Dinamik gazete 68. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Transkript

Dinamik gazete 68. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Kasım 2012 Yıl: 24 Sayı: 68
[email protected]
Beyazperdede
Eşcinsellik
@DinamikGazete
gazete
10
Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir.
Boğaziçi
Tıklım Tıklım
YÖK’ün aldığı kararla üniversitelerde uygulanan kontenjan artışı, Boğaziçi
Üniversitesi’ni de olumsuz etkiliyor. Artış en çok ortak alanlarda karşılaşılan sorunlarda
kendini gösteriyor. FURKAN ALİ CAN ÇELENLİOĞLU ve MUSTAFA İRFAN İÇLİ’nin haberi sayfa 14’te
Bir Tam
Bir Remedial
Geçtiğimiz haftalarda üniversite
yönetiminden gelen açıklamayla
harekete geçen remedial öğrenciler,
17 Ekim Çarşamba günü eylem
düzenleyerek taleplerini okul yönetimine ilettiler.
Anadilde Eğitim ve Savunma
Anadilde eğitim ve savunma hakkı
hapishanelerde başlatılan açlık
grevleriyle Türkiye gündeminin
merkezine oturdu. ALPER TARIK
GÜRSOY ve NAZLI AZERGÜN’ün
haberi sayfa 2’de
Yeni YÖK Tasarısı
TUĞRUL ACAR’ın haberi sayfa 8’de
07
Kadıköy Rehberi
#bogazicindegordum 19
16
BOĞAZİÇİ
ÜNİVERSİTESİ
İŞLETME VE
EKONOMİ KULÜBÜ
02 siyaset
Anadilde Eğitim
Hakkı
Genel Yayın
Yönetmeni
AKP’nin son kongresinde açıkladığı hedefler listesi, anadilde savunma hakkı ve kamu hizmeti vadetmesiyle birçok kesimin ilgisini çekti.
Geleceğe dair hedeflerin sayıldığı kongrede anadilde savunma hakkından ve kamu hizmetinden bahsedilmesi akıllara “Türkiye’de anadilde
eğitim mümkün olabilir mi?” sorusunu getiriyor.
AKIN TOKSAN
[email protected]
Boğaziçi Ruhu
NAZLI AZERGÜN
[email protected]
Anadilde eğitim uygulamalarında dünyada
iki sistem benimseniyor. İlkinde eğitimin
ilk yılları anadilde görüldükten sonra
tamamen çoğunluğun diline geçilirken,
diğerinde anadil ve çoğunluğun dili birlikte
öğretiliyor. Belçika, Hollanda, İngiltere,
İspanya, Avustralya, Çin, Hong Kong,
Hindistan, Ürdün, Suriye gibi ülkelerde
vatandaşların anadilde eğitim talebi karşılanmakta; Bolivya, Peru, Ekvador, Japonya
ve Vietnam’da bu hususta pilot uygulamalar
devam etmektedir.
Anadilde eğitimi savunanlar, bu uygulamaya geçildiği takdirde, azınlık dilini
kullananların okula devam etme oranının
artacağı görüşünde. Okulda geçirdiği süre
dışında çoğunluğun dilini kullanmayan
çocuklar okula yabancılaşıyor ve bu dilde
www . b u i k . b o u n . e d u . t r
Merhabalar. Sınavların başlaması ile, kampüsteki
yeni dönem heyecanı yerini farklı kaygılara bıraktı. Stres dolu ve bilene her şeyin kolay olduğu bu
dönemde; bilenlerin gönül rahatlığıyla okuması,
bilmeyenlerin ise masa başında sabahlarken arada
göz atması için yeni sayımızla karşınızdayız.
16 sayfa olarak çıkardığımız geçen sayının kendimizi ifade edebilmek ve sizlere içerik sağlayabilmek
açısından pek de yeterli olmadığını anladığımız için
bu sayıdan itibaren planlamamızı 20 sayfa üzerinden
yapıyor olacağız. Tasarımsal anlamda bir iki küçük
değişikliğe gittiğimiz yeni sayımızın önceki sayıdan
bir diğer farkı ise, haber içeriklerinin alt kurul üyelerimiz tarafından sağlanmış olması. Aralık sayımız
için yazı ekibimizde yer almak isterseniz henüz geç
kalmadığınızı belirtmek isterim.
***
Günlük hayatta birçok engelle karşılaşıyoruz, bunlardan bazıları öğretici olsa da bazıları da olabildiğine
gereksiz oluyor. Bu sayıyı çıkarırken biz de bir takım
engellere takıldık. Bizi belki de en çok üzen, diğer
kulüplerden yeteri kadar destek göremememiz oldu.
Ötekileştirmenin ve insanları kalıplara sokmanın
doğal bir ihtiyaç haline geldiği günümüzde, Boğaziçi
Üniversitesi çatısı altında birleşemememiz oldukça
düşündürücü. Etkinlik tanıtımlarında yardımcı olmak için kulüplerin kapısını çaldığımızda bazılarının
bu konuda hevesli olmamasına ve bazılarınınsa “bize
ihtiyaçları olmadığını” özellikle vurgulamasına pek
anlam veremedik. Bu tutum, kulüpçülük geleneğiyle
öne çıkan ve her fırsatta bununla övünen Boğaziçi
Üniversitesi’nin ruhunu ne derece yaşatabildiğimizi
de sorgulatır nitelikte.
Bir anket sorumuza gelen eleştiri ile birlikteyse,
Boğaziçili olmaya ne kadar fazla anlam yüklediğimizi, kampüste göstermelik bir hoşgörünün mevcut
olduğunu, karşınızdaki insanla aynı “ideoloji”ye
sahipseniz düşüncelerinizi söylemekte -tabii ki- özgür olduğunuzu, aksi takdirde haksız ve cahil kabul
edildiğinizi bir kez daha anlamış oldum. Farklılıkları
ve her türlü düşünceye gösterdiği saygı ile var olan
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir kulüp tarafından
çıkartılan bu gazete, ekibinde farklı görüşlere sahip
öğrencileri barındırmakla beraber, herhangi bir ideolojiyi yayma gibi bir misyona sahip değildir. Herhangi
bir Boğaziçili, tüm okula hitap etmek istediğini her
fırsatta belirten bir gazeteyi, -henüz okumadan- edindiği ön yargı doğrultusunda değerlendirebiliyorsa
burada cidden sorgulamamız gereken bir şeyler var.
***
Son olarak, editörüm Cemre Akdemir’e, yazı ve
reklam işleri sorumlularım Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu ve Serap Çelik’e, ayrıca
haberlerin içeriğinde katkısı bulunan tüm Basın - Yayın Alt Kurulu üyelerimize teşekkür ediyorum.
Sonraki sayıda görüşmek üzere.
Sahibi
Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü Adına
Tolgacan Ceylan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tolgacan Ceylan
Genel Yayın Yönetmeni
Akın Toksan
Editör
Cemre Akdemir
Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları
Alper Sezer, Duygu Söyler,
Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik
Yazı Kurulu
Alper Tarık Gürsoy, Ayla Serin, Baran Karaca, Ece Gülşan,
Elif Turhan, Furkan Ali Can Çelenlioğlu, Hasan Aydın,
Melike Duygu, Murat Yüce, Mustafa İrfan İçli, Miray Palaz,
Naz Vardar, Nazlı Azergün, Nur Büyükgüzel, Oğuz Kaan
Çağatay Kılınç, Rezan İbişhükçü, Sabri Hakan Sakallıoğlu,
Şule Türkmen, Tuğrul Acar, Zehra Soysal
Görsel Danışman
Sertaç Bala
Matbaa
Müka Matbaacılık Reklamcılık Yayıncılık San. Ve Tic. Ltd. Şti.
Tel : 0212 54968 24 www.muka.com.tr
Yayın Kurulu
Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın Toksan, Berkant
Aşar, İlkgül Özçamur, Mehmet Sarıgül
Bu gazete süreli yerel yayındır.
yetkin olmadıkları için okula devam oranları düşüyor. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin
de aynı problemle karşılaştığı göz önüne alınırsa anadilde eğitim bu sorunun
çözümü olabilir. Bu hizmetin verilmesine
karşı çıkanlar ise Kürtçe ders verebilecek
öğretmen eksikliğini öne sürüyor. Bu kısır
döngünün bir parçası olarak eğitimlerini
yarıda bırakan Kürtler yükseköğrenime
devam edemiyor ve dolayısıyla kendi
dillerinde ders verme yetkinliğine de sahip
olamıyor. Ciddi bir kesim ise gerekli altyapı
ve öğretmen yetiştirme çalışmaları yapıldığında bu eksiklerin tamamlanmasının güç
olmadığı görüşünde.
Anadilde eğitim ülkemizde yıllardır talep
ediliyor. Bu talebi bu kadar problemli bir
konu haline getiren ise aslında toplum olarak yaşadığımız çatışmalar. Kimi çevrelere
göre anadilde eğitim toplumun tamamını
etkileyen Kürt sorununda bizi çözüme yaklaştıran bir adım sayılıyor. Aslında temel
hak ve özgürlüklere dayanan isteklerini
elde eden halkların, anadilde eğitim
taleplerinin karşılanmasıyla şiddetten
uzaklaşacağı savunuluyor. Anadilde
eğitime karşı olanların başlıca çekinceleri ise bu talebin karşılanmasının
devleti tavizkar bir tutum içine sokması
ve üniter devlet ilkelerinden ödün verilmesi. Ancak anadilde eğitimi uygulayan İsveç, İtalya, İsviçre gibi ülkelerde
bu durumlarla karşılaşılmaması bu
çekincelerin çok da gerçekçi olmadığını
gösterir nitelikte.
Önceden, okul yakma, öğretmen
kaçırma gibi toplumsal huzura ve talebin meşruluğuna zarar veren eylemler
yapılırken son zamanlarda anadilde
eğitim alanında somut adımlar atılmaya başlandı. Ekim ayı başlarında Diyarbakır Sosyal ve Siyasal Araştırmalar
Enstitüsü tarafından toplanan panel bu
sorunun çözüme ulaşabileceği konusunda umut veren etkinliklerden bir
tanesi. Panelde açıklanan raporda Kürt
öğrencilerin anadilde eğitim almasına
yönelik modeller ve çözüm önerileri
yer alıyor. Panele AKP vekili Galip
Ensarioğlu’nun da katılması iktidarın
anadilde eğitime bakışını değiştireceğinin göstergesi sayılabilir. Anadilde
eğitim hizmeti verilmesi için herkesi
memnun edecek bir yol bulunması zor
olsa da son gelişmeler bunun imkansız
olmadığını gösteriyor.
siyaset
03
* εδώ είμαι (Rumca), Ez livirim (Kürtçe), Marı sışıt (Çerkezce), Hak vore (Lazca), Hos em (Ermenice)
Anadilde Savunma Hakkı
Anadilde savunma ve eğitim talepleriyle açlık grevine başlayan
700 tutuklu artık kritik noktadalar, çözümsüzlük sürüyor. Siyasiler topu birbirlerine atmakla meşgul, uzmanlarsa toplu ölümlerin başlamasından korkuyor.
ALPER TARIK GÜRSOY
[email protected]
Anadilde savunma ve eğitim talepleriyle açlık grevine başlayan PKK/PJAK,
KCK davası tutukluları 16 Kasım
itibariyle 66. Günü doldurdular. Aralarında Haziran 2011’de BDP desteğiyle
Şırnak’tan milletvekili seçilmiş Selma
Irmak’ın da bulunduğu 680 civarı
tutuklu 58 cezaevinde eylemlerini ölüm
orucu olarak sürdürüyor. Eylemcilerin
talepleri arasında anadilde savunma
ve eğitim hakkı önde gelse de kritik
bir diğer madde Öcalan’a tutukluluk
haklarının geri verilmesi. Son koşul,
Kürt sorununun çözümünde Kürtler
için öncelik teşkil ettiğinden hükümetin eylemcilere taviz vermesi mümkün
gözükmüyor, ancak eylem belli bir kamuoyu yaratmış durumda. BDP Grup
Başkanvekili İdris Baluken, TBMM
Başkanlığı’na, Ceza Muhakemesi
Kanunu’nda değişiklik yapılmasına
dair kanun teklifini eylemin 34. Günü
olan 15 Ekim’de sundu. Sürecin 65.
gününde ise TBMM İnsan Hakları Komisyonu tutuklulara anadilde savunma
hakkı tanıyan yasa tasarısının meclis
gündemine alınmasını onayladı.
Hükümet cephesinde ise Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in cezaevi ziyareti
dışında bu konuda net bir adım atılmış değil. Ergin’in eylemcilere yaptığı
vazgeçme çağrısı Bakanlar Kurulu’nda
gündeme alınma vaadine rağmen reddedildi. Halbuki 30 Eylül’de yapılan
AKP kongresi, 2023 hedefleri doğrultusunda atılımlar yapmayı planlayan
hükümetin gövde gösterisi niteliğindeydi. Ancak basına dağıtılan 63
maddelik listedeki hedeflerin arasında
yer alan anadilde savunma ve kamu
hizmeti gibi cesur hamleler daha
sonra herhangi bir hükümet mensubu tarafından gündeme getirilmedi.
Başbakan Erdoğan bu konuya 2023
hedefleri hakkındaki konuşmalarında
da değinmedi. Görünen o ki kamuoyu
da bu fikri bir anda benimsemeye ha-
zır değil. İstanbul barosu seçimlerini
‘’Anadilde savunma, kesinlikle kabul
etmiyorum!’’ cümlesiyle dikkat çeken
Ümit Kocasakal’ın açık ara kazanması
bunun bir göstergesi durumunda.
Lozan antlaşmasında azınlıkların
anadilde savunma haklarını güvence
altına alan, bu konuda yardımcı olma
taahhütünde bulunan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası bir
antlaşmada dile getirdiği bu hakkı
yıllarca kurucu unsur olarak gösterilen
Kürtlerden bu hizmeti vermekten kaçınmasını yadırgayan bir kamuoyu da
halihazırda mevcut. Somut adımların
atılmasını hızlandırmak hedefiyle yapılan eylemlerin artacağı ortadayken,
KCK davasından tutuklanan Öcalan’ın
avukatlarının yoklamada “Ez il virim”
(buradayım) demeleri anadilde savunma konusunun sıcak kalacağının kanıtı
oldu. AKP, Avrupa Birliği uyum düzenlemeleri ve demokratikleşme hedefleri
doğrultusunda ele almaya karar verdiği
anadilde savunma ve kamu hizmeti
projelerini, toplumun tepkisini çekmemek adına ufak adımlarla çözmek
istiyor ancak bazı taleplerle Öcalan’ın
olayın merkezine konmak istenmesi
süreci tıkamış durumda. *
*16.11.12 itibariyle son durum
G RÜŞLER
İsmini vermek istemeyen öğrenci - Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler - 1.sınıf
Tartışmanın iki tanım kümesi var.
Birincisi, hak taleplerinin kapsamı.
(Kürtçe eğitim ve savunma hakkı mı,
anadilde eğitim ve savunma hakkı
mı?) Bana göre bu düzenleme yapılacaksa tüm etnik yapılar gözetilmeli,
en azından uzun vadede açık kapı
bırakılmalı. İkincisi, bu taleplerin
hangi ölçüde karşılanacağı. (Anadilde
eğitim mi, anadilin öğretilmesi mi?)
Yine bana göre anadilin öğretilmesi
çok yaşamsal ve doğal bir uygulama.
Bu coğrafyadaki tüm kültürlerin
nefes almasını sağlayacaktır. Ancak
anadilde eğitimin toplumu ayrıştıracağını ve birlikte yaşama güdüsünü
buharlaştıracağını düşünüyorum.
ANKET SONUÇLARI
Çok dilli bir eğitim sisteminin ve anadilde kamu
hizmetinin Kürt sorunun çözümüne katkısı nasıl olur?
% 10.5
% 22
Fikrim Yok
Olumlu, uzun
vadede barışçıl
bir ortam
yaratır.
% 33
Olumsuz, gelecek için toplumsal ayrışma riski taşıyor.
% 34.5
Kısa vadede olumlu ancak
sorunların temeline inmiyor.
04 ekonomi
Ekonomik Kriz
İnşaat Piyasasını
Teğet Geçmedi
Son yıllarda Türk ekonomisinin yükselen yıldızı olan inşaat
sektörü, yurtiçinde ve yurtdışında çıtayı oldukça yükseltti. Ancak 2008 krizinde ağır kayıplar veren inşaat piyasası yaralarını tam olarak sarabilmiş değil.
HASAN AYDIN
[email protected]
Türkiye’de inşaat sektörü, sahip
olduğu hacimsel derinlik ve özellikle
son 10 yılda kazandığı ivme ile Türk
ekonomisinin adeta şah damarı haline geldi. Türk müteahhitlerinin 1972
yılından bugüne kadar başta Irak,
Rusya, Türk Cumhuriyetleri ve Kuzey
Afrika ülkeleri olmak üzere 94 ülkede
213 milyar dolar değerinde 6 bin 535
proje üstlenmesi ve bu projelerin
yüzde 80’inin sadece son 10 yılda
gerçekleştirilmesi bu sektörün ülke
ekonomisindeki yerini ve son yıllarda
kaydetmiş olduğu gelişmeyi gözler
önüne seriyor. Yurtiçinde ise bu
gelişme şirketler arasındaki rekabeti
arttırıyor. TOKİ, gerek aldığı araziler
üzerinde istediği imar planını yapma
ve uygulama konusunda gerek sahip
olduğu devlet güvencesi ile konut piyasasının hâkimi konumunda. Diğer
firmalar ise bu haksız rekabet karşısında yeni konut projeleri geliştirip,
bunları basılı ve görsel medyada en
iyi şekilde pazarlayarak pastadaki
payını korumaya çalışıyor. Aslında,
yapılan konutların tarzı ve yaratılan
yeni yaşam alanları, insanların ha-
SON 13 YILDAKİ
BÜYÜME ORANLARI
Yıllar
GSYİH
İnşaat
1999
-3,4
-3,1
2000
6,8
4,9
2001
-5,7
-17,4
2002
6,2
13,9
2003
5,3
7,8
2004
9,4
14,1
2005
8,4
9,3
2006
6,9 18,5
2007
4,7
5,7
2008 0,7 -8,1
2009
-4,7 -16,3
2010
9
17,1
2011
8,5 11,3
2012(6ay) 3,1
1,5
yatını bir site içerisine sıkıştırmakla
kalmıyor; aynı zamanda bu yaşam
tarzı, reklamlar sayesinde lüks, refah
ve albenisi yüksek olarak gösteriliyor.
İnşaat çabuk tepki veriyor
TUİK verilerine göre 1999 ve 2001
krizlerinde ülke ekonomisine paralel
olarak büyük bir çöküş yaşayan
inşaat sektörü 2008 krizinden de
nasibini almış durumda. Son olarak
2012 yılının ilk 6 ayında Gayrisafi
Yurtiçi Hasıla (GSYİH) yüzde 3.1
büyürken, inşaat sektörü de aynı
dönemde yüzde 1.5 büyüdü. Son 6
ayda büyüme hızının azalmasının altında ekonomik krizin getirdiği kara
bulutların henüz dağılmaması, tüm
dünyadaki yavaşlama ve ekonomiyi
soğutma politikası yatıyor.
Dönüşüm projesi iyi bir fırsat
Ülke genelinde yaklaşık 14,5
milyon konutun elden geçeceği,
bunların 6,5 milyonunun ise yeniden inşa edileceği kentsel dönüşüm
projesinde geçen haftalarda 35 ilde
eş zamanlı olarak düğmeye basıldı. Proje kapsamında İstanbul gibi
1. derece deprem kuşağında olan
bölgelere öncelik verilecek. Çevre ve
Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar
yaptığı açıklamada kentsel dönüşümle özellikle şehirlerin altyapı sorunlarının büyük ölçüde giderileceğini
savundu. Ayrıca, yıkımları Türk
firmalarının üstlendiği projede binlerce kişiye de iş imkânı sağlanarak
hem işsizlik oranında azalma hem de
son dönemde ivme kaybeden inşaat
piyasasında hareketlilik hedefleniyor.
Diğer yandan ‘sıfır atık’ projesiyle
yıkım sonucu ortaya çıkacak moloz
yığınlarının ekonomiye geri kazandırılması ve çevrenin zarar görmemesi
konusunda çalışmalar sürdürülüyor.
Sonuç olarak sektör her ne kadar son
dönemde ekonomiyi soğutma politikasının etkisiyle bir sarsıntı yaşamış
olsa da kentsel dönüşüm projesi
başarılı bir şekilde hayata geçirilirse konut sektörünün eski gücüne
kavuşup Türk ekonomisine pozitif
anlamda yön vermesi bekleniyor.
ekonomi
Türkiye’de İşsizlik
05
Editör
Gerçekten Düşüşte mi?
Türkiye’de, iş arayan birisine “Ne iş yaparsın?”
diye sorulduğunda,
genellikle “Ne iş olsa
yaparım” yanıtıyla karşılaşırız. Peki, işsizliğin
sürekli düştüğü iddia
edilen bu ülkede insan
nasıl işsiz kalır?
CEMRE AKDEMİR
[email protected]
Nerde O Eski
Bayramlar
ZEHRA SOYSAL
[email protected]
En genel anlamıyla işsiz, iş aradığı
halde bulamayan kişidir. Ama
makroekonomik açıdan bakarsak daha karmaşık bir tanımla
karşılaşabiliriz. 16 yaş ve üzeri
çalışabilir nüfus arasında olan,
çalışmaya engel bir özrü bulunmayan ve çalışma arzusuna sahip
kişiler işsiz kategorisinde anılır.
İşlerin asıl karmaşıklaştığı nokta ise işsizlik oranının
hesaplanması. Günümüzde de
bu hesaplamanın nasıl yapıldığı
ve tam olarak hangi kriterlerin
kullanıldığı merak uyandıran
meselelerden biri.
TÜİK’in Başarısı
Türkiye İstatistik
Enstitüsü(TÜİK), Temmuz 2012
itibariyle resmi işsiz sayısını 2
milyon 323 bin, işsizlik oranını ise
% 8,4 olarak açıkladı. Bu veriler
doğrultusunda geçen yılın aynı
dönemine göre işsizlik oranında
ciddi bir düşüş yaşandığı görülüyor. Acaba işler gerçekten de
göründüğü gibi mi? TÜİK, işsizlik
oranını hesaplarken Uluslararası
Emek Örgütünün (ILO) standart
yöntemlerini kullanıyor. Bu standartlara göre, son 3 ayda iş arayan
ve 15 gün içinde işe başlayabilecek
olan kişiler işsizler grubuna dahil
ediliyor ve daha sonra oran hesaplanıyor. Peki, Türkiye’de iş arayan
insanlar başvurularını 3 aylık bir
süreç içinde yeniliyorlar mı? İşte
bu noktada, kafamızda bazı soru
işaretleri oluşuyor.
Ne yazık ki şüphe uyandıran
bir başka olguya daha rastlıyoruz.
“İş gücüne dahil olmayanlar” kategorisinde iş aramayıp çalışmaya
hazır 1 milyon 900 bin kişi, iş
bulma ümidini yitirmiş 600 bin
kişi ve diğer kategorisinde yer
alan 1 milyon 293 bin kişi var.
Fakat sayıları 3 milyon 793 bini
bulan ve iş bulsa anında işbaşı
yapacak bu insanlar, işsiz kategorisine dâhil edilmiyor. Dolayısıyla işsizlik oranı, benimsenen
belli tanımlardan dolayı daha az
hesaplanmış oluyor.
Diplomalı İşsizler
2000 yılında üniversite mezunlarının işsizlik oranı % 9 iken,
bugün 2012 yılında bu oranın
%16’lara gelmiş olması ise başka
bir düşündürücü nokta. Türkiye,
bu istatistiklerle OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)
üyeleri arasında en kötü verilere
sahip ülke durumunda. Bu istatistikleri biraz daha derinlemesine
inceleyince her 5 işsizden birinin
üniversite diploması taşıdığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Mezun olan
öğrencilerin revaçta olan belli çalışma alanlarına yönelmeleri, beklentilerini tatmin etmeyen işlere
burun kıvırmaları ve taleplerine
uygun yeterli istihdam alanınn
oluşturulamaması dünyadaki en
güç iş olan, ‘işsiz gezme’yi uzun
bir süre daha gündemde tutacağa
benziyor.
Diğer bir yandan, son yıllarda
meslek liselerinin giderek işlevini
kaybetmelerine tanıklık ediyoruz.
Öğrenciler, meslek liselerini tercih
etmeyip 2 yıllık da olsa özel veya
devlete ait bir yüksekokuldan mezun olmak istiyorlar. Meslek liselerinin zamanla önemini yitirmesi, “ara eleman açığını” da ortaya
çıkarıyor. Aynı zamanda öğrencilerin bu doğrultudaki tercihleri
sonucu açılan özel üniversite ve
yüksekokulların sayılarında büyük
bir artış gözleniyor. Bu da yeni
yetişen nesiller için 2 veya 4 yıl
daha okuyarak işsizlik sorununun
ertelenmesi olarak yorumlanıyor.
Bugün işsizlik sorununu
çözmek bir hayli zor olsa da hem
işsizlik oranlarını gerçek anlamda
düşürecek, hem de istihdamı ve
işçi ücretlerini arttıracak çözüm
yollarının en kısa zamanda bulunması gerekiyor. Her yıl işsizlik
kuyruğuna yaklaşık 800-900 bin
kişi eklenirken, bizlere de yeni
ve etkili ekonomi politikalarının
yolunu gözlemek düşüyor.
G RÜŞLER
Mezun olduktan sonra
kendi bölümünüzle mi
ilgili bir iş yapmayı düşünüyorsunuz ve işsizlik kaygınız var mı?
Hamide Çağdır - Sosyoloji
3.sınıf
Kesinlikle kendi alanımda ilerlemek istiyorum. Şu an için hedefim belli: akademik kariyer. Eğer
bu fikir mezuniyetim geldiğinde
çekiciliğini yitirirse kendime
başka alternatifler aramaya
baslarım. İşsizlik konusunda çok
bir kaygım yok, buradan aldığımız eğitimin her daim benimle
olacağına inanıyorum.
Sümeyra Yıldız - Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
3.sınıf
Okuduğum bölüm insanın
koluna altın bir bilezik takmıyor
maalesef. Yani mezun olduktan
sonra bir doktor bir mühendis
olarak elinize mesleğinizi alıp
gönül rahatlığı ile ayrılmıyorsunuz. İşsiz kalma korkusu değil
bu ama bu belirsizliğin yaratmış
olduğu bir kaygı hissediyorum.
Bölümümü okurken keyif alıyorum ve ileride kendi alanımda
çalışmak istiyorum.
Geçmişe duyulan özlemin yanı sıra toplumu
bir araya getiren en önemli unsurlardan birini
kaybetme kaygısıyla çokça söylendi bu söz. Biz
de yıllar boyu Ramazan ve Kurban Bayramı
için bunu duymaya bir şekilde alıştık. Ama
şu günlerde “Nerde o eski bayramlar…” diye
hayıflanacağımız daha fazla bayramımız oldu.
Çünkü, yaklaşık 90 yıldır ülkemizde coşkuyla kutlanan milli bayramlarımız, son birkaç
senedir iptal edilen kutlamalar, yürüyüşler ve
resepsiyonlarla gündeme gelmeye başladı.
Tüm bu milli bayramları halka armağan
eden Atatürk’ün hastalığı süresince hiçbir kutlama iptal edilmezken bu sene Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün rahatsızlığı sebebiyle Zafer
Bayramı resepsiyonu iptal edildi. Bir önceki
sene de terör saldırısı nedeniyle iptal edilen
Zafer Bayramı kutlamaları, 2. Dünya Savaşı
ve Kıbrıs Savaşı boyunca bile düzenli olarak
devam etmişti. Yine bir önceki sene, Van
Depremi sonrasında Başbakan’ın yaptığı açıklamayla Cumhuriyet Bayramı törensiz geçti.
Böylesine bir felaketi bir diğeriyle kıyaslamak
hoş olmasa da 18.373 insanımızın hayatını
kaybettiği Marmara Depremi sonrasında Cumhuriyet Bayramı iptal edilmeyip, törenler sade
bir şekilde yapılmıştı.
Geçmişe baktığımızda pek de kabul edilebilir durumlarla karşı karşıya değiliz. Yine de
felaketler ve toplumumuzun ortak acısı söz
konusu olduğunda anlamak bir nebze mümkün.
Ama ne yazık ki iptaller sadece hastalıklarla,
saldırılarla, felaketlerle sınırlı değil. Sessiz sedasız geçen Cumhuriyet ve Zafer Bayramlarını
“soğuk havalarda çocuklar hasta olmasın” diye
tören yapılmaması uygun bulunan 23 Nisan ve
“uzun hazırlık süreciyle öğrenciler derslere olan
ilgisini kaybediyor” diye kutlamaları iptal edilen
19 Mayıs izledi. İptal edilemediği noktalarda ise
kutlamalara birtakım sınırlamalar getirildiğini
de bu 29 Ekim’deki yürüyüş yasaklarında ve
hayli abartılı müdahalelerde görmüş olduk.
Engellere karşı halk her ne kadar bayramlarına sahip çıkmaya çalışıyor olsa da olaylardan
birkaç gün sonra hepsini unutuveriyor. Böylece
kutlanmamış bayramlara her sene birkaç
tanesi daha ekleniyor. Bunun üzerine insan,
önümüzdeki 23 Nisan’da nasıl yaratıcı bir
bahane ve iptalle karşı karşıya kalacağız diye
düşünmeden edemiyor. Bu gidişat fark edilip
tepki gösterilmediği sürece ileride çocuklarımıza “Nerde o eski bayramlar…” diyerek 29
Ekimleri, 30 Ağustosları anlatacağımız günler
çok da uzakta değil bence.
06 dünya
Dört
Yıl Daha
Sadece Amerika’yı değil bütün dünyayı kasıp kavuran ABD’deki başkanlık yarışı, 6 Kasım’da yapılan seçimle sona erdi. Demokratlar ve cumhuriyetçiler arasındaki yarışı 100 delegelik farkla Barack Obama kazandı.
ECE GÜLŞAN
[email protected]
“Yedi hayır, bir evet,
evetler kazandı.”
Abraham Lincoln
Son yıllarda
Türkiye’de de
tartışmaya açılan
başkanlık sisteminin
dünyadaki en bilinen örneği kuşkusuz
Amerika Birleşik
Devletleri. Hem
başkomutan hem de federal hükümetin
üst düzey yöneticisi olan başkan, başkan
yardımcısıyla birlikte 4 yıllık bir süre için
halk tarafından seçiliyor. Hükümet toplantılarında da son sözün sahibi yine başkan
oluyor. Abraham Lincoln’ün bir hükümet
toplantısında kendisine karşı oy kullanan
bakanlarına söylediği söz, başkanlık sisteminde başkanın ne denli yetkisi olduğunu
açıkça gösteriyor.
Bu yılki seçimler her zaman olduğu
gibi yine tüm dünyanın gündemindeydi.
Süreç boyunca isminden en çok bahsettiren adaylar Demokratik Parti’den
Barack Obama ve Cumhuriyetçi Parti’den
Mitt Romney oldu. Eski Massachusetts
Eyalet Valisi Romney, özellikle geçmişte
Obama’ya oy veren ve bundan pişmanlık
duyan seçmenlere ulaşmayı hedeflemişti.
Son dönemece girene kadar rekabetin
başa baş gittiği seçim sürecinde belirleyici
unsur ülke ekonomisiydi. Obama’nın sağlık reformunun devlete fazla yük bindirdiğini dile getiren Romney, yeşil enerjiye
yapılan 90 milyar dolar civarındaki
yatırımın da gereksiz olduğu görüşündeydi. Cumhuriyetçi aday, 4 yılda 12 milyon
kişiye istihdam yaratma, 2020 yılına
kadar da Amerika’yı enerji bağımlılığından kurtarma sözü verdi. . Münazaralarda mevcut ekonomik tablodan başkanı
sorumlu tuttuğunu dile getiren Romney,
Amerikalı vatandaşların işe ihtiyacı olduğunu vurgularken Obama’nın ekonomi
politikalarını başarısız bulduğunun ve
ülkenin hızlı büyümesini engellediğinin
2012
de altını çizmiş oluyordu. Fakat ABD
Ticaret Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlar ekonominin önceki dönemden daha
iyi olduğunu ortaya koyuyor, Obama’yı
temize çıkarıyordu.
Öte yandan Barack Obama, seçimlere
12 gün kala eşcinsel evliliklerine sıcak
baktığını söyleyerek radikal bir adım atmış
oldu. Başkanlık geçmişinde her kesimin
refahına büyük önem veren demokrat
aday, en büyük başarısızlığının kapsamlı
bir göçmen reformunu hayata geçirememek olduğunu açıkladı.
Seçim Koleji
ABD’de uygulanan sistem gereğince her
eyalet seçim sonrası oluşturulan kurula
nüfuslarıyla orantılı sayıda üye gönderiyor, başkan da bu üyelerin oylarıyla
belirleniyor. Nüfus dağılımının değişmesi, cumhuriyetçilerin arayı kapatmasına
yardımcı olurken seçim sonuçlarının Ohio
gibi kararsız eyaletlere bel bağlamasına
sebebiyet verdi.
Dünya Obama’yı Seçti
Yapılan araştırmalar Türk halkının
%94’ünün Obama’yı desteklediğini ortaya
koymuş, global anketlerde de yine açık ara
farkla demokratlar önde olmuştu. Münazaraların geneline bakıldığında Obama’nın
bir adım daha önde olduğu görülüyordu.
Seçim sonuçlarında da beklenen oldu ve
demokratlar 303 delegeyle galip geldi.
Obama’nın ikinci kez başkan olarak tercih
edilmesinin altında, çoğunluğu oluşturan
orta sınıfın sorunlarına değinmesi yatıyor.
Özellikle kadınlar için eşit sağlık, iş ve
ücret hakları vaadinde bulunması arkasındaki kadın desteğini hayli arttırıyor. ABD
ile ilgili ileriye dönük planlarında işsizliği
azaltmak, aile planlamalarına fon yardımında bulunmak, 2014’te Afganistan’dan
çıkmak var. Dış politikada da iki aday
arasında derin farklar bulunmamasına
rağmen, Obama’nın başkanlığı ABD’nin
ülkemiz ile ılımlı ilişkisinin devam edeceği
ve Ortadoğu’nun kaderinin İsrail’e ipoteklenmesinin engelleneceği yönünde yorumlanıyor. Ancak Amerika’nın Türkiye’deki
basın özgürlüğüne karşı eleştirel duruşu ,
iki ülke arasındaki ilişkilere zarar verir mi
hep birlikte göreceğiz.
eğitim
Durmak
YÖK,
Yola Devam
YÖK, 1,5 yıldır hazırlıklarını sürdürdüğü ve yapısında birçok değişikliği öngören yasa tasarısını
geçtiğimiz günlerde üniversitelerle paylaştı. Gelecek görüşler doğrultusunda son şeklini alacak
tasarıya birçok kesimden çeşitli tepkiler geldi.
MELİKE DUYGU
[email protected]
12 Eylül sürecinde kurulmuş olan
YÖK’ün varlığı her zaman tartışma
konusu olmuştur. 80’li yılların şartlarında sadece 27 üniversiteye uygun
olarak kurulan kurumun şu anda
103’ü devlet, 65’i vakıf olmak üzere
168 üniversiteyi yönetecek teşkilata
sahip olmaması ve bugüne kadar
üzerinde yapılan 50’den fazla değişikliğe rağmen 30 yıllık bir yasanın
günümüz koşullarını kapsayamaması
YÖK’ün işleyişine dair sorunların
başında geliyor. Bu sorunları göz
önünde bulunduran YÖK, yaklaşık
1,5 yıldır hazırlıklarını sürdürdüğü
yasa tasarısını “Yeni Bir Yükseköğretime Doğru Giderken” başlığıyla
duyurdu ve görüşlerini almak üzere
tüm üniversitelere gönderdi. Gelecek
görüşler doğrultusunda taslağa son
şeklinin verileceği bildirildi. Üniversiteler ise taslak hakkında birbirinden farklı görüşlere sahip. Birçoğu
tasarıyı kökleri çürümüş binaya makyaj yapmak olarak değerlendirirken,
bazıları da bu değişime destek verdi.
İlk Tepki Boğaziçi’nden
Tasarıya verilen ilk tepkilerden
birisi Boğaziçi Üniversitesi’nden
geldi. Üniversite senatosu “Boğaziçi
Üniversitesinin Temel İlkeleri: Kamu
Üniversitelerinin Yapı ve İşleyişi”
başlığıyla yayınladığı bildiri ile önümüzdeki dönemde Meclis gündemine
gelmesi beklenen tasarıdaki temel
değişikliklere karşı çıktı. Üniversitelerin, akademik yeterliliğe sahip
bireylerin erişimine açık, özgürlükçü,
bilimsel olarak özgür ve bağımsız;
akademik, idari ve mali anlamda
özerk, katılımcı ve hesap verebilir
kurumlar olması gerektiği ifade
edildi. 16 Kasım’da YÖK Başkanı
Gökhan Çetinsaya’nın yeni tasarıyı
rektörlerle görüşmek üzere Boğaziçi
Üniversitesi’ne yaptığı ziyaret ise
öğrencilerin bir kısmı tarafından
tepkiyle karşılandı. Çetinsaya, rektörlük binasında geçirdiği süre boyunca
çeşitli sloganlarla ve zaman zaman
atılan yumurtalarla protesto edildi.
Neler Değişiyor?
Tasarıda en çok dikkat çeken
bölümlerden birisi olan rektör
seçimindeki değişiklik büyük tepki
topladı. Düzenlemeye göre üniversi-
teler yönetimleri açısından kurumsallaşmış ve kurumsallaşmakta
olan üniversiteler olmak üzere ikiye
ayrılacak. Yeni açılan üniversitelerin
rektörleri bizzat YÖK tarafından
atanırken kurumsallaşmakta olan
üniversitelerin rektörü YÖK tarafından oluşturulan bir komisyonla
belirlenecek. Cumhurbaşkanı sürece
dahil olmayacak. Kurumsallaşmış
üniversitelerin rektör atamaları ise
kurulacak olan 11 üyelik Üniversite
Konseyleri tarafından yapılacak. Tasarıya göre Konsey üyelerinin 5’inin
üniversitenin mevcut idari kadrosundan, 2’sinin Bakanlar Kurulu’ndan,
2’sinin YÖK’ten, 1’inin üniversitenin
mezunları arasından ve son üyesinin
de üniversiteye en çok bağış verenler veya üniversitenin bulunduğu
şehrin vergi rekortmenleri arasından
belirlenmesi planlanıyor. Bunlara
tepki olarak bildiride üniversitelerin
herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki
veya baskısına maruz kalmaması ve
siyaset aracı olarak kullanılmaması;
rektör, dekan, bölüm başkanı gibi
akademik yöneticilerin atamayla
değil seçimle belirlenmesi gerektiği
vurgulandı.
Yeni yasaya göre üniversiteler yal-
07
nızca yönetim açısından farklılaşmıyor. Devlet ve vakıf üniversitelerinin
yanında artık özel üniversiteler de
var olabilecek. Finansman ve işleyiş
açısından diğerlerinden ayrılan bu
üniversitelerin rektörleri ise mütevelli heyetlerince seçilecek. Ayrıca
üniversiteler ‘araştırma’ ve ‘eğitim’
ağırlıklı yüksek öğretim kurumları
olarak ikiye ayrılacak. Üniversitelerde, Bilgi Lisanslama Ofisleri
kurulabilecek ve bu ofisler bilimsel
çalışmaları ticari değeri yüksek
konulara yönlendirecek ve pazarda
ihtiyaç duyulan bilgileri belirleyecek.
Üretilen ticari değeri yüksek bilgileri
ise fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alabilecek.
Taslakta yer alan dikkat çekici
değişikliklerden birisi de yabancı
üniversitelerin Türkiye’de fakülte,
enstitü ve meslek yüksekokulu açabilmeleriyle ilgili. Tasarıya göre ilgili
üniversite, Türkiye’de fakülte açtığında yurtdışından öğrenci getirmekle
yükümlü olacak ve haksız rekabeti
önlemek adına Türk öğrenciler için
%25’lik bir kontenjan ayrılacak. Eğitimcilerse, değişikliğin riskli olduğunu, yabancı üniversitelerin açtıkları
kampüsü kapattıkları takdirde öğrencilerin mağdur olacağını savundu.
Yeni yasa, kurumun işleyişindeki
yetersizlikleri gidermeye yönelik
maddeler içerse de tepkiler değişikliklerin üniversitelerin talepleri
doğrultusunda düzenlenmediğini
ortaya koyuyor. Bu YÖK tasarısı da
öncekiler gibi; “siyasetten uzak, ekonomik anlamda özerk, tam anlamıyla
bağımsız üniversite” hayalinin bu
sistemle gerçekleşemeyeceğine işaret
ediyor.
08 kampüsten
Bir Tam Bir Remedial
Boğaziçi’nde uzun yıllardır konuşulan remedial sorunu yine gündemde. Geçtiğimiz haftalarda üniversite yönetiminden gelen açıklamayla harekete geçen remedial öğrenciler, 17 Ekim Çarşamba günü eylem düzenleyerek taleplerini okul yönetimine ilettiler.
TUĞRUL ACAR
[email protected]
Boğaziçi Üniversitesi’nde bir yıl
hazırlık eğitimi aldıktan sonra Proficiency (İngilizce Yeterlilik) sınavını
geçemeyen öğrenciler remedial
olarak adlandırılıyor. Çoğunluğu
hazırlıkta Pre-Intermediate ve
Beginner öğrencisi olan remediallar;
yurt, ders ve burs gibi temel öğrenci
haklarını kaybediyorlar. Öğrenciler uzun zamandır bu sıkıntılarla
karşı karşıya olsa da okulun remediallara ilişkin uygulamaları her
yıl değişiyor. Bu yüzden her yeni
öğretim dönemi bu öğrenciler için
bir belirsizlikle başlıyor. Geçtiğimiz
günlerde üniversite yönetiminden
yapılan açıklamaya göre remedial
öğrencilere ilişkin uygulama yine
değişti ve remediallar düzenledikleri
bir eylemle şikâyetlerini okul yönetimine ilettiler.
Barınma Barınma, yani kalacak yer
sıkıntısı, remedial öğrencilerin
en fazla şikâyetçi oldukları konu.
Önceki yıllarda dönem başladıktan
birkaç ay sonra yurtlarda oluşan
boşluklara remedial öğrenciler
yerleştiriliyordu. Fakat son yıllarda
yapılan kontenjan artışlarına paralel
olarak yurtlardaki doluluk oranı da
arttı. Okul yönetimi bu yıl yurtlarda
remedial öğrencileri yer veremeyeceğini açıkladı. Bu durum İstanbul
dışında yaşayan remedial öğrencilerin burada bir kursa yazılmak
isteseler bile kalacak yerleri olmadığı anlamına geliyor. İstanbul’da
yüksek ev kiraları ve ev masrafları
öğrencileri eve çıkmaktan da alıkoyuyor. Diğer bir barınma seçeneği
ise özel yurtlar. Fakat okulun kendi
özel yurdu olan Superdorm dâhil,
onların da fiyatları el yakıyor. Bu
nedenle İstanbul’da kursa başlayabilen az sayıda öğrenci de ya bir
akrabasının yanında ya da arkadaşlarının evinde kalıyor.
Ders Talebi
Üniversite yönetiminin yaptığı
açıklamada YÖK tarafından belirlenmiş 1 yıllık hazırlık öğretiminin
normal süresini aşmış remedial öğrenciler hazırlığı tekrar okuyamıyor
ve ders hakkından yararlanamıyor.
Fakat önceki yıllarda remedial öğrencilere ders açıldığı da biliniyor.
Üniversite yönetimiyle yapılan toplantıdan sonra remedial öğrencilere
bu yıl kesinlikle ders açılmayacağı;
ama harcını yatıran öğrencilere
‘Writing Center’ aracılığıyla haftada
1-2 saat destek verileceği belirtildi.
Remedial öğrencilerin diğer talebi
de IELTS notunun 7,0 dan 6,5 e düşürülmesiydi. Dünyanın önde gelen
İngiliz ve Amerikan üniversitelerinde bile 6,0 ve 6,5 gibi puanlar kabul
görürken, Boğaziçi’nin daha yüksek
bir puan istemesi pek çok kişi tarafından eleştiriliyordu. YADYOK’ta
IELTS puanın 6,5 e düşürülmesiyle
ilgili çalışmaların sürdüğü ve bir
değişiklik olması durumunda tüm
öğrencilere duyurulacağı açıklandı.
Ayrıca remedial öğrenciler, kendilerine bölüme şartlı geçiş hakkının
tanınmasını istiyor. Şartlı geçişle,
Proficiency’de belli bir puan alan
öğrencilerin, mezun olana kadar
Proficiency sınavını vermesi şartıyla
bölümlerine geçmesi isteniyor. Ancak yüzde yüz İngilizce eğitim veren
bir üniversitede bunun uygulanması pek mümkün görünmüyor.
Öğrencilik Haklarının
Yitirilmesi
Harç yatırmayan remedial öğrenciler diğer öğrencilerin faydalandığı
bir takım hizmetlerden mahrum
kalıyor. Öğrenci belgesi alamamak
ve toplu ulaşımda öğrenci indirimlerinden yararlanamamak bunların
başında geliyor. Ayrıca bu öğrenciler,
harç yatırmadıkları takdirde Proficiency sınavına her girişlerinde sınav
ücreti ödemek zorunda kalıyor.
Eylem ve Sonrası
Geçtiğimiz haftalarda remedial öğrencilerin taleplerini okul yönetimine
iletmek için yaptıkları eylemin beklenen etkiyi yaratmadığını söyleyebiliriz. Katılımın azlığıyla dikkat çeken
eyleme İstanbul dışında bulunan
remediallar gelemezken, İstanbul’da
yaşayanlar da pek ilgi göstermedi.
Öğrencilerin birçok talebinin de okul
yönetimince reddedildiği öğrenildi.
Remedial öğrencilerin bu taleplerinin
karşılanamamasının altında okuldaki
kapasite sorununun yattığını söyleyebiliriz. Bu kapasite sorunu çözülemedikçe remedialların sorunu da devam
edecek gibi görünüyor.
Diğer Türk üniversitelerin
istedikleri IELTS puanları:
ODTÜ:......................................6.0
Bilkent Üniversitesi:................ 6.5
Koç Üniversitesi:...................... 6.5
İTÜ:..........................................6.0
Dünyadan bazı üniversitelerin
istedikleri IELTS puanları:
Cambridge Üniversitesi:.......... 7.0
Oxford Üniversitesi:.................7.0
Imperial College London:........ 6.5
University College London:..... 6.5
G RÜŞLER
İlknur Baş - Elektrik Elektronik Mühendisliği 1. Sınıf
Remedial öğrenci sayısının bu derece fazla olması özellikle Beginner
öğrencilerdeki motivasyon düşüklüğüne bağlı bence. Henüz yeni
başladıkları okulda bu kadar çok
hazırlığı geçememiş insanla karşılaştıklarında demoralize oluyorlar.
Ayrıca, remedial öğrencilerin şartlı
geçiş isteğini haklı bulmuyorum.
Hazırlığı geçenler bile ilk birkaç
hafta dersi anlamakta, not tutmakta
zorluk çekiyor.
Mert Gül - Bilgisayar Öğretmenliği 1. sınıf
Geçmişte, birçok hazırlık öğrencilerinin İngilizce temeli olmamasına
rağmen, üstüne bir de yabancı dilin
9 ay gibi kısa bir süreye indirgenmesi
ve onlardan proficiency gibi zor bir
sınavı geçmeyi beklemek tuhaftır. Elbette ki, bu dönemde öğrencilerin de
bir takım eksiklikleri olabilir. Ancak,
verilen eğitimin bekleneni karşılamadığı alınan sonuçlardan görülebilir.
Üniversite giriş sınavlarında bu kadar
yüksek puanlar alarak Boğaziçi’ne
girmeyi hak kazanmış insanların bu
duruma düşmeleri, sistemdeki veya
uygulamadaki bir hatanın var olduğunun bariz belirtisidir.
Necmi Yücel - Bilgisayar
Öğretmenliği/Remedial
Tercih döneminde okul üniversite
tercih kılavuzunda, remedial öğrenci olma ihtimalini ve öğrencilerin
kaybedebileceği hakları belirtmeli.
Boğaziçi’nde hazırlık zaten zor ve
öğrencilerin remedial olduktan sonra öğrencilik hakları elinden alınınca hayatları alt üst oluyor. Yurtlarda
doluluk var ama en azından önceki
yıllarda olduğu gibi ders sağlanabilir çünkü herkesin okul dışında özel
bir kursa yazılacak kadar ekonomik
gücü yok.
kitap
09
kültür - sanat
KİTAP
MÜZİK
SİNEMA
ETKİNLİKLER
TK kitapları
Yeni çıkanlar
Suçumuz İnsan Olmak
SABRİ HAKAN SAKALLIOĞLU
[email protected]
Oktay Akbal’ın 1956 yılında kaleme
aldığı eser, kolay dili ve sürükleyici
üslubuyla bir solukta okunabilecek
bir kitap. Türk Dil Kurumu’nun
1958 yılı Roman Ödülü’nü kazanmış
yapıtın bir de filmi var. Kitap basım
tarihi eski olsa bile eskimeyecek bir
konuya sahip: ‘aşk sanrısı’.
Nuri, küçük bir memurdur, evlidir
ve iki çocuğu vardır. Tekdüzeleşmiş
yaşamların birleşerek oluşturduğu
sıradan evliliklerden birini yaşayan
Nuri, bu renksiz ve monoton hayatında tesadüfen tanıştığı kadına aşık
olur. Kadının adı Nedret’tir. O da
evlidir. Kocası Hamdi gece gündüz
içen, başıboş yaşayan biridir. Kocasının duyarsızlığı yüzünden mutlu
olup olmadığını bile bilemez Nedret.
Muhafazakâr bir ailede büyümüş
olması, daha fazlasını talep etmesine
engeldir ama o, tüm beklentilerini
hayale dönüştürüp kendini beslemektedir.
Nuri ile Nedret’in belki kaderin
bir oyunu, belki de sadece şans
eseri tanışmaları, görüşmesi ve “aşk
sandıkları”nı yaşaması anlatılıyor
kitapta. Yasak olanın çekiciliği,
toplumdaki çarpıklık ve ‘aşk sorgusu’
işleniyor. Aşk sanılanın gerçekle imtihanı ve arasındaki farkı; sevmenin
ve aşkın sadece birer avuntu oluşu ve
iki aşksızın, aşkı bulduklarını sandıkları hayattan aşksız hayatlarına geri
dönüşü…
Oktay Akbal olaylar içerisine
serpiştirdiği insan tanımları ile de
okuyan kişinin insan ilişkilerine olan
bakışına yeni bir perspektif katıyor.
“Hiçbir şeyin sonunu düşünmemeli.
Yetmez mi başlangıçlar?” sözüyle
akıllara kazınıyor tüm o gidip gelmeler ve yeni bir felsefe kazanıyor okuyucu. Kitabın adına gelirsek en güzel
ifade yine romanın içinden: “Ancak
kişi bazı duyguların içinde bocalarsa,
çıkar yol bulamazsa ne yapardı? Suçtu insanoğlu için güzel olan ne varsa.
Hepsi sınırlıydı. Hareketler, istekler,
düşler bile. Oysaki asıl suç, insan
olmaktı. İnsan yaratılmaktı. İnsancıl
güçsüzlüklere kendini kaptırmayı
önleyememekti. Suç, insanoğlunun
böyle yaratılmasındaydı. Suç insan
olmaktı.”
TK kitapları
Yusuf Atılgan-Bütün Öyküleri
MURAT YÜCE
[email protected]
Yalnızlığı masal tadında tecrübe
etmek ve hepimizin zaman zaman
yaşadığı, içinde bulunduğu topluma karşı psikolojik yabancılaşma
kavramlarını bir ustanın perspektifinden incelemek isteyenler için
doğru bir adres, Yusuf Atılgan’ın
“Bütün Öyküleri”. Modern dönem
edebiyatçılarımızdan Atılgan’ın
farklı zamanlarda yazdığı masal ve
öykülerinden oluşan kitap samimi bir dille, kısa ve net cümlelerle
oluşturulmuş. Halk hikayesi ile
modern anlatıyı başarılı bir şekilde harmanlayan yazar, hepimizin
ruhunun derinliklerinde olanları bir
bir çıkarmış ortaya.
Zaman kavramına bağlı kalmayan Yusuf Atılgan, kullandığı kısa
cümlelerle olayların akıcılığını
sağlamış. “Saatlerin Tıkırtısı” öyküsü ile tavan yapıp kitabın tümüne
dağılan bir başka özellik ise yoğun
gözlem gücü ve düş unsurları.
Anlatıcıya hayaller kurdurarak öykü
içinde öykülerin oluşturulması eseri
çekici kılan bir diğer unsur.
Geleneksel edebiyatımızın
aksine, modernizmin de etkisiyle
cinsellik Atılgan’ın eserlerinde daha
rahat betimlenmiş. Ayrıca yazar, bir
Anadolu çocuğu olmasının getirisiyle yöresel ağızları doğal bir şekilde
kullanabilmiş. “Namıssız”, “cıgara”
gibi tabirlere rastlamak ne kadar
mümkünse modern zamanların hovarda delikanlısına rastlamak da o
kadar mümkün Atılgan’ın hikâyelerinde. Bu bağlamda yazar, öykülerinde klasisizmden modernizme
geçişi yansıtıyor denebilir. Birçoklarına göreyse Yusuf Atılgan, Albert
Camus’nun dilimizdeki karşılığı. Bu
doğrultuda, varoluşçuluk felsefesinden çokça etkilenmesi sebebiyle
Atılgan’ın, eserlerinde hayatın
anlamsızlığı ve isyan kavramlarına
sıkça rastlamak mümkün. Yazar,
klasik öykü kurgusunun dışına
çıkarak kimi yerlerde kahramanları
tamamen insan dışı varlıklardan
seçerek farklı bir anlatım sunuyor.
Örnek verecek olursak; “Yük” adlı
öyküde yazar bir kırlangıç sürüsünün göç edişini sürüdeki bir kırlangıcın gözünden anlatıyor.
Edebiyatımıza kattığı farklı solukla yanı başımızdan ayırmak istemeyeceğimiz kitap, Yusuf Atılgan’ın
usta anlatımıyla kendini daha da
çekici kılıyor. Yağmurlu sonbahar
günlerine masal diyarında küçük
bir gezinti yapmak isteyenler, Yusuf
Atılgan öyküleriyle bu yolculuğa
çıkabilirler.
O Mektubu
Yazan Bendim
Mustafa Balbay
Cumhuriyet
Kitapları
Nietzsche:
Felsefede Çığır
Açan Bir Dahiyi
Anlamak İçin
Çizgibilim
Laurence Gane - Piero
NTV Yayınları
Neşet Ertaş
Medya Antolojisi
İsmet Zeren
Günyüzü
Yayıncılık
Dinle Küçük
Adam
Wilhelm Reich
Araf Yayınları
Şiir ve
Cinayet
Salah Birsel
Sel Yayıncılık
Kedi ve Ölüm
Erhan Bener
Ayrıntı Yayınları
Edebiyat
Mutluluktur
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap
Hikayem
Paramparça
Emrah Serbes
İletişim Yayınları
10 sinema
Kuir
Sineması
1- Brokeback Mountain – Ang Lee
2- Philadelphia – Jonathan Demme
3- My Own Private Idaho – Gus Vant Sant
4- Hamam – Ferzan Özpetek
5- Sunday Bloody Sunday - John Schlesinger
6- Midnight Cowboy - John Schlesinger
7- Sister My Sister- Nancy Meckler
8- A Single Man -Tom Ford
9- Prayers for Bobby – Russel Mulcahy
10- İki Genç Kız – Kutluğ Ataman
Beyazperdede Eşcinsellik
GAMZE NUR BÜYÜKGÜZEL
[email protected]
Kuir sinema olarak da karşımıza çıkan
eşcinsel sineması, son senelerde yaygınlaşan eşcinsel temalı film festivalleriyle varlığını gösteriyor. Sadece eşcinsellerin değil, tüm sinemaseverlerin
beğenisini ve alkışını alan filmler; yazılı
ve görsel basının yanında alternatif
ve ana akım medyada da geniş yankı
uyandırıyor. Kuir sinemanın gelişimine
baktığımızda ise uzun ve sancılı bir
süreçle karşılaşıyoruz.
Eşcinsel erkek karakterler Amerikan
sinemasının ilk yıllarından itibaren
beyazperdede yerlerini almışlardır. Bir
Thomas Edison filmi olan ve yönet-
menliğini William Dickson’ın üstlendiği The Gay Brothers (1895) filminde iki
erkek birlikte vals yaparken üçüncü bir
erkek keman çalar. Sinemada eşcinsel
imgelere bu kadar erken rastlamamıza
rağmen, değişen değer yargıları ve
toplum kuralları nedeniyle beyazperdede eşcinsellik, bazı dönemlerde
yasaklanmış ve mayınlı bölge haline
gelmiştir. Hollywood’da bir dönem yalnızca güldürü öğesi olmasıysa bugün
hala kapalı toplumlarda karşılaşılan
bir problem olarak karşımıza çıkıyor. 1980’lerde bağımsız sinemanın
yükselmesiyle birlikte ilerleyen eşcinsel
sineması; 1990’larda anaakımın,
basmakalıp gey ve lezbiyen karakterlerin ötesine geçmeyi başarmasıyla asıl
gelişimini göstermiştir. Türkiye’de ise
eşcinsel sinemasının gelişimi çok daha
yavaştır. 1960 öncesinde sinemamızda
eşcinsel karakterlere yer verilmemiştir.
Ver Elini İstanbul’da (1962) ilk defa iki
kadının öpüşmesine rastlanırken erkek
eşcinselliğinin perdeye yansıması ise
1980’lerin sonunu bulur. Türk sinemasında eşcinsellik genellikle üzeri örtülü
bir şekilde yansıtılmış, çoğu zaman
eşcinsel karakterler komedi unsuru
olarak gösterilmiştir. Son senelerde
Türkiye’yi de saran bağımsız filmler
ve festivallerle Zenne, Nar gibi başarılı
yapıtlara imza atılmıştır. Eşcinsel
sinemasına yeni bir kapı aralayan ve bu
sene ocak ayında ikincisi düzenlenecek
olan Kuir film festivali “Pembe Hayat
KuirFest”, sinemaseverler tarafından
heyecanla bekleniyor.
Benim Adım Harvey Milk, Sizi
Birleştirmek İçin Buradayım
NAZ VARDAR
[email protected]
Amerika’nın homoseksüelliğini
açıkça ortaya koyup seçilmiş ilk
politikacısı olarak tarihe adını
yazdıran Harvey Milk, 1970’lerde
gey hakları için verdiği savaş ve
elde ettiği kayda değer başarı ile
San Fransisco’nun ve homoseksüel çevrenin ikonu haline geldi.
40 yaşındayken işini ve yaşadığı
şehri terkederek San Fransisco’ya
taşınmasıyla başlayan bu serüven
yalnızca yaşadığı yerdeki değil,
tüm ülkedeki eşcinselleri bir
araya toplayıp onların politik
sözcülüğüne soyunmasıyla devam
eder. Kariyerinin ve gey hakları
hareketinin zirvesindeyken süikasta kurban giden Milk, aynı zamanda arkasında kayda alınması
ve gelecek nesillere aktarılması
gereken bir hikaye bırakır.
2008’de ABD’li yönetmen
Gus Van Sant bu eşsiz hikâyeyi “Milk” ile tekrar karşımıza
çıkartıyor. Filmin senaristi
Dustin Lance Black’in, senaryoyu Milk’in ölmeden bir süre önce
kayda aldığı kasetler etrafında
oluşturması ve gerçek arşiv
görüntülerinden yararlanması
izleyiciyi hikâyenin içine daha
da çekiyor. Bu sayede Milk’in
1970-78 yılları arasında homofobik topluma karşı verdiği
zorlu savaşı, homoseksüelleri
birleştirişi ve politik güç kazanışı
tüm gerçekçiliği ve yoğunluğuyla
beyaz perdeye aktarılmış oluyor.
Sağlam oyuncu kadrosu ve Sean
Penn’in eşsiz oyunculuğuyla film
2’si Oscar olmak üzere 45 ödüle
ve 64 adaylığa sahip, son zamanların en iyi biyografik filmlerinden biri olarak üne kavuşuyor.
Kısa ömrünün kısa bir bölümündeki çabasıyla tarihte yer
etmiş olan Harvey Milk’in ele
alındığı bu eser, eşcinsel sinemasında da özel bir yere sahip.
Homoseksüellerin yalnızca cinsel
ve duygusal açıdan ele alındığı
diğer filmlerin aksine, sosyal
sorunlara da değinmesi açısından “Milk” fark yaratan bir yapıt.
Filmde, Harvey Milk’in duygusal ve cinsel hayatının yanında
siyasi ve sosyal hayatına da yer
verilmesi, eşcinsellerin daha gerçekçi boyutlarda algılanmasını
sağlıyor. Gus Van Sant’ın tutumu
sayesinde “Milk”te, eşcinseller
farklılıklarından çok topluma
entegre oluşlarıyla göz önünde.
Bu yönetmenin hikâyeyi veriş
tarzı da Milk’in düşüncelerine
başarıyla hizmet ediyor. Milk,
filmin sonunda bir suikasta
kurban gitse de onun fikirleri
etkisini sürdürmeye ve Gus Van
Sant’ın yapıtında da olduğu gibi
insanlarla buluşmaya devam
edecek.
sinema
ŞULE TÜRKMEN
[email protected]
Birbirinden çok farklı, bir araya gelmeleri olanaksız gibi görünen üç kişinin her ne kadar güzelliklere vesile
olsa da sonu trajediyle biten dostluk
öyküsü çarpıcı bir dille anlatılıyor
Zenne’de. Yönetmenliğini Caner
Alper ve Mehmet Binay’ın üstlendiği
film melodram öğelerini sıklıkla
kullanması, güçlü renkleri, kuvvetli
dekor anlayışı ile göz dolduruyor.
Doğulu, muhafazakâr bir ailenin
çocuğu olan Ahmet, renklerini gizlemekten sakınmayan ve İstanbul’un
dans kulüplerinde zennelik yapan
Can ve Türkiye’nin değer yargılarını pek de tanımayan fotoğrafçı
Daniel’in evrensel dostluk hikayesi,
‘dürüstlük bazen öldürür’ teması
çerçevesinde kurgulanmış. Batı
kültürünü temsil eden bir aileden
gelen Can karakterinin cinsel kimliği
ailesi tarafından kabul edilirken,
Ahmet’in ailesi için bu bir namus
meselesine dönüşüyor ve onun
hayatına mal oluyor. Bu trajik son
toplumun kolayca kabullenemediği
bireylerin kimliklerini açıkça ortaya
koymalarının doğru olup olmadığı-
11
nı sorgulatırken, farklı kültürlerin
eşcinselliğe bakışlarını da yansıtıyor.
Bir röportajında “Bu film çok daha
sert olabilirdi ama bunu istemedik
bizim hikayemizin neredeyse naif
denecek bir dili var. Çünkü biz
anneler çocuklarıyla birlikte bu filmi
izleyebilsinler istiyoruz.” sözlerine
yer veren Caner Alper, bireylerin
yetiştiği sosyokültürel çevrenin
cinsel tercihlerin açığa vurulması sürecinde belirleyici bir unsur
olduğunu belirtirken, bir annenin
eşcinsel çocuğun hayatında ne kadar
önemli bir faktör olduğunun da
altını çiziyor.
Türkiye’de işlenen ilk eşcinsel
namus cinayetinin kurbanı olan
Ahmet Yıldız’ın gerçek yaşam öyküsünden yola çıkılarak çekilen Zenne,
2011 Antalya Altın Portakal Film
Festivali’nde 5 ödül, SİYAD Ulusal
En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi
Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
(Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr Kasper) ödüllerini
kazanarak büyük yankı uyandırdı.
Filmin festivallerdeki ve gişedeki
başarısı Türkiye’ de eşcinsellere
bakışın büyük ölçüde değiştiğinin
sembolü olarak da algılanabilir.
İyi, Kötü, Ticari
Türkiye sinemasının son yıllarda büyük gelişim gösterdiği aşikar. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerin filmleri
uluslararası festivallerde prestijli ödülleri toplarken beklenti, bu filmleri gösteren sinemaların dolup taşması yönünde. Fakat söz
konusu sinemaların kalbi olan Beyoğlu’nda işler hiç de umulduğu gibi gitmiyor.
BARAN KARACA
[email protected]
2000’li yıllar itibariyle adı yalnızca
eğlence sektörüyle anılmaya başlanan
Beyoğlu’nun, geçmişten bugüne taşıdığı başka değerleri de var. Türkiye’nin
çağdaş kültürünün oluşmasına
yardımcı olan sinema ve tiyatrolar
bu değerlerin başında geliyor. Ancak
Beyoğlu’nun özellikle sinemaları, son
yıllarda -üstlendikleri görevin ağırlığından olsa gerek- çok ciddi problemlerle karşı karşıya. Kapatılan Emek,
Saray, Yeni Melek sinemaları yaşanılan
problemin en yakın örneklerinden.
Yeşilçam ve Beyoğlu sinemalarının da
kısa zamanda aynı akıbeti paylaşması
beklenirken Sinepop da bu yazı baskıya
girdiği tarihte muhtemelen perdelerini
kapatmış olacak. Peki bu seri kapanmaların sebebi ne?
Devletin aldığı ağır vergiler ve civar
bölgelerde yapılan inşaatlar sırasında
oluşan hasarlar sinema yetkililerince
yakınılan konulardan bazıları ancak;
en büyük sorun sinema salonlarının
boş kalması. Korsan satışlar ve ilginin
sanat filmlerinden ticari filmlere
kayması, seyirci sayısındaki düşüşü
açıklıyor. 2010 yılında kapanan Alkazar Sineması yöneticilerinden Adalet
Dinamit’in veda mektubunda yer alan
şu cümle durumu özetler nitelikte:
“Büyük alışveriş merkezlerindeki son
derece yüksek yatırımlarla yapılan,
teknolojik olanaklarla donatılmış ve
popüler, ticari filmleri izleyiciye sunan
8-10 perdeli sinema salonlarına karşı
adeta kahraman bakkallar gibi küçük,
iddiasız sanat sineması olmayı sürdürecek gücümüz ne yazık ki kalmadı.”
Bu sinemaların varlıklarını sürdürebilmesi için ne yapılabilir?
Yeşilçam ve Beyoğlu sinemaları
yöneticileri Kültür ve Turizm bakanlığına destek çağrısında bulunuyor ve
ekliyor: “Yoksa bu filmleri gösterecek
sinema bulunamayacak.” Bu ciddi
tehlikeyi fark eden bazı çevreler de
harekete geçmiş durumda. Cumhuriyet
Gazetesi kültür-sanat muhabiri Ceren
Çıplak konunun önemli takipçilerinden. Ayrıca Radikal gazetesi, Beyoğlu
Sineması’nın hazırladığı festival
tadındaki film seçkisi için okurlarına
ücretsiz bilet sağlıyor. Bir süredir
devam eden bu seçkide “Ben ve Sen”,
“Gözetleme Kulesi”, “Simurg” ve “Tepenin Ardı” hala izlenebilecek filmler.
Sinema yılın kapanışını ise “Amor” adlı
filmle yapacak.
Beyoğlu sinemalarına destek olmak
amaçlı girişimleri çoğaltmak mümkün
fakat yıllara dayanan bu kültürü yaşatmak sonuç olarak seyircinin elinde.
Temenniler perdelerin kapanmaması
yönünde birleşirken konuya devlet
müdahalesinin olup olmayacağı ise
hala merak konusu.
12 etkinlikler
Yeterince Basın
Özgürlüğü Var!
Bu ülkede, duydukça
kanıksadığımız fakat hala
içini dolduramadığımız
kavramlar var. Demokrasi ve özgürlük
en çok duyduklarımız ama en az sahip
olabildiklerimizden,
yaşayarak değil
konuşarak eskittikleKIVILCIM
rimizden. DemokraDEĞİRMENCİOĞLU
tikleşmeyi konuşurken
[email protected]
anti-demokratikleşiyor,
özgürlüklerden bahsekıldı. Medyanın eleştirel
derken onların elimizden
yayınlar yapmasından
alınışına seyirci kalıyorahatsız olan iktidar,
ruz. Düşünce özgürlüelindeki ekonomik gücü
ğünden dem vururken
kullanmaktan da çekinmedyanın ekonomik ve
medi. Raporda Doğan
siyasi ilişkilerle yönlenHolding’e verilen vergi
dirilişine şahit oluyoruz.
cezasının siyasi olduğuna
İleri demokrasimizin
kanaat getirilerek hükügazetecileri düşüncelerini
metin medya üzerindeki
söylemekten alıkoyuekonomik gücü bir medya
şunu, susturamadıklapatronun sözleriyle
rını da içeri koyuşunu
doğrulanmıştı: “Daha
izliyoruz.
fazla eleştiri yok. Paramı
Biz durumun vahimkaybetmek istemiyorum.”
liğini hala tam olarak
CPJ geçen yılki
anlayamamış, olan
raporunda, 8 gazetecibitene yeterince tepki
nin davasını ele almış
gösterememiş olsak da,
ve bunların mesleki
Gazetecileri Koruma Kofaaliyetlerinden ötürü
mitesi (The Committee to
tutuklandığını açıklamışProtect Journalist–CPJ
tı. Komite basın özgür) geçtiğimiz ayki rapolüğüne ciddi eleştiriler
runda olanları “basına
getirmelerine rağmen,
karşı açılmış en amansız
sayının hükümet tarafınsavaşlardan biri” olarak
dan “8 gazeteci tutuklu”
tanımladı. Raporda
şeklinde kullanılmasını
hükümet, basını sindireleştirmişti.
mek ve gazetecileri devlet
Bu durum üzerine, bu
düşmanı ilan etmekle
yıl daha kapsamlı hale
suçlanıyordu. Yakın gegetirilen rapor tutuklu
lecekte tanık olduğumuz
gazeteci sayısını 76 olarak
Ergenekon ve OdaTv
açıkladı ve bu sayının
davaları kapsamındaki
İran, Eritre, Çin gibi düngazeteci tutuklamaları
yanın en baskıcı ülkelebu çok basit ve güzel
rinden kat be kat fazla olişleyen sindirme planıduğunu vurguladı. Fakat
nın ilk aşamasıydı. Önce
iktidar tüm bu eleştiriler
muhalif gazeteciler içeri
karşısında sessizliğini
alınarak susturuldu, böykorumayı sürdürüyor.
lece dışarıdaki gazeteciler
Bu durum bir kez daha
de uzun süren tutukluluk
gösteriyor ki, ileri demokhalleriyle korkutularak
rasi sadece işine gelen
olası muhalefet başlamafikirleri duymak istiyor,
dan bitirilmiş oldu.
işine gelmeyenleri ise ya
Basına karşı açılmış bu
susturuyor ya da yokmuş
savaş tutuklamalarla da
gibi davranmaya devam
sınırlı kalmadı. Tüm basediyor. Bir de inkar etme
kı ve korkutmalara rağdurumu var ki, o da hala
men doğru bildiğini dile
başlıkla yazıyı ilişkilengetiren Bekir Coşkun, Ece
dirememiş olanlar için
Temelkuran, Banu Güven
Bülent Arınç’tan geliyor: “
ve daha pek çok gazeteci
Türkiye’de yeterince basın
çalıştıkları kurumdan
özgürlüğü var.”
ayrılmak zorunda bıra-
Konser
Mor ve Ötesi
Güneşi Beklerken İlk Konser 16 Kasım 22:30
Ghetto
Sting
26 Kasım 21:00 Ataköy Atletizm Arena
Floransa Maggio Musicale
Orkestrası
07 Aralık 2012 20:00 Haliç Kongre Merkezi,
İstanbul
MFÖ
01 Aralık 22:00 Jolly Joker İstanbul
Chick Corea Trio
27 Kasım 20:00 CRR Konser Salonu
Sergi
Özel Tasarım Bienali
12 Aralık 10:00 İstanbul Tasarım Bienali
Özel Tasarım
NASA: A Human Adventure
01 Kasım - 30 Kasım Marmara Forum,
Expo Center
Tiyatro
Cam
29 Kasım Trump Towers Mall
Pragma
25 Aralık 20:30 garajistanbul
Limonata
26 Kasım 20:30 İkinci Kat
Bezirgan
26 Kasım 20:30 Yunus Emre Kültür Merkezi
Herkes Mi Aldatır
27 Kasım 20:30 Metin Zakoğlu Cafe Theatre
Bale
Rus Bale Yıldızları
5 Aralık 20:00 CRR Konser Salonu
İstanbul Devlet Opera ve Balesi
Wolfrang ve Lorenzo
18 Aralık 20:30 Enka İbrahim
Betil Oditoryumu
Stand Up
Vedat Özdemiroğlu-80 Dakkada Cümle
Alem 27 Kasım 21:00 Dada
Diğer
Tasarım Yürüyüşleri İstanbul
16 Kasım - 30 Kasım İstanbul
Oyun Eleştirisi
Tulumbacılar Yetişin!
ELİF TURHAN
[email protected]
Türkiye’de tiyatro dendiğinde akla gelen isimlerden olan Güngör Dilmen Kalyoncu 1930 yılında Tekirdağ’da doğdu. İlk şiirini Yücel dergisinde 1956 yılında yayımlayarak sanat hayatına
atıldı ve 1959 Sinema-Tiyatro dergisinin açtığı
yarışmada ilk ödülünü aldı. Dilmen, yazarlığının
yanı sıra çeşitli üniversitelerde eğitim verdi,
Boğaziçi Üniversitesi de bunlardan biriydi. Türk
tiyatrosuna “Midas’ın Kulakları”, “Kurban”,
“Deli Dumrul” ve “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük
Yangını” gibi birçok unutulmaz eser kazandıran
oyun yazarı ve dramaturg Güngör Dilmen’in
birçok ödülü bulunuyor. Şinasi Efendi Tiyatro
Ödülü, İlhan İskender Armağanı, Yunus Nadi
Armağanı, Türk Dil Kurumu Ödülü, Muhsin
Ertuğrul Oyun Ödülü, İş Bankası Tiyatro Büyük
Ödülü, Kültür Bakanlığı Ödülü bunlardan bazıları. Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını oyunu ile 1988’de İş Bankası Tiyatro Büyük Ödülü
ve 1990 İsmet Küntay Ödülü’ne layık görülen
sanatçı 8 Temmuz 2012’de hayata veda etti.
Güngör Dilmen, geçmişi ve bugünü değerlendirmek, bilinen olayların altında yatan asıl
gerçekleri sorgulamak için tarihten yararlandı.
1980lerde Aksaray’da çıkan yangının altında
yatan sebebi konu aldığı “Aşkımız Aksaray’ın
En Büyük Yangını” oyunu, Faik Ertener’in
yorumu ile 26 Ekim’de prömiyer yaparak Devlet
Tiyatroları’nda sahne almaya başladı. Daha
önce Adana ve Ankara’da sahne alan oyun, şan
ve dans eğitimi almış 35 kişilik kalabalık oyuncu
kadrosuyla ve orkestrasıyla müzikli oyun adı
altında İstanbul seyircisiyle buluştu ve büyük
ilgi gördü.
Perdeler açılınca cumbalı evleriyle bir Fatih
sokağı karşılıyor seyirciyi ve Tulumbacı Abidin
ana karakterleri tanıtarak izleyiciyi oyuna dahil
ediyor. Mahitap Hanım’ın saraydan çırağ edilerek eski bir konağa yerleşmek için mahalleye
gelmesiyle başlıyor her şey. Siyasal, sosyal ve
kültürel olayların üzerine düşünen, batıyı takip
eden bir aydın olan Firuz Bey; sanatçı olan
Artin’in parlak bir geleceğe sahip olması için
Mahitap Hanım’la Artin’in arasında olmayan bir
aşkı var etmeye çalışır. Artin, Firuz Bey’in çabalarının karşısında bocalasa da kendi kanından
aşk mektupları yazarken, Mahitap Hanım’a serenat yaparken bulur kendisini. Bu romantizme
kapılan Mahitap Hanım, Artin’e karşı büyük bir
aşk beslemeye başlar ve sonunda işler evlenmeye kadar gelir. Lakin bu aşk tulumbacıların reisi
tarafından kıskanılınca her şey bir anda karışır.
Bir gün Mahitap Hanım kendi sonunu özenle
hazırlar evindeki kömürler ve gazlarla. Tıpkı
planladığı gibi Artin eve gelince kapıyı kitler.
Aşk odununda yanmak için kendini aşk ateşinin
içine atar ve hep bir ağızdan şarkı söylenerek
perde kapanır.
Oyunda Güngör Dilmen’in kaleminden
çıkan metinden farklı olarak Artin’in durumuna
değinilmeyerek son, izleyiciye bırakılıyor. Ayrıca
seyircinin ilgisini yüksek tutmak amacıyla oyun;
piyano, yan flüt tınılarıyla süslenip şarkılarla
zenginleştiriliyor.
kampüsten
Ölü Vicdanlar
Yaşadığımız topraklar hoşgörünün beşiği olarak anılır. Resmi
tarih bizlere, her dinden ve her
ırktan insanın mutlu mesut
yaşadığını öğretir bu topraklarda,
derinliklerine gömdüğümüz tüm
nefrete rağmen…
Geçmişimizden bizlere kalan
en büyük yara olan “tek tipleştirme”, günlük hayatın her anında
karşımıza ırkçılık, ötekileştirme
ve nefret söylemleri ile çıkıyor.
Gazeteler, köşe yazarları ve aslında toplumun hemen her kesimi;
kendi egemen yapısına ait olmayan tüm “öteki”lere karşı nefretini
kusuyor ve bu, ırkçılık da olsa
maalesef normal karşılanıyor.
Örneğin; Ermeni olmak,
Akit gazetesi tarafından Ali
Bayramoğlu’na karşı veya CHP
milletvekili Canan Arıtman tarafından cumhurbaşkanına karşı
olumsuz bir ifade veya bir “suçlama” olarak kullanılabiliyor.
Tam da darbelerin ve resmi ideolojinin “kart-kurt sesi”
faşizanlığından kurtulduğumuzu
sanarken, Ergenekon davası
sanıklarından bir emekli kurmay
albay ile arkadaşının arasındaki konuşmada “En iyi Kürt
ölü Kürt’tür” denildiği ortaya
çıkabiliyor.
Hrant Dink cinayetinin
azmettiricisi Yasin Hayal, Dink’i
tanımadığını fakat okuduğu gazetelerden Türk düşmanı olduğunu
öğrendiğini söylemişti. O süreçte
Yeni Çağ “Ermeni’ye bak”, Ortadoğu “Ya sev ya terk et” manşetlerini attı. Birçok yazar Dink’i ve
Ermeniliği aşağılayan yazılar yazdı. Sonuç olarak Dink’in Türklüğe
hakaret etmekle suçlanan yazısını
anlama zahmetine bile girmeyen
medya, nefret söylemleriyle ırkçı
kalemlerinden kan damlatarak
bir insanın ölümüne sebep oldu.
Irkçılıkla mücadele için “Hepimiz
Ermeniyiz” diyenlerse, “Hepiniz
Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”
pankartlarıyla yine ırkçı bir saldırıya maruz kalmıştı. Aynı şovenist
düşünce yapısı, alkışlarla sahneye
çıktığı bir ödül töreninde sadece
“Kürtçe bir şarkı yapacağını” söyleyen Ahmet Kaya’yı “Kürt diye
bir şey yok” bağırışlarıyla çatal bıçak fırlatarak sahneden indirmiş,
bir süre sonra da linç kampanyasıyla ülkeden sürgün etmişti. Hürriyet, Ertuğrul Özkök’ün imzasıyla
o dönemde yine yalan bir ifadeyi
Kaya’nın ağzından vererek “Vay
Şerefsiz” manşetiyle çıkmış, tüm
basın günlerce Ahmet Kaya’yı
vatan haini, terörist ilan ederek
yalan ithamlar ve fotoğraflarla
linç etmişti.
ALPER SEZER
[email protected]
Medyanın vukuatları bunlarla
da bitmiyor tabi ki. Star Gazetesi,
2000 yılında 2 İngiliz taraftarının
öldürülmesini “TWO SİZE” başlığıyla duyurup “Leedsli holiganlara Taksim’de kafasına vura vura
toprağı öptürdüler. Holiganların
sokakta da, sahada da ağzını
burnunu kırdık. Biz Türkler …
sizi, suratınıza TÜKÜREREK gönderiyoruz!” diye anlatmıştı. Yine
Star, geçmişte “Kerkürt Valisi”
(Eşek Kürt) gibi bir başlık atmıştı.
Üstelik bunlar “çok sevilen”
gazeteci Yılmaz Özdil’in yazı işleri
müdürlüğü döneminde oldu. Özdil, Leeds taraftarları hakkındaki
haberi “Halk bundan hoşlanıyor”
diye savunmuştu. Nefret söylemleri karnesi kabarık olan Özdil,
Star’daki haberlerin yanı sıra
Hürriyet’te, Uludere’de hayatını
kaybedenler için katır, eşek gibi
benzetmeler yapmış ve olanları
meşrulaştırmaya çalışmış; yalan
bir ifade üzerinden açıkça Ermeni
düşmanlığını körükleyen “Benim
neslim” isimli bir yazı yazmıştı.
Tüm bunlar maalesef günlük
hayata da fazlasıyla yansıyor.
Van’da yaşanan deprem sonrası
klavyelerden dökülen nefret,
enkazın altında kalanın vicdanlarımız olduğunu gösterdi. “Allah
Diyarbakır’a da nasip etsin”,
“Hakkari ve Şırnak toprağın
altına gömülmüştür umarım” gibi
yorumlarda bulunanlar ve “Kürt”,
“Ermeni” veya “Yunan” olmayı;
vatan hainliği, işbirlikçilik, bölücülük vs. ile bir görüp bir hakaret
olarak algılayanlar aramızda
dolaşıyor. Araplara bakışımızdaki
aşağılama, Penguen gibi politik
duruşunu ırkçılığa karşı olarak
konumlandıran bir derginin kapağında bile yer bulabiliyor.
Kısaca, kinle beslediğimiz bu
topraklarda, bizden olmayana
nefretimizi her fırsatta kusarken
vicdanımızı da toprağa gömüyoruz; hem de her gün ırkçılığı daha
da sıradanlaştırıyor, laf arasına
sıkıştırıveriyoruz. Eee, ne de olsa
Türk’ün Türk’ten başka dostu
yoktur ama değil mi…
13
Tekerleği Yeniden İcat
Ediyoruz #miacaba
Birbirinden etkileyici konuları,
önemli konuşmacıları ve ünlü twitter
fenomenleri ile ADhere Reklamcılık
Günleri 30 Kasım, 1-2 Aralık tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Güney
Kampüs’te. #miacaba hashtag’iyle
katılımcıların interaktivitesinin sağlanacağı seminerlerin konuşmacıları
arasında OMD Müdür Yardımcısı
Nüzhet Algüneş, Bilgi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Kaan Varnalı, ArcadeMonk CEO’su Ömer Bilge Ersoy ve
Youth Republic CEO’su Serhat Gürcü
bulunuyor. “Bir Reklamın Hikayesi –
Doritos Akademi”, “Yandex” ve Erhan
Adsan’ın moderatörlüğünde “Twitter
Fenomenleri ile Sosyal Medya”s gibi
göze çarpan konularıyla ADhere, katılımcılarını ağırlamaya hazır. Başvurular için www.buik.boun.edu.tr
Ekümenopolis Gösterimi
ve Yönetmeni İle Söyleşi
“UCU OLMAYAN ŞEHİR”
şehir mottosuyla karşımıza çıkan Ekümenopolis, akıllara şu soruyu
getiriyor: “İstanbul’daki
ekolojik eşikleri aştınız.
Nüfus eşiklerini aştınız.
Ekonomik eşikleri aştınız. Peki, nereye gidecek
bunun sonu?”
Her gösteriminde katılımcıların yer bulamadığı yoğun
istek üzerine tekrar sinemalarda
gösterime giren bu eşsiz
belgesel, yönetmeni İmre
Azem’in keyifli sohbetiyle Boğaziçi Çevre
Kulübü tarafından 28
Kasım Çarşamba günü
saat 18.00’da İbrahim
Bodur Salonu’nda
(Natuk Birkan Binası)
gösterilecektir. Çaylarımız ve kahvelerimizle bu
keyifli sohbete katılmaya sizi de
bekliyoruz.
BuGusto:
Boğaziçi’nin Tadı Damağı
Boğaziçi Üniversitesi’nin
en yeni kulüplerinden Gastronomi ve
Degüstasyon Kulübü, BuGusto, dört
komitesiyle ve taze
üyeleriyle döneme
bol etkinlikli bir giriş
yaptı.
Degüstasyon komitesi 30 Kasım Cuma
günü saat 11.00’de Kurukahveci Mehmet Efendi’ye tesis
ve tadım gezisi düzenliyor. Fabrika
gezisi ile başlayacak olan etkinlik,
bilgilendirme sunumu, öğle yemeği ve
kahve tadımı ile devam edecek. Etkinlik ulaşım hariç ücretsiz olacak.
Atölyelerini tüm hızıyla sürdüren
BuGusto Aşçılık, önümüzdeki günlerde İtalyan ve Osmanlı mutfakları ve
“Yemekte miyiz?” yarışması üzerine eğilecek. Daha
önce Gürcü ve Lübnan
mutfaklarını tadan
BuGusto Gastronomi,
bir sonraki duraklarını balık ve İskandinav mutfağı olarak
belirledi. BuGusto
Degüstasyon önümüzdeki günlerde şarap
tadım eğitimleri, kokteyl ve
şerbet tadımı yapacak. Bir diğer
komite olan BuGusto Eklektik’in etkinlik planlarında ise radyo ve online
TV programları, film gösterimleri,
gurmeler ve beslenme uzmanları ile
söyleşiler var.
Yukarıda sözü edilen etkinlikleri
takip etmek için www.bugusto.com
adresini ziyaret edebilirsiniz.
14 kampüsten
Boğaziçi
Üniversitesi
Tıklım Tıklım
YÖK’ün aldığı kararla üniversitelerde uygulanan kontenjan
artışı, Boğaziçi Üniversitesi’ni de olumsuz etkiliyor. Artış en çok
ortak alanlarda karşılaşılan sorunlarda kendini gösteriyor.
FURKAN ALİ CAN ÇELENLİOĞLU
[email protected]
MUSTAFA İRFAN İÇLİ
[email protected]
Yüksek Öğretim Kurumu, geçtiğimiz sene aldığı bir kararla, toplam
üniversite kontenjanlarını %20
oranında arttırırken bu durum
Boğaziçi Üniversitesi’ne %8 oranında yansıdı. Bu kontenjan artışı,
istediği bölüme yerleşen öğrencileri
sevindirse de, okul kapasitesi uzun
süredir öğrenci sayısındaki artışı
karşılamakta güçlük çekiyor.
Kapasite sorunu dönemin başından sonuna dek her aşamada hissediliyor. Seçmeli ders kotalarının
azlığı sebebiyle istediği dersi seçemeyen çoğu öğrenci istemediği bir
başka dersi almak zorunda kalıyor.
Fiziki yetersizliğin yanı sıra öğretim
kadrosunun artan öğrenci sayısını
karşılayamaması, öğrencinin derse
katılımını ve hocayla etkileşimini de
olumsuz etkiliyor. Yazılı sınavların
zaman içinde çoktan seçmeli teste
dönüşmesinin sebebi olarak da,
öğrenci sayısındaki artış gösteriliyor. Asıl görevi bilgi üretmek olan
üniversitelerin çoktan seçmeli testle
bu misyonu ne kadar gerçekleştirebildiği de geniş bir kesim tarafından
sorgulanıyor.
Yemekhane ve kantin kapasitesi
de öğrencilere hizmet vermekte
yetersiz kalıyor, yemekhanelerde
uzun kuyruklar oluşuyor. Öğretim üyelerinin öğrencilerle yemek
istememeleri sebebiyle okuldaki bir
diğer alternatif New Hall Çatı’dan
öğrenciler, 13:30’a kadar yararlanamıyor. Zaten az olan alternatiflere eklenen bu durum, öğrencileri
zor durumda bırakıyor. Kuyruklar
yemekhane ve kantinlerle de sınırlı
değil, shuttle önlerindeki sıra görüntüleri de oldukça tanıdık.
Kapasite yetersizliğinden en
ciddi boyutta etkilenenler kuşku-
suz hazırlığı geçemeyen remedial
öğrenciler. Remedial’ların öncelikli
talepleri olan hazırlık derslerine
katılma ve yurtta kalma, dersliklerin ve yurtların yetersizliği gerekçe
gösterilerek karşılanamıyor. Aslında, öğrencilerin Proficiency sınavını
geçemeyerek remedial olmasında da
okulun öğrenci sayısındaki artışın
payı var. Özellikle temeli olmaksızın
yeni bir dil öğrenen hazırlık öğrencileri için oldukça önemli olan sınıf
içi etkileşim ve öğretim elemanları
ile birebir iletişim kalabalık sınıflarda çok daha zorlaşıyor. 2000 yılında hazırlık sınıflarında her öğretim
elemanına 12,9 öğrenci düşerken,
günümüzde bu sayının neredeyse ikiye katlanarak 25’e çıkmış
olması durumu daha iyi özetliyor.
Sene sonunda Yeterlilik Sınavı’nı
geçemeyen hazırlık öğrencilerinin
sayısındaki artış ise, sınıftaki öğrenci sayısının İngilizce öğrenimini
etkilediğini doğrular nitelikte.
Benzer sorunlar Sarıtepe
Kampüsü’nde de yaşanıyor. Yemekhane, kantin gibi rutin bekleme
yerlerinin yanı sıra, 8 kişiye tek
banyo ve tuvalet esasına göre planlanmış yurt odalarındaki kalabalık
öğrencileri olumsuz ekiliyor. Kilyos
sakinlerinin tek ulaşım aracı olan
59RK, sefer sayısının azlığı ve yer
bulabilmek adına bir saat öncesinden oluşmaya başlayan kuyruklarıyla sorunun en canlı yaşandığı
yerlerden biri.
Neden Bu Sorunlarla
Karşılaşıyoruz?
Daimi kontenjan artışlarının
yanında, okulun fiziki yetersizlikleri
de bu sorunların daha çok hissedilmesine yol açıyor. Örnek verecek
olursak, ODTÜ 23.000 öğrenciyi
yaklaşık 45,76 km2 (orman alanı
hariç) alanda barındırıyorken, Boğaziçi Üniversitesi 12.315 öğrenciyi
yaklaşık 1,70 km2 alanda barındırabiliyor. Yani Boğaziçi’ndeki
öğrenci sayısı ODTÜ’dekinin yarısı
kadar olmasına rağmen, okulumuzun arazisi ODTÜ’nün arazisinin
% 3,7’si kadar.Bu yüzden kapasite
sorununa üretilen çözümler de - var
olan alanla sınırlı kalındığındankalıcı ve sorunları tamamen ortadan
kaldırabilecek düzeyde olamıyor.
G RÜŞLER
Ömer Faruk Tayfur, Bilgisayar
Mühendisliği – Hazırlık Sınıfı
Kilyos’ta kalıyorum. Yemekhane,
otobüs, kantin, tuvalet derken
günümüz beklemekle geçiyor.
Özellikle öğle yemeğinde kuyruk
merdivenlerden çıkıp binayı turlayabiliyor. Çözüm sınıfların ders
çıkış saatlerinin tekrar düzenlenmesi veya ek gişe açılmasında.
59RK otobüsü taşıyabileceği yolcu
kapasitesinin üzerinde yüklenip
olası bir kazaya davetiye çıkarıyor.
İETT’nin otobüs seferlerini sıklaştırması gerekiyor.
Berat Ayça Turgut, Elektrik
Elektronik Mühendisliği - 1. Sınıf
YÖK’ün uyguladığı kontenjan
artışları sonucu, okulun kapasitesi
yetersiz kalmaya başladı. Özellikle
kütüphane, yemekhane ve tuvaletler gibi ortak kullanım alanlarındaki kapasite sorunu birçok
arkadaşım gibi beni de rahatsız
ediyor. Rektörlüğün bu konuda
çabaları olmasına rağmen, yetersiz
kalındığı da bir gerçek. Rektörlüğün çalışmaları artmalı fakat asıl
çözüm YÖK’te aranmalı.
kampüsten
15
DUYGU SÖYLER
[email protected]
YÖK’ten Önce
YÖK’ten Sonra
Kapasite sorunuyla
ilgili merak edeceğinizi
düşündüklerimizi Öğrenci
İşleri Dekanımız Sayın
Doç. Dr. Biray
Kolluoğlu’na sorduk:
Kontenjan artışları üniversitemizce nasıl
karşılanıyor?
Üniversite idari kadrosu olarak kontenjan
artışından şikayetçiyiz. Yetkili mercilere (YÖK)
kapasite sorunlarını bildirsek de artışlar devam
ediyor. Kadro artışı talebimiz ise görmezden
geliniyor.
Öğretim üyelerinin yazılı sınavlarndan
“çok seçmeli”ye yöneldiği doğru mu?
Sosyoloji dersleri veriyorum. Ben de eskiden
yazılı sınav yapardım. Bu sınavların zamanla kısa
cevaba ve çoktan seçmeliye döndüğü doğru. Ama
bu şart, çünkü essayleri okurken yorulan öğretim
üyelerinin puanları gittikçe kıtlaşıyor. Yine de
asıl yapılması gereken yazılı sınav sonrasında
öğrenciye geri dönüş yapmak.
Kampüslerdeki yapıların ve derslik
sayılarının arttırılması mümkün mü?
Güney ve Kuzey Kampüs’te kullanılabilecek
alan kalmadı. Kilyos’un etkili kullanılamamasının da temel sebebi imar izinleri. Rektörümüz ise
diplomatik yollarla bu sorunu aşmaya çalışıyor.
Bazı bölümlerin Kilyos’a taşınması
planlandığı iddiaları var. Bu konuda neler
söyleyebilirsiniz?
Kilyos’a bölüm taşımak düşünülemez. Boğaziçi
gücünü “multidisipliner” yapısından alıyor. Bu yapı
bozulmamalı. Bazı araştırma enstitülerinin taşınması düşünebilir ama bu bile sakıncalı olabilir.
Shuttle sorununun çözülmesi için neler
yapılabilir?
Sorunun çözümü için araç sayısı arttırıldı.
Kuzey Kapı - Güney Meydan arasında ring opsiyonu üzerinde duruluyor. Bu sayede sefer sayısı
da artacak.
YADYOK’ta yaşanan sıkıntıların önüne
nasıl geçilebilir?
YADYOK’ta kadro artışı istiyoruz fakat bu
kadro arttırılmıyor. Bu nedenle iki sene eğitim vermemiz de imkansız. Yoksa bizim de isteğimiz iki yıl
eğitim verilmesi. YADYOK’un tamamen Kilyos’a
taşınarak Kilyos’un dil köyü haline getirilmesi
düşünülebilir ama gerçekleşme olasılığı düşük.
Türkiye’de reformun en sık uygulandığı alan
belki de eğitim. Yalnızca liselere ve üniversitelere yerleşmeden önce girdiğimiz sınavlar üzerinde yapılan değişikliklerin bile çetelesini tutmak
zor. Yıllardır sistemin bir yerini yamayayım
derken öteki yanını yırta yırta güven duygumuzu bütünüyle sarsmış olan ÖSYM’yi bir yana
bırakırsak; YÖK, 30 yıldır eğitime dair eleştirilerin merkezinde. Öyle ki, kurulduğu günden bu
yana üzerinde 50’den fazla reform yapılmasına
rağmen her yıl kuruluşunun yıl dönümünde
protestolarla anılmaktan kurtulamadı.
YÖK’ten öncesi, hakkında pek az şey bildiğimiz bir dönem bizim nesil için. Gerçekten
hasretini çektiğimiz anlamıyla var olsaydı
üniversiteler, kökleşebilselerdi; YÖK dayatılabilir, üstelik varlığını 30 yıl boyunca sürdürebilir
miydi? Ben cevaplayamıyorum mesela. 1980’lerin baskıcı tutumu ve dönemin siyasi koşulları elbette göz ardı edilemez ama o günlerde
akademisyenlerin, özellikle rektörlerin ciddi
bir kesiminin YÖK yasasına alkış tuttuğunu
görüyoruz. Devrin önde gelen üniversitelerinin
üst düzey öğretim görevlileri arasında YÖK’ün
üniversitelerde huzur ortamı yaratacağını, eşitliği sağlayacağını, üniversitelere işlerlik kazandıracağını, bilimselliğin ve kalitenin artacağını,
hatta özerkliğe hiçbir zarar vermeyeceğini iddia
edenler olmuş. Böyle yazmış gazeteler o günlerde. İnanmakta zorlanıyorum.
YÖK’ten sonrası ise şimdilik sadece bir
hayal. Devletin elini hayatının her köşesinde
hissetmeye alışmış, demokratik ve özgürlükçü kurumlara pek aşina olmayan yaşıtlarımız
arasında zaman zaman “Tamam YÖK kaldırılsın
diyoruz da, yerine ne koyulsun?” diye sorabilecek kadar kaybolanlar olsa da, meselenin özüne
biraz yaklaşabilen herkes bir noktada uzlaşıyor:
YÖK, reformlarla yaşatılması kabul edilebilir
bir kurum değil. Bunca yıldır süregelen “YÖK
kaldırılsın!” söylemi ve altındaki haklı nedenler
açıkça ortada. Peki ne çıktı yasadan? AKP’nin
–ya da Türkiye’de iktidara gelmesi muhtemel
herhangi bir partinin- kendi eliyle, bile isteye
üniversiteler üzerindeki gücünden vazgeçmesini
ummak fazla iyimser bir tavırdı ancak bu kadarını sanıyorum pek azımız tahmin edebilmişti.
Her yıl “özgür, eşit, bilimsel eğitim” sloganlarıyla yollara dökülen binlerce öğrenciye verdikleri cevap daha fazla siyasi irade, daha fazla
ticarileşme, piyasalaşma oldu. Onca sayfanın
arasına yüze gülen tek bir değişiklik koymamayı
başardılar.
Yeni adet böyle sanırım artık. Şikayet mi
var? Değiştir adını, daha da beter et, boyayıver
azıcık, at önlerine. Ne yapmalı, susalım mı?
16 mekan
KADIKÖY
AYLA SERİN [email protected]
REZAN İBİŞHÜKÇÜ [email protected]
ALİ USTA
Moda’da dondurma denince ilk akla gelen
yer, şüphesiz Moda caddesinde 30 yıldan
fazladır hizmet veren Ali Usta’dır. Her
daim dolu oluşu ve özellikle yaz aylarında
önünde oluşan kuyruklar da bu tatlı dondurmacının ününe işaret. Dondurmayı
gerçek meyveler kullanarak yapmasıyla,
her gün 40’a yakın dondurma çeşidini
tezgahında bulundurmasıyla bu ünü hak
ediyor. Hepsi birbirinden güzel olan, bir
topu 2,5 TL’ye sunulan ve sayıları 70’e
kadar çıkan çeşitleri arasında özellikle
Türk kahveli, bademli, naneli ve sadece
Ali Usta’ya özgü Santa Maria’yı denemelisiniz. Elinizde dondurmanız Moda
sahilinde iskeleye doğru kısa bir yürüyüş
de keyifli olacaktır.
VİKTOR LEVİ
Üzüm toptancısı Viktor Levi’nin 1914’te
açtığı ve şaraplarının kalitesiyle pek çok
övgü topladığı Kadife Sokak paralelindeki
şarap evi, Kadıköy’ün en nezih mekanlarından biri. Beyaz bir köşkte hizmet veren
şarap evinin, tarihi ve rahat ambiyansına
ek olarak geniş bahçesi de oldukça rağbet
görüyor. Kavaklıdere tarafından üretilen
şarapları içinden No:59 ve vişne şarabını
yanında eşlik etmesi için alınacak ithal
veya yerli peynir tabağıyla mutlaka denemelisiniz. Kişi başı ortalama 40 TL’ye bu
keyfi sağlayan mekan, arkadaşlarınızla
birlikte yemeğe gittiğinizde mezeleri ve
yemeklerinin de şarapları kadar kaliteli oluşuyla sizi memnun edecek. Ana
yemekleri 20-35 TL arasında değişen
mekanın özellikle Viktor Levi spesiyal, 3
peynirli steak ve bianca etlisi damağınızda güzel bir tat bırakacak.
ÇİYA
Adından sadece ülke sınırlarında değil dünyaca bilinen The New Yorker,
Financial Times ve The New York Times
gibi yayınlarda da övgüyle bahsedilen,
ev yemekleri ve kebap yapan, balıkçılar
çarşısının ilerisinde yer alan bir mekan.
Anadolu mutfağının unutulan tariflerini
araştıran sahipleri sayesinde 100’e yakın
kebap çeşidi barındıran geniş bir menüye sahip. Lahm-i kiraz, ayvalı taraklı,
şiveydiz yemekleri ve domates, patlıcan
tatlıları muhtemelen ilk kez burada deniyor olacağınız tatlardan sadece birkaçı.
Vejetaryen lahmacun ve kebap seçimi
de mevcut. Klasiklerinden Hatay usulü
tahinli kabak tatlısını da es geçmeyin.
Fiyatları 10-30 TL arası değişen
birbirinden lezzetli çorbaları, etli ve etsiz
yemekleri, kebapları ve tatlılarıyla; farklı
tatlar denemek isteyenlere kesinlikle
önerilir.
ALKIM KİTABEVİ
İyi bir okuyucu için gittiği yerlerde kitapçılara uğramak olmazsa olmazlardandır.
Kadıköy bu bakımdan zenginliğiyle kitapseverlerin ilgisini çeker. Damga Sokak’taki
İNG bankasının hemen yanında bulunan
Alkım Kitabevi ise gerek kitapların güncelliği ve çeşitliliği, gerekse yazarlara göre ayrı
raf düzenleri ile okuyucular için kitapların
bulunmasını çok kolay ve zevkli bir hale getiriyor. Bir kitap bakmak için girerken, saatlerce burada vakit geçirip başka kitapları
da sepetinize eklediğinizi fark ediyorsunuz. Ayrıca içinde Kahve Dünyası olması
Alkım Kitabevini diğer yerlerden ayırıyor,
kitabınızı alıp orada okuyabilme imkanı
sunuyor. En üst katta Cafe Victor Hugo
bulunuyor. Burada etrafınıza baktığınızda
Türk, yabancı şair ve yazarların sözlerini,
mısralarını görüyorsunuz. Manzarası da
burayı çekici yapan özelliklerden.
OLD ENGLISH PUB
Bağdat Caddesi’nin kalbinde denilebilecek
bir konumda, Şaşkınbakkal’da, olan Old
English Pub 1.katta olması sebebiyle caddeye oldukça hakim. Bu sayede cam kenarında oturanlar cadde manzarası eşliğinde
keyifli vakit geçirebilir. İsminde geçen PUB
içeriğini tam karşılamıyor ancak mekana İngiliz konsepti hakim. Özellikle gün
içerisinde soğuk bir şeyler içmek isteyenler
ve hafif yemeklerden hoşlananlar için güzel
bir seçim olacaktır. Özellikle ana yemek
olarak Chicken London ve ızgara somon
salata, tatlı olarak da fondüsü tavsiye
edilen Old English Pub’da yemek fiyatları
12.5 TL’den başlıyor. Ayrıca Boğaziçi öğrencilerine özel indirim yapmaları ve fiyat
olarak caddenin diğer mekanlarına kıyasla
uygun olması, buranın artılarından. Tüm
koşuşturmacaya ve karmaşaya aldırmadan
bunlara sadece tanık olabileceğiniz ve bu
esnada lezzetli yemekler ile kokteyllerin
tadını çıkarabileceğiniz şık bir yer için Old
English Pub’ı tercih edebilirsiniz.
BAHARİYE
Birkaç yıl önce trafiğe kapatılan Bahariye
şu sıralar Anadolu Yakasında oturanlar
tarafından Kadıköy’ün Beyoğlu‘su şeklinde anılıyor. Boğa heykelinin yukarısında
kalan cadde, birçok sanat aktivitesini de
içinde barındırıyor. Nazım Hikmet Kültür
Merkezi ve Kadıköy’deki iki kiliseden biri
olan Ermeni Katolik Kilisesi de burada
bulunuyor. Sahaflar Çarşısı da gidilmesi
gereken yerlerden. Sinemaları bakımından
da oldukça zengin olan Bahariye gerçekten
de İstiklal Caddesinin kısa versiyonu gibi.
Uygun fiyatları ve çeşitli mağazalarıyla
alışveriş için de çoğu kişi tarafından tercih
ediliyor. Hafta sonları gündüz vakitlerindeki kalabalık insanı sıkabilir ancak Bahariye
diğer zamanlarda Kadıköy’de mutlaka
görülmesi gereken yerlerden biri.
Kadıköy’de
keyifli
bir gün
geçirmek
için
alternatif
mekan
önerileri
Bahariye
Old English Pub
gurbet*
*
17
Exchange yazı dizisi
Paris
İzlenimleri
Erasmus’la Fransa’ya giderseniz sizi neler bekliyor?
Geçen seneki deneyimlerini bizimle paylaşması için
Hilal’e birkaç soru sorduk.
1 - Kendinizi tanıtır mısınız?
Merhaba, Ben Hilal Öztaş. Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 4. sınıf
öğrencisiyim. Erasmus dönemini
Fransa’nın Paris şehrindeki Institute des Etudes Politiques de Paris
(SciencesPo)’de geçirdim.
2 - Fransa’ya gitmeden önce
şehre ve okula dair beklentileriniz nelerdi?
Benim Paris’i seçmemin sebebi bir
başkent ve Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biri olmasıydı. İstanbul’da
doğup büyüdüm, bu yüzden küçük bir
şehre gidersem adapte olamam gibi bir
endişem vardı. Tercihlerimi yaparken
de buna dikkat ettim. Gittiğim okul
hem Paris gibi Avrupa’nın merkezinde
bir şehirdeydi hem de kendi alanım
olan siyaset bilimi üzerine yoğunlaşmıştı. Yani Paris’ten beklentim,
alıştığım büyük şehir hayatı; okuldan
beklentim ise tek bir alan üzerine yoğunlaştığı için bana o alanda sunacağı
ders çeşitliliği idi.
3 - Fransa ve Fransızlara karşı
bir ön yargınız var mıydı? Varsa
gittikten sonra bunlar değişti mi?
Sanırım çok fazla ön yargım yoktu.
Genel olarak herkesin bahsettiği
şeylerden haberdardım. Fransızların
İngilizce bildikleri halde konuşmadığı
konusunda çok hikaye dinlemiştim.
Ama bunların efsane olabileceği ve
insanların abartmış olabileceği ihtimaline güveniyordum. Gittikten sonra
çok da haksız olmadıklarını gördüm.
Ancak şöyle bir ayrım yapmak gerekiyor. Fransa’nın diğer şehirleri bir yana
Paris bir yana. Güney Fransa’da insanlar inanılmaz sıcak ve yardımsever.
Ama Paris bunun tam tersi bir profile
sahip. Parislilerin yardımseverlik
konusunda büyük sıkıntıları var. Eğer
onlarla konuşmak istiyorsanız onların
dilini bilmeniz gerekiyor. Ancak şunu
da itiraf etmek gerek Parisliler de çok
haksız sayılmaz. Şehirdeki turist sayısı
hiçbir şehirle kıyaslanamayacak kadar
yüksek. Etrafta sürekli yüksek sesle
bilmedikleri bir dilde konuşup, durmadan yol tarifi isteyen yüzlerce kişi
var. Bu bir noktada bıkkınlık getirmiş
olabilir. Ama hep mi böylelerdi yoksa
dünyanın en çok turist çeken şehrinde
yaşaya yaşaya mı bu noktaya geldiler,
onu bilemiyorum.
4 - Şehre ve okula alışma
sürecinde en çok hangi konuda
zorlandınız?
En çok ilk ayımda zorlandım. Şehri
tanımaya çalışıyordum ama hava çok
soğuktu ve buna çok imkân vermiyordu. Henüz bir çevrem yoktu ve Paris
halkı da hayatı çok kolaylaştırmıyordu.
Beni en çok zorlayan şeyin ben alışmaya çalışırken tüm faktörlerin bunu
engellemesiydi diyebilirim.
5 - Üniversiteleri eğitimleri ve
sosyal ortamları açısından karşılaştırabilir misiniz?
Eğitim açısından karşılaştırdığımda
temel fark Boğaziçi’nin Amerikan tarzı
bir sistemi varken SciencesPo’nun
Fransız-Amerikan karışımı olması.
Derslerde sunumlar çok önemli bir yer
tutuyor. Okul öğrencilerine ‘topluluk
önünde sunum yapma becerisi’ kazandırmayı amaç edinmiş. Dönem çok daha
kısa sürüyor. Bu yüzden de bizimkine
kıyasla çok daha yoğunlaştırılmış bir
programı var. Sosyal ortam açısından
karşılaştırdığımda ise gittiğim okulun
siyaset okulu olmasının gerektirdiği
farklılıklar olduğunu söyleyebilirim.
Oradaki sosyal ortam, öğrenci birlikleri
ve bunlar arasındaki siyasi mücadeleden ibaret. Öğrenci birlikleri okul
seçimlerinde yarışıyor. Tabii ki müzik,
spor, sinema gibi etkinlikler de mevcut
ama ben Boğaziçi’nin bu açıdan çok
daha fazla seçenek sunabildiğini düşünüyorum. Öğrenciler, Boğaziçi’nde daha
çok yönlü ve bu da sosyal hayatın daha
canlı olmasını beraberinde getiriyor.
6 - Derslerde veya günlük hayatta yabancı dil sıkıntısı yaşadınız mı?
Derslerde yabancı dil konusunda
okulda sıkıntı yaşamadım çünkü İngilizce dersler seçmiştim. Okulun 1/3’ü
Exchange öğrencisi olduğu için okul bu
açıdan yardımcı oluyordu. Ama günlük
hayatımda her an bu sıkıntıyı yaşadım
diyebilirim. Özellikle ilk bir ay pek çok
zaman işaret diline başvurdum. Fakat
zamanla günlük hayatta iletişim kurmamı sağlayacak şeyleri öğrendim.
7 - Karşı kültürde en sevdiğiniz
ve en ilginç bulduğunuz şeyler
nelerdir?
Çok sevdiğim bir yön yok sanırım.
Ama en ilginç bulduğum yön, estetik
konusundaki “aşırı” diyebileceğim
hassasiyetleri. Hem kadınlar hem de
erkekler görünüşlerine son derece
önem veriyorlar. Sokakta gördüğünüz pek çok insan çok şık. Eşofmanla
gezen, paspal insanlar görmek çok zor.
Bunun yanında herkes formda. Öyle
ki bu duruma kısa zamanda ben bile
alıştım ve kilolu insanlar gördüğümde
şaşırıyordum. Çünkü genelde insanlar
çok zayıftı. Metroda makyaj yapan
kadınları da ilk defa Paris’te gördüm.
Kozmetik ve moda, Paris için vazgeçilmez. İlginç bulduğum bir başka özellik
ise sigarayla olan ilişkileri. Paris’te
neredeyse herkes sigara içiyor. Sigara
deyim yerindeyse ekmek gibi su gibi.
Ama bu söylediğim şeyler Fransa
kültüründen çok Paris kültürü, bunu
da hesaba katmak lazım.
8 - Arkadaş çevreniz daha çok
“exchange” öğrencilerden mi
yoksa yerel öğrencilerden mi
oluşuyordu?
Genelde exchange öğrencilerle birlikteydim. Fransızcam çok iyi olmadığı
için yalnızca İngilizce bilen öğrencilerle iletişim kurabiliyordum. Ayrıca
okulun politikası gereği 3. Sınıflar
exchange programına gidiyor, onların
yerine de yabancı öğrenciler geliyordu.
Bu yüzden okuldaki yerel öğrenciler
1 ya da 2. sınıftı ve ortak ders sayımız oldukça azdı. Bu sebeplerle yerel
öğrencilerle çok kaynaşma fırsatım
olmadı.
9 - Bir cumartesi akşamını
gittiğiniz şehirde nasıl geçiriyordunuz?
Genelde arkadaşlarımla dışarı
çıkıyorduk. Ama hava durumuna
bağlı olarak dışarıda veya kapalı
mekânda takılıyorduk. Paris, kafe ve
bar konusunda oldukça fazla seçenek
sunabiliyor. Ama fiyatlar çok uygun
sayılmaz. Bu yüzden eğer hava güzelse
marketten alışveriş yapıp nehir ya da
kanal kenarlarında vakit geçirmek
daha cazip olabiliyordu.
18 sosyal
140 Karakterde
Kısa Paslaşmalar
SERAP ÇELİK
[email protected]
Yazımı uzaktan görenler
Yılmaz Özdil’e özendiğimi düşünebilir ama kesinlikle değil.
Doğrusunu söylemek gerekirse çılgın bir Twitter fanıyım.
***
Bu yüzden Twitter’la ilgili
yazımı “tivit”(asla tweet demem) atar gibi en fazla 140
karakterlik parçalar halinde
yazmak istedim.
***
He güzelim he çok iyi düşünmüşsün diye alay edenleri
duyar gibiyim. Sizin canınız
sağ olsun.
***
YASAL OLMAYAN UYARI:
Lütfen Twitter hakkındaki
önyargılarınızı bir kenara
bırakın ve öyle okuyun yazıyı.
***
Tivit nedir? Neden atılır?
şeklinde bir yazı değil tabii ki
bu. Sadece Twitter’da görmezden gelemeyeceğim kadar
çoklukta olan bir grup insana
***
dikkat çekmek istiyorum.
Öncelikle sevgilisinden yeni
ayrılmış kız lafım sana: Oldukça duygusal anlar yaşıyorsun farkındayız.
***
Acın, acımız o da tamam.
Ama sen oraya dinlediğin Demet Akalın şarkılarından gaza
gelerek laf sokmalı tivit atınca
o kişi senin yazdığını
***
%83 ihtimalle görmüyor
ve olan bize oluyor. Ayıp
olmasın diye unfollowlayamadığımız arkadaş kategorisindensin diye niye bu kadar
fütursuzca
***
tivit atıyorsun güzel kız? Bu
şekilde tivit atarak eski sevgilisiyle yeniden devam edenlerin oranının %3.7 olduğunu
mu söyleyelim illa sana?
***
Bunu mu istiyorsun bilmiyorum ama artık lütfen vazgeç
ve en azından bir süre Twitter
hayatına sadece “günaydııın
:)” veya
***
“off canım çok sıkılıyooo”
yazarak devam etmeyi dene.
Bu seni oldukça rahatlatacaktır. (RAHATLATMADI)
***
Gelelim fanatik erkeklerimize. Biliyor musun sevgili
amigo sen Twitter’a gelmeden
önce Facebook’tan takımınla
ilgili yorum yaparken
***
biraz daha çekilebilirdin.
En azından tek paylaşımla
bütün içindekileri dökebiliyor,
bizi çok yormuyordun. Şimdi
bu 140 karakterlik alana
***
içindeki coşkun denizleri
aktarırken ne kadar zorlandığını biz de görüyoruz. Mesela
takımının maçı varmış ve
yenilmişsiniz, üzgünsün.
***
Ama neden 8 tivit üst üste
teknik direktörünüze veya
isabetli şutu olmamasına
rağmen oyundan çıkarılmayan
futbolcunuza küfür ediyorsun
acaba?
***
Gerçekten bir çeşit rahatlama yöntemiyse eğer küfür
etmek ve sen annen baban
yüzünden evinde bağıramıyorsan, niye bir Word dosyası
açıp
***
oraya içinden geçenleri yazmayı hiç aklından geçirmiyorsun? Sonra bunları kaydeder
sıkıldıkça okursun. Bence
denemeye değer.
***
Gönül isterdi ki” Selinsu’yla
bilmem ne keyfii ;))” yazanlara da verip veriştireyim ama
bana ayrılan kısmın sonuna
geldim maalesef.
***
Hatta hazır yazının sonuna
gelmişken de izninizle kendime “Serapolis Chelikilos the
best Greek columnist ever”
demek istiyorum.
***
Kendi kendine ayar veren
tek köşe yazarı da olabilirim
bu arada.
***
AEO
Fazıl Say
Bir Sosyal
Medya Sanığı
Fazıl Say’ın Twitter üzerinden yaptığı paylaşımlar nedeniyle açılan
dava; sosyal medyanın günlük hayatımızdaki etkilerinin gün geçtikçe
artmasıyla, sosyal medyada özgürlük ve sansür tartışmalarının daha
da alevleneceğinin bir habercisi.
OĞUZ KAAN ÇAĞATAY KILINÇ
[email protected]
Fazıl Say’ın Twitter üzerinden yaptığı paylaşımlar nedeniyle “halkın bir kesiminin
benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 9 aydan 1,5 yıla kadar hapis
istemiyle hakkında dava açıldı. Bir anda
sadece sosyal medyanın değil Türkiye’nin
de gündemine oturan dava yurtdışında da
büyük yankı uyandırdı.
“Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cennet-i âla meyhane midir? Her
müminine iki huri vereceğim diyorsun,
cennet-i âla kerhane midir?” ve “Müezzin
22 saniyede okudu akşam ezanını yahu.
Prestissimmo con fuco!!! Ne acelen var?
Sevgili? Rakı masası?” ifadeleri başta
olmak üzere attığı birkaç tweet nedeniyle
Fazıl Say’ı dava eden Yüksek İnşaat Mühendisi Ali Emre Bukağılı’nın iddiaları şu
şekilde; “Sanık Twitter’da çok fazla olarak
dini değerlere sövgü ve hakaretlerde bulunmuştur. Kendisinin ilgili platformda 30
bin takipçisi var, herkes yazdıklarına ulaşabiliyor. Bu davranışları alışkanlık haline
getirdi, bunları kasıtlı mı yapıyor bilmiyorum. Oysaki sanık, sözlerinin toplumsal
kamplaşmaya neden olacağını bilebilecek,
eğitimli bir kişi.”
Ali Emre Bukağılı’nın açtığı bu davaya
tepkili olup sanatçıya destek verenler, Fazıl
Say’ın da düşüncelerini herkes gibi özgür
bir biçimde ifade edebileceğini savunuyor.
Bu kesim sansürün her türlüsüne tepkili,
çünkü onlar için sansür bir çözümden
ziyade bir çözümsüzlük. Ayrıca aynı kesim,
dünya çapında tanınan Fazıl Say gibi değerli bir sanatçının başarılarının bu tür bir
dava ile gölgelenmesinin doğru olmadığını
düşünüyor.
İslamiyet’in aşağılanmasından hoşnut
olmadıkları için sanatçıya tepki gösterenler
ise, “Bir özgürlüğün başladığı yerde, diğer
özgürlük biter.” savı ile davayı destekliyorlar. Onların düşüncesine göre, özgürlükler
genel toplum huzurunun sağlanması adına
belli oranda kısıtlanabilir. Aynı zamanda,
“Öyleyse bu da benim ifade özgürlüğüm.”
diyerek Fazıl Say’a çok ağır hakaretlerde
dahi bulunanlar mevcut.
Aslına bakarsanız, bu dava sosyal
medyadaki ilk örnek değil. Daha önce,
Adnan Oktar da sosyal medyada kendisi
hakkındaki iddialara karşı çeşitli davalar
açtı ve çoğunu kazandı. Geçtiğimiz eylül
ayında ise, emekli işçi Ali Cemal Ağırman,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir sosyal
paylaşım sitesi üzerinden hakaret ettiği öne
sürülerek 15 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Sonuç olarak; sosyal medyanın günlük
hayatımızdaki etkilerinin artması, bu gibi
davaların artacağının ve sosyal medyada
özgürlük ve sansür tartışmalarının daha da
alevleneceğinin de bir habercisi aslında.
sosyal
Kıvanç, Neredesin?
MİRAY PALAZ
[email protected]
Takvimler 16 Ekim 2012’yi gösteriyordu. O sabah dersler, sohbetler, kısaca okul her zamanki
gibiydi. Ama duvarlardaki afişlere
bakmayı ihmal etmeyenler o gün
yeni bir afiş fark etti: Renkli bir
kâğıda basılmış, mütevazı bir
duyuru, “Kıvanç Tatlıtuğ Söyleşisi”. Hem de 16 Ekim diyordu!
Saat 15.00’te, ÖFB’de. ”Nasıl oldu
da duymadık?” dedi şaşkın sesler.
“Herhalde son anda kesinleşti.
Kim organize ediyor ki?” dedi birisi, ama ne önemi vardı, “Kıvanç”
geliyordu ya!
Haber ışık hızıyla yayıldı. Kampüste fısıldanan tek bir isim vardı:
Kıvanç. Duyulduğu yerde bomba
etkisi yaratıyordu, “Kaçtaymış”lar,
“Nerde”ler havada uçuşuyordu.
Kalabalık olacaktı muhakkak, yer
bulmak lazımdı. Boş vakti olan,
dersinden feragat eden Güney
Kampüs’e akın etti. ÖFB’de çoğu
kız olmak üzere, onlarca kişi
toplandı. Herkes tek yürekti, tek
düşüncede birleşmişti: Kıvanç
Tatlıtuğ.
Vakit tamamdı, işte biri geliyordu! Salondan sorumlu abi
değil mi o? “Neyi bekliyorsunuz
burada?” diye sordu. “Kıvanç Tatlıtuğ gelecek dendi” dedi bir sürü
endişeli ses. Abi güldü, “Yok öyle
bir şey” dedi. Salondan itirazlar
yükseldi. “İsterseniz perdenin
arkasına da bakayım” dedi abi.
Üzüntülü gülüşmeler oldu. Netice
belliydi. ”Kandırmışlar sizi.”
Salon hayal kırıklığı içinde
boşaltıldı. Katılımcılar eğlendiklerini fakat söyleşi gerçek olsa daha
mutlu olacaklarını belirttiler.
Şakayı hazırlayanlar ise gizli kalmayı tercih ettiler. Niyetleri belki
bolca kahkahaydı, ama bilerek
ya da gayrı ihtiyari, hepimize bir
ayna tuttular. Kampüste sürekli
çeşitli konferanslar düzenleniyor,
bazı akademisyenler ağırlanıyor.
Tüm bu etkinlikler erkenden
duyurulmasına karşın katılımcı
bulmak kimi zaman güçleşiyor.
Öte yandan medyatik bir ismi
ortaya atarak, ufacık bir afiş ile
yarım günde bu kadar insanı toplayabilmenin mümkün olduğuna
şahit olduk. Bu durum biz Boğaziçililer adına çokça düşündürücü,
belki de biraz utandırıcı oldu.
Günün sonunda ise yüzlerde biraz
gülümseme ve akıllarda ise soru
işaretleri bıraktı.
Umumi*
Adalet ve Pencere
Ah şu zalim Boğaz!
göre şekillenen dünyamızKimi şiir kabileyeti atda, gözün bayramı bütün
feder senin zerafetine,
vücudun sefaletinden daha
kimisi çay bardağında
değerliydi, değil mi? Çok
rakı keyfiyle efkar!
pardon.
Bir de temiz havayı ciBense, açamıyorum
HASAN GÖKAY AYTEKİN ğerlerime çekmek istemiyopencereleri. Bakamı[email protected]
rum. Boğaz’ın biz İstanbul
yorum Boğaz’ın eşsiz
ahalisine bahşettiği o
güzelliğine. Saatlerce
tertemiz oksijen huzmesi ağır geliyor bepencerenin kenarında oturuyorum.
denime. Hak ettim mi acep sorgulaması
Dışarıda neler oluyor kim bilir? Hangi
zihnimi işgal ediyor. Acaba sadece kira
pazarcı çürük domates satıyor, hangi
bedeli ödenerek boğazın güzelliği hak
öğrenci ilim öğrensin diye şahsına
edilebilir mi diye düşünmekten kendimi
tahsis edilmiş sırada uyukluyor, hangi
simitçi çocuk gecenin bir yarısı eve para alamıyorum. Haliyle çarpıyor beni temiz
hava, başım dönüyor. Eve hapsolmuş sigötürmek için soğuğu iliklerine çekiyor,
gara dumanı tam benlik! Esarete boyun
hangi fahişe ne idüğü belirsiz adamlara
eğmemiş, bir yol bulsa, beklemeyecek.
namusunu satıyor? Bilmiyorum.
Ancak bildiğim bir şey var. Pencereyi Çıkacak, gidecek uzak diyarlara.
Pencere! Evet, pencere! Hem benim,
açamıyorum. Boğaz’ın esintisinden,
hem de sigara dumanının kurtuluş
üşümekten korkuyorum. Neden gözlereçetesi!
rim bayram edecek diye vücuduma eziTamam, sonunda cesaretimi toplayet edeceğim ki? Sizce de adaletsiz değil
dım, pencereyi açacağım. Varsın buz
mi? Ha pardon. Arz-talep dengesine
kessin vücudum, ama gözlerim bana lazım. Arz-talep dengesini umursadığımdan değil, sadece dışarıda olup biteni
görmek istiyorum. Gözlerime o zarafet
yüklü eşsiz boğaz manzarasını hediye
ederken, halkımın halini de görmesini
istiyorum. Çünkü hak etmesi gerek!
O sahtekar pazarcıyı görsün istiyorum. Dürüstlüğün nasıl 3 kuruşa takas
edildiğine şahit olsun. O tembel çocuğu
görsün. İlmin nasıl 1 saatlik keyfe tercih
edildiğine tanıklık etsin. O masum
simitçi çocuğu da görsün. Kendisi için
bütün vücudun üşümesini talep eden
gözlerim, ailesi için kendisinden vazgeçmenin fiyakasını fark etsin. Ha bir de, o
fahişeyi görsün. Hayatta kalmak adına,
namus denilen kavramın hiçe sayıldığının şahidi olsun. Görsün, her şeyi, her
pisliği görsün. Görsün ki, boğazı seyreylemenin lüks olduğunu anlasın.
Ve nihayet! Büyümekte olan bir bebeğin ebeveynini yorduğu gibi, vücudumu ve bütün hücrelerimi yoran zihnim,
19
Boğaziçi
Tweet
@oktemim
#bogazicidedigin ABİ CONSENT YAZDIM
HSS İÇİN APPROVAL KESİN DİYODUM
REJECT YEDİM DÜŞÜNEBİLİYO
MUSUN ADVISORA GİDİYORUM ŞİMDİ
SHUTTLEDAYIM
@nagehanpt
#bogazicidedigin aynı anda hem etiler
hem bebek hem rumelihisarüstünde
olabilmektir :)
@nzmsnsr
Shuttle’lar iyice koy minibuslerine
dondu, yok doldu almam, yok dolmadan
kalkmam. Oyun mu oynuyoruz?
@travellerturtle
#bogazicindemidterm studydide
can vermektir, otur otur tepsi popo
olmaktır, phonetic kusmaktır kısacası
#bogazicindemidterm pişmanlıktır
@Sinemicten
#bogazicindemidterm böyleyse ben
finallerde yoğum arkadaşlar
@kayihannedim
Sene olmuş 2012, lise altıyı okuyorum
ve ödev yapmadım diye dersten atıldım.
With 10 others...
@alpereneken1
Cay iyi ki var, mantolamaya benziyor.
Sicakta hararetini aliyor, sogukta ise
isitiyor.
Bizi takip edin: @DinamikGazete
Boğaziçililerin, #bogazicindegordum
hashtag’i ile atacağı tweet’lerden;
30 Kasım saat 23.59’a kadar en çok
RT alan ilk 3 arasından seçilecek
tweet’e sürpriz bir
hediyemiz var!
kollarıma pencerenin kulpunu çevirme
emrini verdi. Gördüm, hepsini gördüm.
Sahtekar pazarcıyı, tembel öğrenciyi,
simitçi çocuğu, namussuz fahişeyi…
Hepsini bir bir gördüm.
Artık gözlerim boğazın eşsiz
zarafetini hak etmişti. Kafamı sağa,
boğaza doğru çevirebilirdim. Ama
bir saniye! Bir yanlışlık var. Hani o
methedilen boğaz? Her yer karanlık…
Hiçbir şey göremiyorum, kör oldum.
En bencil gibi görünen gözlerim bile,
nihayet arz-talep dengesinin hışmına
uğradı: Adaletsizlik!
Ah pencere yaktın beni. Hem gözlerim terk eyledi beni, hem de vücudum
buz tuttu. Sigaramın dumanını da
kaybettim. Hay arz-talep dengesinin
de, boğazın da, pencerenin de üzerine
köpekler işesin! Ben bencil gözlerimi,
sıcak odamı ve sigara dumanımı geri
istiyorum. Ve haykırıyorum: Adalet!
Ekim,2012
*Köşemizde sizin yazılarınıza yer veriyoruz.

Benzer belgeler

Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız. Yaşamım süresince bir kadın başbakan görebileceğimi düşünmüyorum.” sözlerinin sahibi, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı ve 11 yıllık iktidarı süresince İngiltere’yi büyük şekilde etkilemiş bir yöne...

Detaylı

Dinamik gazete 69. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Dinamik gazete 69. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız. luların yakınları; çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin Matbaa Müka Matbaacılık Reklamcılık akıbetini bilmek, varsa meYayıncılık San. Ve Tic. Ltd. Şti. zarlarının yerini öğrenmek Tel : 0212 54968...

Detaylı

Dinamik gazete 63. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Dinamik gazete 63. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız. Şule Türkmen, Tuğrul Acar, Zehra Soysal Görsel Danışman Sertaç Bala Matbaa Müka Matbaacılık Reklamcılık Yayıncılık San. Ve Tic. Ltd. Şti. Tel : 0212 54968 24 www.muka.com.tr

Detaylı