Albert Camus İLK ADAM

Transkript

Albert Camus İLK ADAM
Albert Camus
İLK ADAM
özelbil
Türkçesi TAHSİN YÜCEL
CAN YAYINLARI LDT. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No. 2. 80060 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0-212)
252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 33
Özgün adı Le premier homme
ISBN 975-510-602-2 © Ğdition Gallimard / Onk Ajans Ltd. / Can
Yayınlan Ltd. Şti. (1994)
SUNUŞ
Albert Camus, İlk Adam üzerinde çalıştığı sıralarda, notları
arasına, "Kitap bitmemiş olmalı", diye yazıyor, bitme- mişlik
konusunda bir de örnek veriyordu: "Ve kendisini Fransa’ya getiren
vapurda..." Koca bir romanı askıda bırakan bir yarım tümce! 4
Ocak I960’ta korkunç bir araba kazası yaşamına son verirken,
yanında taşıdığı romanını da "bitmemiş" durumda bıraktı. Üstelik,
düşündüğünden çok daha "bitmemiş durumda". Öyle ya, bitirilmiş
yapıtlarına bakılarak bir yargıya varılabilirse, Camus’nün aradığı
bitmemişlik böyle bir bitmemişlik olamazdı. Her şey söylenecek,
ama, yapıt bitmemiş bir tümceyle bitirilerek, örneğin Gide’in
Kalpazanlarının ya da kendi yapıtı Düşüş’ün sonunda olduğu gibi,
biçimsel bir bitmemişlik, bir açıklık izlenimi yaratılacaktı. Oysa,
beklenmedik ölüm, İlk Adam’ı bir "açık yapıt" a dönüştürüyor: her
anlatı gibi onun da bir sonu var, ama bu kesin bir son olarak
düşünemiyorsunuz, düşünseniz bile, başka herhangi bir sondan
daha geçerli olduğunu kesinlemeyi göze alamıyorsunuz.
Gene de, hele bir arada düşünüldükleri zaman, "açık yapıt"
kavramının da, "bitmemiş yapıt" kavramının da görel niteliğini
vurgulamak gerekir. İlk Adam Camus’nün ölümünden hemen sonra,
bitmiş bir yapıt diye sunulabilir, okur da, başarılı ya da başarısız,
ama bitmiş bir yapıt olarak değerlendirebilirdi: yazarları ya da
yayımcılarınca "bitmiş" diye sunulan, ama çok daha "bitmemiş"
yapıtlar vardır. Aynı okur, aynı biçimde, "kapab", yani başı sonu
belli bir anlatı olarak da değerlendirebilirdi İlk Adatn’ı: ne de olsa,
İlk Adam da her anlatı gibi belirli bir süre içinde, belirli bir çevrede,
belirli insanların öyküsünü anlatıyordu, başı da, sonu da vardı.
Öyle
5
anlaşılıyor ki, tam otuz dört yıl süresince, Camus’nün kalıtçılarını ve dostlarını bu yapıtı okur önüne çıkarmaktan alıkoyan da
bu olmuştu: "hızlı bir yazıyla, kalemin akışınca yazılmış",
yazıldıktan sonra da hiç mi hiç üzerinde çalışılmamıştı, ama
onlar, haklı olarak, "sonuçlanmış” bir yapıt gibi algılanır diye
korkuyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, yapıtın özyaşam
öyküse 1 niteliği de bu olasılığı güçlcndirmektcydi. Kısacası,
"açıklık", hatta "bitmemişlik" İlk Adam*m içkin nitelikleri değil:
anlatının başına konulan "Yayıncının notu", özellikle de arkasına
konulmuş "Ekler" kazandırmakta ona bu nitelikleri, yapılmış
olanla yapılmak istenen, daha doğrusu yapılmak istenenler
arasındaki uzaklık, daha doğrusu uzaklıklar kazandırmakta.
Ne olursa olsun, gerek elimizdeki bölümler, gerek taslaklar
ve notlar, Albert Camus’nün İlk Adam'm amacı, kapsamı, yapısı
ve erimi konusunda kesin bir karara varmamış olduğunu
gösteriyor bize. Bu da elimizdeki anlatının aynı zamanda birkaç
"olası" romanın kaynağını oluşturduğunu kanıtlıyor.
İsterseniz, bu olası romanların başlıcalarım ana çizgileriyle
belirlemeye çalışalım:
1. Bir aile romanı. Camus, notlarının bir yerinde, "Bu
yoksul aileyi yoksulların yazgısından, iz bırakmadan tarihten
silinmek olan yazgısından kurtarmak" istediğini vurgular, bir
başka yerinde, "Burada aynı kanla ve tüm farklılıklarla bağlı bir
çiftin öyküsünü yazmak istiyorum", diyerek özellikle "anne" ile
"oğul" ilişkisi üzerinde yoğunlaşan bir aile romanına varmak
istediğini sezdirir; bir başka yerinde de "Kısaca sevdiklerimden
sözedeceğim, yalnız bundan", diye kesip atarken, romanın
sınırlarını genişletir gibi görünürse de çocukluk ve gençlik
döneminin insanlarının yüreğinde nasıl bir yer tuttuğunu
bildiğimiz için, gene aynı çevrede kalacağını düşünürüz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, elimizdeki bölümler de destekler
bu varsayımı: İlk Adam, birtakım değişikliklere karşın, öncelikle
bir özyaşamöyküsüdür, bir yandan ailenin
6
(annenin, büyükannenin, kardeşin, dayının, akrabaların), bir yandan
romanın baş kişisi ve gizli anlatıcısı Jacques’m yaşamının bir başka
ortamını oluşturan sokağı, okulu, öğretmenleri ve arkadaşları
kapsar.
2. Bir yetişim romanı. Anlatı, elimizdeki biçimiyle, daha çok
Jacques’m çocukluk ve ilk gençlik dönemini yansıtır. Ancak. bu
dönemlerin bize sonradan, kırkına ulaşmış kahramanın anımsadığı
biçimiyle yansıdığını bildiğimiz gibi, aynı kahramanın başka
serüvenlerini de biliriz: en azından notların gösterdiği kadarıyla,
başarılı bir insan olmuştur, Fransa’da direnişe katılmıştır, çok
kadınlarla düşüp kalkmıştır, vb. Ama, gene notların gösterdiği
kadarıyla, romanın olası sonlarının büyük çoğunluğu annenin
yanma dönüş ve anneye açılma biçiminde belirdiğine, yani, çoğu
halk masallarında gördüğümüz gibi, tüm öykü dairesel bir yolculuk
ve yolculuğun sonunda, daha başlangıçta gözümüzün önünde
ışıldayan bir gerçeğin en sonunda bulgulanması olarak
tanımlandığına göre, îlk Adarn’ı bir yetişim serüveni olarak da
değerlendirmek hiç de yanlış olmaz.
3. Babanın romanı. îlk Adam hep annenin çevresinde döner,
altı olası sondan dördü de anneye dönüşle noktalanır, ama, ne denli
çelişkin görünürse görünsün, daha kurgusunda ("Babasının
mezarının başmda, zamanın parçalandığım duyumsadığı zaman - bu
yeni zaman düzeni kitabın zaman düzenidir".) ve ana bölümlerinin
adlandırılmasında bile (birinci bölüm Babayı arayış, ikinci bölüm
Oğııl ya da İlk adam adını taşır), bir başka kişinin: "baba"nm romanı
olarak belirir aynı zamanda, en azından babanın aramşının romanı
olarak belirir. Baba, daha Jacques Cormer/nin doğduğu yıl savaş
alanında ölmüş, o da onun yokluğunu uzun yıllar süresince
duymamıştır. Ama, biraz da annesinin gönlünü hoş etmek için,
Saint-Brieuc’e, mezarını görmeye gittikten sonra, babanın
eksikliğini yaşamın eksikliği olarak algılamaya başlar. îsn az kırk
yıl geriden, babasının yaşamını ve kimliğini araştırıp yeniden
kurmaya çalışır. Hiç kuşkusuz, bu kurgu
7
yalnız babasının kimliğini değil, bir ölçüde kendi yaşamını da
temellendirecektir. Bu arayışın romanının sonunu Albert , Camus
şöyle düşünür: "Son. Oğlunu Saint-Brieuc’e götürür. Küçük
alanda karşı karşıya dikilmişlerdir. Nasıl yaşıyorsun? der oğul.
Ne? Evet, sen kimsin, vb. (Mutlu) çevresinde ölümün gölgesinin
yoğunlaştığını duydu", r
4. Cezayir’in romanı. İlk Adam bir anlamda Yitik zamanın
ardında'nın karşıtı olarak nitelenebilir. //A - Adam'm anlatıcısı,
“Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur", der. Yoksullar,
’’yorgunlukların ağırlığı altında", daha çabuk unuturlar, yaşama
katlanabilmeleri için de fazla iyi anımsamamaları, günü gününe
yaşamaları gerekir. Üstelik, Jacques’in "yeniden bulma"ya ya da
"yeniden kurma‘‘ya çalıştığı yaşam bir yoksulun kırk yıl önce
noktalanmış yaşamıdır. Hem de bu adam hiçbir yerde uzun süre
kalmamış, hiçbir zaman konuşkan bir insan olmamıştır. Şimdi
Jacques’a ona ilişkin bilgi verebilecek başlıca kişiler (annesiyle
dayısı) de yarı dilsizdir. Böylece, babası konusunda bilgi toplamak
umuduyla gittiği Mondovi’den dönerken, Jacques babası ”bu
köyün ve bu ovanın adsız tarihinde" eriyormuş gibi bir izlenime
kapılır. Gene de, Mondovi’deki yaşlı hekimle Veillard’dan
Fransızlar’ın Cezayir topraklarına yerleşmesinin ayrıntılarını
dinledikten, yaşb hekimle birlikte, adsız kişilerin yattığı mezarlığı
gezdikten sonra, babası konusunda en çok bilgiyi burada
topladığına inanır. Bir başka deyişle, babasının öyküsünü tüm
yerleşimin ve yerleşimi gerçekleştiren halk kökenli insanların,
giderek tüm Cezayir’in öyküsüyle özdeşleştirir. Bu "unutuş toprağTnda, herkes "ilk adam"dır; babası da, kendisi de "ilk adam"dır.
Böylece, kahramanın yaşamı bir yandan babasının, bir yandan da
Fransız’ı ve Arab’ıyla tüm ülkeyle ve tüm ülkenin yüz yıllık
tarihiyle bütünleşerek dev boyutlara ulaşır.
5. Cezayir bağımsızlık savaşının romanı. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, 1960 yılında, hem de konu böyle bir açılıma
ulaştıktan sonra, Albert Camus gibi hem güncel olaylara fazlasıyla
duyarlı, hem de doğup büyüdüğü ülkeye tutkun bir ya-
zarın Cezayir’in uzun bağımsızlık savaşını bir yana bırakması
düşünülebilecek bir şey değildir. Bırakmaz da. Hem romanın yazılmış
bölümlerinde bu direnişin izlerini buluruz, hem de hazırlık notları
Camus’nün bu direnişe çok geniş bir yer vermek eğiliminde olduğunu
gösterir. Örneğin Saddok’la konuşmalar, örneğin bir direnişçiyi
barındırma nedeniyle tutuklanma. örneğin işkenceci subaya yapılan
ilginç uyarı yazılması düşünülmüş oluntulardan yalnızca birkaçı.
Romanın tasarlanmış sonlarından biri de bu direnişle ilgilidir:
"Toprağı geri verin, hiç kimsenin olmayan toprağı. Satılacak da,
satınah- nacak da olmayan toprağı".
Hiç kuşkusuz, daha başka gelişmelerden, daha başka sonlardan
da sözedilebilir. Örneğin "Aynı zamanda dünyanın sonunun öyküsü
olmalı bu - içinden şu ışık yıllarının özlemi geçen", derken, Albert
Camus’nün romanına bir başka boyut vermek istediği düşünülebilir.
Bu yönelimlerin yalnızca biri üzerinde yoğunlaşacağı da, birkaçını ya
da hepsini birlikte götüreceği de tasarlanabilir. Öte yandan, İlk
Adam'ın, bitirilmiş olması durumunda, Camus’nün tasarladığı
birbirinden ilginç kurguların hangisiyle biçimleneceğini kestirmeye
çalışabilir, kurguya göre tutacağı yönlerin düşüne dalabiliriz. Ama,
doğrusunu söylemek gerekirse, İlk Adam, her şeyden önce, Albert
Camus’nün hem kendi kendine, hem bizlere verdiği bir sözü yerine
getirme girişimi olarak etkiliyor beni.
Albert Camus, ölümünden topu topu iki yıl önce, Tersi ve Yüzü’ye
yazdığı "Önsöz'”de, "Bir dil kurma, söylenleri yaşatma yolunda bunca
çabaya karşın, günün birinde Tersi ve Yüzücü yeniden yazmayı
başaramazsam, hiçbir şeye ulaşmamış olacağım. İşte benim bulanık katum.
Ne olursa olsun, bunu başaracağımı düşlememe, bu yapıtın odağına bir
annenin hayranlık verici sessizliğini, bir adamın da bu sessizliği dengeleyen
bir adalet ya da aşkı yeniden bulma çabasını koyacağımı kurmama hiçbir
şey engel değil", diyordu. İlk Adam, Catherine Conner/nin "hayranlık
verici sessizliği" çevresinde, işte bu izlenceyi gerçekleştirme yolunda
bir çaba olarak beliri-
9
yor.
Zamansız bir ölümün bu çabanın sonuçlanmasına izin
vermemiş olmaması, İlk Adam'a ilgimizi azaltmıyor, tam tersine,
artırıyor.
TAHSİN YÜCEL
10
Yayımcının açıklaması
Bugün İlk Adam’r yayımlıyonız. Albert Camus’nün ölümünden
önce üzerinde çalışmakta olduğu yapıt söz konusu. Elyazması, 4 Ocak
1960’ta, çantasında bulunmuştu. Kimi zaman noktasız virgiilsüz,
okunması zor, hiç yeniden ele alınmamış, hızlı bir yazıyla, kalemin
akışınca yazıtmış 144 sayfadan oluşmakta (Bakınız metin içinde, 10,
49, 109 ve 233’cü sayfalardaki tıpkı basımlar).
Bu metni elyazmasından ve Francine Camus’nün yaptığı ilk
daktilo edilmiş biçiminden yola çıkarak düzenledik. Anlatının iyi
anlaşılabilmesi için, noktalama yeniden düzenlendi. Doğru okunduğu
kuşkulu sözcükler köşeli ayraç içine alındı. Okunamayan sözcükler ya
da tümce parçalan köşeli ayraç içinde bir boşlukla. Sayfa altında,
üstte belirtilmiş değişkeler yıldız belirtkesiyle, sayfa kıyısındaki
eklemeler bir haıfle, yayımcının açıklamalanysa, bir rakamla
gösterilmektedir.
Ekte (I’den Ve dek numaraladığımız "yapraklar"ı bulacaksınız.
Bunların kimileri elyazmasının arasında (yaprak I bölüm 4’ten,
yaprak II bölüm 6-2’den önce) yer almaktaydı, ötekiler (III, IV ve V)
elyazmasının sonuna konulmuştu.
Yazarın yapıtına nasıl bir gelişim vermek istediğini okuntu
sezinlemesini sağlayan İlk Adam (Not ve planlar) diye ad- landmlmış
olan defter, spiralli ve kareli bit küçük defter, sonuna eklendi.
İlk Adam okunduğu zaman, Camus’nün Nobel ödülü ertesinde
ilkokul öğretmeni Louis Germain’e yolladığı mektupla Louis
Germain’in kendisine yazdığı mektubu eklememizin nedeni
anlaşılacaktır.
Bize cömert ve sürekli bir biçimde sağladıkları yardım için
burada Odette Diagtıe Creach, Roger Grenier ve Robert Gallimard’a
teşekkür borçluyoruz.
Catherine Camus
/
11
BABAYI ARAYIŞ
Aracı: Vve Camus Bu kitabı hiç okuyamayacak
olan sana.8
Taşlı bir yolda ilerleyen küçük arabanın yukarısında,
kocaman ve yoğun bulutlar alacakaranlıkta doğuya doğru
koşmaktaydı. Üç gün önce, Atlantik’in üzerinde kabarıp batı
yelini beklemişler, derken, önce ağır ağır, sonra gittikçe daha
hızlı, sarsılmış, dosdoğru anakaraya yönelerek sonbaharın
yakamozlu suları üzerinden uçmuş, Fas sırtlarında tiftiklenip
dağümışb, Cezayir’in yüksek yaylalarında sürüler biçiminde
yeniden toplanmışlardı, şimdi de, Tunus sınırına yaklaşırken,
yokolup gitmek üzere Tiren denizine ulaşmaya çabalıyorlardı.
Bu adsız ülkenin üzerinden bin yıllar boyunca imparatorlukların
ve halkların geçtiğinden azıcık daha hızlı geçerek, kuzeyde
devingen denizin, güneyde kumların donmuş dalgalarının
koruduğu bu bir tür uçsuz bucaksız adanın üzerinden binlerce
kilometrelik bir koşudan sonra, atılışları gücünü yitiriyor ve
kimileri şimdiden iri ve seyrek yağmur damlaları biçiminde
eriyor, damlalar dört yolcunun üzerindeki bez körüğün üzerinde
çıtırdamaya başlıyordu.
Araba oldukça iyi çizilmiş, ama ancak oturmuş yolun
üstünde gıcırdıyordu. Zaman zaman, demirli tekerlek
çemberinin ya da bir atın toynağının altından bir kıvılcım
fışkırıyor, bir çakmaktaşı gelip arabanın
a. (yerbilimsel adsızlık eklenecek. Kara ve deniz.)
b. Solferino.
tahtasına çarpıyor ya da, tersine, duyulur duyulmaz bir sesle,
hendeğin yumuşak toprağına gömülüyordu. Bu arada iki
küçük at düzenli bir biçimde ilerliyor, ev eşyası yüklü, ağır
arabayı çekmek için göğüsleri ileride, arada bir şöyle bir
sendeliyor, farklı tırıslarıyla yolu durmamacasına geriye
atıyorlardı. Bazı bazı ikisinden biri burun deliklerinden
havayı gürültüyle püskürtüyor, koşusu bozuluyordu. O
zaman, arabayı süren Arap eskimiş* dizginlerin kayışını
sırtında şaklatıyor, hayvan da güzelce eski uyumuna
dönüyordu.
Ön sırada, sürücünün yanında oturan adam, yüzünden
hiçbir şey sezilmeyen, otuz yaşlarında bir Fransız, altında
devinen iki sağrıya bakıyordu. Yapılı, tıknaz, uzun yüzlü,
geniş ve köşeli alınlı, sert çeneli, açık renk gözlü bir adamdı,
mevsimin ilerlemiş olmasına karşın, dönemin modasma göre,
kalın bezden yapılmış, yakadan kapalı, üç düğmeli bir ceket
giymiş, kısa kesilmiş saçlarının üzerine hafif bir kasket*
geçirmişti6. Yağmurun üzerlerinden akmaya başladığı anda,
arabanın içine doğru döndü: "İyi misin?" diye seslendi.
Birincisiyle eski bavullar ve ev eşyaları yığını arasına
sıkışmış ikinci bir sıranın üstünde, yoksul bir biçimde
giyinmiş, ama kaba yünden bir büyük şala sarınmış bir kadın
hafiften gülümsedi. Belirsiz bir özür dileme devinisiyle,
"Evet, evet", dedi. Dört yaşında bir küçük oğlan kendisine
yaslanmış uyuyordu. Yumuşak ve düzenli bir yüzü, dalgalı
ve kara İspanyol saçları, küçük, düz bir burnu, güzel ve sıcak
kahverengi gözleri vardı. Ama bu yüzde birşeyler
şaşırtıyordu insanı. Yorgun-
* Kullanılmaktan çatlak çatlak.
a. yoksa bir tür melon mu?
b. ayaklannda kaba kunduralar.
16
luğun ya da buna benzer herhangi bir şeyin yüz çizgileri
üzerine geçici olarak yazdığı bir tür maske değildi bu, hayır,
kimi günahsızların sürekli olarak taşıdıkları türden, bir
uzaklık, bir tatlı dalgınlık havasıydı daha çok, ama burada
gizliden gizliye yüz çizgilerinin güzelliğinin yüzeyine
gelmekteydi. Bazı bazı da bakışın öylesine çarpıcı iyiliğine
bir nedensiz korku ışıltısı karışıp hemen sonra sönüyordu.
Şimdiden çalışmaktan bozulmuş ve eklem yerleri biraz
boğumlanmış elinin ayasıyla usulca kocasının sırtına
vuruyor, "İyiyim, iyiyim", diyordu. Birden gülümsemeyi
keserek körüğün altından üstündeki su birikintilerinin
ışıldamaya başladığı yola baktı.
Adam baldır üzerinde daralan geniş pantalonuyla
kalınlaşmış, sarı bağcıklı sangının altında sessiz sessiz
oturan Arap’tan yana döndü. "Daha uzak mı?" Arap
kocaman, ak bıyıklarının altından güldü. "Sekiz kilometre
daha gittik mi geldin demektir." Adam geriye döndü,
gülümsemeden, ama dikkatle karısına baktı. Gözlerini
yoldan ayırmamıştı. "Dizginleri bana ver, dedi adam. - Nasıl
istersen", dedi Arap. Dizginleri ona bıraktı, yaşlı adam
altından bıraktığı yere doğru kayarken, adam üzerinden
geçti. Dizginlerin kayışını iki kez şaklatarak atlara egemen
oldu, tırıslarını düzeltip daha doğru çekmeye başladılar
birden. "Attan anlıyorsun", dedi Arap. Yanıt geldi, kısa,
gülümsemeden: "E- vet".
Işık azalmıştı, birden gece ortalığa yerleşiverdi. Arap
soluna konulmuş dört köşe feneri sürgüsünden çekti, dibe
doğru döndü, içindeki mumu yakmak için birkaç kibrit
harcadı. Sonra feneri yerine koydu. Yağ- mur şimdi
yumuşak ve düzenli bir biçimde yağıyordu.
İlk Adam
17/2
Lambanın zayıf ışığında pırıldıyor ve, tüm çevrede, kesintisiz karanlığı hafif bir hışırtıyla dolduruyordu. Zaman
zaman, araba dikenli fundalar boyunca ilerliyordu; birkaç
saniye süresince hafiften aydınlanan kısa ağaçlar. Ama,
geri kalan zamanda, karanlığın daha da genişlettiği boş bir
uzam ortasında yol alıyordu. Yalnızca yanmış ot kokulan
ya da ağır bir gübre kokusu, bazı bazı ekili topraklar
arasından gidildiğini düşün- dürtüyordu. Sürücünün
arkasında kadın konuştu, o da atlarını biraz tutup geriye
doğru eğildi. "Hiç kimse yok, diye yineledi kadın.
-Korkuyor musun? -Ne dedin?" Adam tümcesini yineledi,
ama bu kez bağırarak konuştu. "Yok, yok, senin yanında
korkmam.” Ama kaygılı görünüyordu. "Ağrıyor mu? Biraz." Adam atlarını hızlandırdı, ve yalnızca izleri ezen
tekerleklerin ve yolu döven nalların kaba gürültüsü
doldurdu yeniden geceyi.
1913 güzünde bir geceydi. Yolcular iki saat önce
Böne garından yola çıkmışlardı. Sert üçüncü mevki sıraları
üzerinde bir gece bir gündüzlük bir yolculuktan sonra
Cezayir’den gelmişlerdi buraya. Arabayı ve yirmi
kilometre içerilerde, küçük bir köyün yakınında bulunan
bir çiftliğe götürmek üzere kendilerini bekleyen Arab’ı
garda bulmuşlardı, adam bu çiftliğin yönetimini alacaktı.
Sandıkların yüklenmesi ve birkaç iş zaman almıştı, yolun
kötülüğü daha da geciktirmişti onları. Arap, yoldaşının
kaygısını anlıyormuş gibi, "Korkmayın, dedi. Buralarda
haydut yoktur. -Her yerde var, dedi adam. Ama gereken
var bende." Dar cebinin üstüne vurdu. "Haklısın, dedi
Arap. Her zaman çılgınlar çıkar." Bu sırada, kadın
kocasına seslendi. "Henri, sancı var", dedi. Adam sövdü ve
atlarım biraz daha kızış-
18
tirdi8. "Geliyoruz", dedi. Bir an sonra gene karısına baktı.
"Hâlâ sancıyor mu?" Kadın ona görülmedik bir
dalgınlıkla, gene de acı çekiyormuş gibi görünmeden
baktı. "Evet, çok." Adam ona aynı ciddilikle bakmaktaydı.
Kadın gene özür diledi. "Bir şey değil. Belki de
trendendir." "Bak, köy", dedi Arap. Gerçekten de, yolun
solunda ve biraz ileride, Solferino’nun yağmurdan
bulanıklaşmış ışıkları görünmekteydi. Adam dııraladı,
karısına döndü. "Eve mi gidelim, yoksa köye mi? diye
sordu. -Eve, ev daha iyi." Biraz ileride, araba kendilerini
bekleyen bilinmedik ev yönünde sağa döndü. "Bir
kilometre daha", dedi Arap. Adam, karısına doğru,
"Geliyoruz", dedi. Kadın, yüzü kollarının arasında, iki
büklüm olmuştu. "Lucie", dedi adam. Kımıldamıyordu.
Adam eliyle dokundu ona. Sessizce ağlıyordu. Adam
hecelerini ayıra ayıra, sözlerinin devinilerini de yaparak
bağırdı: "Yatacaksın. Ben gidip doktoru getireceğim.
-Evet. Doktoru getir. Sanırım başladı." Arap, şaşkın,
onlara bakıyordu. "Bebeği olacak, dedi adam. Köyde
doktor var mı? -Evet. Gidip getiririm istersen. -Hayır, sen
evde kalırsın. Göz kulak olursun. Ben daha çabuk giderim.
Arabası mı var, atı mı? -Arabası var." Sonra Arap, kadına:
"Bir oğlun olacak. Dilerim, güzel olur." Kadın anlamış
gibi görünmeden gülümsedi ona. "Duymaz, dedi adam.
Evde, iyice bağırırsın, elinle de gösterirsin."
Araba birden nerdeyse gürültüsüzce gitmeye başladı.
Birden daralmış olan yol yumuşak taşlarla kaplıydı.
Kiremit çatılı küçük hangarlar boyunca ilerliyor,
hangarların arkasında bağların ilk sıraları görünüyor-
a. Küçük oğlan.
19
du. Zorlu bir üzüm şırası kokusu karşılıyordu onlan.
Yüksek çatılı büyük yapılan geçtiler, ve tekerlekler ağaçsız
bir tür avlunun cürufunu ezdi. Arap, konuşmadan,
dizginleri alıp çekti. Atlar durdu, biri soluyarak başını
silkeledi*. Arap kireçle badanalanmış bir küçük evi
gösterdi eliyle. Çevresi göztaşıyla mavileştirilmiş küçük,
basık bir kapının üzerinden bir asma dolanıyordu. Adam
yere atladı, yağmurun altında eve doğru koştu. Açtı. Kapı
boş ocak kokan, karanlık bir odaya açılıyordu.' Arkadan
gelen Arap karanlıkta dosdoğru şömineye doğru yürüdü
ve, bir kibrit çakarak, gelip odanın ortasında, yuvarlak bir
masanın yukarısında asılı bir petrol lambasını yaktı. Adam,
kırmızı karolu bir tekne, eski bir büfe ve duvarda rengi
solmuş, kireç badanalı bir mutfağa şöyle bir baktı yalnızca.
Aynı kırmızı karolarla döşeli bir merdiven kata
çıkmaktaydı. "Ateşi yak", dedi, sonra arabaya döndü.
(Küçük oğlanı aldı?) Kadın hiçbir şey söylemeden
bekliyordu. Onu yere indirmek üzere kollarına aldı ve, bir
an göğsünde tutarak, başım arkaya doğru eğdi.
"Yürüyebilir misin? -Evet", dedi kadın, boğumlu eliyle
onun kolunu okşadı. Adam onu eve doğru götürdü.
"Bekle", dedi. Arap şimdiden ateşi yakmış, kesin ve
becerikli devinilerle bağ çubuklarıyla besliyordu. Kadın,
elleri karnının üstünde, masanın yanında duruyor,
lambanın ışığına yönelmek üzere eğilmiş güzel yüzünden
şimdi kısa acı dalgaları geçiyordu. Ne nemliliği, ne de
bırakılmışhk ve yoksunluk kokusunu ayrımsar gibi
görünüyordu. Adam yukarıdaki odalarda uğraşıyordu.
Sonra merdivenin yukarısında göründü. "Yatak odasında
şömine
a. Gece mi?
20
yok mu? -Hayır, dedi Arap. Ötekinde de yok. -Gel", dedi
adam. Arap yanma gitti. Sonra, arkadan, bir şilteyle göründü,
öbür ucundan da adam tutuyordu. Şilteyi şöminenin önüne
koydular. Arap yukarı çıkıp hemen sonra bir uzun yastık ve
battaniyelerle dönerken, adam masayı bir köşeye çekti. "Yat
şuraya", dedi karısına, sonra onu şilteye doğru götürdü.
Kadın duralı- yordu. Şimdi şilteden yükselen nemli kıl
kokusu duyulmaktaydı. Kadın bu yerleri en sonunda
görüyormuş gibi korkuyla çevresine bakarak, "Soyunamam",
dedi. "Altındakileri çıkar", dedi adam.
Sonra yineledi:"Altındakileri çıkar". Sonra Arab’a
döndü: 'Teşekkür ederim. Bir at çöz. Köye kadar binerim."
Arap çıktı. Kadın, sırtı kocasına dönük, uğraşıyordu, o da
kendisine sırtını döndü. Sonra kadın uzandı ve battaniyeleri
üzerine çekip de uzanır uzanmaz, tek bir kez, uzun uzun,
ağzı dolusu, sanki acmm içinde biriktirdiği tüm çığlıklardan
bir bağırmada kurtulmak istemiş gibi bağırdı. Adam, şiltenin
yanmda ayakta, bağırmasına ses çıkarmadı, sonra, o susunca,
şapkasını çıkardı, bir dizini yere dayadı ve kapalı gözlerin
üstünde güzel alnı öptü. Gene şapkasmı giyip yağmurun
altma çıktı. Çözülmüş at ön ayakları cürufun üzerine dikili,
şimdiden kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. "Bir eyer
bulayım, dedi Arap. -Hayır, dizginlerini bırak. Böyle
binerim. Sandıkları ve öteberileri mutfağa al. Karın var mı?
-Öldü. Yaşlıydı. -Kızın var mı? -Yok, Tanrı’ya şükür. Ama
oğlumun karısı var. -Ona gelmesini söyle. -Söylerim. İçin
rahat olsun." Adam incecikten yağan yağmurun altmda
kımıldamadan duran yaşlı Arab’a baktı, o da ıslak
bıyıklarının altından kendisine gülümsedi. O hâlâ hiç
gülümsemiyor, ama
21
açık renk ve dikkatli gözleriyle ona bakıyordu) Ona elini
uzattı, öteki de, Arap yordamıyla, parmaklarının ucuyla
tutup dudaklarına götürdü. Adam cürufu gıcırdatarak
geriye döndü, ata doğru yürüdü, çıplak sırtına atladı ve
ağır bir koşuyla uzaklaştı. ■,
Çiftlikten çıkınca, ilk kez köyün ışıklarını gördüğü
dört yol ağzının yönünü tuttu. Şimdi köyün ışıkları daha
canlı bir parıltıyla parlıyordu, yağmur dinmişti, sağda.
onlara götüren yol, yer yer telleri parlayan bağlar
arasından dümdüz çizilmişti. Yaklaşık olarak yarı yolda, at
kendiliğinden yavaşladı ve yürümeye başladı. Bir tür
dörtgen kulübeye yaklaşılıyordu, bir bölümü bir oda
oluşturuyordu, örülmüştü, öteki, daha büyüğü, tahtalarla
yapılmıştı, bir tür çıkık tezgâh üzerine büyük bir sundurma
inmekteydi. Örülü bölüme bir kapı yerleştirilmişti;
üzerinde "Tarım Kantini Mme Jacques" yazısı
okunabilmekteydi. Kapının altından ışık sızmaktaydı.
Adam atını kapının hemen yanında durdurdu ve, inmeden,
vurdu. Aynı anda gür ve kararlı bir ses içeriden sordu: "Ne
var? -Ben Saint-Apötre çiftliğinin yeni yöneticisiyim.
Karım doğuruyor. Yardım istiyorum." Hiç kimse yanıt
vermedi. Bir an sonra, sürgüler çekildi, demir çubuklar
çıkarılıp kapı aralandı. ; Dolgun yanaklı,: kaim
dudaklarının üzerinde burnu biraz basık bir Avrupalı
kadının kara ve kıvırcık başı seçiliyordu. "Adım Henri
Cormery. Karımın yanma gidebilir misiniz? Ben doktoru
bulacağım." Kadın, erkekleri ve tersliği tartmaya alışkın
bir bakışla gözlerini kırpmadan kendisine bakıyordu. O da
bakışına kararlılıkla, ama bir açıklama eklemeden dayanıyordu. "Gidiyorum, dedi kadm. Çabuk olun." Adam teşekkür etti ve atım topukladı. Kısa bir süre sonra, ku-
22
ru topraktan sur gibi birşeyler arasından geçerek köye geldi.
Görünüşe bakılırsa, tek olan bir sokak uzanıyordu önünde,
çevresinde hepsi birbirine benzeyen, tek katlı, küçük evler
sıralanmaktaydı, bu sokağı geçip ortasında, beklenmedik bir
biçimde, demir iskeletli bir müzik yeri yükselen, yumuşak
çakılla kaplı, küçük bir alana geldi. Sokak gibi alan da ıssızdı.
Cormery evlerden birine doğru yürüyordu ki, atı birden yana
saptı. Karanlıktan çıkıvermiş bir Arap, koyu renkli ve yırtık
bir maşlak içinde, kendisine doğru yürüyordu. Cormery
hemen, "Doktorun evi", diye sordu. Öteki atlıyı inceledi,
inceledikten sonra da "Gel", dedi. Sokakta ters yönde
ilerlemeye başladılar. Kireç badanalı bir merdivenle ulaşılan
bir giriş katı içeren, niteliksiz yapılardan birinin üzerinde,
"Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" yazısı okunuyordu. Yanmda
kaba sıvalı duvarlarla çevrili bir küçük bahçe, dibinde bir ev
vardı, Arap bu evi gösterdi: "Burası", dedi. Cormery attan
atladı ve, hiç yorgunluk izlenimi vermeyen bir yürüyüşle,
bahçeden geçti, burada, tam ortada, gövdesi çürümüş,
yaprakları kurumuş, bodur bir palmiye ağacından başka hiçbir
şey görmedi. Kapıyı çaldı. Kimsecikler yanıt vermedi 3. Geriye
döndü. Arap, sessiz, bekliyordu. Adam yeniden vurdu kapıyı.
Öbür yanda bir ayak sesi duyuldu ve kapının arkasında durdu.
Ama kapı açılmadı. Cormery gene vurdu ve "Doktoru
arıyorum", dedi. Hemen sonra, sürgüler çekildi ve kapı açıldı.
Genç ve bebeksi yüzlü, ama saçları nerdeyse ağarmış, uzun ve
güçlü yapılı, bacaklarında tozluklar, sırtında bir tür avcı
ceketiyle bir adam göründü. "Siz de nerden çıktınız,
a. Ben Faslılara karşı savaştım (çift anlamlı bir bakışla), Fashlar iyi insanlar değildir.
23
dedi gülümseyerek. Sizi hiç görmedim." Adam açıkladı.
"Ha, evet, belediye başkam söylemişti. Ama, doğrusunu
isterseniz, doğurmak için garip bir memlekete
geliyorsunuz." Öteki olayı daha sonrası için beklediğini,
herhalde yanıldığını söyledi. "Neyse, herkesin başına gelir.
Siz gidin, Matador’u koşup arkanızdan geliyorum."
Dönüş yolunun ortasında, yeniden başlayan yağmurun
altında, hekim, bakla kırı bir at üstünde, şimdi iyice
ıslanmış, ama ağır çiftlik atının üstünde hâlâ dik duran
Cormery’ye yetişti. "Garip bir geliş, diye bağırdı doktor.
Ama göreceksiniz, iyidir buraları, sivrisinekleri ve kırdaki
haydutları saymazsak." Şimdi yoldaşının hizasında
durmaktaydı. "Ayrıca, sivrisinek konusunda, bahara kadar
rahatsınız daha. Haydutlara gelince..." Gülüyordu, ama
öteki tek sözcük söylemeden sürdürüyordu ilerlemesini.
Doktor merakla ona baktı: "Korkmayın, dedi. Her şey
yolunda gidecek." Cormery açık renk gözlerini ondan yana
çevirdi, sakin sakin baktı ve, bir dostluk ayrımıyla:
"Korkmuyorum. Çetin durumlara alışkınım, dedi. -İlk mi?
-Hayır, dört yaşında bir oğlanı da Cezayir’de, kayın
validemde bıraktım1." Yol ağzına geliyorlardı, çiftliğin
yoluna saptılar. Az sonra atların ayaklan altında cüruflar
uçtu. Atlar durup sessizlik yeniden çöktüğü zaman, evden
gelen büyük bir çığlık duyuldu. İki adam attan indi.
Üzerinden sular damlayan asmanın altında bir gölge
kendilerini bekliyordu. Yaklaşınca, başına bir çuval
geçirmiş yaşlı Arab’ı tanıdılar. "Merhaba, Kad- dour, dedi
doktor. Durum nasıl? -Bilmiyorum, ben
1» Sayfa 12.‘yle çelişki: "ona yaslanıp uyuyan ktiçük bir oğlan".
24
kadınların odasına girmem, dedi yaşlı adam. -İyi bir ilke, dedi
hekim. Hele kadınlar bağırdıkları zaman." Ama içeriden hiçbir
bağırma gelmiyordu. Doktor kapıyı açıp girdi, Cormery de
arkasından.
Önlerinde, şöminede koca bir bağçubuğu ateşi yanıyor ve odayı tavanın ortasından sarkan bakır ve boncuk
çevreli petrol lambasından daha çok aydınlatıyordu.
Sağlarında, taş tekne birdenbire maden güğüm ve
havlularla dolmuştu. Solda, orta masası açık renk tahtadan
yapılmış bir küçük büfenin önüne itilmişti. Şimdi üzerine
eski bir yol çantası, bir şapka kutusu, ufak tefek çıkınlar
yığılmıştı. Odanın tüm köşelerinde, eski bavullar, bu arada
kocaman bir sorgun-bavul, bütün köşeleri kaplıyor,
yalnızca ortada, ateşin oldukça yakınında biraz boşluk
bırakıyordu. Bu alanda, şömineye dikey olarak konulmuş
şiltenin üstünde, yüzü kılıfsız yastığın üstünde biraz
şaşkın, şimdi saçlan çözülmüş, kadm uzanmaktaydı 1.
Battaniyeler şimdi şiltenin ancak yarısını örtüyordu.
Şiltenin solunda, kantinci kadın, diz çökmüş, şiltenin açık
yanını kapatıyordu. Bir küvetin üzerinde bir havluyu
bükmekte, havludan kırmızı bir su damlamaktaydı. Sağda,
bir Arap kadın, yere oturmuş, yüzü açık, bir sunu
duruşunda, içinden sıcak su buğuları çıkan, biraz kavlamış
bir ikinci küvet tutuyordu. İki kadm hastanın altından
geçen, katlanmış bir çarşafı iki ucundan tutmaktaydı.
Şöminenin gölgeleri ve alevleri, kireç badanalı duvarlar,
odada gelip gitmeyi zorlaştıran denkler üzerinde inip çıkıyor, daha yakında da iki bakıcının yüzü ve battaniyeler
altma gömülmüş hastanın bedeni üzerinde kızıl kı-
I. Yazarın hızlı yazmasından kaynaklanan bir yineleme. (Çev.)
25
zil yalazlanıyordu.
İki adam girdiği zaman, Arap kadın hafif bir gülümsemeyle bir an onlara baktı, sonra, zayıf ve esmer
kollan hep küveti sunarken, ateşten yana döndü. Kantinci
kadın olarak baktı ve keyifle: "Size gerek kalmadı, doktor,
diye gürledi. Kendi başına oldu." Ayağa kalktı ve iki adam,
hastanın yanında, şimdi içinden nerdeyse farkedilmez bir
sürekli yeraltı gıcırtısı çıkaran,3 bir tür kımıltısız devinimle
canlı, biçimsiz ve kanlı bir şey gördüler. "Öyle derler, dedi
doktor. Umarım, göbek bağına dokunmamışınızdır. -Hayır,
dedi öteki gülerek. Ne de olsa size de birşeyler bırakmak
gerekiyordu." Kalktı, yerini doktora bıraktı. Kapıda durup
şapkasını çıkarmış olan Cormery’nin gözünden bu kez de
doktor sakladı bebeği. Doktor çömeldi, çantasını açtı,
sonra Arap kadının elinden küveti aldı. Kadın hemen ışıklı
alanın dışına çekildi ve şöminenin karanlık köşesine
sığındı. Doktor, sırtı hep kapıya dönük, ellerini yıkadı,
sonra ellerine biraz küspe kokan bir alkol döktü, koku
hemen odayı doldurdu. Bu sırada, kadın biraz başını
kaldırdı ve kocasını gördü. Olağanüstü bir gülümseme,
güzel, yorgun yüzü değiştiriverdi. Cormery şilteye doğru
ilerledi. "Geldi", dedi kadın bir solukta, elini çocuğa doğru
uzattı. "Evet, dedi doktor. Ama kımüdamaym." Kadın
sorarcasına ona baktı. Cormery, şiltenin ayak ucunda,
ayakta, ona yatıştırıcı bir işaret yaptı. "Yat." O da geriye
bıraktı kendini. Bu sırada eski kiremitlerle kaplı çatıda
yağmur yeniden hızlandı. Doktor battaniyenin altında
birşeyler yaptı. Sonra doğruldu ve sanki önünde birşeyler
a. Mikroskop altında kimi hücrelerinki gibi.
26
salladı. Hafif bir çığlık duyuldu. "Oğlan, dedi doktor. Hem
de iyi bir parça. -îşte iyi başlayan biri, dedi kantinci kadm.
Bir göçle." Arap kadm köşede güldü ve iki kez el çırptı.
Comery ona baktı, o da utanıp başını çevirdi. "Pekâlâ, şimdi
bizi yalnız bırakın", dedi doktor. Cormery karısına baktı.
Ama başı hep geriye düşmüş durumdaydı. Yalnızca elleri,
kaba battaniyenin üzerinde gevşek, az önce yoksul odayı
doldurmuş ve değiştirmiş olan gülümsemeyi hâlâ
anımsatmaktaydı. Kasketini giyip kapıya yöneldi. "Adını ne
koyacaksınız? diye seslendi kantinci kadın. -Bilmiyorum,
düşünmedik." Ona bakıyordu. "Orda olduğunuza göre
Jacques koyarız." Öteki bir kahkaha attı, Cormery çıktı.
Asmanın altında, Arap, çuvalı hep başında, bekliyordu. Cormery’ye baktı, Cormery hiçbir şey söylemedi. "Tut", dedi
Arap, sonra çuvalın ucunu uzattı. Cormery altına girdi. Yaşlı
Arab'ın omzunu, giysilerinden yayılan duman kokusunu, bir
de başlarının üstündeki çuvala düşen yağmur damlalarını
duyuyordu. "Oğlan, dedi yoldaşına bakmadan. -Tanrı’ya
şükürler olsun, diye yanıtladı Arap. Bir başsın." Binlerce
kilometre ötelerden gelmiş yağmur durup dinlenmeden
önlerine, üzerinde birçok su birikintileri oluşmuş curufun,
uzakta bağların üzerine yağıyor, ve destek görevi yapan
teller damlalar altında hep parlıyordu. Doğuda denize
ulaşamayacaktı, şimdi tüm memleketi, ırmağın yakınındaki
bataklık toprakları ve çevredeki dağları, kokusu aynı çuvalın
altına sokulmuş iki adama dek ulaşan uçsuz bucaksız,
nerdeyse ıssız toprağı sular altında bırakacaktı, bu arada,
arkalarında, zayıf bir çığlık ikide bir yeniden başlıyordu.
Gece, geç saatte, Cormery, uzun bir don ve bir fa-
27
niiayla karısının yanında ikinci bir şilteye uzanmış, tavanda alevlerin oynayışına bakmaktaydı. Oda şimdi aşağı
yukarı toplanmıştı. Karısının öbür yanmda, bir çamaşır
sepetinin içinde, çocuk şimdi sessizce dinleniyor, yalnız,
arada bir, zayıf gırıltılar çıkarıyordu. Karısı da uyuyordu,
yüzü kendisine dönük, ağzı biraz açık. Yağmur dinmişti.
Ertesi gün, işe başlamak gerekiyordu. Yanmda, karısının
şimdiden yıpranmış, nerdeyse ağaçsı eli de işi söylüyordu.
Elini uzattı, usulca karısı- mnkinin üstüne koydu, sonra,
arkaya dönüp gözlerini yumdu.
28
İ
Saint-Brieuc
“Kırk yıl sonra, Saint-Brieuc treninin koridorunda,
bir adam, Paris’ten Manche’a uzanan bu köylerle ve çirkin
evlerle dolu, dar ve düz memleketin bir bahar öğle
sonunun solgun güneşi altında önünden geçişine
beğenmemiş gibi bir havayla bakıyordu. Yüzyıllardan beri
son metrekaresine dek ekilip biçilen bir toprağın çayırları
ve tarlaları önünde birbirini izlemekteydi. Adamın başı
açık, saçları kısa kesilmişti, ince çizgili, uzun yüzlü, boylu
posluydu, mavi mavi ve dosdoğru bakıyordu, yaşının kırkı
bulmasına karşın, yağmurluğunun içinde hâlâ ince
görünmekteydi. Ellerini sağlamca dayanma demirine
bastırmış, bedeninin ağırlığını tek bir kalçasına vermiş,
yakası açık, bir rahatlık ve güçlülük izlenimi
uyandırıyordu. Bu sırada tren yavaşlamaktaydı, sonunda
kılıksız bir küçük istasyonda durdu. Bir an sonra, adamın
durduğu pencerenin önünden oldukça şık bir genç kadm
geçti. Valizini bir elinden ötekine geçirmek üzere durdu,
bu sırada yolcuyu gördü. Gülümseyerek kendisine
bakıyordu, o da gü- lümsemekten kendini alamadı. Adam
camı indirdi, ama tren kalkmıştı bile. "Yazık", dedi. Genç
kadın kendisine hep gülümsüyordu.
Yolcu gidip üçüncü mevki kompartımanda, pencere
yanmda bulunan yerine oturdu. Karşısında, seyrek ve
yapışık saçlı, şişkin ve kırmızı yüzünün düşündür-
a. Daha başlangıçta, Jacques'taki canavarı daha çok vurgulamak gerek.
29
düğü ölçüde yaşlı olmayan bir adam, gözleri kapalı, yığılıp
oturrçıuş, göründüğü kadarıyla, zor bir sindirimin
rahatsızlığı içinde, zorlu bir biçimde soluk alıyor, arada bir
karşısındakine şöyle çabucak' bir göz atıyordu. Aynı
sırada, koridor yanında, pazarlıklarını giymiş bir köylü
kadm, başında mumdan bir üzüm salkımıyla süslü, garip
bir şapka, donuk ve yavan yüzlü, kızıl saçlı bir cocu£un
burnunu silivordu. Yolcunun aülümseme- si silindi.
Cebinden bir dergi çıkardı, kendisini esneten bir yazıyı
dalgın dalgın okudu.
Bir süre sonra, tren durdu, "Saint-Brieuc" yazısını
taşıyan bir levha yavaş yavaş gelip pencerenin önünde
durdu. Yolcu hemen doğruldu, körüklü valizini yük yerinden kolaylıkla aldı, yol arkadaşlarını selamladıktan,
onlar da şaşırmış bir havayla kendisine karşılık verdikten
sonra, hızlı adımlarla çıkıp vagonun üç basamağını indi.
Peronda, az önce bıraktığı bakır tırabzaW
'
w
na konmuş kurumun kirini hâlâ taşıyan sol eline baktı, bir
mendil çıkarıp özenle sildi. Sonra çıkışa yöneldi, koyu
renkli giysiler giymiş, donuk tenli yolculara yavaş yavaş
yetişti. Küçük sütunlu sundurmanın altında, biletini
gösterme zamanını sabırla bekledi, sessiz memurun biletini
geri vermesini de bekledi, bekleme salonunun Cöte
d’Azur’ün bile kurum renklerine büründüğü eski afişlerden
başka bir süs bulunmayan, çıplak ve kirli duvarları
arasından geçti, öğle sonunun eğri ışığı altında,
istasyondan kente inen sokağı canlı adımlarla yürüdü.
Otelde, ayırttığı odayı istedi, valizini taşımak isteyen
patates suratlı kat hizmetçisinin önerisini geri çe*
30
çevirdi, gene de, kendisini odasına götürmesinden sonra,
kadının kendisini de şaşırtan ve yüzüne sevecenlik anlatımı
getiren bir bahşiş verdi. Sonra gene ellerini yıkadı ve
kapısını kilitlemeden aynı canlı adımlarla aşağıya indi.
Holde, kat hizmetçisine rastladı, ona mezarlığın yolunu
sordu, fazlasıyla bilgi aldı, kibarca dinledi, sonra belirtilen
yöne yöneldi. Şimdi çirkin kırmızı tuğlalı, sıradan evlerle
çevrili, dar ve hüzünlü sokaklardan geçmekteydi. Bazı bazı,
kalasları açıkta olan eski evlerin eğrilemesine dizilmiş
kayağan- taşları görünüyordu. Arada bir geçen insanlar,
çağdaş Batı’nın tüm kentlerinde bulunan cam eşyalar, plastik
ve naylon başyapıtlar, berbat seramikler sergileyen vitrinler
önünde durmuyorlardı bile. Yalnızca yiyecek dükkânlarmda
bir bolluk vardı. Mezarlık yüksek ve kaba duvarla çevriliydi.
Kapının yakınlarında, yoksul çiçek sergileri ve mermerci
dükkânları. Yolcu bunlardan birinin önünde durup bir
köşede şimdilik üzerinde yazıtı bulunmayan bir mezar
taşının üstünde ödevini yapan uyanık görünüşlü bir çocuğa
baktı. Sonra mezarlığa girip bekçinin konutuna yöneldi.
Bekçi yoktu. Yolcu yoksulca döşenmiş, küçük odada
bekledi, sonra bir plan ilişti gözüne. Bekçi içeriye girdiğinde
bu plana bakmaktaydı. Koca burunlu, iri, budak budak bir
adamdı, kalın ve kabarık ceketinin altında ter kokuyordu.
Yolcu 1914 savaşı ölülerinin bölmesini sordu. "Evet, dedi
öteki. Souvenir Français derler buraya. Hangi adı
arıyorsunuz? -Henri Cormery", diye yanıtladı yolcu.
Bekçi ambalaj kâğıdından, kocaman defteri açıp toprak
rengi parmağıyla ad dizelgesini izledi. Parmağı durdu.
"Cormery Henri, dedi, Marne savaşında ölüm-
31
cül biçimde yaralanmış, 11 Ekim 1914’te Saint-Brie- uc’te
ölmüş. -Tamam", dedi yolcu. Bekçi defteri kapattı.
"Gelin", dedi. Ve yolcunun önünden, kimileri alçak
gönüllü, kimileri iddialı ve çirkin, hepsi de dünyanın neresi
olursa olsun onurunu düşürecek türden şu mermer ıvır
zıvırlarla kaplı ilk mezar sıralarına doğru yürüdü. Bekçi,
ilgisiz bir havayla, "Bir akraba mı? diye sordu. - Babam.
-Acı, dedi öteki. -Hayır, öldüğünde bir yaşımda bile
yoktum. O zaman, anlarsınız ya. -Evet, dedi bekçi, ama
olsun. Çok insan öldü." Jacques Cormery hiç yanıt
vermedi. Hiç kuşkusuz, çok insan ölmüştü, ama, baba
sevgisine gelince, içinde olmayan bir sevgiyi yaratamazdı.
Yıllardır, Fransa’da yaşamaya başlayalı beri, Cezayir’de
kalan annesinin kendisinden ne zamandır istediği şeyi
yerine getirmeyi düşünüp duruyordu: babasının onun da
hiç görmediği mezarını görecekti. Önce babasmı
tanımamış olan, nasıl bir insan olduğu konusunda hemen
hiçbir şey bilmeyen, kalıplaşmış devini ve davranışlardan
da tiksinen kendisi, sonra da ölüden hiç sözetmeyen, kendi
göreceklerinden de hiçbir şeyi imgeleminde canlandıramayacak olan annesi açısından, bu ziyaretin hiçbir
anlamı olmadığını düşünüyordu. Ama yaşlı hocası SaintBrieuc’e çekildiğine ve böylece onu görme olanağını
bulduğuna göre, bu bilinmedik ölüyü ziyaret etmeye karar
vermiş, hatta sonunda tümüyle özgür olmak için bunu yaşlı
dostunu görmeden önce yapmak istemişti. "Burası", dedi
bekçi. Karaya boyanmış kaba bir zincirle birleştirilmiş,
ufak, külrengi sınır taşlarıyla çevrili bir karenin önüne
gelmişlerdi. Çok sayıdaki taşların hepsi birbirine
benziyordu, birbirini izleyen sıralar biçiminde, düzenli
aralıklarla konulmuş, üzerleri-
32
ne yazılar kazılmış, basit dörtgenlerdi. Hepsi de küçük birer
taze çiçek demetiyle süslüydü. "Bakımı kırk yıldır Souvenir
Français yükleniyor. Bakın, şurada." îlk sıradaki bir taşı
gösteriyordu. Jacques Cormery taşın biraz uzağında durdu.
"Sizi yalnız bırakıyorum", dedi bekçi. Cormery taşa
yaklaştı ve dalgın dalgın baktı. Evet, onun adıydı. Gözlerini
kaldırdı. Solgun gökte, ağır ağır ak ve külrengi bulutlar
geçiyordu, gökten hafif bir ışık iniyor, sonra kararıyordu.
Çevresinde, geniş ölüler alanında, sessizlik egemendi.
Yalnızca kentten, yüksek duvarların üstünden boğuk bir
uğultu gelmekteydi. Bazı bazı uzak mezarlar arasından
kara bir gölge geçiyordu. Jacques Cormery, gözleri gökte
bulutların ağır yolculuğuna dikili, ıslak çiçeklerin kokusu
ardında şu sırada uzak ve kımıltısız denizden gelen tuzlu
kokuyu yakalamaya çalışıyordu, bir mezarın mermerine
çarpan bir kovanm çınlaması onu birden düşleminden
sıyırdı. Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu
tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi
okudu, "1885 -1914", ve kendiliğinden bir hesap yaptı:
yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına,
bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında
yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti8.
Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma
dalgası, oğulu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh
devinimi değil, olgun bir adamm haksız olarak katledilmiş
çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı - burada
birşeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek
gerekirse, düzen diye bir şey yoktu,
a. Geçiş.
İlk Adam
33/3
oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve
kargaşa vardı yalnızca. O, artık görmediği bu mezarlar
arasında kımıldamadan dururken, çevresinde zamanın
gerisi de parçalanıyor ve yıllar sonuna doğru akan bu
büyük ırmağa göre düzenlenmez oluyordu. Artık
yalnızca çatırtı, çarpma ve geri tepmeydi, Jacques
Cormery şimdi burada bunalım ve acımayla gırtlak
gırtlağa çarpışmaktaydı 8. Dörtgenin öteki levhalarına
bakıyor ve tarihlerden bu toprağın şu sırada yaşadıklarını
sanan kır saçlı adamların babası olmuş çocuklarla dolu
olduğunu anlıyordu. Öyle ya, kendisi de yaşadığını
sanıyordu, tek başına yetişmişti, gücünü, yetisini biliyor,
göğüs geriyor, varlığım elinde tutuyordu. Ama şu anda
içinde bulunduğu garip baş dönmesinde, sonunda her
insanın diktiği ve içine akmak ve son dağılmayı
beklemek üzere yılların ateşinde katılaştırdığı heykel
hızla çatlıyor, şimdiden yıkılıyordu. Şu bunalımlı,
yaşamaya doyamayan, şu dünyanın kırk yıl boyunca
kendisine eşlik etmiş ölümlü düzenine başkal- dırmış ve
her zaman kendisini her türlü yaşamm gizinden ayıran
duvar karşısında hep aynı güçle çarpan, daha uzağa, daha
öteye gitmek ve bilmek, ölmeden önce bilmek, var
olmak için en sonunda, tek bir kez, tek bir saniye, ama
kesinlikle bilmek isteyen yürekten başka bir şey değildi
artık.
Çılgın, gözüpek, korkak, inatçı ve hiçbir şeyini bilmediği bu amaca doğru gerilmiş yaşamı gözlerinin
önüne geliyordu ve gerçekte bu yaşam hemen sonra
denizlerin öte yanmda bilinmedik bir toprak üzerindeölmek üzere kendisine bu yaşamı vermiş olan bir adaa. 14 savaşının geliştirilmesi.
34
mın ne olabileceğini tasarlamaya çalışmadan geçmişti.
Yirmi dokuz yaşında, o da kırılgan, acılı, gergin, istemli,
istekli, düşçül, alaycı, gözüpek değil miydi? Evet, bunların
hepsiydi ve daha pek çok şeydi, kısacası bir insandı; gene
de hiçbir zaman bir canlı varlık olarak düşünmemişti
burada uyuyan insanı, annesinin kendisine benzediğini ve
savaş alanında öldüğünü söylediği bir yabancı olarak
düşünmüştü. Oysa, şimdi ona öyle geliyordu ki, kitaplar ve
insanlar arasında doymazlıkla öğrenmeye çalıştığı şey, bu
giz, bu ölüyle, bu kendinden küçük babayla, olduğu ve
sonuçta geldiği şeyle bağıntılıydı, zamanda ve kanda yanı
başında olanı çok uzaklarda aramıştı. Doğrusu, yardım
görmemişti. Az konuşulan, okuyup yazmayla ilgisi
bulunmayan bir ailesi, mutsuz ve dalgm bir annesi vardı,
bu genç ve zavallı baba konusunda kimden bilgi alacaktı
ki? Annesinden başka hiç kimse tanımamıştı onu, annesi
de unutmuştu. Bundan kuşkusu yoktu. Kısacık bir süre
gelip geçtiği bu yeryüzünde bir yabancı gibi, tanınmadan
ölmüştü. Bilgi almak, sorup soruşturmak ona düşerdi
kuşkusuz. Ama, kendisi gibi, hiçbir şeyi olmayan ve tüm
dünyayı isteyen kişi, kendini kurmak, dünyayı fethetmek
ve anlamak için tüm gücüyle de yetinemezdi. Ne de olsa
fazla geç değildi, hâlâ araştırabilir, şimdi kendisine
dünyadaki yaratıkların hepsinden daha yakın görünen bu
adamın kim olduğunu öğrenebilirdi. Yapabilirdi...
Şimdi gün akşama dönmekteydi. Yanında bir etek
hışırtısı, bir kara gölge, mezarların ve kendisini çevreleyen
gökyüzünün
görünümüne
getirdi
onu.
Gitmek
gerekiyordu, burada yapacağı hiçbir şey yoktu artık. Ama
bu addan, bu tarihlerden kopamıyordu. Ar-
35
tık bu taşın altında kül ve tozdan başka bir şey kalmamıştı. Ama, onun için, babası yeniden canlanmıştı, görülmedik bir sessiz yaşamla canlanmıştı ve, ona öyle
geliyordu ki, gene bırakacaktı onu, içine atıp bıraktıkları
sonu gelmez yalnızlığı bu gece de sürdürecekti. Issız gök
beklenmedik ve güçlü bir patlamayla çınladı.
Görünmeyen bir uçak ses duvarını aşmıştı. Jacques
Cormery mezara sırtını dönüp babasını bıraktı.
3
Saint-Brieuc ve Malan (J.G.) a
I
Akşam, yemekte, J. C. yaşlı dostunun ikinci but
parçasına bir tür kaygılı oburlukla girişmesini izliyordu;
yel çıkmıştı, plaj yoluna yakın bir dış mahalledeki küçük,
basık evin çevresinde usul usul homurdanıyordu. J. C.,
gelirken, kaldırımın kıyısında, suyu çekilmiş bir derede,
küçük, kuru yosun parçaları görmüştü, tuz kokusuyla
birlikte,
tek
başlarına,
denizin
yakınlığını
düşündürtüyorlardı. Tüm meslek yaşamını gümrük yönetiminde geçirmiş olan Victor Malan1 emekliliğinde bu
kasabaya çekilmişti, kendisi seçmemişti burayı, ama
seçimi sonradan doğruluyor, burada hiçbir şeyin kendisini
yalnız düşünümden de, güzellik fazlalığından da, çirkinlik
fazlalığından da, yalnızlığın kendisinden de koparmadığını
söylüyordu. Nesnelerin ve insanların yönetimi çok şey
öğretmişti ona, ama, öncelikle, az şey bildiğimizi
öğretmişti. Oysa bilgisi uçsuz bucaksızdı ve J. C. ona
sınırsız bir hayranlık duyardı, çünkü, üstün insanların
öylesine sıradan oldukları bir zamanda, Malan, insanın
kişisel bir düşüncesi olabildiği ölçüde, kişisel bir düşüncesi
olan tek insandı, ne olursa olsun, aldatıcı bir biçimde
uzlaşmacı görünüşa. Yazılacak ve silinecek bölüm. '
I- Bir kararsızlık söz konusu: bir önceki bölümde Victor Malan’ın Cormeıy'nin hocası olduğu
söylenmişti. Başlıktaki ayraç içindeki J.G. de Camus’nün üniversitedeki felsefe hocası ve ünlü
düşünürtean Grenier’yi belirtir. (Çev.)
37
ler altında, öyle bir yargı özgürlüğü vardı ki, en indirgenmez özgünlükle denkleşirdi.
"Evet, oğlum, diyordu Malan. Annenizi görmeye
gideceğinize göre, babanız konusunda birşeyler öğrenmeye
çalışın. Sonra da çabucak dönüp gerisini anlatın bana.
Gülme fırsatlarımız çok az.
-Evet, gülünç bir şey. Ama, bu meraka kapıldığıma
göre, en azından birtakım ek bilgiler toplamaya çalışabilirim. Bunu hiç kafama takmamış olmam biraz
hastalıksı bir şey.
-Hayır, hayır, bilgeliğin ta kendisi. Ben Marthe’la otuz
yıl evli kaldım. Siz de tanımıştınız kendisini. Kusursuz bir
kadındı, bugün bile eksikliğini duyarım. Her zaman evini
sevdiğini düşünmüştüm1.
Malan, gözlerini başka yana çevirerek:
-Hiç kuşkusuz haklısınız", diyor, Cormery de ister
istemez doğrulamayı izleyeceğini bildiği karşı çıkışı
bekliyordu.
"Hiç kuşkusuz yanlış bir şey yapmış olurdum, ama
gene de yaşamın bana öğrettiğinden fazlasmı öğrenmeye
çalışmaktan geri dururdum. Ama ben bu açıdan kötü bir
örneğim, öyle değil mi? Diyeceğim, ben hiçbir girişimde
bulunmazsam, hiç kuşkusuz kendi eksikliklerim nedeniyle
bulunmazdım. Oysa siz (gözleri bir tür şeytanlıkla
aydınlandı) bir eylem adamısınız."
Malan, yuvarlak yüzü, biraz yassı burnu, eksik ya da
nerdeyse eksik kaşları, beresi, kalın ve kösnül dudaklarını
örtmeye yetmeyen, kocaman bıyığıyla bir Çinli’yi
andırırdı. Yumuşak ve yuvarlak bedeni, parmakları biraz
sucuk gibi, tombul elleri de koşma düş1. Bu Üç paragraf çizilmiş.
38
\
düşmanı bir Çinli yüksek memuru düşündürtürdü. İştahla
yemeğini yerken, gözlerini yarı yarıya yumduğu zaman,
insan karşı konulmaz biçimde üzerinde ipek giysi ve
parmaklarında çubuklarla tasarlardı onu. Ama bakışı her
şeyi değiştirirdi. Koyu kahverengi, ateşli, kaygılı ya da,
sanki aklı kesin bir nokta üzerinde hızla çalışıyormuş gibi,
birdenbire kımıltısız gözleri, çok duyarlı ve çok bilgili bir
Batılı’nın gözleriydi.
Yaşlı hizmetçi peynirleri getiriyor, Malan da göz
ucuyla izliyordu. "Bir adam tanımıştım, dedi, karısıyla otuz
yıl yaşadıktan sonra..." Cormery daha bir dikkat kesildi.
Malan "Bir adam tanımıştım... ya da bir dost... ya da birlikte
yolculuk ettiğimiz bir İngiliz..." diye başladığı zaman,
kesinlikle kendisinden sözederdi. "...Pasta sevmezdi, karısı
da hiç pasta yemezdi. Ama, yirmi yıllık ortak yaşamın
sonunda, karısını pastacıda yakalamıştı, sonra, onu
gözetleyince, haftada birkaç kez gidip kahveli ekler
tıkındığını anlamıştı. Evet, o karısının tatlı sevmediğini
sanıyordu, oysa karısı gerçekte kahveli eklere bayılıyordu1.
-Demek ki, insan hiç kimseyi tanımıyor, dedi Cormery.
-Öyle de diyebilirsiniz. Ama, öyle sanıyorum ki, ne
olursa olsun, ben demek isterim ki, ama herhangi bir
kesinlemede bulunamamamı hoş görün, evet, şöyle
söylemek yeterli: yirmi yıllık ortak yaşam bir varlığı
tanımamıza yetmiyorsa, bir adamın ölümünden kırk yıl
sonra yapılan, ister istemez yüzeysel bir soruşturmanın size
ancak anlamca sınırlı bilgiler sağlama olasılığı fazladır, evet,
bu adam konusunda sınırlı bilgiler
I. Camus’nün yukarıda üç paragrafı neden sildiği anlaşılıyor konu burada yeniden ele alınmakta.
(Çev.)
39
sağlayacağı söylenebilir. Şu var ki, bir başka anlamda..."
Bıçakla silahlanmış olarak kaldırdığı yazgıcı el keçi
peynirinin üstüne indi.
"Bağışlayın. Peynir istemiyor musunuz? Hayır mı?
Hep öyle yetingen! Beğenilmek zor meslek!"
Yarı kapalı gözkapaklarmm arasından şakacı bir
ışıltı süzüldü gene. Şimdi Cormery adamını yirmi yıldır
tanıyordu (nedeni ve nasdı eklenecek buraya) ve
alaylarını keyifle kabullenmekteydi.
"Beğenilmek için değil. Çok yiyince ağırlaşıyorum.
Batıyorum.
-Evet, başkalarının yukarısında kalamıyorsunuz."
Cormeıy kirişleri kireçle ağartılmış, basık yemek
odasını dolduran güzelim kırsal eşyalara bakıyordu.
"Sevgili dostum, siz her zaman benim gururlu olduğuma inandınız, dedi. Öyleyim. Ama her zaman değil,
sizin yanınızda da değil. Örneğin sizin yanınızda,
gururlu olamam."
Malan gözlerini başka yana çevirdi, bu da onda
heyecan göstergesiydi.
"Biliyorum, dedi, ama neden?
-Çünkü sizi severim", dedi Cormery dinginlikle.
Malan soğuk meyva salatasını önüne çekti ve hiç
yanıt vermedi.
"Çünkü ben çok genç, çok budala ve çok yalnızken
(Cezayir’de, anımsıyor musunuz?), siz bana döndünüz,
ve hiç göstermeden bu dünyada sevdiğim her şeyin
kapılarını açtınız, diye sürdürdü Cormery.
-Ama yeteneklisiniz.
-Kesinlikle. Ama en yeteneklüere bile bir yol gösterici gerekir. Yaşamın bir gün yolunuza çıkardığı us40
ta, her zaman sevilip sayılmalıdır, o bundan sorumlu
olmasa bile. Benim inancım bu!
-Evet, evet, dedi Malan inanmamış gibi bir havayla.
-Kuşku duyuyorsunuz, biliyorum. Size sevgimin kör
bir sevgi olduğunu sanmayın. Büyük, çok büyük
kusurlarınız var. En azından bana göre."
Malan kalın dudaklarını yaladı ve birden ilgilenmiş
gibi göründü.
"Hangileri?
/ ..
-Örneğin, şöyle söyleyelim, tutumlusunuz. Cimrilikten değil, korkudan, yoksun kalma korkusundan. Gene
de büyük bir kusur, genellikle hoşlanmadığım bir kusur.
Ama, en önemlisi, başkalarının art-düşünce- lerinden
kuşkulanmaktan kendinizi alamıyorsunuz. İçgüdüyle,
tümüyle çıkardan uzak duygulara inanamıyorsunuz.
-Doğrusu ya, dedi Malan, şarabını bitirdi, kahve
içmemem gerekirdi. Gene de..."
Ama Cormery dinginliğini yitirmiyordu 3.
"Örneğin, hiç kuşkum yok ki, sizin basit bir isteğiniz
üzerine, tüm varlıklarımı hemen size bırakacağımı
söylesem bana inanmazsınız." Ama geri çevirmesini
bilmem de ondan, aynı zamanda da kızarım.
"Yok, biliyorum. Cömertsiniz.
-Hayır, cömert değilim. Zamanım, çabalarım, yorgunluğum konusunda cimriyim, bu da beni tiksindiriyor.
Ama söylediğim doğru. Siz bana inanmıyorsunuz, bu da,
üstün bir insan olmanıza karşın, sizin kusuru-
a» Çoğu kez, benim için hiç önemi olmayan insanlara borç veririm, geri gelmeyeceğini de
bilirim.
41
nuz ve gerçek güçsüzlüğünüz. Sizin bir sözünüz üzerine,
hemen şu anda, tüm varlıklarım sizindir. Buna gereksiniminiz yok ve bu yalnızca bir örnek. Ama gelişigüzel
seçilmiş bir örnek değil. Gerçekten tüm varlıklarım
sizindir.
-Teşekkür ederim, dedi Malan gözleri yarı kapalı,
gerçekten çok duygulandım.
-Güzel, sizi kucaklarım. Siz fazla açık konuşulmasından da hoşlanmazsınız. Ben yalnızca sizi kusurlarınızla
sevdiğimi söylemek istiyordum. İnsanları fazla sevmem ya
da fazla saygı duymam onlara. Bütün gerisi için,
ilgisizliğimden utanç duyarım. Sevdiklerime gelince, ne
herhangi bir şey, ne kendim, ne de özellikle kendileri hiçbir
zaman onları sevmez olmama neden olamaz. Öğrenmek
için uzun zaman harcadığım şeyler bunlar; şimdi,
biliyorum. Neyse, şimdi konuşmamıza dönelim: babam
konusunda bilgi almaya çalışmamı doğru bulmuyorsunuz.
-Yani, hayır, doğru buluyorum, düş kırıklığına uğramanızdan korkuyordum yalnızca. Bir genç kıza çok bağlı
olan ve onunla evlenmek isteyen bir dostum onun hakkında
bilgi toplama yanlışlığına düşmüştü.
-Bir kenter, dedi Cormery.
-Evet, dedi Malan, ben."
Kahkahalarla güldüler.
"Gençtim. Öyle çelişkin görüşler topladım ki, kendi
görüşüm bulandı. Onu sevdiğimden ya da sevmediğimden
kuşku duydum. Kısacası, bir başkasıyla evlendim.
-Ben ikinci bir baba bulamam.
-Hayır. Tanrı’ya şükür. Bir teki yeter, deneyimime
bakarsak.
42
-İyi, dedi Cormery. Ayrıca, birkaç hafta içinde annemi görmeye gitmem gerek. Size de bundan özellikle
benden yana olan şu yaş farkı az önce kafamı karıştırdığı
için sözettim. Benden yana, evet.
-Evet, anlıyorum."
Malan’a baktı.
"Yaşlanmamış olduğunu düşünün. Bu acıdan kurtulmuş, uzun bir acıdır doğrusu.
-Birtakım sevinçlerle birlikte.
-Evet. Siz yaşamı seviyorsunuz. Sevmek de gerek,
yalnız ona inanıyorsunuz."
Malan kaim pamukluyla örtülü geniş koltuğa zorlukla
oturdu, ve birden bir anlatılmaz hüzün anlatımı yüzünü
değiştiriverdi.
"Haklısınız. Ben yaşamı sevdim, doymazlıkla seviyorum. Aynı zamanda da korkunç gibi geliyor bana, hem
de erişilmez gibi geliyor. İşte bu nedenle inanıyorum,
kuşkuculuktan. Evet, inanmak istiyorum, yaşamak
istiyorum, her zaman."
Cormery sustu.
"Altmış beş yaşmda, her yıl bir ertelemedir. Sakin
ölmek isterdim, ölmekse tüyler ürpertici. Ben hiçbir şey
yapmadım.
-Yalnızca varlıklarıyla dünyayı doğrulayan, yaşamamıza yardım eden insanlar vardır.
-Evet, sonra da ölürler."
Susuşları sırasında, evin çevresinde yel biraz daha
güçlü esti.
"Haklısınız, Jacques, dedi Malan. Gidin, bilgi toplayın. Bir babaya gereksiniminiz yok artık. Tek başınıza
yetiştiniz. Şimdi, sevmesini bildiğiniz gibi seversiniz onu.
Ama...", dedi, duralıyordu... "Gene beni gör-
43
meye gelin. Fazla zamanım kalmadı. Bir de beni bağışlayın...
-Sizi bağışlamak mı? dedi Cormery. Ben her şeyi size
borçluyum.
-Hayır, fazla bir şey borçlu değilsiniz bana. Yalnız
bazı bazı sevginize karşılık vermeyi bilemediğim için
bağışlayın beni..."
Malan masanm üstüne asılı eski biçim avizeye bakıyordu, ama, az sonra, yelin altında ve ıssız dış mahallede tek başına, Cormery’nin hâlâ durmamacasına
kendi içinde işittiği şeyi söylerken sesi daha bir boğuklaştı:
"İçimde korkunç bir boşluk, bir ilgisizlik var ki canımı acıtıyor*..."
a. Jacques/ Daha başlangıçta, küçücük bir çocukken, neyin iyi, neyin kötü olduğunu kendim
bulmaya çatıştım - çünkü çevremde hiç kimse söyleyemezdi bunu bana. Ve şimdi her şeyin
benî bıraktığını, bana yol gösterecek» güce göre değil, yetkeye göre* beni ayıplayacak ya da
övecek birine gereksinimim olduğunu görüyorum, babama gereksinimim var.
Bu mu bildiğimi, avcumda tuttuğumu sanıyordum, daha {bilmiyorum?).
44
4
Çocuğun Oyunları
Hafif ve kısa bir çalkantı temmuz sıcağında alıp
götürüyordu gemiyi. Jacques Cormery, kamarasında, yarı
çıplak bir durumda uzanmış, güneşin deniz üzerinde
parçalanmış yansımalarının lombozun bakır pervazları
üzerinde oynayışını izliyordu. Bir sıçrayışta kalktı, teri
daha gövdesine akmaya başlamadan gözeneklerinde
kurutan vantilatörü kapattı, terlemek daha iyiydi. Sevdiği
yataklar gibi sert ve dar yatağa bıraktı kendini. Hemen
arkasından, geminin derinliklerinden, makinalann boğuk
gürültüsü kısılmış titreşimler biçiminde, durmamacasına
yürüyüşe geçen büyük bir ordunun sesleri gibi yükseldi.
Büyük gemilerin bu gece gündüz kesilmek bilmeyen
gürültüsünü de severdi, uçsuz bucaksız deniz tüm çevrede
gözlere özgür genişliklerini sunarken, bir volkan üstünde
yürüme duyumunu da. Ama güverte fazla sıcaktı; öğle
yemeğinden sonra, yemeği fazla kaçırmaktan sersemlemiş
yolcular kapak güvertenin bez koltuklarına üşüşmüşler ya
da gündüz uykusu saatinde daracık koridorlara kaçmışlardı. Jacques gündüz uykusunu sevmezdi. "A beni- dor",
diye düşünüyordu hınçla, Cezayir’de, çocukken, öğle
uykusunda kendisine eşlik etmeye zorlarken, büyükannesi
kullanırdı bu tuhaf deyimi. Cezayir’in bir dış
mahallesindeki küçük dairenin üç odası özenle ka-
45
patılmış pancurlann çubuk çubuk karanlığına gömülmüş
olurdu*. Dışarıda, kuru ve tozlu sokaklar sıcaktan pişer,
odaların yan karanlığında, bir iki koca sinek, hiç yorulmak
bilmeden, uçak vınlamalanyla bir çıkış arardı. Sokağa inip
arkadaşlarına katılamayacağı ölçüde sıcak olurdu, onlar da
zorla evlerinde tutulurlardı. Sıcak Pardaillan’larh ya da
L’Intrepide’ib okumaya da elvermezdi. Büyükanne
olağandışı bir durum sonucu evde olmadığı ya da bir
komşu kadınla gevezeliğe daldığı zaman, çocuk burnunu
yemek odasının sokağa bakan pancuruna dayardı. Yol ıssız
olurdu. Karşıdaki kunduracı ya da tuhafiyeci dükkânlarının
önünde, sarı kırmızı bezden storlar indirilir, tütüncünün
kapısı çok renkli boncuklardan oluşmuş bir perdeyle
maskelenir, Jean'mn, kahvecinin orada salon ıssız olur,
yalnızca kedi, talaşla kaplı döşemeyle tozlu kaldırımın
sınırında, ölmüş gibi uyurdu.
Çocuk o zaman ortasında kare bir masa, duvarlarının
dibinde bir büfe, çatlaklarla, mürekkep lekeleriyle kaplı bir
küçük yazı masası, yerde, akşam olunca yarı dilsiz dayının
yattığı, battaniyeyle örtülü bir küçük somya, beş de iskemle
bulunan, kireç badanalı, ner- deyse çıplak odaya yönelirdik
Bir köşede, yalnız üst bölümü mermerden olan bir
şöminenin üstünde, pazarlarda satılan türden, çiçeklerle
süslü, ince, uzun boyunlu bir vazo. Çocuk, gölgeyle
güneşin iki çölü arasında sıkışmış durumda, bir dua gibi
"Sıkılıyorum! Sı-
a. On yaşlarında.
b. Gazete kâğıdına basılmış bu koca kitaplar, kapaklan kabaca renkli, üzerlerine fiyatları
başlıklarından ve yazar adlarından daha büyük basılmış.
c. Her şey tertemiz. Bir dolap, üstü mermer bir tuvalet masası. İlmikleri düğümlü, yıpranmış, kirli,
kenarlan saçak saçak bir yatak önü halısı. Bir köşede de palamut püsküllü bir eski Arap halısıyla
örtülü koca bir sandık.
46
kılıyorum!" diye yineleyerek, hep aynı hızlı adımlarla
masanın çevresinde dönmeye başlardı. Sıkılırdı, ama bu
sıkıntıda aynı zamanda bir oyun, bir sevinç, bir tür ergi
vardı, çünkü en sonunda geri dönen büyükannenin "A
benidor"unu işitince bir zorlu öfke dolardı içine. Ama
direnmeleri işe yaramazdı. Büyükanne iç ülkede dokuz
çocuk büyütmüştü, eğitim konusunda kendine özgü
görüşleri vardı. Çocuk bir itişle yatak odasına yollanırdı.
Avluya bakan odalardan biriydi bu oda. Ötekinde iki yatak
vardı, annesinin yattığıyla kendisiyle kardeşinin yattığı.
Büyükannenin tek başına kendi yatak odası vardı. Ama,
yüksek ve kocaman tahta karyolasında, geceleri sık sık,
öğle uykusundaysa her zaman, çocuğu da ağırlardı.
Sandallarını çıkarıp yatağa tırmanırdı çocuk. Büyükannesi
uyurken masanın çevresinde teranesini mırıldanarak
dönmeye başlamak üzere aşağıya kaydığı günden beri,
dipte, duvar yanındaki yerini almak zorundaydı. Bir kez
dibe yerleşince, büyükannesinin giysisini çıkarıp bir
kurdelayla büzülmüş gömleğini bu kurdelayı çözerek
indirişine bakardı. Sonra o da yatağa çıkar ve çocuk
büyükannenin ayaklarının biçimini bozan kocaman mavi
damarlara ve yaşlılık lekelerine bakarken, yaşlı ten
kokusunu duyardı. "Hadi, diye yinelerdi büyükanne. A
benidor." Çocuk, gözleri açık, yorulmak bilmeyen
sineklerin gidip gelişlerini izlerken, o çabucak
uyuyuverirdi.
Evet, yıllar boyunca nefret etmişti bundan, daha sonra,
adam olunca da, ağır biçimde hastalanıncaya dek, öğle
yemeğinden sonra ağır sıcaklarda bir türlü uzanmak
istemezdi. Gene de uyuduğu olursa, rahatsız ve bedensel
olarak içi bulanmış durumda uyanırdı. Ancak kısa bir
süredir, uykusuzluk çekmeye başlayalı
47
beri, gündüzleri yarım saat uyuyup hafif ve canlı kalkabiliyordu. A benidor...
Yel güneşin altında ezilip yatışmış olmalıydı. Gemi
hafif yalpasını yitirmişti, şimdi makinalar tam hızda,
pervane suların derinliğini dosdoğru oyarak, pistonun
gürültüsü en sonunda güneşin deniz üstündeki boğuk ve
kesintisiz gürültüsüne karışacak ölçüde düzenli duruma
gelmiş, dümdüz bir doğrultuya göre ilerler gibiydi.
Jacques, Cezayir’i ve dış mahallelerdeki küçük evi
yeniden görme düşüncesinden gelen bir tür mutlu
bunalımla yüreği daralmış durumda, yarı yarıya uyuyordu. Afrika’ya gitmek üzere Paris’ten ayrıldığı her
seferde böyle olurdu, bulanık bir sevinç, rahatlamış bir
yürek, güzel bir kaçışı başarıp da gardiyanlarının suratını
düşünerek gülümseyen birinin hoşnutluğu. Tıpkı
arabayla ya da trenle döndüğü her seferde, ilk banliyö
evlerinin de yüreğini daralttığı gibi, nasıl olduğu
görülmeden yaklaşılıveren, ağaç ya da su sınırından
yoksun, yoksunluk ve çirkinlik sinirdüğümlerini yayan
ve kentin merkezine, bazı bazı görkemli bir dekor
kendisini gece gündüz tutsak edip uykularını bile
dolduran çimento ve demir ormanını unutturan yere dek
götürmek üzere yavaş yavaş yabancı bedeni sindiren
kötü bir kanser gibi. Ama kaçmıştı, soluk alıyordu,
denizin koca sırtında, güneşin büyük sallantısı altında,
dalgalarla soluk alıyordu, en sonunda uyuyabilir, hiçbir
zaman geçiremediği çocukluğa, yaşamasına ve her şeyi
yenmesine hep yardım etmiş olan bu ışık, bu sıcak
yoksulluk gizine dönebilirdi. Lombozun bakırı
üzerindeki şimdi nerdeyse kımıltısız, kırık yansıma,
büyükannenin uyuduğu loş odada, pancurlann tüm yüzeyine tüm ağırlığıyla çöküp düşmüş bir budağın bir
48
pancurda bıraktığı tek yarıktan karanlığa incecik bir kılıç
daldıran güneşten gelmekteydi. Sinekler eksikti,
vızıldayan, uyuklamasını dolduran ve besleyen onlar
değildi, denizde sinek olmazdı, çocuğun sevdiği sinekler
de ölmüştü, gürültülü oldukları için severdi onları, sıcağın
bayılttığı bu dünyada bir onlar canlıydı, bütün insanlar ve
hayvanlar, kımıltısız, yere serilmiş olurdu; şu var ki,
yatağın üstünde, duvarla büyükanne arasında kendisine
kalan daracık yerde, bir o dönerdi, o da yaşamak isterdi,
uyku zamanı yaşamdan ve oyunlarından çalınmış gibi
gelirdi ona. Hiç kuşkusuz, akşamları sulamaların nemi ve,
sulansın, sulanmasın, her yerde yetişen hanımeli kokan
küçük bahçelerle çevrili Pre- vost-Paradol sokağında
arkadaşları kendisini beklerdi. Büyükanne uyanır
uyanmaz kaçıp incirler altında hâlâ ıssız Lyon sokağına
inecek, Prevost-Parasol sokağının köşesindeki çeşmeye
dek koşacak, başını musluğun altına eğip tepesindeki
kocaman dökme kolu var hızıyla çevirecek, fışkıran su
burun deliklerini ve kulaklarını dolduracak, gömleğinin
açık yakasından karnına ve kısa pantalonunun altından
bacakları boyunca sandallarına dek inecekti. O zaman,
suyun ayaklarının altıyla ayakkabısının tabanınm köselesi
arasında köpüklendiğini duyumsamaktan mutlu, var
hızıyla, sokağın tek iki katlı evinin koridorunun girişinde,
az sonra mavi tahta raketlerle canette-vinga1 oynayacakları
tahta sigarı yontmaya dalmış olan Pierre’i a ve öteki arkadaşları bulacaktı.
Tamamlanır tamamlanmaz, raketleri evlerin önündeki
bahçelerin paslı parmaklıkları üzerinde ma
1. Bkz. aşağıda yazarın açıklaması.
a. Pierre onun dostuydu, gene bir savaş dulu olan annesi postanede çalışırdı.
İlk Adam
49/4
önündeki bahçelerin pash parmaklıkları üzerinde mahalleyi
uyandıran ve tozlu salkım çiçeklerinin altında uyuyan
kedileri yerlerinden fırlatan bir gürültüyle gezdirerek
giderlerdi. Sokağa geçer, şimdiden bayağı tere batmış
durumda, birbirlerini yakalamaya çalışarak, ama hep aynı
yönde, okullarının yakınında bulunan>•<?- şil alana doğru
koşarlardı. Ama oldukça büyük bir alanda, adına fıskiye
dedikleri yerde, suyu akmayan, nicedir kapanmış havuzu,
arada bir, memleketin zorlu yağmurlarıyla ağzına dek
dolmuş, iki katlı ve yusyuvarlak çeşmede ille de dururlardı.
Su yıllanmış yosunlar, kavun ve portakal kabukları, her
türlü çöple kaplı durumda, güneş eminceye ya da belediye
uyanıp pompayla çekmeye karar verinceye dek kokuşur,
havuzun dibinde kuru, çatlamış, pis bir çamur, güneş
çabasını sürdürerek onu toza dönüştürünceye ve yel ya da
ter mizleyicilerin süpürgesi alanı çevreleyen incir ağaçlarının parlak yaprakları üzerine atıncaya dek uzun süre
kalırdı. Ne olursa olsun, yazm havuz kuru olur, binlerce el
ve kısa pantalon kıçının kayganlaştırdığı, koyu renk, cilalı
taştan, kocaman bir kenar sunar, Jacques, Pierre ve ötekiler
bunu atlama beygiri gibi kullanır, karşı konulmaz bir düşüş
kendilerini fazla derin olmayan, sidik ve güneş kokan
havuza atıncaya dek kıçlarının üstünde dönerlerdi. Sonra,
hep koşarak, sıcağın ve ayaklarını, sandallarını aynı kül
rengi tabakayla örten tozun içinde, yeşil alana doğru
uçarlardı. Burası, bir fıçı atölyesinin arkasında, paslı demir
çemberler, eski, çürümüş fıçı dipleri ve tüf tabakaları
arasında cılız ot demetleri biten bir tür arsaydı. Bağıra
çağıra, tü- fün içine bir daire çizerlerdi. İçlerinden biri,
elinde raket, dairenin içine yerleşir, ötekiler, her biri
sırasıyla,
50
tahta sigarı daireye doğru atarlardı. Sigar daireye düşerse,
atıcı raketi alır, daireyi kendisi savunurdu. En
becerikliler® sigarı havada yakalayıp çok uzağa yollarlardı. Bu durumda, düştüğü yere gitme hakları vardı,
raketin keskin yanıyla sigarın ucuna vurup havaya sıçratır,
yakalayarak daha uzağa yollarlar, vuruşlarını ka- çırıncaya
ya da ötekiler sigarı havada yakalayıncaya dek oyun böyle
sürer ve karşıtın hızla ve ustalıkla attığı sigar karşısında
daireyi savunmak üzere çabucak geri dönerlerdi. Daha
karışık birtakım kuralları da bulunan bu yoksul tenisi
bütün öğleden sonrayı doldururdu. En beceriklileri
Pierre’di, Jacques’tan daha ince, daha cılızdı, Jacques ne
denli esmerse, o da o denli sarışın, kirpiklerine dek
sarışındı, bu kirpiklerin arasından, savunmasız biçimde,
mavi ve dosdoğru bir bakış belirirdi, biraz kırgın, şaşkın,
beceriksiz görünüşlüydü, ama işe girişti mi sürekli ve
kesin bir beceri gösterirdi. Jacques’a gelince, olanaksız
savunma vuruşlarını başarır, en kolay karşı vuruşları
kaçırırdı. Birinciler, bir de arkadaşlarında hayranlık
uyandıran başarıları nedeniyle, en iyi olduğunu sanır, sık
sık böbürlenirdi. Gerçekte, Pierre kendisini sürekli yener
ve bu konuda hiçbir zaman, hiçbir şey söylemezdi. Ama,
oyundan sonra, dikleşir, boyundan bir santim yitirmeden,
ötekileri dinlerken sessizce gülümserdi 1*.
Hava ya da kendi havaları elvermeyince, sokak ve
arsalarda koşacak yerde, önce Jacques’m evinin koridorunda toplanırlardı. Burada, dipteki bir kapıdan, daha
alçakta bulunan ve üç evin duvarlarıyla çevrili bir küçük
avluya geçerlerdi. Dördüncü yanda, bir bah-
a. benzeniz bir savunucu.
b. "Düellolar" yeşil alanda olurdu.
51
çenin duvarının üstünden büyük bir portakal ağacının
dallan geçer, ağaç çiçek açtığı zaman, kokusu yoksul
evler boyunca yükselir, koridordan gelir ya da küçük bir
taş merdivenden avluya inerdi. Bir yanda, ötekinin
yanındaki küçük yapıda sokak üzerinde dükkânı bulunan
bir İspanyol berber ve hanımı bazı akşamlar avluda
kahve kavuran bir Arap çift® otururdu. Son olarak,
dördüncü yanda, merdivenin iki yanında, evlerin geniş,
karanlık ağızlı mahzenleri vardı: hiçbir bölmesi olmayan,
doğrudan toprakta açılmış, her yanından nem sızan,
çıkışsız ve ışıksız mağaralardı bunlar, yeşermiş çürük
toprağıyla kaplı dört basamakla inilirdi buraya, kiracılar,
karmakanşık bir biçimde, fazla varlıklannı, yani hemen
hiçbir şeyi buraya doldururlardı: çürüyen eski çantalar,
sandık parçalan, paslı ve delik eski küvetler, kısacası tüm
arsalarda görülen ve en düşkünlerce bile kullanılmayan
nesneler. Çocuklar işte burada, bu mahzenlerden birinde
toplanırlardı. Jean ile Joseph, İspanyol berberin iki oğlu,
burada oynama alış- kanlığmdaydı. Yoksul konutlarının
önü, özel bahçeleriydi burası. Joseph, tombalak ve
şakacı, hep güler ve nesi varsa verirdi. Jean, ufak ve
zayıf, rastladığı en ufak çiviyi, en ufak vidayı bile
durmadan toplar, bilya- lan ya da gözde oyunlarından
birinde gerekli olan kayısı çekirdekleri0 konusunda çok
tutumlu davranırdı. Birbirine bu ayrılmaz kardeşlerden
daha karşıt iki kişi tasarlanamazdı. Pierre, Jacques ve son
suç ortağı Max’la, pis kokulu ve ıslak mahzene
dalarlardı. Paslı
a. Omar bu ailenin oğludur - baba belediyede çöpçüdür.
b. Sacayağı biçiminde üç çekirdeğin üstüne bir çekirdek konulurdu. Ve, belirti bir uzaklıktan,
başka bir çekirdek atılarak bu yapı yıkılmaya çalışılırdı. Başaran dört çekirdeği alırdı. Atışta
başarısız olursa, onun çekirdeği de yığının sahibinin olurdu.
52
demirden dikmeler üzerine, bunları Hindistan domuzu diye
adlandırdıkları,
oynak
bağalı,
kül
rengi
hamamböceklerinden arındırdıktan sonra, toprakta çürüyen
torbalar gererlerdi. Sonra bu iğrenç çadır altında, en sonunda
kendi evlerinde olur (kendi odaları, kendi yatakları bile
olmamışken), küçük ateşler yakarlar, ateş, avludan kazınmış
ıslak toprakla örtmelerine dek, bu ıslak ve pis havada duman
biçiminde can çekişir, onları inlerinden dışarıya kaçırırdı. O
zaman, küçük Jean’la biraz tartışarak da olsa, naneli akide
şekerlerini, yerfıstıklannı, tuzlu leblebileri, tramousse
denilen acı baklaları ya da yakınlardaki sinemanın kapısında, Araplar’m bir bilyah yatak üzerine yerleştirilmiş
basit bir tahta sandıktan oluşan, sineklerle kuşatılmış bir
sergi üstünde sattıkları çubuk şekerlerini paylaşırlardı.
Sağnak günlerinde, ıslak avlunun suya doymuş toprağı
yağmurun fazlasını mahzenlerin içine bırakır, onlar da
düzenli olarak su içinde olan mahzenlerde, eski sandıkların
üstüne çıkar, arı gökten ve deniz yellerinden uzakta,
yoksunluk
ülkelerinde
utkuya
ermiş
durumda®,
Robinson’culuk oynarlardı.
Ama en güzel günler* ilk yaz günleri, şu ya da bu
bahaneyle, güzel bir yalanla gündüz uykusunu atlattıkları
zamanlardı. Çünkü böylece, hiçbir zaman tramvay paralan
olmadığından, dış mahallelerin art arda sıralanan san ve kül
rengi sokakları arasmdan, ahırlar, atlı yük arabalanyla iç
topraklara ulaşım sağlayan kurum ya da kişilerin malı olan
büyük arabalıklar içinden geçerek deneme bahçesine dek
uzun uzun yürürlerdi,
a. Caloufa.
* Büyük.
53
sürme oluklu kapıların önünden geçer, onlar Jacqu- es’ın
daha uyumadan önce düşünü kurduğu bu yasak yerlerden
gelen at pisliği, saman ve ter kokusunu hazla içlerine
çekerken, atların tepinmeleri, ağızlarını şaklatan, sert
solumaları, yular işi gören zincirin yemliğin tahtasına
çarptıkça çıkardığı sesler duyulurdu. Atların, Fransa’dan
gelen, sıcaktan ve sineklerden şaşkına dönmüş durumda,
sürgün gözleriyle kendilerine bu iri ayaklı, kocaman
hayvanların tımar edildiği açık bir ahırın önünde biraz
oyalanırlardı. Sonra, arabacıların itmesi üzerine, en ender
türlerin yetiştirildiği uçsuz bucaksız bahçeye doğru
koşarlardı. Ta denize dek geniş ve bir havuz ve çiçek
görünümüne açılan, ağaçlarla çevrili, büyük yolda,
bekçilerin sakıngan bakışları altında, ilgisiz ve uygar
gezici havalarına girerlerdi. Ama, ilk yan yolda,
koşularını gölgeleri nerdeyse karanlık olacak oranda sık,
kocaman sakızağacı sıraları arasmdan bahçelerin doğu
bölümüne, yere eğilen dalları ilk dalların toprağa inen,
sayısız köklerinden seçilemeyen kauçuk* ağaçlarma,
sonra, daha da ötede, seferlerinin gerçek amacına,
tepelerinde portakal rengi, küçük, sıkı ve onların kokoz
dedikleri
meyve
demetleri
bulunan
palmiye
hindistancevizi ağaçlarma doğru koşmaya başlarlardı.
Buraya gelince, önce yakınlarda bir bekçi bulunup
bulunmadığım anlamak için her yönde denetime girişmek
gerekirdi. Sonra cephane, yani taş arayışı başlardı. Hepsi
de cepleri dolu olarak döndüğü zaman, her biri sırasıyla,
tüm öbür ağaçların yukarısında, gökyüzünde usul usul
sallanan demetlere atış yapardı. Atış yerini bulunca,
birkaç meyva düşer,
a. ağaçların adı söylenecek.
54
bunlar yalnızca mutlu nişancının olurdu. Ötekiler, kendi
atışlarım yapmadan, onun ganimetini toplamasını
beklerdi. Jacques atışta becerikliydi, bu oyunda Pier- re’e
yetişirdi. Ama her ikisi de meyvalarmı daha az mutlu
olan ötekilerle paylaşırdı. En beceriksizleri, gözlük takan
ve gözleri iyi görmeyen Max’ti. Bodur ve sağlamdı, gene
de kavga edişini gördükleri günden beri ötekilerden saygı
görürdü. Sık sık katıldıkları sokak savaşlarında, başta
öfkesini ve şiddetini tutamayan Jacques olmak üzere, sert
bir karşılık almak pahasına da olsa, en kısa zamanda, en
çok acıyı vermek için karşıtın üzerine atılma
alışkanlığında olmalarına karşın, adı Alman adına
benzeyen Max, bir gün kasabın Gi- got takma adlı şişko
oğlu kendisine Pis Alman deyince, sakin sakin gözlüğünü
çıkarıp Joseph’e vermiş, gazetelerde gördüğü boksörlerin
yaptığı gibi gardmı almış, ötekine gidip aşağılamasını
yinelemesini söylemişti. Sonra, pek kızışır gibi
görünmeden, Gigot’nun her saldırısını savuşturmuş,
kendisi hiç yumruk yemeden ona birkaç yumruk atmış,
sonunda da, en yüce şan, onun gözünü morartma
mutluluğunu tatmıştı! O gün bugün, küçük toplulukta,
Max’m ünü sağlamdı. Cepleri ve elleri meyvadan yapış
yapış, bahçeden denize doğru koşarlar ve, bahçeden
dışarı çıkar çıkmaz, kokozlarını mendillerinin üstüne
yığar, mide bulandıracak ölçüde yağlı, şekerli ve lifli,
ama utku gibi hafif ve lezzetli meyvaları hazla
çiğnerlerdi. Sonra plaja doğru koşarlardı.
Bunun için, üzerinden gerçekten de sık sık Cezayir’in doğusundaki Maison-Carr£e pazarından gelen ya
da aynı yöne giden koyun sürüleri geçen koyunlu yol
adlı yolu geçmek gerekirdi. Gerçekte tepelerine
56
basamak basamak yerleşmiş kentin oluşturduğu daire
yayını koşut bir yol denizden ayırırdı. Yol ile deniz
arasında, yapımevleri, tuğla harmanları ve bir gaz fabrikası içinde tahta ve demir kalıntılarının ağardığı kireç
tozları ya da kil tabakalarıyla kumluk alanlarla ayrılırdı.
Bu verimsiz alan geçilince, Sablettes plajına çıkılırdı.
Kumu biraz karaydı, ilk dalgalar da her zaman saydam
değildi. Sağda, bir plaj kabinlerini ve, bayram günleri,
dansedenlere salonunu, kazıklar üstüne yapılmış koca bir
kutuyu sunardı. Mevsiminde, bir patates kızartmacı her
gün fırınını ateşlerdi. Çoğu zaman, küçük topluluğun bir
külah patates alacak parası bile olmazdı. Rastlantı bu ya,
içlerinden birinde gerekli para3 bulunursa külahını alır,
saygılı arkadaş alayı önünde ağır ağır plaja doğru ilerler
ve, denizin karşısmda, işe yaramaz olmuş, eski bir
teknenin gölgesinde, ayaklarını kuma yerleştirerek bir
eliyle külahını dimdik tutup öbür elini kocaman, kıtır kıtır
parçaların hiçbirini düşürmemek için üstünü kapatır,
kendini kıç üstü yere bırakırdı. O zaman töre arkadaşların
her birine bir parça patates ikram etmekti, onlar da sıcak
ve ağır yağla güzel güzel kokan tek eğlenceliğin saygıyla
tadını çıkarırlardı. Sonra da kalan kızartmalarının tadını
birer birer, ciddi ciddi çıkaran talihliye bakarlardı. Paketin
dibinde her zaman patates kırıntıları kalırdı. Lütfedip
bunları paylaşmazsın diye doymuş arkadaşa yalvardırdı.
Çoğu zaman, yalvarılan Jean değilse, yağlı paketi açıp
patates kırıntılarını yayar, herkesin, sırasıyla, bir kırıntı
almasma izin verirdi. Şölen bitince, haz ve yoksunluk
hemen unutuluverir, sıcak güneşin
a. 2 sou.
57
altında, plajın batı ucuna, şimdi olmayan bir küçük kulübeye temel olmuş ve arkasında soyunabildikleri yan yıkık
bir yapıya doğru koşu başlardı. Birkaç saniye içinde
soyunmuş, bir an sonra da suya dalmış olur, var güçleriyle*
beceriksizce yüzer, haykırırlar 3, salyaları akar, tükürürler,
kim daha çok dalacak ya da kim daha çok su altında
kalacak diye birbirlerine meydan okurlardı. Şimdi deniz
yumuşak, ılık, ıslak başlar üzerinde güneş hafif olur, ışığın
görkemi bu körpe bedenleri haykırıp durmalarına yol açan
bir sevinçle doldururdu. Yaşam ve deniz üzerinde hüküm
sürerler ve dünyanın verebileceği en görkemli şeyi yeri
doldurulmaz
zenginliklerinden
kuşkusu
olmayan
beyzadeler gibi hesapsız kitapsız alıp kullanırlardı.
Bu yüzden saati bile unutur, plajdan denize koşar,
bedenlerini yapış yapış eden deniz suyunu kumda kurutur,
sonra üstlerini griyle donatan kumu denizde yıkarlardı.
Koşarlardı, sonra keçisağanlar keskin çığlıklarla
fabrikaların ve plajın üstünde daha alçaktan uçmaya
başlardı. Gökyüzü günün bunaltıcı havasından sıyrılıp
durulur, sonra yeşerirdi, ışık yatışır, körfezin öbür ucunda,
evlerin ve kentin o zamana dek bir tür sis içine gömülmüş
eğrisi daha çok belirginleşirdi. Henüz aydınlık olurdu, ama
Afrika’nın hızlı alacakaranlığına önlem olarak, lambalar
şimdiden yanardı. Genellikle, ilk Pierre verirdi işareti: "Geç
oldu". Hemen arkadan bozgun, hızlı vedalaşma gelirdi.
Jacques, Joseph ve Jean’la birlikte, ötekilere aldırmadan
eve koşardı. Soluk soluğa koşarlardı. Joseph’in annesi eline
çabuktu. Jacques’in büyükannesine gelince... tik
a. Boğulursan, annen seni öldürür. -Böyle herkesin önünde her şeyini göstermekten
utanmıyor musun? Annen nerde senin.
58
havagazı lambaları, koşularını hızlandırarak ışıklarını
yakıp önlerinden giden tramvaylar karşısmda çılgına
dönmüş, gecenin şimdiden yerleştiğini görünce dehşete
düşmüş durumda, hızla inen akşamda hep koşarlar,
kapının eşiğinde allahaısmarladık bile demeden ayrılırlardı. Böyle akşamlarda, Jacques karanlık ve pis kokulu
merdivende durur, karanlıkta duvara dayanıp yerinden
hoplayan yüreğinin yatışmasını beklerdi. Ama
bekleyemezdi, bunu bilmek büsbütün soluğunu keserdi.
Üç adımda, merdivenin başındaydı, katın tuvaletinin
kapısının önünden geçer, kapıyı açardı. Koridorun
sonunda, yemek odasında ışık olur, donmuş durumda,
tabaklarda kaşıkların sesini duyardı. Girerdi. Sofranın
çevresinde, petrol lambasının yuvarlak ışığı altında, yan
dilsiz dayı8 çorbasını gürültüyle höpürdet- meyi
sürdürürdü; annesi, henüz genç, gür ve kestane rengi
saçlı, güzel, tatlı gözleriyle ona bakardı. "Biliyorsun ki..."
diye başlardı. Ama, ancak arkadan gördüğü büyükanne,
kara giysisi içinde dimdik, gözleri açık renk ve sert,
dudaklan kararlı, kızının sözünü keserdi: "Nerden
geliyorsun? - Pierre hesap ödevini gösterdi." Büyükanne
kalkar, ona yaklaşırdı. Saçlarını koklar, sonra eliyle hâlâ
kum dolu ayağını yoklardı."Plajdan geliyorsun." "Öyleyse
yalancısın", diye kekelerdi dayı. Ama büyükanne arkasına
geçer, odanın kapısının arkasından burada asılı duran ve
"öküz siniri" denilen kaba kırbacı alır, bacaklarına ve
kıçına bağırtacak ölçüde yakan üç dört kırbaç indirirdi.
Biraz sonra, kendisine acıyan dayısının koyduğu çorba
tabağının başında, ağzı ve gırtlağı gözyaşı dolu,
gözyaşlarının taşmaa. Kardeş.
srnı önlemek için tüm varlığıyla gerilirdi. Annesi, büyükanneye şöyle çabucak baktıktan sonra, çok sevdiği
yüzünü ona döndürür, "Çorbanı iç, derdi. Bitti. Bitti." İşte o
zaman ağlamaya başlardı.
Jacques Cormeıy uyandı. Güneş artık lombozun
bakırına yansımıyordu, çevrende alçalmıştı, şimdi karşısındaki duvarı aydınlatmaktaydı. Giyinip güverteye çıktı.
Gecenin sonunda Cezayir’i bulacaktı.
60
5
Baba. Ölümü.
Savaş. Saldırı
Kapının eşiğinde, kollarında sıkıyordu onu, bedeni
basamakların yüksekliğinin anısını hâlâ tam olarak
saklıyormuş gibi, merdiveni tek ve şaşmaz bir atılımla, tek
bir basamağı bile şaşırmadan, dörder dörder çıktığı için
soluk soluğaydı. Yeni başlayan sıcağın buharlaştırıp
dağıtmaya başladığı sabah sulamaları® nedeniyle yer yer
parlayan, şimdiden iyice canlanmış sokakta, taksiden
indiği zaman, gene eski yerinde, dairenin iki odası
arasmda, berberin sundurmasının yukarısında bulunan, tek
ve dar balkonunda görmüştü onu (berber artık Jean’la
Joseph’in babası değildi, o veremden ölmüştü,
"Meslekten, hep onun bunun saçlarını solumaktan",
diyordu karısı, ama sundurmanın dalgalı saçtan kaplaması
gene hep incirlerle, kâğıt parçalarıyla, eski izmaritlerle
doluydu). Orada duruyordu öyle, her zaman gür, ama
yıllardır ağarmış saçlarıyla, gene de, yaşmm yetmiş ikiyi
bulmasına karşın, hâlâ dikti, aşırı inceliği ve hâlâ belirgin
güçlülüğü nedeniyle on yaş daha aşağı olduğu
söylenebilirdi, tüm aile böyleydi, gevşek görünüşlü, ama
gücü tükenmek bü- meyen bir zayıflar boyuydu,
üzerlerinde yaşlılığın hiç-
a. pazar.
61
bir etkisi olamazmış gibi görünürdü. Yan dilsiz Emile
dayı1, elli yaşında, bir genç adamı andırmaktaydı. Büyükanne başını eğmeden ölmüştü. Şimdi kendisine doğru
koştuğu annesine gelince, onlarca yıllık tüketici çalışma
kendisinde Cormery’nin bütün gözleriyle hayran olduğu
genç kadına saygı göstermiş olduğuna göre, hiçbir şey
onun yumuşak direşkenliğini indirgeye- meyecek gibiydi.
Kapının önüne geldiği zaman, annesi kapıyı açıp
kollarına atılıyordu. Burada, yeniden görüştükleri her
seferde olduğu gibi, onu tüm gücüyle bağrına basıp sıkarak iki üç kez öpüyor, kollarında kaburgalarını, biraz
titreyen omuzlarının sert ve çıkık kemiklerini duyuyor, o
da onun cildinin tatlı kokusunu içine çekiyor, bu koku
ona boynunun altında, iki boğaz kirişinin arasında, şimdi
artık öpmeyi göze alamadığı, ama çocukken ve onu
dizlerine aldığı, onun da, burnu kendisi için sevginin
çocuk yaşamında çok ender olan kokusunu taşıyan bu
küçük çukurda, uyur gibi yaptığı ender anlarda içine
çekmekten ve okşamaktan hoşlandığı şu yeri
anımsatmaktaydı. Annesi onu öpüyor, bıraktıktan sonra,
onu süzüyor ve, ona yöneltebileceği ya da anlatabileceği
tüm aşkı içinde tarttıktan sonra, henüz bir ölçü eksik
olduğuna karar vermiş gibi, sarılıp bir kez daha
öpüyordu. "Oğlum, uzaktaydın", diyordu®. Hemen
sonra, başını çevirip daireye dönüyor, sokağa bakan
yemek odasına oturuyordu, artık onu da, başka hiçbir şeyi
de düşünmez gibi görünüyordu, hatta ona bazı bazı sanki
şimdi içinde yalnız başına devindiği
*
.
—
«
M
—
-
—
1. Emest olacak, a. geçiş.
62
dar, boş ve kapalı evrende fazlaymış ve onu rahatsız
ediyormuş gibi -en azmdan o böyle bir izlenime varıyordutuhaf bir anlatımla bakıyordu. Ayrıca, o gün, gelip yanma
oturduktan sonra, içinde bir kaygı varmış gibiydi, arada bir, o
güzel koyu ve ateşli bakışıyla kaçamak bir biçimde sokağa
bakıyor, sonra bu bakış Jacqu- es’a dönerek yatışıyordu.
Sokağın gürültüsü artıyor, ağır kırmızı tramvayların
demir gürültüleri içinde geçişleri sıklaşıyordu. Cormery
annesine bakmaktaydı, ak yakalı, küçük bir gri bluz giymiş,
pencerenin önüne, yanlamasına, rahatsız [ ] l bir iskemleye
oturmuş, hep öyle duruyordu, sırtı yaşlılıktan biraz
kamburlaşmıştı, ama arkalığın desteğini aramıyordu, ellerini
küçük bir mendüin çevresinde birleştirmişti, zaman zaman
uyuşmuş parmaklarının arasmda top gibi yuvarlıyor, sonra,
başı hafiften sokağa dönük, giysisinin çukurunda, ellerinin
arasında bırakıyordu. Otuz yıl öncesinin aynıydı, kırışıkların
ardında, mucizemsi bir biçimde genç kalmış yüzü buluyordu
gene, alında erimiş gibi düz ve parlak kaş kemerleri, küçük,
düz burun, dudakların köşesinin takma diş çevresinde
buruşmasına karşın ağzı hâlâ düzgün. Öylesine çabuk bozulan
boyun bile, düğüm düğüm olmuş kirişlere ve biraz gevşemiş
çeneye karşın biçimini korumaktaydı. "Berbere gitmişin", dedi
Jacques. Suç üstü yakalanmış küçük kız havasıyla gülümsedi:
"Evet, biliyorsun, sen geliyordun." Her zaman, ner- deyse
görünmez olan kendi yöntemiyle yosma olmuştu. Ve ne kadar
yoksulca giyinmiş olursa olsun, Jacques çirkin bir şey
giydiğini gördüğünü anımsamıyor-
1. Okunamayan iki işaret.
63
du. Şimdi bile, giydiği gri ve karalar iyi seçilmişti. Her
zaman yoksun, ya da yoksul ya da, bazı bazı, durumu
düzgünce (kimi akrabalar böyleydi) boyun beğenişiydi bu.
Ama hepsi, özellikle de erkekler, tüm Akdenizliler gibi,
beyaz gömleklere ve pantalonun çizgisine önem verir,
giysilerin enderliği nedeniyle sürekli olan bu bakım işinin,
anne olsun, eş olsun, kadınların işine eklenmesini doğal
bulurdu. Annesine gelince 3, başkalarının çamaşırlarını
yıkayıp evlerini temizlemenin yetmediğini hiç usundan
çıkarmamıştı, Jacques da, evden ayrılıp hiç çamaşır
yıkamayıp ütü yapmayan kadınların dünyasına varıncaya
dek, ne denli eskilere giderse gitsin, annesini her zaman
kardeşinin ve kendisinin tek pantalonlarmı ütüler görmüştü.
"İtalyan, dedi annesi, berber. İyi iş yapar. -Evet", dedi
Jacques. "Çok güzelsin", diyecekti, ama durdu. Annesi
konusunda bunu hep düşünmüş, ama ona söylemeyi hiçbir
zaman göze alamamıştı. Kızmasından korktuğundan ya da
böyle bir övgünün onun hoşuna gideceğinden kuşku
duyduğundan değil, ancak bunu söylemek tüm yaşamı
boyunca arkasına çekildiğini gördüğü görünmez duvarı
aşmak olacaktı, yumuşak, kibar, barışık, hatta edilgendi,
gene de hiçbir şey, hiç kimse, hiçbir zaman fethedememişti onu, yarı-sağırlığıyla, konuşma güçlüğüyle
yalıtlanmıştı, güzeldi kuşkusuz, ama nerdeyse erişilmezdi, o
daha güleç olduğu, yüreği de ona doğru daha çok atıldığı
için daha da erişilmezdi-, evet, tüm yaşamı boyunca, aynı
korkak ve boyun eğmiş, gene de uzak havasım, otuz yıl
önce, araya girmeden, annesinin Jacques’i kırbaçla
dövüşünü izleyen bakışını koru-
a. kara ve ateşli gözün parladığı kemikli ve kaygan kaş çıkıntısı.
muştu, oysa kendisi çocuklarına hiçbir zaman el kaldırmamış, hiçbir zaman onları azarlamamıştı, bu vuruşların
onu da yaraladığından kuşku duyulamazdı, ama,
yorgunluk, konuşma güçlüğü, annesine göstermek zorunda
olduğu saygı araya girmesini engellediğinden, sesini
çıkarmazdı, günler ve yıllar boyunca katlanırdı, kendisi
başkalarının hizmetinde çetin çalışma gününe, diz
çökülerek yıkanan parkelere, başkalarının yağlı artıkları,
kirli çamaşırları ortasında erkeksiz ve avuntusuz yaşama,
umuttan yoksun olmak yüzünden, aynı zamanda her türlü
hınçtan da yoksun olan, bilgisiz, inatçı, tüm acılara,
başkalarının acıları gibi kendi acılarına da boyun eğmiş bir
yaşam oluşturmak üzere birbirine eklenen uzun çalışma
günlerine dayandığı gibi, çocuklarına indirilen kırbaçlara
da dayanırdı. Zorlu bir çamaşırdan sonra yorgun olduğunu
ve beli ağrıdığını söylemesi dışmda, yakındığını hiç
işitme- mişti. Bir kızkardeşin ya da bir teyzenin kendisine
kibar davranmadığım ya da "mağrur" davrandığını söylemek dışmda, herhangi bir kimse için kötü bir şey söylediğini hiçbir zaman işitmemişti. Buna karşılık, şöyle
iyice gönülden güldüğünü çok az işitmişti. Şimdi, çocukları bütün gereksinimlerini karşılamaya başlayalı- beri
çalışmadığından, biraz daha fazla gülüyordu. Jacques
odaya bakıyordu, oda da değişmemişti. Daha rahat, ama
her şeyin zorlaşacağı bir daireye gitmek üzere,
alışkanlıkları bulunan bu daireyi, kendisi için her şeyin
kolay olduğu bu mahalleyi bırakmak istememişti. Evet,
aynı odaydı. Eşyalar değiştirilmişti, şimdi daha düzgündü
eşyalar, eskileri gibi dökülmüyordu. Ama hep çıplak, hep
duvara yapışıktılar. "Hep karıştırırsın", dedi annesi. Evet,
tüm homurdanmalarına kar-
İlk Adam
65/5
şın, içinde her zaman ancak gereken şeyler bulunan ve
çıplaklığı kendisini büyüleyen büfeyi açmaktan kendini
alamıyordu. Mutfak masasının içlerinde iki üç gazete,
iplikler, bir vesikalık fotoğraf ve kopuk düğmelerle dolu bir
karton kutuyla bu evde yetinilen iki üç ilaç bulunan
çekmecelerini de açıyordu. Evet, fazlalık bile yoksuldu,
çünkü fazlalık hiçbir zaman kullanılmamıştı. Jacques iyi
biliyordu ki, kendisininki gibi nesnelerin bol olduğu normal
bir eve de yerleşse, annesi ancak gerekli olanı kullanırdı
gene. Biliyordu ki, yanda, annesinin bir küçük dolap, bir dar
yatak, tahta bir tuvalet masası, bir hasır iskemleyle döşeli,
perdesi tığ işi tek pencereli odasında, kesinlikle hiçbir nesne
bulamazdı, olsa olsa, bazı bazı, tuvalet masasının çıplak
tahtası üzerinde bıraktığı, top gibi yuvarlanmış küçük
mendili bulurdu.
İster lisedeki arkadaşlarının evleri olsun, ister, daha
sonra, daha varlıklı bir dünyanın evleri, başka evleri
gördüğü zaman, onu en çok şaşırtan, odayı tıka basa
dolduran vazoların, kupaların, heykelciklerin sayısı
olmuştu. Onun evinde, "şöminenin üstündeki vazo"
derlerdi, saksı, çukur tabaklar ve bulunabilecek birkaç
nesnenin adı yoktu. Dayısındaysa, tersine, Vosges’la- rın
alazlanmış kumtaşı övünçle gösterilir, Quimper takımlarda
yemek yenilirdi. Kendisi, her zaman, ölüm gibi çıplak bir
yoksulluk içinde, cins adları arasında büyümüştü; dayısında,
özel adları bulgulardı. Bugün bile, döşemesi yeni yıkanmış
odada, basit ve parlak eşyaların üstünde hiçbir şey yoktu,
yalnızca o gelecek diye servis masasının üstünde dövme
bakırdan bir Arap sigara tablası, bir de duvarda P.T. T.’nin
takvimi vardı. Burada görülecek hiçbir şey yoktu,
söylenecek şey
66
azdı, işte bunun için kendi gözüyle görüp tanıdığı dışında
hiçbir bildiği yoktu. Babası konusunda da öyle.
"Baban mı?" Kendisine bakıyor, dikkatini topluyordu4.
"Evet.
-Adı Henri’ydi, ama gerisi?
-Bilmiyorum.
-Başka adları yok muydu?
-Sanırım vardı, ama anımsamıyorum."
Birden dalgınlaşıyor, şimdi güneşin bütün gücüyle
vurduğu sokağa bakıyordu.
"Bana benzer miydi?
-Evet, burnundan düşmüşün. Gözleri açık renkti.
Alnı da, seninki gibi.
-Hangi yılda doğmuş?
-Bümem. Ben ondan dört yaş büyüktüm.
-Ya sen, hangi yılda doğdun?
-Bilmiyorum. Aile defterine bak."
Jacques odaya gitti, dolabı açtı. Üst rafta, havlular
arasında, aile defteri, aylık cüzdanı ve İspanyolca birkaç
eski kâğıt vardı. Belgeleri alıp döndü.
"O 1885’te doğmuş, sen de 1882’de. Ondan üç yaş
büyüksün.
-Ya! ben dört sanıyordum. Çok zaman oldu.
-Babasını çok erken yitirdiğini, annesiyle kardeşlerinin onu öksüzler yurduna verdiğini söylemiştin.
-Evet. Kızkardeşini de.
-Ana babasmm bir çiftliği vardı, öyle mi?
-Evet. Alsace’lıydılar.
-Ouled-Fayet’de.
a. Baba - sorgulama -14 savaşı - Saldın.
67
-Evet. Bizim de Cheraga’da. Çok yakındır.
-Ana babasmı kaç yaşmda yitirmişti?
-Bilmiyorum. Çok gençti. Kızkardeşi onu bırakmıştı.
Kötü bir şey. Artık onları görmek istemiyordu. -Kızkardeşi
kaç yaşmdaydı?
-Bilmiyorum.
-Ya erkek kardeşleri? En gençleri miydi?
-Hayır. İkinci.
-Ama o zaman kardeşleri onunla ilgilenemeyecek
kadar gençti.
-Evet. Öyle.
-O zaman, suç onlarda değildi.
-Hayır, kızıyordu onlara. Öksüzler yurdundan sonra,
on altı yaşında, kızkardeşinin çiftliğine dönmüştü. Onu
fazla çalıştırıyorlardı. Çok fazla.
-O da Cheraga’ya geldi.
-Evet. Bize.
-Onu orada mı tamdm?
-Evet."
Gene başını sokaktan yana çevirdi. Jacques bu yolda
sürdürme gücünü bulamayacağını seziyordu. Ama o kendisi
bir başka yön tuttu.
"Okuma bilmezdi, anlarsın ya. Öksüzler yurdunda,
hiçbir şey öğretmiyorlarmış.
-Ama sana savaştan yolladığı kartlar göstermiştin bana.
-Evet, M. Classiault’dan öğrenmişti.
-Ricome’da.
-Evet. M. Classiault şefti. Okuyup yazma öğretti ona.
-Kaç yaşmda?
-Yirmi yaşmda, sanırım. Bilmiyorum. Çok eskileri
68
de kaldı bütün bunlar. Ama evlendiğimiz zaman, şarapları
iyi öğrenmişti, her yerde çalışabilirdi. Kafalı adamdı."
Jacques’a bakıyordu.
"Senin gibi.
-Peki sonra?
-Sonra mı? Sonra kardeşin doğdu. Baban Rico- me’a
çalışıyordu, Ricome onu Saint-Lapötre’daki çiftliğine
yolladı.
-Saint-Apötre’a mı?
-Evet. Sonra savaş çıktı. Öldü. Mermi parçasını bana
yolladılar."
Babasmm başını parçalamış olan mermi parçası aynı
dolapta, aynı havluların ardmda, cepheden gönderilmiş
kartlarla birlikte, küçük bir bisküvi kutusunun içindeydi,
kurulukları ve kısalıkları içinde ezbere söyleyebilirdi bu
kartlarda yazılanları. "Sevgili Lucie. İyiyim. Yarın konak
yerimizi değiştiriyoruz. Çocuklara dikkat et. Seni
öpüyorum. Kocan."
Evet, bu taşmmalar sırasında göçmen çocuğu ve
göçmen doğduğu gecenin dibinde, Avrupa şimdiden
toplarmı ayarlamaktaydı, birkaç ay sonra hepsi birden
patlayacak, Cormery’leri Saint-Apötre’dan kovarak birini
Cezayir’deki kolordusuna, ötekini kucağında Seybouse’un ısırıklarıyla şişmiş çocukla annesinin yoksun
mahalledeki küçük apartmanına yollayacaktı. "Siz hiç
rahatınızı bozmayın, anne. Henri döndüğü zaman, gideriz." Büyükanneyse, dimdik, ak saçları geriye toplanmış, gözleri açık renk ve sert: "Kızım, çalışman gerekecek," demişti.
"Zuhaf birliğindeydi.
-Evet. Fas’ta savaşmıştı."
69
Doğruydu. Jacques unutmuştu. 1905’te, babası yirmi
yaşındaydı. Dedikleri gibi, Faslılar’a karşı etkin askerlik
yapmıştı8. Jacques, birkaç yıl önce, Alger sokaklarında
karşılaştıkları zaman, okulunun müdürünün anlattıklarını
anımsıyordu. M. Levesque babasıyla aynı zamanda
çağrılmıştı. Ama ancak bir ay aynı birlikte kalmıştı.
Cormery’yi iyi tanıyamamıştı, çünkü az konuşan bir
adamdı. Yorgunluğa dayanıklı, suskun, ama yaşanması
kolay ve dürüsttü. Yalnız bir kez, Cormery tepesi atmış
görünmüştü. Atlas’ın bir köşesinde, müfrezenin yerleştiği
kayalık bir boğazın koruduğu bir küçük tepede, çok sıcak
bir günden sonra, geceydi. Cormery’yle Levesque boğazın
aşağısında nöbeti alacaklardı. Seslenişlerine kimsecikler
yanıt vermemişti. Ve bir yaban incirleri çitinin dibinde,
arkadaşlarım başı devrilmiş, tuhaf bir biçimde aya dönmüşbir durumda bulmuşlardı. Önce başını tanıyamamışlardı,
tuhaf bir biçimdeydi. Ama çok basitti. Boğazlanmıştı,
ağzındaki o mor kabarıldık da cinsel organıydı. Bacakları
ayrılmış, zuhaf pantalonu yarılmış bedenini ve yarığın
ortasında, aym bu kez dolaylı ışığında, şu bataklı- ğımsı
birikintiyi o zaman görmüşlerdi 15. Yüz metre ötede, bu kez
iri bir kayanın ardında, ikinci nöbetçi de aynı durumdaydı.
Alarm verilmiş, nöbetçiler iki katma çıkarılmıştı. Şafakta,
ordugâha döndükleri zaman, Cormery ötekilerin insan
olmadıklarını söylemişti. Levesque düşünüyordu, onlara
göre insanların böyle davranması gerektiğini, kendi
evlerinde olduklarını ve tüm yollan denediklerini söylemişti.
Cormery inatçı havasına girmişti gene. "Belki de. Ama
yaptıkları kö-
a. 14.
b. ha onunla ölmüşün, ha onsuz, demişti çavuş.
70
tü. Bir insan bunu yapmaz." Levesque, onlar için, kimi
durumlarda, insanın her şeyi yapabilmesi ve [her şeyi
yokedebilmesi] gerektiğini söylemişti. Ama Cormery azgın
bir deliliğe kapılmış gibi haykırıyordu: "Hayır, insan
dediğin kendini tutar, insan budur, yoksa..." Sonra
yatışmıştı. "Ben, demişti boğuk bir sesle, ben yoksulum,
öksüzler yurdundan çıktım, bana bu giysiyi giydirdiler, beni
savaşa sürüklediler, ama kendimi tutuyorum. -Kendini
tutamayan Fransızlar da var, [demişti] Levesque. -O zaman,
onlar da, onlar da insan değil."
Sonra birden, haykırmıştı: "Pis ırk! Ne ırk! Hepsi,
hepsi..."
Sonra, kâğıt gibi solgun, çadırına girmişti.
Jacques, düşündükçe, babası konusunda en çok şeyi
şimdi görmez olduğu bu yaşlı ilkokul öğretmeninden
öğrendiğini anlıyordu. Ama, bu ayrıntı bir yana, annesinin
sessizliğinin sezdirdiğinden fazla hiçbir şey. Bütün yaşamı
boyunca
çalışmış,
buyruk
üzerine
öldürmüş,
kaçmılamayacak her şeyi sineye çekmiş, ama, içinde bir
yerlerde, benliğinin çürümesini yadsıyan, sert, kederli bir
adam. Kısacası yoksul bir adam. Çünkü yoksulluk seçilmez,
ama sürdürülebilir. Ve, annesinden edindiği azıcık bilgiyle,
aynı adamın, dokuz yıl sonra, evli, iki çocuk babası, biraz
daha iyi bir durumda olarak ve seferberlik olup Cezayir’e
çağrılışının3 ardından, sabırlı eşi ve katlanılmaz çocuklarla
birlikte yaptığı gece yolculuğunu, garda ayrılışlarını, üç gün
sonra da, rıhtımların tonozları altında kışladan ayrılıp akşam
kendisini hiç taşımamış olan denizin üstünde,
a. 1814 Cezayir gazeteleri. [Yanlışlık]
71
hiç görmemiş olduğu Fransa’ya gitmek üzere 8 gemiye
binmeden önce, çocuklarım ve eşini kucaklamak için zuhaf
birliğinin kabarık pantalonlu kırmızı, mavi güzelim
üniforması içinde, temmuz sıcağında*, ne takkesi, ne
miğferi olduğundan, elinde hasır şapkası, birdenbire
Belcourt’daki küçük daireye gelişini gözlerinin önünde
canlandırmaya çalışıyordu, onları var gücüyle, çok kısa bir
süre kucaklamış, sonra aynı yürüyüşle gitmişti, karısı küçük
balkonda hafiften el sallamıştı ona, o da koşusu içinde
karşılık vermiş, geriye dönüp hasır şapkasını sallamış, sonra
tozdan ve sıcaktan külrengi sokakta gene koşmaya başlamış,
daha ileride, sinemanın önünde, sabahın gözler kamaştıran
ışığı içinde, bir daha hiç dönmemek üzere gözden silinmişti.
Gerisine gelince; tasarlamak gerekiyordu. Annesinin
kendisine söyleyebilecekleri içinden değil, o tarihi ve
coğrafyayı düşünemezdi bile, yalnızca denizin yakınında
karada yaşadığını, Fransa’nın onun da hiç üzerinde
dolaşmadığı şu denizin öte yanında olduğunu bilirdi, ayrıca
Fransa belirsiz bir gecede yitip gitmiş, karanlık bir yerdi,
Cezayir limanı gibi olduğunu tasarladığı, Marsilya denilen
bir limandan varılırdı buraya, burada çok güzel olduğu ve
adına Paris denilen bir kent ışıldardı, sonra bir de Alsace
denilen bir bölge vardı, kocasının ataları oradan gelmişlerdi,
bundan uzun zaman önce, Cezayir’e yerleşmek üzere
adlarına Alman denilen düşmanlardan kaçmışlardı, bu
bölgeyi de aynı düşmanlardan, özellikle Fransızlar’a karşı,
hem de hiçbir neden yokken, her zaman kötü ve acımasız
olan in-
a. Fransa’yı hiç görmemişti. Görmüş ve öldürülmüştü.
* Ağustos.
72
sanlardan geri almak gerekirdi. Fransızlar bu kavgacı ve
amansız adamlara karşı kendilerini savunmak zorundaydı
her zaman. Kendisinin Mahonlu ataları da gene çok uzun
zaman önce, yerini pek bilemediği, ne olursa olsun çok uzak
olmayan Ispanya’yla, bir ada olduğunu bile bilmediği, hiç
görmediğinden bir ada olduğunu bilmediği Mahon’da
açlıktan kırıldıkları için gelip Cezayir’e yerleşmişlerdi. Bazı
bazı öteki ülkelerin adları dikkatini çeker, her zaman doğru
söylemeyi başaramazdı. Ne olursa olsun, AvusturyaMacaris- tan’ı da, Sırbistan’ı da hiç işitmemişti, Rusya da
İngiltere gibi zor bir addı, arşidükün ne demek olduğunu
bilmezdi, Sarayevo’nun dört hecesini hiçbir zaman bir araya
getiremezdi. Savaş oradaydı, karanlık tehditlerle yüklü, ama
Cezayir yaylalarının üstüne çöken yıkıcı kasırgaların ya da
çekirgelerin gelişi önlenemediği gibi gökyüzünü kaplaması
engellenemeyen bir kötü bulut gibi. Almanlar bir kez daha
Fransa’yı savaşa zorlu- yorlardı, acı çekilecekti... bunun
nedenleri yoktu, Fransa tarihini bilmezdi, tarihin ne
olduğunu da. Birazcık kendisininkini bilirdi, zar zor da
sevdiklerininki- ni, sevdiklerinin de kendisi gibi acı
çekmeleri gerekirdi. Gözlerinin önünde canlandıramadığı
dünyanın ve bilmediği tarihin karanlığına, daha da koyu bir
karanlık gelip yerleşmişti yalnız, terli ve yorgun bir jandarmanın elinde iç ülke ortasına gizemli emirler gelmiş, daha
şimdiden bağ bozumu hazırlıklarının başlamış olduğu
çiftliği bırakmak gerekmişti - silah altına alınanları
uğurlamak için papaz da Böne garına gelmişti: "dua etmek
gerek", demişti ona, o da yanıt vermişti: "evet, papaz bey",
ama gerçekte işitmemişti dediğini, çünkü yeterince yüksek
sesle söylememişti, ayrıca dua
73
etme düşüncesi de gelmezdi usuna, kimseyi rahatsız etmek
istemezdi, -şimdi de kocası güzel çok renkli giysisi içinde
gitmişti, yakında gene gelecekti, herkes öyle söylüyordu,
Almanlar cezalandırılacaktı, ama bu arada iş bulmak
gerekiyordu. Bereket versin, bir komşu büyükanneye
Askeri Fabrika’nm fişek bölümünde kadınlara gereksinim
bulunduğunu, hele üzerlerinde aile yükü de varsa, asker
eşlerinin yeğ tutulacağını söylemişti, küçük karton tüpleri
büyüklük ve renklerine göre yerleştirerek on saat süresince
çalışma
şansına
kavuşacaktı,
büyükanneye
para
getirebilirdi, Almanlar cezalandırılıp Henri dönünceye dek
çocuklar yiyecek bulacaklardı. Elbette, bir Rus cephesi
bulunduğunu bilmiyordu, cephenin ne demek olduğunu da,
savaşın Balkanlar’a, Orta-Doğu’ya, gezegene yayılabileceğini de bilmiyordu, her şey Fransa’da olup bitmekteydi,
Almanlar buraya haber vermeden girmişler, çocuklara
saldırmışlardı. Her şey orada olup bitiyordu gerçekten,
Afrika birlikleri, bunlar arasında da H. Cor- mery,
olabildiğince çabuk getirilmiş, oldukları gibi o sözü edilen
bölgeye, Marne'a götürülmüş, onlara miğfer bulacak zaman
da olmamıştı, güneş Cezayir’deki gibi renkleri
öldürebilecek ölçüde güçlü değildi, öyle ki parlak ve şirin
renklere bürünmüş, başlarına hasır şapkalar giymiş Arap ve
Fransız Cezayirliler, yüzlerce metre ötelerden görülebilen
kırmızı mavi hedefler, öbek öbek ateşe çıkıyor, öbek öbek
öldürülüyor ve üzerine dört yıl boyunca dünyanın dört bir
yanından gelmiş, ışıklar saçan obüslerle, boşuna
kuşatmaları haber veren kocaman engeller gümbür gümbür
öterken vınlayan obüslerle çizgi çizgi bir gök altında, çamur
inlere büzülüp metre metre yapışacakları, dar bir alanı
74
gübrelemeye başlıyorlardı®. Ama o sırada in yoktu daha,
ateşin altında renk renk mum bebekler gibi eriyen Afrika
birlikleri vardı yalnızca, ve her gün Cezayir’in her köşesinde
yüzlerce öksüz, daha sonra yaşamayı derssiz ve kalıtsız
olarak öğrenmek zorunda kalacak olan, Arap ve Fransız,
babasız oğullar ve kızlar doğmaktaydı. Birkaç hafta
geçmişti, sonra bir pazar sabahı, tek katın küçük iç
sahanlığında, merdivenle ışıksız iki tuvalet, duvarda açılmış,
sürekli krezolle temizlenen ve sürekli pis pis kokan iki kara
delik arasında, Lucie Cormery’yle annesi iki basık
iskemleye oturmuş, merdivenin yukarısındaki tepe camından
gelen ışıkta mercimek ayıklıyor, bebek de küçük bir çamaşır
sepetinin içinde kendi tükrüğüne batmış bir havucu
emiyordu, birdenbire, merdivende, elinde mektup gibi bir
şeyle ciddi ve iyi giyinmiş bir bey belirmişti. İki kadın
şaşırmış, aralarında duran bir tencereden aldıkları
mercimekleri ayıkladıkları tabakları bırakmışlar, onlar
ellerini silerken, gelen bey sondan bir önceki basamakta
durarak rahatsız olmamalarını söylemiş, Madam Cormery’yi
sormuştu, "işte bu, ben annesiyim", demişti büyükanne, bey
de belediye başkanı olduğunu, acı bir haber getirdiğini,
kocasının onur alanında öldüğünü, ölümüne ağlayan
Fransa’nın aynı zamanda da kendisiyle övündüğünü
söylemişti. Lucy Cormery işitmemişti, ama kalkmış, büyük
bir saygıyla elini uzatıyordu ona, büyükanne de doğrulmuş,
eli ağzında, "tanrım" diye yineliyordu. Bey Lucie’nin elini
avcunda tutmuş, sonra iki elinin içinde sıkmış, avutucu
sözler söylemiş, sonra mektubunu vermiş, geri dönüp ağır
a. geliştirilecek.
75
adımlarla inmişti. "Ne dedi? diye sormuştu Lucie. -Henri
ölmüş. Vurulmuş." Lucie mektuba bakıyor, açmıyordu,
ne o okuma bilirdi, ne annesi, elinde çeviriyordu, tek
sözcük söylemeden, gözlerinde tek damla belirmeden,
bilinmedik bir gecenin dibindeki bu uzak ölümü
tasarlama gücünden yoksun. Sonra mektubu mutfak
önlüğünün cebine koymuş, ona hiç bakmadan çocuğun
yanından geçmiş, iki çocuğuyla paylaştığı odasına gitmiş,
kapıyı ve avluya bakan pencerenin pancur- larını
kapatmış, yatağa uzanmıştı, uzun saatler boyunca
kalmıştı burada, hiç sesi çıkmadan, tek damla gözyaşı
dökmeden, okuyamadığı mektubu cebinde sıkarak,
karanlıkta anlamadığı mutsuzluğuna bakarak*.
"Anne", dedi Jacques.
Aynı havayla, sokağa bakıyordu hep, sesini işitmiyordu. Zayıf ve kırışık koluna dokundu, gülümseyerek
kendinden yana döndü o zaman.
"Hani şu babamın kartlarını, hastaneden yazdıklarını.
-Evet.
-Belediye başkanmm gelmesinden sonra mı aldın?
-Evet."
Bir obüs parçası başını yaralamış, kasap dükkânıyla
ara hastaneler arasında gidip gelen kanlar, samanlar,
pansumanlar damlayan sağlık trenlerinden biriyle SaintBrieuc’e getirilmişti. Burada, artık gözü görmediğinden
el kararıyla iki kart yazmıştı. "Yaralandım. Bir şey değil.
Kocan." Birkaç gün sonra da ölmüştü.
a. obüs parçalarının kendi başlarına devindiklerine inanır.
76
Hemşire: "Böylesi daha iyi. Kör ya da deli kalacaktı. Çok
cesurdu", diye yazmıştı. Sonra da obüs parçası.
Aşağıda, sokakta, birerli kolda, her yöne bakarak
silahlı üç paraşütçüden oluşan bir kol geçmekteydi. İçlerinden biri siyahtı, benekli postu içinde görkemli bir
hayvan gibi, iri, çevik.
"Haydutlar için, dedi annesi. Mezarına gittiğine de
sevindim. Ben fazla yaşlandım, hem de uzak. Güzel mi?
-Ne, mezar mı?
-Evet.
-Güzel. Çiçekler var.
-Evet. Fransızlar çok iyi."
Söylüyordu, inanıyordu da, ama kocasını fazla düşünmeden. Şimdi unutulmuştu o, onunla birlikte geçmiş
zamanm mutsuzluğu da unutulmuştu. Ve evrensel bir
ateşin yaktığı bu adamdan, onda da, evde de hiçbir şey
kalmamıştı artık, bir orman yangınında yanmış bir
kelebek kanadmm külleri gibi, ele gelmez bir anı kalmıştı
yalnızca.
"Yemek yanacak, bir dakika."
a
Annesi mutfağa gitmek üzere kalkmış, o da onun
yerini almış, bunca yıldır değişmemiş, güneşte pul pul
olmuş, soluk renkli dükkânları hep aynı kalmış olan
sokağa bir de o bakmıştı. Yalnız karşıki tütüncü içi boş
kamışçıklardan oluşan perdesini çok renkli plastikten
uzun kayışlarla değiştirmişti, Jacques güzelim basılı kâğıt
ve tütün kokusunun içine girip onur ve yiğitlik öyküleriyle
coştuğu L ’Intrepide’i almak için geçerken çıkardığı özel
sesi hâlâ işitmekteydi. Sokak şimdi pa-
a. dairedeki değişiklik.
77
zar sabahının canlılığını yaşamaktaydı. İşçiler, yeni yıkanıp
ütülenmiş ak gömlekleriyle üçer dörder gevezelik ederek
serin gölge ve anason kokan kahvelere yöneliyorlardı. Hep
yüzleri örtülü, ama Louis XV ayakkaplar giymiş eşleriyle
birlikte, Araplar geçmekteydi, onlar da yoksuldu, ama temiz
giyinmişlerdi. Zaman zaman, böylece pazarlıklarını giymiş,
koca Arap aileleri geçiyordu. İçlerinden biri üç çocuk sürüklüyordu arkasında, çocuklardan biri paraşütçü asker
kılığına girmişti. Paraşütçü kolu da gene geçiyordu işte,
askerler gevşemiş, ilgisiz görünüyorlardı. Patlama tam Lucie
Cormery’nin odaya girdiği anda gümbürdemişti.
Çok yakın, çok güçlü görünüyor, titreşimleri bir türlü
kesilmek bilmiyordu. Çoktandır işitilmiyormuş gibi geliyor,
yemek odasının lambası avize işi gören cam kabuğun dibinde
titreyip duruyordu. Annesi odanın dibine, ta dibine gitmişti,
sapsan, kara gözleri bas- tıramadığı bir ürpertiyle dolu, biraz
titrek. "Burada, burada, diyordu. -Hayır", dedi Jacques, sonra
pencereye koştu. İnsanlar koşuyordu, nereye, bilmiyordu: bir
Arap aile karşıki tuhafiyeci dükkânına girmiş, çocuklara
çabuk olmalarını söylüyordu; tuhafiyeci onları içeri alıyor,
tokmağı çekerek kapıyı kapatıyor ve camın arkasında kalıp
sokağı gözetliyordu. Bu sırada, paraşütçü kolu soluk soluğa
karşı yönde koşarak geri döndü. Arabalar ivedilikle
kaldırımlar boyunca sıralanıp duruyordu. Birkaç saniyede,
sokak boşalmıştı. Ama, eğilince, Jacques daha ileride, Musset
sinemasıyla tramvay durağı arasında, kalabalığın büyük bir
devinim içinde olduğunu gördü. "Gidip bakacağım", dedi.
78
Prevost-Paradol sokağının köşesinde 31, birtakım
insanlar toplanmış bağırıp çağırıyordu. Fanilalı bir ufak
tefek işçi, bir kahvenin yanında bir araba kapısına yapışmış
bir Arab’a doğru, "Bu pis ırk", diyordu. Ona doğru yöneldi.
"Ben hiçbir şey yapmadım, dedi Arap. Hepiniz işin
içindesiniz, ibnetorlar". Sonra üstüne atıldı. Ötekiler onu
tuttular. Jacques, Arab’a. "Benimle gelin", dedi, onunla
birlikte, şimdi çocukluk arkadaşı, berberin oğlu Jean’ın
işlettiği kahveye girdi. Jean oradaydı, aynıydı, ama yüzü
kırışmıştı, ufak tefek, ince, yüzü kurnaz ve dikkatli. "Hiçbir
şey yapmadı, dedi Jacques. Senin oraya al." Jean tezgâhını
kurularken, Arab’a baktı. "Gel", dedi, arkada gözden silindiler.
Dışarı çıktığında, işçi ters ters Jacques’a bakıyordu. "O
hiçbir şey yapmadı, dedi Jacques. -Hepsini öldürmek
gerekir. -Öfkelenince böyle konuşulur. Biraz düşün." Öteki
omuz silkti: "Oraya git de bak, bulamacı görünce
konuşursun." Cankurtaranların düdük sesleri geliyordu,
hızlı, ivecen. Jacques tramvay durağına dek koştu. Bomba
durağın yanındaki elektrik direğinde patlamıştı. Tramvay
bekleyen birçok insan vardı, hepsi de pazarlıklarını giymişti.
Burada bulunan kahve haykırışlarla doluydu, öfkeden mi,
acıdan mı, belli değildi.
Annesinden yana dönmüştü. Şimdi dimdik, apaktı.
"Otur." Jacques onu masanm hemen yanındaki iskemleye
doğru götürdü. Kendisi de yanma oturup el-
a. -Onu annesine gelmeden mi görse?
• Kessous saldırısı üçüncü bölümde yeniden anlatılacak, bu durumda, burada yalnızca belirtilecek.
-Daha ileride.
1. Bütün bu parça "acı"ya dek bir soru belirtkesiyle çerçevelenmiş.
79
lerini avcuna aldı. "Bu hafta iki kez oldu, dedi. Sokağa
çıkmaktan korkuyorum. -Bir şey değil, geçecek, dedi
Jacques. Evet”, dedi o da. Tuhaf, kararsız bir havayla
bakıyordu ona, sanki oğlunun akima duyduğu güvenle tüm
yaşamın kendisine karşı hiçbir şey yapılamayan, ancak
çekilen bir mutsuzluktan oluştuğu konusundaki kesin
düşüncesi arasında bölünmüş gibiydi. "Anlıyorsun ya;
yaşlıyım, dedi. Koşamam artık." Şimdi yanaklarına kan
geliyordu. Uzaktan uzağa cankurtaranların düdük sesleri
duyuluyordu, ivecen, hızlı.'Ama o bunları işitmiyordu.
Derin derin soluk aldı, biraz daha yatıştı ve güzel, diri
gülümsemesiyle oğluna gülümsedi. Bütün ırkı gibi tehlike
içinde büyümüştü, tehlike yüreğini sıkıştırabilirdi, her şey
gibi ona da katlanırdı. Ancak Jacques katlanamıyordu onun
birdenbire büründüğü bu büzülmüş can çekişen kadm
yüzüne. "Benimle Fransa'ya gel", dedi ona, ama o kararlı
bir kederle başını sallıyordu: "Yok, hayır, orası soğuk olur.
Şimdi fazla yaşlıyım. Bizim burada kalmak istiyorum."
80
"Burada olduğun zaman mutluyum 3, diyor annesi. Ama
akşam gel, daha az sıkılırım. Özellikle akşam, kışın
erkenden karanlık bastırıyor. Hiç değilse okumam yazmam
olsaydı. Lamba ışığında örgü de öremiyorum, gözlerim
acıyor. O zaman, Etienne evde olmayınca, yatıyorum,
yemek saatini bekliyorum. Böyle iki saat, uzun. Kızlar
yanımda kalsaydı, konuşurdum onlarla. Ama gelmeleriyle
gitmeleri bir oluyor. Fazla yaşlıyım. Belki de kötü
kokuyorum. O zaman, böyle, yapayalnız..."
Sanki o zamana dek sessiz kalmış düşüncesinden
boşalıyormuş gibi birbirini izleyen, kısa, basit tümcelerle,
bir solukta konuşuyordu. Sonra, düşünce kuruyunca, gene
susuyordu, ağzı kapalı, gözleri yumuşak ve donuk, yemek
odasının kapalı pancurlarının arasından sokaktan gelen
boğucu ışığa bakarak, rahatsız iskemlesinin üstünde hep
aynı yerde. Oğluysa, eskiden olduğu gibi orta masanın
çevresinde dönmekteydi 5. Gene masanm çevresinde
dönüşüne baktıc. "Solferino güzel.
-Evet, temiz. Ama sen görmeyeli değişmiş olmalı.
-Öyle, değişiyor.
a. Hiçbir zaman dilek kipi kullanmamıştır.
b. Kardeş Henri'yle ilişkiler: kavgalar.
c. Yedikleri: ciğer yahnisi - morina yahnisi, nohut, vb.
İlk Adam
81/6
-Doktor sana selam söyledi. Onu anımsıyor musun?
-Hayır, çok zaman geçti.
-Babamı hiç kimse anımsamıyor.
-Fazla kalmadık. Ayrıca, çok konuşmazdı.
-Anne?"
Gülümsemeden, dalgın ve tatlı gözleriyle ona bakıyordu.
"Ben babamla sen hiç bir arada yaşamadınız sanıyordum.
-Hayır, hayır.
-Dediğimi anladın mı?"
Anlamamıştı, bunu özür diler gibi, biraz ürpermiş
havasından anladı, heceleri tek tek ayırarak yineledi
sorusunu:
"Cezayir’de hiç birlikte oturmadınız mı?
-Hayır.
-Ama, o zaman, babam Pirette’in kafasını kesmelerini
görmeye gittiğinde..."
Sorusunu anlasın diye elinin keskin yanıyla boynuna
vuruyordu. Ama o hemen yanıtı verdi:
"Evet, Barberousse’a gitmek için saat üçte kalkmıştı.
-Öyleyse Cezayir’deydiniz, öyle değil mi?
-Evet.
-Ama ne zaman?
-Bilmiyorum. Ricome’da çalışıyordu.
-Solferino’ya gitmenizden önce mi?
-Evet."
"Evet", diyordu, belki de "hayır"dı, zaman içinde,
bulanık bir belleğin içinden esküere gitmek gerekiyordu,
hiçbir şey kesin değüdi. Yoksulların belleği, zengin
82
lerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak
bıraktıklarına göre, uzamda bellik noktalan daha azdır,
tek biçimli ve külrengi bir yaşam süresinde de daha az
bellik noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de
vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk
ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında
insan daha çabuk unutur. Yitik zamanı ancak zenginler
yeniden bulur. Yoksullar için, ölümün yolunun belirsiz
izlerini belirtir yalnızca. Hem sonra, katlanabilmek için
fazla iyi anımsamamak gerekir, günlerin hemen yakınında
bulunmak gerekir. Annesi de böyle yapıyordu, biraz da
zorunlu olarak böyle yapıyordu kuşkusuz, öyle ya, bu
gençlik hastalığı (büyükannesine bakılırsa, tifo. Ama tifo
böyle etkiler bırakmaz. Belki de tifüs. Yoksa başka bir
şey mi? Orası da karanlıktı), evet, bu gençlik hastalığı
onu sağır ve konuşma güçlüğüyle bıraktığına, sonra en
yeteneksizlere bile öğretilenleri öğrenmesine engel
olduğuna, böylece sessizce boyun eğmeye zorlandığına
göre. Ama yaşama göğüs germek için bulduğu tek yol da
buydu, onun yerinde kim başka bir şey bulabilirdi ki? Beş
yıl süresince yaşamını paylaştığı (gerçekten paylaşmış
mıydı?), kırk yıl önce ölmüş bir adamı kendisine
anlatmaya çalışsın isterdi. Yapamıyordu bunu, onun bu
adamı tutkuyla sevdiğinden bile emin değildi, ne olursa
olsun, bunu ondan isteyemezdi, kendisi de onun
karşısında kendince dilsiz ve sakattı, aralarında olup
biteni gerçekten öğrenmek bile istemiyordu, ondan
birşeyler
öğrenmekten
vazgeçmesi
gerekiyordu.
Çocukluğunda kendisini öylesine etkilemiş, tüm yaşamı
süresince, hatta düşlerinde bile yakasını bırakmamış olan
şu oluntuyu, babasının önlü bir suçlunun
83
idamını görmek için saat üçte kalkmasını bile büyükannesinden öğrenmişti. Pirette Cezayir’e oldukça yakın
bir yerde, Sahel’de bir çiftlikte tarım işçisiydi.
Efendilerini ve evin üç çocuğunu çekiçle vurarak öldürmüştü. "Hırsızlık için mi?" diye sormuştu Jacques
çocukken. "Evet", demişti Etienne dayı. Büyükanne,
"Hayır", demişti ya başka bir açıklama da yapmamıştı.
Cesetler tanınmaz olmuş, ev tavana dek kan içinde ve
yataklardan birinin altında, çocukların en küçüğü hâlâ
soluk alır durumda bulunmuştu, o da ölmek üzereydi,
ama, kireç badanalı duvara, kana batmış parmağıyla,
"Pirette yaptı" diye yazacak gücü bulmuştu. Katilin ardına düşülmüş, kırda, sersemlemiş bir durumda bulunmuştu. Dehşet içinde kalan kamuoyu bir ölüm cezası
istiyordu, kimse de nazlanmamıştı bu konuda, idam
Cezayir’de, Barberousse hapisanesinin önünde, çok
büyük bir kalabalık karşısında yapılmıştı. Jacques’m
babası da gece kalkmış, büyükannenin söylediğine göre,
kendisini tiksindirmiş olan bir suça verilen örnek cezayı
görmeye gitmişti. Görünüşte, idam olaysız geçmişti. Ama
Jacques’m babası yüzü sapsan dönmüş, yatmış, sonra
birkaç kez kalkıp kusmuş, gene yatmıştı. Gördüğünden
hiçbir zaman sözetmek istememişti bir daha. Bu öyküyü
dinlediği akşam, Jacques da, birlikte yattıkları kardeşine
dokunmamak için yatağın ucuna çekilip iyice büzülmüş
durumda, kendisine anlatılan aynntılan ve kendisinin
tasarladıklannı ikide bir yeni baştan düşünürken, bir
dehşet kusmasını zor tutuyordu. Ve, tüm yaşamı
boyunca, bu imgeler gecelerine dek izlemişti onu: arada
bir, ama düzenli olarak, biçimleri değişen, ama izleği hep
aynı kalan bir karabasan geri dönerdi: onu, Jacques’i,
idam etmek üzere al84
maya gelirlerdi. Uzun zaman, uyandığında, korkusunu ve
bunalımını silkelemiş, içinde idam edilmesi yönünde en
ufak bir olasılık bulunmayan güzel gerçeği rahatlayışla
yeniden bulmuştu. Sonra, yetişkin adam yaşma gelince,
çevresinde tarih öyle bir duruma gelmişti ki, idam, tam
tersine, gerçeğe benzemezlikten uzak bir biçimde
tasarlanabiliyordu, gerçeklik de, tam tersine, çok [kesin]
yıllar süresince, babasını altüst etmiş ve babasından
kendisine açık ve kesin tek kalıt olarak kalmış olan
bunalımla beslenmiş olduğundan, düşlerin rahatsızlığını
üzerinden atamıyordu. Ama bu olayı öğrenmiş, kusmayı
görmüş ve zamanın değiştiğini bilmediği gibi o sabahı da
unutmuş olan annesinin üzerinden kendisini SaintBrieuc’ün bilinmedik ölüsüne (ne de olsa kendisinin de
şiddetli ölümle öleceğini düşünmemişti) bağlayan,
gizemli bir bağdı bu. Annesi için, zaman hep aynı
zamandı, yıkım her an, geliyorum demeden
çıkagelebilirdi buradan.
Büyükannesine gelince8, tersine, nesneler konusunda
daha doğru bii* görüşü vardı. "Sonunda darağa- cına
gideceksin", diye yinelerdi sık sık Jacques’a. Neden
olmasın, bunun hiçbir olağandışı yanı yoktu artık. Bunu
bilmiyordu, ama, o yapısıyla, hiçbir şey şaşırta- mazdı
onu. Uzun, kara kadm peygamber giysisi içinde dimdik,
bilgisiz ve inatçı, hiç değilse o hiçbir zaman boyun eğişi
tanımamıştı. Ve başka herkesten çok, Jacques’m
çocukluğuna o egemen olmuştu. Mahonlu büyüklerince
Sahel’de küçük bir çiftlikte büyütülmüş, çok genç yaşta,
ince, zayıf bir Mahonlu’yla evlenmişti. Kocasının
kardeşleri, daha 1848’de, arada bir ozanlığı
a. Geçi;.
85
tutan ve dizelerini eşeğinin üstünde ve adada bostanla- rı
çevreleyen küçük, kuru taş duvarlar arasında yol alırken
yazan, baba tarafından büyükbabanın acıklı ölümünden
sonra Cezayir’e yerleşmişlerdi. İşte bu gezintilerden
birinde, gülünç düşürülmüş bir koca, görüntüye ve geniş
kenarlı kara şapkaya aldanmış, sevgiliyi cezalandırdığını
sanırken, şiiri ve, çocuklarına hiçbir şey bırakmamış
olmakla birlikte, bir aile erdemleri örneğini sırtından
kurşunlamıştı. Bir ozanın ölümüne yol açan bu acıklı
yanılmanın uzak sonucu, bir yuva dolusu okumazyazmazın Cezayir kıyısına yerleşmesi olmuştu,
okullardan uzakta, yabanıl bir güneşin altında, tüketici bir
işe koşulu olarak üremişlerdi. Ama, fotoğraflara bakılırsa,
büyükannenin kocası esinli büyükbabadan birşeyler
saklamıştı. Geniş bir alın altındaki düşçül bakışlı, zayıf,
düzgün yüzü, genç, güzel, güç dolu eşine kafa tutacak
gibi bir insan olduğuna tanıklık etmiyordu. Büyükanne
ona dokuz çocuk yapmış, ikisi küçük yaşta ölmüş, bir
başkası ancak bir sakatlık pahasına kurtulmuş,
sonuncusuysa sağır ve nerdeyse dilsiz doğmuştu. Küçük,
kasvetli çiftlikte, çetin ortak çalışmaya kendi payım
katmaya hiç ara vermeden, civcivlerini yetiştiriyor,
sofranın başma oturduğunda elinde uzun bir sopa oluyor,
böylece, suçlu hemen sopayı başına yediğinden, boş yere
gözlemde bulunmaktan kurtuluyordu. Kendisine ve
kocasına saygı isteyerek hüküm sürüyor, İspanyol
geleneğine göre çocukların kendilerine siz demesi
gerekiyordu. Kocası bu saygıdan uzun zaman
yararlanamayacaktı: güneşten ve çalışmadan, belki de
evlilikten yıpranmış, zamanından önce ölmüştü, hangi
hastalıktan
öldüğünü
Jacques
hiçbir
zaman
öğrenememişti. Büyükanne, yalnız kalınca, kü86
çük çiftliği elden çıkarmış, ötekileri daha çıraklık yaşında işe
soktuktan sonra, en küçük çocuklarla gelip Cezayir’e yerleşmişti.
Jacques, büyüdüğü zaman, yoksulluğun da, tersliklerin
de onu yaralayamadığmı gözlemleyebilmişti. Yalnız üç
çocuğu vardı artık yanında, dışarıya temizliğe giden
Catherine1 Cormery, yaman bir fıçıcı olmuş sakat oğul, bir
de Joseph, evlenmemiş olan ve demiryollarında çalışan
büyük oğul. Her üçünün de kazancı çok düşüktü, hepsi bir
araya getirilince, beş kişilik bir aileyi yaşatıyor olmalıydı.
Evin parasını büyükanne idare ederdi. Bu nedenle,
Jacques’in dikkatini ilk çeken şey açgözlülüğü olmuştu,
cimri olduğundan değil, hiç değilse soluduğumuz ve bizi
yaşatan hava konusunda cimri olduğumuz gibi cimriydi.
Çocukların giysilerini o alırdı. Jacques’in annesi akşam
geç döner, bakmakla, söyleneni dinlemekle yetinir,
büyükannenin canlılığı kendisini aşar, her şeyi ona
bırakırdı. Böylece Jacques tüm çocukluk yaşamı boyunca
fazla uzun yağmurluklar giyecekti, çünkü büyükannesi
bunları uzun süre giyilsin diye alır, çocuğun boyunun
giysinin boyunu yakalaması konusunda doğaya belbağlardı.
Ama Jacques ağır büyümekteydi, büyümeye ancak on
beşinde karar vermiş, giysi de boyunu tutmadan eskimişti.
Aynı tutumluluk ilkeleri uyarınca bir başkası alınmıştı.
Arkadaşları giyimiyle alay eden Jacques’a da böylece
gülüncü özgüne dönüştürerek yağmurluklarını belde
şişirmekten başka yol kalmamıştı. Ayrıca, bu kısa utançlar,
üstünlüğüne yeniden
1. Jacques Cormery’nin annesi Lucie diye adlandırılmıştı. Bundan böyle Catherine diye
adlandırılacaktır.
87
kavuştuğu sınıfta ve krallığının futbol olduğu teneffüste
çabucak unutulup giderdi. Ama bu krallık ona yasaktı.
Çünkü avlu betonla kaplıydı ve ayakkaplarının tabanları
burada öyle bir hızla eskirdi ki, büyükannesi Jacques’m
teneffüslerde futbol oynamasını yasaklamıştı. Torunlarına
sağlam ve kalın ayakkaplar alır, bunların ölümsüz
olacağını umardı. Ne olursa olsun, ömürlerini
uzatabilmek için tabanlarına koni biçiminde çiviler
çaktırtırdı. İki yararı vardı bu çivilerin: tabanı eskitmeden
önce bunları eskitmek gerekirdi, hem de futbol oynama
yasağına aykırı davranılıp davranamadığını denetlemeyi
sağlarlardı. Gerçekten de, beton alandaki koşular çivileri
çabucak yıpratır, onlara tazeliği suçluyu ele veren bir
parlaklık verirdi. Böylece, her akşam, eve dönünce,
Jacques Cassandre’m kara tencereler üzerinde kutsal
törene giriştiği mutfağa girip nallanan bir at gibi dizini
bükerek tabanlarını kaldırıp göstermek zorundaydı. Hiç
kuşkusuz, arkadaşlarının çağrışma ve gözde oyununun
çekimine karşı koyamaz, tüm özeni olanaksız bir erdeme
uymaya değil de kusuru gizlemeye yönelirdi. Böylece,
ilkokuldan, daha sonra da liseden çıkışta, tabanlarını uzun
uzun ıslak toprağa sürerdi. Gene de, bir gün gelir,
çivilerin eskimişliği iyice aykırı bir duruma gelir, bazı
bazı taban da yıpranmadan paymı alır, hatta, yıkımın son
perdesi, sakarlıkla yere ya da ağaçları koruyan parmaklığa indirilmiş bir tekme sonucu, ayakkabının tabanı
yüzünden ayrılmış olur, Jacques o zaman açılmış burnu
kapak tutmak için kundurası iple sarılmış olarak dönerdi.
İşte bu akşamlar öküz siniri akşamlarıydı. Annesi,
ağlamakta olan Jacques’a, biricik avutma sözü olarak,
"Gerçekten çok pahalıya geliyor. Neden
88
dikkat etmiyorsun ki?" derdi. Ama kendisi hiç el sürmezdi
çocuklarına. Ertesi gün, Jacques’a espadril giydirilir,
kunduralar da kunduracıya götürülürdü. İki, üç gün sonra,
bunları yeni çivilerle çiçeklenmiş bulur, kaygan ve oynak
tabanlar üstünde dengede kalmayı yeniden öğrenmesi
gerekirdi.
Büyükanne daha da ileri gidebilecek bir kadındı ve
yıllardan sonra bile, Jacques şu öyküyü bir utanç ve tiksinti
kasılmasına* kapılmadan anımsayamazdı. Kardeşine de,
kendisine de hiç cep harçlığı verilmezdi, olsa olsa tüccar bir
dayıyı ya da paralı kocaya varmış bir teyzeyi görmeye
gitmeye boyun eğdikleri zaman para geçerdi ellerine. Dayı
olunca, iş kolaydı, çünkü onları severdi. Ama teyze görece
zenginliğini şıngırdatmasını bilir, iki çocuk da alçaldıklarını
duymaktansa, paradan ve sağlayacağı hazdan yoksun
kalmayı yeğ tutarlardı. Ne olursa olsun, deniz, güneş,
mahalledeki oyunlar parasız hazlar olmakla birlikte, patates
kızartmaları, akide şekerleri, Arap tatlıları, özellikle de,
Jacques için, kimi futbol maçları biraz para, birkaç kuruş
isterdi. Bir akşam, Jacques alışverişi yapmış, kolunda son
olarak mahallenin fırıncısından aldığı (evde ne gaz, ne
kuzina vardı, yemek bir ispirto ocağında pişerdi. Sonuç
olarak, fırın yoktu, kızartılacak bir yemek olduğu zaman,
tümden hazırlanmış olarak mahallenin fırıncısına götürülür,
o da, birkaç kuruş karşılığında, fırına koyup kızartırdı),
güveç tepsisi, eve dönmekteydi, hem toza karşı bir önlem
olan, hem de uçlarmdan tutup taşımayı sağlayan bezin
içinden yemek tütmek- teydi. Sağ dirseğinde, çok küçük
miktarda almmış yi-
* utançla tiksintinin biıbirine karıştığı.
89
yecekler (iki yüz elli gram şeker, yarım çeyrek tereyağı,
beş sou’luk rendelenmiş peynir, vb.) fazla ağır gelmiyor,
Jacques güvecin hoş kokusunu içine çekiyor, bu saatte
mahallenin yollarında çok dolaşan halk kalabalığından
sakınarak, çevik bir yürüyüşle ilerliyordu. O anda, delik
cebinden bir iki franklık düşerek kaldırımda çınladı.
Jacques iki frangı yerden aldı, parasının tamam olup
olmadığına baktı, tamamdı, öbür cebine koydu.
"Yitirebilirdim", diye düşündü birden. Ama şimdi o
zamana dek düşüncesinden kovduğu şu ertesi günkü maç
gelmekteydi usuna.
Gerçekte, hiçbir zaman, hiç kimse neyin iyi, neyin
kötü olduğunu öğretmemişti çocuğa. Kimi şeyler yasaklanmıştı ve aykırı davranışlar sertçe cezalandırılmaktaydı. Yalnız öğretmenleri, bazı bazı, izlenceden
zaman kalınca, aktöreden sözederlerdi. Ama burada da
yasaklar açıklamalardan daha kesindi. Jacques’m aktöre
konusunda görüp deneyebildiği tek şey, görünüşe göre
hiç kimsenin yaşamak için zorunlu parayı edinmenin en
ağır çalışma dışında bir yolu bulunabileceğini hiçbir
zaman düşünmediği bir işçi ailesinin yaşamıydı. Ama bu
da bir aktöre dersi değil, bir gözüpek- lik dersiydi. Gene
de Jacques bu iki frankı gizlemenin kötü olduğunu
biliyordu. Bunu yapmak istemiyordu. Yapmayacaktı da;
belki de, geçen sefer olduğu gibi, manevra alanındaki eski
stadyumun iki tahtası arasından kayıp oyunu para
ödemeden izleyebilirdi. İşte bu nedenle, getirdiği parayı
neden geri vermediğini, bir an sonra tuvaletten dönünce
de neden pantalonunu çekerken iki franklığın deliğe
düştüğünü söylediğini kendisi de anlamamıştı. Tek katın
sahanlığında yer alan ufacık yere tuvalet demek fazla
soylu bir sözcük
90
kullanmak olurdu. Havadan, elektrik ışığından, musluktan
yoksundu, kapı ile dip duvar arasında yarı yükseklikte bir
ayaklıkla Türk işi bir delik açılmıştı, buraya, kullanımdan
sonra, tenekelerle su dökmek gerekirdi. Ama pis
kokusunun merdivene dek taşmasını hiçbir şey
önleyemezdi. Jacques’in açıklaması tutarlıydı8. Hem
yitirilen parayı bulmak için yeniden sokağa yollanmaktan
kurtarıyor, hem de her türlü geliştirmenin önünü
kesiyordu. Yalnız, Jacques kötü haberi verirken yüreğinin
daraldığını duyuyordu. Büyükannesi mutfakta kullanıla
kullanıla yeşerip çukurlaşmış bir eski tahta üstünde
sarmısak ve maydanoz kıymaktaydı. Durdu, gürlemeyi
bekleyen Jacques’a baktı. Ama susuyor, açık renk ve buz
gibi gözleriyle onu sorguluyor- du. "Emin misin? dedi
sonunda. -Evet, düştüğünü sezinledim." Hâlâ ona
bakıyordu. "Pekâlâ, dedi. Göreceğiz." Ve Jacques, dehşet
içinde, giysisinin sağ kolunu sıvayıp ak ve boğumlu
kolunu ortaya çıkardığını, arkasından sahanlığa çıktığını
gördü. O, kusmanın eşiğinde, yemek odasma attı kendini.
Kendisini çağırdığı zaman, taş teknenin önünde, yeşil
sabunla kaplı kolunu bol suyla ovar buldu. "Hiçbir şey
yoktu, dedi. Sen bir yalancısın." O kekeliyordu: "Aşağıya
sürüklenmiş olabilir". Büyükanne duralıyordu. "Belki de.
Ama yalan söylediysen, halin duman." Evet, hali
dumandı, çünkü aynı anda büyükannesini pisliği
araştırmaya yönelten şeyin cimrilik değil, bu evde iki
frankm büyük bir para olmasına yol açan korkunç
yoksunluk olduğunu anlamıştı. Bunu anlıyor, en sonunda,
açık bir biçimde,
a. Hayır. Daha önce parayı sokakta yitirdiğini ileri sürdüğü için başka bir açıklama bulmak
zorundadır.
91
h.
utançtan altüst olmuş bir durumda, bu iki frankı büyüklerinin emeğinden çaldığını görüyordu. Jacques,
bugün bile, pencerenin önünde oturan annesine bakarken,
nasıl olup da her şeye karşın bu parayı geri vermediğini
ve ertesi günkü maçta bulunmaktan gene de haz
duyduğunu açıklayamıyordu.
Büyükannenin anısı bu denli yerinde olmayan
utançlara da bağlanırdı. Jacques’m büyük kardeşi
Henri’ye keman dersleri aldırtmakta dayatmıştı. Jacques
bu ek çalışmayla birlikte yürütmenin olanaksız olduğunu
ileri sürdüğü okul başarılan nedeniyle yakayı kurtarmıştı.
Böylece, kardeşi soğuk bir kemandan birkaç korkunç ses
çıkarmasını öğrenmişti, ne olursa olsun, birkaç yanlış
sesle de olsa moda şarkılan çıkarabiliyordu. Oldukça
düzgün bir sesi olan Jacques, eğlenmek için, bu suçsuz
uğraşın yıkıcı sonuçlarını hiç usuna getirmeden, aynı
şarkıları öğrenmişti. Pazar günü, evli kızlan® -ikisi savaş
duluydu- ya da hâlâ Sahel’de bir çiftlikte oturan ve
Mahon ağzını İspanyolcaya göre daha severek konuşan
kızkardeşi kendisini görmeye gelince, muşambayla örtülü
masanm üstünde, koca kâselerde kahveler içildikten
sonra, şöyle küçük bir doğaçlama konser versinler diye
torunlarını çağırırdı. Şaşkınlık içinde, maden nota
sehpasını ve ünlü nakaratların ikişer sayfalık notalarını
alıp gelirler ve görevlerini yerine getirmeleri gerekirdi.
Jacques, Henri’nin yalpalayan kemanmı izleyerek
Ramona’yı ("Eşsiz bir düş gördüm Ramona, ikimiz
birlikte yola çıkmışız") ya da "Danset, ey sevgili Djalme,
bu gece sevmek istiyorum seni"yi ya da, gene Doğu’da
kalalım dersek,
a. Yeğenleri
92
"Çin geceleri, okşayan geceler, aşk geceleri, sarhoşluk
geceleri, sevgi geceleri..."ni söylerdi. Başka kezlerde,
özellikle büyükanne için gerçekçi şarkı istenirdi. Jacques da
böylece "Sen misin, erkeğim, öyle çok sevdiğim, Tanrı
bilir, nasıl, beni hiç ağlatmamaya yemin etmiş sevgilim..."i
söylerdi. Bu şarkı Jacques’in gerçek bir duyarlıkla
söyleyebildiği tek şarkıydı, çünkü şarkının kadm kahramanı
acıklı nakaratını sonunda bir de bıçkın sevgilisinin idamını
izleyen kalabalığın ortasında söylerdi. Ama büyükanne bir
başka şarkıyı yeğlerdi, bu şarkıda da hiç kuşkusuz kendisi
yaratılışında boşuna aranan hüzün ve sevgiyi severdi.
Toselli’nin Serenade’ ıydı bu şarkı, Cezayir ağzı şarkının
canlandırdığı büyülü saate pek gitmese bile, Henri ile
Jacques oldukça iyi çıkarırlardı. Güneşli öğle sonunda,
karalar giymiş, büyükanne dışmda hepsi kara İspanyol
başörtüsünü çıkarmış, duvarları ak badanalı, yoksulca döşenmiş odanm çevresine sıralanmış dört beş kadın, ezgi ve
metnin içdökmelerini başlarıyla usul usul onaylarlardı,
sonra, birdenbire, hiçbir zaman bir do'yu bir «’den
ayıramamış olan, ayrıca notalarm adlarını bile bilmeyen
büyükanne, kısa bir "Bir yanlış yaptın!"la büyüyü yanda
kesip iki sanatçının fiyakasını bozardı. Zor yer ona göre iyi
bir biçimde aşılınca, büyükanne "Burada yeniden
başlanıyordu11, der, gene sallanılır, iki virtuaz alkışlanır,
onlar da öteberilerini çabucak toplayıp sokaktaki
arkadaşlarının yanma dönerlerdi. Yalnızca Catherine
Cormery hiçbir şey söylemeden bir köşede kalırdı. Jacques,
notalarını alıp çıkmak üzereyken, teyzelerden birinin
annesine kendisini övdüğü, annesinin de, sanki iki gözlem
arasında bir bağıntı varmış gibi, "Evet, iyiydi. Akıllıdır",
dediği şu pazar öğ-
93
le sonunu hep anımsardı. Geriye dönünce, bağıntıyı
anlamıştı. Annesinin bakışı, titrek, yumuşak, ateşli, üzerine
öyle bir anlatımla dikilmişti ki, çocuk gerilemiş, duralamış
ve kaçmıştı. Merdivenden inerken, "Beni seviyor, beni
seviyor demek", diyordu kendi kendine, aynı zamanda
anlıyordu ki, kendisi de çılgınca seviyordu onu, onun
kendisini sevmesini bütün gücüyle istemiş, ama o zamana
değin bundan kuşku duymuştu.
Sinema saatleri çocuğa daha başka hazlar saklardı... Bu
tören pazar öğleden sonraları, bazı bazı da perşembe günleri
olurdu. Semtin sineması evin birkaç adım ötesindeydi,
bulunduğu sokak gibi o da romantik bir ozanın adını taşırdı.
İçeriye girmeden önce, Arap satıcıların sunduğu ve
karmakarışık bir biçimde yer fıstıklarının, tuzlu ve tuzsuz
leblebilerin, acı baklaların, cırt renklere boyanmış çubuk
şekerlerin, yapış yapış mayhoş şekerlerin yer aldığı bir sergi
dizisini aşmak gerekirdi. Daha başkaları çiğ renkli pastalar
satarlar, bunlar arasında kimileri pembe şekerle kaplı burma
burma kremalı bir tür piramitler, daha başkaları üzerinden
yağ ve bal damlayan Arap börekleri satarlardı. Sergilerin
çevresinde, aynı şekerin çektiği bir sinek ve çocuk bulutu,
sergilerinin dengesi konusunda korkuya kapılan ve sinekleri
de, çocukları da aynı de- viniyle kovan satıcıların
lanetlemesi altında birbirlerini izleyerek vızıldar ya da
uğuldarlardı. Birkaç satıcı, sinemanın bir yanındaki camlı
çıkmanın altına sığma- bilmişti, ötekiler yapışkan
zenginliklerini yakıcı güneşin ve oynayan çocukların
kaldırdığı tozlar altına yerleştirmişlerdi. Jacques, ak
saçlarını düzlemiş, değişmez kara giysisini bir gümüş broşla
kapatmış büyük-
94
anneye eşlik ederdi. Uluyarak girişi kapatan ayak takımını
elinin tersiyle iter, özel yer biletlerini almak üzere tek
gişeye giderdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, oturma yeri
gürültüyle inen kötü tahta koltuklardan oluşan bu özel yerle
son dakikada açılan yan kapıdan içeriye doluşan çocukların
yer kavgasına giriştikleri sıralar arasında seçim yapmak
gerekirdi yalnızca. Sıraların iki yanında, elinde kırbacıyla
bir memur kendi bölümünde düzeni sağlamakla görevliydi,
fazla kıpırdayan bir çocuk ya da büyüğü dışarı attığı az
görülen bir şey değildi. Sinema o zaman sessiz filmler
gösterirdi, önce güncel olaylar, bir kısa güldürü filmi,
büyük film ve haftada bir kısa bir oluntuyla bir dizi film.
Büyükanne özellikle her oluntusu öyküyü askıda bırakarak
biten bu dilimli filmleri severdi. Örneğin kollarında sarışın
ve yaralı bir genç kız taşıyan kaslı kahraman ortasından
seller akan bir boğazın yukarısında sarmaşıklardan oluşan
bir köprünün üzerine gelirdi. Ve haftalık oluntunun son
görüntüsü, ilkel bir bıçakla, köprünün sarmaşıklarını kesen
dövmeli bir el olurdu. Kahraman, "sıralar"daki izleyicilerin
haykırarak yaptıkları uyarılara karşm ilerlemesini görkemle
sürdürürdü3. O zaman sorun çiftin bu işten sıyrılıp
sıyrılamayacağını bilmek değildi, bu konuda kuşkuya izin
yoktu, nasıl sıyrılacağım bilmekti yalnızca, Arap ve Fransız,
bunca izleyicinin sonraki hafta sevgililerin ölümcül düşüşlerinde umulmadık bir ağaçla durdurulduklarını görmeye
gelmesini de bu açıklardı. "Sıralar"ın şamatasının karşısma
ağzı bir dantel yakayla kapatılmış maden suyu şişesi
biçiminde zayıf bir sırtın kımıltısız dinginliği-
a. Riveccio.
95
ni çıkaran bir yaşlı kız gösteriye baştan sona eşlik ederdi.
Jacques o zaman etkileyici bayanın en yakıcı sıcaklarda bile
eldivenini çıkarmamasını bir seçkinlik belirtisi olarak
görürdü. İşlevi de sanılabileceği ölçüde kolay değüdi.
Özellikle güncel olayların yorumu gösterilen olayın
niteliğine göre ezgi değiştirmek zorunda bırakırdı onu.
Böylece, ilkbahar modalarının sunuluşuna eşlik etmeye
yönelik sevinçli bir kadrilden Çin'de bir su baskını ya da
ulusal ya da uluslararası yaşamda önemli bir kişinin ölümü
nedeniyle doğrudan doğruya Chopin’in ölüm marşına
geçerdi. Ayrıca, parça ne olursa olsun, kuru ve küçük on
makine parçası sararmış eski klavye üzerinde kesin ayar
çarklarının çoktan belirlediği bir işlemi gerçekleştirir gibi,
çalma biçimi hiç şaşmazdı. Duvarları çıplak, döşemesi yer
fıstığı kabuklarıyla kaplı salonda, fenol kokusu ağır bir
insan kokusuyla karışırdı. Ne olursa olsun, matinenin havasını yaratması beklenen açılış parçasma pedala var gücüyle
basarak girişince, sağır edici gürültüyü bir anda durduran
oydu. Zorlu bir vızıltı sinema makinesinin çalışmaya
başladığı haber verir, o zaman Jacques’m büyük işkencesi
başlardı. Filmler, sessiz olduğundan, olayı aydınlatmayı
amaçlayan birçok yazılı metin gösterimi içerirdi. Büyükanne
okuma bilmediğinden, Jacques’m görevi ona bunlan
okumaktı. Yaşlüığına karşın, büyükanne hiç de sağır
değildi. Ama önce piyanonun, sonra da tepkilerinde çok
cömert olan izleyici kitlesinin gürültüsünü bastırmak
gerekirdi. Üstelik, metinlerin son dereçe basit olmasma
karşın, büyükanne içerdikleri sözcüklerin çoğuna alışık
değüdi, kimüeri tümden yabancısıydı. Öte yandan, Jacques
yanındakileri rahatsız etmek, özellikle de büyükannesinin
oku-
96
ma yazma bilmediğini herkese göstermek istemediğinden
(bazı bazı kendisi de bundan utanır, gösterimin başında,
yüksek sesle, "Sen okursun bana, gözlüğümü unutmuşum",
derdi), metinleri okuyabileceği ölçüde yüksek sesle
okumazdı. Sonuçta, büyükanne ancak yarısını anlar, metni
bir daha ve yüksek sesle yinelemesini isterdi. Jacques daha
yüksek bir sesle söylemeyi dener, "Şıst!"lar onu iğrenç bir
utanca gömer, çabuk çabuk söyler, büyükanne homurdanır,
çok geçmeden sonraki metin belirir, bir öncekini anlamamış
olan zavallı kadına daha da karanlık gelirdi. O zaman bulanıklık artar, sonunda Jacques örneğin baba Douglas
Fairbanks’m oynadığı Zorro’nun işareti’nin can alıcı anmı iki
sözcükle özetlemek için kafasını çalıştırmak zorunda kalırdı.
Piyano ile salonun bir duruş anından yararlanarak, "Kötü
adam kızı elinden almak istiyor", derdi kararlılıkla. Her şey
aydmlanıverirdi, film sürer ve çocuk soluk alırdı. Ama İki
Yetime türünden filmler gerçekten fazla karışıktı ve Jacques,
büyükannenin istekleriyle komşuların gittikçe daha kızgın
uyarıları arasında bocalar, sonunda sıkışıp kalırdı. Bu
gösterimlerden birini hâlâ anımsardı, büyükanne en sonunda
tepesi atıp dışarı çıkmış, o da, zavallı kadını ender hazlarından birinden yoksun bıraktığı ve ödenmesi gerekmiş
olan parayı ziyan ettiği düşüncesiyle ağlayarak onu
izlemişti3.
Annesine gelince, o bu seanslara hiç gelmezdi. O da
okuma bilmezdi, üstelik yarı sağırdı. Sonra onun sözcük
dağarcığı annesininkinden de kısıtlıydı. Bugün
a. yoksulluk göstergeleri eklenecek - işsizlik - Miliana’da tatil kamplan -boru sesi- kovulmuş Ona
söylemeyi göze alamaz. Konuş: İyi ya, kahve içeriz bu akşam. Zaman zaman değişir durum. Ona
bakar. Kadının yiğit olduğu yoksulluk öyküleri okumuştur sık sık. Gülümsememiştir. Mutfağına
gitmiştir, yiğit mi yiğit - Boyun eğmemiş.
İlk Adam
97/7
bile bir oyalanma yoktu yaşamında. Kırk yılda, iki üç kez
sinemaya gitmiş, hiçbir şey anlamamış, ancak kendisini çağıran
kişilere kabalık olmasın diye giysilerin güzel olduğunu ya da
bıyıklının çok kötü bir adama benzediğini söylemişti. Radyo da
dinleyemezdi. Gazetelere gelince, bazı bazı resimli olanlarını
karıştırır, resimleri oğullarına ya da torunlarına açıklattırtır,
İngiltere kraliçesinin kederli olduğuna karar verir, sonra gene
yaşamının yarısı süresince izlediği sokağın devinimini aynı
pencereden izlemek üzere dergiyi kapatırdı®.
a. Yaşlı Ernest dayıyı önce çıkar - Jacques’la annesinin durduğu odada portresi. Ya da sonra çıkar.
98
Etienne
Bir anlamda, kendileriyle yaşayan kardeşi Ernest’ten1 daha az katılırdı yaşama. Kardeşi tümden sağırdı, yansını ve devinilerle olduğu kadar kullanabildiği
yüz dolayında sözcükle de anlatırdı derdini. Ama
gençliğinde çalıştırılamayan Ernest az da olsa bir okula
gitmiş ve harfleri sökmesini öğrenmişti. O bazı bazı
sinemaya gider ve daha önce filmi görmüş olanlar için
şaşkınlık verici özetler yapardı, çünkü imgeleminin
zenginliği bilgisizliklerini karşılardı. Duyarlı, üstelik
kurnazdı, bir tür içgüdüsel akıl, kendisi için inatla sessiz
kalan bir dünya ve insanlar içinde yolunu her şeye karşın
bulmasını sağlardı. Aynı akıl her gün gazetelere
dalmasını da sağlardı, büyük başlıkları çözer, bu da ona
dünyanm gidişi konusunda hiç değilse üstünkörü bir bilgi
verirdi. Örneğin, Jacques’m büyük adam yaşına geldiği
zamanlarda, "Hitler, iyi değil, ha", derdi. Hayır, iyi
değildi. "Almanlar işte, hep aynı", diye eklerdi dayı.
Hayır, öyle değildi. "Evet, iyileri <^e var, diye kabul
ederdi dayı. Ama Hitler iyi değil". Hemen arkasından da
şakacılığı ağır basardı: "Levy (karşıki tuhafiyeci),
korkuyor." Sonra kahkahayı koparırdı. "Jacques
açıklamaya çakşırdı. Dayı yeniden ciddileşirdi: "Evet.
Yahudiler’e neden kötülük etmek ister ki? Onlar da
ötekiler gibi."
1. Kimi zaman Ernest, kimi zaman Etienne diye adlandırılmıştır ya hep aynı kişi: Jacques’in
dayısı söz konusu.
99
O, kendi tarzında, Jacques’i hep sevmişti. Sınıftaki
başarılarına hayranlık duyardı. Araçların ve çalışmanın
bir tür nasırla kapladığı eliyle çocuğun başını ovardı. "İyi
kafa var bu çocukta. Sert (ve koca yumruğuyla kendi
başına vururdu), ama iyi." Bazı bazı da şöyle eklerdi:
"Babası gibi." Jacques bir gün bundan yararlanarak
babasının akıllı olup olmadığını sormuştu. "Baban, sert
kafa. İstediğini yapardı, hep. Annen hep evet evet."
Jacques bundan fazlasını çıkartamamıştı hiçbir zaman. Ne
olursa olsun, Ernest çocuğu sık sık yanında götürürdü.
Konuşmalarda da, toplumsal yaşamın karışık ilişkilerinde
de dile gelemeyen gücü ve canlılığı, bedensel yaşammda
ve duyumda patlardı. Daha uyanırken, kendisini sarsarak
sağırların sımsıkı kapalı dünyasından çektikleri zaman,
şaşkın şaşkın doğrulur ve her gün bilinmedik ve düşman
bir dünyaya uyanan bir tarihöncesi hayvanı gibi, "Hıh,
hıh", diye kükrerdi. Buna karşılık, bir kez uyandıktan
sonra, bedeni ve bedeninin işleyişi yeryüzünde ona güven
verirdi. Fıçıcılık uğraşının zorluğuna karşın, yüzmeyi ve
avlanmayı severdi. Jacques’i daha küçücükken® Sablettes plajına götürür, sırtına bindirir, önce soğuk suyun
şaşırtısım, sonra burada bulunmanm hazzmı ya da kötü
bir dalga karşısında kızışmasını belirten, eklemlenmemiş
çığlıklar atarak, ilkel, ama güçlü bir yüzüşle, hemen
açıklara doğru yol alırdı. Arada bir, "Korkmuyor musun?"
derdi Jaeques’a. Hayır, korkardı, ama, her ikisi de uçsuz
bucaksız olan gök ve deniz arasında, bu yalnızlıkla
büyülenmiş durumda, korktuğunu söylemezdi, sonra,
arkaya döndüğü zaman, plaj gö-
au 9 yaşında.
100
rünmez bir çizgiyi andırır, karnına iğne gibi bir korku
saplanır, ürküntünün eşiğinde, dayısı kendisini bıraktı mı
bir taş gibi içine kayacağı uçsuz bucaksız ve karanlık
derinlikleri gözlerinin önüne getirirdi. Yüzücünün kaslı
boynuna biraz daha sıkı sarılırdı o zaman. "Korkuyor
musun? derdi hemen öteki. -Hayır, ama dön." Dayı,
yumuşak başlı, hemen döner, kıyıda azıcık soluk alır,
sonra, tıpkı sağlam toprağa basarcasına, gene güven
içinde giderdi. Kıyıda, ancak hafiften soluğu kesilmiş
durumda, zorlu kahkahalar atarak Jacques’i iyice ovar,
hep gülerek, şakır şakır işemek üzere arkasını döner, sidik
torbasının iyi çalışmasına sevinir, yaşamında her türlü
hoş duyuma eşlik eden "Güzel! Güzel!" sözcükleriyle
kamını döverdi. İster çıkarma, ister beslenme olsun, bu
duyumlar arasında hiçbir zaman ayrım yapmazdı, aldığı
haz üzerinde eşit biçimde ve aynı günahsızlıkla dayatır,
sürekli olarak bu hazzı yakınlarının da paylaşmasmı
istediğinden, sofrada büyükannenin karşı çıkmalarına yol
açardı. Böyle şeylerden sözedilmesine o da karşı değildi
kuşkusuz, kendisi de sözederdi, ama, söylediği gibi,
"sofrada olmaz"dı. Gene de karpuz numarasını
hoşgörürdü. Karpuzun sağlam bir sidik getirici ünü vardı,
Ernest de karpuza bayılır ve yemeye gülmelerle,
büyükanneye doğru şeytanca göz kırpmalarla, değişik
soruma, geğirme, yumuşak çiğneme sesleri çıkarır, sonra,
aynı dilimden ışınlan ilk lokmaların ardmdan, bir sürü
öykünüye girişir, bu öykünüler içinde el birkaç kez
pembeli aklı meyva- nın ağızdan cinsel organa dek aldığı
varsayılan yolu belirtir, bu arada yüz de gösterişli bir
biçimde, ağız, göz devimleriyle sevince boğulur, bunlara
eşlik eden "Güzel, güzel. Yıkıyor. Güzel güzel"ler
dayanılmaz
101
olur ve herkesi kahkahalarla güldürürdü. Aynı Adem arılığı,
kaşları çatık, bakışı organlarının gizemli karanlığını
izliyormuş gibi içe dönük, birçok geçici rahatsızlığa ölçüsüz
bir önem vermesine neden olurdu. Yeri çok değişen bir
"nokta"nm ağrımasından, biraz her yanında dolaşan bir
rttop"tan yakınırdı. Daha sonra, Jacques liseye giderken,
bilimin tek ve herkes için aynı olduğuna inandığından, ona
karın çukurunu göstererek, "Şurası çekiyor, derdi. Kötü mü?"
Hayır, bir şey yoktu. Rahatlamış olarak ayrılır, kısa ve ivedi
adımlarla merdivenden iner, mahallenin anizet ve talaş
kokan, tahta eşyalı, maden tezgâhlı kahvelerinde arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi, Jacques da bazı bazı akşam yemeği
saatlerinde dayısını çağırmaya gelirdi buralara. Çocuk o
zaman bu sağır-dilsizi tezgâhta bir arkadaş halkasıyla çevrili
olarak, genel bir kahkaha ortasında soluk soluğa konuşur
bulunca az şaşırmazdı; gülme alay gülmesi de değildi, çünkü
arkadaşları Ernest’i keyifliliği ve cömertliği nedeniyle çok
severlerdi.^ Dayısı kendisini hepsi de fıçıcı ya da liman ve
de-
a. bir yana ayırdığı ve Jacques’a verdiği para.
b. Orta boylu, bacakları biraz eğri, kalın bir kas kabuğu altında sırtı hafiften kamburdu, inceliğine
karşın, olağanüstü erkek gücü izlenimi verirdi. Oysa yüzü bir delikanlı yüzü gibi kalmıştı, uzun
zaman da öyle kalacaktı, ince, düzgün, kızkardeşinin kahverengi gözleriyle biraz ( ]1, burnu dümdüz,
kas yerleri çıplak, çenesi düzgün, güzel saçları sık, hayır, hafiften dalgalı. Yalnızca bedensel güzelliği
bile, sakatlığına karşın, kadınlarla, evlilikle sonuçlanmayacak, ister istemez kısa sürecek birtakım
serüvenler yaşamış olmasını açıklardı, ama mahallede ticaretle uğraşan evli bir kadınla yaşadığı gibi,
bazı bazı genellikle aşk diye adlandırılan şeyle renklenirdi. Kimi cumartesi akşamlan denize bakan
Bresson bahçesindeki konsere arada bir Jacques’ı da götürürdü, askeri orkestra bahçede Les cloches
de ComeviUe' i ya da Lakm# den havalar çalar, gece { ]1 çevresinde dolaşan halkın arasında, Ernest,
pazarlık giysileri içinde, kahvecinin tisor giymiş karısıyla karşılaşmanın yolunu bulurdu, birbirlerine
dostça gülümserler, bazı bazı koca da gözüne hiç kuşkusuz olanaklı bir karşıt olarak görünmemiş
olan Emest’e dostça bir iki söz söylerdi.
c. la mouna {yazarca halka içine alınmış sözcük, yn.] çamaşırlığı.
d. plaj ağarmış tahta parçalan, mantarlar, aşınmış şişe parçalan... kamışlar.
1. Çizilmiş bir sözcük.
102
miryolu işçisi olan arkadaşlarıyla ava götürdüğü zaman da
sezerdi bunu. Şafakta kalkılırdı. Jacques yemek odasında
uyuyan ve hiçbir çalar saatin uykusundan sıyıramayacağı
dayısını uyandırmakla görevlendirilmiş olurdu. Jacques zile
uyar, kardeşi homurdanarak yatağında döner, annesi de,
öteki yatakta, uyanmadan kımıldardı. El yordamıyla kalkar,
bir kibrit çakıp iki yatağın ortak gece masasının üstünde
duran küçük petrol lambasını yakardı. (Ah! bu odanın
eşyaları: iki demir karyola, biri bir kişilik, annesinin yattığı,
öteki iki kişilik, çocukların yattığı, iki yatak arasında bir
gece masası ve gece masasınm karşısında bir aynalı dolap.
Odanın bir penceresi vardı, annesinin yatağının ayak
ucunda, avluya bakan. Bu pencerenin dibinde, gözenekli bir
örtüyle örtülü, kocaman bir sandık vardı. Jacques, boyu kısa
kaldığı sürece, pencerenin pancurlarını kapatmak için
dizlerini bu sandığın üstüne dayamak zorunda kalmıştı. Son
olarak, bu odada iskemle yoktu.) Sonra yemek odasma
gidip dayısını sallar, dayısı kükrer, tepesindeki lambaya
dehşetle bakar, en sonunda kendine gelirdi. Giyinirlerdi.
Dayı azık -bir peynir, şişlikler, tuz, karabiber, domates, ikiye kesilip arasına büyükannenin hazırladığı koca bir omlet
yerleştirilmiş bir yarım ekmek- av çantalarını hazırlarken,
Jacques mutfakta küçük bir ispirto ocağında akşamdan
kalmış kahveyi ısıtırdı. Sonra dayı çiftesini ve fişeklerini
son bir kez gözden geçirirdi. Bir gün önce büyük bir tören
olurdu bunların çevresinde. Akşam yemeğinden sonra,
masa toplanıp muşamba özenle temizlenirdi. Dayı masanın
bir köşesine yerleşmiş, askıdan indirilmiş kocaman petrol
lambasının ışığında, sökülmüş tüfeğin özenle yağladığı
parçalarını
103
ciddi bir havayla önüne koymuş olurdu. Jacques karşıya
oturup sırasını beklerdi. Köpek Brillant da öyle. Öyle ya,
köpek de vardı. Alabildiğine iyi yürekli, bir sineğe bile
kötülük edemeyecek bir setter kırmasıydı, iyiliğinin
kanıtı da bir sineği havada yakaladı mı tiksinmiş gibi bir
yüz anlatımıyla ve dışarı çıkmış dilinin ve dudaklarının
şapırtısının desteğinde hemen geri çıkar- masıydı. Ernest
ile köpeği birbirinden ayrılmaz, çok iyi anlaşırlardı. Bir
çifti düşünmekten kendini alamazdı insan (bunda bir alay
görmek için de köpekleri tanımamak ve sevmemek
gerekirdi). İnsan tek bir kaygısı olduğunu benimserken,
köpek insana itaat ve sevgi borçluydu. Birlikte yaşar ve
birbirlerinden hiç ayrılmazlardı, birlikte uyur (adam
yemek odasındaki divanda, köpek argaçma dek
yıpranmış, kötü bir yatak örtüsünün üstünde), işe (köpek
atölyenin marangoz tezgâhında kendisi için özel olarak
hazırlanmış bir yonga yatağında yatardı), kahveye
birlikte giderler, köpek efendisinin bacakları arasmda
sözlerini bitirmesini sabırla beklerdi. Yansınılarla
konuşur, birbirlerinin kokusundan hoşlanırlardı. Ernest’e
ender olarak yıkanan köpeğinin, hele yağmurlardan
sonra, kötü koktuğunu söylememek gerekirdi. "O
kokmaz", der, köpeğinin kocaman titrek kulaklarının içini
aşkla koklardı. Av her ikisinin de büyük şenliği, büyük
beyzade gezisiydi. Köpeğin kıçıyla iskemleleri
dansettirtip kuyruğuyla büfeyi dövüp çınlatarak küçük
yemek odasının içinde çılgınca koşulara girişmesi için
Ernest’in av torbasını çıkarması yeterdi. Ernest gülerdi.
"Anladı, anladı!" Sonra hayvanı yatıştırır, o da gelip
çenesini masaya dayar, inçe hazırlıkları arada bir, belli
etmeden esneyerek, ama bu güzel gösteriyi bitmedikçe
bı104
rakmadan izlerdiab.
Silah yeniden toplanınca, dayı Jacques’a geçirirdi. O
da saygıyla alır, elindeki eski bir yün paçavrayla namluları
parlatırdı. Bu arada, dayı fişekleri hazırlardı. Av çantasında
bulunan bakır diplikli, canlı renkli, karton tüpleri önüne
dizer, gene çantadan, barut ve saçmaların bulunduğu matara
biçimi maden şişeleri ve kahverengi keçeden tıkama
yastıklarını çıkarırdı. Arkasından küçük bir makine çıkarır,
tüpler içine geçirilir, küçük bir kol bir kapsülü devinime
getirip karton tüplerin tepesini yastık düzeyine dek sürerdi.
Fişekler hazırlandıkça, Ernest bunları birer birer Jacques’a
geçirir, o da bunları özenle önündeki fişekliğe yerleştirirdi.
Sabah, Ernest ağır fişekliği iki kat kazakla kalınlaşmış
beline geçirince, yola çıkma işareti verilmiş demekti.
Jacques bunu arkasından tokalardı. Uyanmalarmdan beri
sessizce gidip gelen, hiç kimseyi uyandırmamak için
sevincini dizginlemeye alışmış olan, ama yetişebildiği tüm
nesneler üzerine coşkusunu üfleyen Briliant, efendisinin
üstüne atlayıp ayaklarını göğsüne dayar, boynunu ve sırtını
yukarıya çekerek sevilen yüzü var gücüyle yalamaya
çalışırdı.
İçinde incirlerin hâlâ yeni kokusu yüzen, şimdiden
hafiflemiş karanlıkta, hemen Agha garının yolunu tutarlar,
köpek kimi zaman gecenin neminden ıslanmış yollarda
kaymalarla sonuçlanan zikzaklı koşusuyla var hızıyla
önlerinden gider, sonra, onları yitirdiği için gözle görülür
bir şaşkınlık içinde, aynı çabuklukla geri gelir, Etienne
kaim bez kılıfında baş aşağı çevril-
a. av mı? silinebilir
b. kitap nesne ve tenle iyice agjr çekmeli.
105
miş tüfeğiyle bir araç torbası ve bir avcı çantası taşır,
Jacques da elleri kısa pantalonunun ceplerinde, omzunda
kocaman bir çantayla yürürdü. İstasyonda, efendilerini
ancak türdeşlerinin kuyruklarının altında hızlı denetlemeler
yapmak üzere bırakan köpekleriyle birlikte, arkadaşları
gelmiş olurlardı. Ernest’in atölye arkadaşı iki kardeş, Daniel
ile Pierre3 vardı bu arkadaşlar arasında, Daniel hep güleç ve
iyimser, Pierreî daha katı, daha yöntemliydi, insanlar ve
nesneler konusunda her zaman görüş ve keskin gözlemlerle
dolup taşardı. Georges da vardı, gaz fabrikasında çalışır,
ama bazı bazı boks karşüaşmaları da yapar, biraz ek para
kazanırdı. Çoğu kez iki üç kişi daha olurdu, hepsi de iyi
çocuklardı, hiç değilse, bu fırsatla, atölyeden, dar ve fazla
dolu evden, kimi zaman da evdeki eşten bir günlüğüne
kurtulmuş olmaktan mutluluk duyar, kısa süreli ve sert bir
eğlence için kendi aralarında bulunan erkeklere özgü şu
rahatlık ve keyifli hoşgörüyle dolup taşarlardı. Sevinç
içinde, şu her kompartımanı basamağa açılan vagonlardan
birine tırmanır, çantalarını birbirine geçirir, köpeklerini
çıkarır, en sonunda, böğür böğüre oturup aynı sıcaklığı
paylaşmanm mutluluğu içinde, yerleşirlerdi. Jacques, bu
pazarlarda, erkeklerin arkadaşlığının iyi olduğunu ve yüreği
besleyebildiğim anlamıştı. Tren sarsılır, kısa solumalarla
hızlanırdı, sonra, arada sırada, kısa ve uykulu bir düdük
sesi. Sahel’in bir bölümü geçilir ve, tuhaf bir biçimde, daha
ilk tarlalarda, bu sağlam ve gürültücü insanlar susarlar,
tarlaları ayıran, koca, kuru kamışlardan yapılmış çitlerin
yukarısında, verevlemesine sabah sisleri ka-
a. dikkat, adlar değiştirilecek.
106
yan, özenle sürülmüş topraklar üzerine güneşin doğuşunu
izlerlerdi. Zaman zaman camın içinden ağaç demetleri, bu
ağaç demetlerince çevrelenmiş olan ve içinde her şey
uyuyan, kireç badanalı bir çiftlik kayardı. Dolma toprağı
çevreleyen hendekten kalkan bir kuş birden kendi
düzeylerine dek yükselir, onunla hız yarışına girmeye
çalışıyormuş gibi trenle aynı yönde uçar, sonra birden
trenin gidiş yönüne dikey bir yön tutar, o zaman, birden
camdan kopmuş da gidişin yeliyle trenin arkasına
fırlatılmış gibi olurdu. Yeşil çevren pembeleşir, sonra
birden kırmızıya döner, güneş belirir ve gözle görülür bir
biçimde gökte yükselirdi. Tüm tarlaların üzerindeki sisleri
yutar, daha da yükselirdi, birdenbire vagon sıcaklaşır,
adamlar bir kazaklarını, sonra İkincisini çıkarır,
devingenleşmeye başlayan köpekleri yatırır, karşılıklı
şakalar yaparlardı, Ernest de şimdiden yiyecek, hastalık,
bir de üstünlüğün hep kendisinde olduğu kavga öyküleri
anlatırdı. Zaman zaman, arkadaşlardan biri, Jacques’a
okuluna ilişkin bir soru sorar, sonra başka şeyden sözedilir
ya da Ernest’in bir yüz devinisi konusunda onu tanık tutarak "Dayın esaslı adam", derlerdi.
Görünüm değişip kayalıklaşır, portakal ağacının yerini
meşe alır, küçük trenin soluğu gittikçe kesikleşir, kocaman
buharlar fışkırtırdı. Birden soğuk başlardı, çünkü güneşle
yolcular arasına dağ girer ve daha saatin yediyi
geçmediğinin ayrımına varılırdı. En sonunda, tren son bir
kez düdük çalar, yavaşlar, dar bir eğriyi yavaş yavaş geçer,
vadide küçük ve yalnız bir istasyonda dururdu, çünkü orak
biçimi yaprakları sabahın yelinde titreyen, kocaman
okaliptüsler dikilmiş, uzak, ıssız ve sessiz maden
ocaklarına ulaşım sağlardı
107
yalnızca. İniş aynı hayhuy içinde geçer, köpekler kompartımandan vagonun iki dik basamağını boşlayarak iner,
adamlar çanta ve tüfekler için yeniden zincir oluştururlardı.
Ama istasyonun dosdoğru ilk yokuşlara açılan çıkışında,
yabanıl bir doğanın sessizliği yavaş yavaş ünlem ve
çığlıkları boğar, köpekler çevrede yorulup bıkmadan
zikzaklar çizip dururken, küçük topluluk sonunda yokuşu
sessizlik içinde tırmanırdı. Jacques güçlü yoldaşlarının arayı
açmalarına izin vermezdi. En sevdiği Daniel, kendisinin
direnmesine karşm, çantasını almış olur, gene de topluluğun
düzeyinde kalabilmek için adımlarını iki katına çıkarması
gerekir, sabahın keskin havası ciğerlerini yakardı. Derken,
bir saatin sonunda, güneşli bir taze gök altında, bodur meşe
ve ardıç ağaçlarıyla kaplı, iniş çıkışları pek belirgin olmayan, uçsuz bucaksız bir yaylaya gelirlerdi. Av alanıydı
burası. Köpekler, uyarılmış gibi, gelip adamların çevresinde
toplanırdı. Öğle yemeği için öğleden sonra saat ikide
yaylanın kıyısında çok güzel bir yerde bulunan ve çok
uzaklardan vadi ve ovaya bakan bir çam demetinin altmda
buluşmayı kararlaştırırlardı. Saatler ayarlanırdı. Avcılar
ikişer ikişer ayrılır, köpeklerini çağırır ve iki ayrı yöne
giderlerdi. Ernest ile Daniel takım oluşturur, Jacques av
çantasını alıp önlemle omzuna geçirirdi. Ernest, uzaktan,
bütün ötekilerden daha çok tavşan ve keklik getireceğini
haber verirdi. Güler, el sallar ve gözden silinirlerdi.
O zaman Jacques için özlemini hâlâ yüreğinde
sakladığı bir sarhoşluk başlardı. İki adam, birbirinden iki
metre uzakta, ama aynı hizada, köpek önde, kendisi sürekli
arkada giderler, sonra dayı birden yabanıllaşıp kurnazlaşmış
gözüyle uzaklığı koruyup korumadığı-
108
na bakar, fundalıklar arasında sonu gelmez sessiz yürüyüş
sürer, bazı bazı küçümsenen bir kuşun sessiz çığlığı
yükselir, hep dibinden gidilen, koku dolu koyaklara inilir,
ışıl ışıl ve gittikçe daha sıcak göğe doğru tırmanılır, sıcak
yükselip yola çıkışlarında hâlâ nemli olan toprağı
kuruturdu. Koyağın öbür yanında tüfek sesleri, köpeğin
kaldırdığı toz rengi bir keklik sürüsünün kuru şakırtısı,
nerdeyse aynı anda yinelenen çifte patlama, köpeğin ileriye
fırlayıp gözleri çılgın, ağzı kan içinde, bir tüy demetiyle
geri dönmesi, Ernest ile Daniel’in bunları hemen alması,
bir an sonra da, bir kışkırtma ve dehşet karışımı içinde,
Jacques’in alması, öteki kurbanların aranması, düştüklerini
görünce, Emest’in bazı bazı Brillant’mkiyle karıştırılan
ağız şapırtıları, yeniden ileriye yöneliş, güneşin çekici
altında yayla bir örs gibi titrerken, Jacques’m küçük hasır
şapkasına karşm bu kez güneşin altında eğilmesi, arada bir
gene bir iki tüfek sesi, hiçbir zaman daha fazla değil. Öyle
ya, bir tavşan kalktığını avcılardan yalnız biri görmüş
olurdu, her zaman bir maymun gibi becerikli olan Ernest’in
nişan çizgisindeyse, çoktan işi bitik demekti hayvanın.
Ernest jju kez köpeği kadar hızlı koşar, onun gibi bağırır,
ölmüş hayvanı arka ayaklarından tutup kaldırarak uzaktan
Daniel’le Jacques’a gösterir, onlar da sevinçle, soluk
soluğa gelirlerdi. Jacques yeni ganimeti almak üzere
çantanm ağzmı iyice açar, sonra, efendisi güneşin altında
sallanarak yeniden yola çıkar, böylece, sınırsız saatler
süresince, sınırsız bir alan üzerinde, gökyüzünün kesintisiz
ışığı ve uçsuz bucaksız uzamlarında kendinden geçmiş
durumda, Jacques çocukların en zengini olduğunu duyardı.
Öğle yemeğinde buluşacakları yere dönerken, avcılar
109
gene fırsat kollarlardı, ama pek de gönülden yapmazlardı
bunu. Ayaklarını sürükler, alınlannın terini siler, acıkmış
olurlardı. Birbirlerinin ardmdan gelir, uzaktan avlarını
gösterir, başarısızlıklarla alay eder, bunların hep aynı
kişiler olduğunu kesinler, avlarının öyküsünü hepsi aynı
zamanda anlatır, her birinin ekleyecek özel bir ayrıntısı
olurdu. Ama büyük ozan Er- nest’ti, sonunda söz onda
kalır, Jacques ile Daniel’in çok iyi değerlendirdiği bir
devini doğruluğuyla kekliklerin gidişine, kalkan tavşanın
iki kez yön değiştirip gol çizgisinin ardında bir denemeye
girişen bir ragbi oyuncusu gibi tepe taklak yuvarlanışına
öykünürdü. Bu arada, Pierre, herkesten aldığı maden
bardaklara yöntemli bir biçimde anizet koyar, sonra gidip
üstlerine çamlarm altmda incecik akan kaynaktan taze su
doldururdu. Bezlerle soframsı bir şey hazırlarlar ve
herkes kendi azığını çıkarırdı. Bayağı ahçı yetenekleri
bulunan Ernest (yazın balık avı partileri de her zaman
onun oracıkta hazırladığı ve baharata bir kaplumbağa
dilini yakacak kadar az acıdığı bir safranh balıkla başlardı), ince çubuklar yontup uçlarını sivriltir, bunları
getirdiği şişliklere batırır, küçük bir odun ateşinde kırmızı
suları közlere akıp burada cızırdayarak tutuşun- caya dek
kızartırdı. Sıcacık ve hoş kokulu şişleri iki ekmek
arasında sunar, hepsi çığlıklarla karşılar ve kaynakta
soğuttukları roze şarapla ıslatarak iştahla yerlerdi. Sonra
kahkahalar, iş öyküleri, şakalar birbirini izler, Jacques,
ağzı ve elleri yapış yapış, kirli, bitkin, bunları zor
dinlerdi, çünkü uyku bastırırdı. Ama gerçekte hepsinin
uykusu gelirdi; bir süre, uzakta bir sıcaklık buharıyla
kaplı ovaya bakarak uyuklarlar ya da, Emest gibi,
yüzlerini bir mendille örtüp gerçekten
110
uyurlardı. Bununla birlikte, beş buçukta geçen trene
binmek üzere saat dörtte aşağıya inmek gerekirdi. Şimdi
kompartımanlanndaydılar, yorgunluktan çöküp bitmiş
köpekler sıraların altında ya da bacaklar arasında, içinden
kanlı düşler geçen, ağır bir uykuyla uyurlardı. Onlar ovaya
yaklaşırken, gün dönmeye başlar, arkadan hızlı Afrika
alacakaranlığı iner, bu geniş görünümlerde her zaman iç
sıkıcı olan gece birden başlayıverirdi. Daha, sonra, garda,
ertesi gün çalışacakları için, erken yatmak üzere çabucak
eve dönüp yemek yiyeceklerinden, karanlıkta, hemen
hiçbir şey söylemeden, ama dostça birbirlerinin omzuna
vurarak hemen ayrılırlardı. Jacques uzaklaştıklarını duyar,
sert ve sıcak seslerini dinler, onları severdi. Sonra, kendisi
ayaklarını sürüklerken, hep canlı kalan Ernest’in
adımlarına uydururdu adımlarını. Evin yanmda, karanlık
sokakta, ondan yana döner, "Hoşnut musun?" diye sorardı.
Jacques yanıt vermezdi. Ernest güler, ıslıkla köpeğini
çağırırdı. Ama, birkaç adım ötede, çocuk küçük elini
dayısının sert ve nasırlı elinin içine sokar, o da sıkıca
sıkardı elini. Böylece, sessizce eve dönerlerdi.
“'Ama Ernest öfkelerinde de hazlarındaki kadar çabuk
ve tam olabilirdi. Onu mantığa döndürmenin , hatta
yalnızca kendisiyle tartışmanın olanaksızlığı öfkelerini
tümüyle bir doğa olgusuna benzetirdi. Bir fırtınanın
oluştuğu görülür ve patlaması beklenir. Yapılacak başka
bir şey yoktur. Birçok sağırlarınki gibi Er- nest’in de koku
alma duyusu çok gelişmişti (köpeği
a. Tolstoy ya da Gorki (I) Baba Dostoyevski bu ortamdan çıkmıştır (II) Oğul kayna- lara dönüp
çağın yazan olur (III) Anne.
b. M. Germain - Lise - din - büyükannenin ölümü Ernest’in eliyle mî bitirmeli?
111
söz konusu olursa, o başka). Bezelye çorbasını ya en çok
sevdiği yemekleri, mürekkepleri içinde kalamarların,
sosisli omletin ya da dana yürek ve ciğeriyle yapılmış şu
ciğer yahnisinin, büyükannenin en başarılı yemeği olan
ve ucuzluğu nedeniyle sık sık sofraya gelen şu yoksul
burginyonunun1 kokusunu içine çektiği zaman, bir de
pazar günü ucuz kolonyayı ya da [Pompe- ro] denilen
(Jacques’in annesinin de kullandığı) ve bergamot özlü
tatlı ve sürekli kokuyu sürüp de losyon yemek odasında
ve Ernest’in saçlarında kokup durduğu zaman, bu
ayrıcalık ona büyük sevinç verir, şişeyi kendinden geçmiş
gibi, derin derin koklardı... Ama bu alandaki duyarlığı
başına dert de açardı. Normal burunlar için ayrımsanmaz
olan kimi kokulara katlanamazdı. Örneğin, yemeğe
başlamadan önce, tabağını koklamayı bir alışkanlık
durumuna getirmişti, tabağında yumurta kokusu
olduğunu ileri sürdüğü şeyi bulunca da kötü kızardı.
Büyükanne kuşkulanılan tabağı alıp koklar, hiçbir şey
duymadığını bildirir, sonra da onun tanıklığına
başvurmak üzere kızına geçirirdi. Catherine Cormery
duyarlı burnunu porselenin üzerinde dolaştınr ve,
koklamaya bile gerek görmeden, tatlı bir sesle bildirirdi:
hayır, bir koku yoktu. Kesin yargıyı daha iyi
temellendirebilmek için öteki tabaklar da koklanır,
yalnızca kendi yemeklerini demir kaplarda yiyen
çocuklarınkine bakılmazdı. (Gizemli nedenlerle, belki
kâp kacak yetersizliğinden, belki de, bir gün
büyükannanenin ileri sürmüş olduğu gibi, kırılmasın diye.
Oysa kendisi de, kardeşi de sakar değildi. Ama aile
geleneklerinin temelleri bundan daha sağL Şaraplı sığır yahnisi (Çev.)
112
lam değildir çoğu kez; bunca gizemli töreme neden
arayan budunbilimciler beni güldürür. Gerçek gizem,
birçok durumlarda, herhangi bir neden bulunmamasıdır.)
Sonra büyükanne kararı bildirirdi: kokmuyor. Gerçekte,
hiçbir zaman başka türlü yapmazdı, hele bulaşığı bir gün
önce kendisi yıkamışsa. Ev kadını onurundan hiç ödün
vermezdi. Ernest’in öfkesi de o zaman patlardı işte,
kanısını iletmek için sözcük bulamaması da öfkesini
büsbütün artırırdı*. İster yemeğe burun kıvırsın, ister
büyükannenin ne olursa olsun değiştirdiği tabaktan
tiksinmiş gibi bir havayla, isterse sofradan kalkıp
lokantaya gideceğini söyleyerek kendini dışanya atsın,
fırtınanın patlaması beklenirdi. Ancak, sofrada
hoşnutsuzluk çıktığı her seferde, büyükannene, hiç
şaşmadan, "Lokantaya git!" derdi ya lokanta Ernest’in de,
aileden başka birinin de hiç adım atmadığı bir kurumdu.
O zamanlar lokanta parası verildiğine göre her şeyin
kolay göründüğü, ama sağladığı ilk ve suçlu hazlann
cezasını midenin er geç ağır biçimde ödediği şu göz
boyayıcı suç yerlerinden biri gibi görünürdü herkese. Ne
olursa olsun, büyükanne küçük oğlunun öfkelerine hiçbir
zaman karşılık vermezdi. Buyandan bunu bildiği, öbür
yandan da ona karşı tuhaf bir biçimde zayıf olduğu için.
Jacques, birkaç kitap okuduktan sonra, Ernest’in sakat
olmasma bağlamıştı bunu (oysa, önyargının tersine, ana
babanm eksikli çocuklara sırt çevirdiğini gösteren çok
örnek vardır), çok daha sonra, bir gün, büyükannenin açık
renk gözlerini birdenbire hiç görmediği bir sevgiyle
yumuşamış durumda yakalayıp da arkaya dönerek
dayısının
a. mini tragedyalar.
114
pazar takımının ceketini giydiğini görünce anlamıştı. Yeni
tıraş olmuş, saçlarını özenle taramış, alışkanlığının dışına
çıkarak yeni yaka ve kıravat takmış, koyu renk kumaşla
daha bir incelmiş ince ve genç yüzle, pazarlığını giymiş
Yunan çobanı havalarıyla, Ernest nasılsa öyle, yani çok
yakışıklı görünmüştü ona. O zaman anlamıştı ki,
büyükanne oğlunu bedensel olarak seviyordu, herkes gibi o
da Ernest’in güzelliğine ve gücüne tutkundu, onun
karşısmdaki olağandışı zayıflığı çok sıradan bir şeydi,
hepimizi az çok yumuşatır, ayrıca çok hoş yumuşatır,
dünyanın katlanılır olunmasına yardım ederdi, güzellik
karşısında zayıflıktı.
Jacques Ernest dayının bir başka öfkesini daha
anımsıyordu, o daha kötüydü, çünkü Josephin dayıyla,
demiryollarında çalışanla kavgaya tutuşmalarına ramak
kalmıştı. Josephin annesinin evinde yatmazdı (nerede
yatacaktı ayrıca?). Mahallede bir odası vardı (aileden hiç
kimseyi çağırmazdı bu odaya, örneğin Jacques hiç
görmemişti), yemeklerini annesinde yer, ona küçük bir
aylık öderdi. Josephin kardeşinden olabildiğince farklıydı.
On yaş kadar büyüktü ondan, kısa bir bıyığı, kısa kesilmiş
saçları vardı, daha sessiz, daha hesapçıydı. Ernest onu
genellikle cimrilikle suçlardı. Doğrusu ya, daha basit
söylerdi bunu: "O Muzabit." Onun için, Muzabitler
mahallenin bakkallarıydı. Gerçekten de, Muzap’tan
gelirlerdi; birkaç yıl süresince, zeytinyağı ve tarçın
kokan .dükkânlarının arka bölümünde, hemen hiçbir şeyle
ve kadınsız yaşarlardı; amaçlan çölün ortasında, Muzap’ın
beş kentinde oturan ailelerini geçindirmekti; bir sapkın
boyu, kuralcıların amansızca ezdiği bir tür İslam
püritenlerı topluluğu, yüzyıllar önce, kimsenin ellerinden
almaya kalkma115
yacağından kuşku duymadıkları bir yere yerleşmişlerdi;
öyle ya, taştan başka bir şey yoktu burada, kabuk kabuk
ve yaşamsız bir gfczegen dünyadan ne denli uzaksa,
burası da yarı uygar kıyı halkından o denli uzaktı; buraya,
cimri su kaynaklarının çevresine yerleşip beş kent
kurmuşlar, bu tinsel ve yalnızca tinsel yaratımı sürdürmek
üzere, yerleri başkalarınca doldurulup onların da toprak
ve çamur tabyalı kentlerinde inanç uğruna fethedilmiş
ülkelerinin tadını çıkarma zamanı gelinceye dek, eli ayağı
tutan adamlarını kıyı kentlerine tecim yapmaya
göndermek gibi bir tuhaf keşişliği seçmişlerdi.
Muzabitler’in yoksun ve katı yaşamı ancak derin
amaçlarına göre yargılanabilirdi. Ama mahallenin islamı
ve sapkınlıklarını tanımayan işçi halkı, yalnızca dış
görünüşü görürdü. Ernest’in kardeşini bir Muzabit’e
benzetmesi de Harpagon’a benzetmek anlamına
gelmekteydi. Gerçekte, büyükanneye göre, "eli hep
yüreğinin üstünde" olan Ernest’in tersine, Josephin’in eli
sıkıydı. (Şu var ki, kızdığı zaman da para tutamamakla
suçlardı onu.) Ama, yaratılış farkları bir yana, Josephin
Ernest’ten azıcık daha fazla para kazanırdı, cömertlik de
yoksullukta daha kolaydı. Olanakları arttıktan sonra
cömertliği sürdürenler enderdir. Böyleleri yaşamın
kralıdır, yerlere dek eğilerek selamlamak gerekir onlan.
Josephin altın içinde yüzmüyordu kuşkusuz, ama aylığını
yöntemle kullanması bir yana (zarf yöntemi denilen
yöntemi kullanırdı, ama, gerçek zarflara para
veremeyecek oranda pinti olduğundan, zarflarım gazete
ya da bakkal kâğıdından kendisi yapardı), iyi düşünülmüş
küçük düzenlemelerle ek gelirler elde ederdi. Demiryollarında çalıştığından, her on beş günde bir bir dolaş116
ma izni hakkı vardı. Böylece, iki haftada bir, "içeri" denilen yerlere, yani iç ülkeye gider, Arap çiftliklerini
dolaşıp düşük fiyatla yumurta, cılız piliç ya da tavşan
alırdı. Bu mallan alıp getirir, dürüst bir kârla komşularına
satardı. Her düzlemde, yaşamını düzenlemişti. Yaşammda
bir kadm olup olmadığı bilinmezdi. Ayrıca, işle geçen
haftayla tecime adanmış pazarlar arasında, böyle bir
hazzm gerektirdiği boş zamanı da yoktu. Ama kırkına
gelince durumu düzgün bir kadınla evleneceğini her
zaman söylemişti. O zamana dek odasında kalacak, para
biriktirecek ve bir oranda annesinde yaşamayı
Sürdürecekti. Çekicilikten yoksun olduğu göz önüne
alınınca, ne denli tuhaf görünürse görünsün, tasarısmı
söylediği gibi gerçekleştirip hiç de çirkin olmayan bir
piyano öğretmeniyle evlenmiş ve kadm, hiç değilse birkaç
yıl için, mobilyalarıyla birlikte, kendisine kenter
mutluluğunu getirmişti. Şu da var ki, Josephin kadını
değil, mobilyalan alıkoyacaktı. Ama bu başka bir öyküydü
ve Josephin’in öngörmediği tek şey, Etienne’le
kavgasmdan sonra, artık yemeklerini annesinde yiyemeyip
lokantanın masraflı hazlarından yararlanmak zorunda
kalmasıydı. Jacques olaym nedenlerini anımsamıyordu.
Bazı bazı anlaşılmaz kavgalar aileyi böler, gerçekte
bunların kökenlerini hiç kimse aydınlığa çıkaramaz,
hepsinde de bellek eksik olduğundan, sonucu
kendiliklerinden kesin biçimde benimseyip kafalarında
döndürüp durmakla yetinirler, nedenleri unuttuklan için de
kolay kolay çözemezlerdi. O günden, yalnızca hazırlanmış
sofranın başında dikilip haykıra haykıra, Muzabit dışmda,
anlaşılmaz aşağılamalar yağdırdığım anımsamaktaydı,
kardeşi oturduğu yerde kalmış, yemeğini yemeyi
sürdürüyordu. Son117
ra Ernest kardeşini tokatlamış, o da kalkıp kendini geriye
atmış, sonra üzerine gelmişti. Ama büyükanne şimdiden
Ernest’e yapışıyor, Jacques’m annesi de, heyecandan
apak, Josephin’i arkadan çekiyordu. "Bırak onu, bırak
onu", diyordu. îki çocuk, yüzleri sapsan, ağızlan açık,
kımıldamadan bakıyor, hep aynı yönde akan kızgın
aşağılama dalgasını dinliyordu. Sonunda. JosĞphin,
somurtkan bir havayla, "kaba bir hayvan bu, ne yapsan
boşuna", demişti. Büyükanne arkasından koşmak isteyen
Ernest’i tutarken, masanm çevresinden dolaşıyordu.
Hemen arkadan, kapı şakladıktan sonra, Ernest hep
çırpınmaktaydı. "Bırak beni, bırak beni, diyordu annesine.
Canmı yakacağım." Ama büyükanne saçlanndan tutmuş,
sarsıyordu: "Sen, sen, annene el kaldıracaksin ha?" Ernest
ağlayarak iskemlesine yıkılmıştı: "Hayır, sana değil. Sen
benim için Tann gibisin!" Jacques’m annesi yemeğini
bitirmeden gidip yatmıştı, ertesi gün de başı ağnyordu. O
günden sonra, Josephin bir daha gelmemişti; yalnız bazı
bazı, Er- nest’in evde olmadığını iyi bildiği zaman,
annesini görmeye gelirdi.
a
Jacques’m, nedenimi bilmek istemediğinden,
ammsamaktan hoşlanmadığı bir öfke daha vardı. Uzunca
bir dönem, Ernest’in uzak bir tanıdığı, mösyö Antoine
diye biri, başına hep koyu renkli bir melon şapka giyip
boynuna da gömleğinin içinden kareli bir mendil
bağlayan, Malta kökenli, pazarda balık satan, eli yüzü
düzgün, ince, uzun bir adam, düzenli olarak, akşamlan
yemekten önce eve gelmişti. Daha sonra, düşününce,
Jacques önceleri dikkatini çekmeyen bir
a. Büyükannenin ölümünden sonra, Ernest, Catherine ailesi
118
şeyi, annesinin azıcık daha şık giyindiğini, açık renk
önlükler taktığını, hatta yanaklarında varla yok arası bir
allık göründüğünü aynmsamıştı. Hem de kadınların o
zamana dek uzunken saçlarını kısa kesmeye başladıkları
dönemdi. Saç yapma törenine giriştikleri zaman, Jacques
annesini ya da büyükannesini izlemeyi severdi.
Omuzlarında bir havlu, ağzızlarmda bir sürü toka, ak ya da
kahverengi uzun saçlarım uzun uzun tarar, sonra kaldırır,
ensede topuzu oluşturuncaya dek çok sıkı bir biçimde düz
çatkılar çeker, dudaklarını ayırıp dişlerini sıkarak birer birer
ağızlarından aldıkları tokalarla kalbura döndürür, birer birer
topuzun kalın kitlesine dikerlerdi. Büyükanne yeni modayı
hem gülünç, hem suçlu buluyor, modanın gerçek gücünü
küçümseyerek, mantığa hiç kulak asmadan, kendilerini
böyle gülünç etmeye ancak "o türlü" kadınların boyun
eğeceklerini kesinliyordu. Jacques’m annesi de kesinlikle
kafasma yerleştirmişti bunu; gene de, bir yıl sonra,
Antoine’m gelip gittiği dönemde, bir akşam saçları kesik,
gençleşmiş ve tazeleşmiş olarak dönmüş, arkasında kaygı
sezilen bir yalancı keyifle, kendilerine bir sürpriz yapmak
istediğini söylemişti.
Gerçekten de, büyükanne için bir sürprizdi, düzeltilmez yıkımı süzüp incelemiş, oğlunun önünde, şimdi bir
orospuya benzediğini söylemekle yetinmişti. Sonra da
mutfağma dönmüştü. Catherine Cormery gülümsemez
olmuş, dünyanın bütün düşkünlük ve yorgunluğu yüzüne
çizilivermişti. Sonra oğlunun kımıltısız bakışıyla
karşılaşmış, gene gülümsemeye çalışmıştı, ama dudakları
titriyordu, ağlayarak odasma, biricik dinleniş, yalnızlık ve
keder sığmağı olarak kalan yatağına atmıştı kendini.
Jacques, şaşkın, yanma yaklaşmıştı. Yüzü-
119
nü yastığa gömmüş, ensesini kapatmayan kısa bukleleri
ve zayıf sırtı hıçkırıklarla sarsılıyordu. Jacques, çekine
çekine, ona eliyle dokunarak "Anne, anne", demişti.
"Böyle çok güzelsin." Ama işitmemişti, elini sallayarak,
kendisini yalnız bırakmasını istemişti. Jacques kapının
eşiğine dek ilerlemiş, kapının pervazına yaslanmış, o da
güçsüzlük ve aşkla ağlamıştı*.
Büyükanne birkaç gün süresince kızıyla konuşmamıştı. Antoine da eve geldiğinde daha soğuk karşılanmıştı. Özellikle Ernest’in suratı asık oluyordu. Antoine,
oldukça cakacı ve parlak bir konuşmacı olmasına karşın,
bunu iyice sezmekteydi. Ne olmuştu o sırada? Jacques
birkaç kez annesinin güzel gözlerinde gözyaşları
görmüştü. Emest çoğu kez susuyor, Brillant’ı bile itiyordu. Bir yaz akşamı, Jacques balkonda birşeyler bekler
gibi olduğunu görmüş, "Daniel’i mi bekliyorsun?" diye
sormuştu. Öteki homurdanmıştı. Sonra, birdenbire,
Jacques birkaç gündür uğramamış olan Antoine’ın geldiğini görmüştü. Ernest hemen fırlamış, birkaç saniye
sonra da merdivenden boğuk sesler yükselmişti. Jacques
koşmuş ve iki adamın karanlıkta, tek sözcük söylemeden
dövüştüğünü görmüştü. Ernest, vuruşları duymadan,
demir gibi sert yumruklarıyla vuruyor da vuruyor, bir an
sonra Antoine merdivenin aşağısına yuvarlanıyor, ağzı
kan içinde kalkıyor, gözlerini Ernest’ten ayırmadan, kanı
silmek için mendilini çıkarıyor, Ernest’se deli gibi
gidiyordu. Döndüğünde, Jacques annesini kı- mıltısız, yüz
çizgileri donmuş, yemek odasında oturur bulmuştu. O da
hiçbir şey söylemeden oturmuştu*. Sonra küfürler
homurdanarak, kızkardeşine öfkeli öfkeli
* güçsüz aşkın gözyaşları.
a. çok daha dne alınacak - kavga Lucien deği!.
120
bakarak Ernest dönmüştü. Yemek her zamanki gibi geçmiş,
ancak annesi yememişti, büyükanne ısrar edince, "Aç
değilim", demekle yetiniyordu. Yemek bitince de odasına
gitmişti. Jacques, gece, uyanınca, yatağında döndüğünü
duymuştu. Ertesi günden başlayarak kara ve gri giysilerine,
kesin yoksulluk kılığına dönmüştü. Jacques onu aynı
ölçüde güzel, şimdi daha da artmış bir uzaklaşma ve
dalgınlıkla, bir daha çıkmamasıyla yoksulluğa, yalnızlığa,
gelecek yaşlılığa yerleşmiş görünüşüyle* daha da güzel
buluyordu.
Jacques, uzun süre, tam olarak neyi başına kakacağını
bilemeden kızmıştı dayısına. Ama, aynı zamanda, ona
kızılamayacağını, tüm ailenin içinde yaşadığı yoksulluk ve
gereksinimin her şeyi bağışlatmasa da kurbanları olanların
herhangi bir davranışmı suçlamaya engel olduğunu
biliyordu.
Hiç istemeden, yalnızca her biri öteki için içinde
yaşadıkları yoksulluk dolu ve acımasız zorunluluğun
temsilcisi olduğundan kötülük ederlerdi birbirlerine. Ne
olursa olsun, dayısının önce büyükanneye, sonra
kızkardeşine ve çocuklara nerdeyse hayvansı bağlılığından
kuşku duyamazdı. Kendi payma, bunu fıçı atölyesindeki
kaza günü sezmişti b. Jacques her perşembe fıçı atölyesine
giderdi. Ödevleri varsa, çabucak bitirir, başka zamanlarda
sokakta arkadaşlarla buluşmakta gösterdiği sevinçle
atölyeye koşardı. Atölye manevra alanının yamndaydı.
Çöplerle, eski demir çemberlerle, cüruf ve sönmüş
ateşlerle dolu bir tür avluydu. Bir
a. çünkü yadlılık da gelmek üzereydi - o sıralarda Jacques annesini yaşlı bulurdu, ama ancak
kendisinin şimdiki yaşındaydı, ama gençlik öncelikle olanakların bir araya gelmesiydi, yaşamın
cömert davrandığı kendisiyse...{çizilmiş satırlar, y.a]
b. fıçı atölyesi öfkelerden önceye, belki de Ernest’in portresinin başına alınacak.
121
yanında, düzenli aralıklarla moloz taşlarından yapılmış
sütunlar üzerine duran bir kiremit çatı vardı. Bu çatınm
altında beş altı işçi çalışırdı. Her birinin duvar dibinde bir
tezgâhı, bunun önünde büyüklü küçüklü fıçıların
takılabileceği boş bir alan, sonra, bölmeyi ötekinden ayıran
ve üzerinden fıçı dipleri kaydırılabilen, az çok bir kıyma
satırını* andıran, ama keskin yanı iki kolu yakalayan
adamın yanında bulunan bir araç yardımıyla elde
inceltildikleri oldukça geniş bir yarık açılmış bir tür
arkalıksız sıra vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu
düzenleme ilk bakışta ayrımsanmazdı. Hiç kuşkusuz,
bölmeler başlangıçta böyle yapılmıştı, ama yavaş yavaş
sıralarm yeri değişmiş, tezgâhlar arasına çemberler
yığılmıştı, perçin kutulan bir yerden ötekine sürüklenirdi,
her işçinin devinimlerinin hep aynı alanda geliştiğini
ayrımsamak için uzun bir gözlem ya da, bu da aynı kapıya
çıkar, buraya uzun süre gelip gitmek gerekirdi. Jacques,
atölyeye
dayısının
yemeğini
getirirken,
tahtaları
birleştirilmiş olan fıçının çevresine demir çemberleri
gömmeye yarayan makaslar üstüne indirilen çekiç seslerini
tanırdı - ya da, daha güçlü ve daha seyrek seslerden,
tezgâhm
mengenesine
geçirilmiş
çemberlerin
perçinlenmekte olduğunu anlardı. Çekiç gürültüleri arasında
atölyeye geldiği zaman, sevinçli bir selamlamayla karşılanır,
sonra çekiçlerin dansı yeniden başlardı. Ernest, bacaklarında
bir eski pantalon, ayaklarında talaşa batmış espadriller,
sırtında kolsuz bir fanila, başında da güzel saçlarını tozdan
ve yongadan koruyan, eski, solmuş bir takke, onu öper ve
kendisine yardım etmesini önerirdi. Jac-
a. aracın adı araştırılacak.
122
ques, bazı bazı, örsün üzerinde genişlemesine sıkıştırılıp
dikilmiş çenberi tutar, dayı da perçinleri ezmek için
kolunun tüm gücüyle vururdu. Çember Jacques’in
ellerinde titrer, her çekiç vuruşu avuçlarını oyardı, ya da
Ernest sıranın bir ucuna ata biner gibi otururken, Jacques
da aynı biçimde öteki uca oturur, Ernest in- celtim
yaparken, kendilerini ayıran fıçı dibini sıkı sıkı tutardı.
Ama onun yeğlediği iş, Ernest ortalarından geçirilmiş bir
çemberle tutup kabaca birleştirsin diye fıçı tahtalarını
avlunun ortasına getirmekti. Ernest iki açık fıçının ortasına
yonga doldurur, Jacques’in görevi de bunları yakmak
olurdu. Ateş demiri tahtadan daha fazla genleştirir, Ernest
de bundan yararlanıp gözlerden yaş getiren bir duman
ortasında kazı kalemi ve çekiç vuruşlarıyla daha ileriye
gömerdi. Çember gömüldüğü zaman, Jacques avlunun
dibindeki pompadan suyla doldurduğu kocaman ağaç
kovalan getirir, biraz, sonra Ernest suyu sertçe fıçının
üstüne döker, böylece halka soğur, daralır ve büyük bir
buhar yayılması içinde, suyla yumuşamış tahtayı daha çok
sarardı3.
Azıcık birşeyler yemek için, yapılmakta olan işler
uygun bir yerinde bırakılır, işçiler kışın bir yonga ve tahta
ateşinin çevresinde, yazın bir çatının gölgesinde bir araya
gelirlerdi. Dibi kıvrım kıvrım sarkan, paçaları baldır
ortasında sona eren bir Arap şalvarı, lime lime bir kazak
üzerine eski bir ceket ve bir takke giyen, tuhaf bir
konuşma biçimi olan, Emest’e yardım ettiğinde kendisiyle
aynı işi yaptığmdan, Jacques’a "meslektaşım" diyen Arap
işçi Abder de olurdu. Patron,
a. Fıçı bitirilecek.
123
M. [ J1, gerçekte yardımcılarıyla birlikte daha büyük ve
şirketleşmiş bir fıçı atölyesinin siparişlerini yapan eski bir
fıçı işçisi. Her zaman kederli ve nezleli bir İtalyan işçi.
Özelliklie de şakalaşmak ya da okşamak için Jacques’i hep
yanma alan neşeli Daniel. Jacques kaçar, kara önlüğü talaş
içinde, ayakları kötü espadriller içinde çıplak, hava sıcaksa,
toz ve yonga içinde, atölyede başıboş dolaşıp talaş
kokusunu, daha taze yonga kokusunu hazla içine çeker,
ateşe dönüp üzerinden çıkan eşsiz dumanı yutar ya da
mengeneye sıkıştırdığı bir tahta parçası üzerinde fıçı
diplerini önlemle inceltmeyi dener, becerisinin keyfini
çıkarır, başarısından dolayı bütün işçiler kendisini överlerdi.
İşte bu duruşlardan biri sırasında ıslak tabanlarla
bankın üzerine eğilmişti budalaca. Birden öne kaymış, bank
geriye doğru kalkarken, o bütün ağırlığıyla bankın üstüne
düşmüş, sağ eli banlan altına sıkışmıştı. Hemen o anda
belirsiz bir sızı duymuş, ama koşup gelen işçilerin önünde
bir anda gülerek doğrulmuştu. Ama, daha o gülmesini bile
bitirmeden, Ernest üzerine atılıp kollarına alıyor, atölyeden
dışarıya fırlıyor, "Doktor, doktor", diye kekeleyerek soluk
soluğa koşuyordu. İşte o zaman sağ elinin orta parmağının
ucunun tümüyle kirli ve biçimsiz bir hamur parçası gibi
ezilmiş olduğunu, kan aktığını görmüştü. Birden yüreği
daralmış ve bayılmıştı. Deş dakika sonra, karşılarında oturan
Arap doktordaydılar. Ernest, kâğıt gibi apak, "Bir şey değil,
doktor, bir şey değil, ha!" diyordu. "Siz beni yanda
bekleyin, yiğitliğini gösterecek", demişti doktor. Göstermek
de gerekmişti. Jacques’m
1. Okunamayan bir ad
124
üstünkörü düzeltilmiş, tuhaf orta parmağı bugün bile buna
tanıklık ederdi. Ama, dikişler atılıp pansuman yapıldıktan
sonra, doktor ona bir yürek güçlendirici ilaç, bir de yiğitlik
belgesi vermişti. Buna karşın, sokağın bu yanma geçmek
için Ernest onu gene taşımak istemiş, evlerinin
merdiveninde, inleyerek, canını acıtacak ölçüde göğsüne
bastırarak öpmeye başlamıştı onu.
"Anne, kapı çalınıyor, dedi Jacques.
-Ernest’tir, dedi annesi. Git, aç. Şimdi haydutlar
yüzünden kapatıyorum."
Ernest, kapının eşiğinde, Jacques’i görünce İngilizler’in "how"ma benzer bir şaşkınlık çığlığı koparıyor,
belini doğrultarak onu öpüyordu. Saçlarının tümden
ağarmış olmasına karşm, yüzü şaşılacak ölçüde genç
kalmıştı, düzenli ve uyumluydu. Ama çarpık bacakları
daha da kıvrılmış, sırtı iyice kamburlaşmıştı, Ernest
kollarını ve bacaklarını açarak yürüyordu. "İyi misin?"
dedi Jacques. Hayır, sancılan, romatizma ağrıları vardı,
kötüydü; ya Jacques? Evet, her şey yolundaydı, sağlamdı,
o (parmağıyla Catherine’! gösteriyordu) onu yeniden
gördüğüne mutluydu. Büyükannenin ölümünden ve
çocukların gidişinden beri, erkek kardeşle kızkardeş
birlikte
oturuyorlardı,
birbirlerinden
vazgeçmeleri
olanaksızdı. Ernest’in bakılmaya gereksinimi vardı; bu
bakımdan, Catherine onun kadınıydı, yemekleri yapıyor,
çamaşmnı hazırlıyor, hastalanınca da bakıyordu. Oğulları
her şeyini karşıladığı için, paraya gereksinimi yoktu, bir
erkeğin yoldaşlığına gereksinimi vardı, o da yıllardır kendi
yordammca üstüne titriyordu onun, evet, yıllar boyu karı
koca gibi yaşamışlardı, tene göre değil, kana göre,
sakatlıkları yaşamı
125
öylesine güçleştirirken, uzun aralıklarla birkaç tümce
kırıntısıyla aydınlanan dilsiz bir konuşmayı sürdürüp
birbirlerinin yaşamasına yardım ederek, ama normal
çiftlerden daha kaynaşmış, birbirleri konusunda daha
bilgili. "Evet, evet, diyordu Ernest. Jacques, hep konuşur.
-İşte buradayım", diyordu Jacques. İşte buradaydı
gerçekten, eskiden olduğu gibi ikisinin arasındaydı,
onlara hiçbir şey söylemeden, onları, hiç değilse onları
sevmeye hiç ara vermeden, sevilmeyi hakeden nice
yaratığı sevmesine ramak kalmışken, sevmesine izin
verdikleri için daha da çok severek.
"Daniel nasıl?
-İyi, benim gibi yaşlı; kardeşi Pierrot hapis.
-Neden?
-Sendika diyor. Ama sanırım Araplar’la."
Birden, kaygılı:
"Söyle, haydutlar iyi mi?
-Hayır, diyor Jacques, öteki Araplar evet, haydutlar
hayır.
-İyi. Annene söyledim, patronlar çok sert, olmaz,
ama haydutlar olanaksız.
-Doğru, diyor Jacques. Ama Pierrot için birşeyler
yapmalı.
-Oldu, Daniel’e söylerim.
-Ya Dorat? (Boksör havagazıcı.)
-Öldü. Kanser. Hepimiz yaşlandık."
Evet. Donat ölmüştü. Annesinin kızkardeşi Marguerite teyze de ölmüştü. Büyükanne, pazar öğleden
sonraları kendisini tutup ona götürür, o da burada korkunç
sıkılırdı, ancak, arabacılık yapan ve loş yemek odasında,
masanın muşambası üzerindeki kahve kâselerinin
başındaki bu konuşmalardan kendisi de sı126
kılan Michel enişte onu çok yakında bulunan ahıra götürünce,
iş değişirdi; burada, öğle sonu güneşi sokakları ısıtırken, yarı
karanlıkta, önce güzel kıl, saman ve gübre kokusunu duyar,
yularların zincirinin tahta yemlik üzerinde şıkırdayışmı
işitirdi; atlar uzun kirpikli gözlerini onlara doğru çevirirler,
kendisi de saman kokan, uzun bıyıklı, iri ve kuru bir adam
olan Michel enişte, onu atlardan birine bindirir, at, sakin mi
sakin, gene yemliğine dalıp yulafını çiğner, bu arada enişte
çocuğa keçiboynuzları getirir, o da, içi düşüncesinde hep
atlara bağlı olan bu enişteye karşı sevgiyle dolu, bunları hazla
çiğneyip emerdi. Paskalya pazartesinde Sidi-Ferruch
ormanmda mouna yapmaya da tüm aile onunla giderdi.
Michel oturdukları semtle Cezayir’in merkezi arasında yolcu
taşıyan şu atlı tramvaylardan, şu sırt sırta sıralarla donatılmış
bir tür bölmeli kafeslerden birini seçer, öne koşulan atı da
kendi ahırından alıp sabah erkenden mouna denilen şu kaba
çörekler ve oreillettes denilen hafif ve gevrek tatlılarla dolu
büyük çamaşır sepetleri tramvaya yüklenirdi. Bunları ailenin
tüm kadınları yola çıkılmadan, Marguerite teyzede iki gün
süresince unla kaplı muşambanın üzerinde yaparlardı, hamur
konulup nerdeyse tüm örtüyü kaplayıncaya dek oklavayla
açılır, sonra, şimşir bir tekerlekle çörekler kesilir, çocuklar
bunları tepsiler üstünde pişirtmeye götürür, yağ kaynayan
kocaman lengerlere atılır, sonra da özenle kocaman çamaşır
sepetlerine dizilirler, sepetlerden çok hoş bir vanilya kokusu
yükselir, ta Sidi-Ferruch’e dek, denizden kıyı yoluna dek
ulaşan serpinti kokusuna karışmış olarak onlara eşlik eder,
sırtlarında Michel’in®
a. Orleansville yer sarsıntısında Miche! gene ortaya çıkarılacak.
127
kamçısı şaklayan dört at yolu hızla yutardı. Michel kamçıyı
zaman zaman yanındaki Jacques’a geçirir, Jacques, altında,
büyük bir çıngırak sesiyle salınan ya da kuyruk kalkarken
açılan dört koca sağrı karşısında büyülenir, kuyruk kalkınca,
iştah açıcı gübrenin kalıplanıp yere düştüğünü görür, bu arada
atlar başlarını silkeledikçe çıngıraklar hızlanır, nallar ışıldardı.
Ormanda, ötekiler çamaşır sepetlerini ve örtüleri yerleştirirken, Jacques Michel’in atları gebrelemesine ve büyük,
kardeş gözlerini açıp kapayarak ya da öfkeli bir ayak
vurmayla bir sineği kovarak içinde çenelerini çalıştıracakları
yem torbalarını başlarına geçirmesine yardım ederdi. Orman
insanla dolır olurdu, üst üste yemek yenilir, yer yer akordeon
ya da gitar sesleriyle dansedilir, hemen yakmlarda deniz
homurdanır, hiçbir zaman yüzmeye elverecek ölçüde sıcak
olmaz, ama ilk dalgalarda yalınayak yürümeye elverirdi; bu
arada, ötekiler gündüz uykusunu uyur, ayrımsanmaz bir
biçimde yumuşayan ışık gök uzamlarını daha da
enginleştirirdi, hem de öylesine enginleştirirdi ki, çocuk
içinde büyük bir sevinç ve tapılası yaşama karşı bir minnet
çığlığıyla aynı zamanda gözyaşlarının kabardığını duyardı.
Ama Marguerite teyze, o hep düzgün giyinen, öylesine güzel
ve, söylenenlere göre, fazla yosma Marguerite teyze ölmüştü,
yosmaca yaşamakla kötü de etmemişti, öyle ya, şeker hastalığı
yüzünden bir koltuğa çivilenmiş, koca dairede yüzüstü
bırakümış durumda şişmeye başlamış, öyle kocaman, öyle
şişkin duruma gelmişti ki, soluk alamaz olmuştu, bundan
böyle insanı korkutacak ölçüde çirkindi, kızları ve
kunduracılık yapan topal oğlu, yürekleri daralmış durumda,
soluğu ne zaman kesilecek diye gözle-
inekteydi^. Ensülin üstüne ensülin verildikçe daha da
şişmanlıyordu, sonunda gerçekten kesilmişti soluğu c.
Ama Jeanne teyze de ölmüştü, pazar öğleden sonraları
konserlerinde bulunan, kireç badanalı çiftliğinde, savaş dulu
üç kızıyla uzun zaman direnmiş olan Jeanne teyze,
büyükannenin kızkardeşi. Durmamacası- na çoktan ölmüş
kocasından, Mahtn ağzından başka dil konuşmayan Joseph
enişteden sözederdid, güzel, pembe yüzünün üstündeki ak
saçları, öykünülmez bir soylulukla, sofrada bile giydiği
sombrerosu nedeniyle Jacques ona hayrandı, gerçek bir köylü
bilgeydi, gene de yemek sırasında aykırı bir ses salıvermek
üzere hafiften kalktığı olur, karısının boyun eğmiş
serzenişleri üzerine de kibarca özür dilerdi. Büyükannenin
komşuları Masson’lar da hepten ölmüştü, önce yaşlı kadm,
sonra büyük kızkardeşi, koca Alexandra, sonra [ ]‘ akrobat
olan ve Alcazar sinemasının matinelerinde şarkı söyleyen
kepçe kulaklı kardeş. Hepsi, evet, en genç kızları Martha da,
kardeşi Henri’nin ardından koştuğu, ardmdan koşmaktan da
fazlasını yaptığı Martha da.
Hiç kimse sözetmiyordu artık onlardan. Ölmüş
akrabalarm admı ne annesi ağzma alıyordu, ne dayısı. En azla
yetinerek yaşamayı sürdürüyorlardı, sıkıntı içinde değillerdi
artık, ama alışkanlık yerleşmişti, hem de yaşam karşısında
boyun eğmiş bir kuşkulan vardı, dirimsel bir biçimde
seviyorlardı yaşamı, ama düzen-
a. İkinci bolümde altınca kitap.
b. Francis de ölmüştü (Bk. son notlar)
c. Denise eğlence yaşamına dalmak üzere on sekiz yaşında onian bırakır • Yirmi bir yaşında zengin
olarak döner, mücevherlerini satarak babasının ahırını baştan başa yeniler - bir salgında ölür.
d. kızlar?
1. Okunamayan bir âd.
İlk Adam
129/9
li olarak, hiç geliyorum demeden yıkım doğurduğunu da
deneyimleriyle biliyorlardı 8. Sonra, tıpkı her ikisinin de
çevresinde olduğu gibi, sessiz, oldukları yere çökmüş,
anılardan boşalmış, yalnızca birkaç bulanık imgeye bağlı
durumda, şimdi ölümün yakınında, yani hep şimdiki
zamanda yaşıyorlardı. Onlardan babasının kim olduğunu
hiçbir zaman öğrenemeyecekti, gene de yoksun ve mutlu
çocukluğundan gelen serin kaynaklar açıyorlardı benliğinde,
bu öylesine zengin, öylesine fışkıran anıların gerçekten
onun çocukluğunun anıları olduğu kesin değildi kafasında.
Buna karşılık, kendisini onlarla birleştiren, kendisini onlara
bağlayan, bunca yıl olmaya çalıştığı varlığı silip onu en sonunda ailesi içinde yaşamasını sürdürmüş olan ve gerçek
soyluluğunu oluşturan adsız ve kör varlığa indirgeyen iki,
üç ayrıcalıklı imgeyle yetinmesi gerektiği çok daha kesindi.
Örneğin yemekten sonra tüm ailenin iskemleleri
kaldırıma, evin kapısı önüne indirdiği şu sıcak akşamların
imgesi gibi: mahalleliler önlerinden gelip giderken, incir
ağaçlarından tozlu ve sıcak bir hava iner, bir hava iner y
Jacques'5, başı annesinin zayıf omzunda, iskemlesi biraz
arkaya yatmış, dallar arasından yaz göğünün yıldızlarına
bakardı. Ya da şu Noel akşamının imgesi: gece yarısından
sonra, Ernest’siz olarak Marguerite teyzeden dönerken,
kapılarının orada, lokantanın önünde yere uzanmış bir adam
görmüşlerdi, bir başka adam da çevresinde dansetmekteydi.
İki adam içmiş, daha da içmek istemişti. Patron, incecik,
zayıf
a. ama bunlar birer canavar mı? (hayır, c. oydu.)
b. gecenin güzelliğiyle mağrur ve alçak gönüllü hükümdar.
130
bir genç adam, onları kovmuştu. Onlar da hamile karısını
tekmelemeye başlamışlardı. Patron ateş etmişti. Kurşun
adamın sağ şakağına saplanmıştı. Şimdi yara başının
altında kalmıştı. Öteki, alkol ve dehşetten sarhoş,
çevresinde dansetmeye başlamış, lokanta kapılarını
kapatırken, herkes daha polis gelmeden kaçmıştı.
Mahallenin birbirlerine sokularak dikildikleri bu uzak
köşesinde, çocuklara sarılan iki kadın, yeni yağmış
yağmur yüzünden kayganlaşmış yolun üstündeki zayıf
ışık, bu bir başka dünyanın olayına hiç mi hiç ilgi duymayan, keyifli yolcularla dolu, gürültülü ve ışıklı tramvayların arada bir gelip geçişi, bütün ötekilerden sonra
yaşayacak bir imge kazıyordu Jacques’m yüreğine: bütün
gün arılık ve doymazlık içinde, ama, gün sonlarında,
sokakları gölgeyle dolmaya başladığı, daha doğrusu, bazı
bazı bulanık bir ayak sesiyle karışık bir konuşmadan belli
olup eczanenin fanusunun kırmızı ışığı içinde kanlı bir
şana batmış et ve adsız bir gölgeyle dolduğu ve çocuk,
birden yüreği sıkıntıyla dolup yakınlarını yeniden bulmak
üzere yoksul eve doğru koştuğu zaman, birdenbire
gizlemli ve kaygı verici olan mahallenin yavan ve inatçı
imgesi.
131
6
Okul 1
O babasını tanımamıştı, ama ona bundan sık sık,
biraz da söylensel bir biçimde sözederdi, ne olursa olsun,
bir an gelmiş, bu babanın yerini doldurmasını başarmıştı.
İşte bu nedenle, sanki, hiç tanımadığı bir babanın
yokluğunu iıiçbir zaman gerçekten duymadığından,
çocuk yaşamına giren biricik baba devinisini, hem
düşünülmüş, hem belirleyici deviniyi, önce çocukken,
sonra tüm yaşamı boyunca, bilincine varmadan tanımış
gibi, Jacques onu hiçbir zaman unutmamıştı. Çünkü
mösyö Bernard, diploma sınıfı öğretmeni, belli bir anda,
sorumluluğunu aldığı bu çocuğun yazgısını değiştirmek
için tüm insan ağırlığıyla bastırmış, gerçekten de
değiştirmişti.
Şu anda, mösyö Bernard Rovigo dönemecinde,
nerdeyse Casbah’nın eteğinde, kente ve denize yukarıdan
bakan, evleri aynı zamanda hem baharat, hem yoksulluk
kokan, her ırktan ve her dinden küçük teci- menlerin
oturduğu bir mahallede, küçük dairesinde karşısındaydı.
Karşısındaydı,
yaşlanmış,
saçları
seyrekleşmiş,
yanaklarının ve ellerinin şimdi camlaşmış dokusu ardında
yaşlılık lekeleri vardı, devinilen eskisina. 6’yla geçiş mi oluşturacak?
1. Bk. Ek’te yazann elyazmasının 68 ve 69.uncu sayfalan arasına koymuş olduğu yaprak II.
132
den daha ağırdı, göründüğü kadarıyla, dükkânlarla dolu
sokağa bakan ve içinde bir kanarya cıvıldayan pencerenin yanında, kamış koltuğuna yeniden oturabildiği
için hoşnuttu; yaşlanınca daha duyarlı olmuştu, heyecanını belli ediyordu, eskiden olsa yapmazdı bunu,
ama hâlâ dikti, sesi güçlü ve kararlıydı, tıpkı sınıfın
önüne dikilerek "İkişer ikişer! İkişer ikişer! Beşer beşer
demedim!" dediği günlerdeki gibi. İtişmeler sona erer,
mösyö Bernard’dan hem korkan, hem de ona tapan
öğrenciler, birinci katın geçeneğinde, sınıfın dış duvarı
boyunca sıralanırlar, en sonunda sıralar düzenli ve
kımıltısız duruma gelip çocuklar susunca, bir "Girin
bakalım, ufaklıklar!" daha ölçülü bir devinim ve
canlanma işareti vererek onları serbest bırakır, mösyö
Bernard, sağlam, güzel giyinmiş, biraz seyrek, ama
parlak ve kolonya kokan saçlarının altında yüzü güçlü ve
düzenli, devinimlerini keyif ve ciddilikle izlerdi.
Okul bu eski mahallenin görece yeni bir bölümünde,
70 savaşmdan kısa bir süre sonra yapılmış tek ya -da iki
katlı evler ve daha yeni olan, sonunda Jacques’m evinin
de yer aldığı mahallenin ana sokağını kömür
rıhtımlarının bulunduğu Cezayir arka limanma bağlamış
olan antrepolar arasındaydı. Jacques, günde iki kez,
yürüyerek giderdi bu okula. Daha dört yaşında anaokulu
bölümüne gelmeye başlamıştı, buradan hiçbir şey
anımsamıyordu, yalnızca kapalı bir avlunun dibinde,
koyu renk taştan yapılmış bir lavabo anımsamaktaydı,
bir gün, çılgına dönmüş bayan öğretmenler arasmda,
kanlar içinde, İcaşı açılmış olarak kalkmak üzere, tepe
üstü bu lavaboya inmiş, dikişlerle o zaman tanışmıştı; bu
dikişleri daha yeni almışlardı ki, öteki kaşm üstüne
yenilerini atmak gerekmişti, çünkü evde
133
kardeşi başına görmesini engelleyen eski bir melon şapka,
sırtına da ayaklarına takılan bir eski palto giydirmeyi
tasarlamış, o da böylece başını döşemenin sökük taşlarından
birine vurarak kan içinde kalmıştı. Ama, daha anaokuluna
bile kendisinden bir yaş ya da hemen hemen bir yaş daha
büyük olan Pierre’le birlikte giderdi. Pierre, kendisininki
gibi savaş dulu olan ve postanede memurluk yapan annesi
ve demiryollarında çalışan iki dayısıyla, yakın bir sokakta
otururdu. Aileleri şöyle böyle ya da bu semtlerde nasıl dost
olunursa öylece dosttu, yani birbirlerine nerdeyse hiç konukluğa gitmeden saygı duyarlar, buna hemen hiç fırsat
çıkmamakla birlikte, birbirlerine yardım etmeye kararlı
olurlardı. Yalnızca çocuklar gerçekten dost olmuşlardı, iki
çocuğun anaokuluna birlikte gittikleri, Jacques’in daha
entari giydiği ve pantalonunun ve ağabeylik görevinin
bilincinde olduğu Pierre’e emanet edildiği ilk günden beri.
Daha sonra, Jacques’in dokuz yaşında başladığı diploma
sınıfına dek tüm sınıfları birlikte geçmişlerdi. Biri sarışın,
öteki esmer, biri sessiz, öteki patırtıcı, ama kökenleri ve
yazgılarıyla kardeş, her ikisi de iyi öğrenci ve yorulmak
bilmez oyuncular olarak, beş yıl boyunca, günde dört kez
aynı yolu yürümüşlerdi. Jacques kimi derslerde daha
parlaktı, ama davranışları, düşüncesizliği, sonra şu kendisini
bin türlü saçmalığa yönelten gösteriş merakı, üstünlüğü
daha düşünceli ve daha sıkı ağızlı Pierre’e geri getirirdi.
Öyle ki, birbiri ardından sınıfın birincisi olurlar, ailelerinin
tersine, bundan gurur payı çıkarmazlardı. Onların hazları
farklıydı. Sabahları, Jacques Pierre’i evinin aşağısında
beklerdi. Çamurlulardan, daha doğrusu yaşlı bir Arab’ın
sürdüğü ve dizi
134
yaralı bir ata koşulu arabadan önce yola çıkarlardı. Kaldırım
gecenin nemiyle ıslak olurdu daha, denizden gelmiş havada
bir tuz tadı olurdu. Pierre’lerin pazar yolu üzerindeki
sokağında sıra sıra çöp tenekeleri durur, açlıktan iğne ipliğe
dönmüş Arap ya da Mağripli- ler, bazı bazı da yaşlı bir
İspanyol serseri bunları şafakta açıp yoksul ve tutumlu
ailelerin atacak kadar küçümsedikleri şeyler içinde gene de
alınacak birşeyler bulurlardı. Bu çöp tenekelerinin kapakları
genellikle indirilmiş olur, sabahın bu saatinde de düşkünlerin
yerini mahallenin güçlü, ama zayıf kedileri alırdı. İki çocuk
sessizce tenekenin arkasına gelip kapağı birdenbire içerdeki
kedinin üstüne kapatmaya çalışırdı. Bu iş pek de kolay
değildi öyle, çünkü yoksul bir mahallede doğup büyümüş
olan kediler yaşama hakkını savunmaya alışmış hayvanların
uyanıldık ve çabukluğuyla donanmıştı. Ama, bazı bazı, çöp
yığınından çıkarılması zor olan, iştah verici bir buluşun
büyüsüne kapıldığından, kedinin biri yakalanırdı. Kapak
gürültüyle devrilir, kedi bir dehşet çığlığı koparır, çırpma
çırpma sırtını ve pençelerini kullanır, sonunda çinko
hapisanesi- nin çatısını kaldırmayı, korkudan tüyleri
kabarmış bir durumda çıkıp acımasızlıklarının pek de
bilincinde olmayan cellatlarının kahkahaları arasında,
arkasından bir köpek sürüsü geliyormuşçasma tabanları
yağlamayı başarırdı3.
Doğrusunu söylemek gerekirse, mahallenin çocuklarının
Galoufa1 (ki ispanyolcada...) adını taktığı köpek
yakalayıcıdan nefret ettiklerine göre, bu cellatlar
a. Uzaksıllık bezelye çorbası.
1. Bu ad bu görevi ilk kez kabul eden ve adı gerçekten Galoufa olan kişiden gelmekteydi
135
tutarsızdı da. Bu belediye görevlisi de işini aşağı yukarı
aynı saatte yapar, ama, zorunluluklara göre, öğle
sonlarında da dolaşmaya çıkardı. Avrupalı gibi giyinmiş
bir Arap’tı, duyarsız bir yaşlı Arab’ın sürdüğü, iki atlı bir
tuhaf taşıtın arkasmda dururdu genellikle. Arabanın
gövdesi tahtadan yapılmış bir tür küpten oluşmuştu, bu
küpün iki yanı boyunca, iki sıra, sağlam demir çubuklu
kafesler yerleştirilmişti. Hepsi on altı kafesti. Kafeslerin
her biri bir köpek alır, köpek kafesin dibiyle demir
çubuklar arasına sıkışıp kalırdı. Yakala- yıcı, arabanın
arkasında bir basamağın üstüne tüner, burnunu kafeslerin
çatısı düzeyinde tutar, böylece av alanını gözetleyebilirdi.
Araba, okula giden çocuklarla, çiğ renkli çiçeklerle süslü
pamuklu sabahlıkları içinde ekmek ya da süt almaya
giden ev kadınlarıyla, küçük sergiliklerini katlayıp
omuzlarına alarak öbür elleriyle mallarının bulunduğu
kocaman hasır küfeyle pazara gelen Arap satıcılarla
dolmaya başlayan sokaklarda ağır ağır ilerlerdi. Birden,
yakalayıcının seslenmesi üzerine, yaşlı Arap dizginleri
çeker, araba dururdu. Yakalayıcı, ikide bir çılgın gözlerle
geriye bakarak heyecanla bir çöp tenekesini karıştıran ya
da iyi beslenmemiş köpeklerin şu ivecen ve kaygılı
havasıyla duvar boyunca hızla koşan bir köpek görmüş
olurdu. O zaman Galoufa arabanın tepesinden ucu sap
boyunca bir halkayla yiv üstünde kayan bir demir zincirle
biten bir kamçı alırdı. Esnek, hızlı, sessiz tuzakçı
adımlarıyla hayvana doğru ilerler, arkasmdan yetişir, bir
aile çocuğu olduğunu gösterecek tasması yoksa,
birdenbire ve şaşırtıcı bir çabuklukla ona doğru koşar 1,
demir ve
1. Yanlışlık,
136
meşinden bir laso görevi yapan silahını hayvanın boynuna
geçirirdi. Bir anda gırtlağı sıkılan hayvan boğuk iniltiler
kopararak delice çırpınırdı. Ama adam [avınıl hızla
arabaya sürükleyerek parmaklık-kapılardan birini açar,
gırtlağını gittikçe daha çok sıkarak köpeği kaldırır,
lasonun sapını çubuklar arasından geçirmeye özen
göstererek kafesin içine atardı. Köpek kapatıldıktan sonra,
zinciri geri çeker, artık tutuklu bulunan köpeğin boynunu
serbest bırakırdı. Hiç değilse, mahallenin çocukları köpeği
korumadıkları zaman böyle geçerdi işler. Öyle ya,
Galoufa’ya karşı hepsi birleşmişti. Bilirlerdi ki, yakalanan
köpekler belediyenin yerine götürülüp üç gün alıkonulur,
bundan sonra, kimse istemeyince, hayvanlar öldürülürdü.
Bilmeseler bile, verimli bir seferden sonra, demir
parmaklıklar ardında dehşet içinde ve arkada bir inilti ve
ölümüne bir havlama izi bırakan, her tüyden ve her boydan
zavallı hayvanlarla yüklü olarak dönen ölüm arabasının
acıklı görüntüsü onları kızdırmaya yeterdi. Bu nedenle,
zindan arabası mahallede görünür görünmez, birbirlerini
uyarırlardı. Köpekleri sıkıştırmak, ama korkunç lasodan
uzaklara, kentin başka bölgelerine doğru kovalamak üzere,
mahallenin tüm sokaklarına dağılırlardı. Birkaç kez
Pierre’le Jacques’m başına da geldiği gibi, bu önlemlere
karşın, yakalayıcı onların önünde başıboş bir köpek
bulacak olursa, taktik hep aynıydı. Avcının avına yeterince
yaklaşmasına zaman kalmadan, Jacqu- es’la Pierre öyle tiz
ve öyle korkunç bir sesle "Galoufa, Galoufa!" diye
bağırırlardı ki, köpek var hızıyla tabanları yağlar, birkaç
saniye içinde yetişilemeyecek bir uzaklığa ulaşırdı. Bu
sırada iki çocuğun da hızlı koşma yeteneklerini
kanıtlamaları gerekirdi, çünkü ya-
137
kaladığı köpek başına prim alan zavallı Galoufa, öfkeden
çılgına dönmüş durumda, kamçısını sallayarak onları
kovalamaya başlardı. Büyükler de ya Galoufa’nın işini
zorlaştırarak, ya doğrudan yolunu kesip köpeklerle
uğraşmasını söyleyerek, kaçışlarında onlara yardım ederlerdi
genellikle. Mahallenin işçüeri, hepsi de avcı olduğundan,
genellikle köpekleri sever ve bu tuhaf mesleğe saygı
duymazlardı. Ernest dayının söylediği gibi: "o serseri!"
Atları süren yaşlı Arap bütün bu patırtının üstünde sessiz,
umursamaz, krallığını sürdürür ya da, tartışma uzayınca, bir
sigara sarardı. Çocuklar, ister kedileri yakalasın, ister
köpekleri kovalasınlar, kışsa pelerinlerini yele vererek,
yazsa (mevas denilen) sandallarını şaklatarak, ivedilikle
okulun ve çalışmanın yolunu tutarlardı. Pazardan geçerken,
meyva sergilerine bir göz atarlar, ve çevrelerinde,
mevsimine göre, ancak en az pahalılarını, hem de çok az
tadacakları muşmula, portakal, mandalina, kayısı, şeftali,
mandalina1, kavun, karpuz dağlan geçit yapardı; çantalarını
bırakmadan fıskiyenin cilalı koca havuzunun üstünden iki üç
kez atlar, sonra, Thiers bulvarının antrepoları boyunca,
kabuklarından
likör
yapılmak
üzere
soyuldukları
fabrikalardan gelen portakal kokusunu yüzlerine yer, bahçe
ve villalarla çevrili bir küçük sokağı tırmanır, en sonunda,
konuşmalar arasmda, kapıların açılmasını bekleyen bir
çocuk kalabalığıyla kaynaşan Aumerat sokağırta çıkarlardı.
Sonra sınıfa girilirdi. M. Bernard’la, yalnızca mesleğini
tutkuyla sevmesi gibi basit bir nedenle, sınıf hep ilginçti.
İçeride kaim kaim sarı ve ak çizgili perde-
1. Yanlışlık.
138
lerin gölgesi içindeki sınıfta bile sıcaklık çatırdarken,
dışarıda güneş kulamsı duvarlar üzerinde uluyabilirdi.
Yağmur da Cezayir’de her zaman olduğu gibi sonu gelmez
çavlanlar biçiminde yağarak sokağı karanlık ve nemli bir
kuyuya dönüştürebilirdi, sınıfın dikkati kolay kolay
dağılmazdı. Yalnızca fırtına zamanında sinekler dağıtırdı
çocukların dikkatini. Tutsak düşüp mürekkep hokkalarına
iniş yapar, burada sıradaki deliklere yerleştirilen koni
gövdeli küçük porselen hokkaları dolduran mor çamurlar
içinde boğularak iğrenç bir ölüme başlarlardı. Ama
yöntemi hiçbir şeye boyun eğmemek, tam tersine, dersini
canlı ve eğlenceli kılmak olan M. Bernard sineklere bile
baskın çıkardı. Gömü dolabından maden ve ot
koleksiyonlarım, iklime alıştırılmış kelebek ve böcekleri,
haritaları ya da .... tam zamamnda çıkarmasmı bilir, bunlar
da öğrencilerin gevşeyen ilgisini yeniden canlandırırdı.
Okulda sihirli lambayı ele geçirmiş olan tek insandı ve,
ayda iki kez, doğabilim ya da coğrafya konularında
projeksiyon yapardı. Aritmetikte, öğrenciyi kafasını hızlı
kullanmaya zorlayan bir kafadan hesap yarışması yerleştirmişti. Herkesin kollarını kavuşturup oturması gereken
sınıfa bir bölmenin, bir çarpımın, bazı bazı da biraz karışık
bir toplamın öğelerini verirdi. 1 267 + 691 ne eder? Doğru
sonucu
ilk
veren
öğrenci
aylık
sıralamada
değerlendirilecek bir puan kazanırdı. Gerisine gelince,
ders kitaplarını ustalık ve kesinlikle kullanırdı... Ders
kitapları hep başkentte kullanılanlardı. Ve yalnızca çöl
yelini, tozu, olağanüstü ve kısa sağnakları, plajların
kumunu, güneşin altında alev alev yanan denizi tanıyan bu
çocuklar, virgülleri ve noktaları çatlatarak, buz gibi
soğukta, karlarla kaplı yollarda çalı çırpı-
139
lar sürükleyerek eve dönen, evin karlı çatısının üstünde
tüten bacadan ocakta nohut çorbası piştiğinin muş- tusunu
alan yün başlıklı, yün atkılı, ayakları çarıklı çocukların
kendileri için söylensel bir nitelik taşıyan öykülerini
okurlardı. Bu öyküler Jacques için uzaksıllı- ğın ta
kendisiydi. Bunları düşler, kompozisyonlarını hiç
görmediği bir dünyanın betimlemeleriyle doldurur, yirmi
yıl önce Cezayir bölgesinde bir saat süresince yağmış
olan kar konusunda büyükannesine sorular sorup dururdu.
Bu öyküler onun için okulun güçlü şiirinin bir parçasını
oluşturur, bu şiir cetvellerin ve kalemliklerin cilasının
kokusuyla, okul çantasının uzun uzun ağzında çiğnediği
askısının güzelim tadıyla, özellikle tıpasının içinden
dirsek gibi bükülmüş bir cam tüp geçirilmiş kocaman,
koyu renkli şişeden hokkaları doldurma sırası kendisine
geldiği zaman Jacques o zaman tüpün deliğini mutlulukla
koklardı-, mor mürekkebin acı ve kekre kokusuyla, kimi
kitapların güzel bir basımevi ve kola kokusu yayan,
kaygan ve parlak sayfalarının tatlı dokunuşuyla, sonra,
yağmurlu günlerde, sınıfın dibindeki yün kabanlardan
yükselen ve çarıklı ve yün başlıklı çocukların karlar
içinde sıcak eve doğru koştukları şu cennet evreninin
önbelirtisi gibi olan ıslak yün kokusuyla da beslenirdi.
Jacques’la Pierre’e bu sevinçleri yalnızca okul verirdi. Hiç kuşkusuz onda öylesine tutkuyla sevdikleri şey,
evlerinde bulamadıklarıydı; evlerinde yoksulluk ve
bilgisizlik yaşamı daha çetin, daha donuk, kendi üzerine
kapanmış kılardı; yoksunluk, iner kalkar köprüsü
bulunmayan bir kaledir.
Ama yalnız bu da değildi, öyle ya, büyük tatilde,
büyükanne bu yorulmak bilmez çocuğu başından at-
140
mak için başka elli çocuk ve bir avuç yöneticiyle Miliana’ya, Zaccar dağlarına tatil kampına yolladığı zaman,
Jacques çocukların en yoksulu olarak görürdü kendini.
Burada yatakhaneleri de bulunan okulda kalır, yemeklerini
yiyip rahat rahat uyur, gün boyunca, kibar hemşirelerin
gözetimi altında oynar ya da dolaşır, gene de akşam olup
gölge var hızıyla karşı dağların yamaçlarına tırmandığı ve
komşu kışlanın borusu insanların gelip geçtiği yerlerden
yüz kilometre ötede, dağlar arasında yitip gitmiş
kasabanın engin sessizliği içine karartmanın hüzünlü
notalarını boşalttığı zaman, içinde sınırsız bir
umutsuzluğun yükseldiğini duyar, çocukluğunun her
şeyden yoksun yoksul eve özlemini sessizce haykırırdı 8.
Hayır, okul aile yaşamından bir kaçış sağlamakla
kalmıyordu. En azından M. Bernard’m sınıfında, daha
temel bir açlığı, büyükten çok çocuk için önem taşıyan
bulgu açlığını karşılıyordu onlarda. Öteki sınıflarda da çok
şeyler öğretiyorlardı kuşkusuz, ama kazları besiye alır gibi
yapıyorlardı bunu biraz. M. Ger- main’in 1 sınıfında, ilk
kez varolduklarını ve en büyük saygının odağını
Oluşturduklarını görüyorlardı: dünyayı bulgulamayı hak
etmiş sayılıyorlardı. Hatta öğretmenleri yalnızca öğretmek
için para aldığı şeyi öğretmeye adamıyordu kendini, onları
sadelikle özel yaşamında ağırlıyor, çocukluğunu ve
tanıdığı çocukların öyküsünü anlatarak bu yaşamı onlarla
paylaşıyor, onlara düşüncelerini değil, bakış açılarım
açıklıyordu, örneğin birçok meslektaşı gibi o da kilise
karşıtıydı, ama sınıf-
a. uzatılacak ve laik okul coşkuyla yüceltilecek.
1. Burada yazar ilkokul öğretmenine gerçek adını veriyor.
141
ta dine karşı da, bir seçim ya da kanı konusu olabilecek
herhangi bir şeye karşı da tek söz söylememişti hiçbir
zaman, ama tartışılmasında sakınca olmayan her şeyi,
hırsızlığı, gammazlığı, kabalığı, pisliği daha da güçlü bir
biçimde yargılardı böylece.
Ama özellikle daha çok yakın olan ve dört yıl süresince
katıldığı savaştan, askerlerin acısından, yiğitliğinden,
sabırlılığından ve ateşkesin mutluluğundan sö- zederdi. Her
ders dönemi sonunda, onlan tatile göndermeden önce, arada
sırada da zaman bulunca, Dor- geles’nin Croix de
bois'sından» uzun parçalar okumayı bir alışkanlığa
dönüştürmüştü. Jacques için, bu okumalar da uzaksıllığm
kapılarını açmaktaydı, ama, tanımamış olduğu babayla
hiçbir yaklaştırma yapmamakla, yaparsa da ancak kuramsal
olarak yapmakla birlikte, içinde korku ve mutsuzluğun kol
gezdiği bir uzak- sıllığm kapılarını. Öğretmeninin tüm
yüreğiyle okuduğu ve kendisine gene kardan ve sevgili
kışmdan, ama aynı zamanda obüslerden, fişeklerden,
mermilerden oluşan bir tavan altında, çukurlarda yaşayan,
tuhaf bir dil konuşan, çamurdan sertleşmiş ağır giysiler
giymiş, şaşırtıcı adamlardan da sözeden bir öyküyü tüm
yüreğiyle dinlerdi yalnızca. O ve Pierre, okumaları her seferinde biraz daha büyük bir sabırsızlıkla beklerlerdi. Daha
herkesin konuşmakta çlduğu bu savaş (Daniel kendince
Marne savaşından sözettiği zaman da Jacques can kulağıyla
dinlerdi, o da katılmıştı bu savaşa, nasıl döndüğünü hâlâ
bilmezdi, anlattığına göre, onlan, zuhaf askerlerini, avcı
olarak yerleştirmişler, sonra da saldırıya .geçirmişlerdi,
saldırıda bir çukur yola inmiş-
a. kitaba bakılacak.
142
lerdi, kimsecikler yoktu önlerinde, yürümüşlerdi onlar da,
sonra birdenbire mitralyözler ve yokuşun ortasındayken
birbirlerinin üstüne yıkılmışlardı, çukurun dibi kan doluydu,
kimileri anne diye bağırıyordu, korkunç bir şeydi), atlatmış
olanların unutamadıkları bu savaş, ve başka sınıflarda
okunan ve M. Bernard izlenceyi değiştirmeyi düşünmüş
olması durumunda düş kırıklığı ve sıkıntıyla dinleyecekleri
peri masallarından daha olağandışı olan, gölgesi çevrelerinde
kararlaştırılan ve büyüleyici bir tarih için yapılan bütün
tasarıların üzerinde duyulan bu savaş. Ama M. Bernard okumasını sürdürür, eğlenceli oluntularla korkunç betimlemeler
birbirini izler ve Afrikalı çocuklar yavaş yavaş ... x y z’yle
tanışırlar, onlar da topluluklarının parçaları olur, onlardan
eski dostlar gibi sözederlerdi, öylesine canlıydılar ki, en
azından Jacques, bir an bile, savaşta yaşamalarına karşın,
onun kurbanı olabileceklerini tasarlayamazdı. Yılın sonunda,
M. Bernard kitabın* sonuna gelip de boğuk bir sesle D.’nin
ölümünü okuduğu gün, heyecanı ve anılarıyla karşı karşıya,
gözlerini şaşkınlık ve sessizliğe gömülmüş sınıfına çevirmek
üzere, kitabı sessizce kapattığı zaman, ilk sırada, yüzü
gözyaşlarına batmış durumda, hiç bitmeyecek gibi görünen
hıçkırıklarla sarsıla sarsıla, sürekli kendisine bakan Jacques’i
görmüştü, "Hadi küçük, hadi küçük", demişti M. Bernard zor
duyulur bir sesle, sonra, sırtı smıfa dönük, kitabmı dolaba
koymak üzere ayağa kalkmıştı.
"Bekle, küçük", dedi M. Bernard. Güçlükle kalktı,
• roman.
143
işaret parmağının tırnağını kanaryanın kafesinin çubukları
üzerinden geçirdi, kanarya iyice şakımaya başladı: "Ya,
Casimir, acıktık, babadan mama istiyoruz", dedi, odanın
dibinde, şöminenin yanında bulunan küçük okullu
masasına doğru [ilerledi]. Bir çekmeceyi karıştırdı, bir
başkasını açtı, bir şey çıkardı, "Al, bu senin", dedi.
Jacques, kahverengi bakkal kâğıdıyla kaplı, üstü yazısız
kitabı aldı. Les Croix de bois'nın, M. Ber- nard’ın sınıfta
okuduğu kitabın ta kendisi olduğunu daha açmadan
anladı. "Hayır, hayır, dedi, bu..." Fazla güzel demek
istiyordu. Sözcük bulamıyordu. M. Bernard yaşlı başını
sallamaktaydı. "Son gün ağlamıştın, anımsıyor musun? O
gün bugün, bu kitap senin." Ve birden kızaran gözlerini
saklamak için başını çevirdi. Gene masasına gitti, sonra,
elleri arkasmda, Jacqu- es’a doğru geldi, kısa ve sağlam
bir kırmızı cetveli* burnunun dibine doğru uzattı, gülerek,
"Çubuk şekeri anımsıyor musun? dedi. -Ah, Mösyö
Bernard, demek sakladınız! dedi Jacques. Şimdi yasak,
biliyorsunuz. -Adam, o zaman da yasaktı. Oysa, sen de
tanıksın ki, kullanırdım!" Jacques tanıktı, çünkü M.
Bernard bedensel cezalardan yanaydı. Şu var ki, cezalar
genel olarak yalnızca kötü puanlardan oluşur, ay sonunda
bunları öğrencinin kazandığı puanlardan düşer, böylece
onu genel sıralamada aşağı indirirdi. Ama, ağır durumlarda, M. Bernard, meslektaşlarının çoğu zaman
yaptığı gibi, aykırı davrananı müdüre yollamayı usundan
bile geçirmezdi. Değişmez bir törem uyarınca kendisi
gerçekleştirirdi işlemi. Dinginliğini ve keyiflili- ğini hiç
bozmadan, "Zavallı Robert’ciğim, çubuk şe-
a. cezalar.
144
kerden geçmen gerek", derdi. Sınıfta hiç kimse tepki
göstermezdi (olsa olsa, insan yüreğinin kimilerinin cezasının kimilerince bir ergi olarak algılanmasını gerektiren,
değişmez kuralı uyarınca 3, bıyık altından gülerlerdi).
Çocuk, sapsarı, ayağa kalkar, ama çoğunlukla görünüşü
kurtarmaya çalışırdı (kimileri de sıralarından gözyaşlarını
yutarak çıkar, M. Bernard’m karatahtanın önünde, yanında
dikilip beklediği masaya yönelirdi). İçine her zaman azıcık
sadizm de karışan törem uyarınca, Robert ya da Joseph
gidip masanın üstünden çubuk şekeri alarak kendi eliyle
kurban sunucuya verirdi.
Çubuk şeker, M. Bernard’m uzun zaman önce,
unutulmuş bir öğrencinin elinden aldığı, mürekkep lekeli,
kertik ve yarıklarla bozulmuş, kırmızı tahtadan, kaim ve
kısa bir cetveldi; öğrenci bunu M. Bernard’a verir, o da
genellikle alaylı bir havayla alıp bacaklarını açardı. O
zaman çocuğun başını öğretmenin dizleri araşma sokması
gerekir, öğretmen de bacaklarını sıkarak sımsıkı tutardı
onu. M. Bernard, böylece sunulan kıça, suça göre değişen
sayıda, kıçın iki yanı arasında eşitçe paylaştırılan okkalı
vuruşlar indirirdi. Ceza karşısında tepki öğrencilere göre
değişirdi. Kimileri daha cetvelleri yemeden inlemeye
başlar, o zaman gözüpek öğretmen ileride olduğunu
görürdü; daha başkaları, safça, kıçlarını elleriyle korurlar,
M. Bernard da bu elleri hafif bir vuruşla uzaklaştırırdı.
Daha başkaları, cetvelin yakmasıyla, vahşice kıç atardı. Bir
de vuruşlara titreyerek, tek sözcük söylemeden katlanan ve
yerlerine kocaman gözyaşlarını içlerine akıtarak dönen-
H.
ya da kimilerini cezalandıran kinlilerini sevindirir.
İlk Adam
145/10
ler vardı. Jacques da bunlardandı. Bununla birlikte, bu ceza
genellikle fazla bir acılık duyulmadan benimsenirdi, bir kez
nerdeyse tüm çocuklar evlerinde dayak yedikleri ve cezayı
eğitimin doğal bir biçimi olarak gördükleri için, sonra
öğretmenin dürüstlüğü kuşku götürmediği, ne tür
davranışların -hep aynıydı bunlar- ceza törenini getirdiğini
ve yalnızca kötü puan getiren edimlerin sınırını aşan
herkesin neyi göze aldığını, cezanın sonunculara olduğu gibi
birincilere de ateşli bir eşitlikle uygulandığını önceden
bildikleri için. M. Bernard’ın çok sevdiği belli olan Jacques
da ötekiler gibi geçerdi bu yoldan, hatta onu yeğlediğini
herkesin önünde gösterdiği günün ertesinde de geçmişti.
Jacques karatahtadayken, güzel bir yanıt üzerine, M. Bernard yanağını okşayınca, sınıfta bir ses "Gözde" diye
mırıldandığı zaman, M. Bernard bunu kendi üstüne almış,
bir tür önemsemeyle, "Evet, içinizde savaşta babasını
yitirmiş herkese olduğu gibi Cormery’ye de ayrı bir sevgim
var. Babalarıyla birlikte savaştım ve yaşıyorum. Burada en
azından ölmüş arkadaşlarımın yerini tutmaya çalışıyorum.
Şimdi, biri bana "gözde'lerim olduğunu söylemek istiyorsa,
çıksm konuşsun!" Söylev tam bir sessizlikle karşılanmıştı.
Çıkışta, Jacques kendisine "gözde" diyenin kim olduğunu
sormuştu. Gerçekten, böyle bir aşağılamayı hiç tepki
göstermeden benimsemek onurunu yitirmek demekti.
Munoz, ender olarak ortaya çıkan, ama Jacques’tan
hoşlanmadığını her zaman göstermiş olan, oldukça ağır ve
renksiz, iri bir sarışın oğlan, "Ben", demişti. "Güzel, demişti
Jacques. Öyleyse sen de orospu analısın 8." Anaya ve
a. ve ÖlusU kandilli.
146
ölülere sövme Akdeniz’de öteden beri sövgülerin en ağın
olduğundan, bu da savaşa yol açan töremsel bir
aşağılamaydı. Gene de Munoz duralamaktaydı. Ama törem
töremdi ve onun yerine başkaları konuşmuştu, "Hadi, yeşil
alana!" Yeşil alan okulun yakınlarında, üzerinde yer yer
cılız otlar biten, eski çemberlerle, konserve kutularıyla,
çürümüş fıçılarla dolu bir tür arsaydı. "Düellolar" burada
olurdu. "Düello" da kılıcın yerini yumruğun aldığı, ama,
en azından düşüncede, özdeş bir törene göre yapılan bir
dövüştü. Gerçekten de, ya doğrudan ana babasına ya
atalarına hakaret edildiğini, ya ulusu ya da ırkı küçük
görüldüğü, ya öyle olduğu duyurulduğu ya da öyle
olmakla suçlandığı, ya çaldığı ya da çalmakla suçlandığı
için, ya da çocukların toplumunda her gün beliren karanlık
nedenlerden biriyle, karşıtlardan birinin onurunun söz
konusu olduğu bir kavgayı sonuçlandırmayı amaçlardı. Bir
çocuk temizlenmesi gerekecek bir biçimde aşağılandığı
kanısma vardığı, özellikle onun yerine bu kanıya varıldığı
(o da bunu göz önüne aldığı) zaman, töremsel söz "Saat
dörtte, yeşil alanda!"ydı. Bu sözün söylendiği andan sonra,
kızışma geçer, yorumlar kesilirdi. Karşıtlardan her biri,
arkalarında arkadaşlarıyla, çekilirdi. Sonraki derslerde,
haber şampiyonların adlarıyla birlikte sıradan sıraya
dolaşır, arkadaşları göz ucuyla onlara bakarlar, onlar da bu
nedenle erkeklere özgü sakinlik ve kararlılık havasını
takınırlardı. Oysa içlerinde, durum başkaydı, ejı
gözüpekler bile, şiddete göğüs germek gereken dakikanın
yaklaştığını görmenin bunalımıyla, kendilerini çalışmaya
vermekte güçlük çekerlerdi. Ama karşı yandan
arkadaşların şampiyonla alay ederek, özel deyimiyle, "kıçı
sıkmamak’la suçlamasına
147
olanak vermemek gerekirdi.
Jacques, Munoz’u kavgaya çağırmakla erkeklik
görevini yapmış olduğundan, ne olursa olsun, şiddete
karşı koyma ya da onu uygulama durumunda kaldığı her
seferde olduğu gibi, yiğitçe sıkıyordu kıçını. Ama kararını
vermişti, düşüncesinde, bir saniye bile gerilemesi söz
konusu değildi. Düzen böyleydi, olaydan önce içini
daraltan hafif bulantının da kavga sırasında yok olacağını
biliyordu, kendi şiddetiyle uçup gidecekti, ayrıca, taktik
açıdan ona hizmet ettiği ve ... ona ...‘
Munoz’la kavga akşamı, her şey töremlere uygun
geçmişti. Dövüşçüler, arkalarında birer suanyöre dönüşmüş ve şimdiden .çantalarını taşıyan destekçileri,
herkesten önce yeşil alana gelmişler, onları kavganın
çekimine kapılanlar izlemişti, savaş alanında, karşıtların
çevresini sarıyor, savaşçılar da pelerinlerini ve ceketlerini
çıkarıp suanyörlerinin eline veriyorlardı. Yerinde
duramazhğı bu kez Jacques’in işine yaramış, pek de
kararlı olmamakla birlikte, Munoz’u geriletmişti. Munoz,
dağılmış bir biçimde gerileyip karşıtının kroşelerine
beceriksizce karşı koyarken, Jacques’in yanağına bir
yumruk indirmişti. Yumruk Jacqu- es’ın canını acıtmış,
izleyenlerin
bağırmalarının,
kahkahalarının,
yüreklendirmelerinin yaptığından da kör bir öfkeyle
doldurmuştu içini. Munoz’a doğru atılıp yumruklar
yağdırmış, hiçbir şey yapamaz duruma getirmiş, sonra da
zavallının sağ gözünün üstüne zorlu bir kroşe oturtma
mutluluğuna ermiş, Munoz, dengesini tümden yitirmiş,
öteki gözü hemen şişerken, tek
1. Parça burada kesiliyor.
148
gözüyle ağlayarak, acıklı bir biçimde kıçının üstüne
düşmüştü. Morarmış göz yenenin utkusunu kaç gün boyunca,
gözle görülür bir biçimde kesinlediği için, çok aranan kral
vuruşu, tüm izleyicilerin Sioux çığlıkları atmalarına neden
olmuştu. Munoz hemen kalkmamış, hemen sonra da Pierre,
yakın dost, yetkeyle araya girerek Jacques’m yengisini ilan
etmiş, ceketini giydirmiş, pelerinini omzuna vermiş, bir
hayran alayı ortasında alıp götürmüştü. Bu arada, Munoz hep
ağlayarak doğruluyor, şaşkın bir küçük halkanın ortasında
giyiniyordu. Jacques, bu denli tam olacağını ummadığı bir
utkunun
çabukluğuyla
şaşkına
dönmüş
durumda,
çevresindeki kutlamaları ve şimdiden güzelleştirilmiş dövüş
öykülerini zor işitiyordu. Hoşnut olmak istiyordu, benlik
duygusunda bir yerlerde hoşnuttu da; bununla birlikte, yeşil
alandan çıkarken, Munoz’a dönüp de yumrukladığı çocuğun
şaşkın yüzünü görünce, donuk bir kederle yüreği daralmıştı
birdenbire. Böylece, anlamıştı ki, bir insanı yenmek de ona
yenilmek kadar acı olduğuna göre, savaş iyi bir şey değildi.
Yetişimini daha da geliştirmek için ona hiç gecikmeden
Tarpeia kayasının Capitolium’un yakınında olduğunu
öğretmişlerdi 1. Gerçekten de, ertesi gün, arkadaşlarının
hayranlıkla dirsek atıp durmaları karşısında, fiyakacı bir
havaya girip yiğitlik taslamak zorunda olduğunu sanmıştı.
Dersin başında, yoklamada Mu- noz’un adı okunup da sesi
gelmeyince, Jacques’m yanındakiler bu yokluğu alaylı
sırıtmalar ve yenmişe göz kırpmalarla yorumlayınca, Jacques
da arkadaşlarma
I. Eski Roma’da, Capitolium’un güney-batısmda kayalık bir tepe; suçlular buradan aşağıya atılırdı.
Yazar, yengi ile yenilginin birbirine çok yakın olduğunu belirtmek istiyor. (Çev.)
149
yanağını şişirip yarı yumuk bir göz gösterme zayıflığına
kapılmış, M. Bernard’m kendisine baktığının ayrımına
varmadan, kaba bir yüz devinisine girişmiş, birden
sessizleşen sınıfta öğretmenin sesi gürleyince, bu devini bir
anda silinivermişti. "Zavallı gözdeciğim, çubuk şeker
ötekiler gibi senin de hakkın", diyordu bu ince alaycı.
Yenmiş çocuk da kalkmak, işkence aracını almak zorunda
kalmış ve, M. Bernard’ı çevreleyen kolonya kokusu içinde,
yüz kızartıcı işkence duruşuna geçmişti.
Munoz olayı bu uygulamalı felsefe dersiyle kapanmayacaktı. Oğlanın yokluğu iki gün sürmüştü, Jacques da
fiyakalı havalarına karşın biraz kaygılıydı, üçüncü gün,
sınıfa iri bir öğrenci girmiş ve müdürün öğrenci Cormerv’yi
istediğini bildirmişti. Müdür yalnız önemli durumlarda
çağırırdı öğrencileri, öğretmen, kalın kaşlarmı kaldırarak,
yalnızca, "Çabuk ol, sivrisinek. Umarım, bir saçmalık
yapmamışındır", demişti. Jacques, bacakları gevşemiş
durumda, beton avlunun yukarısında, cüız gölgeleri insanı
yakıcı sıcaktan koruyamayan, yalancı karabiber ağaçlan
dikili galeri boyunca, öbür uçtaki müdür odasına dek büyük
öğrenciyi izlemişti. İçeriye girince ilk gördüğü, müdürün
masasının önünde, asık suratlı bir bayla bir bayanın arasında
duran Munoz olmuştu. Yüzünü değiştiren şişmiş ve tümden
kapanmış gözüne karşın, arkadaşını canlı bulunca bir
rahatlama duymuştu. Ama bu rahatlamanın tadını çıkarmaya
zaman bulamamıştı. Müdür, pembe yüzlü, sert sesli, saçsız,
ufak tefek bir adam, "Arkadaşına sen mi vurdun?" demişti.
Jacques, tımsız bir sesle, "Evet", demişti. "Size söylemiştim,
efendim, demişti kadın. Andre serseri değildir." "Dö-
150
vüştük, demişti Jacques. -Orası beni ilgilendirmez, demişti
müdür. Okul dışında bile her türlü kavgayı yasakladığımı
biliyorsun. Arkadaşını yaralamışın. Daha da ağır biçimde
yaralayabilirdin. İlk uyarı olarak, bir hafta süresince tüm
teneffüslerde ayakta dikileceksin. Bir daha yapacak olursan,
okuldan atılacaksın. Cezanı büyüklerine bildireceğim.
Sınıfına gidebilirsin." Jacques donup kalmış, kımıldamadan
duruyordu. "Git", demişti müdür. Jacques sınıfa döndüğü
zaman, M. Bernard, "Ne oldu, Fantomas?" demişti. Jacques
ağlıyordu. "Hadi, dinliyorum." Çocuk, kesik kesik, önce
cezayı, sonra Munoz’un ana babasının yakınmada bulunduğunu bildirmiş, sonra da kavgayı açıklamıştı. "Neden
dövüştünüz? -Bana "gözde" dedi. -İkinci kez mi? Hayır,
burada, sınıfta. -Ya! demek oymuş! Benim seni yeterince
savunmadığımı düşündün demek." Jacques bütün yüreğiyle
M. Bernard’a bakıyordu. "Yok hayır! Yok hayır! Siz..." Sonra
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. "Git, yerine otur, demişti
M. Bernard. -Bu haksızlık", demişti çocuk gözyaşları içinde.
O, "Hayır, değil", demişti usulca 1.
Ertesi gün, teneffüste, Jacques, kapalı avlunun dibinde,
sırtı avluya, arkadaşlarının sevinçli çığlıklarına dönük,
cezaya dikilmişti. Bir bir bacağma, bir öbür bacağına
dayanıyor, kendisi de koşma isteğiyle ölüyordu. Zaman
zaman, geriye doğru bir göz atıyor, avlunun bir köşesinde
kendisine bakmadan meslektaşlarıyla dolaşan M. Bernard’ı
görüyordu. Ama, ikinci gün, arkasına gelip usulca ensesine
vurduğunu görmemişti: "Surat etme öyle, ufaklık. Munoz da
cezada. Hadi,
1. parça burada kesiliyor.
151
bakmana izin veriyorum.'' Gerçekten de, avlunun öbür
yanında, Munoz yalnız ve üzgündü. "Suç ortakların senin
cezada durduğun tüm hafta süresince onunla oynamaya
yanaşmıyorlar." M. Bernard gülüyordu. "Görüyorsun, her
ikiniz de cezalandırıldınız. İşte bu kurala uygun." Sonra,
çocuğa doğru eğilmiş, cezalının yüreğinde bir sevgi
dalgası kabartan bir sevecenlik gülüşüyle, "Ne dersin,
sivrisinek, seni gören de böyle bir kroşen olduğuna
inanmaz", demişti.
Bugün kanaryasıyla konuşan ve kırk yaşında olmasına karşın kendisine "küçük" diyen bu adamı Jacques her
zaman sevmişti, geçen yıllar, uzaklık, en sonunda İkinci
Dünya Savaşı onu kendisinden bir ölçüde, sonra tümüyle
ayırıp kendisinden haber alamaz olduğu zaman bile; buna
karşılık, 1945’te, asker kaputlu bir yaşlı yedek asker
Paris’te kapışım çaldığı zaman, çocuklar gibi sevinmişti.
M. Bemard’dı gelen, gene askere yazılmıştı, "Savaş için
değil, diyordu, Hitler’e karşı çıkmak için. Sen de
dövüştün, küçük, iyi soydan olduğunu biliyordum, anneni
de unutmadm, umarım, her neyse, annen dünyanm en iyi
varlığı. Şimdi Cezayir’e dönüyorum, beni görmeye gel."
Ve Jacques on beş yıldır her yıl onu görmeye giderdi,
bugün olduğu gibi her yıl, ayrılmadan önce, kapının
eşiğinde elini tutan heyecanlı adamı öperdi; daha büyük
bulgulara doğru gitsin diye onu kökünden sökme
sorumluluğunu tek başına yüklenerek, o fırlatmıştı
Jacques’i dünyaya3.
Ders yılı sonuna yaklaşmaktaydı, M. Bernard, Jacques’i, Pierre’i, Fleury’yi (tüm dallarda aynı ölçüde başarılı olan bu sıradışı çocuğa; öğretmen "Onda poliel
Burs.
152
teknik kafası var", derdi) ve o denli yetenekli olmayan,
ama çalışma zoruyla derslerini başaran yakışıklı bir çocuk
olan Santiago’yu çağırmış, sınıf boşalınca, "İşte, sizler
benim en iyi öğrencilerimsiniz, demişti. Lise ve kolej
burslarına sîzleri önermeye karar verdim. Başarılı
olursanız, bir burs alacak, bakaloryaya kadar lisede
öğrenim göreceksiniz. İlkokul okulların en iyisidir. Ama
hiçbir şeye götürmez. Lise size bütün kapıları açar. Bu
kapıdan girenlerin sizler gibi yoksul çocukları olmasını da
yeğ tutarım. Ama, bunun için, ana babalarınızın iznine
gereksinimim var, koşun bakalım."
Şaşkın mı şaşkın, koşmuşlar, birbirlerinden görüş
sormadan ayrılmışlardı. Jacques büyükannesini evde
yalnız bulmuştu, yemek odasında, masanın muşambası
üzerinde mercimek ayaklamaktaydı. Jacques durala- mış,
sonra annesinin gelmesini beklemeye karar vermişti.
Annesi gelmişti, gözle görülecek ölçüde yorgundu, önlük
takmış ve mercimek ayıklamada annesine yardıma
girişmişti. Jacques da yardım önerisinde bulunmuş, ona
taşı mercimekten ayırmanın daha kolay olduğu kaba
porselen tabağı vermişlerdi. Yüzü tabakta, haberi iletmişti.
"Bu masal da neymiş böyle? demişti büyükanne.
Bakalorya kaç yaşında geçiliyor? -Altı yıl sonra”, demişti
Jacques. Büyükanne tabağını itmişti. "Duydun mü?"
demişti Catherine Cormery’ye. Duymamıştı. Jacques, ağır
ağır, haberi yinelemişti ona. "Ya, demişti o da, akıllı
olduğun için. -Akıllı olsun, olmasın, gelecek yıl çırak
verecektik. Biliyorsun ki, paramız yok. Haftalığım getirir.
-Doğru", demişti Catherine.
Dışarıda gün ve sıcaklık gevşemeye başlıyordu. Tüm
atölyelerin işlediği bu saatte mahalle boş ve ses-
153
sizdi. Jacques sokağa bakıyordu. M. Bernard’a uymak
istediği bir yana bırakılırsa, ne istediğini bilmiyordu. Ama,
dokuz yaşında, büyükannesini dinlemezlik edemezdi,
bunun yolunu da bulamazdı. Gene de, gözle görülür
biçimde, büyükanne duralıyordu. "Peki, sonra ne
yapacakmışm? -Bilmem. Belki de ilkokul öğretmeni
olurum, M. Bernard gibi. -Evet, altı yıl sonra!" Mercimeklerini daha ağır ayıklamaktaydı. "Of! demişti, yok,
hayır, fazla yoksuluz. M. Bernard’a yapamayacağız
dersin."
Ertesi gün, öbür üçü Jacques’a ailelerinin kabul
ettiğini haber vermişlerdi. "Ya sen? -Bilmiyorum", demişti Jacques, birdenbire arkadaşlarından da yoksul
olduğunu duymak yüreğini daraltmıştı. Dersten sonra,
dördü de kalmıştı. Pierre, Fleury ve Santiago yanıtlarını
vermişlerdi. "Ya sen, sivrisinek? -Bilmiyorum." M.
Bernard ona bakıyordu. "Tamam, demişti ötekilere. Ama
akşamlan derslerden sonra benimle çalışmanız gerekecek.
Bunu ayarlarım, gidebilirsiniz." Onlar çıkınca, M. Bernard
bir koltuğa oturmuş ve onu yanına çekmişti. "Ee?
-Büyükannem fazla yoksul olduğumuzu söylüyor, gelecek
yıl çalışacakmışım. -Peki, annen? -Evde büyükannemin
dediği olur. -Biliyorum", demişti M. Bernard.
Düşünüyordu, sonra Jacques’i kollarına almıştı. "Bak: onu
anlamak gerek. Yaşam onun için zor. İki kadm sizi, seni
ve kardeşini tek başlarına yetiştirdiler, böyle iyi çocuklar
olmanızı sağladılar. Korkuyor işte, kaçınılmaz bir şey.
Buna karşın, sana biraz yardım etmek gerekecek, ne
olursa olsun, altı yıl boyunca eve para getirmeyeceksin.
Onu anlıyor musun?" Jacques öğretmenine bakmadan
aşağıdan yukarıya doğru başını salladı. "İyi. Ama belki de
açıkla154
yabiliriz ona. Al çantanı, seninle geliyorum! -Eve mi?
demişti Jacques. -Elbette ya, anneni görmek beni mutlu
edecek."
Bir an sonra, Jacques’m şaşkın gözleri önünde, M.
Bernard evinin kapısını çalmaktaydı. Büyükanne fazla sıkı
bağı yaşlı kadm göbeğini iyice öne çıkaran önlüğünde elini
kurulayarak gelip açmıştı. Öğretmeni görünce, eli taramak
ister çibi saclarına do£ru sitmisC
C7
j
ww
o
ti. "Ne o, nine, bakıyorum, her zamanki gibi işe gömülmüşünüz gene. Doğrusu ya, yaman kadınsınız." Büyükanne
konuğu yemek odasına gitmek için geçilen odaya alıyor,
masanın yanına oturtup bir bardak anizet çıkarıyordu. "Hiç
rahatsız olmayın, sizinle azıcık konuşmaya geldim."
Başlamak için, çocukları, sonra çiftlikteki yaşamı, kocası
konusunda sorular sormuştu ona, kendi çocuklarından
sözetmişti. Bu sırada, Catherine Cormery girmiş, çılgına
dönmüş, M. Bernard’a "Öğretmen bey", demiş, odasına
giderek saçmı tarayıp yeni bir önlük takmış, gelip masadan
biraz uzakta bir iskemlenin ucuna ilişmişti. M. Bernard,
Jacques’a, "Sen sokağa git de bir bak bakalım, ben orada
mıyım? demişti; büyükanneye de: -Anlarsınız ya, demişti.
Hakkında güzel şeyler söyleyeceğim, bakarsınız, gerçek sanır...” Jacques çıkıp merdivenden aşağıya inmiş, giriş
kapısının eşiğine yerleşmişti. Bir saat sonra da hâlâ oradaydı,
sokak şimdiden canlanıyordu, gökyüzü incir ağaçlarının
arkasında yeşile çalmaya başlıyordu, M. Bernard
merdivenden inip arkasmda belirivermişti. Başını kaşımıştı
onun. "Tamam, oldu, demişti. Büyükannen çok iyi bir kadm.
Annene gelince... Ah, onu hiçbir zaman unutma." Büyükanne
birdenbire koridordan çıkıverip "Mösyö", diye seslenmişti.
Bir eliyle ön155
lüğünü tutup gözlerini siliyordu. “Unuttum... Jacqu- es’a
ek dersler vereceğinizi söylemiştiniz. -Elbette, demişti M.
Bernard. İnanın, hiç eğlenemeyecek. -Ama size bunun
parasını ödeyemeyeceğiz." M. Bernard dikkatle ona
bakmaktaydı.
Jacques’i
omuzlarından
tutmuştu.
"Aldırmayın", demişti, sonra Jacques’i sarsmaya
başlamıştı, "O bana çoktan ödedi". İşte gidivermiş- ti.
Büyükanne daireye çıkarken Jacques’i elinden tutuyor, ilk
kez elini sıkıyordu, var gücüyle, bir tür umutsuz sevgiyle.
"Yavrum, diyordu, yavrum."
Bir ay boyunca, her gün, derslerden sonra, M.
Bernard dört çocuğu iki saat süresince alıkoyup çalıştırmıştı. Jacques her akşam hem yorgun, hem kışkırtmış
durumda dönüyor, gene ödevlerine girişiyordu. Ernest,
inanmış olarak, yumruğuyla kafasma vuruyor, "İyi kafa",
diyordu. "Evet, diyordu büyükanne. Ama ne olacağız?"
Bir akşam da yerinden sıçramıştı. "Ya ilk günah
çıkartması!" Doğrusunu söylemek gerekirse, ailede dinin
hiç yeri yoktu1. Hiç kimse ayine gitmez, hiç kimse Tanrı
buyruklarım anmaz, öğretmezdi, gene hiç kimse öbür
dünyanın ödül ve cezalarma anıştırmada bulunmazdı.
Büyükannenin önünde, birinin öldüğü söylenince, "Güzel,
artık osuramayaeak", derdi. En azından kendisine saygı
duyduğu varsayılan biri söz konusu olunca da, ölen kişi
uzun zamandır ölüm yaşında bile bulunsa, "Zavallı, daha
gençti", derdi. Bilinçsizlik değildi bu, çevresinde nice
insanın öldüğünü görmüştü. İki çocuğu, kocası, damadı ve
savaşa giden tüm yeğenleri. Ama, işte, Ölüm de çalışma
ya da yoksulluk kadar yakındı ona, bir bakıma onu
düşünmü1. Kenarda: okunamayan uç satır.
156
yordu da yaşıyordu, hem sonra bugünün zorunluluğu
uğraşıları ve ortak yazgıları nedeniyle uygarlıkların doruğunda çiçeklenen şu ölüm saygısından genellikle yoksun
olan Cezayirliler’inkinden de güçlüydü onda®. Onlar için,
öncekiler gibi bu da göğüslenecek bir çetin deneyimdi, hiç
sözünü etmezlerdi, onda da insanın başlıca erdemi
durumuna
getirdiği
şu
gözüpekliği
göstermeye
çalışacaklardı, ama bu arada unutulmaya çalışılması ve
uzak tutulması gerekirdi. (Her türlü cenazenin gülünecek
bir görünüşe bürünmesinin nedeni buydu. Akrabaları
Maurice?) Bu genel eğilime savaşımların ve günlük
çalışmaların zorluğu, bir de, Jacques’m ailesinde olduğu
gibi, yoksulluğun korkunç yıpratıcılı- ğı eklenince, dinin
yerini bulmak zorlaşırdı. Duyum düzeyinde yaşayan
Ernest dayı için, din göründüğü şeydi, yani papaz ve
törendi. Güldürü yeteneklerini kullanarak ayin törenlerine
öykünme fırsatlarını kaçırmaz, bunlan latinceyi
canlandıran yansımlarla süsler, Çan sesi üzerine başlarmı
eğen dindarlarla bu eğilmeden yararlanarak ayin şarabını
içen papazı aynı zamanda oynardı. Catherine Cormery’ye
gelince, yumuşaklığı inancı düşündürtebilecek tek insandı,
ama tüm inancı da yumuşaklığıydı. Ne yadsır, ne
doğrulardı, kardeşinin şakalarına biraz gülerdi, ama
rastladığı rahiplere "Papaz bey" derdi. Hiçbir zaman
Tanrı’dan sö- zetmezdi. Doğrusunu söylemek gerekirse,
Jacques tüm çocukluğu boyunca bu sözcüğün ağıza
alındığını hiç işitmemişti, kendisi de aldırmazdı. Yaşam,
gizemli ve göz kamaştırıcı, varlığını tümüyle doldurmaya
yeterdi.
a. Cezayir'de ölüm.
157
Tüm bunlarla birlikte, ailede din dışı bir cenaze söz
konusu olduğu zaman, büyükannenin, hatta dayının,
çelişkin bir biçimde, papaz yokluğuna üzülmeye
başlamaları az rastlanır bir şey değildi: "Bir köpek gibi”,
derlerdi. Çünkü, Cezayirliler’in çoğunluğu için olduğu
gibi onlar için de din toplumsal yaşamın ve yalnızca
toplumsal yaşamın bir parçasıydı. Nasıl Fransız’salar övle
de katoliktiler, bu da birtakım törenleri
y
1
zorunlu kılardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu törenlerin sayısı tam dörttü: vaftiz, ilk günah çıkartma,
evlilik kutsaması (evleniliyorsa) ve ölüm törenleri. İster
istemez çok seyrek olan bu törenler arasında başka
şeylerle, özellikle de ayakta kalmakla uğraşılırdı.
Öyleyse Henri gibi Jacques’m da ilk günah çıkartmasını yapmasmdan doğal bir şey yoktu; Henri’de kalan
en kötü anı, törenin anısı değil, toplumsal sonuçlarının,
öncelikle de birkaç gün boyunca, kolda kolluk, dostlara ve
akrabalara gitmelerin anisiydi; evlerine gidilenlerin
kendisine küçük bir para armağanı vermesi gerekiyor,
çocuk bunları ezile büzüle alıyor, sonra bunlara
büyükanne el koyuyor, küçük bir bölümünü Henri’ye geri
verip kalanını günah çıkartma nm "pahalıya geldiği"
gerekçesiyle alıkoyuyordu. Ama bu tören on iki yaş
dolayında olur, çocuğun da iki yıl süresince din dersi
izlemesi gerekirdi. Öyleyse Jacques ilk günah
çıkartmasını ancak lisenin ikinci ya da üçüncü yılında
yapacaktı. Ama büyükanne işte bu düşünceyle yerinden
hoplamıştı. Lise konusunda karanlık ve biraz ürpertici bir
düşünce beslemekteydi, bu öğrenim daha iyi yerlere
götürdüğüne ve, onun kafasında, hiçbir özdeksel
iyileştirmeye
ek
bir
çalışma
yapılmadan
ulaşılamayacağına göre, ükokuldakinden on kez daha
158
fazla çalışılması gereken bir yer olarak düşünüyordu burayı.
Öte yandan, önceden boyun eğdiği özveriler nedeniyle
Jacques’m başarısını tüm gücüyle istiyor ve din dersine
ayrılacak zamanın öteki çalışmadan gideceğini tasarlıyordu.
"Hayır, demişti, aynı zamanda hem lisede, hem din dersinde
olamazsın. -Peki. Ben de ilk günah çıkartma yapmam",
demişti Jacques, her şeyden önce akraba gezme yükünden ve
para almanın katlanılmaz alçalışından kurtulacağını
düşünmekteydi. Büyükanne ona bakmıştı. "Neden?
Ayarlayabiliriz. Hadi giyin. Gidip papazı göreceğiz."
Kalkmış, kararlı bir havayla odasma geçmişti. Döndüğünde,
karakosuy- la iç eteğini çıkarıp boynuna dek düğmeli biricik
[ ]' sokak giysisini giymiş, başma kara ipek örtüsünü bağlamıştı. Başörtüsü ak saç demetlerini çevreliyor, açık renk
gözleri ve sert ağzı kendisine tam bir kararlılık havası
veriyordu.
Saint-Charles kilisesinin, bu çağdaş gotik türde yapılmış
çok çirkin yapının ayin eşyası yerinde, yanında dikilen
Jacques’m elinden tutarak papazın, altmış yaşlarında,
yuvarlak yüzlü, gümüş rengi saçları, koca burnu altında
iyilikle gülümseyen, kalın dudaklı, ellerini aralık dizlerinin
gerdiği eteğinin üzerinde kavuşturmuş, biraz gevşek ve
şişman adamın karşısına oturmuştu. "Ufaklık ilk günah
çıkartmasını yapsın istiyorum, demişti büyükanne. -Çok iyi,
madam, iyi bir hris- tiyan yaparız onu. Kaç yaşmda? -Dokuz.
-Din dersine çok erken başlatmakla iyi ediyorsunuz. Üç
yılda, bu büyük güne çok iyi hazırlanır. -Hayır, demişti
büyükanne kuruca. Hemen yapması gerek. -Hemen mi?
1. Okunamayan bir sözcük.
159
Ama ilk günah çıkartmalar bir ay içinde yapılıyor, törene
ancak en az iki yıllık din dersinden sonra çıkabilir."
Büyükanne durumu açıklamıştı. Ama papaz ortaöğretimle
din öğrenimini birlikte götürmenin olanaksız olduğunu hiç
sanmıyordu. Sabır ve iyilikle deneyiminden sözediyor,
örnekler veriyordu... Büyükanne kalkmıştı. "Bu durumda
ilk günah çıkartmasmı yapmayacak. Gel, Jacques", deyip
çocuğu çıkışa doğru sürüklemişti. Ama papaz arkalarından
koşmaktaydı. "Durun, madam, durun." Tatlılıkla yerine
geri getirmişti onu, mantığa döndürmeye çalışmıştı. Ama
büyükanne inatçı bir yaşlı katır gibi başını sallamaktaydı.
"Ya şimdi olur, ya vazgeçer.” Sonunda, papaz boyun
eğmişti. Hızlı bir din eğitiminin ardından, Jacques'm bir ay
sonra günah çıkartması kararlaştırılmıştı. Papaz, başını
sallayarak, kapıya dek getirmişti onları, burada çocuğun
yanağını okşamıştı. "Söylenecekleri iyi dinle", demişti. Bir
tür kederle bakmaktaydı ona.
Jacques, M. Germain’in ek dersleriyle perşembe ve
cumartesi yapılan din derslerini sırtlamıştı. Burs sınavlarıyla ilk günah çıkartma birlikte yaklaşıyordu,
günleri fazlasıyla yüklüydü, oyuna yer bırakmıyordu,
pazar günlerinde bile, hatta özellikle pazar günlerinde:
defterlerini bir yana bırakabileceği bu günlerde,
büyükannesi, ailesinin gelecekte onun öğrenimi için sineye çekeceği özverileri ve onun ev için hiçbir şey yapmayacağı bunca yılı öne sürerek ev işlerini ve alışverişleri
yüklüyordu ona. "Ama belki de başaramam, demişti
Jacques. Sınav zor." Bir biçimde, durmamacası- na sözü
edilen bu özverüerin yükünü körpe gururu için fazla ağır
bularak böyle olmasını dilediği de oluyordu. Büyükanne
şaşkınlık içinde ona bakmaktaydı.
160
Böyle bir olasılığı düşünmemişti. Sonra omuz silkiyor,
çelişkiye aldırmadan, "Bunu öğütlerim sana, demişti. Kıçını
sıkacaksın." Din derslerini bölgenin ikinci papazı
vermekteydi, uzun, kara papaz giysisi içinde, uzun, nerdeyse
bitmez tükenmez, kuru, kartal burunlu, çökük yanaklı, yaşlı
papazın yumuşak ve iyi olduğu oranda da sertti. Öğretim
yöntemi ezberdi ve, ilkelliğine karşın, tinsel açıdan
yetiştirme görevini yüklendiği yontulmamış ve inatçı küçük
halka en uygun düzeniydi belki de. Soruları ve yanıtları
öğrenmek gerekiyordu: "Tanrı nedir?... 3" Bu sözcüklerin
hristiyanhğa girmeye hazırlanan çocuklar için hiç mi hiç
anlamı yoktu. Belleği çok iyi olan Jacques bunları hiçbir
zaman anlamadan, şaşmaz bir biçimde ezbere okuyordu.
Başka bir çocuk okurken, o düş kuruyor, boş boş havaya
bakıyor ya da arkadaşlarıyla yüz göz oynatmaya girişiyordu.
Uzun papaz işte bir gün bu yüz göz oyunlarından birini
yakalamış ve, kendisine yönelik olduğunu sanarak,
donatılmış olduğu kutsal niteliği saydırmak gerektiği
yargısına varmış, Jacques’i tüm çocuk topluluğunun önüne
çağırmış, burada, hiçbir açıklamada bulunmadan, uzun,
kemikli eliyle, okkalı bir tokat indirmişti. Vuruşun şiddeti
altında Jacques’m düşmesine ramak kalmıştı. "Şimdi yerine
git", demişti papaz. Gözünde bir damla yaş belirmeden (tüm
yaşamı boyunca iyilik ve aşk ağlatmıştı onu, kötülük ya da
kıyıcılık hiçbir zaman ağlatmamıştı, tam tersine, bunlar yüreğini güçlendirir, kararlılığım artırırdı), ona bakmış ve
sırasına dönmüştü. Yüzünün sol yanı yanıyordu, ağzında kan
tadı vardı. Dilinin ucuyla yoklayınca, vuruş
a. Bir din kitabına bakılacak.
İlk Adam
161/11
altında yanağının içinin açıldığını ve kanadığını anlamıştı.
Kanını yutmuştu.
Geri kalan tüm din derslerinde, uzaklardaydı,
kendisine seslendiği zaman, sakin sakin, dostluktan olduğu
gibi serzenişten de uzak bir biçimde papaza bakıyor,
İsa’nın tanrısal kişiliğine ve kurbanlığına ilişkin soru ve
yanıtları yanlışsız olarak ezbere okuyor ve, okuduğu
yerden yüz fersah uzakta, sonuçta aynı şey olan bu iki
sınavı düşlüyordu. Hep süren düşe gömüldüğü gibi
çalışmaya
da
gömülmüş
durumda,
yalnızca
heyecanlanmış, çirkin, soğuk, ama o zamana değin yalnız
budalaca nakaratlar dinledikten sonra, orgundan ilk kez
işittiği bir müzik yükselen kilisede gittikçe artan ayinlerle
karanlık bir biçimde heyecanlanmış olarak, daha yoğun,
daha derin bir biçimde, kilise nesnelerinin ve giysilerinin
karanlığı içinde altın ışıldamalarıyla dolu bir düşe dalıyor,
en sonunda gizlemle, ama din kitabında adlandırılan ve
kesin olarak tanımlanan tanrısal kişilerle hiç mi hiç ilgisi
bulunmayan, yalnızca içinde yaşadığı çıplak dünyanın
uzantısı olan, adsız bir gizlemle karşılaşmayı düşlüyordu;
o zaman içinde yunduğu sıcak, içsel ve belirsiz gizlem,
yalnızca akşam olup da yemek odasına girdiği ve
annesinin, evde yalnız başına, gaz lambasını yakmadan,
karanlığın yavaş yavaş odayı sarmasına aldırmadan, dalgın
dalgın, pencereden canlı, ama kendisi için sessiz
devinimlere bakan, karanlık odayı sardıkça kendisi de bu
karanlığın daha karanlık ve daha yoğun bir biçim gibi olan
annesinin hafif gülümsemesinin ya da sessizliğinin gündelik gizlemini genişletmekteydi, o zaman çocuk, yüreği
daralmış bir durumda, annesine ve, annesinde, bu
dünyanın ve günlerinin bayağılığına bağlanmayana ya
162
da artık bağlanmayana aşkla dolu olarak kapının eşiğinde
duruyordu. Sonra ilk günah çıkarma gelip çatmıştı,
Jacques bundan çok az bir anı saklardı, ancak kendisine
yanlış olduğunu söylediği edimleri, yani çok az şeyi
açıkladığı o bir gün önceki günah çıkarma kalmıştı
usunda: "Suçlu düşünceleriniz olmadı mı?" Çocuk, bir
düşüncenin nasıl suçlu olabileceğini bilmemekle birlikte,
hiç düşünmeden: "Oldu, peder", demişti, sonra, ertesi
güne değin, suçlu bir düşünceyi ya da onun için daha açık
olanı, okullu sözcük dağarcığını dolduran şu kulağa çirkin
gelen sözcüklerden birini ayrımında olmadan kaçırmak
korkusuyla yaşamış ve sözleri iyi kötü tören sabahına dek
usunda tutabilmişti. Törende, üzerinde bir denizci giysisi,
kolunda kol bağı, elinde küçük bir dua kitabı ve ak
boncuklardan oluşan bir teşbih -hepsi de daha az yoksul
akrabalarca (Marguerite teyze, vb.) armağan edilmişti-,
sıralarda ayakta duran coşkulu ana -babaların bakışları
altmda mumlar taşıyan çocukların oluşturduğu bir sıranın
ortasında, ana yolda, elindeki mumu sallarken, birden
başlayıveren müziğin gümbürtüsü onu dondurmuş, içini
dehşetle ve ilk kez kendi gücünü, sonsuz utku ve yaşam
yeteneğini duyuran bir coşkuyla doldurmuştu, bu coşku
tüm tören süresince benliğine yerleşmiş, böylece, günah
çıkarma dakikası da içinde olmak üzere, her şeye ilgisiz
kalmıştı, hatta bu ilgisizlik dönüşte ve akrabaların her
zamankinden daha [zengin] bir sofranın çevresinde
toplandıkları yemek boyunca da sürmüştü. Zengin sofra
az yiyip az içmeye alışmış konukları kışkırtmış, odayı
yavaş yavaş taşkın bir sevinçle doldurmuştu, bu da
Jacques’m coşkusunu yıkmış, hatta keyfini kaçırmıştı,
öyle ki, tatlılar yenilirken, genel
163
taşkınlığın doruğunda, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. "Ne oluyor sana? demişti büyükanne. -Bilmiyorum,
bilmiyorum." Kafası kızan büyükanne de onu tokatlamıştı. "Böylece neden ağladığını öğrenirsin", demişti.
Ama Jacques, masanın üstünden hafif, hüzünlü bir
gülümsemeyle kendisine gülümseyen annesine bakarken,
gerçekte neden ağladığını biliyordu.
"İyi geçti bu iş, demişti M. Bernard. Çok güzel, şimdi
iş başına." Birkaç gün daha zorlu çalışmayla geçmiş, son
dersler M. Bernard’ın evinde yapılmış (daire betimlense
mi?), sonra bir sabah, Jacques’in evinin yakınında,
tramvay durağında, dört öğrenci ellerinde birer altlık, birer
cetvel ve birer kalemlikle, M. Ger- main’in çevresinde
duruyor, Jacques evinin balkonunda büyükannesiyle
annesinin aşağıya doğru eğilerek kendilerine el
salladıklarını görüyordu.
Sınavların yapıldığı lise tam öbür yanda, körfez
çevresinde kentin yerleştiği daire yayının öbür ucunda,
eskiden zengin ve donuk, şimdiyse, İspanyol göçü sonucu,
Cezayir’in en halktan ve en canlı mahallelerinden biri olan
bir mahalledeydi. Lisenin kendisiyse, sokağa yukarıdan
bakan, dörtgen biçimde, kocaman ve çirkin bir yapıydı.
Buraya iki yan merdiven, bir de geniş ve anıtsal bir orta
merdivenle ulaşılırdı; orta merdivenin iki yanma muz ve 1
dikilmiş ve öğrencilerin kırıcılığına karşı parmaklıklarla
çevrilmiş cılız bahçeler vardı. Orta merdiven iki yan
merdiveni birleştiren bir galeriye çıkardı, önemli
durumlarda kullanılan anıtsal kapı bu galeriye açüırdı,
yanındaki çok daha küçük kapı, kapıcının camlı bölmesine
açılır, genel olarak da
1. Müsvettede “vc’nin gerektirdiği sözcük yok.
164
bu kapı kullanılırdı.
M. Bernard’la öğrencileri bu galeride, sıkıntıları solgun
yüzlerinden ve sessizliklerinden anlaşılan birkaç kişi bir yana,
çoklan korkularını umursamazlık havaları altında gizleyen
erkenci öğrenciler arasında, hâlâ serin sabahta kapalı kapının
önünde ve bir an sonra güneşin toza batıracağı, ama henüz
ıslak sokakta bekliyorlardı. En az yarım saat erken
gelmişlerdi, öğretmenlerine sokularak susuyorlar, o da
kendilerine söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu; birden,
döneceğini söyleyerek yanlarından ayrılmıştı. Gerçekten de
bir an sonra geri döndüğünü görmüşlerdi; kenarı kıvrık
şapkası ve o gün giydiği tozluklarıyla her zamanki gibi şıktı;
her bir elinde kolay taşınsın diye uçlarından bükülmüş ipek
kâğıttan ikişer paket vardı; yaklaştığı zaman, kâğıtta yağ
lekeleri görmüşlerdi. "Ay çöreği getirdim, demişti M.
Bernard. Şimdi birer tane yiyin, ötekini de saat ona saklayın."
Teşekkür edip yemişlerdi, ama sindirilmesi zor, çiğnenmiş
hamur gırtlaklarından zor geçmekteydi. "Aklınız başınızdan
gitmesin, diye yineliyordu öğretmen. Problemin sözcesini ve
kompozisyonun konusunu iyi okuyun. Zamanınız yok değil."
Evet, birkaç kez okuyacaklardı, her şeyi bilen ve yanmda
yaşamın tüm engelleri kalkan bu adamı dinleyeceklerdi,
kendilerini onun önderliğine bırakmaları yeterdi. Bu sırada,
küçük kapının orada bir kaynaşma olmuştu. Şimdi toplanmış
altmış dolayında öğrenci bu yöne yönelmişti. Bir görevli
kapıyı açmış, bir dizelge okuyordu. Jacques’m adı ilk
okunanlardan biriydi. O sırada öğretmeninin elinden
tutuyordu, duralamıştı. "Hadi oğlum", demişti M. Bernard.
Jacques titreye tit- reye kapıya yönelmiş, gireceği sırada,
öğretmeninden
165
yana dönmüştü. Oradaydı, iri, sağlam, Jacques’a sakin
sakin gülümsüyor, olumlu bir biçimde başını sallı- yordu a.
Öğleyin, M. Bernard çıkışta onları bekliyordu. Ona
müsvettelerini göstermişlerdi. Bir Santiago problemini
çözerken
yanlışlık
yapmıştı.
Jacques’a,
kısaca,
"Kompozisyonun çok güzel", demişti. Saat birde, gene
onlarla gelmişti. Dörtte gene oradaydı, yanıtlarını gözden
geçiriyordu. "Hadi bakalım, demişti, beklemek gerek." İki
gün sonra, saat onda, beşi birden küçük kapının önündeydi
gene. Kapı açılmış ve görevli gene bir dizelge okumuştu,
çok kısaydı, yalnızca kazananlardan oluşmaktaydı. Patırtı
içinde, Jacques kendi adını işitmemişti. Ama ensesine
keyifli bir şaplak yemiş, M. Bernard’m, "Aferin,
sivrisinek. Kazandın", dediğini işitmişti. Yalnızca sevimli
Santiago başarısız olmuştu, ona dalgın bir kederle
bakıyorlardı. "Zararı yok, diyordu. Zararı yok." Ve
Jacques nerede olduğunu da, neler olduğunu da bilmiyordu
artık. Dördü de tramvayla dönüyorlardı, "Gelip
büyüklerinizi göreceğim, diyordu M. Bernard, en yakında
Cormery oturduğuna göre de, önce onlara gideceğim".
Şimdi büyükannenin, bu nedenle(?) bir gün izin almış
annesinin, komşuları Masson hanımların toplandığı kadın
dolu yoksul yemek odasında, kolonya kokusunu son kez
içine çekerek öğretmenine yaslanıyor, bu sağlam bedenin
candan ılıklığına yapışıyordu. Büyükanne komşu kadınların önünde ışıklar saçıyordu. "Teşekkürler, Mösyö
Bernard, teşekkürler", diyor, M. Bernard da çocuğun
başını okşuyordu. "Artık bana gereksinimin yok, di-
a. burs izlencesine bakılacak.
166
yordu. Daha bilgili öğretmenlerin olacak. Ama nerede
olduğumu biliyorsun, yardımıma gereksinimin olursa,
gel, beni gör." Öğretmen gidiyor ve Jacques bu kadınlar
ortasında yitip gitmiş durumda, yalnız kalıyor, sonra
pencereye koşuyor, kendisine son bir kez selam veren ve
bundan böyle yalnız bırakan öğretmenine bakıyordu ve,
sanki artık kendi dünyası olmayan, öğretmenlerinin
yüreği her şeyi bilenden daha bilgili olduğuna inanmadığı
bir dünyaya atılmak üzere, bu başarıyla yoksulların
günahsız ve candan dünyasından, toplum içinde üzerine
bir ada gibi kapanmış olan, ama içinde yoksunluğun aile
ve dayanışma yerini tuttuğu dünyadan koparıldığını
önceden biliyormuş gibi, başarının sevinci yerine, uçsuz
bucaksız bir çocuk üzüntüsü yüreğini burkuyordu;
bundan böyle yardımsız öğrenip anlaması, yardımına
koşan tek adamın yardımı olmadan adam olması,
kısacası, en yüksek fiyatı ödeyerek, kendi başma
büyüyüp yetişmesi gerekiyordu.
167
7
Mondovi:
Yerleşim ve baba
Şimdi, büyüktü... Bone’dan Mondovi’ye giden yolda,
Jacques Cormery’nin bulunduğu araba silahlarını dikmiş,
ağır ağır dolaşan jiplerle karşılaşıp duruyordu...
"Mösyö Veillard?
-Evet."
Bir çerçeve içindeymiş gibi, küçük çiftliğinin kapısından Jacques Cormery’ye bakan adam yuvarlak omuzlu,
ufak, ama yapılıydı. Sol eliyle kapıyı açık tutmuş, sağ
eliyle pervazı kavramıştı, öyle görünüyordu ki, bir yandan
evinin yolunu açarken, bir yandan da kapatıyordu. Başını
bir Romalı başına benzeten seyrek ve kırlaşmış saçlarına
bakılırsa, kırk yaşlarmda olmalıydı. Ancak açık renk
gözleri, düzgün yüzü, yanık teni, biraz gevşek, ama
yağsız, haki pantalonu içinde göbeksiz bedeni, sandalları,
cepli, mavi gömleğiyle çok daha genç gösteriyordu.
Kımıldamadan, Jacqu- es’m açıklamalarını dinlemekteydi.
Sonra, "Buyurun", deyip çekildi. Jacques, içinde
kahverengi bir sandıkla ve bükülmüş ağaçtan bir
şemsiyelikten başka bir şey bulunmayan, kireç badanalı,
dar koridorda ilerlerken,
a
a
.
arkasında çiftçinin güldüğünü işitti. "Kısacası, kutsal bir gezi!
Hani, açık konuşmak gerekirse, tam zamanı. -Neden? diye
sordu Jacques. -Yemek odasına girin, dedi çiftçi. En serin yer
orasıdır." Yemek odasının yarısı verandaydı, yumuşak hasır
storların biri dışında tümü indirilmişti. Çam ağacından, çağcıl
biçemde yapılmış masa ile büfe bir yana bırakılırsa, oda hasır,
iskemleler ve açılır kapanır bez koltuklarla döşenmişti. Jacques, geriye dönünce, yalnız olduğunu gördü. Verandaya
doğru ilerledi ve, storlar arasında boş bırakılmış alandan,
aralarında açık kırmızı iki traktör parıldayan yalancı karabiber
ağaçları dikilmiş bir avlu gördü. İleride, saat on birin hâlâ
katlanılır güneşi altında sıra sıra dikme bağlar uzanıyordu. Bir
an sonra, elinde bir tepsiyle çiftçi girdi, tepsiye bir anizet
şişesi, kadehler ve bir şişe soğuk su koymuştu.
Çiftçi süt rengi içkiyle dolu kadehini kaldırdı. "Gecikmiş
olsaydınız, burada hiçbir şey bulamayabilirdiniz. Ne olursa
olsun, size bilgi verecek bir Fransız bulamazdınız.
-Çiftliğinizin benim doğduğum çiftlik olduğunu yaşlı doktor
söyledi. -Evet, Saint-Apötre yurtluğunun bir parçasıydı, ama
babamlar savaştan sonra sa- tınaldılar." Jacques çevresine
bakıyordu. "Kuşkusuz, burada doğmadınız. Bizimkiler her şeyi
yeniden yapmışlar. -Savaştan önce babamı tammışlar mıdır?
Sanmam. Tunus sınırının hemen yakınında oturuyorlar- mış,
sonra uygarlığa yaklaşmak istemişler. Solferino onlar için
uygarlıkmış. -Eski yöneticinin söfcünü duymamışlar mı?
-Hayır. Burak olduğunuza göre, bilirsiniz. Burada, hiçbir şey
saklanmaz. Yıkarlar ve yeniden yaparlar. Geleceği düşünür,
gerisini unuturlar. -Anlaşıldı, dedi Jacques, sizi boşuna rahatsız
ettim.
169
-Hayır, dedi öteki, memnun oldum." Ona gülümsedi.
Jacques kadehini bitirdi. "Sizinkiler sınırın yanında mı
kalmışlar? -Hayır, orası yasak bölge. Barajın yanında.
Anlaşılıyor ki, babamı tanımıyorsunuz." Kadehinin gerisini de içti, sonra, bunda fazladan bir canlanma bulur
gibi, bir kahkaha attı: "Eski bir kolon*. Eskil biçimde.
Paris’te aşağılananlarm türünden, bilirsiniz. Her zaman
sert olduğu da bir gerçek. Yaş altmış olmuş. Ama [at]
kafalı bir püriten papazı gibi uzun ve kuru. Anlarsınız ya,
atalar türünden. Arap işçilerin canını çıkarırdı, her konuda
doğru olduğundan, çocuklarının canını da. Bu nedenle,
geçen yıl, boşaltmak gerekince, ortalık iyice karıştı. Bölge
yaşanmaz olmuştu. Tüfekle uyumak gerekiyordu. Raskil
çiftliği saldırıya uğradığında, anımsıyor musunuz? - Hayır,
dedi Jacques. -E- vet, baba ile iki oğlu boğazlanmıştı, ana
ile iki kızının da epey bir süre ırzına geçmişler, sonra
onları da öldürmüşlerdi... Kısacası... Vali toplanan
çiftçilere [sömürge] sorunlarını, Araplar’a davranma
biçimlerini yeniden gözden geçirmek gerektiğini, şimdi bir
sayfayı çevirmiş olduğumuzu söyleme şanssızlığına
düşmüştü. Bizim ihtiyar da ona hiç kimsenin kendi evine
yasa koyamayacağını söylemişti. Ama, o gün bu gün,
ağzmı açtığı yoktu. Geceleri bazı bazı kalkıp çıkıyordu.
Annem pancurlarm arasından bakıyor, topraklarının içinde
dolaştığını görüyordu. Boşaltma emri gelince, hiçbir şey
söylemedi. Üzümler toplanmıştı, şarap mayalandırma
fıçısındaydı, fıçıları açtı, sonra bir zamanlar kendi eliyle
yolunu değiştirdiği bir acı su kaynağına gitti, dosdoğru
topraklarına yöneltti, bir traktöre pul-
I. İş yapmak, toprağı işlemek vb. amacıyla sömürge ülkeye yerleşmiş kişi. (Çev.)
170
luk taktı. Üç gün süresince, başı açık, hiçbir şey söylemeden, direksiyonda, tüm yurtluk yüzeyindeki bağları
söktü. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin, ihtiyar, kupkuru, traktörünün üstünde hopluyor, saban demiri
ötekilerden daha kalın bir bağ çubuğuna rastlayınca,
hızlandırma kolunu itiyor, yemeğini yemek için bile
durmuyor, annem kendisine ekmek, peynir getiriyor, o da
yavaş yavaş yiyor, her konuda yaptığı gibi, daha da
hızlanmak için son dilimi atıyordu, hem de güneşin
doğuşundan batışına dek, bir kez olsun başını kaldırıp da
çevresindeki dağlara, hemen durumu öğrenmiş olan, hiçbir
şey yapmadan kendisini izleyen Araplar’a bakmadan. Kim
bilir kimin haberdar ettiği genç bir yüzbaşı gelip açıklama
istediği zaman da "Genç adam, bizim burada yaptığımız
bir cinayet olduğuna göre, silmemiz gerekiyor", dedi ona.
Her şey bitince, çiftliğe yöneldi, mayalandırma
fıçılarından akan şaraba batmış avludan geçti ve denkleri
yapmaya başladı. Arap işçiler avluda kendisini
bekliyorlardı (Kim bilir ne için, yüzbaşının gönderdiği
kibar bir teğmenle birkaç asker de vardı, emir
bekliyorlardı). "Patron, ne yapacağız? -Ben sizin yerinizde
olsam, makiye giderdim, dedi ihtiyar. Kazanacaklar.
Fransa’da adam kalmadı."
Çiftçi gülüyordu: "Açık sözlüymüş, değil mi?
-Onlar da sizinle mi?
-Hayır. Cezayir’in sözünü bile duymak istemedi.
Marsilya’da, modern bir dairede. Annem odasında dört
döndüğünü yazıyor.
-Peki siz?
-Ben mi, ben kalıyorum, sonuna dek. Ne olursa olsun,
kalacağım. Ailemi Cezayir’e yolladım, burada gebereceğim. Paris’te bunu anlamıyorlar. Bunu bizden
171
başka bir de kim anlar, biliyor musunuz?
-Araplar.
-Tamam. Anlaşmak için yaratılmışız. Bizim kadar
salak ve kaba, ama aynı insan kanı. Biraz daha öldüreceğiz birbirimizi, birbirimizin taşaklarını kesecek, birbirimize biraz daha işkence edeceğiz. Sonra gene kendi
aramızda yaşamaya başlayacağız. Memleket böyle istiyor.
Bir anizet daha?
-Hafif olsun", dedi Jacques.
Biraz sonra çıktılar. Jacques burada ana babasını
tanımış olabilecek biri kalıp kalmadığını sormuştu. Hayır,
Veillard’a göre, kendisini dünyaya getirmiş, emekliliğini
de Solferino’da almış yaşlı doktordan başka hiç kimse
yoktu. Saint-Apötre yurtluğu iki kez el değiştirmişti, iki
savaşta pek çok Arap işçi ölmüştü, başka pek çokları da
doğmuştu. "Her şey değişir burada, diye yineliyordu
Veillard. Her şey çabuk, çok çabuk geçer ve insanlar
unutur." Gene de, ola ki yaşlı Tamzal... Saint-Apötre
çiftliklerinden birinde bekçiydi, 1913’te, yirmi yaşlarında
olmalıydı. Ne olursa olsun, Jacques doğduğu memleketi
görecekti.
Kuzey dışında, memleket uzakta dağlarla çevriliydi,
öğle sıcağı dış çizgilerini, kocaman taş ve sis kitleleri gibi
belirsizleştirir, bunlar arasında, bir zamanlar bataklık olan
Seybouse ovasının sıcaktan ağarmış bir gökyüzü altında,
uzun aralıklarla servi sıralan ve gölgelerinde evler barınan
okaliptüs topluluklarıyla kesilen bağları dümdüz dizilmiş,
yaprakları sülfatlamayla mavileşmiş ve salkımları
şimdiden kararmış bağlan kuzeyde denize dek
uzanıyordu. Her adımlarında kırmızı bir toz kaldırarak
çiftlik yolunu izliyorlardı. Önlerinde, dağlara dek uzam
titriyor, güneş uğulduyordu.
172
Bir çınar topluluğunun ardında, küçük bir eve geldikleri
zaman, ter içinde kalmışlardı. Görünmeyen bir köpek öfkeli
havlamalarla karşıladı onları.
Oldukça bakımsız olan küçük evin dut ağacından bir
kapısı vardı, sımsıkı kapatılmıştı. Veillard kapıyı vurdu.
Havlamalar arttı. Evin öbür yanındaki kapalı bir avludan
geliyordu. Ama kimsecikler kıpırdamadı. "Ortalıkta güven
egemen, dedi çiftçi. İçerdeler. Ama bekliyorlar.
"Tamzal! diye bağırdı, ben Veillard.
"Altı ay önce gelip damadını aldılar, makiye erzak
sağlayıp sağlamadığını bilmek istiyorlardı. Bir daha sözü
edilmedi. Bir ay önce Tamzal’a belki de kaçmaya kalktığı
için öldürüldüğü söylendi.
-Ya, dedi Jacques. Peki, makiyi besliyor muydu?
-Belki evet, belki hayır. Ne yaparsınız, savaş bu. Ama
konukseverlik ülkesinde kapıların açılmasının uzun
sürmesini de açıklıyor işte."
Tam o sırada kapı açıldı.
Tamzal, kısa, saçları [ ] !, başında geniş kenarlı bir hasır
şapka, üzerinde yamalı bir mavi bir iş tulumu, Veillard’a
gülümsüyor, Jacques’a bakıyordu. "Bir dost. Burada
doğmuş. -Gir, dedi Tamzal, bir çay iç."
Tamzal hiçbir şey anımsamıyordu. Evet, belki.
Amcalarından birinin birkaç ay kalan bir yöneticiden
sözettiğini işitmişti, savaştan sonraydı. "Önce", dedi
Jacques. Ya da önce, olabilir, kendisi çok gençti o sıralarda,
peki, babası ne olmuştu. Savaşta vurulmuştu. "Mektub"2,
dedi Tamzal. Ama savaş kötü şeydir.
1. Okunamayan iki sözcük.
2. Arapçada: "Yazılmıştı” (alına).
'
173
-Her zaman savaş olmuştur, dedi Veillard. Ama barışa çok
çabuk alışılıyor. O zaman normal sanılıyor. Hayır, normal
olan savaş®. -İnsanlar deli", dedi Tamzal, öbür odada
başını arkaya çevirmiş bir kadının elinden bir tepsi aldı.
Ateş gibi sıcak çayı içtiler, teşekkür edip bağların
arasmdan geçen fazlasıyla sıcak yollarında yeniden
yürümeye başladılar. "Ben taksimle Solferi- no’ya
döneceğim, dedi Jacques. Doktor beni öğle yemeğine
çağırdı. -Ben de kendimi çağırıyorum. Bekleyin. Birşeyler
alacağım." Daha sonra, kendisini Cezayir kentine götüren
uçakta, Jacques topladığı bilgileri düzene koymaya
çalışıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir avuç bir
şeydi, hiçbiri doğrudan babasıyla ilgili değildi. Gece,
tuhaf bir biçimde, sonunda uçağı yutmak üzere, nerdeyse
ölçülebilir bir çabuklukla, yerden yükselir gibiydi, uçaksa,
hiç oynamadan, dosdoğru gecenin derinliğine saplanmakta
olan bir çivi gibi gitmekteydi. Ama karanlık Jacques’m
huzursuzluğunu daha da artınyordu, bir karanlığa, bir de
uçağa olmak üzere, iki kez kapatılmış gibiydi, zor soluk
alıyordu. Nüfus kütüğü ve iki tanığın adları gözlerinin
önüne geliyordu, Paris tabelalarında görülen türden, gerçek Fransız adlarıydı bunlar, hekim Solferino’dan iki
tüccar olduklarını söylemişti, ilk gelenlerdendiler, babasına yardımcı olmayı kabul etmişlerdi, adlan Paris
banliyölerinin insanlarının adlarıydı, evet, ama bunda
şaşılacak ne vardı, Solferino’yu kırksekizciler kurmuşlardı. "Evet, öyle ya, benim büyük dedelerim onlardan- dı,
demişti Veillard. Bu nedenle hamurunda biraz devrimcilik
vardı." Ve ilk atalarından dedesinin Saint-De-
a. geliştirilecek
174
nis dış mahallesinde bir dülger, ninesinin ince çamaşır
yıkayıcı olduğunu belirtmişti. Paris’te çok işsizlik vardı,
ortalık karışıktı ve Kurucu Meclis bir koloni göndermek için
elli milyon harcamayı oylamıştı a. Her adama bir konut ve 2
ile 10 hektar arasında toprak sözü veriyorlardı. "Aday çıktı
mı, kestirebilirsiniz. Bini aşkın. Hepsi Adanmış Toprak’ı
düşlemekteydi. Özellikle erkekler. Kadınlar bilinmedikten
korkuyorlardı.
Ama
erkekler!
Devrimi
boşuna
yapmamışlardı. Noel Baba’ya inanan tür. Noel Baba da
onlara birer maşlah hazırlamıştı. Sonunda ulaştılar küçük
NoePlerine. 49’da yola çıktılar, ilk ev de 54’te kuruldu. Bu
arada..."
Jacques şimdi daha iyi soluk alıyordu. İlk karanlık
süzülmüş, arkasında bir yıldız bulutu bırakan bir gelgit gibi
geriye akmıştı, gökyüzü şimdi yıldızlarla doluydu. Yalnız
altında motorların sağır edici gürültüsü inatla sürmekteydi.
Yaşlı keçi boynuzu ve saman satıcısını gözlerinin önüne
getirmeye çalışıyordu: bu adam babasmı tanımıştı, bulanık
bir biçimde anımsıyor, durmamacasma, "Konuşkan değildi,
hiç konuşkan değildi", diye yineliyordu. Ancak gürültü onu
ser- semleştirmekte, kötü bir uyuşukluğa gömmekteydi, bu
uyuşukluk içinde, babasını gözlerinin önüne getirmeye,
tasarlamaya çalışıyor, babası bu uçsuz bucaksız ve düşman
ülkenin arkasında gözden siliniyor ve, bu köyün ve bu
ovanın adsız tarihinde eriyordu. Doktorun evindeki
konuşmalardan çıkan ayrıntılar, kendisine doğru, doktora
göre, Parisli kolonları Solferino’ya getirmiş olan şu
mavnaların devinileriyle gelmekteydi.
a. 48 [yazarca çerçeve içine alınmış tarih, y.n.]
175
Aynı deviniyle. O dönemde tren yoktu, hayır, hayır, evet,
ama ancak Lyon’a dek giderdi. O zaman, hiç kuşku yok
ki, belediye bandosunun çaldığı Marseillaise ve Chant du
depart’la. ve Seine kıyılarında üzerinde henüz
varolmayan, ama yolculann büyüyle yaratacakları köyün
adı işlenmiş bayrak ve kilisenin kutsamasıyla atların
yedekte çektiği altı mavna. Mavna şimdiden açılıyor, Paris
kayıyor, akıcı oluyordu, silinip gidecekti, Tanrı’nm
kutsaması işinizin üstünde olsun, ileri görüşlüler,
barikatların
bıçkınları
bile,
yürekleri
daralmış,
susuyorlardı, kadınları korkmuş, onların gücüne yaslanmıştı, ve ambarda başları düzeyinde ipeksi bir ses ve
kirli su, ot minderler üzerinde yatmak gerekiyordu, ama
birbiri ardından tuttukları yatak çarşaflarının arkasında
önce kadınlar soyunuyordu. Bütün bunların içinde babası
neredeydi? Hiçbir yerde, gene de yüz yıl önce, sona
ermekte olan güz mevsiminde, kanallarda yedekte çekilen,
bir ay boyunca son ölü yapraklarla kaplı, büyüklü küçüklü
ırmaklar üzerinde sürüklenen, kül rengi bir gök altında,
çıplak söğüt ve fındık ağaçları eşliğinde, kentlerde resmi
mızıka takımlarıyla karşılanıp yeni serüvenci yükleriyle
bilinmedik bir ülkeye doğru yeniden yola çıkaıi bu
mavnalar, Saint-Brieuc’ teki genç ölü konusunda, aramaya
çıktığı [düşkün] ve düzensiz anılardan daha çok şey
öğretiyordu. Şimdi motorlar hız değiştirmekteydi.
Aşağıdaki bu koyu kitleler, bu parçalanmış ve keskin
karanlık parçaları Kabil ülkesiydi, yüz yıl önce 48
işçilerinin kendisine ulaşmak üzere yandan çarklı bir
firkateyne doluştukları yabanıl ve kanlı, uzun süre yabanıl
ve kanlı bölgeydi. "Le Labrador, diyordu yaşlı doktor,
buydu firkateynin adı; düşünebiliyor musunuz,
sivrisineklere ve güneşe
176
doğru gitmek için Le Labrador1'; ne olursa olsun, Le
Labrador, Bone limanının girişine dek, tüm çark kanatlarını
hızlandırmaktaydı, mistral yelinin fırtına biçiminde
kaldırdığı buz gibi suları karıştırıyor, güvertelerini beş gün,
beş gece boyunca bir kutup yeli süpürüyor, ambarların
dibinde fatihler, geberesiye hasta, birbirlerinin üstüne
kusuyor, ölmek istiyorlardı. Sonunda. Böne limanının
girişinde, tüm iskelelerde halk, kadınları, çocukları ve
eşyalarıyla birlikte, Avrupa'nın başkentini bırakıp beş
haftalık bir sürüklenmeden sonra, sendeleye sendeleye, uzak
yerleri mavimsi görünen, gübreden, baharattan ve [ ]' oluşan
tuhaf kokusunu içlerinde kaygı uyandıran bu toprağa
çıkmaya başlayan bu öylesine uzaklardan gelmiş yeşil yüzlü
serüvencileri müzikle karşılamak için toplanmışlardı.
Jacques, koltuğunda döndü; nerdeyse uyuyordu. Hiçbir
zaman görmediği, boyunu bile bilmediği babasını
görmekteydi, palangalar yolculuktan sonra sağlam kalmış
zavallı eşyaları indirirken, yitik eşyalar konusunda şimdiden
kavgalar başlarken, onu bu Böne limanında göçmenler
arasında görmekteydi. Oradaydı, kararlı, sıkıntılı, dişlerini
sıkmış, yaklaşık kırk yıl önce, at arabasmda, o da aynı güz
göğü altında Böne’dan Solferino’ya doğru aynı yolu
tutmamış mıydı? Ama göçmenler için yol yoktu, kadınlar ve
çocuklar ordunun cephane arabalarına yığılmış durumda,
erkekler yaya, nerdeyse sürekli biçimde Kabil’in uluyup
duran köpek sürülerinin eşliğinde, yer yer toplanmış Araplar’m düşman bakışları altmda, bataklık ova ve dikenli maki
içinde dosdoğru ilerlemiş, günün sonunda, kırk
1. Okunamayan bir sözcük.
İlk Adam
177/12
yıl önce babasının geldiği memlekete, tek bir konutu, tek
bir parça ekili toprağı bulunmayan, yalnızca toprak rengi
bir avuç asker çadırı serpili, uzak yüksekliklerle çevrili,
dümdüz memlekete, çıplak ve ıssız bir uzama, ıssız gökle
tehlikeli yer’ arasında, kendileri için dünyanın ucu olan bir
uzama gelmişlerdi, gecenin içinde, yorgunluktan,
korkudan, düş kırıklığından, kadınlar ağlamaktavdı.
Yoksun ve düşman bir yerde aynı gecenin çöküşü,
aynı insanlar, sonra, sonra... Ah! babası için neydi, Jacques
bilmiyordu, ama ötekiler için aynı şeydi, gülen askerler
önünde silkelenip çadırlara yerleşmek gerekmişti. Evler
daha sonra yapılacaktı, evler yapılacak, sonra topraklar
dağıtılacaktı, iş, kutsal iş, her şeyi kurtaracaktı. "Hemen
değil, iş..." demişti Veillard. Yağmur, uçsuz bucaksız, sert,
bitip tükenmek bilmez Cezayir yağmuru sekiz gün
süresince yağmış, Seybo- use taşmıştı. Bataklıklar
çadırların
dibine gelmişti,
sağ- nağın altında
durmâmacasma çınlayan kocaman çadırların yakınlarında
birer düşman kardeş, dışarıya çıkamıyorlar, pis kokudan
kurtulmak için içeriden dışarıya işeyebilmek üzere içi boş
kamışlar kesmişler, sonra, yağmur diner dinmez, hafif
barakalar yapmak üzere, dülgerin yönetiminde, gerçekten
iş başı yapmışlardı.
"Ah! yiğit insanlar", diyordu Veillard, gülüyordu.
"İlkbaharda küçük barınaklarını bitirdiler, sonra koleraya
hak kazandılar. Bizim ihtiyara bakılırsa, dülger atamız
kızını ve karısını yitirmiş, yolculuk karşısında duralamakta
haklıymışlar demek. -Evet ya„ öyle", di-
* bilinmedik.
178
yordu doktor, yerinde oturamıyor, tozlukları içinde hep dik
ve mağrur, bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu, "Her gün
yaklaşık on kişi ölüyordu. Sıcaklar erken gelmişti,
barakalarda pişiyorlardı. Sağlık önlemlerine gelince, hak
getire! Kısacası, her gün yaklaşık on kişi ölmekteydi."
Meslektaşları, askerler, hiçbir şey yapamı- yorlardı. Ayrıca,
tuhaf meslektaşlardı bunlar. Tüm ilaçlarım bitirmişlerdi. O
zaman, tuhaf bir düşünce gelmişti uslarına. Kanı ısıtmak
için dansetmek gerekiyordu. Ve her gece, işten sonra, iki
cenaze arasında, kolonlar keman eşliğinde dansediyorlardı.
Eh, pek de kötü hesaplamamışlardı. Sıcakta, insancıklar
tüm bildiklerini terle atıyorlardı, sonra salgın durmuştu.
"Derinleştirilmesi gereken bir düşünce." Evet, bir düşünceydi. Sıcak ve nemli gecede, hastaların uyuduğu barakalar
arasında, yanında çevresinde sivrisinekler ve böcekler
uğuldaşan bir fener, kemancı bir sandığın üstünde oturup
keman çalıyor, uzun etekli ve yün kumaş takımlı fatihler
büyük bir çalı çırpı ateşinin çevresinde dansedip ciddi ciddi
terliyorlar, bu arada, kuşatılmışları kara yeleli arslanlara,
hayvan hırsızlarına, Arap çetelerine, bazı bazı da eğlence
ve erzaka gereksinimi bulunan öteki Fransız topluluklarının
baskınlarına karşı korumak için kampın dört köşesinde
nöbetçiler bekliyordu. Daha sonra, topraklar, barakalardan
oluşan köyden uzak topraklar dağıtılmıştı. Daha sonra,
toprak kalelerle köy kurulmuştu. Ama, Cezayir’in her
yerinde olduğu gibi burada da, göçmenlerin üçte ikisi
kazmaya ve sabana dokunamadan ölmüştü. Ötekiler
tarlalarda parisliliğini sürdürüyor, başta silindir şapka,
omuzda tüfek, dişler arasında pipo (yangın nedeniyle ancak
kapaklı pipoya izin veriliyordu, sigara
179
kesinlikle yasaktı), cepte kinin, Bone kahvelerinde ve
Mondovi kantininde sıradan bir tüketim ürünü gibi satılan
kinin, sağlığınıza! ipek giysili eşleriyle birlikte toprağı
sürüyorlardı. Ama hep elde silah ve çevrede askerlerle,
Seybouse’da çamaşır yıkamak için bile, eskiden Archives
sokağının genel çamaşırevinde çalışırken bir barışçıl salon
işleten kadınlara bile bir muhafız takımı gerekiyordu, köy
bile geceleri sık sık saldırıya uğramaktaydı, örneğin 51’de,
surların çevresinde yüzlerce maşlaklı atlı gidip gelirken,
sonunda kuşatılmışların top namlusu süsü vererek
üzerlerine çevirdikleri soba borularını görünce çekip
gittikleri ayaklanmalardan birinde olduğu gibi, işgali
yadsıyan ve öcünü önünde ne bulursa ondan çıkaran,
düşman ülkede ev kurup düşman ülkede çalışıyorlardı. Ve
şimdi uçak yükselip alçalırken, Jacques neden annesini
düşünüyordu ki? Kolonların yardım getirmek için içinde
gebe bir kadınla bırakıp dönüşte kadmı kamı açılmış ve
göğüsleri kesilmiş buldukları şu Böne yolunda çamura
batmış arabayı gözlerinin önüne getirince. "Savaş işte,
diyordu Veillard. -Dürüst olalım, diye ekliyordu doktor,
tüm aileleriyle mağaralara kapatmışlardı onları, evet ya,
evet ya, ilk Berberler’in taşaklarını kesmişlerdi, onlar da...
böylece ilk suçluya dek gidebiliriz, bilirsiniz, Kabil’di adı,
o gün bu gün savaş sürmekte, insanlar korkunç, hele kıyıcı
güneşin altında."
Yemekten sonra köyün içinden geçmişlerdi, tüm ülke
üzerindeki yüzlerce köyden farksızdı, birbirini dik olarak
kesen birkaç sokağa ayrılmış, XIX. yüzyıl sonu kenter
biçeminde birkaç yüz küçük ev, kooperatif, tarım sandığı,
şenlik salonu gibi büyük yapılar, hep birlikte, bir
atlıkarıncaya ya da büyük bir metro girişi-
180
ne benzeyen, yıllar boyunca, belediye korosunun ya da
askeri mızıkanın şenlik günlerinde konser verip pazarlıklarını giymiş çiftçilerin çevresinde yer fıstığı soyarak
dansettiği maden iskeletli müzik köşküne doğru
yöneliyordu. Bugün de pazardı gene, ama ordunun "moral"
birimleri köşke ses yükselticiler yerleştirmişlerdi,
kalabalığın çoğunluğu Arap’tı, ama alanın çevresinde
dönmüyorlardı, kımıldadıkları voktu. sövlemler- le almaşan
Arap müziğini dinliyorlardı, kalabalık içinde yitip gitmiş
Fransızlar’ın hepsi birbirine benziyordu, hepsi de aynı
sıkıntılı ve geleceğe dönük havaya bürünmüştü, bir zamanlar
Le Lcıbrador'la buraya gelenler gibi ya da aynı koşullar
içinde, aynı acılarla, yoksunluk ya da baskıdan kaçarak,
sızıya ve taşa doğru başka yerlerde karaya çıkmış olanlar
gibi: Jacques’m annesinin ataları olan Mahon İspanyollar’ı
gibi ya da 71 yılında Alman egemenliğini yadsıyıp Fransa’yı
seçen şu Alsace’lılar gibi; bu Alsace’lılara 71 ayaklanmışlarının, o öldürülmüş ya da tutuklanmış ayaklanmışların
topraklarını vermişlerdi, demek ki başkaldırmaların sıcak
yerini alan direnişçiler ezilmiş-ezenlerdi, kırk yıl sonra, aynı
kederli ve dikkafalı havayla, geçmişlerini sevmeyip
yadsıyanlar gibi tümden geleceğe dönük olarak aynı yerlere
gelmiş olan babası da onlardan doğmuştu, o da tüm bu
topraklarda yaşayanlar ve, Veillard’m ayrılmasından sonra,
Jacques’m yaşlı hekimle gezdiğine benzeyen küçük koloni
mezarlıklarının aşınıp yeşermiş taşlan bir yana, bu
topraklarda hiçbir iz bırakmadan yaşamış olanlar gibi
göçmendi. Bir yanda son cenaze modasının içinde çağdaş
dindarlığın gelip yokolduğu, bit pazarında rastlanan incik
boncukla zenginleştirilmiş yeni ve çirkin mezarlar.
181
Öbür yanda, emektar serviler arasında, çam iğneleri ve
servi kozalaklarıyla örtülü dar yollar arasında ya da
diplerinde kuzukulakları ve san çiçekler bitmiş nemli
duvarların yanmda, nerdeyse toprağa karışmış eski mezar
taşları okunmaz olmuştu.
Buraya yüz yılı aşkın bir süreden beri koca halklar
gelmiş, toprağı sürmüş, izler açmışlardı, kimi yerlerde
gittikçe daha derin, kimi yerlerde üzerleri ince bir toprakla
örtülecek ve bölge yabanıl bitkilere geri dönecek ölçüde
gittikçe daha titrek, döl vermiş, sonra silinip gitmişlerdi.
Oğullan da öyle. Onların oğulları ve torunları da bu
toprakta kendisinin bulunduğu gibi, geçmişsiz, aktöresiz,
derssiz, dinsiz, ama böyle olduğu için mutlu olarak
bulunmuştu, ışıkta olduğu için mutlu, gecenin ve ölümün
önünde sıkıntılı. Tüm bu kuşaklar, bunca değişik ülkeden
gelmiş tüm bu insanlar, şimdiden alacakaranlığın belirtisi
sezilen bu hayranlık verici gök altmda, iz bırakmadan
silinmiş, kendi üstlerine kapanmışlardı. Uçsuz bucaksız bir
unutuş yayılmıştı üzerlerine, gerçekte bu toprağın dağıttığı
da buydu, şimdi gecenin yaklaşmasıyla yürekleri daralmış
olarak, hızla gelen akşam denizin, sarp dağlan- nm, yüksek
yaylalarının üzerine indiği zaman tüm Afrika insanlarını
saran şu içdaralmasıyla*, akşamın gene aynı etkiyi yaptığı,
tapmaklar ve sunaklar yarattığı Delphes dağının
yamaçlannda
kutsal
içdaralmasımn
aynı
olan
içdaralmasına gömülmüş olarak yeniden köyün yolunu
tutan üç adamın 1 üzerine gökten inen de buydu. Ama,
Afrika toprağı üzerinde, tapmaklar yı-
* sıkıntı.
1. Yazarın bir dalgınlığı. Veillard'ın ayrıldığı, Jacques’m mezarlığa yaşlı doktorla geldiği
yazılmıştı. (Çev.)
182
kılmıştır, yalnızca şu katlanılmaz ve hoş ağırlık kalır
yüreğin üstünde. Evet, nasıl da ölmüşlerdi! Nasıl da
öleceklerdi daha! Sessiz ve her şeyden kopmuş durumda,
babasının, kaçınılmaz evlilikten de geçerek, öksüzler
yurdundan hastaneye, tümüyle istem dışı bir yaşamdan,
savaş kendisini öldürüp gömünceye dek, kendisine karşın
kurulmuş bir yaşamdan sonra öldüğü gibi, yakınları ve
oğlu için artık bir daha değişmemesiye yabancı, o da kendi
ırkından insanların şaşmaz yurdu, köksüz başlamış bir
yaşamın varış noktası olan uçsuz bucaksız unutuşa geri
verilmiş durumda, -ve dönemin kitaplıklarında kimsesiz
çocukların
bu
ülkenin
kolonileştirilmesinde
kullanılmasına ilişkin bunca çalışma!- evet, burada hepsi
de daha sonra kendi kendilerinde ve başkalarında her
zaman için ölmek üzere, geçici kentler kuran bulunmuş ve
yitirilmiş çocuklardı. Sanki insanların tarihi, en eski
topraklardan birinin üzerinde öylesine az iz bırakarak yol
almaya hiç ara vermemiş olan bu tarih, şiddet ve öldürme
bunalımlarına, kin tutuşmalarına, ülkenin çölde yitip giden
dereleri gibi çabucak kabarıp çabucak kuruyan kan
sellerine indirgenmiş olarak, sürekli güneş altında,
kendisini gerçekten oluşturmuş olanlarm anısıyla birlikte
buharlaşıyordu. Şimdi gece yerin kendisinden yükseliyor,
canlı ya da ölü her şeyi her zaman hazır, eşsiz gökyüzünün
altında boğmaya başlıyordu. Hayır, hiçbir zaman
tanımayacaktı babasını, o, yüzü bir daha belirme- mesiye
küllerde yitmiş olarak, orada uyumayı sürdürecekti. Bu
adamda bir gizlem vardı, çözmeye çalıştığı bir gizlem.
Ama sonuçta yoksulluğun, insanları adsız ve geçmişsiz
kılan, onları kendileri bir daha düzelme- mesiye
çözülürken dünyayı yapmış olan adsız ölülerin
183
uçsuz bucaksız kalabalığına yollayan yoksulluğun gizleminden başka bir şey yoktu. Çünkü Le Labrador'un insanlarıyla babasının ortak yanı buydu. Sahel’in Mahonlular’ı, Yüksek Yaylalar’m Alsacelılar’ı, kumla deniz
arasında, şimdi koca bir sessizliğin örtmeye başladığı şu
uçsuz bucaksız ada, bu, yani adsızlık, kan, yiğitlik, emek
düzeyinde, hem acımasız, hem acınacak ad- sızlık. O da
aynı oymaktandı, adsız ülkeden, kalabalıktan ve adsız bir
aileden sıyrılmak istemiş, ama içinde biri derinden derine
karanlığı ve adsızlığı istemeye hiç ara vermemişti.
Karanlıkta, sağmda soluyan yaşlı doktorun yanında,
uzaklardan gelen müzik seslerini dinleyerek, körce
yürürken, satıcı barakalarının çevresinde Araplar’ın sert ve
anlaşılmaz yüzünü, Veil- lard’m gülüşünü ve istemli
yüzünü gözlerinin önüne getirirken, bu unutuş toprağının
üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama
sırasında can çekişen annesinin yüzünü de yüreğini burkan
bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ilk
adamdı bu unutuş toprağında, kendisi de tek başına kendi
kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek
yaşa gelmesini bekledikten sonra, ailenin gizini, ya da eski
bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere oğu- lu
yanına çağırdığı şu anları, gülünç ve iğrenç Poloni- us’un
bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyü- verdiği şu
anlan hiç tanımamıştı, on altı yaşına, sonra yirmi yaşma
gelmişti de hiç kimse konuşmamıştı onunla, tek başına
öğrenmesi, tek başına büyümesi gerekmişti, güçte, erkte,
aktöresini ve gerçeğini tek başma bulması, sonra daha da
çetin bir doğumla başkalarına, kadınlara doğması, bir
erkek olarak doğması gerekmişti, bir bir, köksüz ve
inançsız yaşamayı öğrenmeye
184
çalışan ve hep birlikte kesin adsızlık ve bu yeryüzünden
geçişlerinin biricik kutsal izlerini, şimdi mezarlıkta karanlık
içinde okunmaz olmuş mezar taşlarını yitirme tehlikesinde
bulundukları bugünde başkalarına, bu toprağa kendilerinden
önce gelmiş olan ve şimdi ırk ve yazgı kardeşlerini
tanımaları gereken, şimdi her şeylerini yitirmiş uçsuz
bucaksız fatihler kalabalığına doğmayı öğrenmesi gereken
tıım bu insanlar gibi.
Uçak şimdi Cezayir’e doğru alçalmaktaydı. Jacques
küçük Saint-Brieuc mezarlığını düşünüyordu, burada
askerlerin mezarları Mondovi’dekilerden* daha iyi
korunmaktaydı. Akdeniz bende iki evreni birbirinden
ayırıyordu,1 birincisi ölçülü uzamlarda anıların ve adların
saklanmış olduğu, öteki kum yelinin insanların büyük
uzamlardaki izini sildiği. O adsızlıktan, yoksul, bilgisiz,
inatçı yaşamdan kurtulmaya çalışmıştı, bu kör, tümcesiz,
içinde bulunulan andan başka tasarısı olmayan sabır
düzeyinde yaşayamamıştı. Dünyayı dolaşmış, kurmuş,
yaratmış, varlıkları ateşlemiş, günleri çatlayacak oranda
dolu geçmişti. Gene de şimdi yüreğinin derinliğinde SaintBrieuc’ün ve simgelediği şeyin kendisi için hiçbir zaman,
hiçbir şey olmadığını biliyor, az önce bıraktığı aşmıp
yeşermiş mezarları düşünüyor, ölümün kendisini gerçek
yurduna getirdiğini ve mutlu bir kıyada ve dünyanın ilk
sabahlarının ışığı altında yardımsız ve desteksiz olarak,
yoksulluk içinde büyüyüp tek başma, belleksiz ve inançsız
olarak çağının insanlarının dünyasma ve onun korkunç ve
coşku verici tarihine katılmış canavarca ve [sıradan] ada-
* Cezayir.
I. Burada anlatıcı ağzından ilk kez "ben" kullanılmakta; ama bu "ben" Jacques’tan farksız bir "ben".
(Çev.)
185
mm anısını da örtmesini bir tür şaşırtıcı sevinçle benimsiyordu.
186
İKİNCİ BÖLÜM
OĞUL YA DA İLK
ADAM
I
LİSE
O yılın 1 Ekiminde3, Jacques Cormeryb, yeni kaba
kunduralarıyla biraz güvensiz, sertliğini hâlâ sürdüren bir
gömlek içinde boynu omuzlarına gömülmüş gibi, güzel
güzel vernik ve deri kokan bir çantayla zırhlanmış olarak,
Pierre’le birlikte ilk arabanın önünde, yanında durdukları
vatman kolu birinci vitese getirip de ağır araç Belcourt
durağından ayrılınca, gizlemli liseye doğru bu ilk
gidişinde kendisine biraz daha eşlik etmek için birkaç
metre ötede, hâlâ pencereden uzanan annesiyle
büyükannesini görebilmek için geriye döndü, ama
göremedi onları, çünkü yanındaki adam La Dâpeche
algerienne’in iç sayfalarını okuyordu. O zaman, biraz
yüreği daralmış durumda, eve, ancak çok ender işler için
ayrıldığı (merkeze gitmeye "Cezayir’e gitmek" derlerdi)
emektar mahalleye sırtını dönerek öne çevirdi başmı,
arabanın ve üzerlerinde de serin sabahta titreyen elektrik
tellerinin düzenli bir biçimde yuttuğu çelik raylara
bakıyor, Pierre’in dost omzunun hemen hemen kendisine
yapışmış olmasına karşın, içinde nasıl davranacağını
bilmediği, yabancı bir dünyaya doğru, kaygılı bir
yalnızlık duygusuyla gittikçe
a. Ya liseye gidişle başlanıp gerisi sırasıyla anlatılacak ya da canavar olgun adamın tanıtılmasıyla başlanıp sonra liseye gidiş dönemine dönülüp hastalığa dek gidilecek.
b. çocuğun bedensel betimi.
189
daha yüksek bir hızla gidiyordu.
Gerçekte kimsecikler yol gösteremezdi onlara. Pierre
de, o da yalnız olduklarını çabucak anlamışlardı. M.
Bernard bile bilmediği bu lise konusunda hiçbir şey
söyleyemezdi onlara. Ayrıca onu rahatsız etmeyi de göze
alamıyorlardı. Evlerinde, bilgisizlik çok daha tümdü.
Jacques’in ailesi için, örneğin latince kesinlikle hiçbir
anlamı olmayan bir sözcüktü. Hiç kimsenin fransızca
konuşmadığı zamanlar olması (hayvansallık zamanları
başka, bunu anlarlardı), uygarlıkların (sözcüğün kendisi de
hiçbir şey belirtmezdi onlar için) birbirini izlemesi,
görenek ve dillerinin bu denli farklı olması gibi gerçekler
onlara ulaşmamıştı. Ne resim, ne yazılı nesne, ne sözlü
bilgi, ne sıradan konuşmalardan doğan yüzeysel ekinden
etkilenmişlerdi. Gazete, hatta, Jacques getirinceye dek,
kitap bulunmayan, radyo da bulunmayan, yalnızca
doğrudan kullanılan nesneler yer alan,, yalnızca aileden
olanlar konuk edilen, ender olarak ve her zaman aynı cahil
ailenin üyeleriyle karşılaşmak üzere ayrılman bu evde,
Jacques’m liseden getirdikleri özümsenemezdi, ailesiyle
kendisi arasındaki sessizlik büyümekteydi. Lisede de, bu
konuda kendisini suskun kılan yenilmez utancı altetse bile,
benzersizliğini sezip de dile getiremediği ailesinden
sözedemiyordu.
Smıf farkı bile değildi onları yalıtlayan. Hızlı zenginleşmeler, ğümbürtülü batışlar görülen bu göçmen
ülkesinde, sınıflar arasındaki sınırlar ırklar arasmdakinden daha az belirgindi. Çocuklar Arap olsalardı,
duyguları daha hüzünlü ve daha acı olurdu. Ayrıca, ilkokulda Arap arkadaşlar bulunmasına karşın, lisede Arap
öğrenci kural dışıydı, onlar da her zaman zengin
190
hatırlıların oğullarıydı. Hayır, onları, bu benzersizlik
onlarda Pierre’lerdekinden daha belirgin olduğu için de
Pierre’den çok kendisini ayıran bu benzersizliği geleneksel
değerlere ya da kalıplara bağlamak olanaksızdı. Ders yılı
başındaki sorulara hiç kuşkusuz babasının savaşta öldüğü
(bu da eni konu toplumsal bir durumdu) ve ulus
korumasında olduğu (bu da herkesçe anlaşılıyordu) yanıtını
verebilmişti. Ama, daha sonra, güçlükler başlamıştı.
Kendilerine verilen basılı belgelerde, "ana babanın mesleği"
bölümüne ne yazacağını bilemiyordu. Pierre "PTT
memuru" yazarken, o da "ev kadını" yazmıştı. Ama Pierre
ona ev kadınlığının bir meslek olmadığını, sözcüğün evi
bekleyen ve işlerini yapan kadın anlamında kullanıldığını
belirtmişti. "Hayır, demişti Jacques, başkalarının, özellikle
de karşıki tuhafiyecinin ev işlerini yapıyor". Pierre,
duralayarak, "O zaman, sanırım, hizmetçi yazmak gerek",
demişti. Bu düşünce Jacques’m hiç usuna gelmemişti,
nedeni de çok ender karşılaşılan bu sözcüğün kendi evinde
hiç kullanılmamasıydı - bir başka nedeni de hiç kimsenin
başkaları için çalıştığı duygusunu taşımamasıydı, annesi
çocukları için çalışıyordu. Jacques sözcüğü yazmaya
başlamış, durmuş ve bir anda utancı ve utanmış olmanın
utancmı bir anda duymuştu. 1
Bir çocuk kendi başma hiçbir şey değildir, büyükleri
temsil eder onu, onlarla tanımlanır, insanların gözünde
onlarla tanımlanmıştır. Onlar arasından gerçekten, yani
değiştirilmesi olanaksız bir biçimde yargılandığını duyar,
Jacques işte bu dünyanın yargısını, onunla birlikte de kendi
kötü yürekliliğine ilişkin yargısını
1. Yanlışlık.
191
bulgulamaktaydı. Büyüdüğünde, insan böyle kötü duygulan tanımayınca daha düşük nitelikli olunacağını bilemezdi. Çünkü, iyi ya da kötü, ailesinden çok kendisine
bakılarak yargılanır insan, öyle ya, ailenin de adam olmuş
çocuğa bakılarak yargılandığı olur. Ama Jacques’m yaptığı
bulgulamadan acı çekmemesi için olağandışı, kahramanca
arı nitelikte bir yüreği olması gerekirdi. tıpkı doğası
konusunda ortaya çıkardığından duyduğu acıyı öfke ve
utançla karşılamaması için olanaksız bir alçak gönüllülük
gerekeceği gibi. Bunların hiçbiri yoktu onda, ama katı ve
kötü bir gururu vardı, en azından bu durumda ona yardımcı
oldu, kâğıdın üstüne kararlı bir biçimde "hizmetçi"
yazdırttı, o da bunu götürüp belleticinin suratına doğru
uzattı, belleti- ciyse, dikkat bile etmedi. Tüm bunların
yanında, Jacques hiç de durum ya da aile değiştirmek
istemiyordu, onu umutsuzca da sevse, annesi bu durumuyla
yeryüzünde en sevdiği varlık olarak kalıyordu. Ayrıca
yoksul bir çocuğun bazı bazı hiçbir şeye imrenmeden utanç
duyabileceğini nasıl anlatmalı?
Bir başka durumda, mezhebi sorulunca, "katolik"
yanıtını vermişti. Din bilgisi dersine yazılıp yazılmayacağı
sorulmuş, o da büyükannesinin korkulannı anımsayarak
"Hayır", demişti. Şakalarını hiç gülmeden yapanlardan olan
belletici, "Kısacası, katolikliği uygulamayan bir
katoliksiniz", demişti. Jacques evinde bu işlerin nasıl
geçtiği konusunda hiçbir açıklamada bulunamazdı,
evdekilerin dine yaklaşımlarındaki görülmedik biçimi de
söyleyemezdi. Böylece, kararlı bir biçimde "Evet" yanıtını
vermişti, bu da insanlan güldürmüş ve tam da onun ne
yapacağını şaşırdığı bir anda sözünü esirgemeyen bir çocuk
ünü kazandırmıştı.
192
Bir başka gün, yazın öğretmeni, öğrencilere iç düzen
sorununa ilişkin bir basılı belge dağıtmış, velilerine
imzalatıp getirmelerini söylemişti. Silahlardan resimli
dergilere ve iskambil kâğıtlarına dek öğrencilerin liseye
sokması yasak olan nesneleri sayan belge bile öyle seçme
bir biçimde yazılmıştı ki, Jacques bunları annesiyle
büyükannesine basit deyimlerle özetlemek zorunda
kalmıştı. Annesi kâğıdın altına kaba bir imza atabilecek tek
kişiydi.3 Kocasının ölümünden sonra, her üç ayda bir savaş
dulu aylığını alması gerektiği ve yönetim, yani Maliye -ama
Catherine Cormery Maliye’ye gittiğini söylerdi yalnızca,
onun için anlamdan yoksun bir özel addı burası yalnızca,
çocuklardaysa, tersine, arada bir annelerinin de azıcık para
almasına izin verilen, kaynakları tükenmez bir söylensel yer
düşüncesi yaratırdı- 1 kendisinden her seferinde imza
istediğinden, ilk zorluklardan sonra, bir komşu (?)
kendisine bir Vve Camus 1 imzasının örneğini kopya
etmesini öğretmişti, iyi kötü becerirdi bunu, kabul de
edilirdi. Bununla birlikte, ertesi sabah, Jacques erken açılan
bir mağazayı temizlemek üzere kendisinden önce çıkmış
olan annesinin belgeyi imzalamadan gittiğini görmüştü.
Büyükannesi imza atmasını bilmezdi. Hesaplarmı da bir ya
da iki kez çizilmiş olmalarına göre, birimi, onluğu, yüzlüğü
gösteren bir yuvarlaklar düzeniyle yapardı. Jacques kâğıdı
imzasız olarak götürmüş, bu da evinde imzalayacak kimse
bulunup bulunmadığının sorulmasına yol açınca, "Hayır",
diye yanıtlamış, öğretmenin şaşkınlığına bakarak bu
durumun o
a. Yeniden.
İ. Yanlışlık.
I. Fransızcası "Tr&or public", yani "devlet hâzinesi". (Çev.)
İlk Adam
193/13
zamana dek sandığı kadar da sıradan bir durum olmadığını
anlamıştı.
Babalarının mesleğinin rastlantılarıyla Cezayir’e
gelmiş genç başkentliler daha da şaşırtırdı onu. Onu en çok
düşündürten de fransızca ve okuma derslerine karşı ortak
bir eğilimin bir tür candan dostlukla kendisine
yaklaştırdığı, Pierre’in de kıskandığı Georges Di- diera
olmuştu. Didier dinine çok bağlı bir katolik subayın
oğluydu. Annesi "müzik yapıyor", kızkardeşi (Jacques onu
hiç görmemişti, ama tatlı tatlı düşlerdi) nakış işliyor, Didier
de, söylediğine göre, rahipliğe hazırlanıyordu. Çok
akıllıydı, inanç ve aktöre sorunlarında uzlaşmazdı,
kesinlikleri katı mı katıydı. Hiçbir zaman ağzından kaba bir
söz çıkmaz, ya da bunlar kafalarında söyledikleri ölçüde
açık olmamakla birlikte, öteki çocukların sonu gelmez bir
genişlikle yaptıkları gibi, doğal işlevlere ve üreme
işlevlerine anıştırmada bulunduğu görülmezdi. Dostlukları
biçimlendiği zaman, Jac- ques’tan istediği ilk şey kaba
sözler kullanmaktan vazgeçmesi olmuştu. Jacques onun
yanında vazgeçmekte zorluk çekmemişti. Ama, ötekilerin
yanında, kaba sözleri kolaylıkla yeniden buluyordu. (Onun
için nice şeyleri kolaylaştıracak ve onu tüm dilleri
konuşmaya, tüm çevrelere uymaya,... dışında tüm rolleri
oynamaya yatkın kılacak olan çok biçimli doğası daha o
zamandan biçimlenmekteydi.) Jacques bir orta Fransız
ailesinin ne olduğunu Didier’yle anlamıştı. Dostunun
ailesinin Fransa’da bir evi vardı, ailenin mektuplarının,
anıların, fotoğrafların saklandığı eski sandıklarla dolu bir
tavanarası olan bir evi. Tatillerde buraya gi-
a. Sonra ölümünde yeniden ele alınacak.
194
der, Jacques’a durmamacasma buradan sözeder ya da
yazardı. Dedelerinin, dedelerinin dedelerinin, bu arada
Trafalgar’da bulunmuş bir denizci atanın öyküsünü bilir
ve imgeleminde yaşayan bu uzun öykü, günlük
davranışlarında ona örnek ve ilke sağlardı. "Büyükbabam
derdi ki... babam ister ki...", katılığını, sert arılığını böyle
doğrulardı. Fransa’dan sözettiği zaman "vatanımız" der
ve bu vatanın isteyebileceği özveriyi önceden benimserdi
("Baban vatan için öldü", derdi Jacques’a...), oysa vatan
kavramı Jacques için anlamdan yoksundu, Fransız
olduğunu, bunun birtakım görevler getirdiğini bilirdi,
ama onun için Fransa kendinden olduğumuzu
söylediğimiz ve bazı bazı bizi kendine isteyen bir
yokluktu, ama, şu evinin dışında sözünü duyduğu Tanrı,
görünüşe bakılırsa, iyilik ve kötülüklerin yüce dağıtıcısı
olan, dışarıdan etkilenemeyen, oysa insanların yazgısını
bildiği gibi yönlendiren Tanrı gibi yapardı biraz bunu.
Onun bu duygusu kendinden çok evindeki kadınların
duygusuydu. "Anne, vatana nedir?"® demişti bir gün.
Annesi anlamadığı her seferde olduğu gibi ürkmüş
görünüyordu. "Bilmiyorum, demişti. Hayır. -Fransa. -Ha!
evet;" Rahatlar gibi olmuştu. Oysa Didier bilirdi ne
olduğunu, kuşaklar içinde aile onun için güçlü bir
biçimde yaşamaktaydı, doğduğu ülkenin tarihi içinde
Jeanne d’Arc’ı yalnızca küçük adıyla anıyordu, aynı
biçimde iyilik ve kötülük de şimdiki ve gelecekteki
yazgısı olarak tanımlanmıştı. Jacques, daha düşük bir
derecede de Pierre, başka bir türden olduklarım
sezinliyorlardı, geçmişsiz, baba evsiz, mektup ve
fotoğraf dolu tavanarasız insanlardılar, hep ye-
a. 1940’ta vatanın bulgulanması.
195
rinde kalan, yabanıl bir güneşin altında büyürken, çatıları
karlarla örtülen belirsiz bir ulusun kuramsal yurttaşlarıydılar, örneğin hırsızlığı yasaklayan, anayı ve eşi
korumayı salık veren, ama kadınlara, üstlerle ilişkilere...
(vb.) ilişkin birçok sorun konusunda dilsiz kalan,
alabildiğine ilkel bir aktöreyle donanmışlardı, Tanrı’nın
bilmeyen ve bilinmeyen çocuklarıydılar kısacası, şimdiki
yaşam güneş, deniz ve yoksulluğun umursamaz tanrılarının
koruması altında gözlerine her gün öylesine tükenmez
görünüyordu ki, gelecek yaşamı tasarlama yeteneğinden
yoksundular. Gerçekte, Jacques Didier’ye böylesine derin
bir biçimde bağlanıyorsa, bu saltığa tutkun, dürüst
tutkularında eksiksiz olan (Jacques belki yüz kez okuduğu
dürüstlük sözünü ilk kez Didier’nin ağzından işitmişti) ve
gerçekten büyüleyici bir sevecenlik gösterebilen bu
çocuğun yüreği nedeniyle bağlanmıştı, ama aynı zamanda
da kendisine yabancı geldiği için bağlanmıştı, çekiciliği
Jacques için tam anlamıyla uzaksıl oluyor, böylece onu
daha da fazla çekiyordu, tıpkı, büyüyünce, yabancı
kadınların kendisini sayanılmaz bir biçimde çektiğini
duyacağı gibi. Ailenin, geleneğin ve dinin çocuğu, Jacques
için, tuhaf ve anlaşılmaz bir gizle tropiklerden dönen yağız
yüzlü serüvencilerin albenisini taşımaktaydı.
Ama güneşin soyup kemirdiği dağının tepesinde,
leyleklerin geçişine uzun bir yolculuktan sonra geldikleri
şu Kuzey’i düşleyerek bakan Kabilli çoban da bütün gün
düş kurabilir, akşam oldu mu sakızağaçh yaylaya, uzun
etekli aileye, kök saldığı yoksunluk kulübesine gelir.
Jacques da kenter geleneğinin garip iksiriyle^) sarhoş
olabilirdi, gerçekte kendisine en çok benzeyen ve
Pierre’den başkası olmayan kişiye bağlı kal-
196
maktaydı. Her sabah (pazar ve perşembe dışında), altıyı
çeyrek geçe, Jacques evinin merdivenini dörder dörder iner,
sıcak mevsimin nemliliğinde ya da kışın pelerinini bir
sünger gibi şişiren zorlu yağmurunda koşarak çeşmeden
Pierre’in sokağına sapar ve, hep koşarak, iki katı tırmanıp
kapıyı usulca çalardı. Pierre’in annesi, cömert yapılı bir
güzel kadın, kapıyı açardı, yoksulca döşenmiş yemek
odasına girilirdi dosdoğru. Yemek odasının dibinde, iki
yanda, her biri bir yatak odasına açılan iki kapı vardı. Biri
Pierre’le annesinin, öteki de iki dayısının, sessiz ve güleç
demiryolu işçilerinin odasıydı. Yemek odasına girilince,
sağda havasız ve ışıksız bir ufak yer mutfak ve tuvalet işi
görürdü. Pierre düzenli olarak geç kalırdı. Muşamba örtülü
masanın başında, kışsa petrol lambasının aydınlığında,
avuçlarında kahverengi ve sırçalı bir koca kâse, annesinin
koyduğu sütlü kahveyi ağzmı yakmadan içmeye çalışırdı.
"Üfle", derdi annesi. O da üflerdi, höpürdete- rek içer,
Jacques ona bakarken ayak değiştirirdi*. Pierre kahvesini
bitirince bir de mumla aydınlanan mutfağa geçmesi
gerekirdi, burada, maden teknenin önünde, üzerine özel bir
macun yatırılmış bir diş fırçasıyla bir bardak su kendisini
beklerdi, çünkü diş eti yangısı vardı. Pelerinini, çantasını
sırtına geçirip kasketini giyer, iyice giyinip kuşanmış olarak
bastıra bastıra, uzun uzun dişlerini fırçalar, sonra maden
tekneye gürültüyle tükürürdü. Diş macununun ilaçsı kokusu
sütlü kahvenin kokusuna karışırdı. Jacques hafiften tiksinir,
aynı zamanda da sabırsızlanırdı, bunun dostluğun
çimentosu olan şu somurtmalara yol açtığı enderdi. O
a. Liseli kasketi
197
zaman sessizce sokağa iner, hiç gülümsemeden tramvay
durağına dek yürürlerdi. Başka seferlerde, tersine, gülerek
birbirlerini kovalar ya da çantalardan birini bir ragbi topu
gibi birbirlerine geçirerek koşarlardı. Durakta, iki üç
sürücüden hangisiyle gideceklerini öğrenmek için kırmızı
tramvayın gelmesini beklerlerdi.
Çünkü iki arka vagonu her zaman küçümser, öne
gitmek için ilk vagona tırmanır, bunu da güçlükle yaparlardı, çünkü tramvay kent merkezine giden işçilerle
dolu olur, çantaları da yürümelerini zorlaştırırdı. Önde,
demir ve cam duvarla vites kutusu arasına sokulmak için
her yolcu inişinden yararlanırlardı. Yüksek ve dar vites
kutusunun tepesinde tutaklı bir kol çıkıntılı bir kocaman
çelik kertiğin ölü noktayı geri kalan üçünün ileri vitesleri,
bir beşincisinin de geri vitesi belirttiği bir halka boyunca
düz olarak dönerdi. Bu kolu kullanma hakkını tek taşıyan
ve yukarıya konulmuş bir levhanın kendileriyle konuşmayı
yasakladığı sürücüler iki çocuğun gözünde birer yan-tanrı
saygınlığı kazanmıştı. Nerdeyse askeri bir üniforma ve
meşin siperlikti kasketler giyerlerdi, yalnız Arap sürücüler
fes giyerdi. İki çocuk görünüşlerinden seçerdi onları. "Sevimli ufak"m bir "jeune premier" yüzü ve zayıf omuzları
vardı; boz ayı, kaba çizgili, iri ve güçlü Arap, gözleri hep
önüne dikili; hayvan dostu, bu adını bir kez dalgın bir
köpeği, bir başka kez de pisliğini raylar arasına bırakan bir
köpeği ezmemek için tramvayı durdurmuş olmasına borçlu
olan, kolun üzerine iyice eğilmiş, donuk yüzlü, açık renk
gözlü, yaşlı İtalyan; bir de Zorro, Douglas Fairbanks’ ın*
yüzünü ve ince bıyığını taşıyan
a. Tel ve tını.
198
koca sosis. Hayvan dostu çocukların da gönül dostuydu.
Ama hayranlıkları coşkuyla boz ayıya yönelirdi; şaşmaz bir
biçimde, bacakları üzerine sağlamca dikilmiş olur, kolun
tahta tutağını kocaman sol eliyle sıkıca tutarak yol durumu
elverir elvermez üçüncü vitese iter, uyanık sağ eli, vites
kutusunun sağında, kocaman fren tekerleği üzerinde,
kolunu ölü noktaya getirip arabayı raylar üzerinde ağır ağır
kaydırırken tekerleği birkaç kez çevirmeye hazır durumda,
gürültülü aracını var hızıyla sürerdi. En çok boz ayıyla
giderken, dönemeç ve makaslarda, koca bir sarmal yayla
arabanın tepesine bağlanmış uzun sırık oyuk jantlı bir
küçük tekerlekle takılı olduğu elektrik telinden çıkar, telin
titreşimlerinin zorlu gürültüsü ve kıvılcım fışkırmaları
içinde dikilirdi. O zaman biletçi tramvaydan atlar, sırığın
ucuna bağlanmış olan ve kendiliğinden arabanın
arkasmdaki bir dökme kutuya sarılan uzun teli yakalar,
çelik yayın direncini kırmak için var gücüyle çekerek sınğı
arkaya getirir, ağır ağır yükselterek, kıvılcım fışkırmalan
arasında, yeni baştan tekerleğin oyuk jantına yerleştirmeye
çalışırdı. Çocuklar, arabadan dışarı sarkarak ya da, mevsim
kışsa, burunlarını cama dayayarak, çalışmayı izlerler,
başarıyla taçlandığı zaman, kendisiyle doğrudan konuşma
yasağı çiğnenmeden sürücü de öğrensin diye ortaya haber
verirlerdi. Ama boz ayı hiç tınmazdı; yönetmeliğe göre,
arabanın arka yanmda sarkan ve o zaman öne yerleştirilmiş
bir dili işleten ipi çekerek kalkış işaretini vermesini
beklerdi. O zaman, daha fazla önleme gitmeden, tramvayı
yeniden çalıştırırdı. Önde toplanmış olan çocuklar, altlarında rayların kaymasma, üstlerinde, yağmurlu ya da pırıl
pırıl sabahta, tramvay bir at arabasmı hızla geçti-
199
ği ya da soiuğu kesilmiş bir otomobille çekiştiği zaman
sevinirlerdi. Tramvay her durakta Arap ve Fransız işçi
yükünün bir bölümünden boşalır, merkeze yaklaşıldıkça
daha iyi giyinmiş yolcular alır, zil sesiyle yeniden yola
çıkar, böylece, çevresinde kentin uzandığı daire yayını bir
baştan bir başa geçer, en sonunda birdenbire limana ve
körfezin çevrenin ucundaki kocaman mavimsi dağlarına
dek uzanan uçsuz bucaksız uzamına çıkıverirdi. Üç durak
sonra, son durağa, Gouvernement alanına gelinirdi,
çocuklar burada inerdi. Üç yanından ağaçlarla ve kemerli
evlerle çevrili alan, ak camiye, sonra da liman alanına
açılırdı. Ortada, dük d’Orleans’ın parıl parıl gökyüzü
altında bakır pasıyla kaplı, at üstünde çark yapan heykeli
yükselirdi, kötü havalarda kapkara olmuş bronzundan
yağmurlar akar (ve, kaçınılmaz olarak, heykeltraşm suluk
zincirini unuttuğu için kendini öldürdüğü anlatılırdı), bu
arada sular durmamacasına atm kuyruğundan anıtı çevreleyen, parmaklıklarla korunmuş dar bahçeciğe dökülürdü.
Alanın geri yanı, küçük, parlak taşlarla kaplıydı, çocuklar,
tramvaydan atlayınca, uzun kaymalarla, kendilerini beş
dakikada liseye götüren Bab-Azoun sokağına atılırlardı.
Bab-Azoun sokağı, her iki yanda kocaman, kara
sütunlara dayanan kemerlerin daha da daralttığı, sıkışık bir
sokaktı, başka bir şirketin çalıştırdığı ve bu mahalleyi
kentin daha yüksek mahallelerine bağlayan tramvay hattına
ancak yer kalırdı. Sıcak günlerde, yoğun bir mavilikteki
gökyüzü sokağın üstünde yakıcı bir güneş gibi durur,
kemerlerin altında gölge serin olurdu. Yağmurlu günlerde,
tüm sokak ıslak ve parlak bir taş siperden başka bir şey
değildi. Tüm kemerler
200
boyunca, satıcıların dükkânları sıralanırdı, ön duvarları koyu
renklere boyanmış ve açık renk kumaş yığınları gölgede hafiften
parıldayan toptan kumaş satıcdarı, karanfil ve kahve kokan
bakkal dükkânları, Arap satıcıların yağa ve bala batmış tatlılar
sattığı küçük dükkânlar, bu saatte süzme makinâları fışırdayan
kahveler (oysa, akşam, çiğ ışıklı lambalarla aydınlanmış durumda, değişik seslerle dolup taşardı, koca bir insan kalabalığı
yere saçılmış talaşı çiğner, içlerinden renk renk içkiler yansıyan
bardaklarla, acı bakla, ançuez, parça parça kesilmiş kereviz,
zeytin, patates kızartması ve yer fıstığı dolu kâseciklerle kaplı
tezgâhın önünde sıkışırdı), sonra, kartpostallarla, cırt renkli
Mağrip atkılarıyla süslü sunmalıklarla çerçevelenmiş, düz vitrinler içinde çirkin Doğu camları satılan turist dükkânları.
Kemerlerin ortasmda, bu dükkânlardan birine, hep
vitrinlerinin gerisinde, gölgede ya da elektrik ışığının altında
oturan, kocaman, akımsı, patlak gözlü, taşları ya da eski ağaç
gövdelerini kaldıran hayvanlan dü- şündürten, özellikle de tam
anlamıyla dazlak bir şişman adam bakardı. Lise öğrencileri, bu
özelliği nedeniyle, böceklerin başın çıplak yüzeyinden
geçerken dönüşlerde başarısızlığa uğrayıp dengelerini
koruyamadıklarını ileri sürerek "sinek patinaj alanı" ve
"sivrisinek pisti" admı takmışlardı ona. Akşamları, çoğu kez,
bir sığırcık sürüsü gibi, onu görmeye gelir, zavallının takma
adlarını haykırıp "Vız-z-z" sesleriyle sineklerin sözde
kaymalarına öykünerek koşa koşa dükkânının önünden
geçerlerdi. Şişman satıcı bağırıp çağırırdı onlara; bir iki kez,
gösterişle arkalarından koşmayı denemiş, ama bundan
vazgeçmek zorunda kalmıştı. Sonra,
201
birdenbire, çığlık ve alay dalgası karşısında hiç sesini
çıkarmamış, birkaç akşam çocukların sonunda yüreklenip
burnunun dibine dek gelip haykırmalarına izin vermişti. Bir
akşam, birdenbire, satıcının parayla tuttuğu genç Araplar,
sütunların arkasından çıkıverip çocukların arkasına
düşmüşlerdi. Jacques ile Pierre o akşam dayaktan
kurtulmalarını ancak olağandışı hızlarına borçluydular.
Jacques yalnızca ensesine bir tokat yemiş, sonra, şaşkınlığı
geçince, karşıtıyla arayı açmıştı. Ama arkadaşlarından iki üçü
okkalı tokat yemişti. Öğrenciler daha sonra dükkânı
yağmalamayı ve sahibine bedensel zarar vermeyi
tasarlamışlardı, ama, gerçek şu ki, karanlık tasarıları hiçbir
sonuç vermemişti, kurbanlarına işkence etmeye son vermişler
ve, yalancı bir iyi yüreklilikle, karşı kaldırımdan geçme
alışkanlığını edinmişlerdi. "Yelkenleri indirdik, demişti Jacques acılıkla. -Ne de olsa haksızdık, diye yanıtlamıştı Pierre.
-Haksızdık ve dayaktan korkuyoruz." Daha sonra, insanların
hukuka saygı gösterir gibi yaptıklarım, ama yalnızca gücün
önünde eğildiklerini (gerçekten) anladığı zaman, bu olayı
anımsayacaktı.2
Bab-Azoun sokağı, orta yerinde, Sainte- Victoire kilisesi
yararına, bir yanının kemerlerini yitirerek genişlerdi. Bu
küçük kilise eski bir caminin yerine yapılmıştı. Kireç badanalı
ön duvarına her zaman çiçekli bir tür sunu yeri(?) oyulmuştu.
Boşalmış kaldırımın üzerinde çiçekçi dükkânları kapılarını
açar, çocukların geçtiği saatte çiçekler sergilenmiş olur,
çiçeklere sürekli serpilen sular nedeniyle ağızları paslanmış,
zun konserve kutulan içinde, mevsimine göre, koca-
a. ötekiler gîbi o da.
202
man süsen, karanfil, gül ya da manisalalesi demetleri
sunarlardı. Aynı kaldırım üzerinde, Arap hamur işleri satan
küçük bir dükkân vardı, gerçekte, üç adamın zor
sığabileceği bir daracık yerdi. Bir yanına bir ocak açılmış,
çevresi aklı mavili fayanslarla kaplanmıştı, üstünde de
kaynar yağla dolu kocaman bir lenger şakırdı. Ocağın
önünde, sıcak günlerde gövdesi yarı çıplak, öteki günlerde
yakası çengelli iğneyle tutturulmuş bir Avrupa ceketi
giymiş, kazınmış başı, zayıf yüzü ve dişsiz ağzıyla
gözlüksüz bir Gandhi’yi andıran, terzi gibi oturmuş, şalvarlı
bir tuhaf adam durur, elinde kırmızı mine kaplamalı bir
kevgir, yağda kızaran yuvarlak böreklerin pişmesini
denetlerdi. Bir börek kıvamını bulduğu, yani çevresi kızarıp
ortasındaki alabildiğine ince hamur hem yarı saydam, hem
kıtır (saydam bir kızarmış patates gibi) olduğu zaman,
kepçesini özenle böreğin altma sokarak hemen yağdan
dışarıya çeker, kepçeyi iki üç kez silkeleyerek yağını leğene
akıtır, sonra önüne, bir camla korunan ve üzerinde şimdiden
bir yanda ballı börek çubuklarının, bir yanda yassı ve
yuvarlak yağlı böreklerin 8 dizilmiş olduğu delikli katlardan
oluşan bir tablanın üzerine koyardı. Pierre’le Jacques bu
tatlılara baydır, olağandışı bir durum sonucu, içlerinden
birinin birazcık par-ası olunca, burada durur, yağın hemen
saydamlaştırıverdiği kâğıdın içinde yağlı böreği ya da
satıcının ellerine fırının yanında duran ve üstünde börek
kırıntıları yüzen koyu renk bir balla dolu bir küpe batırıp da
verdiği çubuğu alırlardı. Çocuklar bu göz kamaştırıcı
yiyecekleri alır, liseye doğru koşmaya ara vermeden,
giysilerini kirletme-
a. Zlabias, Makroud
203
mek için başlarını ve gövdelerini öne eğerek ısırırlardı.
Kırlangıçların gidişi de, derslerin başlamasından kısa
bir süre sonra, Sainte-Victoire kilisesinin önünde
gerçekieşirdi. Gerçekten, burada genişleyen sokağın
yukarısında, çok sayıda elektrik teli, hatta eskiden tramvay
manevralarında kullanılan, kullanılmaz olduktan sonra da
çıkarılmamış olan yüksek gerilim kabloları vardı, İlk
soğuklarda, hiç don olmadığına göre, görece bir nitelik
taşıyan, gene de sıcağın aylar süren korkunç çöküşünün
ardından bayağı duyulur olan soğuklarda, genellikle denizin
karşısına düşen bulvarların üzerinde, lisenin önündeki
alanda ya da yoksul mahallelerinin göğünde, bazı bazı
ağaçta bir incire, denizde bir çöpe ya da yerde taze bir at
pisliğine dalış yaparak uçan kırlangıçlar 3, önce Bab-Azoun
sokağının koridorunda tek tek görünür, tramvaylara doğru
alçaktan uçar, sonra bir anda yükselerek gökte, evlerin
üstünde silinirlerdi. Bir sabah, birdenbire, küçük SainteVictoire alanının tellerinde, evlerin tepesinde, binler- cesi
birden durur, birbirlerine sokulur, aklı karalı minik
göğüsleri üzerinde başlarım sallar, yeni gelen birine yer
vermek için kuyruklarını oynatarak usulca ayaklarım çeker,
kaldırımı kül rengi dışkılarıyla doldurur, hep birlikte
sabahtan beri tüm sokağın üzerine yayılan dursuz duraksız
bir fısıltı oluşturup kısa gıdıklamalarla kabaran, tek bir
boğuk cıvıltı çıkarken, akşam olup da çocuklar dönüş
tramvaylarma doğru koştukları zaman, yavaş yavaş
nerdeyse kulakları sağır edecek oranda kabarır, sonra
görünmez bir buyruk üzerine
a. Bak Grenier'nin verdiği Cezayir serçeleri.
204
birden kesiliverir, o zaman binlerce küçük baş ve aklı karalı
kuyruk uyumuş kuşların üzerine eğilirdi. İki üç gün
süresince, Sahel’in her köşesinden, kimi zaman daha da
uzaklardan, ufak, hafif sürülerle kuşlar gelir, ilk gelenlerin
araşma sıkışmaya çalışır, yavaş yavaş, sokak boyunca, ana
topluluğun iki yanında kornişlere yerleşir, gelip geçenler
üzerinde kanat seslerini ve genel cıvıltıyı gittikçe artırırlar,
sonunda kulakları sağır ederlerdi. Sonra, bir sabah,
birdenbire, sokak boş kalırdı. Gece, tam şafak öncesi, kuşlar
hep birlikte güneye doğru yola çıkmış olurdu. O zaman,
akşamın hâlâ sıcak göğünde onlar için hiçbir zaman keskin
kırlangıç çığlıklarından yoksun bir yaz olmadığına göre,
çocuklar için kış zamanından çok önce başlardı.
Bab-Azoun sokağı, biri sağında, biri solunda, karşı
karşıya, liseyle kışlanın yükseldiği büyük bir alana çıkardı
sonunda. Lise, dik ve ıslak sokakları tepe boyunca
tırmanmaya başlayan Arap kentine sırtım dönerdi. Lisenin
ilerisinde Marengo bahçesi başlardı; kışlanın ilerisinde de
yoksul ve yarı İspanyol Bab-el-Oued mahallesi. Pierre’le
Jacques, yediye çeyrek kaladan birkaç dakika önce,
merdiveni var hızlarıyla tırmandıktan sonra, onur kapısının
yanında, kapıcının küçük kapısından, bir çocuk dalgasının
ortasına dalarlardı. İki yanında onur tablosunun asılı olduğu
büyük onur merdiveninin önüne çıkar, bu merdivenden de
çabucak yukarıya tırmanır, solda, camlı bir galeriyle büyük
avludan ayrılan ve katlara giden merdivenin sahanlığına
gelirlerdi. Burada, sahanlığın sütunlarından birinin ardında,
gecikenleri gözetleyen Gergedan’ı görürlerdi. (Gergedan,
takma admı sarkık bıyığına borçlu olan, kısa, sinirli,
Korsikalı baş gözetmendi.) Bir başka ya-
205
şam başlardı.
Pierre’le Jacques, "aile durumları" nedeniyle, bir yarıyatılı bursu elde etmişlerdi. Böylece bütün günü lisede
geçirir, öğle yemeklerini yemekhanede yerlerdi. Dersler,
gününe göre, 8’de ya da 9’da başlardı, ama sabah kahvaltısı
yatılılara 7.15’te verilirdi, yarı-- yatılıların da kahvaltı
hakları vardı. İki çocuğun aileleri, haklan böylesine azken,
herhangi bir haktan vazgeçilebileceğini hiçbir zaman
tasarlayamamışlardı; bunun sonucu olarak, Jacques’la
Pierre 7.15’te, daha pek uyanamamış yatılıların çinko kaplı
uzun masalara, kocaman kâselerle kocaman ekmek sepetleri
karşısına yeni yeni yerleştikleri sırada, geniş mi geniş, ak
ve yuvarlak yemekhaneye gelen ender yan-yatılılar
arasmdaydılar. Bu arada, çoğu Arap olan garsonlar, kaba
bezden önlüklere kundaklanmış olarak, bir zamanlar parlak
olan ve kocaman dirsekli ağızları bulunan kocaman
kahveliklerle sıraların arasında dolaşır, kâselere kahveden
çok hindiba içeren kaynar bir sıvı doldururlardı. Çocuklar,
çeyrek saat sonra, haklarını kullanmalarının ardından, etüde
gider, kendisi de yatılı olan bir belleticinin gözetimi altmda,
dersler başlamadan önce çalışmalarını gözden geçiren
öğrencilere katılırlardı.
Lisenin ilkokuldan büyük farkı öğretmenlerin çokluğuydu. M. Bernard her şeyi bilir, her bildiğini de aynı
biçimde öğretirdi. Lisede, hocalar konularla, yöntemler de
insanlarla değişiyordu*. Karşılaştırma olanaklı oluyor, yani
insanın sevdikleriyle hiç sevmedikleri arasında seçim
yapması gerekiyordu. Bu açıdan, bir
a. M. Bernard sevilir ve hayranlık uyandırır. Lisede, en iyi durumda bile» insan öğretmenine
hayran olur, ama sevmeyi göze alamazdı.
206
ilkokul öğretmeni daha çok babaya yakındır, nerdeyse
tümden yerini tutar onun, onun gibi kaçınılmazdır, zorunluluğun bir parçasıdır. Öyleyse kendisini sevip sevmeme
sorunu gerçekten atılmaz ortaya. Çoğu kez sevilir, çünkü
insan kesinlikle ona bağlıdır. Ama çocuk bir de sevmeyecek
ya da az sevecek olursa, bağımlılık ve zorunluluk gene de
kalır, bunlar da biraz aşkı andırır. Lisede, tersine,
öğretmenler aralarında bir seçim yapma olanağı bulunan
amcalar, dayılar gibiydi. Özellikle de insan onları
sevmeyebilirdi. Örneğin giyiminde son derece seçkin,
konuşmasında yetkeli ve kaba bir fizik öğretmeni vardı ki,
kendisini yıllar içinde iki üç kez yeniden karşılarında
bulmakla birlikte, Jacques da, Pierre de hiçbir zaman
sevememişti. Sevilme şansı en çok olan öğretmen,
çocukların ötekilerden daha çok gördükleri yazm
öğretmeniydi; gerçekten de, hem Jacques, hem Pierre
hemen hemen tüm derslerde 3 ona bağlanırlardı; bununla
birlikte, haklarında hiçbir şey bilmediği, ders bitince
bilinmedik bir yaşama doğru gittiği, onlar da bir lise
öğretmeninin oturmasma hiç mi hiç olanak bulunmayan şu
uzak mahalleye döndükleri için, ona dayanamazlardı. Kendi
tramvay hatlarında, ne öğretmen, ne öğrenci, hiç kimseye
rastlamazlardı, aşağı mahallelere kırmızılar (C.F.R.A.)
gider, kibar diye bilinen yukarı mahallelereyse, yeşil arabalı
bir başka hat, T.A.’lar hizmet verirdi. Ayrıca TA.’lar liseye
dek gelir, C.F.R.A.’larsa Gouvernement alanında durur,
liseye aşağıdan [ ]J. Öyle ki, gün bitince, iki çocuk
ayrılıklarını daha lisenin kapısında ya da azıcık daha ötede,
Gouvernement alanında, arkadaşlarının
a. hangileri, söylenecek? ve geliştirilecek?
1. Okunamayan bir sözcük.
207
oluşturduğu sevinçli topluluktan ayrılarak daha yoksul
mahallelere giden kırmızı arabalara yöneldikleri zaman
duyarlardı. Ama gerçekten ayrıldıklarıydı duydukları,
onlardan aşağı oldukları değil. Başka yerdendiler, hepsi o
kadar.
Ders zamanlarında, tersine, ayrılıkları silinirdi. Önlükler
daha çok ya da daha az şık olabilirdi, birbirlerine
benzerlerdi. Tek karşıtlıklar ders sırasında usun, oyunlar
sırasında bedensel çevikliğin karşıtlığıydı. İki çocuk bu iki
tür yarışta da sonunculardan değildi. İkisinin de ilkokulda
aldığı sağlam eğitim kendilerini daha altıncı sınıfta
baştakiler araşma yerleştiren bir üstünlük sağlamıştı. Şaşmaz
yazımları, sağlam hesapları, gelişmiş bellekleri, her şeyden
önce de her türlü bilgi karşısında kendilerine aşılanmış olan [
j1 saygı, en azından öğrenimlerinin başmda, büyük kozlardı.
Jacques böylesine kıpırdak (onur tablosuna girmesini sürekli
zorlaştırırdı bu durum) olmasaydı, Pierre latince- yi daha iyi
kavrasaydı, utkuları tam olacaktı. Ne olursa olsun,
öğretmenlerince yüreklendiriliyor, saygı görüyorlardı.
Oyunlara gelince, her şeyden önce futbol söz konusuydu, ve
Jacques bunca yılın tutkusu olacak şeyi daha ilk
teneffüslerde bulgulamıştı. Maçlar yemekhanedeki öğle
yemeğini izleyen teneffüste ve yatılılar, yarı-yatılılar ve
denetlenen gündüzlüler için saat dörtteki son dersi izleyen
teneffüste yapılmaktaydı. Bu sırada, bir saatlik bir teneffüs,
iki saat süresince ertesi günün derslerini hazırlayabilecekleri
etütten önce3, çocukların ikindi kahvaltılarını edip dinlenme-
1. Okunamayan bir sözcük.
a. gündüzlüler gittiğinden avlu eskisi kadar kalabalık değildir.
208
lerini sağlardı. Jacques için ikindi kahvaltısı söz konusu
değildi. Futbol tutkunlarıyla birlikte, dört yanından
kocaman sütunlu kemerlerle çevrili (bu kemerlerin altında
latinceye çeviri ustaları ve bilgeler gevezelik ederek
gezinirlerdi), çevresinde dört beş yeşil kanape ve demir
parmaklıklarla korunan kocaman incir ağaçları bulunan,
beton avluya fırlardı. İki takım avluyu paylaşır. kaleciler iki
uçta sütunlar arasında yerini alır, santraya dolma kauçuktan
koca bir top konulurdu. Hakem yoktu, daha ilk vuruşta
bağrışmalar ve koşmalar başlardı. Jacques, çoğu kez,
Tanrrdan sağlam bir kafa yokluğunda, güçlü bacaklar ve
tükenmez bir soluk almış olan en kötü öğrencilere de
sevdirip saydırırdı bu alanda kendini. Doğuştan becerikli
olmasına karşın futbol oynamayan Pierre’den ilk kez
burada ayrılmaktaydı: Pierre daha bir zayıflamakta,
Jacques’tan daha hızlı büyümekte, yer değişimi ona o denli
iyi gelmiyor- muş gibi daha bir sarışınlaşmaktaydı 3.
Jacques’a gelince, büyümesi gecikmekte, bu da "Bücür" ve
"Bodur" gibi seçkin adlar kazanmasına neden olmaktaydı,
ama hiç aldırdığı yoktu, bir ağaçtan ya da bir karşıttan sıyrılmak için top ayakta çılgınca koşar, avlunun ve yaşamın
kralı olduğunu duyardı. Teneffüsün sonunu ve etüdün
başlangıcını bildirmek üzere tambur çaldığı zaman, gökten
düşmüş gibi olur, anında betonun üstünde durur, soluk
soluğa, tere batmış durumda, saatlerin kısalığı karşısında
öfkeyle dolar, sonra yavaş yavaş içinde bulunulan
dakikanın bilincine vararak arkadaşlarıyla sıraya koşar,
yüzündeki terleri yeniyle siler, birdenbire kunduralarının
tabanındaki çivilerin aşındığı
a. geliştir.
İlk
Adam
209/14
düşüncesiyle dehşete kapılır, etüdün başında bunları
bunalımla inceleyerek düne göre farklılığını ve uçlarının
parlaklığını değerlendirmeye çalışır, yıpranma derecesini
ölçmekte güçlükle karşılaşmasına bakarak güvene gelirdi.
Ancak, düzeltilmesi olanaksız bir sakatlık, tabanın
açılması, yüzün yırtılması, topuğun çarpılması, dönüşte
nasıl karşılanacağı konusunda hiçbir kuşku bırakmaz, iki
saatlik etüt süresince, sıkıntıdan patlayıp ikide bir
yutkunur, dikkatli bir çalışmayla kusurunun karşılığını
ödemeye çalışır, ama dayak korkusu ister istemez
çalışmadan korkmasına neden olurdu. Ayrıca bu son etüt
en uzun geleniydi. Bir kez, iki saat sürerdi. Sonra gece ya
da başlamakta olan akşamda geçerdi. Yüksek pencereler
Marengo bahçesine bakardı. Yan yana oturan Jacques ile
Pierre’in çevresinde, öğrenciler, derslerden ve oyunlardan
yorgun durumda son çalışmalara dalar, her zamankinden
daha sessiz olurlardı. Özellikle yılın sonunda, akşam
bahçenin büyük ağaçlarının, çiçeklerinin ve muz demetlerinin üzerine inerdi. Gittikçe yeşeren gök yavaş yavaş
daralır, kentin gürültüleri daha uzak ve daha boğuk olurdu.
Hava çok sıcak olup da pencerelerden biri aralık kaldığı
zaman, küçük bahçenin yukarılarında son kırlangıçların
çığlıkları işitilir, yaban yaseminlerinin, kocaman
manolyalann kokusu mürekkep ve cetvelin daha ekşi ve
daha acı kokusunu bastırırdı. Jacques, görülmedik bir
biçimde yüreği daralmış durumda, düşlere dalar, kendisi de
fakülte ödevini hazırlayan genç belletici onu uyarırdı. Son
tamburu beklemek gerekirdi.
Yedide,» hep birden dışarıya fırlayıp gürültülü
a. eşcinselin saldırısı.
210
topluluklara ayrılırlardı. Tüm mağazaları aydınlatılmış,
kaldırımları kemerler altında kalabalıkla dolup taşan BabAzoun sokağı boyunca koşu başlar, kalabalık yüzünden,
bazı bazı bir tramvay görüp de kemerler altına atılmak
gerekinceye dek, yolun ortasından, raylar arasından koşmak
gerekir, en sonunda, çevresi satıcı kulübeleri ve Arap
satıcıların sergilerinin asetilen lambalarıyla aydınlanmış
Gouvernement alanına çıkılırdı. Kırmızı tramvaylar bekler,
sabah daha az kalabalıkken, bu kez çatlayacak ölçüde dolu
olur, bazı bazı, yolcular bir durakta ininceye dek, hem
yasaklanıp hem hoşgörülen şeyi yaparak ikinci vagonların
basamağında kalmak gerekir, inenler olunca, çocuklar,
birbirinden ayrılmış olarak, insan yığınının içine dalar, ne
olursa olsun, konuşamaz, ancak dirseklerini ve bedenlerini
çalıştırarak korkuluklardan birine ulaşmak için uğraşırlar,
buradan ışıklarla benek benek şileplerin, denizin ve göğün
karanlığında, yanmış da korları kalmış yapı iskeletlerini
andırdığı karanlık limanı görürlerdi. O zaman, denizin
üstünden, büyük bir gürültüyle, ışıklı, büyük tramvaylar
geçer, sonra biraz içeriye döner, gittikçe daha yoksul evler
arasında Belcourt mahallesine dek ilerler, burada ayrılmak,
hiçbir zaman aydınlatılmayan merdivenden çıkarak petrol
lambasının muşamba örtüyü ve masanın çevresindeki iskemleleri aydmlatan yuvarlak ışığına doğru gelmek gerekir,
odanın karanlıkta kalan geri yanında, Catherine Cormery
büfenin önünde sofrayı kurmak için uğraşır, büyükanne
mutfakta öğleden kalma yahniyi ısıtır, büyük kardeş de
masanm bir köşesinde bir serüven romanı okurdu. Bazı bazı
eksildiği son anda ayrımsanan tuzu ya da çeyrek paket
tereyağını almak için Mozabit
211
bakkala, ya da Gaby’de söylev çeken Emest dayıyı çağırmaya gitmek gerekirdi. Saat 8’de akşam yemeği sessizce
yenilir ya da dayı kendisini kahkahalarla güldüren, karanlık
bir serüveni anlatırdı. Ne olursa olsun, hiçbir zaman
liseden söz açılmazdı; yalnız, büyükanne iyi notlar alıp
almadığını sorduğu zaman, Jacques evet der, bir daha da
hiç kimse sözünü etmezdi, annesi de hiçbir şey söylemez, o
iyi notlar aldığını doğrulayınca, başını sallayıp tatlı tatlı
ona bakardı, ama her zaman sessiz ve biraz uzak olurdu,
"Kalkmayın, ben peyniri getiririm", derdi annesine, bir
daha sonuna dek ağzım açmaz, ancak sofrayı toplamak için
kalkardı. O yercesine okumak üzere Pardaillan ’lafı alır,
büyükanne, "Annene yardım et", derdi. Yardım edip
lambanın altına gelir, düellolardan ve yiğitlikten söze- den
koca kitabı kaygan ve çıplak muşambanın üstüne koyar, bu
arada annesi lambanın ışığı dışına bir iskemle çeker, kışın
pencerenin dibine, yazın balkona oturur, tramvayların,
arabaların ve insanların yavaş yavaş seyrekleşen geliş
gidişlerini izlerdi®. Ertesi sabah beş buçukta
kalkacağından, Jacques’a artık yatması gerektiğini
söyleyen de büyükanne olurdu. Jacques önce onu, sonra
dayıyı, en sonunda da anneyi öperdi, o da sevecen ve
dalgın bir öpüş verir, yarı karanlıkta, bakışı sokakta ve
durduğu kıyının aşağısında durup dinlenmeden akıp giden
yaşamm akışında yitmiş olarak, kı- mıltısız duruşuna geri
dönerdi; oğluysa, gırtlağı sıkışmış durumda, durup
dinlenmeden, karanlıkta onu gözetler, zayıf, kamburlaşmış
sırtına bakar, anlayamadığı bir mutsuzluk karşısında yüreği
bunalımla dolardı.
a. Lucien • 14 £PS -16 Sigortalar.
212
Kümes ve Tavuğun kesilmesi
Bilinmedik ile ölüm karşısındaki bu bunalımı liseden
eve doğru gelirken hep yeniden bulurdu; daha gün
sonunda, ışığı ve dünyayı çabucak yutan karanlıkla aynı
hızda yüreğini doldurur, ancak büyükannenin petrol
lambasını yaktığı anda sona ererdi; büyükanne camı
muşambanın üstüne koyar, [ayakları] ayak uçlarının
üzerinde biraz dikilmiş, kalçaları masanm kıyısına dayalı,
bedeni öne doğru eğilmiş, başı abajurun altında lambanm
fitilini daha iyi görebilmek için eğilmiş, bir eliyle fitili
ayarlayan bakır tekerleği tutarken, öbür eli, yanmış bir
kibritle, fitili kömürleşmez olup güzel, duru bir alev
verinceye dek kazır, camı oymalı oluğun dişleri üzerinde
gıcırdatarak yerine oturtur, sonra, masanm önünde
dimdik, bir kolu yukarıda, sarı, sıcak ışık masanm
üstünde geniş, kusursuz bir halka içinde dengeleninceye
dek, fitili yeniden ayarlar, ışık muşambadan yansımış
gibi, annenin ve masanm öbür ucundan töreni izleyen
çocuğun yüzünü daha yumuşak bir biçimde aydınlatır,
ışık yükseldikçe çocuğun yüreği yavaş yavaş rahatlardı.
Bazı bazı, kimi durumlarda, büyükannesi gidip avludan bir tavuk getirmesini buyurduğu zaman da
aynı bunalımı gurur ya da övüngenlikle yenmeye
çalışırdı. Paskalya ya da Noel gibi önemli bir şenlik
öncesinde ya da onurlandırılmak istenildiği kadar,
utanç duygu213
suyla, ailenin gerçek durumu konusunda aldatılmak istenen, daha iyi durumda akrabaların uğraması nedeniyle,
hep de akşamlan olurdu bu iş. Gerçekten de, lisenin ilk
yıllarında, büyükanne Josephin amcadan pazar günleri
yaptığı tecim gezilerinden Arap piliçleri getirmesini
istemiş, avlunun dibinde, doğrudan doğruya vıcık vıcık
ıslak toprağın üstünde kaba bir kümes yapmak üzere
Ernest dayıyı görevlendirmiş, burada kendisine yumurta,
gerekince de kanlarını veren beş altı hayvan beslemeye
başlamıştı. Büyükannenin bir idama karar verdiği ilk
seferde aile sofradaydı, çocukların büyüğünden gidip
kurbanı getirmesini istemişti. Ama Louis1 buna
yanaşmamış,
açıklıkla
korktuğunu
söylemişti.
Büyükanne alay etmiş, kendi döneminin iç ülkenin
diplerinde yaşayıp hiçbir şeyden korkmayan çocuklara
benzemeyen şu zengin çocuklarına verip veriştirmişti.
"Ama Jacques daha yüreklidir, bilirim. Hadi, sen git."
Doğrusunu söylemek gerekirse, Jacques hiç de daha
yürekli bulmuyordu kendini. Ama, yürek
li olduğu söylendiği andan sonra, gerileyemezdi, o ilk
akşamda da gitmişti. Karanlıkta el yordamıyla merdivenden inmek, sonra hep karanlık koridorda sola dönmek, avlunun kapısmı bulup açmak gerekirdi. Gece
koridor kadar karanlık olmazdı. Avluya inen kaygan ve
yeşermiş dört basamak seçilebilirdi. Sağda, berberin
ailesiyle Arap aileyi barındıran küçük yapının pancurlanndan cimri bir ışık sızardı. Karşıda, yerde ya da
pislikle kaplı tüneklerinin üstünde uyumuş hayvanların
akımsa lekelerini görürdü. Kümese gelince, yere
1. Jacques1 m kardeşi kimi zaman Henri, kimi zaman Louis diye
adlandırılır, a. biçimsiz.
çömelip de parmaklarıyla geniş parmaklıkların arasından
sallanan kümese dokununca, ılık ve mide bulandırıcı
dışkı kokusuyla birlikte boğuk bir gıdıklama başlardı. Yer
düzeyinde bulunan kafes parmaklıklı küçük kapıyı açar,
kolunu içeriye sokmak için eğilir, tiksintiyle yere ya da
pis bir tüneğe değer, kanat ve ayak kargaşası patlayıp
hayvanlar her yana uçup koşmaya başlayınca yüreği
daralır, hemen elini çekerdi. Gene de, en yürekli diye
gösterildiğine göre, kararını vermesi gerekirdi. Ama
karanlıkta, bu karanlık ve pis köşede, hayvanların bu
çırpınması onu midesini burkan bir bunalıma gömerdi.
Bekler, tepesindeki arı geceye, belirgin ve dingin
yıldızlara bakar, sonra ileriye atılıp ulaştığı ilk ayağı
yakalar, korkmuş hayvanı çığlık çığlığa kapıya dek
getirir, öbür eliyle de öbür ayağını tutar ve tüm kümes tiz
ve çılgın gıdaklamalarla dolarken, tüylerinin bir
bölümünü şimdiden kapının dikmesinde kopararak
tavuğu sertçe kümesten dışarıya çekerdi. Bu arada, birden
beliren bir ışık dörtgeni içinde yaşlı Arap, dışarıya
çıkardı. "Benim, mösyö Tahar, derdi çocuk dümdüz bir
sesle. Büyükanneye bir tavuk alıyordum. -Ha, sen misin?
Güzel, ben de hırsız sanmıştım." Adam avluyu yeniden
karanlığa gömerek evine dönerdi. O zaman, tavuk
çılgınca çırpınırken, Jacques onu koridorun duvarlarma,
merdivenin demirlerine çarpa çarpa, avcunda ayakların
kalın, soğuk, pullu derisini duymaktan gelen tiksinti ve
korkudan hasta durumda, koşar, sahanlıkta ve evin
koridorunda daha da hızlı koşar, en sonunda, utkuya
ulaşmış olarak, yemek odasmda beliriverirdi. Saçları
darmadağın, dizleri avlunun yosununda yeşermiş, tavuğu
olabildiğince bedeninden uzak tutarak, yüzü korkudan
apak, kapının eşi215
ğinde görünürdü. Büyükanne, büyük kardeşe, "Görüyorsun,
derdi. Senden küçük, ama seni utandırıyor." Jacques haklı
bir gururla kabarmak için büyükannenin tavuğun ayaklarını
kendi kararlı eline almasını bekler, tavuk da bundan böyle
amansız ellere düştüğünü anlamış gibi birden yatışırdı.
Kardeşi kendisine bakmadan tatlısını yer, ancak horgörüyle
şöyle bir yüzünü buruşturur, bu davranış Jacques’in
hoşnutluğunu daha da artırırdı. Ancak bu hoşnutluk kısa
sürerdi. Büyükanne, yiğit bir torunu olmaktan mutlu,
kendisini ödül olarak tavuğun boğazlanmasında bulunmak
üzere mutfağa çağırırdı. Daha baştan koca bir mavi önlük
kuşanmış olur, bir eliyle hep tavuğun ayaklarını tutarak ak
çiniden bir çukur tabakla Ernest dayının uzun ve kara bir
taşta düzenli olarak bilemesi sonucu, ince, uzun ağzı parlak
bir tele dönüşmüş mutfak bıçağını yere koyardı. "Şurada
dur." Jacques mutfağın dibinde belirtilen yere gider,
büyükanneyse, hem tavuğa, hem çocuğa girişi kapatacak
biçimde girişte yer alırdı. Böğrü teknede, [sol] duvara
dayalı, dehşet içinde, sungucunun devinilerine bakardı.
Büyükanne tabağı girişin solunda, tahta bir masanın üstüne
konulmuş küçük petrol lambasının ışığının tam altına iterdi.
Hayvanı yere uzatır, sağ dizini yere koyarak tavuğun
ayaklarını sıkıştırır, elini üstüne bastırıp çırpınmasını
engeller, sonra da sol eliyle başını yakalayıp geriye, tabağın üstüne getirirdi. Bir ustura gibi keskin bıçakla, ağır
ağır, insanda hırtlağının bulunduğu yerden onu boğazlar,
bıçak korkunç bir sesle kıkırdaklara gittikçe daha derin bir
biçimde girerken, o başı bükerek yarayı açar, bedeni
korkunç bir biçimde titreyen hayvanı tutar, açık kırmızı kan
ak tabağa akarken, kımıldama-
216
dan durur, Jacques, ona bakarken, kendi kanı söz konusuymuş gibi bacakları titrer, kanının boşaldığını duyardı.
Bitmek bilmeyen bir zamandan sonra, büyükanne, "Tabağı
al", derdi. Hayvandan kan akmazdı artık. Jacques, içinde
kanın daha şimdiden koyulaştığı tabağı önlemle masanın
üstüne koyardı. Büyükanne tüyleri soluklaşmış, yuvarlak ve
kırık göz kapakları üzerlerine inen gözleri cam gibi olmuş
tavuğu tabağın yanına atardı. Jacques kımıltısız bedene,
şimdi birleşmiş ve güçsüz olarak sarkan parmaklara, donuk
ve gevşek ibiğe, kısacası ölüme bakar, sonra yemek odasına
giderdi3. İlk akşam, içe atılmış bir öfkeyle, "Ben bunu görmeye katlanamam", demişti kardeşi. "İğrenç bir şey. Yok
canım", demişti Jacques da kararsız bir sesle. Louis hem
düşman, hem inceleyici bir bakışla ona bakmıştı. Jacques
dikleşmişti. Bunalımının üzerine, karanlığın ve tüyler
ürpertici ölümün karşısmda benliğini saran şu ürkütücü
korkunun üzerine kapanmış, gururda ve yalnız gururda, bir
yüreklilik istemi bulmuş, bu istem onun için yürekliliğin
yerini tutmuştu. "Korkuyorsun, hepsi bu, demişti sonunda.
-Evet, demişti içeriye dönen büyükanne, gelecek seferlerde
Jacques gidecek kümese." Ernest dayı, ağzı kulaklarında,
"Tamam, tamam, o yiğit", diyordu. Jacques donmuş gibiydi,
biraz kenarda, koca bir tahta yumurtanın çevresinde çorap
onaran annesine bakıyordu. Annesi de ona bakmıştı. "Evet,
çok iyi, demişti, yiğitsin." Sonra sokağa dönerdi gene,
Jacques, bütün varlığıyla ona bakarken, mutsuzluğun
daralmış yüreğine yeniden yerleştiğini duyardı. "Git, yat",
derdi büyükanne. Jacques,
a. Ertesi gün, aleve tutulan çiğ tavuğun kokusu.
küçük petrol lambasını yakmadan, yemek odasından gelen
ışıkta soyunurdu. Kardeşine dokunmamak, onu rahatsız da
etmemek için iki kişilik yatağın ucuna uzanırdı. Yorgunluktan
ve duyulardan bitkin durumda, hemen uyur, bazı bazı,
kendisinden daha geç kalktığından duvar yanında yatmak için
üzerinden atlayan kardeşi, bazı bazı da karanlıkta giyinirken
dolaba çarpan, usulca yatağına çıkan ve uyanık sanılacak
kadar hafif uyuyan annesi onu uykudan uyandırırdı. Jacques
bazı bazı annesinin gerçekten uyanık olduğunu sanır, içinden
ona seslenmek gelir, nasıl olsa işitmeyeceğini düşünür, o
zaman onunla aynı zamanda, öyle hafif, öyle kımıltısız, öyle
sessiz, uyanık kalmaya zorlardı kendini, uyku, annesini çetin
bir çamaşır ya da temizlik gününün ardından çoktan yıktığı
gibi, kendisini de yıkm- caya dek.
218
Perşembeler ve tatiller
Jacques’la Pierre evrenlerini yalnızca perşembe ve
pazar günleri yeniden bulurlardı (Jacques’in okulda kalma
cezasını çektiği ve (okul yönetiminin Jacques’m annesine
ceza sözcüğüyle özetleyerek imzalattığı pusula da
söylendiği gibi) 8’le 10 arasında iki saat (kimi ağır
durumlarda da dört saat) lisede, başka suçlular arasında,
genellikle o gün görevlendirildiği için çok öfkeli bir
belleticinin gözetimi altında özellikle yararsız bir yazı
cezasını yerine getirdiği kimi perşembeler dışmda4. Pierre
lisede sekiz yıl boyunca hiç okulda kalma cezası
görmemişti. Ama Jacques, fazla kıpırdak, hem de gösterişe
fazla düşkün olduğundan (öyle görünme hazzmı yaşamak
için budalalık ederdi), bol bol okulda kalma cezası alırdı.
Büyükannesine cezaların davranışla ilgili olduğunu ne denli
açıklarsa açıklasın, o alıklıkla kötü davranışı birbirinden
ayırmazdı. Ona göre, iyi bir öğrenci ister istemez erdemli ve
uslu olurdu; aynı biçimde, erdem de dosdoğru bilime götürürdü. Böylece, en azından ilk yıllarda, perşembe cezalan
çarşamba düzeltmeleriyle ağırlaşırdı.)
Cezasız perşembelerde ve pazar günlerinde, sabahlar
alışverişe ve ev işlerine adanırdı. Öğleden sonra, Pierre’le
Jean1 birlikte sokağa çıkabilirlerdi. Güzel mevsimde,
Sablettes plajı ya da manevra alanı, kaba
a. Lisede düello değil, kavga vardı.
1. Jacques söz konusu.
ca çizilmiş bir futbol alanı ve "boule"1 oyuncuları için birçok
yer bulunan koca arsa vardı. Burada, çoğu kez paçavradan
yapılmış bir top ve Arap ve Fransız çocuklardan
kendiliğinden oluşan takımlarla futbol oynanabilirdi. Ama,
yılın geri kalan zamanlarında, iki çocuk Kouba 3 Maluller
Evi’ne giderlerdi. Pierre’in annesi postaneden ayrılmış,
burada çamaşır bölümünün başı olmuştu. Kouba Cezayir’in
doğusunda, son tramvay durağında bir tepenin ardındaydı. b
Kent gerçekte burada sona erer, uyumlu tepecikleri, görece
bol suları, nerdeyse gür çayırları, yer yer yüksek servi ya da
kamış çitlerle ayrılan, toprakları kırmızı ve iştah açıcı
tarlalarıyla güzelim Sahel kın başlardı. Fazla emek vermek
gerekmeden, hem de bol bol bağlar, meyva ağaçları, mısır
yetişirdi. Hava da kentten ve sıcak aşağı mahallelerden
gelenler için bayağı temizdi ve sağlığa iyi geldiği söylenirdi.
Azıcık varlıkları ya da biraz gelirleri olunca, Cezayir’den
kaçıp daha ılımlı olan Fransa’ya gidenler için, bir yerde
solunan havanın azıcık serin olması "Fransa havası" diye
adlandırılması için yeterliydi. Kouba’da da böylece Fransa
havası solunurdu. Savaştan kısa bir süre sonra ödenekli sakatlar için kurulmuş olan Maluller Evi son tramvay durağına beş
dakika uzaklıktaydı. Karışık yapıda, eski bir manastırdı,
kireçle badana edilmiş çok kalın duvarları, kapalı galerileri,
yemekhane ve hizmet bölümlerinin yerleştirildiği kubbeli ve
serin büyük salonlarıyla birkaç kanada ayrılmıştı. Pierre’in
annesi Madam Marlon’un yönettiği çamaşırlık işte bu büyük
salonlar-
I. Küçük güllelerle oynayan bir oyun. (Çev.)
a. Adı bu muydu?
b. Yangın.
220
dan birindeydi. Çocukları önce burada, sıcak demir ve nemli
çamaşır kokulan içinde, biri Arap, öteki Fransız iki
yardımcısının arasında karşılardı. Her birine birer parça
ekmek ve çikolata verir, sonra taze ve güçlü kollarının
üzerinde yenlerini kıvırarak "Şunu saat 4 için cebinize
koyup bahçeye gidin, benim işim var", derdi.
Çocuklar önce galeriler altında ve iç avlularda dolaşır,
çoğu kez rahatsızlık veren ekmekten ve parmakları arasında
eriyen çikolatan kurtulmak için ikindi kahvaltılarını hemen
yerlerdi. Kiminin bir kolu ya da bir bacağı eksik, kimi
bisiklet tekerlekli küçük arabalara yerleşmiş sakatlara
rastlardı. Yüzünden yaralanmışlar ya da körler yoktu,
yalnızca sakatlar vardı, temizce giyinmişlerdi, çoğu kez bir
nişan takarlardı, gömleğin ya da ceketin, ya da pantalonun
bacağı özenle kaldırılıp çengelli iğneyle görünmez ucun
çevresine tutturulmuş olurdu, korkunç bir şey değildi,
kalabalıktılar. Çocuklar, ilk günün şaşkınlığı geçtikten
sonra, onlara da yeni bulgulayıp hemen dünyanın düzenine
kattıkları her şeye baktıkları gibi bakarlardı. Madam Marlon
onlara bu adamların savaşta bir kol ya da bir bacak yitirdiklerini açıklamıştı, savaş da onların dünyasının bir
parçasıydı, hep savaştan sözedildiğini işitirlerdi, çevrelerinde onca şeyi etkilemişti ki, burada bir kol ya da bir
bacak yitirilebilmesini, hatta bunun kol ve bacak yitirilen bir
yaşam evresi olarak tanımlanabilmesini anlarlardı. Bu
nedenle bu sakatlar evreni çocuklar için hiç de üzücü
değildi. Doğru, kimileri sessiz ve asık suratlıydı, ama
çokları
genç,
güleçti,
sakatlıklarıyla
alay
bile
edebiliyorlardı. Sık sık çamaşırlıkta dolaştığı görülen,
sarışın, köşeli yüzlü, sağlık dolu biri, "Yalnız bir
221
bacağım var, gene de kıçına tekmemi yiyebilirsin", derdi
çocuklara. Sağ eliyle galerinin korkuluk duvarına
dayanarak doğrulup tek ayağını onlara doğru sallardı.
Çocuklar onunla birlikte güler, sonra tabana kuvvet
kaçarlardı. Yalnız kendilerinin koşabilmeleri ya da iki
ellerini de kullanabilmeleri doğal gelirdi onlara. Yalnız bir
kez, futbol oynarken ayağı burkulup da birkaç gün ayağını
sürüklemek zorunda kalan Jacques’in içinden perşembe
sakatlarının tüm yaşamları boyunca şimdi kendisinin de
içinde bulunduğu koşma, giden bir tramvaya binme, bir
topa vurma yetersizliği içinde bulundukları düşüncesi
geçmişti. Kendisinin de sakat olabileceği düşüncesinin
yarattığı, kör bir bunalımla aynı zamanda, insan yapısının
mucizemsi yanı birden sarsmıştı onu, sonra unutmuştu.
Tümden çinkoyla kaplı, büyük masaları gölgede
hafiften parlayan, pancurları yarı kapalı yemekhaneler,
kocaman kaplarla, kazanlarla, tencerelerle dolu ve ısrarlı bir
yağ kokusu salan mutfak boyunca ilerlerlerdi*. Son kanatta,
ak ahşaptan gömme dolaplı, kül- rengi örtülerle örtülü iki,
üç yataklı odalar görürlerdi. Sonra bir dış merdivenden
bahçeye inerlerdi.
Maluller Evi nerdeyse tümden bırakılmış, büyük bir
bahçeyle çevriliydi. Birkaç sakat yapmm çevresindeki gül
ağacı topluluklarına, çiçekliklere, bir de kocaman kuru
kamış çitleriyle çevrili küçük sebze bahçelerine bakmakla
görevliydi. Ama, bunların ötesinde, bir zamanlar çok güzel
olan bahçe öyle bırakılmıştı. Kocaman okaliptüsler,
görkemli palmiyeler, hindistancevizi ağaçları, alçak dallan
uzakta köklenip gölge ve giz
• çocuklar.
222
dolu bir bitkisel labirent oluşturan, dev gövdeli kauçuk
ağaçlan8, kalın, sağlam serviler, güçlü portakal ağaçlan,
olağanüstü boylara ulaşmış, kırmızı ve ak zakkum ağaçları,
kilin çakılı yediği, kendileri de köklerinden güçlü bir yonca,
kuzukulağı ve yabanıl ot halısıyla sarılmış, hoş kokulu bir
yabanyasemini, yasemin, filbahar, çarkıfelek, hanımeli
kitleleriyle kemirilen yolları tutmuştu. Bu hoş kokulu
ormanda dolaşmak, yerde sürünmek, burnu otlarda
saklanmak, kapanmış geçitleri bıçakla açmak, buradan
bacaklar çizik çizik, yüz sırılsıklam çıkmak bir sarhoşluktu.
Ama öğleden sonranın büyük bir bölümünü de dehşet
verici zehir üretimi alırdı. Çocuklar bir yaban asmasıyla
kaplı bir duvar parçasına sırtını vermiş eski bir taş bankın
altına koca bir aspirin tüpü, ilaç şişesi ya da eski hokka, kap
kacak kırığı, orasından burasından çentiklenmiş fincan
yığını
toplamışlardı,
bunlar
laboratuarlarını
oluşturmaktaydı. Burada, bahçenin en sık yerinde, tüm
gözlerden uzakta, gizemli iksirlerini hazırlarlardı.
İksirlerinin ana öğesi pembe zakkumdu, yalnızca gölgesinin
zararlı olduğu ve dibinde uyuyan önlemsizin hiçbir zaman
uyanmayacağı sık sık işitildi- ği için. Böylece, mevsimi
geldiği zaman, zakkum yaprakları ve çiçeği görünüşü bile
korkunç bir ölüm getirebilecek kötü bir hamur
oluşturuncaya dek iki taş arasında ezilirdi. Bu hamur
havada bırakılır, böylece fazlasıyla ürpertici birtakım
yansımalar toplardı. Bu arada çocuklardan biri koşup eski
bir şişeye su doldururdu. Servi kozalaklan da öğütülürdü.
Servinin mezarlık ağacı olduğu gibi belirsiz bir nedenle
çocuklar
a. öteki büyük ağaçlar.
223
kötülüklerinden kuşku duymazlardı. Ama meyvalar
kurumanın kendilerine üzücü bir kuru ve sert sağlık
görüntüsü verdiği topraktan değil/ ağaçtan toplanmaktaydı.
İki bulamaç eski bir kâsede karıştırılır, sulandırılır, sonra da
kirli bir mendille süzülürdü. Böylece, kaygı verici bir yeşil
sıvı elde edilir, çocuklar bir anda ölüm getirecek zehir
karşısında tüm önlemleri alarak işlem yaparlardı. Aspirin
tüplerine ya da ilaç şişelerine özenle konulup el sürmekten
sakınılarak ağızları kapatılırdı. Sonra, gittikçe daha keskin
zehir dizileri elde etmek için toplanabilecek tüm
yemişlerden yapılmış farklı bulamaçlarla karıştırılırdı,
özenle numaralanır, mayalanma iksirleri öldürücülüğünü
kesinlikle sürdürsün diye ertesi haftaya dek taş bankın altına
yerleştirilirdi. Bu karanlık işlemler bittikten sonra, J.’la P.
, tüyler ürpertici şişelere kendilerinden geçerek, uzun uzun
bakarlar, yeşil bulamaçla lekelenmiş taştan çıkan acı ve ekşi
kokuyu hazla içlerine çekerlerdi. Öte yandan, bu zehirler
hiç kimseye yönelik değildi. Kimyacılar öldürebilecekleri
insan sayısını hesaplar, bazı bazı iyimserliği kenti insansız
bırakacak oranda zehir ürettiklerini varsaymaya dek
götürürlerdi. Bununla birlikte, bu büyülü ilaçların
kendilerini bir arkadaştan ya da nefret edilen bir
öğretmenden
kurtarabileceğini
hiçbir
zaman
düşünmemişlerdi. Öyle ya, gerçekte hiç kimseden nefret
etmezlerdi, bu da olgunluk çağında ve o zaman yaşamaları
gereken toplumda onları çok rahatsız edecekti.
Ama en büyük günler yelin zorlu estiği günlerdi. Yapının
bahçeye bakan yanlarından biri, eskiden bir
a. Sürediztmsel sıraya konulacak.
224
taraça olarak kullanılan bir yerdi, taş korkuluğu kırmızı
döşeme taşlarıyla kaplı geniş bir oturtmalığın dibinde, otlar
arasındaydı. Üç yanından açık olan taraça- dan park, parkın
ötesinde de Kouba tepesini Sahel yaylalarından birinden
ayıran bir koyak görünürdü. Öyle bir konumu vardı ki,
Cezayir’de her zaman sert esen doğu yeli çıktığı zaman,
dosdoğru üzerine vururdu. Çocuklar bu günlerde diplerinde
her zaman uzun,
kurumuş dallar bulunan ilk palmiye ağaçlarına doğru
i
koşarlardı. Bu dallan alır, dikenlerini çıkarıp elleriyle
tutabilmek için altlarını kazırlardı. Sonra, dalları arkalarında
sürükleyerek taraçaya doğru koşarlardı; yel kudurmuş gibi
eser, yüksek dallan çılgınca sallanan okaliptüsler arasında
ıslık çalar, palmiyeleri dağıtır, kauçuk ağaçlarının geniş,
parlak yapraklarını bir kâğıt sesi çıkararak buruştururdu.
Taraçaya tırmanmak, dalları yukarı alıp sırtını yele vermek
gerekirdi. Sonra kuru ve hışırtılı dalları bir ölçüde
bedenleriyle de koruyarak elleri dolusu alır, sonra
birdenbire dönüverirlerdi. Bir anda dal üzerlerine yapışır,
toz ve saman kokusunu solurlardı. Oyun, o zaman, dalı
gittikçe daha yukarıya kaldırarak yele karşı ilerlemekti. Dalı
ellerinden yele kaptırmadan taraçamn ucuna önce gelebilen,
dal kollarının ucunda dikilmiş durumda, tüm beden öne
atılmış bacağın üstünde, yelin azgın gücüne karşı utkuyla ve
olabildiğince uzun zaman savaşan oyunu kazanırdı. Burada,
bu bahçenin ve bu ağaç dolu yaylanın üzerinde, hızlı hızlı
koca bulutlar geçen bir gökyüzünün altında, öylece dikilmiş
durumda, Jacques ülkenin uçlarmdan gelmiş yelin dal ve
kolları boyunca indiğini, içini durmamacasına uzun
çığlıklar kopartan bir güç ve bir sevinçle doldurduğunu
duyar, en sonunda,
İlk Adam
225/15
kollan ve omuzlan çabadan kopmuş durumda dalı bırakır,
fırtına da çığlıklarıyla birlikte bir anda götürüve- rirdi. Akşam,
yatınca, annesinin hafif bir uykuyla uyuduğu odanın
sessizliğinde, tüm yaşamı boyunca seveceği yelin
gümbürtüsünün ve taşkınlığının içinde hâlâ uğuldadığını
duyardı.
Perşembe3 Jacques’la Pierre’in belediye kitaplığına
gittikleri gündü aynı zamanda. Jacques, her zaman. eline
geçen kitapları yercesine okumuştu, bunları da yaşamakta,
oynamakta ve düş kurmakta gösterdiği oburlukla yutardı.
Ama okuma, zenginlikle yoksulluğun kesinlikle gerçekdışı
oldukları için aynı ölçüde ilginç göründükleri, arı bir evrene
kaçmasını sağlardı. L'Intrepide, kendisi ve arkadaşlarının
karton kapağı iyice kirlenip aşmıncaya, iç sayfaları köşeleri
kıvrılıp yırtılıncaya dek elden ele geçirdikleri kocaman resimli
gazete dizileri, onu iki temel susuzluğunu, sevinç ve yiğitlik
susuzluğunu karşılayan güldürücü ya da kahramanca bir
evrene götürmüştü. İnanılmaz ölçüde kılıç kalkan romanı
tüketmelerine ve Pardaillan’m kişilerini gündelik yaşamlarına
kolaylıkla karıştırmalarına bakılırsa, kahramanlık ve gösteriş
düşkünlüğü iki çocukta da çok güçlüydü. Gözde yazarları
Michel Zevaco’y- du, ve Rönesans, özellikle de Roma ve
Floransa sarayları, krallık ya da papalık debdebesi içinde,
kılıç ve zehir renkli İtalyan Rönesansı, bazı bazı, Pierre’in
oturduğu sarı ve tozlu sokakta, uzun, [ ] l, cilalı cetvelleri
çekerek, daha sonra parmaklarının uzun süre izlerini taşıdığı
azgın düellolar yapan bu iki aristokratın göz-
a. ortalarından ayrılacak.
1. Okunamayan bir sözcük.
de ülkesiydi». O sırada başka kitaplarla pek karşılaşmazlardı, çünkü bu mahallede pek az insan kitap okurdu,
kendileri de ancak arada sırada kitapçı dükkânlarına düşen
halk kitaplarını satın alabilirlerdi.
Ama, aşağı yukarı liseye girdikleri dönemde, mahallede, Jacques’in oturduğu sokakla Cezayir’in nemli ve
sıcak yamaçlarında çok güzel gelişen hoş kokulu bitkilerle
dolu küçük bahçeler içindeki villalarıyla daha seçkin
mahallelerin başladığı yüksek yerlere eşit uzaklıkta bir
belediye kitaplığı açılmıştı. Söz konusu villalar ancak
kızların alındığı Sainte-Odile dinsel yatılı okulunun
çevresindeydi. Jacques ile Pierre en derin heyecanları (daha
bunlardan sözetme zamanı gelmedi, ilerde sözedilecek, vb.)
kendi mahallelerine hem öylesine yakın, hem de öylesine
uzak plan bu mahallede yaşamışlardı. İki evren (biri tüm
yerleri insanlara ve onları barındıran taşlara ayrılmış, tozlu
ve ağaçsız, öteki çiçek ve ağaçların bu dünyanın lüksüyle
donattığı) arasmdaki smırı iki kaldırımında da görkemli çınarlar yükselen oldukça geniş bir bulvar canlandırırdı. Bir
yanında villalar, öbür yanında küçük ucuz yapılar uzanırdı.
Belediye kitaplığı bu yanda kurulmuştu. 1
Haftada üç gün, bu arada perşembeleri de, akşam iş
saatinden sonra, perşembeleriyse sabahtan öğleye değin
açılırdı. Zamanının birkaç saatini karşılıksız olarak bu işe
veren, oldukça nankör bedenli, genç bir bayan öğretmen,
oldukça geniş bir çam masanın arkasında oturur, ödünç
verilecek kitaplara bakardı. Oda ka-
a. Gerçekte kim d’Artagnan ya da Passepoil olacak dîye dövüşürlerdi. Hiç kimse Aramis, Athos
ve Porthos olmak İstemezdi.
I. Yazar "bu pazar üzerine*(sur ce marehe) diyor, oysa daha önce pazardan sözelmi- yor.
Yanılgının *bon marehe"nin(ucuz) yaptığı çağrışımdan kaynaklandığı düşünülebilir. (Çev.)
227
re biçimi, duvarlar tümden çam kitap rafları ve kara bez
ciltli kitaplarla kaplıydı. Çabucak bir sözlüğe bakmak
isteyenler için bir küçük masa ve çevresinde birkaç iskemle
vardı; çünkü yalnızca ödünç kitap verilen bir kitaplıktı
burası. Bir de abecesel fişlik vardı ya Jacques da, Pierre de
bu fişliğe hiç bakmazlardı; onların yöntemi rafların önünde
dolaşmak, kitabı adına, daha ender olarak da yazarına göre
seçmek, numarasmı alıp kitabı istemede kullanılan mavi
kâğıda geçirmekti. Kitap almaya hak kazanmak için bir kira
makbuzu getirmek ve çok küçük bir ödenti vermek
yeterliydi. O zaman katlanır bir kart alınır, verilen kitaplar
bayan öğretmenin tuttuğu defterle birlikte buraya da yazılırdı.
Kitaplıkta roman çoğunluktaydı, ama çokları on beş
yaşından küçüklere yasaktı ve ayrı yerleştirilmişti.
Çocuklar da tümden sezgisel yöntemleriyle kalanlar
arasında gerçek bir seçim yapamazlardı. Ama ekinsel
konularda rastlantı en kötü yol değildi, iki pisboğaz, her
şeyi karmakarışık bir biçimde silip süpürürken, en kötüyle
birlikte en iyiyi de yutardı. Ayrıca, herhangi bir şeyi
uslarında tutmaya da aldırdıkları yoktu; haftalar, aylar,
yıllar içinde, her gün içinde yaşadıldarı gerçeğe
indirgenmez olan, ama düşlerini de yaşamları kadar şiddetle
yaşayan bu ateşli çocukların gözünde canlılıkta daha aşağı
kalmayan koca bir imge ve anı evreni doğurtup büyüten
şaşırtıcı ve güçlü bir heyecan dışında hiçbir şey
tutmazlardı8*5.
Gerçekte, bu kitapların içindekiler pek de önemli
değildi. Önemli olan kitaplığa girdikleri zaman duy-
a. Quillet sözlüğünün sayfalan, levhaların kokusu.
b. Matmazel, Jack London iyi midir?
228
duklanydı, onlan kara kitaplardan bir duvar değil, daha
kapının eşiğinde, kendilerini mahallenin dar yaşamından
koparıp alan bir uzam ve sayısız çevrenler karşılardı. Sonra,
hakları olan ikişer kitabı abp dirsekleriyle sıkı sıkı
böğürlerine bastırarak bu saatte karanlık olan bulvara
çıktıkları an gelirdi, koca çınarların toplarını ayaklarının
altında ezerken, kitaplarından alacakları hazlan tasarlar,
bunları önceki haftanınkilerle karşılaştırır, sonunda ana
sokağa gelince, ilk sokak fenerinin sönük ışığında sevinçli
ve açgözlü umutlarını güçlendirecek bir tümce devşirmek
için açarlardı (örneğin "Ender rastlanır bir güç vardı onda"
tümcesi). Birbirlerinden çabucak ayrılır, petrol lambasının
ışığı altında, muşambanın üzerine kitabı açmak üzere
yemek odasına koşarlardı. Aynı zamanda, parmaklara törpü
gibi sürtünen kaba ciltten keskin bir kola kokusu yayılırdı.
Kitabın baskı biçimi okuru alacağı haz konusunda
şimdiden aydınlatırdı. P. ile J., incelmiş yazar ve okurların
hoşlandığı şu geniş marjlı, geniş sayfa düzenlerini değil,
sıkışık bir biçimde sıralanan satırlar boyunca koşan
küçücük harflerle oluşturulmuş dopdolu sayfaları, içinden
bol bol ve uzun uzun yenilip de bir türlü tü- ketilemeyen,
kimi büyük iştahları ancak kendileri bastıran köy tepsileri
gibi tepeleme sözcük ve tümce dolu sayfalan severlerdi.
İncelmişliği ne yapacaklardı, hiçbir şeyi tanımıyor, her şeyi
bilmek istiyorlardı. Anlaşılır bir biçimde yazılmış ve
şiddetli bir yaşamla dolu olduktan sonra, kitabın «kötü
yazılmış ve kabaca kurulmuş olmasının pek önemi yoktu;
onlara düş besinlerini bu kitaplar ve yalnız bu kitaplar
verebilirdi, daha sonra bunların üzerinde derin bir uykuya
dalabilirler-
di.
Ayrıca, her kitabın, basıldığı kâğıda göre, özel bir
kokusu vardı, her durumda, ince, gizli, ama öylesine
benzersiz bir koku ki, J., Nelson dizisinin kitaplarını o
sırada Fasquelle’in yayımladığı ucuz basılardan gözü
kapalı ayırabilirdi. Bu kokuların her biri, daha okumaya
bile başlamadan, Jacques’i şimdiden tutulan vaatlerle bir
başka evrene götürür, bu evren de daha şimdiden
bulunduğu odayı karartmaya, mahalleyi ve gürültülerini,
kenti ve tüm dünyayı silmeye başlar, çılgınca ve coşkulu
bir doymazlıkla okumaya başlamasıyla da tümden silinip
sonunda çocuğu tam bir sarhoşluğa düşürür, yinelenen
buyruklar bile onu bu sarhoşluktan sıyıramazdı*. "Jacques,
üçüncü kez söylüyorum, sofrayı yap." En sonunda,
okumadan zehirlenmiş gibi, bakışları boş ve soluk, biraz
şaşkın, sofrayı yapar, kitabını hiç bırakmamamışçasma
yeniden eline alırdı. "Jacques, yemeğini ye." En sonunda,
yoğunluğuna karşın, kitaplarda bulduğundan daha az
gerçek, daha az katı bulduğu besinini yer, sofrayı toplar ve
yeniden kitabı eline alırdı. Bazı bazı, annesi köşesine
gitmeden önce yanma yaklaşırdı. "Kitaplığmki", derdi.
Oğlunun ağzından işittiği, ama kendisine hiçbir şey
söylemeyen bu sözcüğü güzel söyleyemez, ancak kitapların
kapağını tanırdıb. Jacques, başını kaldırmadan, "Evet",
derdi. •Catherine Cormery omzunun üstünden eğilirdi.
Işığın altında çifte dikdörtgene, satırların düzenli sırasına
bakardı; o da kokuyu içine çeker, bazı bazı bir kitabın ne
olduğunu daha iyi bilmek, bu kendisi için gizlemli,
anlaşılmaz, ama oğlunun öyle sık sık ve saatler boyuna. geliştirilecek.
b. Çam ağacından bir küçük yazı masası yaptırtmışlardı ona (Emest dayı).
• 230
ca kendisinin bilmediği, onunsa, üzerine bir yabancı üzerine
konar gibi konan bir bakışla döndüğü bir yaşam bulduğu
göstergelere biraz daha yaklaşmaya çalışır gibi, çamaşırların
suyundan kırışmış, uyuşuk parmaklarını sayfanın üzerinde
gezdirirdi. Biçimini yitirmiş el usulca çocuğun başını okşar,
çocuk tepki göstermez, o içini çeker, sonra gidip uzağına
otururdu. "Jacques, git yat." Büyükanne buyruğu yinelerdi.
"Yarın, geç kalacaksın." Jacques kalkar, kitabı koltuğunun altında, ertesi günün derslerine göre çantasını hazırlar, kitabı
yastığının altına soktuktan sonra, bir sarhoş gibi, derin bir
uykuya dalardı.
Böylece, yıllar boyunca, eşitsiz bir biçimde, Jacques’in
yaşamı birbirine bağlayamadığı iki yaşam arasında
bölünmüştü. On iki saat süresince, bir çocuk ve öğretmen
toplumu içinde, tambur sesleriyle, oyunlar ve dersler arasında.
Gündüz yaşamının iki üç saati süresince eski mahalledeki
evde, ancak yoksulların uykusunda ulaştığı annesinin yanında.
Gerçekte, yaşamının en eski bölümü bu mahallede olmakla
birlikte, şimdiki yaşamı, şimdiki yaşamından da fazla gelecek
yaşamı lisedeydi. Öyle ki, mahalle sonunda bir bakıma akşam,
uyku ve düşle karışıyordu. Öte yandan, bu mahalle var mıydı,
bir akşam bilincini yitirmiş çocuk için de olduğu gibi bir çöl
değil miydi? Betonun üstüne düşüş... Ne olursa olsun, lisede,
hiç kimseye annesinden ve ailesinden sözedemezdi. Ailesinde
de hiç kimseye liseden sözedemezdi. Bakaloryaya dek geçen
tüm yıllar süresince, hiçbir arkadaş, hiçbir öğretmen evine
gelmemişti. Annesiyle büyükannesine gelince, hiçbir zaman
liseye gelmezlerdi, yılda bir kez, temmuza doğru, ödül
dağıtımına gelir-
231
lerdi yalnızca. Doğru, o gün, pazarlıklarını giymiş bir
yakınlar ve öğrenci kalabalığı içinde, büyük kapıdan
girerlerdi liseye. Büyükanne büyük çıkışlardaki giysisini
giyip kara başörtüsünü başına takar, Catherine Cormery,
mumdan kara üzümle süslü ve kahverengi tüllü bir şapka,
kahverengi bir yazlık giysi ve biricik yarım topuklu
ayakkaplarmı giyerdi. Jacques’in Danton yakalı ve kısa
kollu bir gömleği, önce kısa, sonra uzun, ama annesinin
her zaman bir gün önceden özenle ütülediği bir pantalonu
vardı, öğleden sonra bire doğru, iki kadının ortasında
yürüyerek, onları kırmızı tramvaya yöneltir, ön vagonda
bir sıraya oturtur, camın öbür yanından, arada bir
kendisine gülümseyen ve tüm yol boyunca şapkanın başa
oturmasını ya da çorabının düşüp düşmediğini, ya da ince
bir zincirin ucunda, Meryem anayı gösteren, küçük altın
madalyonun yerini denetleyen annesine bakarak önde,
ayakta beklerdi. Gouvernement alanında, tüm Bab-Azoun sokağı boyunca, yılda bir tek kez iki kadınla yürüdüğü her günkü yolu başlardı. Jacques annesinin durum
dolayısıyla bol bol harcadığı losyonu [lampe- ro] içine
çeker, büyükanne dimdik ve gururla yürür, kızı
ayaklarından yakınacak oldu mu onu azarlar ("Bu yaşta
fazla küçük ayakkabı almak ne demekmiş, anlarsın!"),
Jacques da bu arada bıkıp usanmadan yaşamında bunca
büyük bir yer edinmiş dükkânları ve satıcıları gösterirdi.
Lisede, onur kapısı açılmış olur, saksılarda bitkiler ilk ana
baba ve öğrencilerin tırmanmaya başladığı anıtsal
merdivenin iki yanını süsler, Cormery’ler de yaşamlarında
pek öyle toplumsal zorunluk ve eğlence bulunmayan ve
zamanmda yetişememekten korkan yoksulların her zaman
yaptıkları
232
gibi®, elbette fazlasıyla erken gelmiş olurlardı. Bir balo ve
konser şirketinden kiralanmış iskemle sıralarıyla kaplı
büyükler avlusuna gelirlerdi o zaman; dipte, büyük saatin
altında, üstü koltuk ve iskemlelerle dolu, bol bol da yeşil
bitkilerle süslü bir peyke avluyu tüm genişliğince kapatırdı.
Kadınlar çoğunlukta olduğundan, avlu yavaş yavaş açık
renk tuvaletlerle dolardı. İlk gelenler, güneş almayan yerleri,
ağaçların altını seçerlerdi. Ötekiler incecik hasırdan,
kenarlan kırmızı yünden ponponlarla süslü Arap
yelpazeleriyle velpaze- lenirlerdi. Kalabalığın yukarısında,
göğün mavisi sıcağın pişirmesiyle pıhtılaşır, gittikçe
sertleşirdi.
Saat ikide, yukarı galeride, görünmez bir asker orkestrası La Marseillaise's başlar, bütün hazır bulunanlar
ayağa kalkar, başlarında müdür ve bu yıl angaryayı
yüklenmiş olan resmi görevli (genellikle Genel Hükümet’in bir yüksek memuru), dört köşe başlıklar ve ipekli
bölümü uzmanlıklara göre renk değiştiren, uzun cübbelerle
içeriye girerlerdi. Öğretmenlerin yerleşmesi sırasında yeni
bir savaş marşı duyulur, hemen arkasından resmi görevli
söz alır, genel olarak Fransa, özel olarak öğretim
konusundaki görüşünü bildirirdi. Catherine Cormery
işitmeden, ama hiçbir zaman sabırsızlık, bıkkınlık
göstermeden dinlerdi. Büyükanne işitirdi ya fazla bir şey
anlamazdı. "İyi konuşuyor", derdi kızına, o da inanmış bir
havayla doğrulardı. Bu da büyükanneyi az önce dile
getirdiği yargıyı bir baş sallamayla doğrulayarak solundaki
erkek ya da kadm komşuya bakıp gülümsemek konusunda
yüreklendia. ve yazgının güldürmediği kişiler, içlerinde bir yerlerde, kendilerini sorumlu tut' maktan geri
duramaz, bir de küçük kusurlarla bu genel suçluluğu attırmamak gerektiğini sezinlerler.
233
rirdi. îlk yıl, Jacques büyükannesinin yaşlı İspanyol kadınların kara başörtüsünü takan tek kadın olduğunu ayrımsamış ve bundan rahatsız olmuştu. Doğrusunu söylemek
gerekirse, bu yanlış utanç hiçbir zaman bırakmamıştı
yakasını; yalnız çekine çekine büyükannesine şapkadan
sözedip de sokağa atacak parası olmadığı, ayrıca
başörtüsünün kulaklarını sıcak tuttuğu yanıtını alınca, bu
konuda hiçbir şey yapamayacağı kanısına varmıştı. Ama,
büyükanne ödül toplantısında komşularla konuştuğu zaman,
kızardığını duvardı. Hükümet adamından sonra, genellikle
başyurttan gelmiş olan ve geleneksel olarak tören
konuşmasını yapmakla görevlendirilen genç öğretmen
kalkardı. Konuşma yarım saatle bir saat arasında sürebilir,
genç üniversiteli konuşmasını bilgi ve insancı incelik
anıştırmalarıyla doldurmaktan hiç geri durmaz, bu da
konuşmayı Cezayirli dinleyici kitlesi için özellikle anlaşılmaz
kılardı. Sıcağın da yardımıyla dikkat gevşer, yelpazeler daha
hızlı sallanırdı. Büyükanne bile başka yana bakarak
yorgunluğunu belli ederdi. Yalnızca Catherine Cormery,
dikkat kesilmiş durumda, aralıksız biçimde üzerine inen 11
bilgi ve bilgelik yağmurunu kirpiklerini kıpırdatmadan
karşılardı. Jacques’a gelince, yerinde tepinir, gözleriyle
Pierre’i ve öteki arkadaşları arar, ufak işaretlerle dikkatlerini
çeker, onlarla uzun bir kaş göz konuşmasına girişirdi. Yoğun
alkışlarla konuşmacıya en sonunda lütfedip konuşmayı
bağladığı için teşekkür edilir, ödül kazananların çağrılması
başlardı. İşe büyük sınıflardan başlanır, ilk yıllarda, iki kadın
için tüm öğle sonu iskemlelerinde sıranın Jacques’a gelmesini
beklemekle geçerdi. Yalnız büyük
* kayardı
234
ödüller görünmez orkestranın borularıyla selamlanır- dı.
Ödül kazananlar, gittikçe daha genç, kalkar, avlu boyunca
yürür, peykeye çıkar, yüksek görevli, arkasından müdür,
güzel sözler eşliğinde elini sıkar, sonra müdür (kitap dolu
tekerlekli sandıklar yerleşmiş dip yandan öğrenciden önce
peykeye çıkmış odacının elinden alıp) kitap paketlerini
verirdi. Sonra ödüllü öğrenci alkışlar arasında, müzik
eşliğinde, kolunun altında kitapları, sevinç içinde,
gözyaşlarını kurulayan büyüklerini gözleriyle arayarak
peykeden inerdi. Göğün mavisi biraz daha azalır, denizin
üstünde bir yerlerde görünmez bir çatlaktan biraz daha
sıcaklık yitirirdi. Ödül kazanmışlar çıkıp iner, boru sesleri
birbirini izler, gök artık yeşillenmeye başlarken avlu yavaş
yavaş boşalır, sıra Jacques’in sınıfına gelirdi. Sınıfının adı
söylenir söylenmez, Jacques yaramazlığa son verir, daha
ağırbaşlı olurdu. Adı okununca, başı uğultular içinde,
kalkardı. Arkasında, söyleneni işitmemiş olan annesinin
büyükannesine
"Cormery
mi
dedi?"
dediğini,
büyükannesinin de heyecandan pespembe, "Evet", diye
yanıtladığını zor işitirdi. Geçtiği beton yol, peyke, yüksek
görevlinin yeleği ve saat zinciri, müdürün sevecen
gülümsemesi, bazı bazı peykenin kalabalığında yitmiş
öğretmenlerinden birinin dost bakışı, sonra geçitte şimdiden
ayağa kalkmış iki kadına doğru müzik eşliğinde yürüyüş, bir
tür şaşkın sevinçle kendisine bakan annesi, tutsun diye kalın
ödül listesini ona verişi, bakışlarıyla yanındakileri tanıklığa
çağıran büyükannesi. Bitmek bilmez öğle sonunun ardından
her şey fazlasıyla hızlı gider, Jacques eve dönüp kendisine
verilen kitaplara» bakmak için acele ederdi.
a. Les Travailteurs de la mer.
236
Genellikle Pierre ve annesiyle8 birlikte dönerler,
büyükanne sessizce iki kitap destesinin yüksekliğini
karşılaştırırdı. Evde, Jacques önce ödül listesini alır,
büyükannesinin isteği üzerine, komşu ve akrabalara
gösterilmek üzere, adının bulunduğu sayfaların uçlarını
bükerdi. Sonra gömülerinin dökümünü yapardı. Annesinin,
şimdiden soyunmuş, terliklerini giymiş durumda, bluzunu
ilikleyerek gelip iskemlesini pencereye doğru çektiğini
gördüğü zaman, işlem daha bitmemiş olurdu. Kendisine
gülümser, "İyi çalıştın", der, yüzüne bakarak başını sallardı.
Kendisi de ona bakardı, neyi, bilmezdi, ama beklerdi.
Annesiyse, şimdi bir yıldan önce görmeyeceği liseden
uzakta, alışılmış duruşuyla, pencereye doğru dönerdi; bu
arada, oda karanlığa gömülür, sokağın* ilk lambalar yanar,
artık sokakta yalnızca yüzden yoksun insanlar dolaşırdı.
Annesi ancak şöyle bir görülmüş liseyi bir daha
dönmemesiye bırakırsa da Jacques bir daha dışına çıkmayacağı aileyi ve mahalleyi geçişsiz olarak yeniden
bulurdu.
Hiç değilse ilk yıllarda, tatiller de Jacques’i ailesine
geri getirirdi. Hiç kimsenin tatili yoktu onlarda, erkekler
tüm yıl boyunca, aralıksız çalışırdı. Ancak kendilerini bu tür
tehlikelere karşı sigortalamış kurumlar- da görevli oldukları
zaman, iş kazası onlara boş zaman bırakır, tatilleri
hastanede ya da hekimde geçerdi. Örneğin Ernest dayı,
kendini fazla yorgun bulduğu bir anda, planyada bile bile
avcundan kaim bir et yongası koparır, kendi deyimiyle
"sigortaya giderdi". Ka-
a. Ne liseyi görmüştü ne de günlük yaşamından herhangi bir şeyi. Ana babalar için hazırlanmış
bir gösterimde bulunmuştu. Lise bu değildi lise...
* kaldırımların.
237
dınlara ve Catherine Cormery’ye gelince, dinlenme hepsi için
de daha hafif yemek anlamına geldiğinden, durmamacasına
çalışırlardı. Hiçbir güvenceye bağlanmayan işsizlik,
kötülüklerin en korkulanıydı. Pierre’- lerde olduğu gibi
Jacques’larda da, günlük yaşamda her zaman insanların en
hoşgörülüsü olmuş bu işçilerin yabancı düşmanı olmaları,
İtalyanlar’ı, İspanyolları, Yahudiler’i, Araplar’ı, kısacası tüm
dünyayı işlerini çalmakla suçlamaları bununla açıklanırdı
-proletarya kuramı yapan aydınlar için kesinlikle üzücü, ama
alabildiğine insanca ve bağışlanabilir bir tutum. Bu
umulmadık ulusçuların öteki uluslarla paylaşamadıkları şey
dünya egemenliği ya da para ve boş zaman ayrıcalıkları değil,
kölelik ayrıcalıklarıydı. Bu mahallede çalışmak bir erdem
değil, insanı yaşatmak için ölüme götüren bir zorunluluktu.
Ne olursa olsun ve ağzma kadar dolmuş gemiler güzel
"Fransa havası"nda toparlanmak üzere memurları ve hali
vakti yerinde insanları alıp götürürken (dönenler de ağustos
ortasında içlerinden sular akan masalsı ve inanılmaz, gür
çayır betimleri getirirlerdi) Cezayir’de yaz ne denli çetin
olursa olsun, yoksul mahalleler yaşamlarında kesinlikle hiçbir
şeyi değiştirmezler, merkezdeki mahalleler gibi yan yarıya
boşalmak şöyle dursun, çocuklar sokağa döküldüğünden,
nüfusları yazla birlikte artmış gibi olurdu. 3
Delik espadriller, kötü bir kısa pantalon, yuvarlak yakalı
bir pamuk kazak giyip kuru sokaklarda dolaşan Pierre ve
Jacques için, tatil her şeyden önce sıcak demekti. Son
yağmurlar nisanda, en geç mayısta yağar-
a. daha yukarıda oyuncaklar atlıkarınca yararlı armağanlar.
238
dı. Haftalar ve aylar içinde, güneş gittikçe daha kımıl- tısız,
gittikçe daha sıcak, duvarları kurutmuş, sonra kavurmuş,
sıvaları, taşlan ve kiremitleri ince bir toz biçiminde öğütmüş
olur, bunlar da, yellerin rastlantısına göre, sokakları,
mağazaların vitrinlerini ve tüm ağaçların yapraklarını
kaplardı. O zaman, temmuzda, tüm mahalle, gündüz ıssız, tüm
evlerin tüm pancurları özenle kapalı, güneşin köpekleri ve
kedileri evlerin eşiğine yıkıp canlıları erimi dışında kalmak
için duvarları siy ıra sıvıra yürümek zorunda bırakarak vahşice
hüküm sürdü&ü bir tür sarı ve külrenşi labirent olur- du.
Ağustos ayında, üzerinden sokaklardan son renk izlerini de
silen, dağılmış, akımsı, gözleri yoran bir ışık inen, sıcaktan
külrengine girmiş, ezici ve nemli bir göğün ağır kıtığı ardında
görünmez olurdu. Fıçı atölyelerinde, çekiçler daha gevşek
çınlar, işçiler ter içinde kalmış baş ve gövdelerini pompanın
serin fıskiyesinin altına tutmak için bazı bazı dururlardı 3.
Evlerde, su, daha ender olarak da şarap şişeleri ıslak bezlere
sardırdı. Jacques’in büyükannesi, loş odalarda üstünde
yalnızca bir gömlek, ayaklan çıplak, hasır yelpazesini makine
gibi işleterek dolaşır, sabah çalışır, öğle uykusu için Jacques’i
yatağa sürükler, yeniden çalışmaya başlamak için akşamın ilk
serinliğini beklerdi. Haftalar boyunca, yaz ve insanları böylece
ağır, nemli ve çok sıcak gök altında sürüklenir, sonunda, sanki
dünya yeli, karı, hafif suları hiç tanımamış, dünyanın
yaratılışından bu eylül gününe değin yalnızca toza ve tere
batmış varlıkların bakışları kımıltısız, biraz şaşkın, ağır ağır
devindikleri, fazlasıyla sıcak galerilerle
a. Sabiettes? ve başka yaz uğraşılan.
239
oyulmuş bu kocaman, kuru maden varmış gibi kışın serinliklerinin ve sularının* anısı bile unutuluncaya dek.
Sonra, birdenbire, en son gerilim noktasına dek sıkışmış
gök ikiye bölünürdü. îlk eylül yağmuru, şiddetli, cömert,
kenti sele boğardı. Mahallenin tüm sokakları, incir
ağaçlarının parlak yapraklan, elektrik telleri ve tramvay
raylarıyla birlikte parlardı. Kentin yukarısındaki tepelerin
üzerinden, daha uzak tarlalardan bir ıslak toprak kokusu,
yazın tutsaklarına bir genişlik ve özgürlük bildirisi
getirirdi. O zaman çocuklar sokağa fırlar, sokağın kaynaşan
kara derelerinde şapur şupur ilerler, büyük su
birikintilerinde omuz omuza tutuşup halka olarak,
yüzlerinde çığlıklar ve kahkahalar, başlarını yağmura doğru
kaldırarak, şaraptan daha sarhoş edici bir kirli su fışkırtmak
üzere, yeni ürünü uyumla çiğnerlerdi.
Ya, evet, sıcak korkunçtu, çoğu kez hemen herkesi deli
eder, günden güne daha sinirli, tepki gösterecek, bağıracak,
küfredecek ya da vuracak güçten yoksun bırakır ve öfke
sıcağın kendisi gibi birikir, en sonunda, bu pas rengi
mahallede şurada ya da burada patlayıverirdi, örneğin Lyon
sokağında, Marabout diye adlandırılan Arap sokağının
sınırında, tepenin balçığından yontulmuş mezarlığın
çevresinde, Jacques’in Mağrip berberin tozlu dükkânından
mavi giysili, kafası kazınmış bir Arab’ın çıktığını gördüğü
gün olduğu gibi: Arap, kaldırımın üstünde, görülmedik bir
durumda, bedeni öne eğik, başı olanaksız gibi görünecek
ölçüde geride, çocuğun önünde birkaç adım yürümüştü,
gerçekten de olanaklı değildi. Berber, onu tıraş eder-
* yağmurlar.
240
ken delirmiş, sunulan gırtlağı uzun usturasıyla bir vuruşta
kesivermiş, öteki de bıçağın altında kendisini boğan kandan
başka hiçbir şey duymamış, iyi boğazlanmamış bir ördek
gibi koşarak dışarıya çıkmıştı, bu arada, müşterilerin hemen
yakalayıp durdurduğu berber, korkunç uluyordu - tıpkı bu
sonu gelmez günlerde sıcağın kendisi gibi.
Göğün çavlanlarından gelen su, ağaçları, çatıları,
duvarları ve sokakları yazm tozundan bir anda arıtırdı.
Çamur gibi, çabucak dereleri doldurur, lağım ağızlarını
yabanılca fokurdatır, hemen her yıl bu lağımları patlatarak
yolları kaplar, araba ve tramvayların önünden iyice açılmış
iki kanat gibi fışkırırdı. Plajda ve limanda denizin kendisi
de çamurlanırdı. Sonra ilk güneş evlerden, sokaklardan, tüm
kentten dumanlar çıkarırdı. Sıcaklık geri gelebilirdi, ama
artık egemenliğini kuramazdı, gök daha duru, soluklar daha
geniş olurdu, güneşlerin yoğunluğu ardında, bir hava
çırpıntısı, bir su vaadi, sonbaharı ve okulların açılışını haber
verirdi2. "Yaz fazla uzun", derdi büyükanne, sonbahar
yağmurunu ve çok sıcak günler boyunca pancurları kapalı
odada sıkıntıdan tepinmesi sinirliliğini daha da artıran
Jacques’m gidişini aynı rahatlama iççekişiyle karşılardı.
Ayrıca yılın bir döneminin özellikle hiçbir şey yapmamaya ayrılmasını anlayamazdı. "Benim hiç tatilim
olmadı”, derdi, dediği de doğruydu, ne okul, ne boş zaman
görmüştü, çocukken de çalışmış, hiç durmadan çalışmıştı.
Torununun, daha büyük bir kazanç uğruna, birkaç yıl eve
para getirmemesini kabul ediyordu.
a. lisede abonman kattı, -her ay girişim- "Abone” demenin sarhoşluğu ve denetleme sonrasının
utkusu.
İlk Adam
241/16
Ama, daha ilk günden, bu üç yitirilmiş ayı kafasına
takmıştı, Jacques üçüncü sınıfa geçtiği zaman, ona tatillerde
iş bulma zamanının geldiği yargısına varmıştı. Ders yılının
sonunda, "Bu yaz çalışacaksın", demişti ona, "eve biraz
para getireceksin. Böyle hiçbir şey yapmadan kalamazsın 3".
Gerçekte, Jacques, yüzmeler, Kouba gezileri, spor, Belcourt
sokağında sürtmeler, resimli dergiler, halk romanları,
Vermot almanağı, Sa- int-Etienne Silah Fabrikası kataloğu b
arasında yapacak çok işi olduğu düşüncesindeydi. Evin
alışverişleri ve büyükannenin buvurduğu isler de cabası.
Ama, ço- cuk para getirmediğine, okul açıkken olduğu gibi
de çalışmadığına göre, tüm bunlar hiçbir şey yapmamaktı,
bu karşılıksız durum da onun için cehennemin tüm
ateşleriyle parlamaktaydı. Öyleyse en basiti ona bir iş
bulmaktı.
Gerçekte, pek de basit değildi. Hiç kuşkusuz, gazetelerin küçük üanlarmda, küçük yardımcılar ve ayak
işçileri için işler sunulmaktaydı. Madam Bertaut, tereyağı
kokulu (zeytinyağına alışmış burun ve damaklar için
alışılmamış bir koku) dükkânı berberin dükkânının yanında
bulunan sütçü, bunları büyükanneye okurdu. Ama
işverenler adayların en az on beş yaşında olmasını
istiyorlardı her zaman, on üç yaşma göre fazla iri olmayan
Jacques’in yaşı konusunda yüzü kızarmadan yalan
söylemek de zordu. Öte yandan, ilanı verenler hep
yanlarında kalarak mesleğinde ilerleyecek çalışanlar
düşlemekteydi. Büyükannenin (ünlü başörtüsü de işin
içinde olmak üzere, tüm büyük çıkışlardaki gibi donanmış
durumda) Jacques’i önerdiği ilk işverena. annenin araya, girişi - Yorulacak,
b. Önce okumalar? yukan mahalleler?
242
ler onu fazla küçük bulmuşlar ya da iki aylığına bir adam
almayı kesinlikle reddetmişlerdi. "Biz de kalacağını
söyleriz, olur biter, demişti. -Doğru değil ki. -Za- rarı yok.
Sana inanırlar." Jacques’in söylemek istediği bu değildi,
gerçekte sözüne inanıp inanmamalarına aldırdığı bile yoktu.
Ama böyle bir yalan gırtlağında kalacakmış gibi geliyordu
ona. Hiç kuşkusuz, cezadan kurtulmak için, bir 2 franklığı
vermemek için, çoğu zaman da konuşma keyfini yaşamak
ya da övünmek için evde sık sık yalan söylemişti. Ama
ailesine yalan söylemek önemsiz görünürken, yabancılara
yalan söylemek ölümcül gibi görünüyordu. Bulanık bir
biçimde, insanın sevdiklerine temel konuda yalan
söyleyemeyeceğini, çünkü bu durumda artık onlarla
yaşayamayacağını, onları sevemeyeceğini sezmekteydi.
İşverenler onun hakkında yalnızca kendilerine söyleneni
bilebilirlerdi, onu tanımayacaklar, yalan toptan olacaktı.
Madam Bertaut’nun Agha’da büyük bir hırdavatçının
sınıflandırma işinde çalışacak genç bir yardımcı aradığını
bildirdiği gün, büyükanne başörtüsünü bağlayarak "Hadi,
gidelim", demişti. Hırdavatçı merkez semtlere doğru çıkan
yokuşlardan birindeydi; temmuz ortasının güneşi burayı
pişiriyor, yoldan çıkan katran ve sidik kokusunu
azdırıyordu. Giriş katında, uzunlamasına demir parça ve
kapı ve pencere kolu örnekleriyle dolu bir tezgâhla ikiye
bölünmüş ve duvarlarının en büyük bölümü gizlemii
etiketler taşıyan çekmecelerle kaplı, dar, ama derin mağaza
vardı. Girişin »ağında, tezgâhın üstüne kasa için bir gişe
yerleştirmiş, dövme demirden bir parmaklık yapmışlardı.
Parmaklığın arkasında duran dalgın ve geçkin kadm
büyükanneye bürolara, birinci kata çıkmasını söylemişti.
Gerçekten, ma-
243
gazanın dibinde, tahta bir merdiven, mağaza gibi düzenlenmiş büyük bir büroya çıkıyordu, burada, ortada
duran büyük bir masanın çevresine kadınlı erkekli beş altı
görevli oturmaktaydı. Yanda bir kapı müdür odasına
açılmaktaydı.
Patron, fazlasıyla sıcak bir çalışma odasında gömlekle ve yakası açık oturmaktaydı 8. Arkasında, küçük bir
pencere, saat öğleden sonranın ikisi olmakla birlikte,
güneş ulaşmamış bir avluya bakmaktaydı. Kısa ve
şişmandı, başparmaklarını gök mavisi, geniş askılara
geçirmişti, kesik kesik soluk almaktaydı. Büyükanneye
oturmasını belirten kısık ve kesik sesin geldiği yüz iyi
seçilemiyordu. Jacques bu mağazanm her yanında hüküm
süren demir kokusunu içine çekmekteydi. Patronun
kımıltısızlığı ona kuşku kımıltısızlığıymış gibi geliyor,
bu güçlü ve korku verici adamın önünde söylenmesi
gereken yalanı düşündükçe bacaklarının titrediğini
duyuyordu. Büyükanneye gelince, titremiyordu. Jacques
on beşine girmek üzereydi, bir durum edinmesi,
gecikmeden işe başlaması gerekiyordu. Patrona göre, on
beşinde göstermiyordu, ama zekiyse... sırası gelmişken,
öğrenim belgesi var mıydı? Hayır, ama bursu vardı. Ne
bursu? Liseye gitmek için. Lisede miydi ki? Kaçıncı
sınıfta? Üçte. Liseyi bırakıyor muydu? Patron daha da
kımıltısızdı, şimdi yüzü daha iyi görünmekteydi,
yuvarlak ve sütsü gözleri büyükanneden çocuğa
gidiyordu. Jacques bu bakışın altında titriyordu. "Evet,
demişti büyükanne. Fazla yoksuluz." Patron ayrımsanmaz bir biçimde gevşemişti. "Yazık, demişti, yetenekli olduğuna göre. Ama insan ticarette de iyi dua. bir yaka düğmesi, takma yaka.
244
rumlar edinir." Şu var ki, iyi durum alçak gönüllüce
başlıyordu. Jacques her gün sekiz saat işe gelme karşılığında ayda 150 frank kazanacaktı. Yarın başlayabilirdi.
"Görüyorsun, demişti büyükanne. Bize inandı. -A- ma,
ayrılırken, nasıl açıklayacağım? Orasını bana bırak. -Peki",
demişti çocuk, boyun eğmişti. Başlarının üzerindeki yaz
güneşine bakıyor, demir kokusunu, gölge dolu büroyu,
yarm erken kalkmak gerekeceğini ve daha yeni başlayan
tatilin bittiğini düşünüyordu.
İki yıl süresince, Jacques yazın çalışmıştı. Önce
hırdavatçıda, sonra bir denizcilik komisyoncusunda. Her
seferinde, ayrılmak gereken 15 Eylül tarihinin gelişine
korkuyla bakmıştı.1
Bitmişlerdi gerçekten de, sıcağıyla, sıkıntısıyla, yaz
gene eskisi gibi de olsa, bitmişlerdi. Ama eskiden yüzünü
değiştiren şeyi, göğünü, uzamlarını, uğultusunu yitirmişti.
Jacques artık günlerini yoksunluğun pas rengi mahallesinde
değil, merkez mahallesinde geçiriyor, burada yoksulun kaba
sıvasının yerini zengin beton alıyor, evlere daha seçkin ve
daha hüzünlü bir gri renk veriyordu. Daha sekizde,
Jacques’m demir ve gölge kokan mağazaya girdiği saatte,
içinde bir ışık söner, güneş yokolurdu. Kasadar hanımı
selamlayıp birinci kattaki iyi aydınlatılmamış büroya
tırmanırdı. Orta masanm çevresinde ona yer yoktu. Gün
boyu emdiği sarma sigaralardan bıyığı sararmış yaşlı
sayman, otuz yaşlarında, boğa gövdeli ve boğa yüzlü, yan
dazlak bir adam olan sayman yardımcısı, daha genç iki
yardımcı, biri, güzel, düzgün bir yüz altında, ince, esmer,
kaslı, gömlekleri ıslak ve gövdesine yapışmış du-
1. Bu parça yazarca bir çizgiyle çevrilmiştir.
245
rurada gelen, gün boyu büroya gömülmeden önce her sabah
gidip dalgakıranda denize girdiği için çevresine güzel bir
deniz kokusu yayan, öteki, şişman ve güleç, sevinçli
canlılığına gem vurulamayan bir delikanlı, sonra madam
Raslin, biraz at gibi de olsa her zaman pembe keten ya da
kutil giysileri içinde göze hoş gelen, ama herkesi katı
bakışlarla süzen müdürlük yazmanı, dosyaları, hesap
defterleri ve makinalarıyla masayı doldururlardı. Böylece
Jacques müdürün kapısının sağma konulmuş bir iskemlede
oturur, kendisine iş verilmesini bekler, çoğu zaman,
faturaları ve iş mektuplarını pencereyi çerçeveleyen dolaba
yerleştirmesi istenirdi. Başlangıçta bunların yaylı
dosyalarını çıkarıp kullanmayı ve kokusunu içine çekmeyi
severdi, sonra ilkin kendisine çok güzel gelen kâğıt ve kola
kokusu kendisi için sıkıntının kokusunun ta kendisi
olmuştu. Kimi zaman da uzun bir toplamı bir kez daha
gözden geçirmesini isterler, o da iskemlesine oturup dizlerinin üstünde yapardı bu işi. Ya da sayman yardımcısı bir dizi
rakamı birlikte karşılaştırmaya çağırır, o da, hep ayakta,
ötekinin arkadaşları rahatsız etmemek için donuk ve boğuk
bir sesle söylediği rakamları özenle işaretlerdi. Pencereden,
sokak ve karşı yapılar görünür, gökyüzüyse hiçbir zaman
görünmezdi. Bazı bazı, ama seyrek olarak, Jacques’i
mağazanın yakınında bulunan kırtasiyeciden büro gereci
almaya ya da ivedi bir haveleyi postaya vermeye
yollarlardı. Büyük postane iki yüz metre uzakta, limandan
kentin kurulduğu tepelerin doruğuna dek çıkan, geniş bir
bulvarın üzerindeydi. Bu bulvarda, Jacques uzamı ve ışığı
yeniden bulurdu. Çok geniş bir yuvarlak yapının içine
yerleşmiş olan posta da üç büyük kapı ve üzerinden ışık
246
akan bir kubbeyle aydınlatılmıştı 8. Ama, yazık ki, Jacques
çoğu kez mektupları günün sonunda, bürodan çıkışta
postaya vermekle görevlendirilirdi, bu da o zaman fazladan
bir iş olurdu, çünkü, günün solmaya başladığı bir saatte,
müşterilerle dolu bir postaneye doğru koşmak, gişeler
önünde kuyruğa girmek gerekirdi ve bekleme iş saatini
daha da uzatırdı. Gerçekte, uzun yaz Jacques için donuk ve
parıltısız günler içinde ve anlamsız uğraşılarla eriyip
giderdi, "Hiçbir şey yapmadan durulmaz", derdi
büyükanne. Jacques fa da bu büroda hiçbir şey
yapmıyormuş gibi gelirdi. Onun için hiçbir şey denizin ya da
Kouba’daki oyunların yerini tutmamakla birlikte, işi
yadsımazdı. Ama onun için gerçek iş örneğin fıçıcılık işiydi,
uzun bir kas çabası, sert ve hafif ellerin bir dizi becerikli ve
kesin devinisiy- di, çabalarının sonucunu görürdü insan:
işçinin gözlemleyebileceği, yeni, iyice bitmiş, tek çatlağı
bulunmayan bir fıçı.
Ama bu büro işi hiçbir yerden gelmiyor ve hiçbir şeye
varmıyordu. Satmak ve satınalmak, her şey bu bayağı ve
çok ufak eylemlerin çevresinde dönmekteydi. O zamana dek
yoksulluk içinde yaşamış olmasına karşın, Jacques bu
büroda bayağılığı bulur ve yitirilmiş ışığa ağlardı. Bu
bunaltıcı duyumdan iş arkadaşları sorumlu değildi.
Kendisine kibar davranır, hiçbir şeyi sertçe buyurmazlardı,
sert madam Raslin bile bazı bazı ona gülümserdi.
Aralarında az ve şu Cezayirliler'e özgü şen yakınlık ve
ilgisizlik karışımıyla konuşurlardı. Kendilerinden çeyrek
saat sonra patron geldiği ya da bir buyruk vermek, bir
faturayı doğrulamak için
a. posta işlemleri?
247
odasından çıktığı zaman (önemli işler için yaşlı saymanı ya
da ilgili görevliyi odasına çağırırdı), sanki bu insanlar ve bu
kadm yalnızca iktidarla ilişkileriyle tanımlanırmış gibi,
kişilikler daha iyi ortaya çıkardı, yaşlı sayman kaba ve
bağımsız, madam Raslin ağırbaşlı düşünde yitip gitmiş,
sayman yardımcısıysa tersine tam bir köle. Ama, günün geri
yanında, kabuklarına çekilirler, Jacques da iskemlesinde
kendisine büyükannesinin iş dediği sıradan bir devinme
olanağı verecek buyruğu beklerdi.3
İskemlesinin üstünde sözcüğün tam anlamıyla kaynayıp da dayanamaz olunca, mağazanın arkasındaki avluya
iner, beton duvarlı, zor aydınlanan ve acı sidik kokan
alaturka tuvalette çevreden yalıtlanırdı. Bu karanlık yerde
gözlerini yumar, alışılmış kokuyu soluyarak düşlere dalardı.
İçinde, kan ve tür düzleminde, kör birşeyler kımıldardı.
Bazı bazı, bir gün, önündeki toplu iğne kutusunu düşürüp de
almak için diz çöktüğü, sonra, başını kaldırınca, etek altında
açık dizleri ve dantel iç giysi içinde kalçalarını gördüğü
madam Raslin’in bacakları gözlerinin önüne gelirdi. O
zamana değin bir kadının etekleri altına giydiklerini hiç görmemişti, bu beklenmedik görüntü ağzını kurutmuş, bedenini
nerdeyse çılgınca bir titremeyle doldurmuştu. Artsız
aralıksız deneyimlerine karşın hiçbir zaman tüketemeyeceği
bir gizlem açmlanmaktaydı önünde.
Jacques, günde iki kez, öğleyin ve saat altıda, dışarıya
fırlar, dik sokaktan aşağıya hızla iner, işçileri mahallelerine
getiren, basamaklarından yolcu salkımları sarkan, ağzına
dek dolu tramvaylara atlardı. Büyükler
a. Yaz, bakaloryadan sonra dersler - şaşkın bir ba§.
248
ve çocuklar, ağır sıcakta birbirine sıkışmış, kendilerini
bekleyen eve yönelmiş, ruhsuz bir çalışma, rahatsız
tramvaylarda gidiş gelişler, son olarak da hemen çöküveren uyku arasmda bölünmüş olan bu yaşama boyun eğmiş
durumda, sakin sakin terler, hiç seslerini çıkarmazlardı.
Kimi akşamlar, onlara baktıkça, Jacques’in hep yüreği
daralırdı. O zamana dek, yoksulluğun zenginlik ve
sevinçlerini tanımıştı yalnızca. Ama sıcak, sıkıntı,
yorgunluk lanetlenmişliği, sonu gelmez tekdüzeliği hem
günleri çok uzun, hem yaşamı çok kısa kılmayı başaran,
ağlanacak ölçüde budalaca çalışmanın la- netlenmişliğini
göstermekteydi ona.
Komisyoncuda yaz daha hoş geçmişti, çünkü bürolar
Front-de-Mer bulvarına bakar, daha önemlisi, çalışmanın
bir bölümü limanda geçerdi. Öyle ya, Jacques’m Cezayir’e
uğrayan ve komisyoncunun, kıvırcık saçlı, pembe yüzlü,
güzel, yaşlı adamın değişik yönetimler karşısmda temsil
ettiği, her ulustan gemilere gitmesi gerekirdi. Jacques
geminin kâğıtlarını alıp büroya getirir, burada çevirileri
yapılırdı. Bir haftanm sonunda, İngilizce oldukları zaman,
ihtiyat dizelgelerini ve kimi konşimentoları çevirmekle
kendisi görevlendirilmişti, gümrük yetkililerine ya da
malları teslim alan büyük dışalım şirketlerine gönderilirdi.
Böylece Jacques bu kâğıtları almak için sürekli olarak Agha
ticaret limanına gitmek zorundaydı. Limana inen sokakları
sıcak kasıp kavururdu.*Bu sokaklar boyunca uzanan kaim
dökme korkuluklar yakıcıydı, insan elini değdire- mezdi.
Geniş rıhtımlar üzerinde, güneş ortalığı boşaltırdı, yalnız,
böğürleri rıhtımda, yeni yanaşmış gemilerin çevresinde,
baldırlarından kıvrılmış mavi pantalon- lar giymiş,
gövdeleri çıplak ve bronzlaşmış dok işçileri
249
gidip gelir, başlarının üzerindeki bir çuval omuzlarını ve
bellerini örter, bunların üstüne çimento, kömür torbaları ya
da keskin kenarlı sandıklar yüklenirdi. Güverteden rıhtıma
inen köprü üzerinde gidip gelir ya da sintine ile rıhtım
arasına atılmış kalasın üstünde hızla yürüyerek sintinenin
ardına dek açılmış kapısından dosdoğru yük gemisinin
karnına girerlerdi. Güneşin ve rıhtımlardan yükselen tozun
kokusunun ya da fazlasıyla ısınıp asfaltı erimiş, demirlerine
el değmez olmuş köprülerin kokusunun ardında, Jacques
her geminin özel kokusunu tanırdı. Norveç gemileri ağaç
kokardı, Dakar’dan gelenler ya da Brezilya gemileri kendileriyle birlikte bir kahve ve baharat kokusu getirirlerdi,
Alman gemileri yağ, İngiliz gemileri demir kokardı. J.
köprüyü tırmanır, dilinden anlamayan bir denizciye
komisyoncunun kartını gösterirdi. Sonra onu gölgenin bile
sıcak olduğu dar koridorlar boyunca bir görevlinin, hatta
bazan bir süvarinin odasına götürürlerdi.® Geçerken, bir
yaşamın özünün yoğunlaştığı bu küçücük, dar ve çıplak
kamaralara oburca bakardı, o zamanlar bunları en lüks
odalara yeğ tutmaya başlamıştı. Kibarca karşılarlardı onu,
çünkü kendisi de kibarca gülümser, bu sert yüzleri, belli bir
yalnızlık yaşamının hepsine verdiği bakışı sever, bunu da
gösterirdi. Sonra, mutluluk içinde, tutuşmuş rıhtıma, yakıcı
korkuluklara ve büro çalışmasına doğru geri dönerdi.
Yalnız sıcakta'bu gidip gelmeler -onu yorar, derin derin
uyurdu, eylül ayı zayıflamış ve sinirli bulurdu onu.
On iki saat lise günleri yaklaştıkça rahatlar, aynı zamanda
da içinde büroya işi bıraktığını bildirecek ol-
a. Dok işçisi kazası? Bk. gazete.
250
manın huzursuzluğu büyürdü. En zoru hırdavatçıdaki
olmuştu. O, korkakça, büroya gitmemeyi, nasıl olursa
olsun, gidip büyükannenin açıklamasını yeğlerdi. Ama
büyükanne her türlü biçimsel işleme boşvermeyi daha
kolay buluyordu, ücretini alır, hiçbir açıklamada bulunmaz,
bir daha da geri dönmezdi, olur biterdi. Jacques, patronun
yıldırımlarım karşılamak üzere büyükanneyi yollamayı
doğal buluyordu ya (doğrusu durumdan ve yol açtığı
yalandan o sorumluydu) nedenini açıklayamadan bu kaçış
karşısında sinirleniyordu; üstelik, inandırıcı kanıtı da
bulmuştu: "Ama patron eve birini yollar". "Doğru, demişti
büyükanne. Sen de dayının yanında çalışacağını söylersin,
olur biter.” Jacques içinde bir cehennem acısıyla gidiyordu
ki, büyükanne, "Ama önce param al, demişti. Sonra söylersin." Akşam olunca, patron aylığım vermek üzere herkesi
inine çağırırdı. "Al, ufaklık", demişti Jacques’a zarfı
uzatarak. Jacques daha duralayarak elini uzatırken, öteki
gülümsemişti. "Çok iyi gidiyor, biliyorsun. Büyüklerine
söyleyebilirsin." Jacques hemen konuşmaya başlayıp artık
gelemeyeceğini açıklıyordu. Patron, kolu hâlâ ona doğru
uzanmış durumda, şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu.
"Neden?" Yalan söylemek gerekiyor, ama yalan ağzından
çıkmıyordu. Jacques sesini çıkaramamıştı, öyle sıkıntılı
görünüyordu ki, patron anlamıştı. "Liseye mi dönüyorsun?
-Evet", demişti Jacques, korku ve sıkıntı içinde, birdenbire
gelen bir rahat- layış gözlerini dolduruyordu. Patron, öfke
içinde, ayağa kalkmıştı. "Buraya geldiğinde de bunu
biliyordun. Büyükannen de biliyordu." Jacques ancak
başıyla evet diyebilmişti. Şimdi patronun bağırmaları odayı
doldurmaktaydı;
namussuzluk
etmişlerdi,
o
da
namussuzluk-
251
tan tiksinirdi. Parasını vermemenin hakkı olduğunu biliyor
muydu, vermek de budalalık olurdu ayrıca, hayır,
vermeyecekti, büyükannesi gelsindi, nasıl karşılayacaktı,
bakalım, gerçeği söylemiş olsalardı, belki gene alırdı işe,
ama bu yalan! "Artık liseye gidemez, fazla yoksuluz", o da
bunu yemişti. "Bunun için, dedi Jacques birden. -Ne için?
-Yoksul olduğumuz için". Sonra susmuştu, öteki, ona
baktıktan sonra, ağır ağır eklemişti: "... bunu yaptınız, bana
bu masalı anlattınız, öyle mi?" Jacques, dişlerini sıkmış,
ayaklarına bakıyordu. Bir sessizlik olmuştu, bitmez bir
sessizlik. Sonra patron masanın üstünden zarfı alıp ona
uzatmıştı: "Al paranı. Defol, demişti sertçe. -Hayır",
demişti Jacques. Patron zarfı cebine sokmuştu: "Defol!"
Sokakta, Jacques koşuyor, şimdi ağlıyordu, cebini yakan
paraya dokunmamak için elleriyle ceketinin yakasına yapışmıştı.
Tatil yapmama hakkını kazanmak, gökyüzünden ve
çok sevdiği denizden uzakta çalışmak için yalan söylemek,
lisede derslere yeniden başlamak için gene yalan söylemek,
bu haksızlık öldüresiye yüreğini burkuyordu. Çünkü en
kötüsü bu söyleyemediği yalanlar değildi (eğlenmek için
her zaman yalan söyleyebilirdi, ama zorunluluk nedeniyle
yalana boyun eğmesi olanaksızdı), en kötüsü mevsimin ve
ışığın dinlenişiriin kendisinden çalınmış olmasıydı, o zaman
yıl bir ivedi kalkışlar, donuk ve hızlı günler dizisinden
başka bir şey olmuyordu. Yoksul yaşamında görkemli olan,
öylesine geniş biçimde, öylesine oburca tadını çıkardığı
zenginlikleri, bu gömülerin milyonda birini bile alamayacak
birkaç kuruş için yitirmek gerekiyordu. Gene de bunu
yapmak gerektiğini anlıyordu, hatta, en bü-
252
yük başkaldırı dakikasında, içinde bir yerlerde bunu yaptığı
için gurur duymaktaydı. Çünkü yalanın düşkünlüğüne
kurban edilen bu yazların biricik karşılığım ilk ödeme
gününde, yemek odasına girince bulmuştu: büyükannesi
patatesleri soyup bir su lengerine atıyor, Ernest dayı
oturmuş, bacaklarının arasında tuttuğu sabırlı Brillant’m
pirelerini ayıklıyor, annesi, yeni gelmiş, yıkasın diye
verdikleri ufak bir kirli çamaşır balyasını çözüyordu,
Jacques ilerlemiş ve tüm yol boyunca avcunda tuttuğu 100
franklık kâğıt parayla koca maden paralan masanın üstüne
koymuştu. Büyükanne, hiçbir şey söylemeden, 20 franklık
bir maden parayı ona doğru itip gerisini toplamıştı.
Dikkatini çekmek için Catherine Coqnery’nin böğrünü
dürtmüş, ona parayı göstermişti: "Oğlun. -Evet", demişti
annesi, hüzünlü gözleri bir saniye çocuğu okşamıştı. Dayı,
Brillant’ı tutarak (o da işkencesinin bittiğini sanıyordu)
başını sallıyordu. "Güzel, güzel, diyordu. Sen, bir adam."
Evet, bir adamdı, borcunun birazcığım ödüyordu, bu
evin yoksunluğunu birazcık azaltmış olma düşüncesi içini
insanların özgür olduklarını ve hiçbir şeye bağlı
bulunmadıklarını sezmeye başladıklan zaman gelen şu
nerdeyse kötü gururla dolduruyordu. Gerçekten de, bunu
izleyen açılışta, ikinci smıfm avlusuna girdiği zaman,
kendisini bekleyen bilinmedik dünyayı düşünerek yüreği
daralmış durumda, çivili kunduralarının üstünde
sendeleyerek kuşlukta Belcourt’dan ayrılmış olan çocuk
değildi artık, arkadaşlanna yönelttiği bakış arılığını azıcık
yitirmişti. Ayrıca bu sırada birçok şey onu bir zamanların
çocuğundan koparmaktaydı. Bu iş çocuk yaşamının
kaçınılmaz zorunluluklarından biriy-
253
miş gibi o zamana değin büyükanneden dayak yemeye
sabırla boyun eğmiş olan bu çocuk, bir gün, birdenbire,
sertlikten ve öfkeden çılgına dönmüş durumda, açık renk ve
soğuk gözleri tepesini attırtan bu başa vurmaya öylesine
kararlıydı ki, büyükanne bunu anlayarak gerilemiş,
yozlaşmış çocuklar yetiştirmiş olmanın mutsuzluğu içinde
inleyerek, ama bir daha hiçbir zaman Jacques’i
dövemeyeceğini anlamış olarak odasına çekilmişti;
gerçekten de bir daha hiçbir zaman dövmemişti onu; ama,
öküz sinirini elinden çekip aldıysa, bu saçları karmakarışık,
bakışları kızgın, zayıf ve kaslı delikanlıda çocuk öldüğü
içindi; eve para getirmek için bütün yaz çalışmıştı, lise
takımının kaleciliğine getirilmişti, üç gün önce de ilk
olarak, bayıldı bayılacak durumda, bir genç kızın dudağını
tatmıştı.
254
2
Kendine de karanlık
Ya, evet, böyleydi, bu çocuğun yaşamı böyle olmuştu,
yaşam böyle olmuştu mahallenin yoksul adasında,
çırılçıplak yoksunlukla bağlı, sakat ve bilgisiz bir ailenin
ortasında, homurdanan genç kanıyla, insanı yiyip bitiren bir
yaşam iştahıyla, yavuz ve doymaz bir usla. Tüm bunlarla
birlikte, bir sevinç taşkınlığı. Bilinmedik bir dünyanın
beklenmedik vuruşları bu sevinç taşkınlığını keser, onu
sarsar, ama o çabucak toparlanır, tanımadığı bu dünyayı
anlamaya, öğrenmeye, özümlemeye çalışır, gerçekten de
özümlerdi, çünkü oburca yaklaşırdı ona, içine sokulmaya
çalışmadan, iyi niyetle, ama alçalmadan, sonunda dingin bir
kesinliği yitirmeden, evet, böyle, güvenle yaklaşırdı, öyle
ya, her istediğine ulaşacağını, bu dünyadan ve yalnız bu
dünyadan olan hiçbir şeyin kendisi için hiçbir zaman
olanaksız olmadığını kesinlerdi, her yerde yerini bulmaya
ha- zırlamrdı (çocukluğunun çıplaklığı da onu buna hazırlamıştı), çünkü hiçbir şeyi arzulamıyor, yalnızca sevinci,
özgür varlıkları, gücü ve yaşamda iyi, gizlemli olan,
satınalınamayan, hiçbir zaman da satmalınamayacak olan
her şeyi arıyordu. Dahası, yoksulluk zoruyla, günün birinde
hiçbir zaman onu istemeden, hiçbir zaman ona boyun
eğmeden, para alacak duruma gelmeye hazırlanıyordu,
şimdi, kendisi, Jacques, nasılsa öy-
255
le, kırk yaşında, nice şey üzerinde hüküm süren, bununla
birlikte, en alçak gönüllüsünden daha az şey olduğuna, ne
olursa olsun annesinin yanında bir hiç olduğuna öylesine
inanan Jacques nasılsa öyle. Evet, denizin, yelin, sokağın
oyunları içinde, yazın ve kısa kışın zorlu yağmurlarının
ağırlığı altında, böylece, babasız, geleneksiz yaşamıştı,
ama, bir yıl süresince, hem de tam gerektiği zamanda bir
baba bularak ve [ ]‘ insanlar ve nesneler arasında, bir
davranış biçimine benzer (o sırada karşılaştığı
durumlarda yeterli, daha sonra, dünyanın kanseri
karşısında yetersiz) bir şey oluşturmak ve kendi
geleneğini kendi yaratmak için kendisine sunulan bilgiyi
ilerleterek.
Bu muydu hepsi, bu deviniler, bu oyunlar, bu gözüpeklik, bu ateş, aile, petrol lambası ve karanlık merdiven, yelde palmiye dalları, denizde doğuş ve vaftiz, son
olarak da bu karanlık ve çalışkan yazlar mıydı? Bunlar
vardı, evet ya, böyleydi, ama varlığın karanlık yanı vardı
bir de, içinde, bütün bu yıllar boyunca, şu toprağın
altında, kayalık labirentlerin dibinde, hiçbir zaman gün
ışığı görmemiş olan, gene de nerden geldiği bilinmeyen,
belki de incecik taş damarlarınca dünyanın kırmızı
kırmızı ışıldayan odağından şu saldı mağaraların kara
havasma doğru çekilen ve içinde yapışkan ve [[sıkışmış]
bitkilerin yaşamak için besinlerini hâlâ her türlü yaşamın
olanaksız göründüğü yerden aldığı şu derin sular gibi
gizliden gizliye kımıldamıştı. Ondaki bu hiç durmamış
olan, bu şimdi de hâlâ duyduğu kör devinim, içine şu
yüzeyde sönmüş, ama için için yanan, turbanın dış
çatlaklarının ve şu kaba çal1. Okunamayan bir sözcük.
256
kantılann yerini değiştiren, böylece çamurlu yüzeyi bataklıkların turbasıyla aynı devinimleri gösteren, bu içinde
gizli kara ateş, bu yoğun ve ayrımsanmaz dalgalanmalar
hâlâ doğuyordu içinde, günü gününe, çöl sıkıntıları, en
verimli özlemleri, en sert çıplaklık ve yalınlık istemleri
gibi, isteklerinin en şiddetlileri ve en korkunçları, sonra
hiçbir şey olmama yönelimi, evet, tüm bu yıllar içinde bu
karanlık devinim çevresindeki bu uçsuz bucaksız ülkeye
uymaktaydı; daha küçücük bir çocukken, önünde uçsuz
bucaksız deniz, arkasında içeri diye adlandırılan o sonu
gelmez dağ, yayla ve çöl uzamı, ikisinin arasında sürekli
tehlikeyi duymuştu, doğal göründüğü için hiç kimse
sözetmezdi bu sürekli tehlikeden, ama Birmandreis’te
odaları tonoz biçimi, duvarları kireç badanalı küçük
çiftlikte, teyze yatmadan önce sağlam ve kaim pancurlar
üzerine kocaman sürgülerin çekilip çekilmediğine bakmak
için uğradığı zaman, Jacques ayrımsardı, kendini atılmış,
burada ilk oturan kişi, ya da ilk fatih gibi atılmış olarak duyumsadığı, hâlâ gücün yasasınm egemen olduğu ve törelerin önleyemediğini adaletin acımasızca cezalandırmakta
kullanıldığı ülkedeydi, çevresinde de şu aynı zamanda hem
çekici, hem kaygı verici, hem yakın, hem ayrı halk vardı,
her gün onunla dirsek dirseğe gelir, bazı bazı dostluk ya da
arkadaşlık da doğardı, gene de, akşam olunca, bilinmedik
evlerine çekilirlerdi, hiçbir zaman girilemezdi evlerine,
hiçbir zaman görünmeyen ya da, sokakta görününce,
yüzlerinin yarısını örten çarşafları ve ak örtünün
yukarısındaki şehvetli ve tatlı gözleriyle, kim oldukları
bilinemeyen kadınları da set çekerlerdi evlerinin önüne,
toplandıkları mahallelerde öyle çok, öyle çoktular ki, boyun
eğmiş ve yor-
İlk Adam
251 (il
gun olmalarına karşın, yalnızca sayılarıyla bile, görünmez
bir tehdit dolaştırırlardı insanın üstünde, kimi akşamlar, bir
Fransız’la bir Arap arasında bir kavga çıktığı zaman kokusu
alınırdı bu tehdidin, bir Fransız’la bir başka Fransız ya da
bir Arap’la başka bir Arap arasında kavga nasıl çıkarsa, bu
kavga da öyle çıkardı, ama böyle algılanmazdı, mahallenin
Araplar’ı, rengi atmış iş tulumları ya da zavallı cebellalan
içinde, sürekli bir devinimle dört bir yandan gelip ağır ağır
yaklaşırlar, sonunda, yavaş yavaş yapışan kitle, hiçbir sertliğe gerek kalmadan, yalnızca toplanmasının devinimiyle,
kavganın tanıklığının çektiği birkaç Fransız’ı derinliğinin
içinden dışarıya atar, dövüşen Fransız, gerileyince,
birdenbire karşıtının ve bir yığın asık ve kapalı yüzün
karşısında bulurdu kendini, bu ülkede büyümemiş ve burada
yaşamayı yalnızca gözüpekliğin sağladığını bilmemiş olsa,
bu yüzler tüm gözüpekliğini alıp götürürdü, o zaman bu
tehdit dolu, gene de varlığı ve yapmaktan geri durmadığı
devinim dışmda, hiçbir şeyi tehdit etmeyen bu kalabalığa
meydan okur, çoğu zaman da öfkeyle, coşkuyla dövüşen
Arab’ı kendileri tutar ve çabucak uyarılıp çabucak yetişerek
dövüşenleri ve gelip geçenleri karakola götürmek üzere,
Jacques’in penceresinin altında, hiç tartışmadan iteleyen
polislerin gelmesinden önce oradan uzaklaştırırlardı.
Annesi, sımsıkı yakalanıp omuzlarından itilen iki adamı
görünce, "Zavallılar", derdi, ama, gidişlerinden sonra,
sokakta bir tehdit, şiddet, korku dolaşır, bilinmedik bir
bunalımla gırtlağını kuruturdu. İçindeki bu gece, evet,
kendisini bu görkemli ve ürpertici toprağa, yakıcı günlerine
ve yüreği sıkacak ölçüde hızlı akşamlarına bağlayan bu
karanlık ve birbirine dolanmış kök
258
ler, ikinci bir yaşam gibi, birinci yaşamın gündelik görünüşleri altında belki daha da gerçek ve öyküsü bir dizi
karanlık istekten, güçlü ve betimlenmez duyumdan,
okulların, mahallenin ahırlarının, annesinin elinin
üstünde çamaşırların, yukarı mahallelerde yaseminlerin
ve hanımellerinin, sözlüklerin ve içercesine okunan
kitapların kokusundan, evinde ve hırdavatçıda tuvaletin
ekşi kokusundan, derslerden önce ya da derslerden sonra
bazı bazı tek başına girdiği büyük ve soğuk sınıfların
kokusundan,
sevilen
arkadaşların
sıcaklığından,
Didier’nin kendisiyle sürüklediği sıcak yün ve dışkı
kokusundan ya da koca Marconi’nin annesinin üzerine
bol bol döktüğü ve Jacques’ta sınıftaki sırasında dostuna
daha çok yaklaşma isteği uyandıran kolonya
kokusundan, Pierre’in bir teyzesinden aldığı ve birkaç
kişi birden, içinden bir dişi geçmiş bir eve giren erkek
köpekler gibi heyecanlı ve kaygılı, çığlıktan, terden,
tozdan oluşmuş kaba dünyalarında ince,® hoş, aynı
zamanda söyledikleri kaba sözlerin bile kendilerini
uzaklaştıramadığı, çekiciliği dile gelmez bir dünyayı
gözlerinin önüne seren bu yavan bergamot ve krem
kokusu olduğunu tasarlayarak kokladıkları dudak boyasının kokusundan, en küçük yaşmdan beri bedenlerin,
plajlarda kendisini mutlulukla güldüren güzelliklerinin,
belirgin bir düşüncesi olmadan, hayvansı bir biçimde,
sahibolmak için değil -bunu bilmezdi- yalnızca ışığının
içine girmek, büyük bir kendini bırakma ve güven
duygusuyla omzunu bir arkadaşın omzuna yaslamak,
tramvayların sıkışıklığında bir kadının eli uzunca bir
süre kendi eline değince nerdeyse kendinden
a. dizelgeye eklenecek.
259
geçmek üzere kendisini sürekli çeken ılıklıkların aşkından, evet, yaşamak, daha da yaşamak, toprağın en sıcak
yanına karışmak isteğinden, bilmeden annesinden
beklediği, elde edemediği, belki de elde etmeyi göze
alamadığı ve güneşte kendisine yaslanarak uzanıp da
tüylerinin keskin kokusunu içine çektiği zaman köpek
Brillant’ın yanında ya da yaşamın korkunç sıcaklığının
her şeye karşın bundan vazgeçemeyecek olan kendisi için
saklanmış olduğu daha güçlü ve daha hayvansı kokulara
karışma isteğinden oluşmuş bir ikinci yaşam gibi olmuş
olan bu gece.
İçindeki bu karanlıkta, şu aç ateşlilik, benliğinde hep
yaşamış olan, varlığını bugün bile el değmemiş durumda
koruyan şu yaşama çılgınlığı doğmaktaydı, yalnız
-yeniden bulduğu ailesinin ortasında ve çocukluğunun
görüntülerinin karşısında- gençlik çağının geçip gittiği
düşüncesini, bu birdenbire korkunç görünen düşünceyi
daha bir acılaştırıyordu, tıpkı şu sevdiği kadın gibi, ya
evet, tüm yüreğiyle, hem de tüm bedeniyle, büyük bir
aşkla sevmişti onu, evet, istek görkemliydi onunla, ergi
dakikasında dünya dilsiz bir çığlıkla benliğinden
çekildiği zaman yakıcı düzenini yeniden bulurdu, onu
güzelliği nedeniyle, bir de kendisine hâlâ genç olduğunu
söylemelerini istemediğinden, genç kalmak, her zaman
genç kalmak istediğinden ve, o anda bile geçmekte
olduğunu bilmesine karşın, zamanm geçebileceğini
yadsımasına yol açan şu cömert ve umutsuz yaşama
çılgınlığı nedeniyle sevmişti; bir gün, gülerek, ona
gençliğin geçtiğini, günlerin akşama döndüğünü
söylediği zaman, hıçkırmaya başlamıştı: "Yok, hayır,
hayır, aşkı öyle seviyorum ki", demişti gözyaşları içinde;
nice açılardan akıllı ve üstündü, belki de gerçek260
ten akıllı ve üstün olduğu için dünyayı bu biçimiyle
yadsımaktaydı. Kısa bir süre kalmak üzere doğduğu
yabancı ülkeye geldiği günlerde olduğu gibi: başsağlığına gittiği yerlerde, teyzeler konusunda, "Onları son kez
görüyorsun", diyorlardı kendisine; gerçekten de yüzleri,
bedenleri, yıkıntıları... ve o haykırarak gitmek istiyordu,
ya da çoktan ölmüş bir büyük büyükannenin işlediği örtü
üzerinde şu aile yemeklerinde olduğu gibi: kimsecikler
düşünmüyordu büyük büyükanneyi, genç büyük
büyükannesini, kendisi gibi, gençliğinin parıltısı içinde
olağanüstü güzel büyük büyükannesini, hazlarını,
yaşama tutkusunu yalnız o düşünüyordu, ve herkes
kendisine Övgüler yağdırmaktaydı bu sofrada,
çevresindeki duvarlarda şimdi kendisine övgüler yağdıranların ta kendileri olan, ama artık çökmüş ve yorgun
olan genç ve güzel kadınların portreleri sıralanan bu
sofrada. O zaman, kanı beynine sıçrıyor, kaçmak, hiç
kimsenin yaşlanmayacağı, ölmeyeceği, güzelliğin
ölümsüz, yaşamın her zaman yabanıl ve parıl parıl olacağı bir ülkeye, varolmayan bir ülkeye kaçmak istiyordu;
dönüşte kollarında ağlıyor ve kendisi onu umutsuzca
seviyordu.
Kendisi de, kendinden önce gelmiş olanların yokoluşunun daha da tam olduğu ve yaşlılığın [ ]* uygarlık
ülkelerinde hüznün getirdiği desteklerin hiçbirini
bulamadığı, ataşız ve belleksiz bir toprakta doğduğuna
göre, belki ondan da fazla, o bir vuruşta ve bir daha
düzelmemesiye kırılmaya adanmış tek ve titrek bir bıçak
gibi, toptan bir ölüm karşısında an bir yaşama tutkusu
olarak, bugün yaşamın, gençliğin, varlıkların
1. Okunamayan bir sözcük.
261
elinden kaçtığını, onları hiç mi hiç kurtaramadığını duyumsamaktaydı, kendisini bunca yıldır günlerin yukarısına
çıkarmış, bol bol beslemiş olan bu en çetin durumlara denk
gücün, yaşama nedenlerini verdiği gibi, aynı cömertlikle,
başkaldırmadan yaşlanma ve ölme nedenlerini de
sağlayacağı konusundaki kör umuttan başka bir güvendiği
de yoktu.
262
EKLER
Yaprak I
4) Gemide. Çocukla gündüz uykusu + 14 savaşı.
*
5) Annenin evinde - saldırı.
*
6) Mondovi’ye yolculuk -gündüz uykusu-kolonileştirme.
*
7) Annenin yanmda. Çocukluğun arkası - çocukluğu
yeniden bulur, ama babayı bulamaz. İlk adam olduğunu
öğrenir. Madam Leca.
*
"İki üç kez bağrına basarak, var gücüyle üpüp bıraktıktan sonra, onu süzüyor, sonra gene kucaklıyordu,
sanki (gösterdiği) tüm sevgiyi içinde tarttıktan sonra,
henüz bir ölçü eksik olduğuna karar vermiş ve 1. Sonra,
hemen sonra, başını çeviriyor, artık onu da, başka hiçbir
şeyi de düşünmez gibi görünüyordu, hatta ona bazı bazı
sanki şimdi içinde yalnız başına devindiği dar, boş ve
kapalı evrende fazlaymış ve onu rahatsız ediyormuş gibi
tuhaf bir anlatımla bakıyordu."
1. Tümce burada kesiliyor.
265
Yaprak II
Bir kolon 1869’da bir avukata şöyle yazıyordu:
"Cezayir’in hekimlerinin bakımlarına dayanabilmesi
için, ruhunun bedenine bağlanması gerekir."
$
Çukurlarla ya da surlarla çevrili köyler (dört köşede
küçük kulelerle).
*
1831’de yollanan 600 kolondan 150’si çadırlarda ölür.
Cezayir’de çok sayıda öksüzler yurdu bulunması bundan
ileri gelir.
*
Boufarik’te, toprağı omuzda silah, cepte kininle
sürerler. "Bir Boufarik suratı var onda." 1839’da %19 ölü.
Kinin kahvelerde bir tüketim nesnesi gibi satılır.
*
Bugeaud Toulon belediye başkanma 20 güçlü nişanlı
kız bulmasını yazdıktan sonra kolon askerlerini Toulon’da
evlendirir. "Trampet sesleriyle düğünler" olur bunlar. Ama,
gözle görüldükten sonra, nişanlılar olabildiğince
değiştirilir. Fouka böyle doğar.
*
Başlangıçta ortak çalışma. Bunlar askeri kolhoz- lardır.
266
"Bölgesel" kolonileştirme. Cheragas Grasse’m 66
bahçivan ailesince kolonileştirilmiştir.
*
Cezayir belediyelerinin çoğu zaman arşivi yoktur.
*
Sandıklan ve çocuklarıyla küçük topluluklarla gemiden
inen Mahonlular. Sözleri bir yazıya değer. Hiçbir zaman
yanında İspanyol çalıştırma. Cezayir kıyılarının zenginliğini
oluşturmuşlardır.
Birmandreis ve Bernarda’nın evi.
İlk Mitidja kolonu [Dr. Tonnac]’ın öyküsü.
Bk. de Bandicorn, Histoire de la colonisation de
VAlgerie, s. 21.
Pirette’in öyküsü, a.y., s. 50 ve 51.
Yaprak III
10 - Saint-Brieuc.1
*
14 - Malan
20 - Çocukluk oyunları
30 - Cezayir kenti. Baba ve ölümü (+ saldırı)
42 - Aile
69 - M. Germain ve Okul
91 - Mondovi - Kolonileştirme ve baba
*
II
101 - Lise
140 - Kendine de karanlık
145 - Delikanlı2
»
1. Rakamlar müsvettenin sayfalarını göstermektedir.
2. Müsvette sayfa 144’te durmaktadır.
268
Yaprak IV
Güldürü izleği de önemli. Bizi en kötü acılarımızdan
kurtaran şey, bırakılmış ve yalnız olma, ama gene
"ötekiler"in bizi mutsuzluğumuzda "izleyemeyeceği" ölçüde yalnız olmama duygusudur. İşte bu nedenle bazı bazı
mutluluk dakikalarımız bırakılmıştık duygumuzun bizi
şişirip sonsuz bir kedere yükselttiği dakikalardır. Gene bu
nedenle mutluluk çoğu kez mutsuzluğumuza acıma
duygusundan başka bir şey değildir.
Yoksullarda çarpıcı - Tanrı derdin yanma çareyi koyar
gibi umutsuzluğun yanma hoşgörürlüğü koymuştur®.
*
Gençken, insanlardan verebileceklerinden fazlasını
isterdim: sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi
verebileceklerinden daha azmi istemesini öğrendim:
tümcesiz bir yoldaşlık. Ve coşkuları, dostlukları, soylu
davranışları benim için tansık değerlerini tümüyle koruyor:
eksiksiz bir tanrısal iyilik etkisi.
Marie Viton: uçak1
a. büyükannenin ölümü.
I. Fransızcası 'avion* Viton’la uyak oluşturmakta. (Çev.)
269
Yaprak V
Yaşamın kıralı olmuş, parlak yeteneklerle, isteklerle,
güçle, sevinçle taçlanmıştı, işte tüm bunlardan dolayı
ondan özür dilemeye gelmişti, oysa günlerin ve yaşamın
boyun eğmiş tutsağıydı, hiçbir şey bilmezdi, hiçbir şey
istememiş, istemeyi de göze alamamıştı, gene kendisinin
yitirdiği ve yaşamamızı tek başına haklı çıkaran bir
gerçeği olduğu gibi korumuştu.
Kouba’da perşembeler
Alıştırma, spor
Dayı
Bakalorya
hastalık
Ey anne, ey tatlı, sevgili çocuk, zamanımdan daha
büyük, seni ona bağlayan tarihten daha büyük, bu dünyada sevdiğim her şeyden daha gerçek olan, ey anne,
senin gerçeğinin gecesinden kaçmış olan oğlunu bağışla.
Büyükanne, zorba, ama sofrada ayakta hizmet ederdi.
Annesini saydırtan ve dayısma vuran oğul.
270
îlk adam (Notlar ve taslaklar)
"Alçakgönüllü, bilgisiz, inatçı yaşamın yerini hiçbir şey
tutamaz..."
Claudel, L’Echange.
271
Ya da
Yıldırıcılık üzerine konuşma:
Nesnel olarak sorumlu (dayanışma içinde)
Nitelemeyi değiştir, yoksa yumruğu yersin
Ne?
Batı’nın en budala yanını alma. Nesnel olarak deme,
yoksa yumruğu yersin.
Neden?
Annen Cezayir-Oran treninin (troleybüsün) önüne mi
yatmıştı?
Anlamıyorum.
Tren havaya uçtu, 4 çocuk öldü. Annen yerinden
kımıldamadı. Evet nesnel olarak sorumlu* ne de olsa, oysa
sen rehinelerin kurşuna dizilmesini haklı buluyorsun.
Bilmiyordu.
O da bilmiyordu. Artık hiçbir zaman nesnel olarak
deme.
Suçsuzlar bulunduğunu kabul et, yoksa seni de öldürürüm.
Bilirsin ki, yapabilirim.
Evet, seni gördüm.
*
“Jean ilk adamdır.
O zaman Pierre belirtim noktası olarak kullanılacak,
ona bir geçmiş, bir ülke, bir aile, bir aktöre(?)
*
d
İlk Adam
273/18
verilecek -Pierre- Didier?
*
Plajda delikanlılık aşkları -ve denizin üstüne inen
akşam - ve yıldızlı geceler.
*
Sainte-Etienne’de Arap’la karşılaşma. Ve Fransa’da
iki sürgünün bu kardeşliği.
*
Seferberlik. Babam silah altına çağrıldığı zaman.
Fransa’yı hiç görmemişti. Gördü ve öldürüldü.
(Benimki gibi alçak gönüllü bir ailenin Fransa’ya
verdiği.)
*
J. yıldırıcılığın karşısında yer aldıktan sonra, Saddok’la konuşma. Ama ona kapısını açar, sığınma hakkı
kutsaldır çünkü. Annesinin evinde. Konuşmaları annesinin önünde geçer. Sonunda, J. "Bak", der, annesini
gösterir. Saddok kalkar, annesine doğru gider, eli
yüreğinin üstünde, Arap göreneğince eğilerek elini öper.
Fransızlaşmış olduğundan, J. onun bu deviniyi yaptığını
hiç görmemiştir. "Benim annemdir o, der. Benimki öldü.
Benim annemmiş gibi onu seviyor, ona saygı
duyuyorum."
(Annesi bir saldırı nedeniyle düşmüştür. Kötüdür.)
*
Ya da:
Evet sîzlerden nefret ediyorum. Dünyanın onuru
ezilenlerde yaşıyor, güçlülerde değil. Onlar arasında
274
yalnız onursuzluk var. Bir kez tarihte bir ezilen... o zaman...
Allahaısmarladık, der Saddok.
Kal, seni yakalarlar.
Böylesi daha iyi. Onlardan nefret edebilirim, nefrette kavuşurum onlara. Sense kardeşimsin, ama ayrıldık.
Gece J. balkondadır... Uzakta iki silah sesi ve bir
koşma duyulur...
-Bu ne? der anne.
-Bir şey değil.
-Ya! Ben senin için korkuyordum.
J. ona doğru atılır...
Sonra barındırma nedeniyle tutuklanır.
Fırına yemek yollarlardı
Delikteki 2 frank.
Büyükanne, yetkesi, gücü
Parayı çalıyordu.
*
Cezayirlilerde onurun anlamı.
*
Adaleti ve aktöreyi öğrenmek, bir tutkunun iyiliğini
ve kötülüğünü etkilerine göre yargılamaktır. J. kadınlara
bırakabilir kendini - ama tüm zamanını alırlarsa...
*
"Şunu haksız bulup buna hak Vermek için yaşamaktan, etkinlikte bulunmaktan, duymaktan bıktım.
Başkalarının bana kendim konusunda verdikleri imgeye
göre yaşamaktan bıktım. Özerklik kararı alıyorum,
275
bağımsızlık içinde bağımsızlık istiyorum."
*
Pierre sanatçı mı olacak?
*
Jean’ın babası arabacı?
*
Hastalıktan sonra Marie, P., Clamence işi bir bunalım
çıkarır (hiçbir şeyi sevmiyorum...), o zaman düşüşe J. (ya
da Grenier) karşılık verir.
Anneyle evren (uçak, en uzak ülkeler birleştirilmiş
olarak) karşıtlaştırılacak.
*
Pierre avukat. Ve Yveton’un 1 avukatı.
*
"Yiğit, gururlu, güçlüyüz... bir inancımız, bir Tanrı’mız olsaydı, hiçbir şey yaralayamazdı bizi. Ama hiçbir
şeyimiz yoktu, her şeyi öğrenmemiz ve yalnızca onur için
yaşamamız gerekti, onun da zayıflıkları vardı..."
*
1» Bir fabrikaya patlayıcılar koymuş olan komünist militan. Cezayir savaşı sırasında giyotine
gönderilmişti.
Aynı zamanda dünyanın sonunun öyküsü olmalı bu içinden şu ışık yıllarının özlemi geçen...
*
Philippe Coulombel ve Tipasa’saki büyük çiftlik.
Jean’la dostluk. Çiftliğin üstünde uçakta ölmesi. Süpürge
sapı böğrüne saplanmış, yüzü uçağın bir tablosu üzerinde
ezilmiş olarak bulunur. Üstüne cam parçaları serpilmiş
kanlı bir bulamaç.
*
Başlık: Göçebeler. Bir taşınmayla başlar, Cezayir
topraklarının boşaltılmasıyla sona erer.
*
2 yüceltme: yoksul kadm ve çoktanrıcılık dünyası
(akıl ve mutluluk).
*
Herkes Pierre’i sever. J.’m başarısı ve gururu birtakım
insanların düşmanlığını çeker.
*
Linç sahnesi: 4 Arab’ın Kassour’un dibine atılması.
*
Annesi İsa’dır.
*
J. üzerine başkalarını konuştur, onu başkaları aracılığıyla, hepsinin çizdiği çelişkin portreyle sun.
Bilgili, sporcu, haz düşkünü, yalnız, dostların en iyisi,
kötü, şaşmaz bir dürüstlükte, vb., vb.
"Kimseyi sevmez", "ondan daha yüce gönüllüsü
277
yoktur", "soğuk ve uzak", "ateşli ve coşkulu", kendisi dışında herkes güçlü bulur.
Kişi böyle büyütülecek.
O konuştuğu zaman: "Suçsuzluğuma inanmaya
başladım. Çardım. Her şey ve herkes üzerinde hüküm
sürmekteydim, elimin altındaki (vb.). Sonra gerçekten
sevmek için yeterince yüreğim olmadığını anladım ve
kendi kendime duyduğum horgörüden ölecek gibi oldum.
Sonra başkalarının da gerçekten sevmediklerini ve
yalnızca hemen herkes gibi olmayı kabul etmek
gerektiğini benimsedim.
Sonra böyle olmadığına, yeterince büyük olmadığım
için kendime kızmam ve böyle olma fırsatı verilmesini
beklerken rahatça umutsuzluğa kapılmam gerektiğine
karar verdim.
Bir başka deyişle, çar olacağım ve bunun tadını çıkarmayacağım zamanı bekliyorum.
*
Ya da:
Gerçekle -"bilerek"- yaşanabilir, bunu yapan kişi
öteki insanlardan ayrılır, onların yanılsamalarının hiçbirini
paylaşamaz artık. Bir canavardır - ben de büyüm.
*
Maxime Rasteil: 1848 kolonlarının çektikleri.
MondoviMondovi’nin öyküsü araya sokulsa mı? Örneğin
l)mezar dönüş ve Mondovi’de [ ]‘.
Is) Mondovi 1848 -> 1913
*
278
İspanyol yanı yalınlık ve cinsellik güç ve nada.
*
J.:"Çektiğim acıyı hiç kimse tasarlayamaz... Büyük
şeyler yapmış insanlar onurlandırılır. Ama, bulundukları
duruma karşın, en büyük cinayetleri işlememek için kendini
tutabilmiş olan kimi kişiler için daha da fazlasını yapmak
gerekirdi. Evet, onurlandırın beni."
*
Paraşütçü1 teğmenle konuşma:
-Fazla güzel konuşuyorsun. Dilin aynı ölçüde iyi
işleyecek mi, yanda göreceğiz. Hadi bakalım.
-Tamam, ama önce sizi uyarmak istiyorum, çünkü
herhalde hiçbir zaman insanlarla karşılaşmadınız. İyi
dinleyin. Söylediğiniz gibi, yanda olacaklardan sizi sorumlu
tutuyorum. Eğilmezsem, sorun yok. Yalnız, bu iş olanaklı
olur olmaz herkesin içinde yüzünüze tüküreceğim. Ama
eğilirsem ve ister bir, ister 20 yıl sonra çıkarsam, sizi
öldürürüm, kişisel olarak sizi.
-Ona iyi bakın, dedi teğmen, bıçkın biri a.
*
J.’m dostu "Avrupa’nın olanaklı olması için" kendini
öldürür. Avrupa’yı yapmak için gönüllü bir kurban gerekir.
*
J. Aynı zamanda dört kadmla birden ilişkidedir ve boş
bir yaşam sürer.
I. Cezayir direnişine karşı en sert biçimde Fransız paraşütçü birlikleri savaşıyordu. (Çev.)
a. (onunla silahsız karşılaşır, düelloya (kışkırtır]? ).
279
*
C.S. : ruha fazla büyük bir acı çökünce, öyle bir
mutsuzluk iştahı gelir ki...
*
Bk. Combat eyleminin tarihi.
*
Komşusunun radyosunda saçmalıklar anlatılırken
hastanede ölen Chatte.
-Yürek hastalığı. Gezgin ölü. "Kendimi öldürsem, hiç
değilse girişim bende olurdu."
*
"Yalnız sen bileceksin kendimi öldürdüğümü. İlkelerimi bilirsin. İntiharlardan tiksinirdim. Başkalarına
yaptıkları yüzünden. İlle de istenirse, işin görünümünü
değiştirmek gerekir. Cömertlikle. Bunu sana neden mi
söylüyorum? Sen mutsuzluğu seversin de ondan. Bir
armağan veriyorum sana. Afiyet olsun!"
*
J: Yerinde duramayan, yenilenmiş yaşam, varlıkların
ve deneyimlerin çokluğu, yenilenme ve [itki] gücü
(Lope)*
Son. Eklem yerleri düğüm düğüm ellerini ona doğru
kaldırdı, yüzünü okşadı. "En büyük sensin"." Koyu renk
gözlerinde (biraz yıpranmış kaş kemerinde) onca aşk,
onca hayranlık vardı ki, içinde biri -bilen kişibaşkaldırdı... Biraz sonra, onu kollarına alıyordu. O, en
açık görüşlü olan, kendisini sevdiğine göre, bunu
280
kabul etmesi gerekirdi, ve bu aşkı kabul etmek için de
kendisini biraz sevmesi gerekirdi1...
*
Musirin konusu: çağcıl dünyada düşüncenin kurtuluşunun aranışı - D: Cinler'de [görüşme] ve ayrılma.
*
îşkence. Dayanışma dolayısıyla cellat. Hiçbir zaman
hiçbir insana yaklaşamadım - şimdi dirsek dirse- ğeyiz.
*
Hristiyan durumu: arı duyum.
*
Kitap bitmemiş olmalı. Örn.: "Ve kendisini Fransa’ya
getiren gemide..."
*
Kıskançtır, değilmiş gibi yapar, kibar çevre adamı rolü
oynar. Sonra artık kıskanç değildir.
*
40 yaşında, kendisine yol gösterecek, ayıplayacak ya da
övecek birine: bir babaya gereksinimi olduğunu kabul eder.
Yetkeye, erke değil.
1. Buradaki "o\ elini kaldırıp yüzü okşayan, "En büyük sensin", diyen kişi dişil bir •o*dur,
Jacques’m annesi olması gerekir. (Çev.)
281
*
X bir teröristin ... üzerine ateş ettiğini görür. Karanlık
sokakta onun arkasından koştuğunu işitir, kımıldamaz,
birden geriye döner, bir çelmeyle düşürür, tabanca düşer.
Silahı alır ve kıpırdatmaz, sonra onu ele veremeyeceğini
düşünür, uzak bir sokağa götürür, önünden koşturur ve ateş
eder.
*
Kamptaki genç oyuncu kız: cürufun ortasında ot dalı,
ilk ot ve şu keskin mutluluk duygusu. Düşkün ve şen. Daha
sonra kız Jean’ı sever - çünkü Jean arıdır. Ben mi? Ama ben
beni
sevmeni
[haketmiyorumj.
Gerçekten.
Aşk
[uyandıranlar], günahkâr da olsalar, kraldırlar, dünyayı onlar
aklar.
*
28 Kas. 1885: C. Lucien’in Ouled-Fayet’te doğuşu: C.
Baptiste (43 yaş.) ve Cormery Marie’nin (33 yaş.) oğlu.
1909’da (13 Kas.) Mile Sintes Catherine’le (doğ. 5 Kas.
1882) evlenir. Ölümü Saint-Brieuc 11 Ekim 1914.
*
45 yaşında, tarihleri karşılaştırınca, kardeşinin evlenme
tarihinden iki ay sonra doğduğunu anlar? Az önce töreni
anlatan dayıysa ona ince, uzun bir giysiden sözeder...
*
İkinci oğlunu eşyaların yığıldığı yeni evde bir hekim
doğurtur.
*
282
Temmuz 14’te Seybouze’un sivrisineklerinin ısırıklarıyla her yanı kabarmış çocukla yola çıkar. Ağustosta,
seferberlik. Kocası Cezayir’deki [birliğine] katılır. Bir
akşam iki çocuğunu kucaklamak için kaçar. Ölümü
bildirİlinceye değin bir daha görünmeyecektir.
\
*
Yerinden çıkarılınca, bağını yıkıp bozan, tuzlu suları
salan bir kolon... "Bizim burada yaptığımız bir cinayetse,
silmek gerek..."
*
Annem (N. konusunda): "kazandığın" gün - "sana
birinciliği verdikleri zaman".
*
Criklinski ve çilesel aşk.
*
Sevişmeye başladığı Marcelle’in ülkenin mutsuzluğuna ilgi duymamasına şaşar. "Gel", der Marcelle. Bir
kapıyı açar: 9 yaşında çocuğu - devinim sinirleri ezilmiş
olarak doğmuş- felçli, konuşmaz, yüzünün sol yanı sağ
yanından dahm yüksek, yemeği yedirilmekte, yıkanmakta,
vb. Kapıyı kapatır.
*
Kanser olduğunu bilir, ama bildiğini söylemez.
Ötekiler onu aldattıklarını sanırlar.
*
İnci bölüm: Cezayir, Mondovi. Bir Arap’la karşılaşır,
adam ona babasından sözeder. Arap işçilerle ilişkileri.
283
♦
J. Douai: L’ecluse1.
Beral’in savaşta ölmesi.
*
Onun Y. ile ilişkisini öğrenince F.’nin gözyaşları içinde
çığlığı: "Ben de, ben de güzelim." Ve Y.’nin çığlığı: "Ah!
biri gelsin de beni alıp götürsün."
*
Dramdan çok sonra, F. ve M. karşılaşırlar.
*
İsa Cezayir’e inmedi.
♦
Ondan aldığı ilk mektup ve onun eliyle yazılmış adı
karşısında duydukları.
*
En güzeli, kitap, bir baştan bir başa, anneye yazılmış
olsaydı -ve annenin okuma yazma bilmediği ancak sonunda
öğrenilir-, evet böyle olurdu 3.
*
Dünyada en çok istediği şey, annesinin yaşamı ve teni
olan her şeyi okuması, işte bu olanaksızdı. Aşkı, biricik aşkı
her zaman dilsiz olacaktı.
*
Bu yoksul aileyi yoksulların yazgısından, iz bırakmadan tarihten silinmek olan yazgısından kurtarmak.
Dilsizler.
I. 50’li yılların ünlü şarkıcısı. L’Ecluse de söylediği şarkılardan biri. (Çev.) a.
T.I. altı çizili.
284
Onlar benden daha büyüktü, hâlâ da öyleler.
*
Doğum gecesiyle başlanacak. I, sonra II: 35 yıl sonra,
Saint-Brieuc treninden bir adam iniyordu.
*
Baba olarak kabul ettiğim Gr 1, gerçek babamın öldüğü
ve gömüldüğü yerde doğmuştu.
*
Pierre ve Marie. Başlangıçta, onunla sevişemez, işte
bu nedenle onu sevmeye başlar. Tersine, J. ile Jessica,
hemen mutluluk. Bu nedenle gerçekten sevmesi zaman alır
- bedeni Jessica’yı gizler.
*
Yüksek yaylalarda cenaze alayı [Figari].
*
Alman subayıyla çocuğun öyküsü: hiçbir şey onun
için ölmenin yerini tutmaz.
*
Quillet sözlüğünün sayfalan: kokuları, levhalar.
*
Fıçı atölyesinin kokulan: yonga talaştan da fazla [ ] 2
kokar.
*
Jean, sürekli hoşnutsuzluğu.
*
1. Grenier.
2. Okunamayan bir sözcük.
285
Yalnız yatmak için delikanlıyken evi bırakır.
*
İtalya’da dinin bulgulanması: sanat yoluyla.
*
I.’in sonu: bu arada, Avrupa toplarını ayarlamaktaydı. Altı ay sonra patladılar. Anne, 4 yaşında bir çocuğu
elinden tutup ötekini kolunda taşıyarak (bu çocuğun her
yanı Seybouse’un sivrisineklerinin ısırıklarıyla kabarmış)
Cezayir’e gelir. Yoksul bir mahallenin üç odasına
yerleşmiş büyükannenin karşısına çıkarlar. "Anne, bizi
yanma aldığın için teşekkür ederim." Büyükanne dik,
gözleri açık renk ve sert: "Kızım, çalışman gerekecek."
*
Annem: bilgisiz bir Muşkin gibi. Çarmıh dışında,
İsa’nın yaşamını bilmez. Gene de ona daha yakın?
*
Sabah, bir taşra otelinin avlusunda, M.’yi beklerken.
Ancak geçici olanda, yasak olanda duyabildiği şu
mutluluk duygusu - yasak olması nedeniyle bu mutluluğu
önlemekteydi- hatta çoğu zaman onu zehirlemekteydi,
eksi şimdi olduğu gibi arı durumda, sabahın hafif
ışığında, hâlâ çiğden parlayan yıldızçi- çekleri arasmda
kendini benimsetiverdiği ender zamanlar.
*
XX’in öyküsü.
Gelir, zorlar, "ben özgürüm", vb., azatlıları oynar.
Yatakta soyunur, ... için her şeyi yapar, sonunda kötü
bir [ ]l Mutsuz.
Kocasını bırakır, umutsuzluğa gömer, vb. Koca ötekine
mektup yazar: "Sorumlusunuz. Onunla görüşmeyi sürdürün,
yoksa kendini öldürecektir.” Gerçekte, kesin başarısızlık:
saltığa tutkun olmak, ve bu durumda insan olanaksızla
uğraşır - böylece kendini öldürür. Koca gelir. "Neden
geldiğimi biliyorsunuz. -E- vet. -Güzel, istediğinizi
seçebilirsiniz, ya ben sizi öldüreceğim, ya siz beni. -Hayır,
seçimin ağırlığını siz taşımalısınız. Öldürün." Gerçekte,
kurbanın gerçekten sorumlu olmadığı sıkıştırma türü. Ama
[hiç kuşkusuz] XX uğrunda hiçbir zaman bir şey ödemediği
başka şeyden sorumluydu. Saçmalık.
*
XX. İçinde bir yıkım ve ölüm ruhu vardır. O Tan- rı’ya
[adanmış]tır.
*
Bir doğacı: besine, havaya, vb. karşı sürekli güvensizlik
içinde.
*
İşgal altındaki Almanya’da.
İyi akşamlar Herr offizer.
İyi akşamlar, der J. kapıyı kapatarak. Sesinin titremi onu
şaşırtır. Ve fethetmekten, işgal etmekten rahatsız oldukları
için birçok fatihlerde bu titrem olmadığını anlar.
*
J. varolmamak ister. Yaptığı, adını yitirir, vb.
1. Okunamayan bir sözcük.
287
*
Kişi: Nicole Ladmiral.
*
Babanın "Afrika hüznü".
*
Son. Oğlunu Saint-Brieuc’e götürür. Küçük alanda
karşı karşıya dikilmişlerdir. Nasıl yaşıyorsun? der oğul. Ne?
Evet, sen kimsin, vb. (Mutlu) çevresinde ölümün gölgesinin
yoğunlaştığını duydu.
sN
V.V. Bizler, bu çağın, bu kentin, bu ülkenin erkekleri
ve kadınları birbirimizi kucakladık, ittik, yeniden
kucakladık, en sonunda ayrıldık. Ama tüm bu zaman
boyunca, birlikte savaşmak ve acı çekmek durumunda
olanların şu eşsiz suçortaklığıyla, birbirimizin yaşamasına
yardım etmeye hiç ara vermedik. Aşk budur işte
- herkese duyulan aşk.
*
40 yaşında, tüm yaşamı boyunca, lokantalarda eti çok
kanlı istedikten sonra, gerçekte pişmiş ve kansız sevdiğini
ayrımsadı.
*
Her türlü sanat ve biçim kaygısmdan sıyrılmak.
Dolaysız, aracısız bağıntıyı, dolayısıyla da suçsuzluğu
yeniden bulmak. Burada sanatı unutmak, kendini
unutmaktır. Kendinden vazgeçmek, erdemle değil. Tersine,
cehennemini kabul etmek. En iyi olmak isteyen kendini
yeğler, ergiye ulaşmak isteyen kendini yeğler. Ancak bu
kişi olduğu şeyden, kendi "ben"in288
den vazgeçer, geleni sonuçlarıyla kabul eden. O zaman
dolaysız bağıntıdadır.
Bu 2nci derece suçsuzlukla Yunanlılar’ın ve büyük
Rusların büyüklüğünü yeniden bulmak. Korkmamak. Hiçbir
şeyden korkmamak... Ama kim bana yardıma gelecek!
*
Cannes’da, Grasse yolunda, şu öğle sonu: bunca yıllık
ilişkiden sonra, birdenbire, Jessica’yı sevdiğini, en sonunda
sevdiğini anlamıştır, dünyanın gerisi onun yanında bir gölge
gibidir.
*
Söylediğimin, yazdığımın hiçbirinde yoktum. Evlenmiş olan, baba olan, vb. ben değilim... Kimsesiz çocukları Cezayir’i kolonileştirmeye yollamak için birçok
anılar. Evet. Hepimiz buradayız.
*
Belcourt’dan Gouvernement alanına sabah tramvayı.
Önde, vatman ve kullanma kolları.
*
Bir canavarın öyküsünü anlatacağım.
Anlatacağım öykü...
*
Annem ve tarih: Sputnik’in uzaya gidişi haber verilir:
"Ben yukarıda olmak istemezdim!"
*
Geri geri bölüm. Rehineler Kabil köyü. İğdiş edilmiş
asker - tarama, vb., gide gide kolonileştirmenin
İlk Adam
289/19
ilk ateşine dek gelinecek. Ama neden orada durmalı?
Kabil Habil’i öldürdü. Uygulayımsal sorun: tek bir bölüm
mü yoksa karşılamalarla mı?
*
Rasteil: koca bıyıklı, favorileri kırlaşmaya başlamış
bir kolon.
Babası: Faubourg Saint-Denis’de bir dülger; annesi:
çamaşırcı.
Ayrıca tüm Parisli kolonlar (ve birçok 48 devrimcileri). Paris’te birçok işsiz. Kurucu meclis bir kolon
topluluğu göndermek için 50 milyon yatırılmasını oylamıştı:
Her kolona:
bir konut
2-10 hektar toprak
tohum, ekim, vb.
yiyecek
Demiryolu yok (ancak Lyon’a dek gidiyordu). Bu
nedenle kanal kullanımı - atların yedekte çektiği mavnalar
üzerinde. Marsaillaise, Chant du depart, kilisenin
kutsaması, Mondovi’ye götürülmek üzere verilen bayrak.
Her biri 100 - 150 m. 6 mavna. Ot minderler üzerine
yerleşmişler. Kadınlar çamaşır değiştirmek için birbiri
ardından tuttukları yatak çarşaflarının arkasında
soyunuyorlardı.
Yaklaşık bir ay yolculuk.
*
Marsilya’da, bir hafta süresince, büyük Laza- ret’de
(1500 kişi). Sonra eski bir yandan çarklı bir fır-
290
kateyne: Labrador’a biniş. Mistral yeli altında yola çıkış.
Beş gün beş gece - hepsi hasta.
Bone - tüm halk kolonları karşılamak üzere iskeleye
gelmiş.
Ambara yığılan ve kaybolan eşyalar.
Böne’dan Mondovi’yi (ordunun cephane arabalarında, kadın ve çocuklara yer ve hava bırakmak için
erkekler yaya) yol yok. Bataklık ovada ya da makilerde,
Araplar’m düşman bakışları altında, Kabil köpeklerinin
uluyan sürüleri eşliğinde -8 XII 48’. Mondovi yoktu, asker
çadırları. Gecenin içinde, kadınlar ağlardı - çadırlar
üstünde 8 gün süresince Cezayir yağmuru, dereler taşar.
Dülger eşyaları korumak için bezle örtülü hafif korunaklar
kurar. Çocukların içeriden dışarıya işeyebilmeleri için
Seybouze kıyılarından kesilmiş içi boş kamışlar.
Çadırlar altında dört ay sonra tahtadan yapılmış geçici
barakalar: her çifte barakada 6 aile barınacaktı.
49 ilkbaharında: erken gelen sıcaklar. İnsanlar barakalarda pişer. Sıtma sonra kolera. Günde 8-10 ölü.
Dülgerin kızı, Augustine, ölür, sonra karısı.
Kayınbiraderi de. (Bir tüf katmanının altma gömerler.) Hekimlerin buyruğu: Kanı ısıtmak için dansedin.
Ve tüm geceler iki cenaze arasında keman eşliğinde
dansederler.
Topraklar ancak 1851’de dağıtılacaktı. Baba ölür.
Rosine ve EugĞne yalnız kalır.
Seybouze’un bir kolunda çamaşır yıkamaya gitmek
için askerlerin eşlik etmesi gerekir.
1. Yazarca bir çizgiyle çevrilmiş.
291
Orduca kurulan tabyalar + çukurlar. Küçük evleri ve
bahçeleri kendi elleriyle yaparlar.
Köyün çevresinde beş altı arslan kükrer (kara yeleli
Numidya arslanı). Çakallar. Yaban domuzları. Sırtlan.
Pars.
Köylere saldırılar. Sığır çalmalar. Böne ile Mondovi
arasında bir yük arabası çamura saplanır. Yolcular
yalnızca gebe bir genç kadını bırakıp yardım getirmeye
giderler. Döndüklerinde kadını karnı yarılmış, göğüsleri
kesilmiş bulurlar.
İlk kilise, dört kerpiç duvar, iskemle yok, birkaç sıra.
İlk okul: kazık ve dallardan yapılmış bir kulübe. 3
rahibe.
Topraklar: dağmık parçalar, tarla silah omuzda
sürülür. Akşam köye dönülür.
Oralardan geçen 3000 Fransız askerinden oluşan bir
topluluk gece köyü yağmalar.
Haziran 1851: ayaklanma. Köyün çevresinde yüzlerce
maşlahlı atlı. Küçük tabyalara soba boruları yerleştirilerek
top süsü verilir.
*
Gerçekte, tarlalarda Parisliler; çokları tarlalara
başlarında silindir şapkalarla, kanları ipek giysilerle
gitmekteydi.
*
Sigara içme yasağı. Yalnızca kapaklı pipoya izin
vardır. (Yangınlar yüzünden.)
*
54’te yapılan evler.
292
*
Konstantin ilinde, kolonların 2/3’ü kazmaya ya da
saban* nerdeyse hiç el sürmeden ölür.
Kolonların eski mezarlığı, uçsuz bucaksız unutuş 1.
♦
Annem. Gerçek şu ki, bütün aşkıma karşın, bu
tümcesiz, tasansız, kör sabır düzeyinde yaşayamamış- tım.
Onun bilgisiz yaşamıyla yaşayamamıştım. Dünyayı
dolaşmış, kurmuş, yaratmış, varlıkları yakmıştım.
Günlerim taşasıya dolu geçmişti - ama yüreğimi hiçbir
şey...
*
Biliyordu ki, gene gidecekti, gene yanılacak, bildiğini
unutacaktı. Ama işte bildiği şey yaşamının gerçeğinin
burada, bu odada olduğuydu... Hiç kuşkusuz bu gerçekten
kaçacaktı. Kim kendi gerçeğiyle yaşayabilirdi ki? Ama
orada olduğunu bilmek yeter, onu en sonunda tanımak ve
içinde, ölüm karşısında, gizli ve sessiz bir [coşkuyu]
beslemesi yeter.
*
Yaşamının sonunda annemin hristiyanlığı. Yoksul,
mutsuz, bilgisiz kadm [ ] 2 ona sputniki göstermek mi? Haç
ona destek olsun.
*
72’de, ailenin baba kökeni yerleştiği zaman:
-Komün’ü,
-71 Arap ayaklanmasını (Mitidja bölgesinde ilk
a. 48’de Mondovi
1. "Uçsuz bucaksız unutuş” yazarca halka içine alınmış.
2. Okunamayan bir sözcük.
293
öldürülen bir ilkokul öğretmeni olur) izler.
Alsace’lılar ayaklanmışların topraklarına yerleşirler.
*
Dönemin boyutları
*
Tarihin ve dünyanın tüm [ jlerine 1 karşıt açı olarak
annenin bilgisizliği.
Bir Hakeim: "uzak" ya da "orası".
Dini görseldir. Gördüğünü bilir, ama yorumlaya- maz.
îsa acı çekmedir, yıkılır, vb.
*
Kadın savaşçı.
*
Gerçeği yeniden bulmak için [ ]2 yazmak.
*
İnci Bölüm
Göçebeler
1) Taşınma sırasında doğum. 6 ay sonra savaş. 8 Çocuk.
Cezayir, baba, başında hasır şapka, zuhaf kılığıyla saldırıya
kalkıyordu.
2) 40 yıl sonra. Saint-Brieuc mezarlığında oğul babanın
önünde. Cezayir’e döner.
3) "Olaylar” nedeniyle Cezayir’e geliş. Araştırma.
Mondovi’ye yolculuk. Çocukluğu yeniden bulur, ama babayı bulamaz.
îlk adam olduğunu öğrenir 0.
1.
2.
a.
b.
Okunamayan bir sözcük.
Okunamayan iki sözcük.
48’de Mondovi
1850’de Mahonlular-72-73- 14’te Alsace’lılar.
2nd Bölüm İlk Adam
Delikanlılık: Atılan yumruk Spor
ve aktöre Adam : (Siyasal eylem (Cezayir),
Direniş)
3ncü Bölüm Anne
Aşklar.
Ülke: eski spor arkadaşı, eski dost, Pierre, eski
öğretmen ve 2 bağlanmasının öyküsü
Anne1
Son bölümde, Jacques annesine Arap sorununu, kırma
uygarlığı, Batı’nın yazgısını açıklar. "Evet, der
0. evet." Sonra tam açılma ve son.
*
Bu adamda bir gizlem vardı, aydınlatmak istediği bir
gizlem.
Ama sonunda yalnızca yoksulluğun gizlemi vardır,
insanları adsız ve geçmişsiz yapan yoksulluğun.
*
Plajlar üzerinde gençlik. Çığlıklar, güneş, zorlu çabalar, soğuk ve göz kamaştırıcı isteklerle günlerden sonra.
Denizin üstüne akşam iner. Bir keçisağan kuşu göğün
yükseklerinde haykırır. Bunalım yüreğini sıkar.
*
Sonunda örnekçe olarak Empedokles’i alır. Yalnız
yaşayan [ J2 filozofu.
1. Bütün bu kesim yazarca bir çizgiyle çerçevelenmiş.
2. Okunamayan bir sözcük.
295
*
Burada aynı kanla ve tüm farklarla bağlı bir çiftin
öyküsünü yazmak istiyorum. Kadın toprağın taşıdığı en iyi
şeye benzer, adam dingince canavarsı. Adam tarihimizin
bütün çılgınlıkları içine atılmış; kadın aynı tarihin içinden
tüm zamanların tarihiymiş gibi geçen. Kadm çoğu zaman
sessizdir ve içindekini dile getirmek için elinin altında
ancak birkaç sözcük vardır; adam durmamacasına konuşur
ve onun sessizliklerinin bir teki içinde söyleyebileceğini
binlerce sözlük arasında bulamaz... Anne ile oğul.
*
Hangi titremde olursa olsun konuşma özgürlüğü.
*
O zamana değin tüm kurbanlara bağlı olduğunu
duyumsamış olan Jacques, şimdi cellatlara da bağlı olduğunu kabul eder. Keder. Tanım.
*
*
Kendi yaşamının izleyicisi olarak yaşamak gerekirdi.
Buna kendisini tamamlayacak düşü eklemek için. Ama
yaşarsınız, ötekiler de yaşamınızı düşler.
*
Ona bakıyordu. Her şey durmuştu, zaman da çıtırdıyarak geçiyordu. Sinemada, bir aksaklık sonunda imge
silinip de salonun karanlığında ... boş perdenin önünde,
mekanik boşalmadan başka bir şey kalmaması gibi.
*
296
Araplar’m sattığı yasemin kolyeler. Hoş kokulu aklı,
sarılı çiçek dizisi [ ]l. Kolyeler çabuk solar [ ]2 çiçekler
sararır [ ]3 ama yoksul odada kalan koku.
*
Paris’te mayıs günleri, kestane ağaçlarının çiçeklerinin ak keselerinin her yanda havada yüzdüğü.
*
Annesini ve çocuğunu, seçmesi kendine bağlı olmayan her şeyi sevmişti. Sonunda, her şeye karşı çıkmış,
her şeyi tartışma konusu yapmış, ama yalnızca zo- runluğu
sevmişti. Yazgının kendisine getirdiği varlıkları, kendisine
göründüğü biçimiyle dünyayı, kaçınama- dığı her şeyi,
hastalığı, iççağrıyı, şanı ya da yoksulluğu, kısacası
yıldızını. Gerisine, seçmek durumunda kaldığı şeylere
gelince, sevmeye çabalamıştı, bu da aynı şey değildi. Hiç
kuşkusuz hayranlığı, tutkuyu, hatta sevgi anlarını tanımıştı.
Ama her an başka anlara, her varlık başka varlıklara doğru
fırlatmıştı onu, hiçbir şeyi seçtiğinde karar kılmak için
sevmemişti, koşullar içinde yavaş yavaş ona kendini
benimsetmiş, istemle olduğu ölçüde de rastlantıyla sürmüş,
sonunda zorunluluk olup çıkmış olan : Jessica bir yana
bırakılacak olursa. Gerçek aşk bir seçim de, bir özgürlük
de değildir. Yürek, özellikle yürek özgür değildir.
Kaçınılmazdır ve kaçınılmazın tanınmasıdır. O da,
gerçekten, ancak kaçmılmaz olanı tüm yüreğiyle sevmişti.
Şimdi kendi ölümünü sevmekten başka bir yapacağı
kalmıyordu.
1. Okunamayan altı sözcük.
2. Okunamayan iki sözcük.
3. Okunamayan iki sözcük.
297
*
“Yarın, altı yüz milyon San adam, milyarlarca Sarı,
Kara, tunç rengi insan dalga dalga Avrupa’ya doğru
gelecekti... ve en iyi durumda [onu kendi yoluna getirecekti]. O zaman, kendisine ve kendisine benzeyenlere
öğretilen her şey, ayrıca kendi öğrendiği her şey,
bugünden sonra ırkının insanları, kendileri için yaşadığı
tüm değerler, yararsızlıktan ölecekti. O zaman hâlâ nevin
de&eri kalırdı?... Annesinin sessizliğinin. Onun önünde
silahlarını bırakıyordu.
*
M. 19 yaşındadır. O o zaman 30 yaşındaydı, ve
birbirlerini tanımazlardı. Zamanda geriye gidilebilmesini,
sevilen varlığın varolmuş, yapmış, katlanmış olmasının
engellenmesini anlar, insan seçtiğinin hiçbir şeyine
sahibolmaz. Çünkü doğumun ilk çığlığıyla seçmek
gerekirdi, ve birbirimizden ayrı olarak doğarız - bir anne
dışında. İnsan yalnızca zorunlu olana sahibo- lur, ona geri
dönmek ve (önceki nota bak) boyun eğmek gerekir. Gene
de ne özlem, ne üzüntü!
Vazgeçmek gerekir. Hayır, arı olmayanı sevmeyi
öğrenmek.
*
Sonuçta, annesinden kendisini bağışlamasını diler
- Neden iyi bir oğul oldun - Ama bilemeyeceği, hatta
tasarlayamayacağı tüm gerisi için [ ]l bir o bağışlayabilir
(?)
*
Tersine çevirdiğime göre, Jessica’yı genç göstera. Bunu gündüz uykusunda düşler
1. Okunamayan bir sözcük.
298
meden önce yaşlı göstermeliyim.
*
M.’le hiç erkek tanımamış olduğu için evlenir.
Onunla kendi kusurları nedeniyle evlenir sonuçta. Sonra
elden geçmiş kadınlan sevmeyi -yani- yaşamın korkunç
zorunluluğunu sevmeyi öğrenecektir.
*
14 savaşı üzerine bir bölüm. Zamanımızın hazırlayıcısı. Annenin gözünden? Fransa’yı da, Avrupa’yı da,
dünyayı da tanımayan. Obüs parçalarınin kendi başlarına
gittiklerini sanan.
*
Sözü anneye de verecek ardışık bölümler. Aynı olguların yorumları, ama onun 400 sözcüklük dağarcığıyla.
*
Kısacası, sevdiklerimden
bundan. Derin sevinç.
♦
sözedeceğim.
Yalnız
“Saddok:
1)-Ama neden böyle evleniyorsun ki, Saddok?
-Fransızlar gibi mi evlenmeliyim?
-Fransızlar gibi ya da başka türlü! Saçma ve acımasız
bulduğun bir geleneğe neden uyuyorsun b?
-Halkım bu gelenekle özdeşleşmiş de ondan, başka
hiçbir şeyi yok, onda donmuş, ve bu gelenekten ayrılmak
ondan ayrılmaktır da ondan. İşte bunun için
a Tüm bunlar (yaşanmamış] içli, kesinlikle gerçekçilikten uzak bir biçem içinde,
b. Fransızlar haklı, ama mantıkları bizi eziyor. Ben de bu nedenle Arap çılgınlığını
seçiyorum, ezilmişlerin çılgınlığını.
299
rılmak ondan ayrılmaktır da ondan. İşte bunun için yarın o
odaya gireceğim, bilinmedik bir kadını soyacağım, ve
silah patırtıları içinde ırzına geçeceğim.
-Tamam. Bu arada gidip yüzelim.
2)-Sonra?
-Şimdüik faşist karşıtı cepheyi sağlamlaştırmak gerektiğini, Fransa ile Rusya’nın kendilerini birlikte savunmak zorunda olduklarını söylüyorlar.
-Ülkelerinde adaletin egemenliğini sürdürerek savunamazlar mı kendilerini?
-Bunun daha sonra geleceğini, beklemek gerektiğini
söylüyorlar.
-Adalet burada beklemeyecektir, bunu iyi biliyorsun.
-Beklemezseniz, nesnel olarak faşizme hizmet
edeceğinizi söylüyorlar.
-Bunun için mi eski arkadaşlarınıza zindan uygun
görülüyor?
-Bunun üzücü olduğunu, ama başka türlü yapılamayacağını söylüyorlar.
-Söylüyorlar, söylüyorlar. Sen de susuyorsun.
-Susuyorum.
Ona bakıyordu. Sıcak yükselmeye başlıyordu.
-Öyleyse, bana ihanet ediyorsun, öyle mi?
"Bize ihanet ediyorsun", dememişti, haklıydı da,
çünkü ihanet teni, yalnız bireyi, vb. ilgilendirirdi...
-Hayır. Bugün partiden ayrılıyorum...
3)-1936’yı anımsa.
-Ben komünistler için terörist değilim. Fransız- lar’a
karşı teröristim.
-Ben Fransız’ım. Bu da Fransız.
300
-Biliyorum. Ne yapalım.
-O zaman bana ihanet ediyorsun.
Saddok’un gözleri bir tür ateşle parlıyordu.
*
Sonunda süredizimsel düzeni seçersem, madam
Jacques ve doktor Mondovi’nin ilk kolonlarının torunları
olacak.
Yakınmayalım, dedi doktor, yalnız ilk atalarımızı
tasarlayalım, burada..., vb.
*
4)-Ve Jacques’in Marne’da öldürülen babası. Bu
karanlık yaşamdan ne kaldı? Ele gelmez bir anı dışında,
hiçbir şey - orman yangınında yanmış bir kelebek
kanadının hafif külü.
*
İki Cezayirli ulusçuluğu. 39 ve 54 (ayaklanma)
arasında Cezayir. Fransız değerlerinin bir Cezayirli bilincinde ne olduğu, ilk adammki. Şimdiki dramı iki kuşağın tarihi açıklar.
*
Miliana’daki tatil kampı, sabahın ve akşamın içinde
kışlanın boru sesleri.
*
Aşklar: hepsi de geçmişten ve adamlardan arınmış
olsun isterdi. Rastladığı ve gerçekten böyle olan tek
yaratığa yaşamını adamıştı, ama kendisi hiçbir zaman
sadık olamamıştı. Demek ki kadınlar sadık olsun istiyordu,
kendisiyse değildi. Ve bu niteliği onu kendisine benzeyen
kadınlara yöneltiyor, o zaman azgınlık
301
ve kızgınlıkla sevip kucaklıyordu.
*
Delikanlılık. Yaşam gücü, yaşama duyduğu inanç.
Ama kan tükürür. Yaşamı bu mu, hastane, ölüm, yalnızlık,
bu saçmalık mı olacaktı. Sonuç dağıtma. Ve ta içinde:
hayır, hayır, yaşam başka şey.
*
Cannes’dan Grasse’a giden yolda aydınlanıver- me...
Biliyordu ki, her zaman içinde yaşadığı bu kuruluğa
geri de dönse, yaşammı, yüreğini, bir kez, belki yalnız bir
kez, ama bir kez ulaşmasma izin vermiş tüm varlığının
minnetini...
*
Bu imgenin son bölümüyle başlanacak:
yıllar boyu sopalara, amansız doğaya, güneşe, sineklere sabırla katlanarak, hep katlanarak bostan dolabını
döndüren kör eşek, ve görünüşte kısır, tekdüze, acılı olan
bu ağır dairesel ilerlemeden, durmamacası- na sular
fışkırır...
*
1905. L.C.’nin1 Fas savaşı. Ama, dünyanın öbür
ucunda, Kalialev.
*
L.C.’nin yaşamı. Varolma ve sürme istemi dışında,
tümüyle istem dışı. Öksüzler yurdu. Karısıyla evlenmek
zorunda kalan tarım işçisi. Böylece kendisine karşın
kurulan yaşamı - sonra savaş onu öldürür.
1. Herhalde baba Lucien Camus.
302
*
Grenier’yi görmeye gider: "Anladım ki, benim gibi
adamlar, boyun eğmek zorundadır. Onlara sert bir kural
gerekir, vb. Din, aşk, vb: benim için olanaksız. Size
uymaya karar verdim." Bunun sonucu (öykü).
*
Sonunda, babasının kim olduğunu bilmez. Ama
kendisi kimdir? 2nci bölüm.
*
Sessiz sinema, yazıların büyükanneye okunması.
*
Hayır, iyi bir oğul değilim: iyi oğul kalan oğuldur.
Ben dünyayı dolaştım, onu boş gururlarla, şanla, yüz
kadınla aldattım.
-Ama, yalnız onu mu seviyorsun?
-Ah! yalnız onu sevdim?
*
Babasının mezarının başında, zamanın parçalandığını
duyumsadığı zaman - bu yeni zaman düzeni kitabın
zaman düzenidir.
*
Ölçüsüzlüğün adamıdır: kadınlar, vb.
Demek ki [aşırı] cezalandırılır onda. Sonra bilir.
*
Afrika’da, akşam hızla denizin ya da yüksek yaylaların ya da düzensiz dağların üzerine indiği zaman duyulan bunalım. Kutsalın bunalımıdır bu, durasızhk karşısında ürpertidir. Delphes’te, akşamın, aynı etkiyi ya-
303
ratarak, tapmaklar yükselttiği bunalımın aynıdır. Ama
Afrika toprağında tapmaklar yıkılmıştır, ancak yüreğin
üstünde bu sonsuz ağırlık kalır. Nasıl da ölürler o zaman!
Sessiz, her şeye sırt çevirmiş.
*
Onda sevmedikleri, Cezayirli’ydi.
*
Parayla ilişkileri. Bir ölçüde yoksulluktan (kendine bir
şey almazdı), öbür yandan gururundan: hiçbir zaman
pazarlık etmezdi.
*
Sonunda anneye açılma.
Beni anlamıyorsun, gene de beni bağışlayabilecek tek
insansın. Birçok insanlar bunu yapmayı öneriyor. Birçokları
da her perdeden benim suçlu olduğumu haykırıyor, ama
bunu bana söyledikleri zaman değilim. Daha başkalarının
bunu bana söylemeye hakları var ve haklı olduklarını ve
beni bağışlamalarını sağlamam gerektiğini biliyorum. Ama
insan kendini bağış- layabileceklerini bildiklerinden özür
diler. Yalnızca bu, bağışlamak, sizden bağışlanmayı
haketmenizi, beklemenizi istemek değil. [Ama] yalnızca
onlarla konuşmak, onlara her şeyi söylemek ve
bağışlamalarım
elde
etmek.
Bunu
kendilerinden
isteyebileceğim kadınlar ve erkekler, biliyorum ki,
yüreklerinde bir yerlerde, bağışlayamazlar, bağışlamasını
bilmezler. Bir tek yaratık bağışlayabilirdi beni, ama ona
karşı hiç suçlu olmadım ve ona tüm yüreğimi verdim, gene
de ona gidebilirdim, çoğu zaman da sessizce yaptım, ama o
öldü ve yalnızım. Yalnız sen yapabilirsin bunu, ama beni
anla-
304
iniyorsun, yazdığımı okuyamazsın. İşte bunun için sana
sesleniyorum, sana yazıyorum, sana, yalnız sana, ve
bitirdiğim zaman, başka hiçbir açıklamada bulunmadan
senden beni bağışlamanı dileyeceğim, sen de bana
gülümseyeceksin."
*
Jacques, gizli yazı işleri odasından kaçış sırasında,
kovalayanlardan birini öldürür (biraz öne eğilmiş, suratını
buruşturuyor, sendeliyordu. O zaman Jacques içinde
korkunç bir öfke yükseldiğini duydu: yukarıdan aşağıya
doğru bir kez daha vurdu [gırtlağına], boynunun
aşağısında kocaman bir delik kaynamaya başladı hemen,
sonra, tiksinti ve öfkeden çıldırmış durumda, bir kez daha,
nereye vurduğuna bakmadan [ ]' dosdoğru gözlerine
vurdu...) ...sonra Wanda’ya gitti.
*
Yoksul ve bilgisiz Berber köylü. Kolon. Asker.
Topraksız Beyaz. (Bunları seviyordu o, Batı’dan yalnızca
en kötü yanını almış sivri burunlu sarı kundurah ve fularh
melezi değil.)
*
Son.
Toprağı geri verin, hiç kimsenin olmayan toprağı.
Satılacak da, satınahnacak da olmayan toprağı (evet ve îsa
hiç Cezayir’e gelmedi, burada keşişlerin bile yurtlukları,
topraklan olduğuna göre.)
Annesine, sonra ötekilere bakarak haykırdı:
"Toprağı geri verin. Tüm toprağı yoksullara, hiçbir
şeyi bulunmayanlara, hiçbir zaman sahibolmak is-
1. Okunamayan dört sözcük.
İlk Adam
305/20
tememiş olacak ölçüde yoksul olanlara, bu ülkede
onun gibi olanlara, çoğu Arap, kimileri Fransız, uçsuz
bucaksız zavallılar sürüsüne, dünyada bir değeri olan
tek onur içinde, yoksulların onuru içinde, burada yaşayanlara ya da inat ve dirençle ayakta kalanlara, onlara
verin toprağı, kutsal olanı kutsal olanlara verir gibi verin, ben de o zaman, yeniden ve sonunda yoksul, dünyanın ucunda sürgün ülkelerinin en kötüsüne atılmış
olarak, öylesine çok sevdiğim toprağın ve saygı
duyduğum adamların ve kadınların en sonunda
güneşin altında birleştiğini bilerek gülümseyecek ve
mutlu öleceğim.
(O zaman büyük adsızlık verimli duruma gelecek
ve beni de örtecek - Bu ülkeye geri döneceğim.)
*
Başkaldırı. Bk. Cezayir’de Demain, s.48, Servier.
F.L.N.’nin savaş adı olarak Tarzan admı almış
genç siyasal görevlileri.
Evet, emir veriyorum, öldürüyorum, dağda, güneşin ve yağmurun altında yaşıyorum. Daha iyi ne öneriyordun: Bethune’de manevra mı?
Ve Saddok’un annesi. Bk. s. 115.
*
Dünyanın en eski tarihinde ... karşı karşıya ilk
adamlarız - [ ]* gazetelerde haykırıldığı gibi gün batımının değil, belirsiz ve farklı bir şafağın insanlarıyız.
*
Tanrısız ve babasız çocuklardık, önerilen öğretmenler korkunç geliyordu bize. Yasalhktan yoksun
X. Okunamayan bir sözcük.
306
şıyorduk - Gurur.
♦
Yeni kuşakların kuşkuculuğu denilen şey - yalan.
Yalancıya inanmayı yadsıyan erişkin kişi ne zamandır kuşkucu oldu?
*
Yazarlık mesleğinin soyluluğu baskıya direnmesinde,
dolayısıyla yalnızlığa razı olmasındadır.
*
Ters yazgıyı sürdürmeme yardım etmiş olan şey
belki fazla elverişli bir yazgıyı karşılamama da yardım
edecektir - Beni öncelikte ayakta tutan da sanata verdiğim
büyük, çok büyük değerdir.
Benim için her şeyin üstünde olduğu için değil, hiç
kimseden ayrılmadığı için.
*
[Eskil çağ] bir yana
Yazarlar kölelikle başladılar.
Özgürlüklerini fethettiler, [ ]' söz konusu değil.
*
K.H.: Abartmalı olan her şey değersizdir. Ama
Mösyö K.H. abartmalı olmadan önce değersizdi. Çoğaltmak istedi.
1. Okunamayan bir sözcük.
307
İki mektup
19 Kasım 1957
Sevgili Mösyö Germain,
Gelip sizinle bütün yüreğimle konuşmak için şu
son günlerde beni çevreleyen gürültünün biraz dinmesini bekledim. Bana fazlasıyla büyük bir onur verdiler,
bu onuru ne aramış, ne istemiştim. Ama, haberi öğrendiğim zaman, ilk düşüncem, annemden sonra, size
yönelikti. Siz olmasaydınız, bana, o küçük, yoksul çocuğa uzattığınız sevecen el, öğretiminiz, örneğiniz olmasaydı, tüm bunların hiçbiri olmayacaktı. Bu tür
onurları gözümde büyütmem. Ama bu onur hiç değilse
hem eskiden, hem de şimdi benim için ne olduğunuzu
söylemem, çabalarınızın, çalışmanızın ve buna
kattığınız cömert yüreğin küçük öğrencilerinizden birinde canlılığını hep sürdürdüğünü, bu öğrencinin, yaşma karşın, hep minnet dolu öğrenciniz kaldığını kesinlemem için bir fırsat. Sizi tüm gücümle kucaklarım.
Albert Camus
310
Cezayir, 30 Nisan 1959
Sevgili küçüğüm,
Elinle yolladığın ye yazan J.-Cl. Brisville’in lütfedip benim adıma imzaladığı Camus adlı kitabı aldım.
Bu ince davranışınla bende yarattığın sevinci sana
nasıl anlatacağımı da, nasıl teşekkür edeceğimi de bilmiyorum. Buna olanak bulunsaydı, benim için her zaman "benim küçük Camus’m" olarak kalacak kocaman
delikanlıyı sımsıkı bağrıma basardım.
Bu kitabı okumadım daha, yalnızca ilk sayfalarım
okudum. Kimdir Camus? Bana öyle geliyor ki, senin
kişiliğini kavramaya çalışanlar tam olarak başaramıyorlar bunu. Sen yaratılışım, duygularım ortaya çıkarmakta her zaman içgüdüsel bir çekingenlik göstermişindir. Yalın, dobra dobra olduğun için daha da iyi başarırsın bunu. Üstelik de iyisin. Mesleğini bilinçle yapmak isteyen bir eğitici, öğrencilerini, çocuklarını tanımak konusunda hiçbir fırsatı küçümsemez, bu fırsatlar
da durmamacasma çıkar. Bir yanıt, bir devini, bir duruş
fazlasıyla belirticidir. Diyeceğim, bir zamanlar sen olan
sevimli küçük adamı iyi tanıdığımı sanıyorum, ve
çocuk, çoğu zaman, ijeride olacağı adamı filiz olarak
içinde bulundurur. Sınıfta bulunmaktan duyduğun haz
her yandan ışıldardı. Yüzün iyimserliği ortaya koyardı.
Seni incelerken, ailenin gerçek durumu hiçbir zaman
usuma bile gelmemişti. Bunu ancak Burs adayları
dizelgesine yazılman konusunda annen beni
311
görmeye geldiği zaman ayrımsamıştım. Ayrıca, bu da beni
bırakacağın sırada oluyordu. O zamana değin öteki
arkadaşlarınla aynı durumdaymışm gibi görünüyordun
bana. Gereken her şeyin vardı. Kardeşin gibi, güzelce
giyinmiş olurdun. Sanırım, annen için bundan daha güzel
bir övgü bulamam.
Mösyö Brisville’in kitabına dönmek gerekirse, bol bol
resim var içinde. Her zaman "arkadaşım" olarak gördüğüm
zavallı babanı resminden tanımaktan da büyük bir heyecan
duydum. Mösyö Brisville lütfedip beni de anmış:
kendisine teşekkür edeceğim.
Sana adanmış ya da senden sözeden yapıtların
durmamacasına büyüyen dizelgesini gördüm. Ününün
(gerçeğin ta kendisi bu) başını döndürmediğini görmek
benim için çok büyük bir sevinç. Camus olarak kaldın:
aferin.
Uyarladığın, hem de sahneye koyduğun oyunun:
Cinler1 in sayısız gelişmelerini ilgiyle izledim. En büyük
başarıyı: hakettiğini dilemezlik edemeyecek kadar fazla
severim seni. Malraux sana bir tiyatro vermek istiyormuş.
Biliyorum, bu sende bir tutku. Ama... tüm bu etkinlikleri
başarıyla ve aynı zamanda sürdürebilecek misin? Gücünü
fazla zorluyorsun diye korkuyorum. İzin ver de yaşlı
dostun olarak söyleyeyim, iyi bir karın, iki çocuğun var,
onların da eş ve babalarına gereksinimleri var. Bu konuda,
Öğretmen Okulu’nda- ki müdürümüzün bazı bazı
söylediğini anlatacağım sana. Bize karşı çok, çok sertti, bu
da bizi gerçekten sevdiğini görmemizi, sezmemizi önlerdi.
"Doğa büyük bir defter tutar, kapıldığınız bütün aşırılıkları
buraya inceden inceye yazar." Ne yalan söylemeli, bu
bilge düşünce kaç kez tam unutacağım sırada tutmuştur
beni. Öy312
leyse, doğanın Büyük Defter’inde sana ayrılan sayfayı boş
bırakmaya çalış.
Andree televizyonun bir yazın yayınında, Cinlere,
ilişkin yayında seni görüp dinlediğimizi anımsatıyor bana.
Soruları yanıtlayışım görmek heyecan vericiydi. Elimde
olmadan, şakayla, seni göreceğimi ve işiteceğimi usundan
bile geçirmediğin konusunda gözlemde bulunuyordum. Bu
biraz Cezayir’den uzaklığının acısını çıkardı. Epey uzun bir
zamandır görmedik seni...
Bitirmeden önce, okulumuza karşı el altından hazırlanan tehlikeli tasarılar karşısında laik ilkokul öğretmeni
olarak duyduğum acıyı söylemek isterim sana. İnanıyorum
ki, çocukta en kutsal olan şeye: kendi gerçeğini arama
hakkına tüm meslek yaşamım boyunca saygı gösterdim.
Hepinizi sevdim ve kendi görüşlerimi ortaya koyup da
körpe kafalarınızı etkilememek için elimden geleni yaptım.
Tanrı söz konusu olduğu zaman (izlencede vardı),
kimilerinin inandığını, kimilerinin inanmadığını söylerdim.
Ve haklarının bütünlüğünde, herkesin neyi isterse onu
yaptığını. Aynı biçimde, dinler konusunda, varolan dinleri
belirtmekle yetinirdim, kim hangi dini isterse ona
bağlanırdı. Doğrusu ya, hiçbir dini izlemeyen kişiler
bulunduğunu da eklerdim. İyi biliyorum ki, bunlar ilkokul
öğretmenlerini dinin, daha kesin olarak da katolik dininin
çığırtlanla- rı yapmak isteyenlerin hoşuna gitmiyor. Cezayir
Öğretmen Okulu’nda (o zamanlar Galland parkındaydı),
babam, tüm arkadaşları gibi, her pazar ayine gitmek ve
günah çıkartmak zorundaymış. Bir gün, bu zorlamadan
bıkıp "kutsanmış" ekmeği bir ayin kitabının içine koymuş,
kitabı da kapatmış! Okulun müdürü bunu öğrenmiş ve
babamı okuldan atmakta duralamamış bi-
le. "Özgür Okul” (kendileri gibi düşünmekte özgür...)
yandaşları işte bunu istiyorlar. Meclis’in bugünkü oluşumu göz önüne alınınca, bu hainlik sonuca ulaşır diye
korkuyorum. Le Canard enchaînâ bir ilde Laik
Okul’un yüz dolayında sınıfında derslerin duvara asılı
haç altında yapıldığını belirtti. Bunu çocukların
bilincine karşı iğrenç bir saldırı olarak görüyorum. Bir
zaman sonra böyle mi olacak? Bu düşünceler beni
derinden derine üzüyor.
Sevgili küçüğüm, 4ncü sayfamın sonuna geldim:
senin zamanını kötüye kullanmak bu, beni bağışlamanı
dilerim. Burada, her şey yolunda. Christian, damadım,
yarın hizmetinin 27nci ayına başlıyor.
Bil ki, yazmadığım zaman bile, hepinizi sık sık
düşünüyorum.
Madam Germain ve ben dördünüzü de gönülden
kucaklıyoruz. Sevgilerle.
Germain Louis
Senin gibi ilk günah çıkartan arkadaşlarınla sınıfa
gelişini anımsıyorum. Gözle görülür biçimde, üzerindeki giysiden ve kutladığın şenlikten mutlu ve gururluydun. İçtenlikle söylüyorum, sevinciniz beni mutlu
etmişti, düşünüyordum ki, günah çıkartma törenini
yaptığınıza göre, hoşunuza gidiyor demekti? Öyleyse...
314
İÇİNDEKİLER
Sunuş........................................................... 5
Yayımcının notu...................................................... 11
I. BABAYI ARAYIŞ
At arabasının yukarısında....................................... 15
Saint-Brieuc............................................................ 29
3. Saint-Brieuc ve Malan (J.G.).............................. 37
4. Çocuğun oyunları................................................ 45
5. Baba. Ölümü. Savaş. Saldırı.............................. 61
6. Aile...................................................................... Sİ
Etienne....................... ............................................. 99
6a. Okul................................................................. 132
7. Mondovi: yerleşim ve baba............................. 168
I. OĞUL YA DA İLK ADAM
0. Lise................................................................... 189
Kümes ve tavuğun kesilmesi................................213
Perşembeler ve tatiller...........................................219
1. Kendine de karanlık..........................................255
EKLER
Yaprak 1................................................................265
Yaprak II................................................................... 266
Yaprak III................................................................. 268
Yaprak IV................................................................. 269
Yaprak V.................................................................. 270
İlk Adam (Notlar ve taslaklar)..............................271
İki mektup..............................................................
315

Benzer belgeler