1453 Dergisi 17. Sayı

Transkript

1453 Dergisi 17. Sayı
SAYI 17 / 2013
BU BİR SÜRELİ YAYINDIR
PARA İLE SATILMAZ
YÖNETİM
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni
Nevzat KÜTÜK
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ,
Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU
Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ
YAYIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Alper ÇEKER
Yayın Kurulu
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL,
Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN,
Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN
Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMAN
Grafik Tasarım
Şükran KUMRAL
Fotoğraflar
Mustafa KİRAZ - Rabia YILMAZ
Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)
İletişim
[email protected]
YAPIM
KÜLTÜR A.Ş.
Renk Ayrımı / CTP
Aktif Matbaa
Baskı - Cilt
Aktif Matbaa
(0212) 612 12 22
[email protected] • www.aktifmatbaa.com
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
66
80
Celil CİVAN
ŞEHİR HATLARI A.Ş.
GENEL MÜDÜRÜ
SÜLEYMAN GENÇ İLE
SÖYLEŞİ
İSTANBUL’DA
ESKİ RAMAZANLAR
Sermet MUHTAR ALUS
16
İSTANBUL MUTFAĞININ
DENİZ YEMEKLERİ
Sennur SEZER
28
42
01
Pervane ALİZADE
SİNEMADA TÜRK İMAJI
86
Miraç TOSUN
Yusuf A. AYDIN
KASVETLİ DALGALARIN
RESSAMI AYVAZOVSKİ
96
KİTAB-I BAHRİYE’DE
ÇİN DENİZİ
60
İKİ İMPARATOR “BİR”
DENİZ: I. SÜLEYMAN VE
V. KARL’IN AKDENİZ’DE
HAKİMİYET MÜCADELESİ
Seyfullah ASLAN
72
Emel SOYER KOLÇAK
PİRİ REİS VE OSMANLIDA
DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ
MİNİATÜRK
BAŞTARDA - OTTOMAN
GALLEON
84
48
34
PİRİ REİS’İN ANLATISINA
GÖRE EGE ADALARI
Özgür ORAL
İSTANBUL MEKAN
TERSANE-İ AMİRE
AJANDA
94
22
Mahmut AK
KİTAB-I BAHRİYE’DE
VENEDİK ŞEHİR VE
STATO DA MAR
01
PİRİ REİS’İN HARİTASI
VE KİTAB-I BAHRİYE
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS
VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ
ÜZERİNE
100
14
500 YIL SONRA
PİRİ REİS
TAKDİM
Zamanımızdan 500 yıl önce, büyük Türk denizcisi Piri Reis ünlü
dünya haritasını çizdi. Bu, Türk denizciliğinin bilime yaptığı çok
önemli bir entelektüel katkıdır. UNESCO da 2013 senesini Piri
Reis Yılı ilan ederek dikkatlerin yeniden bu konu üzerinde toplanmasına vesile oldu.
Türk denizciliği dendiğinde akla ilk gelen yer İstanbul’dur. Dergimizin sayfalarında yer verdiğimiz Tersane-i Amire’nin temel-
Bizler de 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin bu sayısını
Piri Reis ve Türk denizciliği meselesine ayırdık. Değerli akademisyen İdris Bostan’ın editörlüğünde hazırlanan dosyamız,
önemli yazılardan oluşuyor. Makalelerin yanı sıra bu sayımızda zengin bir görselliğe de yer vermeye çalıştık; böylece okurların Türk haritacılığının bir sanata dönüşmesini gözlemlemelerini amaçladık.
İstanbul’un bir liman şehri olduğunu, halkın beslenmesinde
Tabii ki dergimizde bu dosya konusunun dışında da çeşitli yazarlara ait ilgi çekici yazılar var. Sizleri 1453 İstanbul Kültür ve
Sanat Dergisi ile baş başa bırakırken, kalemleri ile katkıda bulunan yazar dostlarımıza ve yayında emeği geçen mesai arka-
deniz ürünlerinin önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.
daşlarıma teşekkürü borç bilirim.
lerinin atılması İstanbul’un fethinden hemen sonraya rastlar.
Zaten gerçekleştirilen arkeolojik kazılar kuruluşundan beri
SUNUŞ
Kültür A.Ş. ailesi olarak, 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisinin yeni bir sayısıyla sizlerle birlikteyiz.
İçinde bulunduğumuz 2013 yılı, çizdiği dünya haritasının
500. yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından Piri Reis Yılı
ilan edildi. Bizler de Türk denizciliği alanında en çok kalem
oynatan isim olan İdris Bostan’ın editörlüğünde sizler için
Piri Reis’i ve dönemin Türk denizciliğini içeren bir dosya hazırladık. Böylece bu büyük Türk denizcisinin dünya haritası hakkındaki gizem perdesinin ortadan kalkmasını ve arka
planda kalan diğer eserlerinin tanıtımını amaçladık. Dosyanın sonunda yalnızca savaşlarıyla tanınan birçok Türk deniz-
nema eleştirmeni Celil Civan’ın Türklerle ilgili Batı sinemasındaki oryantalist bakış açısını masaya yatırdığı makalesini
ve usta edebiyatçı Sennur Sezer’in İstanbul’un unutulan
deniz mutfağı hakkında yazdıklarını sizlere hararetle tavsiye ediyoruz. Tabi ki sevinçle karşıladığımız ve İstanbul’da
bir başka yaşanan Ramazan ayı hakkındaki Sermet Muhtar
Alus’un güzel bir denemesiyle nostalji yaptık. Dergimizde
bunların dışında da son derece önemli söyleşiler ve tanıtım
yazıları sizlerin ilgisini bekliyor.
Baskısı on bir ayın sultanına denk gelen bu sayımızın sunuş
bölümünü tamamlarken, okurlarımıza hayırlı Ramazanlar
cisinin aynı zamanda bilim adamı yönleri olduğunu arkala-
dileriz.
rında birbirinden değerli kitaplar bıraktıklarını göreceksiniz.
Sizleri dergimizin sayfaları ile baş başa bırakırken, bizlere
Alanında usta akademisyenlerin çalışmalarından oluşan
dosyamızın dışında da yazılara yer verdik. Bu bağlamda si-
ilk sayıdan beri giderek artan teveccühünüz için Kültür A.Ş.
olarak teşekkürü borç biliriz.
Kültür A.Ş.
500 YIL SONRA
Büyük Türk denizcisi Piri Reis’in dünya haritasını çizmesinin 500. yılı olması münasebetiyle, UNESCO tarafından
Paris’te düzenlenen 36. Genel Toplantıda 2013, Piri Reis
Yılı ilan edilmiştir.
At its 36th General Meeting in Paris, the year 2013 is declared by UNESCO as the Year of Piri Reis for the 500th. anniversary of his drawing the world map.
This famous map of Piri Reis is discovered in 1929 by the
Piri Reis’in bu ünlü haritası 1929 yılında Milli Müzeler MüDirector of National Museums, Halil Ethem. Till then sciendürü Halil Ethem Bey tarafından keşfedilmiştir ve o günce world is focused on this map.
den beri bilim dünyası bu esere odaklanmıştır.
Bizler de 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak bu As the 1453 Journal of Istanbul’s Culture and Art, we desayımızın dosya konusunu Piri Reis’e ayırmaya karar ver- cided to determine the content of the file as Piri Reis. İdris
dik. İdris Bostan’ın editörlüğünde birbirinden değerli Bostan is the editor of the file, besides some really talentarihçilerin kaleme aldığı Piri Reis ve Osmanlı denizciliği ted historians wrote about Piri Reis and the Ottoman mahakkındaki yazıları ilgi ile okuyacağınızı ümit ediyoruz.
rine. We wish our readers should enjoy these articles.
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
14
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
Piri Reis, 15. yüzyılın son çeyreğine girerken muhtemelen 1470’lerin başlarında
Gelibolu’da doğar. O sırada Gelibolu, Yıldırım Bayezid’in eski tersaneyi yeniden
düzenlemesinden sonra yaklaşık yüz yıldır Osmanlı denizciliğinin merkezî üssüdür. Tarihçi Kemalpaşazâde, Gelibolu’da doğan çocukların “timsah gibi su içinde büyüdüklerini” yazmaktadır.
Sayın İdris Bostan, öncelikle bizi kırmayıp dergimize
zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ederiz. İlk
olarak size, 2013’ün Piri Reis Yılı ilan edilmesi sürecini sormak istiyorum.
Piri Reis bir Osmanlı denizcisi olduğu için
2011 yılı başlarında, Başbakanlık Denizcilik
Müsteşarlığına yazdığım bir rapor üzerine Kültür Bakanlığı ile işbirliği halinde; Türkiye’deki
UNESCO Milli Komisyonu’na 2013 yılının Piri
Reis’in yeni dünya haritasının 500. yılı olarak
kabulü için başvuruda bulunuldu. Bu teklifin
UNESCO’ya iletilmesinden sonra Kasım 2011’de olumlu
karar çıktı. Bunun üzerine Piri Reis gibi önemli bir denizci
ve haritacının konumuna uygun bir şekilde anılabilmesi
ve hakkında yapılacak yayınların bilimsel kriterlere uygun
olmasını yönlendirmek ve aynı zamanda hazırlanacak
projeleri desteklemek üzere 2012’de Kültür Bakanlığı ve
Denizcilik Bakanlığının koordinasyonu ile ilgili kurum ve
bilim adamlarından oluşan bir üst kurul teşkil edildi.
• Bize Piri Reis’ten ve yaşadığı dönemden söz eder misiniz?
Piri Reis, 15. yüzyılın son çeyreğine girerken muhtemelen 1470’lerin başlarında Gelibolu’da doğar. O sırada
Gelibolu, Yıldırım Bayezid’in eski tersaneyi yeniden düzenlemesinden sonra yaklaşık yüz yıldır Osmanlı denizciliğinin merkezî üssüdür. Tarihçi Kemalpaşazâde,
Gelibolu’da doğan çocukların “timsah gibi su içinde büyüdüklerini” yazmaktadır. O da dedesi ve
amcası gibi küçük yaşta denizlere açılır. Amcası
ünlü deniz gazisi Kemal Reis’in yanında yetişir.
O sırada Akdeniz’deki Osmanlı denizcileri resmen
devlet emrinde olmamakla beraber gerçekte, bağlı
oldukları dinin devlet tarafından benimsenmiş hukuk kurallarına göre hareket etmektedirler. Akdeniz’de
adeta Osmanlı devletinin dost ve müttefiki olan devlet
yok gibidir ve en büyük rakibi Endülüs Müslümanlarını
yok etme sürecini başlatan İspanya’dır. II. Bayezid’in ise
kardeşi Cem Sultan’la başı derttedir ve Cem Sultan önce
Rodos
Şövalyelerine sığındığı, sonra Fransa ve Papalık elinde rehin olduğu için devlet donanması Orta ve Batı Akdeniz’e
açılamamaktadır. Nihayet 1495’te Cem Sultan ölünce II.
Bayezid Akdeniz’deki levent reisleri olan bu deniz gazilerine bir çağrıda bulunarak devlet hizmetine girmelerini
ister. Çok geçmeden de Osmanlıların Akdeniz’deki politikaları Fatih’in bıraktığı yerden devam etmeye başlar.
15
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
Önce Venedik elindeki Moton, Koron, İnebahtı ve
Anavarin alınır. Bu seferlerde Kemal Reis en önlerdedir ve yeğeni Piri Reis de bir kadırga reisi olarak
onun maiyyetindedir. Rodos şövalyeleriyle olan
mücadelelere katılır.
Bu dönem tam da Coğrafî Keşiflerin gerçekleştiği, bir taraftan İspanya hizmetindeki Kristof
Kolomb’un daha sonra yeni dünya denecek olan
Amerika’ya, Portekizli denizcilerin de Afrika’yı
dolaşarak Hind Okyanusu’na ulaştığı devirdir.
Dünya’da yeni kıtalar keşfedilmekte, ticaret yollarında değişmeler başlamakta ve Orta Doğu’da
güç dengeleri yeniden oluşmaktaydı. Osmanlıİran, Osmanlı-Memlük savaşlarının arka planında
bölgeye hakim olacak gücün belirlenmesi mücadelesi yatmaktadır ve sonuç Osmanlıların lehine
sonuçlanır. Zaten güçlü bir kara ordusu bulunan
Osmanlılar sahip oldukları deniz gücü sayesinde bölgenin en etkin askerî gücü haline gelirler.
Ayrıca Memlük Devleti’ne son vererek onların yönettiği Hicaz bölgesini yani Mekke, Medine gibi
Müslümanların kutsal şehirlerini koruma görevini üstlenirler. Portekiz’in Kızıldeniz’e girmesini
engellemek üzere Süveyş’te bir tersane ve deniz
üssü kurarlar. İşte Piri Reis Kızıldeniz’deki bu mücadeleye, 1547’de Hind Kapudanlığı’na getirildiği zaman katılır. Önce Aden’i geri alır. 1552’de
emrindeki otuz gemiden oluşan bir donanma ile
Portekiz kontrolündeki Maskat’ı ele geçirir. Sonra
Hürmüz’ü kuşatırsa da başarılı olamaz ve gelmekte olan bir Portekiz donanmasına karşı takviye
almak üzere Basra’ya gider. Ancak orada iyi karşılanmaz ve Basra beylerbeyi Kubad Paşa’yla anlaşmazlığa düşer. Sonunda Portekiz donanmasına
hazırlıksız yakalanmamak için üç kadırgayla yola
çıkar ve birinin karaya oturması yüzünden iki gemi
ile Süveyş’e ulaşır. Ancak donanmasını Basra’da
bırakması hoş görülmez ve hatasını hayatıyla ödeyerek Kahire’de boynu vurulur. Piri Reis o sırada 80
yaşının üstündedir.
16
Bu acı son Piri Reis için günümüzde de kabul edilemez bir karar olarak değerlendirilmektedir. Halbuki o sırada Kanuni de İran seferi için Halep’tedir
ve verilen karardan haberdardır. Padişah üstelik
birkaç ay önce ordusuyla gelirken Konya civarında
isyan edeceği tahmin edilen kendi oğlu Şehzade
Mustafa için de idam emri vermiştir. Demek ki kararlar hissî olmaktan uzaktır ve şartların gereği bir uygulama söz konusudur.
• Sözü Piri Reis’in eserlerine getirmek istiyorum. Bu Türk denizcisinin bıraktığı eserlerin hepsini tanıyor muyuz? Onun eserlerini özel
yapan nedir?
Piri Reis bir deniz gazisi olarak pek çok savaşta ve akında hazır
bulunduğu kadar; sahip olduğu bilimsel tecessüs sayesinde de
değerli eserler bıraktı. 1513 tarihli ilk “Yeni Dünya” haritası ile
1528 tarihli ikinci haritası tek nüsha olarak günümüze intikal
eden coğrafi keşiflerin ilk harita örnekleridir. Ayrıca Akdeniz’i
denizcilere tanıtmak üzere yazdığı Kitâb-ı Bahriye adlı eser bugüne kadar örneği yeniden yazılamamış, muhalled bir eserdir.
Piri Reis hakkında Türkiye’de yeterli araştırmalar yapılmadığı
âşikâr. Bu yüzden hak ettiği ölçüde tanınmış olması da mümkün
değil. Daha çok gerek harita hakkında ve gerekse Kitâb-ı Bahriye hakkında Svat Soucek, Thomas Goodrich, Gregory McIntosh
gibi yabancı tarihçiler bulunmaktadır. McIntosh, 1513 tarihli
harita hakkında bir kitap yazacak kadar konuyla yakından ilgilenmiştir.
Kabul etmek gerekir ki Piri Reis’i ve eserlerini doğru değerlendirebilmek için sadece Osmanlıca bilmek yetmez.
Piri Reis gibi denizcilik terminolojisine sahip ve hakim olmak
kadar eski haritacılık ve Avrupa haritacılığı bilgilerine de sahip
olmak gerekir. Bu yüzden Kitâb-ı Bahriye’nin Türkiye’de yapılan tıpkıbasımları hariç eldeki birkaç neşir bilimsel bir değer
kazanamamıştır. Fransız tarihçi Prof. Bacque-Grammont’un ve
İtalyan Prof. Alessandro Bausani’nin titiz çalışmaları bu konuda
örnek alınmalıdır.
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
17
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
Piri Reis’in Akdeniz rehberi olan Kitâb-ı Bahriye’si çok hacimli ve resimli bir eser olmasına rağmen defalarca istinsah edilerek çoğaltılmıştır. Bugün Türkiye kütüphaneleri
dahil dünyada elli civarında yazma nüshası bulunmaktadır. Üstelik bu yazmalar genellikle bir sanat şaheseridir.
Hemen her yüzyılda harita ve resimleri yenilendiği için
her bir nüsha metin pek değişmemek kaydıyla güncellenmiş demektir. Gerek kitaptaki liman ve kale çizimleri,
gerekse gemi çizim özellikleri döneminin değişen teknolojisinin özelliklerini de yansıtmaktadır. Eski nüshalarda
kürekli kadırgalar yer alırken, 17. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren kalyon çizimleri farklı özelliklerle resmedilmiştir.
Piri Reis’in eserini özel kılan, ondan kimsenin bu evsafta
bir eser vücuda getirememiş olmasıdır.
• Piri Reis’in haritasının önemi nereden kaynaklanıyor?
Bu günlerde 500. yılı hatırasına hakkında pek çok faaliyet
gerçekleştirilen Piri Reis’in 1513 tarihli haritasının önemi,
aslında Coğrafî Keşifleri günümüze aktaran en eski ve nadir haritalardan biri olmasıdır ve bir harita olduğu kadar hiç
olmazsa Atlas Okyanusu’nun Batı yakasında ve Afrika’nın
Güneyinde gerçekleşen keşiflerin bilgilerini sunmaktadır.
Bu bilgiler üstelik Piri Reis’in belirtiği gibi eski coğrafya
eserlerine ve yeni keşiflere dayanmaktadır. Piri Reis haritada edindiği yeni bilgileri kullandığı gibi Batlamyus’un
Coğrafya’sını, “mappa mundi” denilen dünya haritalarını,
eski Müslüman coğrafyacılarının haritalarını ve Portekizlilerin elinde bulunan ve kendisine ulaşan Hind, Sind ve
Çin haritalarını kullanmıştır. Bu harita sayesinde Osmanlıların Keşifleri yakından takip ettiği sonucunu çıkartmak
mümkündür. Nitekim harita yapıldıktan dört yıl sonra
Osmanlı donanmasıyla birlikte Mısır harekâtına katılarak
İskenderiye’ye giden Piri Reis’in haritayı Mısır fatihi Yavuz
Sultan Selim’e Kahire’de sunmasıyla önemi daha da artmış olmalı. Ama haritanın padişah tarafından nasıl değerlendirildiği henüz bilinmemektedir. O sırada Osmanlıların
Mısır’dan Kızıldeniz ve Hind denizleri politikalarını oluşturmaya başladıkları, hatta Sultan’ın aynı yıl bölge hakkında bir başka rapor sunan Selman Reis’ten de Hindistan ve
Uzakdoğu hakkında bilgiler edindiği bilinmektedir.
18
1513 haritasındaki bilgilerin güncele yakın olması, o günün şartlarında Piri Reis’in görmediği bu yerleri sadece
elindeki kaynaklardan ve haritalardan doğruya yakın olarak çizmesi Osmanlı haritacılığı için önemli bir kazanımdır. 16. yüzyılda daha sonra çizilen haritaların çok daha
uzmanca olduğu görülmektedir.
Ancak bugüne kadar tekrarlanan, haritanın bütün dünyayı gösterdiği, bir parçasının koptuğu veya eklenmiş parçaları olup birbirinden ayrıldığı iddiaları bugüne Aihtimali
de zayıftır. Yırtıldı zannedilen kısmın derinin zaman içinde
erimesinden veya bir şekilde zarar görmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Piri Reis’in 1513 tarihli ilk
haritası daha çok müsvedde mahiyetinde ilk bilgilerin
derç edildiği bir çalışmanın ürünüdür ve 1528 tarihli olanı
diğerine göre daha bir özenle çizilmiştir.
Ne var ki Piri Reis’ten sonra onun Saray Kütüphanesine
teslim edilen bu haritalarının bir başkası tarafından bilindiğine ve kullanıldığına dair bir atıf da bulunmamaktadır.
Sadece kendisi Kitâb-ı Bahriye’de bu haritadan bahsetmektedir.
• 2013 yılında Piri Reis ile ilgili ne tür etkinlikler gerçekleşecek?
Tabii şimdi 2013 yılı ilk aylarını geride bırakmış olarak devam ediyor. Topkapı Sarayı Müzesi bu tek nüsha haritayı
ve onu tamamlar mahiyetteki 1528 tarihli ikinci haritayı
ilk defa sergilemek suretiyle çok önemli bir adım attı. Yakın zamanda daha kapsamlı Piri Reis ve çağdaşı haritalar
ile Topkapı Sarayı arşiv ve kütüphanesinde bulunan diğer
haritaları ihtiva eden bir sergi açılacak. Bu çalışmaları değerli kılacak olan, bu sergiye gösterilecek ilgidir.
Nitekim Paris’te (BnF – Les Cartes Marines, expositions.
bnf.fr) Ekim 2012-Ocak 2013 arasında açılan bir harita sergisi hem gördüğü ilgi hem de bilimsel faaliyetler bakımından aslında örnek alınması gereken bir faaliyet olmuştur.
Sadece internet sitesinden dahi yapılan çalışmaların
boyutlarını anlamak mümkündür. Piri Reis’in Türkiye’de
üst düzeyde ilgi görmesi için galiba siyasiler tarafından
öneminin anlaşılması gerekiyor. Eğer kültür işlerine ilgi
göstermek bugün için gereksiz zannediliyorsa, o zaman
Piri Reis gibilerin kıymeti hiçbir zaman bilinmeyecek demektir. Sadece yasak savmak için göstermelik birkaç faaliyet maksada hizmet etmeyecektir. Bu arada bazı yayın
kuruluşlarının konuyu ciddiye alarak özellikle Boyut Yayın
Grubu’nun Piri Reis’in 1513 tarihli haritasını ve en önemli eseri olan Kitâb-ı Bahriye’sini nefis bir kompozisyon ve
baskıyla yayınlamış olmaları ve Tophâne-i Âmire’de bir
sergi düzenlemeleri takdire şayandır.
Yine “Ege Açıkdeniz Yat Kulubü”nün 2-12 Temmuz 2013
tarihleri arasında Gelibolu-Sığacık güzergahında düzenleyeceği ‘Piri Reis’in İzinde’ adlı etkinliği de zikretmek gerekir.
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
• Son olarak, sizin eklemek istedikleriniz var mı?
Piri Reis 500 yıl sonra bu vesileyle yeniden Türkiye’nin
gündemine gelmiş oldu. Bu durum fırsat bilinerek kamu
ve özel kuruluşlara çok sorumluluk düşmektedir. Piri
Reis’in haritaları sadece tarihçilerin Osmanlıca yazıları çözümlemesi ile gerçek anlamda tanınmış olmaz. Harita tarihçilerinin bu haritaları diğer tarihî haritalarla karşılaştırması ve kendisinin haritada zikrettiği kaynaklarını önceki
dönemlerin coğrafya eserlerindeki harita ve bilgilerle mukayese edip ortaya çıkarması gerekir. Harita bilimcilerinin
bu Piri Reis haritalarını modern haritalarla karşılaştırmaları ve gerçek konumunu ortaya koymaları beklenmektedir.
Ayrıca 2013 yılında Piri Reis’in izinde bir Akdeniz gezisi
düzenlenebilir ve bütün Akdeniz ülkeleri bundan haberdar edilirse, oralarda bilgilendirme toplantıları yapılırsa
kültürel ilişkiler de gelişir. Özellikle Mısır’a yani Kahire’ye
gidilerek kısa bir Piri Reis’i anma toplantısı yapılır ve hatırasına bir yazılı anıt dikilirse daha sonraki nesillere de
hem işbirliği yolları açılmış hem de bir vefa borcu yerine
getirilmiş olur.
Değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
19
PİRİ REİS’İN HARİTALARI VE KİTAB-I BAHRİYE / Mahmut AK
PİRİ REİS’İN HARİTASI VE
KITAB-I BAHRIYE
Mahmut AK*
22
PİRİ REİS’İN HARİTALARI VE KİTAB-I BAHRİYE / Mahmut AK
II. Bayezid’in daveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı hizmetine giren deniz gazisi/
korsanı Kemal Reis’in yeğeni olan Piri Reis, Gelibolu’da dünyaya gelmiştir. Amcası Kemal
Reisle birlikte birçok deniz harekatında yer almıştır. 1510 yılında amcasının gemisinin
Ege Denizi’nde fırtınaya yakalanarak batmasından sonra da Osmanlı İmparatorluğu’na
hizmete devam etmiş, son görevi Hind Denizi Kapudanlığı esnasında başarısız olduğu
gerekçesiyle siyaseten idam edilmiştir.(1553)
Muhtemelen amcası Kemal Reis’in yanındayken merak
saldığı haritalar ve haritacılık onu bu konu hakkında araştırma yapmaya itmiş, bunun sonucunda 1513 ve 1528’de
iki harita çizmiş, ayrıca Akdeniz Portalanı olarak bilinen
Kitab-ı Bahriye’yi üretmiştir. Aslında Piri Reis’in hayatındaki önemli dönüm noktalarından birisi de Veziriazam
İbrahim Paşa’nın Mısır’a gidişinde ona kılavuz olarak tayin
edilmesidir. Bu sefer esnasında Piri Reis tehlikeye düştükleri her durumda müsvedde halde olan kitabına bakmış
ve notlarına göre yol almıştır. Bu durum Veziriazam İbrahim Paşa’nın dikkatini çekmiştir. İbrahim Paşa Piri Reis’in
çalışmasını incelemiş ve onun bu notları temize çekerek
kitap haline getirmesini istemiştir. Veziriazam İbrahim
Paşa’nın gördüğü bu kitap, Kitab-ı Bahriye’nin müsvedde halidir ve 132 bölümden oluşmaktadır. Daha sonra
temize çektiği “Hz. Peygamber’in hicretinden -932(152526) yılına kadar yukarıda sözü edilen yerlerin planları ve
hakkındaki bilgileri Gelibolu’da bir araya getirdim” dediği
ve Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu Kitab-ı Bahriye’nin
ikinci versiyonu ise 210 bölümden oluşmaktadır.
Piri Reis eserin giriş kısmında Kemal Reis’in yeğeni olduğunu ve gücünün yettiği ölçüde denizcilik ilmi ile alakalı
bir kitap yazdığını söylemiştir. Kemal Reis ve diğer gazi
korsanlardan duydukları ile kendi gözlemlerinden yola
çıkarak bu eseri kaleme aldığını ifade etmiştir. Kitabın
önsözünde İslami yazın geleneğine uygun olarak Allah’a
ve Peygambere hamd ile başlar ve kitabı yazma gayesini
açıkladıktan sonra eserini Sultan Süleyman’a ithaf eder.
Bu kitabı yazma sebebini ise daha önce hiç kimsenin bu
ilimde böyle faydalı bir eser bırakmaması olarak göstermiştir. Kişisel dileği dost denizcilere Akdeniz’de zorlu
ve tehlikeli seyr-ü seferlerde yardım sağlamaktır. Kitapta
Sultaniye ve Kilidülbahir kalelerinden başlayarak Kuzey
sahili boyunca Ege Denizi, Yunanistan, Adriyatik Kıyıları,
* Prof. Dr.
İtalya, Fransa, İspanya’nın Akdeniz kıyıları, Kuzey Afrika,
Mısır, Kıbrıs Doğu Akdeniz kıyıları ve Akdeniz kıyılarında
ve adalarında bayındır ve harabe yerleri, kayalıkları, elverişli limanları, sığlıkları ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Piri
Reis kitabın girişinde “İlk olarak Çanakkale Boğazı’nın iki
yakasındaki Kilidü’l Bahr ve Sultaniyye kalelerinden başlayarak durak durak menzil menzil bu denizi açıklayarak
bu denizi dolaşıp yine sonunda bu kalelere gelip bitirdim,
böylece ihtiyaç halinde tereddüt edilmeden istenilen yer
bulunabilinsin.” cümlesiyle takip edilen rotayı göstermiştir. Ayrıca Kitab-ı Bahriye’de Kristof Kolomb’un haritasını,
Akdeniz için daha önce çizilen Ceneviz haritalarını kullanmıştır. Bir Akdeniz seyahatnamesi olarak nitelendirilen
Kitab-ı Bahriye, o dönemde henüz fethedilmemiş adalar
hakkında Osmanlı idarecilerine bilgiler sunmuş ve bir anlamda Akdeniz için rehber kitap mahiyetinde olmuştur.
Piri Reis’i özel kılan diğer eserleri ise bugün kimileri tarafından dünya haritasının parçaları olarak değerlendirilen
1513 ve 1528 tarihli iki haritasıdır. Bu haritaların dünya
haritasının kopmuş parçaları olduğu iddiasının aksine
dönemin kâşif denizcilerinin önderlik ettiği coğrafi keşifler hakkında bilgi vermek maksadıyla yapılan haritalar
olduğu ve aslında bunların “yeni dünya haritası” olarak
adlandırılması gerektiği yönünde iddialar da vardır. 1513
tarihli harita, 1929 yılında Halil Edhem Bey’in Topkapı Sarayı müdürlüğü döneminde yapılan envanter çalışmaları
esnasında Prof. Dr. Adolf Deissman ve Prof. Dr. Paul Kahle
tarafından keşfedilmiştir.
1513 tarihli haritada Atlas Okyanusu’nun iki yakasını içine alacak şekilde Batı Afrika kıyıları, Asor, Kanarya ve Yeşil
Burun takımadaları, Atlas Okyanusu, Güney Amerika ile
Orta Amerika’nın bilinen kısımları, Florida ve Antiller gösterilmektedir. Bu haritanın dünya haritasının 2/3 ü olduğu
23
PİRİ REİS’İN HARİTALARI VE KİTAB-I BAHRİYE / Mahmut AK
24
Pîrî Reis’in Dünya Haritası’nın ¼’lük bölümü. “Pîrî Reis ibn el-Hacc Mehmed el-müştehir biraderzâde-i merhum Reis Gazi Kemâl an Gelibolu 935
(1528-29)” tarihli. Yukatan, Küba, Haiti, Florida ve Kuzey Amerika’nın doğu sahillerini gösteren tipik bir parşömen, portolan parçasıdır. Pîrî Reis in
yaptığı dünya haritalarının ikincisidir. 1528 yılında Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir. (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi H. 1824)
PİRİ REİS’İN HARİTALARI VE KİTAB-I BAHRİYE / Mahmut AK
görüşü, haritanın Doğu tarafında yarım kalan cümlelerin
olması ve henüz tespit edilemeyen pusula güllerinin sayısının normalden az olmasından kaynaklanmaktadır.
Böyle bir haritanın daha önce yapılmadığını ifade eden
Piri Reis; İskender-i Zülkarneyn’den bu yana dünyada yaşanılan yerlerin gösterildiği 20 tane harita ve yapamonda
(mappa-mundi) kullandığını, ayrıca Arapların “cağferiyye”
olarak adlandırdıkları 8 tane haritayı ve 4 adet Portekiz
haritası ile Kolomb’un dünyanın Batı kısmını çizdiği haritayı kullandığını belirtmektedir. Soucek, bu noktada Piri
Reis’in mappamundi ifadesini kullanmasının bir ikilem ortaya koyduğunu yazar. Çünkü ona göre bu kelime ile kastedilenin Arap haritacılarının kullandığı mı yoksa gerçek
manada Batılı denizcilerin kullandığı mappamundi’nin mi
olduğu belli değildir. Ayrıca Piri Reis’in Kolomb tarafından
yapılan haritayı kullandığını söylediğini ama onun haritayı yaptığı zamanda Kolomb’un Güney Amerika özellikle
de Brezilya’yı bilmesinin mümkün olmadığını, bu yüzden ifade ettiği dört Portekiz haritasının aslında Cantino
(1502), Canerio (1505), Ruysch (1507-8) ve Waldseemüller (1507) tarafından yapılan Lusitano-Germen haritaları
olabileceğini iddia etmektedir. Soucek, Piri Reis’in 1513
yılına ait haritasında çağdaşlarının varlığını bile bilmediği
yerleri çizdiğini ve bugüne bir kısmı intikal eden 1528 tarihli diğer dünya haritasının da bunu tasdik ettiğini ifade
etmiştir. Piri Reis, Kitab-ı Bahriye’nin iki versiyonunda da
bu haritadan bahsetmiştir.
1528 yılında ceylan derisi üzerine 68x69 cm. ebadında çizdiği ikinci haritanın Osmanlı tarzı çerçevelenmiş olduğu
ve çerçevenin Kuzey-Batı yönünde olması hasebiyle yine
dünya haritasının 1/6 parçası olduğu iddia edilmektedir.
Bu fikre sevk eden bir diğer bulgu ise haritada Yengeç
dönencesinin çizilmiş olmasıdır. Buna dayanarak haritada
kopuk olan kısımda Oğlak dönencesi ve Ekvator’un da çizilmiş olduğu düşünülmektedir. Haritada Kuzey’de Grönland adasının Güney uzantısı, Atlas Okyanusu’nun Kuzey’i
ile Kuzey ve Orta Amerika gösterilmiştir. Grönland’dan
Florida Yarımadası’na kadar Kuzey yönünde keşfedilmeyen yerler, haklarında bilgi olmadığı için beyaz renkte
bırakılmıştır. İlkine göre daha itinalı olarak çizildiği anlaşılan bu haritanın birinciden farklı olması, Piri Reis’in keşif
ve yenilikleri takip ettiğini göstermektedir.
25
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
26
İDRİS BOSTAN İLE PİRİ REİS VE OSMANLI DENİZCİLİĞİ ÜZERİNE
27
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
KİTAB-I BAHRİYE’DE
Özgür ORAL*
28
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
Piri Reis’in Kitâb-ı Bahriye’si yalnızca Osmanlı çalışmalarında değil, genel Akdeniz
çalışmalarında da temel bir başvuru eseri niteliği taşır. Bu kısa çalışmada Piri Reis’in,
Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki kadim rakibi olan Venedik ve Venedik deniz devleti
(Stato da Mar) hakkındaki gözlemleri ele alınacaktır. Kitâb-ı Bahriye’nin Akdeniz bahsinde
ele alınan yerlerin birçoğunun tarihi, Venedik tarihi ile kesişmektedir. Özellikle eserin
kaleme alındığı zaman diliminde Akdeniz’de aralarında Kıbrıs ve Girit’in de yer aldığı
birçok ada ve liman şehirlerinde hâlâ Venedik kontrolü devam etmektedir. Venedik
kontrolündeki yerlerin önde gelenlerinin incelemesine geçmeden önce, Piri Reis’in
Venedik şehri ve devleti ile ilgili kaleme aldıklarına göz atmak gerekir.
Venedik Şehri
Piri Reis, öncelikle Venedik şehrinin oluşum sürecine değinir. Lagünlerin, balıkçılar oraya yerleşmeden önce boş olduğundan bahisle, buraya gelen balıkçıların kurmuş oldukları dalyanlardan büyük kârlar elde etmeye başlamaları üzerine
buraların yerleşime açıldığını ifade eder. Aslında lagünlerin yerleşime elverişli olmamaları, Venedik şehrinin kurucularının denizin dibine sağlam kazıklar çakmak suretiyle inşa faaliyetlerinde bulunmalarına neden olmuştur. Bu sayede
zemin sağlamlaştırılmıştır; bu sağlam zemin üzerine inşa edilen yapılar sayesiyledir ki Venedik şehri oluşturulmuştur.
Piri Reis’in “İmdi buna bir iş gerekdür kim, tâ kıyamete dek anun sebebi ile iş bu şehir şeref bula” şeklinde formüle
ettiği, şehir etrafında oluşturulan San Marco (Aziz Markus) kültü, ele alınan diğer bir husustur. Hıristiyanlığın en önemli
azizlerinden ve on iki havariden biri olan San Marco, Hıristiyanlıkça kutsal kabul edilen dört İncilden birinin de yazarıdır. Aynı zamanda, Hıristiyanlığın Afrika’ya yayılma sürecinde önemli bir rol oynamış, İskenderiye kilisesini kurarak ilk
piskoposu olmuştur. İskenderiye’deki Venedikli tacirler tarafından 828 yılında kemikleri çalınarak Venedik’e götürülmüştür. Bu tarihi hadise Kitâb-ı Bahriye’de şu şekilde yer almıştır:
* Akademisyen
29
“… mesela İsa Nebi aleyhisselamın on iki yari var
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
idi. Bu cümleye Havariyyun kim derler. Kefere tayifesi eydür, mezkurun Havariyyun’un biri işbu San
Marko’dur, deyüp mezkur Marko’yu İskenderiye’den
uğurlayup hınzır etidir deyü sanduk içine koyup hisar kapusundan taşra çıkarup zikr olunan Venedik
şehrine götürmüşler. Anda defn edüp, üzerine bir
kilise bina eylemişler. Ol zamandan ta bu zamandan
mezkur Marko ile şereflenürler. Marko’nun hazinesi,
Marko’nun hisarı, Marko’nun gemileri deyüp sebeblenürler.…”
Öte yandan, Piri Reis, bu konuyu işlerken dönem
Avrupa’sının Venediklilere bakışını da yansıtmıştır.
“… sayir küffâr, mezkûr Venedik beylerine balıkçıdur diye ta‘n ederler…” Aslında kendisini bir şekilde
Roma ile ilişkilendirip onun ardılı olduğu iddiasında olan yapıların basit balıkçıların üretmiş oldukları
zenginlik karşısındaki belki biraz da kıskançlık içeren
böyle bir bakış açısına sahip olmaları anlaşılabilir.
Lakin Venedikli “balıkçılar” aşağıda zikredilecek olan
kolonizasyon faaliyetleri ve ticari organizasyon sayesinde oldukça karmaşık bir yapıyı tesis etmeyi başarmışlardır. Piri Reis, bunun hakkını verir ve güçlerinin
“hasebden ve nesebden” değil “ticaret”ten geldiğinden dem vurur.
Venedik’in yönetim biçimiyle ilgili belki biraz da
alaycı sayılabilecek bir tarifte bulunur. Venedik’in yöneticilerine “dozi” yani doç dendiğini ifade ettikten
sonra, bunun on ikinin başındaki kişi olduğunu belirtir. Doçun vefatında yeni doçun “zar atmak” suretiyle
seçildiği iddiası her ne kadar gerçeği yansıtmasa da
monarşinin oldukça güçlü bir politik sistem olduğu
bir dönemde bu tarz bir bakış açısı anlaşılabilir.
Venedik şehri ile ilgili ele alınan bir diğer husus ise
şehirdeki su kaynakları ile ilgilidir. Lagünler içerisinde kurulmuş olan bir şehrin en büyük problemi içme
suyudur. Bu husus, Piri Reis tarafından da belirtilmiş
ve şehrin su ihtiyacının su gemileri tarafından çözüldüğü ifade edilmiştir. Buna göre, su gemileri ambarlarını su ile doldurup şehre yanaşmakta ve halk da su
ihtiyacını bu şekilde temin etmektedir. Nitekim Venedik haritasında da bu su gemilerini görmek mümkündür.
30
Venedik körfezine girecek gerek yerli gerek yabancı
gemilerin, lagünün fiziki yapısı dolayısıyla kendi başlarına seyahat etmeleri mümkün görünmemektedir.
Bu yüzden Venedik Cumhuriyeti lagüne girecek gemilerin bir kılavuz gemi eşliğinde seyahat etmeleri
kuralını koymuştur. İstria yarımadasında yer alan,
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
31
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
Venedik’e bağlı bir şehir olan Pranse’den (Porec) bir kılavuz almak zorundadırlar. Aksi durumda, başlarına bir şey
gelirse, zararlarını tazmin hususunda Venedik Cumhuriyeti herhangi bir sorumluluk almayacaktır. Piri Reis, “…
Venedik şehrinin kurbünde olan kenarlar cümle sığlu yerlerdir. Kenara gemi varmaz…” diyerek gemicileri özellikle lagünün fiziki yapısı dolayısıyla uyarmaktadır. Gemiler
San Marco kulesinin tam karşısında yer alan, daha sonra
gümrük noktası olarak kullanılan punta della doganaya
gelince bu sefer büyük kanaldan başka bir kılavuz gemisi
gelip ticaret gemisini kanala sokmaktadır.
Venedik şehrine denizden gitmek istenirse Piri Reis, bunun dört farklı boğaz üzerinden yapılabileceğini söyler.
Bu boğazlardan ilki Santa Lite boğazıdır, bugünkü Lido
adasının ortasından geçen San Nicolo kanalına tekabül
etmektedir. Her ne kadar Piri Reis San Nicolo boğazında
burçların varlığından bahsetse ve eserin haritalı nüshalarında bu burçları görmek mümkün olsa da, bugün bu
burçlar ayakta değillerdir. Venedik etrafındaki kanallarda
günümüzde de devam etmekte olan, çakılan kazıklarla
deniz yolu yapma geleneği o zaman da mevcut görünmektedir. Bu boğazdan karaka gibi büyük gemilerin geçmesi sığlığı dolayısıyla mümkün değildir; daha ziyade
gökeler tarafından kullanılmaktadır. İkinci boğaz, San Nicolo boğazının lodos tarafında yer alan, Kitâb-ı Bahriye’de
Porto de Maluk şeklinde ifade edilmiş olan Malamocco
boğazıdır. Büyük gemilerin geçişine elverişli olmayan bu
limanın, ancak küçük barçalar tarafından kullanılabileceği
belirtilmiştir. Üçüncü boğaz, Malamocco boğazının lodos
tarafında yer alan Porto Göze, ya da Chioggia boğazıdır.
Bu boğazdan içeri girince Chioggia kalesi yer almaktadır.
Son olarak ise, Ferrara Dukalığı ile Venedik Cumhuriyeti
arasında sınır vazifesi de gören Piri Reis’in Kanal de Burundula dediği, Brenta nehrinin oluşturduğu kanaldır. Lagünle bağlantısı olmasına rağmen ancak küçük gemiler
tarafından kullanılır.
Stato da Mar
32
Venedik devleti idari olarak iki kısım halinde örgütlenmişti. Bunlardan ilki, Stato da Terra ya da Terraferma diye bilinen Venedik’in anakarada kontrol ettiği yerler, diğeri ise
Dalmaçya sahilleri, Ege denizi ve Akdeniz’de kolonileştirdiği liman ve şehirleri kapsayan Stato da Mardır. Bu idari
yapı tarih içerisinde değişiklik göstermiş olsa da, İstria,
Dalmaçya, Eğriboz, Mora, Ege adaları, Girit ve Kıbrıs’ı içine almaktadır. Kitâb-ı Bahriye’de de bu bölgelere Venedik
tarihi ile bağlantılı olarak değinilmektedir. Burada sadece
Kitâb-ı Bahriye’nin kaleme alındığı dönemde, Venedik kolonisi olan yerlere değinilecek ve Venedik Cumhuriyeti’nin
Akdeniz yapılanmasında en önemli üsleri olan Korfu, Girit
ve Kıbrıs konu edilecektir. Korfu, körfezin girişinde bulunması ve donanma üssü olması hasebiyle öne çıkmış; Girit,
on üçüncü yüzyılın başında Venedik hakimiyetine girmiş
ve bu tarihten 1669 yılında Kandiye Osmanlıların eline
geçene kadar Kandiye Dukalığı (Ducato di Candia) olarak
önemli bir rol üstlenmiştir; Kıbrıs ise 1494’ten 1571’e kadar olan süreçte Venedik’in Doğu Akdeniz’deki en önemli
hammadde kaynağı ve ticari üssü olarak bir misyon üstlenmiştir.
Korfu adası, Venedik’in idari yapılanmasında önemli bir rol
oynamıştır. 1401 yılında Venedik kontrolüne geçmiş olan
bu ada, bulunduğu coğrafi konum itibariyle, çok erken
tarihlerden itibaren “Venedik’in kapısı” olarak anılmıştır.
Akdeniz’den Adriyatik’e girerken, İtalyan yarımadası ve
Balkan yarımadasının birbirine en fazla yaklaştıkları noktanın hemen Güney’inde yer aldığından, bir anlamda denizin girişi buradan kontrol edilmektedir.
Piri Reis Korfu adasının önemini anlatırken, amcası Kemal Reis’in sözlerine atıfta bulunur. Kemal Reis’e göre,
Venedik’in iki gözü vardır. Sol gözü Moton, sağ gözü ise
Korfu’dur. II. Bayezid devrinde her ne kadar Osmanlılar
Moton’da hakimiyet tesis etmeyi başarmışsalar da, Korfu kuşatması başarısızlıkla neticelenmiştir. Buna değinen
Piri Reis, bu başarısızlığın nedeni olarak donanmanın
İstanbul’da çok zaman kaybetmesi sonucunda rüzgârların
yön değiştirmesini görmektedir.
Korfu’nun dağlık olduğunu, lakin akarsularının bol olduğunu belirten Piri Reis, adanın en önemli ticari metaının
da “bî-bedel hub zeyt yağı” olduğunu yazar. Aynı zamanda balığın da bol oluşu dolayısıyla dalyanlar da oldukça
kıymetlidir. Piri Reis, Korfu’da bir dalyan fiyatının dört yüz
bin akçe tutarında olduğunu yazar. Osmanlı hakimiyetine
yakın bir bölge olduğu için ve Osmanlı tebaası Rumlarla aynı millete mensup oldukları için, Korfu aynı zamanda Osmanlı Devleti’ne haraç ödemek istemeyen gayri
Müslimler için de bir kaçış yeri olmuştur. Rumeli kıyıları
ile arasındaki mesafe bazı yerlerde bir buçuk mile kadar
düştüğü için, Piri Reis gemileri yan yana koymak suretiyle
köprü yapılabileceğini ve bu sayede adaya asker çıkarmanın mümkün olabileceğini düşünmektedir. Adanın jeopolitik önemine olan vukufiyeti, belli ki adaya “alıcı gözle
bakmasına” neden olmuştur.
kitab-ı bahriye’de venedik şehri ve stato da mar / özgür oral
Girit adası, Kitâb-ı Bahriye’de kendisine oldukça geniş
yer bulmuştur. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Venedik’e
bağlı Ducato di Candia’ya ev sahipliği yapan bu adanın
kuruluş efsanesi Piri Reis’e göre şu şekildedir: Ada boş bir
halde bulunuyorken, Girit isimli bir şahıs bu adayı kendisine karargâh edinmiş, adada şehirler ve köyler oluşturmuştur. Bu yüzden adanın adı Girit diye anılır olmuştur.
Girit’in bu ameliyesinde en büyük yardımcısı, Oryan isimli
hikmet sahibi bir vezir olmuştur. Bir anlamda adada şehir
planlamasını bu şahıs yapmıştır.
Piri Reis, adanın en önemli kalesinin Kandiye olduğunu
belirtir. Adanın ortasında yer alan Kandiye buranın yönetimsel merkezidir. Limanı ticari etkinliklere ev sahipliği
yapmaktadır. Şehirdeki ikinci önemli merkez, Hanya limanıdır. Bu limana coğrafi koşulları dolayısıyla ancak küçük
gemiler ve kadırgalar girebilmektedir. Bu iki önemli merkezin dışında ada etrafındaki irili ufaklı gemilerin yanaşmasına müsait limanlar tek tek ele alınarak, tarihi coğrafyaya ilişkin oldukça kıymetli ayrıntılar verilmiştir.
Kıbrıs’ta Venedik idaresi 1489 yılı gibi geç sayılabilecek bir
dönemde tesis edilmiş olsa da gerek bu idarenin tesisinden önce, gerekse de adanın 1570 yılında Osmanlıların
eline geçmesinden sonra adada Venedik varlığı tüccarlar
vasıtasıyla devam ettirilmiştir. Kitâb-ı Bahriye’nin kaleme
alındığı dönemde, ada stato da marın önemli bir unsurudur. Piri Reis de eserinde bu önemli ada hakkında ayrıntılı
malumat sunmuştur.
Piri Reis’in öncelikle adanın etrafının Anadolu, Suriye ve
Mısır gibi tamamı Müslüman olan unsurlar tarafından
çevrilmiş olduğuna dikkat çeker. Ona göre ada “bu cümlenin ortasında tereddütte kalmıştır.” Ardından adanın fiziki özelliklerine değinir. Etrafı altı yüz mil kadar olan bu
adada dağlar ve akarsular bolca yer almaktadır. Piri Reis
ayrıca, adada yedi bin civarında köy olduğunu işitmiştir.
Lakin bir vakit bir donanma gemisi ile adaya gittiğinde
Piri Reis, oranın önde gelen şahıslarına bu durumun gerçek olup olmadığını sormuş, onlar da bunun eski zamanlar için doğru olduğunu ancak artık bu sayının dört bin
civarında olduğunu belirtmişlerdir.
Adanın ticari açıdan oldukça önemli olduğu yukarıda belirtilmişti. Piri Reis de adada çok farklı türlerde ve miktarda
meyve, turunç ve limonun bulunduğunu belirtir. Öte yandan şeker üretimi yapılmaktadır. Adanın kıble tarafında
bir de tuzlası bulunmaktadır. Bu tuzladan gemiler bolca
tuz yüklemektedirler. Bunların yanında Kıbrıs adasındaki
limanlar, tatlı su kaynakları ve tarihi coğrafyaya ait ayrıntılar külliyetli yer tutmaktadır.
Yukarıda ele alınan stato da marın bu üç önemli merkezi dışında, Venedik Arnavutluk’unun (Albania Venetia)
merkezi olan Kotor; İstria’nın başşehri olan Capo d’Istria,
önemli İyon adaları Kefalonya, Zenta, Santa Mavra; on sekizinci yüzyılla birlikte Akdeniz’in en önemli ticari limanlarından biri haline gelecek olan Trieste; Dalmaçya kıyılarındaki Zadar, Şibenik, Castel Nova ve Moggia gibi önemli
kıyı şehirleri ve Venedik’e bağlı diğer onlarca liman ve ada
Kitâb-ı Bahriye’de kendine yer bulmuştur.
On altıncı yüzyılın ilk yarısında kaleme alınmış olan bu
eserde, henüz Venedik Cumhuriyeti’nin denizde güçlü
olduğu bir dönemde, bu devletin Levant’taki ve körfezdeki yayılması oldukça iyi resmedilmiş görünmektedir.
Limanların büyüklükleri, ne tür gemilerin girişine müsait oldukları, büyümeye elverişli olup olmadıkları, tatlı su
kaynaklarının nerelerde bulunduğu, rüzgârların niteliği
gibi denizcilerin mutlak surette bilmeleri gereken bilgiler ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Tamamını kendi başına tecrübe etmiş olması pek de mümkün olmayan Piri
Reis’in, burada Akdeniz’in ortak bilgi birikimini kâğıda geçirdiğini söylemek mümkündür.
33
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE
EGE ADALARI
Emel Soyer KOLÇAK*
34
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
Piri Reis, Ege adalarını sadece coğrafi konumlarını ve coğrafi özelliklerini
yazmakla yetinmez; adeta bir rehber gibi adanın tarihi, hikayesi, üzerinde
geçmişte yer almış ya da halen bulunan mimarı yapılar ve nüfusu hakkında
bilgiler verir. Eserini öylesine nizami kaleme almıştır ki kendinizi onun
gemisinde yolculuğa çıkmış hissedersiniz. Biz de bu yazımızda Piri Reis’in
gözünden 16. yüzyılda Ege adalarının durumunu aktarmaya çalışacağız.
Velî denilen bu evrâk-ı perişân
Sebeb ne oldu cem‘ olmağa ey cân
Denizde düşmüş iken ızdırâba
Nazar kılardım dâim kitaba
Kitabımda ne yazdım nicedir yol
Bu fennin gevherinden gösterem yol
Osmanlı döneminde Akdeniz tanımlaması kullanılmakla
beraber daha çok, Arapça deniz anlamına gelen bahr ve
beyaz anlamına gelen sefid kelimelerinin birleşimi yani
“Bahr-ı Sefîd” adı tercih edilmişti. Yine o dönemde Ege Denizi ayrı bir coğrafi bölge değildi. Şimdiki Akdeniz ve Ege
Denizi tümüyle Akdeniz olarak adlandırılmıştı. Bununla
* Akademisyen
birlikte içerisinde irili ufaklı pek çok adanın bulunmasından
dolayı, bazen bu bölge için “Adalar Denizi” tabiri de kullanılmıştır. Arapçada “ada” anlamına gelen “cezire”nin çoğulu olan cezair kelimesinin bileşiminden oluşan “Cezâyir-i
Bahr-ı Sefîd” ise yine belgelerde sıkça rastlanan bir tamlamadır.
35
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
Resim 1 - Piri Reis’in Ege Denizindeki güzergahı
Resim 2 – Sakız adası
Cezayir-i Bahr-i Sefid, Karadeniz gibi, tüm kıyıları Osmanlı hakimiyetinde olan bir denizdi. Bunun yanında söz konusu
denizde irili-ufaklı pek çok ada yani yaşam alanı bulunmaktaydı. İşte Piri Reis, denizcilere rehber niteliğinde hazırladığı
Kitab-ı Bahriye adlı eserinde Cezayir-i Bahr-i Sefid’i bu özelliği ile bir bütün halinde kaleme almıştır. Piri Reis, haritalar ve
denizciliğe dair bilgiler verdikten sonra belirli bir güzergâhı takip ederek, eserinde yer vereceği mahallerin anlatısına
başlar. Anlatının ilk durağı olan ve Çanakkale boğazında yer alan Sultaniye ve Kilidbahir kalelerini/Boğaz hisarlarını müteakiben izahını yaptığı Ege adalarının belli başlıları sırasıyla şu şekildedir:
Bozcaada, İmroz/Gökçeada, Semadirek, Limni, Taşoz, Midilli, Koyun adaları, Sakız, İpsara, Sisam, İstanköy, Patnos, Sömbeki, Rodos, Nakşe, Bare, Andre, Kerpe, Santorin ve Değirmenlik. (Resim 1)
Piri Reis, söz konusu adaların sadece coğrafi konumlarını ve coğrafi özelliklerini yazmakla yetinmez; adeta bir rehber gibi
adanın tarihi, hikayesi, üzerinde geçmişte yer almış ya da halen bulunan mimarı yapılar ve nüfusu hakkında bilgiler verir.
Eserini öylesine nizami kaleme almıştır ki kendinizi onun gemisinde yolculuğa çıkmış hissedersiniz. Biz de bu yazımızda
Piri Reis’in gözünden 16. yüzyılda Ege adalarının durumunu aktarmaya çalışacağız.
36
Adaları belirli bir güzergahı takip ederek anlatan Piri Reis, belli bir noktasından betimlemeye başladığı bir adanın etrafında tam daire çizerek; gemi demirlenebilecek koylarına, dikkat edilmesi gereken tehlikeli sığlıklarına, yerleşim yerlerine
ve su kaynaklarına işaret eder. Üstelik bu işaretlemeyi anlatıyla sınırlamaz, eşsiz güzellikteki çizimleriyle de zenginleştirir.
(Resim 2)
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
2 numaralı resimde görüldüğü üzere Sakız adasının Kuzey
tarafı büyük gemilerin demirlenmesine uygundur. Yine
Güney’de yer alan Kondiye ve Mondros körfezleri de gemi
yatağıdır. Piri Reis Mondros körfezinin 100 parça gemi alacak büyüklükte olduğunu ve adaya gelen gemilerin burayı
tercih ettiklerini belirtmiştir. Öte yandan adanın sağ tarafında yoğun noktalarla işaret ettiği bölgenin sığlık olduğu,
dolayısıyla pek çok geminin bunu fark etmeyerek battığı
açıklamasını yapar. Kırmızı renkle verdiği adanın etrafında
yer alan kayalıklar ise yine dikkat edilmesi gereken yerlerdir. Bu örnekten anlayacağımız üzere Piri Reis kaleme aldığı
bu eserle, gemisiyle yolculuk eden kaptanları o dönemin
şartlarında mükemmel bir şekilde yönlendirmektedir. Burada aktardığımız tanımlamaları tüm adalar için yapan Piri
Reis, Sakız adasını anlatırken “…Sakız kalesinin önünden
gidip yıldız tarafından karayel ve günbatısı ve lodos ve
kıble ve gündoğusu ve poyraz tarafından dolaşıp makâmbe-makâm her yerleri beyân edip geri mezkûr kaleye geldik…” diyerek anlatısını tanımlamaktadır.
Piri Reis, Ege adalarının uzaktan tanınmasını sağlayacak karakteristik özelliklerini betimleyerek kaptanların rotalarını
belirlemesine de yardımcı olmaktadır. Sakız, Kuzey’inde bulunan tepesi çadır biçimindeki, Sisam ise Batı tarafında kuleyi andıran yüksek dağ sayesinde çok uzak mesafelerden
görülebilen adalardır. Santorin, üstü düz, alçak bir dağ gibi
görünür. Rodos adasını ise şu şekilde betimlemektedir: Kıble rüzgârının estiği sonbahar günlerinde İskenderiye’den
gelirken, lodos tarafı yüksek, poyraz tarafı alçak tepeler
halinde gözükür. Ancak yaz aylarında meltem rüzgârları
estiğinden rotayı değiştirmek gerekmektedir. Yine adada
Kavkine burnu üzerinde yer alan burç, adanın uzaktan fark
edilmesini sağlayan nişanıdır. Gözcülerin bu burç üzerinde
bulunduğu ayrıca belirtilmiştir. Etrafı kollayan gözcülerin
bulunduğu bir diğer alan; İmroz karşısındaki Eceovası sahilinden Çanakkale Boğazına gelinceye kadar olan yerdir.
Piri Reis’e göre, İmroz adasının imar edilme sebebi Eceova’daki bekçilere haber verilmesidir. Keza adadaki bekçiler
denizde kaç gemi görürlerse gündüz duman ve gece ateş
ile işaret verirlermiş. Eceova’daki bekçiler bu işareti alır almaz Rumeli tarafına işaret verirler, böylece haber bir saatte
İstanbul’a varırmış.
Kitab-ı Bahriye’de adalara yanaşacak gemilerin yatacakları uygun yerler de ele alınmıştır. İstanbul’dan Sisam’a gelen donanma gemilerinin ada üzerinde bulunan mer-mer
sütunlar önünde demirlediği, keza burasının 300 gemiyi
alacak büyüklükte olduğu belirtilmiştir. Eski zamanlarda
Küçük Sicilya denilen Venedik’e bağlı Nakşe adası ise demirlemeye uygun olmadığından; burada zaman geçire-
Resim 3 – Limni adası
cek gemilerin, limanları daha müsait olan 6 mil uzaklıktaki
Bare’de yattığı verilen diğer bir bilgidir. Denizlerde seyir
eden gemilerin kıyılara yanaşmalarının en büyük sebeplerinden biri suya ihtiyaç duymaları olduğundan, Piri Reis
Kitab-ı Bahriye’sinde su kaynaklarını bir bir anlatmıştır. Örneğin Taşoz, gemilerin su ihtiyacını giderebilecekleri bir
adadır. Özellikle Kuzey tarafında suyu bol büyük bir pınar
ve çay vardır. Yine Çınarlıdere ve Karasu’nun sulanma mevkileri olduğu, Karasu’nun yakınında Kavala adındaki bent
yakınında ayrıca Sultan Selim zamanında bir kale yaptırıldığını yazmaktadır. Midilli’de Larisa isimli dağın yamacındaki
kayalar su kaynağıdır ve yakınında ılıca vardır. Foça açıklarında yer alan Kösten adasının su kaynağı ise Ceneviz yapısı
bir sarnıçtır. Piri Reis bu sarnıç için, İstanbul’daki Binbirdirek
gibi mermer direkler üzerine kurulduğu benzetmesini yapmaktadır. İpsara adasında gemilerin demirleme yeri Güney
tarafı olup, burada da su ihtiyacını giderecek sarnıçlar bulunduğuna işaret eder.
Piri Reis, adaların etimolojisi hakkında da bilgiler vermektedir. Örneğin Andre adasının adı eski krallarından Kalu
Mako’nun (?) yerine geçen oğlu Andirye’den gelmektedir.
Semadirek adasının orijinal adı Sante Mandiraki’dir. Ses
benzerliği dışında doğrudan Türkler tarafından verilmiş
isimleri de belirtir. Örneğin Nakşe adası yakınındaki Tenuse
adasına Hacılar denmektedir. Bunun sebebi ise bu ada civarında Ceneviz korsanları tarafından bazı Müslüman hacıların katledilmiş olmasıdır. Yine adaların belirleyici özellikleri, yeni adlandırmaya vesile olmuştur: İpsara adası, adını
37
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
eskiden üzerinde yaşayan balıkçılardan almıştır. Santorin
adası, “santorin” denilen ve suya batmayan bir taş türünü
bolca barındırır. Değirmenlik adasının ismi ise adada bolca
bulunan değirmen taşından gelmektedir.
Adalarda bulunan hayvanlar eserde ele alınan diğer bir konudur. Buna göre ıssız olan İpsara adasında pek çok eşek
yaşamaktadır. Foça açıklarında yer alan Kösten adasında
karaca ve geyik bulunur. Koyunluca adası taşlık olup tarım
yapılamadığından, halkı keçi besleyerek geçinirler. Dağlık
olmakla birlikte akarsuları bol olan Sisam adası ise bir av
bölgesidir. Geyikler 50-60 başlık sürüler halinde gezerler.
Anadolu ve İstanköy adası halkı, yılın iki ayını geyikleri avlamak üzere burada geçirir. Avlanan geyiklerin etlerinden pastırma yaparak satarlar.
Hayvanların yanında bitkisel ürünler de
ada halkının ve civardan gelenlerin geçimlerini sağlamada önemlidir. Limni
adasının (Resim 3) Güney’inde yer alan
Bozbaba/Boz papas isimli ıssız adadaki
tüm ağaçlar palamuttur. Buraya gelen
gemiler palamut toplayarak satmaya götürürler. Sisam adasında yer alan
ağaçlar ise ayrı bir önem taşır. Piri Reis’in
anlatısına göre bu ağaçlar o kadar uzun
boyludurlar ki barçalara tek parça halinde
direk olur. Rodos barça ve kadırgaları adanın
Kuzey tarafında bulunan Ahırlı limanına demirlenerek günlerce kalırlar. Burada direklik, serenlik, top kundağı
ve buna benzer mühimmat için ağaç kesilerek gemilere
yüklenip götürülür. İhtiyaç fazlası artan kereste ise civar
semtlere satılır. Yine Sisam adasında kamış, Bare adasında
mermer, Değirmenlik adasında halkın sabun yerine kullandığı bir nevi kil olan toprak çeşidi bolca bulunmaktadır. Sakız adası ise dağlık ve taşlık olmasına rağmen sakız ağaçları
ile kaplıdır.
Piri Reis güzergâhı doğrultusunda adaların yakınında bulunan kıyılar hakkında da bilgiler vererek bazı hikâyeler anlatmaktadır. Bunu “…ammâ tertîb için Anadolu kenârlarında
bazı limanları beyân edelim ba‘dehû cezâire girelim…”
cümlesiyle izah eder. Örneğin Midilli karşısında Anadolu
yakasında yer alan Emek Yemez Baba burnunun, ismini
bir veliden aldığını ve bu veliye hürmeten o civardan geçen gemilerin denize peksimet attığını anlatır. Pek çok
38
manastırın bulunduğu Aynaroz’da yaşayan keşişlerle ilgili
olarak, Türk korsanlarına Hıristiyan korsanların ve Hıristiyan korsanlara da Türk gemilerinin nerede olduklarını söylemediklerini ve zarar görmekten çekindikleri için yiyecek
verdiklerini nakletmektedir. Düşman gemilerinin İskiri adasına gelip bilgi ve kılavuz alarak 18-20 mil uzaktaki Rumeli
sahillerini vurdukları ve Rumeli sahiline 5 mil mesafedeki
İşkatos adasındaki kalede yatarak Türk gemilerine zarar
verdikleri bir diğer rivayettir. Eğriboz hakkında ise eskiden
Rumeli’ye bitişik olduğunu, ancak balık avlayabilmek ve
kaleyi emniyete alabilmek için bir bölümünü kazarak burayı karadan ayırdıklarını belirtmektedir. (Resim 4)
Tüm hayatını denizlerde geçiren Piri Reis, eserinde kendi başından geçen olaylara da
zaman zaman yer vermiştir. Aynaroz’da
bulunan, ancak bir geminin sığabileceği küçük limanda bir kaza atlatmıştır.
Buna göre söz konusu limancık poyraza açık olduğundan oldukça tehlikelidir. Burada bir kayıkla yatarken
poyrazın estiğini ve kayığın sağa sola
savrulmaya başladığını, sonrasında
yakındaki manastırdan keşişlerin yardımına koştuğunu anlatmaktadır. Yine
Sömbeki adasına 1 mil uzaktaki iki adacık
civarında yıldız fırtınasına tutulduğunu belirten Piri Reis, bu fırtınadan ancak 35 adet olan
kadırga ve mavnaları birbirine bağlayarak kurtulduğunu
dile getirmektedir.
Son olarak Piri Reis “… ada arası demekle ma‘rûf olan ve
kefere tâifesi Arsu Paluga demekle meşhûr olan cezâiri
tertîb üzere münasib olanı beyân eyledik. Ammâ bu mahalde lâzım olan budur kim, Rumili kenârların ve Efrenç
kenârların beyân ederiz. Tâ Sebte boğazına varınca. Andan sonra Mağrib kenârların beyân edelim. Tâ kim dolaşıp
İskenderiye’den ve Şam karasından Anadolu kenârınca
tekrar Rodos adasına gelip andan Kerpe ve Girid adasını
ve Anafiye ve Değirmenlik ve Mürted ve İskiri ve İşkatos
ve Çamlıcalardan dolaşıp Boğaz hisarlarına gelelim. Tâ kim
tertîb bozulmaya. Zira ibtida Boğaz hisarlarından oldu.
Geri ol kalelerde tamam olsun…cümleleriyle eserini nasıl
bir planda ele aldığını gözler önüne sermektedir.
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
Resim 4 – Eğriboz adası
39
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
40
PİRİ REİS’İN ANLATISINA GÖRE EGE ADALARI / Emel SOYER KOLÇAK
41
PİRİ REİS VE OSMANLIDA DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ / Seyfullah ARSLAN
PİRİ REİS VE
Seyfullah ASLAN*
42
PİRİ REİS VE OSMANLIDA DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ / Seyfullah ARSLAN
Osmanlılar karada varlık gösterdikleri kadar denizlerde de varlık gösterdiler.
Donanmaları, kaptanları, denizcileriyle büyük seferlere yelken açtılar. Kemal
Reis, Burak Reis, Piri Reis, Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Reis, Kılıç Ali Paşa
gibi değerli denizciler ve paşalar Osmanlı tarihi içinden gelip geçti. Bu tarih
içinde gerek Osmanlıların kendi dönemlerinde yazdıkları ve bugün değerli
birer kaynak olan eserleri, gerekse günümüz araştırmacılarının döneme dair
araştırmaları Osmanlı deniz tarihi literatürünü oluşturmaktadır.
Piri Reis’in Kitâb-ı Bahriye adlı eseri Osmanlıların günümüz tarih ve kültür dünyasına değerli bir armağanı olarak durmaktadır. Müellif ve haritacı olarak Piri Reis, günümüz araştırmacılarının üzerinde dikkatle durdukları bir isimdir. Ayrıca
Osmanlı dünyasından zamanımıza haritalarıyla ışık tutmaktadır.
Osmanlı denizcilik literatürü nisbeten zengindir. Ancak çağdaş araştırmaların Osmanlı denizciliğini tüm yönleriyle ele
aldığını söylemek oldukça zordur. Hâlâ Osmanlı denizciliği kapsamında ele alınması gereken oldukça fazla mesele/
konu araştırmacıları beklemektedir. Bütün bunlara rağmen gerek yazmaların yayınları gerekse son yıllardaki araştırmalar Osmanlı denizciliğine çok önemli katkılar yapmıştır. Söz konusu literatürü bu açıdan ayrı ayrı değerlendirmeye
gayret edelim:
* Akademisyen
43
PİRİ REİS VE OSMANLIDA DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ / Seyfullah ARSLAN
Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriye, Boyut Yayın Grubu, İstanbul 2013.
Osmanlıların en büyük haritacısı Piri Reis’in Akdeniz ve kıyılarına dair haritalı bir rehber niteliğindeki eserinin çeşitli yayınları yapılmıştı. Ancak en son yapılan yayın dikkate değer görünmektedir. Boyut Yayın Grubu tarafından ve Kitâb-ı Bahriye’nin İstanbul Üniversitesi Nadir
Eserler Kütüphanesi’ndeki T.6605 numaralı nüshasına dayanılarak yapılan yayının, eseri günümüz teknolojisiyle buluşturan çeşitli özellikleri de bulunuyor. Kitapta, Akdeniz kıyıları, adaları, rüzgârları, limanları ve fırtına mevsimleri gibi bir kaptanın rehberi olabilecek çok kıymetli
bilgilerin yer almasının yanında, haritalar da oldukça değerli veriler sunmaktadır.
Kâtip Çelebi, Tuhfetü’l-Kibâr Fi Esfâri’l-Bihâr, yay. haz. İdris Bostan, Denizcilik Müsteşarlığı,
İstanbul 2009, 464 s.
“Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan” anlamına gelen eser Osmanlı deniz seferleri
temelinde Osmanlı deniz tarihi ve denizcilik örgütlenmesi hakkında bilgi veren ilk eserdir. 17.
yüzyıl müelliflerinden olan Kâtip Çelebi; eserinde ilk önce arzın şeklini anlatmakta, ardından
Osmanlı coğrafyasından başlayarak adalar ve kıyılar hakkında bilgi vermektedir. Eserin ilerleyen bölümlerinde ise Osmanlıların deniz seferleri hakkında ayrıntılı bilgiler verilmektedir.
Tarihi, safhaları, içinde yer alan önemli görevliler gibi bilgilerle birlikte tüm sefer ayrıntılı bir
biçimde nakledilmektedir.
İdris Bostan, Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, Kitap Yayınevi, İstanbul 2006, 384 s.
Prof. Dr. İdris Bostan’ın yıllardır sürdürdüğü çalışmaların neticesi ve çeşitli yerlerde yayımladığı makalelerin bir toplamı olan kitap, Osmanlı denizciliğine dair başlangıcından 19. yüzyıl
sonlarına kadar birinci elden değerlendirmeler sunuyor. İlk bölümde Osmanlı denizciliğinin
teşekkülü, kürekçi temini ve Akdeniz’deki varlığı değerlendirilirken; ikinci bölümde Piri Reis’in
Kitâb-ı Bahriye’sinde bulunan Tersâne-i Âmire planları, kadırgadan kalyona geçiş süreci ve
tersane inşasındaki değişimlere bağlı olarak yabancı uzmanların rolü üzerinde duruluyor. Son
bölümde ise Osmanlı deniz ticareti mercek altına alınarak Osmanlı ticaret politikaları ve Avrupa ile ilişkiler ele alınıyor. Ayrıca Osmanlı tâbileri Dubrovnik ve Garp Ocakları ile Avrupalı
devletler arasındaki ticarî ve siyasî münasebetler değerlendiriliyor.
İdris Bostan, Osmanlılar ve Deniz, Küre Yayınları, İstanbul 2007, 241 s.
“Deniz politikaları, teşkilat, gemiler” alt başlığıyla yayımlanan eserde Prof. Dr. İdris Bostan,
Osmanlı denizciliğinin teşekkülünden örgütlenme yapısındaki inceliklere, gemi teknolojisindeki değişimlerden gemi tiplerine kadar Osmanlı denizciliğini kapsamlı bir şekilde ele alıyor.
Aynı zamanda önemli deniz savaşaları ve kuşatmalarla Osmanlı donanmasının Akdeniz’de
elde ettiği başarılar ve bunların etkisini değerlendiriyor. Dört bölüm ve eklerden oluşan kitapta görsel malzeme ile Osmanlı gemileri, tersanesi ve çeşitli gemi malzemeleri de okuyucuya
tanıtılıyor.
44
PİRİ REİS VE OSMANLIDA DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ / Seyfullah ARSLAN
Palmira Brummett, Osmanlı Denizgücü, çev. Nazlı Pişkin, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, 301 s.
“Keşifler çağında Osmanlı denizgücü ve Doğu Akdeniz’de diplomasi” alt başlığı ile yayımlanan
kitapta Osmanlı donanmasının gelişimi ve Akdeniz ticareti ekseninde Osmanlılar, Avrupa dünyası, diplomatik ilişkiler gibi konular üzerine dikkat çekici tespitler yer alıyor. Aynı zamanda yazar, Osmanlı devletine karşı Safevilerin Venedik ve Portekiz ile işbirliği girişimleri bağlamında
Kızıldeniz’e taşan mücadeleyi, Akdeniz hâkimiyetinin bir uzantısı olarak ele alıyor.
Andrew Hess, Unutulmuş Sınırlar, çev. Özgür Kolçak, Küre Yayınları, İstanbul 2010, 325 s.
“16. Yüzyıl Akdeniz’inde Osmanlı-İspanyol Mücadelesi” alt başlığı ile yayımlanan kitap, 1492
yılında Gırnata’nın düşüşü ve Osmanlıların Kuzey Afrika’daki varlığı ile ortaya çıkan iki ayrı dinin sınır hattında çatışma ve yaşam kültürünü ele alıyor. Hess aynı zamanda iki imparatorluğun, iki coğrafyanın, iki kültürün ve nihayetinde iki dinin çarpışmasına sahne olan sınırların,
imparatorluklar, savaşçılar ve bölge halkları üzerindeki etkileri üzerinde durmaktadır. Öte yandan kitapta, iki imparatorluğun kaderi ve yeteneği hususunda çok değerli yorumlar yer alıyor.
Yusuf Alperen Aydın, Sultanın Kalyonları, Küre Yayınları, İstanbul 2011, 430 s.
Yusuf Alperen Aydın’ın doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla literatürümüze kazandırılan bu değerli eser “Osmanlı Donanmasının Yelkenli Savaş Gemileri (1701-1770) alt başlığı ile yayımlandı. Dört bölümden oluşan eserin ilk bölümünde 1701 Bahriye Kanunnâmesi ile Osmanlı
donanmasındaki değişim ve dönüşüm ele alınıyor ve kadırgadan kalyona geçiş süreci bütün
yönleriyle değerlendiriliyor. İkinci bölümde ise kalyonların teçhizi için büyük öneme haiz olan
yelken bezi ve lenger imalâtı ele alınıyor. Üçüncü ve dördüncü bölümde ise kalyon inşa malzemelerinin ne şekilde temin edildiği; kalyon personelinin sayısı, iaşesi ile savaş malzeme ve
mühimmatının neler olduğu ayrıntılı bir biçimde anlatılıyor.
45
PİRİ REİS VE OSMANLIDA DENİZCİLİK LİTERATÜRÜ / Seyfullah ARSLAN
46
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ:
Yusuf A. AYDIN*
48
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
Piri Reis, Ege adalarını sadece coğrafi konumlarını ve coğrafi özelliklerini yazmakla
yetinmez; adeta bir rehber gibi adanın tarihi, hikayesi, üzerinde geçmişte yer almış
ya da halen bulunan mimarı yapılar ve nüfusu hakkında bilgiler verir. Eserini öylesine
nizami kaleme almıştır ki kendinizi onun gemisinde yolculuğa çıkmış hissedersiniz.
Biz de bu yazımızda Piri Reis’in gözünden 16. yüzyılda Ege adalarının durumunu
aktarmaya çalışacağız.
Fâtih Sultan Mehmed’in 1453’te Doğu Roma İmparatorlu-ğu’nun başkentini fethetmesiyle bir imparatorluk mirası devralınmıştı. Bu yeni hedefe uygun olarak 16. yüzyıldaki fetihler ve takip edilen stratejilerle devlet bir imparatorluk haline geldi. Bu
yüzyılda imparatorluk coğrafyasında bulunan denizlere yönelik ve büyük oranda başarıya ulaşan girişimlerle bir deniz imparatorluğu hüviyeti de kazanıldı. Özellikle II. Bayezid (1481-1512) döneminde devlet güdümünde yönlendirilmesi gereken
bir faaliyet konusu olarak denizciliğin önemi kavranmış ve buna uygun icraata girişilmişti. Tersanelerde yeni tipte gemiler
inşa edilirken başta Kemal Reis (ö. 1510) olmak üzere Akdeniz’de faaliyetlerini sürdüren Türk korsanları desteklenmekte ve
donanmada istihdam edilmekteydi. Bunlar devletin izni ve bilgisi dâhilinde denizlerde faaliyet gösteren ve usta birer denizci
olan kimselerdi.
16. yüzyılın ilk çeyreği içinde Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) seferleri sonucunda ulaşılan yeni sınırlar ve zamanla buralarda gelişen şartlar; Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hind Okyanusu sularını Osmanlı donanma gemilerinin operasyon sahası haline
getirdi. Bu açıdan denizciliğin esaslı bir devlet siyaseti güdülerek ele alınması 1515’te Yavuz Sultan Selim’in tersaneyi büyük
oranda genişletmesinden sonradır. Şüphesiz 16. yüzyılda Osmanlıların en etkin olduğu ve rakipleriyle sürekli ve yoğun bir
mücadelenin yaşandığı yer ise Akdeniz oldu.
* Akademisyen
49
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
Babasının vefatından sonra tahta oturan Sultan Süleyman (1520-1566), hemen
fetihlere girişti. Balkanlarda hâkimiyetin yolunu açacak Belgrad, 1521’de fethedildi. Akdeniz’e yönelik hedeflerinin gerçekleştirilmesinde önemli olan Rodos,
Fâtih Sultan Mehmed döneminde ele geçirilememişti. Müstahkem bir kaleyle
korunan Rodos’taki farklı milletlere mensup şövalyeler sahip oldukları filo ile
deniz güzergâhının emniyetini tehdit etmekteydiler. Osmanlı topraklarına karşı bir nevi ileri karakol görevi sürdüren Rodos 1522’de ele geçirildi. Adayı terk
eden şövalyeler V. Karl tarafından Malta ve Trablus’a yerleştirildiler. Artık Mısır
ile İstanbul arasındaki güzergâhın emniyet ve denetimiyle deniz ticaretinin canlanarak artması sağlanmıştı. Diğer taraftan bu durum Osmanlıların V. Karl ile Akdeniz’deki mücadelelerinin başlaması anlamına geliyordu.
Kan bağları dolayısıyla Avrupa’nın önde gelen hanedan ailelerinin üyesi olan V.
Karl, daha 1516’da İspanya Kralı ilan edilmişti. 1519’da ise dedesi I. Maximilian’ın
ölümüyle boşalan Kutsal Roma İmparatorluğu tacına talip oldu. Diğer aday
Fransa kralı I. François’ydı. Karl, 1520’de imparator unvanına sahip oldu. Bu
tarihten itibaren V. Karl ailevi miras yoluyla Avrupa ve Amerika’da birçok yeri
50
İspanya Kralı V. Karl
elinde tutuyordu. Habsburg hanedanına mensup Avusturya Arşidükü Ferdinand’la karada mücadele
eden Osmanlılar onun ağabeyi
ve Kutsal Roma İmparatoru olan
V. Karl ile 16. yüzyılda Akdeniz
hâkimiyeti için karşı karşıya geldiler.
Osmanlıların Belgrad’ı fethi sonrasındaki yıllarda İtalya Savaşları’nın
ikinci dönemi başlamış; bu sebeple V. Karl ile I. François karşı
karşıya gelmişlerdi. Bu mücadele
sırasında Madrid’de hapse atılan I.
François’nın annesi oğlunun kurtarılması için Sultan Süleyman’a
başvurdu ve 1526 Mohaç seferine
bu amaçla çıkıldı. Böylece Osmanlılar Avrupa siyaset sahnesine dâhil
oldular. Daha sonraki yıllarda da
özellikle askerî açıdan Fransa’ya daima yardım edildi. Fransa, Osmanlı
donanmasını İspanyollar aleyhine
bilhassa İtalya kıyılarına çekmeye
çalışırken; Osmanlılar esas ilgilerini
Kuzey Afrika sahillerine yönelttiler.
Takip edilen bu siyaset Akdeniz tarihi açısından mühim gelişmelerin
de başlangıcını oluşturdu.
Akdeniz’deki mücadelede Barbaros Hayreddin’in Osmanlı hizmetine girmesi çok önemlidir. Sultan
Süleyman’ın Kutsal Roma İmparatoru V. Karl ve Arşidük Ferdinand
üzerine çıktığı 1532 “Alaman” seferi sırasında Andrea Doria idaresindeki imparatorluk donanmasının
Osmanlı hâkimiyetindeki Mora’yı
vurması üzerine Akdeniz’de Cezayir Sultanı olarak şöhret kazanan Barbaros Hayreddin, Osmanlı
bahriyesinin başına geçmek üzere
İstanbul’a davet edildi. Halep’te
bulunan
Veziriazam
İbrahim
Paşa’yla görüşmesinin ardından
1534 Şubatı’nda Cezayir-i Bahr-i
Sefid Beylerbeyi payesiyle kaptanıderya olarak tayin edilen Barbaros
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
Kanuni Sultan Süleyman
51
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
52
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
53
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
Hayreddin Paşa, İstanbul’a dönerek tersanedeki hazırlıklarla bizzat ilgilendi. Osmanlı donanmasını 35’i baştarda,
52’si kadırga, 6’sı kalyata ve 7’si kayık olmak üzere 100
gemi ve 24.400 personeliyle Akdeniz’e çıkardı. Donanmanın hedefi Tunus’taki iktidar mücadelesinde İspanya’nın
etkisini kırmaktı. Barbaros 1534 Ağustos’unda burayı ele
geçirerek bir deniz üssü haline getirdi. Bu durum V. Karl’ı
oldukça endişelendirdi, bizzat kendisinin de bulunduğu
ve Andrea Doria’nın idare ettiği 300 gemilik donanmasıyla gelerek Tunus Sultanı Mevlây Hasan’ın da yardımıyla
1535 Temmuz’unda Tunus’u ve Halkulvad kalesini aldı.
Barbaros, karşı atak olarak İspanya idaresindeki Mayorka
adasına saldırdı ve buradan aldığı esir ve ganimetle 1535
Kasım’ında İstanbul’a döndü. 1537’de Osmanlı donanmasının da destek verdiği Korfu seferi Fransızların vaat ettikleri desteği tam olarak yerine getirmemeleri ve bu esnada
V. Karl’la anlaşmaya varmaları üzerine; netice alınmadan
adadaki muhasaranın kaldırılmasıyla sonuçlandı.
İstanbul’dan Korfu’ya doğru denize açıldığında ve adadan
dönüş yolunda Hayreddin Paşa, Ege adalarının bir kısmını
Osmanlı hâkimiyetine almıştı. 1538’deki ikinci adalar seferinde ise adaların fethi tamamlandı ve Barbaros idaresindeki donanma Preveze’ye geldi. Barbaros’un buraya gelme sebebi Akdeniz’deki Osmanlı ilerlemesini durdurmak
için İspanya, Papalık, Portekiz, Venedik, Malta ve Ceneviz
gemilerinden oluşturulan Andrea Doria komutasındaki
büyük haçlı donanmasını karşılamaktı. Haçlı donanmasındaki gemi sayısı Osmanlı donanmasının sayıca üç katından
fazlaydı. Osmanlı donanması 28 Eylül 1538’de tarihinin en
büyük zaferini elde etti. Barbaros’un ustaca manevralarına
karşılık veremeyen Andrea Doria çekilmek zorunda kaldı.
Bu zafer sonucunda bütün Akdeniz’de Osmanlı üstünlüğü
başladı; fakat mücadele daha sonlanmamıştı.
Osmanlılar 1541’de Macaristan’a doğru sefere çıktığında V. Karl, bir donanmayla denizden harekete geçerek
Cezayir’e saldırdı. Daha önce Tunus’u alan V.
Karl, Cezayir’i de ele geçirirse Akdeniz’de üstünlüğü kendi lehine çevirebilecekti. Ekim
1541’de büyük İspanyol armadasının taşıdığı 70.000’e yakın asker Cezayir’i kuşattı.
Fakat mevsim şartları İspanyolların aleyhine
gelişti. Ekimin sonlarında donanma Cezayir
önlerinde demirli iken şiddetli yağmur gemilerdeki barutu kullanılamaz hale getirdi
ve kuvvetli rüzgârın etkisiyle de gemiler
demir tarayarak birer birer kıyıya vurmaya
başladı. Kendilerini savunmaktan aciz hale
gelen askerler kaleden çıkanlar tarafından
etkisiz hale getirildi pek çoğu da esir alındı.
V. Karl kendi canını zor kurtarıp İspanya’ya
dönebildi. Fakat yüzden fazla gemi ve binlerce askerin yanı sıra 300 civarında İspanyol
aristokratı kaybetmişti.
1542’de İngiltere ile anlaşan V. Karl,
Fransa’yı kıskaca alınca zor durumda kalan
I. François, Sultan Süleyman’dan tekrar yardım talebinde bulundu. Osmanlı ve Fransız donanmalarının müşterek bir harekâtta
bulunması kararlaştırıldı. Sultan Süleyman
Fransa Kralının da ordusuyla düşman üzerine yürümesini bildirmiş, İspanya ile ilişkilerine dikkat etmesini ve Papa’nın arabuluculuk faaliyetleri sonucunda V. Karl ile
barışa yanaşmamasını tembih etmişti. Zira
Osmanlılar İspanya’nın anlaşma yapmak
54
Turgut Reis
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
Barbaros Hayreddin Paşa
55
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
56
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
57
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
ve ahidnâme almak için giriştiği teşebbüslere yüz vermemişti. Barbaros Nisan 1543’te 110 kadırgalık donanma
ile İstanbul’dan Marsilya’ya doğru denize açıldı. Osmanlı
ordusu da 23 Nisan’da Edirne’den Macaristan üzerine sefere çıktı. Hayreddin Paşa, 21 Temmuz’da Marsilya’da karaya çıktı. Burada Fransız donanmasıyla birleştikten sonra
İspanya’ya tabi olan Nice şehri kuşatıldı. Fransızlar yeterli
desteği sağlayamadığından kuşatma kesin bir başarıyla
sonuçlanamadı. Sultan Süleyman’ın da uygun görmesiyle
ertesi bahar harekete geçebilmek için Osmanlı donanması
sekiz ay Toulon’da kışladı. Bu sürede şehrin idaresini yürüten Barbaros Katalonya kıyılarını vurmaları için Salih ve
Hasan reisleri görevlendirdi. Böylece Osmanlı deniz tarihinde ilk kez imparatorluk donanması kışı ana üssü olan
İstanbul’daki Tersane-i Âmire’den başka bir yerde geçirdi.
Nice Seferi aynı zamanda Barbaros Hayreddin Paşa’nın
son büyük seferi oldu. Bu büyük kaptanıderya 1546 Temmuz’unda vefat etti.
1545’in son aylarında İspanya ve Avusturya elçilerinin
talepleri üzerine ateşkes sağlandı, 1547’de ise V. Karl ve
Ferdinand’la yapılan ve beş yıl geçerliliği olan anlaşma
Sultan Süleyman tarafından tasdik edildi. Bu esnada I.
François 1547 Mart’ında ölünce yerine oğlu II. Henry geçti. İlk başlarda tereddüt ettiyse de o da babasının güttüğü
siyaseti takip edip Osmanlılarla ittifak içine girmek zorunda kaldı.
V. Karl tarafından Malta’ya yerleştirilen şövalyelere aynı
zamanda 1510’da ele geçirilen Trablusgarb’ın idaresi
de bırakılmıştı. Sultan Süleyman, buranın fethi için Turgut Reis’i görevlendirdi. 120 kadırgadan oluşan donanma Malta’yı topa tutup Gozo’yu yağmaladıktan sonra
58
Trablusgarb’ı kuşatarak 1551 Ağustos’unda şövalyelerden teslim aldı. Burası Kuzey Afrika’da yeni bir Osmanlı
beylerbeyiliği olarak teşkil edildi.
Akdeniz’de sular yine hareketlenmeye başlamış; Fransa
Kralı II. Henry Korsika’nın işgali için Osmanlılardan yardım
talebinde bulunmuştu. Böylece Fransız-Osmanlı işbirliği
Akdeniz’de yeniden canlandı. 1553’te Fransa ile müşterek düzenlenen bir deniz harekâtında Korsika adasının
merkezi Bastia zapt edilerek Fransa’ya kazandırılmış oldu.
1555’de Kaptanıderya Piyale Paşa Akdeniz’de tekrar Fransız donanması ile ortak harekâtta bulunmak üzere denize
açıldı. Turgut Reis de donanmaya destek sağladı. Haziran
ayında Mesine boğazındaki Riçe kalesi fethedildi. Elbe
adası kuşatıldı fakat ele geçirilemedi. Piyale Paşa komutasındaki 45 kadırgadan oluşan donanma 1556’da Cezayir
Beylerbeyi Salih Paşa’nın da yardımıyla İspanya idaresindeki Oran’ı (Vahran) zapt etti. Ertesi yıl ise İspanyol işgalinde bulunan Tunus’un Benzert (Bizerte) şehri fethedildi.
Osmanlı donanması üstün bir şekilde Akdeniz’de faaliyet
gösterirken V. Karl, 1556’da imparatorluk tacı ve İspanya tahtından feragat etti. İmparatorluk tacını giydiği ilk
yıllardaki büyük Hıristiyan Avrupa ve cihanşümul dünya
hâkimiyeti ideali için giriştiği siyasî, dinî ve askerî mücadelenin sonuçsuz kaldığını görmüş ve hastalığı dolayısıyla da artık yorgun düşmüştü. İmparatorluk tacını kardeşi
I. Ferdinand’a, İspanya tahtı ve zengin sömürgelerini ise
oğlu II. Philippe’e bırakan V. Karl’ın şahsında Habsburg
hanedanlığı en büyük sınırlarına ulaştı. Bu tarihten sonra
hayli kırgın bir şekilde inzivaya çekilerek; 1558’deki vefatına kadar oğlunun mücadelesini izledi.
Kanuni Sultan Süleyman
İKİ İMPARATOR “BİR” DENİZ: I. SÜLEYMAN VE V. KARL’IN AKDENİZ’DE HAKİMİYET MÜCADELESİ / Yusuf A. AYDIN
59
KİTAB-I BAHRİYE’DE ÇİN DENİZİ / Miraç TOSUN
KİTAB-I BAHRİYE’DE
Miraç TOSUN*
60
KİTAB-I BAHRİYE’DE ÇİN DENİZİ / Miraç TOSUN
Kitâb-ı Bahriye’de yer verilen yedi denizden ilki Çin Denizi’dir. Piri Reis bu
kısımda, “Çin Denizi hakkında çok söz vardır” diye anlatısına başlar. Öyle ki
bu bilgilerin birçoğu eski zamanlara ait kâğıt ve mermerde kalmıştır, artık
kendisi yeni bir söz söyleyecektir. Portekizli gemicilerden öğrendiklerinden
yola çıkarak Çin Denizi ve civarındaki adalar ile yerel halktan haber verir. Piri
Reis’in bu bilgileri elde ediş şekli ve kitabına aktarması önemli olduğu kadar
onun bu türden bilgilere yer vermesi, bir reis olarak uzak denizlere karşı
olan merakının da bir tezahürüdür.
Piri Reis, ikinci telif eserii olan Kitâb-ı Bahriye’sini manzum olarak başlatmış ve bu bölümde
972 beyti 23 fasla ayırmıştır. Bu fasılların ilk ikisinde kitabın yazılış amacı ve amcası Kemal
Reis’le çıktıkları seferlerden bahseder. Devamında da denizciler için bir rehber kitabı olması
hasebiyle fırtına, yönler, pusula, harita ve harita işaretleri hakkında bilgi verir. On üçüncü
fasıla gelindiğinde Piri Reis, Portekizli gemicilerden öğrendiklerinden yola çıkarak Çin Denizi
ve civarındaki adalar ile yerel halktan haber verir. Piri Reis’in bu bilgileri elde ediş şekli ve
kitabına aktarması önemli olduğu kadar onun bu türden bilgilere yer vermesi, bir reis olarak
uzak denizlere karşı olan merakının da bir tezahürüdür. Bir diğer ifadeyle Piri Reis kendisini, tavsif ettiği yedi denizi gemicilere açıklamak zorunda hissetmiştir denilebilir. Öncelikle
Kitâb-ı Bahriye’de tarif ettiği yedi deniz şunlardır: Çin Denizi, Hind Denizi, Pers Denizi (Basra
Körfezi), Bahr-i Zenc (Hind Okyanusu’nun batı tarafı-Habeşistan sahilleri), Bahr-i Magrib (Atlas Okyanusu), Bahr-i Rûm (Akdeniz) ve Bahr-i Kulzum (Hazar Denizi). Piri Reis, bu suretle,
bilgisine sahip olduğu denizlerin bir panoramasını sunmaktadır.
Söz konusu denizlerden altısı şiir şeklinde anlatılırken, Akdeniz’den bahsedilen kısımda düz yazı tercih edilmiştir. Piri
Reis, bunu Akdeniz’in tarifinin uzun sürmesine ve zikredilen ayrıntılı bilginin çabuk verilmek istenmesine bağlamıştır. Piri
Reis’in kitabında yer verdiği bilgilerin kaynağı olarak amcası Kemal Reis’le birlikte genç yaştan itibaren katıldığı birçok
seferi de unutmamak gerekir. Diğer yandan öteki denizleri nazım yoluyla anlatmasının sebebi, konuların, böylece denizcilerin aklında daha kolay yer edeceği düşüncesi olabilir. Anlatımında haritanın öneminden bahsetmekle birlikte şu
ifadeyi nazım şeklinde zikretmekten de geri durmaz. “Bu tafsîl hartı ilmiyle olmaz/Şurahdur hep bular pergara gelmez”
(bu bilgiler harita ilmi ile olmaz, açıklanmalıdır, pergele gelmez).
Kitâb-ı Bahriye’de yer verilen yedi denizden ilki Çin Denizi’dir. Piri Reis bu kısımda, “Çin Denizi hakkında çok söz vardır”
diye anlatısına başlar. Öyle ki bu bilgilerin birçoğu eski zamanlara ait kâğıt ve mermerde kalmıştır, artık kendisi yeni bir söz
söyleyecektir: Çin Denizi, Doğu’nun en uzak ve en büyük denizidir. Hıtay adı verilen Çin karası, bu denizin Kuzey’inde kalmaktadır. Çin’in merkezi “Çin ü Maçin”, yerlisi ise “Çiçi Çan” adlarıyla anılır. Bunların elinde Çin balçığından putları vardır ve
devamlı yanlarında taşırlar. Bu putları akıllarına geldikçe çıkarıp öper ve canımı sana ısmarladım ifadesini kullanırlar. Putları üzerlerinden hiç çıkarmamalarının sebebi bedenlerinin onunla rahatta olduklarına inanmalarıdır. Selamlama şekilleri ise
iki ellerinin dizleri üzerine bağlanıp sağa ve sola sallanması şeklindedir. Selamlaşma sırasında asla konuşmazlar. Bütün bu
rivayetleri Piri Reis Portekizlilerden öğrendiği şekilde aktarmaktadır. Piri Reis’in Çin’le ilgili verdiği son bilgi Çin porseleni
ve bunun yapım tekniğine aittir. Bu hususu Piri Reis bizzat kendi ilgisini çektiği için Portekizlilere sorduğunu ifade eder:
“Portukal’dan hem sual ettim bunu/Yani Çini Çangın toprağını”.
* Akademisyen, İstanbul Üniversitesi
61
KİTAB-I BAHRİYE’DE ÇİN DENİZİ / Miraç TOSUN
62
1513’Te Pîrî
Tarafından
KİTAB-I BAHRİYE’DE
ÇİNReis
DENİZİ
/ Miraç TOSUN
Yapılarak 1517’De Sultan Birinci
Selim’e Sunulan Dünya Haritası’nın
Günümüze Ulaşan Parçası.
PİRÎ REİS 1513 (9 Mart-7 Nisan) 870
x 630 mm. “İşbu haritayı Kemal
Reisin biraderzadesi ünvanile
müştehir Piri ibn el- Hacc Mehmed
919 senesi muharreminde
Gelibolu’da tahrir eylemiştir” On
altıncı asırda, Osmanlı haritacılığı
Piri Reis’in çalışmalarıyla en büyük
eserlerini vermiştir. Pirî Reis’in,
Kristof Kolomb’un Yenidünya
(Amerika) seferleri sırasında
hazırladığı haritadan yararlanılarak
üretilmiş olan üç Avrupa
kaynaklı harita ile Müslüman
haritacıların eserlerinden istifade
ederek ve aynı zamanda kendi
tecrübelerine dayanarak 1513’te
çizdiği haritanın bugün elimizde
bulunan kısmı olup, büyük ölçekli
dünya haritasının bir parçasıdır.
Bu harita, güney-batı Avrupa,
kuzey-batı Afrika, Güney Doğu
ve Orta Amerika bölgeleri ve yeni
dünya hakkında bilgiler ihtiva
etmektedir. Bu, enlem ve boylam
çizgileri olmayan ancak kıyıları ve
adaları içine alan portulan tipi bir
haritadır. TSMK, R. 1633 mük.
63
KİTAB-I BAHRİYE’DE ÇİN DENİZİ / Miraç TOSUN
Çin’i bu şekilde tarif eden Piri Reis, devamında bu denizdeki adalarla ilgili malumat verir ve ilk kez nasıl bulundukları hakkındaki bilgileri kendi zaviyesinden anlatır. Kitâb-ı
Bahriye’ye göre, fırtınadan kaçan bir Portekiz gemisi denizde sürüklenir, gemidekiler nereye gittiklerini bilmeden
yirmi dört gün boyunca yol alırlar. Piri Reis, anlatımını kuvvetlendirmek için eski zaman hikâyesi zikretmediğini dile
getirir ve “taze ahbârdur bu söz” kelamıyla anlatısını devam ettirir. Denizde sürüklenen Portekizliler, yirmi beşinci
gün karşılarında bir kıyı görüp yanaşırlar ve oranın insanlarla dolu olduğunu müşahede ederler. Bu insanların hepsi çıplaktır ve ellerindeki yaylarla kamıştan yapılma, uçları
elmasa benzeyen neşter keskinliğinde oklardan atarlar. Piri
Reis’in bu anlatımı yeni yerlerin keşfiyle ilgili olarak zihinlerde beliren imaja uymaktadır: “Allah’ın türlü türlü yarattığı bu insanların bazılarının geyik gibi boynuzları, bazısının
ortada gözü vardır; çoğunun ayakları bitişiktir, kimisinin
boynu ile başı birleşiktir bazısının yüzü köpek gibidir. Son
olarak bir başka adada ise filkulaklı insanlar bulunmaktadır.” Masalımsı bu tanımlamaları Portekizli denizcilerden
dinleyen Piri Reis, muhtemelen hayret uyandırıcı bu tarifleri kitabına almıştır. O’nun Kitâb-ı Bahriye’sine aktardığı
64
uzak denizlere ait bilgilerin kaynağının Portekizli denizciler olduğunu hatırladığımızda verilen bu bilgilerin sıradan
olduğu söylenebilir. Ancak özellikle bölgedeki insanların
betimlendiği kısımların Çin kaynaklarıyla karşılaştırmasını
yapan araştırmacılar, Kitâb-ı Bahriye’nin verdiği bilgilerle
Çin kaynaklarının anlatımlarının birbirini tuttuğunu ifade
etmişlerdir . Bu da Çin kaynaklı efsanelerin Çinlilerden Portekizlilere aktarıldığını göstermektedir.
Sonuç olarak bir kısmı efsanelerle örülü de olsa 16. yüzyılın
başında daha evvel herhangi bir bilgi deneyimine Akdenizli Müslüman denizciler tarafından sahip olunmayan Çin
Denizi ve insanları hakkındaki, Piri Reis’in öğrendiği bilgileri portolan hüviyetin-deki kitabına alması; O’nun reis olarak
uzak denizlere olan ilgisini açıkça göstermektedir. Portekizlilerin anlatımını aktararak dahi olsa denizcilikten de ötede
kültürel öğelerle bezeli bilgiler vermesi ve kimi yerde sorduğu sorular üzerine aldığı cevaplar, Kitâb-ı Bahriye’yi başka açılardan da önemli kılar. O’nun “seyr-i deryâ ile kaim”
hayatı, “ilme müştâk canı”, “bu fende karaladığı nice evrak”,
çizdiği haritaları ve bıraktığı eseri, kendisini tanımada ve ismini yaşatmada en büyük rehber vazifesi görecektir.
KASVETLİ DALGALARIN RESSAMI:
AYVAZOVSKI
Pervane ALİZADE*
Ayvazovski’nin hayatı boyunca neredeyse 6.000’e yakın eser tamamladığı
söylenir. O öncelikle bir deniz (marienist) ressamıdır. Yarattığı tablolar
hayat gibidir. Son derece muhteşem deniz dalgaları yapabilen, suyun farklı
durumlarını tasvir eden eşsiz bir sanatçıdır.
* Sanat Tarihçisi
KASVETLİ DALGALARIN RESSAMI: AYVAZOVSKİ / Pervane ALİZADE
YAŞAMI
Deniz ve sanat konu olunca ilk akla gelen ressam hiç kuşkusuz İvan Konstantinoviç Ayvazovski’dir (1817-1900).
İvan Ayvazovski’nin hayat hikayesi dünya sanat tarihinde
emsalsizdir.
Ressam 1817 yılında küçük, gösterişsiz, hareketli bir Karadeniz Limanı olan;, bir dönem Osnmanlılar tarafından
‘’Küçük İstanbul’’ olarak da adlandırılan Feodosiya’da fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Feodosiya,
tarihi ve coğrafi özellikleri ile Ayvazovski’nin sanatçı kişiliğinin gelişmesine önemli ölçüde etki etmişti ve onun
için adeta bir ilham kaynağı olmuştu. Feodosiya’nın evleri
kentin tam tepesindeydi. Ayvazovski, küçük yaşta tepedeki evinden her gün limana gelen gemileri, denizcileri,
günlük ekmek peşinde koşan balıkçıları, sarp kayalıkları,
Karadeniz’in muhteşem dalgalarını hafızasına kaydederek büyüdü…
Ayvazovski, on altı yaşında St. Petersburg şehrindeki Çarlık Güzel Sanatlar Akademisi’ne burslu olarak kabul edildi ve okulu dereceyle bitirdi. Yirmi beş yaşında ise artık
ünü dünyanın dört bir yanına yayılmıştı. Ressam, beş
Avrupa Akademisi’ne üye seçildi ve Çarlık Sarayı’nın Rus
Deniz Donanma Bakanlığında ressam olarak çalışmaya
başladı. Böylece Ayvazovski, Doğu Akdeniz’de, Ege’de,
Karadeniz’de ve pek çok yerde deniz resimleme imkanı
buldu.
68
1836 yılında Ayvazovski ilk kez Baltık Denizinde savaş tatbikatlarını izlediği sırada denizin coşkusu ile beraber kendi üslubunun da temellerini atmış oldu. Bu dönemden
başlayarak görevi dolayısıyla yaşamını çok sayıda deniz
ve gemi resimleri yaparak geçirdi.
ne yolculuklar yapmaya başladı. İngiltere, Hollanda, İtalya,
Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinde gezilere katıldı. 1845 yılında ilk kez, Sultan Abdülmecid tarafından İstanbul’a getirilen Ayvazovski, Beylerbeyi Sarayında kabul edildi. Birçok
Osmanlı büyüğünün ve V. Murad’ın portrelerini yaptı.
Ayvazovski olağanüstü tekniği ve tarzıyla dönemin en
önemli sanatçılarından biri olarak dünyanın birçok yeri-
Birkaç yıl sonra ressam, Sultan Abdülaziz’in davetlisi olarak İstanbul’a bir daha geldi. Kendisi de resimle uğraşan
KASVETLİ DALGALARIN RESSAMI: AYVAZOVSKİ / Pervane ALİZADE
Abdülaziz, Ayvazovski’yi otuzdan fazla resim yapmakla
görevlendirdi. Sultan bu iş için hazırlık niteliğinde taslaklar yaptı. Ayvazovski’nin Osmanlı Sarayı için yaptığı resimlerden bazıları Abdülaziz’in hazırladığı taslaklara göre
yapılmıştır.
Ayvazovski 1845-1890 yılları arasında İstanbul’a toplam yedi kez geldi. 1890’daki son gelişinde Sultan II.
Abdülhamid’in huzuruna kabul edilerek padişaha iki
tablosunu hediye etti. İstanbul’a her gelişinde saray ile
kurduğu ilişkiler Osmanlı Padişahları tarafından rağbet
gördü. Bir müddet sonra Dolmabahçe Sarayı için yaptığı
birkaç resim çok beğeni gördü ve Sultan Abdülmecid tarafından Nişan-ı Ali ile ödüllendirildi.
69
KASVETLİ DALGALARIN RESSAMI: AYVAZOVSKİ / Pervane ALİZADE
RESİM TARZI
Ayvazovski’nin tablolarında masmavi bir deniz hiç göremezsiniz, genellikle kasvet hakimdir. Ama özellikle
İstanbul’da yaptığı eserler, görsel açıdan en sakin görüntülerin resimlendiği çalışmalardır. Bu da ressamın
İstanbul’da huzur ve rahatlığı bulduğunun göstergesidir.
Ressam İstanbul’u çok sevmiş ve yazılarının birinde şöyle
demiştir: ‘’Galiba dünyada bu şehir kadar muhteşem bir
yer yok, buradayken Napoli ve Venedik’i unutuyorsun.’’
Ayvazovski tabloları büyük ölçüde gökyüzü ve denizden
oluşur. Boş alanları betimlerken uzaklık ve perspektif duygusunu tuvale başarıyla aktarır. Ayvazovski’nin resimlerinde en çok fırtına ve denizlere yer verilmiştir… Gemileri
yutan çıldırmış dev dalgalar, kayalıklara binen alabora olmuş kayıklar, kırılan direğin su üstünde kalan parçasına
tutunan denizcilerin ressamıdır Ayvazovski…
Ayvazovski için coşkun denizde batmış, parçalanmış gemiler ve dalgalarla mücadele veren denizcilerle birlikte
gökyüzü de çok büyük önem taşır. Tablolarında çoğu zaman bir dolunay, fırtına sonrası denizcilere yol gösterir
ya da denizin tüm çalkantısına rağmen yoğun bulutların
arasından az da olsa görünür. Çoğu zaman da güneşin,
bulutların arasından sarı huzmesi dev dalgaların üzerine
düşer ve beyaz martıların insanın kurtuluş çabasına sessiz
şahitliği kendini gösterir. Bazen dalgalardaki sarı rengin
sıcaklığı sanki hava açacak ve bu köpürmüş deniz yavaş
yavaş sakinleşecek izlenimini verir… Bazen de sabahın
alacakaranlığında yelkenlerini suya indirmiş bir gemi, dalgaları köpürmüş bir denizde kaderine doğru akıp gider…
70
Ressamın durgun deniz resimleri de çok çarpıcıdır. Eserlerinde dolunayın dramatik etkilerini kullanarak denizin göz
kamaştırıcı parlaklığını ve suyun mavimsi griden mürekkep siyahına kadar yoğunlaşmasını ustalıkla yansıtmıştır.
Ayvazovski’nin dalgalarının tasvirinde yansıtmayı başardığı şeffaflık ve derinlik duygusu, onun en belirleyici
özelliğidir. Aynı zamanda ince, şeffaf ve sınırsız bir şekilde
renk tabakalarının kullanımıyla hemen hemen suluboya benzeri bir etkiye ulaşır. Cam yeşili veya açık turkuazla verilen dalgalardaki ışık, eseri daha da derinleştirir.
Ayvazovski’nin hayatı boyunca nerdeyse 6.000 e yakın
eser tamamladığı söylenir. O öncelikle bir deniz (marienist) ressamıdır. Yarattığı tablolar hayat gibidir. Son derece muhteşem deniz dalgaları yapabilen, suyun farklı durumlarını tasvir eden eşsiz bir sanatçıdır.Ayvazovski’nin
tablolarının büyük bir kısmı St. Peterburg, Moskova ve
devlet müzelerinde sergilenmektedir. Otuz kadar eseri Türkiye’de Dolmabahçe Sarayı, Deniz Müzesi, Askeri
Müze ve Fener Rum Patrikhanesi’nin koleksiyonlarında
bulunmaktadır.
KASVETLİ DALGALARIN RESSAMI: AYVAZOVSKİ / Pervane ALİZADE
71
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
İSTANBUL MUTFAĞININ
Sennur SEZER*
72
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
Türklerin yemek alışkanlıklarını yazan Avrupalı gezginler, onların balığı pek
yemediklerini saptamışlar. Bazen bunu ulusal alışkanlıklara bazen dini gerekçelere bağlamışlardır. Oysa tatlı su balıklarının adlarının çoğunlukla Türkçe
oluşunu (alabalık, akbalık, bıyıklıbalık, kızılkanat vb.) Türklerin bu tür balıkları
Orta Asya’dan beri tanıdıklarının kanıtı sayarlar.
* Yazar
73
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
74
Üstelik hangi balığın nasıl pişirileceği bilinmeli. Öyle lüferi tavaya sokan, palamutla tombiği ayıramayan, midyenin yasaklı mevsimini bilmeyen nasıl İstanbullu sayılır? Sırada çiroz salatası yapabilmek, ona hangi yeşilliğin yakışacağını
bilmek var. Lakerdanın mevsimi bilinmezse olmaz elbet. Hele “teke” diye anılan karidesin büyüğünün daha makbul olduğunu sanmak, böcekle ıstakozu
ayıramamak özellikle hanımlar için affedilmez yanlışlardır. Taratorun yakışacağı balıkların bilinmesi de gerekir. Dilerse evde iki aşçıbaşı olsun, yönetecek
olan evin hanımı görgülü olmalı.
Türklerin yemek alışkanlıklarını yazan Avrupalı gezginler, onların balığı pek yemediklerini saptamışlar.
Bazen bunu ulusal alışkanlıklara bazen dini gerekçelere bağlamışlardır.
Oysa tatlı su balıklarının adlarının
çoğunlukla Türkçe oluşunu (alabalık, akbalık, bıyıklıbalık, kızılkanat
vb.) Türklerin bu tür balıkları Orta
Asya’dan beri tanıdıklarının kanıtı
sayarlar. Deniz balıklarının az tüketilmesi alışkanlıklara bağlanamaz.
Ayrıca İslam’ın balıkla ilgili bir yasağı
da yoktur. Tam tersine: “Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize
veren Allah’tır” mealindeki ayet-i
kerime (Nahl Suresi, 14) ile “Denizde
avlanmak ve avladıklarınızı yemek
size helâl kılındı ki; hem size hem
de yolcu olanlarınıza faydalı olsun”
mealindeki ayet (Mâide Sûresi, 96),
denizlerin Allah’ın bağışı ilâhî nimet
depoları olduğunu, onlardan insanların faydalanabileceğini açıkça ifa-
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
de etmektedir. Midye, istiridye ıstakoz, yengeç gibi deniz
hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre
yenebilirken, Hanefî mezhebine göre balık görünüşünde
olmayan deniz hayvanlarının etleri yenilemez. Aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farkı, diri olup
olmaması; yakalayanların Müslüman ya da gayrimüslim
olması hükmü değiştirmez.
İstanbul Rumları ve Ermenileri oruç dönemlerinde (kanı
akmadığı için) midye yemekleri yerlerdi. Musevilerin yiyebileceği balıklardan biri gelincik balığı öteki de kayabalığıydı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in sarayına alınan balık kayıtlara göre Terhos (Terkos olmalı) adını taşır.
Saraya alınan ilk balığın tatlı su balığı olması belki saray
halkının alışkanlıklarıyla açıklanabilir. Araştırmacı Yunus
Emre Akkor ile Zennup Çakmakçı Osmanlı Deniz Mutfağı adlı kitaplarında Terkos gölündeki en lezzetli balıkların
tatlı su levreği, uzun levrek, turna balığı olduğunu, saraya alınanın bu balıklardan biri (ya da hepsi) olabileceğini
açıklar. Saraya ve padişaha alınan yiyecek maddesi kayıtlarına göre daha sonra saraya istiridye, karides ve kurutulmuş balık girmiş. Bir sabah öğününde de soğan ve sarımsaklı balık yer alıyor.
II. Bayezid ve III. Murad döneminde balıkçılıkla ilgili yasal
düzenlemelerin yapıldığı da biliniyor.
“Denizden Babam Başı Çıksa ...”
Balıksız edemeyenlere fıkra yoluyla da olsa takılınır. “Üç
sûfi bir derya kenarında tefekküre dalmışlar. Biri bir ara
başını kaldırıp sormuş: ‘Acaba?’ Bir süre hiç ses çıkmamış.
Birden ikinci sufi azarlar gibi kati bir tavırla yanıtlamış:
‘Ebeda’. İkisi de gözlerini yüzüne dikip üçüncünün yanıtını beklemişler. Ses etmeyince kopya verir gibi fısıldamış
ilk sûfi: ‘Ya sen?’ O boynunu büküp fısıldamış: ‘Babam başı
çıksa yerim.’ ”
Doğrusunu söylemek gerekirse bizim evde bu tanıma giren tek insan annemdi. Çocukluğunda Karagöz balığının
çatallı kılçığının gırtlağına takılıp aletle çıkartılması bile
caydırmamıştı onu balık yemekten. Ailesi, bol balık yanında epey midye de tüketirmiş. O evde yalnızca midye tenceresi ayrıydı, sık sık kalaylanırdı. Teyzeme göre anneannesinin kuralıydı bu. Anneme göre tencere ayrılığı midye
“mekruh” olduğu içindi. (Sonradan midyenin bulunduğu
suyun kirliliğini taşıdığını öğrenmem, onun piştiği tencereyi ayırmanın akıllıca bir tedbir olduğunu kanıtladı.)
Annemin ana tarafı Beyrutluydu. Onun tarifine göre pişirilen (o tarifleri saptamak aklımıza bile gelmedi) “salma”
denilen bir midye yemeğini hatırlarım, bir de palamut
bollaştığında kimyonlu, tarhunlu macun gibi bir baharat karışımıyla hazırlanıp fırına verilen bir balık yemeğini.
Palamut, ızgaradan köfteye kadar birçok biçimde pişirilebilir, ayrıca lakerda denilen tuzlaması yapılırdı. Çeşitli biçimlerde pişirilebilen bir başka İstanbul balığıysa uskumruydu. Tavası, papaz yahnisi, külbastısı/ızgarası, dolması,
haşlama köftesi, taratorlusu ve yumurtasını döküp iyice
sıskalaşınca da kurutulup çirozu hazırlanırdı.
Bir zamanlar İstanbul yöresinde yüz elli çeşit balık avlanabildiği söylenir. İstanbul’daki bu balık bolluğu bir efsane
gibi gelir insana. Oysa Bizans paralarında İstanbul kentinin simgesi olarak tonbalığı kabartması bulunurmuş. Prof.
Mustafa Tayar’a göre, doğa bilimciliğinin öncüsü olan Romalı Plinius paralardaki bu sureti şöyle açıklar: “İlkbaharda tonbalıkları büyük gruplar halinde Akdeniz’den gelip
Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı yoluyla Karadeniz’e
giderler. Boğazın Asya kıyılarındaki Khalkedon (Kadıköy)
yakınlarında göz kamaştırıcı beyazlıkta yüksek kayalar bulunur. Bu kayaların parlaklığı tonbalığı sürülerini sersemletir ve korkutur. Bu da Khalkedon’un Burnu ve Bizans
Haliç’i içinde tonbalıklarının avlanmasını çok kolaylaştırır
ve bol bol avlanırlar.”
İstanbul’un coğrafi konumu, balık bolluğunun nedenidir.
Şehir, yazı Karadeniz, kışı Marmara Denizinde geçiren kılıç,
ton, torik, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, akya,
dülgerbalığı, hamsi ve sardalye gibi göçmen balıkların
göç yollarının üzerindedir. Boğaz, büyük gruplarla göçen
balıkların avlanmasına uygundur. Ayrıca göç etmeyen
yerli balıklar da (kırlangıç, iskorpit, hani, barbunya, tekir,
karagöz, mezgit, gelincik, fener) İstanbul açıklarında, Adalar ve Bostancı civarında yoğun olarak bulunur(du).
Bu iki grup balık dışında havalar güzelleşince koylarda
konaklayıp havalar soğuyunca denizlere dönen levrek,
izmarit, mercan, eşkine, kayabalığı, gümüşbalığı benzeri
balıklar da vardı.
Doğduğu Sakarya’da bile balıkçıları görmezden gelmeyen Sait Faik “Sivriada Sabahı”nda Marmara’yı ustalıkla
yansıtır: “Etrafımızda balık, kuş, daha doğrusu deniz ve
gök milleti birbirine giriyor. Güneş uzak kel tepelerin arkasından daha, tek sarı ışık salar salmaz, denizdeki kaynaşma bir ihtilal hali alıyor. Kıraçaları istavritler, istavritleri
uskumrular, uskumruları kolyozlar, kolyozları palamutlar,
palamutları sinaritler, sinaritleri yunuslar, yunusları orkinoslar kovalıyor. Daha doğrusu ben atıp tutuyorum. Ki-
75
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
min kimi kovaladığı, kimin kimi yuttuğu belli değil. Belki
de bir parmak kadar çaça, yunus balığını; belki de bir istavrit, bir kılıçbalığını yutuyordu. Bir kaynaşma, bir kıyamet... Hiçbir şey belli değil. Bir şıkırtı, bir oyun, bir bayram,
bir savaş alanı...”
“Etimi Yiyen Doymasın, Beni Tutan Onmasın...”
Çocukluğumdan kalma bir söylence çınlar kulağımda balık denince, ilk tutulan balık demiş ki, “etimi yiyen doymasın, beni tutan onmasın”. Balığın bu bedduası tutmuş
derlerdi. Balık hep lezzetiyle anılmış, balıkçılık da kimseyi
rahata erdirmezmiş. Ticareti ayrı.
76
İstanbul’un balık bolluğu yaşadığı yıllar için (adını bilenin
kalmadığı ispendek, mırlan, , hani, istanfigilos, horosbina
balıkları varken) balığın bol tutulması da bir sorundu. Ben
sandık sandık denize geri dökülen balık haberleriyle büyüdüm. Özellikle hamsi. Satılmaz mıydı? Koruma, saklama
olanağı mı yoktu, bilemiyorum.
İstanbul halkının balık kültürünü gösteren en önemli kitaplardan biri 1335 (1915) yılında Duyun-u Umumiye
Matbaası tarafından basılan Karakin Deveciyan’ın “Balık
ve Balıkçılık” adlı kitabıdır. Aras Yayınları’nın 2006’da yeniden bastığı kitap 576 sayfadır. O dönemdeki Osmanlı
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
Devleti sınırları içindeki deniz ve tatlı su balıkları yanında
balıkçılık aletleriyle avlanma araçları, balık ve balıkçılık ile
ilgili yasal düzenlemeleri kapsar.
Evliya Çelebi’ye göre XVII. yüzyılda İstanbul’da balıkçılık lonca biçiminde örgütlenmiş, dalyanlara vergi konmuştu. Çelebi, balıkçıları “esnaf-ı dalyancıyan” (denizde,
ağ ve kazıklarla oluşturulan ve dalyan denilen bölümde
balık avlayan esnaf) ve “esnaf-ı ığrıbcıyan” (ığrıp denen
balık ağıyla açık denizde avlanan esnaf) olarak ikiye ayırır. O dönemde ilk grup yedi yüz, ikinci grupsa üç bin
balıkçıdan oluşurmuş. Ayrıca yalnız Haliç’te balık tutabilen “esnaf-ı karityacıyan” vardı. Vergiden muaf olan bu
esnaf Haliç kenarındaki evlerde oturur ve karitya denen
dört köşe ağlarla evin özel bir bölümünden avlanırdı.
Bu balıkçılara ek olarak ağ ile balık tutan bin balıkçı, oltayla balık tutan bin “esnaf-ı düzenciyan” vardı. Üç yüz
kişi saçma adı verilen ağlarla balık avlardı. Çelebi, zıpkınla balık avlayanlar, çömlek denen özel kaplarla liman
ve Kâğıthane sazlıklarında kayabalığı yakalayanlar ve
“esnaf-ı sepetçiyan” denilen özel sepetlerle ıstakoz avlayanlardan da söz eder. İstiridye, midye, denizkestanesi,
tarak çıkartan da sekiz yüz kişi varmış. İstanbul’da, balık
satanlar üç bin kişi kadardı. Balık tutmaz yalnız satışını yaparlardı. Sayıları iki bini bulan balıkçı dükkânları Balat’ta,
Fenerkapısı’nda, Ayakapı’da, Cibali’de, Unkapanı’nda Yenikapı Balıkpazarı’nda, Kumkapı’da, Samatya Narlıkapı’da,
Piripaşa’da Hasköy’de ve Kasımpaşa’da, Galata Tophane’deydi. Ayrıca, Beşiktaş’tan Boğaz’a kadar denizin iki
tarafından Üsküdar’a kadar uzanırdı.
Balıkpazarı aşçıları esnafı: Beş yüz dükkanda dokuz yüz
kişiydi. Hepsi Rum’du. Balıkları cinsine uygun pişirir ayrıca Hıristiyan oruçlarında tirit, midye, soğan dolması vb.
yemekler yaparlardı. Ağcılar esnafı ise yetmiş dükkan, üç
yüz kişiydi.
Aynı yüzyılda Celveti dervişi Seyyit Hasan Efendi Sohbetname adlı elyazması eserinde dönemde ikram edilen yemekler arasında uskumru dolması, tekir dolması yanında
balık olarak gümüş balığı, kefal ve lüferi saymış, çorbalar
arasında balık çorbası, kefal çorbasını unutmamıştır. Balık
sonrası tatlılar arasındaysa gülbeşekerle helva yer almış.
1649’da Erdel elçisi onuruna verilen ziyafet kavurma-ı
mahi (balık kavurması) ve balık çorbasıyla sonlandırılmış.
Mantran, 1674’te parasal durumu iyi olanların evlerinde
kefaller, lüferler, barbunyalar, kalkanlar yenildiğini yaz-
mış. Kızartma balıklar yanında Osmanlı mutfak sözlüğünde “dondurma” diye anılan jöleli balıklardan da söz etmiş.
Jan Gninski’nin Lehistan heyeti için Nisan 1678’de gerçekleştirilen resmi yemekteki ana yemeklerden birinin tarçınlı kalkan balığı olduğu da kayıtlarda yer alıyor.
Kalkan balığı adını ne zaman duysam irkilirim. Aklıma
yeni evliyken balıkçıdan işittiğim azar gelir. Balığın, çorba, salata, tatlı ekleyip iyi bir övün olması kolayıma gelmişti. Akşam yemeği için iş dönüşü balık almaya Eminönü balık pazarına uğradım. Balıkçının birindeki kalkanlar
göz alıyordu. Kalkanın etten pahalı olmadığı zamanlardı.
Almak istedim. Balıkçı, konuşmasından anladığıma göre
Musevi’ydi, balığı kime aldığımı sordu. Eşimle kendim için
der demez adam bir kızsın, bir öfkelensin..
“Sen daha bu yaşta kalkan alırsan nasıl para biriktireceksin,” diye başladı. İhtiyarlığı, çalışamayacağım günleri hatırlatarak bitirdi. Sonra akıl verdi, bana dişi kalkanın
yumurtalı parçasını verecekti. Yumurtayı bu akşam tarif
ettiği gibi kızartacaktım. O parçanın etlerini de buğulama
yapıp, buzdolabında dinlendirecektim. Ertesi gün ayıklayıp koyacaktım sofraya.Istakoz gibi olacaktı. Söz dinledim.
İyi de oldu, akıl danışacağım bir balıkçı edindim..
Bir zamanlar İstanbul’da balıklar için tarif soracağınız balıkçılar vardı.
Saray ve Balık, Ramazan ve Balık
Osmanlı döneminde balıkhanenin yöneticisine “balık
emini” denirdi. Balık emininin görevlerinden biri de sarayın balık ihtiyacını karşılamaktı. Balık satışı “iltizam” denilen üstlenme usulüyle vergilendirilirdi. Açık artırmayla
satışa çıkarılan iltizamı alan kişi (mültezim) yıllık balık resmini (vergisini) devlete peşin öder, yıl içinde balıkhaneye
gelen balıklardan alınan vergileri kendi toplardı. Tutulan
balığın miktarına göre kâr ederdi.
İlk resmi balıkhanenin, planını Mimar Alexandre Vallaury’nin çizdiği, Rali Hanı’nda açıldığı söylenir. Galata
Köprüsü’nün Yemiş İskelesi yönünde bulunan Rali Hanı,
Düyun-u Umumiye’ce alınıp değişikliklerle balıkhane
yapılmıştı. Osmanlı devleti açısından en önemli ticari su
ürünü balıktan çok yumurtasıydı. Karadeniz ve Hazar’dan
gelen siyah havyardan Ege dalyanlarının kefal yumurtalarına kadar çeşitli balık yumurtalarının ticareti yapılırdı.
Balıkhanede bazı uygulamalar gelenek haline gelmişti:
palamut ve torik gibi balıklar çift olarak, daha büyük ba-
77
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
lıklar ve kalkan tek balık, diğer balıklar okka ya da kiloyla;
ıstakoz, böcek, pavurya taneyle; istiridye, midye, tarak,
karides de “çavalye” denilen sepetlerin aldığı miktar ölçüsüyle satılırdı.
Balık mevsiminin açıldığında balıkhanede her yıl törenle ilk yakalanan seçkin balıklar açık artırmaya çıkartılırdı.
Töre gereği balıkhane nazırı açık artırmayı kazanır bu balıkları saraya gönderirdi.
Sultan III. Ahmed’in şehzadelerinin sünneti için yapılan
şenlikleri, Şair Vehbi’nin Surnamesi’ni resimleyerek, günümüze görüntüleriyle taşıyan Levni, ziyafette balık sunulan sofraları da çizmiştir.
78
Sultan II. Abdülhamid döneminde saraya kalkan, lüfer,
kefal ve kaya balığı alındığı kayıtlardan anlaşılıyor. 1890
yılı Şubat ayında mutfak için yedi gün boyunca levrek, pisi
balığı, barbunya, mezgit, uskumru, kaya balığı, kırlangıç,
kefal, mercan ve istiridye alınmıştı..
Balık meraklısı II. Abdülhamid’e balığı baş kilerci seçermiş.
Padişahın sofrasına konacak balığın kılçıkları cımbız ile
ayıklanıp sonra pişirilirmiş. Zat-ı şahanenin balıkların en
lezzetli yeri olan yanağını (özellikle lüferin yanağını) sevdiği, bir tabak dolusu lüfer yanağı etinin onun için özel
hazırlandığı da söylenir.
XV. yüzyılda Muhammet bin Mahmut Şirvani’nin yemek
kitabında yer alan balık yemeklerinin genellikle kuru balıktan yapılmış olması (sirkeli, tahinli, kişnişli, yoğurtlu
“kuru balık kavurma”ları) oluşu dikkat çeker. Taze balıktan
yapılan tek yemek tatlı su balığındandır: Tuzlu, taze yayınbalığı. Tarih balığı da kurutulmuş inci kefalidir. Bu belki de
Şirvani’nin kaynaklarının Arap kitapları oluşuyla ilgilidir.
İSTANBUL MUTFAĞININ DENİZ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
Osmanlı Deniz Mutfağı yazarlarına göre “müferreke”,
“sıkbac” eski Arap yemekleridir. Müferreke başı, kuyruğu,
kılçıkları ayıklanmış balığın yumurtayla karıştırılarak pişirilmesiyle yapılır.. Sıkbac ise soğan, pırasa, havuç, patlıcan
gibi sebzeler, baharat, kuruyemiş, sirke katılmış bal ya da
pekmezle pişirilen ana malzemesi et olan (burada balık)
bir yemektir. Ama “Tarih balığı maklubesi”, maklube adlı
tekke ya da kalabalık yemeğine benzetilerek açıklanabilir.
Bir kapta et (burada kuru balık) kavrulur. Üstüne bir kat
sebze yerleştirilir. Pişirilir. Sebze de pişince su, baharat vb.
konup pirinç salınır. Pilav pişince çevresine ekmek, yeşillik, turşu öbekleri yerleştirilmiş bir sininin ortasına tencere
ters çevrilerek boşaltılır. Osmanlı Deniz Mutfağı yazarları
XV. yüzyıl mutfağında pişmiş balıketinin yumurta ve baharatla tavada kızartılmasına bu adın verildiğini yazarlar.
Mariana Yerasimoz, Rumların çirozu dövüp yumurtaya
bulayıp kızartarak nefis bir meze yaptıklarını da kaydeder.
Mutfaklar birbirlerinden etkilenirler.
Mehmet Kamil’in yazdığı 1844 Melceü’t tabbahin’de (basılı ilk Türkçe yemek kitabı) taze balık salatadan çorbaya
yahniden dolmaya pilavdan kebaba ve külbastıya bütün
pişirme biçimlerinde yer alır. Bu kitabı izleyen kitaplarda
balık yanında midye, istiridye, karides tarifleri de vardır.
İstanbullu Müslüman, balık ve balık yemeği bolluğuna
karşın ramazan öğünlerinde balık yemeği düşünmez. Belki balığı bozulmadan saklamanın zorluğu belki de balıkla
birlikte yenilmemesi gereken gıdaların kalabalığı yüzünden. Prof. Dr. Ayten Altıntaş’ın yazdığı Osmanlı Hekimlerinin Sağlık Kuralları adlı kitaba göre balıkla yenmeyecekler
listesi şöyle: “Öncelikle balıkla süt, yoğurt, yaş peynir ve
yumurta bir arada yenmez. Bünyeyi bozar, vücutta kulunçlar (kol, bacak ve gövdede sebebi tam açıklanamayan
ağrılar) meydana getirir, hatta cüzzama bile sebep olur
derler. Tuzlanmış balıklar ile tuzlanmış etler beraber yenmez. Balık ile kavun veya balık ile incir beraber veya birbirinin peşinden yenmez. Çünkü abraş, bahak, baras (lekeli
cilt hastalıkları) denilen ciddi hastalıklara sebep olur. Balık
üzerine ayva da yenmemelidir; şişkinlik yapar ve kulunç
getirir.”
Havyarın bir iftarlık malzeme olduğu pek akla gelmez.
Oysa yazılı kaynaklarda, özellikle anılarda konakların ve
zengin evlerinin Ramazan hazırlıkları arasında ince kilere
iftarlık havyar alındığından söz edilir: “Ramazandan evvel
listesi yapılan bir de reçel ve şurup çeşidi vardı. Yazın, ev
hanımlarının itina ile kaynattıkları reçellerle şurupların
kıymet bilip bilmedikleri malum olmayan kimselere -harran gürra- yedirilip içirilmesine kıyılamadığından, yine en
meşhur dükkândan alınmak şartıyla, bunlar hariçten tedarik olunurdu (...) Meraklıları, taze yaprak örtülü teneke
kutuda satın aldıkları havyarı da hemen çömleğe naklederlerdi”.
Aynı biçimde 24 Temmuz 1912 Cumartesi günü Mabeyn-i
Hümayûn’da vekillere verilen ziyafet için alınan malzeme
arasında bir okka havyar bulunuyor, aynı nota göre iftar
için de kâğıtta barbunya balığı hazırlanmış. Bugünlerde
hekimler ramazan yemekleri arasında özellikle iftarda
balık bulunmasının sağlıklı olacağını vurguluyorlar. Hiç
olmazsa çorbasını için. Yemek üstüne Osmanlının “balık
tutkalı” diye andığı jelatin ile yapılmış bir elmasiyeyi de
unutmayın.
79
SİNEMADA TÜRK İMAJI / Celil CİVAN
SİNEMADA
Celil CİVAN*
80
SİNEMADA TÜRK İMAJI / Celil CİVAN
Korsanlardan bahseden bir filmde Türklerin olması şaşırtıcı değildir. Nitekim
Karayip Korsanları filminin “baş kötüsü” Hector Barbossa’nın ismi de bize tanıdık gelir. Hector Barbossa kızıl sakalıyla Barbaros Hayreddin Paşa’dan ilhamla
yaratılmıştır. Barbaros isminin kökeni hem kızıl sakaldan hem de Oruç Reis’in
“Oruç Baba” diye isimlendirilmesinden dolayı Baba-Orucca’dan gelmektedir.
Cem Yılmaz’ın 2010 tarihli filmi Yahşi Batı’nın başlangıcında, Aziz ve Lemi Beylerin aynı atlı arabada yolculuk ettikleri
İngiliz yolcu “Siz deveye biniyorsunuz, değil mi?” sorusuyla Aziz Beyin damarına basar. Aziz Bey “İngilizin köylüsü” diye
aşağıladığı yolcuya kızgın bir şekilde cevap verir: “We ride camels, camels everywhere, all the time camels.”
Türkiye’deki bazı üniversitelerde de hocalık yapmış olan Ian Almond The New Orientalists adlı kitabında günümüz
entelektüellerinin pek sevdiği birçok ismin metninde örtük olarak bulunan oryantalizmi eleştirir. Borges’ten Deleuze’e,
Derrida’dan Baudrillard’ya kadar Batılı yazar ve düşünürlerin metinlerinin ele alındığı kitapta özellikle Foucault’nun Tunus gezisine dair yazılanlar çarpıcıdır. Zira Foucault bizzat Tunus’a gidip orada yaşamış olmasına rağmen Tunus’a dair
gözlemlerinde hâlâ Nerval’in Doğuya Seyahat’indekine benzer muhayyel tablolar kaleme alır. Bu anlamda Avrupalının
oryantalist kurgusu “bizi görünce fikirleri değişir” gibi safça umutlarla ortadan kaldırılacak gibi değildir. Bunun böyle
olmadığı son dönem Hollywood yapımlarındaki “Türk imajıyla” aşikardır. Takip: İstanbul ve son James Bond filmi Skyfall
bizzat Hollywood ekiplerinin ülkemize gelerek çektikleri filmler olmasına, başka bir ifadeyle oyuncusundan set ekibine
kadar herkesin Türkiye’de otellerde kalmalarına, “Batılı” mekânlarda vakit geçirmelerine rağmen filmlerde yansıyan
Türkiye, İran-Arap ülkeleri ve Hindistan’dan ilhamla çekilmiş gibidir. “Arap Baharı”ndan sonra çekilen Diktatör isimli komedi filminde aynı yaklaşımı daha kaba biçimde görürüz. Ortadoğulu diktatör imajıyla dalga geçen film Batılıların söz
konusu diktatörlerle ilişkisine hiç değinmediği gibi filmin müzikleri de Hind ezgileri üzerine kurulmuştur. Kısacası Batılı
için Arap da, Hindli de, Türk de birdir ve Şarklıdır. Batılının bu yargısı ise bir cehaletten ziyade peşin hükme dayanır.
Fakir de Fas’a ilk gittiğimde, Hollywood sinemasında yer alan Fas imgesinden yola çıkarak “develer nerede?” diye şakayla karışık sormuş, Fas’ın da aynı dertten muzdarip olduğunu görmüştüm. Avrupalının gözde Fas şehri Marakeş’e
gittiğimde ise karşıma çıkan develer, yılan oynatıcılar, dövmeciler ve müzisyenlere dair Faslıların yorumu yukarıda bahsettiğim Avrupalı bakış açısını özetler nitelikteydi: “Avrupalılar Marakeş’i böyle görmek istiyorlar!”
Barbaros, Barbar ve Barba
Karayip Korsanları serisinin 2006’da çekilen ikinci bölümü olan Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı’ndaki kısacık bir
sahnede bir korsan gemisinde Kıbrıs lehçesiyle Türkçe konuşan “aptal tayfaları” görürüz. Korsanlardan bahseden bir
filmde Türklerin olması şaşırtıcı değildir. Nitekim ilk filmin “baş kötüsü” Hector Barbossa’nın ismi de bize tanıdık gelir.
Hector Barbossa kızıl sakalıyla Barbaros Hayreddin Paşa’dan ilhamla yaratılmıştır. Barbaros isminin kökeni hem kızıl
sakaldan hem de Oruç Reis’in “Oruç Baba” diye isimlendirilmesinden dolayı Baba-Orucca’dan gelmektedir. Halil İnalcık,
Barbaros 1543 yılında İtalya sahillerine vardığında Roma’da Papa’nın korku içinde François’dan yardım istediğini söyler. Paşa Marsilya’ya geldiğinde olanları ise İnalcık şöyle özetler:
* Sinema Eleştirmeni
81
SİNEMADA TÜRK İMAJI / Celil CİVAN
“Kapudân-ı Deryâ, Marsilya’da görkemli bir merasimle
karşılandı. Onun şehre geleceğini duyan halk uzak yerlerden koşup gelmiş, bu efsane korsanı yakından görmek
için sabırsızlanıyordu. Şehir büyüklerinin verdiği ziyafette
Babaorucca, taht gibi bir koltukta Fransızların merak dolu
gözleri önünde azametle oturuyordu.”
Roma’nın korkusu ve halkın ilgisi Barbaros’un “korkutucu
imajının” yaratılmasında önemli bir etki yaratmıştır. Karayip Korsanları’nın fantastik havası Batılının Türklere dair
bakış açısının bilinçdışını okumak anlamında önemlidir.
“Kötücül ve yabani” Barbossa karakteri Barbaros Hayreddin Paşa’dan mülhemken Derin Tarih dergisinde yazan M.
Hasan Bulut’tan filmin ana karakteri Jack Sparrow’un da
Jack Birdy isimli İngiliz bir korsandan ilhamla çizildiğini
öğreniyoruz. Bulut yazısında bir zamanlar Karayiplerde
hapis yatan Jack’in daha sonra Müslüman olup Yusuf Reis
adını aldığını ve Tunus’a yerleştiğini ekliyor. Filmde “tuhaf
huylarıyla” dikkat çeken Jack’in tarihsel hikâyesine dair bir
atıf yapılmıyor ama dikkatli baktığımızda Johnny Depp’in
canlandırdığı karakterin ay-yıldızlı aksesuarlar kullandığını görüyoruz.
Barbossa ve Barbaros isimlerinin barbar’ı çağrıştırıp çağrıştırmadığına dair bir fikir “komplo teorisi” olarak görülebilirse de çocukluğumuzda bolca seyrettiğimiz Temel
Reis’in kaba, vahşi ve iri yarı baş düşmanı “Kaba Sakal”ın
orijinal isminin “Barba” olması tesadüf müdür sorusunu;
ihtiyatla da olsa sormak gerekir. Çizgi filmlerde oryantalizm var mıdır şeklinde gelebilecek bir itiraza ise Belçika
sömürgesi Kongo’da veya “miskin” Arapların yaşadığı
Fas’ta maceradan maceraya sürüklenen Tenten cevap
versin!
Anlamıyorum… Anlamıyorum
82
Şarklının, özeldeyse Türk’ün izlerine sadece ana akım
filmlerde rastlamayız. Fellini’nin Satyricon’undaki (1969)
bir sahnede bir kadın aniden çıkıp Türkçe şiir okur. Michelangelo Antonioni’nin 1964 tarihli Kızıl Çöl filmindeyse
Monica Vitti’nin canlandırdığı Giuliana karakteri filmin sonunda bir limanda dolaşır. Limandaki gemilerden birine
yaklaştığında gemiden inen tayfa kendisiyle Türkçe konuşur. İçinde yaşadığı küçük burjuva hayatın sıkıntılarından kaçmak isteyen ancak yaşamı bir çölden ibaret olan
Giuliana’nın İtalyanca dile getirdiği dertleri karşısında tayfa İtalyanca bilmediği için kendisine yardımcı olamadığı
gibi limandan hızlıca kaçan kadının arkasından “Anlamıyorum… Anlamıyorum…” diye de söylenir. Giuliana’nın
İtalyanca, tayfanın ise Türkçe konuşmaları filmin anlatmak istediği iletişimsizliği vurgulayan çarpıcı bir sahnedir.
Hem Fellini’nin hem de Antonioni’nin bir yabancılaştırma
efekti olarak Türkçeyi kullanmaları dikkat çekici olduğu
kadar, söz konusu sahneler Türklerle Avrupalıların yüzyıllardır süren diyaloğunu da ironik bir biçimde yansıtır.
Zizek bir konuşmasında Avrupa’nın yaşadığı krizden kurtulması için Öteki’ne kapıları açması gerektiğini söyler ve
Öteki’den kastı Türklerdir. Türkiye’nin Batı’yla yüzyıllardır
süren münasebeti sağırlar diyaloğu olarak ifade edilemese bile Avrupa’nın krizi karşısında Batılaşmaya çalışan
Türk’ün sözleri Kızıl Çöl’deki tayfayı hatırlatır: “Anlamıyorum… Anlamıyorum…”
Türkçe biliyor musunuz?
Lost dizisinin dördüncü sezonunun dokuzuncu bölümünde, dizinin gizemli karakteri Benjamin Linus uyandığında
kendisini bir çölün ortasında bulur. Üzerine doğru gelen
Bedeviler ona silah doğrulttuğunda can korkusuyla olsa
gerek birkaç dilde konuşurlar. Bu dillerden biri de Türkçedir ve Linus kırık dökük bir aksanla “Türkçe biliyor musunuz?” diye sorar. Burada “çölde yaşayan herkesi Türk”
gören Batılının yüzyıllardır süren bir peşin hükme dayalı
oryantalist yaklaşımını eleştirmek mümkün ama kolaya
kaçmamak ve bu tür sahneleri görünce “Biz böyle değiliz”
diye tepki göstermenin ardında yatan sebeplere bir bakmak gerekir. “Biz böyle değiliz” ifadesinin altında yanlış
bir Türk imajı çiziyorlar, gelip ülkemizi görsünler, tarihimizi öğrensinler diye bir tepki mi yatmakta yoksa bir tür self-
SİNEMADA TÜRK İMAJI / Celil CİVAN
orientalist bakış açısıyla kendi tarihimizi, coğrafyamızı mı
görmezden gelmekte ve kendimize muhayyel bir Türk
imajı mı çizmekteyiz?
“Türkiye hâlâ bir Ortadoğu ülkesi mi olacak?” diye tepkiyle soran yazar-çizer takımının olduğu bir ülkede tarih
ve coğrafya derslerine özellikle önem vermek gerekir.
Anadolu coğrafyasına on birinci yüzyıldan beri Türkiye
denilirken on ikinci yüzyıldan beri de Avrupalı için Müslüman -biz kabul etmesek de- Türk’e eşittir. Nitekim Jorge
Amado’nun “el Turco” lakaplı Müslüman Arap denizcilerin Güney Amerika’daki hayatlarını anlattığı Amerika’nın
Türkler Tarafından Keşfi kitabı da bu hakikati dile getirmektedir. Kitabı açıp “yahu Türkler bunun neresinde?” sorusunu soruyorsak kabahat biraz da bizde.
83
BAŞTARDA
OTTOMAN GALLEON
Miniatürk’te maketi bulunan baştardalar, 26-36 oturaklı,
her küreğinde 5-7 kürekçi bulunan büyük tip kadırgalardı.
Nakkaşlar tarafından boyanır, altın ve gümüş varaklarla
süslenirlerdi. Tersanede inşa edilen baştardalar görkemli törenlerle denize indirilir, Sarayburnu’nda kendilerini
bekleyen padişahı selamlarlardı.
Ottoman galleons were war ships that used to have 26-36
oars with 5-7 oarsmen for each and they were larger then
the galleys. You can see the model of an Ottoman Galleon
in Miniatürk. These ships were ornamented by the engravers
with golden and silver leaves. Galleons that were built at
the navy yard used to be launched with a magnificient ceremony. They used to salute the Sultan at Sarayburnu.
Şehir Hatları A.Ş. Genel Müdürü
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
1851 yılında kurulan şirket, İstanbul´un günlük yaşantısı içinde 162 yıl boyunca vazgeçilmez bir yere sahip oldu. Önceleri siyah boyalı, semaver bacalı, zarif yandan çarklıları, sonraları daha büyükçe, geniş salonlu, uskurlu vapurlarıyla Boğaz’ın iki yakasını birleştiren Şirket-i Hayriye, bugünkü
Boğaziçi´nin gerçek mimarıdır.
86
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
87
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
88
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
• Öncelikle değerli vaktinizi bize ayırdığınız için 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi ailesi olarak size çok teşekkür
ederiz. Bize kurumunuzun Şirket-i Hayriye’ye uzanan tarihçesinden kısaca söz eder misiniz?
Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı ekonomisinde yaşanan hareketlilik, İstanbul´un Boğaz’a doğru genişlemesine sebep oldu. Boğaz’ın iki yakasının rağbet görmesini
fırsat bilen biri İngiliz, öteki Rus iki şirket, kapitülasyonların kendilerine verdiği haklardan yararlanarak 1837´de
bu sularda iki vapur çalıştırmaya başladılar. Bu vapurların
çalışmasına engel olunamayacağı için, devrin deniz ulaşımından sorumlu olan Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi,
Hümapervaz adlı vapurla Boğaz’da yolcu taşımacılığına
girişti. Hazine-i Hassa vapurlarının düzenli seferler yapmaya başlamasıyla, kayıklarla saatler süren yolculuk yarı
yarıya kısaldı. Özellikle yaz aylarında mesirelere, ayazmalara, çayırlara sefa yapmaya gitmek isteyen halk artık vapurları tercih etmeye başlamıştı. O zamanlar ortaya çıkan
bu talep, Şirket-i Hayriye´nin kurulmasını sağladı.
1851 yılında kurulan şirket, İstanbul´un günlük yaşantısı
içinde 162 yıl boyunca vazgeçilmez bir yere sahip oldu.
Önceleri siyah boyalı, semaver bacalı, zarif yandan çarklıları, sonraları daha büyükçe, geniş salonlu, uskurlu vapurlarıyla Boğaz’ın iki yakasını birleştiren Şirket-i Hayriye,
bugünkü Boğaziçi´nin gerçek mimarıdır.
Şehir Hatları İdaresi 19. yüzyılın ortalarından bugüne yaklaşık 160 yıllık bir deneyimi temsil eder. Bu deneyimin
1940’ların ortalarına kadar üç ayrı işletmeden beslendiği söylenebilir. Bunu, 19. yüzyılın ortalarından 1940’ların
ortasına gelinceye kadar İstanbul’da Boğaz, Marmara ve
Haliç hatlarında birbirinden bağımsız işletmeler tarafından vapurlarla yolcu taşımacılığının yapılmış olmasından
hareketle ileri sürmek mümkündür.
Bu işletmelerin kısaca tarihsel seyirlerine bakılacak olursa;
1844’te Bahriye Nezareti’ne bağlı olarak Hazine-i Hassa
Vapurları İdaresi’nin, İstanbul, İzmit, Gemlik ve Tekirdağ
iskelelerinin yanı sıra İstanbul’da Sirkeci – Adalar, Sirkeci
– Pendik, Sirkeci – Yeşilköy arasında vapur işletmeye başlayarak Marmara hattının temellerinin atıldığı görülür.
Bu işletme 1862’de Fevaid-i Osmaniye İdaresi, 1871’de
İdare-i Aziziye İdaresi, 1878’de İdare-i Mahsusa, 1910’da
Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi’ne dönüştü. 1933’te anılan
işletme çatısı altında Adalar, Anadolu Yakası iskeleleri ve
Yalova hattında yani Marmara hattında faaliyet gösteren
AKAY İdaresi kuruldu. Bu idare ise 1937’de kurulan Devlet
Denizyollları İşletme Umum Müdürlüğü çatısı altında yer
alan Şehir Hatları İşletmesine dönüştü.
1858’den beri vapurların işlediği Haliç hattında kurulu bulunan Haliç Vapurları Şirketi’nin 1841’de ve Boğaz hattında vapur işletmek üzere 1851’de kurulmuş olana Şirket-i
Hayriye’nin 1945’te kamulaştırılarak bütün haklarının Şehir Hatları’na devri ile İstanbul sularında vapur taşımacılığı tek çatı altına toplanmış oldu. 1945’ten itibaren Boğaz,
Marmara ve Haliç hatlarında vapur taşıma işini tek başına
üstlenmiş bir hale gelen Şehir Hatları İşletmesi 1952’de
kurulan Denizcilik Bankası yerine 1983’te kurulan Türkiye
Denizcilik Kurumu ve 1948’te kurulan Türkiye Denizcilik
İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak faaliyetlerini
sürdürdü.
2005 yılı Mart ayında Şehir Hatları´nın İBB’ye devri, Şehir
Hatları´nda yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Tasarımını
İstanbulluların halk oylaması ile seçtiği 5 yeni yolcu vapuru ve panoramik görüş açısına sahip 3 yeni Haliç vapuru
inşa edildi ve hizmete alındı. Aynı dönemde, eski nesil
yolcu vapurları ile tarihi önem ve değere sahip vapur iskelelerinin renovasyonu gerçekleştirildi ve bazı iskeleler
yeniden inşa edildi.
2010 yılı Eylül ayında da İstanbul Şehir Hatları Turizm ve
Tic. San. AŞ. kurularak, Şehir Hatları vapurları ve iskeleleri
yeni şirkete devredilmiştir.
• Günümüzde Şehir Hatları İşletmeciliğinin faaliyet alanları
(taşımacılık, Haliç Tersanesi vb.) nelerdir?
İstanbul Şehir Hatları Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.
İstanbul’un deniz ulaşımına ve trafik sorununun çözümüne katkıda bulunmak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından 2010 yılında kurulmuştur.
Etrafı denizlerle çevrili İstanbul’da deniz yolu ile yapılan yolculuklar önemli bir ulaşım alternatifidir. Şehir
Hatları’nın kuruluş amacı, İstanbul Boğazı ve Haliç’te deniz ticareti ve işletmeciliği alanında her çeşit “yolcu taşıma işleri” ile gemiler ve iskeleler aracılığı ile yolcu trafiğinin modern şartlarda gerçekleştirilmesini sağlamaktır.
Şehir Hatları, deniz taşımacılığının yanında taşımacılık ile
ilgili tamamlayıcı hizmetleri de sunmak durumundadır.
Kuruluş amacı doğrultusunda, Şehir Hatları A.Ş., deniz
ulaşımını her yönden artıracak ve geliştirecek misyona
sahiptir. Şehir Hatları A.Ş müşterilerinin talepleri doğrultusunda güvenli, rahat ve keyifli yolculuk imkânı da sağlamayı hedeflemektedir.
89
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
Boğaziçi, Haliç, Adalar, kıta geçişleri ve bunlarla beraber turistik
seferler yapmaktayız. Yaklaşık günde 150 bin yolcumuza hizmet
vermekteyiz. Ayrıca tüm filomuzun plak ve arıza, bakım, onarım ve
havuzlama işlerini tarihi Haliç Tersanesi’nde yapmaktayız.
Genel Müdürlüğümüzün de içinde bulunduğu Haliç Tersane sahasında ayrıca kamu ve kısmen özel sektöre de havuzlama ve bakım
hizmetleri vermekteyiz. Tarihi mekânda kültür-sanat çalışmaları da
yer yer yapılmaktadır.
• Son yıllarda Şehir Hatlarına ait iskeleler Mimar Vedat Tek’in
yaptığı geleneksel mimari tarzına uygun bir biçimde yeniden inşa
edildi. Yürütmekte olduğunuz bu ve benzeri projelerinizden söz
eder misiniz?
Her bir iskelemizin kendine ait dönem karakteristiği ve mimari yapısı vardır. İstanbul Büyükşehir Belediyemiz ve şirketimiz bu yapıların
en güzel şekilde bakım ve onarımını sağlamaya, ihya etmeye ve korumaya çalışarak; canlı bir varlık gibi yaşatmaktadır.
90
Var olan iskelelerimizden bazıları tamamen yeniden yapılmaktadır;
her biri anıt eser niteliğinde olduğundan proje, altyapı, inceleme
ve uygulama süreçleri zaman almaktadır. Halen Balat, Fener, Bur-
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
91
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
gazada, Kadıköy-Beşiktaş, Üsküdar, Karaköy, Haydarpaşa,
Büyükada, Kınalıada gibi iskelelerimizle alakalı çalışmalar ve
kapsamlı onarım hazırlıkları devam etmektedir.
İstanbul için araba vapuru ve yolcu taşıma hatları oluşturmaya çalışıyoruz. Modern, terminal anlamlı toplama dağıtım
notları olacak. Deniz ulaşımı için yatırımlar sürdürülmektedir.
• Son olarak, eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Şehir Hatları, İstanbul’a ve İstanbulluların yaşamına kattığı
değerlerle kuşkusuz kendine özgü, ticari boyutundan çok
daha ötede, duygusal yönü yüklü bir markadır. Vapurları ve
iskeleleriyle İstanbul’la bütünleşmiş, yaratmış olduğu kültürle İstanbul kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş,
İstanbul’u İstanbul yapan sembollerden biridir.
Bugünkü Şehir Hatları’nın başlangıcı 1851’e dayanıyor. İlk
adı ise Şirket-i Hayriye. O yıldan bu yana vapurları, kentin ve
kentlinin hayatına sokarak, çay-simit keyfine martıların eşlik
ettiği o eşsiz Boğaz, Marmara ve Ada yolculukları tablosunun
mimarı olmuş. Bu tablodan birçok şair ilham almış, bu yolculukların uğruna birçok şarkı yazılmış.
Şimdiye kadar oluşturduğu kültür ile Şehir Hatları, İstanbul
markasına değer katan bir marka. Ve artık kendi markasıyla,
kendi logosuyla, yükselen hizmet kalitesiyle İstanbul’a değer
katmaya, vapurlarıyla ve iskeleleriyle, İstanbul Şehir Hatları
Turizm San. ve Tic. A.Ş. adıyla sunmaya devam ediyor.
162 yılı aşkın deneyim ve birikim, özünden hiçbir şey kaybetmeden, kendi iç yapısında modern çağın gereklerine yanıt
verebilen bir organizasyon yapısı haline geldi. İstanbullunun ihtiyaçlarını en etkin biçimde karşılayabilen, teknolojiden azami düzeyde faydalanan, yüksek kalite standartlarına
dayalı bir hizmet anlayışı geliştirildi. İstanbul kültürünün ve
kent hayatının ayrılmaz bir parçası olan Şehir Hatları, yeni organizasyon yapısı, çağdaş ve yüksek hizmet anlayışıyla İstanbul ruhunu devam ettiriyor.
92
ŞEHİR HATLARI A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN GENÇ İLE SÖYLEŞİ
93
İSTANBUL MEKÂN
TERSANE-İ AMİRE
Tersane-i Amire’nin temelleri Fatih Sultan Mehmed tarafın-
dedir. Tersane-i Amire’nin üçüncü havuzunun inşasına ise
dan Haliç’in Kuzey kıyısında 1455 yılında atılmıştır.
Abdülmecid döneminde başlanmış, Abdülaziz döneminde
Kasımpaşa Kapısı adlı mevkide I. Mahmud zamanında yapı-
94
tamamlanmıştır.
mına başlanan tersanenin ilk havuzu, III. Selim zamanında
İlk yerli gemi makinelerinin yapımı, Eser-i Hayr adlı ilk yerli
bitirilmiştir. Bu havuzda hiç harç kullanılmamış, duvarlar
buhar gemisi ve daha pek çok yenilik Tersane-i Amire bün-
taşların birbirine kenetlenmesi yoluyla örülmüştür. 1875
yesinde gerçekleşmiştir. Tersane Cumhuriyet döneminde
yılındaki tadilatta boyu 153 metreye, genişliği 16 metreye,
kızaklar, vinçler, atölyeler ve çağdaş dökümhaneler ile tak-
derinliği de 9.5 metreye çıkarılan bu havuzda Mesudiye, Se-
viye edilmiştir. Buna karşılık Osmanlı’dan kalma havuzlar
limiye, Bade-i Nusrat gibi büyük kalyonlar inşa edilmiştir.
halen kullanılmaktadır.
II. Mahmud döneminde Kasımpaşa Deresi ile Azapkapı
Günümüzde Haliç Tersanesi adını alan bu tesis, İstanbul Bü-
arasında ikinci bir havuz inşa edilmiştir. Bu havuz 85 met-
yükşehir Belediyesi’ne ait İstanbul Şehir Hatları A.Ş.’ye bağlı
re uzunluğunda, 15 metre genişliğinde ve 10.3 derinliğin-
olarak hizmet vermektedir.
İSTANBUL’DA ESKİ RAMAZANLAR / Sermet Muhtar ALUS
İSTANBUL’DA ESKİ RAMAZANLAR
Sermet Muhtar ALUS
On beş yirmi gün kala, vakitli vakitsiz cami ve mescit şerefelerinde müezzinler görülmeye başlar, kandilleri yerine
takar, sırası bozulmuşları düzeltirlerken, gözü ilişenler:
“Rabbime bin şükür mübarek ay da geldi!..” diye sevinirlerdi. Kudûmunun ilk işareti buydu.
Bir iki gün sonra, selâtin camilerin iki minaresi arasında
mahya ipleri bağlanırken görenlerde gene memnuniyet ve
tehniyet:
“Elhamdülillâh, on bir ayın sultanına gene yetiştik çocuklar!...”
Daha ardından Beyazıt Meydanı’nda, Serasker Kapısı’ndan
içeri galdır güldür beygirler ve iki mantelli top. Ezanda iftar
vaktini gürletecekler...
Seyrine üşüşen üşüşene; gene hamdeden edene:
Artık adın başına çeşit çeşit ramazan alâmetleri, her tarafta
faaliyet belirirdi:
Cami kayyumları, hademeleri, başlarında dikişli takke, kavukları, cübbeleri atmışlar, kolları paçaları sıvamışlar. Köşe
bucağın örümcekleri alınıyor; boyran boya halılar, saf saf
pabuçluklar süpürülüyor, camlar siliniyor, kandiller sıcak
suda yıkanıp parlatılıyor, mihrabın iki tarafındaki büyük pirinç şamdanlar, avludaki abdest muslukları, şadırvanların
tasları oğuluyor.
Evkaf’tan arabalarla yollanan tulum tulum, teneke teneke
kandillik zeytinyağları sırtlanıp indiriliyor. İmam efendilerin, müezzin efendilerin lüpçülerinde keyif kekâ. Gelsin el
çabukluğu marifetle ham-hum şorolop; okka okka evlerine
aşıramento. Artık sofralarında sıvırya fasulye pilâkisi, zeytinyağlı pırasa...
96
üstünü yufka olduğu için yumurtasızı ikiliğe, yumurtalısı üçlüğe çorba ısmarlanacak yahut kepenkler ineceği sırada bir
Balıkpazarı veya Tavukpazarı avdetçisi düşecek de eve eli
boş gitmemek için çeyreği sökülüp beyinli bir baş alacak.
Hâlbuki ramazan geldi mi kâse dolusu çorbaya kuruşu, yarım okka ekmeğe yirmi parayı veren bütün fukara-yı sabirin
hep hürya ederlerdi.
On bir ayın bir sultanı kapı eşiğine yaklaşırken Beyazıt Camisi avlusunda çat çut, çat çut keser sesleri, testere gıcırtıları...
Sergiciler inşaata girişirlerdi. Yapılan barakaların büyükçelerine Hereke, Karamürsel fabrikalarının, Feshane-i
Âmire’nin, mekteb-i sanayiin, tütün ve tömbeki rejisinin,
İzmir pazarının mamûlâtları istif edilir, öbürlerine de antikacı Bedestenli Ali Bey, sayılı ağızlıkçılar, Buharalı teşbihçiler, Akarab hacıyağcılar, “Kokulu bahar, kokulu bahar” diye
nağmeleriyle meşhur kınalı sakallı Acem yerleşir, birkaç
gün sonra da ortalık iğne atsan yere düşmez hâle gelirdi.
Hele Vezneciler’den Direklerarası nihayetine kadarki hazırlıkları sormayın. Mısırlı Zeynep Hanım konağının (şimdiki
Fen Fakültesi) önünü dön aşağıya vur.
Sol kolda, medreseden sonraki arsaya salaş kahvenin damına muşambalar serilmede. Peykelerine, Valide Hanı’ndan
kiralanmış halılar yayılmada.
Buraya rağbet, araba piyasalarının tam göbeğine tesadüfünden ötesi kıvrım ve dar olduğu için, hanım kupaları çeyrek saatlerle bu noktada istupre mecbur.
Karşıda, Türkiye’nin ilk Türk eczacısı Sakallı Hamdi Beyin
eczanesi. Yanıbaşındaki yangından bakiye arsaya küçük
küçük çadırlar, tahta havaleler kurulurdu.
İstanbul’un ana caddelerindeki dükkânlar da çeki düzene
koyulurdu: Şekerciler pırıl pırıl kalaylı reçel kaplarını yere,
renk renk şurup şişelerini raflara dizerler; bakkallar mostralarını çoğaltarak güllâçları, sucukları, pastırmaları sallandırırlar; fırınların tezgâh etrafları pembe, kırmızı uçurtma
kâğıtlarının nakışlı oyuklarıyla süslenir, has ekmek, çöroğutlu pide, kazanyağlı, susamlı, makarnalık simitleri çıkarmaya hazırlanırlardı.
Kimi nişan atış yeri olur, kimine beş ayaklı buzağı, Hindistan
ejderhası, kutb-ı şimalî ayı balığı gekirilir kiminde de ayna
tertibatlarıyla vücudsuz baş gösterilirdi.
Bulgar işkembecilere de gün doğardı. Sair vakitler aksataları
kıt. Civardaki evlerin birine bir misafir damlayacak da sini
Ramazan yaklaştığı sıralar oracığa tahtaperde çekilir, on on
beş gün içinde çam tahtasından koskoca bir bina yükselir,
Biraz daha aşağıya yürüyelim. Köşede Serasker Rıza Paşanın inşagerdesi, elyevm mevcut Letafet Apartımanı o zamanlar yok. Fakat altına tesadüf eden mahalde Şems Kıraathanesi var. Onun yanıbaşı da galiba gene yangın yeri ve
hali arsaydı.
İSTANBUL’DA ESKİ RAMAZANLAR / Sermet Muhtar ALUS
97
İSTANBUL’DA ESKİ RAMAZANLAR / Sermet Muhtar ALUS
98
İSTANBUL’DA ESKİ RAMAZANLAR / Sermet Muhtar ALUS
kat kat localarıyla ya Manakyan’a tiyatro, yahut da at cambazhanesi olup çıkıverir, hitmek-i Huda bayram ertesi de
alaşağı edilirdi.
Asaf Beyin, sergiyi kuranın küçürek çapta tabloları ve eser
sahipleri de ekseriya orada, yarenlikte. ‘Antrparantez, o zamanlar Bay Sami’nin burma bıyıklı, tığ gibi çağları).
Direklerarası’na gelelim: Faaliyetin başlıcası orada, çaycılarda: Varı yoğu dışarı çıkarıp duvarları, çerçeveleri boyayan
boyayana, yerleri oğduran oğdurana; semaveri, tezgâhı
pırıl pırıl edip fazla sandalyeler kiralayan kiralayana... İçlerinden en namlıları Ahmed Rasim merhumun ölmez oğlu
ettiği Hacı Reşid-i bî-nevâ. Mersin Efendi de arada olacak
amma o zamanlar keskin sirkeliği ve adı sanı olmasa gerek.
Ramazanın gelişinde bir âlamet de askerî mekteplerin tatil
oluşu ve mekteplilerin caddeleri, sokakları dolduruşu idi.
Şabanın on beşi oldu mu cümlesi evci ve sılacı edilirdi.
Sıradaki perukârlar, bilhassa Kanunî Şems’de birer semaver,
sekiz on çay bardağı edinip çaycılığa girişir, dükkânların bazılarına da lâstik kulaklıkla kuruşa dinlenen, silindirli fonograf, gene kuruşa deliğinden canlı manzaralar seyredilen kinetoskop, motoskop konur, bir tarafta da ressam Tekezade
Said Bey’in küçücük resim sergisi bulunurdu.
İdadiden Harbiyeye geçenler yeni taktıkları kılıçlarını şıkırtadmada. Sınıf çavuşlarının kollarında eski 8 rakamı şeklinde üç, başçavuşlarda dört kırmızı şerit. Ecnebî dil bilenlerde
bir, iki sarı şerit.
Dükkânların içinde Üsküdarlı Ali Rıza Beyin peyzajlarından
başlayarak Kuleli idadisi kozmografya hocası Ahmed Ziya
Beyin (İnkılâp Müzesi müdürlüğü eden), Tepedelenlizade
Kâmil Beyin, Baytar Askerî Rüştiyesi resim muallimi Sami
Beyin (Üstad Sami Yetik), Numûne-i Terakki resim muallimi
Harbiyeliler ve Kuleliler koyu lâcivert setreli, pantolonlu;
mühendishaneliler de harçlı ve üç sıra düğmeli ceketler,
baytar ve eczacı rüştiye-i askeriyyelilerde bu ceketlerin açık
mavisi.
Şeker bayramının dördüncü günü mekteplerine dönerler,
sılaya gitmişler ise Kurban’a kadar kalırlardı.
KAYNAK:
İstanbul Yazıları, yay. haz. Erol Şadi Erdinç, Faruk Ilıkan,
(1994)
Sermet Muhtar Alus, Nedret İşli Arşivi
99
KÜREKLİ VE YELKENLİ OSMANLI GEMİLERİ
İdris Bostan
Osmanlı denizciliğinin tarihi ve bu alana ait görsel malzeme; ulaşılması güç, dağınık bir durumdadır. Osmanlıların denizle tanışması, Rumeli’ne geçişleri, Akdeniz’in bir Türk iç denizi haline gelmesi ve Osmanlı
denizcilerinin Hint Denizi gibi dünyanın uzak diyarlarına yelken açmaları; İdris Bostan’ın Kürekli ve Yelkenli
Osmanlı Gemileri adlı kitabının ilk bölümünde derli toplu bir biçimde anlatılmaktadır. Kitap aynı zamanda
arşiv, müze ve kütüphanelerde yer alan konuyla ilgili malzemeyi de okuyucu ile buluşturmaktadır.
Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri adlı eserin ikinci ve üçüncü bölümleri, Osmanlı gemilerinin modellerini
ve tarih içinde geçirdikleri gelişimi konu etmektedir. Kitapta bugüne kadar yanlış adlandırılan gemi resimleri konusunda düzeltmeler yapılmakta; gemi inşa sanayii, kürekli ve yelkenli gemiler hakkında, Avrupa’nın
diğer denizci ülkelerindeki gelişmelerle karşılaştırmalı bir biçimde bilgiler verilmektedir.
İdris Bostan Osmanlı gemilerinin inşalarında kullanılan malzemeyi, gemilerin teknik özelliklerini, personel
sayılarını, içerdikleri eşyaları ve seyrüsefer şartlarını; arşiv belgelerinden, haritalardan, planlardan, seyahatnamelerden ve diğer kaynaklardan yararlanarak gün ışığına çıkarmaktadır.
Bir kara beyliği olarak kurulan Osmanlı devleti, yazarın saptamasına göre XIV. yüzyılda Batı Anadolu sahillerinde yer alan Menteşe, Aydınoğulları, Saruhan ve Karesi beyliklerinin deniz gaziliği geleneğini devralmıştır. Aynı yüzyılda Türkler Gelibolu’dan Balkanlar’a geçmişler, bu dönemde Osmanlı deniz politikasının
da temelleri atılmaya başlanmıştır. Çanakkale Boğazı’nın ve Marmara sahillerinin güvenliğinin sağlanması
şeklinde başlayan Osmanlı deniz siyaseti; beylikten imparatorluğa geçilmesiyle Akdeniz’i hakimiyeti altına
almış, ticaret yollarının denetimini sağlamış, uzak denizlerle ilgilenmeye başlamıştır.
Osmanlı gemilerinin geçirdiği tarihi sürece ışık tutmak amacıyla hazırlanan kitap, uzun yıllar süren araştırmaların yeniden gözden geçirilmesi, arşiv belgelerinin taranması, harita ve planlar ile gemi gravürlerini içeren seyahatnamelerin incelenmesiyle alanında ilk olma özelliği taşımakta ilgililere yeni ufuklar açmaktadır.
Eserin dikkat çekici yanlarından biri arşiv, kütüphane ve müzelerde bulunan görsel malzemeyi bir araya
getirerek içeriğinde bir gemi görüntü koleksiyonu oluşturmasıdır. Gemilerin yüzyıllar içinde geçirdiği değişiklikleri ve yeni model denemelerini görseller eşliğinde sebepleriyle ortaya koyan eser aynı zamanda denizlerdeki beşyüz yıllık Osmanlı varlığını belgelemektedir. Osmanlı savaş gemilerinin isimleriyle resimlerini
birleştirmek konusunda günümüzde dahi yapılan hata ve eksiklikler dikkate alındığında İdris Bostan’ın bu
çalışmasının önemi kuşkusuz çok büyüktür.
Osmanlı denizciliğinin, çağdaşı devletlerde görülmeyen, gemi inşa sanayiini kendi imkânlarıyla yürütebilme özelliği gibi, bugün dahi yeterince bilinmeyen yönleri de Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri kitabıyla
aydınlanmaktadır.
100
AMAT
İhsan Oktay ANAR
İhsan Oktay Anar’ın Efrâsiyâb’in Hikâyeleri’nden sonra çıkardığı, 2005 yılında okuyucusuyla buluşan Amat’ı, 1453 Kültür Sanat dergisinin denizcilik sayısında hatırlatalım istedik.
Her biri hayatında en az bir cinayet işlemiş 247 mürettebatla İstanbul’dan yola çıkan, Navarin’den
getirilen 247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli Osmanlı kalyonunun macerasını anlatan
kitap, Anar’ın diğer romanları gibi okuru şaşırtan, içine alan bir anlatıma sahip. Okurken dalgalarla
boğuşuyor, Amat’ın fersah fersah uzaklaştıran yelkenlerine dolan rüzgârı hissediyor, romanda
geçtiği üzere o uğursuz günde tersaneden kalkıp denize açılan esrarengiz kalyonun peşinden
sürükleniyorsunuz.
Sayfalarında gizli metaforları keşfettiğinizde kendinizi tekrar bilinmez sulara bırakıyor, her satırı anlam veremediğiniz bir merakla okumaya devam ediyorsunuz. Örneğin kitapta, Amat’ın
kaptanı Kırbaç Süleyman’ın şiddetli rüzgâr sırasında gemiyi kurtarabilmesi, rüzgâra hükmeden
Hz. Süleyman’ı; huni biçimindeki pirinç çalgıdan ses çıkarmayı başaran tek kişinin İsrafil olması,
İsrafil’i hatırlatıyor. Bu tarz göndermelerin çokluğu kitaptan yeni tatlar almak için tekrar okuma
yapma isteği uyandırıyor.
Bilgiye erişmek isteyenler için çok iyi bir kütüphane vardır Amat seyrinde. Pek çok düşünürün
hayata ve ölüme dair görüşleri Diyavol Paşa’nın kütüphanesinden seçtiği kitaplardaki alıntılarla
okura sunuluyor. Bu kütüphaneden bir kitap hariç her kitabı okumaya izin veriliyor. Yasak kitabın
adı final sayfasında veriliyor: İbranice’de ‘gerçek’ anlamına gelen Amat.
Yaklaşık 240 sayfa olan roman, denizcilikle ilgili çok fazla terim içermesine rağmen sürükleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Aslına bakarsanız olayları, anlatılanları anlamak için bu terimlerin
illâki bilinmesine gerek duyulmuyor.
“Süleyman sakalını sıvazlayıp bir süre düşündükten sonra, “Kıç tarafın alt dehlizindeki iki kolomborneyi alesta tutun,” dedi. “Fora edip doldurun ve güneş doğmadan önce salya etmeyin. Kıç
lombarlar suğa edilmiş olsun. Bildiğin gibi pupa seyri yapıyoruz ve dalgalar kıç tarafta patlıyor.
Eğer hemen açarsanız lombarlar su alır. Gerekmedikçe ateş edilmeyecek. Bu arada sancağı hisa
edin ve bütün vardiyalar, tüfenkçiler, topçular çukur güvertede toplansın.” (s.119) Böyle bir paragrafı romanın, olay örgüsünün dışında okuduğunuzda ansiklopedileri karıştırmaya üşeniyorsanız anlaşılması zor görünüyor.
Özellikle deniz savaşları anlatılırken heyecanla okunan bölümlerde bu terimlerin bulunuyor olması sıradışı karakterlerin gerçek olduğu hissini artırıyor:
“Pruva neferleri demiri salya ettiler. Bu hâliyle demir her an atılabilirdi. Bu sırada karşılıklı açılan
top ateşiyle Amat’ın grandi direğinin babafingo çubuğu çatlayıp kırıldı ve güverteye düştü. Her
iki kalyonun da lime lime olan yelkenlerinde hayır kalmamıştı. Kolomborneler ve ejderdehanlar
ateş açtıktan sonra Kırbaç Süleyman bağırdı: “İstinga trinket! İstinga pruva gabya! İstinga grandi
gabya!””
Okuyucuyu 17. yüzyılın serin sularında seyahat ettiren Amat, okumayanlar için keşfedilmeyi bekliyor.
101
14-16. YÜZYILLARDA TÜRK İSPANYOL İLİŞKİLERİ VE DENİZCİLİK TARİHİMİZLE İLGİLİ İSPANYOL BELGELERİ
Muzaffer Arıkan-Paulino Toledo
T.C. Genelkurmay Başkanlığı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayımlanan bu kitap, Muzaffer Arıkan ve Paulino Toledo tarafından hazırlanmıştır. İspanyol arşiv ve kütüphanelerinde
yaptığı araştırmalarla İspanyol edebiyatı ve Türk-İspanyol ilişkileri tarihinde uzmanlaşan Muzaffer Arıkan ve Yakın Çağ Tarihi alanındaki çalışmaları ile tanınan Şili’li tarihçi Paulino Toledo, bu
çalışmalarıyla deniz tarihi açısından pek çok bilinmeyeni gün yüzüne çıkarırken, Türk denizcilik
tarihi ile ilgili belgeleri de araştırmacı ve okuyucuların istifadesine sunmaktadırlar.
Belge ağırlıklı bu eserde tarihi gerçeklerin yansıtılmasına dikkat edilmiştir. Arşiv belgeleri aynen alınmış, İspanyol belgelerinin yanında; bu belgelerde yer alan bilgilerin karşılaştırmasını ve
sağlamasını yapmak amacı ile Venedik nezdinde Papalık elçilerinin Türkiye ile ilgili haberleri de
verilmiştir. Muzaffer Arıkan ve Paulino Toledo, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve
Uygulama Merkezi Dergisi için kaleme aldıkları ortak makalede şöyle yazarlar: “İspanyol arşiv
ve kütüphanelerinde yaptığımız araştırmalar esnasında, İspanyol arşivlerinin Türk tarihi özellikle
Türk deniz tarihi ile ilgili çok zengin malzemeye sahip olduldarını gördük. O kadar ki, yalnız Barbaroslarla ilgili belgeler bakımından yapılacak bir kıyaslama, bu konuda Türk arşivlerinin zaafını
ortaya koymaya kafi idi. Halbuki, bırakın diğerlerini, belge yokluğu nedeni ile büyük ve şöhretli
denizcimizin bile hayatı ve seferleri gerektiği şekilde aydınlığa kavuşturulamamıştı.”
KAMÛS-İ BAHRÎ
Süleyman Nutkî
Yirminci yüzyılın başlarında Süleyman Nutkî tarafından derlenen Kamûs-i Bahrî, deniz kültürümüzün sürekliliğini sağlayan çalışmaların başında gelmektedir. 3500’den fazla deniz terminolojisine ait sözcüğü bir araya getiren Süleyman Nutkî’nin çalışması, özgün çizimlerin yanı sıra
Gemicilik Fenni ve Paasch görselleriyle denizciliğin gelişim ve değişim evrelerini de göz önünde
tutarak hazırlanmış ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında basılmıştır.
Mustafa Pultar tarafından yayına hazırlanan Kamûs-i Bahrî (Deniz Sözlüğü), 1500 kelimelik yeni bir lügatçe ile de
zenginleştirilmiştir.
Hatıraları kısa bir süre önce Nurcan Bal tarafından yayımlanan Süleyman Nutkî, Galatasaray
Rüşdiyesi’ni ve Heybeliada Bahriye Mektebini bitirmiş; çeşiitli kitaplar yazmış ve Türk Deniz
Müzesi’nin kuruluşunda yer almıştır. Kamûs-i Bahrî’yi yayına hazırlayan Mustafa Pultar ise son
derece renkli bir kişiliktir. Aslında bir mühendis olan ancak kendisini Türk denizciliği ile ilgili araştırmalara adayan Mustafa Pultar aynı zamanda Yıldız Adları Sözlüğü isimli eserin sahibidir.
102
İSTANBUL’UN 100 YALISI
Mahmut Sami Şimşek
Boğaziçi konusunda uzmanlaşmış bir rehber olan Mahmut Sami Şimşek, Kültür A.Ş.
yayınları arasında basılan bu kitabında İstanbul’un sahil sarayları olan yalılarını konu
ediyor. Tespit ettiği 366 tarihi yalı arasından kitabı için yüz tanesini seçen yazar; eserinde her dönemden ve her semtten en az bir yalı olmasına özen gösteriyor. Yalılar
hakkında yaygın olarak bilinen birçok yanlışı düzelten Şimşek, çalışmasında onları
Boğaz’daki dizilişlerine göre sıralıyor: “Umumiyetle Boğaz gezilerinde Kabataş ya da
Eminönü’nden başlanıp Rumeli sahillerinde Tarabya ya da Sarıyer’e kadar sahil boyunca dönülür. İşte bu rotayı takip ederek 100 yalıyı sıraladım”
Küçük yalılara sahilhane, azametli olanlarınaysa sahilsaray denir. Bu kitapta suyla
ilişkili her boyuttan yalıya ve Osmanlı döneminde buralardaki toplumsal yaşantının
ilgi çekici ayrıntılarına yer verilmiştir: “Yalıların altlarında kayıkhaneler vardı, kayıkla
yalının kapısına kadar gelinebiliyordu. Yalıda yaşayanlar denizden sandallarla geçen
satıcılardan da alışveriş yaparlardı.”
İSTANBUL’UN 100 ŞARKISI
Mehmet Güntekin
Tanınmış bir hanende olan Mehmet Güntekin, aynı zamanda müzik alanında kalem
oynatan usta bir yazardır. Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan İstanbul’un 100 Şarkısı
adlı kitabında sanatçı şöyle diyor: “Dünyada belki de hakkında en çok şarkı bestelenen
şehir olan İstanbul’un kendisi aslında başlı başına bir müzik… ‘İstanbul için bestelenen, içinde İstanbul geçen veya dekorunu İstanbul’un teşkil ettiği acaba kaç şarkı
vardır?’ diye bir araştırma yapılacak olsa, elde edilecek sonuç bizi neredeyse bütün
Türk Musikisi’nin repertuvarını oluşturan eserlerin sayısına götürür. Zira Türk Musikisi
bir bakıma ‘İstanbul Musikisi’dir.”
İstanbul hayatına ve halkına mâl olan şarkılardan 100 adedini bu kitap için seçen Mehmet Güntekin eserinde ayrıca notalara ve bestecilerin yaşam öykülerine de yer veriyor: “Notalar özellikle bilgisayarda yazdırılmadı. Yıllarca İstanbul müzik çevrelerinde
kullanılan, çeşiitli nota hattatlarının elinden çıkmış; radyoevi, konservatuvar, devlet
koroları ve musiki cemiyetleri gibi kurumlarda elden ele geçmiş; yani İstanbul’a mâl
olmuş orijinal nüshaların ‘yaşayan’ havasının kitaba daha yaraşacağını düşündük. Ayrıca hikayesi bilinen şarkıları bir araya getirmeye de gayret ettik.”
103

Benzer belgeler