Küresel Kriz - Beykent Üniversitesi

Transkript

Küresel Kriz - Beykent Üniversitesi
KÜRESEL EKONOMİK
KRİZ ve TÜRKİYE
Küresel Finansal Kriz, Küresel Resesyon,
İleriki Yıllarda Muhtemel Gelişmeler
ve
Krizin Türkiye Ekonomisine Etkileri
Prof. Dr. Mükerrem Hiç
Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi
İstanbul – 2009
Beykent Üniversitesi Yayınevi
Cumhuriyet Mah. Şimşek Sok. No:1, Beykent
Siteleri, Büyükçekmece 34500 İstanbul
Tel : (0212) 444 1997
Faks: (0212) 867 55 66
www.beykent.edu.tr
Beykent Üniversitesi Adına Sahibi
Vekil Rektör Prof. Dr. Ahmet Yüksel
Yazar:
Prof. Dr. Mükerrem Hiç
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
İktisat Bölümü
“KÜRESEL EKONOMİK KRİZ ve TÜRKİYE”
1. Baskı, Haziran 2009
Beykent Üniversitesi Yayınları, No.62
Grafik Tasarım:
İbrahim Sevildi
Baskı:
Mega Basım
ISBN No:
978-975-6319-02-4
Sertifika No:
0208-34-010320
Kitabın bazı bölümleri veya tamamı Beykent Üniversitesi ve
yazarların yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde çoğaltılamaz.
Copyright © 2009
ÖNSÖZ
Eylül 2008’den bu yana ABD’de başlayan finansal kriz kısa sürede küresel
finansal krize ve küresel resesyona (büyüme hızının düşmesi, işsizliğin artması)
dönüşmüştür. Kriz gerçi depresyon’a (büyümenin çok uzun süre eksi olması, işsizliğin çok
büyük ölçülere varması) dönüşmemiştir; fakat uzun yıllardan beri karşılaşılmış olan en
büyük boyutlara ulaşmıştır. Finansal kriz ve resesyon ABD, Avrupa, Japonya ve diğer
gelişmiş ülkeler yanında, gelişen ülkeleri, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu orta gelir
düzeyli ülkeleri ve aralarında BRIC’lerin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) yer aldığı
“yükselen piyasaları” (emerging markets) da etkisi altına almıştır.
Gerek küresel finansal kriz ve resesyon hakkında gerek krizin Türkiye ekonomisi
üzerindeki etkileri hakkında ilmî ve meslekî dergilerde yayınlanmış makaleler ise henüz
yeterli seviyede değildir. Bu kitabımızın 1. kısmında küresel finansal kriz, küresel
resesyon ve ileriki yıllarda dünya ekonomisindeki muhtemel gelişmeler ayrıntılarıyla ele
alınmaktadır. Krizin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri kitabımızın 2. kısmında ele
alınmıştır.
Bu konularda ABD ve Avrupa’da dahi ilmî makale sayısı mahdut olduğu, ilmî
makalelerde her gün değişen gelişen olayları izlemek esasen pek mümkün olmadığı için
bu incelememizde, bir çok hallerde yabancı dergiler ve meslekî gazetelerde çıkan haber ve
yorumlara atıf yapılmıştır. Hatta Joseph Stiglitz, Paul Krugman, Ken Rogoff gibi tanınmış
iktisatçıların, WTO başkanı Pascal-Lamy, IMF başkanı D. Strauss-Kahn gibi uluslararası
düzeydeki seçkin uzman ve idarecilerin dahi, henüz ilmî dergilerde yazıları çıkmadığı için,
sözkonusu meslekî dergi ve gazetelerdeki beyan ve mülâkatlarına başvurulmuştur.
Son olarak önemle belirtmek isterim, ki bu kitapta olayların ve yorumu kitabın
yazılış tarihine göre Nisan sonuna kadar getirilmiştir. Daha sonraki olaylar ve gelişmelerin
izlenmesi okuyucuya bırakılmıştır. Örneğin, ABD’de bankalara uygulanan “stres
testleri”nden alınacak sonuçlar, resesyona karşı uygulanmakta olan kamu harcama ve
vergi indirim programlarının akıbeti, GM ve Chrysler şirketlerinin akıbetleri, G20 tavsiye
kararlarına ilgili ülkelerin ne ölçüde uyacağı, IMF malî imkanlarının yükseltilmesi,
Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapıp yapmayacağı, yaptığı takdirde bu
anlaşmanın şartları vb. hep daha sonraki tarihlerde kesinlik kazanacaktır.
Prof.Dr. Mükerrem Hiç
İstanbul
4 Mayıs 2009
KÜRESEL EKONOMİK
KRİZ ve TÜRKİYE
İÇİNDEKİLER
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRKESEL RESESYON İLERİKİ YILLARDA
MUHTEMEL GELİŞMELER VE KRİZİN TÜRKİYE EKONOMİSİNE
ETKİLERİ
1. BÖLÜM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRESEL RESESYON VE
İLERİKİ YILLARDA MUHTEMEL GELİŞMELER
1.1.
1.2.
1.3.
1.4.
1.5.
1.6.
1.7.
1.7.1.
1.7.2.
1.7.3.
1.7.4.
1.7.5.
Kriz Öncesi Abd Finans Sektörünün Durumu ve Finans Krizinin
Başlıca Nedenleri
Eylül 2008’de Başgösteren Abd İpotek Bankacılığı ve Finans
Sektörü Krizi
Avrupa’da ve Gelişmiş Ülkelerde Mali Kriz
Abd’de Avrupa ve Gelişmiş Ülkelerde Resesyon
Abd’de, Avrupa’da Gelişen Ülkelerde Resesyona Karşı Sektörel
Yardım: Otomotiv Sanayii
Gelişen, Yeni Sanayileşen Ülkeler ve Yükselen Piyasalarda
Resesyon
Finansal Kriz ve Resesyondan Alınacak Dersler ve Gelecekteki
Muhtemel Gelişmeler
Finans Sektörünün Denetimine Kriz Sonrası Devam Edilmesi Gereği
Kriz Başgösterdiğinde Devlet Yardımı Yapılması “Liberal Ekonomi”
Yahut “Piyasa Ekonomisi’nin Bir Parçasıdır”, “Laisser-Faire
Kapitalizmi”nin Çökmesi Olarak Yorumlanamaz
Serbest Ticaret İlkesi Ve Küreselleşme Karşısında Korumacılık ve
Milliyetçilik Akımlarının Kuvvetlemesi Genellikle Geçicidir
Küreselleşme Krizle Beraber Büyük Bir Azalma Gösterdikten Sonra
Devam Edecek ve Gidecek Artacaktır
Dünya Ticaretinin Sağlıklı Gelişmesi: ABD’de Tüketim Meylinin
Azaltılması, Uzakdoğu Asya Ülkelerinde İç Tüketimin Artırılması ve
Sadece İhracata Dayanan Büyüme Stratejisinden Vazgeçilmesi
Gereği
Sayfa
1
5
17
22
31
36
44
44
46
50
53
57
2. BÖLÜM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ VE KÜRESEL RESESYONUN
TÜRKİYE EKONİMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
2.1. Küresel Kriz Öncesi Türkiye’nin Uyguladığı Ekonomi
Politikaları Ve Geldiği Ekonomik Durum
2.2. Krizin Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Başlıca Etkileri
2.2.1. Bankacılık Sektörü Ve Küresel Kriz
2.2.2. Türk Ekonomisinin Karşılaştığı Resesyon ve Başlıca Nedenleri
2.3. Resesyona Karşı Alınan Tedbirler ve Bu Tedbirlerin Eleştirileri
59
63
63
67
72
1. BÖLÜM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ, KÜRESEL RESESYON ve İLERİKİ
YILLARDA MUHTEMEL GELİŞMELER
1.1. KRİZ ÖNCESİ ABD FİNANS SEKTÖRÜNÜN DURUMU VE
FİNANS KRİZİNİN BAŞLICA NEDENLERİ
Bugünkü küresel finansal krizin ve bunun tetiklediği küresel
resesyonun kaynağı ABD’nin finans sektörüdür. Amerikan finans sektörü
üzerideki denetim Reagan döneminden (1980-88) itibaren, basit bir ifade ile,
kaldırılmıştır. Bu denetimsizlik George W. Bush dönemi dahil, kriz
başgösterene kadar devam etmiştir. Denetimsizlik burada “deregulation”,
yani “denetimin kaldırılması” anlamında kullanılmaktadır. Aslında ABD
finans sektöründeki denetimin kaldırılmasını ve denetimsizliği daha ayrıntılı
şekilde izah etmek gerekir. ABD finans sektöründe ipotek bankaları
(mortgage banks), ticarî bankalar (commercial banks) ve yatırım bankaları
(investment banks) dahil, kriz öncesinde 10.000 kadar irili, ufaklı banka
mevcuttu, Bunların bazıları, (City Bank) hem ticarî banka hem yatırım
bankası işlemleri yapıyordu. Yine müşterilerinin tasarruflarını sağlam ve
kârlı varlıklara (assets), yani hisse senedi, bono, ipotekli krediler üzerine
kurulmuş “türevler”e (derivatives) yatıran “zarara karşı tedbirli fonlar”
(hedge funds) mevcuttur. Hedge fund’ların sayısı kriz öncesi 8.000 kadar
olup yaklaşık toplam $2 trilyonluk portföy ile çalışmaktaydılar. Şüphesiz
yine bir çok özel kurumlar müşterileri için “değerli kağıt” alım satımı
yapmaktaydı ve bunlar da finans sektörüne dahildir.
2
Kriz öncesinde ticarî bankalar kamusal fakat özerk denetime tabi idiler
ve bu denetim “Federal Deposit Insurance Corporation” (FDIC: Federal
Mevduat Sigorta Kurumu) tarafından yürütülmekte idi. Dernekler FDIC
bizdeki Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) benzeyen bir işlev
görmektedir. Fakat fiilen FDIC denetimi yok denecek kadar azdı. Esasta zora
giren bankaların FDIC’e müracaat etmeleri mümkündür. FDIC ise bunları
kurtarmak için kullanılmak üzere bankalardan bir sigorta primi almaktaydı.
Fakat kriz öncesinde hiçbir bankanın FDIC’e yardım ve kurtarılma için
başvurusu olmamıştır.
Ticarî bankalar dışındaki finans kurumlarının denetime dahil edilmesi
için arada sırada ortaya çıkan ve Hükümete ve Kongreye (Temsilciler
Meclisine ve Senato’ya) intikal eden teşebbüsler ise sözkonusu finans
kurumlarının etkin lobi faaliyeti ile bertaraf edilmekteydi. Böylece FDIC
kontrolü dışında ve kontrol edilene kıyasla çok daha büyük bir kısım
(Shadow Banking: Gölge Bankacılık) ortaya çıkmış bulunuyordu. Aslında
finans sektörünün hukuken denetim altında olan kısmı da fiilen kontrolü
gerekli bir olayla karşı karşıya kalmamıştı.
Finans
sektöründe
denetimsizliğin
tercihi
şu
iddiaya
dayandırılmaktaydı. Denetim finans kurumlarının kredi verme faaliyetlerini
yavaşlatır ve saptırabilir. Böylece bankalar ve finans kurumlarının süratle
hareket ederek açacakları kredileri küçülme eğilimi gösteren sektörlerden
veya firmalardan yükselme eğilimi gösterenlere yöneltmek olanakları
ellerinden alınmış olur. Bu iddianın aslında “aşırı denetim” için doğru
olmakla beraber, “denetimsizlik” için yanlış olduğu finansal krizle beraber
açıkça ortaya çıkmıştır. Nitekim, bu denetimsizlik ortamında finans sektörü
ile ilgili tüm aktörler aşırı ölçülerde rizikolu faaliyetlere yönelmişlerdir. Ev
fiyatlarının ABD’de devamlı yükselmesinden ve bu yükselmenin ileride de
süreceği varsayımından hareket eden ve ipotekle ev satın almış olan
tüketiciler devamlı ek ipotek kredisi almışlar, bunun yanında oto kredisi,
3
kredi kartı da dahil, diğer kredilere de başvurmuşlardır. Böylece, aldıkları
krediler şahsî varlıklarının (gayrımenkuller, otomobil, vs.) değerlerinin
üstüne çıkmıştır. Ev fiyatları artışının durması ve düşmeye başlamasıyla da
borçlarını ödeyememe durumuna düşmüşlerdir. Aslında ABD’de tüketicilerin
yüksek tüketim ve düşük tasarruf meyli ciddi bir “yapısal” (yahut
davranışsal) risk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diğer taraftan, ipotek bankaları ve bu bankaların üst düzey yöneticileri
(CEOs: Chief Executive Officers) ise, bankaların kredi hacmini ve dolayısıyla
kârlarını artırdığı mülâhazası ile artan ipotek kredisi taleplerini karşılamışlar;
böylece ipotek bankalarının kağıt üzerindeki kârları ve aynı zamanda
CEO’larının aldıkları primler artmıştır. Banka hisse senetleri değerleri de
yükseldiği için bu durum hissedarları da memnun etmiştir. Bankalar
verdikleri kredileri artırmak gayretiyle ilk kredi üzerine bir çok “türevler”
(derivatives) icat etmişlerdir. Öyle ki, bunların riskini profesyonellerin dahi
doğru şekilde tahmin etmesi imkânı ortadan kalkmıştır. Bilgisayar kullanımı
ise genellikle finansal işlemlerin süratle yapılmasını ve yaygınlaşmasını
imkân dahiline koymuştur. İpotek bankaları bu şekilde kredi hacmini ve
kârlarını yükseltmiş görünmekle beraber aslında bu kredilerin büyük kısmı
geri ödenme güçlüğü gösterecek olan “kötü alacaklar” (bad debts) niteliğinde
idi (bad debts aslında bankalar açısından “kötü borç”, bankalardan kredi
alanlar açısından “kötü borç”tur. Ancak ABD literatüründe “kötü alacak”
yerine yaygın şekilde “kötü borç” terimi kullanılmaktadır). Dolayısıyla da
ipotek bankalarının gerçek kârını azaltacak bir gelişme idi. Krizle beraber
ödeyememe durumu dolayısıyla bu gibi varlıklar (assets), yani bilanço
aktifindeki “kötü alacaklar” sözkonusu bankanın diğer aktiflerini ve
faaliyetlerini de menfi etkilediği için, kriz sonrasında bunlar için çok defa
“toksik varlıklar” (toxic assets: yani, diğer sağlam varlıkları, daha doğrusu
bankanın likiditesini menfi etkileyen varlıklar) teriminin kullanıldığını
görmekteyiz. Diğer taraftan, FED (Federal Reserve System: Amerikan
Merkez Bankası) Alan Greenspan’ın FED başkanı olduğu dönemde faiz
4
haddini devamlı düşük tutarak bu ipotekli “borçlanma balonu”nun (bubble)
devamlı şişmesinde ayrı bir – menfi – rol oynamıştır. O halde, krize yol
açanlar sadece finans sektörünü denetimsiz bırakan politikacılardan ibaret
değildir. Tüm aktörlerle ilgili bu saikler her zaman ortaya çıkabileceği için
Hyman Minsky’nin krizden çok önce vurguladığı gibi, finans sektörü daima
istirarsızlığa yol açabilen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle de “optimal ölçüde”
fakat “devamlı” denetimi gerekir. Finans sektörünün aynı özelliğine ve
denetim gereğine Joseph E. Stiglitz, Paul Krugman tarafından da dikkat
çekilmiştir (Newsweek, 2009 special edition).
Bu noktada önemle belirtelim ki, bu incelememizin konusu Amerikan
finans sektöründe kullanılan ve satılan türevleri ve kıymetli kağıtları, verilen
kredileri, bunların rizikolarının hesaplanmasını – hesapların karmaşık olması
yanında mazi ile ilgili rakamlara dayandığı için hataya düşme olasılığını –
derinlemesine ve finans tekniği olarak ele almak değildir. Örneğin,
incelememizde finans krizinin ortaya çıkmasında başlıca etken ipotek
kredileri ve bunlara dayanan türevler (derivatives), yani bunlar üzerine
yaratılan borç senetlerinden söz edilmektedir. Fakat bu son grup içinde, daha
tahsisi olarak “ipotek karşılıklarından oluşan borç senetleri” (CDOs:
Collateralized Debt Obligations) ise bahiskonusu edilmemektedir. Halbuki,
esas finansal kriz CDO’ların rizikolarının hesaplanmasındaki güçlük ve
hatalardan ve CDO’ların rizikoları iyice bilinmeden satılmasından doğmuştur
(Bu konuda bilgi için: Economist, Ocak 24, 2009, özel finans raporu). Esas
inceleme konumuz finans teknikleri değil, finansal krizin ve ekonomik
etkilerinin, yani resesyonun ve bu sorunlara karşı alınan tedbirlerin
etkinliğinin incelenmesidir. Bu nedenle burada türevlerin ve bu türevler
üzerine çıkartılan tamamlayıcı borç senetlerinin varlığı, bunların rizikolarının
hesaplanmasındaki güçlükler ayrıntılı bir şekilde verilmemiştir.
İncelememizin konusu açısından önemli olan ipotek kredilerin varlığı, ev
fiyatlarındaki devamlı yükselmeler karşısında verilen ipotek kredilerinin ve
bunlara dayalı türevlerin devamlı artırılması, ev fiyatlarındaki düşme ile
5
beraber bunların değerinin düşmesinin, ev satın alanların ise banka borçlarını
ödeyemez duruma düşmelerinin ABD’deki finansal krize yol açmış
olmasıdır.
1.2. EYLÜL 2008’DE BAŞGÖSTEREN ABD İPOTEK
BANKACILIĞI ve FİNANS SEKTÖRÜ KRİZİ
ABD’de ipotek bankacılığında ve tüm finans sektöründe başgöseren
krizin temeldeki nedeni ev fiyatlarında uzun süre devam eden yükselmenin
durması ve aksine hızla düşmeye başlamasıydı. Ev fiyatları daha önceki
yıllardan 2004-2005 yıllarına kadar süratle artmış, bu artış 2006’ya kadar
yavaşlamış, 2006’dan itibaren yavaş da olsa düşmeye geçmiş, düşme
2007’den itibaren ise hızlanmıştır. Bu da tüm aktörlerinin tahminlerini,
maziye ait rakamlara dayanan riziko hesaplarını altüst etmiştir. Aslında
ipotek bankacılığı konusunda ilk sorun 2008 Eylül’ünde değil, 2007
Eylül’ünde başgöstermiştir. Bu tarihte ipotek kredisi veren iki yatırım
bankası, Bear Stearns ve Merryl Lynch açtıkları kredilerin ödenememesi
yüzünden likiditelerini kaybetmişler, borçlarını ödeyemez hale gelmişler ve
iflasla karşı karşıya kalmışlardır. Her ikisi de, devletin (Hazine bakanlığının)
malî yardımıyla diğer bankalara, düşük fiyata satılmıştır. Bear Stearns JP
Morgan Chase tarafından, Merryl Lynch ise Bank of America tarafından satın
alınmıştır. Hazine ise bu satışların gerçekleşmesi için $36 milyar yardım
yaparak kötü varlıkları satın almıştır. Fakat, o tarihlerde olayın boyutu sadece
ipotek kredisi veren bir kısım bankaların ve ipotek bankalarının “likidite
noksanı” (illiquidity) sorunu olarak yorumlanmıştır.
Ne var ki, bu kez Eylül 2008’de iki dev ipotek bankası olan Freddie
Mac ile Fannie Mae’nin iflas durumuna gelmesi sorunun basit ve kısmî bir
likidite noksanı değil, ciddi bir “ipotek krizi” (mortgage crisis) ve iflas
(insolvency) olarak değerlendirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu
durumda, ABD hükümeti (Başkan George W. Bush ve Hazine Bakanı Hank
6
Paulson) ile FED (Alan Greenspan’ın emekli olmasından sonra FED
başkanlığına atanan Ben Bernanke) süratle hareket ederek kestirme yol olarak
bu bankalara sermaye yatırmış ve böylece ilk “devletleştirme” işlemini
gerçekleştirmişlerdir. Amerikan Hazinesi bu iki dev ipotek bankasını %80
oranında devletleştirilerek kurtarılması için $200 milyar vermiştir.
Freddie Mac ve Fannie Mae olayının hemen ardından bu kere AIG
(American International Group: Amerikan Uluslararası Grup, dünyanın en
büyük sigorta şirketi) iflas durumuna düşmüştür. Çünkü AIG, denetimsizlik
ortamı içinde sigorta yanında büyük ölçüde hedge fonu işlerine de girişmiş,
sonuçta elinde ödenmeyen büyük ölçüde “kötü varlıklar” (kötü krediler)
yahut kredi alanlar açısından “kötü borçlar” birikmiştir. Fakat, çok büyük bir
kuruluş olduğu için Hazine AIG’ye de batmaması için “devletleştirme”
suretiyle yardım etmiştir. İlk $85 milyar yardımdan sonra müteaddit kereler
AIG’ye yardım yapılmak zorunda kalınmış ve toplam Hazine yardımı Mart
2009 itibariyle $173 milyara ulaşmıştır. Sonunda AIG’de %80’i ile
devletleştirilmiştir (Burada sözkonusu edilen rakamların büyüklüğünü daha
iyi görebilmek için bu rakamlar örneğin Türkiye’nin 2008 GSYİH’sı olan
$742 milyarla karşılaştırabiliriz.
AIG’ye, ayrıca yukarıda sözü geçen bankalara yardım yapılarak
kurtarılmalarına rağmen, yine aynı tarihlerde, yani 15 Eylül 2009’da
ABD’nin en eski ve prestijli bir yatırım bankası olan Lehman Brothers’e
devlet yardımı yapılamamıştır. Çünkü Lehman Brothers yasal limitler
üstündeki sigortası sağlanmamış alacaklar dolayısıyla bir finansal sorunla
karşı karşıya kalmış bulunuyordu. Bu nedenle FDIC veya Hazine yardımı
mümkün değildi. Diğer bankalar da satın almaya yanaşmayınca Lehman
Brothers iflas etmiştir. Lehman Brothers’in iflasının yarattığı menfi etkiler
hakkında bir fikir vermek üzere belirtelim ki, bu iflas sonucu bankanın $600
milyar borcu da havada kalmıştır. Daha önemlisi Lehman Brothers’ın iflası
ile ABD menkul değerler borsasında çok büyük bir düşme olmuştur. Bu
7
düşmeden doğan servet ve gelir kayıpları şüphesiz özel tüketim
harcamalarında büyük bir düşme yaratmıştır. Ayrıca yatırım meylinde menfi
etkilere yol açılmış olmalıdır. Lehman Brothers’in iflası o kadar büyük bir
menfi dalga yaratmıştır ki, uluslararası yatırımcı olan Soros ekonominin reel
sektöründeki sorunları ve resesyonu bu iflasın tetiklediğini iddia etmiştir.
Bu gelişmeler karşısında ABD hükümeti, Paulson ve Bernanke’nin
insiyatifleri ile finans sektörünü kurtarmak, iflasları önlemek ve fakat
devletleştirmelere veya kısmi devletleştirmelere yol açmamak üzere “toksit
varlıklar”ın satın alınması için $700 milyar dolarlık bir fonun ayrılması ile
ilgili bir kanunu alelacele Kongreden (Temsilciler Meclisi ve Senato’dan)
geçirmiştir. Bu kanuna göre ipotek bankalarındaki, bu bankaların likiditesini
bozan ve bankaları kredi veremez, borcunu ödeyemez durumda bırakan
“toksit varlıklar” bu fon idaresi tarafından satın alınacaktır. Programa TARP
(Troubled Assets Relief Programme: Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı)
adı verilmiştir. Şüphesiz bu fonun idaresinin, yani hangi bankalardan hangi
varlıkların satın alınması gerektiğinin tespiti ciddi bir idarî – ayni zamanda
politik – sorun olduğu açıktır. Fakat yine de bu yaklaşım, devletleştirme ve
kısmî devletleştirme gerek bugün gerek ileride daha da büyük sorunlar
yaratabileceği için tercih edilmiştir. 2009 Mart’ında $700 milyarlık TARP
fonunun yaklaşık yarısı kullanılmış bulunuyordu.
Birçok banka ise TARP’a müracaat etmekten çekinmeye başlamıştır.
Bunun birinci nedeni TARP’a müracaat eden bankanın durumu kötü diye
hisse senetleri büyük bir düşme gösteriyordu. Kaldı ki, TARP’a müracaat
halinde devlet bankaların idaresi ile ilgili ağır şartlar ileri sürüyordu. Bu
nedenle TARP kurtarma fonksiyonunu tam layıkıyla yapamamıştır.
Fannie Mae, Freddie Mac ve AIG’ın devletleştirilmesi ve TARP
yanında ayrıca bankalara devlet tarafından verilen mevduat sigortası hacmi
$3.4 trilyona yükseltilmiştir. FED ise tüketici kredileri ve küçük ölçekli
8
şirketlere verilen kredileri desteklemek için yürürlükte olan $200 milyarlık
fonu $1 trilyona çıkarmıştır. FED faiz oranlarını da tedricen düşürmüş ve
sonunda %0.5 yapmıştır. Böylece hem bankaların borçlarının faiz yükü
azaltılıyor hem de gerek özel yatırım gerek özel tüketim harcamaları
uyarılmış, daha doğrusu bunların şiddetli düşmesi önlenmiş oluyordu.
Diğer taraftan, kriz ve likidite noksanı ortamı içinde bankalararası
kredi vermek imkânları hemen hemen ortadan kalktığı için, bankalararası
kredileri (seküritizasyon kredilerini) çalıştırmak üzere FED ayrıca $1.4
trilyonluk (bankalararası kredilerin ödenmemesine karşı) bir “garanti fonu”
ihdas etmiştir. Ancak, likidite noksanı, iflas durumu tüm banka sektörünü
sardığı için bankalar bu yardımlara, düşük faize ve FED garantisine rağmen,
gerek birbirlerine açtıkları kredileri, gerek borç almak isteyen firma ve
kişilere açtıkları kredileri durdurmuşlardır. Böylece, yapılan devlet (Hazine)
ve FED yardımları ve alınan önlemler fazla işe yaramamış, sadece daha fazla
bankaların iflas etmesini önleyebilmiştir.
Bu arada ise “hedge fund”larından 2000 kadarı, Şubat 2009 itibariyle
iflas etmiştir. Bu iflasların en önemli sebebi finansal kriz olmakla beraber
“Madoff olayı”nın da payı vardır. Nasdaq eski başkanı olan Bernard Madoff
kurduğu hedge fund’a birçok meşhur Amerikalı’yı müşteri yapmış, fakat
yolsuzluğa saparak bir “saadet zinciri” yaratmış, sonunda batmış ve suçunu
kabul etmiştir. Ocak 2001’de Enron’un batışından onra ABD’deki en büyük
özel sektör yolsuzluk olayı Madoff idi. Kriz başlamadan önce “hedge fonları”
$2 trilyon dolayında varlık idare ediyorlardı. Kriz sonrası iflaslardan sonra
ayakta kalan hedge fonlar $1,2 trilyon varlığa, yani yaklaşık yarı yarıya
düşmüştür (Barton Biggs, Newsweek, Şubat 2). Şubat 18, 2009’da bu kere
yine “hedge fund” alanında ikinci ve daha küçük çaplı bir “Madoff olayı”
başgöstermiştir. Sayılı bir zengin olan Sir Allan Stanford kurduğu hedge
fund’a yüksek getiri ve faiz ile birçok şöhreti ve müşteriyi kendine çekmiş,
müşteriler için tanzim ettiği sahte bilanço ve kâr ve zarar tablosu ile bu
9
yüksek meblağları ödeyebilir durumda olduğu izlenimi vermiştir. Aslında
daha düşük kâr elde ediyordu ve hatta parasının bir kısmını Madoff’a
kaptırmıştı. Fonlarını geri almak isteyenlerin parasını da – saadet zinciri,
çerçevesinde – yeni gelen müşterilerden aldığı fonlarla ödüyordu. Yüksek
kârları şüpheli bularak araştırma yapan SEC (Securities and Exchange
Commission) sahteciliği tespit ederek Stanford’u mahkum etmiştir. Bu arada
Stanford’un müşterileri $8 milyar kayba uğramışlardır.
Kriz ipotek bankaları ve “hedge fund”lar yanında yatırım bankalarına
da sıçramış ve karşılaştıkları likidite noksanı ve fon ihtiyacı karşısında iki
banka ticari banka hüviyeti alarak yardım için FDIC’e başvurmuştur. Böylece
Ms.Sheila Bair’in yönetim kurulu başkanlığını yaptığı FDIC yeniden faal
olmaya başlamıştır. Eylül 2008 FDIC en büyük ticari banka (tasarruf ve borç
verme kurumu (savings and loan corporation), yani mevduat bankası olan
Wa-mu’yu (Washington Mutual Inc.’i) ele alarak parçalara ayırmış ve bu
parçaları JP Morgan and Chase’e satmıştır. JP Morgan and Chase kriz
öncesinde, daha az kâr etmek bahasına, daha temkinli bir kredi politikası
izlediği için kriz esnasında büyük bir sorunla karşılaşmamıştı. FDIC yine bir
başka büyük banka olan Wachovia’yı ele almış ve onu da Citibank’a
satmıştır. ‘Indy Mac Bank’a ise, verdiği kredileri sigortalamadığı için yardım
yapılamamış ve bu banka batmıştır.
Ocak 2009 başlarında FDIC iki bankayı daha kontrolü altına almıştır.
Berkley’deki National Bank of Commerce (toplam varlıkları tutarı $430
milyar) ve Washington’daki Bank of Clark County ($446.5 milyar). Yine
Ocak ayında Suburban Federal Savings Bank’a, Bank of Essex’e, Ocala
National Bank’a (toplam varlığı $225 milyon) ile küçük bir bankaya daha el
koymuş ve Ocak ayında kontrolü altına aldığı banka sayısı altıyı bulmuştur.
Bu bankalara el konmasının yükü de ağır olmuştur. Örneğin sadece Suburban
Federal ve Ocala için FDIC $225 milyon tahsis etmek durumunda kalmıştır.
10
Çok daha önemli olay, ABD’nin en büyük bankası olan Citibank’ın
likidite noksanı ile karşı karşıya gelmesidir. Citibank’a Ekim 2008’de $25
milyar, Kasım 2008’de $20 milyar, toplam $45 Hazineden malî yardım
yapılmış ve bu meblağa mukabil Hazine Citibank’ın %7.8 oranında,
kararlarda oy vermeyen ortağı olmuş, yani kısmen devletleştirilmiştir. Benzer
şekilde yine diğer büyük bir banka olan Merryl Lynch’i satın almış olan Bank
of America da yine toplam $45 milyar yardım görerek, aynı oranda ve kısmen
devletleştirilmiştir.
Fakat Citibank 2009 Ocak ayında yine likidite sıkıntısının devamı
dolayısıyla FDIC’e başvurmuştur. Citibank bu kere şöyle bir tedbir almak
durumunda kalmıştır: Citibank’ın yaklaşık $800 dolayındaki “kötü varlıkları,
yani ödeme olasılığı bulunmayan “toxic assets” Citibank bünyesinde ayrı bir
banka, daha doğrusu ayrı bir kısım olarak tesis edilen Citi Holding’de, iyi
durumda olan yaklaşık $1.1 trilyon dolayındaki varlıkları ise City Group
adında ayrı bir bölüme ayrılmıştır. Böylece ikinci zikredilen bölüm kötü
varlıklar dolayısıyla herhangi bir likidite sıkıntısına uğramadan kredi faaliyeti
gösterebilecekti. Kötü varlıkların ileride çıkarabileceği sorun için ise
Hazinenin yine yardım garantisi gerekmiştir.
Şubat 2009’da B. Obama’nın başkanlık döneminde Citibank yine ABD
hükümetine müracaat ederek ek malî yardım talebinde bulunmuştur. Aynı
zamanda devlete ait ve kararlara katılım hakkı vermeyen tercihli %7.8
hissenin ise alınacak yardımla %40 oranına çıkartılması Citibank tarafından
Hazineye teklif edilmiştir. Böylece kararlarda ağırlık yine Citibank
idaresinde kalacaktır. Yeni Hazine Bakanı T. Geithner hisselerin adi hisseye
dönüştürülmesine ters bakmamıştır. Citibank Singapur, Abudabi ve
Kuveyt’teki hisselerini de adi hisse senetlerine dönüştürmek üzere müracaat
etmiştir. Fakat Citibank 2009 ikinci ayında kâra geçerek kendi başına
kurtulabileceği izlenimini vermiştir.
11
Yine Şubat sonu 2009’da hisselerinin %80’i devletin eline geçmiş olan
AIG 2008’de $6.7 milyar zarar gösterdiği için, Hazineye ek yardım almak
üzere müracaat etmiştir. Fakat AIG’nin Mart 2009 itibariyle zarara rağmen
Hazineden aldığı toplam yardımın yaklaşık 2/3’sine varan $160 milyarı
ortaklarına prim ve ikramiye olarak dağıtmak teşebbüsü gerek kamuoyunda
gerek kongrede infial yaratmıştır. Kongre bu meblağın büyük bölümünün
vergi olarak geri alınması için kanun çıkartma hazırlığına başlamış, bunun
üzerine AIG’e yüksek oranda prim dağıtmak kararından vazgeçmek zorunda
kalmıştır.
Yeni ABD başkanı Barack Obama bundan böyle bankaların
devletleştirmesi taraflısı olmadığını açık şekilde ifade etmiştir. O tarihlerde
Citibank ile Bank of America’nın devletleştirilebileceği söylenti ve endişesi
borsaları ve ekonomiyi sarsmış bulunuyordu.
Diğer taraftan, 2009 Mart ayında Freddie Mac 2008 yılı son
çeyreğinde $23.9 milyar zarar kaydettiğini ve Hazineden $31 milyar daha
talep edeceğini bildirmiştir. Fannie Mae ise aynı dönem için $25.2 milyar
zarar göstermiştir. Bu iki dev kuruluş ABD ipotekli ev kredisi piyasasının
%43’ünü ellerinde bulunduruyorlardı ve daha önceki yardım talepleri üzerine
devletleştirilmek durumunda kalmışlardı.
TARP’ın iyi çalışmaması üzerine FED Başkanı Bernanke ile FDIC
Başkanı Ms.Bair TARP yerine bir Toksit Varlıklar Bankası (Toxic Assets
Bank) kurmayı, TARP’tan arta kalan $350 milyarı ilk sermaye olarak bu
bankaya aktarmayı tasarlamışlardır. Fakat bu tasarı gerçekleştirilmemiştir.
Esasen böyle bir banka veya fonun çok daha büyük bir sermayeye ihtiyacı
vardı.
12
Diğer taraftan, likidite zorluğu yüzünden FDIC’e başvuran banka
sayısı Şubat başı 2009 itibariyle 160’ı aşmıştır; 2009 sonuna kadar bu
rakamın 1000’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece “yatırım bankası”
pek kalmamıştır; çünkü zor duruma düşen yatırım bankaları ticarî banka
hüviyeti ile FDIC’e müracaat etmek durumunda kalmışlardı. Bu müracaatlar
içinde FPIC 2008 yılında 25, 2009’da bugüne kadar (Nisan sonu) 29 bankaya
el koymuştur.
Burada FDIC’e müracaat ettiği zikredilen bankalar tam liste olmaktan
çok uzaktır; Sadece, önemli olan ve köşetaşı teşkil etmiş olan mahdut sayıda
banka zikredilmiştir.
Yukarıdaki izah ve rakamlardan da anlaşılacağı gibi, Eylül 2008’de
başgösteren finansal kriz dolayısıyla Wallstreet (Amerikan bankalarının
merkezlerinin bulunduğu, New York’taki cadde) 1929-34 Dünya
Buhranından bu yana en kötü dönemini yaşamaktadır. Şubat 2009 başında
krizden bu yana (sadece) finans sektöründe işsiz kalan sayısı 100.000
kadardı. Ayrıca 23.000 kişi ise yakında işlerinden atılmak üzereydi. Şüphesiz
bu işsizler işçi değil, beyaz gömleklilerden oluşuyordu ve içlerinde Lehman
Brothers’ın iflasında olduğu gibi, CEO’lar dahi vardı.
Goldman Sachs tarafından yapılan bir tahmine göre, ABD’de finans
sektörünün kötü varlıklar yüzünden Şubat başı 2009 itibariyle fiilen
karşılaştığı kayıp $962 milyar, yani $1 trilyona yakındı. Diğer gelişmiş
ülkelerdeki finans sektörleri kayıpları ile ABD finans sektörü kayıpları
toplamı ise $2.1 trilyondur (Robert J. Samuelson, Newsweek, Şubat 2, 2009).
Amerikan Bankalarının portföylerinde ise daha $2 trilyon “kötü borç” (bad
debt), yani toksit varlık (toxic assets) olduğu tahmin edilmektedir.
Diğer taraftan, Mart 2009 sonuna doğru bu kere Wa-Mu’nun
(Washington Mutual Inc.) FDIC’e karşı $13 milyarlık dava açtığını
13
görüyoruz. ABD’nin en büyük mevduat bankası olan Wa-Mu’ya Eylül
2008’te FDIC tarafından el konulmuş ve $188 milyar aktifi bulunan mevduat
bölümü $1.9 milyar karşılığında JP Morgan Chase’e satılmıştı. Wa-Mu’yu
daha önce Mart 2008’de satın almak üzere JP Chase Morgan hisse başına $8
önermişti, FDIC yoluyla yapılan satışta ise hisse başına sadece 45 cent
ödenmiş oluyordu. Wa-Mu açtığı davada düşük fiyat yanında iflas koruması
talep eden ana holding şirketinin değil, sadece mevduat bölümünün
satılmasını eleştirmiştir (Hürriyet, 23.3.2009). Bu da bankalara yardım,
devletleştirme, satma kararlarında yanlış yapılabileceğini ve fakat buna karşı
adlî müracaatın açık olduğuna dair ilginç bir delil oluşturmaktadır.
B.Obama başkanlığa başlar başlamaz öncelikle ele aldığı ilk konu
ekonominin, gerek finans sektörünün gerek reel ekonominin yeniden
canlanması olmuştur. Bu konuda ortaya koyduğu ilke ise, G.W.Bush
idaresinin konuya parça parça, azar azar yaklaşımı (incrementalism) yerine
cesaretli, gerekli ve yüksek miktarda meblağ ile el atarak ekonomiyi
canlandırma, sorunu tümüyle ve bir an önce çözümleme stratejisi uygulamak
olmuştur. Obama’nın Şubat 11, 2009’da Kongrede ilke olarak kabul edilen
$787 milyarlık paketi esas itibariyle reel sektörün canlandırılması ve
resesyonun önlenmesiyle ilgili olduğu için müteakip kısımda ele alınacaktır.
Bu kısımda ise yeni Hazine Bakanı Timothy Geithner’in finans sektörünün
canlanmasıyla ilgili olarak 10 Şubat 2009’da açıkladığı program özet olarak
incelenecektir.
Geithner TARP’ın bugüne kadar istenilen yeterli müspet sonucu
vermekten çok uzak olması dolayısıyla daha büyük meblağlı ve daha cesur
bir program uygulayacağını ortaya atmıştır. Financial Stability Programme
(Malî İstikrar Programı) olarak adlandırılan ve TARP yerine geçmesi
düşünülen programa göre, toksik varlıkları satın almak suretiyle finans
sektörünü canlandırmak üzere, nihai hedef olarak $2 trilyonluk bir fon
kurulacaktır. Yukarıda da işaret edildiği gibi, ABD finans sektöründe esasen
14
$2 trilyon dolayında toksit varlığın mevcut olduğu hesaplanmaktadır. Önce
temel olarak kamu ve özel sektör kaynaklarından oluşan $500 milyarlık bir
fon tesis edilecektir. Daha sonra fon $1 trilyona yükseltilecektir. Bu fona
FDIC, FED ve Hazine Bankası yanında özel sektör de katılacaktır. Daha da
ileride bu meblağın $2 trilyona çıkartılması planlanmaktadır. Fona özel
sektör olarak, sorunlu varlıklara yatırım yapan Blackstone, Black-Rock gibi
finans kuruluşlarının katılması beklenmektedir (Economist, Şubat 14, 2009).
Fon bankaların bilançolarındaki ipotek kaynaklı kötü kredileri, yani toksit
varlıkları (toxic assets) satın alacaktır. Bunların piyasa değeri üzerinden
değerlendirilmesi önem kazandığı için fona bu konuda ihtisası olan özel
finans kuruluşlarının katılmış olmasının bir anlamı ve fonksiyonu vardır.
Diğer taraftan, toksik varlıkları satın alınan bankanın ise likit ve kredi
verebilir duruma gelmesi şarttır.
Görülüyor ki, Geithner TARP’ı etkisiz bulduğu gibi toksik varlıkları
satın almak üzere kamu finansmanına dayanan bir banka kurmak fikrini de
uygun görmemiştir Fonun sermayesi ise bu sermayenin kullanılmasına
paralel olarak yükseltilecektir.
Nitekim, Geithner 2009 Mart ayında nihayet $1 trilyonluk böyle bir
programı yürürlüğe koyduğunu açıklamıştır. Fona Black-Rock, PIMCO gibi
beş özel firma küçük meblağlarla iştirak etmiştir. Geithner’in programı
piyasalar tarafından çok müspet bir tepkiyle karşılanmıştır. Geithner, bunu
izleyerek, Ben Bernanke ile beraber ve bir daha AIG gibi firmaları %80
devletleştirmek mecburiyetinde kalmamak üzere, malî kurumları, hedge
fonları ve türev (derivatives) piyasalarını daha etkin bir denetim altına almak
üzere çalışmalara başlamıştır (Economist, Mart 26, 2009). Böylece Bush
idaresi ile yeni Obama idaresi arasındaki yaklaşım farkı da açık şekilde
ortaya çıkmıştır. Obama’nın yaklaşımı, sorunları büyük rakamlı programlarla
kökünden çözmek, devletleştirmelerden ise sakınmak daha doğrudur.
15
Ayrıca ipotek kredisi kullanan ev sahiplerine haciz gelmesini önlemek,
kriz etkisini hafifletmek üzere federal kurtarma fonlarına $50 milyar
aktarılacaktır.
Fakat yeni ABD idaresinin finans sektörü krizini çözmek üzere tesis
etmeyi planladığı toksit varlıklar fonu yanında en önemli ikinci tedbir
bankaları “stres test”inden geçirmektir. Bu testin esası belirli şartların daha
da kötüye gitmesi halinde (örneğin ev fiyatlarının %17 düşmesi, işsizlik
oranının %10’a çıkması halinde bankaların sermaye ve likit varlıklarının
buna ne kadar dayanabileceğini tespit etmektir. Varlıkları $100 milyarı aşan
bankalara uygulanacak bu test sonuçlarına göre her bir bankaya yapılacak
yardım ayarlanacaktır.
Yeni idare bankaların bundan böyle kısmen yahut tamamen
devletleştirilmesine ise tamamen karşıdır.
Gerek eski ABD idaresi ve Hazine Bakanı Hank Paulson’un aldığı
tedbirler gerek yeni idare ve yeni Hazine Bakanı Timothy Geithner’in aldığı
tedbirler sonucunda – FED’in doğrudan aldığı faiz indirimleri, seküritizasyon
kredileri garantisi vs. gibi tedbirler yanında – bankaların likidite darlığı ve
iflaslardan kurtarılması için başvurulacak başlıca alternatifler de ortaya
çıkmış bulunmaktadır. Başlıca alternatifler aşağıda verilmektedir.
– En kestirme yollardan biri likidite veya iflas sıkıntısı içine düşmüş
olan banka veya finans kuruluşunun kısmen yahut tamamen
devletleştirilmesidir. Bu Fannie Mae, Freddie Mac aynı zamanda
AIG için gerçekleştirilmiştir Citibank, Bank of America için ise
sözkonusu edilmiş, fakat yapılmamıştır. İçlerinde eski FED başkanı
ve özel teşebbüs yanlısı Alan Greenspan’ın (Financial Times,
18.2.2009) bulunduğu bir grup bu tedbiri bazı haller için kaçınılmaz
görmektedir. Finansal krizin başgöstereceğini ilk tahmin eden
16
iktisatçı Nouriel Roubin ise bir uç fikir olarak bankaların topyekûn
devletleştirilmesi fikrini savunmaktadır. Yeni Obama idaresi
danışman iktisatçıları ve Hazine Bakanı ise devletleştirmeye bugün
çıkartacağı idare sorunları, ileride çıkartacağı yeniden özelleştirme
sorunları dolayısıyla müspet gözle bakmamaktadır.
– İkinci bir alternatif dar duruma düşmüş bir bankaya gerekirse bir
miktar Hazine yardımı yaparak başka bir bankaya satılmasını
sağlamaktır. Bear and Stearns, Merryl Lynch, Wa-Mu satışları bu
alternatifin örneklerini teşkil eder.
– Hazine, bankaların belirli kıstaslara bağlayacağı kötü varlıklarını
satın alarak kurtarma garantisi verebilir. Bu tedbire ilk 3 bankayı
devletleştirdikten sonra İngiliz hükümeti başvurmuştur. Tedbirin bir
avantajı bugün herhangi bir ödeme yapılmamasıdır. Fakat yarın ne
miktar ödeme zorunluğu geleceği bilinemeyeceği için iyi bir tedbir
olarak kabul edilmemektedir.
– Hank Paulson Eylül 2008 iflasları ve devletleştirmelerinden sonra
TARP’ı bankaların ellerindeki “toxic asset”leri satın almak üzere
kurmuş, fakat İngiltere hükümetin yaptığı gibi bir garanti
vermemiştir. Müracaatlar incelenecek, gerekli görüldüğünde toxic
asset’in piyasa fiyatı gözönünde bulundurularak yardım yapılacak,
yardım yapılan banka idaresinden ise bundan böyle bazı şartlara
riayet etmesi istenecektir.
– Aslında ABD’de yeni idare döneminde, Hazine bakanı T.Geithner
de yine özel kurumların da sermaye ve kâra iştirak edeceği böyle,
daha geniş bir fon kurarak bankaların kötü varlıklarını satın almayı
planlamış ve uygulamaya koymuştur.
17
– Bankaların likidite durumunu ve ileride likidite sıkıntısıyla veya
iflasla karşılaşıp karşılaşmayacağını tespit etmek üzere özel testler
(bugün ABD idaresi tarafından uygulanan stress tests) uygulanabilir
ve bankalara yardım ona göre ayarlanabilir. Bu tedbir yeni ABD
idaresi tarafından uygulanmaktadır.
1.3. AVRUPA’DA ve GELİŞMİŞ ÜLKELERDE MALÎ KRİZ
ABD’de başgösteren finansal kriz bir taraftan Avrupa ülkeleri, Japonya
gibi gelişmiş ülkelere sıçrarken diğer taraftan ABD reel sektörünü de menfi
etkilemeye başlamıştır. ABD’deki gerek finansal kriz gerek reel ekonomideki
resesyon diğer gelişmiş ülkelerde, yani Avrupa ülkelerinde ve Japonya’da da
finansal krize ve resesyona yol açmıştır.
Avrupa ülkeleri ve Japonya bankaları portföylerinde ABD finansal
sektörü
hisse
senetleri tahvilleri
ve
türevlerini
(derivatives)
bulundurmaktaydılar. Bunların değerlerinin düşmesi ve bazılarının
değerlerinin tamamen sıfıra inmesi, bu ülke bankalarını da ciddi bir finansal
kriz içine atmıştır. Bu durumda Avrupa ülkeleri hükümetleri de kendi malî
sektörlerini kurtarmak, en azından krizi hafifletmek üzere ciddi ve acele
tedbir almak ve yardım yapmak zorunda kalmışlardır. Demek ki, finansal kriz
bu ülkeleri de içine almak suretiyle küreselleşmiştir. Dünyaca meşhur ABD’li
yatırımcı Warren Buffett türevleri “kütlesel tahrip finansal silahları (financial
weapons of mass destruction) olarak nitelendirmiştir.
ABD’de başgösteren ve diğer gelişmiş ülkelere yayılan malî kriz ve
resesyon, gelişen ülkeleri de kapsamış ve Warren Buffet’in bu
nitelendirmesinin doğru olduğunu teyit etmiştir. Nitekim, resesyon da
ABD’den malî krizle beraber Avrupa ülkelerine ve Japonya’ya sıçramış,
ikinci safhada gelişen ve yeni sanayileşen ülkeleri de kapsamına almıştır.
18
ABD ile beraber en liberal ekonomi politikası izleyen gelişmiş ülke
İngiltere’dir. Gerek Almanya gerek Japonya da liberal ekonomik rejime
meyletmektedirler. Japonya uzun süre uluslararası ticarette gizli korumacılık
uygulamıştı. Fransa ise diğer Avrupa ülkelerine kıyasla devletin en çok
müdahale ettiği (dirigiste) bir “piyasa ekonomisi” uygular. İngiltere ayrıca
başlı başına bir finans merkezidir ve parası birçok ülkede rezerv olarak
kullanılmaktadır. Bu nedenle çok geniş bir finans sektörüne sahiptir. İngiliz
finans sektörü de, ABD gibi ve Margaret Thatcher’den (1979-1990) bu yana
geniş ölçüde “denetimsiz” (deregulated) idi. Bu nedenle ABD’den sonra ilk
ciddi finansal kriz ve onu izleyerek resesyonla karşılaşan ülke İngiltere
olmuştur. Kriz öncesi ise İngiltere ekonomisi ve büyüme hızı diğer Avrupa
ülkelerine kıyasla en iyi durumda bulunuyordu.
Finans sektörünü aniden saran ciddi kriz karşısında, Tony Blair’den
sonra halen başbakan olan ve İşçi Partisi Başkanı Gordon Brown Avrupa
içinde ilk ülke olarak ciddi ve kesin adım atmış ve iflasla karşılaşan üç
önemli bankayı derhal devletleştirmiştir.
Gordon Brown Kasım 2008’de finans sektörünün kurtarılması için
ayrıca $696 milyarlık bir fon tesis etmiştir. Fakat Gordon Brown’un ikinci
adımı, bankaları en kötü varlıklara karşı sigorta etmek sonradan çok büyük
eleştiri almıştır. Çünkü, daha önce de işaret edildiği gibi, bu durumda belki
ilk dönemde para yatırılmamakta ve bu sonradan yapılmaktadır. Fakat
verilecek paranın miktarı tamamen belirsiz kalmaktadır.
Diğer Avrupa hükümetleri karşılaştıkları finansal krizi hafifletmek,
mevduatın bankalardan kaçmasını önlemek için ilk olarak banka
mevduatlarında devletin teminat limitini yükseltmişlerdir. Finansal krizin
başgösterdiği yıllarda bir tek Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück (Sosyal
Demokrat Parti Başkanı ve Hristiyan Demokrat Parti Başkanı Angela
Merkel’in başbakanlığı altındaki koalisyon hükümeti üyesi) bankalara yardım
19
edilmesini tenkitçi bir gözle tartmıştır. Steinbrück’e göre yardımın finansal
krizi önlemekte ne kadar etkin olacağını kestirmek mümkün değildi. Buna
karşı ise yardım devletin iç ve dış borçlarını mutlaka artıracak, bu da ileriki
yıllarda ekonomiye ciddi bir yük bindirecektir. Fakat krizin yol açacağı
resesyon, GSMH büyüme hızı düşmesinin, işsizliğin artmasının ekonomiye
çok daha ağır fatura getireceğini hesaplayan Alman hükümeti – Steinbrück de
dahil – finans kesimine yardım etmek ve krizi önlemek, yahut hafifletmek
için $670 milyarlık bir fon tesis etmek zorunda kalmıştır. İlave olarak borç
verme garantisi oluşturmak üzere de $133 milyar ayırmıştır. Resesyona karşı
ve firma ve sektör kurtarmaları için ise $41 milyarlık bir fon kurmuştur.
Finansal krizin daha da derinleşmesi ve bazı bankaların iflas durumuna
gelmeleri üzerine Alman hükümeti Ocak 2009’da Commerzbank’ı %25
devletleştirmek zorunda kalmıştır. Daha da önemlisi, Hypo gibi büyük ve
elinde 800 Euro milyarlık bono bulunduran banka zor duruma düştüğünde bu
bankaya $129 milyar dolar garanti vermiş, bu da yetmediği için bu kez Şubat
18, 2009’da, 31 Ekim 2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere, zorda kalan
bankaların devletleştirilebileceğine dair kanun çıkarmıştır. Böylece Almanya
da bankaların devletleştirilmesi kervanına katılmış oluyordu.
Finans krizi tüm Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı sarsmıştır. Örneğin,
Belçika’da Fortis Bank zor duruma düşmüştür ve Fransız BNP bankasına
satılmak üzere müzakereler yürütülmektedir. İsviçre’de UBS 2008 için $17
milyar zarar göstermiş ve 2.000 kişiyi işten çıkartmak üzere harekete
geçmiştir. Avrupa ve Japonya bankalar sektörü aslında iki yönden
zorlanmaktadır. Birincisi, daha önce de işaret edildiği gibi, bu bankaların
ellerinde bulunan Amerikan bankaları kıymetli kağıtları ve türevlerinin değer
kaybetmesidir. İkincisi ise bu ülkelerdeki resesyonun bu sefer bankalara
yansımasıdır. Örneğin, gerek Almanya gerek Japonya geniş ölçüde ABD’ye
ve diğer ülkelere imalat sanayii, yatırım malları ihracatı yapmaktadırlar. Bu
imkânların ABD’deki resesyon dolayısıyla azalması bu kere bu ülkelerin
20
imalat sanayiini menfi etkilemekte, imalat sanayiindeki daralma, kâr düşmesi
ise bu kere finans sektörünün açtığı kredilerin ödenmesinde güçlükler
çıkartmaktadır; ayrıca kârlı kredi verme imkânları da azalmış olmaktadır.
Örneğin, bu kere İspanya da turizmde gerileme dolayısıyla benzer duruma
düşmüştür.
Bu nedenlerle tüm Avrupa ülkeleri, en gelişmiş olanları yanında
nispeten geri olanları dahil, karşılaştıkları finansal krizi önlemek, en azından
hafifletmek için çeşitli tedbirler almışlardır. Bu tedbirlere mevduat
garantisine yükselterek, yardım fonları ihdas etmek ve devletleştirme de
dahildir. Örneğin, İngiltere misali yanında, Danimarka’da da Şubat 2009
itibariyle üç banka devletleştirilmiştir.
Nitekim, 2009 Şubat itibariyle ABD hükümetinin kendi finans
sektörüne fiilen yaptığı (fiilen sarfedilen) yardım tutarı $1.7 trilyon dolayında
iken Avrupa ülkelerinin bütünü de kendi finans sektörlerine yaklaşık $2
trilyon dolayında yardım sunmuşlardır.
Ayrıca, FED’e paralel olarak İngiltere Bankası (Bank of England),
Avrupa Merkez Bankası (ECB: European Central Bank), Japonya Bankası
(Bank of Japan), İsviçre Bankası (Swissbank) gibi gelişmiş ülke merkez
bankaları ve ECB de gerek finansal krizi gerek resesyonu hafifletmek
gayesiyle faizleri paralel olarak düşürmüşlerdir. Ancak ECB ön plana bir süre
daha enflasyonu önlemeyi aldığı için faizleri düşürmeye biraz gecikme ile
katılmıştır. Yine FED en radikal şekilde faizleri %0.5’e düşürdüğü halde
ECB faizleri Şubat 2009 itibariyle %2 idi. Diğer taraftan, Çin Bankası (Bank
of China) dahi, resmi ifadeye göre tamamen tesadüfi olarak, FED ve Avrupa
ülkeleri Merkez Bankaları ile aynı tarihlerde faizi düşürmüştür. Örneğin,
2009 Şubat sonunda FED’in faizi %0.51, Japonya’nın %0.60, Çin’in %1.28,
İngiltere’nin %2.1 Euro ülkelerininki ise %1.85 idi.Ancak dış borç yükü olan
ve döviz rezervi noksanı gösteren ülkelerde faizler yüksek tutulmaktaydı.
21
Macaristan %9.51, Rusya %13.0, Türkiye %12.9, Pakistan %13.61, Arjantin
%12.66 gibi. İsveç’te ise faiz %1.0, Norveç’de %3.21 gibi yine düşük
düzeylerde idi.
Demek ki, bugünkü küreselleşme ortamı içinde ve finansal kriz
küreselleştiğinde bir taraftan gelişmiş ülkelerin hükümetleri birbirlerine
paralel şekilde malî sektörlerine önemli miktarda yardımda bulunurken diğer
taraftan Merkez Bankaları da, yine paralel şekilde faizleri düşürüyorlardı.
Burada ECB’nin faizleri düşürmek konusunda enflasyonu önlemek
endişesinin devamı neticesinde faizleri düşürmek konusunda biraz geç
kalmasını karşıt bir tutum ve sapma olarak saymamak gerektiğini özellikle
vurgulamak gerekir. O halde, küreselleşen krize karşı önlem alınmasında tam
bir ahenk ve birlik olmamakla beraber fiilen geniş ölçüde paralellik vardır.
Kısaca, küresel krize karşı hükümetler ve merkez bankaları küresel bir
paralellik içinde mücadele etmişlerdir. Nobel ödüllü iktisatçı Paul
Krugman’ın da belirttiği gibi, gerek ABD gerek Avrupa ülkeleri malî
sektörlerini tam bir istikara kavuşturamamış olsalar bile, yetersiz de olsa,
büyük hacimli yardımlar ve sunulan programlarla, en azından tamamen
çökmesini süratle önleyebilmişlerdir. Malî krizin boyutu hesaba katıldığında
finans sektörlerinin niçin tam istikrara kavuşturulamadığı daha açık
anlaşılacaktır. Kriz sonucunda ABD ve Avrupa bankaları toplam varlık
(bilanço aktifi) kayıplarının $10 trilyona ulaşacağı tahmin edilmektedir
(Jeoffrey E. Garten, Newsweek, Aralık 22, 2008). ABD ve Avrupa ülkeleri
malî sektörlerini çökmekten kurtarmak üzere toplam $8 trilyon kadar yardım
programı sunmuşlardır. Sunulan bu programların tamamının kullanılmamış
olması, bazılarının şartlarının ağır olması dolayısıyla bankaların bunları
kullanmaktan sakınmaları ayrıdır. Burada kullanılan rakamlar ise 2009
Şubat’ta geçerli olan meblağlardır. 2009 boyunca bu rakamlar ve aynı
zamanda fiili kullanmalar artacaktır.
22
1.4. ABD’DE AVRUPA ve GELİŞMİŞ ÜLKELERDE RESESYON
ABD’de malî kriz yardımlara rağmen tamamen önlenemediği için reel
ekonomiye sıçramış ve resesyona yol açmıştır. ABD hükümetinin ve FED’in
yaptığı yardımlar, devletleştirmeler, yardım programları ve FED’in faizleri
giderek düşürmesine rağmen bankaların likiditeleri, yatırımcılara ve
tüketicilere kredi açmak imkânları ciddi ölçüde azalmıştır. Kaldı ki, özel
tüketiciler de, ellerindeki varlıkların (ev, kıymetli kağıtlar, türevleri vs.)
değer kaybetmesi, aldıkları ipotek kredilerini ödeyememeleri gibi nedenlerle
tüketim harcamalarını kısmaya başlamışlardır. Böylece ABD’de finansal kriz
kısa sürede resesyonu tetiklemiştir; toplam harcamalarda, dolayısıyla GSMH
büyüme hızında önemli azalmalar, işsizlik oranında yükselmeler
başgöstermiştir.
Burada, kıymetli kağıtların değerlerinin düşmesinin etkilerini yeniden
vurgulamakta yarar vardır. Finans veya resesyona karşı alınan tedbirlerin
kamuoyu tarafından yetersiz bulunduğunu varsayalım. Bu takdirde borsada
kıymetli kağıtların değeri (diyelim ki, ABD’de Dow Jones veya Nasdaq
indeksi) düşecektir. Bundan doğan gelir kaybı ve belirsizlik artışı bu kere
tüketici harcamalarında ve aynı zamanda yatırım harcamalarında azalmalara
yol açar; bu da resesyonu daha da derinleştirir.
Resesyon da yine ABD’den Avrupa ülkelerine ve Japonya’ya
sıçrayarak küreselleşmiştir. Resesyonun Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı
kapsamına alması iki sebebe bağlanabilir. Birincisi, bu ülkelerde başgösteren
finansal kriz nedeniyle sözkonusu ülkelerde bankaların ekonominin reel
sektörlerine, yatırımcı ve tüketicilere kredi açmak olanaklarının daralmasıdır.
Esasen ayrıca kredi talepleri de azalmıştır. İkincisi, ABD’deki resesyon ve
tüketimin daralması ABD’ye yönelen ihracatta önemli azalmalara yol
açmıştır. Bu ikinci etken, Avrupa ülkeleri, özellikle Almanya ve Japonya
yanında şüphesiz Güney Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeler için de daha büyük
23
boyutta bir resesyon kaynağı olmuştur. Dünyadaki ve ABD’yle ilgili finansal
hareketlerin azalması, örneğin Singapur’u da menfi etkilemiştir.
Diğer taraftan, petrol fiyatlarının çok yüksek olduğu dönemlerde
yüksek ihracat ve döviz rezervine kavuşan Rusya, İran ve Venezuela gibi
ülkeler petrol fiyatlarının düşmesi ve ihracat gelirlerinin azalmasıyla eski
ekonomik kuvvetleri kaybetmişlerdir.
Resesyon hakkında bir fikir vermek üzere şu rakamları ele alabiliriz.
ABD’de büyüme hızı 2008 son çeyreğinde 2007’ın son çeyreğine kıyasla
%6.7 gibi rekor bir düşme göstermiştir. 2008 büyüme hızı ise ancak %1
olabilmiştir. ABD’de 2008 yılında sadece tarım dışı sektörlerde işsizlik 2.6
milyon dolayında bir artış göstermiş, böylece işsizlik oranı 2007’de %4.9’dan
2008’de %7.2’ye yükselmiştir (banka sektöründeki işsizlik artışı dahil). Ocak
2009’da işsizlik oranı %7.6 olmuştur. Sadece 2009 Ocak ayında 598.000 kişi
işsiz kalmıştır.
ABD’de işsizlik oranı bu kere Ocak 2009’da %7.6‘dan Şubat 2009’da
yıl itibariyle %8.1’e çıkmıştır. Sadece Şubat ayında tarım-dışı sektörlerde
işsizlik artışı 651 bindir. Böylece; resesyonun başgöstermesinden sonra, son
dört ay içinde işsizlik 2.6 milyon artmış olmaktadır; toplam işsiz sayısı ise
12.5 milyondur. Buna, isteklerinin aksine, mecburen yarım-gün çalışan 8.67
milyonu da ilave edebiliriz.
Bu rakamlar krizin ne ciddi bir resesyon ve işsizlik yarattığını açıkça
göstermektedir. Aslında işsizlik oranı anketlerle saptanmaktadır; yanlış beyan
her zaman sözkonusu olabilir. Ayrıca ABD’de 9.5 milyonu bulan tek başına
ve bağımsız çalışanlar ve bu gruptaki işsizlik artışı hesaba katılmamaktadır.
Demek ki, gerçek işsizlik oranı istatistiklerde verilenden daha yüksek
olabilir. Diğer taraftan, ortaokulu bitirmemiş olanlarda, üniversite
mezunlarına kıyasla işsizlik oranı çok daha yüksektir (1. grup için %12, 2.
24
grup için %3.8). yapılan tahminlere göre işsizlik artışı 2009 boyunca devam
edecek ve 2.75 milyon kişi daha işsiz kalacaktır.
Avrupa’da, 16 ülkeden müteşekkil Euro bölgesinde (16 ülke) ise 2008
yılı son çeyreğinde (Ekim-Aralık), bir önceki çeyreğe (Temmuz-Eylül)
kıyasla %1.5 bir küçülme kaydedilmiştir. Buna göre yine Euro bölgesinin
2008 ortalama büyüme hızının %0.7 olacağı tahmin edilmektedir. Aynı yılda
Almanya %2.1, Fransa %1.2, İtalya %1.8 bir küçülme kaydetmiştir. Hollanda
2008 son çeyreğinde 2007 son çeyreğine kıyasla %0.8 küçülmüştür.
İspanya’da 2008 son çeyreğinde küçülme %1’dir, büyüme hızı 2007’de
%3.7’den 2008’de %1.2’ye düşmüştür (%2.5 bir küçülme). Uluslararası malî
kuruluşlar İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerin kredi
notlarını düşürmüşlerdir. Japonya 1990’lı durgunluk yıllarından sonra 2008
son çeyreğinde %3.3 oranında bir düşme gibi, ilk defa ciddi bir küçülme ile
karşılaşmıştır.
IMF’ın tahminlerine göre 2009’da İngiltere’nin büyüme hızı en düşük
(-%2.6) olacaktır; Japonya ve Almanya’da 2009 büyüme hızı ise -%2.5
tahmin edilmektedir. İngiltere’deki yüksek oranlı düşme finans sektörü ile
hane inşaatı sektöründeki krizden kaynaklanmaktadır. Almanya ve
Japonya’daki küçülme ise ABD’ye otomotiv başta dayanıklı tüketim ve
yatırım malı ihracat azalması, demek ki imalat sanayiindeki düşmeden
kaynaklanmaktadır.
AB’de 2008 sonunda işsizlik oranı %7 gibi esasen yükselmiş bir rakam
idi. 2009’da 3.5 milyon kişinin daha işini kaybedeceği hesaplanmaktadır;
2010 yılında ise işsizlik oranının %9.5’e yükseleceği tahmin edilmektedir.
Avrupa’da, İngiltere dahil, işsizlik artışı konusunda, eğitim düzeyi yanında
yabancı işçilerin durumu da kritik bir fark göstermekte, yabancı işçilerdeki
işsizlik daha yüksek oranlara ulaşmaktadır. Bu kere örneğin, İngiliz
Başbakanı Gordon Brown resesyona karşı alınan tedbirleri beyan ederken
25
“İngilizlere ait işlerde öncelik İngiliz işçisine verilecektir” (British jobs for
British Workers) şeklinde bir ifadeyi açık bir politika olarak beyan etmiştir.
İngiltere’de AB ülkelerinden gelen işçiler yanında, bu ülkeler dışından gelen
çok sayıda (3.8 milyon) işçi vardır. 2008’de Fransa’da meydana gelen
olaylarda da din etkeninden ziyade yabancı ve Avrupalı olmayan gençlerdeki
yüksek işsizlik oranının temel neden olduğu birçok gözlemci tarafından
müşahade edilmiştir. Benzer şekilde Şubat 2009 sonu itibariyle Rusya’daki
Türk işçilerinin büyük bir kısmı işsiz ve ücretini alamaz duruma
düşmüşlerdir.
Gerek ABD gerek Avrupa ülkeleri ve Japonya karşılaştıkları bu ciddi
resesyon karşısında finans sektörlerindeki kizi önleyecek veya azaltacak
tedbirler, devletleştirmeler, yardım programları ve merkez bankalarının faiz
indirimleri yanında, doğrudan reel ekonomideki resesyonu önleyecek veya
hafifletecek bir dizi tedbirler daha almaya başlamışlardır. Burada hemen
yeniden şunu belirtelim ki, gerek ABD’de gerek Avrupa’da resesyonu, yani
reel ekonomideki gerilemeyi önlemenin birinci yolu finans sektörünü yeniden
canlandırmak, likit ve kredi verebilir duruma kavuşturmaktır (Robert J.
Samuelson, Newsweek, Şubat 16, 2009). Bunun yanında resesyonu önleyecek
veya hafifletecek diğer başlıca makro tedbirler aşağıda ele alınmaktadır:
- Birincisi, merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmesi esasen malî
sektör krizine karşı alınan tedbirler paketinin bir parçası olmak
yanında, gerek özel yatırımları gerek özel tüketim harcamalarını da
uyaracak bir tedbirdir.
- İkincisi, özel tüketim harcamalarını uyarmak üzere, şahıslardan
alınan vergilerin, özellikle orta ve düşük gelirli gruplara düşen
vergilerin azaltılmasıdır. Bu tedbir sonucunda bu grupların vergiden
sonra ellerine geçecek net gelirleri, yahut “kullanılabilir gelirleri”
(disposible income) artacak; bu gruplar ise kullanılabilir
26
gelirlerindeki bu artışı, tasarruftan ziyade özel tüketime
yönelteceklerdir. Örneğin, İngiltere’de Başbakanı Gordon Brown
bu maksat için $31 milyar tutarında bir program yürürlüğe koymuş,
Katma Değer Vergisinde yaptığı indirimlerle özellikle orta ve düşük
gelirlilerin vergi yükünü azaltmıştır.
- Aynı çerçeve içinde yine birçok ülke sağlık hizmetleri, bazıları
eğitim masraflarını artırmışlar, yahut işsizlik sigortalarında
iyileştirmelere gitmişlerdir. Esasen “refah devleti” ilkelerini
uygulayan ve bu konularda geniş haklar tanımış olan Avrupa
ülkelerinde bu gibi tedbirler imkânları farklı, aynı konuda daha
uzun bir mesafe alabilecek olan ABD için ise farklı ve daha geniş
olabilecektir.
- Ele alınan ve uygulanan makro düzeydeki üçüncü tedbir kamu
yatırımlarının artırılmasıdır. Bu ülkelerde kamu yatırımları üst-yapı
alanlarına yönelmez, sadece sosyal veya verimli alt-yapı alanlarına
yönelir. Özel yatırımlar ise üst-yapı alanları yanında verimli ve
sosyal alt-yapı alanlarına da yönelebilir. Kamu yatırımlarının
artırılması tedbiri örneğin ABD’de şu şekli almıştır: ABD’de federe
devletlerin denk bütçe yapmaları şart olduğu için Federal devlet
federe devletlere yardımda bulunacak, federe devletler de bu
meblağları alt-yapı yatırım alanlarına yönelteceklerdir. Fransa’da
ise hükümet okulların, demiryollarının, karayollarının ıslahı için
önemli ek meblağlar ayırmıştır. Birçok ülkede bu yatırım
artışlarının “çevreci” alanlara yöneltilmesi (çevre kirliliği
yaratmayan enerji kaynakları gibi) de düşünülmüştür.
Burada hemen belirtelim ki, kamu yatırımlarının artırılması tedbiri
gerek diğer makro tedbirlere gerek ülkelere göre farklıdır. Kamu yatırımları
artışının GSMH’yı uyarıcı etkilerini vergilerin azaltılması ile kıyaslayacak
27
olursak; 1929-34 Büyük Dünya Buhranını gözönünde bulunduran J.M.
Keynes çığır açan 1936 tarihli kitabında depresyonun önlenmesinde kamu
yatırımları artışının, vergi azaltması malî tedbirine kıyasla daha etkin
olduğunu ileri sürmüştü. Çünkü, vergi azalışı kısmen tasarrufa gidecektir;
buna karşı kamu yatırımları artışı olduğu gibi toplam harcamaları ve
GSMH’yı yükseltecektir. Fakat, hesaba katılması gerekli bir özellik daha
vardır .Vergi azalışı bir defa yapıldığında artık değiştirilemeyeceği varsayımı
altında, “devamlılık” arzeder, ekonomiyi devamlı etkiler. Kamu yatırımlarını
ise bütçe mülahazaları ile azalttığımız takdirde etkisi de sıfırlanır. Kamu
yatırımlarının verimlilik etkisi ülkeden ülkeye değişir. Örneğin, alt-yapısı
büyük ölçüde modern olan bir ülkede (örneğin Japonya) alt-yapıya yapılacak
daha fazla yatırımın refah veya verimlilik artışı payı çok düşük kalacaktır, bu
harcamalar en basit tabiriyle, adeta boşuna yapılmış olacaktır. Buna mukabil,
örneğin ABD’de bir çok eyaletlerde yol, köprü vs gibi alt-yapı yatırımları
eskimiş durumdadır ve bunlara yöneltilen yatırımlar daha büyük bir refah
veya verim etkisi sağlar. Bu husus Çin gibi bir gelişen ülke yahut “yükselen
piyasa” (emerging market) için de aynıdır.
Yukarıda sayılan makro politikalara rağmen bazı reel sektörler, örneğin
hane inşaatı sektörü yanında otomotiv sektörü resesyon dolayısıyla o kadar
ciddi bir kriz içine girmiştir ki, çökmesini ve işsizliğin artmasını önlemek
üzere bu sektöre acele maddî yardım yapılması gerekmiş ve fiilen de bir çok
ülke otomotiv sektörüne yardım yapmıştır. Gelişmiş ülkeler arasında bir tek
Fransa ve Başkan Sarkozy tarım dahil tüm imalat sanayiini korumak, yabancı
şirketlere Fransız firmalarının satılmasını önlemek için büyük çabalar
sarfetmekte, böylece hem WTO şartlarına hem AB kurallarına hem
küreselleşme ilkelerine ters düşen “korumacı” ve “milliyetçi” bir tutum
sergilemektedir.
ABD ve gelişmiş ülkelerde gerek finans krizinin gerek resesyonun
önlenmesi veya hafifletilmesi için sarfedilmesi gerekli olan kamu fonlarının
28
nasıl sağlanacağı da özel ağırlığı olan bir konudur. Politikacılar bu yükün ne
olacağı yanında yarın ne kadar borç yaratacağını hesaba da katmak
durumundadırlar. Parası rezerv olarak kullanılan ABD için bu sorun nispeten
daha kolaydır. ABD faizlerini hemen hemen sıfıra düşürdüğü halde dış borç
sağlayabilmekte ve FED buna dayanarak emisyon yapabilmektedir. Yine
parası rezerv olarak kullanıldığı halde ekonomisinin zor durumda olması ve
demek ki dünya kamuoyunda daha riskli kabul edilmesi dolayısıyla İngiltere
hükümeti yardım programlarına fon sağlamakta daha şanssız durumda
kalmıştır. Buna mukabil, daha önce carî işlem fazlalığı dolayısıyla Merkez
Bankasının elinde bol döviz rezervi bulunan Almanya, Japonya gibi ülkeler
kolayca bu rezervlere başvurmaktadırlar. Çin ve Brezilya için de aynı husus
geçerlidir. Diğer ülkelerde ise daha sert bir resesyon ve para değeri kaybı
kaçınılmazdır: İspanya, Portekiz, vb. gibi.
Bu safhada tek tek Avrupa ülkeleri ve Japonya’da resesyona karşı
alınan tedbirleri ayrıntılarıyla kaydetmek yerine ABD’ye yeni başkan seçilen
B.Obama’nın resesyonu önlemek üzere aldığı paket, ilginç bir örnek olarak
incelenecektir. B.Obama’nın ekonomiyi canlandırma paketi birçok
değiştirmeden sonra Temsilciler Meclisinden, sonra da Senatodan 11 Şubat
2009’da geçmiştir ve iki meclis arasındaki küçük farklar çözüldükten sonra
uygulanmasına başlanacaktır. Tasarı Demokrat Partinin hakim olduğu
Temsilciler Meclisinden 183’e karşı 246 oyla geçmiştir. Fakat Senatoda 36
muhalife karşı 61 oyla ve gerekli asgari oydan 1 fazlası ile, 3 Cumhuriyetçi
senatörün oy vermesi ile geçebilmiştir. Temsilciler Meclisindeki
Cumhuriyetçi üyelerin ise hepsi programa ret oyu vermiştir.
Kongreden geçen $789 milyarlık paket resesyonla mücadele için kamu
harcama artışları ile vergi indirimleri getirmektedir. Kamu harcamalarında
Cumhuriyetçiler tarafından konulmuş olan demir, çelik dahil “Amerikan malı
alınması” şartı sonradan “WTO kurallarına uymak kaydı”nı ilave etmek
suretiyle bir ölçüde yumuşatılmıştır. Obama’nın ekonomiyi canlandırma
29
paketindeki $789 milyarın $120 milyarı kamu yatırımlarına, 520 milyarı,
“yenilenebilir” enerjiye, $11 milyarı elektrik alt-yapısının yenilenmesine
tahsis edilmiştir. Geri kalan kısımda ABD halkının %95’inin
yararlanabileceği teşvikler yer almaktadır. Fakat bu vergi ve benzeri
teşviklerin büyük ağırlığı Kongre tarafından 2010 yılına atılmıştır.
Cumhuriyetçi Parti Temsilciler Meclisi üyeleri ve senatörler pakete
ABD’yi müteakip yıllarda büyük bir borç altına sokacağı mülahazasıyla red
oyu vermişlerdir. Hatta daha sert bir ifade ile bunu “nesilden nesile hırsızlık”
(generational theft: bugünkü neslin gelecek nesilden çalması) olarak
nitelendirmişlerdir. Krizin başlarında Almanya’da maliye bakanı Steinbrück
de bugün yapılacak yardımların bir işe yaramayacağını, fakat gelecek yıllara
büyük borçlar bırakacağını iddia etmişti. Fakat yardım yapılmadığı takdirde
ekonomide daha büyük sorunlar çıkacağı anlaşıldığı için Alman hükümeti
gerek finansal krize gerek resesyona karşı mücadele için önemli ölçülerde
yardım programları uygulamaya başlamıştı. Ne var ki, ABD bütçe açığı ise
2009 için $1.75 trilyon olarak hesaplanmıştır.
ABD’de Cumhuriyetçi Parti üyeleri ise Obama’nın programına bu
eleştirileri yaparken önceki Cumhuriyetçi Parti Başkanı George W.Bush
döneminde bütçe açığının - normal ekonomik yıllarda dahi giderek arttığını,
bu hususta Irak savaşının da etkileri bulunduğunu, bunun yanında carî
işlemler açığının da sürdürülemez düzeye gelmiş bulunduğunu unutmuş
gözükmektedirler. Kısaca, Bush döneminde yardım paketlerini onaylayan
Cumhuriyetçi Parti
mensuplarının
Obama’nın
yardım paketini
onaylamamaları yaklaşım farkından ziyade siyasî bir manevra izlenimi
vermektedir.
Diğer taraftan, bir kısım iktisat uzmanları ise Obama’nın paketini bu
kere ekonomiyi canlandırma konusunda yetersiz kalacağı için
eleştirmişlerdir. Paketin yetersiz olduğu yolunda uzmanlar tarafından yapılan
30
eleştirilerde sırf ekonomi açısından bakıldığında, doğruluk payı büyüktür.
Fakat kongreden çıkan paketin Obama’nın ilk teklifinden daha küçük olduğu,
bu paketin dahi kıl payı geçtiğini gözönüne alırsak, politik açıdan daha
yüksek meblağlı bir paketin Kongreden, özellikle Senatodan geçmesinin
mümkün olmayacağı açık şekilde ortadadır. Paketin resesyonu önlemek,
yahut hafifletmek hususunda ne kadar etkin olacağını ise önümüzdeki aylar
gösterecektir.
Obama idaresi resesyon ortamında iyi bir iz bırakmadığı için sorunlu
finans kurumları vb. firmaların CEO’larının aldıkları maaş, ikramiye ve
primler için yılda $500 binlik bir limit getirmiştir.
Özellikle kötü risk idaresi dolayısıyla iflas durumuna gelerek batan
veya devletten yardım istemek durumunda kalan finans sektörü ve banka
yöneticilerinin (CEO’larının) aldıkları yüksek maaş ve primlere kamuoyu
ciddi bir tepki göstermişti.
B. Obama’nın ABD başkanı olduğu dönemde, 2 Nisan 2009’da
Londra’da yapılan G20 zirvesinde ise oybirliği ile finansal krizin ve
resesyonun önlenmesi için çok önemli kararlar alınmıştır. Buna göre: 1)
hedge fonları devamlı denetim altında tutulacaktır; 2) G20 ülkeleri piyasaya
yeterli seviyede kamu harcamaları yöneltecektir; bunun meblağına sonradan
karar verilecektir. Örneğin, İngiliz Başbakanı Gordon Brown $5 trilyon
önermekte, ABD başkanı B. Obama $2 trilyon üzerinde durmaktadır; 3)
CEO’lara ödenecek maaşlar, ikramiyeler, primler için bir limit getirilecekir,
4) tüm bankalar vergi kaçakçılığını önlemek üzere, gerektiğinde
müşterilerinin hesaplarını vergi mercilerine açıklayacaklardır, 5) yeni
ekonomi düzenini IMF ve WB denetleyeceklerdir. Resesyondan etkilenen
ülkelere daha etkin yardım yapabilmesi için IMF’ın malî imkânları $1.1
trilyon genişletilecektir.
31
Şayet G20’ün bu tavsiye kararları uygulanırsa finansal küresel krizin
ve küresel resesyonun daha süratle önüne geçilebilir. Gelişmiş ülkelerin
ekonomilerinin yeniden canlanması müspet etkilerini gelişen ülkelerde
gösterecektir. Kaldı ki, yeni artan malî imkânlarıyla IMF resesyondan menfi
etkilenen tüm gelişen veya orta gelirli ülkelere kredi açmak imkânına sahip
olabilecektir.
ABD’de ev fiyatlarının Mart 2009’dan itibaren düşmesinin durarak
yükselmeye başlaması ve 2009 ilk çeyreğinde Goldman Sachs, JP Morgan
Chase, Wells Forgo, Bank of America gibi birçok Amerikan bankasının kâr
etmeye başlamaları bir taraftan, G20 kararlarının uygulanmaya konması diğer
taraftan, resesyonu 2010 ortalarından itibaren önleyebilecek etkinlikte
görülmektedir.
1.5. ABD’DE, AVRUPA’DA GELİŞEN ÜLKELERDE
RESESYONA KARŞI SEKTÖREL YARDIM:
OTOMOTİV SANAYİİ
Bu kısımda önemi dolayısıyla resesyona karşı alınan sektörel tedbir,
yani otomotiv sektörüne yapılan yardımlar kısaca ele alınacaktır. Hangi reel
sektöre resesyon dolayısıyla nasıl yardım yapıldığına gelince, ABD ve tüm
gelişmiş ülkelerde başta inşaat, özellikle ev inşaatı yanında otomotiv
sektörünün resesyondan en çok etkilenen sektör olduğuna yukarıda da işaret
edilmişti. Şüphesiz ev inşaatı sektörünün devlet eliyle canlandırılması
sözkonusu olamaz. Bu konuda önemli olan, özellikle ABD ve diğer ülkelerin
yaptığı gibi, ipotek kredileri borçlarının ele alınması, finans sektörünün bu
kötü borçlardan yahut toksit varlıklardan kurtarılması ve yine mümkün
mertebe hacze uğrayan ipotekli ev sahiplerine yardım edilmesidir. Ev
fiyatlarının düşmesinin durması ise sektörü resesyondan kurtaracaktır.
ABD’de ev fiyatlarının düşmesinin 2009 Nisan itibaren durduğu
gözlenmektedir.
32
Otomotiv sektörünün resesyondan etkilenen reel sektörlerin başında
gelmesinin nedeni açıktır. Gelirleri daralan tüketiciler ev satın almak dışında
en önce otomobil almak taleplerini ileriki tarihlere atarlar. Diğer taraftan,
ABD’de resesyon, gelirlerin azalması, işsizliği artması, başta otomotiv
ithalatı olmak üzere tüm ABD ithalatını geriletmiştir. Bu da özellikle
ABD’ye ve diğer ülkelere otomotiv ihracatı yapan Japonya Almanya gibi
ülkelerde otomotiv sektörünün daralmasına yol açmıştır Şüphesiz ihracat
daralması sadece otomotiv değil diğer imalat sanayii sektörleri için de
geçerlidir. Ve yine şüphesiz ABD’de ve gelişmiş, gelişen ülkelerdeki
resesyondan G.Kore, Tayvan ve Çin gibi ülkeler de önemli ölçüde menfi
etkilenmişlerdir.
Özel gelirlerin (tüketicilerin “kullanılabilir gelirleri”nin: disposable
income) azalması, işsizliğin artması karşısında şüphesiz turizm, uçak
seferleri, beyaz eşya elektronik, elektrikli ev aletleri vs. satışları da azalır;
fakat en büyük azalma otomotiv sektöründe görülür. Nitekim, özel gelirlerin
azalması otomobil satışlarını, ticaretin daralması ise kamyon, kamyonet, TIR
satışlarını düşürmüştür. Kaldı ki, otomotiv sektörünün arkasında satış
şirketleri ve özellikle çok geniş bir yan sanayi vardır. Uzmanların
tahminlerine göre, bir otomotiv üretimi için 1.600-2.000 parçaya (yan
sanayie) gerek vardır. Bu durumda otomotiv satışları ve üretimindeki bir
daralma satış şirketlerini ve yan sanayileri de vuracağı için ekonomi
üzerindeki etkileri çok büyük olur. Nitekim, ABD’de otomotiv sektörünün
çökmesinden doğacak işsizliğin 2.5 milyon olacağı, ekonomideki toplam
işsizliğin bu rakam kadar artacağı tahmin edilmektedir. 3 büyükler ABD’de
üretim yapan yabancı oto üreticilerinden daha fazla yerli yan sanayi parçaları
kullanmaktadırlar. Bu nedenle ABD otomotiv devleri ciddi sorunlarla
karşılaştığında ABD (George W. Bush) hükümeti, bu firmaların yeniden
yapılanma ve rekabet kazanma zorunluğu şartını ileri sürmek suretiyle, derhal
malî yardım yapmıştır. Örneğin G.M.’e (General Motors’a) önce $4 milyar
yardım yapılmış, daha sonra Aralık 2008’de ek olarak $9.4 milyar kredi
33
açılarak yardım yapılması kabul edilmiştir. Bu arada G.M. en çok araç satan
üretici olma vasfını ilk defa Japon Toyota’ya kaptırmıştır. Chrysler ise Ocak
2009’da $4 milyar yardım almıştır. Chrysler’in Fiat tarafından satın alınması
sözkonusu olmaktadır. Bu satış hükümet tarafından desteklenmektedir. Diğer
taraftan, 1 no.lu otomotiv üreticisi durumuna geçen Japon Toyota 2008/9
malî yılında ilk defa $5 milyara yakın zarar edeceğini açıklamıştır. Kısa bir
süre sonra da satış hacmi en az düşen Volkswagen 1 no.lu üretici olma
vasfını Toyota’dan almıştır.
Bu arada toplam işçi ve personel masraflarına bakarsak G.M.’nin
sorununun yeniden yapılanma gereğinden daha ağırlıklı olarak, karşı karşıya
kaldığı çok kuvvetli işçi sendikası (UAW: United Auto Workers: Birleşmiş
Oto İşçileri) dolayısıyla yüksek ücret sorunu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, 2008 yılında GM’in toplam ücret ödemesi $71 milyar, Toyota’nın
ise sadece $47 milyardı; arada $27 milyarlık bir fark bulunmaktadır. ABD’de
kuvvetli oto işçi sendikası ABD oto sanayiinin dünyaya hakim olduğu, çok
eski yıllardan kalma bir olaydır.
Yine Şubat’ta GM ve Chrysler, Obama döneminde Hazineden yeniden
ek malî yardım talebinde bulunurken Ford, UAW ile anlaşarak ücretleri
düşürdüğünü, malî yardım istemesine gerek kalmadığını beyan etmiştir.
Böylece Ford’un 42 bin çalışanından hiçbiri işinden olmamıştır. Demek ki
geç de olsa UAW de yüksek ücrette ısrar etmenin bugünkü şartlarda yanlış
olduğunu anlamış bulunmaktadır.
Şubat ortasında, Obama döneminde ise gerek GM gerek Chrysler
Hazineden yeniden ek yardım (ek kredi) talep etmişlerdir. GM Hazine’den
$22 milyar, Chrysler $4 milyar kredi daha talep etmiştir. GM yaptığı yeniden
yapılanma planına göre 2012 yılına kadar 47.000 kişinin işine son verecek 5
fabrika kapatacaktır. Böylece kapatacağı fabrika sayısı 14’ü bulacaktır; aynı
zamanda maaş ve ücret indirimi de yapacaktır. 2 şirketin iflası halinde ise iş
34
gücü kaybının maliyetinin istenilen ek krediden fazla olacağı
bildirilmektedir. GM ayrıca fabrika açmış olduğu Almanya, İngiltere, İsveç,
Kanada ve Tayland’dan 31 Mart 2009 tarihine kadar toplam $5 milyar talep
etmektedir. Yukarıda belirtilen 47.000 rakamına satış firmaları ve yan
sanayide meydana gelecek işsizlik dahil değildir. Buna karşın işsizlik
rakamına ”mavi yakalılar” yanında “beyaz yakalılar” da dahildir. GM ayrıca
dış ülkelerdeki fabrikalarından bir kısmını kapatmayı, dış ülkelerde 26.000
kişi çıkarmayı, Almanya’daki Opel’i ise satmayı düşünmektedir. Bütün bu
tedbirler GM için sorunun resesyonun menfi etkilerinden ibaret olmadığına
işaret etmektedir.
Bu arada Fiat tarafından ise Chrysler’in %35 hissesinin satın alınması
konusundaki isteklerinin devam ettiği beyan edilmiştir. Otomotiv satışları
Avrupada, alınan tedbirler sonucu yeniden canlandığı için GM’nin sahip
olduğu Almanya’daki Opel firması son aylarda talebi izleyerek üretimini
artırmış ve kâra geçmiştir.
Obama idaresi Mart sonunda aldığı kararla GM ve Chrysler’in yeniden
yapılanma programlarını yetersiz bularak ek yardımı reddetmiştir. GM’ye,
gerek alacaklılarının gerek işçi sendikalarının daha büyük fedakarlık
yapmalarının sağlanması için 60 günlük bir mühlet vermiştir. Chrysler’e ise
Fiat ile kesin bir anlaşmaya varması için bir aylık bir müddet verilmiştir. GM
ve Chrysler hakkında halen çeşitli alternatifler ileri sürülmektedir ve henüz
çözüm konusunda bir mutabakata varılmamıştır (2009 Nisan sonu itibariyle).
Bu safhada özellikle şu hususu vurgulamak gerekir: 1929-34 Büyük
Dünya Buhranında tüm ülkeler ithalatlarını kısmak, ihracatlarını artırmak
gayreti içinde “korumacı” (protectionist) tedbirlerle ithalatı kısmak veya
yasaklamak, yüksek ithalat vergileri koymak yolunu seçmişlerdi. Korumacı
tedbirler ise uluslararası ticaretin daralması yanında asıl önemlisi, tüm
ülkelerde üretimdeki daralmanın ve depresyonun (buhranın) derinleşmesinde
en önemli etkenlerden biri olmuştur. Dikkat edilirse bugün karşılaşılan üretim
35
ve milli gelir hızındaki azalma, ne kadar küresel ve ciddi olsa da “resesyon”
olarak adlandırılmaktadır. Depresyon (buhran) ise çok daha ağır bir
ekonomik çöküştür. Nitekim, söz konusu Büyük Dünya Buhranı, 5-6 yıl
sürmüş üretim ve gelir hızında azalma değil, büyük düşmeler kaydedilmiş,
işsizlik oranı %25’lere yükselmişti.
Bugün korumacılığa yönelmekten sakınılmasında Büyük Dünya
Buhranının etkisi yanında bugünkü küreselleşme ortamının da önemli rolü
vardır; daha doğrusu bugünkü küreselleşmiş dünyada aslında “korumacılık”
tedbirlerinin anlamı pek kalmamıştır. Örneğin, ABD’de GM, Chrysler, Ford
gibi Amerikan oto firmaları yanında Toyota, Hyundai dahil, bir çok yabancı
oto fabrikaları mevcuttur ve üretim yapıp ABD piyasalarında satmaktadırlar.
Chrysler’de ise yabancı sermaye hissesi mevcuttur. Böyle bir ortam “milli
sanayinin korunması” tezini anlamsızlaştırmaktadır. Nitekim, 2 ABD
otomobil devi de ABD hükümetinden korumacı tedbirler değil, malî yardım,
yani kredi talep etmişlerdir (Barrett Sheridan, Newsweek, Şubat 2, 2009).
Avrupa ülkeleri ise otomotiv sektörüne yardım konusunda farklı
davranmışlar, otomotiv satışlarını canlandırmak üzere hurda otomotiv için
malî yardım yapmaya başlamışlardır. Buna göre firmalar ve kişiler
ellerindeki, farklı ülkelere göre 9, 10 veya 15 yıllık araçları yeni, en az bir
yıllık ve emisyon şartlarına uyan araçlarla değiştirmek istediklerinde
verdikleri hurda araç için belirli bir yardım alacaktır. Bu yardım Almanya’da
Euro 2.500 diğer ülkelerde Euro 1.000-1.500 arasındadır. Bu tedbiri
Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya, Portekiz, Romanya uygulamaktadır.
Uygulama belirli bir süre için geçerlidir: 2009 yılı sonu gibi.
İspanya’da ise farklı olarak hurda yardımı yerine yeni alınacak araç
için Euro 10.000 faizsiz kredi verilmektedir. Bu şekilde Avrupa ülkelerinde
otomotiv sektörüne yapılan malî yardımın portesinin Euro 1.3 milyar olacağı
tahmin edilmektedir. En fazla teşvik Euro 500 milyon ile Almanya’da
verilecektir. Fransa’nın yapacağı yardımın Euro 220 milyon olacağı tahmin
36
edilmektedir (Emre Özpeynirci, Hürriyet, 14 Şubat 2009). Bu teşvik
yetmediği mülahazasıyla Sarkozy Fransız oto sanayiine ayrıca $8 milyara
yakın yardım yapmayı kabul etmiştir. Şubat sonuna doğru Rusya da kervana
katılmış ve yerli yeni otomobil alımı için hazine yardımı yapacağını
bildirmiştir.
Sektörlere malî yardım ele alındığında en önemli ekonomik ve politik
sorun hududun nerede çizileceğidir. Gerek bu nedenle, gerek özel firmalar
sözkonusu olduğu için Hazinenin yardımı “kredi” olarak vermesi en makul
yoldur. Sektörün veya firmanın durumuna göre yeniden yapılanma da
istenebilir. Çünkü, uzun vadede batmaya mahkum bir sektör veya firmaya
kredi vermenin anlamı yoktur.
Bugüne kadar önemli özellikleri ve ağırlığı dolayısıyla sadece
otomotiv sektörüne ve otomotiv firmalarına yardım yapılması (kredi
verilmesi) sözkonusu olmuştur. Resesyondan örneğin ev inşaatı ve otomotiv
yanında menfi etkilenen, örneğin turizm sektörüne, hava yollarına vb.
“doğrudan” yardım konusu ortaya çıkmamıştır.
1.6. GELİŞEN, YENİ SANAYİLEŞEN ÜLKELER ve
YÜKSELEN PİYASALARDA RESESYON
Gelişen ülkeler, Türkiye de dahil yeni sanayileşen veya orta gelirli
ülkeler ve Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin (BRICs) gibi “yükselen piyasalar”
(emerging markets) küresel finansal kriz ve küresel resesyondan genellikle
ciddi şekilde menfi etkilenmişlerdir. Böylece kriz ve resesyon tüm dünyayı
sarmış ve tam anlamıyla küreselleşmiştir.
Finansal krizin başlarında bazı Amerikalı ve Avrupalı uzmanlar
özellikle Çin, aynı zamanda Brezilya, kısmen Hindistan gibi iyi ekonomi
idaresi göstermiş olan ülkelerin (yükselen piyasaların) krizden fazla
37
etkilenmeyeceğini, hatta bu ülkelerdeki büyümenin devam etmesinin ABD ve
Avrupa’nın krizden bir an önce çıkmasını sağlayabileceğini ümit ediyorlardı.
Bu özelliği “decoupling” (ikiye ayrışma, iki ülke grubunun ayrışması) olarak
ifade etmişlerdi. Örneğin Çin’de, Japonya gibi, çok büyük miktarda rezerv
döviz (çoğunluğu Amerikan doları) bulunuyordu; Brezilya’nın da ekonomisi
sağlam, döviz rezervi iyi durumda idi. Fakat, fiili durum böyle olmamış,
gelişen ülkelerin, yeni sanayileşen ülkelerin ve yükselen piyasaların krizden
tahmin edilenin çok üstünde, hatta gelişmiş ülkelerden daha fazla menfi
etkilendikleri görülmüştür.
Bunun başlıca sebeplerini şöyle izah edebiliriz.Çin, Çin’in yanında
Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi Uzakdoğu Asya ülkeleri uzun süreden
beri “ihracata dayalı bir büyüme stratejisi” izlemekteydiler. Bu ülkeler
ABD’ye, bunun yanında Avrupa ülkelerine çok büyük ölçeklerde ihracat
yapmakta ve çok büyük dış ticaret ve carî işlemler fazlası göstermekteydiler.
Buna karşı, bu ülkelerin içeride özel tüketim harcamaları düşük olup çok
yüksek oranda tasarruf yapmaktaydılar. Bu ülkelerde ABD ve Avrupa’daki
kriz ve resesyon dolayısıyla ihracatları bu kere büyük ölçüde azalınca,
ihracatla beraber toplam harcamalar ve üretim, milli gelir büyüme hızı da
büyük düşmeler göstermeye başlamıştır. Yani “decoupling” tezinin aksine,
bu ülkeler ABD ve Avrupa ülkelerinin büyümesine bağımlı durumda idiler.
Bu ülke hükümetlerinin iç tüketimleri uyaracağı tedbirleri olmadığı, özel
tasarruf meyli kriz boyunca da çok yüksek kaldığı için büyüme hızları
gelişmiş ülkelerden de daha fazla düşmüştür. Ancak son zamanlarda bu
ülkelerin özel tüketiminde bir artma, özel tasarruflarında bir miktar azalma
başlamıştır.
Örneğin, Deng Xiaoping tarafından1980’lerden bu yana Çin’de
uygulanan pragmatik ekonomi politikaları uzun süre çok yüksek bir büyüme
sağlamıştı. Nitekim, Çin’de büyüme hızı 2007’de %10’un üstünde idi. Fakat
2008’de krizin etkilerinin başlamasıyla, Çin’in resmi gelir hesaplarına göre
38
büyüme hızı %6.8’e düşmüştür. Goldman Sachs, Morgan Stanley gibi büyük
ABD finans şirketlerine göre Çin’deki gerçek büyüme hızı düşmesi daha
fazladır. İhracat, dolayısıyla üretim ve milli gelir artışındaki düşme Çin’de
işsizliğin artmasına yol açmıştır. Örneğin, krizden bu yana ve Şubat 2009
itibariyle işsizlik dolayısıyla köylerine dönenlerin sayısı 20 milyonu
geçmiştir.
Çin üretimi teşvik etmek ve büyüme hızının işsizlik artışını önleyecek
düzeyde, yani %8 olması için iki yıllık ve $586 milyarlık bir yatırım paketini
yürürlüğe koymuştur. Bu para halkın konutlandırılması, eğitim ve sağlık
hizmetlerinin ıslahı, Mayıs 2008 zelzelesinin yol açtığı tahribatın onarımı
gibi alanlarda kullanılacaktır. Çin, resesyona karşı uygulamaya koyduğu bu
programı kolaylıkla döviz rezervleri ile karşılamaktadır. Çünkü kriz
başlangıcında Çin’in elinde $2 trilyon değerinde, çoğunluğu dolar, döviz
rezervi bulunmaktaydı, ayrıca $680 milyar dolayında uzun vadeli ABD
devlet tahvili tutuyordu. Böylece Çin ABD’ye en çok borç veren ülke
konumuna da gelmişti. Çin’de ihracatın Şubat ayında yıl itibariyle %25.7
oranındaki düşmesinin resesyonist etkilerini telâfi için yukarıda sözü edilen
kamu yatırımları 2008’e kıyasla 2009’da %26.5 artırılmış olmaktaydı.
Çin yanında Japonya, G.Kore, Tayvan gibi ülkelerin resesyonla
mücadele için gerekli programlarının finansmanları bu ülkelerde bugüne
kadar birikmiş olan döviz rezervi ile sağlanmaktadır.
Fakat her halû kârda Çin, Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi ülkelerin
bundan böyle ve krizden sonra sadece ihracat artışına dayalı gelişme
stratejisini terkederek, makro vb. politikalarla özel tüketim artışını
özendirmeleri, özel tasarruf meylini düşürmeleri gerekir. Aynı zamanda,
büyük dış ticaret fazlalarına yol açan politikalardan, demek ki, kendi
paralarını suni şekilde yüksek tutmaktan vazgeçmelidirler. Japonya da yine,
ithalata arka planda suni engeller koymaktan vazgeçmelidir. Böylece
39
dünyadaki büyüme krizden sonra daha sağlam zemine oturtulmuş olur.
Şüphesiz, buna mukabil ABD, İngiltere gibi ülkelerde de aksi sözkonusu
olmalı, tüketim meyli düşürülmeli, eksi veya sıfır dolayında olan tasarruf
meyli yükseltilmelidir.
Çin yanında ve yine Çin gibi yükselen piyasalar ve BRIC’ler arasında
bulunan Brezilya’da küresel krize nispeten daha iyi karşı koyabilir
durumdadır. Çünkü, sosyal demokrat olan Lula da Silva pragmatik bir
yaklaşımla piyasa ekonomisi kuralları çerçevesinde kalarak sağlıklı bir bütçe
politikası izlemiş, böylece hem büyüme hızını yükseltmiş, hem sosyal
terbirlerini alabilmiştir. Büyüme sağlamak üzere ise hem iç talebini hem de
ihracatını artırmış, böylece yeterli döviz birikimi de yapabilmiştir.
Brezilya’nın büyüme hızı 2008’de %4 dolayına düşmüştür. Bu oran, 2008
şartları altında tatmin edici bir rakamdır.
Hindistan ise ABD’den geniş ölçüde bilgisayar programları ve
muhasebesiyle ilgili sipariş (subcontracting) almakla beraber, Çin gibi
ihracata dayalı bir gelişme stratejisi izlememiştir. Ne var ki, ihracat ve subcontracting hacmindeki düşmeler çok büyük düzeyde olmadığı için, uygun
tedbirler aldığı takdirde, Hindistan da krizi daha az zararla kapayabilecektir.
Rusya’nın durumu ilginçtir yine “yükselen piyasalar” ve BRICs içinde
yer alan Rusya zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına rağmen, bir taraftan
dünyada petrol fiyatlarının çok büyük yükselmelerden sonra düştüğü için,
enerji kaynakları ihracatı yanında dış borçlanmaya dayalı bir politika
uyguladığı, elinde yeterli döviz rezervi olduğu halde dış borç tutarı çok
yüksek olduğu için krizden menfi etkilenen ülkeler arasındadır. Çünkü ABD
ve Avrupa’da finansal kriz ve resesyonla beraber bu ülkelerden borç almak
imkânlarının azalması, mevcut borçların ödenmesi, finans fonları yanında
direkt özel yatırımların düşmesi ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu şartlar
altında Rusya’nın devalüasyon yapması kaçınılmazdır. Rusya esasen kendine
40
has bir “piyasa ekonomisi” uygulamakta, iktidara karşıt müteşebbisi sadece
ekonomik bakımdan yıkmakla yetinmeyip hakkında cezai takibata dahi
gitmektedir. Diğer taraftan, AB’ne yeni üye olmuş Polonya, Macaristan, Çek
Cumhuriyeti gibi ülkelerin durumu da ağırdır ve bunların daha da
kötüleşmesi bu sefer AB’ni tehlikeye atabileceği için, IMF yardım
programları yanında AB’nin genişlemesini ve Euro’ya geçmesi teşvik eden
Almanya da muhtemelen ek yardımda bulunmak gereğini hissedecektir.
Kriz dolayısıyla Türkiye’nin durumu da ilginçtir. Küresel finansal kriz
ve küresel resesyonun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri ayrı bir
araştırma konusu yapılmıştır ve bu inceleme ile beraber yayınlanacaktır. Bu
nedenle burada konu çok özet olarak verilecektir. Gelişen, yeni sanayileşen
ülkelerde Türkiye gibi orta gelir seviyesine ulaşmış ülkeler dahil, bankaların
yabancı bankaların kıymetli kağıtlarını ve türevlerini satın almaları kanunen
mümkün değildir. Bu bakımdan Avrupa, Japonya finans çevrelerinde
rastlanan ve ABD finans sektörü kıymetli kağıtlarının düşmesinden doğan bir
sorunla karşı karşıya gelinmiş değildir. Aksine, 2001 yılından itibaren
alınmış olan tedbirlerle bankaların bünyesi sağlamlaştırılmış bulunmaktadır.
Fakat, Türkiye 2002 yılından bu yana yanlış bir küreselleşme ve büyüme
stratejisi izlemiştir. Ekonomik ve politik istikrar ortamı içinde Türkiye’ye
direkt özel yabancı sermaye akımı yanında, faiz oranlarını da çok yüksek
tutarak geniş ölçüde kısa vadeli finans fonu girişi de sağlanmıştır. Sonuçta ise
Türkiye’nin dış borçları büyük ölçüde artmıştır.
Yüksek faiz dolayısıyla giren özel yabancı sermaye ve finansal fon
akımı bu kere doların fiyatını suni olarak düşürmüştür. Bu durum herşeyden
önce tarım ürünlerinin piyasa fiyatlarını düşük tuttuğu için tarım üretimi ve
tarım istihdamı çok büyük ölçüde düşmüştür. Tarım-dışı sektörlerdeki
istihdam artışı ise tarımdaki istihdam azalmasını ancak, az fazlasıyla telâfi
edebilmiştir. Sonuçta da, işgücü arzı artışı hesaba katıldığında Türkiye’de
41
istihdam yaratmayan, aksine, işsizliğin arttığı bir büyüme sürecinden
bahsedilir olmuştur.
Diğer taraftan, gerek kamunun (devlet, belediyeler, kamu bankaları)
gerek özel sektörün (özel bankalar dahil) iç ve dış borçları yükselmiştir. Kriz
yıllarına kadar cari işlemlerde verilen açık ve ithalat fazlalığı ve yıllık dış
borç ve faiz ödemeleri dış sermaye ve fon akışıyla sağlanıyordu. Küresel
finansal kriz ve resesyonla beraber Türkiye’ye giren yeni kredilerde ve direkt
özel sermaye akışında önemli azalmalar başgöstermiştir. Bunun yanında
Türkiye ihracatının büyük kısmı AB ve Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya
yapıldığı için kriz ve resesyonla birlikte ihracat artışı da düşmeye başlamıştır.
Bu durumda Türkiye her yıl geri ödenmesi gerekli kredi ile dış kredi faizini
ödemekte güçlük çekmeye başlamıştır. Bu nedenle de ithalatını daraltmak
zorunluğu ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. İthalattaki azalma ise,
gerek üretim gerek yatırımda ithal ara malları yatırım malları gerektiği için,
üretimi ve büyüme hızını büyük oranda düşürebilecektir.
İhracattaki azalma en çok otomotive yansımıştır. Bunun yanında tüm
imalat sanayi kolları, ayrıca özellikle tekstil, turizm ve ev inşaat sektörü
krizden menfi etkilenmişlerdir. Ancak, Türkiye’nin elinde yeterli seviyede
döviz rezervi olmadığı için Japonya, Çin, G.Kore, Tayvan gibi buna
dayanarak kamu harcamalarını artırmak olanakları kısıtlıdır. Resesyona karşı
Türkiye’nin kamu bütçesinin kaldırılabileceği harcama veya yardım
resesyonu önleyecek ölçeklere varamaz; aksi halde bu kere yatırım ve üretim
için döviz darboğazıyla karşılaşılır.
Şubat 2009’da Rusya ile yapılan anlaşma, iki ülke arasındaki ticaretin
TL. ve ruble ile yürütülmesi, TIR’ların sınırda bekletilmesinin önlenmesi,
uzun vadede elektrik enerjisi ithali müspet etkiler yaratabilecek adımlardır;
fakat Türkiye’yi kriz ortamından tamamen çekmekten uzaktır.
42
Bu şartlar altında da Türkiye için en doğru tedbir IMF ile bir an önce
anlaşmak, önümüzdeki 2-3 yıl için $20 milyar üstünde bir kredi sağlamaktır.
Böyle bir anlaşma gerek finans sektörlerinden gelen kredi ve finans
fonlarındaki, gerek özel yabancı sermaye akışındaki azalmayı da asgariye
indirebilecektir. Ne var ki, IMF anlaşma ile birlikte ve bütçe disiplinini de
şart koşacaktır. 29 Mart 2009 Türkiye genelindeki yerel seçimler dolayısıyla
bütçe açığı yükseldiği ve yükseleceği için Hükümet IMF ile yerel
seçimlerden önce anlaşmaya yanaşmamıştır. Fakat anlaşma yapılmadığı
sürece hem büyüme hızı daha şiddetle düşecek ve işsizlik daha fazla artacak,
hem de piyasalarda TL. çok daha süratli bir değer kaybına (devalüasyon)
uğrayacaktır. Türkiye 15 Kasım 2008’de Washington D.C.’de yapılan
G20’ler toplantısına katılmakla beraber, bu toplantıda aktif bir tutum
göstermemiştir. Halbuki, IMF Türkiye’yi krizden en fazla etkilenecek ülkeler
arasında gösterilmiştir. TÜİK’in ilk tahminlerine göre Türkiye’nin büyüme
hızı 2008’de %2.8’e düşmüştür; TÜİK Nisan 2009’da 2009 büyüme oranı
tahmini %4’den -%3.6’ye indirmiş bulunmaktadır. IMF ise Türkiye’nin
2009’da %3.6 değil %5.1 oranında küçüleceğini tahmin etmektedir. Yerel
seçimlerin hemen ardından Hükümet IMF ile tekrar temasa başlamış fakat
2009 Nisan ortası itibariyle henüz müspet bir sonuç alınmamıştır; anlaşmanın
Mayıs veya Haziran da yapılacağı ifade edilmektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bazı farklarla birçok Avrupa
ülkesi için de geçerlidir. İrlanda, İzlanda, İspanya, Portekiz, Yunanistan,
Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna, Polonya vb. buna dahildir. Bu
ülkeler de döviz reservi noksanı, döviz girişi azalması dolayısıyla ödemeler
sorunu ve resesyonu atlatabilmek için IMF ile anlaşma yapmaya muhtaç
durumdadırlar.
Gelişmiş ekonomilerden gelişenlere yönelen özel sermaye
yatırımlarının 2007’de $929 milyondan 2009’da $165 milyar dolara düşeceği
tahmin edilmektedir. Yine gelişmiş ülkelerden gelişenlere yönelen kredi ve
43
finans fonları da benzer yüksek oranda düşmüştür. İşin ilginç yanı IMF’ın
elinde (Şubat sonu 2009 itibariyle $255 milyar kaldığı halde bu kaynaklar
böyle derin ve geniş krizle mücadele için yetmemektedir. IMF elindeki
imkânlarla Şubat 2009 sonuna kadar İzlanda’ya $2.5 milyar, Pakistan’a $7.6
milyar, Ukrayna ve Macaristan’a toplam $32 milyar kredi vermiştir.
Kaynakları yetmediği için ise Japonya’dan $100 milyar borç almıştır. Ayrıca,
yeni bir yaklaşımla $150 milyarlık tahvil çıkarmayı planlamaktadır. IMF’ın
kapısında halen Belarusya, Bulgaristan, Macaristan, Latvia, Romanya,
Sırbistan anlaşma ve kredi beklemektedir.
Diğer taraftan esasen kendileri ciddi finansal kriz ve resesyon içinde
olan gelişmiş ülkelerin zordaki orta gelirli ülkelere kredi vermesi de çok
güçtür. Yine de kısıtlı düzeyde bazı yardımlar yapılmıştır. Örneğin, İngiltere,
İsveç ve Almanya İzlanda’ya $2.5 milyarlık kredi vermişlerdir. ECB ise
Macaristan’a, IMF’den ayrı olarak, $7 milyar düzeyinde bir kredi
açabilmiştir.
O halde, küresel finansal krizin ve resesyonun etkileriyle gelişen
ülkelerde orta gelirli ülkelere ve yükselen piyasalara büyüme hızında ciddi
daralmalar, işsizlikte de yine ciddi oranda yükselmeler bekleyebiliriz. Dünya
Bankası tahminlerine göre sadece Asya’da işsiz sayısı 97 milyonu bulacaktır.
Kriz yüzünden 53 milyon kişi daha yoksulluk limitinin altına düşecektir; bu
limit adam başına günde $1.25 olarak kabul ve hesap edilmektedir.
ILO tahminlerine göre ise dünyada işsizlik 2009 yılında 30 milyon bir
artış gösterecektir. Bunun ağırlıklı kısmı gelişen ülkelerde başgösterecektir.
Şayet 2009, 2 Nisan Londra’da yapılan G20 zirvesinde yapılan tavsiye kararı
uyarınca IMF $1.1 trilyon ek malî kaynağa kavuşturulursa ve G20’ler
piyasayı yeterli miktarda kamu harcamaları programları ile desteklerse
yukarıda verilen rakamlar belirgin ölçüde düzelebilir.
44
1.7. FİNANSAL KRİZ ve RESESYONDAN ALINACAK
DERSLER ve GELECEKTEKİ MUHTEMEL GELİŞMELER
IMF başkanı Dominique Strauss – Kahn, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph
Stiglitz, yine Nobel ödüllü Paul Krugman ve birçok otoritenin de belirttiği
gibi küresel resesyon 2009’da daha da kötüleşecek ve iyileşmenin başlangıcı
2010 yılına kadar uzayacaktır. Küresel finansal kriz ve resesyondan ne gibi
dersler alınmıştır ve ileriki yıllarda normal ekonomik büyümeye yönelirken
ve normal büyüme sürecine girildiğinde eski yıllara kıyasla ne gibi gelişmeler
bekleyebiliriz? Alınacak başlıca dersler ve muhtemel gelişmeler aşağıda
tespit edilmektedir.
1.7.1- Finans Sektörünün Denetimine Kriz Sonrası Devam
Edilmesi Gereği
Krizden alınacak birinci ders ve değişme gereği olarak, tüm gelişmiş
ülkelerden ve şüphesiz diğerlerinde, en liberal ekonomi politikası uygulayan
ABD ve onu izleyen İngiltere dahil, finans sektörü kriz sonrası da devamlı
denetime tabi tutulacaktır. Çünkü bu kriz, daha önceki 1929-34 Büyük Dünya
Buhranı ve son yıllara ait Japon ve İsveç örneğinde olduğu gibi, şunu
göstermiştir: Finansal sektörde ortaya çıkacak bir kriz, kredi ve likidite
darlığı (illiquidity) veya iflaslar (insolvency) reel ekonomiyi de etkilemekte
ve resesyona – şayet tedbir alınmazsa depresyona – yol açmaktadır. Finansal
sektördeki kriz, otomotiv, havayolları vb. gibi, herhangi bir reel sektörde
başgösterecek krize benzemez. Herhangi bir reel sektör yapısal nedenlerle
krize düşmüşse, ya kendi başına yeniden yapılanma tedbiri alır, veya
devletten yardım ve kredi alırken devlet bu şartı koşabilir. Veya küçülmeye,
ortadan kalkmaya mahkum ise bu sektördeki daralma başka reel sektörlerdeki
gelişme ile telafi edilebilir. Fakat finansal sektör battığında, başka bir
sektörün gelişme ile telafi edilmesi sözkonusu değildir. Yeniden yapılanana
kadar yürümesi için dahi devlet (Hazine ve Merkez Bankası) tarafından
desteklenmesi şarttır.
45
Diğer taraftan, finansal sektördeki kriz sona erdiğinde ve ekonomi
normal büyüme sürecine girdiğinde finansal sektörün aşırı ölçülerde
denetime tabi tutulması, devletleştirmelerin, müdahalelerin ağırlık kazanması
halinde bu sefer bankalar kredi yönetiminde esnekliklerini kaybederler. Bu da
hem bankaların kârını azaltır, hem de, daha önemlisi, ekonominin sağlıklı
gelişmesini, kredilerin daralmaya mahkum sektörler ve firmalardan alınıp
genişleyen sektör ve firmalara verilmesi işlevini aksatır. O halde, sorun
sadece denetimsizliği (deregulation) reddetmek değildir; aynı zamanda
optimal denetimi bulmak ve aşırı-denetimden (over-regulation) ve devletleştirmelerden de kaçınmak gerekir.
Son kriz ve resesyona kadar Merkez Bankaları faiz oranlarını ayarlama
yoluyla sadece enflasyonu önlemeye yönelmişlerdi. Krizden sonra
muhtemelen enflasyonu önleme hedefi yanında resesyonların önlenmesi
hedefine de ağırlık vereceklerdir. Aynı zamanda finans sektörünün
denetimine daha aktif şekilde katılacaklardır (Economis, 25 Nisan 2009).
Kriz esnasında süratli hareket gerektiği için gerek ABD ve İngiltere’de
gerek Almanya gibi diğer bazı Avrupa ülkelerinde devletleştirmeler veya
kısmî devletleştirmeler yapılmıştır. Optimal şartlarla işleyen bir finans
sektörü için bu gibi devletleştirmeler yeniden özelleştirilmelidir; fakat bu
nispeten uzun zaman alacak, daha doğrusu ancak “orta vadede” çözülebilecek
bir sorundur.
Ayrıca muhtemelen ABD’de finansal sektörün çıkarttığı ve
rizikolarının sağlıklı ölçülmesi mümkün olmayan türevler (derivatives)
gözden geçirilecek ve malî araç ve kıymetli kağıtlar daha basit, daha
anlaşılabilir hale getirilecektir. Yine, Paul Krugman’ın da belirttiği gibi, artık
eskisi gibi bu türevlerin Avrupa bankaları, Japonya, petrol zengini Ortadoğu
ülkeleri vb. tarafından büyük ölçülerde satın alınmalarına pek
rastlanmayacaktır.
Finans sektörünün denetimine devam edilmesi Londra 2 Nisan 2009
G20 tavsiyeleri arasında da önemle yer almaktadır.
46
1.7.2. Kriz Başgösterdiğinde Devlet Yardımı Yapılması “Liberal
Ekonomi” Yahut “Piyasa Ekonomisi’nin Bir Parçasıdır”
Laisser-Faire Kapitalizmi”nin Çökmesi Olarak
Yorumlanamaz
Yine bu finansal kriz ve resesyon göstermiştir, ki bu durumlarda
devletin bir laissez-faire davranışı içinde, hiçbir yardım ve müdahale
yapmadan, olaylara seyirci kalması sözkonusu olmamaktadır. Bu ABD,
İngiltere gibi, en liberal ekonomi rejimi uygulayan gelişmiş ülkeler için de
geçerlidir. Bunun sebebi açıktır. Gerek 1929-34 Büyük Dünya Buhranı
tecrübesinin, gerek bu dönem finansal sektördeki veya bazı reel sektörlerdeki
batmaların da gösterdiği gibi, devlet müdahale ederek yardım yapmadığı
takdirde resesyonun derinleşmesi, büyüme hızı ve GSMH düzeyinin düşmesi,
işsizliğin artması çok büyük boyutlara ulaşabilmektedir. O halde, yardım
yapılmamasının ekonomiye getireceği işsizlik, gelir azalışı vb. yüksek
yardımın getireceği yüklerden çok daha fazla olur. Diğer taraftan, finans
sektörü krizini ve resesyonu önlemek için yapılan yardımların, açılan
kredilerin, devletleştirmelerin de bir bedeli vardır. Yardım ister bütçeden ister
Merkez Bankası tarafından yapılsın, mutlaka iç veya dış borçlanmaya
başvurulacaktır. Paraları döviz rezervi olarak kullanılan ABD, İngiltere gibi
ülkeler yardımı emisyon yaparak ve dış borçlanma yoluyla finanse
edebilirler. Kriz öncesi ellerinde çok miktarda döviz rezervi olan, Japonya,
Çin, G.Kore, Tayvan gibi ülkeler ise finansmanı bu döviz rezervlerinin bir
kısmıyla sağlayabilirler. Rusya, Türkiye gibi dış borçlarına kıyasla yeterli
döviz rezervi mevcut bulunmayan ve ağır dış borç yükü altında olan ülkeler
ise yeterli finansman imkanlarına sahip olamazlar, bu ülkelerin paralarının
dış değeri süratle düşer. Japonya 90’lı yıllarda karşılaştığı resesyona karşı
tedbir almamış, böylece gerçi borç yüküne girmemiştir; fakat resesyon on
yıla yakın sürmüştür. Diğer taraftan, bugün karşılaşılan krizde Almanya
(Maliye Bakanı Steinbrück ve başbakan Merkel ilk başta finansal krizi ve
resesyonu önlemek için yardım etmek ve borç yüküne girmek
47
istememişlerdir. Fakat, sonra ekonominin çok gerilemesinin yükünün daha da
ağır olacağını hesaplayarak yardım programları sunmaya başlamışlardır.
Fransız Cumhurbaşkanı N. Sarkozy bu kriz dolayısıyla yapılan devlet
yardımlarını ve devlet müdahalelerini gözönüne alarak, “Laissez-faire
kapitalizm”inin artık iflas ettiğini beyan etmiştir. Bu beyanda büyük yanılma
ve mübalağa payı vardır. Birincisi, hatta ABD’de Reagan, George W.Bush
dönemi, İngiltere’de M.Thatcher dönemi dahil, fiilen “laissez-faire”
kapitalizmi hiçbir zaman uygulanmamıştır. Sadece finans sektörü dahil,
devlet müdalalelerinin azaltılması için gayret gösterilmiş, fakat tamamen
kaldırılmamıştır. Özellikle devletin bütçe harcamaları, alt-yapı yatırımları ile
ekonomi içindeki payında ise bir azalma olmamıştır. Fransa ise esasen
Avrupa ülkeleri ve gelişmiş ülkeler içinde en müdahaleci ve korumacı
(dirigiste) ekonomi rejimi uygulayan bir ülkedir. Bu kriz dolayısıyla Fransa
devlet müdahale ve yardımlarını ve aynı zamanda korumacılığı daha da
artırmıştır. Fakat kriz sonrası yıllarda Fransa’nın yoğun müdahaleci
modelinin diğer gelişmiş ülkeler tarafından kopya edilmesi ihtimali pek
yoktur.
Teorik alanda ekonomik sistemler, zaman boyunca ortaya çıkan
okullar, bunların tatbikatta uygulanmasından alınan sonuçlar ayrı ve derin bir
inceleme konusudur (Örneğin Hiç 1994, Birol 2001, 2005). Fakat burada kriz
öncesi genellikle uygulanan ve kriz sonrası ABD ve gelişmiş ülkelerde
uygulanması beklenen ekonomik rejim konusunda şunlar söylenebilir. ABD
ve İngiltere’de dahi, normal ve kriz dışı zamanlarda Merkez Bankası kanunen
bağımsız olarak fakat fiilen ve gerekli durumlarda hükümetle danışarak ve
işbirliği halinde veya hükümetin yanlış politikalarını telâfi etmek üzere res’en
faiz ve para politikası uygular. Bu suretle fiyat arışlarını azaltmaya veya
düşük konjonktürü yükseltmeye çalışılır. Hükümetler ise vergi ve maliye
politikasına konjonktürel gidişi düzeltmek üzere konjonktürel olarak
başvurmak yerine, sosyal ve/veya ekonomik maksatlarla ve fakat tedbirin
48
devamlı nitelikte kalması esasına göre başvurur. Aynı husus devletin
yapacağı sosyal ve verimli alt-yapı yatırımları için sözkonusudur. Yine
hükümetler sağlıklı fiyat istikrarı içinde bir ekonomik gidiş için bütçeyi
dengelemek, veya bütçe açıklarını azaltmak gereğini hesaba katarlar. Diğer
taraftan, herhangi bir kriz halinde ise devlet özel bir durum olarak gerekli
ölçüde malî yardım yaparak krizi önlemeye çalışır. Demek ki, bugünkü kriz
ve resesyon dolayısıyla hükümetlerin yaptıkları yardımlar (var olmayan)
“laissez-faire kapitalizmi”nin çökmesi olarak yorumlanmamalıdır. Ne var ki,
bugünkü kriz ve resesyon, hiç tahmin edilmeyecek kadar yüksek boyutlarda
başgösterdiği için devlet yardım ve müdahaleleri de ona göre çok büyük
ölçülere ulaşmıştır.
Finansal kriz ve resesyon sona erdikten sonra ve zamanla ABD,
İngiltere ve Avrupa ülkelerinde nasıl bir ekonomi rejimi ile karşılaşacağız.
Bu sorunun cevabına gelince, şüphesiz ki, tüm gelişmiş ülkelerde, ABD ve
İngiltere dahil, finans sektörü genellikle daha ciddi ve fakat optimal bir
denetim altında bırakılacaktır.Yine ekonominin gidişindeki konjonktürel
düzeltmeler Merkez Bankası’nın faiz ve para politikası ile ayarlanacak, malî
politikalara ise konjonktürel maksatlarla değil, devamlı nitelikteki
düzeltmeler için başvurulacaktır. Bunlar piyasa ekonomisinin bünyesinde
mevcut düzenlemelerdir.
Fakat dikkat edilirse, özellikle ABD ve İngiltere gibi ülkelerde kriz ve
resesyona karşı alınan tedbirler devletin ekonomi içindeki payını eski ABD,
İngiltere normlarına göre bir ölçüde büyütmüştür. Nitekim, finans
sektöründeki devletleştirmeler yanında, devlet alt-yapı yatırımları, sağlık
hizmetleri, vergi indirimleri vb. hep devletin payının büyümesi yönünde etki
yapan tedbirlerdir. Bunların çoğu kalıcı, ancak bazıları (devletleştirmeler
gibi) orta vadede gidicidir. O halde, artık Reagan, Bush veya Thatcher
dönemindeki gibi, asgari ölçüde müdahaleci devlet dönemi kapanmıştır.
49
Devletin toplam gelir (GSYIH) içinde payı gerek ABD’de gerek Avrupa’da
bir miktar yükselecektir.
Diğer taraftan, ABD, İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri için Fransa’nın
krizle beraber uygulamaya koyduğu müdahaleci ve korumacı ekonomik
rejimi değil, kriz öncesinde ve normal zamanlarda uyguladığı ölçüde
müdahaleci (interventionist yahut dirigiste) ve korumacı (protectionist)
ekonomi rejimi sözkonusu olmayacaktır. ABD’de, İngiltere, Almanya ve
Japonya gibi ülkelerde Fransa’ya kıyasla daha “liberal” ekonomik görüşler
kök salmış bulunmaktadır; bu görüşler daima bu ülkeleri ve diğer Avrupa
ülkelerini daha liberal yöne doğru yönelteceklerdir. Fransa’nın ise yine büyük
bir ihtimalle bugünkü aşırı ölçüdeki müdahaleleri bıraksa dahi, eski yıllara
kıyasla daha dirigiste bir ekonomik rejimde karar kılması muhtemeldir.
Gelişen, yeni sanayileşen ve orta gelirli ülkelere gelince, bu ülkelerin
yapıları gereği gelişmiş ülkelere kıyasla esasen daha yoğun makro
politikalara ve aynı zamanda rekabet noksanı dolayısıyla daha yoğun sektörel
veya mikro müdahalelere gerek duyulmaktadır (Hiç 2001, Toye 1993, Rodrik
1999). Fakat genellikle bu müdahaleler yine piyasa ekonomisi, dışa açılma ve
küreselleşme çerçevesi içinde devam edecektir. Aşırı dış borçlanmaya
dayanan bir küreselleşme stratejisinin, örneğin kriz öncesi Türkiye’nin ve
Rusya’nın uygulamış olduğu stratejinin terkedilmesi gereği ise bu kriz
dolayısıyla açık şekilde ortaya çıkmıştır.
1.7.3. Serbest Ticaret İlkesi ve Küreselleşme Karşısında
Korumacılık ve Milliyetçilik Akımlarının Kuvvetlenmesi
Genellikle Geçicidir
Konuyla ilgili bazı önemli gelişmeler dolayısıyla burada “korumacılık”
(protectionism) ve onun kardeşi (ekonomik milliyetçilik (economic
50
nationalism) müdahalecilikden (interventionism veya dirigisme) ayrı olarak
ele alınmıştır.
Korumacılık ithalatta miktar yasakları ve kısıtlamaları, yüksek ithalat
vergileri, buna karşı yüksek ihracat primi ve böylece “çoklu döviz kuru
(multiple exchange rates) olarak tanımlanabilir. Aslında korumacılık piyasa
ekonomisi, dışa açılma ve küreselleşme ile birlikte terkedilmesi gerekli bir
rejim olup, kapalı ekonomi rejiminin bir parçasıdır. Dışa açılma ve
küreselleşme, korumacılığın terkedilmesi ise sabit döviz kuru rejimi yerine
serbest döviz kuru rejimine geçilmesi ile gerçekleştirilir. Serbest döviz kuru
rejiminde ülkelerin dış ticaret ve dış ödemeler bilançosu dengesi döviz
kurundaki değişmeler yoluyla sağlanmış olur. Ayrıca ithalatta liberasyona
gidilir, ihracatta ise primler kaldırılır.
1929-34 Büyük Dünya Buhranı esnasında ABD’de başta olmak üzere
1930’da (ABD Başkanı H.Hoover’in çıkarttığı ve ithalat vergilerini %60
yükselten Smoot-Hawley kanunu), ve tüm diğer gelişmiş ülkeler
korumacılığa yönelmişlerdi. Bunun sonucunda ise bütün ülkelerde dış ticaret
daralması yanında asıl önemlisi üretim daralmış, büyüme hızı daha da
düşmüş ve menfi olmuş, böylece buhran büsbütün derinleşmiştir. Bu nedenle
2. Dünya Savaşı sonrasında ve daha savaş bitmeden, 1944 Bretton Woods
anlaşması ile dış ticaretin serbest yürütülmesi için gerekli anlaşmalar
yapılmış ve uluslararası kurumlar yaratılmıştır. IBRD (yahut WB: DB), IMF
ve GATT (anlaşma), sonradan WTO (World Trade Organization: Dünya
Ticaret Örgütü) gibi (Hiç 1994). Gelişmiş ülkeler, ABD, İngiltere yine başta
olmak üzere dış ticarette serbesti rejimine kısa sürede ayak
uydurabilmişlerdir. Ancak gelişen ülkeler, Türkiye dahil, kısmen ekonomik
bünyeleri gereği 2. D.S. sonrasında uzun süre yine yoğun şekilde “kapalı
ekonomi rejimi, korumacılık ve ithal-ikame sanayileşme politikası
izlemişlerdir. Ancak, bu politikalarda aşırı ölçülere gidildiği ve bu da menfi
sonuçlar verdiği, enflasyonlara ve dış ödemeler krizlerine yol açarak büyüme
51
hızını düşürdüğü için ’70li yılların ortalarından itibaren kapalı ekonomi
modelini ve korumacılığı geniş ölçüde terketmişler, bunun yerine piyasa
ekonomisine, dışa açılmaya ve küreselleşmeye yönelmişlerdir. Buna Latin
Amerika
ülkeleri;
Hindistan,
SSCB’nin
çözülmesinden
sonra
bağımsızlıklarını kazanan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Uzakdoğu Asya
ülkeleri ve Çin dahildir. Ancak gerek Japonya, gerek G. Kore, Tayvan ve
daha sonra Çin bu kere bir bakıma “ neo merkantilist” bir tutum içinde,
ihracatı teşvik eden, ithalatı düşük tutan politika ve müdahaleler, örneğin,
paranın dış değerinin düşük tutulması, ithalatın dolaylı yollardan kısılması,
ihracatın dolaylı yollarda teşviki gibi politikalar uygulamışlardır (Toye 1993,
Hiç 2001 ve referansları).
Son krizle birlikte korumacılık ve milliyetçilik hareketinin
kıpırdanmaya başladığını gözlemekteyiz. Daha krizden önce, ABD’de menfi
sonuçlar alındığı için NAFTA’ya, Hindistan’a yapılan subcontracting
akımına karşı özellikle Demokrat Parti çevresinde tenkitler artmış ve fakat bu
tenkitlerin yanlışlığı bir çok Amerikalı iktisatçılar tarafından dile
getirilmiştir. İlginçtir ki, kriz sonrası, örneğin ABD otomotiv devleri
hükümetten malî yardım talep etmişler ve fakat korumacılığın tesis edilmesi
yönünde herhangi bir talepte bulunmamışlardır. Çünkü bugünün
küreselleşmiş ekonomi ortamında korumacılık tesis etmenin bir anlamı da
yoktu. Nitekim ABD’de ABD’li üç büyükler (G.M., Ford, Chrsler) yanında,
Toyota, Hyundai dahil birçok yabancı otomotiv firması üretim yapmaktaydı;
aynı zamanda üç büyüklerin bazılarında kısmen yabancı firmaların hissesi
bulunmaktaydı.
Buna rağmen krizin ağır baskısı altında, hatta ABD ve İngiltere gibi
“liberal” ülkelerde dahi yer yer korumacılık ve aşırı milliyetçilik eğilimlerine
rastlanmıştır. Örneğin, ABD’de B.Obama’nın resesyona karşı mücadele
paketi kongreden geçerken bu kere Cumhuriyetçi Parti üyeleri tarafından
ABD’nin yapacağı devlet alt-yapı yatırımlarında “Amerikan malı
52
kullanılması” kaydı konmuş, daha sonra bu kayıt “WTO şartlarına uyulması
suretiyle” diye bir ilaveyle yumuşatılmıştır. İngiltere’de başbakan Gordon
Brown ise İngiltere’de hatta AB ülkeleri dışındaki ülkelerden gelen işçileri
hedef olan “İngiliz işleri İngiliz işçilere” (British jobs for British workers)
sloganını ortaya atmıştır. Çin ise ‘Yuan’ın değerini düşük tutmakta ısrar
ederek döviz fiyatı yoluyla korumacılık yapmakta, ithalatı aşırı ölçüde
cezalandırmakta, ihracatı aşırı ölçüde teşvik etmektedir. Yapılan telkinlere
rağmen Yuan’ın değerini değiştirmeyeceğini de beyan etmiştir.
Fransa kriz esnasında korumacılığı ve milliyetçiliği en aşırı ölçülere
vardırmıştır. Sarkozy kriz esnasında tüm “millî” şirket ve sektörleri yoğun
biçimde korumaya varılmıştır. Örneğin, Fransız şirketlerinin yabancı şirketler
tarafından satın alınmasını önlemiştir. Ayrıca G20’lerin Washington D.C.’de
15 Kasım 2008’de yaptıkları toplantıda Doha round’unun tamamlanması
gereği vurgulandığı halde Sarkozy’nin AB’de CAP (Common Agricultural
Policy: Ortak Tarım Politikası) çevresinde tarımda korumacılığın 2013 yılına
kadar uzatılmasını talep edeceği anlaşılmaktadır. Fransa tarımda
korumacılığın devam edebilmesi için olmadık diyebileceğimiz şartlar öne
sürmektedir. Örneğin, Fransa’ya et ihraç edilmesi halinde etin kalitesi
yanında ihracatı yapan ülkede hayvan bakımının gerekli ölçüde olup
olmadığının tespiti gibi; bu belirsizlik de ülkelerin Fransa’ya et ihraç
etmekten kaçınmaları sonucu doğurmaktadır.
15 Kasım 2008 G20 Washington toplantısında ülkelerin dış ticareti
kısıtlayıcı tedbirler almaktan kaçınmaları vurgulandığı ve karara bağlandığı
halde G20’ye dahil olan Rusya (ithal otomotivde), Hindistan (demir ve
çelikte) toplantıdan hemen sonra ithal vergilerini artırmışlardır. Endonezya
da yine gümrük vergilerini genel olarak yükseltmiştir.
Şüphesiz, kriz sonrası – korumacılık olmasa da – gelirlerin daralması
nedeniyle dış ticaret hacminin azalması ayrı bir olaydır. Kaldı ki, ABD
53
tüketicilerin tüketimlerinin azalması, ABD ithalat hacmini, dolayısıyla da
dünya dış ticaret hacmini menfi etkileyecektir.
Korumacılığın kriz sonrası nasıl bir eğilim göstereceğine gelince,
muhtemelen ABD, İngiltere, Kanada ve birçok gelişmiş ülkeler korumacılık
uygulamalarına yönelmeyecektir. Fakat büyük ihtimalle, daha az yoğun da
olsa Fransa korumacılığa devam edecek, tarım sektöründe de korumacılığı
devam ettirmek üzere Doha round’unda müspet yol alınmasını önleyecektir.
Bu gibi eğilimler dolayısıyla WTO Başkanı Pascal-Lamy krizle beraber
beliren korumacılık eğilimlerine dikkat çekerek bu eğilimlerden vazgeçilmesi
ve Doha round’unun tamamlanması gereğini vurgulamıştır (Newsweek, 2009
Special edition). Fakat Paul Krugman’ın da belirttiği gibi, krizden sonra,
temelde ve gelişmiş ülkelerin çoğunluğunda serbest ticaret devam edecektir
(Newsweek xtra.newsweek.com). Bu arada ABD ve Çin bir araya gelerek,
yükselen piyasalara gelişmiş ekonomilerin bankalarından gelen kredi
azaldığında bu azalmayı telafi etmek ve dış ticaretin yürümesini sağlamak
üzere $20 milyarlık bir fon kurmuşlardır. Bu adım, ortaya sürülen meblağ
açısından değil, arkasındaki anlam ve işbirliği bakımından önemlidir.
1.7.4. Küreselleşme Krizle Beraber Büyük Bir Azalma
Gösterdikten Sonra Devam Edecek ve Giderek Artacaktır
Bu safhada krizle beraber ve kriz ve resesyon atlatıldıktan sonra
“küreselleşme” (globalization) ne olacak sorusunu da cevaplandırmak
gerekir. Küreselleşme ülkeler arası mal ve hizmet akımı (dış ticaret) ve direkt
özel yatırım (DPI: Direct Private Investment) akımı yanında kısa veya uzun
vadeli finans fonu ve kredi akımı olarak ifade edilebilir. Ülkeler arası emek
ve işçi akımı kanunlarla kısıtlanmış olmakla beraber bu kısıtlamaların çok
üstünde kaçak olarak gerçekleşmekte ve bunların ülkelerine gönderdikleri
döviz havaleleri de yüksek rakamlara ulaşmaktadır. Küreselleşme,
küreselleşmeye yöneltilen eleştiriler, küreselleşmenin savunması ve
54
gelişmelerin tespiti ise başlı başına ayrı bir inceleme konusudur (Bhagwati
2004; not: J.Stiglitz: 2003 ise esas itibariyle küreselleşmeyi değil, IMF’in
yetersiz politika tavsiyelerini eleştirmektedir). Fakat, burada küreselleşmenin
derinliğine bir analizine girmeden şunu söyleyebiliriz: Küreselleşme iki
tarafa da yarar sağladığı (win-win situation) ve bir kısım eleştirmenlerin ileri
sürdüğü gibi, “sıfır sonuçlu oyun” (zero-gum game: birinin kazanmasına
karşı diğerinin bir o kadar kaybetmesi) olmadığı içindir ki süratle yayılmış ve
bugün geri dönülmez bir vakıa durumuna gelmiştir. İlginçtir ki, sözkonusu
akımlar sadece gelişmiş ülkeler arasında ve gelişmiş ülkelerden gelişenlere
yönelmemiş, gelişen ülkeler arasında ve gelişen ülkelerden gelişmiş ülkelere
dahi sermaye ve fon hareketleri ve direkt özel yatırım akımları
başgöstermiştir.
Yine, bir kısım doktriner eleştirmenler küreselleşmeyi Amerika’nın
“yeni emperyalizm şekli” olarak yorumlarken, istatistiklere baktığımızda
küreselleşme ile birlikte (kriz öncesi küreselleşme döneminde) dünyanın
büyüme hızının genellikle yükseldiğini, fakat gelişen ülkelerin büyüme
hızındaki artışın gelişmiş ülkelerin büyüme hızındaki artıştan çok daha fazla
olduğu görülmektedir (UN Statistics Division: 2006). Küreselleşme ile
birlikte dünyada fakirlik limitinin altındaki nüfus sayısı da giderek azalıyordu
(Sala-i Martin 2002; Chen ve Ravallion 2004). İrlanda’yı izleyerek özellikle
Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler büyük bir hamle ile küreselleşme içine
girmişlerdir. Çin WTO’ya üye olarak direkt özel yatırımları teşvik etmek,
artan üretimle iç tüketim ihtiyacını karşılamak yanında geniş ölçüde ihracat
yapmak ve istihdamı genişletmek gibi bir küreselleşme stratejisi izlemiştir.
Hindistan ucuz ücretle çalışan, İngilizce bilen geniş bir mühendis ve
bilgisayar mühendisi kadrosuna sahip olduğu için bilgisayar programlama ve
kayıt tutma sektörünü genişletmiş ve ABD şirketlerinin büyük bir kısmının
bilgisayar işlemlerinin yürütülmesi işini üzerine almıştır. Buna subcontracting: belirli (sözü edilen) bir işin Hintli veya Hindistan’da kurulan bir
firmaya verilmesi denmektedir. Brezilya’da ise Sylvio de Lula idaresindeki
55
“sosyal demokrat” iktidar pragmatik bir yaklaşımla temelinde piyasa
ekonomisine, istikrara, dışa açılmaya ve küreselleşmeye yönelen bir ekonomi
programı uygulamış, sosyal tedbirleri bu çerçeve içinde etkinlikle
geliştirmiştir (Sylvio de Lula, Newsweek, 2009 special edition).
Burada akla gelebilen soru şudur: Küreselleşme bugün ABD’de
başgösteren finansal kriz ve resesyonun dünyaya yayılması için bir ortam
oluşturmuş olduğuna göre, krizden sonra, ileride benzer bir krizden kaçınmak
güdüsü ile, küreselleşmeden vazgeçilecek midir?
Bundan önce 1997/98 yıllarında Uzakdoğu Asya ülkelerinde
başgösteren krizin hemen sonrasında küreselleşme ile ilgili özellikle gelişmiş
ülkelerden gelişen ülkelere ve Uzakdoğu Asya ülkelerine yönelen) akımların
hacminde önemli bir düşme görülmüştür. Fakat küreselleşmeden
vazgeçilmemiş, aksine bu akımlar yeniden artarak daha yüksek boyutlara
ulaşmıştır. Çok daha geniş ve derin olan bugünkü krizden sonra da finans
fonları ve kredi akımlarında ciddi bir daralma, yine direkt özel yatırım
akımlarında, mal akımında, emek akımında büyük azalmalar beklenebilir ve
esasen fiilen de başlamıştır. Örneğin, gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere
yönelen direkt özel sermaye hacmi 2007 yılında $1 trilyona yakın bir rakam
iken 2009’da $200 milyara düşecektir. Fakat, krizden sonra küreselleşme
önünde sonunda giderek hız kazanacaktır. Yalnız muhtemelen ABD’nin
ekonomik cazibesi kriz öncesine kıyasla biraz azalacaktır. ABD’ye akan
fonlarda, direkt özel yatırımlarda, özellikle ABD’den satın alınan varlıkların
hacminde nisbi (yani kriz öncesi oranlara kıyasla) bir daralma beklenebilir.
Ayrıca, dolar da rezerv olarak eski cazibesini kaybedebilir. Burada önemle
not edelim ki, ABD’deki derin krize rağmen dolar dünya piyasalarında
değerini kaybetmemiştir; çünkü diğer ülkeler ve AB ekonomisi de aynı
şekilde ve daha kötü duruma düşmüşlerdi.
56
Yukarıda ABD’de başgösteren krizin küreselleşme ortamında süratle
diğer ülkelere yayıldığına işaret edilmiştir. Ancak, burada yine önemle
hatırlatalım ki, küreselleşen dünyada küresel kriz karşısında birçok Avrupa
ülkesi, Japonya ve olabildiğince Çin dahi yer almış ve krizin önlenmesi için,
tam bir ahenk içinde olmasa dahi, paralel önlemler uygulamaya
koymuşlardır. Demek ki küreselleşme küresel krize karşı ortak hareket
edilmesi gereğini de ortaya çıkartmış ve bu disiplini önemli ölçüde
sağlamıştır. Bugün karşılaşılan kriz ve resesyonun 1944 Bretton Woods
anlaşması sonucunda tesis edilen IMF ve WB (DB)’ın bugünkü malî
imkânlarıyla halledilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Hatta G7 dahi uluslararası
işbirliğine yetmediği için, toplam dünya üretiminin yaklaşık %90’ını temsil
eden ve Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i de (BRIC: Brazil, Russia, India,
China) içine alan yirmi ülke G20 Ocak 15’de bir toplantıya davet edilerek
kriz sorunu ve alınacak tedbirler görüşülmüştür. Toplantıda alınan kararlar
doğru yönde olmakla beraber çok ayrıntılı ve kesin hatlarla ifade
edilmemiştir, dış ticaretin daraltan tedbirlerden kaçınılması üzerinde
durulmuş, Doha round’un tamamlanması gereği vurgulanmıştır. Önemli
birçok iktisatçılar, bu arada Nobel ödüllü George E.Stiglitz, (Newsweek, 2009
Special Edition), Paul Krugman ile Kenneth Rogoff (IMF eski baş iktisatçısı)
uluslararası finansın takibi, krizlere karşı alınacak tedbirlerin tespiti için IMF
ve DB’nin yeterli olmayacağını, bunlardan ayrı olarak yeni ve daha çok
ülkenin (BRIC dahil) katılımıyla yeni bir uluslararası örgüt kurulmasını, bu
örgütün uluslararası finans piyasalarını daha ciddi takibe almasını (Stiglitz’in
deyimi, ile yeni ve bugünün şartlarına, ülkelerin bugünkü ekonomik
ağırlıklarına daha uygun bir Bretton Woods anlaşması) tavsiye etmişlerdir.
Brezilya başbakan, Lula da Silva da yeni bir uluslararası örgüt kurulmasını
uygun görmüştür (Newsweek, 2009 Special Edition). Gerçi halen “Finansal
İstikrar Forumu” (Financial Stability Forum) olarak adlandırılan bir kurul
mevcuttur, fakat bu kurulun gerek üye sayısı gerek yetkileri çok kısıtlı
kalmaktadır.
57
Yukarıda tanımı yapılan bir uluslararası finans kurumunu, böyle bir
örgüt ulusal kararları bağlayacağı ve fakat gelecekteki finans sektörünün
yapılanması ve denetimi konusunda ülkeler ve hükümetler arasında tam bir
görüş birliği olmadığı için pek istememişlerdir. Bu nedenle de bu konuda
herhangi bir somut adım atılması düşünülmemiştir. Ne var ki, yine de
2008’de başlayan küresel kriz boyunca hükümetlerin aldıkları tedbirler tam
bir işbirliği ve ahenk içinde olmasa dahi, geniş ölçüde paralellik göstermiştir.
Diğer taraftan G7 (yeni G8) toplantısı ile yetinmeyip G20’nin toplantıya
çağrılması da uluslararası işbirliği gereğinin bir sonucu kabul edilmelidir.
Bu kere G20, B.Obama’nın ABD başkanı olduğu dönemde, 2 Nisan
2009 Londra toplantısında ise finansal sektörün devamlı denetimi ve
resesyonu önleyici etkin tedbirlerin tavsiyesi yanında yeni dünya düzeninin
yürütülmesini ve denetimini yine IMF ve WB’a bırakmıştır. Bunun için
IMF’in malî imkânlarının $1.1 trilyon yükseltilmesi öngörülmüştür.
1.7.5. Dünya Ticaretinin Sağlıklı Gelişmesi: ABD’de Tüketim
Meylinin Azaltılması, Uzakdoğu Asya Ülkelerinde İç
Tüketimin Artırılması ve Sadece İhracata Dayanan Büyüme
Stratejisinden Vazgeçilmesi Gereği
İleriki yıllarda daha sağlıklı bir dünya ekonomisi için önemli bir yapısal
değişiklik daha gerekmektedir. Bugünkü finansal küresel kriz ve resesyona
kadar ABD tüketicileri ve ABD hükümetleri genellikle maddî imkânlarının
üzerinde harcama yapmışlardır. Nitekim, ABD tüketicileri gelirlerine kıyasla
çok az tasarruf yaparken bazıları ise ileriki yıllarda gelirlerinin artacağını
düşünerek bugünkü gelirleri üstünde tüketim harcaması yapmışlardır (eksi
tasarruf). Nitekim ABD’de özel tasarruf meyli 1992’de %7.6’dan 2005’de
hemen hemen %0’a düşmüştür. ABD hükümeti ise büyük ölçüde askerî
masrafları ve askerî eylemleri (Irak savaşı gibi) dış borç ile finanse
etmişlerdir. Sonunda ABD’nin dış açığı bugünkü kriz öncesinde $700 milyara
58
yükselmiştir. ABD bu imkânı doların rezerv para olarak yaygın bir şekilde
kullanılmasına borçluydu. Nitekim, Japonya, Çin, G.Kore, Tayvan ve birçok
Uzakdoğu ülkesi döviz rezervi olarak dolar biriktirmeyi yeğlemişlerdir. Buna
karşı, yine yukarıda sözü edilen ülkeler daha çok ihracata ve özellikle
ABD’ye ihracata dayalı bir büyüme stratejisi izlemişlerdir. Bu ülke
tüketicilerinin tüketim meyilleri düşük, tasarrufları ise yüksektir. İşin ilginç
bir yanı, doların değeri ile ilgili bir sorun başgösterdiğinde şayet bu ülkeler
rezerv olarak dolardan çıkmaya başlasalardı, dolar değerindeki düşme
büsbütün artacak ve bu ülkelerin döviz rezervleri değerini de düşürmüş
olacaktı. Bu ülkelerden birçoğu ayrıca paralarının değerini de
yükseltmemekte direnerek dünya ticaret ve rezerv dağılımındaki
dengesizlikleri artırmışlardır. Bu durumun gerek ABD’de gerek sözkonusu
Uzakdoğu ülkelerinde değişmesi gerekir. Krizden sonra ABD tüketicileri kriz
öncesine kıyasla tüketimlerini kısarak tasarruflarını artırmalı, daha doğrusu
ABD hükümeti özel tüketimi azaltan, tasarrufları teşvik eden politikalar
uygulamalıdır (Robert J.Samuelson, Newsweek, Şubat 2, 2009 ve Fareed
Zakaria, Newsweek, Şubat 2, 2009; aynı zamanda Economist, Jan. 31, 2009
başyazı). ABD hükümeti ayrıca dış ticaret açığı yaratan gereksiz politik ve
askerî projelerden vazgeçmelidir (Örneğin: Irak böyle bir proje idi). Esasen
krizle birlikte tüketim meylinin düşmesi eğilimi bir ölçüde kendiliğinden
belirmiştir; fakat yeterli düzeyde değildir. Yine, ABD hükümetinin mutlaka
bütçe ve dış açıklarına yol açan politikalardan vazgeçmesi gerekecektir. Yeni
ABD idaresi ve başkan Obama tüm bu konuların bilincinde gözükmektedir.
Uzakdoğu Asya ülkeleri hükümetleri ise sadece ihracata (ve yoğunlukla
ABD’ye ihracata) dayalı büyüme stratejisinden vazgeçerek kendi iç özel
tüketimlerini de teşvik etmeli, tüketim harcamalarının GSMH ve büyüme
üzerindeki etkisini ve ağırlığını artırmalıdır. Ayrıca paralarının dış değerini
düşük tutarak, neo merkantilist bir davranışla döviz biriktirmek tutkusunu da
terketmeleri gerekir. Böylece dünya piyasaları daha dengeli bir duruma
gelecek, dünya ekonomisi daha sağlıklı raylar üzerinde yürüyebilecektir.
59
2. BÖLÜM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ ve KÜRESEL RESESYONUN
TÜRKİYE EKONİMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
2.1. KÜRESEL KRİZ ÖNCESİ TÜRKİYE’NİN UYGULADIĞI
EKONOMİ POLİTİKALARI ve GELDİĞİ EKONOMİK
DURUM
Türkiye daha önceki yıllarda uygulanmış yanlış ekonomi politikaları,
mevzuat mevcut olduğu halde etkin denetime tabi tutulmamış olan bankaların
zayıf durumları sonucunda, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu DSP-MHPANAP koalisyon hükümeti döneminde (1999-2002) önce 1999’da, sonra da
2001’de ciddi bir enflasyon sorunu ve dış ödemeler krizi ile karşılaşmıştır.
IMF ile 1999’da yapılan anlaşma 2001 krizinden sonra daha ciddi bir şekilde
düzeltilmiş, döviz kuru çıpası yerine serbest döviz kuru rejimine geçilmiştir.
IMF programının anahatları bütçede disiplin ve fiyat istikrarının sağlanması,
piyasa ekonomisi çerçevesinde özelleştirme, özel teşebbüsün ve özel yabancı
sermayenin köklü teşviki, dış ödemeler dengesinin serbest döviz kuru yoluyla
sağlanması, aynı zamanda bankaların malî bünyelerinin kuvvetlendirilerek
daha ciddi denetime tabi tutulması olarak özetlenebilir. Program ABD, Dünya
Bankası’ndan gelen Kemal Derviş’in idaresi altında yürütülmüş ve kısa
sürede müspet sonuçlar elde edilmeye başlanmıştır (Hiç 2008).
60
Aynı ekonomi programına 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerle
tek başına iktidara gelen AKP hükümeti de devam etmiştir. Ancak sözkonusu
yıllarda küreselleşme ve gelişmiş ülkelerden gelişenlere yönelen özel yabancı
sermaye ve finans akımının genişlediği, müsait bir dünya konjonktürü
ortamında AKP hükümeti uygulanacak küreselleşme ve gelişme stratejisinde
farklı bir yöne gitmiştir. Bir taraftan doğru kabul edilecek bir yaklaşımla
özelleştirmeye ve özel yabancı sermayenin teşvikine hız verirken diğer
taraftan Merkez Bankası’nın uyguladığı yüksek faiz oranı yoluyla gelişmiş
ülkelerden finans fonu ve kredi akımını da aşırı ölçülerde genişletmiştir.
2001’den bu yana IMF programının uygulanmasından sonra Türkiye’de
ekonomik istikrar ve aynı zamanda siyasi istikrar da sağlanmış olduğu için
gerek özelleştirme rakamları gerek özel yabancı sermaye akımı gerek dış
kredi ve finans fonu akımı süratle artmıştır. Fakat, özel yabancı sermaye ve
finans fonu akışı, kısaca ihracat artışı yanındaki ilave döviz artışı bu kere
dövizi ve ABD dolarını suni olarak “düşük değerli” (under-valued), TL’sını
ise suni olarak “yüksek değerli” (over-valued) yapmıştır. Gerek özel yabancı
sermaye ile finans fonu ve kredi akışı gerek ihracat artışı ithalatı
körüklemiştir. Sonuçta giderek artan bir dış ticaret ve cari işlemler açığı
başgöstermiştir. İçeride fiyat istikrarının sağlanması ve döviz fiyatlarının uzun
süre fazla yükselmemesi finans fonu ve kredi akışını artıran ilave bir etken
olmuştur.
Fakat, 2002’den bu yana devamlı artan dış kredi ve finans fonu akışı
sonucunda Türkiye’nin toplam dış borç stoku da giderek yükselmiştir.
Nitekim küresel krizin başladığı 2008 yılı 3. çeyreğinde toplam dış borç $289
milyara ulaşmıştı (T.C. Merkez Bankası, yıllık raporlar). Demek ki
sözkonusu dönemde Türkiye dış borç ve kredi açısından bir bakıma “saadet
zinciri” kurmuş oluyordu. Çünkü her yıl geri ödenmesi gerekli kredi payı ve
dış kredi faizi yeni giren finansal fon, kredi ve özel yabancı sermaye girişi ile
fazlasıyla karşılanabiliyordu. 2002 yılından bu yana gerek Hazine gerek yerel
61
yönetimler geniş ölçüde yol, köprü gibi alt-yapı yatırımlarına girişmişlerdir.
Bunların arasında bazı büyük projeler yabancı krediyle sağlanmış ve dış
borcu artırmıştır. Dış borçlar yanında kamunun iç borçları da artmıştır.
Özelleştirmede, kamu ve belediye ihalelerinde günlük gazetelere intikal
eden suistimal ve yolsuzluklar dolaylı ekonomik etkiler yaratmakla beraber,
temelde ekonomi dışı bir konu olduğu için bu makalede bu yolsuzlukların
varlığı veya yokluğu tartışmaya açılmayacaktır.
Düşük değerlendirilmiş döviz kurunun ekonomi üzerinde çok önemli
bir başka etkisi olmuştur. Tarım ürünleri fiyatlarının teşekkülünde ve
tespitinde dünya fiyatları esas alındığı ve dünya fiyatları ise düşük değerli
dolar üzerinden hesaplandığı için bu fiyatlar gereğinin çok altına düşmüştür.
Buna mukabil, tarım girdi fiyatları (mazot dahil) devamlı artırılan dolaylı
vergiler sonucu yükseltilmiş, tarımsal alt-yapı yatırımları da nispeten ihmal
gördüğü için tarımda kârlılık, tarım üretimi ve tarım istihdamı 2002-2006
arasında çok büyük bir düşme kaydetmiştir. Tarımda 2002’de 7.361 bin olan
istihdam 2006’da 6.488 bine inmiştir. Tarım üretiminin düşmesine rağmen
tarım-dışı kesimlerdeki canlılık dolayısıyla sözkonusu dönemde oldukça
yüksek bir büyüme hızı (GSMH reel fiyatlarla yıllık artışı) elde edilmiştir.
Tarım-dışı sektörlerdeki istihdam da 2002’de 14.014 binden 2006’da 16.372
bine yükselmiştir. Ancak, işgücüne her yıl katılanlar sonucu işsizlik mutlak
olarak sadece biraz düşmüş 2002’de 2.169 binden 2006’da 2.127 olmuştur.
Oran olarak ise çok az azalmış, %9.3’den %8.8’e inmiştir. Ancak, iş
aramayan, aramaktan vazgeçenleri hesaba kattığımızda, geniş kapsamlı
işsizlik 2002’de 3.207 bin (%13.2)’den 2006’da 4.127 bin (%16.3) gibi çok
büyük bir yükselme kaydetmiştir (DPT, yıllık programlar ve TUIK.gov.tr).
Böylece daha kriz ortada yokken dahi “istihdam yaratmayan bir büyüme”
olayından bahsedilir olmuştur.
62
Görülüyor ki, son yıllarda uygulanan ekonomi politikaları sonucunda
2008’in son çeyreğinde küresel kriz başgösterdiğinde Türkiye bu krize karşı
yetersiz sayılabilecek bir döviz rezervi, yüksek bir işsizlik oranı ve yüksek bir
dış borç yükü ve borç taksidi ve faizi ödeme zorunluğu ile yakalanmıştır.
Fakat küresel kriz ise esas itibariyle Türkiye’ye akan döviz artışını azaltmış,
kredi ve finans fonu akımı, özel yabancı sermaye akımı ve ihracatta büyük
düşmeler kaydedilmeye başlanmıştır.
Burada kriz öncesi Türk ekonomisinin durumunu tespit eden bazı temel
istatistikler sunulacak daha sonraki kısımda aynı istatistikler ve diğerleri
krizin etkilerini tespit eden rakamlarla birlikte verilecektir. İlk olarak
Türkiye’nin iç ve dış borç hacmi üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmak
gerekir. 2002 yılında Türkiye’nin toplam dış borcu $129 milyardı. Bunun $86
milyarı kamu sektörüne (Hazine, Merkez Bankası, belediyeler ve kamu
bankaları) $43 milyarı özel sektöre (özel bankalar dahil) aitti. 2008 yılının 3.
çeyreğinde ise toplam dış borç $289 milyar olmuştur, bunun yaklaşık $144
milyarı kamu sektörü, $145 milyarı özel sektöre ait bulunuyordu; özel sektör
borcundaki artışın önemli kısmı finans sektöründen gelmekteydi.
Türkiye’nin cari işlemler bilançosu ise 2002 yılında 2001 yılı krizinin
etkisi ve 2001 yılındaki daralma sonucu müspet bakiye verirken 2008
Ağustosta cari açık $49 milyara ulaşmıştı.
İç borca gelince, 2002 yılında TL. 150 milyarken 2008 sonunda TL.
275 milyara yükselmişti. Bu hususla ilgili olarak hemen belirtelim ki iç
borçları, özellikle son tarihe ait iç borç miktarını yine en son tarihte büyük bir
yükselme göstermiş olan döviz kuruyla dövize, diyelim ki, dolara tahvil
etmek yanlış bir fikir verir. Bu takdirde sırf döviz kurunun yükselmiş olması
dolayısıyla sanki yıllar boyunca iç borç stoku azalıyor gibi bir izlenim
yaratılmış olur.
63
Özel yabancı sermaye girişinin giderek azaldığını ise şu rakamlar
açıkça belirtmektedir. Girişler 2001’den itibaren giderek yükselmiş ve 2006
yılında Türkiye’ye giren toplam özel yabancı sermaye $29 milyar olmuştu.
2007 sonu itibariyle bu rakam $20 milyara, 2008’de $18 milyara düşmüştür.
Esas büyük düşme 2009’da beklenmektedir.
TCMB’nin Eylül 2008’de brüt $76,5 milyar döviz rezervi bulunuyordu.
Şubat 2009 itibariyle brüt döviz rezervi dış borç ödemeleri ve yanlış yönde,
döviz fiyatlarının düşmesini azaltmak için yapmış olduğu döviz satışı
sonucunda $66.5 milyara inmiştir.
2.2. KRİZİN TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNDEKİ BAŞLICA
ETKİLERİ
2.2.1. Bankacılık Sektörü ve Küresel Kriz
ABD’de başgösteren finansal krizin diğer gelişmiş ülkelerin finans
sektörüne sıçramasının temel sebebi diğer gelişmiş ülke bankalarının ellerinde
ipotek bankaları dahil, Amerikan bankalarına ait banka tahvilleri, daha
önemlisi “türevler” (derivatives) gibi kıymetli kağıt bulundurmalarıdır. ABD
finansal krizi sonucu bu kıymetli kağıtların çoğunun değer kaybetmesi ve bir
kısmının değerinin sıfıra yaklaşması bu diğer gelişmiş ülkelerin finans
sektörlerini de zora sokmuştur. Fakat, Türkiye için böyle bir durum
sözkonusu değildir; çünkü mevzuat gereği Türk bankaları bu şekilde dışarıdan
kıymetli kağıt satın alıp portföylerinde bulunduramazlar. O halde, küresel
finansal krizin bu yönden Türk bankacılığını krize sürüklemesi sözkonusu
olmamıştır. Ne var ki, yukarıda dış borçlarla ilgili rakamlardan da anlaşılacağı
gibi, gerek özel gerek kamu Türk bankaları da küresel kriz öncesinde
dışarıdan önemli miktarda kredi sağlamış bulunmaktaydılar ve bunların
ödeme planı çerçevesinde yıllık taksit ve faizlerinin karşılanması gerekir. Ne
var ki, ABD ve özellikle daha çok iş gördüğümüz AB bankalarının ise
64
kendileri likidite darlığı (illiquidity) ve iflas (insolvency) durumuna düştükleri
için Türkiye’ye yeni kredi açmak imkanları geniş ölçüde kısıtlanmıştır. Bu
durumda da Türk bankaları kriz sonrasında alabildikleri kredi hacmi üstünde
dış borç taksidi ve faizi ödemek zorunda kalmışlardır.
Diğer taraftan, 2001 yılında başlatılmış olan reformlar sonucunda Türk
bankaları – dış borçları dışında – küresel krizin başında sağlam bir finansal
yapıya sahip bulunuyorlardı. 2008 Eylül sonunda BDDK (Bankaları
Düzenleme ve Denetleme Kurumu) istatistiklerine göre, Türkiye’de 49 banka
mevcuttu. Bunların aktifleri toplam TL 733 milyar olup, aynı dönemde
mevduat hacmi ve fiyatların çok üstünde (%26) artmıştı. Demek ki, bankalara
karşı güvensizlik ve bankalardan bir mevduat kaçışı olmamıştır. Bankaların
toplam pasiflerinin içinde öz sermaye %12 ile kuvvetli bir orandı, sermaye
üzerinden kârlılıkları da yüksek idi. Kriz yılı boyunca banka kredileri %30
artmıştır. Demek ki, bankaların kriz dolayısıyla kredi açmaktan kaçınarak
resesyona sebep oldukları yolundaki eleştiri ve itham doğru değildir.
Yine bankaların mevcut toplam sermayesinin %52.2’si yerli, %30’u
kamu ve %17.3’ü özel yabancı sermaye idi. Bu oranlar ise bankalarla ilgili
olarak öne sürülen iki eleştiriyi daha çürütmektedir. Birinci yanlış eleştiri
Türkiye’de özel yabancı sermayenin gereğinin üstünde yüksek olduğu
yolundadır. İkinci ve birinciyle ilişkili yanlış eleştiri ise yabancı bankaların
kasıtlı olarak Türk ekonomisini – demek ki kendileri de batmak pahasına –
krize sürüklemek istiyecekleridir.
Fakat Türkiye’deki bankaları yine de dış borç ödeme zorlukları yanında
ödenemeyen kredi kartları hacmindeki artışlar, ayrıca otomotiv, tekstil, inşaat,
turizm, demir-çelik, mesken inşaatı gibi daralan sektör ve bu sektörlerdeki
firmalara açılmış olan kredilerin ileriki yıllarda ödenmemesi ihtimali gibi
sorunlar beklemektedir.
65
Hükümet dışarıdaki paraların Türkiye’ye getirilip bankalara yatırılması
için çağırı yapmış fakat mevduat güvencesine hiçbir iyileştirme getirmemiştir.
Banka mevduatı güvencesi halen şahıs başına 50.000 TL. ile kayıtlıdır,
şahıslar dışında ve ticari kurumlara güvence yoktur. Yine repo, devlet tahvili
ve Hazine bonosu üzerinde de güvence yoktur. Halbuki, Avrupa ülkeleri
çoğunda mevduat güvencesi çok daha fazladır. O halde, paraların Avrupa’dan
Türk bankalarına getirilmesi çağırısı dayanaksız kalmaktadır.
Şayet bu çağırıdan kasıt AB ve diğer ülkelerdeki Türk işçilerinin
tasarruflarını değil de, Türk iş adamlarının, örneğin İsviçre bankalarında
tuttukları dövizin Türkiye’ye akışını sağlamayı hedefliyorsa, ki gelecek olan
paranın kaynağının sorulmayacağının vurgulanması buna işaret etmektedir,
çağırı yine mesnetsizdir. Çünkü, birincisi, IMF ile anlaşma yoluna girmemiş
olan Türkiye gibi bir ülkenin ekonomisinin geleceği belirsizdir. İkincisi
paranın kaynağının Türkiye’de hiçbir zaman sorulmayacağı konusu dahi
belirsiz kabul edilebilir. Üçüncüsü, Avrupa ülkelerinde mevduat güvencesi
daha fazla olduğu gibi, İsviçre bankaları müşterilerinin adlarını
açıklamamaktadırlar ve bu kaidenin devam etmesi beklenir. İsviçre UBS
bankası ABD hükümeti vergi yetkililerine 250-300 müşterisinin ismini
açıklamak zorunda kalmış fakat sonraki 52.000 kişilik ABD talebini
reddetmiştir. Kaldı ki, İsviçre dışında para aklayacak başka ülkeler de vardır.
Hükümet Şubat 2009’da emeklilerin kredi kartı ödemesinde temerrüde
düştüklerinde, bankaların hacze gitmelerini men etmiştir. Bu, emekliler
açısından iyi bir tedbirdir; fakat bu tedbirin bankalar üzerindeki finans yükü
hesaba katılmamıştır. ABD ve Avrupa’da ise bu gibi kamu yardımları daima
hazine fonlarıyla karşılanmaktadır.
Diğer taraftan TC.M.B. mevduat karşılık oranlarını azalttığı gibi gerek
borç verme gerek borçlanma faizlerini de düşürmüştür. Bu tedbirler gerek
bankalar ve bankaların kredi verme imkanlarını açması bakımından gerek
66
resesyonu hafifletme açısından doğru yönde tedbirler olmakla beraber
özellikle faiz indirimi henüz yetersiz durumdadır.
Nitekim, daha önce de temas edildiği gibi, kriz öncesi ve 17 Temmuz
2009 itibariyle T.C. Merkez Bankası (M.B. Para Politikası Kurulu) bir gecelik
borçlanma faizi %16.75, borç verme faizi ise %20.25 gibi çok yüksek bir
düzeyde idi. Krizle beraber T.C.M.B. dört ay içinde arka arkaya yapılan
yapılan indirimle 19 Şubat 2009’da borçlanma faizini toplam %5.25 indirimle
%11.5’e, borç verme faiz oranını ise %14’e düşürmüştür. 19 Mart 2009’da ise
T.C.M.B. faizleri %1 puan daha indirmiştir. Bu faiz haddi dahi gerek dış
ülkelere kıyasla gerek iç kredi olanakları bakımından gereğinin üstünde idi.
Nitekim, T.C.M.B. 16 Nisan 2009’da bir adım daha atarak borçlanma faizini
%9.75’e, borç verme faizini %12.25’e indirmiştir.
Türkiye’de faiz oranlarının bugün de hâlâ yüksek olduğunu şu gibi
rakamlarla gösterebiliriz. 2009 Şubat sonu itibariyle faiz oranları ABD’de
%0.5, Japonya’da %0,6, Çin’de %1.28, Euro ülkelerinde %1,85’dir. Ancak
Türkiye gibi dış borcu yüksek olan Rusya’da oran %13.0, Pakistan’da
%13.61, Arjantin’de %14.56 idi. Brezilya’da da %12.66 ve Venezuela’da
%17.01 olarak yüksek düzeylerde idi. Rusya’da döviz rezervi nisbeten bol
olmasına rağmen dış borç yükü yüksekti.
Mevduat karşılık oranlarının düşürülmüş olmasının ise piyasalarda TL
2.5 milyarlık bir açılma yaratacağı tahmin edilmektedir.
Birçok ülkelerde, örneğin ABD’de de karşılaşıldığı gibi, Türk
bankacılığında son aylarda kredi kartları ödemelerinin aksaması sorunu
başgöstermiş bulunmaktadır. Genelde kart sahiplerinin toplam masraflarını
azaltmalarına rağmen 2009 Mart ayı ortası itibariyle kredi kartı borcunu
ödemeyenlerin sayısı 970 bini aşmıştır. Bunların çoğunun kriz dolayısıyla
işlerini kaybetmiş oldukları anlaşılmaktadır.
67
2.2.2. Türk Ekonomisinin Karşılaştığı Resesyon ve Başlıca
Nedenleri
Yukarıdaki kısımdan da anlaşılacağı gibi, Türkiye’de küresel finansal
kriz ve küresel resesyon Türk finans sektöründe – bazı sorunlar ortaya
çıkmakla beraber – bir finansal kriz yaratmamıştır. Dış borçların geri
ödenmesi sorunu ise sadece özel bankaların değil, uygulanan dış borçlanmayı
özendiren yanlış politikalar ve yanlış küreselleşme stratejisinin bir sonucudur.
Fakat kriz esas itibariyle çeşitli yollardan Türk ekonomisini resesyona
götürmüştür. Ekonomiyi resesyona götüren başlıca nedenler aşağıda ele
alınmaktadır.
Önce belirtelim ki, kriz öncesi ekonomi politikaları sonucu gelir
dağılımının bozulduğuna dair çok ciddi karineler mevcuttur. Nitekim, tarım
geliri geri gitmiştir; işçi ücretleri, emekliler ve memurların maaş ve ücret
artışları fiyat artışlarını karşılamaz olmuştur; işsiz sayısında artış
başgöstermiştir. Bu nedenlerle küresel kriz başgöstermeseydi dahi, toplam
özel tüketim harcamalarının mutlaka düşmesi bunun da büyüme hızını
azaltması beklenirdi.
Kriz dolayısıyla özel yabancı sermaye girişi azalmıştır. Bu sermayenin
yeni yatırımlara gittiğini varsayarsak, azalma bir taraftan bugünkü döviz
girişini azaltılacak, dolayısıyla bugünkü büyüme hızını düşürecektir; ayrıca
yatırım yapılmadığı için yarınki büyüme ve istihdam artışı da daralmış
olacaktır.
Özel yabancı sermaye girişi bazen yeni yatırımlara gitmediği, esasen
mevcut olan bir fabrika veya tesis satın alındığı için eleştirilmektedir. Bu
eleştiriyi yöneltmeden önce, giren toplam özel yabancı sermayenin ne kadar
oranının bu iki şık arasında paylaşıldığını tespit etmek gerekir. Fakat, diyelim
ki giren belirli bir özel sermaye ile yeni yatırıma gidilmedi ve esasen mevcut
68
olan bir tesis satın alındı. Şayet bu bir devlet tesisi ise (örneğin KİT ve
özelleştirme) daha sonra özel sermayenin yapacağı ıslah yatırımlarını hesaba
katmasak bile, devlet eline geçen bu meblağ ile ya dış borcunu ödeyerek borç
ve faiz yükünü azaltır; veya iç borcunu azaltır. Bu da ilk adım olarak bütçe
açığını düşürür. Veya bu geliri kendisi yeni bir alt-yapı yatırımına sürebilir.
Bu takdirde de toplam yatırımlar daha başlangıçta hiç azalmamış olur.
Şayet özel yabancı sermaye mevcut bir özel teşebbüsü satın almışsa, bu
kere o tesisi satan özel teşebbüsün kendisi bir ikinci adımda yatırım yapabilir.
Veya yatırım yapmazsa, bir İsviçre bankasına yatırmamak şartıyla ve iç
tüketime yöneltirse yine toplam gelir ve ileride yatırımların uyarılması
bakımından müsait etkiler sözkonusu olabilir; ithal tüketim ise farklı sonuçlar
verecektir.
Demek ki, derinlemesine analizlerle desteklenmeden yapılacak
herhangi bir eleştiri dayanaksız bir slogandan öteye gidemez. Kriz öncesi
gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere yönelen özel sermaye miktarı ise $1
trilyona yaklaşmıştı. Hiçbir ülkenin bundan pay istememe lüksü yoktur. Buna
Çin, Vietnam gibi “komünist” rejim uygulayan ülkeler dahildir. “Komünist”
teriminin burada parantez içine alınmasından maksat Çin ekonomisinin artık
“merkezi” planlama ve kamu üretimi” değil, bir “karma ekonomi” niteliği
göstermesinden dolayıdır.
Türkiye’ye özel yabancı sermaye yahut “direkt özel yatırımın girişi ile
ilgili rakamlar daha önceki kısımda verilmişti.
AB ve Avrupa ülkelerindeki resesyon, Rusya ile dış ticarette
karşılaşılan güçlükler ve resesyon ile birleştiğinde, Türk imalat sanayii daha
çok bu ülkelere ihracat yaptığı için, ihracat hacminde ciddi daralmalar
başgöstermiştir. Bu şekilde en çok sıkıntıya düşen sektörlerin başında
otomotiv sanayii gelmektedir. Örneğin, otomotiv sektöründe toplam üretim
69
Ocak 2009 ayında Ocak 2008’e kıyasla %65,8’lik bir rekorla düşmüş, ihracat
%64, iç pazar satışları ise %39 gerilemiştir. Demek ki üretimin rekor bir
oranda düşmesinde daha çok AB’ye yönelmiş olan ihracattaki düşme çok
yüksek olurken iç pazarda da yine büyük bir gerileme kaydedilmiştir.
Krizden menfi etkilenen sektörler arasında otomotivden sonra tekstil,
demir-çelik, aslında az veya çok tüm imalat sanayii ve turizm gelmektedir. Bu
sektörlerde gerileme Avrupa’daki resesyon, ihracat azalması, iç talepteki
azalma ve bazı sektörler için yapısal sorunlardan doğmaktadır. Gelirin
düşmesi ve gelir dağılımının bozulması sonucunda mesken inşaatı
(müteahhitlik) sektörü de en çok etkilenen sektörler arasındadır.
İhracat azalması herşeyden önce doğrudan döviz ve dış borç ödeme
olanaklarını azaltmaktadır. Fakat daha önemlisi otomotiv sektör üretimi başta
olmak üzere gerek toplam üretim gerek yapılacak yatırım geniş ölçüde – ve
sektörlere göre farklı oranda – ithal girdi ve ithal yatırım malları hacmine
bağlıdır. Demek ki, ihracattaki azalmanın yol açacağı ithalat azalması ayrıca
üretim ve büyüme hızının düşmesi ve işsizliğin artması sonucunu
doğuracaktır.
Türkiye’de karşılaşılan resesyonun boyutları hakkında bir fikir
verebilmek üzere aşağıda bazı temel istatistikler sunulmaktadır.
Kriz öncesinde, 2002-2006, 6 yıllık, dünya konjonktürünün de müsait
olduğu dönem boyunca Türkiye ekonomisinde yüksek sayılabilecek bir
ortalama yıllık büyüme hızı sağlanmıştı: %7.6. Bu oranın yüksekliğinde bir
ölçüde rol oynayan etken 2001 yılındaki eksi %9.5 büyüme, yani çok büyük
hacimli küçülmedir. Başlangıç yılı olan 2001’deki düşük gelir seviyesini
hesaba katarak bunun etkisini telâfi etmek istersek 5 yıl için ortalama büyüme
hızı %6’nın biraz altına inebilir; bu dahi iyi sayılabilir bir büyüme hızıdır.
2007 yılında, daha krizin etkileri başlamadan önce, büyüme hızı %4.6’ya
70
düşmüştür. 2008 yılında son üç ayda başlayan menfi etkiler dolayısıyla, ilk
tahminlere göre büyüme hızı %2.8 idi (TUIK.gov.tr ve DPT, yıllık
programlar). TÜİK 2009 yılı için büyüme hızını ise revize ederek %4 yerine
-%3.6 olarak tespit etmiştir. IMF ile 2009’da Türkiye’nin %3.6 değil, %5.1
küçüleceğini tahmin etmektedir.
2002 yılında işsizlik oranı %9.3 idi; bu yüksek oranda 2001 yılında
başgösteren dış ödemeler krizinin ve büyüme hızının eksi %9.5 olmasının
büyük payı vardır. 2006 yılında işsizlik oranı %8.8, 2007’de ise bu sefer
%10.1 gibi yüksek bir rakam olmuştur. Elimizde mevcut (Şubat sonu, 2009)
en son Kasım 2008 işsizlik oranı ise %12.3’e ulaşmış gözükmektedir. Kasım
dahil 2008’in son üç ayındaki işsiz artışı genellikle küresel krizin etkilerine
atfedilmektedir; bu rakam ise 524 bindir. Buna işyerinde ücretli çalışanlar
yanında bağımsız çalışanlar (esnaf) ve kendi işlerini kaybedenler dahildir.
İşsizlik konusunda asıl kaygı verici bir husus yeni iş hayatına girmek isteyen
genç nüfusta işsizlik oranının %4 dolayında artarak %23.9 (yaklaşık 1/4) gibi
çok yüksek bir düzeye çıkmış olmasıdır.
Kasım 2009’da toplam işsiz sayısı 2.995 bin, kısaca yaklaşık 3 milyon
olarak verilmektedir (TÜİK, Hanehalkı, İşgücü Anketi). Bu orana göre
Türkiye işsizlik oranının en yüksek olduğu 4. ülkedir. Birinci ülke %23.2
işsizlik oranı ile Güney Afrika, ikinci %20,6 ile Birleşik Arap Emirlikleri,
üçüncü %14.4 ile İspanya’dır.
TUİK’in yayınladığı, 2008 Aralık sonuna ait rakamlara göre işsizlik
3.274 bin (%13.6); iş aramayan, aramaktan vazgeçenler 2.298 bin, demek ki
geniş anlamlı işsizlik toplam 5.572 bin (%22) gibi rekor düzeylere
yükselmiştir. Bu kere TÜİK Ocak 2009 hane halkı anketine göre ise Ocak
2009’da işsizlik geçen son bir yıl içinde 1.059 bin artarak toplam 3.650 bin ve
%15.5 gibi rekor bir düzeye ulaşmıştır. İş aramaktan vazgeçtikleri ve iş
aramadıkları için “işsiz” kapsamına girmeyenlerle sadece mevsimlik işlerde
71
çalışma imkânı bulanları da eklersek, çalışmayan toplam işgücü oranı
%26.9’a ulaşmaktadır. Büyüme hızı ile işsizlik oranlarının bu kısa tetkiki
Türkiye’nin küresel kriz dolayısıyla karşılaştığı resesyonun ve işsizlik
oranının ve ihracattaki düşmenin çok ciddi olduğunu göstermektedir. Bu
rakamların 2009 yılında daha da ağırlaşacağı beklenmektedir.
Ekonomik gidişin önemli bir başka göstergesi olan cari işlemler
açığının seyrini bu noktada yeniden ele alacak olursak, 2001 yılındaki derin
dış ödemeler krizinin bir sonucu olarak cari işlemler bilançosu müspet bakiye
vermişti. 2001’den sonra gerek ekonomide düzelme gerek özellikle yüksek
faiz ve artan kredi, finansal fon ve özel yabancı sermaye akışı sonucu, ithalat
artışı kolaylıkla finanse edilebilir hale geldiği için cari işlemler açığı giderek
artmış ve daha yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, kriz öncesi, Ağustos
2008’de $49 milyar ile rekor bir düzeye ulaşmıştı. Fakat küresel kriz ve döviz
akışının, demek ki ithalat finansman kaynaklarının daralması ile dört ay
içinde $41.5 milyara düşmüştür. Bu düşmenin bir sebebi resesyonla birlikte
ve ondan da önce petrol, doğalgaz ve dış ticaret konusu malların fiyatlarının
düşmesidir. Diğer önemli sebep ise içeride tüketim ve yatırım harcamalarının
düşmüş olmasıdır. Daha doğru ifade ile, resesyon sonucu döviz kaynakları
(ihracat, özel yabancı sermaye ve kredi akımı) azalmış, bu nedenle ithalat
düşmüştür. Gerek ithalattaki bu düşme sonucu gerek iç talepte gerek dış
talepte (ihracatta) resesyonun etkisiyle azalma sonucu büyüme hızı, üretim ve
yatırımlar düşmüş, işsizlik ise artmıştır. İç talep ve ihracattaki azalma,
büyüme hızı ve yatırımların düşmesi ithalatı da azaltır veya şayet önce dış
faktörler sonucu döviz imkanları azalırsa, bu da ikinci safhada, ithalat gereği
karşılanmadığı için, üretim seviyesini (büyüme hızını) ve yatırımları düşürür.
72
2.3. RESESYONA KARŞI ALINAN TEDBİRLER ve
BU TEDBİRLERİN ELEŞTİRİLERİ
Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye küresel krizle karşılaşmadan
önce yanlış bir küreselleşme ve gelişme stratejisi izlemiş ve krize büyük bir
dış borç yükü ve yetersiz döiz rezervi seviyesiyle girmiştir. Uzun ve kısa
vadeli finans fonları akımını yüksek faiz ile aşırı özendirmemeli, buna
mukabil daha çok özel yabancı sermaye akımına ağırlık ve öncelik
vermeliydi. Bu suretle içeride üretimi ve istihdam artışını azami ölçüde teşvik
etmiş olurdu. Dolar ve döviz de aşırı ölçüde düşük değerlendirilmiş, TL. ise
yüksek değerlendirilmiş kalmazdı ve tarımda üretim ve istihdam çökmesi
vuku bulmazdı. Nitekim, Çin esas itibariyle özel finans fonları akımının değil,
özel yabancı sermaye akımının teşvikine dayanan bir küreselleşme stratejisi
izlemiş, imalat sanayii ve milli gelirdeki artış geniş ölçüde istihdam artışı
yaratmıştır. Artan üretimin ise bir kısmını iç tüketime bir kısmını ihracata ve
döviz rezervi birikimine yöneltmiştir.
Sosyal demokrat Lula da Silva döneminde Brezilya da piyasa
ekonomisi çerçevesinde, özel teşebbüs ve özel yabancı sermayeyi teşvik
etmiş, büyüme hızını fiyat istikrarı içinde yükseltmiş, döviz rezervlerini bir
ölçüde artırmış ve piyasa ekonomisi çerçevesi içinde sosyal tedbirleri
genişletmişti. Çin ve Brezilya küresel krizin incelenmesiyle ilgili olan
makalede daha ayrıntılı ele alınmıştır.
Türkiye’nin küresel krizin yol açtığı resesyonla kendi başına mücadele
etmek olanakları ise kriz öncesi uygulanan yanlış gelişme ve küreselleşme
stratejisi dolayısıyla çok kısıtlıdır. Çünkü, elinde döviz reservi olmadığına,
bunun üstüne önümüzdeki yıllarda döviz akımı azalacağına göre, iç talebi
canlandırmak üzere kamu harcamalarını ve yatırımlarını yükseltmek, özel
yatırımı ve özel tüketimi teşvik edici politikalar uygulamak imkanı çok azdır;
73
böyle bir program için yeterli finansman kaynakları mevcut değildir.
Unutulmamalıdır ki milli gelir, üretim, yatırım ve tüketimdeki artış, yatırım
ve tüketim malları, ihracata yönelen mallar da dahil olmak üzere, ithal girdiye
ihtiyaç gösterdiği için ithalat artışı kaçınılmaz olacaktır. Örneğin, kriz
öncesinde en çok ihracat yapan otomotiv sanayii, gerek komple araç ithali
gerek yüksek oranda parça (component) ithal gereği yüzünden yine en çok
ithalat yapan sektörler arasındaydı. Halbuki, küresel kriz dolayısıyla
Türkiye’ye giren döviz akışı daralmaktadır ve Merkez Bankası’nın elinde
kapsamlı bir program ile ekonomiyi canlandırmanın getireceği ithalat gereğini
finanse edebilecek döviz rezervi ve kaynağı bulunmamaktadır. Buna mukabil
örneğin, gerek Japonya gerek Çin resesyona karşı iç talebi canlandırmak
üzere büyük kamu yatırımı projelerine yönelebilmişlerdi. Çünkü bu iki
ülkenin de elinde daha önce birikmiş, çok büyük meblağlara varan döviz
rezervi mevcuttu. ABD ve İngiltere ise bu tür programları uygulamaya
koyarken paralarının rezerv döviz olarak kullanılmasının açtığı imkanlardan
faydalanmışlardır.
O halde, Türkiye’nin IMF’e müracaat ederek bir anlaşmaya varması
2009, 2010 ve en fazla 2011 yılı dış borç ve faiz ödemelerini aşacak, diyelim
ki $20-25 milyarlık ve 2 veya 3 yıllık bir anlaşma yapması tek çıkar yoldur.
Bu takdirde, özel yabancı sermaye akımı ve mevcut dış borç ve kredilerin
ödenmesini sağlayacak, ayni zamanda yenileme kredileri ve özel yabancı
sermaye giriş hacimlerindeki azalışlar da asgariye inmiş olacak, fark ise IMF
kredisi ile kapatılacaktır. 2009 yılında ekonominin 2008’den daha kötü
olacağı, düzelmenin muhtemelen 2010’a, ve daha büyük ihtimalle 2011’e
uzaması beklenmektedir.
Ne var ki, IMF, yapılacak olan stand-by anlaşması ile birlikte, mutlaka
malî disiplin şartları da öne sürecek, buna göre bütçe açıklarının artması değil,
azaltılması öngörülecektir. Bu nedenle de, anlaşıldığına göre, IMF anlaşması
74
29 Mart 2009’da yapılacak olan yerel seçimler yüzünden Türkiye tarafından
ertelenmektedir.
Bir hükümet yetkilisi ise IMF ile anlaşma yapılmadan dışarıda $4
milyarlık devlet tahvili satmak için zemin yoklamaya çalışmış, şüphesiz ki bu
teşebbüsünde başarılı olamamıştır.
IMF son aylara kadar G20 içinde Türkiye’yi krize (resesyona) karşı hiç
tedbir almayan ülke olarak göstermiştir. Aralık 15, 2008’de Washington
D.C.’de yapılan G20 toplantısına Türkiye de katılmış olmakla beraber, bu
toplantıda da aktif olmamıştır.
2 Nisan, 2009’da Londra’da yapılan G20 toplantısında ise küresel
finansal krizi ve resesyonu önleyebilecek köklü tedbirler tavsiye edilmiştir.
Bunlardan biri IMF’in malî imkânlarının $1.1 trilyon yükseltilmesidir. Bu
konuya küresel krizle ilgili incelememizle ayrıntısıyla değinilmiştir.
T.C. Merkez Bankası krizle beraber faiz hadlerini devamlı aşağı
çekmiştir. Yukarıda da değinildiği gibi, 17 Temmuz 2008’de T.C. Merkez
Bankası bir gecelik kredi faizi %16.75 idi. Krizden bu yana düşürülerek 19
Şubat 2009’da %11.5 olmuştur. Ayrıca mevduat karşılık oranları da
düşürülmüş bulunmaktadır. Her iki tedbir de doğru yöndedir; faizin
düşürülmesi hem bankalardan kredi alan sanayicilerin ve diğer
müteşebbislerin hem de kamunun kredi maliyetini düşürür; mevduat karşılık
oranının düşürülmesi ise bankaların kredi açmalarını kendi finans imkanları
bakımından kolaylaştırır. Ancak resesyonun önlenmesi için her iki tedbir de
yeterli olmayacaktır. Herşeyden önce TCMB’nın faizleri daha da düşürmesi
için imkan vardır. Krizden önce Türkiye’de faizlerin çok yüksek olması ve
aşırı ölçüde dış finans fonu ve kredi alınması yanlış bir strateji idi. Fakat kriz
esnasında ise faiz haddi, bu kere azalmış olan dış kredileri cezbetmek için
diğer ülkelere kıyasla yüksek tutulmalıdır. Diğer ülkelerdeki faizleri hesaba
75
kattığımızda Türkiye’de faizlerin daha da düşürülebilmesi için yeterli marj
olduğu görülecektir.
Diğer taraftan, Türk hükümeti Şubat 2009’da Rusya ile bir anlaşma
yaparak iki ülke arasındaki dış ticaretin bundan böyle Ruble-TL. ile
yürütülmesinde mutabakata varmıştır. Böylece iki ülke arasında $1 milyardan
başlayarak bugün $32 milyara ulaşan dış ticaret ve ilişki hacminin kısa süre
sonra $40, $50 milyara yükselmesi beklenmektedir. Ayrıca, TIR’ların Rusya
hududunda bekletilmemesi konusunda da anlaşma olmuştur. Yine, Rusya’nın
Türkiye’ye 15 yıl içinde $60 milyarlık elektrik enerjisi ihraç etmesi de ayrı bir
anlaşma konusunu teşkil etmiştir. Rusya ile yapılan tüm bu anlaşmalar da
doğrudur ve ekonomi üzerinde müspet etkiler yaratacaktır. Fakat başlıbaşına
bugünkü resesyon sorununu çözmeye yetmez.
Bu nedenlerledir ki, TÜSİAD ve diğer işadamları dernekleri krizden bu
yana devamlı olarak hükümeti biran önce tedbir almaya davet etmekte ve
küresel kriz ve resesyonun menfi etkilerinin ciddi olduğunu vurgulamaktadır.
Fakat, hükümet ise bir taraftan döviz rezervleri imkansızlığı bir taraftan IMF
ile anlaşma yapmaması dolayısıyla kesin ve tatmin edici bir program
sunamamaktadır. Çünkü, bugünkü döviz sıkışıklığı karşısında finansman
imkanlarının bulunabileceği bir teşvik programı $20, $10 milyar bir tarafa, $2
veya 3 milyarı ancak bulabilir; o dahi bütçeye ve ödemeler bilançosuna bir
yük getirir.
Bugüne kadar, TCMB’nın faiz ve mevduat karşılıkların indirimi
yanında, hükümet ise ekonominin resesyona sürüklenmesine karşı şu gibi
yetersiz veya etkin olmayan tedbirler getirmiştir:
- Banka kredi kartlarında emekliler için haczin kaldırılması. Bu 6
milyon kadar emekliyi memnun edebilecek bir tedbirdir, fakat bu
76
kere bankalar boş bırakılmaktadır. Bu konuya bankalarla ilgili
kısımda temas edilmişti.
- 18 Şubat 2009’da çıkan yasa ile firmaların işçi çıkarmamaları, buna
mukabil daha az süre işçi çalıştırmaları teşvik edilmiştir. İşçi
çalıştırmama süresi 3 aydan 6 aya çıkartılmış ve bu takdirde,
firmanın işçiyi çıkarmama garantisi vermesi şartıyla, maaşına
İşsizlik Fonundan yapılacak katkı (ödenecek miktar) %50
artırılmıştır. Böylece İşçi Fonuna bindirilen az bir yük ile
işsizlikteki artışın azaltılmasına çalışılmıştır. Mart ortasına kadar
birçok dev otomotiv firmaları dahil, 283 kadar şirket bu konuda
başvuruda bulunmuştur. Ancak aynı tarihe kadar 1500 kadar şirket
verilmiş, ödeme ise sadece 36 firmaya yapılabilmiştir (TİSK
verileri). Esasen bu doğrudan ekonomiyi canlandıracak bir tedbir
değil, asgari bir yük ile resesyonun işsizlik etkilerini geçici olarak
azaltmış gösterecek bir tedbirdir.
- Yine 18 Şubat 2009’da banka kredi kartı dolayısıyla emeklilerin
emekli maaşlarının haczedilmesi men edilmiştir. Bununla ilgili
bankaların zararını telâfi edecek bir fon oluşturulması ise söz
konusu edilmemiştir.
- Tekstil firmalarına Doğu’ya gittikleri takdirde teşvik verileceği
kararlaştırılmıştır. Tabii bugünkü küresel resesyon karşısında
Doğuda yeni bir fabrika kurmaya talip tekstil firması bulunursa,
veya bir firma İstanbul’daki vb. illerdeki fabrikasını söküp Doğuya
taşıyabilirse bu tedbir geçerli olacaktır. Kısaca, bu tedbirin
resesyonu önleyici, ciddi bir etkinliği yoktur.
Bunların dışında ise şu tedbirler alınmıştır:
77
- Eximbank kredileri $500 milyondan $1 milyara çıkartılmıştır. Bu
tedbir de doğru yöndedir fakat etkinliği zayıftır.
- GAP harcamaları da hükümet yetkilileri tarafından resesyona karşı
tedbirler arasında sayılmaktadır. Demek ki, GAP harcama yekûnu
bütçeye konulan ilk tahsisata kıyasla artırılmıştır. O halde, tedbir
GAP toplam harcama yekûnu ile değil, sadece artış kısmıyla kayıtlı
olmalıdır.
- Tarımda fındık ödemesi ve ayrıca kuraklık ödemesi yapılmıştır.
Yine bu ödemeler ilk bütçe tahsisatında olmadığı halde ve sonradan
konulduğu için hükümet yetkilileri tarafından resesyona karşı tedbir
ve bütçe ilavesi olarak zikredilmektedir. Fakat bu ödemelerin
esasen mevcut şartlar altında yapılması, bütçeye katılması gerekir.
Kaldı ki, tarım kesiminin içinde bulunduğu durum hesaba katılırsa,
tarımı canlandırmaktan uzak, tahsisî tedbirlerden ibarettir.
- Mahallî idarelerin bütçelerinin, harcama – özellikle yatırım
harcamaları – artışı için yükseltildiği zikredilmektedir. Bu tedbirin
seçim kampanyası maksadıyla mı, ekonomiyi canlandırmak
maksadıyla mı alındığı belli değildir.
- Ücretlerde SSK primi %5 indirilmiştir.
- Daha önce, bankacılık sektörüyle ilgili kısımda işaret edildiği gibi,
Merkez Bankası’nın mevduat karşılık oranlarının düşürülmesinin
piyasada TL 2.5 milyarlık bir genişleme yaratacağı tahmin
edilmektedir.
- Ayrıca kamu personel ve işçilerine kısıtlı ölçüde ücret ve maaş
iyileştirmeleri yapılmıştır.
78
Hükümet yetkilileri tüm bunların resesyona karşı program ve
canlandırma paketi olduğunu ileri sürmekte ve 2009 yılında bütçeye
getireceği yükün TL. 15.9 milyarı bulacağını ileri sürmektedirler, ki
bu rakam GSMH’nın %1.1’dir. Ancak sözkonusu kalemlerin bir
kısmı esasen normal zamanlarda da yapılması gerekli harcamalardır,
büyük bir kısmının ise seçim yatırımı mı, ekonomiyi canlandırma
paketi mi olduğu belirgin değildir. Kaldı ki, tüm bu tedbirlerin fiilen
ekonomiyi canlandırmaya yetmeyeceği açıkça görülmektedir.
Hükümet tekstil, otomotiv, demir-çelik, turizm ve müteahhitlik
(mesken inşaatı) sektörlerini vergi indirimleri, SSK primi
indirimleri,
Eximbank ihracat kredileri artışı yoluyla
desteklediklerini ileri sürmektedir. Fakat yine bu tedbirlerin
bahiskonusu sektörleri canlandırmakta çok yetersiz kaldığı
müşahade edilmektedir.
Buna karşı sanayiciler ise resesyona karşı hükümetten aşağıdaki
tedbirlerin alınmasını istemektedirler (ISD Dergisi, Şubat 2009).
Sanayicilerin talep ettikleri tedbirler makul gözükmektedir. Sanayiciler
önemli tedbir olarak şunları talep etmektedirler:
- Birinci alınması gereken tedbir IMF ile anlaşmanın bir an önce
yapılmasıdır.
- İkincisi, kamu bütçesi disiplini ve kamu bütçesinde şeffaflığın
sağlanması, aynı zamanda KİT’lerin yeniden düzenlenmesidir.
Sanayiciler ayrıca şu gibi ek tedbirler talep etmektedirler:
- Faiz haddi hâlâ yüksektir ve indirilmelidir.
79
- Hükümet sanayi maliyetine devamlı bindirilen yeni vergi ve
zamlardan kaçınılmalıdır.
- Esnek 2003 Çalışma Kanununa biran önce geçilmelidir.
- Elektrik fiyatları,
indirilmelidir.
dünya
ile
kıyaslandığında
yüksektir
ve
- SSK’nın %5 indirimi yetersiz bulunmaktadır.
- BOTAŞ’ın özel sektör borçları için teminat mektubu istemesinden
vazgeçilmelidir.
- Ayrıca yatırım makineleri imalatçıları ise ithalat yerine iç piyasadan
makine kullanımının özendirilmesini istemektedirler. Bu tedbirin
dış ticaret serbestisi ve WTO ilkeleri ile nasıl bağdaştırılabileceği
daha iyi düşünülmelidir. Kaldı ki döviz fiyatının giderek
yükselmesi esasen böyle bir eğilimi kendiliğinden yaratacaktır.
- Fakat makul olan bir başka tedbir teklifi “Leasing”li makine
kullanımında KDV indirimi yapmak, bu yönden iç talebi
oluşturmak ve ithalatı azaltmaktır.
2009 Şubat sonuna doğru hükümet bir tedbir daha üzerinde
çalıştığını beyan etmiştir. 6 milyon işçi ve emekliye 200 ile 500 TL
arasında, belirli bir tarihe kadar sarfedilmesi gerekli çek
dağıtılacaktır. Bu da halka kömür dağıtımı, buzdolabı dağıtımı gibi,
daha ziyade seçim kampanyasının bir parçası olduğu izlenimi
vermektedir. Toplam 1 milyar TL. özel kriz kredisi destek
programı başlatılmıştır. Hükümetin ayrıca özellikle Doğu ve
Güneydoğu başta olmak üzere 4 bölgeye yatırım teşviki getireceği,
80
ayrıca bazı sektörlerde yatırımların da teşvik edileceği bir program
hazırlamakta olduğu anlaşılmaktadır.
Muhalefet partisi olarak CHP ise 24 Şubat 2009’da, hükümetin talebi
üzerine bir tedbir paketi sunmuştur. Pakette şu maddeleri yer almaktadır:
- Otomobil ve dayanıklı tüketim mallarında geçici olarak, 6 ay
süreyle KDV’nin kaldırılması.
- TL’nin aşırı değerlenmesinin önlenmesi. Maliye politikasında
makul alanlarla gevşemeler sağlanması.
- Kredi garanti fonu oluşturulması, bundan yararlanacak firmalara
işçi çıkartmama garantisi getirilmesi.
- Sigorta primlerinin ve ücretli üzerindeki vergi yükleri, stopaj dahil,
10 puan aşağı indirilmesi.
- İşsizlik Fonu’nun imkanlarının işsizlikle mücadele için
kullanılması. Kredi kartı ile konut kredisi borçlarının yeniden
yapılandırılması, borçların 2 yıla uzatılıp, eşit taksitlerle ödenmesi.
- 2009 bütçesinin gerçekçi rakamlarla revize edilmesi.
- Kamu altyapı yatırımlarına yönelik ödenekleri artırılması. Çünkü
kamu alt-yapı yatırımı, işsizlikle mücadele için temel ihtiyaç olarak
kabul edilmektedir.
CHP’nin program teklif etmesi doğrudan hükümet tarafından talep
edilmiş olduğu halde, hükümet bu teklifleri hesaba katmayacağını derhal
beyan etmiştir. Aslında CHP programının en önemli eksikliğiise – aynen
81
hükümetin de yaptığı gibi – IMF ile anlaşma gereğinin zikredilmemiş
olmasıdır.
Hükümetin IMF’in sakıncalı bulduğu şartları ise gazetelerde çıkan
haberlere göre (Vatan, 26 Şubat 2009) 1- Gelir İdaresi’nin özerk olması, 2Nereden buldun diye sorulması. 3- Yerel yönetimlerin gelirinin kısılmasıdır.
Eğer haber doğru ise bu şartlar kabul edilemez diye reddedilmesi bir tarafa,
çok makul şartlar olarak görünmektedir. Fakat tedbirler 29 Mart 2009
belediye seçimleri için kontrolsüz yapılması düşünülen harcama artışlarını
önleyecek, diğer taraftan hükümeti yolsuzluklarla mücadeleye zorlayacak
niteliktedir.
Bu kere Hükümet, Mart 16, 2009’da, ekonomiyi canlandırmak üzere,
TL 5.5 milyara ulaşacağını tahmin ettiği, yeni bir paket açmıştır. Pakette
başlıca şu maddeler bulunmaktadır:
- Otomotivde 1600 cm3’den küçük arabalarda halen %37 olan
ÖTV’nin (Özel Tüketim Vergisinin) %1’e, 1600 cm3’den fazla
olanlarda %60’ı bulan ÖTV’nin çok daha oranlarda ve önümüzdeki
üç ay için indirilmesi. Yine minibüste, ticari araçlarda kamyonda da
esasen düşük olan ÖTV’nin biraz daha düşürülmesi;
motosikletlerde de bir ölçüde ÖTV indirimi yapılması.
- Beyaz eşyada sıfırlaması ve elektronikte %6.7 olan ÖTV yine aynı
süreyle düşürülecek veya sıfırlanması.
- 150 m2 üzerindeki yeni konut satışlarında KDV’nin üç ay süre için
%18’den %8’e indirilmesi. 150 m2’de küçük konutlarda ise KDV
esasen %1’dir.
82
Bu maddelerden çoğunun aslında Baykal tarafından yapılan önerilerin
içinde bulunduğu ve fakat ilk ağızda Hükümet tarafından reddedilmiş olduğu
ilginçtir. Bu tedbirlerin açıklanmasını izleyerek, 19 Mart 2009’da Baykal
sürenin üç aydan altı aya çıkartılmasını, tarım kesimi ve çiftçi için de bir
paket hazırlanmasını önermiştir.
Öneriler otomotiv fiyatlarında önemli bir düşme yaratmış ve gerek
otomotiv gerek beyaz eşya ve elektronikte satışlar artmıştır. Fakat tedbirler
çok kısa ömürlüdür, süre uzatılmadığı takdirde üretimi teşvikten ziyade elde
mevcut bulunan stok fazlalarının satışına yarayabilir. Konuttaki vergi
indirimi ise konuttaki satışların %95’i 150 m2 altındaki konutlar olduğu için
fiilen fazla bir fayda sağlamayacaktır. Kısaca tedbirler yanlış yolda
olmamakla beraber gerek hacim gerek tanılan süre itibariyle yetersizdir.
Çünkü resesyonun etkileri üç aylık olmaktan çok uzak gözükmektedir. Fakat
IMF ile henüz anlaşma yapmamış ve döviz rezervi ve geliri sorunu içinde
olduğumuz için daha etkin bir paketin döviz finansmanını sağlamak mümkün
değildi. Hükümet ileride IMF ile anlaşmaya varılabileceği yolunda
beyanlarda bulunmaya başlamıştır.
Diğer taraftan, Mart ayında açıklandığına göre bütçe 2009’un ilk iki
ayında yılın tamamı için tahmin edilen açık rakama ulaşmış gözükmektedir.
Bütçe açığındaki bu rekor artış resesyon dolayısıyla vergi gelirlerinin
tahminlerin çok gerisinde kalması ve faiz giderleri artışı yanında seçim
dolayısıyla yapılan harcamalardan doğmuştur. 2008 Şubat ayında bütçe TL
1.021 milyon fazla vermişti; 2009 Şubat ayında ise TL 7.393 milyon açık
göstermiştir.
Mart ayında ve henüz seçimler başlamadan önce bu kere T.C. Ziraat
Bankası çiftçiye geniş imkânlar, düşük faizli kredi sağlayan bir paket
yürürlüğe koymuştur.
83
Diğer taraftan, Mart ayında açıklandığına göre, bütçe 2009’un ilk iki
ayında yılın tamamı için tahmin edilen açık rakamına ulaşmıştır. Bütçe
açığındaki bu rekor artış resesyon dolayısıyla vergi gelirlerinin tahminlerin
çok gerisinde kalması yanında seçim dolayısıyla yapılan harcamalardan
doğmuştur. 2008 Şubat ayında bütçe TL 1.021 milyon fazla vermişti; 2009
Şubat ayında ise TL 7.393 milyon açık göstermiştir.
Görüldüğü gibi, küresel finansal kriz ve resesyon dolayısıyla Türk
ekonomisinin resesyona girmesi karşısında hükümetin alması gerekli
tedbirlerin başında IMF ile anlaşma yapmak gelmektedir. Bununla birlikte
olarak ise esasen malî disiplin de gelecektir. Bu suretle şüphesiz ki büyüme
hızı yükselmeyecek, fakat büyüme hızındaki düşme azalacaktır. Kriz diyelim
ki, 2011 yılında bittiğinde ise ihracat ve özel yabancı sermaye akımı yeniden
canlanacaktır.
Nitekim, genel seçimlerden hemen sonra IMF ile müzakereler yeniden
başlatılmıştır. Fakat bu kere Türkiye’nin yeni azami limiti olan $40 milyar
talep edilmiştir. Daha sonra kesin anlaşmanın Mayıs ayında olacağı ifade
edilmiştir.
84
KAYNAKÇA
(Meslekî gazete ve meslekî dergiler dışında)
BHAGWATI, Jagdish N. (2004) In Defense of Globalization, Oxford
University Press, New York. Straus and Giroux, New York.
BİROL, Özlen H. (2001) Çağdaş Makroekonomik Okullar (bastırılmamış
doktora tezi), İ.Ü. İktisat Fakültesi.
_____ (2005) “An Evaluation of Modern Macroeconomic Schols”, Marmara
Univ., İİBF Dergisi, Cilt XX, sayı 1.
CHEN, Shaohva ve RAVALLION, Martin (2004) “How Have the World’s
Poorest Fared Since the Early 1980s?”, World Bank Development Indicators.
DPT, Yıllık Programlar (2001 yılından bu yana).
FRIEDMAN, Thomas L. (2006) The World is Flat, Farrar, Straus and Giroux,
New York.
HİÇ, Mükerrem (1994) Para Teorisi ve Politikası, Filiz Kitabevi, İstanbul.
_____ (2001) “Ellili Yıllardan Günümüze Kalkınma Ekonomisi”, İ.Ü., İktisat
Fakültesi Dergisi, Cilt 51, no.2.
KRUGMAN, Paul, xtra-newsweek.com.
RODRIK, Dani (1999), The New Global Economy and Developing Countries:
Making Openness Work,Overseas Development Council, Washington D.C.,
Policy Essay No.24, John Hopkins, Univ. Press.
85
SALA-İ MARTIN, Xavier (2002), The World Distribution of Income, NBER
Working Paper, No. W 8904, Nisan.
STIGLITZ, Joseph E. (2003),
W.W.Worton Co., New York.
Globalization
and
Its
Discontents,
TOYE, John (1993), Dilemmas of Development, Oxford, UK ve Cambridge,
Blackwell, USA.
UN Statistics Division (2006), National Accounts Database, through the
internet.
UNCTAD (2007), World Investment Report, through the internet.

Benzer belgeler