JOHN CULHANE (Bedensel Zararların Tazmini).

Transkript

JOHN CULHANE (Bedensel Zararların Tazmini).
Prof. Dr. John CULHANE
ABD UYGULAMASINDA TIBBİ MÜDAHELE NEDENİYLE
BEDENSEL ZARARLARIN TAZMİNİ ESASLARI
ABD'de yanlış tedavi konusu oldukça karmaşıktır, daha doğrusu 50 farklı (Columbia
Federal Bölgesini de sayarsak 51!) uygulama söz konusudur, çünkü her eyaletin kendine özgü
kuralları bulunmaktadır.
Bu çalışma, ABD'de yanlış tedavi hukukunun karmaşıklığı hakkında sadece birkaç
noktadan bahsetmektedir. Öncelikle, konunun çerçevesini belirlemek açısından birkaç
istatistiki rakamı sizlerle paylaşmak istiyorum. Kısaca belirtmek gerekirse, ABD'de yanlış
tedavi konusunda çok büyük bir sıkıntı bulunmamaktadır. Burada bahsedeceğimiz davalar,
tüm tazminat davaları içinde çok küçük bir yüzdeye denk gelmekte ve sağlık maliyetlerinin de
çok az bir kısmını oluşturmaktadırlar. Ancak, hastane çalışanlarının sebep oldukları
yaralanmalarla ilgili ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Daha sonra, iddiaların iki temel dayanağı hakkında biraz konuşacağız -hekim kaynaklı
(ya da hekimin çalışanları kaynaklı) yanlış tedaviler ve bilgilendirilmiş onamın yapılmamış
olması. Ayrıca, göreceğiniz üzere, genellikle bir davada, sonradan açıklayacağım sebeplerden
ötürü, bunların ikisini bir arada görüyoruz.
Daha sonra da bu çalışmada, ekonomik olmayan kayıpların tazminine üst sınırlar
getirilmesi ile sonuçlanan haksız fiil reformunun sadece yanlış tedaviler sonucunda ortaya
çıkan tazminatlara getirilen sınırlamaları hakkında konuşacağız. Bu sınırlamaların gelecekte
ne gibi dramatik etkileri olabileceği konusunda sizlere örnekler vereceğim. Ayrıca yine bu
konu ile ilgili olarak, toplu ödeme ile taksitle ödeme arasındaki farkları tartışacağız. Yapılan
bu yasal değişikliğin aynı zamanda tazminatı bozucu ve belki de daha en baştan dava
açılmasını engelleyici bir etkisi bulunmaktadır. Bu uygulama, birazdan açıklayacağım üzere
haksız fiil hukukunda da yer almamaktadır.
Son olarak da, ortak hukukta yanlış tedavi hakkında yapılan ve zarar gören tarafın
lehine olan bir değişiklik olan şans kaybı teorisinin ortaya çıkışı ve gelişimi hakkında sizlere
bilgi vereceğim.
Hastane Ortamında Hastaların Zarar Görmesi ve Bu İddiaların Sıklığı
Journal of Patient Safety'yi yayımlayan araştırmacıların mevcut hastane verilerini
kullanarak yaptığı yeni bir araştırma, önlenebilir tıbbi hatalar nedeniyle her yıl yaklaşık
400.000 adet erken ölüm olayının gerçekleştiğini ortaya koymuştur. 2013 yılında yayımlanan
bu çalışma, eski tahminler olan 100.000 - 200.000 civarı rakamlarını kullanan pek çok kişiyi
şaşırttı. Araştırmacılar ayrıca yılda bu rakamın yaklaşık 10 ila 20 katı gereksiz "daha düşük"
hasarların oluştuğunu da tahmin etmektedirler.
Oysa her yıl bu tıbbi hatalardan çok çok daha az sayıda yanlış tedavi davası
açılmaktadır. Tahminler çok fazla değişkenlik gösterseler de, son rakamın yılda yaklaşık
85.000 civarında olduğu düşünülmektedir. Ayrıca eyaletlerden alınan verilere göre, bu
rakam her yıl düşüş göstermektedir. Örneğin, Pensilvanya'da bu yüzyılın ilk on yılının başı ile
sonu arasında bu rakam 2.600 den 1.500'e düşmüştür. Bu düşüşte birazdan üzerine
konuşacağımız haksız fiil reformlarının etkisi bulunmaktadır; ancak bu etki ne kadardır,
belirlemek zordur.
Hasta Koruma ve Ekonomik Bakım Yasası'nın (halk arasında "Obamacare" olarak
bilinir), sigorta hizmetlerinden yararlananları arttırmaya başlamasından dolayı, bu rakamın
artmaya başlayacağını düşünmek makuldür. Bir tahmine göre, sağlık sigorta poliçeleri
borsalarının kurulduğu 2014 yılı başından itibaren 11 milyon yeni kişi sigorta sistemine dâhil
olmuş ve geri kalan sigortasız 30 milyonun yaklaşık yarısı da sigortalı olmaya uygun
durumdadır.
Ancak dava sayısı ne kadar olursa olsun, kazanılan davaların oranı halen oldukça
düşük kalmaya devam etmektedir.
Sorumluluk Kuramları
Bütün bu tıbbi "şansızlıklar" varken, tazminat için yasal yollar nelerdir? Prensip olarak,
iki yol bulunmaktadır: Yanlış tedavi ve aydınlatılmış onamın bulunmaması. Bu iki teorinin
genellikle nasıl birbirinin içine girdiğini anlatmak için çok ünlü bir dava olan ve her birinci sınıf
haksız fiil kitabında mutlaka bulunan; Canterbury v. Spence davasını kullanabiliriz. Bu dava
1967 yılında ABD'de görülmüş olup, aydınlatılmış onam konusunda pek çok eyaleti etkilemiş
ve aynı zamanda da ihmal konusuna yaklaşımda da etkin bir yol ortaya çıkartmıştır.
Bulgular kısaca şöyledir: Genç bir adam sırt ağrısı çekmektedir ve doktoru bu ağrıyı
geçirmenin en iyi yolunun laminectomy adı verilen ve omurilik kanalını genişleterek omurilik
ve sinirler üzerindeki baskıyı azaltan bir yöntem olduğuna karar verir. Genç adam bu yöntemi
kabul eder, ancak kendisine bu yöntemin felç riski içerdiği bilgisi verilmemiştir. Ameliyat
sonrasında hastane odasında yanında refakatçi olmadan bırakılıyor ve düşüyor. Bu olaydan
kısa bir süre sonra -saatler içerisinde- aşırı derecede bir felç geçiriyor. Ve buradaki sorumuz
şu: Ne oldu ve bu sonuç birisinin hatasından dolayı mı gerçekleşti?
Dava incelediğinde bu duruma neden olabilecek dört olası neden olduğu
görülmektedir: bunlardan ilki söz konusu operasyon yapılırken gereken özenin
gösterilmeyerek ihmalin bulunması; ikincisi, denetim eksikliğinin (tartışmalı bir konu)
hastanın düşmesine neden olduğu; üçüncüsü, söz konusu yöntemin, en iyi şekilde yapılsa bile
hastaya açıklanmamış olan yüzde birlik bir felç riski taşıyor olması ve dördüncü de, hastanın
mevcut hastalığının doğal ilerlemesi sonucu söz konusu felcin ortaya çıktığıdır.
Şimdi bu birkaç olası nedeni, olası tazminat teorileri ile ilintilendirebiliriz. Belli ki, felcin
nedeni sadece altta yatan hastalık durumu olsaydı, herhangi bir sorumluluk olmayacaktı.
Ancak felcin operasyondan ve genç adamın yere düşmesinden bu kadar kısa süre sonra
ortaya çıkması göz önüne alındığında, bu pek de olası bir durum değildir. Eğer felç,
operasyonda bulunan bir ihmal ya da bir denetçinin hatası nedeniyle gerçekleşmişse, bu
durumda açık bir ihmal davası söz konusudur; ya doğrudan bir yanlış tedavi ya da hastane
protokolünde bir hata bulunmaktadır. Her iki durumda da sorumluluk söz konusudur.
Ancak, eğer söz konusu felcin nedeni, operasyon başarılı olmasına rağmen küçük ancak
istatistiksel olarak mümkün olan bir olasılığın ortaya çıkması ise, sorumluluk ancak
mahkemenin bilgilendirilmemiş onam teorisini uygulaması halinde -- ki Canterbury v. Spence
davasında da mahkeme aynen bunu yapmak suretiyle haksız fiil kuramında yeni bir kaide
yarattı-- mümkündür.
Davacıların benzer davalarda hem yanlış tedavi hem de bilgilendirilmiş onamın
olmadığını iler sürmeleri bu nedenledir -- çünkü dosya hazırlanırken davacının nasıl bu hasarı
aldığı konusu genellikle belirli değildir. Pek çok iddiada bulunarak, davacının yaralanmasına
tüm olasılıklardan tam olarak hangisinin neden olduğunun saptanması esasa ilişkin inceleme
aşamasına bırakılmaktadır.
Yanlış tedavi iddiasında bulunabilmek için, davacının; söz konusu sağlık çalışanının (bu
terim sadece doktorları kapsamamaktadır), kendisi ile aynı alanda çalışan bir rakip sağlık
çalışanından beklenen standart ilginin kendisine sağlanmadığını göstermesi gerekmektedir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta var; doktorlar diğer sanıkların - hatta diğer
profesyonellerin - yararlanamadıkları bir yasadan yararlanmaktadırlar. Doktorlar, genel geçer
teamüllere uygun olarak davrandığı (ve dikkatsizce davranmadığı) sürece, söz konusu
davranışları makul olarak kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, teamülün kendisi makul ise,
mahkemeler onun yerine kendi hükümlerini koymayacaklardır. Bunun yerine, tıp mesleğine
saygı göstereceklerdir. (Belirli bir tıbbi durumun nasıl ele alınması konusunda birbirine rakip
okullar olsa da, bu hukuki "güvenli liman" sistemi, söz konusu doktorun yaklaşımı, yeterli
derecede uygulama ve kanıt tabanlı hekimliği olan, "saygıdeğer" bir okula ait olduğu sürece
geçerlidir.) Çoğunlukla, yanlış tedavi davaları bir "uzmanlar savaşına" dönüşürler. İki taraf da,
soru sorulması durumunda otorite olarak konuşabilecek yeterli altyapıya sahip kendi nitelikli
uzmanlarını mahkemeye getirirler ve sonrasında da ortaya çıkan standart bakım ve
nedenlerle ilgili çapraz sorgu yağmurunu yönetmeye çalışırlar. Ancak çok az davada, böyle bir
savaş olmaz. Bu davalar "her şey ortada"nın havalı Latince deyişiyle "res ipsa loquitur"
davalardır. Eğer bir doktor hastanın yanlış bir yerini ameliyat ederse, ya da vücut içerisinde
sünger ya da cerrahi bir alet bırakırsa, bu durumda dava basittir ve doktora (ve sigorta
şirketine) anlaşmaya gitmeleri tavsiye edilir.
Aydınlatılmış onam teorisi üzerine kurgulanmış bir davayı kazanmak, bir yanlış tedavi
davasını kazanmaktan daha zordur. Aydınlatılmış onamın temel prensibinin hastanın fiziksel
otonomisini ve onurunu korumak olmasına rağmen, mahkemeler doktrinin bu hedeflerine
rutin olarak gölge düşürmektedirler. Öncelikle, hastaya açıklanmayan bu bilginin, özellikle bu
kişi için değil, makul her kişi için önemli olmasını istemektedirler. Buna açıklamanın önem
standardı adı verilmektedir. Sonrasında, bu açıklanmamış bilginin, açıklansaydı hastanın
fikrini değiştirip değiştirmeyeceği sorgulanarak hastanın kendi kaderini tayin hakkına gölge
düşürülmektedir. Ve burada yine, pek çok eyalet objektif olarak makul bir kişinin aksine
karar verip vermeyeceğini sorgulamaktadır. Neden? Çünkü mahkemeler, aksi takdirde
hastaların mesela yüzde birlik bir felç riski olduğunu bilseydim, ben bu operasyonu
yaptırmazdım demelerinden ve de jürinin de onlara inanmasından korkuyorlar, çünkü hasta
risk gerçekleştikten sonra gerçekten de böyle düşünüyor olabilir.
Ben ve pek çok ortak yazar aydınlatılmış onam konusunun değişik ülkelerde (Birleşik
Krallık, Tayvan, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada) nasıl ele aldığını karşılaştırmalı olarak
inceleyen hukuki makaleler yazdık. ABD modelinin -geriye dönük nedensellikten uzak durananlayışını korurken, makul bir insanın bu durumda ne yapacağına karar verilirken, davacının
kendi durumunun geniş ölçüde dikkate alındığı Kanada modelini en başarılı model olarak
bulduk. Hastanın, söz konusu bilgi kendisinden saklanmayıp iletilmesi halinde farklı bir karar
verip vermeyeceği konusunda karar verilirken, Kanada yaklaşımı, sadece hastanın tıbbi
durumuna bakılarak (ABD'de olduğu üzere) değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik koşulların
daha geniş bir biçimde ele alınmasına izin vermektedir. Bu yaklaşım pek çok seçeneği olan
zengin bir kişi için makul olan bir şeyin, daha büyük zorluklar çeken farklı bir kişi için daha
farklı olabileceğinin farkındadır.
Sorumluluk Teorilerinden Tazminata - Yasal Değişikliklerin Etkisi
Davacının bir tazminat talebi olduğunu varsayarsak, bir sonraki soru şu olacaktır: Ne
kadar ödeme yapılacak ve hangi zarar kategorilerine ödeme yapılacak? Bazıları tazminat
ödenecek konuların ücret kaybı ya da hastane faturaları gibi sabit rakamlarla ifade
edilebilecek şeyler olması gerektiğini düşünebilirler. Tazminatlar konusu elbette oldukça
geniş olabilir, özellikle de yanlış tedavinin sonucunda ciddi ve uzun süreli sakatlıklar ortaya
çıkarsa.
Elbette ki, yanlış tedavi sonucunda ortaya çıkan "kaybın" rakama dökülmesi çok daha
zor, belki de imkânsızdır ama daha az gerçek değildir. Bizler burada hukukun "acı ve ıstırap"
olarak kabul ettiği şeyleri konuşuyoruz. Acı, rakama dökülemese de anlaşılması kolay bir
şeydir. "Istırap" ise genellikle, tam olarak iyileştirilemeyen, sıkıntılı bir yaşamı uzun bir süre
yaşamak tanımlanmaktadır. İşte haksız fiil kuramının "davacıyı kazadan önceki durumuna
getirme" fikri burada başarısız oluyor. Belki de parasal zararlar söz konusu olduğunda
hukukun kurbanın yanında olduğunu ve bu tür zararların tazminata uygun olduklarını
söylemek daha doğru olacaktır.
Ancak bu çeşit hasarların rakama dökülmesinin olanaksızlığı göz önüne alındığında, bu
zararların aşırı kabul edilebileceği bir nokta var mıdır? Genel hukuk mahkemelerinin her
zaman davacının tazminatının aşırı olduğuna kanaat getirerek düşürme anlamına gelen
Latincesi "remittur" olan yetkisi vardır. Bazen bu yetkiyi bir hesaplama hatasını ya da açık bir
kuralın uygulamasındaki hatayı düzeltmek için kullanmaktadırlar ancak keyfi olarak da
kullandıkları görülmüştür (Bu problem cezai tazminatlarda daha doğruydu, ancak tamamen
doğru da değildi. )
Günümüzde, eyaletlerin çoğu yanlış tedavi sonucunda hak kazanılan tazminat
tutarlarına üst sınır uygulayan kanunlar yürürlüğe koymuşlardır. Bu bir "özel layiha" tipidir,
eğer isterseniz, yalnızca yanlış tedavi davalarının birçoğuna uygulanabilir ve diğer
kategorilerde yer alan haksız fiil sanıklarına göre, sağlık çalışanlarını korumaktadır. Bu
sınırlamalar değişkenlik göstermektedir, ancak genellikle bir milyon doların yarısından az
oldukları söylenebilir. Bazen bu sınırlamalar -olması gerektiği üzere- enflasyona
endekslenirken, bazen de bu yapılmamaktadır. Genel olarak, bu sınırlamalar sadece rakama
dökülmeleri imkânsız olan, ekonomik olmayan zararlar -manevi zararlar- için
uygulanmaktadır ancak birkaç eyalette, uzun süreli bakım gibi, uzun bir hayat süresinde on
milyonlara çıkabilen masraflar da dâhil olmak üzere tüm zararların bir araya toplanması
kabul edilmiştir.
Indiana hukuku analiz için iyi bir model sağlamaktadır, çünkü eyaletlerin yanlış tedavi
tazminatlarının üstesinden gelmek için kullandıkları birkaç değişik yol hakkında tartışmaya
izin vermektedir. Öncelikle ister ekonomik olsun, ister olmasın tüm tazminat tutarları için
belirlenen toplan üst sınır 1,25 milyon dolardır. Bu sınır pek çok durumda yeterli olacaktır,
ancak uzun süreli engellilik durumlarının olduğu daha ciddi durumlarda yetersiz kalacağı
aşikârdır. Bunun sonucunda da tazmin edilemeyen bakım tutarları ya ailenin üzerine, ya da
ailenin yeterli kaynağı bulunmuyorsa, toplumun üzerine kalmaktadır. Kanunun ihmali olan
taraf üzerinden söz konusu masrafları neden bu şekilde dışsallaştırılmasını istediği konusu
açık değildir, ancak kanun aynen bu şekilde işlemektedir.
Yasa ayrıca sanık başına da 250.000$'lık bir sınırlama getirmektedir. Gördüğünüz
üzere, eğer söz konusu davada beş adet sanık bulunmuyorsa, bu davacının - tüm verilen
limiti alabilecek durumda olsa bile - açığa düşmesine neden olabilir, bu nedenle Indiana'da
Hasta Tazminat Fonu adında bir fon kurulmuştur. Bu fon, doktorların yaptırmaları gerekli
olan sigortalarına eklenen bir ücret tarafından finanse edilmekteydi ve bu nedenle de bir
risk-sahipleri havuzu ortaya çıkmaktadır.
Özetle, böylece, eyalet 1,25 milyon dolara kadarki riski, tüm risk sahipleri arasında
içselleştirmektedir (yani, sağlık personelleri). Söz konusu ücret küçük olduğundan, doktorlar
üzerindeki etkisi de çok mütevazıdır. Ancak söz konusu tazminat tutarı 1,25 milyon doların
üzerine çıktığında, bu rakamı kamu ödemektedir.
Yine, pek çok eyalet ekonomik kayıplar için bu şekilde bir sınırlama getirmemektedir.
Aynı zamanda, bazı eyaletlerde tazminat sınırlamalarına; eyalet anayasalarında bulunan
güvencelerin ihlali gerekçe gösterilerek başarılı bir şekilde karşı çıkılmıştır.
Artık periyodik ödemeler söz konusudur. Tazminatı belirlenmiş bir süre içerisinde
ödeme fikri bir yeniliktir, çünkü genelleme yapmak gerekirse; aile hukukunda bulunan nafaka
ödemeleri dışında, mahkemeler bir kere hüküm verildi mi, taraflar üzerindeki yargı
yetkisinden vazgeçmek eğilimindedirler. Toplu bir ödeme, mahkeme için sorunu kesin olarak
çözmek için en sağlam yoldur. Elbette ki, bu tarz ödemelerde varsayımlar mutlaka önemli yer
tutmaktadırlar. Duruşma süresince, davacının hayatının nasıl değişeceği konusunda fikir
yürütmek oldukça zordur ve ekonomistler de bunu çözmeye çalışmaktadırlar. Oysaki miktar
belirlendiğinde bu genellikle davanın sonu anlamına gelmektedir. Ancak, yanlış tedavi
davalarına her geçen gün artan bir şekilde farklı bakılmaya başlanmıştır. Ana hatlarıyla
söylemek gerekirse; kanunlar, toplam tazminatın belirli bir oranın gelecekte ödenmesini
sağlayabilirler. Genellikle, bu tarz periyodik ödemeler iki farklı kategoride incelenmektedirler:
1. Gelecekte devam edecek olan tıbbi bakım ya da uzun süreli bakım ve
2. Davalının davranışları nedeniyle, davacıda ortaya çıkma riski bulunan bu durumun
gerçekleşip gerçekleşmediğinin takibinin gerektiği, tıbbi takip durumu.
Ancak, davalıların periyodik ödemeler yapma talepleri aşırı durumlara da yol
açabilmektedir. Missouri'de bir davada, mahkeme ödemelerin 50 yıla bölünmesine ve yıllık
sadece %0,75 faiz oranına hükmetmişti. Eyalet yüksek mahkemesi dosyayı tekrar alt
mahkemeye yollayarak, ödeme yıllarında düzeltme (daha kısa bir süre ve daha yüksek
ödemeler) ve daha yüksek bir faiz oranına karar verilmesini istemişti.
Hayatta Kalma Şansının Kaybı Nedeniyle Sorumluluk
Üzerine konuşacağımız son konu şans kaybıdır. Bu konudaki tipik vakalar gecikmiş
teşhisler, her zaman olmamakla beraber kanser hastalıklarıdır. Hasta öldüğünde, bazen
geride kalanlar dava açabilmektedirler. Ancak buradaki sorun, hastanın zaten, bazen de çok
yüksek bir olasılıkla, her ne olursa olsun öleceği riskinin bulunmasıdır. Peki, böyle bir
belirsizlik durumunda, hukuk nasıl davranmalıdır?
Bu çalışmada daha önce tartışılan, eyaletlerin sorunları çözmek için kanunlar yürürlüğe
soktukları tazminat sınırlamalarının aksine, bu alandaki gelişmeler genellikle genel hukuk
içerisinde cereyan etmiştir. Bu gelişmeden dolayı, hiç şüphesiz, doktrin pek çok eyalette
hasta (ve ailesi) lehine gelişme göstermiştir.
Aslında, pek çok eyaletteki kural basitti: ihmal nedeniyle yanlış tanı konulduğu
zamanda, hastanın yaşama şansı %50'den fazlaysa, tam haksız ölüm tazminatına hükmedilir;
eğer söz konusu şans %50'den düşükse, herhangi bir tazminata hükmedilmezdi. Bu ya hep ya
hiç sistemi savunulabilirdi, çünkü şu soru sorulabilirdi: Ölüme daha çok ihmal neden olmadı
mı? Davacının, söz konusu hatalı teşhis konulmasaydı bile yüksek olasılıkla ölmeyecekse, o
zaman bu sorunun cevabı hayırdır.
Ancak son yıllarda, mahkemeler bu yaklaşımı hak ettiği eleştirileri yapmaya başladılar.
Sonuçta, hastanın %50'den yüksek olasılıkla ölmesi beklenen bazı davalar varken, hastanın
%50'den yüksek olasılıkla yaşaması beklenen davalar da bulunmaktadır. Ve bu kuralın bir
sıkıntısı da bazı uzmanları cezalandırırken (kurtulma şansı çok düşük olan kanser türleri ile
uğraşan uzmanlar gibi) kurtulma şansı yüksek olan kanserlerle ilgilenen uzmanları
korumaktadır.
Bu konudaki son yaklaşım, şans kaybını, bir yaralanma gibi kabul etmek ve kaybedilen
orana bağlı olarak tazminata hükmetmek şeklindedir. Bu genellikle davacının tüm zararlarını
olmasa da, hiç bir şey almamak yerine, bir miktar tazminat alması anlamına gelmektedir. Ve
bazı mahkemeler daha da serbest bir yaklaşım uygulayarak, jürinin, tazminat tutarına karar
verirken, söz konusu fırsat kaybını bir delil olarak kabul etmesine izin vermektedir. Bu
yaklaşımın; sağ kalma oranları, kanser vakalarının sayısı, hastalıkların hangi aşamada tespit
edildikleri (ya da tespit edilemedikleri) ve davacının psikolojisinin kendine has özellikleri gibi
değişkenleri olduğundan zorlukları bulunmaktadır.
Sonuç Kanaatleri
Genel olarak, yanlış tedavi davalarındaki davacılar sürecin hemen her aşamasında
zorlu engellerle karşılaşmaktadırlar. İstatistikler de bu sonucu destekler niteliktedirler.
Zorlukların nedenleri bu çalışma içinde tartışılmıştır. İhmalin tesis edilmesi teamül kuralları
yüzünden zorlaşmıştır. Aydınlatılmış onam doktrini, temel gerekçelerinin öngördüğü kadar
yardımcı değildir. Üst sınırlamalar sadece tazminat tutarlarını azaltmakla kalmıyor, aynı
zamanda avukatların daha en baştan davayı alma olasılıklarını da (dava avukatlarının
genellikle kazanılan tutarın belli bir yüzdesini alarak çalışıyor olmaları ve daha küçük bir
potansiyel tazminatın, avukatların daha az para kazanmaları anlamına gelmesinden dolayı)
azaltmaktadır. Bu konudaki ufak bir teselli, doktrinin hastalar lehine gelişmekte olduğu, şans
kaybı konusundadır.