereği vurgulandığı halde Sarkozy’nin AB’de CAP (Common Agricultural Policy: Ortak Tarım Politikası) çevresinde tarımda korumacılığın 2013 yılına kadar uzatılmasını talep edeceği anlaşılmaktadır. Fransa tarımda korumacılığın devam edebilmesi için olmadık diyebileceğimiz şartlar öne sürmektedir. Örneğin, Fransa’ya et ihraç edilmesi halinde etin kalitesi yanında ihracatı yapan ülkede hayvan bakımının gerekli ölçüde olup olmadığının tespiti gibi; bu belirsizlik de ülkelerin Fransa’ya et ihraç etmekten kaçınmaları sonucu doğurmaktadır. 15 Kasım 2008 G20 Washington toplantısında ülkelerin dış ticareti kısıtlayıcı tedbirler almaktan kaçınmaları vurgulandığı ve karara bağlandığı halde G20’ye dahil olan Rusya (ithal otomotivde), Hindistan (demir ve çelikte) toplantıdan hemen sonra ithal vergilerini artırmışlardır. Endonezya da yine gümrük vergilerini genel olarak yükseltmiştir. Şüphesiz, kriz sonrası – korumacılık olmasa da – gelirlerin daralması nedeniyle dış ticaret hacminin azalması ayrı bir olaydır. Kaldı ki, ABD 53 tüketicilerin tüketimlerinin azalması, ABD ithalat hacmini, dolayısıyla da dünya dış ticaret hacmini menfi etkileyecektir. Korumacılığın kriz sonrası nasıl bir eğilim göstereceğine gelince, muhtemelen ABD, İngiltere, Kanada ve birçok gelişmiş ülkeler korumacılık uygulamalarına yönelmeyecektir. Fakat büyük ihtimalle, daha az yoğun da olsa Fransa korumacılığa devam edecek, tarım sektöründe de korumacılığı devam ettirmek üzere Doha round’unda müspet yol alınmasını önleyecektir. Bu gibi eğilimler dolayısıyla WTO Başkanı Pascal-Lamy krizle beraber beliren korumacılık eğilimlerine dikkat çekerek bu eğilimlerden vazgeçilmesi ve Doha round’unun tamamlanması gereğini vurgulamıştır (Newsweek, 2009 Special edition). Fakat Paul Krugman’ın da belirttiği gibi, krizden sonra, temelde ve gelişmiş ülkelerin çoğunluğunda serbest ticaret devam edecektir (Newsweek xtra.newsweek.com). Bu arada ABD ve Çin bir araya gelerek, yükselen piyasalara gelişmiş ekonomilerin bankalarından gelen kredi azaldığında bu azalmayı telafi etmek ve dış ticaretin yürümesini sağlamak üzere $20 milyarlık bir fon kurmuşlardır. Bu adım, ortaya sürülen meblağ açısından değil, arkasındaki anlam ve işbirliği bakımından önemlidir. 1.7.4. Küreselleşme Krizle Beraber Büyük Bir Azalma Gösterdikten Sonra Devam Edecek ve Giderek Artacaktır Bu safhada krizle beraber ve kriz ve resesyon atlatıldıktan sonra “küreselleşme” (globalization) ne olacak sorusunu da cevaplandırmak gerekir. Küreselleşme ülkeler arası mal ve hizmet akımı (dış ticaret) ve direkt özel yatırım (DPI: Direct Private Investment) akımı yanında kısa veya uzun vadeli finans fonu ve kredi akımı olarak ifade edilebilir. Ülkeler arası emek ve işçi akımı kanunlarla kısıtlanmış olmakla beraber bu kısıtlamaların çok üstünde kaçak olarak gerçekleşmekte ve bunların ülkelerine gönderdikleri döviz havaleleri de yüksek rakamlara ulaşmaktadır. Küreselleşme, küreselleşmeye yöneltilen eleştiriler, küreselleşmenin savunması ve 54 gelişmelerin tespiti ise başlı başına ayrı bir inceleme konusudur (Bhagwati 2004; not: J.Stiglitz: 2003 ise esas itibariyle küreselleşmeyi değil, IMF’in yetersiz politika tavsiyelerini eleştirmektedir). Fakat, burada küreselleşmenin derinliğine bir analizine girmeden şunu söyleyebiliriz: Küreselleşme iki tarafa da yarar sağladığı (win-win situation) ve bir kısım eleştirmenlerin ileri sürdüğü gibi, “sıfır sonuçlu oyun” (zero-gum game: birinin kazanmasına karşı diğerinin bir o kadar kaybetmesi) olmadığı içindir ki süratle yayılmış ve bugün geri dönülmez bir vakıa durumuna gelmiştir. İlginçtir ki, sözkonusu akımlar sadece gelişmiş ülkeler arasında ve gelişmiş ülkelerden gelişenlere yönelmemiş, gelişen ülkeler arasında ve gelişen ülkelerden gelişmiş ülkelere dahi sermaye ve fon hareketleri ve direkt özel yatırım akımları başgöstermiştir. Yine, bir kısım doktriner eleştirmenler küreselleşmeyi Amerika’nın “yeni emperyalizm şekli” olarak yorumlarken, istatistiklere baktığımızda küreselleşme ile birlikte (kriz öncesi küreselleşme döneminde) dünyanın büyüme hızının genellikle yükseldiğini, fakat gelişen ülkelerin büyüme hızındaki artışın gelişmiş ülkelerin büyüme hızındaki artıştan çok daha fazla olduğu görülmektedir (UN Statistics Division: 2006). Küreselleşme ile birlikte dünyada fakirlik limitinin altındaki nüfus sayısı da giderek azalıyordu (Sala-i Martin 2002; Chen ve Ravallion 2004). İrlanda’yı izleyerek özellikle Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler büyük bir hamle ile küreselleşme içine girmişlerdir. Çin WTO’ya üye olarak direkt özel yatırımları teşvik etmek, artan üretimle iç tüketim ihtiyacını karşılamak yanında geniş ölçüde ihracat yapmak ve istihdamı genişletmek gibi bir küreselleşme stratejisi izlemiştir. Hindistan ucuz ücretle çalışan, İngilizce bilen geniş bir mühendis ve bilgisayar mühendisi kadrosuna sahip olduğu için bilgisayar programlama ve kayıt tutma sektörünü genişletmiş ve ABD şirketlerinin büyük bir kısmının bilgisayar işlemlerinin yürütülmesi işini üzerine almıştır. Buna subcontracting: belirli (sözü edilen) bir işin Hintli veya Hindistan’da kurulan bir firmaya verilmesi denmektedir. Brezilya’da ise Sylvio de Lula idaresindeki 55 “sosyal demokrat” iktidar pragmatik bir yaklaşımla temelinde piyasa ekonomisine, istikrara, dışa açılmaya ve küreselleşmeye yönelen bir ekonomi programı uygulamış, sosyal tedbirleri bu çerçeve içinde etkinlikle geliştirmiştir (Sylvio de Lula, Newsweek, 2009 special edition). Burada akla gelebilen soru şudur: Küreselleşme bugün ABD’de başgösteren finansal kriz ve resesyonun dünyaya yayılması için bir ortam oluşturmuş olduğuna göre, krizden sonra, ileride benzer bir krizden kaçınmak güdüsü ile, küreselleşmeden vazgeçilecek midir? Bundan önce 1997/98 yıllarında Uzakdoğu Asya ülkelerinde başgösteren krizin hemen sonrasında küreselleşme ile ilgili özellikle gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere ve Uzakdoğu Asya ülkelerine yönelen) akımların hacminde önemli bir düşme görülmüştür. Fakat küreselleşmeden vazgeçilmemiş, aksine bu akımlar yeniden artarak daha yüksek boyutlara ulaşmıştır. Çok daha geniş ve derin olan bugünkü krizden sonra da finans fonları ve kredi akımlarında ciddi bir daralma, yine direkt özel yatırım akımlarında, mal akımında, emek akımında büyük azalmalar beklenebilir ve esasen fiilen de başlamıştır. Örneğin, gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere yönelen direkt özel sermaye hacmi 2007 yılında $1 trilyona yakın bir rakam iken 2009’da $200 milyara düşecektir. Fakat, krizden sonra küreselleşme önünde sonunda giderek hız kazanacaktır. Yalnız muhtemelen ABD’nin ekonomik cazibesi kriz öncesine kıyasla biraz azalacaktır. ABD’ye akan fonlarda, direkt özel yatırımlarda, özellikle ABD’den satın alınan varlıkların hacminde nisbi (yani kriz öncesi oranlara kıyasla) bir daralma beklenebilir. Ayrıca, dolar da rezerv olarak eski cazibesini kaybedebilir. Burada önemle not edelim ki, ABD’deki derin krize rağmen dolar dünya piyasalarında değerini kaybetmemiştir; çünkü diğer ülkeler ve AB ekonomisi de aynı şekilde ve daha kötü duruma düşmüşlerdi. 56 Yukarıda ABD’de başgösteren krizin küreselleşme ortamında süratle diğer ülkelere yayıldığına işaret edilmiştir. Ancak, burada yine önemle hatırlatalım ki, küreselleşen dünyada küresel kriz karşısında birçok Avrupa ülkesi, Japonya ve olabildiğince Çin dahi yer almış ve krizin önlenmesi için, tam bir ahenk içinde olmasa dahi, paralel önlemler uygulamaya koymuşlardır. Demek ki küreselleşme küresel krize karşı ortak hareket edilmesi gereğini de ortaya çıkartmış ve bu disiplini önemli ölçüde sağlamıştır. Bugün karşılaşılan kriz ve resesyonun 1944 Bretton Woods anlaşması sonucunda tesis edilen IMF ve WB (DB)’ın bugünkü malî imkânlarıyla halledilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Hatta G7 dahi uluslararası işbirliğine yetmediği için, toplam dünya üretiminin yaklaşık %90’ını temsil eden ve Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i de (BRIC: Brazil, Russia, India, China) içine alan yirmi ülke G20 Ocak 15’de bir toplantıya davet edilerek kriz sorunu ve alınacak tedbirler görüşülmüştür. Toplantıda alınan kararlar doğru yönde olmakla beraber çok ayrıntılı ve kesin hatlarla ifade edilmemiştir, dış ticaretin daraltan tedbirlerden kaçınılması üzerinde durulmuş, Doha round’un tamamlanması gereği vurgulanmıştır. Önemli birçok iktisatçılar, bu arada Nobel ödüllü George E.Stiglitz, (Newsweek, 2009 Special Edition), Paul Krugman ile Kenneth Rogoff (IMF eski baş iktisatçısı) uluslararası finansın takibi, krizlere karşı alınacak tedbirlerin tespiti için IMF ve DB’nin yeterli olmayacağını, bunlardan ayrı olarak yeni ve daha çok ülkenin (BRIC dahil) katılımıyla yeni bir uluslararası örgüt kurulmasını, bu örgütün uluslararası finans piyasalarını daha ciddi takibe almasını (Stiglitz’in deyimi, ile yeni ve bugünün şartlarına, ülkelerin bugünkü ekonomik ağırlıklarına daha uygun bir Bretton Woods anlaşması) tavsiye etmişlerdir. Brezilya başbakan, Lula da Silva da yeni bir uluslararası örgüt kurulmasını uygun görmüştür (Newsweek, 2009 Special Edition). Gerçi halen “Finansal İstikrar Forumu” (Financial Stability Forum) olarak adlandırılan bir kurul mevcuttur, fakat bu kurulun gerek üye sayısı gerek yetkileri çok kısıtlı kalmaktadır. 57 Yukarıda tanımı yapılan bir uluslararası finans kurumunu, böyle bir örgüt ulusal kararları bağlayacağı ve fakat gelecekteki finans sektörünün yapılanması ve denetimi konusunda ülkeler ve hükümetler arasında tam bir görüş birliği olmadığı için pek istememişlerdir. Bu nedenle de bu konuda herhangi bir somut adım atılması düşünülmemiştir. Ne var ki, yine de 2008’de başlayan küresel kriz boyunca hükümetlerin aldıkları tedbirler tam bir işbirliği ve ahenk içinde olmasa dahi, geniş ölçüde paralellik göstermiştir. Diğer taraftan G7 (yeni G8) toplantısı ile yetinmeyip G20’nin toplantıya çağrılması da uluslararası işbirliği gereğinin bir sonucu kabul edilmelidir. Bu kere G20, B.Obama’nın ABD başkanı olduğu dönemde, 2 Nisan 2009 Londra toplantısında ise finansal sektörün devamlı denetimi ve resesyonu önleyici etkin tedbirlerin tavsiyesi yanında yeni dünya düzeninin yürütülmesini ve denetimini yine IMF ve WB’a bırakmıştır. Bunun için IMF’in malî imkânlarının $1.1 trilyon yükseltilmesi öngörülmüştür. 1.7.5. Dünya Ticaretinin Sağlıklı Gelişmesi: ABD’de Tüketim Meylinin Azaltılması, Uzakdoğu Asya Ülkelerinde İç Tüketimin Artırılması ve Sadece İhracata Dayanan Büyüme Stratejisinden Vazgeçilmesi Gereği İleriki yıllarda daha sağlıklı bir dünya ekonomisi için önemli bir yapısal değişiklik daha gerekmektedir. Bugünkü finansal küresel kriz ve resesyona kadar ABD tüketicileri ve ABD hükümetleri genellikle maddî imkânlarının üzerinde harcama yapmışlardır. Nitekim, ABD tüketicileri gelirlerine kıyasla çok az tasarruf yaparken bazıları ise ileriki yıllarda gelirlerinin artacağını düşünerek bugünkü gelirleri üstünde tüketim harcaması yapmışlardır (eksi tasarruf). Nitekim ABD’de özel tasarruf meyli 1992’de %7.6’dan 2005’de hemen hemen %0’a düşmüştür. ABD hükümeti ise büyük ölçüde askerî masrafları ve askerî eylemleri (Irak savaşı gibi) dış borç ile finanse etmişlerdir. Sonunda ABD’nin dış açığı bugünkü kriz öncesinde $700 milyara 58 yükselmiştir. ABD bu imkânı doların rezerv para olarak yaygın bir şekilde kullanılmasına borçluydu. Nitekim, Japonya, Çin, G.Kore, Tayvan ve birçok Uzakdoğu ülkesi döviz rezervi olarak dolar biriktirmeyi yeğlemişlerdir. Buna karşı, yine yukarıda sözü edilen ülkeler daha çok ihracata ve özellikle ABD’ye ihracata dayalı bir büyüme stratejisi izlemişlerdir. Bu ülke tüketicilerinin tüketim meyilleri düşük, tasarrufları ise yüksektir. İşin ilginç bir yanı, doların değeri ile ilgili bir sorun başgösterdiğinde şayet bu ülkeler rezerv olarak dolardan çıkmaya başlasalardı, dolar değerindeki düşme büsbütün artacak ve bu ülkelerin döviz rezervleri değerini de düşürmüş olacaktı. Bu ülkelerden birçoğu ayrıca paralarının değerini de yükseltmemekte direnerek dünya ticaret ve rezerv dağılımındaki dengesizlikleri artırmışlardır. Bu durumun gerek ABD’de gerek sözkonusu Uzakdoğu ülkelerinde değişmesi gerekir. Krizden sonra ABD tüketicileri kriz öncesine kıyasla tüketimlerini kısarak tasarruflarını artırmalı, daha doğrusu ABD hükümeti özel tüketimi azaltan, tasarrufları teşvik eden politikalar uygulamalıdır (Robert J.Samuelson, Newsweek, Şubat 2, 2009 ve Fareed Zakaria, Newsweek, Şubat 2, 2009; aynı zamanda Economist, Jan. 31, 2009 başyazı). ABD hükümeti ayrıca dış ticaret açığı yaratan gereksiz politik ve askerî projelerden vazgeçmelidir (Örneğin: Irak böyle bir proje idi). Esasen krizle birlikte tüketim meylinin düşmesi eğilimi bir ölçüde kendiliğinden belirmiştir; fakat yeterli düzeyde değildir. Yine, ABD hükümetinin mutlaka bütçe ve dış açıklarına yol açan politikalardan vazgeçmesi gerekecektir. Yeni ABD idaresi ve başkan Obama tüm bu konuların bilincinde gözükmektedir. Uzakdoğu Asya ülkeleri hükümetleri ise sadece ihracata (ve yoğunlukla ABD’ye ihracata) dayalı büyüme stratejisinden vazgeçerek kendi iç özel tüketimlerini de teşvik etmeli, tüketim harcamalarının GSMH ve büyüme üzerindeki etkisini ve ağırlığını artırmalıdır. Ayrıca paralarının dış değerini düşük tutarak, neo merkantilist bir davranışla döviz biriktirmek tutkusunu da terketmeleri gerekir. Böylece dünya piyasaları daha dengeli bir duruma gelecek, dünya ekonomisi daha sağlıklı raylar üzerinde yürüyebilecektir. 59 2. BÖLÜM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ ve KÜRESEL RESESYONUN TÜRKİYE EKONİMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ 2.1. KÜRESEL KRİZ ÖNCESİ TÜRKİYE’NİN UYGULADIĞI EKONOMİ POLİTİKALARI ve GELDİĞİ EKONOMİK DURUM Türkiye daha önceki yıllarda uygulanmış yanlış ekonomi politikaları, mevzuat mevcut olduğu halde etkin denetime tabi tutulmamış olan bankaların zayıf durumları sonucunda, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu DSP-MHPANAP koalisyon hükümeti döneminde (1999-2002) önce 1999’da, sonra da 2001’de ciddi bir enflasyon sorunu ve dış ödemeler krizi ile karşılaşmıştır. IMF ile 1999’da yapılan anlaşma 2001 krizinden sonra daha ciddi bir şekilde düzeltilmiş, döviz kuru çıpası yerine serbest döviz kuru rejimine geçilmiştir. IMF programının anahatları bütçede disiplin ve fiyat istikrarının sağlanması, piyasa ekonomisi çerçevesinde özelleştirme, özel teşebbüsün ve özel yabancı sermayenin köklü teşviki, dış ödemeler dengesinin serbest döviz kuru yoluyla sağlanması, aynı zamanda bankaların malî bünyelerinin kuvvetlendirilerek daha ciddi denetime tabi tutulması olarak özetlenebilir. Program ABD, Dünya Bankası’ndan gelen Kemal Derviş’in idaresi altında yürütülmüş ve kısa sürede müspet sonuçlar elde edilmeye başlanmıştır (Hiç 2008). 60 Aynı ekonomi programına 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerle tek başına iktidara gelen AKP hükümeti de devam etmiştir. Ancak sözkonusu yıllarda küreselleşme ve gelişmiş ülkelerden gelişenlere yönelen özel yabancı sermaye ve finans akımının genişlediği, müsait bir dünya konjonktürü ortamında AKP hükümeti uygulanacak küreselleşme ve gelişme stratejisinde farklı bir yöne gitmiştir. Bir taraftan doğru kabul edilecek bir yaklaşımla özelleştirmeye ve özel yabancı sermayenin teşvikine hız verirken diğer taraftan Merkez Bankası’nın uyguladığı yüksek faiz oranı yoluyla gelişmiş ülkelerden finans fonu ve kredi akımını da aşırı ölçülerde genişletmiştir. 2001’den bu yana IMF programının uygulanmasından sonra Türkiye’de ekonomik istikrar ve aynı zamanda siyasi istikrar da sağlanmış olduğu için gerek özelleştirme rakamları gerek özel yabancı sermaye akımı gerek dış kredi ve finans fonu akımı süratle artmıştır. Fakat, özel yabancı sermaye ve finans fonu akışı, kısaca ihracat artışı yanındaki ilave döviz artışı bu kere dövizi ve ABD dolarını suni olarak “düşük değerli” (under-valued), TL’sını ise suni olarak “yüksek değerli” (over-valued) yapmıştır. Gerek özel yabancı sermaye ile finans fonu ve kredi akışı gerek ihracat artışı ithalatı körüklemiştir. Sonuçta giderek artan bir dış ticaret ve cari işlemler açığı başgöstermiştir. İçeride fiyat istikrarının sağlanması ve döviz fiyatlarının uzun süre fazla yükselmemesi finans fonu ve kredi akışını artıran ilave bir etken olmuştur. Fakat, 2002’den bu yana devamlı artan dış kredi ve finans fonu akışı sonucunda Türkiye’nin toplam dış borç stoku da giderek yükselmiştir. Nitekim küresel krizin başladığı 2008 yılı 3. çeyreğinde toplam dış borç $289 milyara ulaşmıştı (T.C. Merkez Bankası, yıllık raporlar). Demek ki sözkonusu dönemde Türkiye dış borç ve kredi açısından bir bakıma “saadet zinciri” kurmuş oluyordu. Çünkü her yıl geri ödenmesi gerekli kredi payı ve dış kredi faizi yeni giren finansal fon, kredi ve özel yabancı sermaye girişi ile fazlasıyla karşılanabiliyordu. 2002 yılından bu yana gerek Hazine gerek yerel 61 yönetimler geniş ölçüde yol, köprü gibi alt-yapı yatırımlarına girişmişlerdir. Bunların arasında bazı büyük projeler yabancı krediyle sağlanmış ve dış borcu artırmıştır. Dış borçlar yanında kamunun iç borçları da artmıştır. Özelleştirmede, kamu ve belediye ihalelerinde günlük gazetelere intikal eden suistimal ve yolsuzluklar dolaylı ekonomik etkiler yaratmakla beraber, temelde ekonomi dışı bir konu olduğu için bu makalede bu yolsuzlukların varlığı veya yokluğu tartışmaya açılmayacaktır. Düşük değerlendirilmiş döviz kurunun ekonomi üzerinde çok önemli bir başka etkisi olmuştur. Tarım ürünleri fiyatlarının teşekkülünde ve tespitinde dünya fiyatları esas alındığı ve dünya fiyatları ise düşük değerli dolar üzerinden hesaplandığı için bu fiyatlar gereğinin çok altına düşmüştür. Buna mukabil, tarım girdi fiyatları (mazot dahil) devamlı artırılan dolaylı vergiler sonucu yükseltilmiş, tarımsal alt-yapı yatırımları da nispeten ihmal gördüğü için tarımda kârlılık, tarım üretimi ve tarım istihdamı 2002-2006 arasında çok büyük bir düşme kaydetmiştir. Tarımda 2002’de 7.361 bin olan istihdam 2006’da 6.488 bine inmiştir. Tarım üretiminin düşmesine rağmen tarım-dışı kesimlerdeki canlılık dolayısıyla sözkonusu dönemde oldukça yüksek bir büyüme hızı (GSMH reel fiyatlarla yıllık artışı) elde edilmiştir. Tarım-dışı sektörlerdeki istihdam da 2002’de 14.014 binden 2006’da 16.372 bine yükselmiştir. Ancak, işgücüne her yıl katılanlar sonucu işsizlik mutlak olarak sadece biraz düşmüş 2002’de 2.169 binden 2006’da 2.127 olmuştur. Oran olarak ise çok az azalmış, %9.3’den %8.8’e inmiştir. Ancak, iş aramayan, aramaktan vazgeçenleri hesaba kattığımızda, geniş kapsamlı işsizlik 2002’de 3.207 bin (%13.2)’den 2006’da 4.127 bin (%16.3) gibi çok büyük bir yükselme kaydetmiştir (DPT, yıllık programlar ve TUIK.gov.tr). Böylece daha kriz ortada yokken dahi “istihdam yaratmayan bir büyüme” olayından bahsedilir olmuştur. 62 Görülüyor ki, son yıllarda uygulanan ekonomi politikaları sonucunda 2008’in son çeyreğinde küresel kriz başgösterdiğinde Türkiye bu krize karşı yetersiz sayılabilecek bir döviz rezervi, yüksek bir işsizlik oranı ve yüksek bir dış borç yükü ve borç taksidi ve faizi ödeme zorunluğu ile yakalanmıştır. Fakat küresel kriz ise esas itibariyle Türkiye’ye akan döviz artışını azaltmış, kredi ve finans fonu akımı, özel yabancı sermaye akımı ve ihracatta büyük düşmeler kaydedilmeye başlanmıştır. Burada kriz öncesi Türk ekonomisinin durumunu tespit eden bazı temel istatistikler sunulacak daha sonraki kısımda aynı istatistikler ve diğerleri krizin etkilerini tespit eden rakamlarla birlikte verilecektir. İlk olarak Türkiye’nin iç ve dış borç hacmi üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmak gerekir. 2002 yılında Türkiye’nin toplam dış borcu $129 milyardı. Bunun $86 milyarı kamu sektörüne (Hazine, Merkez Bankası, belediyeler ve kamu bankaları) $43 milyarı özel sektöre (özel bankalar dahil) aitti. 2008 yılının 3. çeyreğinde ise toplam dış borç $289 milyar olmuştur, bunun yaklaşık $144 milyarı kamu sektörü, $145 milyarı özel sektöre ait bulunuyordu; özel sektör borcundaki artışın önemli kısmı finans sektöründen gelmekteydi. Türkiye’nin cari işlemler bilançosu ise 2002 yılında 2001 yılı krizinin etkisi ve 2001 yılındaki daralma sonucu müspet bakiye verirken 2008 Ağustosta cari açık $49 milyara ulaşmıştı. İç borca gelince, 2002 yılında TL. 150 milyarken 2008 sonunda TL. 275 milyara yükselmişti. Bu hususla ilgili olarak hemen belirtelim ki iç borçları, özellikle son tarihe ait iç borç miktarını yine en son tarihte büyük bir yükselme göstermiş olan döviz kuruyla dövize, diyelim ki, dolara tahvil etmek yanlış bir fikir verir. Bu takdirde sırf döviz kurunun yükselmiş olması dolayısıyla sanki yıllar boyunca iç borç stoku azalıyor gibi bir izlenim yaratılmış olur. 63 Özel yabancı sermaye girişinin giderek azaldığını ise şu rakamlar açıkça belirtmektedir. Girişler 2001’den itibaren giderek yükselmiş ve 2006 yılında Türkiye’ye giren toplam özel yabancı sermaye $29 milyar olmuştu. 2007 sonu itibariyle bu rakam $20 milyara, 2008’de $18 milyara düşmüştür. Esas büyük düşme 2009’da beklenmektedir. TCMB’nin Eylül 2008’de brüt $76,5 milyar döviz rezervi bulunuyordu. Şubat 2009 itibariyle brüt döviz rezervi dış borç ödemeleri ve yanlış yönde, döviz fiyatlarının düşmesini azaltmak için yapmış olduğu döviz satışı sonucunda $66.5 milyara inmiştir. 2.2. KRİZİN TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNDEKİ BAŞLICA ETKİLERİ 2.2.1. Bankacılık Sektörü ve Küresel Kriz ABD’de başgösteren finansal krizin diğer gelişmiş ülkelerin finans sektörüne sıçramasının temel sebebi diğer gelişmiş ülke bankalarının ellerinde ipotek bankaları dahil, Amerikan bankalarına ait banka tahvilleri, daha önemlisi “türevler” (derivatives) gibi kıymetli kağıt bulundurmalarıdır. ABD finansal krizi sonucu bu kıymetli kağıtların çoğunun değer kaybetmesi ve bir kısmının değerinin sıfıra yaklaşması bu diğer gelişmiş ülkelerin finans sektörlerini de zora sokmuştur. Fakat, Türkiye için böyle bir durum sözkonusu değildir; çünkü mevzuat gereği Türk bankaları bu şekilde dışarıdan kıymetli kağıt satın alıp portföylerinde bulunduramazlar. O halde, küresel finansal krizin bu yönden Türk bankacılığını krize sürüklemesi sözkonusu olmamıştır. Ne var ki, yukarıda dış borçlarla ilgili rakamlardan da anlaşılacağı gibi, gerek özel gerek kamu Türk bankaları da küresel kriz öncesinde dışarıdan önemli miktarda kredi sağlamış bulunmaktaydılar ve bunların ödeme planı çerçevesinde yıllık taksit ve faizlerinin karşılanması gerekir. Ne var ki, ABD ve özellikle daha çok iş gördüğümüz AB bankalarının ise 64 kendileri likidite darlığı (illiquidity) ve iflas (insolvency) durumuna düştükleri için Türkiye’ye yeni kredi açmak imkanları geniş ölçüde kısıtlanmıştır. Bu durumda da Türk bankaları kriz sonrasında alabildikleri kredi hacmi üstünde dış borç taksidi ve faizi ödemek zorunda kalmışlardır. Diğer taraftan, 2001 yılında başlatılmış olan reformlar sonucunda Türk bankaları – dış borçları dışında – küresel krizin başında sağlam bir finansal yapıya sahip bulunuyorlardı. 2008 Eylül sonunda BDDK (Bankaları Düzenleme ve Denetleme Kurumu) istatistiklerine göre, Türkiye’de 49 banka mevcuttu. Bunların aktifleri toplam TL 733 milyar olup, aynı dönemde mevduat hacmi ve fiyatların çok üstünde (%26) artmıştı. Demek ki, bankalara karşı güvensizlik ve bankalardan bir mevduat kaçışı olmamıştır. Bankaların toplam pasiflerinin içinde öz sermaye %12 ile kuvvetli bir orandı, sermaye üzerinden kârlılıkları da yüksek idi. Kriz yılı boyunca banka kredileri %30 artmıştır. Demek ki, bankaların kriz dolayısıyla kredi açmaktan kaçınarak resesyona sebep oldukları yolundaki eleştiri ve itham doğru değildir. Yine bankaların mevcut toplam sermayesinin %52.2’si yerli, %30’u kamu ve %17.3’ü özel yabancı sermaye idi. Bu oranlar ise bankalarla ilgili olarak öne sürülen iki eleştiriyi daha çürütmektedir. Birinci yanlış eleştiri Türkiye’de özel yabancı sermayenin gereğinin üstünde yüksek olduğu yolundadır. İkinci ve birinciyle ilişkili yanlış eleştiri ise yabancı bankaların kasıtlı olarak Türk ekonomisini – demek ki kendileri de batmak pahasına – krize sürüklemek istiyecekleridir. Fakat Türkiye’deki bankaları yine de dış borç ödeme zorlukları yanında ödenemeyen kredi kartları hacmindeki artışlar, ayrıca otomotiv, tekstil, inşaat, turizm, demir-çelik, mesken inşaatı gibi daralan sektör ve bu sektörlerdeki firmalara açılmış olan kredilerin ileriki yıllarda ödenmemesi ihtimali gibi sorunlar beklemektedir. 65 Hükümet dışarıdaki paraların Türkiye’ye getirilip bankalara yatırılması için çağırı yapmış fakat mevduat güvencesine hiçbir iyileştirme getirmemiştir. Banka mevduatı güvencesi halen şahıs başına 50.000 TL. ile kayıtlıdır, şahıslar dışında ve ticari kurumlara güvence yoktur. Yine repo, devlet tahvili ve Hazine bonosu üzerinde de güvence yoktur. Halbuki, Avrupa ülkeleri çoğunda mevduat güvencesi çok daha fazladır. O halde, paraların Avrupa’dan Türk bankalarına getirilmesi çağırısı dayanaksız kalmaktadır. Şayet bu çağırıdan kasıt AB ve diğer ülkelerdeki Türk işçilerinin tasarruflarını değil de, Türk iş adamlarının, örneğin İsviçre bankalarında tuttukları dövizin Türkiye’ye akışını sağlamayı hedefliyorsa, ki gelecek olan paranın kaynağının sorulmayacağının vurgulanması buna işaret etmektedir, çağırı yine mesnetsizdir. Çünkü, birincisi, IMF ile anlaşma yoluna girmemiş olan Türkiye gibi bir ülkenin ekonomisinin geleceği belirsizdir. İkincisi paranın kaynağının Türkiye’de hiçbir zaman sorulmayacağı konusu dahi belirsiz kabul edilebilir. Üçüncüsü, Avrupa ülkelerinde mevduat güvencesi daha fazla olduğu gibi, İsviçre bankaları müşterilerinin adlarını açıklamamaktadırlar ve bu kaidenin devam etmesi beklenir. İsviçre UBS bankası ABD hükümeti vergi yetkililerine 250-300 müşterisinin ismini açıklamak zorunda kalmış fakat sonraki 52.000 kişilik ABD talebini reddetmiştir. Kaldı ki, İsviçre dışında para aklayacak başka ülkeler de vardır. Hükümet Şubat 2009’da emeklilerin kredi kartı ödemesinde temerrüde düştüklerinde, bankaların hacze gitmelerini men etmiştir. Bu, emekliler açısından iyi bir tedbirdir; fakat bu tedbirin bankalar üzerindeki finans yükü hesaba katılmamıştır. ABD ve Avrupa’da ise bu gibi kamu yardımları daima hazine fonlarıyla karşılanmaktadır. Diğer taraftan TC.M.B. mevduat karşılık oranlarını azalttığı gibi gerek borç verme gerek borçlanma faizlerini de düşürmüştür. Bu tedbirler gerek bankalar ve bankaların kredi verme imkanlarını açması bakımından gerek 66 resesyonu hafifletme açısından doğru yönde tedbirler olmakla beraber özellikle faiz indirimi henüz yetersiz durumdadır. Nitekim, daha önce de temas edildiği gibi, kriz öncesi ve 17 Temmuz 2009 itibariyle T.C. Merkez Bankası (M.B. Para Politikası Kurulu) bir gecelik borçlanma faizi %16.75, borç verme faizi ise %20.25 gibi çok yüksek bir düzeyde idi. Krizle beraber T.C.M.B. dört ay içinde arka arkaya yapılan yapılan indirimle 19 Şubat 2009’da borçlanma faizini toplam %5.25 indirimle %11.5’e, borç verme faiz oranını ise %14’e düşürmüştür. 19 Mart 2009’da ise T.C.M.B. faizleri %1 puan daha indirmiştir. Bu faiz haddi dahi gerek dış ülkelere kıyasla gerek iç kredi olanakları bakımından gereğinin üstünde idi. Nitekim, T.C.M.B. 16 Nisan 2009’da bir adım daha atarak borçlanma faizini %9.75’e, borç verme faizini %12.25’e indirmiştir. Türkiye’de faiz oranlarının bugün de hâlâ yüksek olduğunu şu gibi rakamlarla gösterebiliriz. 2009 Şubat sonu itibariyle faiz oranları ABD’de %0.5, Japonya’da %0,6, Çin’de %1.28, Euro ülkelerinde %1,85’dir. Ancak Türkiye gibi dış borcu yüksek olan Rusya’da oran %13.0, Pakistan’da %13.61, Arjantin’de %14.56 idi. Brezilya’da da %12.66 ve Venezuela’da %17.01 olarak yüksek düzeylerde idi. Rusya’da döviz rezervi nisbeten bol olmasına rağmen dış borç yükü yüksekti. Mevduat karşılık oranlarının düşürülmüş olmasının ise piyasalarda TL 2.5 milyarlık bir açılma yaratacağı tahmin edilmektedir. Birçok ülkelerde, örneğin ABD’de de karşılaşıldığı gibi, Türk bankacılığında son aylarda kredi kartları ödemelerinin aksaması sorunu başgöstermiş bulunmaktadır. Genelde kart sahiplerinin toplam masraflarını azaltmalarına rağmen 2009 Mart ayı ortası itibariyle kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı 970 bini aşmıştır. Bunların çoğunun kriz dolayısıyla işlerini kaybetmiş oldukları anlaşılmaktadır. 67 2.2.2. Türk Ekonomisinin Karşılaştığı Resesyon ve Başlıca Nedenleri Yukarıdaki kısımdan da anlaşılacağı gibi, Türkiye’de küresel finansal kriz ve küresel resesyon Türk finans sektöründe – bazı sorunlar ortaya çıkmakla beraber – bir finansal kriz yaratmamıştır. Dış borçların geri ödenmesi sorunu ise sadece özel bankaların değil, uygulanan dış borçlanmayı özendiren yanlış politikalar ve yanlış küreselleşme stratejisinin bir sonucudur. Fakat kriz esas itibariyle çeşitli yollardan Türk ekonomisini resesyona götürmüştür. Ekonomiyi resesyona götüren başlıca nedenler aşağıda ele alınmaktadır. Önce belirtelim ki, kriz öncesi ekonomi politikaları sonucu gelir dağılımının bozulduğuna dair çok ciddi karineler mevcuttur. Nitekim, tarım geliri geri gitmiştir; işçi ücretleri, emekliler ve memurların maaş ve ücret artışları fiyat artışlarını karşılamaz olmuştur; işsiz sayısında artış başgöstermiştir. Bu nedenlerle küresel kriz başgöstermeseydi dahi, toplam özel tüketim harcamalarının mutlaka düşmesi bunun da büyüme hızını azaltması beklenirdi. Kriz dolayısıyla özel yabancı sermaye girişi azalmıştır. Bu sermayenin yeni yatırımlara gittiğini varsayarsak, azalma bir taraftan bugünkü döviz girişini azaltılacak, dolayısıyla bugünkü büyüme hızını düşürecektir; ayrıca yatırım yapılmadığı için yarınki büyüme ve istihdam artışı da daralmış olacaktır. Özel yabancı sermaye girişi bazen yeni yatırımlara gitmediği, esasen mevcut olan bir fabrika veya tesis satın alındığı için eleştirilmektedir. Bu eleştiriyi yöneltmeden önce, giren toplam özel yabancı sermayenin ne kadar oranının bu iki şık arasında paylaşıldığını tespit etmek gerekir. Fakat, diyelim ki giren belirli bir özel sermaye ile yeni yatırıma gidilmedi ve esasen mevcut 68 olan bir tesis satın alındı. Şayet bu bir devlet tesisi ise (örneğin KİT ve özelleştirme) daha sonra özel sermayenin yapacağı ıslah yatırımlarını hesaba katmasak bile, devlet eline geçen bu meblağ ile ya dış borcunu ödeyerek borç ve faiz yükünü azaltır; veya iç borcunu azaltır. Bu da ilk adım olarak bütçe açığını düşürür. Veya bu geliri kendisi yeni bir alt-yapı yatırımına sürebilir. Bu takdirde de toplam yatırımlar daha başlangıçta hiç azalmamış olur. Şayet özel yabancı sermaye mevcut bir özel teşebbüsü satın almışsa, bu kere o tesisi satan özel teşebbüsün kendisi bir ikinci adımda yatırım yapabilir. Veya yatırım yapmazsa, bir İsviçre bankasına yatırmamak şartıyla ve iç tüketime yöneltirse yine toplam gelir ve ileride yatırımların uyarılması bakımından müsait etkiler sözkonusu olabilir; ithal tüketim ise farklı sonuçlar verecektir. Demek ki, derinlemesine analizlerle desteklenmeden yapılacak herhangi bir eleştiri dayanaksız bir slogandan öteye gidemez. Kriz öncesi gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere yönelen özel sermaye miktarı ise $1 trilyona yaklaşmıştı. Hiçbir ülkenin bundan pay istememe lüksü yoktur. Buna Çin, Vietnam gibi “komünist” rejim uygulayan ülkeler dahildir. “Komünist” teriminin burada parantez içine alınmasından maksat Çin ekonomisinin artık “merkezi” planlama ve kamu üretimi” değil, bir “karma ekonomi” niteliği göstermesinden dolayıdır. Türkiye’ye özel yabancı sermaye yahut “direkt özel yatırımın girişi ile ilgili rakamlar daha önceki kısımda verilmişti. AB ve Avrupa ülkelerindeki resesyon, Rusya ile dış ticarette karşılaşılan güçlükler ve resesyon ile birleştiğinde, Türk imalat sanayii daha çok bu ülkelere ihracat yaptığı için, ihracat hacminde ciddi daralmalar başgöstermiştir. Bu şekilde en çok sıkıntıya düşen sektörlerin başında otomotiv sanayii gelmektedir. Örneğin, otomotiv sektöründe toplam üretim 69 Ocak 2009 ayında Ocak 2008’e kıyasla %65,8’lik bir rekorla düşmüş, ihracat %64, iç pazar satışları ise %39 gerilemiştir. Demek ki üretimin rekor bir oranda düşmesinde daha çok AB’ye yönelmiş olan ihracattaki düşme çok yüksek olurken iç pazarda da yine büyük bir gerileme kaydedilmiştir. Krizden menfi etkilenen sektörler arasında otomotivden sonra tekstil, demir-çelik, aslında az veya çok tüm imalat sanayii ve turizm gelmektedir. Bu sektörlerde gerileme Avrupa’daki resesyon, ihracat azalması, iç talepteki azalma ve bazı sektörler için yapısal sorunlardan doğmaktadır. Gelirin düşmesi ve gelir dağılımının bozulması sonucunda mesken inşaatı (müteahhitlik) sektörü de en çok etkilenen sektörler arasındadır. İhracat azalması herşeyden önce doğrudan döviz ve dış borç ödeme olanaklarını azaltmaktadır. Fakat daha önemlisi otomotiv sektör üretimi başta olmak üzere gerek toplam üretim gerek yapılacak yatırım geniş ölçüde – ve sektörlere göre farklı oranda – ithal girdi ve ithal yatırım malları hacmine bağlıdır. Demek ki, ihracattaki azalmanın yol açacağı ithalat azalması ayrıca üretim ve büyüme hızının düşmesi ve işsizliğin artması sonucunu doğuracaktır. Türkiye’de karşılaşılan resesyonun boyutları hakkında bir fikir verebilmek üzere aşağıda bazı temel istatistikler sunulmaktadır. Kriz öncesinde, 2002-2006, 6 yıllık, dünya konjonktürünün de müsait olduğu dönem boyunca Türkiye ekonomisinde yüksek sayılabilecek bir ortalama yıllık büyüme hızı sağlanmıştı: %7.6. Bu oranın yüksekliğinde bir ölçüde rol oynayan etken 2001 yılındaki eksi %9.5 büyüme, yani çok büyük hacimli küçülmedir. Başlangıç yılı olan 2001’deki düşük gelir seviyesini hesaba katarak bunun etkisini telâfi etmek istersek 5 yıl için ortalama büyüme hızı %6’nın biraz altına inebilir; bu dahi iyi sayılabilir bir büyüme hızıdır. 2007 yılında, daha krizin etkileri başlamadan önce, büyüme hızı %4.6’ya 70 düşmüştür. 2008 yılında son üç ayda başlayan menfi etkiler dolayısıyla, ilk tahminlere göre büyüme hızı %2.8 idi (TUIK.gov.tr ve DPT, yıllık programlar). TÜİK 2009 yılı için büyüme hızını ise revize ederek %4 yerine -%3.6 olarak tespit etmiştir. IMF ile 2009’da Türkiye’nin %3.6 değil, %5.1 küçüleceğini tahmin etmektedir. 2002 yılında işsizlik oranı %9.3 idi; bu yüksek oranda 2001 yılında başgösteren dış ödemeler krizinin ve büyüme hızının eksi %9.5 olmasının büyük payı vardır. 2006 yılında işsizlik oranı %8.8, 2007’de ise bu sefer %10.1 gibi yüksek bir rakam olmuştur. Elimizde mevcut (Şubat sonu, 2009) en son Kasım 2008 işsizlik oranı ise %12.3’e ulaşmış gözükmektedir. Kasım dahil 2008’in son üç ayındaki işsiz artışı genellikle küresel krizin etkilerine atfedilmektedir; bu rakam ise 524 bindir. Buna işyerinde ücretli çalışanlar yanında bağımsız çalışanlar (esnaf) ve kendi işlerini kaybedenler dahildir. İşsizlik konusunda asıl kaygı verici bir husus yeni iş hayatına girmek isteyen genç nüfusta işsizlik oranının %4 dolayında artarak %23.9 (yaklaşık 1/4) gibi çok yüksek bir düzeye çıkmış olmasıdır. Kasım 2009’da toplam işsiz sayısı 2.995 bin, kısaca yaklaşık 3 milyon olarak verilmektedir (TÜİK, Hanehalkı, İşgücü Anketi). Bu orana göre Türkiye işsizlik oranının en yüksek olduğu 4. ülkedir. Birinci ülke %23.2 işsizlik oranı ile Güney Afrika, ikinci %20,6 ile Birleşik Arap Emirlikleri, üçüncü %14.4 ile İspanya’dır. TUİK’in yayınladığı, 2008 Aralık sonuna ait rakamlara göre işsizlik 3.274 bin (%13.6); iş aramayan, aramaktan vazgeçenler 2.298 bin, demek ki geniş anlamlı işsizlik toplam 5.572 bin (%22) gibi rekor düzeylere yükselmiştir. Bu kere TÜİK Ocak 2009 hane halkı anketine göre ise Ocak 2009’da işsizlik geçen son bir yıl içinde 1.059 bin artarak toplam 3.650 bin ve %15.5 gibi rekor bir düzeye ulaşmıştır. İş aramaktan vazgeçtikleri ve iş aramadıkları için “işsiz” kapsamına girmeyenlerle sadece mevsimlik işlerde 71 çalışma imkânı bulanları da eklersek, çalışmayan toplam işgücü oranı %26.9’a ulaşmaktadır. Büyüme hızı ile işsizlik oranlarının bu kısa tetkiki Türkiye’nin küresel kriz dolayısıyla karşılaştığı resesyonun ve işsizlik oranının ve ihracattaki düşmenin çok ciddi olduğunu göstermektedir. Bu rakamların 2009 yılında daha da ağırlaşacağı beklenmektedir. Ekonomik gidişin önemli bir başka göstergesi olan cari işlemler açığının seyrini bu noktada yeniden ele alacak olursak, 2001 yılındaki derin dış ödemeler krizinin bir sonucu olarak cari işlemler bilançosu müspet bakiye vermişti. 2001’den sonra gerek ekonomide düzelme gerek özellikle yüksek faiz ve artan kredi, finansal fon ve özel yabancı sermaye akışı sonucu, ithalat artışı kolaylıkla finanse edilebilir hale geldiği için cari işlemler açığı giderek artmış ve daha yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, kriz öncesi, Ağustos 2008’de $49 milyar ile rekor bir düzeye ulaşmıştı. Fakat küresel kriz ve döviz akışının, demek ki ithalat finansman kaynaklarının daralması ile dört ay içinde $41.5 milyara düşmüştür. Bu düşmenin bir sebebi resesyonla birlikte ve ondan da önce petrol, doğalgaz ve dış ticaret konusu malların fiyatlarının düşmesidir. Diğer önemli sebep ise içeride tüketim ve yatırım harcamalarının düşmüş olmasıdır. Daha doğru ifade ile, resesyon sonucu döviz kaynakları (ihracat, özel yabancı sermaye ve kredi akımı) azalmış, bu nedenle ithalat düşmüştür. Gerek ithalattaki bu düşme sonucu gerek iç talepte gerek dış talepte (ihracatta) resesyonun etkisiyle azalma sonucu büyüme hızı, üretim ve yatırımlar düşmüş, işsizlik ise artmıştır. İç talep ve ihracattaki azalma, büyüme hızı ve yatırımların düşmesi ithalatı da azaltır veya şayet önce dış faktörler sonucu döviz imkanları azalırsa, bu da ikinci safhada, ithalat gereği karşılanmadığı için, üretim seviyesini (büyüme hızını) ve yatırımları düşürür. 72 2.3. RESESYONA KARŞI ALINAN TEDBİRLER ve BU TEDBİRLERİN ELEŞTİRİLERİ Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye küresel krizle karşılaşmadan önce yanlış bir küreselleşme ve gelişme stratejisi izlemiş ve krize büyük bir dış borç yükü ve yetersiz döiz rezervi seviyesiyle girmiştir. Uzun ve kısa vadeli finans fonları akımını yüksek faiz ile aşırı özendirmemeli, buna mukabil daha çok özel yabancı sermaye akımına ağırlık ve öncelik vermeliydi. Bu suretle içeride üretimi ve istihdam artışını azami ölçüde teşvik etmiş olurdu. Dolar ve döviz de aşırı ölçüde düşük değerlendirilmiş, TL. ise yüksek değerlendirilmiş kalmazdı ve tarımda üretim ve istihdam çökmesi vuku bulmazdı. Nitekim, Çin esas itibariyle özel finans fonları akımının değil, özel yabancı sermaye akımının teşvikine dayanan bir küreselleşme stratejisi izlemiş, imalat sanayii ve milli gelirdeki artış geniş ölçüde istihdam artışı yaratmıştır. Artan üretimin ise bir kısmını iç tüketime bir kısmını ihracata ve döviz rezervi birikimine yöneltmiştir. Sosyal demokrat Lula da Silva döneminde Brezilya da piyasa ekonomisi çerçevesinde, özel teşebbüs ve özel yabancı sermayeyi teşvik etmiş, büyüme hızını fiyat istikrarı içinde yükseltmiş, döviz rezervlerini bir ölçüde artırmış ve piyasa ekonomisi çerçevesi içinde sosyal tedbirleri genişletmişti. Çin ve Brezilya küresel krizin incelenmesiyle ilgili olan makalede daha ayrıntılı ele alınmıştır. Türkiye’nin küresel krizin yol açtığı resesyonla kendi başına mücadele etmek olanakları ise kriz öncesi uygulanan yanlış gelişme ve küreselleşme stratejisi dolayısıyla çok kısıtlıdır. Çünkü, elinde döviz reservi olmadığına, bunun üstüne önümüzdeki yıllarda döviz akımı azalacağına göre, iç talebi canlandırmak üzere kamu harcamalarını ve yatırımlarını yükseltmek, özel yatırımı ve özel tüketimi teşvik edici politikalar uygulamak imkanı çok azdır; 73 böyle bir program için yeterli finansman kaynakları mevcut değildir. Unutulmamalıdır ki milli gelir, üretim, yatırım ve tüketimdeki artış, yatırım ve tüketim malları, ihracata yönelen mallar da dahil olmak üzere, ithal girdiye ihtiyaç gösterdiği için ithalat artışı kaçınılmaz olacaktır. Örneğin, kriz öncesinde en çok ihracat yapan otomotiv sanayii, gerek komple araç ithali gerek yüksek oranda parça (component) ithal gereği yüzünden yine en çok ithalat yapan sektörler arasındaydı. Halbuki, küresel kriz dolayısıyla Türkiye’ye giren döviz akışı daralmaktadır ve Merkez Bankası’nın elinde kapsamlı bir program ile ekonomiyi canlandırmanın getireceği ithalat gereğini finanse edebilecek döviz rezervi ve kaynağı bulunmamaktadır. Buna mukabil örneğin, gerek Japonya gerek Çin resesyona karşı iç talebi canlandırmak üzere büyük kamu yatırımı projelerine yönelebilmişlerdi. Çünkü bu iki ülkenin de elinde daha önce birikmiş, çok büyük meblağlara varan döviz rezervi mevcuttu. ABD ve İngiltere ise bu tür programları uygulamaya koyarken paralarının rezerv döviz olarak kullanılmasının açtığı imkanlardan faydalanmışlardır. O halde, Türkiye’nin IMF’e müracaat ederek bir anlaşmaya varması 2009, 2010 ve en fazla 2011 yılı dış borç ve faiz ödemelerini aşacak, diyelim ki $20-25 milyarlık ve 2 veya 3 yıllık bir anlaşma yapması tek çıkar yoldur. Bu takdirde, özel yabancı sermaye akımı ve mevcut dış borç ve kredilerin ödenmesini sağlayacak, ayni zamanda yenileme kredileri ve özel yabancı sermaye giriş hacimlerindeki azalışlar da asgariye inmiş olacak, fark ise IMF kredisi ile kapatılacaktır. 2009 yılında ekonominin 2008’den daha kötü olacağı, düzelmenin muhtemelen 2010’a, ve daha büyük ihtimalle 2011’e uzaması beklenmektedir. Ne var ki, IMF, yapılacak olan stand-by anlaşması ile birlikte, mutlaka malî disiplin şartları da öne sürecek, buna göre bütçe açıklarının artması değil, azaltılması öngörülecektir. Bu nedenle de, anlaşıldığına göre, IMF anlaşması 74 29 Mart 2009’da yapılacak olan yerel seçimler yüzünden Türkiye tarafından ertelenmektedir. Bir hükümet yetkilisi ise IMF ile anlaşma yapılmadan dışarıda $4 milyarlık devlet tahvili satmak için zemin yoklamaya çalışmış, şüphesiz ki bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır. IMF son aylara kadar G20 içinde Türkiye’yi krize (resesyona) karşı hiç tedbir almayan ülke olarak göstermiştir. Aralık 15, 2008’de Washington D.C.’de yapılan G20 toplantısına Türkiye de katılmış olmakla beraber, bu toplantıda da aktif olmamıştır. 2 Nisan, 2009’da Londra’da yapılan G20 toplantısında ise küresel finansal krizi ve resesyonu önleyebilecek köklü tedbirler tavsiye edilmiştir. Bunlardan biri IMF’in malî imkânlarının $1.1 trilyon yükseltilmesidir. Bu konuya küresel krizle ilgili incelememizle ayrıntısıyla değinilmiştir. T.C. Merkez Bankası krizle beraber faiz hadlerini devamlı aşağı çekmiştir. Yukarıda da değinildiği gibi, 17 Temmuz 2008’de T.C. Merkez Bankası bir gecelik kredi faizi %16.75 idi. Krizden bu yana düşürülerek 19 Şubat 2009’da %11.5 olmuştur. Ayrıca mevduat karşılık oranları da düşürülmüş bulunmaktadır. Her iki tedbir de doğru yöndedir; faizin düşürülmesi hem bankalardan kredi alan sanayicilerin ve diğer müteşebbislerin hem de kamunun kredi maliyetini düşürür; mevduat karşılık oranının düşürülmesi ise bankaların kredi açmalarını kendi finans imkanları bakımından kolaylaştırır. Ancak resesyonun önlenmesi için her iki tedbir de yeterli olmayacaktır. Herşeyden önce TCMB’nın faizleri daha da düşürmesi için imkan vardır. Krizden önce Türkiye’de faizlerin çok yüksek olması ve aşırı ölçüde dış finans fonu ve kredi alınması yanlış bir strateji idi. Fakat kriz esnasında ise faiz haddi, bu kere azalmış olan dış kredileri cezbetmek için diğer ülkelere kıyasla yüksek tutulmalıdır. Diğer ülkelerdeki faizleri hesaba 75 kattığımızda Türkiye’de faizlerin daha da düşürülebilmesi için yeterli marj olduğu görülecektir. Diğer taraftan, Türk hükümeti Şubat 2009’da Rusya ile bir anlaşma yaparak iki ülke arasındaki dış ticaretin bundan böyle Ruble-TL. ile yürütülmesinde mutabakata varmıştır. Böylece iki ülke arasında $1 milyardan başlayarak bugün $32 milyara ulaşan dış ticaret ve ilişki hacminin kısa süre sonra $40, $50 milyara yükselmesi beklenmektedir. Ayrıca, TIR’ların Rusya hududunda bekletilmemesi konusunda da anlaşma olmuştur. Yine, Rusya’nın Türkiye’ye 15 yıl içinde $60 milyarlık elektrik enerjisi ihraç etmesi de ayrı bir anlaşma konusunu teşkil etmiştir. Rusya ile yapılan tüm bu anlaşmalar da doğrudur ve ekonomi üzerinde müspet etkiler yaratacaktır. Fakat başlıbaşına bugünkü resesyon sorununu çözmeye yetmez. Bu nedenlerledir ki, TÜSİAD ve diğer işadamları dernekleri krizden bu yana devamlı olarak hükümeti biran önce tedbir almaya davet etmekte ve küresel kriz ve resesyonun menfi etkilerinin ciddi olduğunu vurgulamaktadır. Fakat, hükümet ise bir taraftan döviz rezervleri imkansızlığı bir taraftan IMF ile anlaşma yapmaması dolayısıyla kesin ve tatmin edici bir program sunamamaktadır. Çünkü, bugünkü döviz sıkışıklığı karşısında finansman imkanlarının bulunabileceği bir teşvik programı $20, $10 milyar bir tarafa, $2 veya 3 milyarı ancak bulabilir; o dahi bütçeye ve ödemeler bilançosuna bir yük getirir. Bugüne kadar, TCMB’nın faiz ve mevduat karşılıkların indirimi yanında, hükümet ise ekonominin resesyona sürüklenmesine karşı şu gibi yetersiz veya etkin olmayan tedbirler getirmiştir: - Banka kredi kartlarında emekliler için haczin kaldırılması. Bu 6 milyon kadar emekliyi memnun edebilecek bir tedbirdir, fakat bu 76 kere bankalar boş bırakılmaktadır. Bu konuya bankalarla ilgili kısımda temas edilmişti. - 18 Şubat 2009’da çıkan yasa ile firmaların işçi çıkarmamaları, buna mukabil daha az süre işçi çalıştırmaları teşvik edilmiştir. İşçi çalıştırmama süresi 3 aydan 6 aya çıkartılmış ve bu takdirde, firmanın işçiyi çıkarmama garantisi vermesi şartıyla, maaşına İşsizlik Fonundan yapılacak katkı (ödenecek miktar) %50 artırılmıştır. Böylece İşçi Fonuna bindirilen az bir yük ile işsizlikteki artışın azaltılmasına çalışılmıştır. Mart ortasına kadar birçok dev otomotiv firmaları dahil, 283 kadar şirket bu konuda başvuruda bulunmuştur. Ancak aynı tarihe kadar 1500 kadar şirket verilmiş, ödeme ise sadece 36 firmaya yapılabilmiştir (TİSK verileri). Esasen bu doğrudan ekonomiyi canlandıracak bir tedbir değil, asgari bir yük ile resesyonun işsizlik etkilerini geçici olarak azaltmış gösterecek bir tedbirdir. - Yine 18 Şubat 2009’da banka kredi kartı dolayısıyla emeklilerin emekli maaşlarının haczedilmesi men edilmiştir. Bununla ilgili bankaların zararını telâfi edecek bir fon oluşturulması ise söz konusu edilmemiştir. - Tekstil firmalarına Doğu’ya gittikleri takdirde teşvik verileceği kararlaştırılmıştır. Tabii bugünkü küresel resesyon karşısında Doğuda yeni bir fabrika kurmaya talip tekstil firması bulunursa, veya bir firma İstanbul’daki vb. illerdeki fabrikasını söküp Doğuya taşıyabilirse bu tedbir geçerli olacaktır. Kısaca, bu tedbirin resesyonu önleyici, ciddi bir etkinliği yoktur. Bunların dışında ise şu tedbirler alınmıştır: 77 - Eximbank kredileri $500 milyondan $1 milyara çıkartılmıştır. Bu tedbir de doğru yöndedir fakat etkinliği zayıftır. - GAP harcamaları da hükümet yetkilileri tarafından resesyona karşı tedbirler arasında sayılmaktadır. Demek ki, GAP harcama yekûnu bütçeye konulan ilk tahsisata kıyasla artırılmıştır. O halde, tedbir GAP toplam harcama yekûnu ile değil, sadece artış kısmıyla kayıtlı olmalıdır. - Tarımda fındık ödemesi ve ayrıca kuraklık ödemesi yapılmıştır. Yine bu ödemeler ilk bütçe tahsisatında olmadığı halde ve sonradan konulduğu için hükümet yetkilileri tarafından resesyona karşı tedbir ve bütçe ilavesi olarak zikredilmektedir. Fakat bu ödemelerin esasen mevcut şartlar altında yapılması, bütçeye katılması gerekir. Kaldı ki, tarım kesiminin içinde bulunduğu durum hesaba katılırsa, tarımı canlandırmaktan uzak, tahsisî tedbirlerden ibarettir. - Mahallî idarelerin bütçelerinin, harcama – özellikle yatırım harcamaları – artışı için yükseltildiği zikredilmektedir. Bu tedbirin seçim kampanyası maksadıyla mı, ekonomiyi canlandırmak maksadıyla mı alındığı belli değildir. - Ücretlerde SSK primi %5 indirilmiştir. - Daha önce, bankacılık sektörüyle ilgili kısımda işaret edildiği gibi, Merkez Bankası’nın mevduat karşılık oranlarının düşürülmesinin piyasada TL 2.5 milyarlık bir genişleme yaratacağı tahmin edilmektedir. - Ayrıca kamu personel ve işçilerine kısıtlı ölçüde ücret ve maaş iyileştirmeleri yapılmıştır. 78 Hükümet yetkilileri tüm bunların resesyona karşı program ve canlandırma paketi olduğunu ileri sürmekte ve 2009 yılında bütçeye getireceği yükün TL. 15.9 milyarı bulacağını ileri sürmektedirler, ki bu rakam GSMH’nın %1.1’dir. Ancak sözkonusu kalemlerin bir kısmı esasen normal zamanlarda da yapılması gerekli harcamalardır, büyük bir kısmının ise seçim yatırımı mı, ekonomiyi canlandırma paketi mi olduğu belirgin değildir. Kaldı ki, tüm bu tedbirlerin fiilen ekonomiyi canlandırmaya yetmeyeceği açıkça görülmektedir. Hükümet tekstil, otomotiv, demir-çelik, turizm ve müteahhitlik (mesken inşaatı) sektörlerini vergi indirimleri, SSK primi indirimleri, Eximbank ihracat kredileri artışı yoluyla desteklediklerini ileri sürmektedir. Fakat yine bu tedbirlerin bahiskonusu sektörleri canlandırmakta çok yetersiz kaldığı müşahade edilmektedir. Buna karşı sanayiciler ise resesyona karşı hükümetten aşağıdaki tedbirlerin alınmasını istemektedirler (ISD Dergisi, Şubat 2009). Sanayicilerin talep ettikleri tedbirler makul gözükmektedir. Sanayiciler önemli tedbir olarak şunları talep etmektedirler: - Birinci alınması gereken tedbir IMF ile anlaşmanın bir an önce yapılmasıdır. - İkincisi, kamu bütçesi disiplini ve kamu bütçesinde şeffaflığın sağlanması, aynı zamanda KİT’lerin yeniden düzenlenmesidir. Sanayiciler ayrıca şu gibi ek tedbirler talep etmektedirler: - Faiz haddi hâlâ yüksektir ve indirilmelidir. 79 - Hükümet sanayi maliyetine devamlı bindirilen yeni vergi ve zamlardan kaçınılmalıdır. - Esnek 2003 Çalışma Kanununa biran önce geçilmelidir. - Elektrik fiyatları, indirilmelidir. dünya ile kıyaslandığında yüksektir ve - SSK’nın %5 indirimi yetersiz bulunmaktadır. - BOTAŞ’ın özel sektör borçları için teminat mektubu istemesinden vazgeçilmelidir. - Ayrıca yatırım makineleri imalatçıları ise ithalat yerine iç piyasadan makine kullanımının özendirilmesini istemektedirler. Bu tedbirin dış ticaret serbestisi ve WTO ilkeleri ile nasıl bağdaştırılabileceği daha iyi düşünülmelidir. Kaldı ki döviz fiyatının giderek yükselmesi esasen böyle bir eğilimi kendiliğinden yaratacaktır. - Fakat makul olan bir başka tedbir teklifi “Leasing”li makine kullanımında KDV indirimi yapmak, bu yönden iç talebi oluşturmak ve ithalatı azaltmaktır. 2009 Şubat sonuna doğru hükümet bir tedbir daha üzerinde çalıştığını beyan etmiştir. 6 milyon işçi ve emekliye 200 ile 500 TL arasında, belirli bir tarihe kadar sarfedilmesi gerekli çek dağıtılacaktır. Bu da halka kömür dağıtımı, buzdolabı dağıtımı gibi, daha ziyade seçim kampanyasının bir parçası olduğu izlenimi vermektedir. Toplam 1 milyar TL. özel kriz kredisi destek programı başlatılmıştır. Hükümetin ayrıca özellikle Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere 4 bölgeye yatırım teşviki getireceği, 80 ayrıca bazı sektörlerde yatırımların da teşvik edileceği bir program hazırlamakta olduğu anlaşılmaktadır. Muhalefet partisi olarak CHP ise 24 Şubat 2009’da, hükümetin talebi üzerine bir tedbir paketi sunmuştur. Pakette şu maddeleri yer almaktadır: - Otomobil ve dayanıklı tüketim mallarında geçici olarak, 6 ay süreyle KDV’nin kaldırılması. - TL’nin aşırı değerlenmesinin önlenmesi. Maliye politikasında makul alanlarla gevşemeler sağlanması. - Kredi garanti fonu oluşturulması, bundan yararlanacak firmalara işçi çıkartmama garantisi getirilmesi. - Sigorta primlerinin ve ücretli üzerindeki vergi yükleri, stopaj dahil, 10 puan aşağı indirilmesi. - İşsizlik Fonu’nun imkanlarının işsizlikle mücadele için kullanılması. Kredi kartı ile konut kredisi borçlarının yeniden yapılandırılması, borçların 2 yıla uzatılıp, eşit taksitlerle ödenmesi. - 2009 bütçesinin gerçekçi rakamlarla revize edilmesi. - Kamu altyapı yatırımlarına yönelik ödenekleri artırılması. Çünkü kamu alt-yapı yatırımı, işsizlikle mücadele için temel ihtiyaç olarak kabul edilmektedir. CHP’nin program teklif etmesi doğrudan hükümet tarafından talep edilmiş olduğu halde, hükümet bu teklifleri hesaba katmayacağını derhal beyan etmiştir. Aslında CHP programının en önemli eksikliğiise – aynen 81 hükümetin de yaptığı gibi – IMF ile anlaşma gereğinin zikredilmemiş olmasıdır. Hükümetin IMF’in sakıncalı bulduğu şartları ise gazetelerde çıkan haberlere göre (Vatan, 26 Şubat 2009) 1- Gelir İdaresi’nin özerk olması, 2Nereden buldun diye sorulması. 3- Yerel yönetimlerin gelirinin kısılmasıdır. Eğer haber doğru ise bu şartlar kabul edilemez diye reddedilmesi bir tarafa, çok makul şartlar olarak görünmektedir. Fakat tedbirler 29 Mart 2009 belediye seçimleri için kontrolsüz yapılması düşünülen harcama artışlarını önleyecek, diğer taraftan hükümeti yolsuzluklarla mücadeleye zorlayacak niteliktedir. Bu kere Hükümet, Mart 16, 2009’da, ekonomiyi canlandırmak üzere, TL 5.5 milyara ulaşacağını tahmin ettiği, yeni bir paket açmıştır. Pakette başlıca şu maddeler bulunmaktadır: - Otomotivde 1600 cm3’den küçük arabalarda halen %37 olan ÖTV’nin (Özel Tüketim Vergisinin) %1’e, 1600 cm3’den fazla olanlarda %60’ı bulan ÖTV’nin çok daha oranlarda ve önümüzdeki üç ay için indirilmesi. Yine minibüste, ticari araçlarda kamyonda da esasen düşük olan ÖTV’nin biraz daha düşürülmesi; motosikletlerde de bir ölçüde ÖTV indirimi yapılması. - Beyaz eşyada sıfırlaması ve elektronikte %6.7 olan ÖTV yine aynı süreyle düşürülecek veya sıfırlanması. - 150 m2 üzerindeki yeni konut satışlarında KDV’nin üç ay süre için %18’den %8’e indirilmesi. 150 m2’de küçük konutlarda ise KDV esasen %1’dir. 82 Bu maddelerden çoğunun aslında Baykal tarafından yapılan önerilerin içinde bulunduğu ve fakat ilk ağızda Hükümet tarafından reddedilmiş olduğu ilginçtir. Bu tedbirlerin açıklanmasını izleyerek, 19 Mart 2009’da Baykal sürenin üç aydan altı aya çıkartılmasını, tarım kesimi ve çiftçi için de bir paket hazırlanmasını önermiştir. Öneriler otomotiv fiyatlarında önemli bir düşme yaratmış ve gerek otomotiv gerek beyaz eşya ve elektronikte satışlar artmıştır. Fakat tedbirler çok kısa ömürlüdür, süre uzatılmadığı takdirde üretimi teşvikten ziyade elde mevcut bulunan stok fazlalarının satışına yarayabilir. Konuttaki vergi indirimi ise konuttaki satışların %95’i 150 m2 altındaki konutlar olduğu için fiilen fazla bir fayda sağlamayacaktır. Kısaca tedbirler yanlış yolda olmamakla beraber gerek hacim gerek tanılan süre itibariyle yetersizdir. Çünkü resesyonun etkileri üç aylık olmaktan çok uzak gözükmektedir. Fakat IMF ile henüz anlaşma yapmamış ve döviz rezervi ve geliri sorunu içinde olduğumuz için daha etkin bir paketin döviz finansmanını sağlamak mümkün değildi. Hükümet ileride IMF ile anlaşmaya varılabileceği yolunda beyanlarda bulunmaya başlamıştır. Diğer taraftan, Mart ayında açıklandığına göre bütçe 2009’un ilk iki ayında yılın tamamı için tahmin edilen açık rakama ulaşmış gözükmektedir. Bütçe açığındaki bu rekor artış resesyon dolayısıyla vergi gelirlerinin tahminlerin çok gerisinde kalması ve faiz giderleri artışı yanında seçim dolayısıyla yapılan harcamalardan doğmuştur. 2008 Şubat ayında bütçe TL 1.021 milyon fazla vermişti; 2009 Şubat ayında ise TL 7.393 milyon açık göstermiştir. Mart ayında ve henüz seçimler başlamadan önce bu kere T.C. Ziraat Bankası çiftçiye geniş imkânlar, düşük faizli kredi sağlayan bir paket yürürlüğe koymuştur. 83 Diğer taraftan, Mart ayında açıklandığına göre, bütçe 2009’un ilk iki ayında yılın tamamı için tahmin edilen açık rakamına ulaşmıştır. Bütçe açığındaki bu rekor artış resesyon dolayısıyla vergi gelirlerinin tahminlerin çok gerisinde kalması yanında seçim dolayısıyla yapılan harcamalardan doğmuştur. 2008 Şubat ayında bütçe TL 1.021 milyon fazla vermişti; 2009 Şubat ayında ise TL 7.393 milyon açık göstermiştir. Görüldüğü gibi, küresel finansal kriz ve resesyon dolayısıyla Türk ekonomisinin resesyona girmesi karşısında hükümetin alması gerekli tedbirlerin başında IMF ile anlaşma yapmak gelmektedir. Bununla birlikte olarak ise esasen malî disiplin de gelecektir. Bu suretle şüphesiz ki büyüme hızı yükselmeyecek, fakat büyüme hızındaki düşme azalacaktır. Kriz diyelim ki, 2011 yılında bittiğinde ise ihracat ve özel yabancı sermaye akımı yeniden canlanacaktır. Nitekim, genel seçimlerden hemen sonra IMF ile müzakereler yeniden başlatılmıştır. Fakat bu kere Türkiye’nin yeni azami limiti olan $40 milyar talep edilmiştir. Daha sonra kesin anlaşmanın Mayıs ayında olacağı ifade edilmiştir. 84 KAYNAKÇA (Meslekî gazete ve meslekî dergiler dışında) BHAGWATI, Jagdish N. (2004) In Defense of Globalization, Oxford University Press, New York. Straus and Giroux, New York. BİROL, Özlen H. (2001) Çağdaş Makroekonomik Okullar (bastırılmamış doktora tezi), İ.Ü. İktisat Fakültesi. _____ (2005) “An Evaluation of Modern Macroeconomic Schols”, Marmara Univ., İİBF Dergisi, Cilt XX, sayı 1. CHEN, Shaohva ve RAVALLION, Martin (2004) “How Have the World’s Poorest Fared Since the Early 1980s?”, World Bank Development Indicators. DPT, Yıllık Programlar (2001 yılından bu yana). FRIEDMAN, Thomas L. (2006) The World is Flat, Farrar, Straus and Giroux, New York. HİÇ, Mükerrem (1994) Para Teorisi ve Politikası, Filiz Kitabevi, İstanbul. _____ (2001) “Ellili Yıllardan Günümüze Kalkınma Ekonomisi”, İ.Ü., İktisat Fakültesi Dergisi, Cilt 51, no.2. KRUGMAN, Paul, xtra-newsweek.com. RODRIK, Dani (1999), The New Global Economy and Developing Countries: Making Openness Work,Overseas Development Council, Washington D.C., Policy Essay No.24, John Hopkins, Univ. Press. 85 SALA-İ MARTIN, Xavier (2002), The World Distribution of Income, NBER Working Paper, No. W 8904, Nisan. STIGLITZ, Joseph E. (2003), W.W.Worton Co., New York. Globalization and Its Discontents, TOYE, John (1993), Dilemmas of Development, Oxford, UK ve Cambridge, Blackwell, USA. UN Statistics Division (2006), National Accounts Database, through the internet. UNCTAD (2007), World Investment Report, through the internet.