Sert Sessiz Dergi

Transkript

Sert Sessiz Dergi
Sert Sessiz Dergi
Sert
AylıkSessiz
Edebiyat Dergi
ve Kültür
Dergisi
Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Kasım
2008
Aralık 2008
Sinem Sal, Aslı Koruyucu,
OnurAkyıl,
ŞeyhanoAhmet
MeriçTalat
Çavuşoğlu,
ğulları,
Onur
Boran
Eray Devrim Duman,Duman,
BeAhmet
Meriç Çavuşoğlu,
ren Melwasul,
Sinem Sal, Beren
Melwasul,
Bahar
BoredKaan
İnal, Bulent
Callı,
lover,
Eray
Devrim
Duman,
Aslı Koruyucu, Filiz KanZiya
Alpay,
Hakan
Orman,
su,
Onur
Boran
Duman,
Orkun
Sevinç,
Bülent
Çallı,
Yiğit Soyukut, Çiğdem
Engin Aşar,Talat
Kaan
İnal, Yiğit
Aldatmaz,
ŞeyhanoSoyukut
ğulları, Bahar Boredlover,
Onur Akyıl, Bilge Dürüst,
Bahadır Yavaş, Ziya Alpay,
Engin Aşar
o gün sürtübuz kesmiş ceketler
nüyordu birbirlerine, titrek
almıştı
martılar
oltalarını
dizler
yükselip
alçalırken
özü
düş, melek
kanadı
ve peri
İstiklal’de.
Ve bir
akşam
fülütü
olan
soluğu olmuştu aşk; kırmızı
şapkalı, üşümüş, pembe
sırtlarında
yanaklı.
yem
torbaları
amaçlara kuşanmış
şekiliçleri
kıpır
kıpır
huzursuzluk
de ilerlerken, kelimeler
cebinden dökülen şairlerin:
dillerinde
yıllara doluyordu
gökyüzüo
şairin
bilmediği
şarkısı
nün tarih boyunca
sakladığı
kanatları
rüzgar
olmuş
gözyaşları.
denize
uçuyorlardı
ve beyaz,
kristalize,
kardan
adamların kabusları.
gün artık,
körleşmiştiogözler
önünde kim var görmez olalmıştı
martılar
mayla.
sesler
seslereoltalarını
dolanıp
özü
pus,
şair
ve peri
dans edecek tükürüğü
hale gelmişti
fülütü
olan
göbeğinde
cehennemin;
ki o cehennem dediğim;
içleri
Beyoğlu’nda
bir gecelik.
bir
karabasan
kadar
ve yaklaşıyordu zaman,
uykusuzdu
yaklaşıyordu
sonsuzluk; yenilik ve telaşla sarmaş dolaş:
çenelerinde
istanbulveşarkıları
eşliğinde
istanbul
buz kesmiş
eller,saklıydı
birbirlerine sürtünüyorlarken.
Editör
Selam Olsun Sana Sert Sessiz Dergi Okuyucusu,
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Derginin son hazırlıklarının yapıldığı şu saatlerde komşumuz Yunanistan’da bir gencin polis tarafından öldürülmesinin yarattığı infial devam etmekte. Yıllar yılı işgalci güçler tarafından kaç saatte ele geçirebileceği konuşulan
ülkenin insanları tüm dünyaya vatandaşlık dersi veriyor. Gerçek halkçılığı, “toplum” olmayı, hakkını korumayı, onu
taciz eden devletin cezasını vermekte aciz kalan hukukun karşısında devletin diliyle durmayı öğretiyor. Dönüp kendi ülkeme bakıyorum. Darbeleri düşünüyorum, gözaltında “kaybolanları”, meydan dayağı yiyen öğrencileri, “Dur
ihtarına” uymadığı için öldürülenleri, polis devletimi düşünüyorum ve kıskanıyorum. Umut ediyorum ki bir gün
aynı direnci biz de gösterebiliriz.
Sevgili Okurum,
Bu ay da her ay yaptığımız gibi yeni isimlere dergimizde yer vermeye çalıştık. Sert Sessiz Dergi kadrosu dışında Bilge
Dürüst ve Bahadır Yavaş da yazılarıyla sayfalarımızda yer buldular. Kalemleriyle bizi etkileyen bu yazarlar dışında
“İsimsiz” adıyla yayımladığımız bir yazıya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Dr. M.E. Yılmaz’ın kendi notunu
ekleyerek gönderdiği bu yazı; küçük yaşlarda aile içi cinsel istismara maruz kalmış bir kadının, genç kızlıktan kadınlığa geçişinin, sosyal psikopat bir babanın neler yapabileceğini anlatan ve tamamen gerçeklere dayanan bir yazıdır.
Yazının gerçek sahibinin adını vermeyi uygun görmediğimiz için “İsimsiz” imzasıyla yazı yayımlanmakta. Bu güzel
yazıyı ve yorumlarını bizlerle paylaştığı için Dr. M.E. Yılmaz’a teşekkür ederiz.
Sert Sessiz Dergi Aralık sayısıyla beraber birinci yılını doldurmakta, birinci yıl özel sayımızın hazırlıklarına şimdiden başladık. Bugüne kadar bizleri okumuş, bu sayfalarda yer bulmuş her okurumuzun/yazarımızın katkılarını
bekliyoruz. Son olarak dergimizin Ocak ayıyla beraber bundan böyle her ayın 28’inde çıkacağı haberini vererek seni
birbirinden değerli yazarların eserleriyle dolu Aralık sayısıyla baş başa bırakıyorum…
İyi okumalar dilerim.
Ahmet Meriç Çavuşoğlu
Sert Sessiz Dergi’de yayınlanan bütün yazıların telif hakları ve tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.
Yazı yollamak, reklam vermek ve destek olmak için:
Telefon: 05543098289
Elektronik posta: [email protected]
Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Aralık 2008 - Sayı 12
Editör: Ahmet Meriç Çavuşoğlu - Koordinasyon ve Dergi Tasarım: Eray Devrim Duman
Kapak Fotoğrafçısı: Bülent Çallı - Arka Kapak: Bahar Boredlover - Web Master: Kaan İnal
2
İçindekiler
Sayfa 4
Deneme
Eski Zaman Güncesi
Beren Melwasul
Sayfa 6
Şiir
Sprenza
Sinem Sal
Sayfa 7
Şiir
Dokunsana İçine Karanlığın
Eray Devrim Duman
Sayfa 8
Hikaye
Ölemediğim Ölümler
Filiz Kansu
Sayfa 11
Şiir
Takvim
Bilge Dürüst
Sayfa 12
İnceleme
İsimsiz
İsimsiz
Sayfa 15
Hikaye
Yalnız
Ahmet Meriç Çavuşoğlu
Sayfa 17
Hikaye
Şey
Eray Devrim Duman
Sayfa 18
Deneme
Uyduruk Zamirler ve Asma Katlar
Sinem Sal
Sayfa 19
Şiir
900
Onur Akyıl
Sayfa 20
Şiir
Seviş Mertebesi
Sinem Sal
Sayfa 21
Şiir
7 Aralık 2008
Eray Devrim Duman
Sayfa 22
Hikaye
Mağlup Kahraman
Bahadır Yavaş
Sayfa 23
Deneme
Geç Jack
Bilge Dürüst
Sayfa 24
Hikaye
Yarı Yarıya
Ziya Alpay
Sayfa 29
Röportaj
BANG?
Kaan İnal
Sayfa 34
Deneme
Ayın Yazısı Engin Aşar
Sayfa 36
Deneme
Gitme Desem
Bahar Boredlover
Sayfa 37
Şiir
Kardaş
Bilge Dürüst
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
3
Deneme
Beren Melwasul
Eski Zaman Güncesi
Betonarme Mimarisi Habis Mi?
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Ülkemizin dünyanın en güzel ülkelerden biri olduğunu
söyleyip duruyoruz. Haksız değiliz, Türkiye gerçekten
birbirinden güzel tarihi ve güzelliklerle dolu... Peki ama
bu ülkede yaşayanlar olarak bizim bu güzelliklere eklediğimiz insan yapısı yeni güzellikler yok mu? Bana kalırsa
en azından 50 senedir pek bir şey yok. Biz bir çok para
harcayıp, birbirinden devasa binalar inşa ediyoruz,
ancak bu koca hengameleri kesinlikle güzel yapmayı başaramıyoruz. Ne kamu binalarımız güzel, ne iş merkezlerimiz, ne evlerimiz, ne yollarımız, köprülerimiz, sosyal
tesislerimiz... Peki neden böyle?
Bülent Çallı
kavramının bağdaşamayacağı daha ortalama zevklere
abanılıyor.
Eminim “estetik” kavramının bu kadar çok konuşulduğu başka bir zaman dilimi yaşanmamıştır dünyada. Öyle
ya gazetelerin haftasonu eklerinde en çok konuşulan
birkaç sözcükten biri “estetik”. Yine de bütün bu “estetik” abanmalar hayatımızı estetik mekanlarda geçirmemize yetecek bir mimari kültürü ortaya çıkartamamış.
Bu ülkeye gelen yabancılara ya kıyılarımızı, dağlarımızı, ormanlarımızı ya da camilerimizi, saraylarımızı,
köşklerimizi,antik kalıntılarımızı göstermek durumunda
kalıyoruz. Konuklarımız bize dönüp, “Tabiatın bunca
güzellik bahşettiği, medeniyetlerin büyük eserler bıraktığı bu bereketli topraklar üstünde bunca zaman sizler ne
halt yediniz?” diye sorsa, verecek cevabımız yok! Çünkü
bütün bu güzelliklerin canına okumak dışında hiçbir şey
yapmadık, güzelin üstüne bir güzel daha koyamadık!
Mimariye betonun girişi de biraz böyle bir ticari abanma
gayretinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ticari cazibesi
olan merkezler demografik dalgaları kendine çekmiş,
zamanla çok sayıda insanı sınırlı bir yüzölçümünün
içinde barındırmak gerekmiştir. Hal böyle olunca; yatay
yerleşim imkanları da sınırlı olduğu için, insanları apartmanlarda üst üste istiflemek şart olmuştur. Apartman
ahşap malzemeden yapılamayacağı için, betonarme icat
edilmiş, işte o anda binaların mertliği de bozulmuştur.
Estetiğe Yerimiz Var Mı?
Yani bütün suç malzemede mi? Elbette değil; beton
sadece bir sonuç, asıl sonucu doğuran sebeplere bakmak
lazım! Bir toplum sanayileşmeye bağlı olarak doğal
çevresini ve yaşama biçimini terkederek büyük şehre yamanmayı içine sindirdiği an, betonarmenin tartışılmaz
hükümranlığına rıza göstermiş de oluyor. Elbette göçü
doğuran ekonomik sorunlar, sosyal sıkıntılar var. Ancak
bu göçün ortaya çıkarttığı yaralar daha mı az kanıyor?
Berbat şehirlerde yaşıyor, Berbat evlerde oturuyoruz.
Çalışmaktan birbirimizin yüzlerini göremiyoruz. Ne
için? Fabrikadan bir somun ekmek, daireden üç kuruş
garanti maaş almak için... Bu kadarı zaten geldiğimiz
yerde yok muydu? Üstelik gün görüyorduk, güneş
görüyorduk, toprağa dokunuyor, havayı kokluyorduk.
Çocuklarımız doğayla iç içe büyüyor, bu yüzden de
tafralı huysuz veletler olmuyorlardı.
Güzellik Betonun Harcı Mıdır?
Esasen bizim gibi yaşayan, hayata bizim gibi bakan bir
insan topluluğunun estetik bulunabilecek herhangi bir
sonuca ulaşması mümkün değildir. Neden? Çünkü biz
bir şeyi yaparken o şeyin nasıl daha güzel yapılabileceğiyle hiç ilgilenmiyoruz. Bizim ilgimizi odakladığımız
tek bir hedef var; en az maliyetle nasıl en çok faydayı
sağlayabiliriz. Çünkü bizim sadece tişörtlerimzide değil,
zihin duvarlarımızda da büyük harflerle “Homo Homini Lupus” yazıyor. İnsan insanın kurdu olunca, elbette
estetik gibi insanın insan yapan kavramlar lüks kalıyor.
Estetik kâr marjını yukarı oynatan bir kavram değil!
Ticaretin yine ticari amaçlarla estetik kavramından
yararlanmaya çalıştığı doğrudur. Ancak bu gayretlerin
sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, işin doğası gereği estetik açıdan arızi oluyor. Yani güzelliği paraya uladığınızda
güzellik artık güzellik olarak kalamıyor. Çünkü
insanlara daha fazla güzellik satmak için, estetik
Bütün bunların suçunu mimari değişime atmak adaletle bağdaşıyor mu peki? İşte esas problemimiz bu! Biz
başımıza gelen bütün bu saçma sapan hallerin bizim
kaderimiz olduğuna inanıyoruz. Dünyayı akıl almayacak
güzelliklerle yaratan Rabbimiz, bu ucube şehirleri,
4
Deneme
Beren Melwasul
binaları, yolları, köprüleri alnımıza yazmış olabilir mi?
Bu çirkinlikleri biz üretiyoruz. Çünkü iç dünyalarımızın
güzelliklerden ilham alan bir mimarisi yok, onu kaybettik. Böyle olunca dışımıza da bir güzellik inşa edemiyoruz. Hayata bakarken ne kadar çoraksa ruhlarımız, işte
dışımızdaki dünya da o kadar çorak. Yani bizim ev diye,
bina diye, yol diye, velhasıl şehir diye yaptığımız bu koca
garabetler, aslında ruhlarımızın haritasından başka bir
şey değil. Tarihte içine güzellikler sığdıran insanlar, o
güzellikleri binalarına, şehirlerine ve hatta çeşmelerine,
cumbalarına, saçaklarına, kapı tokmaklarına, yani her
şeye bir güzel yansıtmışlardı. Bugün bakınca hepimiz
hayran kalıyoruz. Çünkü onlar zengindiler ya fa yoksuldular ama içlerinde bir medeniyet taşıyorlardı. bizlerse
çirkin binalar yapan çirkin insanlarız ne yazık ki!
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
5
Şiir
Sinem Sal
Sprenza
-göğsüne kadife haşhaşlı gölgeler düşmüş
uyuşukluğun nefes alışından bilmezsin
sen neyin üstünde barındıysan
giderek ona benzedin-
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
kırmızı sulara dalmak isteyen kışlangıçlar var teninde
senin bileklerin ki genzimde köprüdür , içimde larva
iki kaşının kırıştırması doğurur yorumlar yumağını alnına
tırnaklarında ilk yaz buğusu saklı
sana ki iyi gelir yaşlanması ikiz devlerin
ten kırıntıları birikmiş gibi beyaz araları
iki kara parçasına oturmuş iki gitti gidecek gemi gibi göz bebeklerin
devler sadece cücelere devdir
iki iki dizildiler karşıma oradan bildim
göz bebekleri karanlıkta devleşir
bundandır örtüşüm kapaklarını
mazgallarından nefes alan yollar gibidir
bedenimin kuytu mekanları
şimdilerde beklenti sınırı direnişlerim
teninden kırmızı sularıma inecek kışlangıçları gözlüyorsun
bir iki vakte kalmaz uçar bu kırıntılar
doyacak yemin olmaz kıyılarımda
soğuk ve uzak
çekilirken birbirine sürten perdeler gibidir
gün ışığını kapatan
öyle bir tarif ki tüm imgeler eksik
gövdem kökünden farklı türemiş
bir eylemsizlik halini taşır yüzüme
hareketi yoktur bazı günlerin
anlaşılmayı bir türlü beceremiyor diye
şimdi dilinden gelen her sözcük bana yabancı
bense sesimi harcıyorum
artanıyla alacak bir sözüm kalmadı
6
Şiir
Eray Devrim Duman
Dokunsana İçine Karanlığın
dokunsana içine karanlığın
bir rüya projeksiyonu
yanmış
yağmurda kalan bir havlu gibi titrek
sessiz
ıslanmış
S
E
R
T
dinlesene sesini karanlığın
bir fısıltı
sağır kulakta gezinen
ciğercinin kedisi misali tutsak
muhtaç
yaşlanmış
S
E
S
S
İ
Z
söylesene adını karanlığın
bir kısa hikaye
sonu başına ilişik
ölüm döşeğinde kurulan hayal gibi boş
yersiz
hesaplanmamış
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
7
Hikaye
Filiz Kansu
Ölemediğim Ölümler
Bir ev. Daha büyük ev. Daha büyük hapishane.
Olmadığını hissediyorum. Zaman geçirdiğimizi, sorunları ertelediğimizi, anlaşmazlıkları dondurduğumuzu.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Yapılanlar, uygulananlar benim yapıma aykırı. Bekleyerek, olmazmış gibi göstererek, yalanlarla çevrelenerek
yaşamak.
Bir hamle gerekiyor gitmeyenleri durdurmaya, yolu
bitirmeye.
Yapamıyorum. Benden olmasın, ayrılınca hatırlatacak
şeyler kalmasın.
Dibe inmek. İnilemeyecek kadar diplere.
Yapacaklarını hayal bile etmiyorum. O bitirmeli. Yapılmayacağı yaparak, söylenmeyeceği söyleyerek.
Gözlerine bakmadan bekliyorum. Sahi ne kadardır
bakmıyorum gözlerine. Belki de gözlerimden bitişi
anlamaması için.
Ben bitirmeyeceğim, o bitirmeli. Çekip giden ben olsam
da; sorumlusu o olacak.
Kadınla adamın koskoca evde iletişimleri bitiyor. Akşamları sıradan bir konuşma, yemekler üzerine. Yutma,
çiğneme sesleri.
Duvarlar örüldü çevreme. Duvarların içinde küçülüyorum.
Kadından tek bir çıtırtı yok, bu konuda bile uyumsuzlar.
Gürültülü adamın sessiz karısı.
Yaşamımı bir anlık özgürlüğe terk edebilecekken, duvar
üzerine duvar çekiliyor önüme.
Kadın çoğu zaman nasıl böyle silikleştiğine, fark ettirmeden kendini nasıl uzaklaştırdığına şaşırıyor.
Kimse giremiyor içeri. Kimse arayamıyor. Duvarların
kalınlığı çok uzaklardan da hissedildiği için sevenlerim
uzaklaşıyor.
Ama onun ki bir eylem. Kendini ışıklar saçan bir hale
getiren kadının karartma eylemi. Yaşamının ışıklarını
söndürmüş bekliyor.
Hiçbirinin sesini duyamıyorum. Aramak gelmiyor içimden. Oynamaktan usandım.
Fark edilmemek için ayaklarının ucuna basarak yürüyor.
Kalbini bile durdurduğunu hayal ediyor onun tıkırtısı
da duyulmasın.
Mutluyum diyebilir miyim? Sevgi her şeyin çözümü, aşk
gibisi var mı? Bu cümleler yalan!
Adam kadındaki bitişin farkında bile değil, böylesi daha
iyi...
İnsan severek mutsuzluğun en derinini yaşayabiliyor.
Belki de aşkın kendisi bir zebani. Kapıda nöbet tutup,
sarıyor insanı.
Fark etmezse, kendi başına kalırsa, kendi kararlarını
verirse tam anlamıyla kendisi olur.
Soluk aldırmıyor. Düşünceyi engelliyor. Bir pres gibi...
Sıkıştırdıkça inceltiyor. Kopana kadar... Kopana kadar.
8
Hikaye
Filiz Kansu
Kadının hayal ettiğinden uzak... Tasarladığından, şekillendirdiğinden. Gerçek kocasını kolaylıkla bırakabilir,
kendi şekillendirdiğini asla.
Elini uzatıyor gelen... Kadın, bacağı olmayan kadının
kendi yarasını okşayacağını düşünüyor, şevkatle. Oysa
uzatılan el çok daha derinlere ulaşıyor, kalbine.
İntikam gibi.
Yüreğini alıyor avuçlarının içine; acıtmadan, incitmeden.
Bir derenin kıyısında oturup beklemek gibi. Beklerken
bedenini, metabolizmasını yavaşlatıp, bekleme süresini
uzatmak gibi.
-"Bu yüreği nasıl taşıyorsun?”, diye soruyor minik esmer
kadın fısıltıyla, "Bu kadar doldurmamalıydın."
Kadın kendi olmamayı başarıyor. Kendini siliyor. Hayal
bir kadına dönüştürüyor. Var ama yok gibi.
-"Senin yüreğin boş muydu?", diye yanıtlıyor.
-"Erkekler olmasaydı bu kadar acı çekmezdik... Ya da
sevmeyi bilmeseydik."
Acıkmıyor, susamıyor, uyumuyor. Yine de yaşıyor.
Bütün bunlara karşın hala nefes alabilmek bir mucize.
Mucizelere ihtiyacı var.
-"Artık sevip sevmediğimin bile farkında değilim." diyor
kadın. "Bekliyorum, o bıraksın, bitirsin istiyorum. Neden, Neden? Aslında acıyorum ona. O bir zavallı. Belki
de bu yüzden bitiremiyorum..."
Nefesi azalan, gücü kalmayan bedeninde bir hasret filizleniyor. Sonra filiz bir anda boğazına dolanıyor. Hasret
büyüyor, büyüyor.
-"Ben de aynısını yaptım. Terk etmesini istedim. Bekledim, hatta ona tuzaklar kurdum ihanet bile ettim ona.
Severken ihanet, bırakması için..."
"Ben gidiyorum" diyor, o kadar. Adam habersiz, kuşkulanmıyor. Vedalaşırlarken yüzü asık, sarılıp sarılıp
öpüyor karısını.
-"Bıraktı mı?"
O'nu ne çok sevdiğini söylüyor ve hemen geri dönmesini tembihliyor sıkı sıkı. Kadının gözleri kapalı. Sanki
dünyaya kapamış gözlerini.
-"Bilmiyorum. Bırakacaktı. En zorunun bu olduğunu biliyor musun? Bırakırken yaşayacakların korkunç. Yaşama
sarılır gibi tutundum ona"
Havada baharın kokusu yok. Ayrılık yaklaşırken adamın
eli kadına uzanıyor. Kadın; çevresine ördüğü buzdan
duvarı geçemeyeceğini düşünüyor bu elin.
-"Bıraktı mı?"
-Kaç kere. Ama sonunda hep geri döndü. Dönmesi için
ölüme yattım ben. Ölemediğim ölümlere..."
Dönüş saatini konuşuyorlar. Kadın her şeye evet diyor.
Sahi geri gelecek mi? Gelmek, onu yeniden esarete soksa
da...
-"Giderse dön demem. Senin farkın ne?"
Gelmeli... Gelmeli... Gelmeli.
-"Benimki aşktı. Hayranlıkla dolu bir aşk. Yaptıklarına
olan saygımın gerçek tutkum olduğunu düşünürüm
çoğu kez. Ben bir erkeği sevdim. Ama onda Tanrıyı
buldum. Çılgın bir Tanrı..."
Otobüs koltuğunda gözlerini kapatıyor, yan koltuğu
boş. Kimseler oturmamış. Şimdilerde fazla gelip giden
yok. Yaz ayları olsaydı dolup taşardı, şimdi ise boş.
-"Kusurlarını düzeltemiyor. Affedemiyorum, benim
beynimdeki adam değil."
Tam düşüncelere dalmışken biri geçiyor yanına. İncitmeden, hiç rahatsız etmeden, usulca.
-"Kusur her erkekte var. Benimki ihanet etti, binlerce
kere. Her seferinde affettim. Çünkü ona hayrandım.
Yaşam nedenimdi. Gücümdü. Aşkımdı."
Kapalı gözleriyle tanıyor geleni. O kadın. Minicik kadın. Bir bacağı olmayan, minicik esmer kadın.
9
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Hikaye
Filiz Kansu
-"Benimki de ihanet etti sayılır. Kadınlarla değil;
yaptıklarıyla, yalanlarıyla. Gelişmedi. Gücümü azalttı,
kendime güvenimi bitirdi. Yalanlar üzerine kurduğu bir
yanılsamaya hapsetti beni.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
-"Sen bir erkek yaratmışsın. Benimki hazır çıktı karşıma.
Tutkuyla, dev bedeniyle, yeniden yarattığı dünyayla.
Benimki değerdi bunca acıya. Ya seninki, seninki değer
mi?"
-"Benimki tam bir fiyasko. Sen boş ver benimkini. Seninki kimdi, tanıyor muyum?"
Gittiğinden emin olunca dudakları kıpırdamaya başlıyor. O esmer kadınla, yaşamını kendisiyle paylaşan
kadınla bir kavuşma bu.
O çekip kendi karabasanına gitse, duymasa da; bir gün
gelip duyacağını düşünüyor.
"Son bir kez hiçbir nedeni yokken mutlu oluşum.
İlk kez hiçbir nedeni yokken korkmak.
Hangisini daha önce yaşadım ki ben?"
-" Bir ressam. Dev boyutların ressamı. Bir asi, bir çocuk
dev. Adı Diego."
-"Sen Frida mısın?"
-"Ben senim. Sen bensin. Benim uzanan yanımsın. Senin
önemli yanınım ben..."
Birden küçük esmer kadının omuzları sarsılmaya
başlıyor, yüzünde bir dehşet ifadesi. Sonunda anladı ölü
olduğunu. Bir daha aynı şeyleri yaşayamayacağını.
Yaşamının, maceralarının, tutkularının bittiğini.
Gözleri sonuna kadar açılmış. Sessiz çığlıklarını bir ben
duyuyorum. Kulaklarımı parçalıyor. Bir ölü o.
Yaşarken kabullenemediği, üstünden atabilmek için
binlerce kez ameliyat olduğu, acıyla geçiştirdiği bir ölü
artık. Yaşamıyor. Anılarından başka bir şeyi kalmamış.
Değişemez, değiştiremez, intikam alamaz.
Onun yerini almamdan rahatsız. Sanki yaşamını çalmışım gibi... Şaşkın, korkulu, umutsuz bakıyor yüzüme.
Elimi uzatıyorum, geri çekiliyor değmemek için. Ellerini
yüzüne kapatmış gidiyor. Silikleşerek, toza dönüşerek,
isyanlar içinde.
Görüntüsü soluklaşırken sesi yükseliyor. Yüreğinin bitmenin getirdiği çığlıklarıyla; haksızlığa, yaşamamışlığa,
umutsuzluğa çığlıkları...
Kulaklarımı tıkasam da duyuyorum. Yüreğimi bir kedinin pençeleri gibi yırtarak gidiyor.
10
Şiir
Bilge Dürüst
Takvim
alışık değildi hiç
nâmus perdesi yırtık dolanmaya
mahallenin tek rum asıllısı
madam bilmem ne kadın
yakalandığı için mahallenin en yağızıyla
elma ağaçlarının altında
nefeslerini düğümlerlerken
S
E
R
T
yine de yeni bir şarkı öğrenmişti kısa günün kârı
"madem perde yırtık
doldur içeri havayı"
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
11
İnceleme
İsimsiz
İsimsiz
“Sevilmeyi ilk keşfettiğinde dört yaşında
idi, sevgiyi kaybettiğinde ise on. Bu kayıp
tüm hayatını değiştirdi. Kimin hayatını olsa
değiştirirdi yaşadıkları. Bu kız için şanssızdı, talihsizdi demek doğru değil. Evet, belki
herkesten çok üzüldü yıprandı ama onu ‘o’
yapan yaşadıkları idi…
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Kartpostal gibi bir çocuktu kocaman yeşil
gözleri sarı saçları vardı. Bayram sabahı
annesi ona bayramlıkları giydirir, birinci
kattaki balkonlarına çıkardı. Güzel elbisesi
özenle taranmış saçları ile camiden evine
dönen amcaların bayramlarını kutlardı,
çocukluğu ile ilgili hatırladığı hep güzelliğiyle ilgili övgüler almasıydı. Beğenilmek
çok hoşuna gidiyordu… Altı yaşına gelip
dördüncü katta bir eve taşındıklarında
yüksek balkondan kimseyi göremeyecek diye
çok üzülmüş, eski mahalleye gidelim diye
tutturmuştu. Yıllar sonra kimsenin onu
beğenmesini istemeyeceğini bilmiyordu tabii
ya da daha az beğenilmenin daha iyi olabileceğini…
Ailesi için en değerli oydu erkek kardeşi
geldikten sonra bile o hep evin prensesi oldu
annesinin ‘küçük annem’ diye severdi onu.
Okulda hep başarılıydı. Ama sonra bunu
bile sorgulayacaktı: “Annem öğretmendi de
o yüzden mi torpil yapmışlardı” diye. Ama
o zamanki Anadolu Lisesi sınavlarında da
torpil olmazdı ki.
İlk ölmeyi istemesi de bu zorlu savaş sonrasında kazanılan kolejin hazırlık sınıfına rastlıyordu. Bir gün hayatında bir şeylerin ters
gittiğini fark etmişti. Hani o dışardan harika
kusursuz görünen ailesinde bir terslik vardı.
Babası onu çok seviyordu ama acaba diğer
babalar da kızlarını böyle mi severdi? Dokunurlar mı onlara uyuduklarında gizlice
yaklaşıp? Kendilerini hissettirler miydi?
Hayır, yapmazlardı bu normal değildi. O
zaman o babası gerçek babası değildi, üveydi? Ama öyle de değildi. Keşke üvey olsaydı.
Büyükannesinin yastığının altındaki kalp
ilaçlarını içmişti ama gece sadece kusmuş
sabah hiçbir şey olmamış gibi uyanmıştı.
Bütün gece başında bekleyen, ona nane
limon kaynatan annesinin güzel yüzü ile
uyandığında ölmediği için mutlu oldu ve
onun için yaşaması gerektiğini anladı…
Annesinin sevgisi olmasa, annesinin babasını nasıl sevdiğini görmese ve utanmasa
herkese söylerdi. Pekâlâ, annesi onu bağrına basar beraber yaşarlardı… O adam da
giderdi evlerinden ama yapamadı, yapılamazdı. Bu olacak şey değildi, zaten kimse
ona inanmazdı ki! Belki de zaten o hastaydı
böyle kötü hayaller kuruyordu. Bir arkadaşının annesi hastaydı mesela, sürekli ajanların
onu takip ettiğini, zehirlemeye çalıştıklarını
düşünürdü, belki o da böyle bir hastalığa
yakalanmıştı. Evet, evet, kesin böyleydi.
Böylesini düşünmek de bunu saklamak da
daha kolaydı.
O zaman yakın olduğu daha doğrusu yakin olduğunu sandığı bir sınıf arkadaşı ile
paylaştı bunları, onu da babası dövüyordu.
Beraber Ankara’ya gitmeyi, orada okumayı,
beraber yasamayı hayal ederlerdi. İlk defa
mimar olmak istediğini o zaman fark etmişti, arkadaşı ile yaşayacakları evi tasarlarken… Ama yıllar sonra öğrenecekti insanların dedikoduyu ne kadar sevdiklerini!
Onun bu eğlenceli hikayeyi nasıl tüm okula
yaydığını yıllar sonra öğrenecekti. Daha da
acımasızı çocukların yaptığı korkunç yorumları da… Allah’tan yıllar sonra öğrenecekti! Okulun yaşlı psikologuna giderdi ama
şimdi bile hatırlamıyor ona anlatmış mıydı,
anlatmamış mıydı?
Unutmak mümkün müdür, yani bazı kötü
şeyleri insan hafızasından silebilir mi?
Hani bir film vardı “Sil Baştan’ diye, Jim
Carry’nin. Yani öyle cihazlara falan gerek
olmadan da mümkünmüş dediğine göre.
Sadece babası gece çıkmasına izin vermediği
zamanlarda aklına gelirmiş nefreti. Yani
istediklerini almayıp istediklerini yapmasına
izin vermediği zamanlarda…
Yıllar sonra terapilerde anlamış unuttuğunu sandığını ama aslında unutamadığını.
Geceleri kaskatı uyuduğunu kendini kiloları
arkasına saklayarak erkeklerden uzak kalmaya çalıştığını. Sonraki yıllarında güzel
bir kadına dönüştüğünde erkeklerle farkında
olmadan oynadığını aslında onlarla sağlıklı
bir ilişki kurmayı başaramadığını bunları
hep daha sonra fark etti.
Yani hep çok neşeli çok girişkenken neden
bazen en ufak şey ters gittiğinde aşırı tepki
gösterirdi ki bir insan. Neden bir tuğlası
12
İnceleme
İsimsiz
alınınca kocaman duvarı yıkılır altında
kalırdı?
Bir gün yağmurda taksi bulamadığında kendini Allah'la kavga ederken bulduğunu hatırlıyordu en son. “Ben cezamı ödedim sana
neden bana taksi yok neden ayrıcalık yok!”
diye ayağını yere vurduğunu… Sonrasında
kendini hastanenin acil servisinde kolunda
serumla bulmaya başladı. Artık sebep yokken bile bayılıyor tanımsız nöbetler yaşıyordu. Epilepsi teşhisi konulan baş ağrıları da
geçmiyordu bir keresinde bir ay sürmüştü
o korkunç baş ağrıları. Akupunktur, tomografiler… Tedaviye başlanmıştı; ilaçlar,
doktorlar… Sonunda o dönemde yanında
olan, onun her şeyini bilen ama yine de onu
isteyen, kendinden daha az eğitimli, daha
az varlıklı, daha çirkin adamla evleniverdi.
Kimse anlamadı onun neden böyle bir evlilik
yaptığını anneannesi günlerce ağladı, “Nasıl bu adamla evlenecek benim prensesim.”
diye ama bilmedi ki o adam onu her şeye
rağmen sevmekteydi. En önemlisi de buydu
ya da yine daha sonra öğreneceği gibi onun
bu zayıf hali ile yenilmesi rahat bir lokma
olarak görmüştü. Belki de en acısı kendini
ancak böyle bir adamın sevebileceğine inandırmıştı…
Bayılmaların ardı arkası kesilmedi artık iş
yerinde toplantılar sonrasında bile fenalaşmaya başladı rezil oluyordu herkese ve yurt
dışı seyahatlerine gönderilmemeye başlamıştı… “Hasta” diye! Ama herkes hastalığının
ne olduğunu merak ediyordu. Epilepsi olsa
bu kadar çok kriz geçirmesi normal miydi?
İşler iyice sarpa sarınca iş dönüşü eve en
yakın hastaneye attı kendini ve o mavi gözlü
duruşu ile her şeyi kontrol edebilecek gibi
duran o doktorun odasında buldu kendini.
İki yıl boyunca direndiği yardım edeceğine
inanmadığı bir yandan da umutsuzca medet
umduğu doktoru sayesinde yüzleşmeler yaşamış, kendini tanımaya, kendinin o kadar
da nefret edilecek bir yaratık olmadığını
görmeye başlamıştı. Yıllardır o kadar suçladığı babasının kötü yanı olduğu kadar iyi
yanlarının da olduğunu, yıllardır onun da
içinde nasıl pişmanlıklar yaşadığını anladı.
Hatta onunla yüzleşebilecek en açık şekilde
yüzleşti.
Onun gözünde gözyaşını gördüğünde
içindeki acı hafiflemişti. Evliliği kocasının
babasından para sızdırdığını öğrendiği gün
bittiğinde yine gittiği yer babasının eviydi.
Ona evini ve kalbini yeniden açıp kendini
affettirmeye çalışan babası.
Şimdilerde her şey yolunda görünüyor.
İçinde bir yerlerde o yıpranan sevgisini hala
yerine koymaya çalışıyor. Ne yazık ki tamir
de edilse hiç bir zaman kutusundan yeni
çıkmış ayakkabı gibi olmuyor.
Annesinin o kocaman, kayıtsız şartsız sevgisi olmasa ayakta kalamazdı…”
O bu şekilde özetleyebiliyordu hayatını belki milyonlarca kızdan sadece biri olarak, ama ayakta durmuştu ve
dimdik kalmayı başarmıştı o güzel kız…
Bir psikolog gözüyle ne denir bilemiyorum, inanın kelimeler boğazıma düğümleniyor.
O güçlü kız gibi olamayan kızlarımız erkek çocuklarımız!
Bir gerçek aile içi cinsel taciz, ensest yapı ve ilişkiler.
Ama görmüyoruz, görmekten hep uzak kalıyoruz,
bakamıyoruz belki de… Bir acı çünkü bu, her birimizin
yüreğini yakan bir acı. Çünkü bu, sevdalarımızı engelleyen, özlemlerimizi erteleyen. Ama dur demeli değil mi
insan DUR!
Simdi vazgeçilmezlikler yok günümüzde ya da bağlanmış hayatlar artık her şey daha aydınlık görülebiliyor.
Ve oradalar, biliyorum, yukarıda anlatan arkadaşım gibi
milyonlarcalar ve oradalar. Susuyorlar, korktuklarından
sanmayın sakın! Susuyorlar çünkü sevmeyi seviyorlar,
susuyorlar çünkü ümit ve özlem onlar için bir bütün.
Onlar dünyaya güzel gözle bakan umutlu insanlar, ama
ya bizler? Ya toplumun bireyleri? Olmazsa olmazımız
olan sevgi yüklü trenlerimiz nerede kaldı, hangi istasyonda bıraktık onları? Haydi, uyanın ve bir ateş de siz
yakın duran trenimizin ana lokomotifine, çalıştırın
durmasın…
Sevdalarımız için,
13
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
İnceleme
İsimsiz
Özlemlerimiz için,
Umutlarımız için,
Geleceğimiz için,
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
Kelimeler düğümleniyor boğazımda ve ağlıyorum.
Üzüntüm kendime. Ben kendime kızıyorum, anlatan
arkadaşımla nasıl konuşabilirim diye, nasıl ondan özür
dilerim diye kızıyorum Affet beni demekten başka bir
şey yapmadan durmak. Ama affet beni bir birey olarak
yaşamının paylaşılan bir kişisi olarak affet beni çünkü
ben hatamın farkına vardım Susmak yok artık Sessizce
izlemek yok. Nasıl bu kadar duyarsız kalabilirim, nasıl
hiçbir şey yapmadan oturabilirim diye ama hayır, artık
buna bir dur demenin zamanı gelmedi mi? Şimdi el ele
bu sorunun köküne inme zamanı. Şimdi el ele hasta olan
kişiliklerin tedavi edilmesi için çaba harcamak zamanı ve
şimdi el ele sevda yüklü trenlere binme zamanı… Haydi,
ne bekliyorsunuz?
Dr.M.E. YILMAZ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
14
Hikaye
Ahmet Meriç Çavuşoğlu
Yalnız
Griye boyanmış deniz hırçın dalgalarıyla dövüyordu kıyıyı. Dalgalar intikam almak istercesine vuruyordu Kadıköy sahillerine; onu kısıtlayan dalga kıranların canını
acıtmaya çalışırmış gibi öfkeliydi deniz. Eski iskelenin
üst katındaki restoranda tarihi yarımadayı izliyordum o
sırada ben. Bir vapur dalgaları küçümsercesine sükunetle
yanaşıyordu iskeleye. Bir vapur kaç hayat taşıyabilir?
***
1, 2, 3, 4…. Vapurdan inenleri sayamıyorum, yetişemiyorum hızlarına; takip edemiyorum onları. Sürme iskeleyi
beklemeye bile vakitleri yok. Nereye koşuyor bu insanlar
çoktan kararmış göğün altında? Ne kadar çoklar, ne çok
hayat var bu kalabalığın içinde. Ne aşklar vardır kim
bilir, ne hüzünler saklıyorlar içlerinde; aceleleriyle neyi
örtbas etmeye çalışıyor, nereye koşuyor bu insanlar? Ben
yürüyemezken onlar nereye gidiyorlar böyle?
Kadıköy’ün sokaklarında kaybolan kalabalığı besliyordu
hala vapurdan inenler. Kışın hakkını veren bir yağmur
başladı o anda. Daha hızlı koşmaya başladı insanlar, o
kalabalıkta yağmurdan kaçmayan iki üç kişi ya vardı ya
yoktu. Mesela şu sakin sakin yürüyen siyah saçlı, güzel
kız; acaba nereye gidiyor, bekleyeni mi yok ya da yağmurun tadını mı çıkartmaya çalışıyor?
Restoranın balkonuna çıkmak istedim, yağmuru yüzümde hissetmek istiyordum. Dalgaların öfkesini paylaşan
yağmuru hissetmek, denizle kurduğu dostluğu görmek
istiyordum. Yağmurda ziyan olacağını bildiğim halde
bir sigara daha yaktım. İlk nefesi çektiğimde hala dört
yanımı çevreleyen duvarlar vardı.
Yavaş adımlarla çıktım balkona, yağmuru ürkütmek
istemiyordum. Denizle arasına girmek istemediğimi ona
göstermeye çalıştım, mahremlerine duyduğum saygıyı
göstermek için çok da kenara yaklaşmadım. Yağmurdan koruyabildiğim kadarıyla sigaramı içiyordum. Bir
öksürük nöbeti başladı, gözlerim kararıyordu, elimdeki
kanları gördüm en son.
“İçeride müzik mi başladı?”
Bayılmışım…
***
Bülent Çallı
Gözümü evimde açtım. Yatak odam haftalar önce
yoğun bakım ünitesine dönmüştü. “Ölüyorsun.” Demişti doktor suratıma karşı sıkılarak. Hâlbuki bunu
biliyordum ben, yıllardır ölüyordum zaten, bir erkeğin
ölümü babasının ölümüyle başlardı. Kalbimin atmasını
sağlayan canım değilse de hayatım yavaş yavaş alınıyordu
elimden, öldüğümü biliyordum.
Ölüyorsun dedi bana doktor. Ona her şeyi anlatmak, bir
ömür kadar uzun geldi bana, yaşamaya bir kez daha tahammül edemeyeceğim kadar uzun bir ömür gibi. Yalan
söyledim ki ben birçok yalan söylemiştim zaten yaşarken
de, önemsemedim dedim. Önemsemiştim, korkmuştum… Ben hiç ölümden korkmadım. Korkmuştum, fark
edeceklerinden, ölümüme engel olacaklarından.
Yeterince az ömrüm kalmasa eminim beni psikiyatri servisine sevk ederdi fakat buna gerek görmedi.
“Normalleşme”me fırsat kalmadan ölecektim, bunu
kabul etmeme şaşırdıysa da çok belli etmedi. Hem kabul
etmeyip ne yapacaktım ki? Ölüyordum sonuçta, bunu
biliyordum, üstelik geride öyle çok şey bırakmıyordum.
Ne yapmamı beklerdiniz, iyileşmeye çalışmamı mı? Ne
kadar daha yaşayabileceğimi bile sormadım ona. Yok
yok, kaderci yaşadığımdan değil, sadece benim için fark
eden bir şey olmadığından sormadım. Ha üç gün sonra,
ha otuz yıl sonra… Ne fark eder? Hastanede yatmayı
kabul etmeyince, odamı hastane odası haline getirdiler.
Buna itiraz edecek kadar yaşamıyordum, kabul ettim.
İşte gözümü açtığımda, o doktoru kendi odamda gördüm. “Doktor…” diye fısıldadım, sesim çatal çatal çıkıyordu. “Doktor,” dedim “bana sigara ver!” Gözlerindeki
tepkiyi gördüm, “Hayır,” dedi, “Buna izin veremem.”
Neden diye sordum, “Neden, içersem ölür müyüm?”
***
15
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Hikaye
Ahmet Meriç Çavuşoğlu
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Birkaç gün yattım, önce başımdaki hemşireyi sonra
doktoru ikna ettim, kendimi tekrar sokağa attım, havada
keskin bir kar kokusu vardı. Moda sahili nasıl özlemişim! Hayatımın bütün kadınlarını hatırlatır bana Moda.
Belki de en çok bu yüzden istedim, bu semtte yaşamayı.
Hele kışın bir başka güzel olur; gri gökyüzü kaplar ufukları, deniz turkuazın en lacivertini seçer kendine elbise
diye. Lacivert bir turkuaz? Ben ölüyorum, artık sadece
benim sözüm geçer. Evet lacivert bir turkuaz…
nameleriyle değil, sadece konuşuyor.
“Bu bir yalnızlık şarkısı!” diye bağırdı tekrar, içten gelen
bir sesle; bu bir yalnızlık şarkısı… “Yalnızlar için çalıyoruz, yalnızca yalnızlar dinlesin bizi.”
Rüzgarın uğultusu kapladı kulaklarımı, yaklaşan karı
umursamayan birkaç genç çift dışında kimse yoktu sahilde. Bir de hatıralarım tabii, ben her şeyimi bu sahillerle
paylaştım. İlk aşkımı, ilk sarhoşluğumu, ilk sevişmemi,
ilk hüsranımı ve şimdi de ölümümü.
“Uzaklardan bir müzik mi geliyor?”
Sahilde peşi sıra dizilmiş, banklardan birine oturdum.
Dalgalar kayalıkları aşıp neredeyse beni bile ıslatacaklardı. Gümüşi tabakamdan bir sigara çıkartıp yaktım.
İlk nefes bütün ciğerlerimi doldurdu. Aldığım keyfi
yakalandığım öksürük nöbeti bile bastıramadı. Sonra
nereden geldiyse aklıma geldi. “Bir erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.” İlk nerede okudum bu cümleyi
bilmiyorum. Aslında anlamamıştım da ilk okuduğum
zaman, her beylik laf gibi hoşuma gitmişti sadece fakat
şimdi anlıyorum. Yalnızlıklar ölümle başlar. Ölümle ilk
tanışmanız bir yalnızlığa, yalnızlıkla tanışmanız bir ölüme götürür sizi. O kadar uzun zamandır yalnızım ki…
Öksürüğüme hakim olamadım. Ağzımı kapatmaya
çalışan elim kanla doldu. Ama emindim, bir yerlerden
bir müzik geliyordu, bir keman sesi. Zihnimde son kez
bir hatıra canlandı.
***
“Bu bir yalnızlık şarkısı!” diye haykırdı ortada duran
genç. İstiklal Caddesi’nde yağmurlu bir sonbahar akşamı; bir köşe başında başlamışlar haykırmaya gençler,
“Bu bir yalnızlık şarkısı!”
İhtimal, üniversite öğrencisi dört genç, üç tanesi arkada
enstrümanlarıyla can veriyorlar şarkıya; kemanın sesi
ayrı güzel çıkıyor yan flütle sarmaş dolaş olunca. Müziği
duysanız sanırsınız ki ruhunuza yağmur yağıyor; şarkıyla
yumuşayan alacakaranlık size kollarını açıyor. İstiklal
Caddesi’nde yağmur yağıyor. Siyah takım elbise giymiş
bir tanesi, ortalarında durmuş şarkıya vokal yapıyor ama
16
Hikaye
Eray Devrim Duman
Şey
Harflerin kıvrımlarına sıkışıyordu kelimeler; evlerde
hapsedilmiş yazarların gagalarının keskin yerlerine
takılmış kristalize virüsler kimsenin bilmediği bir şarkıyı
mırıldanırlarken. Kar kristalleri, düş olmuş yağıyordu
yerden göğe. Soğuktan tir tir titreyen bulutların üstü
yeterince kayganlaşmış ve ozon tabakasının geleneksel
kayak tatili için hazır hale gelmişti ve bir kedi ağlıyordu
kristallerin alveollerinde, meteliğe cephanelik ile saldırmayı alışkanlık haline getirmiş bir yazarın peşinde olan.
S
E
R
T
“Neredesin ulan? Neredesin!”
Dizleri üzerinde yürüyen bir kalem üstadı karışmıştı o
gece İstanbul’un hamuruna. Karanlığı delip geçen köpek
havlamaları arasında bale yapıyordu büyük ihtimalle, ya
da bir evsizin kartonunu çalmış uyumaya çalışıyordu. Ya
da başka bir eve sığınmaya çalışmıştı kim bilir? Belki de
başına kötü bir şey gelmişti, kedisini özlemiş yazarın. Ne
yapardı kedisi olmadan? Nasıl yaşardı?
Deli gibi koşuyordu kedi ağlayarak; bir oraya, bir
buraya. Bir o sokağa, bir bu sokağa. Bir o çöp kutusuna
bir bu çöp kutusuna. Tam üç saattir dışarıdaydı, tam üç
saat! Şimdiye kadar çoktan donup ölmesi gerekirdi ama
hala umudunu yitirmemişti ve aramaya devam ediyordu.
Cansu Uçar
mırıldanırlarken. Kar kristalleri, düş olmuş yağıyordu
yerden göğe. Soğuktan tir tir titreyen bulutların üstü
yeterince kayganlaşmış ve ozon tabakasının geleneksel
kayak tatili için hazır hale gelmişti ve yazarına kavuşmuş bir kedi kıkırdaması inletmeye başladı karanlığı,
kristallerin alveollerinde, köpek ulumalarının kestiği
sessizliğin yumuşak teninde ışıksız bir kedi mahallesinin
içinde kaybolana dek.
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
Ah salak, neden pencereyi açık bıraktı ki sanki? Halbuki bu türün ne kadar yaramaz olduğunu biliyordu ve
kaşla göz arasında kaçmasına şaşırmamalıydı. Çıldırmak
üzereydi. Neredeydi yahu bu aptal? Neredeydi?
Bir tıkırtı duydu; çöp tenekesinden gelen. Acaba o olabilir miydi? Yavaşça yaklaştı, ki bu çok usta olduğu bir
şeydi, çöp tenekesinin kapağını kaldırdı… ve işte burada.
Sıpa. Nasıl da dolaştırmıştı bu soğukta onu deli gibi.
Ama sonunda kavuşmuştu işte ona, sevinçliydi.
2
0
0
8
Çöp tenekesinden çıkmasını söyledi ve çıkar çıkmaz
kucağına atlayarak kravatını yakalı. “Doğru eve!” dedi
en tiz ses tonuyla. Ağlaması kesilmişti. “Senin peşinde
koşmaktan uyku uyuyamaz oldum. İyice yaramazlaştın
sen. Bir daha kaçarsan yemin ederim seni Evsiz Yazarlar
Bakım Merkezi’ne vereceğim. Bakma bana öyle hadi.
Marş marş. Üşümüşsündür sen şimdi, bir kahve kanyak
yapayım da kendine gelirsin.”
Harflerin kıvrımlarına sıkışıyordu kelimeler; evlerde
hapsedilmiş yazarların gagalarının keskin yerlerine takılmış kristalize virüsler kimsenin bilmediği bir şarkıyı
17
Deneme
Sinem Sal
Uyduruk Zamirler ve Asma Katlar
Asma katı olmalıydı her insanın. Kendisinin üstünde,
gören gözlerinin biraz daha yukarısında, zaman zaman
çıkıp öte yerleri görebileceği beyninizin ve ruhunuzun
üstüne sağlamca oturtulmuş bir asma kat. Hani öyle ki
kendinizi içinizden değil de tepenizden görmeliydiniz.
Böyle böyle görecekti insan kendi yerini, devleştirdiklerinin gözlerinden.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
İki göz kırpmasının arasında gördüklerimize inanıyorduk önce. Aceleyle çekilmiş bir fotoğraf gibi kalıyordu
dünya, gözlerinde. Oysa en önemli hareketleri belki de o
kirpiklerinizin öpüştüğü anda kaçırıyordunuz.
Önce hevesiniz kaçıyordu. İçinizdeki sıkıntının elleri ve
kolları vardı sanki ve deviriyordu her ne varsa etrafında.
"İnsanlar" ve "şeyler" arasında kayboluyordunuz aslında.
Tasarruf etmeniz öğretiliyordu size. Gerçeklere yatırım
yapmayı zorunlu kılan hayat şartları içinde ilerliyordunuz. Hani ceplerinizde ne var ne yok diye bile bakmıyordunuz artık.
Biz, kendini tüm genellemeler içinde istisna zanneden
varlıklardık. Herkes kendini biraz anlaşılmaz, biraz
farklı , biraz çözülmez ve biraz da yalnız hissediyordu.
Zaman geçtikçe mürekkep balığı gibi yaşamayı öğreniyorduk. Üstümüze saldırmaya gelenlere karşı salgıladığımız o koyu renkli salgı koruyordu bizi. Farklarımızı
kapatıyorduk böylelikle.
Hepimiz bir resim yapıp ona bakıyorduk. Ne yazık ki
çocukluğumuza indiğimizde bile şu anımızı en çok etkileyen olaylar bizi hep en çok mutsuz etmiş olan olaylardı. Yaptığımız sanata nasıl da işliyordu o günlerin sızısı.
Ve üstünden zaman geçecekti bu günlerin. Birileri çıkıp
yarattığınız eserleri tahlil edecekti. Kişiliğinize dair tahminlerde bulunacaktı sizi hiç tanımayan insanlar.
Bülent Çallı
Kimse, ama kimse bilmeyecekti siz hep size çığlık attıran
ve içinize gömülü bir taş gibi çöreklenen günleri yansıtmıştınız eserlerinize. Çünkü mutlu olduğunuz günlerde
bunu öylesine yoğun yaşıyordunuz ki o andan başka bir
şeye odaklanmaya ne vaktiniz oluyordu ne de isteğiniz.
Kırgınlığınızdan dolayı hep başkalarını suçladınız. Daha
sert olmayı başarmak için uğraşmak zor mu geldi size?
Yüzünü asma! dedi bilirkişi. Yüzünü asma! Kendini
nefessiz bırakmak, kendini öldürmekten başka hiçbir işe
yaramaz.
Yüzünü asma!
18
Şiir
Onur Akyıl
900
yaz yine başladı; onlar, bir şehrin bütün insanları başladılar
yaza; barıştım onlarla, bir bakışın ortasında sonra apar topar
küstüm, kolkola nehirler içinden sözlerin, sekizde başlar müzik
dokuzda herkes ölür; güzel aşkları seviyorum ben, başkalarının
da olsalar.
onların starları var benimse yıldızlarım; yağmuru dinledikten
sonra kardeş bir sessizlik; kovulanların tenlerinde de hayatın ucu;
paramı aldı ama acıtmadı kalbimi; mesela o fahişe; sevgilimden
daha acı.
ya da vapurda bir mona lisa, konuşmalar kadar şaşkınlık verici
ayrılma rengi, sabah düzeneği ve biten bir anlama; başka zaman!
bir gün hepimiz zor kollardan aşk alanına!
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
19
Şiir
Sinem Sal
Seviş Mertebesi
-ben hangi suratın gölgesini sana benzetsem, o karartı
bir başkasının altında terlemiş çıkardı-
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
içimin kuytusunda bir nar parçalanmış
mevsimi geçmiş diye ekşiyen tüm meyveler gibi
parçalanmış parçalanmış da öyle çoğalmış
hangi deniz boşalsa içimin çukuruna
eskiden kalma günlerden biriktirdikleri
artık o çukurda bir delta
boğazına kadar kokuyla dolu yollarım
takip et
ön kapının arkasında kalmış bir buruk bahçe
dibine düşmüş nar taneleri
yeşilinden kopmuş birer zeytin gibi
yürüyüp geçiyorsun üstünden tohumlarının
postalanmamış bir mektup gibi tenimiz
yazılmış
yalanmış
kapatırken biraz da kırışmış
pulu seçilmiş de
gönderilmeye cesaret edilmemiş
gibi duruyor masanın üstünde
A
R
A
L
I
K
sevişme ertesi
2
0
0
8
bazı beklemeler usandırır
şimdi ağır bir posta gibi dilin
o bir türlü gelmeyen mektup
ağzımın ıslağında buruşmasın diye
öpüşmedim kimseyle
her sevişme yarımdır oysa
doyduğundan değil ses etmeyişin bu eksikliğe
dokunmadığımız çok yer var daha
tırnak içlerimde teninden edindiğim beyaz (k)alıntılar var
tüm bunlar bir duvara tırmanıp düşmüşlüğün izleridir
sen hangi meyveyi dişlediysen tadına varmak için
kopardın kendisinden, bunu hiç bilmedin
dudakların uzun soluklu bir lebriz
deltasında bedenimin
20
Şiir
Eray Devrim Duman
7 Aralık 2008
asfalta düşen bir bedenin ardından
yüzler tutuşturdu ucundan Atina’yı önce
sonra binler
on binler
yüz binler
dört bir koldan
devrim şarkılarıyla
S
E
R
T
yandı kuklacı perdeleri, gözlere indirilmiş
koparıldı zincirler
yıkıldı duvarlar, güçler, otoriteler
ve tekmelendi para dolu midelerini kodamanların
her dişliyi tek tek dize getirmek için
S
E
S
S
İ
Z
sonra
bir ses çıktı alevlerin arasından çağlayan misali
dizginlenemeyen
dizginlenemeyecek
bir ses doldu kampüslere, kamplara
D
E
R
G
İ
ve bir şarkı
bir şarkı yazdı ege
15 yaşında ölmüş Alexandros’un hayallerine
elinde özgürlük manifestosu
sırtında çembere alınmış A harfi
gözlerinde umut
A
R
A
L
I
K
bir şarkı yazdı ege
nakaratı umut dolu:
“yanıyor düzenin dört bir yanı
geliyor mu oralara kadar kokusu zorbaların
güle güle Alexandros
senin kanın dökülen son masum kanı olmalı”
2
0
0
8
21
Hikaye
Bahadır Yavaş
Mağlup Kahraman
Soğuktu. Daha suya ilk adımını attığında bunu bıkkınlıkla hissetmişti. Ama elinden pek bir şey gelmezdi. Ne
yapabilirdi ki? Bu onun işiydi. Soğuktu. Sudan başını
çıkardığında da hissettiği bir soğuk.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Aslında işini seviyordu. Denize oldum olası âşıktı. Daha
iki yaşındayken okul çocuklarından daha iyi yüzüyordu.
Ailesi dâhil herkes onun bir yüzme sporcusu olacağını düşünüyordu. O da. Ta ki tacizci yüzme hocasının
ellerine teslim edilene dek. Dokuz yaşındaki bir erkek
çocuğunda bu olayın yarattığı travma ancak uzun psikolojik tedavilerle atlatılabilmişti. Yine de Kadir yüzmeden kopamamış, liseyi ülkesinde, üniversiteyi Avrupa’da
yüzme bursuyla okumuştu. ‘Kadere bak,’ diye geçirdi
aklından Kadir, ‘bir dalgıç polisim. Hah!’
Su gerçekten soğuktu. On metrenin altı daha da beterdi.
Dalış kıyafetinin altındaki derisine bile acı veriyordu.
Binlerce küçük haşarı iğne senkronize bir şekilde tenine
batıyormuş gibi. Yine de direndi ve paletlerini hareket
ettirerek biraz daha derine sürükledi bedenini. Tüpündeki havanın azalmaya başladığını hoşnutsuzlukla fark
etti. Yaklaşık beş dakika içinde cesede (belki de ölmemişti, neden bu kadar peşin hükümlüydü?) ulaşamazsa
yüzeye çıkmak ve tüp değiştirmek zorunda kalacaktı.
Hava neredeyse kararmak üzereydi ve yeterli teçhizat
bulunmuyordu bağlı olduğu birimde. Aslına bakılırsa,
teşkilatındaki tek dalgıç polisti. Buralarda (hele bu mevsimde) pek boğulan olmazdı.
İki dakika sonra yüzeye çıkması gerekiyordu. Mesleğinin
zamanla getirdiği hassas olaylara donuk bir ilgi gösterme alışkanlığı sayesinde, hırs duygusundan yoksundu.
Yüzeye çıkmak, yalnızca daha fazla mesai demekti onun
için. Ertesi gün aramaya devam edecekti.
Son dakikanın da dolduğuna karar verip yüzeye palet
sallamaya başladığı anda gözüne takıldı. Yoğun, yeşil
yosunların arasında dalgalanan siyah iplikçikler. Basınç
göstergesine isteksizce yeniden baktı ve aşağıda gördüğünün incelemeye değer olduğuna hükmetti. Baş aşağı
dönerek birkaç sert palet darbesiyle dipteydi.
Siyah iplikçiklerin aradığı şeye ait olduğunu hemen
anlamıştı. Uzun ( ve tanrım; çok da güzel) siyah saçlar
akıntı yönünde salınıp duruyor, doğal olmayan renkte,
doğal bir deniz bitkisi gibi görünüyordu. Saçların gerisini örten yosunları ayıkladı Kadir. Bembeyaz kesilmiş,
pürüzsüz bir yüz gördü. Daha önce hiç görmediği kadar
pürüzsüz…
İlk anın donukluğunu çabuk atlattı ve hemen işe koyularak inatçı yosunları sarıldıkları bedenden ayıklamaya
başladı.
Kızın vücudu kaskatıydı. Ve beyaz. Saydam gibi. Yosunları beline kadar ayıkladığında yeniden basınç göstergesine (bu kez endişeyle) baktı. Yeterli zamanı kalmış mıydı, bilmiyordu. Daha da hızlı çalışmaya başladı. Suyun
altında ne kadar hızlı olabilirse. Hareketlerine dışarıdan
bir bakış atıp kendi kendine güldü içinden. Bir rüyada,
kaçmaya çalışan ama bir türlü yeterli hızda koşamayan
biri gibiydi. Ağır çekimde didinen bir kurban…
Sonunda kızı yosunlardan kurtarmayı başarmıştı. ‘İyi
iş!’ diye kutladı kendini iç sesiyle. Yosunların bağlayıcılığından kurtulan beden, ağırlıksızmışçasına suda
yükselmeye başlamıştı. Kadir için şaşırtıcı bir durumdu
bu. Çünkü boğulmuş bir beden bu kadar hızla yüzeye
yükselemezdi. Kızın yukarı doğru dalgalanan bedeninin
ardından hızla giderek ona yetişti ve onunla birlikte
daha hızlı bir şekilde yüzeye yöneldi.
Dışarıda bekleyen küçük kalabalık suyun üzerinde iki
baş birden görünce kararsız bir tutum sergiledi. Kimi
alkışladı, kimi sevinç göstergesi sesler çıkardı, kimi kızın
gençliğinden dem vurup acıma belirtileri gösterdi…
Kızı iskeleye doğru sürükleyen Kadir, oradakilerin
yardımıyla onu yukarı çıkardı. Kendisi de iskelenin
merdivenini kullanarak tırmandı ve kızın yanına geldi.
Sağlık ekibi hala gelememişti. Ne hakla her ay maaş
talep ediyordu bunlar?
Kızın nabzını yokladı. Suyun yüzeyine doğru birlikte süzülürlerken kafasında oluşan soru işareti cevap
bulmuştu işte. Kız boğulmamıştı. Suya atladığında (ya
da düştüğünde) soğuğa bir tepki olarak vücut kendini
kilitlemiş ve ciğerlere hava dâhil hiçbir şeyin girmesine
izin vermemişti. Kısa sürede oksijen yetersizliğinden beyin fonksiyonları yavaşlamış ve kız bayılmıştı. Soğuğun
etkisiyle hayati organlara doğru çekilen kan, kızın daha
uzun süre hayatta kalmasına neden olmuştu. Yapılması
gereken çok basitti. Kızın ciğerlerine hava girmesini
sağlamak ve kalbini yeniden çalıştırmak.
Birkaç dakika sonra kızın göğsü inip kalkıyor, nabzı
düzensiz de olsa atıyordu. Adam iskelede bekleşenlere
22
Hikaye
Bahadır Yavaş
müjdeyi vermiş, etraflarındaki çemberi daralttıkları için
de hepsini bir güzel haşlamıştı.
çay bardağına baktı. Sonunda başını kaldırdı ve anlatmaya başladı…
Sağlık ekipleri sonunda iskeleye geldiklerinde kız titremeye başlamıştı. Bu iyiye işaretti. Bedenin ortam ısısına
dönmeye çabaladığı anlamına geliyordu. Titremeler
içinde kız gözlerini kırpıştırarak açtı ve etrafına anlamsız
bakışlar atmaya başladı. Gözleri maviydi. Adamınkiler
gibi. Dakikalar geçtikçe yüzüne, tenine renk de gelmeye
başlamıştı. Ama teni yine beyazdı. Kadir’in teni gibi…
Derin bir soluk aldı ve “…işte böyle,” dedi zoraki bir
gülümsemeyle. Adam daha derine inmeye gerek görmemişti. O da suyun altındayken neler düşündüğünü,
neler hissettiğini, nasıl tam vazgeçmişken, mucizevî bir
şekilde saçlarını gördüğünü ve sonrasını anlattı. Anlatırken bir yandan da kıza bakıyor, düşünüyordu: “Allah’ım,
ne kadar güzel!”
Dalgıç polis, kızın üzerine iyice eğilmişti. Hala bilincine
kavuşamamış kız boş gözlerle onunkilere baktı. Kadir
kıza gülümsedi. Öyle içtendi ki, adam kendi gülümsemesinden utandı. Belli belirsiz bir gülümsemeyle
karşılık verdi kız ona. Sonra sağ elini kaldırdı, baktı ve
şöyle dedi: “Tırnağım kırılmış.”
Birden, Gülsüm sordu: “Tavla oynayalım mı?”
Kadir’in gülümsemesi yüzünde bir an dondu. Kızın
sözlerinin zihninde anlam kazanması birkaç saniye
sürmüştü. Sonunda bilinçli bir şekilde kızın sözlerini
idrak ettiğinde gülümsemesi hızla devasa kahkahalara
dönüştü. Etraflarındaki insanlar ona tuhaf bakışlar
atmaya başlamıştı ama o kendini tutamıyordu bir türlü.
Bu sırada kız bilincini yitirdi ve sağlık görevlileri onu
sedyeye yerleştirerek iskelenin karaya bağlandığı noktada bekleyen ambulansa taşıdılar. Adam hala gülüyordu:
“Tırnağı kırılmış!”
Üç hafta sonra…
Gülsüm, elini şefkatle tutan adama baktı yan gözlerle.
Sarı, kırmızı, kahverengi, turuncu yaprakların üzerinde
yan yana yürüyorlardı. Adam gülümsüyordu. Farkında
değildi. Issız yola bakıyor, gülümsüyordu. Kısa süre sonra başını sağına çevirdi ve gözleri buluştu. Gülümsemeleri katlandı ve birlikte çoğaldı. Kadir Gülsüm’e sarıldı
ve ayaklarının altında hışırdayan yaprakların şarkısı
eşliğinde sezonu kapatmaya hazırlanan çay bahçesine
yöneldiler.
Kadir bir rüyadan uyanır gibi silkindi ve dikkatini kızın
gözlerinden sözlerine kaydırdı. Dudağının sağ kenarını
yukarı kıvırarak, “Yenilirsen kızmak yok ama?” dedi.
“Üç-üç.” Kadir hem attığı zarı, hem de skoru hatırlatıyordu yeni sevgilisine. Sağ üst köşeden çektiği iki pulla
altı kapısını kapattı ve Gülsüm’ün atması için zarı onun
önüne doğru gönderdi. Kız zara uzandığı gibi elini geri
çekti. Adama çok tanıdık gelen bir hareketle yüzü hizasına kaldırdı ve yine çok tanıdık gelen bir cümle kurdu:
“Tırnağım kırıldı.”
Kadir kahkahalara boğulmuştu. Kız bir süre bozulmuş
gibi adama baktı, sonra neye güldüğünü anlayarak o
da gülmeye başladı. Kahkahaları durulduktan sonraki
oyunu Gülsüm mars ederek kazandı ve kırılan tırnağının sinir bozukluğu ile kahramanının erken sevincini
değiş tokuş etti. Onda şanssızlıktan yakınan bir üzüntü
bırakmış, karşılığında aldığı zafer duygusuyla kendini
teselli etmişti.
Birden Kadir yeniden kahkahalar atmaya başladı: “Tırnağı kırılmış!”
Çayları, giderek soğuyan ve kışı muştulayan havanın
egemenliğinde kısa bir özgürlük molası gibiydi. İçiyorlar
ve birbirlerine bakıp gülümsüyorlardı. İçlerini ısıtmak
için başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu.
Yaklaşık bir haftadır birliktelerdi ve Kadir ilk kez sormaya cesaret etmişti kıza, neden o soğuk havada suda
olduğunu. Gülsüm bir süre kararsızca önünde duran boş
23
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Deneme
Bilge Dürüst
Geç Jack.
"İnsan özgür olmadan, huzurlu ve mutlu olamaz."
Dante
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
Geç Jack. Sen de geç. Sen de geç önümden Jack. Durma hadi, bakma öyle. Geç Jack. Görmeden, fark etmeden geç.
Bilmeden geç Jack, tanımadan, hissetmeden geç. Üzülme boşuna ilk değilsin, son da değilsin. Sen geçsen de geçmesen de başkaları da geçecek Jack, ben buradan kalkmadıkça, başkaları da geçecek. Önüme tükürmeye bile tenezzül
etmeyecek olanlar da geçecek Jack, beni insan yerine koymayanlar da geçecek. Sen de geç işte Jack, durduğun hata,
sen de geç. Sen de geç Jack, çünkü, geçmezsen; senin de önünden geçilecek.
Zaman aktı ve insanlar geçti Jack, zaman aktı ve insanlar geçti. Bakmadılar, görmediler, duymadılar, hissetmediler
Jack. Düşünmediler, önemsemediler. Zaman aktı ve insanlar geçti Jack, zaman aktı ve insanlar geçti.
Ben de isterdim tuzun kokusunu tutmayı tenimde, ben de isterdim bu Marmara'yı balıklarıyla, yosunlarıyla, kumuyla, taşıyla, pisliğiyle beraber kana kana içmeyi. Ben de isterdim Jack, Türkçe isimler kullanmayı hikayelerimde,
çünkü Türkçe isimler de ilgi çekebilirdi senin o alışıldık ismin kadar belki, şu koca Dünya özgür olsa senin özgür
olduğun gibi.
Ben de isterdim Jack, geleceğe umutla bakan bir kız çocuğu olmayı senin kuzenlerin, kardeşin, kız arkadaşların gibi,
ben de isterdim Jack korkmadan güzel şeyler düşünmeyi, geceleri arkama bakmadan yürümeyi öğrenmeyi, erkekleri
mecbur olduğumdan değil insan olduklarından dolayı sevmeyi. Ben de isterdim.
Ama yok Jack, yok öyle bir şey. Yok. Bir gölde yüzen balina kadar yok, bir adama güvenmiş ben kadar, aklı kasıklarında seyretmeyen bir erkek kadar yok, yok Jack. Yok aslanım öyle bir şey. Öyle bir şey yok.
O yüzden geç Jack, sen de geç. Durmadan, bakmadan, hissetmeden, düşünmeden, önemsemeden geç. Bakma ne
kadar çıplak olduğuma: Benim çıplaklığım hissizlik çünkü Jack. Ama bunları duyma ve de inanma.
2
0
0
8
24
Hikaye
Ziya Alpay
Yarı Yarıya
Ben kendi çapında edebiyatla uğraşan öykü, şiir falan
yazmaya çalışan, açıkça söylemek gerekirse halk tabiriyle kırık, çatlak, kopuk veya tuhaf denilen insanlardan
biriyim. Her ne kadar normal insan taklidi yapmaya
çalışsam da kendimi fazla gizleyemiyorum. Bu yüzden
tanıştığım insanlar çok geçmeden nasıl biri olduğumu
anlıyor ve derhal benden uzaklaşıyorlar. Ben de kendime
sanat sayesinde kurduğum hayali- fantastik dünyamda yaşayıp mutlu olmaya çalışıyorum. Kendi zevkime
uygun kitaplar okuyarak, fantastik öyküler yazmaya
çalışarak ve bazen de yazdığım kimi öyküleri e-dergilere
gönderip yayımlanmalarını bekleyerek günlerimi geçiriyordum. (Daha hiçbirini yayımlamadılar) Edebiyat,
insana yaşam ve kendisi hakkında bir şeyler öğretir, geliştirir, olgunlaştırır diyorlarsa da benim normal hayatla
pek ilgim olmadığı gibi edebiyatın bu yönüyle de hiçbir
ilgim yoktu.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
Birçok romanda ve öyküde tanık olmuşsunuzdur; birinci tekil şahıs kipinden anlatılır her şey. Bence burada
bir mantık hatası vardır. Bu anlatıcı kişi edebi olarak
güzel olan o cümleleri asla kuramaz. Kurabilecek olursa
şayet “demek ki bu anlatıcı kişi yazarın kendisidir” diye
düşünmemiz gerekir. Eğer bu anlatıcı kişi başta bize edebiyatla ilgili, yazmaya çalışan biri veya gerçek bir yazar
olarak tanıtılırsa mantık hatası ortadan kalkar. Fakat
biz yine de biliriz ki bu cümleleri kuran da yazardır.
Bununla birlikte yazar bu birinci tekil şahısa kişiliğinin, hayatının, tecrübelerinin ne kadarını koymuştur
ya da koymamıştır yazarı tanımadan bunu bilmemiz
olanaksız.. Şimdi ilk paragrafı neden yazdığımı anlamışsınızdır herhalde. Ben kitapları basılan ve satılan bir
yazar olsaydım ve okurlarımdan biri beni gerçek hayatta
tanımak istediğini söyleseydi ona cevabım şu olurdu:
Yazdığım kahramanlarıma bak, hepsinde ben varım,
“Onlar benim çeşitli versiyonlarım.”, derdim. Neyse işte,
bu konu üzerine sayfalarca yazılabilir, ben fazla uzatmadan anlatacağım olaya geçeyim.
Bir gün internette e-edebiyat dergilerinden birini okurken bir öykü ile karşılaştım. Son derece ilginç, sıra dışı
ve güzel bir öyküydü. Beni hemen tesiri altına aldı. Bu
öyküyü kimin yazdığını merak ettim. Başta okuduğum
halde aklımdan çıkmıştı. Yeniden başa döndüm. Yazarı:
Zeynep Kara’ydı. Daha önce ismini hiç duymadığım bir
yazardı. Bazı istisnalar haricinde karşı cinsimden birinin
böylesi öyküler yazdığına hiç şahit olmamıştım. Tanıyabildiğim kadarıyla onların hayata bakışı ve yaşama tarzı
benimle taban tabana zıttı. Fakat şimdi
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
Selin Ergene
onların içinden bana benzeyen biriyle karşılaşıyor olmak
düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Öyküyü tekrar
tekrar defalarca kez okudum. Her okuyuşumda ayrı bir
tat, ayrı bir lezzet alıyordum. Anlatım kadar anlatılanlar
da büyüleyici gelmişti bana. Ayrıca benim yazdığım öykülerle arasında garip bir benzerlik olduğunu gördüm ve
bu yazarla birçok ortak noktamız olacağını düşündüm.
Derginin önceki sayılarında gezerek başka öyküsü var
mı diye araştırdım. Yoktu. Sanırım bu son sayıda ilk defa
olarak onun öyküsünü yayımlamışlardı. Kimdi
25
2
0
0
8
Hikaye
Ziya Alpay
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
bu “Zeynep Kara?” Nasıl bir insandı? Neler yapardı?
Nerede yaşardı? Kaç yaşındaydı? Gibi sorular birikmeye
başladı zihnimde. Onu tanımak için içimde dayanılmaz
bir arzu hissediyordum. Fakat ne yapmalıydım? Bir mail
adresi var mı diye baktım. Hayır, maalesef yoktu. Ben de
bu durumda öykü hakkındaki yorum kısmına yazmayı
düşündüm. Tam iki hafta boyunca geceli gündüzlü bu
yazı üzerinde çalıştım. Mükemmel ve etkileyici olmasını istiyordum, öyle ki, yazar yorumlarımı okuyunca
benimle iletişim kurmak istemeliydi. Nihayetinde onca
uğraşıdan sonra yazıyı tamamlayıp gönderdim. Sonuna
da mail adresimi ve ismimi ekledim ve benimle iletişim
kurar mı acaba diye beklemeye başladım. Bekledim,
bekledim… Her gün içimde büyük bir heyecanla mail
adresimi kontrol ettim. Fakat ne gelen vardı ne de giden.
Umutsuzluğa kapılarak kendimi teselli etmeye çalıştım.
Belki, dedim, kendi kendime, Zeynep Kara’nın gerçek
kişiliğinin ve sürdürdüğü hayatının, yazdığı öykü ile
hiçbir ilgisi yok. Sadece edebiyatla ilgilenen, hayal gücü
biraz kuvvetli sıradan insanlardan biri. Hepsi bu.
Aradan günler ve haftalar geçti. Hiçbir gelişme olmadı. Bense öyküye daha tutkulu bir şekilde bağlandım.
Üzerinde bir dedektif gibi çalıştım. Her cümleyi, her kelimeyi, bütün noktalama işaretlerini tek tek inceledim.
Kusursuzdu. Tek bir mantık hatası, anlatım bozukluğu
veya yanlış bir noktalama işareti yoktu.
Açıkça söylemek gerekirse ben bu öyküye ve yazarına
aşık olmuştum. Aşık olmak benim neyimeydi ama
kalbim söz dinlemiyordu işte. Önce bu öyküye, öyküden
yola çıkarak da yazarına karşı duyulan engellemez bir
duyguydu bendeki.
Ve bir gün Zeynep Kara’dan kısa bir mail geldi:
Öyküm hakkında yaptığınız yorumlar gerçekten çok
ilginç. Öykümün bu şekilde anlaşılacağını hiç düşünmemiştim. Teşekkürler.
Not: İşlerimin yoğunluğu nedeniyle yorumunuzu daha
yeni gördüm. Bu sebepten de size fazla uzun yazamıyorum. Kusura bakmayın.
Zeynep Kara
Tahmin edebileceğiniz gibi bu cevap beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu kadar yoğun çalışan biri, benim hayallerimdeki prenses olamazdı. Benim prensesim
dünyaya fazla karışmamış, çalışmaktan hiç hoşlanmayan
biri olabilirdi ancak. Bu durumda ben de öyküyü ve
Zeynep’i tamamen unutmaya karar verdim. Geçenlerde
satın aldığım Lovecraft’ın öykülerini okumaya başladım.
Böylece bir ay kadar geçti. Onu tamamen aklımdan
çıkarmayı başarmıştım fakat yine aynı e-dergideki öykülere bakarken Zeynep Kara imzalı bir başka öyküyle
karşılaştım. Büyük bir heyecan ve merakla yeni öyküyü
okudum. Öncekinden de sıra dışı ve biraz erotikti. Sizlere şimdi bu öyküden birkaç bölüm sunmak istiyorum.
Böylece sıra dışı diyerek neden söz ettiğimi daha iyi
anlayabilirsiniz:
“Bir sabah uyandığımda kendimi başka bir yerde ve
başka bir bedende buldum. Gözlerimi ilk açtığımda
yastığımın ve çarşafımın renginin ve deseninin farklı
olduğunu gördüm. Yıllardır üzerinde yatıp uyuduğum
yatakta değildim. Sonra yastığın üzerine dökülen saçlarımın uzun olduğunu ve göğüslerimin varlığını fark ettim.
O an anladım ki bir kızın bedenindeydim. Üzerimde yer
yer çiçek desenli pembe bir eşofman takımı vardı. Başımı kaldırıp şöyle bir odada göz gezdirdim. Tüm eşyalar
bana yabancıydı. Makyaj malzemelerinden saç tokalarına kadar tipik bir kızın odasında bulunabilecek her
şey vardı. Komodinin üstünde küçük bir ayna gördüm.
Hemen oraya gidip yüzümü görmek istedim. Yorganı
üzerimden tamamen atıp yataktan çıktım. Üzerimdeki
şaşkınlık ve panik halinin yavaş yavaş geçmesiyle birlikte
parmak uçlarımın üzerinde aynadan tarafa doğru yürüdüm. Aynaya baktığımda beyaz tenli kahverengi gözlü,
küçük ve zarif burunlu genç bir kızın güzel yüzünü
gördüm.”
“O gün öğleden sonra kütüphaneye gittim ve Kafka’nın
Dava’sını önüme açıp boş bir masaya oturdum. Aradan
çok geçmeden kendimi kitaba kaptırmıştım. Nerede
ve kim olduğumu unutacak kadar kitabın büyüsüne
kapıldım. Yorgunluktan gözlerim sulanıp da bir ara
başımı kaldırdığımda tam karşı masamda oturan biriyle
bakışlarımız karşılaştı. Bana öyle geldi ki uzun bir zaman
boyunca masanın yanından görünen bacaklarıma ve
kitap okumaktan dolayı önüme eğik olduğum için ve
daracık badimin içinde sıkıca bastırmam sebebiyle iyice
belirginleşen ve muhtemelen bir kısmı görünen göğüslerime büyülenmişçesine bakıyordu. Onun da önünde
açık duran bir kitap vardı. Elimi yukarı kaldırıp yanıma
gelmesini işaret ettim. Yavaş ve temkinli adımlarla yanıma geldiğinde “ne okuyorsun” diye sordum.” Alçak sesle
“Borges’in Kum Kitabı” nı” diyerek cevapladı.
26
Hikaye
Ziya Alpay
Kollarından tutup “Gel benimle” dedim ve hiç konuşmadan birlikte kütüphanenin ücra bir köşesine gittik.
Etrafımızda hiç kimse yoktu. Masanın üzerine oturup
çantamı arkama koydum.
“Bacaklarım ne kadar güzel değil mi?” Dedim. “Onlara
dokunmak ister misin?”, “evet, çok isterim” deyince yere,
dizlerinin üzerine çökmesini işaret ettim. O da elleriyle
ayak bileklerimden başlayarak diz kapaklarımın üzerinden geçerek baldırlarımın bittiği yere kadar dokunup
okşadı. Memelerimden birini öpüp okşaması ve şehvetle
emmesi için önce sutyenimden ardından da badimden
dışarı çıkarttım. Beş dakika kadar mememi emdikten
sonra dudaklarımız birbirine yapıştı. Dudakları ve
diliyle dudaklarımı ve dilimi emiyordu. Her an birilerinin bizi görebileceği endişesiyle sevişmek çok heyecan
vericiydi. Deri şortumun düğmelerini çözerek açtı ve
aşağıya doğru çekti. Kendisi de pantolonunu ve külotunu dizlerine kadar indirdi… Penisini vajinama doğru
yaklaştırırken arkamdaki çantama uzandım. Sağ elimle
önceden içine koyduğum kalın içki şişesini kavradım.
Var gücümle şişeyi kafasına vurdum. Boş bir çuval gibi
yere düştü. Bayılmıştı. Kafasından akan kanlar saçlarına
ve kütüphanenin döşemesi üzerine sızıyordu. Ellerime
çantamdan çıkardığım plastik eldivenlerimi geçirdim.
Üstüne çıkıp eğilerek boğazını sıktım. Birkaç dakika
öylece bekledim. Artık nefes almıyordu. Ölmüştü. İşte
masanın üzerinde Kum Kitabı’nı bırakarak benim gibi
zehirli bir güzelle sevişmenin bedeli buydu. Yerde yatan
cesede birkaç dakika baktıktan sonra biraz önce dimdik
ve kaskatı olan penisini ağzıma aldım. Ellerimle çektim.
Tabii ki dikleşmiyordu. Çantamdan bir bıçak çıkartıp
penisini yumurtalıklarıyla birleştiği yerden keserek
küçük torbama attım. Külotunu ve pantolonunu üstüne
çektikten sonra arkama bakmadan gittim. Böyle bir şeyi
kütüphanede yapmak çok tehlikeliydi. Şans eseri bizi
kimse görmemişti ama bu her zaman görmeyecekleri
anlamına gelmezdi. O yüzden başka sefer çok dikkatli
olmalıydım.”
“Etraf oldukça karanlık ve tenhaydı. Onunla el ele tutuşmuş, sokak lambalarının beyaz ışığı altında, şehrin arka
sokaklarında sessizce yürüyorduk. Geceleri hava serinlediği için siyah deriden giymiş olduğum şortumun açıkta
bıraktığı bacaklarımın hafiften üşüdüğünü hissettim.
Ayrıca serin bir rüzgar göğüs dekoltemin içine dolup
çıkarken memelerimi nazikçe okşuyordu. Aramızdaki
suskunluğu bıçak gibi delerek birden “Marks ve Freud
gerçekten çok tuhaf insanlardı” dedim. “Onlar da
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
kim? Hiç duymadım” diye karşılık verince iki apartman
arasındaki karanlığa doğru sürükledim onu. Binanın
duvarına yaslanarak bir çırpıda sutyenimin içinden
çıkardığım memelerimi dudaklarının üzerine bastırdım.
Sol elini tutup sağ bacağımın çıplak baldırlarına, sağ
elini tutup külotumun içine sokarak vajinama bastırdım.
Yaklaşık beş dakika kadar bu şekilde seviştikten sonra
ellerimle göğsünden iterek ondan ayrıldım. Yere bıraktığım çantama eğilip açarak en keskin bıçağımı çıkardım.
Ne yaptığımı anlamadığını ifade eden bakışlarla bana
bakıyordu. Üzerine doğru yürüdüm. Burun buruna
geldiğimizde bıçağı bütün gücümle midesine sapladım.
Benden böyle bir şeyi hiç beklemediği için savunmasız
yakalanmıştı. Acıdan yüzü buruştu, vücudu iki büklüm
oldu. Ağzından acı içinde çıkan “Ne yapıyorsun sen?”
sözlerini duyduğum esnada sol kulağına doğru eğildim.
“Ben karanlıkların prensesiyim.” diye fısıldayarak bıçağı
boğazına bastırıp bütün gücümle sürttüm.
“Marks ve Freud kimmiş ha? Hıh! Zaten bilsen şaşardım.”
27
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Hikaye
Ziya Alpay
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
“ Kaç defa kendimi yüksek binalardan aşağı bıraktıysam,
eczaneden aldığım kaç kutu ilacı mideme indirdiysem,
kaç defa bileklerimi jiletlerle kestiysem, kaç defa kalın
iplerle kendimi asmaya çalıştıysam da her defasında
kendimi yatağımda yeni uyanmış buldum. Hatta bir defasında okuldan birkaç kişinin gözleri önünde kendimi
porsuk çayını atmama rağmen bir şey değişmedi. Yine
yatağımdaydım. Üstelik sonra onlara sorduğumda böyle
bir olayı hatırlamıyorlardı bile. Anladım ki ne yaparsam
yapayım ölemeyecektim. Neydim ben? Erkek miydim
dişi mi? İnsan mıydım? Başka bir şey mi? Lanetlenmiş
miydim acaba? İçimde nefret ve kinden başka bir duygu
yoktu.”
Şimdi bir okur olarak bu öykünün bir sonuç bölümüyle
bitmesini bekliyorsunuzdur ancak ben bunun yerine size
bir soru sorup, sonucu tamamen sizin hayal gücünüze
bırakarak öykümü tamamlamak istiyorum:
(Küçük bir not: Bilgisayarımın gizli dosyaları içinde
yukarıda Zeynep Kara’dan alıntıladığım aynı öyküyü
buldum.)
Evet, öyleyse?
Zeynep Kara kimdi?
Bunları yazan birinin sıradan bir edebiyat meraklısı
olması mümkün değildi kanımca. Bu öyküyü dinlediğim tek tür olan Black Metal müziğinin şarkı sözlerinde
anlatılan korku hikayelerine benzettim. Ayrıca Amerikan filmlerinde kötülük yapan güzel bir kızın konu
edildiği senaryoları andırdığını da söyleyebilirim. Eh
işte biraz da erkek dergilerinde ve ucuz seks gazetelerinde anlatılan erotik öykülere... Fakat içimde, bu öyküde
var olan gizemli bir şeyleri seziyordum. Sonra acaba diye
düşündüm, Zeynep, gerçek hayatında normal insanlar
gibi yaşarken öykülerinde bilinçaltının derinliklerini mi
yansıtmaya çalışıyordu? Olabilirdi ama onu tanımadan
bir yargıda bulunmak doğru olmazdı.
II.
Çocukluğumdan bu yana peşimi hiç bırakmayan psikiyatrik bir rahatsızlığım vardı. Bu öyküler ve Zeynep
hakkındaki düşüncelerim engellenemez bir şekilde
şiddetli olarak psikolojimi alt üst etti. O e-dergiye
Zeynep Kara’nın kim olduğunu söylemelerini ya da en
azından bir mail adresini vermelerini rica eden onlarca
mail gönderdim fakat onunla iletişim kurma çabalarım
sonuç vermeyince ciddi manada bunalıma girdim. İlerleyen günlerin birinde kendimi bir psikiyatri kliniğine
yatırılmış buldum. Bir çeşit sinir krizi geçirerek ilaçlarla
intihara teşebbüs edince annem ve babam telaşlanmışlar
ve çareyi beni acil olarak bir kliniğe yatırmakta bulmuşlardı. Bir iki ay süren tedaviden sonra yavaş yavaş
kendime gelmeye başladım. Fakat ne o öyküleri ne de
Zeynep’i unutamamıştım. Beynimin içinde bitmeyen
bir müzik gibi sürekli çalıyorlardı. Bana bakan doktor
hakkımda bir teşhis koymaya çalışarak benim için “yarı
erkek yarı kadın” olduğumu söyleyip bunun zihinsel bir
rahatsızlıktan kaynaklandığını ve bu durumun homoseksüellikle hiç bir ilgisi olmadığını açıkladı.
28
Röportaj
Kaan İnal
BANG? Röportajı
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
Grubu okuyucularımıza tanıtabilir misiniz?
Ali Evcimen bas gitarda, vokalde Bülent Çallı, gitarda
Alper Özgün, davulda Yavuz Aktürk, klavyede Oğuzhan Özçoban ve diğer gitar da Serhan Akalın. Oğuzhan
grubumuzda yeni. Grup dört beş aylık ancak biz uzun
zamandır tanıyoruz birbirimizi. Daha önce çalıştığımız
gruplar daha çok cover yapıyordu. İşimizi seviyorduk
ancak bu bizi tatmin etmiyordu. Böylece kendi şarkılarımızı yapabileceğimiz bir grup kurmaya karar verdik
(Fikir ilk Serhan Akalın’dan çıkıyor). Birbirimizi tanıyorduk, böyle bir grupta kimlerin çalışabileceği hakkında fikir sahibiydik. Yavaş yavaş
bütünleşme sağlandı. Grupta sadece müzikal başarı
sağlayan insanlar yok, arkadaşlık ve takım ruhlarını hissedebilen ve bunlara sahip çıkabilen insanlar var. Amacımız sesimizi, müziğimizi yurt dışında duyurabilmek. Bu
amacın bizi diğer gruplardan ayırdığını düşünüyoruz.
Şansımızı deneyeceğiz. Organizasyonlarımızı buna göre
belirledik. Tabii bu yüzden de şarkılarımız İngilizce.
Türkiye’de ki gruplar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de sözlerin Türkçe olmadıkça başarılı olmanız
biraz zor. Yerine oturmuş bazı kalıplar var. Ancak tarz
olarak Hard Rock’ı göremiyoruz. Daha çok metal
29
2
0
0
8
Röportaj
Kaan İnal
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
grupları var. Metal ve metalin türevleri diyelim. Ama
bunların da çoğu ya cover grubu ya da Türkçe söylüyor
şarkılarını. Çoğunluk piyasanın yönlendirdiği şekilde
yapıyor müziğini.
2
0
0
8
Aşağı yukarı dinlediğimiz gruplar aynı. 70’ler ve 80’ler
gerek parça seçiminde gerekse beste seçiminde, bizim
için ortak bir nokta. Bu yılların tarzı bizim hoşumuza
gidiyor. Belki de bu işin tuzu biberi bizim için. Müzikal
kalitenin geniş bir çapta olması avantaj sağlıyor. Herkesin tanıdığı, dinlediği tarzlar; hepsinin birbirinden farklı
tadı var. Biz burada bir karışım yapıyoruz. 80’lerin Hard
Rock sound’undan tutun günümüzün metal çok olmasa
bile alternatif seslerine yakın bir Hard Rock tarzımız
var. Bu tarzımızdan tek memnun olan biz değiliz de,
bazı ciddi plak şirketlerine parçalarımızı inlettik, gelen
yorumlar bize daha çok çalışma arzusu da verdi. İleride
daha da iyi olacağız gibi gözüküyor.
Neler dinliyorsunuz?
Hard Rock 80’lerden etkilenmiştir. Düşüş içinde mi?
Düşüş içindeyse neden? Neden eski etkisini kaybetti?
Röportajı üç sene önce yapsaydık evet düşüş içinde derdik. Türkiye piyasası hariç, Dünya’ya baktığınız zaman
bir eskiye dönüş söz konusu. Yani yapılan işe baktığımızda eskiden bir ya da iki grup sayabilirdik. Şimdi ise altı
veya yedi tane... Bir artış var. Klasik Hard Rock tarzına
bir geri dönüş var, insanlar bunları dinliyorlarsa demek
ki istiyorlar. Türkiye’de de potansiyel var, eski grupları
yeniden görüyoruz. Yeni gruplar da var. Tabii bunun ne
kadar süreceğini bilemeyiz. Ama kısır bir döngü içinde
Hard Rock, çünkü belli kalıpları var. Dışarıdan bir şey
katamıyorsunuz. Böyle olunca da ister istemez kendini
tekrarlıyor. 80’lerin sonunda 90’ların başında mesela
kendini çok fazla tekrar etti. Bu tekrardan dolayı yeni
türevler de ortaya çıkıyor tabi. Ancak son zamanlarda
genel bir kısırlık var. O yüzden geçmişe bir dönüş başladı. Tabi görüşler değişebilir. Mesela hard rock düşüşte
demekten ziyade Hard Rock’ın mainstream olduğu bir
dönem de diyebiliriz. Eskiden gruplar sahneye çıkar
inanılmaz gitar hareketleri yapıp acayip şekilde dans
ederlerdi. Bir zamanlar Micheal Jackson dünyanın bir
numarası idi. Sonradan Madonna kasıp kavurdu ortalığı. Elton John keza Amerika’da öyle. Ancak günümüzde
böyle bir örnek veremiyoruz çünkü herkes her şeyi dinliyor. Yani Elektronik Müzik dinleyen bir adam death
30
Röportaj
Kaan İnal
metal’de dinliyor olabilir. İnternetin özellikle burada
çok büyük bir etkisi var. Çok farklı tarzlar yarattı. Mesela eskiden bir albüm tanıtımı için çok uğraşırdınız. Ama
artık bilgiye ulaşmak çok kolay oldu. Dolayısıyla eskisi
gibi kalıcı grupların olması çok zor artık. Çok çabuk
değişiyor her şey ve müzik bu değişime cevap veremiyor.
onları da kaydedeceğiz ve sonra tamamen bitecek.
Peki, nasıl bir değişim oldu?
S
E
R
T
Bir Iron Maiden parçasını dinlerken adamlar neler
yapmış diyorsun. Aynısını Deep Purple dinlerken de
diyorsun. Ama günümüz gruplarına baktığında müzikte bir sadeleşme görüyorsun. Çalınışlar, sololar çok
basitleşti ama onun büyütüldüğü atmosfere ve ortama
çok önem verildi. Sözlere daha çok önem verildi ve daha
çok anlam yüklendi. Yani yeni parçaları çalmak çok zor
değil. Çok büyük müzisyenlik gerektiren, teknik beceri
isteyen parçalar görmüyoruz. Sözler ama eğlenceli ve
ironilerle dolu. Anlam biraz daha ön plana çıktı. Lynn
Anderson’un bir lafı vardı : “70’lerde,80’lerde o kadar
çok nota tükettik ki yeni gelenlere bir şeyler kalmadı.”
Iron Maiden’ın bir parçasından bugün albüm yapılabilinir yani.
Nelerden ilham alıyorsunuz?
Belli bir kalıba bağlı değil, hissettiğimizi çalıyoruz.
Oturup şöyle yapıyoruz demek çok da doğru değil. Yaşadığımız bir olay veya gözlemlediğimiz bir şey de olabilir.
Mesela şehir yaşamında ıssızlaşan yaşamlar ya da politik
anlamda güçlü olan şarkılar veya pastoral tarımsal
şarkılar... Ama şu çok hoş bir gerçek ki gruba bir beste
geldiğinde herkes katılabiliyor ona.
Dinleyicilerinizle aranız nasıl?
Daha sahneye çıkmadık. Öncelikli hedefimiz yurt
dışındaki plak şirketlerine kayıt göndermek olduğu için
henüz canlı performansımız olmadı. Ancak tecrübelerimizden şunu söyleyebiliriz ki iyi bir şekilde karşılanıyoruz. Ters bir şey yaşamadık, kafamıza şişe yemedik.
Bir keresinde “Murder King” diye bağırmışlardı o kadar.
Ama görmeden de konuşmak belki de pek doğru değil.
BANG? olarak hiç çalmadık, yani evde çalıyor BANG?.
Oğuzhan’ın katılımıyla tam olarak tamamladık grubu
ve olduk biz diyebiliriz. Birkaç hafta öncesine kadar da
hedefimiz hep kayıtlardı, canlı performansı hiç düşünmedik. Kayıtları tamamladık, gerçi yeni şarkılarımız var
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
Bundan sonra da hedefimiz canlı performans olacak.
Ama her hafta program yapan bir grup olmak istemiyoruz. Hedefimiz BANG? olarak kendimizi tanıtmak
olacak ve bizim hakikatten yaptığımız müziği karşılayabilecek yerlerde çalmak istiyoruz. O ses ve ortamı
karşılayabilecek yerlerde çıkmak istiyoruz. Aslında
Türkiye’de çok fazla yer yok, o yüzden çok fazla konser
veremeyeceğiz.
Peki demo ya da başka çalışmalarınız için bize kesin
bir tarih verebilir misiniz?
Grup yeni ama biz eskiden de birbirimizi tanıyorduk.
Bazı parçalarımızı BANG? ilk oluşmaya başladığından
yani grup üyeleri teker teker birleşmeye başladığı zamandan beri hazırlıyoruz. Yani parçalarımız hazırdı. Yeni
arkadaşlarımızın gelmesiyle beraber yeni parçalar da
çıktı. Bu yüzden demo işini biraz erteledik. Ancak kısa
bir süre sonra demoyu şirketlere göndereceğiz. Demoyu
hakikatten çok özenle hazırlıyoruz. Orjinal bir kapağı
olacak, profesyonel grafikerlere tasarlatıyoruz. Aynı
hassasiyeti kayıtlarda da gerçekleştirdik. Çok iyi bir yerde çalıştık. Çok emek ve para harladık. Sadece bunlar
yormadı tabi ki bizi şu unutulmamalı ki bu bilgilere
31
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Röportaj
Kaan İnal
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
ulaşmak çok kolay bir iş değil. Yani bir sürü plak şirketi
var ama onlara ulaşmak zor. Yani birçok insanın bununla nasıl başa çıkacağı hakkında bile bir fikri yok. Bunların araştırılmasıyla çok vakit harcadık. Ama hayalimizin
peşinden gittiğimiz gerçekleri görmeyeceğimiz anlamına
gelmiyor. Gerçekçiyiz. Demoyu Sony’ye ya da Atlantic
Records’a göndermeyeceğiz. Herkes onlara gönderiyor
çünkü. Türkiye’de ki Sony’nin mesela karar vericileri
diyelim artık onların orada bir kutu var gelen CD’leri
ona atıyorlar. Yani umutlarımız ve yüksek hedeflerimiz
var ama zirvelerde gezelim diye başlamadık. Ayaklarımız
yere basıyor. Bağımsız ve değişik gruplara şans veren
firmaları kovalayacağız. Amerika’da büyük piyasası var
bu işin. Ama Kanada da olur, Almanya da, Japonya da.
Yaptığımız işi sömürmeyecek bir menajer arayışındayız
ayrıca. Görüştüğümüz kişiler var. Mesela bir keresinde
çok önemli, tanınmış bir menajerle yazıştık. Bize nasıl
yardımcı olabilirim diye sormuştu. Belki bizi daha çok
yolun başında görmüştü ama bu bizim için önemliydi
yinede. Çünkü kimse var mı diye bağırdığımızda bize
geri dönen bir ses oldu.
Müziğin bir rengi olsaydı sizin müziğinizin rengi ne
olurdu?
Turuncu olurdu. Logomuzda turuncu mesela, her şey
bizim için turuncu.
Peki, Rock’ın bir ihtiyaçtan dolayı çıktığı söyleniyor,
isyana olan ihtiyaç gibi. Savaşlardan sonra çıkmış bir
müzik tarzı. Rock’ın tekrar böyle bir şeye ihtiyacı
olabilir mi? Yani ateşleyici bir şeye?
“Biz savaş çıkmadan yapalım müziğimizi, savaştan sonra
olmasın.”
Rock müziğin çıkış noktası her zaman bir isyan, baskı ve
bir çıkış yolu arama oldu dediğin gibi. O bunu sağlayan
her zaman sadece o toplumsal sağduyu, ortak savaşlar
falan değil mesela özellikle Rock kelimesi 50’lerde
Amerika’da popüler olmaya başladığı zamanlarda şarkıların içinde, aslında cinsel ilişkiyi çağrıştırıyordu. Cinsel
ilişki onun yerine kullanılan bir cümleydi ve ayıptı.
Ve bunun kullanılması yasaktı. İşte “Good rock of the
night.”, dediğinde herkes onun ne demek olduğunu
biliyordu ve yayınlarda bunun söylenmesi pek hoş karşılanmıyordu. Fakat insanlar bunu yavaş yavaş şarkılarına
koymaya başladılar, Rock kelimesini kullandılar ve Rock
Müzik ismini buradan aldı. Yuvarlanmakla aslında bir
alakası yok. Asıl olay bir yerde bir baskı koyduğunuz
32
Röportaj
Kaan İnal
zaman ortaya çıkan bir müzik oldu. Bunun işte kökenlerine indiğiniz zaman bunun kölelerin yaptığı müzik
olarak da ortaya çıkıyor. Yani yasak olan bir şeyi yapamadıklarını şarkılarına döktüler. Bir şekilde bir isyan
her zaman işin içinde yer aldı. Aslında bunu işte tepeye
çıktığı noktada hep böyle savaş veya böyle çok büyük
global değişikliklere denk gelmesi aslında Rock Müzik
bu değişimlerden doğdu değil de rock müzik o değişimlere bu şekilde tepki verdi demek daha doğru. Mesela
özellikle hard rock hakkında şu düşündürüyor: 80’lerde
Avrupa’daki o dönemde ki modaya baktığınız zaman
müzikte bireysellik göze çarpıyordu ve bir de seks temalı
şarkılar konusunda bir patlama yaşanıyordu. Büyük bir
serbestlik yaşandı o zamanlar ve 70’lerde konuşulamayan veya hasıraltında konuşulan pek çok şey rahatlıkla
sinemaya koyuldu. Bu şekilde o zamanki Hard Rock bu
tür konulardan bahsetti bir isim vardı ama bunlar bireysel isimlerdi. Daha sonra 90’larda bir toplumsal bilinç
krizi başladı. Bazı şeylerin değişmesi, tüketimin artması
falan... Toplumdaki işte dengelerin değişmesi, globalizasyonun hızlanması, küresel ısınmanın eklenmesi... Bu
kez o adamların yaptığı o 80’lerdeki bireysel mesajlar
içeren isyan dolu şarkılar tek başına yeterli olmamaya
başladı veya o tarz müziği 2 akorla falan coşkulu nakaratlarla anlatamayacağınız ortaya çıktı. Çıkan müziklerin daha popüler olması veya alternatif müziklerin Rage
Against The Machine gibi grupların fırlamasının nedeni
de bu. Daha hırslı şeyler, daha öfkeli şeyler anlatabileceğiniz müziğe ihtiyacınız oldu ve o ortaya çıktı. Ve o
Hard Rock’ın süslü püslü imajı işe yaramamaya başladı
ve yavaş yavaş bu 2000’li yıllara geldiğimizde yeniden
bir bireysellik ortaya çıkmaya başladı. İşte internet
yaygınlaştı, hayatın bir parçası oldu. Facebook, Myspace, ve anlık mesajlaşma yöntemleri ile herkes kendisini
bir birey olarak çok rahat gösterebilir hale geldi. Yani
bu yüzden toplumsal temalı mesaj vermek için bir grup
kurmanıza gerek yok. Artık bunu başka yöntemlerle
daha kolay yapma şansınız var. İnternetten bir şeyler yapabilirsiniz. Televizyon kanalları var. Birine çıkmazsanız
birine çıkarsınız mutlaka, birinde mesajınızı iletirsiniz.
bakarsanız, sanat tepkiseldir. Yani sanatın kendi içinde
tepkisel dinamikleri vardır. Ama müzik daha fazla kişiye
ulaştığı için, daha fazla belirleyici olduğu için, insanlar genelde müziğe kendilerini odaklarlar. Tabi müzik
içinde de rock müzik çerçeveleniyor. O yüzden dünya
bu şekilde yaşamaya devam ettiği sürece, rock müzik hep
tepkisel olacaktır. Yani duygu ve düşünceler her zaman
anlatılacaktır.
BANG?’e http://www.myspace.com/rockbang
adresinden ulaşabilirsiniz. Sert Sessiz Dergi olarak
yurt dışı başarılarıyla beraber en kısa sürede dinleyicileri ile buluşmalarını diliyoruz.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
O yüzden de, o çeşit toplumsal dertleri olan ve Hard
Rock’ı bu tavırla kullanan grupların yerine yavaş yavaş
bireysel isyan kullanan gruplar piyasaya çıkmaya başladı,
yine komün bir asillik ararsanız bulabilirsiniz ama konulara baktığınız zaman bireysel yani; adam terk edilmiş,
parası bitmiş, sokakta kalmış, sevgilisi terk etmiş gibi.
Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki genel olarak sanata
33
Deneme
Engin Aşar
Ayın Yazısı
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Sevmek ve sevilmek çok değerli arkadaş. Kolay kazanılmıyor sevgi ve saygı. Ama saygı ve sevgi de çok kolay
yitiriliyor. Güvenmek birine... Tanrım, en ağır sorumluluk. Peki, neden bu kadar sancılı gene bizim gibi bir
başkasına bu kadar içten samimi ve temiz duygular
beslemek? O ruh ikizini bulmak ya da saygı duyduğun
değerleri bir bütün olarak görmek. Yok, hayır yanlış
anlama lütfen kalbim çok yaralanır. Ben sevmek derken
sadece insanı değil yaratılmış olan her şeyi kastediyorum. İnsanın dokunabildiklerinin ötesi de buna dâhil.
Pekiyi, nelerdir bizleri bu katkısız değerlerden uzak
kılan ölçüler? Ayrımcılık? Belki evet, ya kibir? Tabii ki,
sonuna kadar. Saf ve temiz olduğuna inanmak bir insanı
o kadar mı zor; paylaşmadan, sabretmeden, hak tanımadan en adi suçlara hüküm giydirmek? Sadece sevmek
ama saygının salık verdiği tüm ruhlarda...
üzülüyorum. Sana kızamayacak kadar acıyorum.
Hâlbuki her şey farklı olabilirdi. Eğer biraz değişim ve
gelişim için emek vermiş olsan ve şansız olan nice yaşamları ümit ışığı olabilmenin verdiği iç huzuru tadabilmiş olsan yüreğin evrene sığmazdı. Bu kutsallığı hiç bir
zaman ruhuna sindiremeyeceğin için senin adına artık
çok üzülüyorum. Senden nefret ettiğim için beni bağışla. Senden özür diliyorum. Ama yapmam gerekenler var
seni kendi "geleceğinle" baş başa bırakmak istiyorum.
Sana "parlak" bir ömür diliyorum.
Kendine iyi bak
Kolay kazanılmıyor insanlıklar. Uzun süreli çalışma,
terbiye, ahlak kumarbazlıkları içinde, eğitim kargaşasında koşuşturmalar, sabretme ve erdemin ne olduğunu
tanıma ya da tanımaya çalışma birçoğumuz için, kayıplar
elimizden avucumuzdan kayıp giden ve "keşke"ler
dünyasının pişmanlıkları... Kazanımlar öyle ki; dünyayı
avucunda hissettiğin en güçlü ve en acımasız diktatörlere taş çıkarttığın o anlar... Kolay yetişmiyor insan.
Fedakârlıkların peşi sıra aldatma ve aldatılma fırtınalarında diz çökmeden ve türlü oyunların kural tanımaz
çelişkiler denizinde boğulmadan hayatta kalabilmek...
Kolay değil ki insan olmak. İnsanca hak ve özgürlüklerin
her birimiz için ortak olması uğruna verilen savaşlar.
Nice gözyaşı nice sonsuz inatlaşmalar öbeğinde ezen ve
ezilenin yan yana sırt sırta savaştığı dönemler... Ve elde
edilen bir hiç. Yok, aslında hayır o kadar zalim değil.
Biraz gözyaşı herkes için ilaç olabilir, biraz ter, biraz kan
ve biraz umut. Bir potada erittiğinizde size HAYAT
iksirinden bir nebze. Korkulacak bir şey yok gel sen de
katıl bu kumpanyaya ama unutmadan söyleyeyim giriş
için İNSAN olmak şart...
Seni kaybettim bugün. Üzülüyorum artık yanımızda
değilsin diye. Bu insanlık için çok şeyler yaptın. Birçoğu doğru kararlar iken bazıları ne yazık ki yanlıştı.
Biliyorum bunu bana hatırlatmana gerek yok. Herkes
hata yapabilir. Ama duyduklarımdan ve gördüklerimden söyleyebilirim ki, çok dürüst ve içten bir insandın.
Toplumun her bireyi seni dürüstlüğün ve samimiyetinle
tanıdı. Bunu başarmak birçok ölümlü için zor bir meziyettir. Günün birinde ben de senin kadar hatta senden
daha değerli olmak adına uğraşacağım. Hayır, alınmanı
istemem. Tabii ki amacım seninle baş ölçüşmek değil.
Ama herkesin bir ideali olmalı yaşamda yoksa nefes
almamızın bir anlamı kalmayacak. Her birey var edilmiş
bu hazineye bir şeyler kattığı sürece kurulu düzen daha
da zenginleşecektir. Yaratmalıyız. Üretmeli ve hep ama
hep daha iyiye taşımalıyız. Ama ne biliyor musun işin
özü: İnsan ruhunu zenginleştirmek olmalı ve dünyadaki
güzelliklere birçoğunu eklemek hatta unutulmuşları tekrar diriltmek olmalı. İşte bu noktada bireysel özgüven ve
donanım ön plana geliyor. Nice değerlere sahip çıkmak
ve yenilerini oluşturmak… Geleceğe hükmetmek ve
onurla savaşmak. Ben varım eğer bu yolda savaşmaya
hazırsan onur konuğum olursun. Saygıyla selamlarım.
Beraber nice güzelliklere yelken açalım ve birlikte aşılmaz engelleri yerle bir edelim.
Nefret ediyorum sizlerden. Zalimsin kardeşim. Bir
başkasının kanlı rüyalarından beslenecek kadar adi, bir
o kadar kalleşsiniz. Ama sana kızmıyorum. Gerçekten.
Çünkü üretemeyecek kadar fakir ruhunla başka insanları peşinden sürüklemeyi bırak, kendi soluduğun havanın
bile bir gün biteceğinden korkuyorsun. Parazit olamayacak kadar tembelsin çünkü. Ve gün gelip bu tertemiz
toprakları kanlı, pis ellerinle tamamen kirlettikten sonra
bambaşka ülkelerin masum çocuklarına dil uzatacak
kadar nefret dolu yüreğin. Senin adına bu yüzden
Sevmekten asla bıkmayacağım herhalde. Gün geçmiyor
ki etrafımdaki yepyeni olaylar ve tanıdığım birçok insan,
yepyeni değişimleri de beraberlerinde getiriyor. Yepyeni
insanlar tanıyorum. Bu biraz da girişken olmamdan ya
da birçok alanla ilgili çalışmalarımdan dolayı farklı kimliklerle tanışmaktan olsa gerek. Sıkılacak zaman bulamıyorum. Bu elbette güzel… Olabildiğice de verimli sulara
yelken açıyorum bir günde devri âlemlere çıkıyorum.
Tehlikeli ama bir o kadarda macera dolu eşsiz yolculuklarda birçok dostluklar elde ediyorum
34
Deneme
Engin Aşar
farklı dallardan bambaşka karakterden ve ilgi alanlarından. Ama ortak olan bir şey var ki soluduğum hayatta
ne varsa ona borçluyum. Yüzyıllardır insanoğlunun en
kara dönemlerine ışık tutmuş aydınlatmıştır. Başlarda
bir mum ışığı iken daha sonraları bir aleve dönüşmüş ve
tüm evrenin çözümlenmesinde rol oynamıştır. O öyle
bir güçtür ki; sıkı sıkıya aklınıza gelen her alanda rasyonelliğin ve estetiğin anlaşılmasında kilit anahtar olmuştur. İnsan aklının en derin sırlarını onla keşfetmişizdir
ve gene onun sayesinde daha keşfedeceğimiz bir o kadar
şey olacaktır. Mantıktır o. Anlamdır. Dünyayı ve diğer
âlemleri anlamamıza araçtır. Ruhun egemen olduğu ve
sezgilerimizde bile bizlere yol gösterir. Algoritmadır
başlı başına. Çözümlemedir. Felsefedir o. Antropoloji,
sosyoloji, psikoloji ve en önemlisi estetiğin ta kendisidir.
Ne olduğunu bulabildin mi? Biraz düşün. Bulacaksın.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
35
Deneme
Bahar Boredlover
Gitme Desem
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
Müzik hep kulağımızı okşar derler.
Yumuşacık, insanı sarıp sarmalayıveren bir etkisi vardır
her daim...
Oysa çelikten daha sert, kılıçtan daha keskin ve bir diktatörden bile daha zalim ve acımasız olabiliyormuş, yeni
anladım, hatta az önce fark ettim bunu; sarsıla sarsıla
hıçkırığa tutulduğum bir ağlama nöbetiyle ayırdığına
vardım.
Tek bir şarkı, katılırcasına ağlatmaya başlayınca daha da
koydu yalnızlığım, çaresizliğim ve zavallılığımın farkına
varma duygusu...
“Gitme desem canım kalır mısın benimle
Gitme desem canım sever misin beni yine?”, diyordu nakaratında. “Gidersen doğmaz güneşim, sarar gözlerimi
acı bir telaş...”, Bu sözler miydi beni hıçkırtan, müziğin
etkisi mi, şarkıyı söyleyen kadının içten feryadı mıydı?
Yoksa “Gitme!”, dediğim halde giden, “Sever misin
beni?”, dediğim halde sevemeyeceğini yüzüme söyleyenin hayali miydi? Bilemiyordum... Tek bildiğim 45
dakikaya yakın; hıçkırıklarla, sarsıla sarsıla, katıla katıla
ağladığım. Ve ağlarken bile “Bu ben miyim? Bu kadar
ağlayabilir miymişim? Bu kadar çok mu seviyormuşum
onu ?”, diye de içimden kendime şaştığım, ama ne fayda
ki ağlama nöbetimi bir türlü sona erdiremeyişimdi...
Ardından bir başka içli ve bezgin kadın sesi:
“Yetinmeyi bilir misin, ?
Sana verdiği kadarıyla hayatın.
Hoş, bilsen de bilmesen de
Yara bere içinde bu yollardan geçeceksin
Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil
Ama olmadı yar
Kendini kayırıyor her insan
Bu yüzden aşka kıyar
Giderim alışığım gitmelere
Direndi bu can ne bitmelere
Gerek yok isyan etmelere.”, diye kendisiyle dertleşmeye
başlayınca aklımın ve gözyaşlarımın dizginlerini yine
kaçırıverdim oto kontrolümden zaten.
“Hayal kahramanım dün öldü
Süpermen yokmuş
Âdem - Havva, Kerem - Aslı
Gerçekten zormuş
Dünün kahramanı yok oldun
Yalnızlık zormuş
Uslu uslu bakakaldım
Son çarem buymuş
Sağ olasın, yoku sevmek bu muymuş?
Var olasın yalanın gibi kaybolasın.”
-----------Kestiği yerleri hala kanıyor ve acıyor yüreğimin...
Kim bilir, belki de kesen şarkılar değil de o şarkılarla
canlanıverenin hayaliydi...
Bunca yıldır beni eğlendiren, mutlu eden müzik, artık
canımı acıtmaya başlamış, eziyet eder hale gelmişti.
Sığınacağım şarkılarım da kalmadı artık korkarım. Ve
korkarım ki artık sadece ağlatacak beni şarkılar. Mutlu
olmayı unutmuş bir yüreğin tek neşe kaynağı da bir anda
alınıverdi elinden.
Son şarkı, son darbe ve altın vuruş geldi ardından...
36
Şiir
Bilge Dürüst
Kardaş
nasıl imkân bulamadıysa uçmaya
ali'nin âit olduğu memlekette
uçakların üzerinden yavru martılar
o da imkân bulamadı
kanatları güçsüz olduğundan
veya delil yeterliliğinden salıverilmemiş
şarkılar yazdığından anasının gözyaşlarına
S
E
R
T
ama
hep içinden
"uçabilseydim şâyet" dedi
bir an bile uçmak fikrinden vazgeçmeden
S
E
S
S
İ
Z
ki
bildiğimden söyleyeyim
uçabilseydi şâyet
nefes alıp vermesi kadar doğal
ve alışılmış
ilk işi
onun uğruna
bir bulut yakmak
olacaktı
D
E
R
G
İ
A
R
A
L
I
K
2
0
0
8
37