Baykal: ‹ktidara gelmeden görevi b›rakmayaca¤›m

Transkript

Baykal: ‹ktidara gelmeden görevi b›rakmayaca¤›m
Ofer’in gözlü¤üne girdik
Türkiye gündemine bir anda
tüm haşmetiyle düşen İsrailli
iş adamı Sami Ofer’in
Fantoma stili gözlüğünün
basından gizli tutulan tüm
özellikleri gün ışığına çıktı
Sami Ofer
Sayfa: 5
Bakan Kemal
Unak›tan’dan
yeni
ikilemeler...
Bakan’›n yapt›¤›
yenilikleri cay›r cay›r
Ekfli’den ö¤renin... Sayfa: 5
Çipli topun
çipine girdiler
spor
Sayfa: 6
Futbolsever baba itiraf etti: Çiftvurufl ve
serbest vurufl aras›ndaki fark› bilmiyorum.
Ünlü forvet aç›klad›: “Kaleyi düflünmedim”
Nil
‘Ziyade olsun’
ISSN 1306 0830
Karaibrahimgil
Tam 10 sayfa! EKfi‹’ye
konufltu:
Billur sesi ve harikulade
fizi¤iyle dikkat çeken yetenekli
flark›c›/metin yazar›/oyuncu
Nil Karaibrahimgil’e çay ikram ettik.
Befl ayd›r röportaj vermeyen Nil,
hedeflerini, yeni albümünü ve
dansözlük kariyerini tüm
detaylar›yla anlatt›...
içeride:
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Irak’ta bir mühendis
‹nternetten dans pistine
Yaz›fl iktidar› bozulurken
y›l: 1 say›: 3 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 30 Eylül - 6 Ekim 2005
“Oda arkadafllar›
aras›ndaki ani duygusal
yak›nlaflma, Fenerbahçe
muhabbetiyle afl›ld›.” Sayfa: 3
Google
Earth’te arama
yaparken yok
oldu
Google’nin
kullanıcılarına
sunduğu son hizmet
elde mi patlıyor?
Trafik müdürlü¤ünde s›ra bekleyen
vatandafl kime rüflvet vermesi
Sayfa: 4
gerekti¤ini kestiremedi
Sayfa: 5
“Bir türlü hat›rlanamayan
‘Süper Fikir’ hayal k›r›kl›¤› ile
Sayfa: 5
hat›rland›”
Diflisini belgesel
çekimi vaadiyle
kand›rd› Sayfa: 7
CHP lideri partinini yeni vizyonu ve stratejisi hakında sarsıcı
açıklamalar yaptı. Baykal “Bunu benden iyi yapacak ya bir
ya iki kişi vardır, o da tüm insanlık tarihinde...” dedi. Sayfa: 4
‹statistik
Kredi kartlar› ülkemizde
giderek yayg›nlafl›yor.
Borç bata¤›na saplanmamak için hangi yöntemlere baflvuruyoruz?
Baykal: ‹ktidara gelmeden
görevi b›rakmayaca¤›m
8%
22%
14%
19%
12%
25%
l Yar›s›ndan ç›kt›¤›m›z
filmlerde bilet ücretinin yar›s›n›n
iadesini talep etmek (%22)
l Çok çok h›zl› koflmak (%8)
l Borcu artan kredi kart›n› maymuncuk olarak kullanarak ek
gelir kap›s› sa¤lamak (%14)
l Ödemesini yapamad›¤›m›z bankada borç takipçisi olarak ifle
girmek (%19)
l Kredi kart›m›z› makasla kesip hacze gelen gorevlilere karfl›
ninja y›ld›z› olarak kullanmak (%25)
l Hicri Takvim’e dayanarak ödemeleri 622 y›l ertelemek (%12)
l Gelirimizden fazlas›n› harcamamak (%0)
Olacak O Kadar’›n “Genç k›z”›
dün resmi olarak tohuma kaçt›
U
zun süredir OLACAK O KADAR isimli televizyon programında kadrolu olarak genç kız rollerini canlandıran aktrisin, dün gece Resmi Gazete’de yayınlanan bir genelge
ile, resmi olarak tohuma kaçtığı açıklandı. Türk halkına “genç kız” kavramını yanlış tanıtması sebebiyle alınan
karar bayan milletvekillerinin muhalif oylarına rağmen meclisten yıldırım
hızıyla geçti. 20 yılı aşkın bir süredir
parodilerde üniversite öğrencisi/istenmeye gelen ev kızı/seksi manken
rollerin gediklisi olan oyuncu olay
hakkında, “10 seneyi aşkın bir süredir
artık rolümün hakkını verip veremediğimden yana şüphelerim oluşmuştu, tohuma kaçtığım resmiyete dökülünce rahatladım.” dedi ve kameraya
dönüp mesajını verdi: “Başımızdakiler böyle oldukça, daha çoook tohuma kaçmış aktrisler genç kız rollerine
çıkarlar.” Dün tohuma kaçan oyuncu,
daha evvel Kuruntu Ailesi’ndeki
genç kız rolünü canlandıran meslektaşının 30 senelik “genç kız” rekorunu kıramadı. Levent Kırca kararı 15
dakikalik bir çay orucu ile kınadı.
Yeni “Genç kız” bulunması için çalışmaların başladığı bildirildi
Ceset konturu
çizen sanatçı
kariyerinden
şüphe ediyor
Kendini tekrar
etmekten yakınan genç
polis ressamının dramı
Sayfa: 3
Sezer TBMM
açılış
kokteylinde
menü veto etti
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer
meclis lokantasınca
hazırlanan menüyü
anayasaya aykırı
olduğu gerekçesiyle
geri gönderdi
Sayfa: 4
2
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
yaflam
aktüel
Halktan sesler
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Durduramazs›n›z
Ekfli geliyor
erhaba, lafı uzatmadan hemen konuya gireceğim değerli okurlarım. Ekşi ekibi olarak son
derece heyecan ve mutluluk verici gelişmelerle dolu bir hafta yaşadık. “N’oldu lan, 3 dergi fazla
mı sattınız fakirler, ehe ehe” dediğinizi duyar gibiyim
(duymaz gibi olaydım). Hayır değerli okuyucularım
bambaşka, acayip bir şey oldu. Anlatayım...
M
Biliyorsunuz geçen hafta Star’a ait radyosuydu, televizyonuydu ne varsa kompile satışa çıkarıldı. En dandik
radyolar bile bilmemkaç milyon dolara gitti. Biz de kurulduğumuz günden bu yana tüm çabalarımıza rağmen
henüz sırtımızı sağlam bir holdinge dayayamamış olmanın ezikliğiyle izledik bu satışları. Harvard Business
School mezunu genel yayın yönetmenimiz Aziz Kedi
ise konuya daha profesyonel yaklaşarak, “Millette ne
para varmış hacı” dedi.
Sürpriz telefon
Tam da çay ocağımızın tasarruf nedeniyle çayın yanında tek şeker vermeye başladığı, öğlenleri menemen yemekten kusma noktasına geldiğimiz bir haftada gerçekleşen bu satışlar iyice moralimizi bozmuş, dergi içinde
“zamanında Kral FM’den teklif gelmişti, eşşeklik ettik
gitmedik, neymiş ekşiymiş al sana ekşi ekşi menemen” gibi bazı çatlak sesler yükselmeye başlamışken
gelen bir telefonla sarsıldık... Telefonu ben açtım. Karşımdaki son derece samimi ve içten bir sesle “Şadan
sen misin lan totoş?” diyince, açık konuşayım, ilk önce
afalladım değerli okurlarım. Ancak aynı ses, “Tanımadın di mi lan ibiş? İşin bitti tanımazsın tabi maymun”
deyince çıkardım kim olduğunu. Zira (tabii ki sayın genel yayın yönetmenimizden başka) sadece tek bir kişi,
vaktiyle Başbakana bile seçim meydanında küfretmekten çekinmeyen tek bir cesur yürek benimle böyle konuşabilirdi. Dudaklarımdan dökülen “Cem Bey?!” nidasına, gözümden dökülen bir çift damla eşlik etti.
Karşımdaki sesin “Cem Bey ya kim olacak s..k ” demesiyle iyice emin oldum. Evet bu oydu. Cem Bey’di. Peki ama neden aramıştı?
‹nan›lmaz bir haber
Evet tahmin ettiğiniz gibi açık artırmayı o da (adını şimdi sizlerle paylaşamayacağım) çok uzak bir ülkede içi
kan ağlayarak izlemişti (kolay değil, evlat acısı gibi
oturmuş valla adama). Bana bir süre daha küfrettikten
sonra “Şadan” dedi, “Buyrun Cem Bey” dedim, “ben
kaçırdım sanırım o kısmı Ekşi’yi kaç milyon dolara sattı o pe..ler?” dedi. Dubai’de başına güneş geçti herhalde diye düşünürken, “Özür dileyerek söylüyorum, Ekşi sizin değildi Cem Bey, hatta biz de ona yanıyorduk
şimdi arkadaşlarla” diye cevap verdim. “Olur mu lan
.uşt” dedi. “Ekşi’yi bundan 8 yıl önce ben kurdum m..a
koyim, hatta ilk sayıyı gördükten sonra çok iyi bir fikir
olduğunu anlayıp haftalık dergiden günlük gazeteye çevirdim, adını da Star olarak değiştirdim ama Ekşi olarak yayın hakları hala bende” dedi. “Yemin et!” dedim
“Kuran çarpsın ki” dedi. Orada bayılmışım ben...
Kendime geldiğimde haber tüm dergiye yayılmıştı, masalar üzerinde göbekler atılıyor gerdanlar kırılıyor, koridorlarda halaylar çekilip timsah yürüyüşleri yapılıyordu. Evet Allahımabinşükür biz de bir Star dergisiydik,
donumuza kadar satılıktık ve rahat 1-2 milyon dolar
ederdik.
Biraz kendimizi toparladık, yüzümüze su vurup,
TMSF’ye haber yolladık, böyleyken böyle dedik, hatta
“Derhal satın bizi amirim” diye bizzat ben kendim yalvardım TMSF başkanına. O da bu habere çok sevinmiş
olmalı ki uzun uzun güldü telefonda... Bu hafta da bana ayrılan yerin sonuna geldim. Haftaya bu köşede kime kaç milyon dolara satıldığımızın müjdesini vermek,
zenginin malıyla siz züğürtlerin çenesini yormak üzere,
sağlıcakla kalın değerli okurlarım...
Gene mi mikrogenetik?
Geçtiğimiz günlerde Kuzey Carolina Üniversitesine bağlı Chapel Hill Tıp Fakültesi’nde
yapılan bir araştırma sonucunda, insanlığı tehdit eden 9’un üzerinde nörodejeneratif hastalığın
moleküler orijinlerine dair bulgulara rastlandı. Bu hastalıkların hepsi, sinir hücrelerindeki
genetik bir kekemelik sonucu hücre çekirdeğinin aminoasit glutamin’in lüzumundan fazla
kopyasını istemesi sonucunda oluşuyor. Poliglutamin hastalıkları olarak da adlandırılan spinopulbar adale atrofisi, spinocerebellar ataxia tipleri ve dentatorubral-pallidoluysian atrofisini de içeren bu genetik problemin moleküler kaynakları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hüseyin Joseph Hac›paflal›
Galip Dikmen
Faruk Gülgeç
(34, Bankac›)
(35, Tekstil Mühendisi)
(29, Esnaf)
Yine birileri Türkiye
için düğmeye bastı.
Kuzey Carolina’dan
gelip de gündeme oturan ikinci olay bu. Tesadüf olduğuna inanmıyorum. Kuzey Carolina’da Ermeni lobisi özellikle çok güçlüdür. Ortodoks Kilisesi’nin Amerika Merkezinin Chapel
Hill’de olduğu artık bir sır değil. Sakin
olmalı ve paniğe kapılmamalıyız. Onların istediği de bu. Aminoasit Glutamin’in lüzumundan fazla kopyalanması için hücre çekirdeğine kim sızdı? Dezenformasyon kaynakları neler? Bunlara yanıt bulduğumuzda sonuca ulaşabileceğiz. Bu oyuna gelmeyelim.
Biz de neye inanacağımızı şaşırdık. Gazeteler bir gün diyorlar
olay moleküler, öteki
gün biri çıkıyor diyor
ki yok olay başka sebepten, atomik. Bu
konuda son sözü söyleyecek, vatandaşın aklından soru işaretlerini silecek birileri çıkmazsa, biz
yine ortada kalacağız. Çoluğumuz çocuğumuz var, biz kendimizin değil onların geleceğini düşünüyoruz. Yetkililere sesleniyorum: Ne olur kafamızı
daha çok karıştırmayın, bizi ortada bırakmayın.
Bu aralar toplum olarak kafamız çok karışık. Önce bu Ermeni
hastalığı, sonra Tuğçe Hanım’ın saygı
duyduğum kararı ve
bu son söylediğiniz
olay gündemimizi
daha çok işgal edecek gibi. Biz toplum olarak her şeyi biraz fazla takıyoruz. Oysa ki batıda artık böyle şeyler
olmuyor. İş biraz da saygıda bitiyor
gibi.
Hale Beflir
(23, ‹flportac›)
fiebnem Harmano¤lu
(27, Ev Han›m›)
İnsan her türlü nörodejeneratif güçlüğü
iradesiyle aşar. Bol
bol spor yaparak, sofralarımızdan yoğurdu
sarımsağı eksik etmeyerek sağlıklı yaşamak
mümkün. Günümüzde
hormonlu gıdalar domatesi bile bozmuş, her şey tatsız tuzsuz. Molekülün
de o eski tadı kaçmış olabilir, hiç şaşırmam. Artık beni hiçbir şey şaşırtmıyor.
Çağımıza damgasını
vuran birçok hastalık
var. En önemlisi öz
benliğimizi, kimliğimizi kaybetmemiz.
Tuğçe Kazaz’ın hak
dini olan Müslümanlıktan tam olarak hak
dini olamayan Hıristiyanlığa geçmesi
de biraz böyle bir olay gibi. Bu tip hastalıklar, biliyoruz ki her zaman molokuler boyutta baslar, sonra zamanla tüm
bedeni sarar. O zaman ne olur? Ne olacağını sanırım hepimiz çok iyi biliyoruz.
“BU YAZ ÇOK DE⁄‹fiT‹M,
OLGUNLAfiTIM” TAVRI ‹LE YILA
BAfiLAYAN Ö⁄RENC‹LER‹N ÇOK
DE⁄‹fiMED‹KLER‹ ANLAfiILDI
urt genelinde yeni öğretim
yılının başlamasıyla, yaz tatilinden dönen öğrencilerde
her sene rastlanan “bu yaz başı aranızdan ayrılırken tam bir t...k oğlanı/pısırık/silik olarak ayrıldım, ama
bu yaz başımdan öyle olaylar geçti ki
Y
değiştim, olgunlaştım bambaşka birisi oldum” tavırları da yeniden yaşandı. Sıraları dolduran öğrenciler,
dalgalar halinde geçen yaz başı yapmadıkları tipte tavır hareketlerde bulunup, anlaşılmaz jargonlar ile konuşup olgun/farklı insan taklitleri yaparak ait olmadıkları topluluklar içerisine sızmaya çalışmak suretiyle okulun ilk iki haftasını katlanılmaz kıldılar. Ortalama 2 hafta süren bu sezonun sonunda öğrencilerin aslına rücu
ederek sınıfta ait oldukları katmanlara yerleşmeleri ile rahat bir nefes
alan okul yöneticileri, “Bu sene de
bu sancılı dönemi atlattık. Şimdi önümüzdeki kış tatiline kilitlendik.”
diye konuştular. Bu yaz çok değiştim diyen öğrencilerden bazıları, “Bu
yaz sandığımız kadar değişememişiz,
önümüzdeki yaz çok değişmeyi,
bambaşka birisi olmayı umuyoruz.”
dediler.
fievket Demir
(23, Ofisboy)
Olayı ben çok fazla
umrumda değil de
gerçekten de moleküler olarak proteinlerimiz biriktiysek
yandığımızın resmidir demekten de kendimi alamıyorum diyenler bu sefer biraz
haklı çıkar gibi oldularsa da özellikle
benim gibi uzun zamandır nörodejeneratif bir hastalığın pençesinde biraz da
olsa kıvranan hastalar için bir umut ışığı doğduğu için emek veren herkesin,
özellikle püskürük ve başkalaşım taşın
altındaki eline ve ondan gelen emeğe
saygı duymamak olmaz.
‘Oradad›r’›n neresi
oldu¤unu bulan
genç takdir toplad›
anlıurfa- Lacivert renkli ve baklava desenli çorabını bulamayan
Hande Polat, mutfakta yemek yapan
annesine çorabının nerede olduğunu
sorunca, “Nereye koyduysan oradadır.” cevabı ile karşılaştı. Bu cevabı
duyunca biraz şaşıran Hande, daha
sonra hemen çorabın nerede olduğunu kavrayarak temiz çamaşırlar sepetine baktı. Burada aradığı çorabı bulan genç, ailesi tarafından takdir ile
karşılanırken, “Neresi olduğunu hemen anladım, bunu annemle uzun yıllardır süren arkadaşça iletişimimize
borçluyum. O benim canım.” dedi.
Tebeflirde kan lekesi
Y›llard›r cinayet masas›nda çal›flan ve maktullerin kenar
konturlar›n› çizen Derya Ge¤irmi bas›na içini döktü
inayet mahalinde maktûlün etrafına tebeşirle çizgi
çizmekle yükümlü polis memurları dertli mi dertli. Onlardan birisi de, Akademi Güzel
Sanatlar bölümünden mezun
polis memuru Derya Geğirmi.
32 yaşındaki genç sanatçı on
yıldır bu işte olduğunu belirtirken, “Sanat eğitimimi ve birikimimi işime yansıtamıyorum”
şeklinde konuştu
C
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
GOOGLE EARTH’TE ARAMA
YAPARKEN YOK OLDU!
ANİYE Şaşmaz (23.5)
adlı İzmirli bir sekreter,
dün akşam iş çıkışına yakın saatlerde “Google Earth”
(enlemli boylamlı alternatif soliter) programını kurcalarken,
yer yarıldı ve içine girdi. Ofisteki tanıkların ifadesine göre
en son Bermuda Şeytan Üçgeni koordinatlarını tararken,
“Nişanlımın sözü var, nikahtan
sonra buralarda bir yerlerde
balayına gidicaz” diyen Saniye’nin, daha önce haritada nişan
salonu bakmak için Cote D’azur
kıyılarına yakın gizli askeri
S
stratejik arazileri taradıktan sonra Fransız Lejyonu’na uzman
çavuş olarak çağırıldığı ifade
edildi.
Tebeflir bizi k›s›tl›yor
“Ben ve pek çok meslektaşım,
kendimizi sanatsal anlamda yeterince ifade edemediğimizi
düşünüyoruz. Gerek malzemedeki tekdüzelik olsun, gerek
tarz sınırlamaları ile olsun... Bu
durum da doğal olarak mesleki
bir tatminsizliğe sebep oluyor”
diyen Geğirmi, “Devlet bize imkanlar sağlaması lazım” şeklinde düşük bir cümle kurdu. Ha-
Ge¤irmi’nin bofl
vakitlerinde
üretti¤i eserler
göz kamaflt›r›yor
berin basına yansıyacağını sezen
Ekipler Amiri, Geğirmi’ye oracıkta bir kutu Pentel yağlı pastel
seti ve Pokemon Kapaklı resim
Yener Süsoy’un kazakl›
foto¤raf›na kafay› takan
sap›k yakaland›!
aptığı röportajlarla taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan, Hürriyet gazetesinin renkli
siması Yener Süsoy’u, köşesinde
kullandığı “kazaklı fotoğraf” yüzünden ölümle tehdit eden M.K
düzenlenen bir operasyonla ele geçirildi. Süsoy’un Hürriyet gazetesinde yaz boyunca “kazakla” poz
vermesinin kendisinde sıkıntı yarattığını söyleyen M.K “Konuyu
kendisine defalarca ilettim ancak
ilgilenmedi. Telefonlarıma çıkma-
Y
defteri hediye etti. Geğirmi’nin
“Tebeşirde Kan Lekesi” adlı
sergisi 8-10 Ekim arası İstanbul
Sürreal’de gezilebilecek.
3
Gerdek sabah› a¤›z
kokusu ihtimali
tedirginlik yaratt›
adan ve Nazlı Kızılok çifti
evvelki gece girdikleri
gerdek gecesinin sabahı uyanınca öpüşüp öpüşmemek konusunda kararsız kaldılar. İki
taraf da, cinsel ilişkinin sabahı adet olan öpüşme rutini için
hamle yapması halinde ağız
çevrilip yanak uzatılması çekincesiyle tedirgin anlar yaşadı. Yeni evli çift, gerdek sabahı yaşanan bu soğuk ve mesa-
Ş
maya başladı. Okur Temsilcisi’nden fotoğrafını değiştireceğine
dair söz aldım yine olmadı. En son
Doğan Yayın Konseyi’ne şikayet
etmiştim. Oradan da olumsuz yanıt
alınca kendim halletmeye karar
verdim” diye konuştu.
M.K’nın evinde yapılan aramalarda Photoshop tekniğiyle üzerinde
oynamalar yapılmış çok sayıda Yener Süsoy fotoğrafı bulundu.
Ayrıca içerisinde tehditler olan
düzinelerce mektup ele geçirildi.
Ş
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
feli halin karşı tarafca “yatakta başarısızlık” sinyali olarak
anlaşılmasından çekinerek bir
süre kendini yedi. Nazlı Kızılok’un banyoda dişlerini fırçalaması üzerine sona eren
gerginlik, Şadan Kızılok’un
eşinin ardından dişlerini fırçalaması ile tatlıya bağlandı. Taze çift, kısa zamanda gelenekselleşmesini umdukları bu rutini sevişerek kutladı.
Tashis için
Redaktör
aran›yor
Ekfli Derisi bünyesin’de
tashihde çal›flmak üzere,
3 enaz lise mezunu
3 Türkçe’ye, imla ya ve dil
bilgisie hakim
3 Redaktor aranmaktad›r,
‹lgilenenleri n,özgeçmifller’ini bize
yada maille intihal etirmefleri rica
olur. Üçret dogundur.
4
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
gündem
KISA... KISA / DÜNYADAN...
Ton bal›¤› kabir azab›na
da iyi geliyor
Zekay› açt›¤›, ramazanda tok tuttu¤u,
gözlere iyi geldi¤i, cildi güneflin zararl›
etkilerinden korudu¤u, ömrü uzatt›¤›, vücüdu yazlar› serinletip k›fllar› s›cak tuttu¤u, bafl› gö¤e e¤dirdi¤i; kab›zsan›z kab›zl›¤›, ishalseniz ishali giderdi¤i; depresyon, agresyon, mutasyon, difl, bafl ve kulak a¤r›s›na iyi geldi¤i ispatlanm›fl ça¤›m›z›n panacea’s› her derde deva ton bal›¤›n›n, kabir azab›na da iyi geldi¤i aç›kland›. Bilindi¤i gibi, geçen hafta Atletik
Ton Bal›¤› Üreticileri Derne¤i binas›n› bas›p, “Dedem sürekli ton bal›¤› yerdi, ama
geçen hafta öldü. bunun hesab›n› kim
verecek? ha?” diyerek eylem yapan vatandafla dernek yönetiminin verdi¤i, “Bafl›n›z sa¤olsun, bal›k yeyin ac›n›z hafiflesin.” cevab› tepki yaratm›flt›.
‹leri sürenler yakaland›!
Pek çok medya organ›na gizlice s›zarak
haberlere as›ls›z dedikodular kar›flt›ran
bir örgüt, bugün gerçeklefltirilen bir operasyon sonucu ele geçirildi. Kendilerine
“Haberi ‹lginçlefltirelim Bu Ne Lan Böyle”
ya da k›saca H.‹.B.N.L.B. diyen örgütün
çeflitli medya organlar›nda üst seviyelere kadar s›zd›¤›, gündelik haberlere fitne
fücur kar›flt›rd›¤› aç›kland›. Örgütün ses
getiren eylemleri aras›nda “FRP’nin öldürdü¤ü ileri sürüldü”, “Bilgisayar oyunlar›n›n fliddete yol açt›¤› ileri sürüldü” gibi gençlere yönelik sat›rlar›n d›fl›nda
“Her gün bir kilo ›s›rgan otu yemenin
kanser riskini azaltt›¤› ileri sürüldü” gibi
toplum sa¤l›¤›n› hedef alm›fl sat›rlar da
bulunuyor. Örgütün çökertilmesinde iç
kar›fl›kl›klar›n etkili oldu¤u, kendi
aralar›nda ç›kan “Ahmet abinin vurdurdu¤u ileri sürüldü” söylentisi sonucu Ahmet kod adl› üyenin polisi arad›¤› gelen
haberler aras›nda.
San›klar›n emniyetteki sorgusu sürerken
bir grup san›k yak›n› oturma eylemi yapt›.
gündem
CHP tek bafl›na
iktidara haz›rlan›yor
nkara- Her sene eğitim döneminin başlaması ve
vatandaşların yaz tatilinden dönmesi ile açılışı yapılan Ankara Geleneksel Kaldırım Yenileme Şenlikleri’nin altıncısı, bu sene de okulların açılmasını takip eden
günlerde, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in katılımıyla başladı.
SAM‹ OFER’‹N
GÖZLÜ⁄ÜNE G‹RD‹K!
Ana muhalefet partisi CHP lideri Deniz Baykal, erken seçimle ilgili yeni
hedefleri oldu¤unu belirtti. Bu hedeflere göre Baykal, CHP iktidara
gelmeden görevi b›rakmayacak...
umhuriyet Halk Partisi, uzun yıllar süren muhalefet görevine son vermeye hazırlanıyor. Yapılan anketler doğrultusunda halkın CHP’den beklentilerini öğrenen Deniz
Baykal seçim stratejisini belirledi. Buna göre, CHP’nin tek
başına iktidar olabilecek kadar oy alamaması halinde Deniz
Baykal CHP genel başkanlığı görevini bırakmayacak. “Halkın CHP’den taleplerini iyi öğrendim. Anketlerin büyük
kısmından çıkan sonuç, yurttaşlarımızın CHP’den bazı beklentileri olduğu yönündeydi. Bu beklentilerin en önemlisi
değişim. Bu değişimi gene halkın katkısıyla gerçekleştireceğiz.” diyen Baykal, eğer CHP yeteri kadar oy almazsa,
parti tek başına iktidar oluncaya kadar Genel Başkanlık görevini sürdürmeye kararlı olduğunu açıkladı. Deniz Baykal’ın bu kararını CHP’ye oy vermeyen %82’lik çoğunluk
desteklerken, konu hakkında fikirlerini aldığımız vatandaşlar, CHP’nin bu şekilde gerçekten ciddi bir iktidar alternatifi olduğunun altını çizdiler.
C
üpraş hisselerini ve Galataport’un işletmeciliğini alarak
Türkiye’nin gündemine oturan işadamı Sami Ofer, en az kendisi kadar ilgi çeken devasa gözlüğünün kapılarını, Türk basınında ilk kez
Ekşi’ye açtı. İşte Ofer’in asla yanından ayırmadığı ve başarısında büyük
rolü olduğunu söylediği esrarengiz
gözlüğün iç yüzü...
T
Oy vermezseniz gitmeyece¤im!
Menü Sezer’den döndü!
TBMM aç›l›fl resepsiyonunda konuklara sunulan “menü” Cumhurbaflkan›
Ahmet Necdet Sezer taraf›ndan incelenerek, Anayasa’n›n 104. maddesi
gere¤ince bir kez daha yaz›lmak üzere TBMM Restoran›’na iade edildi
umhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre
Cumhurbaşkanı Sezer, 4 sayfalık veto
gerekçesinde, “Böyle bir menünün konuklara uzatılması, meclis içerisindeki
tutarlılığı sarsacak, toplumun genel
kültürünü bozacak ve yurttaşların
inancını azaltacaktır.” görüşüne yer
verdi. Sezer, “Bu tipte menülerin artması ülkemizde varolan mevcut yemek
kültürüne darbe vuracak, toplumsal
gönenci düşürecektir.” dedi.
C
‹flte Sezer’in red gerekçeleri
1- Menü’nün birinci sayfasının birinci
paragrafında ‘Lahana Çorbası’denil-
mektedir.. Türk yemek kültüründe Lahana
Çorbası
bulunmamaktadır.
TBMM içerisinde Lahana Çorbası içildiğini gören halkın yemek kültüründen
uzaklaşması mümkündür. Bu durum
Anayasa’nın 80. maddesinde belirtilen,
meclisin tüm milleti temsil etmesi görevi ile uyuşmaz.
2- Anayasa’nın TBMM Faaliyetleri ile
ilgili bölümünde ’Restorancılık’ sayılmamıştır. Menü hazırlamakta genel bir
yetki aşımı bulunmaktadır.
3- Yayın içerisinde karmaşıklıklar gözlenmiş, eksiklikler dikkati çekmiştir.
Antep yöremizin Ali Nazik Kebabı’na,
Urfa yöremizin Lahmacun’una yer ve-
Ankara Geleneksel Kald›r›m
Yenileme fienlikleri bafllad›!
A
EKfi‹ bir ilki baflard›!
fienlikler Keyifli Geçti
Sembolik olarak Kızılay Meydanı’ndaki kaldırımların yenilenmesi ile başlayan şenlikler, bütün bir sene devam
edecek. Şenlikler kapsamında kaldırımların yenilenmesi,
geçen sene yenilenen kaldırımların tamamen sökülerek
yerine yenilerinin takılması, yanlış yerleştirilen kaldırımların şenlik dönemi içinde bir kez daha değiştirilmesi,
mühendislik hatalarının tespiti ve onarımı bulunuyor. Her
sene önemli inşaat şirketlerinin aktif rol alması ile büyük
keyifle geçen şenlikler, bu sene de eğlenceli başladı. Yaz
tatilinden şehre dönen vatandaşlar, şenlikler kapsamında
kaldırımların değiştirilmesini memnuniyetle izlediler.
CHP’liler Muhalefet Ediyor
Uzun zamandır Kaldırım Yenileme Şenlikleri’ne katılmayan ve bu şenlikleri protesto eden CHP’li belediye meclisi üyeleri, bu sene de bu geleneği bozmadılar. Dikkatleri üzerine çekebileceklerini umduklarını belirten CHP’liler, vatandaşı da şenliklere katılmamaya çağırdılar..
rilmeyen menüde T-Bone Steak olması, ulusal değerlerimizle uyumsuzdur.
Ofer’in
gözlüklerinden
Cnbc-e’yi izlemek
mümkün
ASTROLOJ‹
Geçen hafta aldığınız yirmi yıllık konut kredisini
tamamen geri ödemenizin 2025 yılını bulacağı anca dank edecek. Hayatınızın önümüzdeki yirmi yılını ipotek
altına alan bir kararın nasıl sonuçlar vereceğini düşüdükçe
afakanlar basacak, bunalacaksınız.
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
Bu hafta da tekrar Deniz adlı bir müşteriden e-posta alacaksınız. Bu postayı gönderenin geçen hafta
cinsiyetini yanlış tahmin ettiğiniz Deniz Hanım olduğunu
düşünecek ve yanılacaksınız. Yanılmak sizin için
bir hayat biçimi haline dönüşecek.
du. Sürekli aynı ikilemeleri kullanmaktan sıkıldığını belirten Unakıtan,
“Böylece Türk diline de potur potur
bir katkıda bulunmuş olduk.” dedi
‹flte Unak›tan’›n yeni
‹kilemeleri
l
l
l
l
l
l
l
l
Kammar kammar gitmek.
Otrak otrak satmak.
Kayın kayın konuşmak.
Zarıl zarıl bütçe.
Yunuk yunuk ilerlemek.
Uyman muyman anlamamak.
Gollik gollik terlemek
Dıbız dıbız kriterler
Kentli, özgür, ve
seksi kadının sesi...
Cimcime Kukumvar
[email protected]
Soslar, reçeller
ve erkekler
layda geldi geçenlerde, yine ağlama modunda. Ay bu
kız eme eme pozitif enerji stoklarımı tüketicek bi
gün; yine erkeksel mazereti var, belli. “Anlat hadi açılırsın” dedim, başladı anlatmaya. Nişantaşı’nda brunch
yaparken hoş bir adamla tanışmış. Hoş sohbet, IT sektöründen eli yüzü düzgün bir oğlan. Poster yap odana
as. Hemen erimişler birbirlerine, adamın dairesine gitmişler. Eve girer girmez adam buzdolabına koşmuş,
bir şişe çikolata sosu alıp yatağın başucuna koyarak
“hadi” demiş “brunch’a kaldığımız yerden devam edelim”.
Ben de yaşadığım için böyle durumlarda ortaya çıkabilecek aksilikleri biliyorum. Bir keresinde, adını vermeyeyim, dev bir reçel şirketinin genç müdürüyle kendimizi yatağa atmıştık. Nerden aklıma geldiyse adamı reçele bulamak istedim. Ay o parlak yüzlü adam soyununca kıl topağı çıkmasın mı! Ayının bir alt sürümü,
orangutan bölge müdürü. Dediğime diyeceğime pişman oldum ama herifin aklına düşürdük bi kere. Tutturdu “bebeğim beni reçele bula” diye. Kendimi yağmur ormanlarında gibi hissettim vallahi. O sinirle kavanozu vurdum adamın kafasına, reçeli de üstüne boca
edip çıktım gittim. Sonradan öğrendime göre, sabaha
kadar karıncalar yemiş ayıyı...
İ
Dvd’si ç›ksa al›rs›n...
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
Ankara- “AB’ye çatır çatır gireceğiz”, “Bütçeyi şakır şakır geçireceğiz” diye konuşan Maliye Bakanı
Kemal Unakıtan yeni ikilemeler bul-
Ç›plak gösteriyor
Bir camı sürekli borsa verilerini gösteren gözlüğün diğer camında aynı
‹çinde 3 kifli çal›fl›yor
anda film izlemek mümkün. Bir riYapımı iki yıl süren ve 20 milyon
vayete göre de Sami Ofer, gözlük
dolara mal olduğu söysayesinde, bir kişiye
lenen gözlük, adeta bir
baktığı zaman, “özelleşstrateji merkezi gibi çatirme ihalelerinde onun
lışıyor. İçinde yok yok.
ne kadar geride kalacaSami Ofer, gözlüğü arağını” görme ve “Hımm
cılığıyla dünya borsalarıbu adam donuna kadar
nı an be an takip edip
soyulur” deme şansına
yatırımlarını buradan
sahip. Eğer karşısındaki
yönlendiriyor.
Uydu
zeki bir insansa, gözlük
bağlantısı ve 24 saat sıonu yarı çıplak göstercak suyu bulunan göziyor ve Ofer’i uyarıyor.
lüğün içinde ayrıca iki
Bununla birlikte İsrayatak, 1 çalışma odası,
il’in Ofer’i gözlük nebir sinema ve bir jimdeniyle açgözlü ilan etCemile Yunak, 2 y›ld›r
nastik salonu yer alıyor.
mesi, bardağı taşıran
gözlükte çal›fl›yor
Jakuzi ve plazma teleson damla oldu.
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Unak›tan yeni
ikilemeler buldu
vizyona da sahip olan gözlükte ayrıca biri sekreter, 3 de personel çalışıyor. 2 yıl önce Ofer’in gözlüğünde
işe giren Cemile Yunak, iş ortamını
biraz küçük bulsa da Sami Ofer’le
çalışmaktan memnun olduğunu söylüyor.
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
Renault’nun Formula1 araçlarında elde ettiği fevkalade başarı ile sürücüler şampiyonasını kazanmasının sizi nasıl 75 beygirlik bir Clio almaya ikna edeceğini anlamaya çalışmaktan işinize yeterince vakit
ayıramayabilirsiniz, iş arkadaşlarınızla aranız açılabilir.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
Su ile karıştırınca tekrar süte dönüşecek süt tozunu
üretmek için sütün içerdiği suyu buharlaştırmaya
harcadığımız enerjiyi tasarruf etmiş olsak belki ozon deliği
şu anda olduğundan daha küçük olabilirdi düşüncesi bütün
hafta kafanızı kurcalayacak.
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Her hafta on iki ayrı burcun her biri ile ilgili farklı
farklı yorumlarda bulunmanın gayet kolay bir iş
olduğunu iddia eden arkadaşınızı hırpalamanız çevrenizce
garip karşılanabilir. Mamafih, tepkiniz biraz haddini aşmış
da olsa haklı olan sizdiniz.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Bu hafta ADSL hattınızda meydana gelen bir problemden ötürü bir süre internete bağlanamayacaksınız. Türk Telekom yardım hattını aradığınızda “Link ışığınız
yanıyor mu?” diye soracaklar - ve link ışığınız yanıyor olacak, üzüleceksiniz.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
Kedinizin, on yıldır sizinle birlikte yaşıyor olduğu
halde, halen daha kakasını yaptığı ahşap kabı eşelemeye çalışmasına hala bir anlam veremeyeceksiniz. Böylesine zeki hayvanların ahşap ile toprak arasındaki farkı bir
türlü kavrayamamasına gıcık olacaksınız.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Haftasonuna doğru ofise iki farklı çorap giymiş
olarak gideceksiniz. Durumu, işe geçen hafta başlayan ve tanışmak için can attığınız kızcağız farkedecek, her
işte bir hayır varmış hakikaten diye düşüneceksiniz ama olmayacak.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Teknolojinin homojen olmayan gelişimi ile ilgili
garip düşünceler hafta boyunca zihninizi meşgul
edecek. Çalışma odanızda saniyede milyarlar mertebesinde
işlem yapabilen bilgisayarlar varken hala yemeğe ne kadar
tuz koymamız gerektiğini manuel olarak belirlememize şaşıracaksınız.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Kamerasının çözünürlüğü biraz daha yüksek diye
satın aldığınız yeni cep telefonunun masrafını mazur göstermek, için bütün gün gerekli gereksiz resimler çekeceksiniz fakat eşiniz de en az sizin olduğunuz kadar telefonu değiştirmenizin fotoğraf çekmekle alakası olmadığının
farkında olacak.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
ATP tenis turnuvalarına katılmak için önce ADP
turnuvalarında başarı göstermek gerektiğine inandırdığınız bir arkadaşınız bu hafta gerçeği öğrenmiş olarak
geri gelecek, sizi incitecek.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Geçen hafta şirkette yaprığınız sükseye güvenerek,
kaybolmayan sihirbaz yapsalar keşke temenninizi
dile getireceksiniz, fakat iş arkadaşlarınız espri yeteneğinizi
takdiredemeyecek, harcandığınızı hissedeceksiniz.
Bu deneyim aklıma gelince hemen lafa atıldım. “Kıllıydı di mi” dedim. Değilmiş, Galeria’nın alt katındaki
buz pisti kadar düzgünmüş çocuk. Dvd’si çıksa alırsın,
o derece... Sosu başından aşağı döküp İlayda’yı buyur
etmiş. Bizim İlayda da çikolataya ölür, e oğlan da güzel. Neyse uzatmayayım, sosun kokusunda bi gariplik
sezmiş bu. Şişeye bakınca bir de ne görsün. Puh puh,
şeym on you! Peşine bıyıklı sürüsü takılsın e mi! Tam
3 ay geçmişmiş son kullanma tarihi. E, IT sektöründe
çalışan adamdan başka ne beklersin? Sabah akşam
pizzayla beslenir, günü geçen çikolata sosunu çöpe atmayı dahi akıl edemezler...
Son bir umutla “Dolapta başka bişey var mı” diye sormuş İlayda, “Kayısı reçeli var, annem köyden yolladı”
cevabını alınca yayın kesilmiş. Derhal bina güvenliğini
çağırıp adamı binadan attırmak istemiş. Ama adamın
evi ya, gelen güvenlik görevlileri “yardımcı olamayız”
deyip özür dilemişler. Yine de kaş göz işaretiyle oğlanlardan tekini ayartıp adamın kafasına telsizle vurmaya ikna etmiş bizim uçarı İlayda...
Ya işte böyle. “Güzel bir yemeğin yerini ancak iyi bir
seks alabilir” demiş ünlü bir şair. Ama arada sırada ikisini birlikte halletmenin de sakıncası olmaz di mi?
KUKUMAV DE⁄‹L KUKUMVAR
Kavga etmediğim kredi kartları sorumlusu kalmadı. Ne
zaman bir kurye bana kart getirse, hep aynı şey oluyor.
Bir bakıyorum soy ismim yanlış yazılmış. Bazen getiren oğlan hoş bir şeyse kalbini kırmamak için sorun etmediğim oluyor tabi. Ama daha kaç kere söylemem
gerekiyor kardeşim. Benim soyadım Kukumav değil,
Kukumvar. Öğrenin artık şunu. Babacığımdan kaldı bu
soyisim bana, öyle 3-5 kendini bilmez doğru telaffuz
edemiyor, duyduğunu anlamaktan aciz diye bunca yıllık soy ismimden vazgeçecek değilim. Onlar yanlış
yaptıkça ben düzelteceğim, ta ki herkes öğrenene dek.
Çok hassasım ben bu konuda. Kukumav diye gelen
mektupları okumam, çiçekleri koklamam, bana Kukumav diyen erkeği o dakika terkeder yerine iki tane bulurum. Öğrenin artık şunu; Kukumav değil Kukumvar!
Duyun çığlığımı: Kukumvar ulan, Kukumvar! Benim
kukumvar...
Haftaya yeni lezzet ve hazlarda buluşmak üzere...
5
6
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
spor
FUTBOLSEVER BABA ‹T‹RAF ETT‹:
“Ç‹FT VURUfi ‹LE SERBEST VURUfi
ARASINDAK‹ FARKI B‹LM‹YORUM.”
DANA- Mustafa Günay 55 yaşında. İki oğlu ve karısıyla mutlu bir ailenin babası. En büyük zevki,
haftasonları oğullarını yanına alıp hep beraber maç
izlemek. Ama Mustafa Bey’i senelerdir rahatsız eden, ailesinden gizlediği, içini kemiren bir sorunu var: Oluşum sebebine göre çift vuruş ve serbest vuruş arasındaki farkı bilmiyor. “Sorunu itiraf ederek, çözüm için ilk adımı attığıma
inanıyorum. ” diyen Günay, bakın o dehşet günlerini nasıl
anlatıyor: “Serbest vuruş ve çift vuruş ayrımının farkına varışım çocukluğuma denk gelir. İlk kez çift vuruş olduğunda heyecanlanmış, sebebini merak etmiştim. Ama müsabakayı beraber izlediğim babam şaşırmamış, doğal karşılamıştı. Maç sonunda merakımı yenemeyip konu hakkında
sorduğum soruya kahkahalar ile yanıt vermesi açıkçası beni sindirdi, cesaretimi kırdı. Bundan sonra ne zaman çift
vuruş-serbest vuruş ayrımında kalsam, bu konuda bir soru,
A
bir sohbet dönse, ben de biliyormuş gibi yaptım, kendimden emin, olgun bir ifadeyle
gözlerimi kısıp, güven dolu bir
gülüş attım. Konuyu ara sıra
merak edip evdeki futbol ansiklopedisinde okumak istesem de, o bölümü okurken yakalanmaktan, ’Vay, ne oldu?
Bilmiyor muydun yoksa ikisinin farkını?’diye istihza edilmekten korktum. Gel zaman
git zaman evlendim. Önce eşimden bu gerçeği sakladım,
sonra çocuklarımdan. Ama en zoru onlardan saklamak oldu. Seneler boyunca maç izlerken bu soruyu bana yönelteceklerinden ve tatminkar bir yanıt veremeyeceğimden çekindim. Bir yandan bir baba olarak kendi oğullarımın yüzüne sahtekarca gülümsemek, bir yandan da onların gözünde
cahil bir baba olmak korkusu arasında eridim bittim. Geçen
hafta Adanaspor maçını izlerken yaşanan çift vuruşta bir an
sessizlik yaşanınca bocaladım. Bir an oğullarımdan biri bana dönüp manidar bir sekilde güldü gibi geldi. Dayanamayıp kahkaha atmışım. Sonra bayılmışım. Ayıldığımda kendi
kendime söz verdim: Ne olursa olsun farkı öğrenecek, bilmediğimi de onlara itiraf edecektim. İtiraf ettim, çocuklarım olgunlukla karşıladı. Eşim biraz soğuk karşıladı. Telefon açıp 70 yaşındaki babama ’Baba serbest vuruş ile çift
vuruş arasındaki fark’demem ile beraber telefonun öbür
ucunda bir kahkaha sesi duydum. Sonra kahkaha ağlamaya
dönüştü. Baba oğul karşılıklı ağlaştık. Bu sorunu çözdük.
Şimdi çok mutluyum, bilmediğim her şeyi öğrenmek için
müthiş bir istek duyuyorum. Hayata yeniden başladım” diye konuştu.
Halterimizin çirkin yüzü
ennet vatanımız bilindiği
üzere lokumu, inciri, benzeri pek çok nebatat ve hububat, bornozu havlusu vesaire,
bir de halteriyle meşhur. Bir de
dansöz ve şiş kebap var, biliyorsunuz 7/24 kebap içinde yüzüp, masa üzerlerinde fıkır fıkır oynayan
bir milletiz sevgili okuyucularım.
Neyse, yıllar yılı nice halterciler
yetişti bu topraklarda, mahsul alınamadığı mevsimde Bulgaristan’dan getirtildi. O oldu bu oldu,
ama nihayetinde her nasıl olduysa,
Türkiye’nin vazgeçemediği hayati
unsurlardan birisi de halter skandalları oldu. Tam (terbiyesizce ve
nankörce) “Hah, halter nihayet
gündemden düştü, oh be, neydi o
öyle” dediğiniz şu günlerde, spor
gündemimiz yine bir yeni bir
skandalla çalkalandı. Uluslararası
Halter Federasyonu’na bağlı maaşlı bordrolu doping kontrol memurları, müsabaka dışı doping kontrolü
için haltercilerimize “ulaşamadılar”. Uluslararası Halter Federasyonu’nun belirlediği kurallara göre bu gibi durumlar için söz konusu haltercilerin bulundukları yerleri ve kendilerine ulaşılabilecek numaraların bahsi geçen federasyona
fakslanması gerekirken, bunun yapılmamış olduğu belirtiliyor. Dahası, bazı halter sporcularımız,
“Maçtaydık”, “Filmdeydik, telefon
sessizde kalmış”, “Abi duymamışım”, “Ben arayacaktım kontör bit-
C
Mustafa ‹hsan Canderen
ti. Şarz.”, gibi açıklamalarda bulundular. Bunlar, neresinden bakarsanız bakın, elinizde kalan beyanatlar.
Ben tabii camiayla bir nebze de olsa içli dışlı birisi olduğum için, işin
esasının bu olmadığını biliyorum.
Bunun teyidi için bazı halter sporcularımız ve haltere yakın kaynaklarla olan bağlantılarımı kullandım.
Kullandım ki siz okuyun deye,
kullandım ki size dank etsin biraz
deye:
- Alouv?!
- Alo Mesut’çuğum, ben Mustafa
Abin.
- Oo buyur abicim bir emrin, isteğin?
- Ben bu sizin skandal mevzuunu
merak ediyorum biraz. Nedir bu
işin aslı, astarı?
- Abi şimdi biliyorsun halter sporumuza olan ilginin azlığını.. Her
dört senede bir tonla altın madalya
kazanmasak, bugün halter nedir
bilmeyecekti bu millet. Mertek
zannedecekti. Biz de işte senede
bir, olmadı iki senede bir bu ilgiyi
canlandırmak için bir şeyler yapmak durumunda kalıyoruz böyle.
- Peki Mesut’çuğum, çok güzel
yaptınız da, uluslararası müsabakalardan men cezası aldık. Hiç mi aklınıza gelmedi bu işin böyle bir neticesi olacağı?
- Abi bizde kafa mı kaldı Allahaşkına, proteinden steroidden?
İşte sevgili okuyucularım, bu sebepledir ki, yaşananlarda hatayı biraz da kendinizde aramanız lazım
geliyor. Halter sporumuza olan ilginiz çok sönük bir defa. Kırk yılda bir Naim kardeşimiz “pfft pfft”
diye saçına üfleyecek de, Hafız
kardeşimiz gidip tır kaldırıp lobut
gibi çevirecek de, anca.. ben de kime laf anlatıyorum.
Son sözüm halter sporumuza gerçekten gönül vermiş okuyucularımıza: Çok sıkılıyorsunuz biliyorum, ama izleyin. Halteri iki senede, dört senede bir gün değil, her
gün hatırlayın.
Bugün mesela, hemen şimdi, çıkın
ve bir haltercimize çiçek verin.
Çok şey mi bu?
Candan sevgilerimle...
Cesareti ve savaşı yakın çevresinde de takdir gören Mustafa Günay’ın yakınlarından Halit Akçatepe şöyle konuştu:
“Mustafa’nın yaptığı bir devrimdir. Kendisini ve davasını
saygıyla karşılıyoruz. Ben de buradan itiraf ediyorum: fuleli koşu nedir, ne manaya gelir bilmiyorum. Metin Tekin gibi koşarken saçların ” fule fule “ diye dalgalanması olduğunu tahmin ediyordum. Ama kıçımdan salladığımı itiraf ediyorum, biliyor gibi yapıp önce kendimi kandırmak istemiyorum.” dedi. Bunun üzerine itiraflarin ardı arkası kesilmedi Mustafa Günay’ın yakınları coştular, işte mikrofonlarımıza takılan itiraflardan bazıları:
“Kademe ne demek bilmiyorum? Alan derinliğini nasıl
kaybeder anlayamıyorum.” M.K (30),
“Libero’nun İtalyan bir futbolcu cinsi olduğu yönündeki
kanaatimden vazgeçmeye hazırım.” T.K (45),
“Vücut çalımı dendiğinde aklıma Uğur Tütüneker ve formasına sümkürmesi geliyor. Ama hadisenin bununla bir
alakası olduğunu sanmıyorum.” S.P. (56),
“Armudu dişlerim sapını gümüşlerim ne demek hiçbir fikrim yok. Yanlış bilgi verip, kafaları karıştırmak istemem.”
Efendisiz (28)
‹ddia skandal›nda
son nokta
Ak›ll› topun çipine girdiler!
TARTIŞMALI pozisyonları
ve hakem hatalarını sıfıra indirmek için icat edilen “akıllı
top” uygulaması, Türk iddaa
mafyası yüzünden şaibeye karıştı. Olay, Finlandiya İkinci
Futbol Ligi’nde oynanan ve
17-3 şeklinde sonuçlanan
maç sırasında çizgiden çıkartılan bir şutun dört gol olarak
sonuca yansıması ve korner
bayrağına çarpan topun maçın
bitiş düdüğü biçiminde algılanması sonucunda ortaya çıktı. Konuyla ilgili kısa ve öz bir
demeç veren FIFA yetkilisi,
“Sistemde düşülen bir not bizi harekete geçirdi. ’Hamit
abi son kupona 250 misli
bas’yazısıyla harekete geçtik.
İtalya Üçüncü Ligi’nde de 916 devam eden bir maçtan
halen gol haberi alıyoruz.
Oluru yok” dedi.
“Kaleyi düflünmedim”
eçtiğimiz hafta oynanan
Santos - Palmeiras maçının 89. dakikasında attığı golle bir anda Brezilya futbolunun gündemine oturan Gonzalez, hakkında yapılan yorumlara yanıt verdi: “Kaleyi
düşünmedim”. Hatırlanacağı
gibi, 2-2 devam eden karşılaşmanın berabere bitmesi
beklenirken, Gonzalez kaleye
oldukça uzak bir mesafeden
çok sert vurmuş, kavis alan
top herkesi yanıltıp filelerle
buluşmuştu. Spikerin “Gonzalez kaleyi düşündü” sözlerine futbolcu, geçtiğimiz günlerde bir gazeteciye yaptığı
“Ben orada kaleyi düşünme-
G
dim. İnsanın aklında çilekeş
anası, burnunda buram buram
memleketi varken, o adam
kaleyi düşünemez. En fazla
orta yaparsınız, o da gol olursa olur. Neyse o, bizde böyle.” açıklamasıyla cevap verdi. Gonzalez’in bu sözleri
futbolseverler arasında memnuniyetle karşılandı.
Erkin Gören - http://www.antidig.com
Erkin Gören 2004 yılında MSGSÜ Resim bölümünden mezun oldu. Bir yıl kadar yetişkinlere
sanat - tasarım tarihi, kompozisyon bilgisi dersleri verdikten sonra Avusturya Hükumeti’nden
aldığı bursla Salzburg Akademisi’nde Zhou Brothers’la çalışma fırsatı buldu. Ressamın
çalışmalarını internet sitesinden takip edebilirsiniz.
nil karaibrahimgil
cennet
tu¤çe kazaz
dü¤ün
ekmek paras›
ermeni konferans›
the island
dansöz
yaz›fl iktidar›
8
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
söylefli
söylefli
Özgürüm, yalan de¤il...
Nil Karaibrahimgil dur durak bilmeden aç›k çay içiyor. Ayr›ca
haftan›n üç günü Pilates yap›yor. Aya¤a kalkt›, karn›n› uzatt›,
vurduk tock tock diye ses ç›kt›. Sahiden çelik gibi idi...
Nil Karaibrahimgil ile çok güzel bir
havada çok güzel bir çay bahçesinde
buluştuk. Tanker, kuru yük gemisi ve
şilep düdükleri arasında, bir yandan
konuşurken diğer yandan da obez gibi
yemek yedik. Kızcağız tam önemli bir
şeyler anlatırken “Şefim iki duble çay
daha” diyerek lafı ağzına tıktık. Kaşarlı
tostun lastik gibi uzayan içeriği nedeniyle
karşısında kepaze olduk...
Ama Nil samimiyetten ödün vermedi;
koca koca gözleriyle dinledi, anlattı...
Asalet pozu değil ama “Çılgınlık” ve
“Deli doluluk” havalarını fark etmenin
çok kolaylaştığı günümüz dünyasında en
ufak bir tereddüt yaşamadan anladık ki
Nil Karaibrahimgil star elektriğini
müziğine, sahnesine kanalize etmiş,
yaşantısını tamamen senin benim gibi
devam eden çok güzel bir hanım
kızımızmış.
Önce kendisine vurduğu terliğini
ardından kafamıza patlatınca neye
uğradığımızı şaşırdık. Yan tarafta:
Neler yapıyorsun bu ara?
Şubatta albüm çıkarmamız icap etti, onunla uğraşıyorum. Plak şirketiyle olan sözleşmemiz gereği bu albümü yapmamız gerekiyor. Onunla ilgileniyorum bu ara
yoğun olarak.
Sen müziği temel olarak nerede öğrendin? Babandan mı öğrendin?
Müziğin teorisini iyi bilmem. Ama zaman içinde yavaş yavaş öğreniyorsun ister istemez. Benim ailemde
çok fazla müzisyen var. Babam Modern Folk Üçlüsü’nün elemanı olan Selami Karaibrahimgil, amcam
Suavi Karaibrahimgil.. Onlardan gelen bir kültür var
elbette.
O da dev bir polemik konusu yahu... Hangi Suavi?
tartışması..
Evet ya.. O bayağı acayip gırgır. Bir arkadaşım çünkü
diğer Suavi’yi görmüş, “Nil’e selam söyleyin” demiş
o da “söylerim” demiş. Şaşırmış yani. Yani çok seyrek
olabilecek bir şey adı Suavi olan iki farklı sanatçı var
ve ben işte birinin akrabasıyım. Onun haricinde gitar
çalmayı ben kendi kendime evimde çalarak öğrendim.
Ama ailem önceden müzisyen olmama pek sıcak gözle bakmıyordu. Güzel okullarda okusun kızımız, artık
reklamcı mı olur ne olursa olsun deniyordu.
Peki müzisyen olunca ne oldu?
O zaman sorun kalmadı. Çünkü işe başladıktan sonra
gördüler ki şarkıcı denen şey öyle masaların üzerine
çıkıp göbek atarak üzerine şampanya patlatılan biri olmak zorunda değil. O mazide kalmış bir imgeydi kafalarında. İstediğin gibi müzik yapıp istediğin gibi şarkılar söyleyip de insanın bir yere gelebileceğini görünce memnun kaldılar.
Baban neden müzik yapmıyor?
Ya son iki yıldır bir çok konserimde beraber çıkıyoruz
onunla sahneye. Çok da güzel şarkıları var. Sözleri falan da çok uçuk kaçık. Benimkiler onun yanında çok
normal kalıyor.
E bir albüm yapmayı düşünmüyor musunuz?
Her zaman söylüyorum ama o istemiyor. İşte müzisyenler garip insanlar. Finans mezunu babam, öyle şirkette şurda burda da her gün durmuyor. Günde 15 km.
yürüyor, evinde oturup şarkı yazıyor... Bana bu günlerde “şarkıların ne alemde?” diye soruyor. “Yapıyorum
bir şeyler” diyorum. “Hani bir şey bulamadıysan ben
vereyim bir kaç şarkı bak” diye takılıyor.
Senin sahnede kullandığın farklı bir jargon varmış
sanıyoruz? Portakal koydum kaba vesaire...
Ya onlar benim Nesrin Topkapı’dan aldığım derslerden
kalma hikayeler. Ben göbek dansı dersi almaya gittim
Nesrin Topkapı’dan. Onun derslerinde de figürlere
verdiği isimler var. Ben de göbek dansını beceremediğim için sahnede Topkapı’nın dersi nasıl anlattığını anlatıyorum sahnede. İşte kime yaptın istemem bunu,
portakalı koydum rafa gibi tabirler ordan kalma...
Bize o portakal hareketini gösterir misin?
O burada gösterilmez ya (Kahkahalar)...
Okulu var mı Nesrin Topkapı’nın?
Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor. Aklınıza gelmeyecek insanlar gidiyor hatta... Ama ben orada değil de
özel ders aldım kendisinden bu dans derslerini de sadece Gitme Yoksa’nın klibine özel olarak almıştım.
Yani bu şarkının sözlerine gırgır bir şeyler bulmaktı
derdimiz.
Senin öyle haberlerin çıkmadı değil mi “Nil’i dans
dersleri alırken yakaladık” falan diye...
(Gülüşmeler) Yok yahu bizde öyle şeyler olmaz... İşte ben devam etmek istedim aslında derslere de, benim
belim böyle bir türlü kıvrılamadığı için, hafif kütük gibi olduğu için beceremem diye devam etmedim.
Nasıl kıvrılmıyor yahu biz görüyoruz sahnede gayet
kıvrılıyor..
(Kahkahalar) Aman sağolun vallahi...
“Müziğim ne rock ne pop ne başka bir şey. Yıldız Tilbe’nin dansları gibi” demişsin bir keresinde...
Ya o şöyle.. Ekşi Sözlük’te öyle bir entry var. Onu da
okudum... Şu var; Yıldız Tilbe bir garip dans eden bir
kadın. Yani bunu herkes kabul eder. Ben de diyorum ki
konserde “Ya Yıldız Tilbe’yle ben biraz tuhaf dans ediyoruz”. Ben bayılıyorum böyle şeylere ayrıca. Öbür
türlüsü çok sıkıcı çünkü herkes aynı dans ediyor. Böyle düzgün düzgün. Bunun nedeni benim sentez müzik
yapıyor olmam. Yani ben kafa mı sallayacağım, göbek
mi atacağım ne yapacağım belli değil. Haliyle öyle garip bir şey çıkıyor ortaya. Yıldız Tilbe de öyle...
Sahnede giydiğin kıyafetlerden tavrından ötürü senin yaşlanmaktan çekindiğin, sürekli genç kalmak
gibi bir derdin olduğu izlenimini edinen insanlar var.
Bu konu hakında ne düşünüyorsun?
Ben üniversitedeyken de böyle giyiniyordum yani bu
bir proje değil, bir imaj değil... Ama görülenin üzerinden yorum yaparak birinin bunu düşünmesi de mantıksız değil. Ama böyle düşünürsek, hepimiz Zara’dan
bilmem nereden üstümüze başımıza çekidüzen verip,
giyinip gezelim. O zaman hiçbir renk olmaz ki hayatta. Yani belli yaşların belli giyinme şekilleri olabilir
tamam. Ama ben buna uymak zorunda değilim ki, ama
elli yaşına geldiğimde tutup bunları giyip gezmem heralde. O
zaman ne hissedersem tutar onu giyerim. Mesela geçenlerde
Cry Baby diye bir film izledim. Oradaki babaanne gibi giyinebilirim ben yaşlanınca, yaş ilerledikçe böyle acınası bir tipe bürünebilirim. O da olabilir...
Şimdi senin bu yaşa kadar yaptığın işler çocukken bir yerden kendini belli etmiştir. Yani metin yazarlığı neden? Siyaset Bilimleri ne iş?
Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken de bizim bir müzik
grubumuz vardı Köpük diye. Onlarla birlikte müzik yapıyorduk zaten sonra...
Sen ama en baştan anlatmaya başlarsan bize daha güzel
olacak. Mutlaka “iki yaşında okudu”, “üç yaşında piyano
çaldı” gibi ibareler vardır senin hayatında...
Yani şunlar var. Ortaokulda elime gitarı alıp okulun bahçesinde gelene geçene şarkı yazmak gibi bir durumum vardı.
Ben bir yerde bununla ilgili olarak özel geceler yapmak istiyorum. Gelenlerden sözcükler toplayıp o sözcükler üzerinden bayağı böyle aşık gibi anında besteler yapmak istiyorum...
Ama öyle Haluk Levent gibi “Marmara Üniversitesi sizin
için anında beste yaptım” diyerek “Marmara marmaraaa..” diye giden besteler olmaz heralde...
(Kahkahalar) Öyle mi yapılmış.. Ya biz yapmayalım o zaman. Ya biz sahnede bunu yapıyoruz. Mesela birinin doğum
günüyse onun hakkında bi beste yapıveriyoruz.
Neden bir internet siten yok?
Ya sormayın o konuda birileriyle konuşmuştuk ama hala yapamadık. Öbür unofficial hayran sitelerinin de çoğu bayağı
bir kötü yapılmış. Yani güzel bir şey bir yandan çünkü biri
oturup uğraşmış, ama kötülüğü şu: siteyi birisi benim üzerime sanabiliyor. Beni oradan takip ediyor o açıdan kötü. Beni
temsil eden bir şey değil hiçbiri yani... Ama artık nilkaraibrahimgil.com’u aldım ben.
Peki böyle Karaibrahimgil gibi zor bir soyadı kullanmaya
nasıl karar verdin?
Ya ben aslında Nil Dünyası albümüyle çıktım ilk olarak. Yani ben ne kadar Nil ismi üzerine oynasam da insanların bu
Karaibrahimgil’i ezberleyeceği tuttu. Bir de kafiyeli ismimle
ondan kolay ezberlenmiş olabilir.
Nil Karaibo diyen de var, sevmeyenler karaibiş, karaiblis
diyor..
(Gülüşmeler) Tabi canım biliyorum hepsini...
Sende şöyle bir şey oldu mu? Böyle 10 yaşındayken “ben
meşhur olacağım” hissi var mıydı?
Yani onu biliyorsun. Onu acayip bir şekilde biliyorsun hem
de. Yani ben şunu diyordum. “Sahnelerde olacağım, şarkı
söyleyeceğim insanlar beni tanıyacak.” Şu hep oluyordu: Öyle eline tarak alıp ayna karşısında şarkı söylemek gibi çocukluklar hep vardı bende. Kardeşim de öyleydi. O da zaten ya-
kın zamanda bir albüm yapacak...
Yaptığın işler arasında beğenmediklerin var
mı?
Yok.. Yani yaptığım bazı reklam müziklerinde
ufak tefek hoşuma gitmeyen şeyler olmuş olabilir ya da daha az beğendiğim bir şeyler olmuştur. Ama özellikle albüme şarkı seçerken kesinlikle giren 10 şarkının da iyi olmasına, hepsinin
en az diğeri kadar iyi olmasına dikkat ediyorum.
Çünkü şimdi ne var, 2 şarkı iyi olsun tamam!
Gerisi ne olursa olsun... Yok öyle bir şey ben albüm satıyorum, şarkı satmıyorum ki. O yüzden
albümün tamamı içime sinmeli. Albüm satanlar
var, şarkı satanlar var. Plak şirketleriyle konuştuğumuzda, medeni insanlarla, benim ne dediğimi anlayan insanlarla anlaşmaya çalışıyorum.
İşte Sony’le anlaştık biz mesela. Bir gün bile bana gelip de “ya Nil sen burada şöyle demişsin
böyle demişsin” gibi bir yorum yapmadılar.
Akbaba şarkısında arabeskle dalga geçiliyor
diyen de oldu...
Ya benim hamurumda olan bir şey o ironi. Ama
ben o şarkıyı arabeskle dalga geçmek için yapmadım. Yine de evet dalga geçiyor arabesk şarkılardaki bazı öğelerle. Yani “gel de bir çorba
yap bana” ile “gelmezsen ölücem” aynı şeye geliyor ya. Onu ben biraz hafife almak için yaptım.
Tabi “Akbaba orada ABD kapitalizmini simgeliyor” diyen de çıktı...
(Kahkahalar) Ya işte onlar çok güzel.. Yani ben
şarkıyı yaptıktan sonra bitmiştir benden çıkmıştır
kim ne derse, nasıl algılarsa algılasın. Yapacak
bir şey yok. Yani ben şu şarkının şurasında ne
dersem kim ne anlar diye düşünerek yazarsam
zaten hiçbir şey yazamam. Onu düşündüğün anda bırak bu işi zaten...
“Bu sözleri ben de yazarım böyle basit şeylerle söz yazıyor” eleştirilerine ne diyorsun?
Mazhar Alanson alt komşum benim ve der ki
hep “asıl zor olanı basit olanı yazmaktır”. Hakikaten öyle yani komplike bir söz yazmak zor
ama “Bu sabah yağmur var İstanbul’da” demek
zor. Ben becerebiliyorum ya da beceremiyorum bunu o ayrı.
Ama doğru ve zor olanı bu sadelik bence.
Sözlük hakkında ne düşünüyorsun?
Ya sözlüğün kendi içine kattığı insanlar konusunda daha seçici olması şartmış gibime geliyor. Çünkü şöyle bir şey var:
Bazı insanlar vitrine nefreti koyup dükkanını doldurabilir. Bu
çok kolay bir şey. Ben de şimdi herkesten nefret ediyorum
desem millet bayılacak. Nefret her zaman satar yani Ama şu
var işte, bu maksatla oraya giren adamın ayıklanması gerekir.
Sözlük süper bir fikir çünkü... İşte gittikçe kötüye gidiyor
ama bu gibi durumlar yüzünden. Yani evinde hiçbir şey yapmayan adam, iş yapan adamların hepsinden nefret ediyor.
Bunu da sözlüğe yazıyor mesela. Bu kişilerin sayısı çoğalınca da sözlük çekilmez, okunmaz bir yer oluyor. Yani “en kısa zamanda ölmesini dilediğim insan” gibi entryler var mesela. Ne diye biri tutar böyle bir şeyi ister, yazar... Bence
önemli olan sözlükte kaç sayfan kaç entryn olduğu bu arada.
Buradan reyting ölçebiliyorsun yani. Kurtlar Vadisi’nden
adamlar gördüm mesela “Ekşi Sözlükte 60 sayfayız” dediler
bana. Şaşırdım bunu ölçmelerine... Bu arada sözlük yazarı olduğum zirveye gittiğim de yalandır onu da araya sokuşturayım. Arkadaşlarım var ama ben değilim yazar.
Müzisyen olmak için bir dönem yurt dışına gitmişsin. Ondan biraz bahseder misin?
Yurt dışına gitmemin sebebi şu: İngilizce şarkılarım vardı,
onları götürdüm dışarı ben. Ama ondan önce okuldayken
baktım “ben bu işi yapmayacağım o kesin” deyip, Reklam
Evi’ne stajyer olarak girdim. Orada çalışmaya başladım. Çok
da iyi gidiyordu, bir şey de kazanmıyordum yani. Bana “sen
reaktif bir tipsin proaktif bir tip değilsin. Sen reklamcı olma
sanatçı ol” diyen Serdar Erener’dir. Ben demolarımı alıp yurt
dışına gittim, döndüğümde bu Özgür Kız hikayesi çıktı. Bana
bu reklam için Türkçe şarkı yazmamı istediler. Ben önce istemedim, sonra iyi para alacağımı duydum işin çok iyi yürüyeceğini hissedip şarkıyı yazdım. Şarkı çok beğenildi. Turkcell’den bu işle ilgilenen insanlar da bana “madem bu şarkıyı yazdın reklamda da oyna” dediler. Bütün mesele buydu.
Ama işte reklamla ünlü olup albüm yapmak gibi bir durum
asla yoktu. Ben dediğim gibi elimde demolarımla gezen bir
insandım. Müzik hep vardı yani... Hah New York’tan öyle geri dönmemin sebebi de “kızım burada dört sokak arayla senden bir sürü var. Sen Türkiye’de çok daha farklı bir şekidle
bu işi yapabilirsin. Daha iyi iş yapabilirsin” denmesidir...
Senin star havasıyla estiğin, öyle hissettiğin yerler oluyor
mu günlük hayatta?
Ya onu yaptığım bir yer var orası da sahne işte. Çünkü bu
“starım mtarım” olayında egoyu büyük bir kontrole almak lazım. Öbür türlü ne oluyor biliyor musun, kendini kaybedersin. Çok fena bir şey o. Yani bir yere girdiğinde herkes şöyle bir kendine çeki düzen versin sana baksın istersin. Bu ka-
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
9
dar berbat bir durum olabilir mi.. Bir keresinde Nihat Odabaşı bana bir şey anlatmıştı. Bir sanatçıya “saçlarını kestirsen
şöyle farklı bir model yapsan” demiş. Sanatçı da demiş ki
“ben saçımı kestirirsem Türkiye beni affetmez”. Yani bunu
niye anlatıyorum...Bir sürü insan sanıyor ki Türkiye sabah
akşam onunla yatıyor onunla kalkıyor. Bu hastalığa ben yakalanmamak için mümkün mertebe o yıldızlık hisslerine bilmem nelere falan kapılmamaya çalışıyorum. Hiçbir zaman
kendimle ilgi öyle bir algım yok...
Karikatür çiziyordun bir ara. O Nereden çıkmıştı?
Benim çizdiğim karikatürler vardı kendi kendime onları tuttum Tuğrul Eryılmaz’a yolladım Radikal’den. Onları değerlendirmek için yollamıştım. O da beğendi, ama sonra 11 Eylül olayları oldu. Ben de politik karikatür çizmiyordum. Sonra da ben devam edemedim ve öyle kaldı. Bu aralar da hiç
çizmiyorum aslında çizmem lazım...
Nil bizim için bir şeyler çizer misin?
Tabii ahanda:
(“Altmış yıl ve iki dakika” hikayesinde peçeteye resim karalayan Picasso gibi Nil de hiç naz etmeden bir kağıt ve bir
kalem bulup birkaç saniye içinde yukarıdaki eseri vücuda
getirdi.
O arada üç çay içti, dört kez ahıaa ahıa diye güldü. Eksik
olmasın sanatının başka bir yansımasını siz sevgili
okurlarımıza hediye etti.)
Yeri gelmişken hesap dökümünü de takdirlerinize sunuyoruz:
Küçük Çay
XXXXXXXX
Duble Çay
XXX/
Kaşarlı Tost
X
Karışık Tost
/
Sütlü Nescafe
X
Su
X/
Foto¤raflar: Zafer Üçüncü
10
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
popüler kültür
görüfl
evlad›m eksi net
ç›karm›fls›n, ne
cenneti nereye
cennet!
“Allah’ın çizgi filmlerdeki ak sakallı dede, Tanrı’nın
ise dinimizce günah olduğu çocukluk yıllarının akıllara zarar
etkisinden kurtulmam Star1’de ninja kaplumbağaların yayınlandığı yıllara denk gelir. Ne var ki aynı dönemlerde aklıma kazınmış bembeyaz bulutların cennet değil de kümülüs olduğunu
anlamam ancak ninja kaplumbağalar kanal 7’ye transfer olduktan sonra mümkün olmuştur.
Eğitim hayatımı sınavlarda boşlukları başarıyla doldurarak geçirmiş olmama rağmen, foyaları ortaya çıkan o hain kümülüslerin boşluğunu doldurabilmek için çok uzun süreler uğraş
verdim. Beyaz pamuk şekeri ve selpak mendil gibi fuzuli objelerin de dahil olduğu sayısız girişime rağmen kümülüsün yerini tutacak, o etkiyi yaratacak bir şey bulamadım. Tam umudumu kesip cennete tüm kapılarımı kapayacak, bulutları gökyüzündeki yerlerine geri koyacak ve hatta ” evrende yalnızım
galiba “ diyerek ortamlara akacakken maalesef evrende yalnız
olmayacağımı farkettim. Meğerse cennetten mahrum niceleri
varmış ve meğerse çoğunun çocukken bulutları bile olmamış.
Nimi yerin altına gidermiş günah/sevap dinlemeden, kimi edeceğini eder, nihayetinde de çiçeğe böceğe verirmiş kendini. İşte ne zaman ki onların kıskanç bakışlarını gördüm, ” cennetinden bana da versene, benim hiç yok “ diye söylenmelerini dinledim , o zaman karar verdim kümülüsüme sonuna dek sahip
çıkmaya. Anladım ki aslında kerameti cennetinde değil, bulutundaymış.”
ck
Bizim bi arkadaşın abisi gitmiş.. Güzelmiş. Kocaman bi Golf sahası düşün.. Her yer çimen. Tanıdık tanımadık
herkes orda. Havuzu olsun, palmiyeleri olsun, 5 yıldızlı otelleri olsun piyasa, hatta “ciks” bi yermiş...
Oranın en güzel oteli Paradise Otelmiş. Kendin pişir kendin ye
kısmı bile varmış. Gece klübü harikaymış. “Her şey dahil” ya
işte bizim arkadaşın abisi çok içmiş odaya arkadaşları götürmüş ancak. Büyük İskender, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni
Sultan Süleyman odaya kadar taşımışlar sağolsunlar. Onlar
günah diye içmiyorlarmış hala. Bizim salak da Ramses’i “kaldıracağım” diye yapmadığı maymunluk kalmamış Ramses yüz
vermeyince vurmuş içkiye. Öyle de şıpsevdidir. İşte aynı akşam o barda kavga çıkmış 3 kişiyi götürmüşler cehenneme.
Herkes beyaz, düz, kefene benzeyen örtüler giyiyormuş. Bizim çapkın, Ramses’in frikiğini yakalarım diye bütün gün peşinde koşturuyo tabi kan ter içinde.. Bi de rüzgar esiyo, ama
tabi hasta olmak yok. İlk günler tozutmuş tabi. Terle terle buz
gibi soğuk su içiyomuş pınardan. Soğuk taşa falan oturmuş.
Tık yok sapasağlam. Neyse işte geldiğinin ikinci günü bi bakmış millet top oynuyo. Çimenler de birinci kalite tabi. Hemen
oyuna dalmış. Karşı takımda Metin Oktay bizimkinin belini kırınca bırakmış oynamayı. Şans bu ya, oranın bayramı bizimkinin gittiği ilk haftasonuna denk gelmiş. Akraba ziyaretleri bitmek bilmiyor. Bi bakmış kendi soyadının yazılı olduğu bi tabelayı taşıyan bi adam ve arkasında binlerce kişi. Hemen gitmiş
sormuş “nedir hoca bu kalabalık” diye. Cevap olarak “Senin
bütün akrabalar bunlar işte demiş..”. Çocukta bi panik. Neyse
bu kadar adamın eli öpülmez diyerek uzaklaşmış hemen ordan. Türk mahallesi bile varmış orda. Dönerci yarım ekmeğe
bol bol döner koyuyo başka da farkı da yokmuş. Ayranı da bol
köpüklü.. o kadar.
En son da Atatürk’ü görmüş. Bakmış suratı biraz bozuk, biraz
da hayal kırıklığı var. Önünde de bi televizyon.. İyice yaklaşmış ne izliyor diye. Bizim ülkemizi izliyormuş. Arkadaşın abisinin de ordan en son söylediği oydu zaten. Cennetteki birine
böyle haberleri izlemek yakışmıyor diye.
green green curly fries
Nedense hep karışıktır kafam, “cennet” denen bu
mekan söz konusu olduğunda. Aklıma; Vatikan ve Aziz Petrus
gelir mesela. Vatikan’da yer alan Aziz Petrus Heykelinin sağ
eli, o derece kendisinden emin bir biçimde gösterir ki cennetin
yerini. İnsan ister istemez; bu heykeli görünce, kafasını yukarı
kaldırıp onun parmağıyla işaret ettiği yerde cenneti arar gözleri ile ama; bakışlar, Aziz Petrus Kilisesinin tepesindeki görkemli süslemelere takılır ve asla ulaşamaz cennete kadar. Aziz
Petrus, bu derece emin bir biçimde göstere dursun cennetin yerini; aslına bakılırsa o “Anaların ayaklarının altındadır.” Çocukken, annemin ayaklarının altına sahiden baktığımı; ama cenneti
görmekte Vatikan’dakine eşit bir başarısızlık yaşadığımı hatırlıyorum. O yaşlarda metafordan anlamıyormuşum, öyle görünüyor. Sanırım altı yaşlarında iken kuzenim; cennetin, içinde baldan ve kaymaktan dereler akan bir mekan olduğunu söylemişti ve ben de “Ya o cennete gider ve baldan derelerden birinin
içine düşersem” diye korkmuştum tüm samimiyetimle. Kaymaktan dereler, o derece korkutucu gelmemişti. Yakın zaman-
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
11
hem o saç ne lan
öyle çelik blek
gibi?!
Cennet
da; Ortadoğu uzmanı bir gazeteci arkadaşım; bu cennet denen
mekanın koordinatlarını vermemiş olsa da, bazı insanların, Kudüs’teki “Golden Gate” e yakın arazilerin cennete çok yakın olduğunu düşündüklerini söyledi. Bu yüzden; bu araziler üzerindeki küçücük bir mezar yeri, inanılmaz paralara satılıyormuş.
Ben, sanırım önce cennetin yerini bulmak istiyorum, bir gün
nerede olduğunu tespit edersem belki de oraya varmak için daha planlı bir şekilde uğraşırım.
julyet degilim ben beatris de degilim
En temel değerlerimizi, en şiddetli güdülerimizi, en
derinlerde yatan arzularımızı zannetmem ki hiçbir hayal cennet
hayallerimiz kadar sadakatle, samimiyetle yansıtsın. İnandığımız ya da inanmadığımız her türlü dini metni bir kenara bırakıp
şahsi cennet hayallerimizi kurmaya, sonsuzluğa ne şekilde
uzanmak istediğimizi düşünmeye başladığımızda karşımıza çıkan manzara, gerçeklerle sınırları kalın bir şekilde çizilen hayatlarımızı özünde nasıl geçirmek istediğimize, nasıl bir varoluşun ihtiyaçlarımıza en tatminkar yanıtı verebileceğine dair
pek değerli ipuçları sunuyor bize. “Cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak tasavvur ettim” diyen Jorge Luis Borges’in ruhuna, o ruhu anlamaya kendimizi bu cümleden sonra çok daha
yakın hissediyorsak, cennet hayallerinin ele verici, açığa çıkarıcı doğası sayesinde hep ruh köşe bucaklarını... Ve ben şimdi
burada maneviyatımın en mahremini ortalara serme cesuryürekliğini göstererek itiraf ediyorum ki, benim cennet hayalim
(tercihen Borges’in tasavvur ettiği kütüphanenin içine inşa
edilmiş) bir makina. Öyle bir makina ki bu, dünya dünya olalı beri üzerinden geçmiş ya da geçmekte olan milyarlarca insandan istediğimin içine sokuyor beni, tüm duygu, düşünce,
bilgi ve hatıralarını erişilir kılacak şekilde şahsıma... Ve ben
kendi benliğimi yitirmeden o insanların hayatlarını yaşamaya
başlıyor, onların varlıklarına temas eden içsel ve dışsal her bir
uyaranı kendiminmişcesine duyumsuyor, insanlığın yüz bin
milyon halini birinci elden deneyimliyor, -bazen girdiğim arama kriterlerine göre, bazense makinamin rastgele butonuna
basarak- o çağdan bu çağa, o coğrafyadan bu coğrafyaya, o insandan bu insana durmaksızın dolaşıp her şeyi biliyor, her şeyi anlıyorum. Bununla da kalmıyor makinam, üstüne bir de bana insanların duygu ve düşüncelerini onların yararına etkileme
gücünü bahşediyor. Kavgalı bir çiftin, üzgün bir çocuğun, cinayetin beş dakika öncesindeki bir katilin içine giriyor, onları
daha olgun, daha insani, daha kendi dışlarına çıkabilir kılıyor,
fark ettirmeden bazen teselli, bazen empati, bazense öğüt veriyorum. Benim her bir şeyini bildiğim ve anladığım güzel, yaşanası bir yer oluyor dünya makinamla böylece, hayal bu ya...
Evet sevgili okuyucu, ben itirafımı yaptım çekinerek de olsa,
ya senin cennet hayalin ne? Hayat dediğimiz şu kısa özbilinç
sekansını -elimizden geldiğince- cennet hayallerimizin dünya
üzerindeki izdüşümü haline getirmenin vakti gelip de geçerken...
lacrima
Ucu bize dokununca...
dün gece, hiç tanımadığım bir ayağın, sırf seninkilere benziyor
diye, usulca sokulup altına girdim ana!!! tatsızlık çıkardım hem
de ben girecem diye. girdim de ne oldu ? cennet mi? laf ! parmaklarına hakaret ettiğimin insanı ayak parmak aralarını temizletti bana bir süre. şuursuzdum ana anlasana o an. temizledim belki de bir süre. bu kimseyi ilgilendirmezdi. belki de cennet bir tabuydu yıkılmayı bekleyen. belki de cennet ayaklarından burnuma gelen kokuydu. ama eğer bu koku cennet iseydi
lanet olsundu böyle cenneteydi ana!!! gerekirse para verip temizletebilirdim ama o an kendimi tamamen kaybetmiş ve cennete gideceksem eğer buralarda bir yerde bir portal olması lazım diye araştırmıştım ayak altını. Ama elime geçen sadece nasır temizliği ve o kesif kokuydu. öyle ya günümüze kadar gelen tüm doneler senin ayak altını işaret ediyordu. yılmamalıydım. işte o an duydum sesini. “lan hayvanöküzü! çabuk temizlesene! yengen bekliyor!” bu işte bir gariplik vardı. cennet
ararken hakaretler gırla gidiyordu şahsıma karşı. bu kadar da
olamazdı, üstüne üstlük yenge kimdi? ama cennet kolay elde
edilir bir şey değildi. bunu tahmin edebiliyordum. anamın ayağı sandığım o kütle ve onun altında bendim. orada o an kendimle hesaplaştım, karakterime saldırdım, sonsuzluğu hissettim ve kararımı verdim. şöyle cevap verdim “yengeye selam
söyle. bu ayaklar kokmuş be kardeş!!!” tam bir sessizlik hakim olmuştu ortama ben çekilirken ayak altından... kaçtım
umarsızca. uzaklaştıkça cennet, ben kendimi daha iyi hissettim. uzaktan “lan olm bittin sen!!!” diyen pedikürü yarım kalmış bir metroseksüelin sesi geliyordu kulağıma. demek ki cennet bir ilüzyondu. hakaret ettiğimin insanı beni becerememişti. tek şansı anamın ayaklarına benzer ayaklara sahip olması olsa bile beni kandırmayı becerememişti. hayat çok garipti, cennet ise tam da anamın ayakları altında idi. sanırım artık bundan
emindim... muhafazakar bir hareketle evin kapısına anahtarımı
sokmuş içeri girmiştim. cennet çok da fazla uzağa gitmiş olmazdı. “ne yemek var?” dedim cennetin üstüne, gözlerine bakarak. “pastırmalı kuru fasulye ve pilav” dedi cennetin sesi.
“allah be!!!” dedim sevinçten, sakince ama keyiften ölerek ve
derhal elimi yıkadım. masaya oturdum. cennet bir süre daha
bekleyebilirdi zira pastırmalı kuru fasulye ve pilavdan daha
cennet ne olabilirdi ki? bunu şu an umursamıyordum ve yumuldum. o an hakaret ettim cennete zevkten. acayip lezzetliydi kuru fasulye. pastırmalar ise kesif bir koku yayarak bana hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyordu. işsizdim artık.cennet artık bir iş sahibi olmaktı benim için ve sanırım anamın
ayaklarının altı ile hiçbir ilgisi yoktu. zaten şu an anam ayaklarını koltuğa uzatmış, “gelinim olur musun” u izliyordu televizyonda. ayak tabanları tam da televizyonu gösteriyordu.
boşverdim, bir kaşık daha attım ağzıma kuru fasulyeden.
travis and tyler durden
neremi neremi diye soran banu alkan’dan beter neresi neresi diye sorup duruyordum ben de.
neresi? cennet neresi? vakit geçti.
epeyce. sonra geçti gitti. sonra bana dank etti. yok yok, öyle
cennet sevgilinin koynudur, koynundadır; değil efendim anaların ayağı altındadır; yok ciğerim illa ki de bebek nefesindedir
kabilinden değil hem de gelmesi. üstüme üstüme patdanak geldi ve ben o vakit anladım ki orası aslında hemhemlerin ülkesi.
bir çeşit yaratık bunlar, hemhem adında. tek bir işleri güçleri
var hem de. ne mi? okuyuverin o zaman.
cennet, cennet var ya cennet, güzel kadınların, aynı zamanda
akıllı, üstelik olgun, bir de nasıl kültürlü, aman da ne biçim seksi oldukları yer muhakkak ki. en yüksek iş tatmini sağlayan
mesleklerin en rahat olanlar olduğu, çok paranın en az çalışılarak kazanıldığı mahal. seçilen şeye sahip olmanın bedelini bir
başkasından vazgeçerek ödemek zorunda olmadığımız tek yer
yahu. hatta en güzeli, böyle bir bedelin olmadığı yer. daha ne olsun yani bilmiyorum ki birtanecik elmanın binlerce kez yendiği, her ısırıkta eksilmeyip arttığı, üstelik de aynı anda da hiç ısırılmadan cebimizde kalmayı başarabildiği adres. hem böreğim
tam olsun hem de karnım tok olsun diyenlere kimselerin “ooooldu canım” demediği, aksine şefkatle sırtını pışpışladığı; böreklerin yendikçe tepside kaldığı en şahane ve kral ortam yani
nereden baksan. hem s...m olsun hem donuma değmesin diyenlerin hepsine s..i dona değdirmeme makinesini promosyon değil, standart donanım olaraktan sunan en güzel müessese. hep
bu hemhemlerin çabasıyla oluyor bunlar, ne sandınız? yoksa
öyle kolay mı hem seçtiklerini hem vazgeçtiklerini istemek?
hatta bir de sahip olmak onlara? vadaaymış, aymar yaratığıymış, michelin tombalağıymış, hiçbirini tanımam ben, işte bu
hemhemleri tek geçerim tek. cennet onların ellerinin altında birtek çünkü. anneler alınmasın, fakat durum da böyle yani.
serendipity
(bkz: new york times ciddiyeti)
Zaman zaman sevgili gazetelerimizde okudu¤umuz “Maria nas›l Merve
oldu”, “Evlendi do¤ruyu buldu, Müslümanl›¤› seçti” haberlerini hat›rlay›n.
Sonra da düflünün... Tu¤çe Kazaz’›n din de¤ifltirmesiyle feveran edenlerin
yine ayn› medya organlar› olmas› ilginç de¤il mi...
aradona’ya mikrofonu uzatır
“Maraba Televole” dedirtir,
sonra da yıllarca katır katır güleriz; yazın da hamam’a giden turistlerin
köpük masajı görüntüleriyle hop oturur
hop kalkar, yurdumuza övgüleriyle göğsümüzü kabartırız. Bize ait olan şeyleri
yabancıların ellerine tutuşturmaya bayılır,
bizler gibi davranmaya çalışmalarını çok
komik buluruz.
M
tüm kartpostalları, pulları ve hatıra paralarıyla birlikte lavaboda ateşe verdim.
Daha önce sarf ettiği bir başka ayıbı olan
“Rahatça öpüşmek için Amerika’ya gidiyor.” yazılı haberi duvarıma asıp onlarca
hayır yüzlerce dart fırlattım. Türkiye’de
bir çok ilke imza atmış bir mankenden,
böylesine sorumsuzca bir davranış beklemezdim.
Beyin göçü gibi din göçü
Han›m kofl bizim damat gayri
müslim gelin bulmufl!
Ve en sevdiğim: gazetelerde her gün en
az bir sütun haber olur, “Evlendi Müslüman oldu” şeklinde. Rus kızlarını kendimize aşık ederek, İslam’ı tüm cihana
yaymak gibi bir düsturumuz olmadığı kesinse de bu haberler bizi her daim gururlandırmıştır. “Hanım koş habere bak teeyt” demek suretiyle sevincimizi sevdiklerimizle paylaşırız. Gencimizin yabancı
hanımı yola getirdiğini düşünür, sevinç
içinde halaylar çekeriz. Mutlu bir yuva
kurma olasılıkları değildir onları sayfalara taşıyan, yabancı kadının İslam’ı seçmesidir.
Ancak geçen gün halkın muzdarip olduğu, yüzünün kızardığı konuları korkusuzca dile getiren Takvim Gazetesinde, Tuğçe Kazaz’ın evlenince Hıristiyanlığa geçmiş olduğu haberini görünce adeta şoka
uğradım. İlgili kupürü bir hışımla koparıp, elime geçirdiğim onunla ilgili diğer
Kendisi, yurt dışına beyin göçünden sonra; din dışına vücut göçü gibi bir akımı
başlatmış oldu. Önlemler alınmadıkça da
en gözde mankenlerimizi peynir ekmek
gibi kaybetmeye devam edeceğiz. Yarın
bugün Güzide Duran Tibet’te Yedi Yıl
seyredip Budist olursa, Deniz Akkaya
daha rahat açık şeyler giymek için Aborijinlere kaçarsa elimizde ne kalacak?
Aynı yer ve zamanda, başka bir ulusun
bambaşka bir gazetesinde “Türk mankeni Hıristiyanlığa geçiren yürekli delikanlı” diye bu arkadaş pozlar veriyor mu
acaba? Oralarda bacak bacak üstüne atmış gazete okuyan bir babanın terliği sevinçten “pıt” diye düşüyor mu yere? Çocuklar şeker yiyorlar mı? Bakmadım bakamadım. Şunu biliyorum ki bu evrende
yalnız olmasak bile bu dünyada çok yalnızız. Mütemadiyen başımızı ağrıtıyoruz;
rahatça uyuyabilmek için hangi dine geçmek, nerelere kaçmak lazım acaba?
issue
Dün seni kilisede göremedim Tu¤çe
Medya kurbanlar› olarak sunulan Ata Türk ve Gamze Özçelik’in can› can da, Tu¤çe Kazaz’›nki patl›can m›?
Elbette de¤il... Bak›n neden?.. (Ertu¤rul Özkök tarz› merak uyand›rma cümlesi)
anken Tuğçe Kazaz’ın Ortodoks
olarak Yunan Yorgos Seitaridis ile
evlenmesi, önceki haftalarda gündeme damgasını vuran Gamze Özçelik ve
Ata Türk olayları nedeniyle basın tarafından
magazin manyağı yapılan cefakar halkımızı
toplu intiharın eşiğine getirdi.
M
Tu¤çe... Pardon Maria
Tuğçe Kazaz, Yunan aktör Yorgos Seitaridis
ile Atina yakınlarındaki bir sahil kasabasında
bulunan küçük bir kilisede dünya evine girdi. Onlar dünya evine girerken, ben de İstanbul’un mazbut bir semtindeki evime girdim,
televizyonu açtım, biraz da gazeteleri karıştırdım. İki hafta önceki manşetlere “talihsiz”
videosuyla tırmanan manken Gamze Özçelik, geçen haftanın gündeminde evlenemeyince dellenen ve sonunda intihar eden Ata
Türk, bu hafta ise sayfa sayfa Tuğçe, pardon
Maria var.
Bu üç ismin de eleştirilecek fazla bir yanı
yok aslında. Kendi yollarını çizen, kendi kararlarını veren ve sonuçta kendi hayatlarını
yaşayan insanlar... Ekonominin temel direği
olan arz-talep dengesinden haberdar bir insan olarak, onlara bu kadar geniş yer ayıran
rüzgargülü basınımızı da topa tutamıyorum,
ama “politically correct” olmak adına bir
Türk toplumuna, bir medyaya çatıp, olayın
asıl kahramanını “sütten çıkmış ak kaşık” olarak sunulmasının haksız olduğunu düşünüyorum ve onlara laflar hazırladım.
Kim suçlu, kim kurban kar›flt›
Gamze Özçelik olayında olayın neresinden
bakarsanız bakın, görüntülerdeki o kadın ister ayık olsun, ister bayık, bir suç var. Kimsenin görmesini istemediği görüntüleri, kendi
rızası olmadan İnternet’ten 14 yaşında ergenler tarafından bile indirilip izlenen bir kadın,
ne olursa olsun bir kurbandır, tamam. Ama
hangi mantıkla, kendi isteğiyle bir televizyon
programına çıkan, kendi yanlış seçimleri yüzünden medyanın ilgi odağı olup sonunda
ölümü seçen Ata Türk’ün “kurban” olduğunu söyleyebiliriz? Şu bizim süper duyarlı, hiper aydın, ekstra vicdanlı arkadaşlarımızın
hassas birer meleğe dönüşmesi samimi bir
tutum mudur acaba?
Öte yandan Tuğçe, düğününden günler önce
çıkıp, “Ben Hıristiyan oldum, artık bana Maria diyeceksiniz” şeklinde bir açıklama yapıyor. Zengin ve yakışıklı bir Yunan damat bulanların Ortodoks olarak onunla evlenme
hakkı anayasamız tarafından güvenceye alın-
mıştır da, bunu bağıra bağıra duyurup, ondan
sonra da “Lütfen bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum. Medya yivreenç” demenin mantığı nerededir? Düğününde koskoca bir altın haç takarak şov yapan Tuğçe -ki
bu suç değil, ama bu ortamda bence ayıpTürk toplumundan ne gibi bir tepki görmüştür ki? Ey aydınlık gençliğimiz, ey Atinalılar,
ey yüce Türk mankenleri, Tuğçe neden kurbandır, kimin kurbanıdır, biri bana anlatsın...
Üstelik bir Gamze’den, bir Ata’dan sert magazin kroşeleri yiyerek 1 aydır ambale olan
mazlum halkımız, Tuğçe’nin “Maria deyin
lan bana!” şeklindeki sözlerini emir telakki
ederek “Amen” karşılığını vermiştir resmen.
(ara: bana yararı olmayan kilisenin papazı)
Aynı durumda bir Yunan mankenin zengin
bir Türk ile evlenip de “Müslüman oldum
ben, lütfen bana Hatice deyin” şeklinde bir
açıklama yapmasını, ardından önce Yunan
medyası, son olarak da Yunan halkı tarafından linç edilmesini kolayca gözlerimin önüne getirebiliyorum.
Belki de günah çıkarması gerekenler, kendilerinin veya başka herhangi birinin tamamen
masum olduğunu iddia edenlerdir diyor ve
hepinizi gözlerinizden kutsuyorum.
borga
12
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
inceleme
an›
‹nternet gençli¤i ve
geleneksel dü¤ünler stresi
tresli falan da olsa şükretmek
lazım, yoksa bu konuyu “eskiden düğün yapılırdı, evliliklerin yapılması önemli bir olaydı,
bir salonda falan toplanılır, yenilir
içilirdi” içerikli bir başlıkla lanse
etmek, bu düğünlere tarih muamelesi yapmak gerekirdi ya, Allah’tan
“altın” hala para eden bir metal ve
potansiyel davetliler yeni evlilere
telgraf gibi gönderme taraftarı değildirler bu altını.
“- Yeni evlilere mutluluklar diler,
bize de 6 ay önce torunumuzun doğumunda gelen bu çeyrek altını, gelin kızımızın sağ yakasına iliştirmenizi, iliştirme eyleminin beceriksiz
eller yüzünden 35-40 saniye kadar
sürmesini, bu esnada yüzümüzün
sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi
bir hal almasını ve kameraya sırıtmaya devam edilmesini temenni
ederiz... Önat Ailesi” Böyle şey
yoktur.
Düğün sahibi için konuşuyorum,
altına koşmak istiyorsan, dava arkadaşların ile beraber omuz omuza
verip, halaya koşacaksın, alınteri
akıtacaksın. Bedavadan altın 100 yıl
önce de yoktu, hala yok, bu yüzden
“Lir Düğün Salonu” gibi salonlarımız hala var ve bu sektör, daha
önemlisi bu “kültür” hala ayakta.
Popüler kültür, içine sızamadığı muhafazakar mahalle arası kültürlerimiz haricinde gençliği geleneksel
icra olunan düğünlerden resmen
tiksindirmiş. Burada internet gençliği dedim ya, az buçuk ifade ediyor
kitleyi. Sen, ben, biz işte. Davetlisi
de böyle, düğün yapmak, veya en
azından “bir şeyler yapmak” zorunda olan (aslında bırakılandır onun
doğrusu) evlilik arefesindeki gençlerimiz de böyle. Bir salon tutulan,
bir org ve bir şarkıcı ile şenlenen,
takı töreni ile başlayan, ortalarına
doğru pasta limonata dağıtılan düğünlerden bahsediyorum. Sonlarına
doğru kavga çıkan, ortalarından sonuna kadar tıknazca, beline taktığı
aşınmış suni deri kahverengi kılıfı
ile büyükçe bir Ericsson telefon taşır halde Kasap Havası’nda göbeğini ve cep telefonunu hoplata hoplata pistte basmadık yer bırakmayan,
terden gömleğinin gerçek rengi
kaybolduğunda, yengenin piste fırlayıp zorla indirdiği amcanın olduğu düğün tarzı. Herkes bu düğünlerden kaçmak istiyor arkadaş. Hadi
evleniyorsan kaçmak daha zor ama,
bir kanka evlenmiyorsa kimse bu
düğünlere davetli gitmeyi istemiyor. Sevmiyor, sıkılıyor...
Neden diye sordum, düşündüm, dere tepe düz tahlil ettim, yolda hedefe gitmemi engelleyecek güzel kızların hepsine karakter attım, yüzlerine bile bakmadım, böylece onlar
beni kovmadan ben istifa ettim, ışık
göründü sonunda.
Modern gençliğin bu düğünleri sevmemesinin temel sebebi, Düğün
Kültürü ile Yaşam Kültürü’nün gelişme hızı arasındaki ciddi farktır.
Düğünlerimiz değişen zevklerimize, duyarlılıklarımıza, ihtiyaçlarımı-
S
Modern Gençlik
art›k göbek atmay›
sevmiyor, böyle bir
dü¤üne gitmek
zorunda kal›rsa
d›flar› s›k s›k ç›k›p
sigara içiyor uzun
uzun. Piste ç›kmak
zorunda kal›rsa
çemberin d›fl›nda
kal›yor, ritmi
yakalamakta
zorlanan alk›fllarla
oflay›p pufluyor
çemberin
merkezine, oyun
oynayanlara do¤ru
bakmamaya
çal›flarak.
O dü¤ünlerin
müzi¤inden b›rak›n
hofllanmay›, nefret
ediyor. Önceden
yaz›l› olan kurallar›
sevmiyor. S›navlar›n
sorular›n› da
kendileri haz›rlamak
istiyor gençler art›k
za aynı hızda yanıt veremiyorlar.
Bana sorarsanız iyi ki de vermiyorlar aslında, düğünler 50 sene önceki
yaşamı gösteren sosyal fosiller gibi,
kazılarla ortaya çıkan eserler gibi...
Gelişemedikleri için eski kalıyorlar,
ölmedikleri için de zamana meydan
okuyorlar, kimsenin yapmaya cüret
edemediği gibi.
Bir kere internet gençliği, yani bizler, gerçekten olduğumuz gibi algılanmaya hazır değiliz. Sistem bunun üzerine kurulmuş, süreç öyle
gelişmiş. İnternet üzerinde hiçbir
kinin kendisi değildir yalnız, çünkü
o çok kolaydır, ilişki olmak isteyen
dekorlar, vitrinler, tutumlar, davranışlar, söylemler, arz ve talepler bütünüdür manitacılık, kaotiktir ve
gençlerin gerçek veya sanal hiçbir
toplulukta kenara atamadığı bir fenomendir. O topluluktan koluna birini takıp çıkma gibi bir amaç olmasa bile, en azından “beğenilmek”
gibi bir dert her zaman vardır. Bu
kadarı da yeterlidir zaten.
İnternette arz olunan karakteri sen
yarattın, süreci istediğin gibi çizdin,
komunite, hiçbir yapı insanı olduğu
gibi göstermek için dizayn edilmemiştir, tersine baştan yaratmak için
tasarlanmıştır. Sana ismin, cinsiyetin, boyun posun, eğitim düzeyin,
yaşadığın yer, yaşına varana kadar
her konuda bilgi sorulur girerken...
Bunların hepsini atabilir, olanı değil
“hayal ettiğini” yaratıp, (evet yaratıp), o kişiyi oynayabilirsin. Sistem
buna göre kurgulandığı için bu bir
yalan da değildir, artık. İnternetin
çok kısa zamanda insanlık yaşamında bu kadar büyük yer kaplamasının, bilim adamlarını, sosyologları
şaşırtmasının bir numaralı sebebi
budur. İnsanlara kendilerini, istedikleri şekilde (bu şekil genellikle
teorik olarak inanılan “kazanan şekil” dir) yeniden tanımlama imkanı
vermesidir. Ama “düğünler” böyle
değildir. İstediğin kadar çek lacileri
(bkz: lacileri cekmek), o piste çıkıverdin miydi ne yapacaksın neo75?
İçeri girerken “profile” bilgilerini
herkese dağıttın mı, dağıttın da herkes okudu mu, okudu da inandı mı?
Yemez. Sen o pistte coşamıyorsan,
nickinle, klavye becerilerinle, oyun
ve programlama bilgilerin ile hiçbir
paye alamazsın, o kültürün çok çok
önceden yazdığı standartlar ile (halay, kasap havası, Ağır Abi Miroğlu
oyunu vs...) yıldız olamıyorsan zerre kıymetin yoktur. Çünkü düğün
pistinin gerçeği odur. Düğüne bu
yüzden oturmak için gelinmemiştir.
Gelelim zurnanın Zombie dediği
yere. Nedir o yer, neresidir? Hiçbir
zaman, hiçbir yerde değişmez, düğünde de internet topluluklarında
da aynıdır ve adına “manitacılık”
derler. Yani kız-erkek ilişkileri. İliş-
ama düğünlerde buna imkan var
mı? Aslında boy pos kılık kıyafet, fiziksel bir gösteriden ibaret olan bir
kokteyl olsa problem yok, çekersin
siyah takımı, gece elbisesini, elde
kadeh, bir el cepte klark çeke çeke
devam edersin. Saplayı saplayıverirsin kürdanı kanepelere, gerdiri
gerdiriverirsin evde olsan hiç kullanmayacağın peçeteyi tuttuğun
bardağın üzerinde. Ama geleneksel
düğünde olmaz, elindeki plastik tabakta, asla tek parça olarak gelmeyen, 2 kibrit kutusu büyüklüğündeki (bu yüzden diyete uygun değildir) düğün pastası dilimini plastik
çatal ile kesemez, tabağın dış zemini ile tabağı tutan elinin parmaklarının arasındaki statik denge her ge-
çen saniye bozulurken ve taşıyıcı
kuvvetlerle açığa çıkan enerji plastik tabağı bükerken (depremler de
buna benzer hareketlerdir) karşı
masaya “asl” çekebilir misin? Hele
yanında beyaz gömleğinin içinde
ondörtlü varmışçasına bir şişkinlik
olan firewall niteliğindeki babası
varken.
Modern Gençlik artık göbek atmayı
sevmiyor, böyle bir düğüne gitmek
zorunda kalırsa dışarı sık sık çıkıp sigara içiyor uzun uzun. Piste çıkmak
zorunda kalırsa çemberin dışında
kalıyor, ritmi yakalamakta zorlanan
alkışlarla oflayıp pufluyor çemberin
merkezine, oyun oynayanlara doğru bakmamaya çalışarak. O düğünlerin müziğinden bırakın hoşlanmayı, nefret ediyor. Önceden yazılı
olan kuralları sevmiyor. Sınavların
sorularını da kendileri hazırlamak
istiyor gençler artık. Aslında ben bu
geleneksel düğünleri ÖSS’ye benzetiyorum sosyal reddolunuşları
açısından. Standardı, bekleneni ,çıkacak soruların tarzı, müfredatı belli. Yıllar içinde çok az değişti.
ÖSS’yi de hiç sevmeyiz biz. Ama
gençler çok değişti. İyi gitar çalan
gitardan girmek istiyor sınava, iyi
cm oynayan cm’den, iyi futbol oynayan futboldan. Gençler artık önceden planlanmış süreçlere girmek
istemiyorlar. Kendi kazanacaklarını
yerden soru çıksın istiyorlar. Kaybetmek artık kabul edilir şey değil,
kazanmak icin fazlaca çaba göstermek hiç değil. Oysa düğünler böyledir, yazılmış bir programı satır satır yerine getirirsin. Düğünde star
olmak, internette kendi çapında star
olmaya, msn’de arkadaş eklemeye
benzemez. Düğün bölünmez bir bütündür bir nevi, anayasası, bayrağı
vardır, bir kişi bir düğünde bir kesim için iyi, bir kesim için kötü olamaz, düğünün yargıları bütünsel
olarak tektir. Çünkü kuralları herkes
tarafından bütünüyle önceden kabul
edilmiştir, demokratik değildir.
Kısacası internetin ve o’nun gençlerinin ruhuna aykırıdır..
delikan76
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
13
Ekmek paras›
“Savafl sonras› ülke imar›” bir sektör ise
e¤er, Irak flu anda dünyan›n en büyük
flantiyesi. Pek çok ülkeden iflçiler,
mühendisler, teknikerler... ülkeye ak›n
ediyor. Acaba savafl henüz bitmemifl
olabilir mi?
ava alanındaki işçi kafilesini uğurlayan annelerden birine gazeteci sordu:
-Oğlunu Irak’a gönderiyorsun,
korkmuyor musun hiç?
-Korkuyoruz ama oğlum ne yapalım, ekmek parası. Evlenecek yazın.
***
Neredeyse 2 sene olacak. Telefon
çaldı.
“Merhaba Egemen Bey. Ben İrfan
Koca. Koca İnşaat’tan arıyorum.
Özgeçmişinizi göndermişsiniz. İngilizce’niz nasıl?” diyordu telefondaki ses.
Uzun süren bir işsizlik döneminin
ardından gelen bu telefon beni heyecanlandırmıştı. Uzun cümleler
kuramıyordum. Sadece “iyi” diyebildim.
“Irak’a gider misiniz?”
Ani gelen bu soru suratımdaki heyecan ifadesini şaşkınlığa dönüştürdü anında. Niye böyle birden
girmişti ki adam konuya? Ama telefonda bunları düşünecek vakit
yoktu. Ya “giderim” diyecektim ya
da “gitmem”. “Giderim” dedim.
“O zaman yarın saat 10’da gelin
görüşelim.” dedi müstakbel patronum.
“Peki, Akbaba Sineması’nın oradaydı değil mi yeriniz?”
“Evet yarın bekliyoruz, iyi akşamlar.”
“İyi akşamlar.”
Görüşmeden bir saat sonra pasaport hazırdı. Hatta o gece de çanta
hazırlandı. Çünkü ertesi gün yolculuk vardı. Ama ne çanta hazırlama.
Annem sanki beni cepheye gönderiyor. Aldığım bu karara şaşıran kişilerdeki “gitme” diyememe huzursuzluğunu görmemek için aptal
olmam lazımdı. Ağabeyim, ağabeylik statüsü gereği biraz daha soğukkanlı. Havayı yumuşatmak için
olsa gerek sigorta durumunu, ne
kadar zamanda bir zam alacağımı
falan soruyor. Ben de güçlü görünmeliyim. En zoru da o ya.
H
Ertesi gün yolculuk başlıyor. Öyle
şimdiki gibi hava yolu kullanılmıyor o zamanlar. Şirketin merkezinde tanıştığımız, sonraları pek sıkı fıkı olacağımız 6 mühendis bir minibüse biniyoruz. İstikamet Silopi.
Sabaha karşı Silopi’ye varıyoruz.
Bir işe başlamanın verdiği iç sıkıntısından olsa gerek kahvaltıda çay
mı içsek, çorba mı içsek bir türlü
karar veremiyoruz hiçbirimiz.
Kahvaltıdan sonra bizleri bekleyen
taksilere biniyoruz.
Türkiye-Irak sınırında kendi cep telefonlarımızla son konuşmalarımızı
yapıyoruz ve telefonları kapatıyoruz. Irak’ta böyle bir imkanımız
yok çünkü. Ne olup bittiğinin farkına varmadan gümrük işlemleri
bitiyor ve Zaho’ya varıyoruz. Organizasyon kesintisiz işliyor. Orada da özel araçlarımız bizi bekliyor. Yolculuk yormuş, uyku var
ama ilk defa görülecek yerlerden
geçerken uyumak da olmaz hani.
O zamanlar adam kaçırmalar daha
başlamamış. O yüzden kaçırılma
korkusu yok içimizde. Ama yine
de bir sıkıntı var..
Ve Irak sınırları içindeki yolculuk
başlıyor. Yollar delik deşik olmasına rağmen araçlar neredeyse azami
süratleriyle seyrediyorlar. Öndeki
aracı geçmek için sağ, sol hatta
karşı bulvar hiç fark etmiyor. Aylar
sonra birkaç işçinin kaçırılacağı bir
lokantada duruyor ve harika yemeklerimizi yiyoruz. İnanılmaz bir
ikram. Masada tabaklar üst üste biniyor. Oralarda adet öyleymiş.
Üsse vaktinde varamayınca çaresiz
Bağdat’ta bir otele gitmek zorunda
kalıyoruz. Şehirdeki canlılık çok
tuhaf. Hiç te televizyonlardaki gibi
değil. Herkes alışverişinde, internet kafeler dolu. Trafik tıkalı. Bağdat’ta Türkçe bilen garsonlar bizi
sevindiriyor. Yemekten sonra salına salına sokaklarda gezip bir de
postaneden Türkiye’yi aradıktan
sonra otelin yolunu tutuyoruz. Postanedeki kadının güzelliği Irak’ta
olduğumuzu bir kez daha unutturuyor bize. Oteldeki Amerikalı popülasyonu ve gördükleri itibara anlam veremiyoruz.
Ertesi sabah üsteydik. Bir sonraki
gün de. Ertesi gün de. Hatta sonraki 240 gün boyunca.
İlk günler askerliğin ilk günlerinden daha ağırdı. Elde bir sürü proje
var ama bunları hayata geçirecek
ne işçi, ne ekipman ne de barınak.
Isıtma sistemi olmayan çadırlarda
soğuktan uyuyamıyor, ısınmak için
klimalı tuvaletlere gidiyorduk. En
güzel şey Amerikan yemekhaneleriydi ilk günlerde. Sınırsız yiyecek
içecek hoşumuza gitmişti. Sıcaktı
da. Gerçi sonra kuru fasulyeye ekmek banmayı özledik ama olsun.
Kendi yemekhanemizi, kendi fırınımızı yapacaktık nasıl olsa. Yaptık
ta. Her şeyi yaptık.
Yalnız işler kötüye gidiyordu. Birkaç günde bir düşen bombalar artık
her gün düşmeye başlamıştı. Bir
bombanın yaratacağı tahribatın ne
olduğunu öğrenmiştik. Havalar da
artık soğuk değildi. Hatta öyle bir
sıcak vardı ki tarif etmek imkansızdı. Ne zaman sıcaktan konu açılsa
“neyse ki nem yok” klişesi birileri
tarafından mutlaka dile getiriliyordu. Ama gerçekten, iyi ki nem yoktu!
Şartlar her gün biraz daha ağırlaşıyordu. Bu gurbetten öte bir şeydi.
Çünkü hem gurbetteydik, hem de
bir nevi hapishanede. İçeride Amerikalı askerler ve sivillerin faydalanabilmesi için her türlü imkan düşünülmüştü ama bizlerin bunları
kullanmaya vakti yoktu ki. Hep iş,
hep iş. Yatmadan önceki az bir zaman diliminde de internet üzerinden Türkiye’deki yakınlarla konuşmayı tercih ediyorduk hepimiz.
Hiç unutmam, evli bir mühendis
arkadaş kamera vasıtasıyla çocuklarıyla konuşuyordu ve çocuklarının karşısında ağlamamak için kameranın görüş alanından çıkmıştı.
Neyse ki ben evli değildim.
Türk televizyonlarındaki Irak’la ilgili haberleri izleyen yakınların endişesi her geçen gün artmaktaydı.
Haklıydılar. Ama bir şekilde onları
da kandırmak lazımdı. Aynen kendimizi kandırdığımız gibi. Peki niye hala buradaydık? İşçiler “kaderde varsa” deyip kurtuluyordu.
Ya bizlerin bu kadar basit düşünmeye hakkı var mıydı? Para için
gelmiştik buraya ama bu bombaları hiç hesaba katmamıştık. Televizyonlarda göstermiyorlardı bunları
biz buraya gelirken. Çünkü biz gelirken yoktu bunlar. Sanki her şey
iyiye gidiyordu biz gelirken. Geri
dönmek de kolay değildi ki. Kaçırılma korkusunu ne kadar dile getirmemeye çalışırsak çalışalım içimizi kemiriyordu. En iyisi gitme-
larına saldırı düzenlenmiş ve kaçırılmışlardı. Bagaja kapatılan nüfuzlu kişi oradan kaçmayı başarmış
ama bu sefer de kendilerini takip
eden aracın arka koltuğuna alınmıştı. Gelin görün ki bagajdan atlayan adam arka koltuktan da atlayarak kurtulmuştu. Bir türlü arabalar
kendisini almıyordu. Sonunda bir
arabaya binmiş ve bir kontrol noktasında Amerikan askerlerine durumu anlatıp kendini üsse getirtmişti.
Ya Kamil? O maalesef kaçamamıştı. Elimiz kolumuz bağlanmıştı. Bize tavsiye edilen sadece dua etmekti. Haberlere bakmaya korkar
olmuştuk. Haber sitelerini açarken
elimiz titrer olmuştu. Kamil’in bilgisayarında otomatik açılan mesajlaşma programında kız arkadaşı
mekti.
Yollardaki durumun vahametinden
haberdar olan Kamil Türkiye’ye
gitmeyi kafaya koymuştu. Neyse
ki nüfuzlu biriyle yola çıkıyordu.
Korumalar sağlamdı. Yine de tedbirli olmak lazımdı. Üzerinde Operation Iraqi Freedom yazan bir tişört giymişti Kamil. Üssün içindeki markette satılan tüm tişörtlerde
aynı yazı vardı. Eminim anlamını
bile bilmiyordu o yazının. Söyledik
ve gitti değiştirdi. Çizgili bir gömlek giydi. Sabah yola çıktılar. Birkaç saat sonra telsizden gelen şifreli anonslar ve şirketin arabalarındaki hareketlilik üzerine ofise gittiğimde nüfuzlu kişiyi gördüm.
Geri dönmüştü. Hem de ayağında
bir kurşun yarası, çiziklerle dolu
kollar ve bacaklarla. Yolda araba-
hep Kamil’i bekliyordu. Kamil 3
gün boyunca ya banyodaydı, ya
uyuyordu ya da markete gitti. Çünkü sevgilisi Kamil’in Türkiye’ye
gelmek için yola çıktığını, ona
sürpriz yapıp ailesinden isteyeceğini bilmiyordu.
O çizgili gömlek giymiş Kamil’i 3
gün sonra bir internet sitesinde kafası kesilirken gördük. Görmek zorundaydık, çünkü başka türlü inanamazdık. Televizyonlar da söylüyordu ama Kamil’in ikinci adını
onun soyadı sanıyorlardı. Üstelik
mesleğini de yanlış söylüyorlardı.
O yüzden hala inanamıyorduk. Ta
ki o videoyu görene kadar. O siteye de son girişimiz oldu bu.
Hava yolunu kullanmak için Kamil’in ölmesi lazımdı.
cohesionless
14
EKfi‹ 30 Eylül-6 Ekim
elefltiri
aç›-karfl› aç›
Geçti¤imiz hafta istanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleflen Ermeni Konferans›’na dair...
The Island
eni gelişen sevimli, doğal bir kadın
imajı var. Prensip olarak karşı değiliz. Bu imaj dahilinde olanların kimileri
etkilerinin farkında olup, “sevimlilik ve
doğallığını” bilinçli bir şekilde kullanıyor, doğallığı “oynuyorlar”; Moloko solisti Roisin Murphy gibi. Scarlett Johansson’u da bu kategoriye sokabiliriz.
Prensip olarak karşı olan yoksa sokuyoruz. Diğer oyuncumuz da Ewan McGregor.Yeni bir star fenomeni bu; temel
özellikleriyle star olan ama bağımsız
filmlerde takılan iki oyuncudan bahsediyoruz. Zira temsil ettikleri de pek mainstream’den sayılır imajlar değil. İkisinin de kariyerine baktığımızda, öyle Robert De Niro usulü bir binbir suratlık,
bukalemunluk göze çarpmıyor. Aynı rolün çeşitlemelerini yapıyorlar desek yeridir. Ewan McGregor böyle çelimsiz,
zayıf, şefkate, sevgiye muhtaç duyarlı ve
güzel oğlan rolünde genelde. Scarlett Johansson da “evet belki biraz balık etiyim
ama kendimle barışığım” mesajı veriyor
imajıyla. Birçok filmde yaşı geçkin
adamların platonik aşk yaşadığı kafası
Y
Demokratikleflme
olimpiyatlar›na
hoflgeldiniz
Yumurtayla terbiye
edilmifl bilimsel
tart›flma:
Bindik bir
alamete...
ıllar önce “Türkiye bu haliyle Avrupa
Birliği’ne giremez” ciler ile “özümüzden hiçbir şey kaybedemeyiz” cilerin Siyaset Meydanı’ndaki tartışması esnasında televizyon başında uyuyakalan halkımızın “ben
de oynayabilir miyim?” ezikliğindeki Avrupa maceramızın şu son günlerinde uyanmasını ümit ediyorum. Artık uyanmışlardır diye
düşünmüyorum zira vatan sevgisinin sadece yumurta atarak gösterilebileceğini, 23,5
saat aralıksız Biz Çiftleşiyoruz programını
izleyip iq’mu yeterli seviyeye getirdikten
sonra dahi düşüneceğimi sanmıyorum.
Bir konferans kavgası almış başını gidiyor.
Teknik sebeplerden dolayı kendim sorayım
kendim cevaplayayım bari;
-Olay ne? Ermeni tezinin sunulması.
-Yer neresi? Türkiye.
-Tarih nedir? 3 ekim 2005’ten önce olsun
yeter.
Demokrasi aşığı gazetecilerimiz diyor ki
“Bu konferans Türkiye sınırları içerisinde
yapılırsa Türkiye Avrupa’ya ne kadar demokratik bir ülke olduğunu kanıtlayacak ve
Avrupa daha fazla oyalayamayarak Türkiye’yi birliğe kabul edecek” Bu değerli gazetecilerimizin sözlerine inanıyoruz çünkü onlar daha önce de malum tezkerenin geçmesi
gerektiğini, Türkiye’nin binlerce Amerikan
askerini topraklarına kabul etmesini söyleyen kişiler. Ayrıca Türkiye konferansın yapılmasını engellerse “sorunları tartışalım”
sözünün samimiyetini yitireceğini söylüyorlar. Hatırlıyorlar mı acaba Türkiye’nin
devlet arşivlerini açıp Ermenistan’dan da
aynı şeyi istediğinde “hayır” cevabını aldığını? Ya da Türkiye’nin Ermenistan’a “Karşılıklı bir heyet kuralım, arşivleri incelesinler
ve tartışsınlar” teklifinde bulunup yine “hayır” cevabına tosladığını... Bu konferans kesinlikle yapılmalı diyenlerin kaçı, daha sonra fotomontaj olduğu ortaya çıkan (aslı malesef sadece Türkiye’de gösterildi), yurt dışında basına gösterilen Atatürk’ün önünde
yatan ölü Ermeni fotoğrafını hatırlıyor? Ermenistan’ın ve hatta ondan da çok Avrupa’nın işi sadece gayrı resmi ortamlarda, “geçmişi şaibeli” diye tabir edilen yazarlara bırakması kadar ilginç olan Ermenistan’da
kimse bu konuda aleyhte “gık” diyemezken
Türkiye’de demokratikleşme olimpiyatları
Y
düzenleniyor olması. Beni kıllandıran bir diğer şey ise bu tür hadiselerin spontane gelişmediğini gösteren, Boğaziçi Üniversitesi
rektörünün bir mezuniyet töreninde, henüz
hiçbir etnik kökene dayanan bir olay olmadan 2005 yazı başında, Türk halkının Avrupa halkı gibi olamadığı konulu konuşması sırasında kendi üniversitesinin öğrencileri dışında herkesi ırkçı ilan etmesidir.
Ülkenin bir konferansla bölünmeyeceğini
söyleyenler ülkenin bölünmesini fiziksel bir
olay olarak algılıyorlar sanırım. Hatta ülke
bölünmesini sırf fayları tetikleyebilir, depreme sebep olabilir diye istemiyor olabilirler.
Ülke önce zihinlerde bölünür, halk toprağına olan saygısını yitirdiğinde ülke bölünmüş
demektir. Zaten konu hakkındaki görüşler
de konferansa izin verilmesi isteğinden, “ne
yani bizim tarih kitaplarımızda yazanlar mı
doğru bir tek? Yoksa söyleyecekleri gerçeklerden mi çekindi Türkiye?” cümlelerine
dönüştü. Konferansın ertelenmesi belki de
aslında en başta takındıkları devlet tanımaz
tavırları sebebiyle onların isteğiydi veya
dört ayak üzerine düştüler fakat gerçek şu
ki bir Türk vatandaşının aklı daha güzel çelinemezdi. Katılımcıların bir kısmı haber kanallarımızda Avrupa Birliği hakkında konuşma yetkisi olan, Emin Çölaşan’ın tabiriyle okunan ama “liberal” diye yazılan kesimden, diğer bir kısmı da muhalefetin ülkede yönetim zayıflığı olduğunu belirttiği -ben
demiyorum muhalefet diyor- bir dönemde
maskesini düşürüp gerçek yüzünü göstermekte sakınca görmeyen kesimden. Merak
ettiğim, bu kesimlerin, bir gün bu demokratikleşme olimpiyatlarında PKK’nın Meclis’te temsil edilmesini de aynı iştahla savunup savunmayacakları. Savunmazlarsa kendileriyle çelişmiş olacaklar ama bunu farkettikleri an ülke bölünmezliğini çoktan yitirmiş olacak. Gönül isterdi ki bu yapılan siyasi oyunlara aynı seviyede yanıt verilsin,
ama olmadı. Bunun yerine, stratejiden yoksun bir eylem düzenleyen protestocular katılımcıları yumurta yağmuruna tuttular. Benim karşıt düşüncemi biri ifade edecekse,
ifade şekli bu olmamalı! Umarım bir gün,
Atatürk’ün de istediği gibi kurtarıcı beklemeyecek kadar asil olacağız “doğru çözümleri büyükler düşünsün, ben yanlış yapsam
da önemli değil” düşüncesinden kurtulup
özellikle yurtdışında da kabul görmüş vatandaşlarımızı -bize karşı yapıldığı gibi- lehimize kullanacağız. Böyle olmalı(!) çünkü
olmazsa cebi dolduğu sürece kendi ülkesi
aleyhine konuşmaktan geri kalmayan
Ugandaca-gazeteci/tarihçi (Ugd -Uganda
Dil Kurumu- 2096’da onaylayacak bu kelimeleri) diye tabir edilen kesim düdüğü öttürecek, diğer bir kesim de karşıt görüşte olduğunu bu kesime bir şeyler fırlatarak belli
edecek. Kazanansa medeniyet olacak elbet...
rocko
Ermeni
Konferans›
ikret Şenes o bilmeyeni dövdükleri
meşhur Memleketim şarkısında, “Bir
başkadır benim memleketim” dizesini
yazarken bu ülke ile ilgili şimdiye kadar
yapılmış en güzel tasvirlerden birini yaptığının farkında mıydı bilmiyorum ama dizelere melodik tonlamasıyla beraber eşlik
etmemek mümkün değil, zira hakikaten
başka hiçbir şeye benzemeyen çok başka
bir memlekette yaşıyoruz.
Demokrasi ve ifade özgürlüğü denen
kavramlardan anladığımız şeyin sadece
bize uyan fikirlerin özgürce savunulabilmesi olduğunu dünya üzerinde anlamayan donuk zekalı kaldıysa, sanıyorum artık bu son konferans olayından sonra onlar da çözmüşlerdir durumu. Sadece bir
yerlere yazmanın işe yarayacağını düşünerek, bulduğumuz her kanuna
demokrasi, ifade özgürlüğü
kavramlarını
koyuyoruz, bu
hızla gidersek
yakında Devlet
Demiryolları İç
Tüzüğü bile,
“Türkiye Cumhuriyeti demokratik ve ifade
özgürlüğünü
koruyan
bir
devlettir” cümlesiyle başlayacak, ama
pek tabi ki bütün bunlar pratiğe dökülmeden sadece teoride kalıyor (bu arada hazır
konusu açılmışken içimde uktedir belirtmeden geçmeyeyim; teoriye bu kadar gönülden bağlı bir millet olarak nasıl da oldu da bunca yüzyıl dünyaca meşhur en
azından bir 5 tane filozof çıkaramadık,
hayret ediyorum) ve en nihayetinde “teoride desen zehir gibi pratik dersen salanmakta ali desiderolar” olarak dünyadan
habersiz ömürler geçiyor.
Türkiye’nin yumuşak karınlarından biri
olan (böyle de andorid bir yapımız var
evet, yumuşak karınlar birden fazla) Ermeni meselesiyle ilgili şimdiye kadar bakılmamış bir açıdan bakmaya çalışıp “bilimsel” bir konferans düzenlenmeye kalkışıldığında genel olarak insanların “aa
aferin çocuklara bak olaya farklı bir açıdan bakmaya çalışıyorlar” şeklinde tepkiler vermeyeceği belliydi, ama bu konferansın idare mahkemesinin Türk hukuk
tarihine geçecek derecede hukuktan yoksun bir karar vermesine neden olacağını,
konferansı düzenleyenler bile tahmin etmiyordu sanırım. Bu şahane kararın alınmasına vesile olan Hukukçular Birliği’nin sevgili üyelerine de hukuki kimliklerini sorgulamalarini öneriyorum nacizane, zira herhangi bir konferansın yasalarla beraber bir de “bilime” aykırı ol-
F
duğunu iddia ederek idare mahkemesine
başvurmak, ciddi olarak hayal gücü isteyen bir şeydir. Hukukçu olmak yerine
kendilerini resim, müzik gibi bu eşsiz hayal güçlerinin heba olmayacağı bir sanat
dalına vermeleri hem kendileri, hem de
bizim için en hayırlısı olacaktır. Bu sanatçı ruhlu avukatların taleplerini ciddiye
alıp üstünü de kendileri tamamlayan idare mahkemesine de Salvador Dali öneriyorum.
Cemil Çiçek’in muazzam yorumlarıyla
başlayan ve idare mahkemesinin verdiği
kararla tepe noktasına ulaşılıp, konferans
günü katılımcılara atılan yumurta ve domateslerle menemen kıvamını alan bu engelleme hareketiyle düşünce özgürlüğüne, akademik ilkelere verdiğimiz değeri
ve bunlardan anladığımız şeyin
ne
olduğunu
tüm
dünyaya
göstermiş olduk. Ne oldu
şimdi, koruduk
mu ulusal çıkarlarımızı? Ömrünü devlet arşivlerinde geçirmiş, konuyla ilgili bütün belgeleri yüz defa incelemiş bilgeliğinde iddia ettiğiniz ama aslında yıllardır
beyninize pompalanan resmi devlet ideolojisine sorgusuz sualsiz inanmaktan
başka hiçbir yansıması olmayan “Ermeni
soykırımı olmamıştır” tezinize inandırabildiniz mi dünyayı? “Madem düşünce
özgürlüğü var, o zaman Almanya da Hitler’le ilgili konferanslar düzenlesin” sığlığında argümanlar üreterek, düğüne eksik gelmiş kız tarafı duygusallığında bilimsel bir konferansta “karşı taraf” arayarak, paranoyak bir şekilde sağa sola saldırıp koskoca profesörleri vatan haini ilan
ederek herhangi bir sorunun çözüldüğünü tarih henüz yazmadı. Bilim dünyasına
kazandırdığınız bu “terbiyeli menemen”
tarifini tarih uzun süre hafızasında tutup,
her fırsat bulduğunda da ısıtıp ısıtıp
önünüze yemeniz için koyacaktır, hiç
şüpheniz olmasın.
fengari
30 Eylül-6 Ekim EKfi‹
15
Orada bir ada var uzakta...
karışık tazeleri canlandırıyor.
Filme gelirsek, Maykıl Bey, böyle sosyal
içerik koyalım, seyirciye bu klon meselesini sorgulatalım gibi bir gaye edinmiş
kendine. İflah olmaz bir porno izleyicisi
olarak “Michael Bay porno çekse izlemem” diye düşünürdüm, ama ne yaptım,
geldiğinin günü tıpış tıpış gittim sinemaya. Klon meselesini sorgulayasım gelmişti, dayanamadım. Bir gün bir Michael Bay filmi izleyip ortada neler döndüğünü anlamayacağımı söyleseler inanmazdım demiyeyim ama şüpheci davranırdım (inanmayanların sonunu hepimiz
görmedik mi?). Ben bu filmi anlamadım
kardeşim. Önce böyle süper bi ortam
var, bu Ewan ile Scarlett bu ortamda takılıyorlar. Bi nevi yatılı okul filan gibi,
yemek filan beleş. Sonra diyorlar ki işte
arada bi çekiliş var, kazananı ortamlara
sokuyoruz. Ama daha sonra ortaya çıkıyor ki bu işin arkasında bir şerefsizlik
varmış, bunların hepsi klon imiş. Böyle
bir sürü oradan buradan apartma fikirle
mantık hataları filan kapatılıp, olayları
geliştirip aksiyona getiriyor Maykıl Bey.
Maymunlar Cehennemine filan göndermeli birkaç dakikanın ardından, ben aksiyondan da bir şey anlamadığımı farkediyorum. Takır tukur bir şeyler olup duruyor ama ben yanımdakine, “Bu kimdi?” diyip duruyorum, “Öldü mü?” diye
soruyorum, biraz katılım göstermek için,
“Kaçan varsa aman kaçsın kurtulsun” diye düşünüyorum. Sonra esrarlı bir şeyler
daha olup film bitiyor. O sıralar, film bu
konuda pek bir şey yapmadığından, kendimi klonlama meselesi hakkında
düşünmeye provoke ediyorum: “Yapılır
mı lan!” filan diyerek kafamı kaşıyorum.
Olmuyor. Mevzu karışık. Ne filmin iki
başrol oyuncusu imajlarıyla filme
yakışıyorlar, ne de kafası karışık bir Michael Bay filmi sıkıcılıktan kurtarabiliyor.
O yüzden eğer Michael Bay porno çekse gene izlerim veya Scarlett Johansson
porno çekse de izlesem demiyorsanız izlemenize gerek yok Ada’yı. Ama rastlar
da izleyip beğenirseniz bilemem. Bence
siz Michael Bay porno çekse onu da izlersiniz derim.
caponsever
“Dansözden sanatç› olur mu?”
özüne gözüne sokuyorum: Orta sınıf kökenli ailelerin kızları hayattaki gaye ve
mevcudiyetlerini birilerine ve kendilerine
meşru kılmak zorunda hissetiklerinde, hep
“bir şey olmak” isteklerini ortaya sürerler.
Öncelikle bir şey olmayı istemek ne demektir,
insan neden bir şey olmak ister? İstemek, dilek kipli hissiyati bir düşünsel eylemdir. Olmak istemek, başarmayı geçtim, başlamanın
yarısı dahi değildir. Zira “başlayış” lar bir şey
“olmak” isteğiyle değil, bir şeyler “yapmak”
isteğiyle gerçekleşir.
Oysa ki, özellikle gençlik dergilerinde kendisine bir sütunluk yer edinen her türlü parantez
içi 10’lu haneler ile süslü genç kızın söyleminde yılmadan tekrar eden bir müşterek vardır:
Bir şey olmak isteği. “Yazar olmak, istiyorum, ressam olmak istiyorum, sinemacı olmak
istiyorum, oyuncu olmak istiyorum.” Afferin,
süpersin. O olmak istediğin şey için ne yapıyorsun, bir de onu desen?
“Mankenden sanatçı olur mu olmaz mı, dansöz sanatçı mıdır değil midir?” eblehliklerinin
yaşandığı, ve sanatçıların anayasal paye kazanıp devletlû oldukları bir kültürün çocukları,
sanat ile ilişkilendirdikleri sıfatların değerini
“ulaşılmaz” lıklarıyla anlamlandırırlar. Peki
“olmak istemek” hali ile “olmak” arasında
gerçekten de kesin ve somut bir ayrımdan
bahsedilebilir mi?
Farz edelim ki genç kızımız “yazar olmak istiyor” olsun. Yazar olabilmek “yazar olarak tanınmak” demek değildir, yegâne gerek şartı da
isminin içine gömülüdür: Yazar denen kişi,
geniş zaman kipinde yazan kişidir. Yazacak,
Yazmış veya Yazıyor değil; Yazar. Henüz “İyi
bir yazar olmak” istiyorum diyen genç kıza
denk gelmediysem de, “iyi yazar” olmak diye
bir şeyden zaten bahsedilemez. İyi yazarlığı
belirleyen beğeni ve onay da neticede nesnel
değil, özneldir. O halde, basitçe, yazma eyleminden keyif alan ve bunu hayatına geniş zamanlı entegre etmiş herkesin yazar olduğunu
söyleyebiliriz. O zaman, yazar olmak isteyen
bir kişinin yazar olmasına engel bir durumdan
söz edebilir miyiz?
Yazar olmak içten gelen bir “yazma eylemi”
nin geniş zamana yayılması ile zaten istemsizce sahip olunan bir sıfat ise, kim, neden ve
niyçün hala “yazar olmak” isteğinden bahseder?
Muhtemeldir ki, yazar olmak ile genç kızın
aklında kurduğu bağın meslek tanımından doğrudan çıkarımsanamayan beklentileri vardır.
G
Sayg›nl›¤›n fiile de¤il
de kimli¤e yüklendi¤i
her toplumda birey,
kimli¤in gereklerin
taklit eder
Peki o beklentilerin oluru nedir?
Evet Yazar olalım, ama nasıl Yazar? Eğer Roman Yazar’ı olmak istiyorsak, bu isteğimizle
romanımızın da basılmasını istediğimizi savullayabiliriz. Çok da yerinde bir istek, ne de olsa yayınlanmamış bir roman, bilinmeyen bir
romandır. Bu da bireye toplumda nadiren “yazar” olmak sıfatını kazandırır.
Lakin, bir romanın basılması için evvela “yazılmış” olması gerekliliği yok mudur? Yazılmamış bir romanın neden basılmadığını kendimize dert ediyor olabilir miyiz? Bu ihtimalden
hareketle yazar olmamaktan söz etmek mümkün olabilir mi? Öyleyse, ortada en azından
bir roman taslağı yokken “Yazar olmak istiyorum” dan bahis açılmasının niyeti ne ola?
Az daha zorlayalım, sırf laf olsun diye başka
bir çerçeveden de bakalım ve diyelim ki, “ ’Ya-
zar olmak istiyorum’un oluru, ’hayatımı mümkünse yazarlıktan kazanmayı düşlüyorum.’”
olsun. Kimsenin buna itiraz edebileceğini sanmıyorum. Bu durumda dahi hayatını yazarlıktan kazanmayı düşünen birisinin en azından
eve ekmek getirecek kadar yazıyı ve içeriği biriktirmiş olması gerekmez mi? Oysa ki, ortada
bu dahi yokken, sade ve çıplak bir “yazar olmak isteği” nden bahis açmanın faydası nedir?
İşin saftirikliğine kaçmanın, elin şabalağı için
topu “ya öyleyse, ya böyleyse” diye varsayımlarla çizgiden çıkarmaya gayret etmenin lüzumu yok. “Yazar olmak istiyorum” elbette ve
kesinlikle yazarlığın gerek şartı olan yazma
eylemine olan bir sevginin doğal sonucu olarak değil, “yazar” sıfatının toplumsal hayatta
sağlayacağı bir takım “şekil” e dair kazanımın
üzerine yatma gayretiyle anlamlanmaktadır.
Bir genç kız yazar olmayı isterken, mümkün
mertebe yazar olmanın gereği olan yazma eyleminden yırtmak, ama bir yandan da kafasında yazarlık ile eşleştirdiği bir takım statülerin
kazanımına ulaşmak niyetindedir.
Yazarlığın olmazsa olmazlarının hepsi, mütekellime yönelik bir fayda sağlar. Yazar, üç aşağı beş yukarı “kültürlü” olmak, hatip olmak,
söylediğini ciddiyetle dinletebilmek yetkinliğindedir. Genç kızın aklında edebiyat ve içeriği kelam sanılır ki sadece ve kesinlikle mütekellim’e dönüşlüdür. Yazar söylediğinin içeriği ile yazar sıfatını haiz kişi değil, “yazar olmayı zaten hak eden” birisi olduğu için kitap yazabilen, bu sebepten lafını kesilmeden, kuzu
gibi dinleyen birilerini kafeslemiş kişidir.
Hayatı boyunca kendine ait söyleyecek hiçbir
şeyi olmayan birisinin bu sebepten yazar olmayı istemesinden doğal ne olabilir?
Kitap yazmak değil, Yazar olmak caziptir.
Çünkü Yazar olmak, bayağı insanların tenkitleri üzeri bir konum almaktır. Yazar eğer sıçtıysa “anlaşılamıyor” dur, manasızsa “çağının
ötesinde” dir, alabildiğine solipsist ise içini
döküp de onu anlayacak “hassas” birilerini
bekliyordur. Yazar çuvallarsa bu bir kusur değildir, öğrenilmeyi bekleyen yeni bir üsluptur.
Kendini ifade edemezse, erişilmez bir duygu
yoğunluğu yaşıyordur, grafoman değildir. Yazar standart ve kategoriler üstüdür, kendi kendisinin belirleyenidir, eşi benzeri yoktur. Yazar olmak, düştüğü her istikamette yastıklarla
karşılaşma halinin dünyadaki karşılığıdır.
“Yine seksistsin Otis” diye yazının başından
beri aportta duruyorsun, ama az kafayı çalıştır.
Genç kız, orta sınıf bıybıyı diye lafa girişimin
sebebi bu olguyu doğuştan gelen bir genç kız
andavallığı ile eşleştirmek mi? Hadiseyi cinsiyetçi bir tabana yaymamın sebebi orta sınıf
kentsoylu genç kızların, dengi genç erkeklerden doğal bir ayrım ile münezzeh tutulduğu
önkabulüne dayanmıyor. Aksine, bir yukarıdaki paragrafın son cümlesindeki “yastıklı hayat” ın genç kızlara bir yaşam biçimi olarak
dayatılması yapaylığından kaynaklanıyor. Kızını anlaşılmaz bir “kutsiyet” ve “erişilmezlik”
sargısıyla hayatın gerçel tahakkümüne karşı
korumayı, kollamayı ve izole etmeyi velilik ve
abilik görevi sanan ve onların hareket alanlarını bu koruma içgüdüleri ile sarıp inisiyatifsizliğe mahkum eden ailelerden çıkan genç kızların “olmak” ile “yapmak” arasındaki ilişkiyi
zıtıp, “tepeden inme edinilmiş” kazanımlar ve
statüleri düşlemelerinden doğal ne var?
Yazıyı okuyup kendinden hareket ile, “Yanılıyorsun Otis! Ben orta sınıf kentsoylu bir genç
kızım ve öyle değilim” diyen genç kız. Senin
öyle olmayışının çevrendeki çoğunluğun öyle
olmayışı manasına gelmediğini gör isterim.
(Eğer güzelsen seninle en kısa zamanda sevişmek istediğimi, bu lafları da sırf seni işkillendirmemek için hemen yutmaya hazır olduğumu da bil isterim.)
Altına girdiği her türlü sorumluluğun bir yerinde ebeveyn ve çevrenin “koruma ve kollaması” nı arayarak hayatına yön veren, üniversitelere ve mesleki seçimlere bir şey öğrenmek ve
üretmekten çok “Bir şey olmak” beklentisiyle
giren genç kızların kendilerine ayrılan serbest
alan içinde “önlerine sunulan imkanlara rağmen” analarının birer karbon kopyası olmaya
azmetmesi ve ileride kendi klonlarını yaratmaları da bu sebepten şaşırtıcı olmamalı. Saygınlığın fiile değil de kimliğe yüklendiği her toplumda birey kimliğin gereklerini taklit eder,
erişilebilir kimliklerden kendine en yakın olanına tamah ederek saygınlık bekler.
Neticede bir dansöz “yazar olmak isteyen”
ama olamayıp ilk fırsatta “diplomalı ev hanımı” olmayı seçen ve “dansözlerin sanatçılığını
dert edinen” bir dilletante’den çok daha sanatçıdır. Ev hanımı da biraz bunu bildiğinden dansözü aşağılamak için değil, kendi pasif kimliğini saygın kılmak için dansöze sanatçılığı yakıştıramaz.
En nihayetinde bir dansözün kendini ifade
edebildiği somut bir g.tü varken, ev hanımında bir şey olmak için terletmelik “o g.t” yoktur. Hiç olmamıştır.
otisabi
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-uygulama Yavuz Dürüst Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal,
Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Foto¤raflar Zafer Üçüncü, Batuhan K›ran Katk›da bulunanlar: days, pckolojik, eyco, sulusepken, gerrain, ‹smail ‘sirius’ Ataman, Okan
Can, Serter Gezdiren, konor, peperuhi, otisabi, madcan n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri
‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz.
“Yaz›fl” iktidar›
bozulurken..
“Garipsedim... Emrah
benim için hala
‘Küçük Emrah’...
Arabeskle yola çıktığı
için de içinde hafif
‘kıroluğu’ barındırıyor.
Bir dizi tanıtımında
onu bir kızımıza
yumulurken gördüm,
biraz garipsedim.
Diyeceksiniz ki
arabeskçiler, içinde
‘kıroluğu’
barındıranlar öpüşmez
mi? Ne bileyim,
gördüğüm öpüşme
biraz sevgi dolu bir
öpüşme sahnesiydi,
garipsedim işte...”
Ali At›f Bir
linizde tuttuğunuz dergi bir
şey ispatlıyor aslında. Benim
önemli bulduğum bir şey.
“Neyi ispatlıyormuş?” diyorsunuz,
birazdan açıklayacağım, ama önce
ilk bakışta bilindik gibi de gelse belli başlı bazı gelişmelerden sözedeyim.
Bildiğiniz gibi, Türkiye’de medya
son on yıldır bir transformasyon halinde. Reha Muhtarlar, Ayşe Armanlar muhabbetine girecek değilim,
onları da kapsayan başka bir şey
söylemeye çalışıyorum. Bahsettiğim
süreçte haber, yorumsuz haber bir
köşeye atıldı, haberin içeriği formasyonu çarpıtıldı filan. Bunları biliyoruz. Ama bir şey daha yapıldı. Yorum kurumunun ağzına sıçıldı. Hem
de gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin özel talebiyle, kişisel
gayretiyle. Artık eskisi gibi köşe yazısı okuyarak kendimizi geliştiremiyoruz. Bu tür köşe yazıları ve köşe
yazarları yok mu? Var. Ama artık
makbul değiller. Genel yayın yönetmenlerinin muharrir skalasında ikin-
E
ci klasmanda duruyorlar. Vazgeçilmez değiller. Sadece iktidarla ilişkiler (gerek destek, gerekse muhalefet) açısından ve bazı gelenekleri
bozmama saikiyle orada duruyorlar.
Ki okur zaten genellikle yazılanların
altında hangi hesapların yattığını tahmin etmeye çalışarak okumayı öğrendi bu yazıları. Ve zaten gazetelerin köşe yazarı ağırlığı artık diğer kanada kaydı. Yani beğendim/beğenmedim-şöyle yaptım/böyle yaptımcılara. Bunlar hakkında çok konuşuldu. Sakız olmuş bir mevzu...
Elbette; bunlar piyangodan çıkmadı.
Artık köşe yazarları bu tür şeyler
yazmaları için teşvik ediliyor, bu tür
şeyler yazan köşe yazarları bulunup
çıkarılıyor ve genel yayın yönetmenleri bizzat bu tarz yazıları ısrarla yazarak gazetecilikte bir çağın kapandığını bildiriyor. Ve bu eğilimin böyle gideceği de anlaşılıyor, çünkü diğer tüm genel yayın yönetmenleri
akımı başlatan kişiyi (Ertuğrul Özkök) büyük bir şevkle takip ediyor.
Genel eğilim böyle olunca biz de,
memleket ve dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için gazete almaktan başka çaremiz olmadığından, bu
yazarlarla her gün karşılaşıyoruz,
okumasak bile gözümüze ilişiyorlar.
“Beğenmedim. Olmamış. Çok güzel. Bayıldım. Ne şirin. Nasıl güzel
anlatamam” türünden hayli subjektif
yargılarla karşı karşıya kalıyoruz.
Peki tamam, köşe yazarı tabii ki subjektif olacaktır ama yazı sadece bundan oluşamaz ki? Fikir de almalı,
bilmediğimiz şeyleri de öğrenmeliyiz. Bu yok artık. Önemli olan ne yazıldığı değil kimin yazdığı. Önemli
olan Nil Karaibrahimgil’in, Armağan Çağlayan’ın hatta Semra Hanım’ın köşe yazısı yazıyor oluşu.
Manzara bu, realite bu. İşte böyle
bir dönemde Ekşi Sözlük hızla yazar
ve okuyucu buldu. Her gün binlerce
insan yazmak ya da okumak için bu
siteye giriyor. Ve siteyi doğru okumayı becerebilen bir kişi, ortalama
bir gazeteden ya da dergiden çok daha doyurucu yazılarla karşılaşabiliyor. Mesela ben artık maç yazılarını,
albüm eleştirilerini, sinema kritiklerini filan sözlükten okuyorum, Hürriyet ve Sabah’ın spor yazarlarından
çok daha iyileri sözlükte var zaten.
Müzik ve kitap yazıları da öyle. Ama
sözlük böyle anlaşılmadı medyada.
(Kamuoyunda gayet iyi anlaşıldı da,
medyada ve ünlüler aleminde pek
hoş karşılanmadı) Sadece
kendileri hakkında yazılan başlıkları tıklayan
medya aktörleri ve ünlüler, alıştıkları övgülerle
karşılaşmadılar. Façaları
bozulmuştu. Onlara köşelerinden subjektif değerlendirmeler yapma,
saçmalama hakkı tanınmıştı. Ama sadece onlara.
Peki bunlar kim oluyordu? Yazıyorlardı ve oku-
“Savulun Ekşi geliyor” gibi bir
iddia, iddiam hiç yok. Farklı bir
şeye dikkat çekmeye çalışıyorum:
Başka bir alan, başka bir
düzey/satıh oluşuyor, bilinegelen
yazar/okur ilişkisinde...
nuyorlardı (Zaten Ekşi Sözlük, popüler olmaya başlayınca sorun oldu). Sadece onlara tanınmış bir haktı oysa saçmalamak. Ellerinde bir
güç vardı onların. Yazı... Gazete...
Okur... Bu, onlar için muazzam bir
imtiyaz. Kendi imzalarıyla istedikleri şeyi yazma imkanına sahipler. Ve
bu bir iktidar aslında. Bir gün Müslüm Gürses’le dalga geçilir, bir gün
Banu Alkan’la, Yıldız Tilbe ile. Dediğim gibi, buralarda bir fikir yoktur, yalnızca bu figürlerin onlara ne
kadar saçma geldiği ile ilgili his dökümü vardır. İşte bu çoğunun gözünü kamaştıran bir iktidardır. Buralara gelmek için nerelerden geçilmiştir kimbilir... Ve işte şimdi iktidarı
elde etmişken, bu da ne böyle canım, değil mi? Mesele şu ki, yeni
kuşak köşe yazarı/gazeteci profili
topluma seslenme ayrıcalığını elde
bize dayattığı bir kültür bu, kültür bile değil, trend. Ve toplumda zannettikleri kadar kabul görmüş de değil.
Toplumda kabul görsün ya da görmesin, genel yayın yönetmenlerinin
kişisel beğenileriyle kurulmuş bir
tahakküm var sonuçta. Ve haklı olduklarını düşünüyorlar, toplumu zamanla dönüştüreceklerini düşünüyorlar, dönüşmeyenleri de adamdan
saymama eğilimindeler. Bu hegemonyayı kırmak için de yine medyadan ciddi bir mukavemet gelişebilirdi ama gelişmedi. Muhalifini bile
kendisi çıkaran (Radikal) büyük basına zaten ciddi bir mukavemet gelemezdi, göstermelik kukla gazetelerle (Gözcü, Takvim) bu hoşnutsuzluk
da giderilmeye çalışıldı bir zaman.
Bağımsız gazeteler ise bu işten sıkıldıkları için (ki haklılar) pek bu mevzuya eğilemediler, kendi işleri güç-
etti, ama toplumu ikna etmeyi hala
başarabilmiş değil. Bunun huzursuzluğunu yaşıyor. Onlara gelen çoğu okur mektubunun, derdini köşe
yazarından daha iyi anlattığını ve daha ileri bir noktada olduğunu görüyoruz. İnanmıyorsanız Pazartesi
günleri açın büyük gazetelerin ombudsman sayfalarını okuyun (bu ombudsmanlık işi de ayrı bir komedi ya,
neyse, o da başka bir yazının konusu). Hepsi de kendilerine tanınan ayrıcalıkla doğru orantılı bir saygınlık
kazanamadıklarının farkındalar. Ve
bunun sorumlusu olarak yakın zamana kadar iletişim fakültelerinde
okuyan öğrencileri yetiştiren “bozguncu muhalifleri” görüyorlardı
(Daha doğrusu Ertuğrul Özkök böyle görüyor ve bu fakültelerin öğretim üyeleri kadrolarını değiştirmek
için bütün nüfuzunu kullanacak gibi
görünüyor. İlk aşama olarak da psikolojik savaşı başlatmış durumda.
Abdi İpekçi ve iletişim fakülteleri
ile ilgili yazdıklarını bulup okuyunuz
misal, gönlünüz geniş ise). Onun kadar iddialı olmayanlar ise bu saygınlık kazanamama meselesinden mizah dergilerini, muhalif yayınları sorumlu tutmuştur, onlara göre bu muhalif zibidiler, çağı anlayamayan gerikafalılardır. Oysa durum böyle değil, birkaç genel yayın yönetmeninin
leri vardı, Medyakronik gibi siteler
de türlü lobilerle kapandıktan sonra,
meydan tamamen bu bahsettiğim
yeni köşe yazarı ve gazeteci tipine
kalmış durumda.
Ekşi Sözlük’ün bu boşluğu doldurduğunu filan iddia edecek değilim;
ne böyle bir misyonu, ne de böyle
bir hevesi var. Ama o genel ekşi söylemden şirin mi şirin, bilgili mi bilgili, küstah mı küstah köşe yazarlarımız ve ünlülerimiz de paylarını aldılar. Ünlüler için büyük sıkıntı şuydu:
nasıl olur da beğenilmezlerdi? Bildiğiniz gibi, Türkiye’de eğer bir kişi
ünlü olduysa herkes onu beğenmelidir. Beğenmeyen eşektir. Genelgeçer anlayışlarla en çok dalga geçen
Cem Yılmaz’ından Yılmaz Erdoğan’ına, Hülya Avşar’ından Mehmet
Ali Erbil’ine kadar bu böyledir. Dolayısıyla onların Sözlük’ten hoşlanmaması normal. (Ne zırva bir dünyada yaşadığının bilincinde olan Okan
Bayülgen’i tenzih etmek lazım,
onun bakışı az önce saydığım isimlerle yanyana durmuyor, neyse ki)
Ya gazeteciler? Beğenilmemek,
eleştirilmek onları da mı bu kadar
sıkmıştı? Mesela Bilgin Gökberk’i
delicesine sinirlendiren, “Gidin kendinize kız arkadaş bulun” dedirten
şey neydi? Mesele şu: imtiyaz kırılmıştır, hiyerarşi bozulmuştur, tahak-
küm eskisi kadar sorunsuz işlememektedir. İçi boş saçmalıklarla,
“yüksek” fikirlerle kafamızı şişiren
köşe yazarlarının/hikmetinden sual
olunmaz bilginlerin iktidarı darbe almıştır. Artık yazan ve yazdığını okutan, onların içinde yaşadığı çıkar ve
ilişkiler dengesiyle hiç de ilgili olmayan bir başka güruh vardır. Şunu
kabul ediyorum: bazı eleştirileri
haklı çıkaracak hakaretler var sözlükte, ama bunlar da iyi niyetle denetlenmeye çalışılıyor, bunu söylememe bile gerek yoktu herhalde. Kimileri bunu mesele ediyor, kimileri
yokmuş gibi davranıyor, kimileri de
“internet saçmalıkları” deyip işin
içinden çıkıyor (İşin komik tarafı,
eğer mesele tiraj ise, Ekşi Sözlük
birçok gazeteden daha fazla okunuyor).
Ve bu süreçte en çok sığınılan alan
ise, “erkekseniz gerçek isminizle yazın” çıkışı. Oysa bu kimlikler onları
yazanların gerçek isimlerinden daha
fazla yaşayan kimlikler?! Bu kişi
sözlükte ve başka yerlerde bu kimlikle varoluyorsa aslında süreç içinde asıl olarak o kimlikle de varolmaya başlamıştır, şart mıdır yani nüfus
cüzdanımızda yazan isimle hayatın
her alanında dolanmak? Okulda, askerde, işte bu kimlikle yeterince varolduk zaten, ha derdiniz dava filan
açmak ise bu isimler sizi engellemez, sitenin işleyişi davaya imkan
tanıyor. Yok ben doğru dürüst bir isme yanıt vermek istiyorum diyorsanız, sözlükteki isim daha fazla şey
ifade ediyor o yazar için. Evet sözlük bir internet sitesi olarak çıktı, gelişti ve binlerce okur topladı. Şimdi
artık dergi. Bildiğimiz dergi. Sözlük
yazarlarının çabalarıyla ortaya çıktı.
Ve hiç de böyle bir iddiası olmasa da
(tamamen şahsi anlam yüklemelerimden bahsediyoruz çünkü), o bahsettiğim hiyerarşinin kırılabildiğini,
kırılabileceğini ispatlıyor. Şunu not
düşmekte fayda var: “Savulun Ekşi
geliyor” gibi bir iddia, iddiam hiç
yok. Farklı bir şeye dikkat çekmeye
çalışıyorum: Başka bir alan, başka
bir düzey/satıh oluşuyor, bilinegelen
yazar/okur ilişkisinde. Bu ilişki bozuluyor ve yeniden kuruluyor.
“Klon” diye küçümsediğimiz diğer
sözlükler, başka konseptteki diğer
siteler, bloggerlar bunun habercisi.
Belki yaşar belki yaşamaz (ağzımdan yel alsın) ama bu dergiyi elinizde tutmanız, “yukarılardaki” o güvenli platformun tahtalarından birinin (gerçekçi olalım, sadece birinin)
çatırdayarak kırıldığını gösteriyor.
Ve şimdi belki
de o meşhur
denklemi bozup
yeniden kurmanın
zamanıdır: tüketen bizsek, üreten niye biz olmayalım?
N. Demirel