Hadis Sempozyumu Konya-2007
Transkript
Hadis Sempozyumu Konya-2007
p 2 KONYA İLAHİYAT DERNEĞİ YAYINLARI Yayın No: 3 Kongre / Sempozyum / Toplantı: 2 Sünnetin Bireysel Ve Toplumsal Değişimdeki Rolü Sempozyumu 11-12 Mayıs 2007 KONYA 1. Baskı: Mayıs 2008, Konya ISBN: 978-975-01799- 2- 1 Tertip Komitesi: Prof. Dr. Ahmet Önkal Prof. Dr. Bilal Saklan Prof. Dr. Zekeriya Güler Doç. Dr. Mehmet Eren Doç. Dr. Mahmut Yeşil Yrd. Doç. Dr. Adil Yavuz Yrd. Doç. Dr. Muhittin Uysal Arş. Gör. Dr. Ömer Özpınar Arş. Gör. Dr. Huriye Martı Arş. Gör. Dr. Fikret Karapınar Redaksiyon: Zekeriya Güler Huriye Martı Dizgi/sayfa düzeni/kapak: Muhiddin Okumuşlar Baskı/cilt: Sebat Ofset Matbaacılık Tel:0.332.3420153 Fax:0.332.3423780 www.sebat.com / [email protected] SÜNNETİN BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİMDEKİ ROLÜ - SEMPOZYUM 11-12 MAYIS 2007 MERAM / KONYA KONEVİ KÜLTÜR MERKEZİ 4 5 İÇİNDEKİLER Takdim ............................................................................................................................... 9 Kur’ân’ı Kerîm Tilâveti.................................................................................................. 13 PROTOKOL VE AÇILIŞ KONUŞMALARI ................................................................ 15 BİRİNCİ OTURUM İSLÂM’IN DOĞRU ANLAŞILMASINDA VE YAŞANMASINDA SÜNNETİN YERİ Prof. Dr. Mehmed Said HATİBOĞLU’nun Konuşması.................................29 Prof. Dr. Ali Osman KOÇKUZU’nun Konuşması ..........................................34 İKİNCİ OTURUM BİRİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ 1. TEBLİĞ BİREYSEL VE TOPLUMSAL GELİŞMEDE SÜNNETİN YERİ VE SAHÎH-İ BUHÂRÎ Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN ...........................................................................41 Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ...............................................................41 MÜZAKERE Prof. Dr. Ali Osman ATEŞ Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ..............................................................48 2. TEBLİĞ HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE DÖNEMİNDE TESİS ETTİĞİ KARDEŞLEŞTİRME (MUÂHÂT) PROJESİNİN GÜNÜMÜZ BİREYSEL VE TOPLUMSAL HAYAT AÇISINDAN ÖNEMİ VE ANALİZİ Doç. Dr. Saffet SANCAKLI İnönü Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ...............................................................52 MÜZAKERE Prof. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi....................................................................73 6 3. TEBLİĞ GENÇLERİMİZİN DİN-KÜLTÜR VE KİMLİK İLİŞKİSİNİ KURGULAMASINDA PEYGAMBERİMİZİN “BİR SOSYAL MODEL “ OLARAK SUNUMU Doç. Dr. Mevlüt UYANIK Hitit Üniversitesi, Çorum İlâhiyat Fakültesi ........................................................77 MÜZAKERE Doç. Dr. Selçuk COŞKUN Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi .................................................................98 DEĞERLENDİRMELER .............................................................................................102 İKİNCİ OTURUM İKİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ 4. TEBLİĞ TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMDE HZ. PEYGAMBER’İN KİŞİLİĞİNİN ETKİSİ Yrd. Doç. Dr. Hayati YILMAZ Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ...............................................................110 MÜZAKERE Doç. Dr. Enbiya Yıldırım Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi.........................................................124 5. TEBLİĞ CAHİLİYE’DEN İSLÂM’A: DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK BAĞLAMINDA SÜNNET Yrd. Doç. Dr. Vejdi BİLGİN Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ................................................................129 MÜZAKERE Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ Dicle Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi....................................................................143 DEĞERLENDİRMELER .............................................................................................153 7 ÜÇÜNCÜ OTURUM SÜNNETİN BİREYSEL VE TOPLUMSAL HAYATA İNTİKALİ: PROBLEMLER VE ÇÖZÜM YOLLARI 1. TEBLİĞ SÜNNETİN GÜNCEL YORUMU: KIYAMET ALÂMETLERİ İLE İLGİLİ HADİSLERE VERİLEN ANLAMLARA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ VE İLGİLİ HADİSLERİN ANLAŞILMASINA YÖNELİK FARKLI BİR TEKLİF Prof. Dr. Talat SAKALLI Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ..............................................162 MÜZAKERE Prof. Dr. Ahmet YÜCEL Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi .......................................................179 2. TEBLİĞ SÜNNETİN HAYATA İNTİKALİNDEKİ GERİLİM NOKTALARI, AÇMAZLAR VE PROBLEMLER Prof. Dr. Salahattin POLAT Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ................................................................183 MÜZAKERE Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ................................................................208 3. TEBLİĞ TEMEL HADİS KAYNAKLARININ ÇEVİRİLERİ ÜZERİNE BİR KRİTİK Doç. Dr. Bünyamin ERUL Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ................................................................212 MÜZAKERE Prof. Dr. Abdullah AYDINLI Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ...............................................................238 4. TEBLİĞ MODERN DÖNEM HADİS YORUMCULUĞUNDA “BEN MERKEZLİ” YORUM Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ...............................................................241 MÜZAKERE Doç. Dr. İbrahim HATİBOĞLU Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ................................................................251 DEĞERLENDİRMELER…………………………………….……………..………..254 DEĞERLENDİRME OTURUMU ..............................................................................263 9 Takdim 11-12 Mayıs 2007 tarihlerinde S.Ü. İlahiyat Fakültesi tarafından “Hadis ve Sünnet Sempozyumu” üst başlığı altında “Sünnetin Bireysel Ve Top- lumsal Değişimdeki Rolü” konusunda gerçekleştirilen sempozyumun kitabını Konya İlahiyat Derneği olarak sizlere sunmanın mutluluk ve kıvancını yaşıyoruz. Dost-düşman herkesin kabul ve itiraf etmek mecburiyetinde olduğu bir gerçektir ki Peygamber Efendimiz, hem bireysel açıdan hem de toplumsal yönden beşer tarihinin en büyük değişim ve dönüşümünü gerçekleştirmiştir. Bu dönüşümün bilimsel temellerini ve psiko-sosyal kurallarını akademik bir bakış açısıyla ortaya koymayı amaçlayan bu sempozyuma ait bildirilerin, müzakere ve tartışmaların yer aldığı bu kitapta, her biri ele aldığı konunun saygın bir uzmanı olan çok değerli bilim adamlarının görüş ve tespitlerini bulacaksınız. Sünnetin bireysel ve toplumsal değişimdeki rolünü önemseyen herkese bu kitabın faydalı olacağı ümit ve inancını taşıyoruz. Bu vesile ile sempozyumunu gerçekleşmesine imkan sağlayan tüm bilim adamlarımıza, destek veren bütün kurum ve kuruluşlara, tertip heyetinde ve diğer hizmetlerde görev alan Fakültemiz elemanlarına, metinlerin çözümlenmesi ve kitabın basılı hale getirilmesinde emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliyorum. Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Konya İlâhiyat Derneği Başkanı 10 11 13 Kur’ân’ı Kerîm Tilâveti Okuyan: Hasan Hüseyin Varol ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﺣﻤﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ ِ !" اﻟﻠﻪ '( )* & َاﻟﻠﻪ + #$ %& 2 & 34& 7& , - ./ 01 # :*;<& + >=# 6? 0 56 #$ 89& ُاﻟﻠﻪ + 3:= @ 0& 7& Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla 21. Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. 22. Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resûlü'nün bize vâdettiği! Allah ve Resûlü doğru söylemiştir, dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı (Ahzâb 33/21-22). ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﺣﻤﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ G 0 DE# F4 ِ 0 ِ # 7 AB HE, 0 ;' 0 &0 :*B 5 # اﻟﻠﻪ ُاﻟﻠﻪ + # , + اﻟﻠﻪ & C ِ ِ MN& J;E ِ I> >=# 73 K َاﻟﻠﻪ L >& E* + K + ﺑﺎﻟﻠﻪ L & اﻟﻠﻪ # 5 G O PQ G HO ِ & R*E# # & 0# :*;4 <'& 0 # + ST اﻟﻠﻪ ُاﻟﻠﻪ اﻟﻠﻪ 0U 5 !" # V + َ &% + % W + O Z*9& + XYE& & W 0 [* *;4 # 6 a= I:;b W `5 :* 7\]Z0& + R01O ^_ : # )Z ) + + e 4& 73; c\*d # ; 3=# DE# 53& + h + fE0& W V + 6g W اﻟﻠﻪ ِ a= *4 !0 + ?& + W + i& 73%jO ِ 0 + اﻟﻠﻪ # R01 !E fO& e kO + ZlB ِ ِ MN& ِ F4 + ﺑﺎﻟﻠﻪ اﻟﻠﻪ # 6 o?& H<& >& ﺻﺪق اﷲ اﻟﻌﻈﻴﻢZ*& & B RB mn< % Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla 38. Allah'ın, kendisine helâl kıldığı şeyde Peygamber'e herhangi bir vebâl yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allah'ın âdeti böyle idi. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir. 39. O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak 14 Allah (herkese) yeter. 40. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. 41. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. 42. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. 43. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. 44. Kendisine kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı, "selâm" dır. Allah onlara çok değerli mükâfat hazırlamıştır. 45. Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. 46. Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik). 47. Allah'tan büyük bir lütfa ereceklerini müminlere müjdele. 48. Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter (Ahzâb 33/3848). Yüce Allah kuşkusuz doğru söylemiştir. Protokol Konuşmaları 15 PROTOKOL VE AÇILIŞ KONUŞMALARI MERAM BELEDİYE BAŞKANI REFİK TUZCUOĞLU’NUN SELÂMLAMA KONUŞMASI Çok Kıymetli Diyanet İşleri Başkan Yardımcımız, Değerli Vali Yardımcımız, Değerli Meram Kaymakamımız, Kıymetli Ticaret Odası Başkanımız, Konya İlâhiyat Fakültemizin Değerli Dekanı, Değerli Hocaefendiler, Akademisyenler, Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler, Meram Belediyesi, kültürel çalışmalarda önemli ivmeler yakalamış, Türkiye’nin seçkin belediyelerinden bir tanesi. Ve biz bu salonda pek çok konuyu ilgilendiren, toplumumuzu ilgilendiren, bölgemizi ilgilendiren, Türkiye’nin fikir hayatını, ilim hayatını ilgilendiren pek çok çalışmanın altına imza attık. İlâhiyat Fakültemizle beraber yapmış olduğumuz ve artık gelenekselleşmeye doğru giden ve bizim de bundan son derece haz duyduğumuz bir çalışma. Burada yapmış olduğumuz zannediyorum ilk program Ehl-i beyt’le ilgiliydi. Daha sonra Kur’ân’la ilgili bir yine sempozyum oldu. Bugün ise bu yıl bu dönemde hocalarımızın İlâhiyat Fakültesi’ndeki hocalarımızın tercih etmiş olduğu konu ‘Sünnet ve Sünnetin Toplumsal Değişim Üzerindeki Rolü’ üzerine oldu. Tabi bendeniz bir ilim adamı değilim. Ancak fikir hayatının içerisinde bulunduk. Ve şu anda bir görevimiz var. Ben konuya kendi zaviyemden, kendi bakış açımdan konuyu değerlendirdiğim zaman aklıma şu fikirler, şu bilgiler geliyor. Onu sizinle paylaşmak isterim. 19. Yüzyıl ve 20. yüzyıl değişimin ve dönüşümün, modernizmin çok sıkça tartışıldığı bir dönem oldu. Ve din de bu eksen içerisinde, bu tartışma ekseni içerisinde çok önemli bir noktaya oturdu. Dinin toplumlardaki gelişmeye, teknolojiye, bilime karşı olup olmadığı sıkça tartışıldı. Ve halen de bu konu tartışılmaya devam ediyor. Aslında bu tartışmalar biraz batının kendi bünyesindeki gelişmelerden kaynaklandı. Skolastik dönemin getirdiği baskılar, Hıristiyanlığın birtakım gelişmelere, bilime, teknolojiye karşı kilisenin almış olduğu tavır bu tartışmaları yoğunlaştırdı. Yoğunlaştırmakla da kalmadı, bunu biraz daha evrensel biraz daha dünyanın diğer ülkelerine de taşırdı. Ancak bu taşma, belki batı dünyası açısından bir anlayabileceğimiz bir zemine oturmuş olsa bile diğer batının dışındaki dünya açısından değerlendirilmesi gereken bir konu oldu. Dinin, İslâm’ın iki temel noktası; birisi Kur’ân, birisi sünnet. Ve bu ikisine baktığımız zaman da ben şunu görüyorum. Kur’ân’da toplumun değişmesine dair âyetler var. Bilime ve ilime dair sayısız atıf var. Meselâ benim hatırladığım âyetlerden bir tanesi: ‘Siz kendi durumunuzu değiştirmedikçe Allah sizin durumunuzu değiştirmez.’ Bu belki işin pek çok boyutundan değerlendirilebile- 16 Protokol Konuşmaları cek bir konu. Ama siyaset açısından, devlet açısından ve yahut da gelişim açısından, ekonomik kalkınma açısından baktığımız zaman bunun yanına ben şunu da -hadisten bir şey- ilâve etmek istiyorum: ‘İki günü müsavi olan ziyandadır.’ Bu ikisini birleştirdiğimiz zaman benim bakış açımdan toplumlar durdukları yerde durmamalı, sürekli çağın ihtiyaçlarına göre, insanlığın ihtiyaçlarına göre, teknolojinin gelişmesine göre mutlaka kendilerini adapte etmeliler. Bu dinamizm aslında dinin özünde var, bu var. Şimdi bu değişimi, toplumlar açısından bu değişimi yakalayamadığımız zaman statükocu bir yapı ortaya çıkıyor. Statükocu bir yapıyla da bir milletin bir noktaya gelmesi imkân dâhilinde görünmüyor. Osmanlı deneyimine baktığımız zaman ıslahatların çok önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Ve Osmanlı, ıslahatlar noktasındaki arzu edilen başarıyı elde edemediği için devletin yavaş yavaş gerilemesi, yavaş yavaş çökmeye doğru gittiğini görüyoruz. Ancak bu çabalar içerisinde belki dinin bir faktör olmasından ziyade, dinin tavsiyelerine yeteri kadar, yani bu anlamda çalışmaya, azme, gayrete, gelişmeye karşı tavsiyelerine yeteri kadar intibak edememenin, yeteri kadar uyamamanın da bence çok önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Ben öncelikle İlâhiyat Fakültemizin, Konya İlâhiyat Fakültemizin başta dekanı olmak üzere çok kıymetli akademisyenlerine huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. Her yıl böyle çok güzel bir organizasyonu gerçekleştiriyorlar. Konya’da ilmî bir aktivite yer almış oluyor. Bu bizim şehrimize bir dinamizm getiriyor, bir hareket getiriyor. Bu anlamda ilmî çalışmaların Konya’mızda yapılması ve Meram Belediyesi olarak biz ev sahipliği yapmış olmak mutluluk vesilesi oluyor. Ben kendilerine huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen değerli hocalarımıza bu programa gösterdikleri ilgiden dolayı, buraya icabetlerinden dolayı onlara da teşekkür ediyor, hoş geldiniz diyorum. İnşallah bu program arzu edilen neticeleri doğurur, güzel birtakım fikirlerin, ilmî birtakım hususların ortaya konulmasına, eğitim dönemini geçiren arkadaşlarımızın da buradan yeteri kadar faydalanabileceklerine olan inancımı da paylaşmak istiyorum. Ben hepinize saygılar, sevgiler, muhabbetler sunuyor, sempozyumumuzun hayırlı uğurlu olmasını diliyorum. Protokol Konuşmaları 17 KONYA İL MÜFTÜSÜ MUSTAFA KUTLU’NUN SELÂMLAMA KONUŞMASI Sayın Başkan Yardımcım, Vali Yardımcım, Değerli Kaymakamım, Belediye Başkanlarım ve Çok Muhterem Hocalarım, Değerli Misafirlerimiz, Hepiniz hoş geldiniz. Saygılarımı sunuyorum. Hadis ve Sünnet Sempozyumu hakikaten Konya’mızda hayatın içinden dinimizin ve sosyal yaşantımızın, şahsî yaşantımızın, ona ışık veren, yol gösteren bir kapısı ve böylece yanılgıların azaltılması, İslâm’ın doğru öğrenilmesi açısından çok güzel bir teşebbüs olarak bugün bizleri mutlu etmektedir. Bu programı İlâhiyat Fakültemizin ve Meram Belediye Başkanımızın müştereken hazırlaması ve Türkiye’mizin bu konudaki üstatlarının, değerli hocalarımızın teşrifiyle bu sempozyumun yapılması bizleri son derece mutlu etmiştir. Konya’mızda bu gibi faaliyetlerin zaman zaman icra edilmesi gerek Konya’mızın, gerekse çevremizin İslâm’ın iyi anlaşılması ve yanılgıların ortadan kalkması için önemli bir husustur. Bu bakımdan ben Sayın Dekanımıza, değerli çalışma arkadaşlarına, Meram Belediye Başkanımıza ve katılan hocalarımıza saygılarımı hürmetlerimi sunuyorum. Program biraz geç başladığı için, zaten adı üzerinde selâmlama konuşmasıdır, değerli hocalarımız bu konuları takdim edeceklerdir. O bakımdan onların vakitlerini almama açısından, ben tekrar bu sempozyumun hayırlı uğurlu olmasını, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum ve selâm ve saygılarımı sunuyorum. Sağ olun. Sayın Başkan Yardımcım, Vali Yardımcım, Değerli Kaymakamım, Belediye Başkanlarım ve Çok Muhterem Hocalarım, Değerli Misafirlerimiz, Hepiniz hoş geldiniz. Saygılarımı sunuyorum. Hadis ve Sünnet Sempozyumu hakikaten Konya’mızda hayatın içinden dinimizin ve sosyal yaşantımızın, şahsî yaşantımızın, ona ışık veren, yol gösteren bir kapısı ve böylece yanılgıların azaltılması, İslâm’ın doğru öğrenilmesi açısından çok güzel bir teşebbüs olarak bugün bizleri mutlu etmektedir. Bu programı İlâhiyat Fakültemizin ve Meram Belediye Başkanımızın müştereken hazırlaması ve Türkiye’mizin bu konudaki üstatlarının, değerli hocalarımızın teşrifiyle bu sempozyumun yapılması bizleri son derece mutlu etmiştir. Konya’mızda bu gibi faaliyetlerin zaman zaman icra edilmesi gerek Konya’mızın, gerekse çevremizin İslâm’ın iyi anlaşılması ve yanılgıların ortadan kalkması için önemli bir husustur. Bu bakımdan ben Sayın Dekanımıza, değerli çalışma arkadaşlarına, Meram Belediye Başkanımıza ve katılan hocalarımıza saygılarımı hürmetlerimi sunuyorum. Program biraz geç başladığı için, zaten adı üzerinde selâmlama konuşmasıdır, değerli hocalarımız bu konuları takdim edeceklerdir. O bakımdan onların vakitlerini almama açısından, ben tekrar bu sempozyumun hayırlı uğurlu olmasını, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum ve selâm ve saygılarımı sunuyorum. Sağ olun. Protokol Konuşmaları 18 KONYA VALİ YARDIMCISI YUSUF ÖZDEMİR’İN SELÂMLAMA KONUŞMASI Saygıdeğer Hanımefendiler, Saygıdeğer Beyler, Böyle ulvi bir konunun tartışılacağı toplantıya hepiniz hoş geldiniz diyorum. Hepinizi sevgi ve saygılarımla selâmlıyorum. Hayatın elli beş senesine tanıklık etmeye çalıştık bu ülkede. Bu konuların ülkemizde bilinmediği, anlatılamadığı düşüncesinde değilim. En azından bizim yaşadığımız Türkiye’de radyo vasıtasıyla, gazete vasıtasıyla, bu konuda yazılmış kitaplar vasıtasıyla, okullarımızın yani İlâhiyat Fakültelerimizin, Diyanet teşkilâtımızın görevleri vasıtasıyla bu ülkenin kürsülerinden, camilerinden zaman zaman naklen yayın yapılan işte televizyon yayınlarından bir şekilde Türkiye’deki yaşayan toplumun kural bazında belki de olsa sünneti bildiğini veya anlatıldığını ben düşünüyorum. Özellikle salonun dolmuş olması, bu konuda bu ülkede çok insanın ilgi duyduğu, heyecanla belki bilgilerini pekiştirmeye yani yönelik katılımı veya bu işi daha ileriye götürme bazında katılımı benim hoşuma gitmiştir. Bana heyecan veriyor. Sanıyorum bu toplantıya katılan herkese de aynı heyecanı yaşatıyor olsa gerek. Ama hepinizin takdir edeceği, göreceği gibi veya gördüğü gibi toplumsal hayatımızda, sıkıntı bu ülkede. Tabi sebebi nedir bilmiyorum, inşallah ben de bu toplantıya katılmaya çalışacağım bugün ve yarın. Onu doğru bir şekilde öğrenmeye çalışacağım. Benim bulunduğum görev münasebetiyle Kur’ân-ı Kerîm’den âyet ve hadis okuma şansım yok biliyorsunuz. Ve yanlış yorumlanacak onun için okumayacağım ama hep biliyorsunuz şu manaya gelen âyet-i kerîme var: ‘Yaşamadıklarınızı veya yapmayacaklarınızı niye söylüyorsunuz?’ Sanıyorum bütün sıkıntı bu. Bizim ülkemizde dilde çok güzel anlatılıyor, yani lâfta herkes var, herkes çok ahkâm kesiyor, ama hiç kimse muhtemel söylediğini yaşamıyor. Yaşamayınca da insanlar üzerinde etkili olmuyor. Şimdi cuma günleri vaaz edilecek. Cuma vaazı var diye cemaat erkenden camiyi dolduruyor. Tabi amaç orada sanıyorum hatibi dinlemek. Ama hatibi dinlemek için giden cemaatin uyuduğunu görüyorsunuz camide. Çünkü tam aksi olması lâzım. Yani hatibin cemaati heyecandan zangır zangır titretmesi lâzım. Ama aksine hiç etkilemiyor, karşılıklı bir herhalde etkileşim olamıyor nedense olamıyor. Tabi işte ben zannediyorum, bugün burada onun sebebi söylenecek. Cemaat uyuyor, belki de abdesti de bozuluyor ama cemaat onun da farkında bile değil. Kamet edildiği zaman namaza başlıyor, hiçbir şey olmamış gibi. Şimdi hatırlarsanız 1070’de Anadolu’ya gelen alperenlerin o ashâb-ı kirâm’ın örnek yaşamı gibi insanlığı veya o anda Anadolu’da yaşayan insanları hayran bırakan yaşam şekli özde ve sözde bir davranış Anadolu’nun Protokol Konuşmaları 19 Türkleşmesine sebep olmuştu. Ama tabi belli bir tarih süreci geçtikten sonra hepimiz işte okuduk yazdık neyse, anlayabildiğimiz kadarıyla. Bugün maalesef diyeyim, belki ben mi yanlış algılıyorum, aynı davranışı bu ülkenin -belki ülkenin nüfusunun tamamından bekleyemeyiz amabeklenen insanların davranışlarında göremiyoruz. Zannediyorum işte bu yani o Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetin mealinde olduğu gibi ‘Yapmayacaklarınızı, yaşamadıklarınızı niye söylüyorsunuz?’ manasına gelen durumumuzdan dolayı veya tanımlamadan dolayı konuşmaların, hitabetlerin ülkemiz gençliği üzerinde, ülkemiz insanı üzerinde etkili olmadığı kanaati bende var. Tabi her konuya olumsuz yaklaşma, bakma gibi bir gaye, düşünce taşımıyorum. Böyle güzel şeyler var ama ben şöyle düşünüyorum, yani en az elli senedir bu ülkede işte televizyonlarla, gazetelerle, iki yüz bine yaklaşan devlet teşkilâtımızın mensuplarıyla, İlâhiyat Fakültemizin elemanlarıyla bu kadar anlatılmaya rağmen toplumdaki ahlâkî yaşam seviyesinin kalitesini, İslâm’ı yaşama şeklinin çok daha farklı olması gerektiği sanki bende var. Ama tabi esas hastalığımız nerde, sanıyorum işte bu sempozyum münasebetiyle bunun da vardır tahmin ediyorum yani bu konuşmalarda. Verilecek sempozyumlarda bunların mutlaka sebebi olmalı, inşallah vardır ama yoksa da, kafayı yorup bunu çözümlememiz lâzım diye düşünüyorum. Yani Türkiye’nin sıkıntısı bu olsa gerek diye düşünüyorum. İnşallah buna, bu toplantıda, bu sempozyumda çözüm bulunur. En önemli sosyal sorunun da bu olacağı düşüncesi hâkim bende. Yine biliyorsunuz, eğitimin adı soyadı ne olursa olsun, benim inancımda, benim anlayışımda ‘Üzüm üzüme baka baka kararır’ atasözü çok etkilidir. Sizin evlâtlarınız hangi okula gidiyorsa gitsin devamlı anne ve babayı gözetliyor. Onların hareketleri kontrol altında. Eğer siz evlâtlarınıza karşı bir yanlış yapıyorsanız, işte ilk sizi yakalayan ve sizi sorgulayacak olan kişi evlâtlarınız olacaktır. Örnek; bu toplumda herkesin başına gelen bir hadiseyi söyleyeyim. Kişi sigara içer, ama akşam sabah evladına, ‘Evlâdım sigara sağlığa zararlıdır, sakın ha içme’ der. Aynı şeyi okuldaki okul müdürü yapar, müdür yardımcısı yapar, öğrencinin öğretmeni yapar. Ama akşam sabah okulun giriş kapısında sigara yoklaması yapılır. Tabi sigara içen çocuklara ceza verilir. Ama sen bunu yapıyorsan hangi mantıkla, hangi zihniyetle ‘içme’ diyorsun veya ‘içtim’ diyen çocukları cezalandırıyorsun. Tabi bu bir çıkmaz, yani kördüğüm, böyle kör dövüş. Öyle yaparsanız sonuca ulaşamazsınız. Onun için mutlaka ve mutlaka yaşamamız lâzım. Yani kürsüden konuşan hatip, profesör arkadaşlarımız, aile büyükleri, anneler, babalar, söylediklerini, evlâtlarına anlattıklarının tersini yapıyorlarsa emin olun ki, hiç bir şekilde çocuklar üzerinde etkili olmuyor. Tabi, bu çok ulvi bir konu, dedim. ‘Rabbim beni terbiye etti’ diyen âlemlerin en büyük peygamberi olan Peygamberimizin ahlâkı, yaratılmışların en mükemmeli ve onun daha üstünde bir ahlâk düşünülemiyor. Çünkü ne diyor peygamberimiz: ‘Beni Rabbim terbiye etti’ diyor. Ve kendisi ne diyor: ‘Ben mükemmel olan ahlâkı tamamlamak için gönderildim’ diyor. İşte bunun adı sünnet. Eğer öyle bir 20 Protokol Konuşmaları sistemi algılayabilir, hem kendi hayatımıza yani kişisel hayatımıza hem de toplum hayatına -çünkü insanlar biliyorsunuz toplumsal yaşamak zorundadır, beraber yaşamak zorundadır- toplum hayatına bunun uygulayabildiğimiz zaman zaten ideali yakalamış olacağız inşallah. Bunun gayreti, çabası içerisinde olan herkesin düşüncesi çok muazzam bir düşüncedir, çok ideal bir düşüncedir. Bu konuda yapmanın ötesinde düşünmek bile bana göre çok güzel şeydir. Bu konuyu düşünenleri, uygulamaya geçmek için çaba gösteren herkesi Sayın Dekanımız ve arkadaşlarını bu vesileyle de olsa Konya’mıza teşrif eden saygıdeğer misafirlerimizi ve sizleri, hepinizi bu düşüncenin en azından savunucuları, inanıcıları olarak telâkki ettiğimden dolayı sevgi, saygıyla tekrar selâmlıyorum, başarılı olmanızı can u yürekten diliyorum. Allah ne muradınız varsa versin. Saygılar tekrar. Protokol Konuşmaları 21 DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ’İN SELÂMLAMA KONUŞMASI Ülkemizin, milletimizin dinî hayatını, manevî hayatını, kültürel hayatını ilim temeli üzerine oturtmak için hayatını vakfeden Çok Saygıdeğer Hocalarım, Hanımefendiler, Beyefendiler, Sözlerime başlarken hepinizi saygıyla selâmlıyorum. Sözlerimin başında Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hocamızın her birinize ayrı ayrı selâmlarını, hocalarımıza hürmetlerini iletmeyi bir vazife addediyorum. Pek Saygıdeğer Dinleyenler, Milletleri millet yapan değerler vardır. Milletleri millet kılan sevgiler vardır, sevdalar vardır. Bu değerlerin başında ortak dil, ortak tarih, ortak kültür, ortak coğrafya gibi sayabileceğimiz pek çok unsur sayılabilir. Ancak tarih bize şunu göstermiştir: İnancını, manevî hayatını, dinî hayatını kaybeden toplumlar, milletler, tarih sahnesinde onları millet kılan diğer bütün unsurlarını da kaybetmeye mahkûm olmuşlardır. Dinini, inancını, manevî hayatını, ahlâkî hayatını kaybeden milletler dilini de kaybetmiştir, kültürünü de kaybetmiştir, vatanını da kaybetmiştir, coğrafyaya olan bağlılığını da kaybetmiştir. Bu sebeple elbette özellikle bizim milletimizin en büyük ortak değeri inancımızdır, manevî hayatımızdır, kültürel hayatımızdır. Ve inancımız, dinimiz, manevî hayatımız, milletimizi millet kılan diğer unsurların da en büyük bekçisi ve koruyucusu olmuştur. Elbette bu manevî değerlerin, manevî ortak değerlerimizin başında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ya olan sevgimiz, ona olan bağlılığımız, ona olan imanımızdır. Bu sebeple özellikle bu değerlendirmeleri yaparken, milletleri millet kılan ortak değerleri birbirine karşıt unsurlar olarak göstermek, dinî değerleri, manevî değerleri millî değerlerin karşısına alternatif olarak göstermek, birine sahip olanı diğerine karşı gibi göstermek asla doğru değildir. Bu değerlerin başında, bu ortak değerlerimizin başında şüphesiz, milletimizin Sevgili Peygamberimize olan sevgisi, büyük sevgisi yatar. Ancak bizim bu sevgiyi doğru bilgiye dönüştürmemiz lâzım. Bizim bu doğru bilgiyi Peygamberimizi anlamaya ve tanımaya dönüştürmemiz lâzım. Sayın Valimizin ifade ettiği o mükerrem ahlâkı çağımıza taşıyabilmek için, bu çağın değerleriyle buluşturabilmek için aynı zamanda onu tanımak gerekiyor, onu anlamak gerekiyor, örnek almasını bilmek gerekiyor. Eğer örnek almasını bilmezsek örnek olamayız. Örnek almasını bilmeyenler örnek olamazlar. İşte bu örnekliği ortaya koyan da Sevgili Peygamberimizin Medine hayatından bugüne kadar, kıyamete kadar gösterdiği yolun adı olan sünneti konuşmak üzere bir araya gelmiş 22 Protokol Konuşmaları bulunuyoruz. Ülkemizde bu ilmin öncülüğünü yapan iki büyük hocamız biraz sonra bizlere hitap edeceklerdir, onun için ben sözümü burada hemen noktalamak istiyorum. Konya İlâhiyat Fakültemizin Saygıdeğer Dekanı ve arkadaşlarının düzenledikleri bu sempozyumun milletimizin en büyük ortak değeri olan Sevgili Peygamberimizi daha iyi anlamamıza, daha iyi örnek almamıza, onun mesajlarını çağımıza daha güzel bir şekilde taşımamıza vesile olmasını diliyorum. Bireysel ve toplumsal değişime olan katkısını, tarihte ve bugün örnek bir ahlâkî yaşantının oluşmasına vesile olması için sempozyumun başarılı geçmesini diliyorum. Katılan bütün ilim adamlarını, bütün hocalarımızı saygıyla selâmlıyorum. Hepinize saygılar sunuyorum. 23 Açılış Konuşması SEMPOZYUM AÇILIŞ KONUŞMASI Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Saygıdeğer Misafirler, Bizleri yaratan, hidayet elçisi peygamberleri ve onlara gönderdiği ilâhî öğretileri vasıtasıyla doğruya ve hakka ileten Yüce Rabbimizin adıyla, O’na sonsuz hamd ü senalarda bulunarak, sünnet-i seniyyesi ile bizlere ve bütün bir beşeriyete örnek olan Sevgili Peygamberimize binlerce salât ve selâm ederek ve hepinize saygı ve muhabbetlerimi sunarak başlıyorum. Bildiğimiz gibi Peygamber Efendimizin sözleri, fiilleri ve davranışlarını ifade eden sünnet, İslâm âlimleri tarafından Kur’ân- Kerîm’den sonra İslâm dininin ikinci temel kaynağı kabul edilmiştir. Ve dün olduğu gibi bugün de bireysel ve toplumsal anlamda bizlere sunulan bir yaşama modelidir. Bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşümün en emin, en kesin ve en kestirme yoludur. Dün “putlara tapan, sefihçe yiyip içen, fuhuş bataklığında yüzen, akrabalık, hak-hukuk nedir bilmeyen, komşuluk ilişkilerinden nasipsiz, içlerinden kuvvetli olanların zayıfları âdeta yiyip bitirdiği”, menfaat duygu ve ilişkilerinin her şeyin önünde olduğu, sömürüye dayalı, bu sebeple de temelleri haksızlık, ahlâksızlık, kin ve nefret üzerine kurulmuş bir toplumu, sadece ilim, medeniyet ve kültürden uzak olduğundan değil, aynı zamanda haktan, hakikatten de mahrum bulunduklarından “Cahiliye” diye adlandırılan bir toplumu, öylesine bir değişime tâbi tutmuştu ki sünnet, beşer tarihinde emsali bulunmaz bir dönem ortaya çıkmıştı: Asr-ı Saadet… En geçerli ve gerçekçi metotları uygulayarak, hikmetle, güzel öğütle, basiret ve firasetle Rabbinin yoluna çağıran Sevgili Peygamberimiz, yeni bir şahsiyet inşa etmiş, Müslümanlara yepyeni bir kimlik ve kişilik kazandırmıştı. Nitelikli bireylerden oluşan İslâm aileleri, müâhât (kardeşleştirme) örneğinde gördüğümüz gibi, kurşun dökülerek birbirine raptedilmiş yapı taşları misali, eşsiz bir kaynaşma ve dayanışma içerisinde sağlam bir toplum meydana getirmişti. Hazreti Peygamber’in sünneti sayesinde özgün bir toplum tesis edilmişti. Biz biliyor ve inanıyoruz ki; peygamberlerin sonuncusu ve mührü (Hâtemü’l-Enbiyâ) olan Rasûl- Ekrem Efendimizin çağlar ve mekânlar üstü özelliğe sahip evrensel mesajı; şahsiyeti bireylerin oluşmasına, huzur, barış, hak ve adaletin hâkim olduğu sevgi toplumlarını inşa edilmesine muktedirdir ve esasen bunu gerçekleştirmenin yegâne yoludur. Açılış Konuşması 24 Bu noktada bize düşen görev, sünneti iyi anlamak ve yaşanılır kılmaktır. Ancak esefle belirtelim ki, değil yabancılar, Müslüman halk kitleleri hatta İslâm araştırıcıları arasında bile sünnetin anlamı, kapsama alanı ve konumu noktasında farklılıklar, ayrılıklar, çarpık ve yanlış anlayışlar görülebilmektedir. Meselâ bazı çevreler ve kişiler, sünnet algısında önemli bir sınırlandırma ve hatta doğurduğu sonuçlar açısından basite indirgeme cihetine gitmektedirler. Bunlar nezdinde “sünnet” denilince çoğu zaman ya sadece erkek çocuklarımıza uyguladığımız merasim (hıtân) anlaşılmaktadır –ki böyle anlaşılması korkusuyla sempozyumumuzun üst başlığını “Sünnet Sempozyumu” değil de, arkadaşlarımızın ikazı ile “Hadis ve Sünnet Sempozyumu” şeklinde belirledik- ya da sakal bırakmak, sarık sarmak, cüppe giymek, yemeğe tuzla başlamak gibi uygulamalar akla gelmektedir. Bunların bir kısmı veya hepsi Peygamberimizin tatbik ettiği hususlar olabilir. Yanlış anlaşılmasın, ben “Bunlar sünnet değildir!” demiyorum. Ancak sünnetin asıl hedeflediği değişim ve dönüşüm, kafa, gönül ve ruhlarımızda gerçekleşmemiş ise, sünnet adına dışa yansıtılmaya çalışılan birtakım uygulamalar, ya göstermeliktir, ya da şekilci bir anlayıştan kaynaklanan, özden uzak, ruhsuz davranışlardır. Böyle bir sünnet telâkkisinde art niyet olmasa bile, en azından anlam kayması söz konusudur. Oysa ki Sünnet, inançtır. Sünnet, kulluktur. Sünnet, güzel ahlâktır. Sünnet, insanlar arası iyi ilişkilerdir Sünnet, eylemdir. Sünnet, hayattır, Sünnet memattır. Ölüm öncesine de, ölüm sonrasına da ışık tutan bir kandil, nur saçan bir lamba, sönmeyen çerağdır Sünnet… Sünnet inançtır. Çünkü Allah’a imanın en halisini, muhabbetullahın en hasını, Allah ile merbutiyetin en naziğini, O’na tevekkülün en sonsuzunu bize örnek olarak Rasûl-i Ekrem Efendimizin sözleri, fiilleri, davranışları yani sünnet vermiştir. Sünnet, kulluktur. Zira aşırılıktan uzak ama sürekli Yüce Yaratan’a yönelip, yalnızca O’na kul olmanı, O’nun rağmına hiçbir şeye bağlanıp boyun eğmemenin, O’na devamlı teabbüdün şaheser numunesi Efendimizin sünnetidir. Sünnet, güzel ahlâktır ki, Sevgililer Sevgilisi “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur. Ve Ulu Yezdânımız “Kuşkusuz sen, yüce bir ahlâk üzeresin” diyerek onaylamıştır onu… Sünnet, insanlar arası iyi ilişkilerdir. Çünkü Peygamber Efendimizdir hakları gözeten, hukuka riayet eden, sosyal dengeyi kollayan, toplumda sevgi ve saygıyı yerleştiren, yardımlaşma ve dayanışma duygularını tesis Açılış Konuşması 25 eden, farklı inanç mensuplarına dahi düşünce ve vicdan özgürlüğü tanıyıp, hoşgörü ile muamelede bulunan… Sünnet, eylemdir. Zira Rabbinden aldığı “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar!” emri üzerine Hazreti Peygamber sıcak yatağını terk etmiş, miskin miskin yorganına sarılmak yerine rahatını, şöhretini, ticaretini ve menfaatlerini bir tarafa bırakarak, gece gündüz demeden, durup dinlenmeden, usanıp yılmadan, azimle ve şevkle insanları düştükleri sapıklıktan kurtarabilmek için olanca gayretiyle çaba sarf etmiş, hakka çağırmıştır onları… Kendisine yöneltilen alaylar ve suçlamalar, akla gelmedik engellemeler, insaf ve vicdana sığmayan baskı, eziyet ve işkenceler, komplolar, saldırılar yıldırmamıştır onu. Çünkü eylem peygamberidir o. Attığı her adımı hesaplı, bütün faaliyetleri planlı, stratejisi belirli ve başarılı bir eylem peygamberi… Dolayısıyla sünnet, hayatın bütün alanlarını kapsar ve Sevgili Peygamberimiz “Yaşayan Kur’ân” sıfatıyla beşer hayatının bütün alan ve safhalarında emsalsiz bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirmiştir ve eşsiz bir inkılâbı başarmıştır. Dünyanın dört bir tarafında ve özellikle İslâm ülkelerinde hâkim bulunan işgaller, savaşlar, insanlık suçları, açlık, sefalet, yaygınlaşan ahlâksızlık, sıradanlaşan bireysel ve toplumsal bunalım ve açmazlar, eğer gönüllerimize acı veriyorsa, Hazreti Peygamber’in sünnetini iyi anlamaya ve onun bütün beşeriyete sunduğu evrensel mesajına kulak vermeye muhtacız. “Kurumsallaşan yapısı ile ulusal ve uluslar arası alanda akademik bilgi üretip paylaşan ve gerek ulusal gerekse uluslar arası kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde problemlerimize çözüm üretmeyi gaye edinmiş olan” Fakültemiz, sizlere sunmakla gurur duyduğumuz bu sempozyum dolayısıyla gelenekselleşme yolunda bir adım daha atmış bulunmaktadır. Malumunuz olduğu üzere geçen sene hemen hemen aynı tarihlerde 12-13 Mayıs günlerinde “Kur’ân Sempozyumu” üst başlığı altında “Kur’ân’ın Farklı İnanç Mensuplarına Yaklaşımı” gibi çok önemli bir konuda bir sempozyum gerçekleştirmiştik. Bu vesile ile geçen sene icra ettiğimiz Kur’ân Sempozyumu kitabını Konya İlâhiyat Derneği adına neşrettiğimizi bilgilerinize sunmak isterim. Geçen sene sempozyuma katılanlar hatırlayacaklardır, her yıl bir sempozyum düzenleyeceğimize söz vermiştik. Kur’ân Sempozyumu’nun ardından Hadis ve Sünnet Sempozyumu’nu gerçekleştirme lütfunu bizlere bahşeden Yüce Rabbimize şükürler olsun. İnşallah önümüzdeki yıllarda Sîret, Fıkıh, Kelâm, Din Sosyolojisi gibi alanlarda geleneksel bir şekilde bilimsel etkinlikler icra etmeye devam edeceğiz. Böylelikle tecrübe de kazanıp, daha az kusur ile daha faydalı faaliyetler gerçekleştireceğiz inşallah. Bu vesile ile bu sempozyumun icrasında ortaya çıkabilecek hata ve kusurlarımız için peşinen af ve özür diliyorum. Bu meyanda bir hususun tavzihinde fayda mülâhaza ediyorum: Sempozyum davetiyemizin arka sayfasında yer alan “Peygamber Efendimizin Nübüvvet Mührü” ifadesindeki “Nübüvvet” kelimesi zâiddir. 26 Açılış Konuşması İfade “Peygamber Efendimizin Mührü” şeklinde olmalıdır ki, yüzüğünün kaşına nakşettirdiği bu ifadeyi Peygamberimiz komşu devlet hükümdarlarına gönderdiği İslâm’a davet mektuplarında mühür olarak kullanmıştır. Davetiyede bu mührün altında verilen açıklama cümlelerinden de Hazreti Peygamber’in sırtında iki kürek kemiği altında yer alan ve aslında üzeri tüylerle kaplı kırmızımsı et beninin üstünde bu ibarenin yazılı olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Böyle bir husus doğru değildir. Kaynaklarımızda “Nübüvvet mührü” olarak belirtilen bu et beni, Allah Rasûlünü diğer insanlardan ayırt etmeye ve onu tanımaya yardımcı olabilecek bir bendir. Bu tavzihin ardından, sempozyumumuzun günümüz insanının gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatında yaşadığı sıkıntıları sünnet sayesinde giderme yolunda atılan adımlara anlamlı bir katkı sağlayacağı inanç ve temennisiyle ülkemizin dört bir tarafından zahmet edip gelen çok değerli bilim adamlarımızın her birine ayrı ayrı “hoş geldiniz” diyor, sonsuz teşekkürler ediyorum. Sempozyumun gerçekleşmesinde bize büyük destek veren Meram Belediye Başkanımız Refik Tuzcuoğlu Bey’e, Başkan Yardımcısı M. Emin Tokpınar’a, Kültür Müdürü Safa Zorlu’ya ve ekibine, İl Müftümüz Mustafa Kutlu Bey’e, sempozyumun organizesini üstlenen Hadis Anabilim Dalımızın tüm öğretim üyelerine, bu çerçevede Prof. Dr. Bilal Saklan ve Prof. Dr. Zekeriya Güler Bey’e, özellikle her işe koşturan Dr. Ömer Özpınar kardeşimize diğer tüm hizmetlerin ifasında canla başla çaba sarf eden fakültemizin tüm öğretim elemanları ve personeline teşekkürü bir borç biliyorum. Bu arada tebliğ ve müzakereleri dikkat ve ilgi ile izleyeceğine, soru ve katkılarıyla sempozyuma canlılık kazandıracağına inandığım siz dinleyicilerimize teşekkür ediyorum. Bu son derece önemli konuyu ve her biri alanının yetkin bir uzmanı olan değerli ve tanınmış bilim adamlarımızın araştırmalarını ve düşüncelerini kamuya, halkımıza intikal ettirme gibi mühim bir görevi üstlenen basın ve yayın kuruluşlarımızın değerli temsilcilerine şükranlarımı arz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. BİRİNCİ OTURUM İSLÂM’IN DOĞRU ANLAŞILMASINDA VE YAŞANMASINDA SÜNNETİN YERİ 28 BİRİNCİ OTURUM İSLÂM’IN DOĞRU ANLAŞILMASINDA VE YAŞANMASINDA SÜNNETİN YERİ Prof. Dr. Mehmed Said HATİBOĞLU’nun Konuşması ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ رب اﺷﺮح ﱄ ﺻﺪري وﻳﺴﺮ ﱄ أﻣﺮي واﺣﻠﻞ ﻋﻘﺪة ﻣﻦ ﻟﺴﺎﱐ ﻳﻔﻘﻬﻮا ﻗﻮﱄ Konya’mızın Pek Muhterem Hanımefendileri, Beyefendileri, Bendenize, ‘hocam küçük bir terceme-i hâlinizi okumaya ihtiyaç var’ dedikleri zaman, ‘ben’ dedim, ‘birkaç kelimeyle kendimi tanıtırım, lüzum yok, dedim. O vaadimi yerine getireyim: Bu zat, Burdur’da 1933’te doğmuş, oranın meşhur âlimi Hatib Hoca’nın dört oğlundan en küçükleri, ikisi, küçükleri diyorum, çünkü ikiz doğmuşuz. İkizim benden daha meşhur. Onu musiki sahasında tanıyorsunuz: Ahmet. Babam Burdur’un büyük bir âlimiydi, ama biz kendilerinden hemen hemen hiç istifade edemedik. 1945 senesine geldiğimizde bendeniz sanat okuluna başladım. Niye? Çünkü babamın çektiklerini gören ağabeyim, bari bu çocuk mühendis olsun da bu zulümlerden kurtulsun, demiş. Oraya gönderdi beni. Fakat 45’te babam vefat edince, evde kalan odalar dolusu kitabın bir varisi, ilmî varisi olması gerekiyordu. Ben o okuldan ayrıldım, 2’den ayrıldım. Orta 1’den tekrar başladım. Henüz Türkiye’mizde hiçbir, küçüğünden vazgeçtik, büyük sayılabilecek hiçbir İslâmî denen okul yoktu. Gençlerimiz, geçmişimizi bilmedikleri için, hiç olmazsa o yılları tanıyan kişilerden bunları duymalarında fayda var. 1924’te Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çıktığı zaman onun bir âmir hükmü İstanbul Dârü’l-Fünûnu’nda bir İlâhiyat Fakültesi açılması idi. 2425’te açılan o İlâhiyat Fakültesi 1933’te yani benim doğduğum sene yapılan üniversite inkılâbı ile üniversitenin dışına atılmıştır. 1933’ten 1949’un sonlarına kadar Türkiye’de hiçbir İlâhiyat Fakültesi yoktu. Ama İlâhiyat Fakültesi açılmasını emreden o kanun vardı. O kanun ortadan kaldırılmamıştı. O kanun bugün devrim kanunları arasında anayasamızda bile var- 30 Birinci Oturum dır. Memleketimiz İslâmî açıdan, bilgi açısından, kültür açısından sıfırını tüketmiş durumdaydı. Vatandaş ‘Ölülerimizi kaldıracak imam bulamıyoruz’ şikâyetiyle merkeze başvurmaya başlamıştı. Bu devirler hikâye gibi gelir insanlarımıza. İnsanımızın akidesine müdahale ediliyordu. Hatta ezanını orijinal haliyle okumasına izin verilmiyordu. Ben kardeşim Ahmet’le bizzat ‘Tanrı Uludur, Tanrı Uludur’ diye çok ezanlar okumuş bir kimseyim. Kur’ân-ı Kerîmleri saklayarak mahalle imamından öğrendiğimizi hâlâ unutmadım. Burdur’umuzda lise olmadığı için ağabeyim beni İzmir’e götürdü. İzmir Atatürk Lisesi’nde okuyorken kütüphanesinden bir tarih kitabı aldım. Rasûlullah’ın adı nasıl geçiyor diye baktım. Hiç inanamayacağınız bir cümle okuyayım, aklımdadır hâlâ, bu devirlerde Peygamberler Peygamberi dediğimiz o zatın ismine ‘Hazreti’ kelimesini bile zaid addederlerdi, yazmıyorlardı. “Muhammed” diyor, “kırk yaşına geldiğinde, kendi bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine vatandaşlarını davet etmeye başladı.” Bu cümlede başlıca iki tane küfür var. Siz İslâmiyet’i Kur’ân’ı Peygamber’in kendi bulduğu bir din ve kitap derseniz kâfir olursunuz. “Doğru olduğuna inandığı” diyor. ‘Pek doğru değil ama o öyle inanıyor’ diyor. Şimdi bu zihniyetle bu memleketin evlâtlarını yetiştirmeyi tensip buyurmuşlar. Bu zihniyetin yetiştirdiği evlâtlar irşad olabilecekleri, kültür edinebilecekleri hiçbir İslâmî müesseseye sahip değillerdi, tekrarlıyorum. Zaruri olarak vatandaşın cebriyle Ankara’da ilk defa fakülte açıldığında 4950 diyorum, 600 sene bu dünyada İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan bizlerin içinde bu fakültede Tefsir, Hadis dersi verebilecek bir tek hoca yoktu, bir tek. Fakültede bu dersi okutacak hoca olmadığı için de Dogmatik İlimler Kürsüsü diye bir kürsü kurulmuş. O kürsüye Saraybosnalı bir âlimi getirdiler. Konya’mız o zatı tanır: Tayyib Okiç merhum. Paris’te doktora yaptıktan sonra memleketine babasının hastalığı vesilesiyle dönmüş, bizim Belgrat sefaretinde tercümanlığa başlamış, Almanlar Belgrat’ı işgal ettiklerinde Türk sefaretini enterne edip Almanya’ya götürdüklerinde hoca da içlerinde. Vatanından ayrılmış, türlü zahmetler, çilelerle Türkiye’ye geldikten sonra bir daha Türkiye’den gidemedi. Ancak cenazesi gitti. O zatın Konya’ya da şeref verdiğini biliyoruz. Sayın Hocamız onun en yakını, en büyük Konyalı hocalarından. Peki, biz fakülteye geldik de İslâmiyet’i öğrenebildik mi? ‘Kimden öğreneceksin?’ diyeceksin sen. Karşımızda bir ansiklopedi bulduk: İslâm Ansiklopedisi. Bu ansiklopediyi biz yazmadık, bunu müsteşrik dediğimiz adamlar yazdı. Dünyada hiçbir dinin ansiklopedisini o dinin dışında olan adamlar yazmamıştır, İslâmiyet müstesna. Biz onu tercüme etmek zorunda kaldık. Sadece Türkiye değil, Mısır tercüme etti Arapça’ya. O adamların yazdıkları İslâmiyet’le İslâm’ı öğrenmeye çalışan bir gençlik yetişti. Bu gençlik demokrasiye kavuştuğunu zannettiği devirlerde İslâm adına Müslümanları gerici olarak vasıflandırdı. Şimdi yeni yenilerde hortlayan tabirlerle mürteci, irticacı. Bu İslâm’dan bihaber adamların gözünde ilericilik neydi? Ezanı Türkçe okutmaktı meselâ. Ezan senin vazifen mi arkadaş? Birinci Oturum 31 Senin derdin mi? ‘Evet, diyordu. Hiç unutmam, rahmete vesile olsun. 60 ihtilalinden sonraki Diyanet reislerimizden Hasan Hüsnü Erdem Hocamız bizim fakültede de dersler vermeye başlamıştı. Bir gün geldi, bizim odada, küçücük bir odada 4 kişi oturuyoruz. Ben yalnızım. ‘Bugün ne oldu biliyor musunuz?’ dedi. ‘Buyrun hocam ne oldu?’ İhtilâl var ya artık, olmuş. Gazeteciler hemen Diyanet İşleri’ne yığılmışlar. İlk sordukları şey ‘Hocam ezan ne zaman Türkçe olacak?’ ‘Ne dediniz hocam?’dedim. Dediğini anlattı hoca. ‘Peki’ demiş. ‘Yarından tezi yok size bir camii tahsis edeceğim, orada ezan da Türkçe okunacak, namaz da Türkçe kılınacak. Bir ricam var.’ demiş. ‘İçinizden kim gelecek?’ demiş. ‘Parmak kaldırsın’ Hiçbir parmak kalkmamış. Onun üzerine hocam demiş ki, ‘Demek ki’ demiş ‘Bu iş lüzumsuzmuş.’ Gazetecimizin derdi bu. Bu derdi o kendisi uydurmadı, geçmişinden öğrendi geldi. Peki, biz ne yaptık? Emin olun tefsirimizi hadisimizi o göçmen Tayyib Hoca’dan öğrenmeye çalıştık. Tayyib Hoca’nın ilk asistanları Hadis sahasında Talat Koçyiğit ağabeyimizdir. İkincisi ben idim. Üçüncüsü daha sonra geldi, gerisi. Şimdi elimizde Rasûlullah’ı öğretecek doğru dürüst bir kaynak yoktu. Batılılar yazmışlar, pek çok yazmışlar, senin ansiklopedini yazıvermiş bir millet var karşında. Batı’yı tanımadan, Batı’nın İslâm hakkında ne söylediğini anlamadan onlara karşı yekvücut bir İslâm kültürünü takdim edebilmenin imkânı yoktu. Çünkü onlar üç asırdır, en az üç asırdır İslâm’da söz sahipliğine soyunmuşlar, bizden ses seda yok. Biz medreselere çekilmişiz, ilmihal okumuşuz. Hâlbuki İslâm’ın ilmihalde öğretilen bir namaz abdestin dışında küllî, âlem şümul bir hedefi var. İslâm, Peygamber Efendimizin de ifade buyurdukları gibi, getirdiği Kur’ân’ın pek çok âyetinde ifade edildiği gibi, âlem şümul bir dindir. Peygamber aleyhisselâm ‘rahmeten li’l-âlemîn’dir. Âlemlere rahmettir. Beşîrdir, nezîrdir. Peki, bu Peygamberi âlemlere nasıl tanıtacaksın, kendin bilmeden? Burada söylediğim husus şuydu: Biz hocasız geldik fakülteye. Ama bugün görüyoruz ki memleketimizde -hamdolsun- hocam kaça çıktık İlâhiyat Fakültesi olarak? 30-40 var garanti herhalde. Hamdolsun, bu fakültelerde binlerce öğretim üyesi yetişti. Asistanından, doçentinden, profesöründen diyelim. Ama hâlâ İslâm’ın temsilciliğini yapabilecek bir kültürel seviyeye ulaştığımızı, ben en yaşlılarından olarak söylemek istiyorum, durumda değiliz. Burada hocalarımız muhakkak sünnetin getirdiklerini, cemiyete verdiklerini anlatacaklar da bir de acaba biz sünnetin aleyhinde neler yaptık? noktasına temas etmeyi daha doğru buldum. Hepinizin bildiği bir hadiseyi hatırlatayım. Rasûlullah aleyhisselâm daha Mekke’yi fethetmeden Hudeybiye Antlaşması’nın akabinde, hicrî 6 tarihi, (628 M.) Benden önce de bahsettiler, tanıdığı yakın dünyanın merkezlerine İslâm’a davet mektupları gönderdi; Mısır’a, Bizans’a, İran’a, Habeşistan’a ve diğer kabilelere. Ve buraya gönderdiği İslâm davetçilerini de gönderilen ülkenin dillerini bilen kimselerden seçti. Yani Arapça’nın 32 Birinci Oturum dışında dil bilmek demek İslâm kültürünü yaymanın birinci şartlarından birisi. Şimdi biz ne yaptık? Rasûlullah âlemlere rahmet bir olmasının şuurunda bir peygamber olarak İslâm nimetini bütün insanlığın malı olarak görüyordu. Bütün insanlığın bundan nasibdâr olmasını İslâm’ın bir şartı olarak görüyordu da bizler bu hedefi devam ettirebildik mi, gerçekleştirebildik mi? Ben buna hayır diyorum, yapamadık. Birinci asrın sonlarında Yahudi ve Hıristiyan cemaatleriyle, onların din adamlarıyla karıştıktan sonra bizde de bir din adamlığı sınıfı oluşmaya başladı. Onların rahibi varsa, hahamı varsa bizde de öyle bir şey olsun diye. Hâlbuki pek çoklarına zıt gelebilecek kelimemi, cümlemi tekrarlayayım: İslâm’da din adamı diye bir şey yoktur. Çünkü her Müslüman dininin adamı olmak durumundadır da onun için. Bana ilk itirazları şu oluyor: Ya hocam imam yok mu, müezzin yok mu, müftü yok mu? Var arkadaş, bunların isimleri din adamı mı? Hayır, müftü, vaiz, hatip. Bunların hepsi var İslâm’da. Hatta bir hatıramı anlatayım. Ankara’da bir kongre toplamışlar, Afet İnan Hanım başkanlığında bizim. Sonradan elim bir cinayete kurban gitti. Bir hanım doçentimiz de var. O zamanlar tutturdular, imamlara müezzinlere para vermek caiz değil devlet bütçesinden, çünkü İslâm’da din adamı yoktur. Peki, dayandıkları şey ne? ‘Lâ rahbâniyyete fi’ddîn’ buyurmuş çünkü peygamberimiz diyorlar bize. Orada bütün cesaretimi toplayarak çıktım kürsüye. Bu hadisi yanlış anladıklarını, bunun onların, sizlerin dediğiniz gibi olmadığını söyledim. Bunu pek çok vatandaşımız da yanlış anlıyor. Osman bin Maz’ûn isminde bir sahâbî kendisini zühd hayatına vermiş, dünyadan el eteğini çekmiş, gözü gördüğü yok etrafını. Hanımı geliyor Peygamberimize şikâyette bulunuyor: ‘Yâ Rasûlallah’ diyor, ‘Bizim Osman’ın bana bile baktığı yok.’ Çağırmışlar bu zahid Osman’ı, Halife Osman değil. ‘Bak Osman’ diyor, ‘Ben peygamber olduğum halde hem namazımdayım, hem orucumdayım, hem hanımlarım var, hem ِ ِ ﻟﻜﻢ ِﰲ yemem var, hem içmem var. Beni örnek almıyor musun?’ ٌﺣﺴﻨﺔ َ َ ﻟﻘﺪ ْ ََ َ َ َ ٌأﺳﻮة ُ َ ْ ُ َ ﻛﺎن َ ْ ُ رﺳﻮل اﻟﻠﻪ buyurmuyor mu Cenâb-ı Hak? Onun üzerine ‘İslâm’da rahbâniyet yoktur’ diyor Rasûlullah, yani rahip hayatı yoktur. Rahbâniyet demek bizimkilerin anladığı manada din adamı yoktur demek değildir. Ruhban hayatı yoktur. Rasûlullah kendi hayatı içinde bize Kur’ân’ın temsilciliğini yaptı. Ve şahsen şu çok mühim gördüğüm hususu belirtti. Allah biz insanlara iki dünya verdi, birisi muhakkak dünya, ötekisi de ebedî dünya. Bu muhakkak dünyaya biz ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ diyoruz. Kur’ân-ı Kerîm ifadesiyle ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ demek, en yakın hayat demektir. Dünya burada sıfattır, isim değil. Hayat kelimesi müennes dişi olduğu için sıfatı da dişidir. Biz bu hayatta ne yapabilirsek öteki ahirette onu bulacağız. Bu dünyanın bütün meseleleri Müslüman’ın meselesidir. İslâmiyet mescitlere, camilere hapsedilecek bir din değildir, bir hayat dinidir. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, ‘Yerlerde ve gökte her şeyi size musahhar kıldı, sizin emrinize verdi’ buyuran o Allah, bize bu dünya hayatında Allah’ın verdiği her şeyin istifadesini yapmamızı emrediyor, her şeyin bakın. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetlerinde ‘Namaz kılanlar cennetliktir’ filan diye kestirip atmaz, ama ِ ﻋﻤﻞ ِ ٍ َ َ ﻣﻦ ًﺻﺎﳊﺎ neyi söyler? Umumi ifadesiyle salih amelde bulunanı söyler: ذﻛﺮ َ َ َ ﻣﻦ َْ Birinci Oturum 33 ِ ﻋﻤﻞ ِ ٍ َ َ ﻣﻦ ًﺻﺎﳊﺎ söyler? Umumi ifadesiyle salih amelde bulunanı söyler:أﻧﺜﻰ َ ُ ذﻛﺮ َْأو َ َ َ ﻣﻦ َْ yani bu dünya hayatında salih amel yapan diyor ve ister kadın ister erkek yapsın diyor. Bakın dikkat buyurun cinsiyet farkı yok, salih amel farkı var. Bu salih amel, dünyevî hayatın her sahasına aittir. Peki, vaiz din adamı da mühendis din adamı değil mi arkadaş, doktor din adamı değil mi arkadaş, vali din adamı değil mi arkadaş? Kafalarımızı düzeltelim lütfen. Hıristiyanlığın din anlayışı ile İslâmî anlayışı karıştırmayalım. Ama iş gelip gelip de bu dünya hayatında bugünkü İslâm kitaplarında dediğimiz İslâmî kitaplarda sayılan, gösterilen, anlatılan İslâmiyet’in kâbil-i telif olup olmadığı meselesine geliyor. İşte bu mesele bizim asrımızın en büyük meselesidir. Biz bu kitaplarda anlatılan İslâmiyet’i nasıl tatbik edeceğiz? Ve yahut bu anlatılan İslâmiyet doğru İslâmiyet mi? İslâm dünyasının bugün içinde bulunduğu en büyük problem bu meselenin hallinde düğümleniyor. Bunun için de en azından 14 asırlık bir külliyata sahip bulunan bir kültür malzememizi elekten geçirmeye ihtiyaç var. Rasûlullah’ı anlatan kitap her zaman Rasûlullah’ı doğru anlatmıyor. Bunu böyle bilelim. En azından 40-50 senedir bu işlerin içindeyiz. Bu işlerle meşgul olan ulemamız var buralarda. Ama hakikaten insan ömrü buna yeterli oluyor mu? Ben ki yetmiş küsur yaşındayım. Gözlerim açık gideceğimi şimdiden söylüyorum. Babamın okumadığı kitapların on misli kitap basıldı şimdiye kadar. Bu kitapları okumak bizleri bekliyor. Bu kitapları okumadan, bu kitapların tahlilini, sentezini, tenkidini yapmadan herhangi küçük bir kitaptan neşriyat yapmanın İslâm’ın aleyhinde ve İslâm’ı yıkıcı tesirler uyandırabileceği kanaatini taşıyorum. Yani külâhımızı önümüze koyup düşünmek durumundayız. Bütün ilim adamlarımızın aynı kanaatte olduklarından ben şüphe etmiyorum. Bunlara yardımcı olmak zorundadır Müslüman ümmeti. Bunlar Allah rızası için çalışıyorlar. Allah’ın dinini bu dünyada hâkim kılmanın hedefindeler: ِ ِ ُ ﻳﻦ ِ ِ َْ ودﻳﻦ ِ ﻋﻠﻰ اﻟﺪ ِ ِ َ ﺑﺎﳍﺪى ﻛﻠﻪ َ َ ُﻟﻴﻈﻬﺮﻩ َُْ ِ ُرﺳﻮَﻟﻪ ُ َ أرﺳﻞ َ ْ ُ اﳊﻖ َُ َ َ َْ ﻫﻮ اﻟﺬي Allah, Rasûlünü bu hak din ile gönderdi, niçin? Bütün dinlere hâkim olmak üzere. Biz bütün dinleri geçtik, kendi memleketimize hâkim değiliz. Kendi memleketinde hâkimiyetten başlayarak bütün dinlerin hâkimiyetini ele geçirmek ancak kültürle, ilimle, irfanla ve ahlâkla olur. Cenâb-ı Hak bu yolda bizleri hidayet buyurmuş, o hidayete sahip olanlardan eylesin. Zamanımız çok dar, içimden geldiği gibi konuştum. Bana verilen belki bir vazife vardı, ona sahip çıkamadım, çok özür dilerim. İnşallah bundan sonra konuşacak hocalarımızla yapacağımız müzakerelerde bilebildiğim katkılarda bulunmak üzere huzurlarınızdan hürmetle ayrılmak istiyorum. Çok teşekkürler. Birinci Oturum 34 Prof. Dr. Ali Osman KOÇKUZU’nun Konuşması Muhterem Hocam, Muhterem İlim Adamları, Muhterem Misafirler, Hepinizi hürmetle ve sevgiyle selâmlıyorum. Kalan zamanda da hocamın konuşmasını ben arzu ederim. Eğer lütuf buyururlarsa konuşmaya devam edebilirler. Yalnız ben birkaç hususu söylemek istiyorum. Muhterem hocamla konuşacağımızı duyduğum andan itibaren birkaç kere aklıma geldi, ne konuşulabilir diye. O düşünce esnasında bu dünyanın ve Türkiye’nin son elli yıllık döneminin Hadis İlimleri ve İslâmî İlimler açısından anlatılması bir konuşma konusu olabilirdi. Zaman dar olsa da onu muhterem hocam yaptılar ve güzel de oldu. Tabi bu kısa başlıklar halinde geçti. Burada saatlerce, günlerce konuşulsa ve seminer halinde bu mevzular çalışılsa değer. Çünkü insanlar her an birinci kaynaktan yeni bilgiler almayı hiçbir zaman terk etmemeli. Hocamın temas ettiği Osmanlı ilim ananesi bildiğiniz gibi 1924’te kesilirken medrese adı altındaki kurumlarımız ve bir de ilmiye mensupları adı altında o kurumlarda çalışan görevlilerimiz vardı. Verilen istatistiklere göre 450 tane medrese kapatılmış. Medrese deyince, ben bir hususu arz edeyim; buraya gelen kişi kaç yaşında geliyor ve kaç yaşında mezun oluyordu? Osmanlılarda 5 veya 6 yaşta çocuk alınıyor, 3 yıllık sıbyan okulu öğretimi ve eğitimi veriliyordu onlara. Sıbyan okulları bugünkü kreşler karşılığı değil de anaokulunun biraz daha farklı işlevi olan bir okul idi. Bunlardan da 1924’te 16.500 tane kapatılmış. Resmî, devletin verdiği rakam bu. 6 yaşındaki çocuk veya 5 yaşındaki çocuk, 8 veya 9 yaşında anaokulundan alınıp ibtidaî mektebe veriliyor ve altı sene de orada okuyor. Ve çocuk on beş yaş civarındayken medreseye geliyor. Medreseler de on iki veya dokuz yıllık eğitim veren kurumlar. Bugünkü tabirle iki veya bir fakültesi olan üniversite. Hiç kalmadan, ciddi bir çalışmayla orayı bitirirse öğrenci, yirmi altı yaşındadır. Ve askerlikten de muaf oluyor. Her eğitim kurumunun tenkide değer tarafları var. Güzel tarafları da var. Fakat 1949’da 19 Kasım günü Ankara İlâhiyat Fakültesi açılırken bu on altı yıllık bir ilmî fakirleşme yanında İslâm ananesi, ahlâkı, kültürü, batıya dönüş sebebiyle terk ettiğimiz birtakım hasletlerimiz, medresenin en verimsiz çağındaki durumundan çok feci bir inhitat ve düşüşü meydana getirdiği için bu acı durumlar oldu. Bir Osmanlı toprağından –Allah razı olsun- Muhammed Tayyib Bey geldi. Bosna-Hersekli, ona Allah rahmet etsin, ona çok şey borçluyuz. Ankara’da bir çerağ yakıldı ve o yurt sathına yayıldı. İmam Hatip Okulları açıldı. Onların hizmetleri oldu. Yüksek İslâm Enstitüleri ve Erzurum’daki İslâmî İlimler Fakültesi birtakım çabalar göstererek 2007 yılına kadar geldik. Hocamın gözünün arkada açık gitmesini istemeyiz. Allah huzurlu ve sağlıklı uzun ömür versin. Ama her fani gibi onlar da gidecek. Fakat gözünü rahatlıkla kapatarak gidebilmesi için bu atmış yılda ortaya koydukları ve dikkatleri çektikleri noktaların, sonraki Birinci Oturum 35 gelenler tarafından aynı nezahetle, aynı kibarlıkla, aynı efendilikle, aynı hassasiyetle devam ettirilmesi gerekiyor. Mesela bakın bugün devletin söylediğine göre 500.000 kişi dinî öğretim görmüş. Ve bu sayı lüzumsuz olarak görülüyor. Hâlbuki iki sene evvel bir piknik yerinde ikindi namazına gittim ben. Birisi ayağa kalktı, sünnetten sonra dedi ki ‘İçinizde imam varsa geçin kıldırın, yoksa tek tek kılacağız’ dedi. Ben de ‘Ben varım’ dedim, ben kıldırdım onlara namazı. Beş yüz bin kişi ve yetmiş milyon, dinin bize yüklediği emir, herkes orada o görevi ifa edecek derecede dinini bilecek. Dininin temel bilgileri, rivâyet bilimleri, sünnet, tefsir, hadis, ahlak, fıkıh bilecek. Birkaç dil bilecek. Hanımlar önce bilecek ki, çocuklarını yetiştirsin. Sonradan değişik sebeplerle herkes bu vazifeden kaçınca mecburen din görevlisi gibi bir sınıf ortaya çıkıverdi. Başkaları da ‘İslâm’da ruhbanlık yoktur.’ fikrini, birçokları da biliyordu onun ne anlama geldiğini, fakat orada istismar edilmesi uygun görüyordu, ettiler. Mehmed Hatiboğlu hocam atmış senedir pek çok noktaya güzel ikazlarla temas ediyor. Bunlardan bir tanesi şu: Biz İslâm toplumu olarak özellikle de ilimle meşgul olanlar, dünyaya hem fiilen İslâm’ı tanıtan hem de ilmin en üst seviyesinde onlara hizmet veren bir nesil, bir toplum olmamız gerekiyor. Böyle bir görevimiz var. Onun için de İslâm kitâbiyâtının en değerli yayınları yapılarak tahkikli neşirlerinin ortaya konulması, onun üzerinde tefekkür edilmesi ve şeriatın edepleri neyse, insanlığa rahmet olarak gelişinde onların arzı, bir de işte böyle olur diye bir toplum olarak, fert olarak kendimizin gösterilmesi gerekiyor. Bakın bu iş için Şerafü Ashâbi’l-Hadîs bir örnek çalışma. Bunun arkası gelebilirdi, bunu yapacak kurumlar Türkiye’nin en az on yerinde açılabilirdi. Tabi bunların hepsini ben Hatiboğlu hocamdan beklemiyorum da ama onun bu sözünü işiten kurumlar vardı, resmî daireler vardı, ilim müesseseleri vardı. Bugün en azından ciddi tahkik yapan on tane merkezimiz olsaydı Erzurum’dan Edirne’ye, Hakkâri’den Muğla’ya, Ankara, Kayseri, Burdur her neyse. Bu işler biraz daha hızlı olabilirdi. Yine de zaman geçmiş değil. İkinci mesele hadiste tenkit görüşünü yeniden alevlendiren bir kişi olarak Hatiboğlu Hoca’nın yazılarındaki nezahetin, kibarlığın, İslâm ahlâkı ve çelebiliğinin devam etmesi gerekiyor. Yani birisi onu tutabilir, mesela ben de hadis tenkidi yapayım yahut İslâmî ilimlerde ulemanın bir hatasına ben de Allah rızası için işaret edeyim diyebilir. Fakat bu, bu şekilde olmalı. Örnek var çünkü orada. Hiç kimseye hakaret yok. Özellikle kulluk neticesi yapılmış bir çalışma. Gözyaşı var orada, gönül yaşı var, her şey var. Ve rızâ-i Bârî dışında da bir şey istemiyor. Şimdi bu ölçüleri biz terk ederek doğrudan doğruya işte ben de Zaloğlu Rüstem’im deyip ortaya çıkarsak bu da üzüntü verir. Yani gözlerin açık gitmesine sebep olur. Şimdi burada hocamın yetiştirdiği arkadaşlardan bir tanesi belki birkaç tanesi Türkiye’de dinî ve ilmî söz sahibi kurumların başındalar. Mesela Diyanet Vakfı’nda veya Diyanet İşleri Başkanlığı’nda. Atmışlı, yetmişli yıllarda şöyle bir diyanet projesi vardı: Bir ilim mensubu yüz elli 36 Birinci Oturum kilometre gittiği zaman tam teşekküllü bir kütüphane bulup, orada çalışabilmeli. Yine Türkiye sathında yirmi kadar bugünkü İSAM çapında dokümantasyon merkezi ve kütüphane ilim kurumu tesis edilecekti. Bakın bu da yapılmadı. Haseki kaldı, Konya’ya gönüllü gönülsüz bir tane daha açıldı. Trabzon’da, Erzurum’da, Elaziz’de bir iki tane var, fakat o planlanan şekilde çalışmıyor. Şimdi bu kurumlar atmış senedir o nezih program çerçevesinde hizmetlerini yaparsa, Türkiye’de İslâm kütüphanesinin tesisi ve İslâm ilminin, ahlâkının, irfanının, insanlığa arzı meselesinde oldukça mesafe kat edilmiş olacak, bana öyle geliyor. Bugün sempozyumun serlevhası olan fert ve cemiyeti, sünnet ve Rasûl-i Ekrem’in hadisleri nasıl değiştirebilir? Nasıl iyi bir mümin meydana getirir? Onu iki gün burada arkadaşlarımızın himmetleriyle dinleyeceğiz. Ben ta Rasûlullah’ın sahabesi içinden, günümüze kadar sünnet-i seniyyenin, daha doğrusu İslâmî ilimlerin temel taşı ve alt yapısı olan bu değerli malzemenin, korunması, nakli, anlaşılması konusunda emek sarf eden, göz nuru dökenlerin Allah’ın rahmetine kavuşmuş olanlarını rahmetle yâd ediyorum, kalanlara ömür diliyorum. Ve sizlerin çalışmalarınızda Allah’ın rızasını temel alan, ama isteklerini de mükemmel şekilde yerine getiren çalışmalar olmasını diliyorum. Sempozyumu yapanlara teşekkür ediyorum. Zahmet ederek gelenlere de Allah razı olsun diyorum. Dinleyicilerin hepsine bu iki günde istifade etmelerini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Hepinize teşekkür ediyorum. İKİNCİ OTURUM BİRİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ Oturum Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı 1. Tebliğ Bireysel Ve Toplumsal Gelişmede Sünnetin Yeri Ve Sahîh-i Buhârî Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Prof. Dr. Ali Osman Ateş Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi * * * 2. Tebliğ Hz. Peygamber’in Medine Döneminde Tesis Ettiği Kardeşleştirme (Muâhât) Projesinin Günümüz Bireysel ve Toplumsal Hayat Açısından Önemi Ve Analizi Doç. Dr. Saffet Sancaklı İnönü Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Prof. Dr. Ahmet Turan Yüksel Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi * * * 3. Tebliğ Gençlerimizin Din-Kültür Ve Kimlik İlişkisini Kurgulamasında Peygamberimizin “Bir Sosyal Model Olarak Sunumu Doç. Dr. Mevlüt Uyanık Hitit Üniversitesi, Çorum İlâhiyat Fakültesi Müzakere Doç. Dr. Selçuk Coşkun Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerlendirmeler İkinci Oturum/Birinci Bölüm 39 İKİNCİ OTURUM BİRİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ Oturum Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ اﳊﻤﺪ ﷲ رب اﻟﻌﺎﳌﲔ واﻟﺼﻼة واﻟﺴﻼم ﻋﻠﻰ رﺳﻮﻟﻨﺎ ﳏﻤﺪ وﻋﻠﻰ آﻟﻪ وأﺻﺤﺎﺑﻪ أﲨﻌﲔ Saygıdeğer Hocalarım, Hanımefendiler, Beyefendiler, “Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü” konulu sempozyumun ikinci oturumunu açarken hepinizi saygıyla selâmlıyorum. Efendim, vaktiyle 1960lı yıllardan itibaren hem Türkiye’de hem de yurtdışında ulusal ve uluslar arası boyutta yapılan sünnet ve hadis sempozyumlarının tebliğlerini toplamak ile uğraştım. Gerçekten her biri özellikle ilk yapılanlar Mısır’da, Cezayir’de, Katar’da Libya’da yapılan pek çok sempozyum var. Şu anda yıl olarak hatırlamıyorum ama fakülteden mezun olduğumuz sene Samsun İlâhiyat Fakültemizin Hadisin Dünü Bugünü Yarını başlıklı bir sempozyum düzenlediğini hatırlıyorum. Oraya dinleyici olarak katıldım. Belki de Türkiye’deki hadis birikiminin ilk defa yön bulmaya çalıştığı bir sempozyumdu. Son derece faydalı ve yararlı olmuştu. Daha sonra İSAV’ın İstanbul’da düzenlediği bir uluslar arası sempozyumu hatırlıyorum. Çok da hareketli geçen bir sempozyumdu. Türkiye Diyanet Vakfı’nın 2000 yılında yine sünnet ile ilgili bir sempozyumu oldu. Bütün bu sempozyumların belki sempozyum düzenlemeye başlayan sünnet ve hadis sempozyumu düzenleyen herkesin biraz geriye dönerek yurtiçinde ve yurtdışında yapılan sempozyumları gözden geçirmesine ihtiyaç var diye düşünüyorum şahsen. Bazıları daha çok sünnetin hucciyeti üzerinde yoğunlaştı, sünnetin dindeki yeri üzerinde yoğunlaştı. Malûmunuz 1950li 60lı yıllardan itibaren sünnete hadise yönelik birtakım itirazlara cevap niteliğini taşıyordu. Onların tamamı bizim kütüphanelerimizde bir sünnet savunusu edebiyatı diyebileceğimiz yahut bir sünnet müdafaası diyebileceğimiz müstakil bir edebiyat oluşturdu. Bütün hadisçilerin kütüphanesinde önemli bir yer işgal ediyor. Ama bunların bir kısmı sünnet ve hadis 40 İkinci Oturum/Birinci Bölüm sempozyumlarının, bir kısmı ise doğrudan sünnetin işlevi ve çağımızdaki konumu, değeri üzerinde yoğunlaştı. Özellikle Ürdün’de yapılan İslâm Kültür ve Medeniyetinin Kaynağı Olarak Sünnet sempozyumu çok değerli tebliğler içerir. Katar’da yapılan bir sempozyum var, yarısı bu konuya ayrılmış, bir hafta devam eden uzun bir sempozyumdur. Tebliğleri sekiz ciltlik bir kitâbiyâta vücut vermiştir. Sanıyorum en son Diyanet Vakfı’nın yaptığı sünnet sempozyumundan sonra, yedi yıl sonra ilk defa, yedi yıl aradan sonra Konya İlâhiyat Fakültemiz hadis ve sünnet sempozyumu düzenlemiş oluyor belki burada yapılan sempozyumu, hemen işaretleri aldım. Daha çok hadis ve sünnetin anlaşılması üzerinde yoğunlaşan Bursa’daki sempozyumu hatırlatmak isterim. Bünyamin Bey Gerede Hadis Meclislerini unutma diyor. Gerçekten Türkiye’deki hadis birikimi açısından çok güzel bir gelenek oldu. O konuda bazı taksirlerimiz var. Hocalarımız affedecektir diye umut ediyorum inşallah. Sözü çok fazla uzatmadan hemen ben ikinci oturumun sözünü muhterem Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan hocamıza vermek istiyorum. Bireysel ve Toplumsal Gelişmede Sünnetin Yeri ve Sahîh-i Buhârî başlıklı tebliğini sunmak üzere ben sözü muhterem hocama bırakıyorum. 1. TEBLİĞ BİREYSEL VE TOPLUMSAL GELİŞMEDE SÜNNETİN YERİ VE SAHÎH-İ BUHÂRÎ Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi اﳊﻤﺪ ﷲ رب اﻟﻌﺎﳌﲔ و اﻟﺼﻼت و اﻟﺴﻼم ﻋﻠﻰ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﳏﻤﺪ و ﻋﻠﻰ آﻟﻪ و أﺻﺤﺎﺑﻪ أﲨﻌﲔ Tarihçe Muhterem katılımcılar ve değerli dinleyiciler, Her değişim ve dönüşüm bir gelişme demek değildir, ama her gelişme aynı zamanda hem bir değişim hem de bir dönüşüm sayılır. Sünnet’in önderlik edeceği de bireysel ve toplumsal gelişim anlamındaki dönüşümdür. Bu sebeple bendeniz tebliğimi değişim değil, gelişim odaklı bir bakış ve akış içinde sunmaya çalışacağım. İslâm’ın ve insanlık tarihinin tanıklık ettiği yalın gerçek şudur: İlk insan, ilk peygamberdir. Sünnet kelimesi sözlük anlamıyla gidişât ya da hal ve gidiş demek olduğuna göre, onu biz Hz. Âdem’in hayat tarzı ve yaşam önderliği ile ilk kez hem bireysel hem de toplumsal boyutta tanımış olmaktayız. Yani insanoğlunun dünya macerâsının temelinde bir insanpeygamber’in yaşayış biçimi, yegâne gelişim etkeni ve öğesi olarak yer almaktadır. Dolayısıyla Hz. Âdem’den beri, İlâhî irâdenin bireysel ve toplumsal planda insanoğluna kazandırmak istediği değerleri, peygamberler aracılığı ve önderliği ile gerçekleştirdiği tarihi bir gerçek olarak ortadadır. Başlangıçtan beri bozulan veya olumsuz yönde değişen bireysel ve toplumsal yapı ve yaşayışlar, her defasında resûl veya nebî denilen bir Allah elçisinin örnek ve önderliğinde, tevhid’e endeksli ve inanç öncelikli bir söylem ve eylem uyumu içinde yenilenmiş ve söz konusu değişim, gelişime çevrilmiştir. Bu işlemin kaç kez tekrarlandığını yani bu alandaki Birinci Tebliğ 42 sünnetullah’ın kaç defa hükmünü icrâ ettiğini bilememekteyiz. Bildiğimiz bu sünnetullah’ın son kez ve evrensel çerçevede Hz. Muhammed’in elçiliğinde gerçekleştiğidir. Gelişim ve Sünnet Son din olarak İslâm'ın öngördüğü gelişme de tevhîd’e endeksli bir dönüşümdür. Hz. Peygamber'in ilk on bir buçuk yıllık nübüvvet hayatı (bi’setten mi’raç’a kadar)bu gelişmenin fikrî zeminini oluşturmak için verdiği mücâdele ile geçmiştir. Son on bir buçuk yılı da bu dönüşümün, İslâm sistemi olarak gerçekleştirilme yılları olmuştur. Bu sebeple tevhîd'e ters düşen her hareket bir "bozulma"dır, çizgi dışına taşmadır, bid'at'tir. Bir başka ifâde ile söylersek, İslâm'da hem bireysel hem toplumsal dönüşüm, Sünnet'le gerçekleşmiştir. Gelişimi Sünnet temsil etmektedir. Sünnet'in benimsemediği bir değişim, İslâm açısından geçersizdir. İslâm teşri tarihi, bize söz konusu değişimin serüvenini, yolunu ve yöntemini verir. Yirmi üç yıllık oluşumu teşri' açısından tarihleyebilmek bir anlamda İslâm'daki gelişimin tarihini izlemeye imkan verecektir. Bu sebepledir ki İslâm'ı tetkik etmek isteyenlerin, neş'et-i İslâm'a yakın bir dönemi incelemeleri önerisi pek anlamlıdır. Kitap, İslâm’ın ilkesel/teorik; Sünnet ise davranışsal/pratik kaynağı ve sunumudur. Bu açıdan bireysel ve toplumsal kimlik ve gelişim, pratik sunuma uyumla tezâhür eder. Bu da Sünnet’in inşâ/oluşturma, geliştirme işlevinin, rehberliğinin, olmazsa olmaz bir nitelik ve konuma sahip olduğunu gösterir. Kitabın ve dolayısıyla İslâm’ın 23 yıllık bir süreçte ikmal edilmiş olması, beşerî imkan ve şartların, bir başka ifadeyle, beşerî tecrübenin dikkate alındığı gerçeğini yansıtmaktadır. Beşerî tecrübe, beşer öncüler olmadan oluşmayacağına göre, onun zaman içinde nasıl değerlendirileceği de beşer-elçi-öncü kılavuzluğu ile ancak mümkün olabilir. Buraya kadar söylediklerimizi şöylece özetlemek mümkündür: Sünnet, muhatapları açısından nesne değil, öznedir. Bir başka deyişle Sünnet, vahy-i ilâhî’nin hayata müdâhale formu /şeklidir. Sünnet, sâbit inançlar ve değişip gelişen ahkâm ayakları üzerinde hükmünü icra eder. Bu açıdan onu, bir ayağı daima sâbit, ötekisi ise ona bağlı olarak farklı çaplarda daireler çizen bir pergele benzetmek mümkündür. Birincisinden sonuncusuna kadar peygamberlerin sünnet’inin temelde işlevsel konumu budur. Hz. Peygamber’in sünnetinin işlevi ve müdâhalesi, görev çerçevesi gereği evrensel, yürürlük süresi noktasından da son ve kıyamete kadar geçerli nitelik ve ilkeler içermektedir. Kitap ve Sünnet bütünlüğü demek olan İslâm'ın teşri usûlü ve karakteristiği şöyle ifade edilebilir: İslâm, inanç esasları ve ibâdet şekilleri vs. gibi değişmezleri detaylı (mufassal), kılık-kıyâfet vs. gibi değişkenleri ise, genel (mücmel) olarak belirlemiştir. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 43 İslâm (yani Kitap ve Sünnet) müstakildir ama mün'azil (mâziden kopuk) değildir. O aynı zamanda gelecekle de tam anlamıyla ilgilidir. Kıyâmete dek dünyayı düzenlemeyi hedeflemiştir. Çünkü onun yürürlük süresi ve zemini budur. İslâm pratiği demek olduğuna işaret ettiğimiz Sünnet, dönüşüm veya geliştirmede ıslahatçı bir yaklaşıma sahiptir. Geçmişi toptan inkar eden, karalayan ve bütünüyle kesip atan devrimci bir yaklaşımı kesinlikle benimsememektedir. Sünnet’in Temel İşlevi Şah Veliyyullah ed Dihlevî’nin (1176/1762) tesbitiyle söyleyecek olursak, Peygamberlerin ortak meşgale alanları ikidir: a. Nefsin terbiyesi b. Toplumun yönetimi Bütün peygamberler diğer konularla, bu iki nokta ile ilgileri ölçüsünde meşgul olmuşlardır.1 Öyle sanıyorum ki Şah Veliyyullah’ın bu tespiti, tam da bu sempozyumun başlığını açıklayıcı niteliktedir. Zira nefsin terbiyesi, bireysel gelişmeyi; toplumun yönetimi de toplumsal gelişmeyi ifade etmektedir. O halde genelde tüm peygamberlerin, özelde Peygamber Efendimizin sünnetinin asıl hedefi ve temel işlevi, bireysel ve toplumsal gelişimi temin etmektir. Dolayısıyla insanlığın tarihi süreçte kaydettiği tüm gelişmeler, aslında peygamberlerin temsil ve öncülük ettiği inançlı kadrolar eliyle gerçekleştirilmiştir. Bozgun/fesat anlamındaki değişim, bu inançlı kadroların etkinliğini yitirdiği dönemlerin acı gerçeği olarak tarihteki yerini almıştır. Sünnet, bireysel planda ve nihâî anlamda işlevsel olarak, “görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı insanlar” yetiştirmeyi hedeflemiştir. Zira Hz. Peygamber, ashâbına “en iyileriniz, en hayırlılarınız” diye böyle bir olgunluğu/kemâli işaret buyurmuştur.2 “Aramızdan biri, sıkıntıya düşmemiz kendisine ağır gelen, bize düşkün, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametli” olduğu3 Rabbimiz tarafından bildirilen Peygamber aleyhisselâm bize “görüldüğünde Allah’ın hatırlandığı adam” olma hedefini hatırlatıyorsa, bu asla imkansız değildir demektir. Hiç kuşku yoktur ki bu beyân, Sünnet’in geliştirmek istediği ideal birey tipinin anlatımıdır. Böyle bir hedefin, özellikle müslümanlara öncülük yapma yolunda eğitim almakta olanlarca amaçlanması, gelecek yılların ———— 1 Hüccetullahi’l-bâliğa, I, 253 (Tercümesi, I, 322-323, İsanbul, 1994) 2 Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 409; İbn Mâce, Zühd 4 3 et-Tevbe(9),127 Birinci Tebliğ 44 ve nesillerin kıvamı ve kazanılması bakımından hem büyük bir şans hem de ihmal edilmemesi gerekli bir bilinç ve girişim olarak gözükmektedir. Zira küçük hedefler ve amaçlar, günün karmaşası içinde kısa sürede kaybolup gidiyor. Büyük hedefler, zor olmakla beraber, güçlü iradelerin ve soylu gayretlerin ortaya çıkmasını ve çevre baskılarının kırılmasını sağlayacaktır. Toplumsal anlamda da Sünnet’in “müttakîler”den oluşan sosyal yapıları hedeflemiş olduğunu söylemek mümkündür. “Bizi müttakiler topluluğuna önder yap”4 âyeti ve duası bu hedefi ortaya koymakta olsa gerektir. İki Aşama İslam toplumlarına değişik sebeplerle dostça yaklaşmayan mihrak ve ulusların, eleştiri ve düşmanlıklarını Sünnet üzerine yoğunlaştırmış olmaları da “sünnetin bireysel ve toplumsal gelişimdeki yer ve rolü”nü bir başka açıdan tespit ve itiraf anlamı taşır. Yani Sünnet, aslında bireysel ve toplumsal gelişmeyi sadece sağlayan değil, bireysel ve toplumsal çözülmeyi ve değişmeyi önleyen bir işlev ve rol sahibidir. O halde sünnetin rolünü, a. Bireysel ve toplumsal çözülmeyi önlemek b. Bireysel ve toplumsal gelişmeyi sağlamak diye iki aşamada değerlendirmek gerekmektedir. Kural olarak, bu iki aşamadan her birinin ötekini tabiî olarak temin edeceği ileri sürülebilir. Ancak, her iki alanda tam bir etkinliğin olup olmadığını tetkik edebilmek için bu aşamaların ayrı ayrı ele alınması herhalde doğru bir yöntemdir diye düşünmekteyim. İnsan ve Günün Gerçeği İnsan gelişmeye açık ama zor bir varlıktır. Ona yönelik çabaların kolay olmayacağı açıktır. Bu sebeple peygamberler mirasının en gelişmiş şekli demek olan Sünnet-i Muhammediyye’yi her çağda bireysel ve toplumsal değerler adına imdada çağırmak, can simidi gibi ona sarılmak, onun ortaya koyduğu gelişim şablonu ve yöntemine günün tecrübelerini de dikkate alarak başvurmak en isabetli yol olacaktır. Gelişim, dönüşüm ve değişim, gerçekleşme alanı açısından insan merkezlidir, çevre veya teknik merkezli değildir. Çünkü çevreyi kullanan ve tekniği geliştiren insan iradesidir. Bir başka ifade ile değişimde insan tamamen pasif bir unsur değildir. "Bir toplum kendi özelliklerini değiştirmedikçe, Allah onlarda bulunanı değiştirmez" âyeti5 bunu belirlemektedir. Hz. Peygamber'in insanı ele alıp öncelikle onun inanç yapısını tashih ———— 4 el-Furkân (25), 74 5 er-Ra’d (13), 11 İkinci Oturum/Birinci Bölüm 45 ettiği tarihi bir gerçektir. Bu sebeple İslâm insanı yetiştirmek, dönüşümü ve gelişimi temelden etkilemek anlamına gelir. Yani gelişim sürecinin her kademesinde olduğu gibi bundan sonrasında da İslâm'ın etkili olabilmesi, müslümanların yetişmişlik düzeyine bağlıdır. Günümüzde ekran, anten ve reklam kültürü yerli ve İslâmî kültürün yerini almış gözükmektedir. Halkımızın düşünceleri gibi ağzı da büyük ölçüde ekran, anten ve reklam kültürünün kirli izlerini taşımaktadır. Bu kirlenmede aydınımız halktan hiç de gerilerde değildir. Değişim kelimesinin buğulu büyüsüne kapılmış tuhaf bir yaratık halindedir günümüz insanı. Oysa değişim bir olaydır. Bir fazilet değildir. Bugün müslümanları, yeniden kendilerini tanımlamaya zorlayan birtakım iç ve dış odaklar söz konusudur. Bu yaklaşım, İslâm ile barışma girişimi olarak sunulmaya çalışılıyor. "Anlaşalım ama, siz kendinizi yeniden tanımlayıp bizim doğruluğumuzu ve haklılığımızı kabullenin" denilmektedir. İslâm gerçeğinin bu yolla çağa anlatılabileceği ileri sürülmektedir. Kimileri de kalkıp bu vâdide İslâm'ı yorumlayan eserler bile kaleme almaktadır. Yaşadığımız yirmi birinci asır kültürel kimlik bakımından, geçmişten çok daha titiz ve bilinçli davranmayı zorunlu kılmaktadır. Zira dünya egemenleri, gerçek hâkimiyetin inanç ve kültür egemenliği olduğunu anlamış olmanın gereği, global anlamda son derece yoğun ve çok yönlü bir çaba içerisindedirler. Uluslararası nitelikli, sosyal, siyâsî, bilimsel ve insanî kurum ve kuruluşlar bir şekilde aynı amaca hizmet ettirilmektedir. İki ana sebep İslâm toplumlarını ve özellikle bizim milletimizi etkileyen değişme ya da değiştirme iki ana sebebe bağlı gözükmektedir: 1. İslâm dışı gelenekçilik. Yani yöresel tutkular, bid'at ve hurâfelere rağbet.. 2. Batı taklitçiliği çizgisinde gelişen modernleşme, asrîleşme eğilim ve dayatması Hemen kaydedelim ki Sünnet, böylesi bir değişme ve bozulmadan ümmet bünyesini koruyucu tedbirler almış ve Kıyâmete dek geçerli esaslar vaz etmiştir. "Kim, bizim şu dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas ederse, o yaptığı merduddur"6 hadisi, İslâm dışı uydurmaların tehlikesine ———— 6 Buhârî, Suh 5; İ’tisâm 20; Müslim, Akdiye 17; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime2; Ahmed b. Hanbel, VI, 270. İslâmın temel kurallarından biri sayılan hadîs-i şerif, "men ahdese", "men amile", "men faale" ve "men sana'a" gibi ayrı fiillerle başlayan rivayetlere sahiptir. Bu dört ayrı fiil, dikkate alındığı zaman, İslâmda olmayan bir işi ilk kez ortaya koyan ile, böyle bir işi işleyen ve onunla sonradan amel eden arasında herhangi bir fark bulunmadığı ortaya çıkar. Hepsinin yaptıkları da merduddur. Çünkü Allah Teâlâ'nın "ikmal ettim" buyurduğu İslam'da eksiklik iddia ve isbatına kalkışmak, böylesi iddiaları tas- Birinci Tebliğ 46 karşı ümmeti uyarmakta ve temel bir prensibi ortaya koymaktadır. "Kim hangi yönden bir kavme benzerse, o yönden onlardan sayılır" hadisi de başta batılılaşma çizgisinde geliştirilen dayatmacı modernleşme olmak üzere bozulma ve yabancılaşmaya götürücü her türlü değişim düşünce ve planlarına karşı müslümanları ikaz etmektedir. Ayrıca fıtrî özellikleri koruma ile ilgili hadisler ve ehl-i kitaba muhâlefeti öngören hadîs-i şerifler, hem müslümanların etkilenme odaklarına dikkat çekmekte hem de değişime ve özellikle değiştirme teşebbüslerine karşı müslümanları direnmeye davet eden nassları oluşturmaktadır. Gelişimin geleceği Öncelikle değiştirme teşebbüslerinden yara almamak sonra da değişimin geleceğini etkilemek için yapılması gerekenler şöyle sıralanabilir: - İslâm'ı bütünüyle ciddiye almak - Her alanda kurumlaşmak - Müslümanlara güvenmek ya da onları "güvenilir" kılmak için çalışmak - "İslâm insanı"nı yeniden inşâ etmek, dokumak. - Gelişen dünya şartlarını görmek ama onları asla "değişmez" ve "ortadan kaldırılamaz" olarak düşünmemek... Gelişmeyi gönüllerde aramak ve kalplerin fethine yönelmek... Ümmetin Risâleti Bir kez daha ifade edelim ki, İslâm ve sünnet-i Muhammediyye, söz konusu hedefe yönelik son ve evrensel müdâhaledir. Bugün bu müdâhaleyi sürdürmek, Muhammed ümmetinin sorumluluğudur. Hiç kuşkusuz ümmet içinde veresetü’l-enbiyâ konumundakilerin öncelikli sorumluluğudur. Musa Cârullah Bigiyef’in (v. 1949) pek yerinde ifâdesiyle Hz. Peygamber’den sonra, (peygamberlik sıfatı dışında) peygamber mirasının tebliğ görevi ümmete kalmıştır. Yani günümüz ümmetin risâleti dönemine dâhildir.7 Bu noktadaki ümmetten kaynaklanan tıkanıklık ve başarısızlık, doğal olarak sünnet’in bireysel ve toplumsal gelişimdeki yeri ve rolü üzerinde birtakım tereddütlerin doğmasına sebep olmuş gözükmektedir. Bu 7 →→ dik ve tasvip düşüncesi söz konusu demektir. Hiç kimsenin, "bunu ben icad etmedim ya. Vebâli onu icad edene" deyip değişme ve bozulmanın sorumluluğundan yakayı kurtarması mümkün değildir. Onun, dinde olmayan bir iş, bir uygulama, bir fikir ve bir düşünce olduğunu bilen ve buna rağmen onu işleyen ve izleyen için sorumluluk aynen geçerlidir. Bu sebeple Kitap ve Sünnet'te yeri olmayan hiç bir hüküm, iş veya fiil asla makbul değildir. Bid'at'tir, terki gerekir. Şu da bir gerçektir ki, "sonradan ortaya konanlar" tümüyle merdud değildir. Tümüyle reddededilenler, "dinden olmayanlar"dır. Dinî herhangi bir esasa dayananlar, sadece sonradan ortaya çıkmış olma sebebiyle reddedilmez. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bk. Bigiyef, Kitâbü’s-sünne, (trc. M. Görmez), s.61-84, Ankara, 1998 İkinci Oturum/Birinci Bölüm 47 tereddütlerin, kimi arayışları peşinden getirmesi de pek tabiîdir. Bendeniz bu sempozyumu işte günümüze ait arayışlar cümlesi içinde değerlendirmekte ve konuya yönelik bireysel ve toplumsal çapta bilgi yenilemesine ve bilinçlenme sürecine katkıda bulunmasını temenni etmekteyim. Söz konusu arayışların ortaklaşa ortaya koyduğu gerçek ise, hangi değerlendirme gurubuna mensup olunursa olunsun, bireysel ve toplumsal problemlerin vazgeçilmez çâre ve çözüm kaynağının Sünnet olduğudur. Doğru olan da budur. Bireyin ve toplumun her türlü gelişmesini hem sağlayan, hem denetleyen hem de aksayan yönlerin onarım yol ve yöntemini ortaya koyan Sünnet’ten yararlanmadan insanî bir gelişimin sağlanması, yaşadığımız gerçeklikler çerçevesinde, sadece kocaman bir hayaldir. Sahîh-i Buhârî Bireysel ve toplumsal çerçevede müslüman kimliği, Kitap-Sünnet kaynağından beslenir ve bu kaynağa uygunluğu ölçüsünde özgünlüğünü koruyabilir. Bu sebeple öteden beri, gerek dâhilî gerekse hâricî anlayış ve uygulama farklılıklarına yani kültürel kirlenme ve pratik anarşisine karşı, Kitap ve Sünnet'e bağlılık tek kurtuluş, özgünlük ve özgürlük yolu ve garantisi olarak kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in Sünnet'i "en güzel hayat modeli ( ")أﺳﻮة ﺣﺴﻨﺔolarak takdir ve takdim etmesini dikkate alan muhaddisler, hadis kitaplarında müslüman kimliğinin ilke ve uygulamalarını gözler önüne sermeye gayret etmişlerdir. Yaşadığı dönem itibariyle itikâdî, siyâsî ve kültürel tartışmaların kargaşa halini aldığı bir ortamda, h.III./m.IX. asır İslâm dünyasında, muhaddis, fakih, mütekellim ve sosyolog olarak İmam Buhârî, Sahîh'inde, Sünnet’in, yukarıda işaret edilen iki yönlü işlevini en geniş boyutlarda, kitaplık çapta, sağlam sünnet verileriyle ve en kapsamlı biçimde ortaya koyan kişi olmuştur. Bu açıdan onun eserini detaylı tetkiklere değer bulduğumu, gelecek bilimsel etkinlikler için konu teklifi niteliğinde vurgulamak istiyor, sözlerime burada son verirken, sizlerden saygılarımın kabulünü istirham ediyorum. MÜZAKERE Prof. Dr. Ali Osman ATEŞ Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan hocamızın tebliği tarafıma ulaştıktan sonra, birçok defalar okuyarak, hocamın bizlere hangi mesajları vermek istediğini anlamaya çalıştım. Bu nedenle benim burada yapmaya çalışacağım husus, sayın hocamızın tebliğinde ortaya koydukları görüşleri tahlil ederek, gücüm nispetinde bunlara katkı sağlamaya çalışmaktan ibaret olacaktır. Sayın hocamız Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın, yaklaşık beş buçuk sayfa tutarındaki tebliği, Bireysel ve Toplumsal Gelişmede Sünnetin Yeri ve Sahîh-i Buhârî başlığını taşımaktadır. Hocamızın bildirisi, Tarihçe, Gelişim ve Sünnet, Sünnetin Temel İşlevi, İki Aşama, İnsan ve Günün Gerçeği, İki Ana Sebep, Ümmetin Risâleti, Sahîh-i Buhârî alt başlıklarından oluşmaktadır. Değerli hocamızın tebliğinin başlangıcında yer alan Tarihçe bölümünden itibaren gözlemlediğimiz ilmî, felsefî tahliller, tüm tebliğ boyunca cezp edici bir şekilde devam etmektedir. Hocamız bu kısımda, gelişme ve değişim-dönüşüm kavramlarına felsefî bir bakış getirerek bunlar arasındaki farkı ortaya koymuşlar, sünnetin bireysel ve toplumsal gelişime öncülük ettiği gerçeğini güzel bir şekilde vurgulamışlardır. Dünyada, dinin kaynağı konusundaki tartışmaları ve insanlığın politeizmden monoteizme doğru değişim-dönüşüm yaşadığını, vahiy gerçeğinin aslının olmadığını öne süren birtakım görüşler olduğunu da dikkate alırsak, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın bir ilim adamı kimliğiyle, İlâhî iradenin, bireysel ve toplumsal planda insanlığa kazandırmak istediği değerleri Peygamberlerin önderliğinde gerçekleştirdiğini, bunun sadece bir değişim-dönüşüm değil, olumlu anlamda gelişme olduğu tespitini yaptığını net bir biçimde görebiliriz. Buna göre, başlangıçtan beri bireysel ve toplumsal yapıdaki olumsuz değişim, resûl ve nebîlerin önderliğinde, tevhîde endeksli inanç öncelikli bir söylem ve eylem uyumu içinde gelişime çevrilmiştir. Bu uygulama (Sünnetullâh), son kez Hz. Muhammed’in önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Daha net bir biçimde vurgulamamız gerekirse, rahmetli hocamız Prof. Dr. Ali Yardım’ın da işaret ettiği gibi,1 dünya tarihi bir bakıma peygamberler tarihidir. Tarih boyunca peygamberlerin gönderiliş sebebi incelendiğinde, temel sebebin ahlâk bozukluğu olduğu görülür. Ahlâken bozulan toplum ———— 1 Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, Damla Yayınevi, İstanbul 1997, s. 392-393. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 49 dengeleri, sadece ilâhî kaynaklı güçler yardımıyla tesis edilebilmektedir. Son olarak Hz. Peygamber’in kökleştirip mihverine oturttuğu ahlâkî değerlere uyulmadığı takdirde, bütün elde edilenlerin insanlığın huzurunu sağlayamayacağı açıktır. Tebliğin Gelişim ve Sünnet alt başlığını taşıyan kısmında, Hz. Peygamber’in, nübüvvet hayatının ilk yıllarında, tevhide endeksli bir dönüşüm ve gelişmenin fikri temellerini atmak için mücadele ettiği kaydedilmektedir. Ayrıca, tevhide aykırı düşen her hareketin bir bozulma ve bid’at olduğu tespiti yapılarak, İslâm’da bireysel ve toplumsal dönüşümün sünnetle gerçekleştiği, gelişimi sünnetin temsil ettiği, onun benimsemediği bir değişimin geçersiz olduğu vurgulanmıştır. Kur’ân’ın, İslâm’ın teorik, sünnetin ise pratik kaynağı ve sunumu olduğu, bireysel ve toplumsal kimlik ve gelişimin pratik uyumla tezahür ettiği, bunun da sünnetin rehberliğinin vazgeçilmezliğini ortaya koyduğu, Kur’ân’ın 23 yıllık süreçte indirilmesinin de beşeri tecrübenin dikkate alındığını gösterdiği hususları dikkat çekici bir biçimde ifade edilmiştir. Yine, sünnetin muhatapları açısından nesne değil, özne olduğu, sünnetin, vahyin hayata müdahale formu olduğu dile getirilmiştir. Sünnetin değişmez inançlar ve değişken ahkâm ayakları üzerinde hükmünü icra ettiği, bu yüzden bir pergele benzetilebileceği, İslâm’ın, değişmezleri detaylı, değişkenleri ise mücmel bir şekilde ortaya koyduğu veciz bir şekilde anlatılmıştır. Kur’ân ve sünnetin maziden kopuk olmayıp, kıyamete kadar dünyayı düzenlemeyi hedeflediği, sünnetin işlevini yerine getirirken, geçmişi toptan inkâr eden devrimci bir yaklaşımı benimsemediği, ıslahatçı bir yaklaşıma sahip olduğu hususu tebliğde çok özlü bir biçimde ortaya konmuştur. İslâm’ın son din, Sevgili Peygamberimizin son peygamber, Kur’ân’ın son kitap olduğunu göz önüne alırsak, hocamızın bu tespitlerinin ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın, İslâm’ın devrimci bir yaklaşımı değil de ıslahatçı bir tutumu benimsediği hususundaki tespiti, İslâm’ın daha önce gönderilen peygamberlerin mirasına sahip çıktığı gerçeğini ortaya koymakta, bizim de ecdadımızın oluşturduğu İslâm ilim ve kültür mirasına sahip çıkmamız gerektiği hususunda yol gösterici olmaktadır. Burada hemen kaydetmeliyiz ki, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar tüm ilâhî buyruklar, önceki Peygamberlerin tebliğ ettiği tevhîd dininden kalan birtakım inanış, tören, ibadet ve davranışların, sonradan uydurulanlarla beraber iç içe kaynaşmış olarak hayatın her safhasında yer aldığı toplumlara indirilmiştir. Risâlet vazifesini yüklenen her Peygamber, karşısında bâtıl da olsa, bütün inanç ve davranışlarıyla, medeniyetiyle, bu medeniyet ve hayatın getirdiği tüm sistemleriyle insanlığı bulmuştur. İslâm, kendisinden önceki tüm inanç, örf ve âdetleri tamamen ilga etmediği gibi, körü körüne tasvip de etmemiştir. Bu konuda Hz. Âdem’den beri devam eden tevhîd prensiplerinin ölçü olarak alındığını söylememiz gerekir. Burada son olarak belirtmeliyiz ki, Kur’ân ve sünnet, önceki Peygamberlerin tebliğlerinden, özellikle Hz. İbrâhim’in sünnetinden orijinal vasfıyla kalanlarla, âdil olup insanlığın ve 50 Müzakere toplumun yararına gördüğü hususları muhafaza ve tasvip etmiş, ıslah olabilecekleri ıslâh etmiş, şirke bulaşıp dejenerasyona uğrayarak tahrîf edilmiş olanlarla, sonradan uydurulup, tevhîd dinlerinde ortak olan prensiplere aykırı olanları da ilgâ etmiştir. Sünnetin temel işlevinin bireysel ve toplumsal gelişimi sağlamak olduğunu kaydeden hocamız, burada söz konusu olanın nefsin ıslahı ve toplumun idaresi olduğunu belirtmiştir. İnsanlığın kaydettiği tüm gelişmelerin peygamberler eliyle sağlandığı, inançlı kadroların zayıfladığı dönemde de fesat ve bozulmanın arttığı hususu ise, çok önemli bir tespittir. Burada, insan hakları konusundaki açılımların, medeniyet ve insanlığın kazanımlarının kaynağının ne olduğuna güzel bir şekilde işaret edilmiştir. Yine, sünnetin bireysel anlamda, “görüldüklerinde Allahın hatırlandığı insanlar” yetiştirmeyi hedeflediği hususu da, eğitim hayatımıza yön verici niteliktedir. Bu konu, bütün bir toplum olarak uğrunda çaba sarf etmemizi gerektiren bir görev ve sorumluluk halinde hepimizin önünde durmaktadır. Sünnetin ideal birey tipi yetiştirmeyi, toplumsal anlamda da müttakîlerden oluşan bir sosyal yapı kurmayı hedeflediği hususu da yerinde bir tespittir. Sayın hocamız tebliğlerinde, günümüzde İslâm toplumlarına düşman olanların sünnet üzerinde yoğunlaştıklarına işaret etmekte, bunun sünnetin bireysel ve toplumsal gelişmedeki yer ve rolünden kaynaklandığını belirterek, sünnetin rolünün bireysel ve toplumsal çözülmeyi önleme, gelişmeyi sağlama olduğunu kaydetmektedir. Sünneti bireysel ve toplumsal değerler adına imdada çağırmak, günün tecrübelerini de dikkate alarak ona sarılmak, günümüz Müslümanları açısından elbette en isabetli yoldur. Tebliğde, gelişim, dönüşüm ve değişimin insan merkezli olduğu, çevre veya teknik merkezli olmadığı, değişim olgusunda insanın pasif bir unsur olmadığı, bu yüzden Kur’ân ve sünnetin insanı ele aldığı da dile getirilmiştir. Değerli hocamız Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, günümüz dünyasında Müslümanlara yeniden kimlik tanımlaması yapmalarının teklif edildiğini kaydetmektedir. Gerçekten de, Kur’ân ve sünnet mirasının reddi anlamındaki bu talebin kabulü durumunda, İslâm toplumlarını bekleyen son, asimile olarak, başka inanç ve kültürlerin potasında eriyip yok olmaktan, Türk ve Müslüman olmaktan çıkmaktan başka bir şey değildir. Şu halde sünnet, bizi biz yapan, bizi koruyup muhafaza eden, bizden başkası olmamızı engelleyip kimliğimizi oluşturan en önemli hazinemizdir. Nitekim hocamızın da işaret ettiği gibi, sünnet, Müslümanları her türlü olumsuz değişim ve bozulmadan koruyacak tedbirleri almıştır. Biz kendisini sevip, buyruklarına sarıldıkça, Sevgili Peygamberimiz de, kıyamete kadar bizleri asla yabanlara bırakmayacak, hocamızın tebliğlerinde kaydettiği mübarek sözleriyle hep yanımızda, hep yardımımızda olacaktır. Böylece İslâm toplumlarını etkileyen olumsuz anlamdaki değişmelerden, başka uluslara ait yabancı kültürlerin yıkıcı zararlarından korunmamız mümkün olacaktır. Hocamızın, olumsuz değişim teşebbüslerinin zararlarına karşı İkinci Oturum/Birinci Bölüm 51 alınacak önlemler olarak kaydettiği hususlara katılmamak ise, elbette mümkün değildir. Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın, tebliğlerinde bir ara başlık halinde yer verdikleri Ümmetin Risâleti kavramı, orijinal bir nitelik arz etmektedir. Hocamızın, Ümmetin Risaleti döneminde olduğumuza dair tespiti ve konuyla ilgili olarak sıraladıkları görüşleri çok yerindedir. Hocamızın da belirttiği gibi, Peygamber mirasının tebliği görevi, artık İslâm ümmetinin omuzlarındadır. Bu konuda ümmetten yani bizlerden kaynaklanan başarısızlık, sünnetin yeri ve rolü üzerinde tereddütler oluşturmuştur. Bireysel ve toplumsal problemlerin çözüm kaynağı sünnettir. Son Peygamber Hz. Muhammed’in (sav) sünnetinden yararlanmadan gelişim sağlamak ise, elbette hayaldir. Değerli hocamız tebliğlerine, Bireysel ve Toplumsal Gelişmede Sünnetin Yeri ve Sahîh-i Buhârî başlığını seçmelerine rağmen, tebliğin sonunda yer alan Sahîh-i Buhârî kısmı, vecîz bir uslûpla noktalanmıştır. Kanaatimce hocamız, fazla vakitleri olmadığı için tebliğlerinin bu bölümünü öz olarak sunmayı tercih etmişlerdir. Ancak gönlümden, “Keşke hocamızın vakti olsaydı da, el-Buhârî konusundaki ilmî birikimini bizlerle biraz daha fazla paylaşsaydı” temennisinde bulunduğumu itiraf etmek isterim. Hocamız tebliğinin bu son kısmında da, Müslüman’ın kimliğinin Kur’ân ve sünnetten beslendiğini, bunlara bağlılığın dünya ve âhiret saadeti için gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan hocamız, muhaddislerin hadis kitaplarında Müslüman kimliğinin ilke ve uygulamalarını sergilediklerini kaydederek, el-Buhârî’nin de es-Sahîh’inde, sünnetin işlevini en geniş boyutta ortaya koyan ilk kişi olduğunu, bu yüzden onun eserinin konuyla ilgili olarak detaylı tetkiklere lâyık olduğunu ifade etmiş, bu konuda bizlere bir çağrıda bulunmuştur. Başta kıymetli hocam Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan olmak üzere, beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, saygılar sunarım. 2. TEBLİĞ HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE DÖNEMİNDE TESİS ETTİĞİ KARDEŞLEŞTİRME (MUÂHÂT) PROJESİNİN GÜNÜMÜZ BİREYSEL VE TOPLUMSAL HAYAT AÇISINDAN ÖNEMİ VE ANALİZİ Doç. Dr. Saffet SANCAKLI İnönü Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Giriş Muâhât kelimesi, Arapçada “uhuvve” (kardeşlik) kökünden türemiş olup, “biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek” gibi manalara gelmektedir. Genel olarak üç çeşit kardeşlikten söz edilir: kan kardeşliği, din kardeşliği ve insanlık kardeşliği. Bunlardan en üstün olanı din kardeşliğidir. İslâm dini, mensuplarını din kardeşi olarak ilân etmiştir. Muâhât ise din kardeşliğine dayalı özel bir kardeşleştirme olayıdır ki, bir benzeri bulunmamaktadır. Günümüz dünyasında yaşanılan çok değişik sıkıntılar (savaş, göç, deprem, sel, tusunami vb. afetler) karşısında bireysel ve toplumsal hayat açısından fedakârlık ve feragat örneği teşkil edecek olan Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği muâhât (kardeşlik) uygulamasını günümüz değerleri açısından ele alarak önemini ve analizini özellikle hadis, siyer, tefsir kaynaklarına ve konuyla ilgili günümüz araştırmalarına yer vererek incelemeye çalışacağız. Mezkûr konu üzerinde müstakil olarak yeterince çalışılmadığı kanaatindeyim. Üstün ahlâkî niteliklere sahip bir peygamberi hayatın her safhasında örnek almak ve onun örnekliğini her yönüyle topluma anlatmak, benimsetmek dinin bir gereğidir. O, insanların kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma, iyilik, şefkat ve merhamet gibi duygularını geliştir- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 53 miş, onlara insanlığın mana ve gayesini öğretmiştir. İlk İslâm toplumu tesis edilirken uygulanan muâhât (kardeşlik) sözleşmesi, daha sonraki Müslümanların kıyamete kadar örnek alacağı bir projedir. Çünkü ilk İslâm toplumu, sonraki Müslümanlar için her açıdan örnek ve ideal bir toplumdur. İlk İslâm toplumunun oluşumunda kardeşleştirme projesinin ne derece rol oynadığı ve öneminin boyutları konu incelendiğinde anlaşılmaktadır. Kardeşleştirme süreci, Müslüman topluluğun zor ve sıkıntılı anlarda dayanışma, yardımlaşma ve sosyalleşmede nasıl bir noktaya geldiğinin bir göstergesidir. Bu projeden günümüz bireysel ve toplumsal hayatta benimsenip uygulanacak birçok evrensel içerikli ilke çıkarmamız mümkündür. I. Hicret Olgusu ve Önemi Hicret olayı, İslâm öncesi ümmetlerde de var olan bir olgudur. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin bildirdiğine göre önceki ümmetlerde de inançlarından ötürü kavimlerin baskısı ve zulmü neticesinde birçok peygamber, kendisine inananlarla beraber kendi yurtlarını ve yaşadıkları toprakları terk ederek hicret etmiştir. Peygamberimizle devam etmiş olan hicret olayı, şartları tahakkuk ettiğinde kıyamete kadar sürecek olan bir olgudur. İslâm geldikten sonra13 yıllık Mekke döneminin şartları ve toplum yapısı Medine’ye nispetle çok yönlü farklılıklar arz etmektedir. Mekke döneminde yaşanılan sıkıntı, baskı ve tahakküm, Hz. Peygamber’i ve ona inananları bunaltmış ve bundan kurtulma çareleri aranırken Medine ortamının olumlu şartları hicret etmeye onları cezp ederek, Allah’tan gelen izin doğrultusunda hareket edilerek kutlu eylem hicret gerçekleşmiştir. Mekke dönemindeki olumsuzluklar ve güvensizlik ortamı, Müslümanları küçük bir dini topluluk veya azınlık denebilecek küçük bir cemaat olmaya mahkûm etmişti. Hz. Peygamber de bu cemaatin lideri konumunda idi. Mekke ortamı, Müslümanların bir toplum olmalarına, kurumsallaşmalarına ve genişlemelerine engel teşkil ettiğinden zorunlu olarak bir çıkış yolu aranıyordu. Habeşistan’a yapılan kısmi hicret bu arayışın bir sonucudur. Hz. Peygamber’in Taif’e gitmesi de bu açıdan bir nevi zemin yoklamasıydı. Çünkü İslâm dininin hiçbir engel olmaksızın özgür bir ortamda tebliğ edilmesi, gelişmesi ve genişlemesi gerekiyordu. Peş peşe yapılan Akabe Biatleri neticesinde Medine ortamının buna müsait olduğu anlaşılarak akabinde hicret gerçekleşti. Müslümanlar o şartlarda ve o kaos içerisinde Mekke’de daha uzun bir süre kalamazlardı. Medine olmasaydı büyük bir ihtimalle başka bir yer olacaktı. Dolayısıyla hicret, İslâm dininin özgür bir ortamda yaşanması, kurumsallaşması ve dünyaya açılması için yapılan onurlu ve kutsal bir eylemdir. Asla bir kaçış olayı veya korkaklık değildir. Hicret, İslâm tarihinin en büyük olaylarından biridir. Buradaki olayın büyüklüğünü göçün kendisinde değil, göçü izleyen günlerde kurumsallaşma adına yapılan faaliyetlerde aramak gerekir. 54 İkinci Tebliğ Hicret, Hz. Peygamber’in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet’in yayılmasını sağlayan en önemli bir olaydır.1 Dolayısıyla hicret emri çıkınca herkes bu emre uyarak aileleri ile birlikte hicret etmiştir.2 İslâm âlimleri, o dönemde hicretin farz olduğu görüşündedirler.3 Hicret edenlerin arasında mevki sahibi ve zengin olanlar da vardı. Ancak bunlar (çoğunlukla), Mekke’den gizlice hareket ettikleri için Medine’ye bir şey getirememişlerdir.4 Hicret bir çağrıdır. Mekkeli Müslümanlar inançları uğruna her şeylerini yani vatanlarını, mallarını, ailelerini, kültürlerini geride bırakarak bu kutsal çağrıya gönülden, fedakârane bir şekilde icabet etmişlerdir. Müşriklerin engellemelerine rağmen ecrine ve faziletine inanılarak bu çağrı hedefine ulaşmıştır. Allah için yapılan hicretin fazileti ve ecri pek çok âyet-i kerimede zikredilir.5 Müslümanlar, Mekke’de küçük, hatta “azınlık” denebilecek bir topluluk/cemaat oluştursalar da içlerinde belli rol ve statüye sahip oldukları ve rahatça işlev görebilecekleri, teşkilâtlı özgür bir toplum niteliği taşımamaktaydılar. Toplum olmanın gereği birçok şeyden mahrum küçük bir dini topluluk olmaktan çıkıp sosyo-kültürel, siyasal, ekonomik yönlerden bir toplum formasyonu kazanmaları, baskı ve tecrit altında yaşadıkları Mekke’den hicret edip Medine’de yaşamaları ile birlikte gerçekleşmiştir. Tarihçilerin İslâm tarihini Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye Hicret etmesiyle başlatması, yine Hz. Ömer’in resmi olarak İslâm takvimini Hicret’le başlatması bu sebepledir. Sonraki dönemde İslâm toplumu olarak adlandırılacak olgunun çekirdeğini oluşturduğu söylenen Muhâcir ve Ensâr grubu da bu dönemde ortaya çıkmıştır.6 Hicret öncesinde Akabe mevkiinde tamamen dinî etkenlerle Hz. Peygamber’e biat eden Medineli Evs ve Hazrec kabileleri mensuplarının, merkezî otoriteden mahrum olan Medine’de düzen ve barışın sağlanması için Hz. Peygamber’in hicretinden çok şey umdukları bilinmektedir.7 Hz. Peygamber’in, Medine’ye geldiğinde bireysel ve toplumsal hayat açısından gerçekleştirdiği çok önemli faaliyetler arasında aynı dine inanan insanların kardeşlik üzere hareket etmelerini sağlamış ve Muhâcir ile Ensâr arasında muâhât (kardeşlik) antlaşmasını gerçekleştirmiştir. Bununla beraber çeşitli dinlere mensup insanların barış içerisinde ve bir arada yaşamalarını sağla———— 1 Mustafa Fayda, “Muhammed”, DİA, İst., 2005, XXX, 415. 2 İbn Hişâm, Abdülmelik b.Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk., Süheyl Zekâr, Beyrut, 1992, I, 321, 348. 3 Ahmet Önkal, “Hicret”, DİA, İst., 1998, XVII, 462. 4 Mevlâna Şiblî, Asr-ı Saadet, tec., Rıza Doğrul, sad., O. Zeki Mollamehmetoğlu, Eser Neşr., 1977, I, 207. 5 Bk. Nisa, 4/97-100; Hac, 22/58. 6 Mustafa Arslan, “İslâm’ın İlk Döneminde Toplumsallaşma Olgusuna Sosyolojik Bir Bakış: Kardeşleştirme Örnek Olayı”, İslâmî Araştırmalar, c. 18, sayı: 3, Ank., 2005, sh. 252. Ayrıca bk., Ekrem Ziya Umerî, Medine Toplumu, terc., Nureddin Yıldız, Risale Yay., İst., 1992, sh. 22. 7 Fayda, “Muhammed”, DİA, XXX, 433. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 55 yan Medine vesikasının hazırlanması/yürürlüğe konması, Yahudilerle değişik anlaşmalar yapılması, Mescid-i Nebevî’nin inşası, ezanın belirlenmesi, sınır tespiti, nüfus sayımı, bir pazaryerinin tesisi, Suffe okulunun tesisi, sosyal hayat açısından fevkalâde önemli işlerdendir. Dolayısıyla hicretten sonra Medine’de hızlı bir değişim, dönüşüm ve toplumsallaşma süreci yaşanmıştır. II. Muhâcir ve Ensâr Kavramları Mekke döneminde Hz. Peygamber’e ve tebliğ ettiği dine inananlara Müslüman deniliyordu. Hicretle beraber sosyal hayatta ilk defa Muhâcir (göç edenler) ve Ensâr (yardım edenler) tabirleri kullanılarak/bir ayırıma gidilerek gündeme gelmiş ve bu tabirler Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde övgüyle zikredilmiştir. Müslümanlar artık bu tabirler ön plana çıkarılarak zikredilmeye başlanmıştır. Özellikle “Ensâr” tabirinin ortaya çıkışı daha da dikkat çekicidir. Medine’de Arap olan ve birbirleriyle sürekli kavgalı bulunan Evs ve Hazrec kabileleri kendi aralarında bir türlü barış sağlayamamış, kan davaları o derece korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, bu iki kabile neredeyse tarih sahnesinden silinecek duruma gelmişti. Allah Teâlâ, onların bu durumunu ateş çukuruna benzetmiştir.8 Bu iki kabile arasında meydana gelen savaşlarda birbirini öldürmek suretiyle tükenecekleri bir sırada Allah hidayetini lütfedip İslâm sayesinde onları kurtardı ve kardeş topluluklar haline getirdi. Akabe biatlerine her iki kabileden de katılanlar olmuştur. Böylece Evs ve Hazrec, birbirleriyle kenetlenerek İslâm’a girmekte birbirleriyle adeta yarıştılar. İslâm’ın birleştirici şemsiyesi altında “Ensâr” adıyla, İslâm toplumunun şerefli bir kesimini oluşturdular.9 Yahudiler, bu iki kabilenin birleşerek kendilerinin karşısında bir güç olmasını istemediklerinden bu iki kabilenin arasını açık tutmaya çalışıyorlardı. Bu iki kabile arasında hicretten beş yıl öncesine kadar bitip tükenmek bilmeyen savaşların tam 120 yıl sürdüğü nakledilir.10 Bu iki kabile arasında en son savaş Hicretten beş veya altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve pek çok kişi ölmüştü. Hazrec ve Evs, İslâm’ı tanıyınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmişti.11 Hicretle beraber Müslümanlığın kabul edilmesi sonucunda Evs ile Hazrec arasında yıllardır devam eden savaşlar ve düşmanlıklar da böylece son bulmuştur. Ensâr, Hz. Peygamber ve Muhâcirlerin Medine’ye hicretlerine imkân sağlamanın bir sonucu olarak İslâm tarihinin seyrini değiştirmiş, Medine’de ilk İslâm devletinin kurul———— 8 Âl-i İmrân, 3/103. Konuyla ilgili geniş bilgi için bk., İbn Hişâm, age, I, 385, 398. 9 İbrahim Sarıçam, Hz.Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİBY., Ank., 2003, sh. 140; Umerî, age, sh. 20. 10 Asri Çubukçu, “Bu’as”, DİA, İst., 1992, VI, 340; Ahmet Önkal, “Hazrec”, DİA, İst., 1998, XVIII, 144; Umerî, a.g.e., sh. 20. 11 Ahmet Önkal, “Hicret”, DİA, İst., 1998, XVII, 459-460. 56 İkinci Tebliğ masına da zemin hazırlamıştır.12 İbn Hişâm’ın (ö. 218/833) belirttiğine göre Bedir Savaşı’na katılanların 83’ü Muhâcir, 61’i Evsli, 170’i ise Hazrecli Ensâr idi.13 Bu rakamlar incelendiğinde bizlere bazı mesajlar vermektedir. Bir rivâyete göre Ensâr adının kendilerine ilk defa kim tarafından verildiği sorulunca Enes b. Mâlik “Bu ismi bize Allah koydu.” demiştir.14 Bu iki kabile İslâm’la müşerref olduktan sonra “Ensâr” adıyla övülmüş ve saygın bir konuma yükselmiştir. Kur'ân’ın muhtelif yerlerinde övülen Ensâr bundan sonra da tüm İslâm tarihi boyunca bu tabirle anılmıştır. Günümüzde de bu tabirleri hala kullanıyoruz. Muhâcirûn denince Allah ve Rasûlüne iman eden ve inançları sebebiyle Mekkeli müşrikler tarafından çeşitli eziyetlere uğratılan ve yurtlarından çıkmaya mecbur bırakılan kimseler akla gelmektedir.15 Özellikle ikinci hicrette Medine’ye hicret edenler kastedilmektedir. Onlar da İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren Hz. Peygamber’in yanından ayrılmamış, Mekke’deki tüm olumsuzlara ve sıkıntılara karşı sabırla göğüs germiş, daha sonra da Hz. Peygamber’le birlikte dinleri uğruna kendi öz vatanlarını terk etmişlerdir. Hz. Peygamber’in dualarına mazhar olan bu iki zümrenin ortak özelliği, Allah Rasûlüne büyük bir sadakatle bağlı olmaları ve bu samimi bağlılıklarından ne pahasına olursa olsun asla dönmemeleridir. Kur'ân’da onların faziletleri anlatılırken bazı âyetlerde yan yana zikredildikleri gibi, ayrı ayrı da zikredilmişlerdir.16 Dolayısıyla onlar, hem Kur’ân-ı Kerîm’de, hem de hadislerde övülmüş, faziletleri anlatılmış ve örnek alınmaları vurgulanmıştır.17 Her iki kesim de İslâm’ın yayılması için canlarıyla, mallarıyla mücadele ederek her şeylerini ortaya koymuşlardır. Daha sonraki nesiller arasında köprü vazifesi görmüş Asr-ı saadetin altın nesli olarak tarihe geçmiştir. III. Ensâr ve Muhâcir Birlikteliği Bağlamında Muâhât (Kardeşlik) Projesi Hz. Peygamber ve arkadaşları Medine’ye geldiklerinde Medine’de parçalı ve çoklu bir yapı vardı. Medine nüfusunun hemen hemen yarısını Yahudiler teşkil ediyordu.18 Hicret gerçekleştiğinde şehirde yaklaşık 6.000 ———— 12 Hüseyin Algül, “Ensâr”, DİA, İst., 1995, XI, 252. 13 İbn Hişâm, age, II, 464. Krş. Ahmet Önkal, “Hazrec”, XVIII, 144. 14 Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 1. 15 Hüseyin Algül, “Muhâcirûn-Ensâr Üzerine Bir Araştırma”, UÜİFD., c. 5, sayı: 5, Bursa, 1993, sh. 26. 16 Bk. Hac, 22/40, 58-59; Nahl, 16/41-42, 110; Âl-i İmrân, 3/195; Nisâ, 4/100; Bakara, 2/218; Tevbe, 9/20-22, 100, 117; Haşr, 59/8. 17 Konuyla ilgili çok sayıda hadis vardır. Bunlardan bazıları için bk., Buhârî, Menâkıbü'lEnsâr, 1-7; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 172-177. 18 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, terc., M. S. Mutlu - S. Tuğ, Yağmur Yay., İst., 1965, I, 378. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 57 müşrik Arap, 4.000 Yahudi, 50 civarında da Hıristiyan Arap vardı.19 Buna göre Medine takriben 10.000 nüfusa sahip olan bir şehirdi. Müslümanların sayısı ise yapılan nüfus sayımında 1.500 civarında idi.20 Ancak hicretle beraber, Medine’ye yerleşenler çoğalmıştı. Artık Medine nüfusu, sadece Evs, Hazrec ve Yahudilerden ibaret olmayıp, Kureyş ve Arap kabilelerinden gelen Muhâcirler de vardı. Medine toplumunun temelleri, yavaş yavaş akidevî ölçülere göre şekil değiştiriyordu. Bilahare toplumu mü’minler, münafıklar ve Yahudiler oluşturmaya başlamıştı.21 Böylece Medine’de ilk defa mü’minler de var olduklarını gösteriyorlardı. Müslümanlar aynı zamanda ilk defa Mekke dışından bir toplulukla birleşerek büyük bir güç olma yoluna girmiş oluyorlardı. Aslında kardeşleştirme her ne kadar iki kişi arasında yapılmış olsa da esas amaç, Muhâcir ve Ensâr arasında yani iki grup arasında gerçekleştirilmiştir. Onlar arasındaki kardeşlik İslâm kardeşliği çerçevesinde sürmüş ve Hz. Peygamber de bu kardeşliğe sürekli vurguda bulunmuş, aralarındaki dengeyi her zaman gözetmiştir. Dolayısıyla Muhâcir-Ensâr birlikteliği İslâm toplumunun temellerini oluşturuyordu. Mekke’den Medine’ye hicret gerçekleştiğinde sosyal dayanışma adına atılan önemli adımlardan biri olan Muhâcir ile Ensâr arasında kardeşleştirme projesinin hayata geçirilmiş olması o zaman için fevkalâde önemli bir olaydır.22 Kardeşleştirmenin rasgele seçilen iki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmadığını; bilâkis hicretten sonra bir süre zarfında Hz. Peygamber’in Müslümanları iyice tanıyarak, durumlarını inceleyerek ve her çift arasında ortak vasıflar bularak bunu gerçekleştirdiğini belirtmek gerekir.23 Bu kardeşlik, kan kardeşliğin ötesinde sevgi, saygı ve fedakârlığa dayalı bir din kardeşliğidir. Bu aynı zamanda sosyal ağırlıklı olan bir harekettir. Dolayısıyla insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir sosyal dayanışma örneğidir. Medine toplumunda bunun izleri o kadar derindi ki, İslâm’ın yayılması çalışmasında Müslümanlara son derece yardımcı olmuştur.24 Muhâcir ve Ensâr birbirleriyle öyle kaynaşmış ve bütünleşmiş ki, sanki tek vücut haline gelmiştir. Bunun yanında Muhâcirler İslâm’ı daha iyi bildiklerinden Ensâr’a bildiklerini öğreterek aralarında hoca-talebe ilişkisi de cereyan ettiği gibi, her türlü maddî-manevî yardımlaşma olayı da gerçekleşmiştir. ———— 19 Muhammed Hamidullah, İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları, derleyen: Saliğ Tuğ, İst., 1962, sh. 21; Umerî, age, sh. 18. 20 Muhammed Hamidullah, “İslâmiyet’te İlk Nüfus Sayımı”, AÜİFD, Ank., 1960, sayı: 7, sh. 11-12. Ayrıca bk., Buhârî, Cihâd, 181. 21 Umerî, age, sh. 25. 22 Bk., İbn Sa’d Ebû Abdillah Muhammed, Tabâkâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1985, I, 238; İbn Hişâm, age, I, 354. 23 Sarıçam, age, sh.141. Ayrıca bk. Şiblî, age, I, 210; Kâmil Mirâs, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, DİB., Yay., Ank., 1975, VII, 73-78. 24 Muhammed Osman Necati, Hadis ve Psikoloji, terc., Mustafa Işık, Fecr Yay., Ank., 2000, sh. 90. İkinci Tebliğ 58 Böylece Muhâcirlerin de Medine’de bir evleri oldu, aynı ailenin bir ferdi olmuşlardı. Kardeşleştirmenin sağladığı psikolojik rahatlık sadece bununla kalmıyor, gariplik ve hasret duyguları da asgariye indiriliyordu. 25 Ensâr’dan biriyle kardeşleştirilmeyen hiçbir Muhâcir’in kalmadığı rivâyet edilir.26 Daha sonra Muhâcirler, kardeşleştirme yoluyla elde ettikleri bütün malları ellerinde imkân olduğu zaman manevi kardeşlerine iade etmişlerdir.27 İade işi Hayber Fethi’ni müteakip günlerde gerçekleşmiştir.28 Bu da onların ne kadar vefalı olduklarını göstermektedir. IV. Konunun Kaynaklar Bağlamında Analizi Konuyu kaynaklarda incelediğimizde kardeşlik projesiyle ilgili bazı konularda ihtilâfların söz konusu olduğunu görmekteyiz. Örneğin, kardeşleştirme olayının nerede, ne zaman, kaç kişiyle gerçekleştiği ve nasıllığı konusunda bazı farklı görüşler ve farklı rivâyetler söz konusudur. Biz, tebliğimizde bu tür teknik ayrıntılara ve ihtilâflara girmeden daha çok konunun bireysel ve toplumsal bazda analizini ve önemini gündeme taşımayı ve bu bağlamda konu üzerinde durmayı yeğliyoruz. Muhâcirler, her şeylerini geride bırakarak Medine’ye geldiklerinde bir süre evlerde misafir olarak kalmışlar, ancak bu misafirliğin uzun sürmesi, onların onurlarına dokunmuştu. Bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Çünkü onlar, çalışarak, emek sarf ederek hayatlarını kazanmaya alışmışlardı. İşte bu süreçte Hz. Peygamber devreye girerek Mekkeli ve Medineli bütün aile reislerini bir araya getirerek büyük çaplı bir toplantı yaptı. Muhâcirlerin bu durumu bir çözüm olarak Muhâcirlerle Ensâr arasında kardeşlik (muâhât) sözleşmesini hayata geçirdi. Buna göre Ensâr’dan olanlar, Muhâcirlerden bir aileyi yanlarına alarak iki kardeş gibi birlikte çalışıp kazançlarını bölüşeceklerdi. Bu manevî kardeşlik tarafların birbirlerine varis olmasına kadar gidiyordu.29 Buna “özel kardeşlik akdi” de denebilir.30 Yukarıda sözünü ettiğimiz ihtilâflardan birisi kardeşliğin hangi tarihte yapıldığıyla ilgilidir. Medine vesikasından önce mi, sonra mı yapıldığı konusunda ittifak sağlanamamıştır.31 Ancak hicri birinci asırda yapıldığı kabul görülen genel bir görüştür. Hicretten yaklaşık olarak da beş ay ———— 25 İzzet Er, “Muhâcirlerin Medine’ye İntibakının Psiko-Sosyo-Ekonomik Problemleri ve Çözümleri”, Din Sosyolojisi içinde, Akçağ Yayınları, Ank., 1998, sh. 161. 26 Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, Kahire, 1959, I, 271. 27 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 116. 28 Şiblî, age, I, 209. 29 İbn Sa’d, age, I, 238, III, 22, 234; Belâzürî, age, I, 270-271; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1997, III, 228-229; Markîzî, Takiyüddîn Ahmed b. Ali, İmtâu’l-Esmâ, Beyrut, 1999, I, 69; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, trs., VI, 289, VII, 112-113; Aynî Bedreddîn Ebû Muhammed, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Mısır, 1972, IX, 242, X, 114-115; Şiblî, age, I, 207; Hamidullah, age, I, 116; Sabri Hizmetli, İslâm Tarihi, Ankara Okulu Yay., Ank., 2006, sh. 290-291. 30 Hizmetli, age, sh. 291-292. 31 Bu tür tartışmalar için bk. Arslan, agm, sh. 261-262. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 59 kadar sonra gerçekleştiği ifade edilmektedir.32 Böylece Ensâr’dan Enes b. Mâlik’in evinde gerçekleşen bu kardeşleştirme ile kişilerin kendileri belirlenerek birbirleriyle kardeş oldukları ilân edilmiştir.33 Esas kardeşleştirmenin bu olduğu kabul edilmekle birlikte, daha önce bazı Mekkeli sahâbîlerin kendi aralarında kardeş yapıldığı görüşü de nakledilmektedir. Dolayısıyla ilk kardeşliğin hicretten önce veya sonra tesis edildiğine dair farklı rivâyetler vardır. Ve bunun ne zaman gerçekleştiği de kesin olarak belli değildir.34 Kardeşleştirme olayında kaç kişi olduğu konusunda da kaynaklar farklı rakamlar vermektedir. İbn Sa’d (ö. 230/844), kırk beşerden 90 rakamını verirken, ellişerden 100 olduğu bilgisini de aktarmakta35, Markîzî de (ö. 845/1444) bunların toplam 186 kişi olduğunu ifade etmektedir.36 Sayı konusunda yaygın kanaat ise 90-100 kişiye ulaştığı şeklindedir.37 Kaynaklarda aralarında kardeşlik yapılanların isimleri uzun uzadıya verilmektedir.38 Biz burada isimler üzerinde durmayacağız. Dolayısıyla yukarıda geçtiği gibi hicretten yaklaşık beş ay sonra Mescid-i Nebevî’nin inşaat günlerinde Hz. Peygamber, Muhâcirlerle Ensâr’ı Enes b. Mâlik’in evine çağırdı ve “İslâm dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır.” diyerek bunlar arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti; diyet ve fidye meseleleri dâhil olmak üzere karşılıklı sorumluluk ve yükümlü———— 32 İbn Abdilber, el-İstiâb, Kahire, trs., I, 42; Aynî, age, IX, 242; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Şamil Yay., trs., İst., VIII, 109. 33 Buhârî, Kefâlet, 2, Edeb, 67; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 204; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’lMeâd, terc., Muzaffer Can, Cantaş Yay., İst., 1990, III, 1065. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd, 54, 64; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 230. 34 Hüseyin Algül, “Muâhât”, DİA, İst., 2005, XXX, 308. Bazı İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber’in birisi hicretten önce Mekke’de, diğeri Medine’de Müslümanları iki defa özel olarak kardeşleştirdiğini kaydederler. Ancak ilki üzerinde ittifak yoktur. Pek çok âlim bunu kabul etmez. Mekke’deki kardeşleştirmede Kureyş mensuplarıyla azatlı kölelerin kardeşliğinden de bahsedilir. Geniş bilgi için bk., İbn Habîb, Kitâbü’l-Muhabber, Beyrut, 1941, sh. 70-71; Belâzürî, age, I, 270-271; Aynî, age, IX, 242; Miras, age, VI, 343; Köksal, age, VIII, 109; Sarıçam, age, sh. 140; Hizmetli, age, sh. 291. İbn Sa’d, Hz. Peygamber’in Medine’ye geldiğinde bazı Muhâcirler arasında kardeşlik yaptığı gibi Ensâr ile Muhâcirler arasında kardeşlik yaptığını ifade eder. Ancak bu konuda detaylı bilgi vermez. Dolayısıyla bazı kaynaklarda Medine’ye geldikten sonra, Mekkeli Müslümanlardan bazılarını, hem kendi aralarında birbirleriyle, hem de Medineli Müslümanlarla ikişer ikişer kardeş yapmıştır şeklinde bilgiler mevcuttur. Bk., İbn Sa’d, age, I, 238; Köksal, age, VIII, 108. Muhâcirler arasında yapılan kardeşlik din kardeşliğine dayalı küçük çaplı bir şey olmalı. Ancak muâhât denildiğinde Medine’de Muhâcir ve Ensâr arasındaki kardeşleştirme akla gelmektedir. Mekke’deki ise dar kapsamlı bir kardeşleştirme olsa gerek. Bu tartışmalar için bk., İbn Kayyim el-Cevziyye, age, III, 1066; Umerî, age, sh. 27. 35 İbn Sa’d, age, I, 238; Belâzürî, age, I, 271. 36 Markîzî, age, I, 69. 37 Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308; Hizmetli, age, sh. 292. Ayrıca bk., Aynî, age, IX, 242; İbn Kayyim el-Cevziyye, age, III, 1065; Köksal, age, VIII, 110. 38 Bk., İbn Hişâm, age, I, 354-355; İbn Habîb, age, sh. 70-71; Belâzürî, age, I, 270-271; İbn Abdilber Ebû Ömer Yûsuf, ed-Dürer fî İhtisâri’l-Megâzî ve’s-Siyer, Kahire, 1966, sh. 88-92; İbn Seyyidinnâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megâzî ve’s-Siyer, Beyrut, 1992, I, 321-326; Markizî, age, I, 69; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 228-229; Miras, age, VII, 75-76. Köksal, age, VIII, 110-112. 60 İkinci Tebliğ lüklerini açıkladı.39 Böylece kardeşlik anlaşması ile cahiliye dönemindeki hilfın yerini İslâm kardeşliği almıştır. Ancak Hz. Peygamber, cahiliye dönemindeki haksızlığı önlemek ve yardımlaşmak amacıyla gerçekleştirilen hilfleri de doğru kabul etmiştir. Şu kadar var ki, İslâm döneminde ve özellikle hicretten sonra Müslümanlar arasında dayanışma temin edildiği ve kardeşlik kurulduğu için ayrı bir hilfe gerek kalmadığı açıklanmıştır. 40 Çünkü hilfte kan bağı, kabilecilik, çıkarcılık gibi hususlar olmasına karşı muâhatta din kardeşliği ve îsâr söz konusudur. Ensâr’ın, hicret etmiş olan ve zor durumda kalan Mekkeli kardeşleriyle sahip oldukları hurma arazilerini paylaşma teklifi yaptıkları rivâyetlerde geçmektedir. Çünkü onların malları, vahalardaki arazilerden ibaretti. Ancak Hz. Muhammed bu teklifi reddetmiş mülkiyetin kendilerine ait olması gerektiğini söyleyerek, birlikte çalışıp üründe, kazançta ortaklık yapmalarını salık vermiştir. Muhâcirler de, bunun üzerine “Sizler ve bizler beraber çalışalım” başka bir tabirle “Bizden iş, sizden toprak, mahsûl ortak olsun.” şeklinde mukabelede bulundular.41 Sonuçta Hz. Peygamber, mülkiyeti Ensâr’da kalmak üzere Muhâcirlerin emekleri karşılığında ürüne ortak olabileceklerini bildirmiş, böylece birlikte çalışılıp elde edilen kazanç paylaşılmıştır.42 Yine meşhur bir rivâyette Ensâr’dan zengin olan Sa’d b. Ebî Reb’i’nin, kardeşliği Abdurrahman b. Avf’a malının yarısını önermesi ve iki eşinden hoşuna giden birini boşayıp kendisine nikâhlamak istemesini Abdurrahman b. Avf, başkasının sırtından geçinmeyi hoş karşılamadığı için onun bu teklifini kabul etmeyip “Allah sana ehlini ve malını bereketli kılıp mübarek eylesin.” diyerek çarşının nerede olduğunu sormuş ve hemen ticarete başlamıştı. Kısa zamanda maddi durumunu düzeltmiş ve evlenmişti.43 Abdurrahman b. Avf, insanın el emeği ile kazancının başkasından bir şeyler beklemekten daha faziletli olduğunu biliyordu. Bu uygulamada kardeşler mirasa ortak oluyordu. Ancak, kısa süre sonra bunun Kur’ân-ı Kerîm emri ile kaldırıldığını görüyoruz. Bedir Savaşı’ndan sonra Muhâcirler kendini toparladığından Ensâr’a ihtiyaçları kalmadığı için Enfâl 8/75. âyet-i kerime nâzil olmuş ve miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir 44 Anlaşılan o ki, miras olayı çok ———— 39 Bk., Buhârî, Kefâlet, 2, Edeb, 67, İ’tisâm, 16; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 204. Ayrıca bk., Ebû Dâvûd, Ferâiz, 16-17. 40 Sarıçam, age, sh. 141-142. Cahiliye döneminde uygulanan hilflerle ilgili geniş bilgi için bk., Aynî, age, X, 114-115; Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’lKur'ân , Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1992, IV, 54-58; Miras, age, VII, 74; Nadir Özkuyumcu, “Hilf”, DİA, İst., 1998, XVIII, 29-30. 41 Bk. Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 3, el-Hars ve’l-Müzâraa, 5; Şibli, age, I, 208 ; Mirâs, age, VII, 147. 42 Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308. Ayrıca bk., Mirâs, age, VII, 75. 43 Bk. Buhârî, Buyû, B. 1, Menâkıbü'l-Ensâr, 3; Tirmizî, Birr, 22; Nesâî, Nikâh, 84; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 190, 204, 271; İbn Sa’d, age, III, 125-126; İbnü’l-Esîr, İzzüddîn Ebu’lHasan, Üsdü’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, 1970, III, 481. 44 Buhârî, Kefâlet, 2, Tefsîr, 79, Ferâiz, 16; Ebû Dâvûd, Ferâiz, 16; İbn Sa’d, age, I, 238; Aynî, age, IX, 242, X, 114-115; Şiblî, age, I, 208; Miras, age, VII, 77. Nisâ 4/33. ve Enfâl 8/72. âyet- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 61 kısa sürmüştür. Çünkü Ensâr, kısa zamanda ticarî alanda başarısını göstermeye başlamıştı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf gibi sahâbîler iş güç sahibi olmuş, ticaretleri olumlu gitmiştir.45 Hadis talebesi olan Ebû Hüreyre bu durumu bir sözünde şöyle dile getirmektedir: “Muhâcir kardeşlerimiz çarşıda ticaretle, Ensâr kardeşlerimiz kendi bağ ve bahçeleriyle meşgul olurken ben karın tokluğuna Hz. Peygamber’e hizmet ediyor, onların görmediklerini görüyor bilmediklerine şahit oluyordum.”46 Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde yedi ay kadar kaldıktan sonra mescidin bitişiğinde inşa edilen odalarına taşındı.47 Sa’d b. Heyseme isimli bekâr bir zat ailesi olmayan Muhâcirlerden büyük bir kısmına evinin kapılarını açtı, onların kalmalarını sağladı.48 Evli Muhâcirler daha kolay yerleştirilirken bekâr ve kimsesiz olan Muhâcirlerin yerleştirilmesi pek kolay değildi. Bunlar daha çok Mescid-i Nebevî’nin arka tarafında inşa edilen Suffe denilen yerde ikamet ediyorlardı.49 Suffe ashâbının ihtiyaçlarını Hz. Peygamber ve Ensâr karşılıyordu. Hayber, Fedek ve benzeri yerlerin fethedildikten sonra ganimetler çoğaldıkça Suffe ashâbının durumu da iyileşmeye doğru gitmiştir. Ensâr’ın Muhâcirlere karşı göstermiş olduğu feragat örnekleri takdire şayandır.50 Onlar, Hz. Peygamber’e “istersen evlerimizi de al" demişlerdi de Hz. Peygamber bunu reddetmişti. Ancak Hz. Peygamber, Ensâr’ın hibe ettiği ve sahipsiz araziler üzerine bilahare Muhâcirler için evler yapmıştır. 51 Başkalarını hak rızası için kendisine tercih etmek anlamında olan “îsâr” Ensâr’da doruk noktasına ulaşmıştır.52 Böylece Ensâr, Allah Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olmuştur. “(İslâm Dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluş→→ lerinin muâhatta mirasa işaret ettiği ve daha sonra neshedildiği konusunda geniş bilgi için bk., Taberî, age, IV, 55-57, 59, VI, 297; Ebu’l-Fidâ İsmâîl İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahraman Yay., İst., 1985, IV, 38-40; Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru İhyâi’tTürâsi’l-Arabî, Beyrut, 1997, IV, 66, V, 520; Nâsiruddîn el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988, I, 392-393; Necati Yeniel, Sünen-i Ebû Dâvûd Terceme ve Şerhi, Şamil Yay., İst., 1988, XI, 163-167; Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, Gonca Yay., İst., 1986, I, 330. 45 Şiblî, age, I, 209. 46 Buhârî, İlim, 42; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 159-160. Hadisin yorumu için bk., İbn Hacer, age, IV, 289. 47 Ahmet Önkal, “Hicret”, DİA, XVII, 461. 48 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 115. 49 İbn Sa’d, age, I, 255-266; Aynî, age, IX, 241; Akif Köten, “Asr-ı Saadet’te Suffa Ashâbı”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, IV, Beyan Yay., İst., 1995, sh. 386. 50 Örnekler için bk. Buhârî, Büyû, 1; Menâkıb, 3, 50; Tirmizî, Birr, 22; İbn Sa’d, age, III, 125-126; İbnü’l-Esîr, age, III, 481; Mirâs, age, VI, 341-343; Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber Zamanında Medine’nin Sosyal Yapısı, sh.72-73, İslâm Peygamberi, I, 116. 51 Belâzürî, age, I, 270-271. 52 Kerim Buladı, Kur'ân’da Sosyal Dayanışma, Kayıhan Yay., İst., 2004, sh. 145. 62 İkinci Tebliğ tur.”53 “İnanıp hicret eden ve canlarıyla, mallarıyla Allah yolunda cihad edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler; işte bunlar birbirlerinin velisidirler.”54 “Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (daha önce Medine’yi yurt edinen Ensâr) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden) ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir.”55 Böylece Hz. Peygamber’in “karizmatik otoritesi yeni bir sosyal dayanışma düzeni tesis etmiş, geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçimde kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etmiştir.”56 Ensâr’ın bu desteği sayesinde zaman içerisinde Muhâcirlerin Medine’nin iktisadi hayatında söz sahibi olmasına yol açmıştır. Muhâcirler tarafından kurulan Müslüman çarşı-pazarında İslâm’ın ekonomik ve ticarî hayata getirdiği değerler uygulanmış, bunun sonucunda Yahudilerin Ensâr üzerindeki iktisadî tesirleri azalmaya başlamıştı.57 Aslında Ensâr, ziraî işletmelerinin herhangi bir alanında eleman sıkıntısı çekmiyordu. Bu bakımdan yeni bir kazanç yolu bulunmalıydı. İşte bu bağlamda Hz. Peygamber, Muhâcirînin ticarete yatkınlığını ve tecrübesini bildiği için onları ticaret yapmaya teşvik etmiştir. Onlar da böylelikle ticarete başlamış oldular. Kaynaklar onların ticarî faaliyetlerinden bahsederler.58 Medine’de Ensâr daha çok zirai işlerle, Yahudiler ise ticaretle ilgileniyorlardı. Dolayısıyla Muhâcirlerin ticaretteki başarısı Ensâr’ı memnun etmiş, Yahudi tekeli ve sömürüsü kırılmıştı.59 Böylece hicretten sonra değişim burada da kendini göstererek daha çok tarıma dayalı bir ekonomik hayat söz konusu olan Medine’de Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm gibi Müslümanlar birer tacir olarak buranın ticarî hayatına hız kazandırdılar.60 V. Kimlik Oluşturma Açısından Kardeşlik (Muâhât) Olgusu Hicretten sonra Medine’de Muhâcir ve Ensâr için yepyeni bir hayat başlamıştı. Muhâcirlerin önemli bir kısmı Mekke’nin önde gelenlerindendi. Müslümanlar, Medine’ye geldiklerinde pek çok zorluk ve sıkıntıyla karşılaştıkları bir gerçektir. Bu süreç, Müslümanların Mekke’den hicret ettikten sonra Medine’deki birçok problemle yüz yüze kaldıkları hayatî bir dönemi ifade etmektedir. Müslümanlar Mekke’deki güvensiz ortam sebebiyle ve ———— 53 Tevbe, 9/100. 54 Enfâl, 8/72. 55 Haşr, 59/9. 56 Hamit Dabaşî, İslâm’da Otorite, terc., S. E. Gündüz, İst., 1995, sh. 86. 57 Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308. 58 Bk. İbn Kesîr, el- Bidâye, III, 228; Aynî, age, IX, 240; Şiblî, age, I, 208-209. 59 Er, agm, sh. 164-165. 60 M. Ali Kapar, “Hz. Peygamber’in Gerçekleştirdiği Toplum Yapısı ve Özellikleri”, Diyanet İlmî Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) -Özel Sayı- , Ank., 2000, sh. 86. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 63 yeni dini taşıyabilecek ortamı oluşturmak amacıyla Medine’ye gelmişlerdi. Bu da yeni bir toplumun inşası ile mümkündü. Hz. Muhammed’in düşüncesinde teşkilâtlı bir toplumsal birlik fikri öteden beri vardı. Bir tarafta geldikleri Mekke ortamına ve iklimine tamamen yabancı, ekonomik açıdan yoksun durumda ve aynı zamanda da güvensizlik duygusu içerisinde olan Muhâcirler; öte tarafta ise Müslümanlara iyi gözle bakmayan Evs ve Hazrec içerisindeki putperest Araplar, Yahudiler ve Müslümanlar üzerinde tehditleri artarak süren Kureyşliler vardı. Medine’nin imkânları açısından bakıldığında hicret ile büyük bir nüfus hareketi oluşmuş, var olan sosyal tabakalarda değişiklikler olmuştu. Bu anlamda Medine’nin büyük bir sosyal değişim ve dönüşüm süreci ile karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz.61 Dolayısıyla her iki kesimin de sıkıntıları ve problemleri göz ardı edilemezdi. İçte münafık-Yahudi ittifakına, dışta da Kureyşli müşriklerin tehdidine karşı oluşturulan kardeşlik müessesesi, adeta bir tampon olmuş ve tevhit çizgisinde birliktelik sağlanmıştı.62 Bu birliktelik, Muhâcir ve Ensâr’a yeni bir kimlik kazandırıyordu. Medine arazisi verimli ve hurmalıkların yoğun olduğu bir yer idi. Mekke’deki Muhâcirler ise daha çok ticaretle meşgul idiler, tarım ile ilgileri çok azdı. Dolayısıyla Medine’deki ortama bu açıdan da ayak uydurmada zorluk çekiyorlardı. İklim açısından da Mekke’de, kuru, çok sıcak ve sert çöl iklimi vardı. Bu iklime alışan Muhâcirler, Medine’nin daha ılıman, yumuşak ve sulu vahalarında yaşamak onları etkilemiş, bu iklime intibakta zorluk çekmişler ve bu hava ve iklim değişiminden dolayı hastalananlar olmuştur.63 Dolayısıyla Hz. Peygamber, bu olumsuzluklar karşısında şöyle duada bulunmuştur: “Yâ Rab! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir, erzakımıza feyz ve bereket ihsan eyle. Ya Rab! Medine’nin havasını bizim için güzelleştir ve hastalıklardan arındır.”64 İslâm’ın ilk yıllarında oluşturulan evrensel inanç sistemi ve buna inananlara mensubiyet duygusunun yerleştirilmesi önemli bir husustur. İşte Muhâcir ile Ensâr arasında gerçekleştirilen kardeşlik olayı her iki tarafın yekpare bütünleşmesine, kişilik ve kimlik kazanmalarına yardımcı olmuştur. Muâhât, sadece maddi bir destekten ibaret değildir, aynı zamanda manevi yönden bir destek sağlama olayıdır. İşin maddi yönü, manevi bir kardeşlikle desteklenmiş oluyordu. Ensâr ile Muhâcirler arasında ortak bir kimlik oluşturuyor, zihniyet birliği sağlanıyordu. Aynı zamanda bu yeni yapılanmada içte ve dıştaki düşmana karşı anlaşmış ve kaynaşmış bir toplum oluşturuluyordu.65 Bu sebeple Hz. Muhammed’in bir yandan Muhâcirlerin iskânı ve yeni toplumsal yapıya uyumları ile uğraşırken, diğer yandan da hem Yahudi, hem de putperest Medineli Arapların güve———— 61 Arslan, agm, sh. 253. 62 Algül, age, I, 327. 63 Bk., İbn Hişâm, age, I, 427; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 115. 64 Miras, age, VI, 246. 65 Sarıçam, age, sh. 142. 64 İkinci Tebliğ nini kazanmanın, onlarla çatışmadan anlaşmanın yollarını aramaya çalıştığını görüyoruz. Bu önemli dönemeçte Ensâr ve Muhâcir grupları arasında yapılan kardeşlik sözleşmesi (muâhât) stratejik bir adımı ifade etmektedir. Kardeşleştirme sistemi ile zor durumda olan Müslümanların toplumsal bir dayanışma içerisine girmeleri sağlanmış, Muhâcirlerin Ensâr’ın ailelerine katılmaları, mirasta ortak, mülkiyette ise çalışma karşılığı ürüne ortak olmaları gibi birtakım eylemlerle yekvücut olarak bütünleşmeleri söz konusu olmuştur. Süreç içerisinde daha bütüncül ve yekpare bir nitelik kazanan yeni toplumun bireyleri, kardeşleştirmede olduğu gibi kabilesel nitelikli koruyucu kardeşlik ya da karşılıklı iki kişinin kardeşliği yerine, evrensel dinin temel özelliği olarak, toplumun tamamının inanç bağı etrafında toplandığı bütüncül bir kardeşlik evresine geçilmiştir.66 Kaynaklar, Hz. Muhammed’in Medine’deki ilk görevinin toplumun bütünleşmesini sağlamak olduğu konusunda hem fikirdirler.67 Medineli Müslümanlar, Muhâcirleri öz kardeşleri gibi kabul edip ellerindeki imkânları onlarla paylaştılar. Kabile esasına dayalı kardeşlik anlayışının yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini sağladılar.68 Hz. Peygamber, Medine’de sulhun hâkim olmasını istiyordu. Bu sebeple Hz. Muhammed’in Akabe biatlerinden itibaren sürekli sözleşmeler yaptığını görüyoruz. Bu hem Müslüman gruplar arasında hem de Müslümanlarla Yahudiler ve Müşrik Araplar arasında olmuştur. Dolayısıyla yeni topluluğun oluşum sürecinde sözleşmelerin çok önemli rolü vardır. Hatta evrensel nitelikli yeni teşkilâtlanmanın sözleşmelerle başladığı söylenebilir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in uğraşısını sadece “davet ve savaş” gibi iki kavram arasına sıkıştırmak yanlıştır.69 Müslümanlara, karşılaştıkları tüm zorluk ve sıkıntıları birlikte hareket ederek üstesinden gelme bilinci verilmeğe, ben yerine biz olgusu yerleştirilmeye çalışılmıştır. Muhâcirler, daha önce hiç tanımadıkları kişilerle evlerinde birlikte kalıyordu. Ensâr-Muhâcir kardeşliği, ilk İslâm toplumunun inşasında kalıcı ve köklü bir birlikteliktir. Medine’de yeni bir toplum inşa edilirken kabilesel bir topluluktan evrensel bir toplum haline dönüşme durumu söz konusuydu. Muâhât, din uğruna her şeyini, tüm varlığını Mekke’de bırakıp gelen Muhâcirlerin her türlü maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması olayıdır. “Hilf” denilen Cahiliye âdetini ortadan kaldıran Hz. Peygamber, kabile esasına dayalı kardeşlik anlayışının yerine din kardeşliği anlayışını getirmiştir. Kardeşlik psikolojisiyle birleşen Müslümanlar, bu güç birliği sayesinde Mekkeli müşriklere karşı bir gözdağı da vermekteydi.70 ———— 66 Arslan, agm, sh. 254, 258. 67 Muhammed Hamidullah, “Hz. Muhammed Gayri Müslimlere Nasıl Davrandı”, İlim ve Sanat, (terc., S. Seyfi), Ank., 1986, II, sh. 13. 68 Fayda, “Muhammed”, DİA, XXX, 415. 69 Arslan, agm, sh. 259-260. 70 Sarıçam, age, sh. 141-142. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 65 Hz. Ömer ile kardeşi İtbân b. Mâlik örneğinde71 olduğu gibi kardeşlerden birisi Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek, gündüz öğrendiklerini akşam işinden dönen kardeşine aktarıyordu. Böylece muâhâtın boyutları ruhî-manevî ve ilmî sahalara da uzanmıştır.72 Askerî seferler esnasında, Hz. Peygamber iki manevî kardeşten birisini ordusuna alıyor, diğeri evde kalarak iki ailenin ihtiyaçlarını karşılıyordu.73 VI. Hz. Peygamber’in Bu Uygulamasından Çıkarılacak Evrensel Düzeydeki İlkeler Bencil ve her şeyi kendi çıkarına göre düşünen bir dünyada yaşıyoruz. Başkalarını düşünmek bugünkü dünyanın en çok ihmal ettiği hususların başında gelmekte ve bu ihmalden kaynaklanan çözümü oldukça girift hale gelmiş olan yüzlerce sorun ortaya çıkmaktadır. Ben ve çıkar merkezli bir dünyada kan, savaş ve zulüm hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Sevgi, barış ve haklar gibi söylemler hep göstermelik ve süslü lâflar olarak raflarda kalacaktır. Başkalarının da var olduğunu, başkalarının da haklarının söz konusu olduğunu düşünmek bir gereklilik ve bir erdemliliktir. İşte Hz. Peygamber’in dünya görüşünde ben merkezli bir dünya yerine biz merkezli ve başkasının da var olduğu hesap edilen bir dünya söz konusudur. Bu noktada başkalarının hakları devreye girmektedir. Kişinin kazandığının sahibi ve maliki olması İslâm hukukunun tanıdığı en önemli ilkelerden biridir, fakat servet ve maldan diğer insanların da faydalandırılması ahlâkî evrensel bir husustur. İslâm’ın bu insanî yaklaşımını Batı kalıplarına göre düşünenlerin anlamaları oldukça zordur. 74 Başkalarını düşünme ve muhtaç olduğu halde kardeşini tercih etme düşüncesi ahlâkî meziyetlerin en üstünüdür.75 Bir gün karnı aç birisi Rasûlullah’a gelerek, “Ey Allah’ın elçisi, açlıktan dermansız kaldım” dedi. Hz. Peygamber hanımlarına haber gönderdi, ancak onların yanında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Allah Rasûlü ashâbına: “Bu adamı bu gece kim misafir etmek ister ki, Allah ona rahmet buyursun” dedi. Ensâr’dan biri kalkıp: “Ben ey Allah’ın elçisi” diye karşılık verdi. Ve adamı alıp evine götürdü. Sonra da hanımına “Bu, Allah Elçisi’nin misafiridir, yarına bir şey saklama, ne varsa getir buna ikram edelim” dedi. Hanımı: “Vallahi yanımda çocukların yiyeceklerinden başka bir şey yok” dedi. Kocası da ona “O halde sen çocukları oyala, akşam yemeğini istedikleri zaman onları uyut, sonra gel kandili söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım. Biz bu geceyi aç geçirelim” dedi. Kadın da öyle yaptı. Sonra bu adam, ertesi gün Hz. Peygamber’in yanına gittiğinde Rasûlullah ona: “Bu gece misafirinize yaptıkları———— 71 İbn Hişâm, age, I, 354. 72 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 116; Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308. 73 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 116. 74 Ahmet Debbağoğlu, İslâm İktisadına Giriş, Dergah Yay., İst., 1979, sh. 44. 75 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur'âni’l-Azîm, VIII, 96. 66 İkinci Tebliğ nızdan Allah Teâlâ memnun oldu.” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: “Kendi ihtiyaçları dahi olsa kardeşlerini kendi öz canlarına tercih ederler” âyetini indirdi.76 Hz. Peygamber, Bahreyn arazisini paylaştırırken hakları olduğu halde Ensâr bu hisselerinden Muhâcirler adına feragat ederek şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Rasûlü Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini vermedikçe bize de bir şey verme.”77 Ensâr benzer tutumu Benî Nadîr ganimetleri dağıtılırken de göstermiştir.78 Kardeşlik projesi, dünya sahnesine çıkan İslâm dininin mensuplarına grup içerisinde bütünleştirmeyi, dayanışma ve yardımlaşmayı, empati ve îsârı ön plana çıkararak toplum olarak bunları içselleştirmenin bir göstergesidir. Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde Mekke’deki farklı unsurlardan yeni, ideal ve örnek bir toplum oluştururken öncelikle bu tür erdemli ilkelerin benimsenmesinin/içselleştirilmesinin gerekli olduğunu biliyordu. Akabe Biatı’nda Medineli Müslüman grupla Hz. Muhammed arasında karşılıklı sözleşme yapılmıştır. Bu tek taraflı bir söz alma ya da biat olmayıp karşılıklı olarak yapılan bir sözleşmedir. Medineliler, Hz. Muhammed’e “canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına, itaat edeceklerine, hiç kimseden çekinmeyeceklerine, düşmanlarını düşman bileceklerine, hak üzere olacaklarına” dair söz verirken, Hz Muhammed’den de kendilerini hiçbir zaman bırakmayacaklarına dair söz almışlardır.79 Hz. Peygamber’in amcası Abbas, bu hususlarda eğer gevşeklik göstereceklerse şimdiden bu işten vazgeçebilecekleri uyarısında bulunmuştur. Onlar da bu konuda çok ciddi ve samimi olduklarını ve kendi öz değerleri gibi koruyacaklarını ifade etmişlerdir. Aynı zamanda Akabe heyetiyle Medine’ye Mus’ab b. Umeyr gönderiliyor. O, Medine’de onlara İslâm’ı öğretiyor, hem de namaz kıldırıyordu.80 Dolayısıyla Hz. Peygamber, akabe biatlerinden başlayan ve devam ede gelen bir süreçte kendisine sadakatle bağlanan kesimden itaat edileceğine dair söz alırken, kendisi de ölene dek kendileriyle beraber olacağına dair de bir nevi söz veriyordu. Bu da bir nevi karşılıklı sözleşme hükmündeydi. Burada bağlılık, sadakat ve samimiyetin ön planda olduğunu görüyoruz. Muhâcir ve Ensâr arasında sağlanan dayanışma ve bütünleşmenin kökeninde din ve Hz. Peygamber’in karizmatik kişiliği yatmaktadır. Çünkü O, hadislerinde “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve ———— 76 Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172. Ayrıca bk. el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, XVIII, 17-18; İbn Hacer, age, VII, 119-120; Sühreverdî, Ebû Hafs Şihâbuddin Ömer, Tasavvufun Esasları (Avârifu’l-Meârif), haz., H. K. Yılmaz-İ. Gündüz, Erkam Yay., İst., 1989, sh. 310-311. 77 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 111; Şiblî, age, I, 211-212; Miras, age, X, 15. 78 Şiblî, age, I, 208; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İst., ty., VII, 4843. 79 Bk., İbn Sa’d, age, I, 220; İbn Hişâm, age, I, 293; Belâzürî, age, I, 239, 253. 80 Bk., İbn Sa’d, age, I, 220, 222; İbn Hişâm, age, I, 293, 300-301; Belâzürî, age, I, 239. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 67 birbirini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” buyurmuştur.81 İnananlar, kardeşlik ve iman bağı ile kopmayacak şekilde birbirlerine bağlıdır. İslâm dinine mensup olanlar arasındaki ilişkiyi ifade eden en iyi kavram kardeşliktir. Kardeşleştirme olayında da bunun canlı olarak uygulamasını görmekteyiz. İslâm kardeşliği, sözde kalan bir şey olmayıp başkalarının yardımına koşmayı gerektirmektedir.“Dul kadınların ve fakirlerin nafakalarını kazanmaya koşan Müslüman kimse, Allah yolunda harbeden mücâhid gibidir, yahut gece namazlı, gündüz oruçlu âbid kimse gibidir.82 “Bir kimse kardeşinin yardımında bulunduğu sürece Allah da o kimsenin yardımında olur.”83 Muâhât projesinin, Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve sevginin yalın söz ve sembollerden ibaret olmadığının bir göstergesidir. Hz. Peygamber’in, eşsiz sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma örneği olarak sergilediği bu proje, İslâm tarihinde paylaşma, bencillikten arınma, başkalarını düşünme ve gerektiğinde kendine tercih etme gibi bazı güzel huylar kazandırma açısından önemi haizdir. Ensâr, bu konuda öylesine duyarlı davranışlar içerisinde bulunmuştur ki, evlerini, hurmalıklarını, hatta birden fazla hanımı varsa boşayıp kardeşine vermeyi dahi teklif etmiştir. Muhâcirler, hiçbir zaman tufeyli bir model olmamışlar, kardeşlerinin hisselerini emek karşılığında kabul etmişler, şehrin iktisadi hayatına intibak ettikten sonra da Ensâr’a olan borçlarını ödemişlerdir.84 Muhâcirler tamahkârlık ve açgözlülük yaparak Ensâr’ın o saf duygularını hiçbir zaman istismar etmemiş ve çalışma yolunu tercih etmişlerdir. VII. Günümüz Bireysel ve Toplumsal Hayata Yapacağı Katkılar Her bakımdan güçlü toplumlar şahsiyet sahibi liderlerin rehberliğinde, onların koyduğu prensipler doğrultusunda oluşmaktadır. Bu prensipler birleştirici, âdil ve sevdirici olduğu zaman toplum gelişme kaydetmektedir.85 İnsanlar arasındaki ilişkilerin/dostlukların sağlam olması aradaki güven, paylaşma, vefa, samimiyet, hoşgörü ve fedakârlık gibi duyguların var olmasıyla doğru orantılıdır. Bu tür duygular, toplum hayatında fertleri birbirine bağlayan, aralarındaki bağları güçlendiren, kısaca sosyal hayatın ahengini sağlayan, sevgi, dostluk, ülfet ve muhabbetin oluşmasına zemin hazırlayan çok güçlü unsurlardır. Başkalarının düşünülmesi ve onlara insanca muamele edilmesi aynı zamanda medeni olmanın bir ölçütüdür. İnsanların acı ve ızdıraplarını paylaşmak, dertlerine deva olmaya çalışmak ve bu yolla Allah’ın rızasını kazanmak, gerçek ———— 81 Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66. 82 Buhârî, Nafakât, 1. 83 Müslim, Zikir, 38; İbn Mâce, Mukaddime, 17. 84 Algül, age, I, 334. 85 Mücteba Uğur, Hicri Birinci Asırda İslâm Toplumu, Çağrı Yay., İst., 1980, sh. 156. 68 İkinci Tebliğ manada Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getirmek demektir. Kısaca günümüz dünyasında Muhâcirler gibi sıkıntı ve çileli hayatın zorluklarını yaşayan insan sayısı hiç de küçümsenecek bir oranda değildir. Bu gerçek karşısında insanlığa düşen görev, Ensâr’ın gösterdiği özveri, kardeşlik ve paylaşma duygusunu yüreğinde taşıyan ve bu bilinçte olan insan sayısının çoğalması için gerekli çalışmayı yerine getirmektir. Kardeşlik olayından çıkaracağımız ilkeler iki yönlü olmalıdır. Hem Ensâr, hem de Muhâcir cihetiyle çıkarılabilecek ilkeler söz konusudur. Medine, Muhâcir ve Ensâr bir araya geldikten sonra önemli bir güç olma yoluna girmişti. Ensâr, yaptığı işi adeta bir ibadet vecdi ile yapmıştır. Severek içselleştirerek bu işi yerine getirmiştir. İslâm tarihinde Muhâcirler, Allah ve Rasûlünün rızasına erişmek için fedakârlığı; zahmetlere, meşakkatlere tahammülü, feragati, sabır ve sebatı; büyüme, gelişme ve muvaffakiyet umudunu yitirmeden şuurlu bir şekilde çalışmayı; Ensâr ise Allah ve Rasûlünün rızasına erişme uğrunda müşkilâta sabreden, gayretli müminlere aynı maksatla gönül hoşluğu içinde yardım etmeyi, böylelerine her yönüyle destek olmayı simgeler. Muhâcirûn ve Ensâr bütünleşmesi, birlik-beraberliğin daima kuvvet ve tekâmülün sebebi olduğunu vurgular.86 Sahabe, Hz. Peygamber’i örnek aldığından onun yolunu takip etmiş, cömertlikte, infak ve tasaddukta adeta birbirleriyle yarışmıştır. Örneğin zengin sahabenin infak ve tasaddukları takdire şayandır. İslâm ordusunun teçhiz edilmesi için Hz. Ömer malının yarısını getirmişti. Hz Ebû Bekir ise, bütün malını tasadduk edince Hz. Peygamber, “Yâ Ebâ Bekir, ehlin ve evlâtların için geride ne bıraktın?” diye sordu. O da, “onlara Allah ve Rasûlünü bıraktım” cevabını vermişti.87 Hz. Osman, hem cahiliyye, hem de İslâm döneminde tâcir idi. Malını müdârebe yoluyla çalıştırırdı.88 Rûme kuyusundan hiçbir kimsenin parasız su içemediği bir zamanda, kuyuyu satın alarak gelen geçene sebil yapmıştır.89 Hz. Osman, güçlük ordusunu (Tebük Savaşı’ndaki orduyu) teçhiz etmede de yardımcı olmuş, onun, 1000 dinar getirerek Rasûlullah’a verdiği90 ve 300 deve bağışladığı rivâyet edilmektedir.91 Hz. Osman’ın, Tebük Gazvesi’nde orduya yüklü bir yardımda bulunması üzerine Hz. Peygamber, “Ey Allah’ım, Osman’dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım.”92 buyurarak bu güzel hareketinden dolayı onu övmüş ve örnek şahsiyet olarak göstermiştir. Sahabenin bu erdemli davranışları, Hz. Peygamber’in vefatından sonra da devam etmiştir. Böylece Hz. ———— 86 Algül, agm, sh. 52. 87 Ebû Dâvûd, Zekât, 40; Tirmizî, Menâkıb, 16. 88 İbn Sa’d, age, III, 60, III, 107; Mâlik, Muvatta, Kıraz, 2. 89 Tirmizî, Menâkıb, 19. 90 Tirmizî, Menâkıb, 18. Ayrıca bk., Ebû Nuaym İsfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır, 1932, I, 58. 91 Tirmizî, Menâkıb, 19. 92 İbn Hişâm, age, II, 946. Ayrıca bk. Tirmizî, Menâkıb, 19; Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut, trs., III, 102. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 69 Peygamber’in sunmuş olduğu ve sahabe üzerinde etkili olan evrensel mahiyetteki bu ilkeler, günümüz bireysel ve toplumsal hayat açısından da fevkalâde önemlidir. Kardeşlik projesinde ortaya çıkan önemli hususlardan birisi de, Hz. Peygamber’in karşı tarafa güven vermesidir. Hz. Peygamber’in kendisine o derece inanmış ve güvenmiş bir kitle vardı ki, her şeylerini Mekke’de bırakmış ve Medine’de ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri halde bu güvenin ve imanın neticesi olarak bir ve beraber olmuşlardır. Bu konuda ufak bir güvensizlik duyulmuş olsaydı fireler kendisini gösterirdi. Hz. Peygamber, bağlılarına güvendiği gibi, onlar da Hz. Peygamber’e güveniyorlardı. Hz. Peygamber aralarında o derece bir güven ortamı tesis etmiştir ki, birbirini tanımayan iki aile aynı evde yaşamak durumunda kalıyordu. Güven duygusu çok yüksek düzeylerde idi. Dolayısıyla hicret olayını ve kardeşleştirme projesini bu açıdan da ele alıp incelemek gerekir. Aslında Hz. Muhammed İslâmiyet gelmeden önce ve sonrasında sürekli çevresine güven telkin eden bir kişiliğe sahipti. Henüz İslâmiyet gelmeden onun çevresine karşı nasıl inanılmaz bir güven telkin ettiğine dair kaynaklarda pek çok örnekler bulmak mümkündür. Bu sebeple Mekkelilerce kendisine “el-Emîn” lâkabı verilmiştir. İslâmiyet’i tebliğe başladıktan sonra da Hz. Muhammed güven konusuna önem vermiş ve iman ile güvenilir kimse olma arasında sıkı bir bağ bulunduğunu bildirmiştir.93 Bu anlayışa göre, “iman” ile “güvenilir olmak” ve “güven duymak” arasında yakın bir ilişki vardır ve güven imanın adeta bir sosyal tezahürü olmaktadır. Genel anlamıyla da din zaten güven düzenleyici bir araçtır. Hz. Peygamber bağlılarına güvenlik hissini vererek onların kişiliklerini sağlamlaştırmış ve böylelikle karşılaştıkları zorluklara dayanmalarını sağlamıştır.94 Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde cemaat ruhunu muhafaza ederek mensuplarını bir arada tutmaya çalışmıştır. Kimsenin dışlanmasına veya ayrılmasına müsaade etmemiştir. Çünkü insanoğlu toplumsal bir varlık olduğu için toplu olarak yaşamayı ister. Buna biz bütünleşme, birlik ve beraberliğin sağlanması da diyebiliriz.“Allah’ın eli birlik olan topluluğun üzerindedir.”95 “Ayrılıktan sakınınız, size cemaati tavsiye ederim.”96 “Müslüman elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu kişidir.”97 Gerçekleştirilen bu kardeşlik olayı, Medine İslâm toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü sosyo-kültürel-ekonomik problemlerin çözümünde kayda değer en önemli gelişmelerden biridir.98 İslâm dininde inananlar arasındaki ilişkiler din kardeşliği temeline ———— 93 Sarıçam, age, sh. 272-274. Konuyla ilgili bazı hadisler için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 349, III, 54, 135, 154. 94 Arslan, agm, sh. 263. 95 Tirmizî, Fiten, 7. 96 Tirmizî, Fiten, 7. 97 Buhârî, Îmân, 4; Müslim, Îmân, 65; Ebû Dâvûd, Cihâd, 2; Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 9. 98 Algül, agm, sh. 46. 70 İkinci Tebliğ dayanır. Din kardeşliği, kan kardeşliğinden daha bir önem arz etmektedir. “Kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar bile diğer kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”99 âyeti, toplumda başkalarının da düşünülmesi gerektiği hususunu bir nevi mü’minlerin özellikleri olarak nitelemektedir.100 Bir toplumu, kardeşini tercih edebilecek seviyeye ulaşmış sağlam vicdanlar koruyabilir, ayakta tutabilir.101 Dolayısıyla aralarında hiçbir statü farkı gözetilmeksizin tüm inananların kardeş olduğu kesin bir ifade ile belirtilmiştir: “Mü’minler ancak kardeştirler.”102 “Birbirinize kin gütmeyiniz, birbirinize haset etmeyiniz, birbirinize darılıp sırt çevirmeyiniz, (ey) Allah’ın kulları! Kardeş olunuz, Müslüman’ın, kardeşine üç geceden fazla dargın durması helâl olmaz.”103 Böylece Medine’de gerçekleştirilen kardeşleştirme, ilk Müslüman toplumun teşekkülünde temel taşı oluşturduğu gibi, ileride daha da genişleyerek bütün dünyaya yayılacak ve İslâm âlemindeki bütün inananları içine alacak “genel İslâm kardeşliği”nin de rüknü oldu. İslâm uygarlığının başlangıcı sayıldı.104 Kardeşlik (muâhât) olayı, İslâm toplumunda bütünleşmenin gerçekleştirilmesini ve o günkü sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük kolaylıklar getirmiş, Muhâcirlerin maddi ve manevi sıkıntılarının azaltılmasını, onların Medine’ye ısındırılmasını sağlamıştır.105 Bu proje, yeni bir toplumun içtimaî dayanağı mevzuunda atılmış ilk kararlı adımdır. Tatbikatta aldığı şekil bir yana, bu kardeşliği, o zamana kadar görülmemiş şekilde ve alışılmış gayeler dışında Mekke ve Medine topluluklarının kısmî anlaşması saymak yerinde olur. Bununla birlikte MuhâcirEnsâr kardeşliği ilk İslâm toplumunun nüvesini teşkil eder.106 Aynı zamanda bunun, pek çok açıdan olumlu neticeler verdiği tarihî bir gerçektir.107 İşte dünya tarihinde benzeri görülmeyen bu kardeşleştirme olayı, sosyal adaletin ve sosyal dayanışmanın sağlanması yolunda atılmış çok önemli bir adımdır.108 Kardeşlik sözleşmesi, aynı zamanda içte ve dıştaki düşmana karşı mukavemet gösterme güç ve kuvvetini vermiştir. Araplar arasında her zaman çıkabilecek kabilecilik gayretine dayalı tefrikaya karşı en etkili önlem de yine muâhâttı. Muâhâtın miras hukuku dışında kalan yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma tarzındaki hükümleri ise daima yürürlükte kalmıştır.109 Hz. Peygamber’in en önemli özelliklerinden birisi de verdiği sözde durmasıdır. Bu özelliğini yaptığı sözleşmelerde ———— 99 Haşr, 59/9. 100 Bk., Nisâ, 4/36; İnsân, 76/8. 101 İsmet Altıkardeş, Din ve Sosyal Bütünleşme, Rağbet Yay., İst., 2004. sh. 19. 102 Hucurât, 49/10. 103 Buhârî, Edeb, 57, 62; Müslim, Birr, 23, 25, 30-31. 104 Hizmetli, age, sh. 292. 105 Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308. 106 Uğur, age, sh. 106. 107 Bk., Hamidullah, age, I, 182 108 Hizmetli, age, sh. 294. 109 Algül, “Muâhât”, DİA, XXX, 308. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 71 görüyoruz. Bir kere dahi olsa sözünde durmama, ahde vefa göstermeme gibi bir davranış sergilememiştir. Özellikle Yahudilerin ve Kureyşli müşriklerin defalarca sözleşme bozdukları vâkidir. Verilen sözde durma, güvenilir olma konusunda birçok hadis vardır110 Hz. Peygamber, temelde sosyal ilişkilerin, paylaşma duyguları üzerine kurulması gerektiğini belirtir. İslâm toplumunda iş ve ticaretten siyasî ve idarî hayata kadar her alandaki ilişkilerde Müslümanların böyle bir ahlâkî şuurla hareket etmesi gerekir.111 “Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz. 112 İşte Hz. Peygamber’in, eşsiz bir sosyal dayanışma ve yardımlaşma örneği olarak sergilediği bu proje, İslâm tarihinde başkasını düşünme, ihlas, empati, ahde vefa, iyilikseverlik, güven duygusu, duyarlık, samimiyet, değer verme, cömertlik, sahiplenme, sevgi-saygı, îsâr gibi bazı güzel huylar kazandırma açısından da önemi haizdir. Aynı zamanda müminleri kötü huylar arasında bulunan bencillik, cimrilik ve kıskançlık gibi huylardan da arındırmıştır. “Bencillik, hemen her konuda ve alanda yardımlaşmaya, dayanışmaya ve işbirliğine engel olmaktadır. Kibir, cimrilik, kin gütme, aşırı hırs, açgözlülük, tamahkârlık gibi bazı kötü huylar, bencillik duygusundan kaynaklanabilmektedir.”113 Sonuç Hz. Peygamber, fedakâr, cömert, başkalarını düşünen, samimi insanlardan oluşan erdemli bir birey ve bu bireylerden meydana gelen toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Onun hedefi, iyi huylarla bezenmiş, kötü huylardan arınmış erdemli bir birey modeli/insan-ı kâmil prototipini oluşturmaktır. İslâm, sürekli kendini düşünen, kendi menfaatinden başka bir şeyi görmeyen, kısaca ben ve çıkar merkezli bir dünya anlayışını asla onaylamaz. Hz. Peygamber’in teşvik ve yönlendirmesiyle Ensâr, yardımlaşma, dayanışma ve diğergamlıkta zirveyi yaşamıştır. Onların bu hareketi, fevkalâde önemli bir ahlâkî ve insanî bir davranıştır. Medeni olmak demek sadece yüksek seviyede teknolojiye hâkim olmak demek değildir. Medeni insan, ahlâkî ve insanî değerlere sahip, egoizmden arınmış, başkalarını düşünen, başkalarının haklarına saygı gösteren ve bunun mücadelesini veren insandır. Olumsuzluklarla dolu güvensizlik ortamı, Hz. Peygamber ve arkadaşlarını hicret etmeye mecbur kılmıştır. Müslümanlar, Medine’ye hicret ettikten sonra Hz. Peygamber, ilk önce Muhâcir ve Ensâr arasında kardeş———— 110 Buhârî, Şehâdât, 28; Müslim, Îmân, 107, 164; Tirmizî, Îmân, 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 349; III, 54. 111 Mustafa Çağrıcı, “İslâm”, DİA, İst., 2001, XXIII, 13. 112 Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71. 113 Sarıçam, age, sh. 374-375. Ayrıca bk., İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlihîn (Kur'ânî Tasavvufun Esasları), terc., heyet, İnsan Yay., İst., 1990, sh. 245. 72 İkinci Tebliğ lik sözleşmesi yapmış, daha sonra Yahudileri de içine alan tüm Medineli gruplarla sözleşmeler icra etmiştir. Bütün bunlar, Medine ortamında barış ve sükûnetin sağlanması için gerekliydi. Dolayısıyla bazı batılıların savunduğu gibi Hz. Peygamber’in salt savaş peygamberi olduğu şeklindeki söylem kasıtlıdır. Hz. Peygamber’in savaşla meşgul olduğu gün sayısı ile savaşın dışında icra ettiği faaliyetleri içine alan gün sayısı arasında büyük farklar vardır. Ülkemizde ve dünyada sık sık doğal afetler yaşanmaktadır. Deprem, sel, gibi afetlere maruz kalmış kişilere yardım eli uzatılacağı zaman Ensâr anlayışını ve fedakârlığını düşünerek hareket etmek gerekecektir. Bu düşünce, kişiyi hayra motive edeceği gibi ikinci derecede hayrın daha fazla yapılmasına da katkı sağlayacaktır. Cömertlik ve hayır yapma faaliyeti, sadece afetler geldiği zaman düşünülmemelidir. Normal zamanlarda da ihtiyaç sahibi kişiler araştırılıp bulunmalı ve onlar sahiplenilmelidir. Engelliler, fakirler, yetimler, sokak çocukları velhasıl her türlü mağdur ve muhtaçlar gözetilmelidir. Muâhâtta gözetmek, sahiplenmek ve bunu bir kardeşlik ruhu içerisinde sevgi ile yapmak söz konusudur. Çeşitli hayır kuruluşlarına yardımcı olmak, mümkünse oralarda çalışmak, katkıda bulunmak, gerekiyorsa yenilerini faaliyete sokmak dinî bir vecibedir. Yardım için elini uzatan birine şefkat elinin uzatılmaması bir insanlık dramı ve ayıbıdır. Bugün medeni olarak geçinen dünya, bu açıdan maalesef sınavı geçememiştir. Haksız yere çoluk-çocuk, genç-yaşlı demeden milyonların kanı akıtılıyorsa, yılda şu kadar milyon insan açlıktan ölüyorsa, çocuklar su ve ilaç bulamadıkları için can çekişerek ölüyorsa burada medeniyetten, insanlıktan, ahlâktan ve haklardan bahsedilemez. İnsanların acı ve ızdıraplarını görmemezlikten gelmek sadistçe bir yaklaşımdır. İşte bu noktada insanın yardım eli mağdurlara ve muhtaçlara uzanmalıdır. Hz. Peygamber ahlâkı, mağdurlara, mazlumlara ve muhtaçlara yardım etmeyi gerektirir. MÜZAKERE Prof. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Sayın Başkan, Muhterem Dinleyiciler, Allah’a hamd ve habîbine salât ve selâm olsun. Hepinizi saygı ve sevgiyle selâmlıyorum. Doç. Dr. Saffet Sancaklı tarafından hazırlanan ve burada sunulan tebliğ metnini birlikte dinledik. Benim de metni daha önceden okuyup inceleme imkânım oldu. Bu açıdan ilgililere teşekkür ediyorum. İslâm tarihinin en önemli olaylarından ve benzeri de görülmemiş muâhât konusunda doyurucu bilgiler sunan güzel bir tebliğ. Sayın Sancaklı’ya ayrıca teşekkür ediyorum. Şimdi izninizle tebliğ ile ilgili bazı görüş ve katkılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Muâhâta gelinceye kadarki süreci ele alırken, sayın tebliğ sahibi hicret olgusu ve önemi üzerine dikkatlerimizi çekmektedir. Ve hicretin anlamı ve önemi üzerinde durulmaktadır. Yapılan tespitler doğrudur. Bu noktada İslâm tarihinin en büyük dönüm noktalarından birisi olan hicret, asla bir kaçış veya korkaklık değildir. Görünüşte Mekke’den ayrılmayı ve gerek Hz. Peygamber’in ve gerekse de bazı sahâbîlerin örneğinde görüldüğü gibi şehirden gizlice ayrılmayı ifade eder. Ancak Hz. Ömer örneğinde olduğu gibi de açıktan bir meydan okuma ile de gerçekleştiği bilinmektedir. Bu açıdan hicret, nebevî bir direniştir ve Hz. Peygamber’in dönemi itibariyle İslâm medeniyet inşasının en önemli adımıdır. Zira tarihin şahitliğinin de ortaya koyduğu gibi, medeniyetlerin temelinde, hicret gibi büyük göçler yatmaktadır. Tebliğde de dikkat çekildiği gibi, hicret, şartları gerçekleştiğinde kıyamete kadar sürecek olan bir olgudur. Bu konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisi, artık bir İslâm beldesi olan Mekke’nin, kalıcı bir İslâm yurdu olmasını temin etmek anlamınadır. Yani artık inananlar bulundukları yerleri öncelikle sahiplenecekler ve orada kalıcı olmak üzere mücadele edeceklerdir. Hicretten sonraki ve aynı yıldaki gün ve aylarda Hz. Peygamber, muâhâttan başka birtakım icraat gerçekleştirmiştir. İslâm tarihi kaynakları dikkate alındığında, tebliğde de ifade edildiği gibi şu faaliyetlerin gerçekleştiği görülmektedir: Mescidin inşası ve ezanın belirlenmesi, sınır tespiti, nüfus sayımı, Medine Sözleşmesi ve Medine veya Peygamber çarşısının tesisi. 74 Müzakere Ben burada, İslâm toplumunun dinî, soysal, hukukî, siyasal ve ekonomik yapılanmasını ifade eden bu önemli icraattan üç tanesi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Zira diğerlerinin yanı sıra bu üç tanesi hakkındaki bilgilerimizin çok fazla yaygın olmadığı kanaatindeyim. Bunlardan sınır tespitini ele aldığımızda, Hz. Peygamber’in hicretten sonra Medine’nin sınırını tespit için Kâ’b b. Mâlik’i görevlendirdiği görülmektedir. Çünkü kurulması düşünülen bir devlet için önce sınırları belli bir toprak parçası olan vatanın bulunması gerekiyordu. Bu amaçla Kâ’b, Medine mescidini merkez alarak 12 millik dairevî bir sınır belirlemiş, Medine’nin ve de devletin sınırlarını tespit etmiştir. Ayrıca taşlarla da işaretler koymuştur. Bu şekilde Medine’nin sınırları haram bölge kabul edilmiştir. Bundan sonraki faaliyetler bu sınır esas alınarak yürütülmüştür. Hz. Peygamber’in Medine’yi Mekke gibi haram bölge olarak tespiti, Mekke Site Devleti’ne ve buranın haremliğine bir misilleme olarak da düşünülebilir. Zira Hz. Peygamber Mekke’de yapılması haram olan fiilleri Medine’de haram kılmıştır. Ayrıca sınırların belirlenmesi Medine’nin savunması açısından da önem arz etmekteydi. Bundan sonra Hz. Peygamber, Medine sınırları içerisinde yaşayan Müslümanların nüfusunun belirlenmesini emretti. Bu noktada Müslümanlığını söz ile ifade eden herkes sayılmıştır. Bazı rivâyetlere göre bu anlamda ilk nüfus sayımının Uhud Gazvesi’nde, Hendek Gazvesi’nden önce veya Hudeybiye Musâlahası’nda yapıldığı üzerinde durulmaktadır. Hicreti takiben yapılan bu nüfus sayımında Müslümanların sayısı 1500 olarak tespit edilmiştir. Bu sayının içerisine Müslüman olan erkek, kadın, çocuk ve köleler dâhildir. 1500’den 600-700 kadarı erkekleri ve 600-700 içinden de 500 tanesi muharipleri ifade etmektedir. Bu sayımda Medine’nin toplam nüfusunun yaklaşık olarak 10.000 olduğu dikkate alındığında 1500 rakamı ancak % 15’e tekabül etmektedir. Ancak sayıca az olan Müslümanlar, teşkilâtlı olmaları sebebiyle ve ayrıca yaptıkları antlaşma ve anayasa ile şehirde üstün ve etkin bir konuma sahip olmuşlardır. Buna karşılık sayıca daha çok olan müşrik Araplar ve Yahudiler ise azınlık durumuna düşmüştür. Medine Çarşısı’nın kurulması, Medine’nin iktisadî hayatında Müslümanların etkin olmaları ve bu alandaki dinin emirlerini tatbik etmeleri açısından büyük önem taşımaktaydı. Aslında başta Benû Kaynuka Yahudileri olmak üzere, Ehl-i kitap, Medine’nin ekonomisini ellerinde bulundurmaktaydılar. Hz. Peygamber, mevcut Benû Kaynuka pazarına karşılık, yeni bir pazar yeri belirlemiştir. Ayrıca hem bu pazarı cazip hale getirmek ve hem de iktisadî hâkimiyetin öncelikle ticaretten başlayarak Müslümanların eline geçmesini sağlamak üzere bir dizi teşvik ve tedbiri de almıştır. Örneğin, ticaret için bu pazara gelenlerden alınan vergiyi almamış, mesela sabit yerler edinilmesini yasaklayarak haksız rekabetin önüne geçmiştir. Diğer taraftan da işleyişi bizzat kendisi kontrol etmek üzere muhtesiplik yapmıştır. Çarşıyı gezerek aldatmaya matuf davranışları kontrol ve ikaz etmiştir. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 75 Bu pazarda erkeklerin yanı sıra hanımların da alış-veri, yaptıkları bilinmektedir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, hanımlardan da muhtesibe görevlendirmiştir. Bu noktada hemen Şifâ bint Abdillah’ın ismi hatıra gelmektedir. Tebliğde de işaret edildiği gibi, muâhâttan önce Mekke’de kardeşliğin gerçekleştirildiği nakledilmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber, müşriklerin ezâ ve cefâları karşısında Müslümanların kuvvetli olmalarını sağlamak için hicretten önce de sahabe arasında kardeşlik tesis etmişti. Nitekim Hz. Peygamber Hz. Ali ile, Hz. Hamza Zeyd b. Hârise, Hz. Ebû Bekir Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer Zübeyr b. Avvâm, Hz. Osman Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyde b. Hâris Bilâl-i Habeşî, Mus’ab b. Umeyr Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. Cerrâh Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim ve Saîd b. Zeyd de Talha b. Ubeydullah ile kardeş idiler. Bu noktada hicretten önce Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi Mekkelilere ait emanetleri yerlerine ulaştırmak üzere bırakması ve kendi yatağına yatırmasının arka planında aralarındaki bu kardeşliğin de yer aldığını düşünebiliriz. Tebliğde tarihî bilgilerden sonra muâhâtın niteliği ve sonuçları üzerinde yapılan değerlendirmeleri aşağıdaki şekilde de ifade etmek mümkündür. Bir başka ifadeyle Medine’de kardeşliğin tesisi dinî ve sosyal olduğu kadar aynı zamanda siyasîdir. Zira: 1. Muhâcirler Mekke döneminde Hz. Peygamber ile birlikte her türlü tepkiye maruz kalmışlar ve her şeylerini bırakarak, günümüz ifadesiyle sadece ceketlerini alarak, yalnız inançları için hicret etmişlerdi. Ensâr da gelebilecek her türlü tehlike ve tepkiye rağmen Muhâcirleri davet etmiş ve onlara kucak açmışlardı. Mekke’de birer reis ve şeref sahibi olan Muhâcirlerin, hiçbir şeyleri olmadan Ensâr’ın himayelerine girmeleri, birer insan olarak onlara zor geliyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, kardeşleştirme yoluyla her iki tarafın da gönlünü almak suretiyle bir birlik kurmayı başarmıştır. Zira kardeş kardeşi her ortamda bağrına basar. 2. Öncelikle Putperestlik ve Yahudiliğin hâkim olduğu Medine’ye Müslümanlar üçüncü bir dini kesim olarak gelmişlerdi. Müslüman olan Evs ve Hazreçlilerin Mekkeli Müslümanlara kucak açması, diğerlerinin tepkisiyle karşılanmıştı. Bu sebeple Muhâcirler ve Ensâr’ı hedef alacak muhtemel saldırılara karşı koyabilmek için kardeşleştirmeye ihtiyaç vardı. 3. Hz. Peygamber’in Medine’de Ehl-i kitabı da içine alan bir Medine toplumu oluşturma sürecinde öncelikle Müslümanlar arasında güçlü bir bağın tesisine ihtiyaç vardı. Muâhât ile bu gerçekleştirilmiştir. 4. Muâhât, yeni bir hayata başlayan Muhâcirlerin ümitsizliğe düşmeden, karşılaştıkları sıkıntılar karşısında hicretten bir pişmanlık duymadan Medine’yi kendi yurtları, kaldıkları evleri de kendi evleri görmelerini sağlamıştır. Bir başka ifadeyle yeni vatana, hayata adapte olma sürecindeki 76 Müzakere muhtemel olumsuzlukların önüne geçilmiştir. 5. Muâhât ile Medine’de Müslümanların eğitim hayatı, gelen vahiyden ve Hz. Peygamber’in hadislerinden kardeşlerden birisinin haberdar olması yoluyla aksatılmadan yürütülmüştür. Bu şekilde alış-veriş, ziraî faaliyetler de yine aksatılmadan gerçekleştirilmiştir. Bu açılardan bakıldığında Hz. Peygamber’in bir devlet başkanı olma sıfatıyla da güzel örnek olduğu açıkça görülmektedir. Tebliğde dikkat çekilen İkinci Akabe Bey’ati, İslâm tarihi kaynaklarında Bey’atü’l-Harb olarak da isimlendirilmektedir. Zira Medineli Müslümanlar, Hz. Peygamber’i korumak noktasında gerektiğinde savaşı da göze almışlar ve bu şekilde söz vermişlerdir. Hz. Peygamber’in bu bey’atte karşılık olarak sadece Cennet vaadinde bulunması ve dünyevi herhangi bir vaatte bulunmaması oldukça anlamlıdır. Nitekim bu sebepledir ki, bize göre muâhâtın en dikkat çeken tarafı olan Muhâcirlerin tufeyli bir şahsiyet modelini ortaya koymamaları, Ensâr’ın da fedakârlığın belki de en güzel şeklini sergilemesi mümkün olabilmiştir. Yine tebliğde muâhâttan çıkarılacak evrensel ilkeler ve günümüz bireysel ve toplumsal hayata yapacağı katkılar konusundaki tespitler yerindedir. Bu noktada empati ve îsâr günümüz açısından özellikle üzerinde durulması gereken hususlardır. Diğer taraftan günümüzde Müslümanlar arasında güven probleminin olması, kardeşlik duygularının zedelenmesi, Muhâcir ve Ensâr arasındaki muâhâtta ortaya konulan fedakârlığın ancak çok cüzî orandaki bir kısmının söz konusu edilebileceği Müslümanlar arasındaki anlaşmazlık ve ayrılıkların varlığı ise oldukça üzücü ve düşündürücüdür. Ancak günümüzdeki kardeş aile projesi ve İslâm ülkeleri arasında özellikle İslâm Konferansı Teşkilâtı (İKT) ve benzeri yapılanmalar yoluyla fert, toplum, kurum ve şirketler arasındaki işbirliği, ortaklık ve dayanışmanın tesisi ve artırılmasını, tarihî kardeşleştirmenin benzeri çağdaş bir uygulama olarak değerlendirmek mümkündür. Bu bağlamda bırakın karşılıksız vermeyi, belirli şartlar çerçevesinde başlatılan ortaklıkların bile birbirinin hakkını yemek suretiyle üzücü bir şekilde sona erdiği zamanımızda muâhâtın, Hz. Peygamber’e üsve-i hasene olarak iman eden müminlerin kendi durumlarını gözden geçirmelerine katkı sağlaması temenni ve niyazıyla hepinize saygılar sunuyorum. 3. TEBLİĞ GENÇLERİMİZİN DİN-KÜLTÜR VE KİMLİK İLİŞKİSİNİ KURGULAMASINDA PEYGAMBERİMİZİN “BİR SOSYAL MODEL” OLARAK SUNUMU Doç. Dr. Mevlüt UYANIK Hitit Üniversitesi, Çorum İlâhiyat Fakültesi Giriş Kıymetli Misafirlerimiz, Malûm bu sene bütün dünyada Mevlânâ yılı; hoşgörünün, barışın, çoğulcuğunun, bir arada yaşamanın, uzlaşmanın, evrendeki bütün varlıkları O’nun tezahürü, O’ndan bir parça olarak görmenin temel öncüllerinin “Ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum” diyen Mevlânâ hazretlerinin dilinden konuşulduğu zaman dilimi; hoş geldiniz bu güzel ve örnek, model insanın memleketine. Ve teşekkürler; Mevlânâ’nın ve hepimizin daha doğrusu bütün insanlık için en güzel örnek olarak gönderilen Efendimizi anlama ve anlatmaya vesile olan bu bilgi şölenini (sempozyumu) düzenleyen hocalarımıza, kardeşlerimize. En azından ‘Burada, Mevlânâ’nın şehrinde, hadis ve sünnet merkezli bir bilgi şöleninde bir felsefecinin ne işi var’ demeyeceksiniz umarım; Peygamberimizi bir sosyal model olarak gören, onu bir baba, bir eş, bir dede, bir arkadaş olarak hayatın her alanında, içimizden biri olarak değerlendiren ve bütün dünyaya felsefî-tasavvufî bir dilde sunanların başında Mevlânâ gelir. Sorsanız da garibime gitmez doğrusu, ama eğitimci ve bir felsefeci olarak Peygamberimizin gençlerin din-kültür ve kimlik ilişkisini sorgulamada ve oluşturmadaki yerini, bir sosyal model olara alınması hususunu, 2005 yılında Kutlu Doğum Haftası’nda müzakereye açmıştım. Oturum başkanımız, kıymetli kardeşim Görmez Bey, benim bir tarafımın Kırım Türklerinden olması nedeniyle Akmescit’teki kutlamalara katılmamı önerdi. ‘İyi de, bir felsefecinin ne işi var?’ diye yukarıdaki soruyu ben sordum. Evet, bu sorunun asıl sahibi benim. Çarlık ve Sovyetler Birliği dönemlerinin Türkistan’da önemli kültürel değişimler ve dönüşümleri yaşattığını, değerlerin alt üst olduğunu; Peygamberimizin günümüz felsefî ve pedagojik bilgilerle özellikle gençlere anlatımının gerektiğini söyledi. Üçüncü Tebliğ 78 George Orwell’in 1984 adlı korku ütopyası kitabında olduğu gibi, doğru (helâl) ile yanlış (haram)ın yer değiştirdiği bir mekânda, gerçeklerin fulûlaştığı, daha doğrusu ters yüz edildiği bir ortamda, kırkmadan, dökmeden gerekli tashihleri teorik olarak yapmak yetmiyor, Peygamberimizin şahsında somutlaştırırsak, hayata aktarmak, güncellemek gerekiyor. Elinizdeki metinin ilk nüveleri Kırım’da ortaya çıktı, Kırgızistan’daki ilk İlâhiyat Fakültemiz olan Oş’daki bir yıllık deneyiyim sonucunda pekişti, daha doğrusu pişti, inşallah sunumda bir kekremsilik olmaz, olursa tashihini kıymetli hocalarımdan ve sevgili kardeşimden rica ediyorum. Sorun Akademik çevrelerde, teorik olarak modernizm, postmodernizm ve küreselleşme süreçleri yoğun bir şekilde tartışılmakta, bunların çocuklarımızın ergenliğe kadar sürecinde kişilik ve kimliklerini oluşturmalarına etkileri üzerinde yeterince durulmamaktadır. Özellikle teorik tartışmaların pratik boyutu; yani bugün bütün insanlık huzur ve güven dolu bir hayata erişmenin özlemini çekmesi; yaşanan ekonomik sıkıntılar, aile içi iletişimsizlik ve şiddet, eğitim ve öğretimin yeterli olmaması gibi nedenlerden dolayı, gençlerin kişilik ve kimlik sorunlarına çözüm üretilmesi güçleşmektedir.1 Çözüm Arayışı Çocukluk ve ergenlik aşamasında yoğun değişim ve dönüşümler yaşamasına dair temel kavramlar incelenecektir. Bu çerçevede; ———— 1 İstanbul Valiliği, Hürriyet Gazetesi, Çağdaş Eğitim Vakfı işbirliğiyle başlatılan “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası düzenlenildi. Ekim-Aralık 2004 tarihlerinde, şiddetin aile bireyleri üzerindeki etkileri, şiddete başvurmadan çatışmaları çözme yöntemleri ve ailenin korunmasına dair kanun, Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Kağıthane ve Ümraniye ilçelerinde anlatılıyor ve bir anket yapılıyor. Katılanların %90.18 kadınların oluşturduğu anketi cevaplayanların neredeyse tamamının ailelerinde şiddet var. Şiddet, sadece fiziksel olarak algılanıyor ve sözel, duygusal ve cinsel şiddet türleri bu çerçevede algılanmıyor. Kadınların kendileri şiddet görmelerine rağmen çocuklarını dövüyor. Kadınların aile içinde eş, baba, anne veya kardeşlerinden gördüğü şiddetin en yaygını küfür ve azar (%26.01), alay ve hakaret (%22.74), dövme, tokat, tekme (%22.16) yakınları ve ailesiyle görüştürmeme (%87.29), eve kapama (%5.40), cinsel zorlama (%4.65). Ankete katılan 492 kadının %26.21’i haftada birkaç kez, %23.30’u ayda birkaç kez, %22.33’ü yılda birkaç kez, %12.62’si ise her gün şiddet gördüğünü söylemektedir. En çok şiddet gördükleri kişi, kocaları (%40.63.) Oğullarından (%6.63), kızlarından (%3.46) şiddet gören kadınlar var ve çoğu buna karşı bir şey yapmıyor (%35.98). %3.46’sı karakola, %3.05’i savcılığa başvurmuş. (Hürriyet, 08/05/2005 Pazar, www.aileicisiddeteson.com Bu da gösteriyor ki, “bir toplumda şiddetin ortadan kalkması için önce ailede ve okulda çocuklara karşı şiddet kullanılmaması gerekiyor. Şiddetin eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa geçen toplumsal bir davranış olmasını önlemek istiyorsak, önce eğitim kurumlarından şiddet uygulamasının kaldırılması gerekir.”(Portakal,1999:13) İkinci Oturum/Birinci Bölüm • • • • • 79 Çocuğun kişiliğinin oluşumunda dinin ve eğitimin rolü nedir? Özellikle dinî duygu gibi çok yüksek bir zihinsel organizasyonu üretecek kadar yeterli donanıma sahip olmayan çocuk, ilk dinî tepkilerini toplumsal olarak vermesi karşısında, yetişkinlere çok görev düşmektedir. Dinî çatışma yaşamaması için, güç, günah ve korkuya dayalı katı bir teolojik anlayıştan kaçınmak, yeni sunumlar oluşturmak gerekmektedir (Allport, 2004: 47-49). Çocukta dinî duygunun tatmin edilememesinden kaynaklanan sorunlar ve kötü alışkanlıklar nelerdir? Bunların çözümünde dinî eğitimin güç ve monologa dayalı yöntem ile sevgiye, diyaloga dayalı özgürleştirici yöntemin etkinliği nedir? sorularının cevaplarını tespit edebilirsek, seçtiğimiz yöntemin çocuklara olan güvensizlikten mi, yoksa yetişkinlerin, eğitimcilerin kendilerine olan güvensizlikten mi kaynaklandığı sorununa çözüm üretebiliriz. Çocuğun kişilik ve kimliğinin oluşumunda sosyo-kültürel ve dinî verilerin sunumunda “Peygamberimizin hayatın içinden biri olarak bir sosyal model” şeklindeki sunumunun imkânı nedir? Bu sorunun cevabı önce öğretmen ve eğitim sürecine katkıda bulunan biz ebeveynler açısından aranacak, sonra bunun gençlere aktarılması imkânı müzakere edilecektir. Zira öğretmenler, sadece ders veren bireyler değil, aynı zamanda kendilerinin sahip oldukları değer yargıları, toplumsal normları, düşünce tarzları ile öğrencilerin karakter oluşumlarını doğrudan etkileyen en somut modellerdir. Dolayısıyla çocuğun ilk dinî verilerle karşılaşmasının toplumsal olduğu gerçeği karşısında öğretilenler kadar öğretiliş biçimi ve öğreticilerin doğallığı, samimiliği ve beden dilini kullanımı çok önemlidir (Saban, 2000: 67-68; Allport, 2004:50). Yöntem Öğretmen-öğrenci arasındaki ilişkinin monolog ve anlatıya dayanan “bankacı” model yerine hayata ve problemlerini tanımaya, çözmeye yönelik özgürleştirici diyalog yöntemini tercih ediyoruz. Günümüzde ahlâkî bozulmanın temel nedeni, korku ve ceza merkezli bir sunum yapılmasından dolayı, özgürleştirici, soru-cevap ve aktif katılımla problem tanımaya ve çözmeye yönelik, sevgiyi merkeze alan pedagojik bir yöntemle Peygamberimizin örnek model olarak sunumunun imkânını müzakereye açacağız. Sümerlerden bu yana sürdürülen, korku ve ceza merkezli sopalı eğitim yönteminde (Portakal, 1999:11-12) öğretmen, sınıfın sadece kendisine ait olduğunu söyler; öğrencinin “bilgi hesabını” çoğaltmak için sadece dinlemesi, söylenilenleri ezberlemesi, gereğini yapması gerekir. Eğitim bir tasarruf yatırımıdır artık, öğrenciler yatırım nesneleri, öğretmeler ise yatırımcıdır. Öğretmen her şeyi bilen, öğrenci hiçbir şeyi bilmeyen, tıpkı boş bir bidon gibidir. Biri öğretir, düşünür, konuşur, disipline eder, seçer ve 80 Üçüncü Tebliğ bunu uygular; tam anlamıyla öznedir; diğeri yani öğrenci, nesnedir, dinler, dersini alır, disipline edilir, söylenenlere itaat eder, ne kadar boş bir bidonsa o kadar iyidir ve başarılı sayılır. Burada disiplin yöntemleri olarak, itaat, ceza ve ödüllendirme öne çıkar. Özgürleştirici ve demokratik yöntemde birey, bilinçli bir varlık olarak görülür. Öğretmen ile öğrenci arasında varsayılan çelişki öncelikle giderilir, uzlaşma esas alınır, her iki tarafta öğrenci ve öğretmendir. Bu nedenle sınıf; orada bulunan herkese aittir. Beşikte başlayan eğitim yolculuğunda öğretmen ve öğrenci, yoldaş ve arkadaşlardır; bu nedenle ortaya çıkan sorunları beraber çözmeli, yoldaki engelleri yardımlaşarak aşmalıdırlar; dolayısıyla ilişkiler yataydır. Böyle olunca eğitim karşılıklı oluyor, herkesin içinde bulunduğu yetenekler ortaya çıkıyor, sorunu çözmeye o oranda katkıda bulunuyor, otorite bu anlamda tekçi değil, özgürleştiriciliği sağladığı oranda gerçekleşiyor. Artık öğrenciler ne şekil verilmesi gereken bir “çamur”, ne programlanması gereken bir “bilgisayar”, ne de kontrol edilmesi gereken bir “canlı/hayvan”dır. Pasif ve nesne olmaktan kurtulmuşlar, eğitim sürecinin her aşamasını öğretmen ile geçirerek hem özne, hem de nesnesi olarak aktiftirler. Bankacı eğitim modelinde ise, ilişkiler dikeydir, sınırlar vardır ve bu aşılmamalıdır. Öğrenci sadece seyircidir, yaratıcı değil, sorunlar üzerine düşünemez, düşünülenleri uygular sadece. Gerçeklik bir nevi mitleştirilir, artık o tümellerdedir, insanların dünyada var olma yolunu açıklayan belirli olgular gizlenmeye çalışılır. Bu nedenle diyaloga direnir ve söylenilenlerin öğrenciler tarafından aynen kabulünü talep eder; çünkü onlar nesnedirler. Böyle olunca dünyadan kopulur, bir nevi gölgeler âleminde yaşanır. Problem tanımlayıcı eğitim ise, mitleştirmeyi bozmayı görev edinir, eleştirel düşünceyi temel alır, tikelde tümeli yakalamaya çalışır, bu nedenle yaratıcıdır, bu anlamda insanları olma sürecinde olduklarını sürekli bir araştırma, sorgulama içinde olduklarını söyler (Freire, 1995:23-65; Saban, 2000:51-67). Özellikle dinî değerlerin öğretilmesinde itaat, ceza ve ödül üzerine kurulu bankacı yöntemin kullanılması istenilenin tam tersi sonuçlar üretebiliyor. Hâlbuki “Korku (tehaşi) ve çekinme (tevakki) fikirlerini üzerine kurulan ahlâk, menfaat ve benlik hislerini artırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. Çünkü korku nedeniyle bir kötülükten kaçınmak, erdem değil, son tahlilde “ahlâk yokluğu”dur. Bu nedenle İslâm da ahlâkın temeli, iyilik, bağlılık (meveddet)tir.” (Ahmet Hilmi, 1988:16-17). Nitekim Peygamberimizde, korku ve güç merkezli bir eğitim yerine, sevgi, emel yöntemi etmiştir, biz bunu güncelleyerek yeniden okumayı deneyeceğiz. Bu çerçevede ortaya çıkan sorun şudur: Yaklaşık 1400 sene önce farklı bir zamanda, farklı bir mekânda, farklı sosyo-politik ortamlarda bulunmuş, o dönemin sorunlarına çözümler üretmiş Peygamberimizin yaşadığı hayatı aynen bugün tekrar yaşamaya çalışmanın ortaya çıkardığı anakronizm sorunu nasıl aşılacaktır? Onun kendi dönemindeki olay ve olgular karşısındaki tavındı ta- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 81 vırları kavrayıp, onun temelinde yatan ahlâkî ilkeyi anlayıp, günümüzde yaşadığımız sorunlar karşısında yeniden yorumlamada güç ve korku merkezli yöntem yerine sevgi merkezli bir anlayış geliştirmesini temel olmasının güncellemektir. Özellikle öğretilenlerin uzun vadede öğretilme biçiminden daha az önemli hale geldiği günümüzde, çocuğun büyük hayal kırıklıkları ve yoksunluklar yaşamaması için Peygamberimizin günlük hayattaki örnek davranışlarını yeni şartlar karşısında güncellemeliyiz. Amaç Hz. Muhammed’i ve getirdiği evrensel mesajı anlama ve gençlerimize anlatma, onun gençlere verdiği önem, yaşadığı sorunları aşmada izlediği yöntemi, kullandığı beden dilini, pedagojik ve felsefî açıdan güncellemektir. Böylece gençliğimizin yaşadığı güncel sorun olan “Kimlik ve Din İlişkisini Kurma” olası katkılarını araştırmayı hedefliyoruz. Varsayım Peygamberimizi bir “sosyal model” olarak görme, dinî inanç ve değerler, insanların hayatına anlam kazandıracağı, geleceğe umutla bakmasını sağlayacağı, olumsuzluklar karşısında bir güven ve iç huzuru temin edecektir; gencin ailesinde, çevresinde ideal ve örnek olarak sunulan kişilerle yaşadığı sıkıntıları aşmaya yardımcı olacak, olası kimlik krizine düşmeyecektir. Çünkü kişi, amacını gerçekleştirmesi için sürekli mücadele eden bir kişiliğe sahip olmaya çalışmalı, bunun içinde psikolojik gerilim ve çatışmalarla yüzleşmeli, bunları yeni arayış ve hedeflerimize yönelik pozitif motivasyonlar olarak düşünmelidir. Bunun gerçekleşmesi ise, olgunlaşmış bir dinî his modeli, yani bireyi anlamı bir şekilde bütün varlığıyla ilişkilendiren bütüncül bir tavırla mümkün olacaktır (Allport, 2004:11-12).2 Bunu gerçekleştirmek için Peygamberimizin olaylar karşısında takındığı fiilî, sözlü veya bedensel (jest, mimik, tebessüm, kızgınlık gibi anlatım ve sosyal) tutum ve tavırlarını yeniden okuyup, yorumlayıp, günümüz insanına sunmak gerekir (Kavaklıoğlu; 2004:49-80). Gençliğimizin Yaşadığı Güncel Sorun: Kimlik ve Din İlişkisini Kurmak Çocukluk, ergenlik aşamasında yaşadığı fizyolojik ve psikolojik değişim ve dönüşümler karşısında karşılaştığı sorunları onun mesajını ———— 2 Kurumsal ve geleneksel dinin öğretilerine olan ilginin azalmasına rağmen bireysel dindarlığın her zaman yükselen değer olması üzerinde duran Allprot, Samur’un tespitiyle, dinî hissin olgunlaşma kriterleri olarak altı nitelik saymaktadır: 1) Farklılaşmak; böyle bir dinî his, daha zengin ve komplekslik kazanır. Birey kendine özgü içsel dindarlık modelini şekillendirme şansına sahip olacaktır. 2) Dinamik, işlevsel bir otonomiye sahip olmak; bireyin önüne geleceğe yönelik yeni amaçlar ve değerler sunar. 3) Tutarlı bir şekilde yüksek ahlâkî ideallere yönlendirir. 4) Bütüncül bir hayat felsefesi sunarak bireyin hayat tecrübelerini bir anlam ve düzen sistematiğine sokar. 5) Çoğulcu ve bütüncüldür, entegre eder. 6) Enerji üretir, değerleri koruyabilme yeteneği gösterir. (Allport, 2004:13, 76-92) 82 Üçüncü Tebliğ anlamaya ve çözüm önerileri üretmeye çalışacağız. Özellikle suç işleme, uyuşturucu kullanma yaş ortalamalarının çocuklara kadar indiği, ortaöğretim kurumlarının uyuşturucuyla tanışıklığının arttığı bu dönemde bunu tartışmak elzemdir. Bu durum, sorumluluk sahibi herkesi düşündürmelidir. İnsanlar birbirlerine güvenemez hale gelmiş, umutsuz ve ümitsizliğe kapılmaya başlamıştır. Yaşanabilir, güvenli, demokratik ve açık bir toplum tesisinde “sevgi ve rahmet peygamberi” olan Hz. Muhammed’i ve getirdiği evrensel mesajı yeni şartlar çerçevesinde anlamak gerekir. Onu ve mesajını bireysel olarak içselleştirdikten sonra, çocuklarımıza epistemolojik ve pedagojik açıdan güncelleyerek anlatmak gerekir. Böylece, dünya ve ahiret mutluluğuna giden yolumuzu aydınlatabiliriz (Bardakoğlu, 2005:16). Çünkü O, “bizatihi Allah tarafından seçilmiş ve terbiye edilmiş” olup, “etrafına ışık saçan bir kandil”dir; bu nedenle “kendisine uyanları daima doğru olana götürür” Çünkü onun söyledikleri ile yaptıkları arasında hiçbir çelişki yoktur, inanmadığı, yaşamadığı hiçbir görüşünü başkasına söylediği vaki değildir; bu nedenle güvenilir ve emin bir rehberdir (K.K; 43/29-32; 22/75; 68/4; 33/46; 61/33; Güngör, 2000:470; Çağrıcı, 1998:67). O halde, “Ben Kimim/Biz Kimiz?” sorusunun temellendirmesinde dinimizin, özellikle Peygamberimizin yeri ve önemi çok büyüktür. Yaşanan bireysel ve toplumsal sorunlar bağlamında söyleyecek olursak, dinimizde, asla ümitsizliğe yer yoktur (K.K, 12/Yusuf/17); dindar insanlar, Allah’ın yardımıyla bütün aksiliklere rağmen “iyimser”liklerini korurlar, kendi durumlarını kontrol etmeyi başarırlar. “Gerçeklikle iyimser bir şekilde yüzleşmek, gerçekliğin oluşmasına yardım eder, çünkü pratik olarak ifade edilecekse, inanç, inkâr edilemez bir şekilde iyi etkiler sağlamaktadır.” (Allport, 2004:156). Müminler, mesuliyet duygusu ve şahsiyet bütünlüğünü dinî verilere dikkat etmekle sağlarlar, çektikleri sıkıntılarının daha büyüklerini bir zamanlar Peygamberimizin de çektiğini, ama bu sıkıntıları kısa sürede aştığını, mesajının bütün dünyaya yayıldığını hatırlarlar ve kendilerine olan güvenleri artar. Peygamberimizi bir “sosyal model” olarak görme, onunla özdeşleşme fikri, yaşanılan kişilik ve kimlik sorunu aşmada yardımcı olur. Çünkü dinî inanç ve değerler, insanların hayatına anlam kazandırmakta, geleceğe umutla bakmasını sağlamakta, olumsuzluklar karşısında bir güven ve iç huzuru temin etmektedir. “Bireyin hayatına güçlü bir güven getirme, zorluklar karşınında her zaman ona yardım edebilme ve hayatı zorlaştıran şartlar ne olursa olsun daha sonraki aşamayı kolay kılma, dine özgü erdemler” olarak gözükmektedir (Allport, 2004:155; Hökelekli, Kimter, Klavuz; 2002:21, 182, 188-189, 209). Ayrıca Peygamberimizi özdeşleşilecek bir sosyal model olarak görmek; gencin ailesinde, çevresinde ideal ve örnek olarak sunulan kişilerle yaşadığı sıkıntıları aşmaya yardımcı olacaktır. Zira “çocukluktan yetiş- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 83 kinliğe geçen genç, toplumsallaşmasına paralel olarak özdeşleşeceği örnekler arar; eğer bu örnekler sık sık değişir veya bunun ideal olarak sunulmasıyla uygulamada çelişkiler görürse yahut özdeşleşeceği bir örnek sunulamıyorsa bu durum, kimlik krizine yol açabilir” (Kula, 2001:63). Buna karşın, eğer kişi, “çatışma durumunda inanç pratiğinin gerçek bir çözüm getirdiğini bilirse, bunun idrakinde olursa, kaos ve stresin olduğu yerde düzen ve huzuru keşfettiğine de ikna olacaktır. Bu ikna oluş, bireyi sıra dışı bir gerçekliğin var olduğu sonucuna götürecektir. Bu anlamdaki bir çözüm bulma tecrübesi, bir çeşit direkt deneyim/mistik algılamadır. Birey, bir eli tuttuğunu ve bu elin cevap olarak kendisini kavradığını hissetmektedir. Bu tür bir direkt tecrübe Tanrı’dan insana gönderilen kognitif/bilişsel vahyin, fonksiyonelleşmesi olması açısından önemlidir (Allport, 2004:156). Peygamberimizi Örnek Alarak Sosyal Bir Model Oluşturmak Ne Demektir? Peygamberimizi örnek alarak “sosyal model” olarak görme, onunla özdeşleşme fikri, yaşadığımız bir sorunu aşmada yardımcı olur” demek ne anlama gelir? Yani yaklaşık 1400 sene önce farklı bir zamanda, farklı bir mekânda, farklı sosyo-politik ortamlarda bulunmuş, o dönemin sorunlarına çözümler üretmiş Peygamberimizin yaşadığı hayatı aynen bugün tekrar yaşamaya çalışmak mümkün müdür, bu bir anakronizm sorunu doğurmaz mı? Peygamberimizi örnek alarak sosyal bir model oluşturmak; onun kendi dönemindeki olay ve olgular karşısındaki takındığı tavırları kavrayıp, onun temelinde yatan ahlâkî ilkeyi anlayıp, günümüzde yaşadığımız sorunlar karşısında yeniden yorumlamada temel olarak görmek demektir. Çünkü o, sıradan bir insan değildir; âlemlere rahmet ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş son peygamberdir. Nitekim kendisine nübüvvet görevi verildiğinin ilk günlerinde yaşadığı kaygıları gidermek için eşi Hz. Hatice’nin söylediği şu sözler, Peygamberimizin örnek kişiliğinin evrensel özelliklerini göstermesi açısından önemlidir: “... Sen akrabalarına yakın ilgi ve alâka gösterirsin, emanete riayet edersin, sözün doğrusunu söylersin, kendi işini görmekten aciz olanların bakımını üstlenirsin, fakir ve muhtaçlara elinden geleni yapar, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafirlere ikram eder, onları ağırlarsın, uğradıkları musibet ve felâketlerde halka yardım edersin.” (Karacabey, 2000:101-102; Birışık,1998:128). İnsanlık tarihine baktığımız zaman yatay ilişkilerde kırılmalar, bozulmalar olduğu zaman Allah, yeni peygamberler ve mesajlar göndererek, evrene müdahale etmiş ve gerekli tashihleri yapmıştır. Bu nübüvvet kurumunun gerekliliğini gösterir. Bu çerçevede, Hz. Muhammed son peygamber olarak gönderilmiştir, dolayısıyla onun ilkelerini, yaşama tarzını, olayları değerlendirişini anlayıp güncel sorunlar karşısında yeniden yorumlayıp, kendimize özgü çözüm önerileri geliştirmemiz gerekir. Onu örnek olmak ve sosyal bir model olarak görmekten kasıt budur; yani onun 84 Üçüncü Tebliğ gibi dürüst, merhametli, ahlâklı, bir insan, bir tacir, bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir komşu, bir yurttaş, bir lider; yani hayatın içinden birisi olmaya çalışmaktır (Kılıç, 1998:4, 30-34). Biz Türkler, bunu tarihte gerçekleştirdik ve yaklaşık altı yüz yıl Ön Asya, Afrika, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinin en önemli kısmını yönetimimiz altında tuttuk. Birçok farklı dil, din ve ırkları bünyesinde barındıran Osmanlı kültürünü devşirmiş olan bizler, yüzyıllarca Müslüman=Türk özdeşliğiyle yaşadık. Hz. Peygamber aşkı ile birleştik, bütünleştik; fikrî ve kültürel kimliğimizin en önemli unsuruna dair, birçok naat, hilye, mevlid, miraciye olduğunun sayısı bile bilinmiyor (Kara, 2000: 510-518; Hızlı, 2000:519-526). Sorunun Kaynağı: Başarısız Dinî sosyalleşme İletişim ve bilgi çağı diye nitelendirilen günümüzde gerek devlet; gerekse millet olarak dünya siyasi coğrafyasında onurlu bir şekilde varlığımızı devam ettirebilmek için kişiliğimizi ve kimliğimizi veren değerlerimizi yeniden ele almak ve güncel değerler karşısında yeniden yorumlamak gerekmektedir. Bunun içinde, din eğitiminin modern pedagojik ve felsefi yöntemlerle verilmesi şarttır. Aksi takdirde başarısız bir dinî sosyalleşme ortaya çıkar. Bunun dış nedenlerini araştırmadan önce, dinî eğitimle ilgilenen biz ilâhiyatçılar kendimize “Nerede hata yaptık?” diye sormalıyız. Başarısız dinî sosyalleşmede, dini anlatan temsilcilerin de; yani bizlerin yanlış tutum ve davranışlarının da katkısı büyüktür. Kurumsal dinin başarısızlığı ve hayatla yüzleşmedeki tutarsızlıklar da özellikle gençler arasında şüpheyi kışkırttığı bilinmektedir. Günümüzün sorunlarıyla dinî veriler ve dinî duygular arasında irtibat kurulmadan, itaat, ceza veya ödül merkezli olarak yapılan anlatımlar insanlarımızı olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Gençlerin kişilik ve kimliklerini oluştururken, içinde yetiştiği ortamdan aldığı geleneksel din anlayışı, mevcut yönetimlerin din telâkkileri ve bireysel eğilimler, manevî özlem ve ihtiyaçları arasındaki ilişkiyi yeterince sıhhatli kuramadığımız zaman sorun daha da giriftleşmektedir (Albayrak, 2002, 308; Allport, 2004:123). Özgürleştirici, sevgi merkezli, soru-cevap ve diyalog tekniğine dayalı problem tanımlayıcı ve beraberce çözüm üretme bir eğitim anlayışı yerine bankacı eğitim modelini benimseyip, gençleri boş bir bardak gibi görüp doldurmayı hedeflemenin sonucudur bunlar. Oysa Peygamberimizin sadece Cibril hadisini merkeze alsak bile, onun dinin temel ilkelerini soru-cevap şeklinde insanlara nasıl anlattığını, din ve dindarlığın inanç/bilgi, ibadet, duygu ve etki boyutlarını içerdiğini görebiliriz.3 ———— 3 Cibril Hadisini Yeniden Okumak: İslâmiyet, insanlığa dünyada refah, ahirette felâha ulaştıracak ahlâkî ve sosyal ilkeleri içeren ilâhî kelâmın son tecellisi olarak gönderilmiştir. Bunu ana hatlarıyla açıklayan Cibril hadisidir. Peygamberimiz, soru-cevap yöntemini kullanarak bizlere dinimizi ana rükünleriyle öğretir. Buna göre, İslâm, (iman esaslarını) tasdik; (Allah’tan başka ilâh olmadığını yani) kelime-i şehâdeti söylemek; (İslâm’ın rükünleriyle) İkinci Oturum/Birinci Bölüm 85 Kişilik, Kimlik, Ergenlik, Benlik Kavramları Gençlerimizi merkeze alarak din ve kimlik arasındaki ilişkiyi tartışmak için öncelikle ergenlik, kişilik, benlik ve kimlik kavramları arasındaki farka işaret etmek gerekiyor. Kişilik, bireyin bireysel özellikleri ve psikolojik yapısıyla ilgili olup, sosyal unsurlarla beslenen bir gelişme süreciyle şekillenir. Bu nedenle insanın gözlemlenen duygu, düşünce, davranış ve alışkanlıkları önemlidir. Burada mükemmele doğru gidişin nasıl olacağı üzerinde durulmalıdır. Çünkü sosyal açıdan kişilik, bireyin diğer insanlar üzerindeki etkileri ve izlenimleriyle şekillenir. Kısacası kişilik, bireyin kendine özgü ayırt edici davranışlarının bütünü olduğu için onu diğer insanlarından ayırt eder; dolayısıyla her kişinin kendine özgü bir kişiliği vardır. Bu, onun eşref-i mahlûkât, yani yaratılanların en şereflisi olduğunu, emsalsizliğini, özelliğini, biricikliğini yansıtır. Dolayısıyla birey, kendine has ve özel ayırıcı davranışlarındaki süreklilik ile tanımlanır; bu anlamda sürekli bir oluş içerisindedir. Bu açıdan kendi kişiliğimizi sürekli oluşturmak suretiyle kendimize uygun hayat tarzı oluşturmamız gerekiyor. Ben kavramı bireyin ontolojik alanı ile ilgilidir. İçyapısının bütünü oluşturduğu için olsa gerek, kişinin etkileşim içinde bulunduğu diğer insanların kendisin nasıl algıladığını ve nasıl değerlendirdiği “benlik” kavramıyla ifade edilir. Dolayısıyla içinde yaşadığımız toplumsal gruplar (aile, cemaat, cemiyet, millet) kişilik ve benlik kavramını kazandırmada önemli rol oynar. Bununla birlikte, bunun kişiliğin özü ve öznel yanı olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü birey, benliğiyle toplumu oluşturduğu diğerlerinden ayrılmakta, kendi varlığının farkında olmaklık durumudur. Bu anlamda, benlik, insanın kendini tanıma ve değerlendirme biçimi, kişiliği ile ilgili kanılarının toplamıdır. Kimlik, kişiliğin tersine, birden fazla olarak bir kişide bulunur. İnsanın sosyal belirticilerinden oluşur ve her bir kimliğe göre farklı davranışlar sergilenir. Kimlik, ne olduğum ve nasıl tanındığım ile ilişkili olup, toplumsal olarak kabul edilmiş bir dizi farklılıkla olan münasebeti dikkate alarak oluşturulur. Burada neye inanıp değer verdiği, beklentilerin neler olduğuna dair bir toplu bilinçlilik söz konudur. Bu haliyle kimlik, kişiliğin →→ amel etmektir (Bulut; 1995:137). Cebrail isimli melek, insan kılığında iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne olduğunu Allah Rasûlüne sorması üzerine yapılan açıklamalardır (el-Buhârî, es-Sahîh, 2 İman 37). Bu hadis, dinin temel esaslarını ve bunlara dair yapmamız gereken davranışları, edinmemiz gereken tutumları, bizlere “bir sosyal model” olarak somutlaştırır. Bu kavramsallaştırma dinin inanç ve bilgilenme boyutunu, müminlerin uygulaması gereken dini pratiklerin neler olduğunu, bunları yerine getiren (muhsin) kişinin ulaşacağı mertebeyi açıklar. İnanç ve ibadet boyutunu gerçekleştiren kişinin, bireysel açıdan yaşadıklarını; yani Yüce Yaratıcı ile olan münasebetlerini ihtiva eden duyumlar, algılar ve manevî deneyimlerini içeren duygusal boyutunu; bunların günlük hayat üzerindeki bireysel ve toplumsal etkilerini anlatır (Kula, 2001:49-50). 86 Üçüncü Tebliğ gelişmesine katkıda bulunur. Doğuştan getirilen genetik unsurlar, çevre şartları, ailesi, sosyal çevresi bunların şekillenmesinde rol oynar. Daha doğrusu, kişi, buralarda sosyalleşir, içinde bulunduğu toplumsal grubun (aile, okul, devlet) inançlarını, değerlerini, davranış modellerini ve ideallerini öğrenir; aynileşme yoluyla onları kişiliğinin bir parçası haline getirir. Ergenlik, bizlerin bulûğ çağı dediğimiz, teknik anlamıyla bireyde gözlenebilen süratli ve sürekli bir gelişim evresidir. Dolayısıyla ergenlik, aslına bulûğ çağından önce başlar ve etkisini artırarak yetişkinliğe kadar devam eder. Fiziksel, sosyal ve zihinsel gelişimlerin yoğun olduğu çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir, ergenlik içinde yaşanılan, coğrafî, iktisadî, kültürel özelliklere bağlı olarak bu evrenin geçiş süresinde farklılıklar olabilir. Ortalama 12-20 yaşları arasında gözlemlenen bu dönem kişilik, kimlik açısından çok önemlidir; zira genç; duygusal, sosyal, dinî ve zihnî açıdan olgunluk sürecini yoğun yaşar. Özellikle dinî hissin gelişiminde ergenlik dönemine kadar ciddi değişiklikler meydana gelmez, esas değişim ve dönüşüm bu dönemdedir, aynı zamanda genç, ekonomik özgürlük arayışındadır. Fikren ve fiilen bağımsız olmak ister, karşı cinse ilgisi artar. İkinci elden aldığı alışkanlıkların yerine kendine has tutumlar geliştirmeye başlar, bu nedenle bir nevi isyan dönemidir. Görüldüğü üzere, içinde bulunduğumuz toplumsal birimler ve kültür ile kimlik, kişilik ve benlik arasında sürekli bir etkilenme vardır. Kişi, kültüründen şekillendiği gibi, bireysel özelliklerini geliştirerek kültürüne etki edebilir ve sosyal değişmeye katkıda bulunabilir. Bu noktada, din ve dinî ibadetler çok önemli rol oynarlar. Kişisel bir benlik inşa etmek, yani bireyin ahlâkî ve sevecen değerlerle yüklü, umutlu, başkaları ile iyi ve dürüst münasebetler kurabilmesi ancak dini ve dinî değerleri işlevsel kılmakla mümkün olur (Allport, 2004:11,51-54; Kula, Gürses, Hayta, Ekşi; 2002:33-35, 73, 117, 155-156; Kula, 2001:37-50). Kişisel Bir Benlik İnşa Etmede Dinî Değerlerin Önemi Din ve dindarlığın inanç/bilgi, ibadet, duygu ve etki boyutlarını içeren bütüncül bir sunum, ancak Peygamberimizi “hayatın içinden bir insan” olarak sunumuyla gerçekleşir. Peygamberimizin örnek davranışlarıyla ve sabırla yürüttüğü eğitimi, bunun sonucunda cahilî bir toplumun şehirli/medenî bir hale nasıl dönüştüğünü, zulüm ve ahlâksızın yerini adalet ve üstün ahlâkî erdemlerin nasıl aldığını, kibir ve nefretin yerini tevazu ve sevgiye nasıl bıraktığını bu şekilde çocuklarımıza öğretebiliriz. Tabii bunun yolu; Hz. Muhammed ve mesajını, temsil ettiği değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale getirebilmemizden geçiyor (Bardakoğlu; 2005, 16). İnsanların farklı dillerde, ırklarda, renklerde yaratılmasının sebebi, nasıl davranacaklarını, kimlerin iyi işler yapmada yarışacağını test etmek istemiştir (K.K; 5/48; 67/2). Bu deneme ve imtihanın bilincinde olan mümin kişi, diğer insanlarla da tanışmak, bilişmek ve dünyayı yaşanabilir kılmak İkinci Oturum/Birinci Bölüm 87 için çalışacaktır. “İyi” olanı yapmaya bütün gayret etmesine rağmen, “kötü” bir şey ortaya çıkarsa, “amellerin niyetlere göre olduğunu” hatırlar ve kötü olanın Allah tarafından hayırlı olana çevrilmesi için dua eder. Yaşadığı olumsuzlukları da bu imtihanın gereği olarak görür, sabretmesi karşısında burada ve ahirette mükâfatlandırılacağına inanır, dolayısıyla asla umutsuzluğa ve ümitsizliğe düşmediği gibi, manen duyduğu huzuru bozmaz. Bu insan, yukarıda bahsettiğimiz sevecen, kendisiyle ve çevresindekilerle barışık yaşayan, belirli bir özerklik duygusuna sahip kişisel bir benlik inşa etmiş bireydir. İbadetlerini Allah Resûlünü örnek olarak yapan bu kişinin karakteri sağlam olur. Çünkü bütün ibadetler insan şuurunu iyiye, doğruya yönlendirerek, onları olgunlaştırarak, güzel davranışlar sergilemesini sağlar. Bu nokta, taklidî imandan kurtulmayı; özümsenmiş, bir anlamda kişiselleşmiş imanı gösterir (Hayta, Kimter, Albayrak, 2002, s. 117, 122-123, 188-189, 308). Soru-cevap yönteminin merkeze alındığı Cibril hadisinde belirtildiği üzere, iman ve İslâm’ın şartlarını gereğiyle yapmak, kişiyi ihsan mertebesine; yani “sanki Allah’ı görüyormuş” veya “O’nun huzurundaymış gibi” davranmaya sevk eder. Bu, bedenen halk içinde olmak, gönül ve kalp olarak Hak ile beraber olmaktır. Bu tespit, iman manevî olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya ilâve bir tutumun tezahürü olup, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam eden süreci ifade eden evrensel İslâm’a aktif bir katılımın göstergesidir. İslâm, evrendeki bütün yaratılmışların O’na teslim olduğunun bilincinde olarak son pratik, yol ve yöntem olan Hz. Muhammed’in getirdiklerine uygun davranmayı ifade eder. Bu isteyerek, özgür irade ile seçilen İslâm olup, emredilenleri yapmayı gerektirir. İslâm’ın şartları olarak sunulan namazı kılan, orucu tutan, zekâtını veren, hacca giden kişi, bireysel ve toplumsal kontrolünü gerçekleştirmiş bireydir. İbadetlerin insan doğasındaki kibri, gururu, bencilliği yıkarak, yerine tevazuu, kendini aşmayı, diğer insanlarla ilgilenmeyi, cömertliği koyar. Diğer bir ifadeyle, “ibadetini yapan, iyiliği emreden, kötülükten sakınan ve sakındıran, başına gelenlere sabreden” biri olmak, “kaydedilmeye değer önemli işlerdir”. Bunları gerçekleştiren kişi, yeryüzünde kibirlenerek, böbürlenerek yürümez, insanları küçümseyerek yüz çevirmez, yaptıklarıyla kibirlenip öğünmez, mütevazılığını sürekli kılar (K.K, 31/13, 16-19; Algül, 2005:112; Hayta, 2002; s.124-125). Benlikteki bu değişimler, kişiliğimize yansıyacaktır. Benlik ve kişiliğimizdeki bu değişim ve dönüşümlerin temel unsuru kimliğimizden/Müslümanlıktan kaynaklandığı gibi, onu pekiştirmemize katkıda bulunur. Cemaatle namaz bunun en somut göstergesidir. Hafta bir gün topluca kılınan Cuma namazı bunun kısa aralıklarla hatırlatılması ve toplumsal bilincin yenilenmesidir. Birey, modern hayatın ortaya çıkardığı, kendine ve çevresine yabancılaşmayı, yalnızlığı, güvensizliği bireysel ve 88 Üçüncü Tebliğ toplu ibadetlerle aşar, cemaat ve cemiyet içinde olduğu için artık yalnız olmadığını görür. Özgüven ve birliktelik fikri gelişir, başkalarına yardım etmeyi öğrenir, doğru olanı seçme ve yapması kolaylaşır. Bu nedenle olsa gerek, dindar insan, Türk toplumlarında ahlâklı kişi olarak tanımlanmaktadır. Dindarlık, bireyi kötü alışkanlıklarından koruyan, çevresiyle uyumlu ilişkiler kurmasına yol açan, güvenilir ve inanılır olma niteliklerini kazandıran bir referanstır ( Ekşi, Kimter; 2002, 160, 190-191). Felsefî literatürde bu hususu, var oluş sebebimiz ve en yüce gayemiz olan biricik hakikate ulaşmak, onun sıfatları üzerinde düşünerek, gücümüz yettiğince ona benzemeye çalışmak, bir nevi “O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak” olarak nitelendiriyoruz. Cibril hadisindeki ihsan mertebesinden maksat budur. Yani Kur’ân’ın belirttiği şekil üzere (büyük bir ahlâk) sahibi olanı (K.K; 68/Kalem/4) Peygamberimizi somut bir sosyal model olarak görmeye çalışmaktır. Hz. Âişe validemiz, “Peygamberimizin ahlâkı nasıldı?” diye sorunlara; “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diye cevap verirken, “Onun üzerinde Rabbinin sıfatları öylesine tecelli etmiştir ki, nasıl Kur’ân’ın bir harfinden şüphe duyulmuyorsa, onun ahlâkının mükemmelliğinden de o denli şüphe duyulmaması” talebini hatırlamak ve örnek almaktır (Birışık, 1998:115). Bu aşamalar, bütün gücünü kullanarak Allah’ın sıfatları üzerinde düşünerek, ona benzemeye çalışmaktır. Bu mertebeye ulaşana muhsin denir; yani o, hem iyilik hem de güzelliği içinde taşıyan eylemler yapan kişidir. Bunu gerçekleştirdiği için olsa gerek, muhsin, diğer peygamberlere gönderilen pratikler, yöntemler ve bunların sonucunda oluşan medeniyetleri de bir bütünlük içinde değerlendirir. İnsanlığın fikrî mirasını bu bakış açısıyla incelediği için, mevcut farklılıklara rağmen birliği (Tevhid) temin etmeyi mümin, müslim ve muhsin olmanın gereği olarak görür. Muhsin kişi, İslâm’ın sözlük anlamının gereği olarak “barışçıl bir şekilde” sağlamaya çalışır. Diğer bir ifadeyle, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırır." (K.K; 16/125). Kendisiyle ve yaratısıyla barışık olan kişi, ibadet halindeyken ruhu arınır, her türlü sıkıntı ve endişeden kurtulur; böyle oluca sorumluluk duygusu gelişir, dengeli bir kişilik ve kimliğe sahip olur. Bu anlamda Peygamberimin tarif ettiği, “Müslüman, başkalarıyla iyi geçinen, kendisiyle iyi geçinilen, iyi ilişkiler kurulmaya elverişli kişidir” şeklindeki tanımına uyar (Algül, 1995:21). İbadeti sayesinde kişi, benliğinin dar kalıplarını aşarak, diğer insanları da yaratısının bir tecellisi olarak görür, onlara karşı sevgi, sempati ve güven duygusu hisseder. Bunun sonunda, kendisiyle ve diğer insanlarla barışık, dışa dönük ve sosyal bir birey olur (Kimter; 2002:191). Barışıklık, salt insanlara yönelik olmakla kalmaz, çevreye ve diğer canlılara/hayvanlara olan davranışlarında kendini gösterir. Peygamberimiz, insanlara gösterilen şefkatin hayvanlara da gösterilmesini ister, onların dövülmemesini, eziyet edilmemesini, aşırı yük yüklenilmemesini, iş göremez hale geldiklerinde öldürülmemelerini isterdi. Bir nevi hayvan huzur İkinci Oturum/Birinci Bölüm 89 evi (mercu haşişler) demek olan barınaklar yapılmış, eceli gelene kadar burada bakımları yapılmıştır (Söylemez, 2005:59; Algül, 2005:74). Bu çağrı, Tevhid öğretisinin tarihin, hayatın, bilginin birliğine doğal olarak yansımasının gereğidir. Çünkü iman esaslarını bilmek, kişinin nefsinin arınmasını hedefler ve Hakk’ın bilgisine ulaştırır. İslâm esasları bu bilgiye uygun davranmayı ister; hayrın, güzelliğin, iyiliğin bilgisine sahip kılar. Teori ve pratik uyumundan çıkan “ihsan” mertebesi, bütün farklılıkların farkında olup, iyilik ve güzellikte yarışmanın ve kesinlikle bunu ayrışmaya dönüştürmemenin bilincinde olmak demektir. Bu olgun/kâmil insandır artık. Gücü nispetinde varılabilecek en yüksek noktaya ulaşmış kişidir o. Biricik ve evrensel hakikate ulaşmak için farz kılınan hususları yapıp, nafile ibadetlerine de dikkat ettiği için Allah’ın rızasını kazanmıştır. Bu kişinin Allah sevgisi karşılıksız kalmayacaktır. Allah da onu sevecek, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacaktır. (el-Buhârî, es-Sahîh, Rikâk, 38) Bu durum erişmek için takip edilecek örnek insan, Hz. Muhammed’dir. Allah’a ve ahirete kavuşmaya inanan ve Allah’ı anan kişiler O’na uyduğu sürece, Allah da onları sevecek, esirgeyecek ve bağışlayacaktır (K.K; 33/21; 3/31; 7/158). Bunun sonucunda insan, yaratılışındaki iyilik ve kötülük yapabilme kabiliyetini, takvaya ulaşma yönünde, yalnız iyiliği ön plana çıkararak hareket edecek, takvalı olacaktır. Bu, günahlardan korunma, kötülüklerden uzak durmaktır; zira nefsini tezkiye ve terbiye ederek arıtan kurtuluşa ermiştir. Kendisini kötülüklere gömen kimse de zarar etmiştir." (K.K; 91/7). İnsanlara madem ki eğri ve doğru iki yol gösterilmiştir; (K.K; 90/10) önemli olan doğruyu bulmaktır. Peygamberimizin Gençlere Sevgi Merkezli Sosyal Model Olması İnsan, sevdiği, önemsediği kişileri kendisine örnek olarak alır, bu noktada anne ve baba; yani ailesi önceliklidir. Bu nedenle ailemizde sevgiyi esas almalı, önce eşler aralarında bunu tıpkı Peygamberimiz gibi tesis etmeye çalışmalıdır. Allah’a ve ahirete kavuşmaya inanan ve Allah’ı anan kişiler Peygamberimize uymalıdırlar. O, davranışlarımız için bir örnektir, bir modeldir. Ona uyduğumuz sürece, Allah da bizleri sevecek, esirgeyecek ve bağışlayacaktır (K.K; 33/21). Birey-aile merkezli sosyal modellik, ergenin olası kimlik krizlerinden koruyacaktır; çünkü çocukluktan yetişkinliğe geçiş döneminde ergin/genç, çocukluk döneminden daha farklı yeni özdeşleşme modelleri arayacaktır. Eğer çocukken aldığı model ile genç iken özdeş almaya çalıştığı model arasında farklılıklar olursa, üstelik bir de manevi değerler yeterince alınmamışsa kimlik krizi çıkabilir. Kimliğini oluşturma gayreti içerisinde genç, “kendisinin toplumdaki yerini, idealini, amacını aramaya koyulur, bunları hep “Ben kimim?” 90 Üçüncü Tebliğ sorusu çerçevesinde ortaya çıkar. İşte bu soruya cevap ararken, özdeşleşeceği bir sosyal model arayacaktır. (Kula, 2001:45-46, 63). Din ve dinin mübelliği Hz. Peygamberimiz, gencin bir dünya görüşü oluşturmasında, hayatın amacı ve ona yüklenen anlam konusunda örnek model olacaktır. Bu, toplumsal değerlerin yeterince oturmamışlığı veya ideolojik kaygılardan dolayı aile, çevrede birbirinden farklı olarak sunulan özdeşim örneklerinden kaynaklanan uyumsuzluk, kimliğin süreklilik ve bütünlük kazanamaması sorunu aşmamıza yardımcı olabilir. Zira 1400 yıldan beri bu modellik, bu örneklik, kesintisiz bir şekilde devam etmekte, dünyadaki bütün müminlere her yaşta ve her aşamada örnek olmaya devam etmektedir. Zira o, tacir, aile reisi, komşu, devlet başkanı ve komutan olarak hayatın her aşamasında “bizler için en iyi örnektir” (Ahzâb, 33/21), seçilmiş kişidir (el-Mustafa). Onun örnekliği; âlemlere rahmet olarak, büyük bir ahlâk ile donanmış olarak gönderilmesinin doğal sonucudur (el-Kalem, 68/4; el-Enbiyâ, 21/107). Toplum içinde her kesim, onunla özdeşleşecek bir şeyler bulabilir. Eğer biz aile bireyleri, onun hayata dair tutum ve davranışlarına dikkate ederek, kendimize model olarak alır ve pratiğe aktarırsak, genç, çocukluğundan itibaren bunu göreceği için ergenlikte herhangi bir çelişkiye düşmez. Aksi takdirde yetişkinliğin temel dürtüsü olan bağımsızlık ve eleştirellik, önce ailenin dinî ve fikrî yapısını eleştirmeye başladığı için gördüğü çelişkiler, dinden soğumasına yol açabilir. Eğer dindar aile, öğretilerini içselleştirmez ve uygulamalarında samimi olmazsalar, çocuk ergenlik aşamasında öğretilenleri reddeder; ama onların samimi ve içtenseler, öğretilenleri unutsa bile öğretilme biçimini ve samimiyetlerini unutmaz (Allport, 2004:50-51). Bu nedenle, öncelikle öğreticiler, bir üst model olan Peygamberimizi ve onun toleranslı tutumlarını örnek aldığı zaman, bu içtenlik ve samimiyet gerçekleşmiş olur. Peygamberimizin çocuk, genç, anne ve baba aşamalarındaki örnekliğini, emin, güvenilir, dürüst, doğru sözlü, insan haklarına riayet eden ve onlarla iyi geçinen kişiliğini merkeze alan, hayatının her aşamasında bu niteliklerin izini gören kişi; hayat felsefesinde uyum ve sürekliliği sağlar, dine olan bağı daha kuvvetlenir (Kula, 2001:73, 79, Nizamoğlu, 2000:118 vd). Ona olan sevgimiz, saygımız gittikçe artar. Yüreklerimizin hep onun muhabbetiyle çarpmasının en iyi ifadesi işte bu Kutlu Doğum etkinlikleridir. Örneğin; Türkiye’de gençler üzerinde yapılan bir ankette, • Hz. Muhammed ile özdeşleşenlerin %81.4 ahlâkî değerler, • %79.1 dinî duygu ve düşüncenin uyanması, • %80.9 dinî duygu ve düşüncenin artması, • %76.1 namaz kılma, %75.9 oruç tutma konusunda ondan etkilendiğini belirtmektedirler. Bu doğaldır; zira o, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş, hayatının tamamını Kur’ân ahlâkı oluşturmaktadır (Klavuz, 2002:247-248). Çocuk ve gençler, önce anne ve babasıyla özdeşleyerek, onları tak- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 91 lit ederek sosyal öğrenimlerini tamamlarlar. Taklidî imanın tahkiki, özümsenmiş imana dönüşmesi ailenin uygulamalarıyla çocukluk döneminde bilinçaltına kazınır, ergenlik döneminde olgunluğa ulaşır. Genç, bu dönemde kendine verilen bilgileri test edecektir; bu nedenle, biz anne ve babalar, Peygamberimizin yolundan giderek, gençlerin ahlâkî ve dinî sosyalleşmesinde örnek olmalıyız. Eğer bunu başarabilirsek, çocuk, ergenlik döneminde özdeş almaya çalıştığı modeller ile aileden bağımsızlığını kazanma ve müstakil olma çabasını hem desteklemiş oluruz; hem de bu müstakilliğin din ve dinî değerlerden müstağni olmak anlamına gelmediğini görmesini sağlarız. Bu çerçevede; • İman, İslâm ve ihsan mertebelerini zihnen ve duygusal olarak yaşamaları için ibadetlerimize dikkat etmeli, Peygamberimizin buyurduğu üzere, namazlarımızın bazılarını evde kılarak, örnek olmalıyız. Çünkü farz namazlar dışındaki namazların en faziletlisi evde yapılanlardır; ihsan mertebesi de bunlarla gerçekleşir. • Peygamberimizin 10 yaşında bir genç olan Enes b. Mâlik’e davranışlarını örnek almalıyız. Bazen istenilmeyen davranışlar içinde bulunduğunda, Ona bunu niye böyle yaptın veya niçin yapmadın?” şeklinde bir serzeniş veya nasihat yerine örnek davranışlarda bulunarak, ergenlik döneminde bulunan gence şefkat ve merhametli davranmamız gerektiğini bizlere öğretmiştir (Klavuz, 2002:212-214). Burada nasihat vermeden önce gençleri dinlemek şarttır, nitekim Peygamberimiz muhatabının sözünü kesinlikle kesmez, onu dinler, konuşan ne kadar ilgisiz olursa olsun sözüne değer verdiğini böylece gösterirdi. Karşılaştığında tokalaşır, o elini çekmeden elini çekmez, muhatabı yüzünü döndürmeden yüzücünü çevirmezdi. Muhatabının zaaflarını araştırmaz, bunlardan yararlanma yoluna gitmez, sürekli tebessüm ederek, beden diliyle uygun diyalog ortamı oluştururdu (Kavaklıoğlu, 2004, 66, 71; Söylemez, 2005:52). • Özellikle babalar, çocuk ve gencin kendisiyle özdeşlemesinde Peygamberimizin örnek model alındığını bilmeli; bunu yaparken aynı zamanda onun kendine özgü bir kişilik ve benliği olduğunu, bununla toplumda yer edineceğine dikkat etmelidir. Bu nedenle çocuklar arasında cinsiyet ayrımı yapmamalı, çocuk haklarına dikkat etmelidir. “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin” hadisi bunun delilidir. Çocuk hakkı modern bir kavram gibi gözükmesine rağmen, Peygamberimiz özellikle kız çocuklarının korunması, nazik yapılarından dolayı daha dikkatli davranılmasını istemiş; yetim ve öksüzlerin haklarına riayet edilmesi hususunda çok titiz davranmış ve bunu müminlerden talep etmiştir. Yetimlere özellikle sevgiyle yaklaşılmasını, yoksulun doyurulmasını vurgulamıştır. Çocukların ebeveyn üzerlerinde haklarından birisi de onlara eşit davranılması olduğunu özellikle belirtmiştir (K.K; 6/En’am/140; Hökelekli, Öcal:1995, 50-51, 78; Ay, 2000:164, 168). • Ergenlerde, kişilik ve benlik gelişme evresi daha güçlü olduğu için güç, itaat, ceza ve ödül kaynaklı bir disiplin yerine sevgi kaynaklı disiplini öncelemeliyiz. Çünkü ceza kısa süreli bir etki gösterir, ödül ise çocuğu doğallı- 92 Üçüncü Tebliğ ğından çıkarır, ödülsüz bir şey yapamaz hale gelir. Beklediği ödül gelmezse, hayal kırıklıkları yaşar, bunun sonucunda çocuk kolayca ilâhî yardım konusunda fikir değiştirir, kişisel çıkarlardan başkalarını düşünmeye geçiş zorlaşır (Allport, 2004:50). Hâlbuki Peygamberimiz çocukların seviyesine iner, onlarla şakalaşır, oyunlar oynar, beden diliyle sevgisini gösterirdi; yani kucaklar, öper, kucağına veya omzuna alır, başlarını okşar, daima güleç bir yüzle yaklaşırdı (Kavaklıoğlu, 2004, 63-64). • Beden diliyle bütün sevgisini, şefkatini göstermesi, iletişim için gerekli ön şartı hazırlıyor, empatiyi sağlıyordu, problemlerine dair ürettiği çözümler bu süreçte aktarılması onların kabulü açısından çok önemlidir. İnanç, ibadet ve ahlâkla ilgili konuları yumuşak bir dille, oyun esnasında öğretirdi. Çocuğun seviyesine inerek konuşmanın, onu ciddiye almanın önemine dair “Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın” hadisi bunun en güzel örneğidir. Çocuğun ruh ve beden gelişimi açısından bu tür bir sevgi ve merhamet ortamı sağlamak, onun büyüklerin telkin ve talim ettiği değerleri, davranış modellerini benimsemelerine, içselleştirmelerine vesile olacaktır (Hökelekli, 1995:48; Ay, 2000:162, 169; Algül, 2005:114). • İstenmeyen davranışlarda bulunan genci, tehdit etme, azarlama, bağırma, dayak atma gibi güç gösterileri uzun süreli etkili olmaz. Mesela hurma ağacını taşlayan bir çocuğa (Rafi’ b. Amr) azarlamadan konuşmuş, ağacı taşlamasının doğru olmadığını ama aç ve zaruret içindeyse dibine dökülenlerden yiyebileceğini söylemiş, onu rahatlatmış, başını okşamıştır. Parasını kaybettiği için evine gitmekten ve dövülmekten korkan kız çocuğuna önce kaybettiği parayı verip, elinden tutup evine kadar götürmesi de başka bir güzel örnektir. Buluğ çağına kadar çocukların yaptıkları hataların hoş görülmesi gerektiğini söyleyerek, onların çocuk olduklarının, bizlerinde bir zamanlar çocuk olduğumuzun unutulmaması gerektiğini ister. Hatta “Çocuğun küçüklüğündeki yaramazlığı büyüdüğünde aklının çok olduğuna işarettir” buyurarak, günümüz hiperaktif çocukların eğitimine öncülük yapmıştır, bile diyebiliriz (Algül, 1995:24; a.mlf, 2005:115; Ay, 2000:172-3). • Ayrıca hata yapmak insanî bir özelliktir, erdemli davranış, ondan vazgeçebilmektir. Peygamberimizin “zelle” dediğimiz bazı ufak yanılgıları nedeniyle ikaz edilmesi onun insanî boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Nitekim Peygamberimiz bu âyetleri en küçük bir komplekse kapılmadan halka okumuş, namazlarda okunmasını istemiştir. Peygamberimizin tıpkı bizler gibi hayatın içinde olmasını, yani geçimi için çalışmasını, çarşıda dolaşmasını, yiyip içmesini garipseyenlere karşı onun beşeriliği üzerinde ısrarla duran âyetler gönderilmiştir (K.K, 25/7-8, 18/10; 3/144; 11/27; 23/33-34; 54/23-24; Birışık, 1998:118; Çağrıcı, 1998:68). • Türkler, disiplini seven millettirler; bunu büyüklerinin yanında çocuklarını sevdiğini göstermeyecek kadar ileri götürürler. Hâlbuki Peygamberimiz babaların çocuklarına olan sevgisin her durumda göstermesini ister; böylece onlara özgüven kazandırılacağını belirtir. Çocukları sık sık sever, onlarla oynar, yanaklarını öper ve sıkardı. Torunlarıyla fiziksel iletişimine dikkat eder, omuzlarına alır onları eğlendirir; zaman zaman İkinci Oturum/Birinci Bölüm 93 onları göğsünde uyuturdu. Sütannesinin yanında bulunan oğlu İbrahim’i ziyarete gider, yanında sahâbîler olduğu halde, onu bağrına basar ve severdi (Ay, 2000:166, 169). • Torunu Hasan’ı aynı şekilde sevdiğini gören bir sahâbî, kendisinin on çocuğu olduğu halde hiç birisini öpmediğini söylemesi üzerine, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” diyerek cevap vermiş, yaptığının doğru olmadığını belirtmiştir. Çocukları öperek, bağrımıza basarak sevgi gösteririz, gençleri ve ergenleri ise dinleyerek, sorunlarını paylaşarak. Onlara değer vermek, fikirlerine saygı göstermek, müzakere etmek ergenlere gösterilen sevginin işaretidir. Aynı zamanda saygıyı da öğretir (Klavuz, 2002, 221-223). • Ergenlik çağındaki gençler, hem fizyolojik hem de psikolojik açıdan köklü gelişmeler geçirmektedir. Genç, bunların duygusal şokunu yaşarken, aynı zamanda toplumdaki statüsünü, geleceğe yönelik ideallerini belirlemeye çalışmaktadır. Onları anlamak, bir zamanlar aynı süreçten kendimizin de geçtiğini hatırlamak ve yardım etmek yerine, güç kaynaklı bir disiplin uygulamaya çalışmak, gencin anne veya baba olduğu zaman aynı yöntemi taklit bile etmesine neden olabilir. Kabalık ve acımazlığın insanları birbirinden uzaklaştırdığını bilen Peygamberimiz, insanlara yumuşak ve sevgiyle davranmış, onların kusurlarını örtmüş, gerek bu kusurların yüzlerine vurmadan nasıl giderileceği hususunda gerekse diğer işler konusunda sürekli olarak istişareye önem vermiştir (3/Âl-i İmrân/158; Güngör, 2000:471). Eş ve çocuklarımıza kesinlikle şiddet uygulamamızı emretmiştir. “Kadınlarınızı nasıl dövüyor sonra da akşam olunca utanmadan aynı yatağı paylaşıyorsunuz” demiştir (Birışık, 1998:131). • Hâlbuki sevgi kaynaklı disiplinde, istenmeyen davranışlarda bulunan gence, onu ikna ederek vazgeçirme vardır. Yapılan herhangi kötü bir eyleme karşı iyilik ve kötülüğün bir olmadığını göstermek temeldir. Önemli olan “kötülüğü en güzel bir tavırla önlemektir. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur.” (K.K; 41/34). • Yaptığından hayal kırıklığı duyduğumuzu hissettirerek, sevgi ve şefkat anlayışımızın şarta bağlı olarak verileceğini göstermek, daha etkili bir yöntemdir. Böylece neyi yapacağını, neyi yapmayacağını, gençte vicdan ve iç disiplini şeklinde ortaya çıkacaktır. Bunu sağlayacak olan ailede sevgi merkezli bir din anlayışını hâkim kılıp, onlarla paylaşmaktır. Çünkü aile içi uyumsuzluk ve huzursuzluklar, çocuğun diğer çevresiyle çatışmasına ve uyum sorunu yaşamasına yol açmaktadır. Bu nedenle, eşler öncelikle aralarında sevgiyi tesis etmelidir, Türk toplumunda erkeğin eşine sevdiğini söylemesi ayıp karşılanır. Oysa Peygamberimize Amr b. Âs “Yâ Rasûlallah, en çok sevdiğin kim?” diye sorduğunda, Onun bu soruya “Ayşe’dir” diye cevap vermesini unutmaktayız. Üstelik evde bulunduğu saatlerde eşlerine her konuda yardımcı olurdu. Kendi işini kendi yapmaya gayret eder; örneğin elbisesini yamardı. Gerekirse evi süpürür, hayvanları sağarak yardımcı olurdu. Ev işinde gerilim olmamasına dikkat, eder, sıcak, samimi 94 Üçüncü Tebliğ bir hava oluştururdu. Çarşıya alış verişe gider, aldıklarını kendisi taşırdı (Nizamoğlu, 2000:129; Kandemir, 2000:506, Algül, 2005:60-61). • Bu nedenle önce eşler arasında sevgi ve saygıyı temin etmeli; zira sevgi, güven eksikliği, mahrumiyet ve terk edilmiş duygusu bu çatışmayı besler. Yaşanan bu gerilimler hayata dair emir ve yasaklarda bulunan dinden yüz çevrilmesine bile yol açabilir. Genç, anne-babaya sevgi ve saygı duyulmasını isteyen dinî emirler ile bağımsız olma duygusu arasında çatışma yaşayabilir. Bu nedenle gençlerin hayata ve dine dair sorduğu bütün sorulara bütün ciddiyetle cevap vermeli, onları başımızdan savmamalıyız. Peygamberimizin bir görevi de bu anlamda öğretmenlik olduğunu hatırlamak gerekir. O, ilk önceleri bir camide, bir evin kenarında sorulara cevaplar veriyordu; sonra suffe ve küttâb denilen yerlerde eğitimin sistemli olarak yapılmasını temin etti (Algül, 1995:30). • Sorulan sorulara tatmin edici cevaplar vermek çok önemli; çünkü çocukluktan erginliğe geçiş, soru ve şüphenin de oluştuğu dönemdir. Özellikle, medya organlarının da etkisiyle cinsellik ile ilgili değişim ve dönüşümlerine sıhhatli bilgiler vermeli, bir arkadaş gibi “sevap ve günah” hakkında onlarla konuşmalıyız. Peygamberimiz, bekâr bir gencin yanına gelerek bir kadınla birlikte olmak için izin isteyen bir genci yanına almış ve onunla konuşmuştur. Sahabenin böyle bir soru sormasına kızmasına karşılık, o, gence “Eğer başka biri senin annenle, kız kardeşinle, halanla, teyzenle beraber olmak isterse ne yaparsın” diye sormuş, genç, her seferinde buna rıza göstermeyeceğini söylemiştir. Soru cevap yöntemiyle gencin kendi hatasına anlamasına vesile olmuş, sonra onun için dua etmiştir. Bu husus, özellikle cinsellik ile ilgili soruların dikkatlice konuşulmasının gerekliliğini göstermektedir (Hökelekli: 1995, 55). • Hz. Peygamberi örnek alarak davrandığımız sürece, gençler, yürüyen Kur’ân olarak gördükleri Allah Resulünün çektiği sıkıntıları, verdiği mücadeleleri, kazandığı zaferleri hatırlayacak, kendine olan güveni artacaktır. Onun adaleti ve dürüstlüğünü örnek alacağı için büyüklerine karşı saygı, küçüklerine karşı sevgide kusur etmeyecektir. Bu da uzun vadede kazançlı çıkmaya vesile olmuştur; Peygamberimizin muhaliflerinin bile zamanla kendisine katılmış, iradeleriyle Müslüman olmuşlardır (Algül, 1995:26). • Kendisini onunla özdeşleştirmeye çalışan genç, onun davranışlarına uygun davranmaya çalışacağı için sevenleri artacaktır. Onun bir melek değil de, insan olması bu örnek almayı kolaylaştıracaktır. Dinî şuur kavramıyla ifade edilen gencin hayatındaki bu yeni süreç ile birlikte Allah’a ve dinî değerleri Peygamberimizin şahsında somutlaştığını görür ve şahsında yapabileceğini anlar. (Klavuz, Bahadır, 2002, s. 249, 256, 264). • Peygamberimiz, gençlerin enerji ve cesaretlerinden faydalanılması için onların kendilerine güvenen, kişilikli olmalarının şart olduğunu düşünür. Kendisinin de 20 yaşında haksızlık ve mağduriyete uğrayanların İkinci Oturum/Birinci Bölüm 95 haklarını korumak için kurulan ve bugünkü anlamıyla tam bir sivil toplum kuruluşu olan Hilfu’l-fudûl (Erdemliler İttifakı) cemiyetine üye olması,4 gençlere ulaşacak yeteneklerini göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca genç yaşta bu tür önemli bir örgütün kurucu üyesi olması, onun doğruluğunun, dürüstlüğünün, güvenilirliğinin, haksızlıklara asla tahammül edemediğinin, zorluklara nasıl direndiğinin, bu hususta birlik ve beraberlik içinde hareket edilmesini vurguladığının, tertipli ve düzenli hareket ettiğinin ama aynı zamanda mütevazıı ve iyi geçimli biri olduğunun, istişareye önem verdiğinin göstergesidir (Söylemez, 2005:9, Nizamoğlu, 2000:119-128; Güngör, 2000:470; Çağrıcı, 1998:62; Birışık, 1998:118). • Onun özellikleri gençler arasında örnek gösteriliyordu, nitekim Hz. Ali 10; Sa’d b. Ebî Vakkâs 17 yaşında ilk Müslüman olan gençlerdendir. Mus’ab b. Umeyr gibi Mekke’nin ileri gelen aile çocuklarından Müslüman olanlar oldu. Çocuk ve genç diye nitelendirilenlerin biatlerini kabul etmesi; hem gençlerin doğal hakkı ve hem de kamu menfaati açısından önemlidir. Önemli görevlere gençleri atayarak, onlara güvendiği göstermiştir. Tebük Gazvesi’nde Benî Neccâr kabilesinin sancağını henüz 20 yaşında olan Zeyd b. Sâbit’e vermiş, Bedir Savaşı’nda 21-22 yaşlarında olan Hz. Ali bununla görevlendirmiştir. Kırk bin kişilik bir orduya 18 yaşındaki Üsâme b. Zeyd’i ataması bu açıdan önemlidir (Hökelekli, Kula, Öcal:1995, 53-54; 67-68, 76 vd). • Bu çerçevede, benim hayatımda önemli olan bir aşamayı anlatayım. Ergenlere doğrudan nasihat vermek yerine, hayatları bin bir türlü çilelerle geçmiş peygamberlerimizin kıssalarını anlatmak, okumak daha verimli olduğunu bizatihi biliyorum. Babam, bana çocukken Yûsuf kıssasını anlatırdı, okuma yazma öğrenince bana bunu okutur, sonra harçlık verirdi. Böylece Hz. Yûsuf’un hayatta yaşadığı sıkıntıları, iffetini, dürüstlüğünü, sonra nasıl başarıya ulaştığını öğrenmek, kendime olan güvenimi artırdı. • Özürlüler toplumda önemli bir kesimi oluşturuyor¸ bunları toplumumuz doğal bir parçası olarak görmemiz gerektiğini Peygamberimiz bizlere buyurmaktadır. Allah yarattığından vazgeçmez, Rahmân sıfatının gereği olarak bu dünyada bütün insanları korur ve kollar; önemli olan birtakım yetilerini kaybetmiş kardeşlerimizin diğer yeteneklerinden azami oranda faydalanmaktır. Nitekim Peygamberimiz görme özürlü olan İbn Ümmi Mektûm’daki yöneticilik yeteneğini çok iyi değerlendirmiş, askerî amaçlarla Medine dışına çıktığı zaman onu yerine vekil olarak bırakmıştır (Söylemez, 2005:58). ———— 4 Bu STK’nın kuruluş amacı, Ficar Savaşlarından sonra Mekke’de güven istikrarın bozulmasıyla dışarıdan gelen ve korunmaya muhtaç olan tacirlerin mallarının Mekke’nin zengin ve güçlü sınıf tarafından ele geçirilmesine veya değerinden az bir pahaya satılmasına engel olmaktır. Bu çerçevede herkesin kendisinden çekindiği Ebû Cehil’i bile karşına almış, onun bazı yabancı tacirlere yaptığı haksızlığı ortadan kaldırmış, adaleti tesis etmiştir. Üçüncü Tebliğ 96 Sonuç İnsanlığı kurtuluşa ve hidayete davet eden İslâm’ın ana gayesi, insanlara güzel ahlâkı kazandırmaktır. Böylece birbirinin dertleri ile ilgilenen, güzellikte yarışan, kin ve nefretten uzak duran, ortaya çıkan her türlü problemi hak ve adalet ölçüsü doğrultusunda çözen, erdemli ve mükemmel bir toplumu oluşturmaya çalışmalıyız. Bunu gerçekleştirmek için de, Peygamberimizi anlayan ve çağrısına icabet edenlerden, üstün ahlâkını ve örnek şahsiyetini hayatlarının mihveri kılanlardan, eğitimlerinin rehberi yapanlardan olalım diyorum. Kaynakça Algül, Hüseyin, Peygamberimizin Şemaili, Ahlâk ve Adabı, İstanbul 2005. …….., “İnsanî İlişkiler Açısından Hz. Muhammed”, Hz. Muhammed ve Gençlik, TDV, Ankara 1995. Ay, Mehmet Emin, “Hz. Peygamber ve Çocuklar”, Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Bardakoğlu, Ali, Hz. Peygamber’i Anmak ve Anlamak, Zaman, 20/04/2005, Çarşamba. Birışık, Abdülhamid, “Hz. Peygaberimin Hayatından Davranış Modelleri”, Hz. Peygamberin Hayatından Davranış Modelleri, Diyanet Vakfı, Ankara 1998. Bulut, Ahmet; “İslâm”, Hz. Muhammed ve Gençlik, TDV, Ankara 1995. Çağrıcı, Mustafa, “Nebevî Öğretide İdeal Birey, Toplum ve Devlet”, Hz. Peygamberin Hayatından Davranış Modelleri, Diyanet Vakfı, Ankara 1998. Freire, Paulo, 1995: Ezilenlerin Pedagojisi, çev. D. Hattatoğlu-E. Özbek, Ayrıntı yay. İstanbul. Güngör, Mevlüt; “Kur’ân’da Hz. Peygamber’e Sevgi ve Saygı”, Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Hızlı, Mefail; “Arşiv Belgelerine Göre Osmanlılarda Hz. Peygamber Sevgisi” Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Hilmi, Ahmet Şehbenderzade Filibeli, “Islahat ve İstikbal”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, haz. İ. Kara, c. 1, İstanbul 1988. Hökelekli, H-Kula, N-Gürses, İ-Ekşi, H-Kılavuz, M-Kimter, N, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara 2002. Hökelekli, Hayati, “Hz. Peygamberin Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı”, Muhammed ve Gençlik, TDV, Ankara 1995. İmamoğlu, Rıdvan, “Örnek Şahsiyeti ve Eseri ile Peygamberimiz”, Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Kandemir, M. Yaşar, “O Bizim Rehberimiz”, Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Kara, Mustafa, “Hz. Peygamber Aşkı ile Birleştik, Bütünleştik”, Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Karacabey, Salih, “Hz. Peygamber’in İnsan İlişkilerine Verdiği Önem”, İkinci Oturum/Birinci Bölüm 97 Diyanet İlmî Dergi, Hz. Muhammed Özel Sayısı, Ankara 2000. Kavaklıoğlu, Mahmut, “Sergilediği Beden Dili Açısından Hz. Peygamber” ve “Başkalarının Beden Dilini Okuması Açısından Hz. Peygamber”, GÜÇİFD, Çorum, yıl. 3; sayı. 6. Kılıç, Recep, “Peygamberliğin Gerekliliği ve Peygamberimizin Örnekliği, Hz. Peygamberin Hayatından Davranış Modelleri, Diyanet Vakfı, Ankara. Kula, M. Naci, “Gençlerimize Peygamberimizi Nasıl Anlatalım?” Muhammed ve Gençlik, TDV, Ankara 1995. ……, Kimlik ve Din (Ergenler Üzerine Bir Araştırma), İstanbul 2001. Öcal, Mustafa, Hz. Peygamberin Çocuk Eğitimindeki Metodu, Muhammed ve Gençlik, TDV, Ankara 1995. Portakal, Hüseyin, Eğitimde Özgürlük ve Saldırganlık, Cem yay, İstanbul. Saban, Ahmet, Öğrenme Öğretme Süreci, Nobel yay, Ankara. Söylemez, M. Mahfuz, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Örnek Kişiliği, Çorum 2005. MÜZAKERE Doç. Dr. Selçuk COŞKUN Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Saygıdeğer Hocalarım, Değerli Misafirler, Bu sempozyumda bize müzakereci olma görevi tevdi edildi. Aslında müzakereci olmak, bir tebliğin yanlışlarını, noksanlarını, hatalarını veya önemini orta yere koymayı gerektirir. Bu sempozyumda söz konusu görevi yerine getirmenin bazı zorlukları var. Bunlardan biri, sempozyumun muhtevasıyla ilgili, diğeri sempozyumun yapıldığı yerle ilgili. Müzakereciliğin doğal uzantısı olan, tebliğin doğru ve yanlışlarını sayıp dökme, eleştirme bu sempozyumun muhtevasıyla çelişik bir durum arz ediyor. Zira Hz. Peygamber’in bu kadar kalabalık bir topluluk karşısında, Müslüman bir kardeşini hedef alıp eleştirdiği varid değildir. Dolayısıyla bu görev, sünnetin ruhuna aykırı gibi görünüyor. Diğer bir problem, Konya ile ilgili. Mevlüt Bey tebliğini sunarken daha başlangıçta, buranın Mevlânâ şehri olduğunu ve Mevlâna’nın da hoşgörünün timsali olduğunu hatırlattı. Bu iki hususu yan yana gelince, müzakereci olarak nasıl bir üslûp benimsemeliyim ki, hem sünnete hem de Mevlâna’nın hoşgörüsüne muhalif hareket etmeyeyim sorusuna cevap aramaya başladım. Sonunda, gayet samimi ve iyi niyetle, tebliğle ilgili bazı hatırlatmalarda bulunmayı, bilahare tebliğle ilgili detaylı mülâhazaları tebliğcinin kendisine takdim etmeyi uygun gördüm. Hadis ilminin temelde iki problemi vardır: Bunlardan biri sübût, diğeri delâlet problemidir. Delâlet problemi daha çok anlamayla ilgili alanı kapsar. Hadisleri anlamak, Hz. Peygamber’i hayatın içinde görmekle mümkün olacaktır. Mevlüt Bey’in çok haklı olarak belirttiği gibi, o hayatın içinden bir peygamberdir. Biz de hayatın içindeniz. Meselâ, temel görevi öğretmenlik olan bir zatın hayatın içinden olması demek, onun hayatın her alanıyla bir şekilde ilişkili olması demektir. Mesleği öğretmenlik olan bu zat, hayatını idame ettirebilmek için maaş almalı ve bunu bir ay süreyle dengeli bir şekilde harcamalıdır. Bu yönüyle ekonomiyle ilişkilidir. Hayatının bir döneminde askerlik yapmalıdır. Bu açıdan askerlikle ilişkilidir. Bazen ummadık olaylarla, problemlerle karşılaşır, mahkemelik olur, bu açıdan yargıyla ilişkisi ortaya çıkar. Belirli dönemlerde vatandaşlık görevini yerine getirmek için oy kullanmalıdır, bu açıdan siyasetle ilişki kurar. Bu durumu hayatın her alanına yaymak mümkündür. Asıl görevi öğretmenlik olan bir zatın hayatın içinden birisi olarak hayatın her alanıyla bir şekilde bağlantılı olması nasıl kaçınılmazsa, temel görevi peygamberlik olan Hz. İkinci Oturum/Birinci Bölüm 99 Peygamber’in, hayatın içinden görülmesi sonucu, onun hayatın her alanıyla bağlantısının olması gerektiği sonucu da kaçınılmaz olarak kabul edilmelidir. Zira hayatın içinde olanlar hayatta ne varsa onunla bir şekilde ilişkili olmak durumundadırlar. Hayatın içinden birisi olan Hz. Peygamber’in, hayatın herhangi bir alanıyla ilgili söylediği bir sözü veya yaptığı bir davranışı anlamayla ilgi birtakım problemler var. Bunların en önemlilerinden biri; bu anlama işinin sadece hadisçilere ihale edilmesi çabasıdır. Hz. Peygamber’in hayatın her alanıyla ilgili hadislerini anlamak ve güncellemek sadece hadisçilerin göreviymiş şeklindeki bu tavır, onu anlamanın önündeki en önemli engellerden biri kabul edilmelidir. Bu noktadaki şahsi kanaatim şudur: Hadisçi hayatın herhangi bir alanıyla ilgili olan bir hadisi değişik bağlamlarıyla birlikte bütünleştirmeli ve bağlam bütünlüğünde sunmalıdır. Bundan sonraki aşamada, bağlam bütünlüğünde sunulan söz konusu hadis, hayatın hangi alanıyla ilgiliyse, o alanın uzmanlarınca tahlil edilip anlaşılmaya çalışılmalıdır. Dolayısıyla Mevlüt Bey’in başlangıçtaki çekincelerine katılmıyorum. Hadis alanı dışındaki farklı alanlarda uzmanlaşmış arkadaşların, hadisleri anlamayla ilgili gayretlerinin artarak devam etmesi gerektiğini, hadisi doğru anlama adına son derece yapıcı ve olumlu bir gelişme olarak değerlendirip kendisini tebrik ediyorum. Tebliğ; giriş, sorunu tespit etme, yöntem, amaç gibi başlıklar kullanılarak sistematik bir şekilde ele alınmış. Bununla birlikte bize gönderilen ilk metinde bir hayli yazım ve ifade bozuklukları mevcuttu. 3-4 gün önce yeni bir metin gönderildi ve burada söz konusu hatalar asgariye indirildiğini memnuniyetle müşahede ettim. Bununla beraber bazı noksanlıklara dikkat çekmek gerekir. Referans problemi, başlığın muhtevayla uyumu gibi hususlar bunlardan bazılarıdır. Tebliğde bol miktarda âyet ve hadis kullanılmış, ancak asıl kaynaklardan tahkik edilememiş. Zira bazı âyetlerin numaraları yanlış verilmiş, bazı hadisler son derece tali kaynaklardan alınmış ki bunu kendisi de ifade etti. Bunları daha sonra kendisinin dikkatine arz edeceğim. Bir hadisçi, referans gösterilmese de, bir âyeti duyunca onun âyet olduğunu, diğerinin hadis olduğunu anlayabilir aslında. Bununla beraber, bizim dışımızdaki araştırmacıların da bu konuya hassasiyetle dikkat etmelerini asıl kaynaklara inmelerini onlarla yüzleşmelerini beklemekteyiz. Bunu şunun için arzu ediyoruz: Ola ki, bizim göremediğimiz, fark edemediğimiz, ilgimizi, dikkatimizi çekmeyen bir hadis, onların uzmanlık alanlarıyla ilgili olur, onların bakışı sayesinde farklı, orijinal anlama ve yorumlar ortaya çıkar. Bir diğer husus; tebliğin başlıkla uyumu. Tebliğin başlığı; “Çocuğun Din-Kültür Ve Kimlik İlişkisini Kurgulamasında Peygamberimizin “Bir Sosyal Model” Olarak Sunumu” olmasına rağmen, muhtevada çocuklar kadar gençlere de yer verilmiş. Hâlbuki çocukluk ve gençlik aşamalarının birbirinden çok farklı aşamalar olduğunu son dönem psikoloji çalışmalarında rahatlıkla görebiliyoruz. Çocukluk ve yetişkinlik açısından Hz. Peygamber’in hadislerine bakılınca farklı bir husus göze çarpıyor. Hz. Peygamber’in muhatapları var. Hz. Peygamber’in doğrudan muhatapları var, 100 Müzakere dolaylı muhatapları var. Doğrudan muhatapları Hz. Peygamber’in sözünü ilk duyan veya davranışını ilk gören sahâbî veya sahâbîlerdir. Dolaylı muhatapları ise; bunun dışında ona inanan herkestir. Buna bizler de dâhiliz. Bu açıdan Hz. Peygamber’e baktığımızda, onun doğrudan muhataplarının kâhir ekseriyetinin yetişkinler olduğu görülür. Bu durum, Hz. Peygamber’in çocukların eğitimiyle ilgili çok az şey söylediği şeklinde anlaşılmamalıdır. O çocuk eğitimiyle ilgili çok şey söylemiştir. Ancak söylenen bu sözlerin neredeyse tamamı yetişkinlere söylenmiştir. Yani o, yetişkinleri, çocukları eğitme konusunda eğitmiştir. Eğitimin küçük yaşlarda kolay, büyük yaşlarda zor olduğu bilinen bir gerçektir ancak, Hz. Peygamber’in fiilî olarak yaptığı şey, zoru başarmak olmuştur. Hz. Peygamber’in çocuk eğitimiyle ilgili sözlü ifadelerinin yetişkinlere ve onların çocukları eğitmelerine yönelik olması ve bizzat çocuklardan, çocukluk dönemlerine ait nebevî öğretileri aktaran rivâyetlerin diğerlerine oranla çok az olması, çocuk merkezli çalışmalarda örnek bulma sıkıntısını da beraberinde getiriyor. Mevlüt Bey’in başlıkta “çocuk” deyip muhtevada yetişkinlere kaymasında, bu örnek bulma sıkıntısının etkili olduğunu düşünüyorum. Tebliğci bu konuda Enes b. Mâlik’ten istifade edilebileceğini söylüyor. Doğrudur. Ancak onun anlattığı her olay da çocukluk dönemine ait değildir. Çünkü o, çocukluk döneminin sonları sayılabilecek olan 8-10 yaşlarında Hz. Peygamber’in yanına gelmiş, çocukluk dönemini onun yanında bitirerek gençlik dönemine girmiş ve bu dönemi de onun yanında geçirmiştir. O, ihtilam olduğu gün Hz. Peygamber’e durumunu arz etmiş, Rasûlullah da ona artık eskisi gibi hanımların yanına rahat girip çıkmamasını emrederek tavır değişikliğine gitmiştir. Dolayısıyla ondan gelen her haber, çocukluk dönemine ait kabul edilmemelidir. Şüphesiz Hz. Peygamber’in eğitiminden geçen çocuklar olmuştur. En azından kendi evlâtları vardır. Ancak bunların hiçbirisi Hz. Peygamber’den sonra yaşamamış Hz. Fâtıma hariç. O da altı ay sonra vefat etmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kendi çocuklarını yetiştirirken neler yaptığına dair son derece sınırlı bilgilere sahibiz. Diğer çocukları da ekleyerek bir malzeme oluşturuluyor, ancak bu da sınırlı olmaktan öteye gidemiyor. Kendi çocuklarına evin içerisinde nasıl davrandığını gösteren hadisler hayal ettiğimiz kadar bol değildir. Tebliğde anakronizmden şiddetle kaçınılması gerektiğine vurgu yapılmakta ki, buna biz de katılıyoruz. Ancak tebliğde anakronizme düşüldüğü de oluyor. Hz. Peygamber’in, “yaramaz çocuk akıllı çocuktur” ifadesinden hareketle, Rasulullah’ın hiperaktif çocuklardan bahsettiği kanaatine ulaşılıyor. Bu hadisin Hz. Peygamber’in hiperaktif çocukların eğitimiyle de uğraştığına bir işaret olabileceği belirtiliyor ancak bize göre bu yaklaşım bir çeşit anakronizmdir. Orada bahsedilen genel olarak çocukların yaramazlıklarına tahammül gösterilmesidir. Çağdaş çalışmalarda, son dönemlerde ortaya çıkan bazı kavramların karşılığını Hz. Peygamber döneminde bulmak gibi bir heves var ki, bu da bir çeşit anakronizmdir. Tebliğde Müslümanların problemlerinin sebebinin başarısız sosyal- İkinci Oturum/Birinci Bölüm 101 leşme olduğu ve bunun sevgiyle aşılabileceği kanaati üzerine bazı değerlendirmeler yapılıyor. Bizim öncelikle toplumumuzu tanımamız gerekir. Bunun içinde toplumu tanımaya anlamaya yönelik alan araştırmaları yapmamız gerekiyor. Bizim toplumumuzun sıkıntıları nelerdir? İnsanlar neye sünnet diyor? Neleri sünnet olarak yapıp yaşamaya çalışıyorlar? Bunları hayata geçirirken ne gibi sıkıntılarla karşılaşıyorlar? Profesyonelce yapılan alan araştırmalarıyla bunlar öncelikle tespit edilmeli, daha sonra nasıl çözüleceği sorusunun cevabı aranmalıdır. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. DEĞERLENDİRMELER Prof. Dr. Mehmet Görmez: Efendim, Selçuk hocama da çok teşekkür ediyorum. Programın sonuna geldik. Çok coşkulu bir dinleyici grubuna sahip olduğumuzu gelen sorulardan ifade edebilirim. Her cümleyi dinleyen, her hareketi değerlendiren bir dinleyici grubuna sahibiz. Hatta çaysadık diye gelen notlar dahi var! Kısa sürede o fasla geçeceğiz ama ben özellikle tebliğci hocalarımıza her birisine son bir iki dakikalık değerlendirme vereceğim. Hem kendilerine gelen soruları cevaplamak için hem de belki müzakereleri değerlendirmek için. Fakat oraya geçmeden önce Selçuk hocamla Mevlüt hocamızın arasındaki bu müzakereyi dinlerken yakında bana gelen bir soru üzerine yaşadığım bir şeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir öğrencim bana şemâil rivâyetindeki Hind’i sordu. Şemâil biliyorsunuz bizim hilyelerimizde de çok. Gerçekten bir insanı yazılı olarak ancak bu kadar tasvir edebilirsiniz. Kaşını gözünü, boyunu bosunu, alnını, yüzünü, saçını, her tarafını o kadar güzel anlatıyor ki. Râviler içerisinde de Hind ismini görünce öğrencimiz haklı olarak Hind denince Ebû Süfyân’ın hanımı geliyor akla. “Acaba” diye sordu. Ben de “Olmaz” dedim, gayr-i ihtiyârî neden öyle dediysem. Fakat Hamidullah hocanın İslâm Peygamberi kitabında tesadüfen bu Hind’in kim olduğunu buldum. Bu Hind, Hz. Hatice’nin Rasûl-i Ekrem’le evlenmeden önce yaptığı evliliklerden doğan bir oğlu. İki evlilik yapmış, birisinden bir oğlu, birisinden bir kızı dünyaya geliyor. Her ikisinin adı da Hind. Şimdi Peygamberimizin çocuklarla münasebetini ele alırken sadece Enes örneğini değil, bir de burayı ele almak gerekiyor. Ama burayı ele alırken elimizde çok malzeme yok. Ama şemail rivâyeti bize şunu gösteriyor. Demek ki, Hz. Hatice’nin daha önceki eşinden olan o çocuğu o kadar çok sık eve gelip gidiyor ki, Rasûl-i Erkem’e o kadar çok gelip gidiyor ki, Rasûl-i Ekrem’in yüzü o çocukta o kadar büyük bir iz bırakıyor ki! Daha sonra çok rahat bir şekilde kalemi eline alıp yahut kalemi eline almasa da arkadaşlarına Rasûli Ekrem’i anlatırken hepimizin hilyelerini süsleyen, efendim, o muhteşem şemâil rivâyetini biz öyle birisinden alabiliyoruz. Bunun da ben özellikle Mevlüt hocanın az önce açtığı pencerelere farklı pencereler açabilecek bir örnek olduğunu düşündüm. Onu sizlerle paylaşmak istedim. Şimdi ben ilk sözü İsmail Lütfi Çakan hocamıza bırakıyorum. Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Ben müzakereci Ali Osman Bey’e teşekkür ediyorum. Biraz abartılıda olsa takdirlerine teşekkürle mukabele etmek istiyorum. Buhârî kısmının tebliğde kısa olduğunu ifade ettiler. Bunun biraz da tecrübeye bağlı bir İkinci Oturum/Birinci Bölüm 103 eksiklik olarak anlaşılmasını istiyorum. Çünkü tebliğ metnini yaklaşık yirmi dakika içinde sunabilmeyi planladığım için o kısmı bilinçli olarak kısa geçmiştim. Nasıl olsa biraz görüşme imkânı, belki soru olursa konuşulur diye. Her şeyi açık açık anlatmaya kalktınız mı, bu defa süre sıkıştırması sonucu hiçbir şey söyleyememek gibi durumlarla karşılaşılıyor. O yüzden kısa geçtim. Fakat şunu ifade edebilirim. Bu eksiklik tespiti karşısında, yani İmam Buhârî’nin yaptığı işi bugün Diyanet İşleri Başkanlığımız marifetiyle gerçekleştirilmek istenen Konulu Hadis Projesi diye bugün bile bir ihtiyaç olarak hissedip bugün belki kapsamı farklı ama yapılmak istenen şeyin aynı şey olduğunu düşünüyorum. İmam Buhârî ale’l-ebvâb o kitabı o topluma sünnetten bir reçete ve sağlık raporu ve reçetesi tanzim etmek üzere hareket ettiğini görüyoruz, kitaba eğer yakından bakılırsa. Şimdi bugün de aynı ihtiyacı hissediyoruz. Daha geniş çerçevede konulu bir hadis çalışmasına giriyor başkanlığımız. Aynı iştir, yapılan iş aynı iş. İnşallah sonucu da aynı olur. Yani biz Buhârî’nin kitabını sadece bir hadis kitabı olarak telâkki edersek, Buhârî’yi yeteri kadar anlamamış olacağız. Onun için ben hocalarım bağışlasınlar özellikle muhterem hocamdan özür beyan ederek ifade etmek istiyorum. Buhârî merhum için “el-âlimü’l mechûl fî kımmeti’ş-şöhre” diyorum şöhretin zirvesinde ama tanınmayan âlim! Yeteri kadar emeği üzerinde düşünülmüş, tahliller yapılmış, ne yapılmak istendiği bana göre anlaşılabilmiş biri değil. Onun için de acaba bundan sonraki böyle bilimsel toplantılar için “Onun yapmak istediği, sünnetle ümmetin hayatını olması gereken orijinal çizgisinde tutmak için gösterdiği gayretin yansımalarını acaba günümüze aktarabilir miyiz?” sorusunu sorup, oradan hareketle sünneti güne yansıtmaya yönelik faaliyetlerde bulunalım teklifi için ben o kadarcık o cümleyi ifade etmiştim. Bunun böylece algılanmasını istiyorum. Bazı sorular var, bir makaleyle cevap verilebilir. O kadar uzun konuşmaya burada imkânımız yok. Hep bildiğimiz bilinen tartışmalar, bana göre bu sorular da gösteriyor ki, bizim oturup başka meseleler üzerinde kafa yormaktansa, ana kaynaklarımız ve kendimiz, medeniyetimiz, kitabımız ve sünnetimiz üzerinde daha yoğunlaşan daha derinlemesine araştırmalar yapmak suretiyle bu topluma, İslâm’ı yeniden mi diyeyim, bir şekilde anlaşılabilir tarzda anlatmak sorumluluğu ile baş başayız. Bana gelen sorulardan benim çıkardığım sonuç budur. Bu konuda hepimize görev düşüyor. Özellikle bu alanda yetişmekte olan genç arkadaşlara himmetlerini ve gayretlerini daha yoğun tutmaları, başka kaynaklarda kendimizi arayacağımıza kendi kaynaklarımızda kendimizi bulmaya çalışırsak, herhalde orijinaliteyi yakalayacağız diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. 104 Değerlendirmeler Doç. Dr. Saffet Sancaklı: Ben de İslâm tarihçisi hocamız Sayın Ahmet Turan Yüksel Bey’in müzakeresi için teşekkürlerimi arz ediyorum. Tabi tarihçi perspektifinden bakarak bazı değişik yorumlar değerlendirmelerde getirdiler. İkili görüşmelerde onun görüşlerinden faydalanacağımı ifade ediyorum. ‘Nasıl bir ders çıkarmamız gerekir?’ diye düşündüğümüzde mesela samimiyet, îsâr, cömertlik, empati, fedakârlık gibi birtakım ilkeler çıkarabiliriz. Diyelim ki, Müslüman bir kişi muhtaç duruma düştü evsiz kaldı. İlle biz onu kendi evimize alamıyorsak, almak zor geliyorsa, ona dışarıda bir ev kiralarız veya bir ev temin edebiliriz. Ama kesinlikle o kişinin mağdur olmasına seyirci kalamayız. Hz. Peygamber’in ahlâkında, anlayışında; problemlerin, sorunların, sıkıntıların çözülmesi söz konusudur. Biz birbirimizle karşılaştığımız zaman; önce “Nasılsın? Derdin, sıkıntın var mı?” diye başlıyoruz. Sıkıntı ve derdini anlatmaya başladığında ise, biz ne diyoruz o insana: “Allah yardımcın olsun. Allah sabır versin.” Kendi derdiyle sıkıntısıyla baş başa bırakıp terk edip gidiyoruz. Hâlbuki Peygamber ahlâkında böyle bir anlayış yok. Sorunların, problemlerin, sıkıntıların çözümlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i muâhât konusunda da ilkeler bazında biz anlarsak bu projeyi günümüze çok rahatlıkla taşıyabiliriz diye düşünüyorum. Sorular arasında asabiyet, kabilecilik, ırkçılık açısından bazı sorular var, birkaç soru. Bu çözüm olmuş mudur? Tabi kesinlikle çözüm olmuştur. Birinci derecede Evs ile Hazrec arasını Hz. Peygamber bulmuştur, onları önce birleştirmiş bütünleştirmiştir. Ondan sonra da Muhâcir ile Ensâr arasında kardeşlik tesis ederek, o kabilecilik, ırkçılık, asabiyet problemini çözmüştür diye efendim ben düşünüyorum. Dolayısıyla fazla uzatmak istemiyorum. Soru soran arkadaşlarla birebir görüşebiliriz. Konularla ilgili daha fazla bilgi malûmat vermek için. Teşekkür ediyorum. Doç. Dr. Mevlüt Uyanık: Özellikle eleştirmen kardeşime katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Onların hepsini tashih edeceğim. Zaten nezaket ve nezahetle ancak bu kadar güzel eleştirilebilir bir metin. Sağolsun. O anakronizme düştüğüm hususu doğru, onların hepsini düzelteceğim. Ben şöyle diyorum: Sayın hocalarımı görünce; Sayın Görmez hocam sizi, bütün hadisçi hocalarımızı, arkadaşlarımızı. Demek ki, Peygamberimizi çalışmak insanı böyle bir hilm sahibi yapıyor. Biz felsefecilerin de herhalde, hakikaten hocamın dediği temel İslâm kaynaklarıyla biraz yüzleşmemiz gerekiyor gibi. Bizde çok sert eleştirel filan kırıcı oluyor. Dolayısıyla ben bu oturumdan çok İkinci Oturum/Birinci Bölüm 105 istifade ettim. Bütün hocalarıma, arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum hakikaten. Bir iki soru var. Önce şunu söyleyeyim, ben bunu sadece ahlâkî ilke olarak görmüyorum. Şöyle tanımladım: Dünyada refahı, ahirette felâhı sağlayacak ilkeler bütünü. Oradaki, o ilkeler bütünündeki nüveyi yakalarsak dedim, yani yoksa böyle salt ahlâka indirgemek gibi bir riske düşmek istemem doğrusu. Bir de girişte Mevlânâ’yı hatırlatan bir cümle vardı. Evrendeki her şeyi onun bir parçası olarak görmek. Şimdi bu vahdet-i vücutçu bir ifade. Mevlânâ’dan bahsederken onun ifadesini kullanmak istedim ama dinî terminoloji ile söyleyecek olursak “ve nefestü min rûhî” olarak da okuyabilirsiniz. Fakat felsefe olarak bana soracak olursanız, ben Ahmet Faruk Serhendî ve vahdet-i şühûdu daha tutarlı bulurum, yani onu paylaştığım kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Çok teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Mehmet Görmez: Ben de teşekkür ediyorum. Hadisçilerin, sahibi kimdir bilinmez ama -en azından ben bilmiyorum- levha yapıp astıkları bir söz vardır: “Ehli hadîs Ehl-i nebîdir. Kendileri şahıs olarak beraber olmasalar da nefesleri sürekli onu okuyarak beraber oluyor.” Ama buna rağmen Selçuk hocamızın dediği kadar da olacak mı? Orası câh-i sualdir. Yani gönül olarak elbette, mizaç olarak aynen katılırım ama ilimde yine de her türlü hatanın ifade edilmesi ayrıca bir emanettir diye düşünüyorum, kusura bakmasınlar. Son sözüm; doğrusu iki salondan gelen iki arkadaşımızın bir hatırlatmasını oturum başkanı olarak eğer paylaşmadan kalkarsak, emanete riayet etmemiş olurum diye düşünüyorum. En azından bir hatırlatma olarak, ikisi de hatırlatıyorlar. Benim de şahsen gönül dünyamı etkiledi. Biz burada Rasûl-i Ekrem’in bu kardeşlik müessesesini konuşurken, yanı başımızda günde en azından elli kardeşimiz hunharca katlediliyor. Henüz ondan çok uzağız diye hatırlatmada bulunan iki kardeşimiz oldu. Ben sizler adına onlara da teşekkür ediyorum ve onların bu düşüncelerini sizlerle paylaşmış olarak hepinize teşekkür ediyorum. İKİNCİ OTURUM İKİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ 108 Oturum Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı 4. TEBLİĞ Toplumsal Dönüşümde Hz. Peygamber’in Kişiliğinin Etkisi Yrd. Doç. Dr. Hayati Yılmaz Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Doç. Dr. Enbiya Yıldırım Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi * * * 5. Tebliğ Cahiliye’den İslâm’a: Değişim ve Süreklilik Bağlamında Sünnet Yrd. Doç. Dr. Vejdi Bilgin Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Doç. Dr. Ejder Okumuş Dicle Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerlendirmeler İkinci Oturum/İkinci Bölüm 109 İKİNCİ OTURUM İKİNCİ BÖLÜM SÜNNETİN ÖNGÖRDÜĞÜ FERT VE TOPLUM MODELİ Oturum Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ اﳊﻤﺪ ﷲ رب اﻟﻌﺎﳌﲔ واﻟﺼﻼة واﻟﺴﻼم ﻋﻠﻰ رﺳﻮﻟﻨﺎ ﳏﻤﺪ وﻋﻠﻰ آﻟﻪ وأﺻﺤﺎﺑﻪ أﲨﻌﲔ Saygıdeğer Hocalarım, Hanımefendiler, Beyefendiler, “Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü” konulu sempozyumun ikinci oturumunun ikinci kısmını açarken hepinizi saygıyla selâmlıyorum. Toplumsal Dönüşümde Hazreti Peygamber’in Kişiliğinin Etkisi konulu tebliği için Hayati Yılmaz Bey’e ilk sözü vermek istiyorum. Dördüncü Tebliğ 110 4. TEBLİĞ TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMDE HZ. PEYGAMBER’İN KİŞİLİĞİNİN ETKİSİ Yrd. Doç. Dr. Hayati YILMAZ Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi I. GİRİŞ Âdem (a.s.) ile başlayan İslâm peygamberliği, inişli çıkışlı binlerce yıl süren bir sürecin ardından Hz. Peygamber’e ulaştığında, dünya tam da böyle bir rehberin ihtiyacı içindeydi. Yırtıcılıkta sırtlanları geçen insanlık, on dört asır önce kutlu bir gece doğan güneşin ışıklarıyla aydınlanmaya başladı. “Oku!” ile başlayan peygamberlik, yaklaşık yirmi üç sene sonra “Tebliğ ettim mi? Şâhid ol yâ Rab!” teslimiyetiyle sona erdiğinde gelinen seviye, Mehmet Akif tarafından şöyle anlatılmaktadır: O ne dehşetli terakkî, o ne müthiş sür’at! Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyyat? Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan; Vahşetin, gılzetin a’makına daldıkça dalan; Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine, Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine! Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını Sonra Hâlik tanıyan bir sürü vahşi yığını, Nasıl olmuş da otuz yılda otuz bin senelik Bir terakki ile dünyaya kesilmiş mâlik? Nasıl olmuş da, o fâzıl medeniyyet, o kemâl, Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhal? Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk! Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk? Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da Ömer, Sonra bir adle sarılmış ki: değil kâr-ı beşer? 1 Oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bu değişimin nasıl sağlandığı, ———— 1 Bk. Mehmed Akif Ersoy, “Süleymâniye Kürsüsünde”, Safahât, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 1987, s. 243. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 111 farklı boyutlarıyla pek çok çalışmaya, yazıya konu olmuştur. Bu tebliğde çoğu zaman üzerinde durulmayan, işaret edildiğinde de yeterince vurgulanmayan, ancak özellikle de peygamberliğin ilk dönemlerinde diğer unsurlardan çok daha ön planda bulunan bir hususa, yani Hz. Peygamber’in bir insan olarak kişiliğine dikkat çekilmeye çalışılacaktır. Cahiliyyenin Asr-ı saadete dönüşümünde, bu yapının temelini üç unsurun teşkil ettiği görülür. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in kişiliği (sîreti ve ahlâkı) ve onun sünnetidir.2 Ancak özellikle başlangıçta Hz. Muhammed’in davasının etrafındaki insanlar tarafından tasdik edilip benimsenmesinde onun şahsiyetinin etkisinin daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Yani ona ilk inananlar, onun şahsına itimat ettikleri için onu ve getirdiklerini kabul etmekteydiler.3 Hz. Peygamber’in kişiliğini görmezden gelerek İslâm’ı tanıma, öğrenme, yaşama ve hatta inkâr etme imkânı yoktur. Öte yandan Hz. Peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in ikmalinden ve dinin bütün üniteleriyle mükemmel şekliyle çalıştırılmasından sonra vefat etmiş olmasına rağmen, gerek ashâbı kirâm arasında -geçici ve kısa bir süre için de olsa- bir tereddüt halinin yaşanması, gerekse bir kısım Müslümanların irtidat girişimlerinde bulunması, İslâm ile Hz. Peygamber’in şahsiyetinin ne ölçüde aynîleştirilmiş olduğunu bir başka açıdan gösteren olaylardır.4 Bu anlayışın altında yatan en önemli sebebi, sahabenin içinde taşıdığı engin peygamber sevgisinde aramak gerekmektedir. Nedvî’nin isabetle söylediği gibi sahabe yalnızca Kur’ân-ı Kerîm okumaları sayesinde sahabe olmamışlardır.5 Sözlükte dost, arkadaş anlamına gelen sahabenin bağlı olduğu kişi sadece Hz. Peygamber idi. Yani sahabenin, “sahabe” diye isimlendirilmesi yalnızca “Muhammed’in arkadaşı” olduklarına binaendir.6 Bunun Kur’ân’daki ifadesi olarak, “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.”7 şeklindeki âyet gösterilebilir. Bu âyette sahabenin özellikleri tavsif edilmektedir. Hz. Peygamber’in etrafındaki mü’minlerin onunla aynı manevî haslete sahip kimseler olarak tanıtılması, onun üstün insanî vasfının ayrı bir delilini teşkil eder; çünkü sahâbîler ahlâkî haslet namına ne görmüşler———— 2 Çakan, “İslâmî Yapılanmada Model ve Metodoloji Olarak Sünnet”, s. 242-243. Krş. Ebü'lHasen Ali el-Hasenî en-Nedvî, Devrü'l-hadîs fî tekvîni'l-münâhi'l-İslâmî ve sıyânetih, Leknev ts., s. 7-8. Ayrıca bk. İbrahim Sarıçam, “Cahiliyyenin Asr-ı Saadete Dönüşümünde Kur’an’ın Rolü”, III. Kur’an Haftası Kur’an Semp., Ankara 1998, s. 19-30, s. 22. 3 Bk. Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, Ankara 2000, s. 95. 4 İsmail L. Çakan, “İslâmî Yapılanmada Model ve Metodoloji Olarak Sünnet”, Sünnetin Dindeki Yeri, İSAV Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi 25, İstanbul 1997, s. 241-253, s. 243. 5 Nedvi, Devrü’l-hadîs, s. 8-9. 6 Hayati Yılmaz, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, İstanbul 2004, s. 43. 7 el-Feth suresi, 29. 112 Dördüncü Tebliğ se onda görmüş öğrendiklerini ondan öğrenmiş, onun terbiyesi altında yetişmişlerdir. Bu demektir ki, ilk İslâm toplumunu oluşturan fertler ahlâkî değer olarak neyi biliyorlarsa onu Hz. Peygamber’in şahsında tatbik edilir bulmuşlardır. Bunun sonucu olarak ona daha çok bağlanmışlar, onu yalnızca bir peygamber olarak değil, aynı zamanda ideal bir şahsiyet olarak görmüşlerdir.8 Önde gelen din sosyologlarından Max Weber, bir dinî liderin taraftarları üzerinde kendi şahsiyeti vasıtasıyla icra ettiği tesiri ifade etmek üzere “karizma” tabirini kullanmaktadır.9 Otoritenin kabulünde son derece önemli bir etkisi bulunan karizma, Hz. Peygamber kişiliğinin de en belirgin göstergesiydi. Babası Abdullah’ın, kendisi doğmadan önce vefat etmiş olması, Onun karizmasının önemli bir zemini olarak değerlendirilmektedir. “Babasızlık” karizmatik otoritenin tesisi bakımından, önde gelen nebevî şahsiyetler arasında hususi bir öneme sahiptir. Orijinal bir nebevî şahsiyet örneği olarak Hz. Musa, Nil’den “alındı” ve hiç bir zaman bir baba ile bağlantılanmadı. Hz. İsa, Hıristiyan söyleminde “Tanrı’nın Oğlu” olup, hiç bir zaman yeryüzünde bir baba ile arasında fizikî bağlantı kurulmadı. Sonuç olarak doğal bir babanın olmayışı, Peygamber ve karizmatik otoritenin nihaî kaynağı Allah arasında doğrudan bir ilişki kurulmasını kolaylaştırmıştır.10 Kur’ân, Hz. Musa, Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın doğum ve çocukluk dönemlerinden bahsettiği halde,11 yetimliği12 dışında Hz. Peygamber’in çocukluğundan söz etmemiştir. Bu onun olağanüstü bir durum yaşamamış olmasına bağlanabilir.13 Araştırmaların sonucu elde edilen kanıtlar, lider olarak seçilmek için bir kişinin, grubun diğer üyelerinden çok farklı olmaması gerektiğini göstermektedir. Özellikle küçük gruplarda üyeler, liderin ———— 8 Mücteba Uğur, Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu, İstanbul 1980, s. 34-35. Muhammed Esed, ashâbın bu bağlılığını, onların hadisler konusundaki güvenilirliklerinin bir sebebi olarak da değerlendirmektedir. O bu konuda şunları söylemektedir: “Sahabenin hadis uydurması ile ilgili ihtimali daha ilk nazarda bertaraf etmek mümkündür. Bu çürük ihtimali, doğrudan doğruya vehmin hududuna sokmak için, psikolojik bakımdan dikkatli bir düşünce buna yeterlidir. Resûl-i Ekrem’in yüce şahsiyetinin bu kişiler üzerinde bıraktığı büyük tesir, insanlık tarihinin en açık gerçeklerinden biridir. Aynı zamanda bu gerçek, tarihî vesikalarla da sabittir. Canlarını ve mallarını Resûlullah yolunda kurban etmeye her an hazır olan bu kişilerin O’nun sözleriyle oynayacakları hatırımızdan geçebilir mi? ... Zira Resûlullah ile beraber yaşayan kimselerin önem verdikleri en büyük şey, O’nun sözleri ve işleri idi. Bu sadece, Resûl-i Ekrem’in onlara tesir ederek kalplerini kendine yönelttiği için değil, ayrıca hayatlarını, en ince teferruatına kadar O’nun söz ve gidişatına uyarak tanzim etmeyi, kesin olarak Allah emri telakki etmelerinden ileri geliyordu.” Bk. Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, trc. Hayreddin Karaman, İstanbul 1986, s. 101-103. 9 Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri, Kayseri 1993, s. 189. 10 Hamid Dabaşî, İslâm'da Otorite, trc. Süleyman E. Gündüz, İstanbul 1995, s. 91. 11 el-Kasas suresi, 7-35; Meryem suresi, 5-33. 12 ed-Duhâ suresi, 6 13 Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 80. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 113 kendilerinden biri ve aralarındaki en iyi kişi olmasını isterler14. Bu noktadan bakıldığında da Hz. Peygamber’in, içinde yaşadığı toplumun oldukça sade bir ferdi olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. O, bütün hayatı boyunca bu hayat tarzını terk etmemiştir. Kendisiyle konuşmaya gelen ve korkudan titreyen bir adamı, “kadîd (kurutulmuş et) yiyen bir kadının oğlu olduğunu” söyleyerek sakinleştirmiş,15 diz çökmüş bir vaziyette yemek yediğini gören bedevinin şaşkınlığını, “Allah beni kerim bir kul eyledi; zorba ve muannit biri yapmadı.” buyurarak cevaplandırmış,16 kendisi için ayağa kalkılmasını asla istememiş,17 böylece kendisinin onlardan farklı olmadığını göstermiştir. İfk olayında o kadar sıkıntılı anlar yaşamış olmasına rağmen vahyin bir ay sonra gelmesi, onun kendiliğinden bir şey uydurmadığını ve vahyi bekleyen bir insan-peygamber olduğunu açıkça göstermektedir.18 Abese suresinin sebeb-i nüzûluyle ilgili benzer yorumlar da malûmdur. İngiliz düşünürlerinden Carlyle, 1840’da yayınladığı Kahramanlar adlı ünlü eserinde, incelediği çeşitli bilimlere, kültürlere, savaşlara ait kahraman tipleri arasında din kahramanı olarak, İslâm dininin kurucusu Hz. Muhammed’i göstermektedir. Çok güçlü ve zengin Arap kabileleri arasında Muhammed tek başına olarak sosyal ve ahlâkî alanda devrimci ve reformcu bir önder, bir peygamber ve bütün bunları kişiliğinde toplayan bir din kahramanlığı örneği ve sembolüdür.19 Muhammed Kutub, bu meseleye bir başka açıdan baktığında da aynı sonuca ulaşmaktadır. Buna göre geçmiş ümmetler yalnızca Allah’a iman ve O’nun emrettiklerini yerine getirme ile yükümlü iken, İslâm ümmeti bu yükümlülükten başka bütün insanları -Müslüman olsun ya da olmasınAllah’a imana ve O’nun emirlerine uymaya davetle yükümlüdür. Bundan dolayıdır ki, bu ümmete gönderilen Peygamber, bu büyük vazifeyi gerçekleştirici, eşsiz şahsiyetler yetiştirici bir önder olmalı idi. Ve Rasûlullah (s.a.) işte böyle bir önderdi.20 Belki de liderliğin en önemli vasfı, bir durumda verilen bütün faktörleri idrak ve doğru olarak tayin etme kapasitesi, istenilen hedefe doğru karar vermek, uygulama için en iyi stratejiyi düzenlemek, işe kolayca intibak edemeyenleri ikna etmek ve bütün bunların yapabilecekleri en güçlü arzuyla hareket etmelerini sağlamaktır. Muhammed (s.a.) bu vasıflara ———— 14 Jonathan L. Freedman-David O. Sears -J. Merrill Carlsmith, Sosyal Psikoloji, trc. Ali Dönmez, İstanbul 1989, s. 450. 15 İbn Mâce, Et’ıme 30. 16 Ebû Dâvûd, Et’ıme 18; İbn Mâce, Et’ıme 6. 17 Ebû Dâvûd, Edeb 165; Tirmizî, Edeb 13; İbn Mâce, Duâ 2. 18 Bk. Ekrem Ziyâ Umerî, Medine Toplumu, trc. Nureddin Yıldız, İstanbul 1992, s. 157-158. 19 Rasim Adasal, Yeryüzü Tanrıları, Liderler, Komutanlar ve Kahramanlar Psikolojisi, İstanbul 1979, s. 268 Ayrıca bk. Adasal, s. 230-233. 20 Muhammed Kutub, Örnek İslâm Toplumu, trc. Yusuf Yılmaz, İstanbul 1986, s. 31-32. 114 Dördüncü Tebliğ oldukça üstün bir derecede sahipti.21 Hz. Peygamber’in pek çok işinde ashâbıyla istişare etmesi, onların fikirlerini alması, hatta bazı uygulamalarda kendi görüşünü bırakıp onların dediklerine göre davranması, sahabeye, Hz. Peygamber’e karşı açık olma, karşı fikir öne sürebilme cesaretini vermiştir. Peygamber’in serbest tutumu, onları rahat davranmaya sevk etmiştir. Ancak bu, ona karşı hiçbir şekilde saygısızlığa ve haddi aşmaya dönüşmemiştir.22 Hz. Peygamber’in miras bırakmaması, mallarının sadaka olarak kalması, onun lider olarak dünyevi faydalar gözetmediğinin bir delili; çocuklarının ve torunlarının miras kavgasına düşmesini engelleyerek onun mehabetine halel getirmemenin bir sebebi olarak da değerlendirilebilir. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Hakkı içeren kitabı her bireye ayrı ayrı gönderebileceği veya insan yerine doğaüstü varlıklar kullanabileceği halde, “Allah vahyi niçin peygamberlik kurumu aracılığıyla gönderdi?” Bu sorunun cevabı, peygamberlerin yaşantılarıyla kendi toplumlarına, insanların vahiy hakkında yanlış anlamalara ve çelişkilere düşmelerini önleyecek bir örnek sunmaları gerçeğinde yatmaktadır.23 Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar binlerce peygamber gönderildiği bildirilmektedir.24 Bir “kitap” getiren peygamberlerin sayısı ise sadece on kadardır. Aldıkları vahyi sadece kendi hayatlarıyla tebliğ etmek durumunda olan diğer binlerce peygamberin varlığı, bir toplumun dönüşümünde yalnızca “kitap”ın yeterli olmadığını, onu anlatan, açıklayan ve yaşayan birisinin bulunması gerektiğini göstermektedir. Sadece kimlik, kişilik ve yaşayışlarıyla toplumlarının önüne çıkan bu peygamberleri, özel anlamda “sünnet peygamberleri” diye nitelemek yanlış olmasa gerektir.25 Bu noktada Allah Resûlü’nün (s.a.) kendisine inananlara hem bir peygamber olarak, hem de bir insan olarak en üstün model olmuştur. Müslümanlara tuvalet adabına varıncaya kadar her şeyi öğreten26 Hz. Peygam———— 21 İsmail, Râci,- Luis Lamia el-Fârûkî, İslâm Kültür Atlası, trc. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İstanbul 1991, s. 144. Burada Hacer-i Esved'in yerine konulması ve Medine’ye geldiğinde kendisini misafir etmek için yarışanları, devesinin çökeceği yerde konaklayacağını söyleyerek ikna etmesi olayları örnek olarak veriliyor. 22 Sahabe, Hz. Peygamber’in huzurunda hemen her zaman sanki başlarında bir kuş varmış da kımıldadıklarında uçacakmış gibi davranırlardı. Bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 24; Nesâî, Cenâiz 81. Sahabenin oldukça sıkıntılı yolculuk durumlarında bile böyle davrandıklarına dair bk. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarabad 1386, VII, 436. 23 J. Charles Adams, “Bazı Çağdaş Müslümanların Nazarında Hadisin Otoritesi -Mevdûdî'nin Hadis Anlayışı-”, trc. Nedim Alpdemir, İslâmî Araştırmalar, c. 7, sy. 3-4 Yaz-Güz, Ankara 1994, s. 293. 24 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 266. 25 Yılmaz, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, s. 55. 26 Bunu küçümseyerek soran birine, gururla cevap veren Selmân el-Fârisî hadisi için bkz. Müslim, Tahâret 57-58; Ebû Dâvûd, Tahâret, 4; Tirmizî, Tahâret 16; Nesâî, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 16. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 115 ber, “İnsanların en çok sevap kazananı...”, “İnsanlar şunda ne kadar ecir olduğunu bilselerdi...”, “İnsanların en hayırlısı…” vs. gibi Müslümanların durumlarından bahsettiği pek çok konuşmalarında, “Müslümanlar” diye hitap etmek yerine “İnsanlar” demeyi tercih etmiştir. Veda hutbesinde de tamamen Müslümanları ilgilendiren konularda yine “Ey İnsanlar...” diye hitap edilmesi bunun başka bir delilidir. Yani Hz. Peygamber, fiilen gerçekleşmemiş olsa da bütün bir insanlığı sanki Müslüman olmuşlar gibi kabul etmiş ve ona göre konuşmuştur.27 Hz. Âişe’nin dilinde ifadesini bulan, “Onun ahlâkı Kur’ân idi” demek, davranışlarının, huylarının, yaptıklarının, sözlerinin vs. tamamen Kur’ân’a uygun olduğunu söylemek demektir. Bu anlamda Hz. Peygamber’e ait her şeyin bütünüyle Kur’ân’a uygun olduğu da bu hadiste belirtilmiş olmaktadır.28 Sünnetle amel etmek prensipte, günlük hayatımızda her davranışı, Rasûlullah’ın yaptıklarını yapma esasına dayanır.29 Zira “Sizden biri, beni, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz”30 hadisi onu sevmek ile iman arasında doğrudan bağ kurmaktadır. Süfyân es-Sevrî (ö. 161/777)’ye göre de sevgi, Hz. Peygamber’e uymaktan ibarettir.31 Cüneyd el-Bağdâdî (ö. 296/908)’nin sevgi tarifi ise şöyledir: “Sevgi, sevenin kendinde bulunan sıfatları terk ederek, onların yerine sevgilisinin sıfatlarına girmesidir.”32 Bu tarif, Hz. Ömer’in “Seni kendimden başka herkesten daha çok seviyorum”, sözüne karşılık Hz. Peygamber’in verdiği cevabın bir yansıması olsa gerektir.33 Sahabeden itibaren Müslümanlar, Süfyân es-Sevrî’nin: “İnsan başını bile hadise göre kaşımalıdır!”34 sözünü doğrulayacak derecede her işte Hz. Peygamber’e uymada titizlik göstermişlerdir.35 Çünkü sünnete uymak fertten topluma bir açılımla tutum değişikliğine yol açacak, toplum içinde davranış birliği sağlayacak, fertlerin zihniyetlerini oluşturacak, onlara yeni ———— 27 Literatürümüzdeki ümmet-i icabet ve ümmet-i da’vet kavramları bunu anlatmak istemiş olmalıdır. 28 Hz. Peygamber’in ahlâkı konusunda müstakil eserler de yazılmıştır. İbn Fâris’in, Ahlâku’nnebî isminde bir eserinden bahsedilmektedir (İbn Fâris, Mu’cemü mekâyîsi’l-lüga, I, 26 mukaddime). Zehebî de genişçe bir bölüm ayırmıştır. Bk. Şemsüddîn Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz et-Türkmânî ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, thk. Ebû Saîd Ömer b. Garâme el-Amrî- Ebû Abdullah Abdüsselâm b. Muhammed b. Ömer Alûş, I-XVII+II, Beyrut 1997, I, 334 vd. 29 Bk. Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, s. 120. 30 Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70; Nesâî, Îmân 19. 31 Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, I-VI, Beyrut ts., 2690; Küçük, Sevgi Medeniyeti, s. 29. 32 Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, Ankara 1991, s. 27. 33 Buhârî, Fedâilü'l-Ashâb 6, İsti'zân 27, Eymân 3. 34 Sem’ânî, Ebû Sa’d Abdülkerîm, Edebü'l-imlâ ve'l-istimlâ, nşr. Max Weisweiller, Leiden 1952, s. 109. 35 Abdullah Aydınlı, Sünen-i Dârimî -Tercüme ve Şerh-, I-VI, İstanbul 1994-1996, I, 17. Dördüncü Tebliğ 116 bir hayat anlayışı ve dünya görüşü verecek ve değer yargılarını yerleştirecektir.36 Bu girişten sonra Hz. Peygamber’in kişiliğinin insanlar üzerindeki etkisini gösteren önemli bazı olayları vererek konuyu örneklendirmek faydalı olacaktır. Hz. Peygamber’in kişiliğinin peygamberlikten önceki hayatında da aynı kişilik olduğundan hareketle, onun bu dönemde ortaya koyduğu hayatı, belki de tebliğimizin konusunu çok daha iyi bir biçimde ortaya koyacaktır. II. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE Burada verilecek örneklerin peygamberlikten öncesine ait olduğunun daha açık vurgulanması amacıyla –önce Sevgili Efendimizden (s.a.) sonra da sizlerden af dileyerek- Hz. Peygamber için sadece “Muhammed” ismi kullanılacaktır. a) Hılfu’l-fudûl Üyeliği Muhammed gençliğinde amcalarıyla birlikte katıldığı bir ficar savaşının ardından, yine amcası Zübeyr’in önayak olduğu Hılfu’l-fudûl teşkilâtının kuruluşunda bulunmuştu. Eşraftan Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplanan Mekkeli ileri gelenler, haklının yanında olacaklarına dair bir yemin ederek bir sivil toplum kuruluşunu hayata geçirmişlerdi. Muhammed, peygamber olduktan sonra da bu yemine katılmakla gurur duymuş ve bu şerefi “Kızıl tüylü bir deve sürüsü ile dahi olsa değişmeyeceğini, şayet şu anda bile çağrılsa derhal koşup gideceğini” söylemiştir.37 Hz. Peygamber’in bu teşkilâta katılmış olması ve daha sonra da bundan gururla bahsetmesi, onun böylesi konularda duyarlı olduğunu ve gerektiğinde aktif görevler yaptığını göstermektedir. Güçlünün haklı sayıldığı bir sisteme karşı savaş açan hılfu’l-fudûl teşkilâtının bir üyesi olmak, toplumsal sorunlara ilgili olmayı ve çözüm üretmek için düşünmeyi ve bir şeyler yapmayı gerektirdiğinden,38 Muhammed’in genç yaşlarda Mekke’nin sosyal hayatı üzerinde dikkatli gözlemler yaptığını söylemek mümkündür. b) Hatice’nin Onu Seçmesi Çocukluk yıllarında çobanlık da yapan Muhammed gençliğinde ticaret ———— 36 Topyekûn bir inkılâp hareketi olan sünnet, insanlarda uygun olmayan çağrışımlar yapacak isimleri de (şahıs, lâkap, kabile, yer, meyve vs.) değiştirerek bunları sistemin yapısına uygun hale getirmiştir. Bk. Rûdânî, Büyük Hadis Külliyatı -Cem'u'l-fevâid-, trc. Naim Erdoğan, İstanbul, İz Yayıncılık, I-V, IV, 294-301 (hadis no: 8128-8177). 37 İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 128-129; Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, I, 52-53. 38 Örnekler için bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 53-54. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 117 hayatına atılmış ve bunda oldukça da başarılı olmuştur.39 Kays b. es-Sâib adında bir Mekkeli, kendisiyle ticarî işbirliği yaptığı Muhammed’den daha mükemmel bir ortak görmediğini söyler.40 Onun bu “mükemmelliği” Mekke’nin önemli iş adamlarından olan Hatice’nin dikkatini çeker. Belki de kadın olduğu için kendi gidemediğinden, kervanlarının başında yerine başkalarını gönderen Hatice, Muhammed’e de iş verir.41 Onun her işinden başarıyla dönmesi ve bu işbirliği boyunca sergilediği tutum ve davranışlar, daha önce iki defa evlenmiş bulunan Hatice’nin genç Muhammed’e ilgisini artırmış olmalıdır. Muhammed bir defasında da amcası Ebû Tâlib’in teklifiyle, Hatice’den mal alarak Suriye’ye gidecek bir ticaret kervanına katılır. Hatice, mallarla birlikte kölesi Meysere’yi de yanına verir. Son derece kazançlı geçen bu seyahatten dönüşte Meysere, Muhammed’i anlata anlata bitiremez. Tarihçilerin çoğuna göre kırk yaşlarında olan, ancak İbn Habîb’in yirmi sekiz yaşında olduğunu söylediği Hatice,42 bu ticaret vekiline karşı kalbî yakınlık hissetmekte gecikmedi. Çeşitli vesilelerle onu evine davet edip hediyeler vermeye başladı. Duygularını ve niyetini arkadaşı Nüfeyse’ye açtı ve ondan gerekeni yapmasını istedi. Nüfeyse bir fırsatını bulup Muhammed ile konuştu ve Hatice’nin kabul ettiğini söyledi. Burada Muhammed’in verdiği cevap onun kişiliğinin Hatice tarafından nasıl değerlendirildiğini de ortaya koyacak biçimdedir: “Onun beni kabul etmesi imkânsızdır; şehrin bütün zenginleri bunu istediler ama o hepsini reddetti.”43 Zengin ve saygın Hatice’nin bütün taliplerini reddedip fakir ve yetim birini tercih etmesinde en önemli faktörün Muhammed’in kişiliği olduğu anlaşılmaktadır. c) Kâbe Hakemliği Muhammed otuz beş yaşına geldiğinde Mekke’de bir olay meydana geldi. Tütsülenen Kâbe, örtülerinin tutuşması sonucu yandı. Bir süre sonra da yağan şiddetli yağmurlar sonucu oluşan sel, yangında iyice tahrip olan binayı harabeye çevirdi. Şehir meclisi binanın yeniden yapılmasına karar verdi. Herkesten katkı payı alındı. Bu sırada Mısır’dan yola çıkan ve Yemen’de bir kiliseye inşaat malzemesi taşıyan gemi Mekke’nin liman kenti Şu’ayba kıyılarında karaya ———— 39 “Seni yoksul bulup zenginleştirmedi mi?” (ed-Duhâ suresi, 8) âyeti onun bu başarısını ifade etmiş olmalıdır. 40 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 425. 41 Bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 57. 42 Bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 60. 43 Bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 61-62. Dördüncü Tebliğ 118 vurmuştu. Mekkeliler bunu fırsat bildiler ve gidip bol miktarda mermer, kereste ve demiri sahiplerinden satın aldılar. Yeniden yapmak için tamamen yıktıkları bina eldeki malzemenin yetersizliği sebebiyle aslından daha küçük yapıldı ve Hatîm denilen kısım açık bırakıldı. Duvarlar yükselmeye başlayıp da sıra Hacer-i esved’i yerine koymaya gelince ciddi bir tartışma çıktı. Her aile bu şerefin kendine ait olmasını istiyordu. Hatta kan çanaklarına ellerini batırıp bundan vazgeçmeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Nihayet bir teklif geldi: “Şimdi buraya gelecek ilk kimseyi hakem kabul edelim.” İlk gelen Muhammed’di. Onu görenler, “Emîn geliyor” diyerek sevinçlerini belli ettiler. O da dâhiyane bir çözüm bularak, Hacer-i esved’i koyduğu bir örtünün uçlarını her kabilenin reisinin tutmasını istedi. Taş istenen yüksekliğe kadar kaldırılınca bizzat kendisi taşı yerine yerleştirdi. Herkes bundan son derece memnun olmuştu.44 Hacer-i esved’i yerine koyma uygulaması, Hz. Peygamber’in liderlik vasıflarını ortaya çıkarması bakımından da dikkate alınmalıdır. İlk gelenin hakemliğine razı olacaklarını söyleyen eşraf, aslında kim gelirse gelsin itiraz edemeyeceklerdi. Ancak gelenin Muhammed olduğunu gördüklerinde bu onları hiç rahatsız etmediği gibi, tam aksine memnuniyetlerini de belirtmişlerdi. Bu memnuniyet otuz beş yaşındaki Muhammed’in, o yaşına gelinceye kadar pek çok yaşlı ve saygın Mekke eşrafının takdirini toplamış olduğunu göstermektedir. d) Randevuya Sadakat Ebû Dâvûd’un naklettiğine göre Abdullah b. Ebi’l-Hamsâ adında bir Mekkeli, Muhammed ile şehrin bir caddesinde kendisini beklemesi için sözleşti; sonra da sözünü unuttu. Üç gün sonra hatırladığında derhal buluşma yerine koştuğunda Muhammed’i burada kendisini beklerken buldu.45 Buraya kadar anlatılanların ortak paydası aslında, Mekkelilerin Muhammed’e verdikleri isimdi: “Muhammedü’l-Emîn”, yani güvenilir Muhammed. Çok genç yaşlarında katıldığı hılfu’l-fudûl’dan itibaren toplumda onun en çok fark edilen özelliği bu idi. Hatice’nin işlerini ona bırakması bu güvenilirliğin sonucudur. Ticaretle başlayan yakınlaşmaların evlilikle noktalanması da bu konuda yanılmadığını anlamasından olmalıdır. Neredeyse savaş çıkacak bir meselede, üstün kişiliğinin bütün Mekkelilerce teslim edilmiş olması, konuyu basitçe ama zekice bir çözümle halletmesinden daha önemli sayılmalıdır. ———— 44 Bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 68-70. 45 Ebû Dâvûd, Edeb, 82. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 119 III. PEYGAMBERLİKTEN SONRA a) Peygamberlik Beklentisinin Olmaması Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberlik öncesi hayatı her yönüyle sade, tabii ve mutedil bir hayat olarak nitelendirilebilir. O bu dönemde ticarî, askerî, siyâsî ve hatta dinî anlamda bile Mekke’nin ileri gelenlerinden sayılamaz. Onun Mekke’de en dikkat çeken yanı, daha önce de vurgulandığı üzere, güvenilir, dürüst ve ahlâklı bir kişiliği olmasıdır.46 Yakında bir peygamber geleceğine dair söylentiler onu pek ilgilendirmemiş gözüküyor. Belki o da herkes gibi bu peygamberi beklemekteydi. İlk vahiy geldiğinde yaşadığı korku ve endişe kendisinin bu işe hiç de hazırlıklı olmadığını göstermesi bakımından anlamlıdır. Yani o kırk yaşına kadar sergilediği hayatı, ileride gelecek peygamberin kendisi olacağı beklentisiyle tasarlamamıştı. b) İlk Vahiyden Sonra Hatice’nin Ona Söyledikleri Rasûlullah (s.a.) ilk vahiyleri alıp döndüğünde kalbinde bir titreme (bir korku) vardı. Hatice’nin yanına geldi ve: “Beni örtün, beni örtün!” dedi. Onu örttüler. Korkusunu atıncaya kadar öyle kaldı. Sakinleşince Hatice’ye başından geçenleri anlattı ve: “Kendimden korktum!” dedi. Bunun üzerine Hatice eşini şu sözlerle teskin etti: “Hayır, korkma! Vallahi Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarına bakar, doğru konuşursun, güçsüzlerin sıkıntılarını yüklenir, fakirin ihtiyacını karşılarsın, misafire ikramda bulunur, haklı olana yardım edersin!”47 Hz. Hatice’nin sevgili eşine verdiği bu cevap, bir teselli olmasının yanı sıra, aslında onun kişisel olarak toplumdaki yerini ve değerini ortaya koyması yönüyle de ele alınmalıdır. Ayrıca bununla ilgili olarak, şahsiyet tutarlılığı açısından da bu sözler çok önemlidir. İnsanın kendini en rahat hissettiği ve bunun sonucu olarak da en tabii ve içinden geldiği gibi davrandığı yer aile ortamıdır. Bu nedenle de çoğu zaman aile içindeki tutumlarla sosyal çevre içindeki tutumlar az ya da çok farklılık göstermektedir. Başkalarının tanıdığı kadarıyla çok beğenilen bir insan, eşi tarafından farklı değerlendirilebilir. Çünkü o eşinin, diğer insanların bilemeyecekleri yönlerini de bilmektedir. Dolayısıyla bir insanın sokaktaki haliyle evindeki halinin aynı olması onun tutarlı bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir. Hz. Hatice yukarıda bahsedilen sözleriyle eşinin tutarlı kişiliğini de ilân etmiş olmaktadır. Yani Hz. Hatice, “Siz onu bir de evde görün!” dememiştir. ———— 46 Erul, Sahabenin Peygamber Anlayışı, s. 81. 47 Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3. Dördüncü Tebliğ 120 c) İlk Müslümanların Kabulü Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in çocukluk arkadaşıydı. Aralarında iki yaş vardı. Hem Mekke’de beraber büyümüşler, hem de ticaret amacıyla uzun yolculuklara beraber çıkmışlardı.48 Yani kendisini en iyi tanıyanların başında geliyordu. Muhammed kırk yaşına gelip de peygamber olduğunda hiç tereddüt etmeden ona inanmıştı. Zira biliyordu ki, o asla yalan söylemezdi. Yıllar sonra Hz. Peygamber miraçtan döndüğünde kendilerine polemik konusu bulduklarına sevinenleri, “O söylüyorsa doğrudur…” diyerek sevinçlerini boğazlarına tıkamıştı. “Sıddîk” ismini almasının arkasında da Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’e duyduğu sonsuz güven bulunmaktadır. Evlât edindiği eski kölesi Zeyd b. Hârise, kendisini almaya gelen babası ve amcasıyla birlikte gitmemiş ve Muhammed’in yanında kalmayı tercih etmiştir.49 Bir insanın babası yerine bir başkasını tercih etmesi için o başkasının gerçekten “başka” olması gerekir. Zeyd de bu “başka insanın” peygamberliğini kabulde zaman kaybetmemiştir. Amcasının oğlu Ali, uzun zamandır yanında bulunduğu bu kişinin yanlış yapmayacağını bildiğinden olsa gerek, Müslüman olmak için babasının fikrini alma ihtiyacı duymamıştır. Abdurrahman b. Avf ve Osmân b. Affân gibi zengin ve nüfuzlu insanların da, muhtemelen ticarî işleri dolayısıyla eskiden beri çok iyi tanıdıkları Muhammed’in peygamber olmasına şaşırmadıklarını söylemek mümkündür. Burada diğer Mekkelilerin neden inanmadıkları sorusu akla gelebilir. Onların özellikle Ehl-i kitaptan öğrendiklerine dayanarak bir peygamber bekledikleri halde Muhammed’in peygamberliğine karşı çıkmalarının bir sebebi de, Arap toplumundaki peygamber ve peygamberlik tasavvuru ile Hz. Peygamber’in şahsında gördükleri peygamber imajı arasındaki çelişki olmalıdır. Onlar insanüstü ve harikulâde bir varlık beklerken, kendileri gibi yiyip içen, gezen birini karşılarında görmüşlerdi.50 d) Akrabaları Uyarma Toplantısı Peygamberlik görevi başladıktan bir süre sonra gelen “Yakın aile mensuplarını uyar.”51 âyeti tebliğin zorlu bir sürece gireceğinin habercisiydi. Toplumunu yakından tanıyan Hz. Peygamber bunun göreceği tepkiyi bildiğinden ne yapacağını düşünmeye başlamış, evine kapanmıştı. O kadar ———— 48 Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib ile birlikte çıktığı Şam yolculuğunda Ebû Bekir de bulunuyordu. Bk. Tirmizî, Menâkıb 3. 49 Bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 66-67. 50 Bk. Erul, Sahabenin Peygamber Anlayışı, s. 81. 51 eş-Şu’arâ suresi, 214. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 121 ki halaları sağlığından endişe edip evine gelmişlerdi.52 Biraz da onların verdiği cesaretle bir ziyafet tertipleyip akrabalarını davet etti. Amcası Ebû Leheb’in bağırıp çağırması, sonuçtan zaten ümitsiz olan Hz. Peygamber’i haklı çıkarmıştı. Bu toplantının konumuzla ilgisi, çağrılanların Hz. Peygamber’i dikkate alıp davete katılmış olmasıdır. O zamana kadar çok sevdikleri ve takdir ettikleri Muhammed’in davetine icabet etme mecburiyeti hissetmiş olmalıdırlar. e) Ca’fer’in Necâşî’ye söyledikleri Mekke’de iyice zor duruma düşen Müslümanlar bir çıkış yolu ararken Allah Rasûlü (s.a.) onlara Habeşistan’a gitmelerini söyledi. Bunun üzerine bir grup Müslüman oraya sığındı. Ancak Mekkeliler peşlerini bırakmıyordu. Amr b. el-Âs başkanlığında bir heyeti Necâşî’ye gönderip onları iade etmesini istediler. Necâşî Müslümanları huzuruna getirtti. Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Ca’fer söz aldı ve Hz. Peygamber’in şahsiyetini anlatan şu sözleri söyledi: “Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendi elçisi olarak gönderene kadar cahillerdendik; putlara tapardık… Onun (peygamberin) bütün faziletlerini, doğruluğunu ve iffetini baştan beri gayet yakından ve mükemmelen biliyorduk…”53 f) Hicret Esnasında Hz. Peygamber’de Bulunan Emanetler Allah Rasûlü (s.a.) artık Medine’ye hicret edebileceğine dair izni alınca gereken hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Önce durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirdi ve yolda binmek üzere kendisinden ücreti karşılığı bir deve aldı. Daha sonra da Hz. Ali’nin yanına giderek, Mekkelilerin kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke’de kalmasını emretti. Çünkü Mekke halkından hemen herkes üzerine titrediği eşyasını ve malını, 13 yıl boyunca yapmadıklarını bırakmadıkları, buna karşın dürüstlüğünü ve güvenilirliğini asla inkâr edemedikleri Muhammedü’l-Emîn’e emanet ediyordu.54 g) Herakliyus’un Ebû Süfyân ile Konuşması İbn Abbâs’ın, Ebû Süfyân b. Harb’in ağzından anlattığına göre, Ebû Süfyân Hudeybiye Anlaşması’nın sağladığı barış zamanında ticaret için ———— 52 Bk. Belâzûrî, Ensâb, I, h.no: 235. 53 Ahmed, el-Müsned, V, 290-291. 54 Bk. Bûtî, Muhammed Saîd Ramazân, Fıkhu’s-sîreti’n-nebeviyye, Dımeşk ts., s. 159, 166. Dördüncü Tebliğ 122 Şam’a gitmişti. O sırada oraya Hz. Peygamber’in Rum kralı Herakliyus’u İslâm’a davet eden mektubu ulaştı. Mektubu alan Herakliyus, Mekkelilerin orada bulunduğunu öğrenir ve yanına çağırtır. Gelen Ebû Süfyân ile aralarında uzun bir soru cevap konuşması geçer. Bunlar arasında özellikle Hz. Peygamber kişiliğiyle ilgili olanlar da yer almaktadır. Herakliyus, Hz. Peygamber’in nesebini, atalarını vs. sorduktan sonra: “Siz onu bu iddiasından önce hiç yalanla itham ettiniz mi?” diye sorar. Ebû Süfyân, “Hayır!” der. “Verdiği sözden caydığı oldu mu?” sorusuna da “Hayır!” cevabı verilir. Ancak Ebû Süfyân, “aramızda bir sulh var, bu esnada ne yapacak bilmiyoruz!” diye eklemeyi ihmal etmez. Daha sonra olayı anlatırken bunu itiraf eder: “Allah’a yemin olsun, o konuşmamız esnasında, (aleyhte) bundan başka bir şey söyleme imkânı bulamadım.” Herakliyus konuşmayı şöyle bağlar: “Ben sana, bu iddiasından önce onu hiç yalanla itham ettiniz mi? diye sordum, sen hayır! dedin. Böylece anladım ki o, ne insanlara ne de Allah’a yalan söyleyecek biri değildir. … Ben sana, verdiği sözden döndüğü olur mu? dedim, sen olmadığını söyledin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.”55 IV. SONUÇ Tarihî açıdan İslâm toplumunun oluşumu incelendiğinde, bu yapının üç temel unsur üzerine kurulduğu görülmektedir. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in kişiliği ve onun sünnetidir. Özellikle ilk dönemde Hz. Muhammed’in davasının çevresi tarafından tasdik edilmesinde onun şahsiyetinin etkisinin çok daha fazla olduğu da bir vakıadır. Sahâbîler yeni din hakkında ne görmüşlerse onda görmüş, öğrendiklerini ondan öğrenmiş, onun terbiyesi altında yetişmişlerdir. Bu demektir ki, ilk İslâm toplumunu oluşturan fertler kişisel ya da toplumsal değer olarak neyi biliyorlarsa onu Hz. Peygamber’in şahsında tatbik edilir bulmuşlardır. Bunun sonucu olarak ona daha çok bağlanmışlar, onu yalnızca bir peygamber olarak değil, aynı zamanda ideal bir şahsiyet olarak görmüşlerdir. Yani önemli ve etkin olan yalnızca onun mesajı değildi; aynı zamanda kişiliği de Hz. Muhammed’in mesajını destekliyordu.56 Karizma kavramı, Max Weber’in kullandığı anlamda alınacak olursa, Hz. Peygamber tam anlamıyla “karizmatik” bir kişiliktir. Daha peygamberlik görevi verilmezden birkaç yıl önce gösterdiği Hacer-i esved’i yerine koyma uygulaması, Hz. Peygamber’in liderlik vasıflarını ortaya çıkarması bakımından da dikkate alınmalıdır. İlk gelenin hakemliğine razı olacaklarını söyleyen Mekke eşrafı, gelenin “Muhammed” olduğunu gördüklerinde memnuniyetlerini belirtmişlerdir. Bu olayda da açıkça görüldüğü üzere, ———— 55 Bk. Buhârî, Bed'ü'l-vahy 6. 56 Marshall G. S. Hodgson, İslâm'ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, trc. İzzet Akyol-Senai Demirci v.dğr., I-III, İstanbul 1993, I, 107. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 123 belki de liderliğin en önemli vasfı, bir durumda ortaya çıkan bütün şartları kavrama ve doğru olarak tayin etme kapasitesi, istenilen hedefe doğru karar vermek, uygulama için en iyi stratejiyi düzenlemek, işe kolayca intibak edemeyenleri ikna etmek ve bütün bunların uygulanabilmesini sağlamaktır. Bu vasıflara oldukça üstün bir derecede sahip bulunan Hz. Peygamber, eğer İslâm peygamberliği olmasaydı, Mekke’nin o güne kadar görmediği en güçlü devlet adamı olabilirdi. Sosyal psikolojik araştırmalar lider olarak seçilmek için bir kişinin, grubun diğer üyelerinden çok farklı olmaması gerektiğini göstermektedir. Fertler, liderin kendilerinden biri -ve aralarındaki en iyi kişi- olmasını isterler. Kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu olan, üzerinde yattığı hasırın izi yüzüne çıkan, evinde uzun zaman ocak tütmeyen… Allah Rasûlü (s.a.) kendisini hiçbir zaman diğer insanlardan farklı görmemiş, ancak ona inananlar her şeylerini terk edebilmiş, bütün sevdiklerinden vazgeçebilmiş, hayatlarını seve seve feda edebilmişlerdir. Hatta sırf o sevdiği için kabak yemeğini ve sirkeyi sevmişlerdir. Kendilerine tuvalet adabına varıncaya kadar her şeyin öğretildiğini iftiharla anlatan Selmân el-Fârisî’nin bu tutumu, Süfyân es-Sevrî’nin, “İnsan başını bile hadise göre kaşımalıdır!” sözünde nihâî boyuta uzanmaktadır. Hatta Muhammed b. Sîrîn, “Kılıcımı Semure b. Cündeb’in kılıcına göre yaptım. O da kılıcını Rasûlullah’ın kılıcına göre yaptığını söylüyordu.” diyerek,57 ona benzeme konusunda en küçük bir noktayı bile atlamamaya özen gösterildiğini ifade etmektedir. Şu halde, Hz. Peygamber’in kişiliği, insanların onun söylediklerini kabul etmelerinde son derece etkin bir rol oynamıştır. O, bir “peygamber” olarak olduğu kadar, aynı zamanda bir “insan” olarak da modeldir. Mekkeli müşriklerin kendisine verdiği “Emin=güvenilir” ismi, onun henüz peygamber olmadan da “Mü’min ve Müslüman bir kişilik” taşıdığının en bariz göstergesi olsa gerektir. ———— 57 Tirmizî, Cihâd 12. Müzakere 124 MÜZAKERE Doç. Dr. Enbiya YILDIRIM Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerli bilim adamı Hayati Yılmaz’ın tebliğini dikkatle okudum. Oldukça yararlandığımı ifade edeyim. Son derece güzel tespitlerde bulunmuş. Özellikle “karizma” çerçevesinde söyledikleri dikkat çekiciydi. Esasında benim Hz. Peygamber’in kişiliğinin anlatıldığı böylesi bir tebliğin güzel yönlerini ortaya koymam çok kolaydır ancak, eleştirel bakış açısıyla birtakım tenkitlerde bulunmak aynı kolaylıkta değildir. Bununla birlikte, hatadan vareste olan bir çalışma bulunmadığından hareket ederek, iki hususu dile getirmek, ardından da tebliğe katkıda bulunmak istiyorum: 1- Hayati Bey, nübüvvet öncesi hayatını daha vurgulu anlatmak amacıyla Hz. Peygamber’in adını anarken, yalın olarak “Muhammed” ifadesini kullanmıştır. Kanaatimce böyle bir yola tevessül etmek pek yerinde değildir. Zira Hz. Peygamber’in anılmasıyla ilgili olarak İslâm ümmetinde oluşan bir gelenek vardır. Bu geleneği devam ettirmek gerekir. Hem de bizim gibi hadis ilmiyle iştigal edenler için. Klasik çalışmalara bakıldığında onun adının anıldığı her yerde hürmet ifadelerinin veya salâtın zikredildiği görülür. Aynı durum hadis kitaplarında da söz konusudur. Hz. Peygamber’e gelerek ona “Yâ Muhammed” şeklinde seslenenlerin hitapları vb. durumlar dışında, Rasûlullah’ın adı anıldığında sürekli salât zikredilir. Onun adının İslâm öncesi veya İslâm sonrası bağlamda geçmesi şeklinde bir ayırım gözetilmez. Bizler de gündelik konuşmalarda onu anarken İslâm öncesi hayatından bahsediyorsak “Muhammed”, İslâm sonrasındaki yaşamından söz ediyorsak “Hz. Muhammed” veya “Muhammed s.a.v” şeklinde bir ayrıma gitmeyiz. Bunun korunmasına dikkat etmek gerekir sanırım. 2- Hayati Bey tebliğinin bir yerinde “sünnetle amel etmek prensipte, günlük hayatımızda her davranışı, Rasûlullah’ın yaptıklarını yapma esasına dayanır” diye bir alıntı yapar ve bunu benimseyerek kullanır. Ben burada, geride kalmış olan sünnet tartışmalarına girecek değilim ancak, bu yaklaşımın, sünneti bulunması gereken çerçeveden uzaklaştırdığı kanaatindeyim. Zira söz konusu ifadenin bulunduğu paragraf, Rasûlullah’ın her hareketini taklit etmeyi sünnet çerçevesine almaktadır. Bunun sakıncaları ise ehlince malûmdur. Hayati Bey’in tebliğine katkı olması açısından da bazı hususlara değinmek istiyorum: Elimizde bulunan Tevrat ve İncil nüshalarıyla Kur’ân’a baktığımızda peygamberlerin öne çıkan ortak özellikleri olduğunu görmemiz mümkündür. Kelâm bilginleri de peygamberlerin sahip oldukları özellikleri kelâm kitaplarında dağınık, akaid kitaplarında ise derli toplu olarak bir arada zikretmişlerdir. Söz konusu sıfatlara baktığımızda, peygamberleri her türlü İkinci Oturum/İkinci Bölüm 125 şaibeden uzak tutmalarının ortak özellikleri olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım oldukça yerindedir. Çünkü peygamberlerin davetlerinin karşılarındaki insanlar tarafından en azından dinlenilebilir kabul edilmesi için, geçmiş yaşamlarında kendilerini herhangi bir şaibe veya olumsuzluk altında bırakacak bir izlerinin olmaması gerekir. Çünkü insanlar yaşamlarını toptan değiştirecek yepyeni bir söylemle karşı karşıya kaldıklarında, her şeyden önce peygamberlik iddiasındaki söylem sahibini tarassut altına alırlar. Onun ne derece güvenilir olduğunu geçmiş yaşantısını göz önünde bulundurarak anlamaya çalışırlar. Bir çelişki gördüklerinde veya şimdiki söylemiyle önceki yaşantısı arasında zıt söylemler veya yaşam tarzları müşahede ettiklerinde, söz konusu söylem ölü doğmuş, söylem sahibinin bir şarlatan olduğu aşikâr olmuş demektir. Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi hayatını ahlâkî yaşam sürme noktasında değerlendirdiğimizde, söz konusu alanda yapılan bütün çalışmalar onun erdemli yaşamının nübüvvet öncesi ve sonrasında aynı düzlemde devam ettiğini ortaya koymaktadırlar. Kâbe putlarla dolu olmasına ve insanlar putlar vasıtasıyla Allah’a yönelmeye çalışmalarına karşın Hz. Muhammed’in hayatında böylesi bir tapınma söz konusu olmamıştır. Gerçekleşme sebeplerini çözememiş olsa bile kâinatta olup biten ve o günkü insanların arkalarında birtakım güçler vehmetmelerine karşın her şeyin Allah’ın kudretinde cereyan ettiğine inanmıştır. Bunun yanında bütün toplumların yerdiği yalan söyleme, aldatma, hırsızlık vb. gayr-i ahlâkî davranışlarda bulunmaması bir yana gündelik hayatın sıradan bir parçası olan içki ve zinadan her zaman kaçınmıştır. Hz. Peygamber’in hem yetim hem de öksüz olması nedeniyle yerleşik bir devlet nizamının olmadığı Mekke hayatında kendisini korumasının ne kadar güç olduğu ortadadır. İçinde yaşadığımız çağda yetiştirme yurtlarında kalan veya anne veya babasından birini kaybeden çocukların yaşamlarının zorluğu göz önüne getirilecek olursa, Hz. Muhammed’in nezih yaşantısı her türlü övgüyü hak etmektedir. Çocukluk dönemi yanında Hz. Hatice ile evliliğine kadar sürdürdüğü ve gençlik zamanını kuşatan kervan faaliyetleri süresinde de eleştirilecek bir zafiyet sergilememiş olması dikkat edilmesi gereken bir husustur. Geçmiş döneminde kendisi için ar sayılabilecek bir yanlışı olmuş olsaydı, insanları erdeme davet etmeye başladığı anda, geçmiş hayatından kesitlerin onu çok yakından tanıyanlarca ortaya döküleceği ve mahcup edileceği açıktır. Dolayısıyla nübüvvetini ilân etmesinin ardından aklî melekeleri başta olmak üzere pek çok açıdan eleştirilmesine karşın ahlâken bir suçlama maruz kalmamış olması onun İslâm öncesi yaşantısı tezkiye eden en büyük delillerden birisidir. Bu noktada söylenebilecek şey, Hz. Peygamber’in ahlâkî değerleri nübüvvetten sonra kuşanmadığıdır. Zaten böyle olmamış olsaydı bu görevle görevlendirilmezdi. Söz konusu olan, ahlâkî duyarlılığının nübüvvetle birlikte zirveye tırmandığıdır. Hz. Âişe 126 Müzakere onun ahlâkının Kur’ân olduğunu söylerken1 onun bütün hayatı boyunca sürdürdüğü ahlâkî yaşamı kastetmekteydi. Hz. Muhammed’in İslâm öncesindeki ahlâkî yaşamının mükemmel olması nedeniyle, İslâm sonrasında ahlâkî açıdan ilave bir çaba sarf etmesini gerektirmediğini söylemek mümkündür. Nitekim o tebliğ öncesindeki yaşantısını aynı düzlemde devam ettirmişti. İslâm sonrasında bütün olup biten, kendisinin bireyse yaşamında sürdürdüğü ve davet boyutu olmayan yaşantısını herkese açması ve adeta herkesten kendisi gibi olmasını istemesiydi. O herkesten adeta birer Muhammed olmalarını istiyordu. Burada Hz. Muhammed’in yaşamında söz konusu olan değişikliğin hayatını süslemeye başlayan ibadetler ile yaratıcıyla direk ilişkisi nedeniyle yaşamının görünür bir kontrol altına girmesiydi. İnsanların sorunlarıyla ilgilenmek ve devlet işlerini yürütmek yanında özellikle ev içindeki ibadet hayatının yoğunluğu ve içtenliği onun aktardığı mesajla uyumlu kalbinin bir delili olduğu kadar gerçek bir peygamber olduğunun da delilidir. Ev içindeki hallerini anlatan eşlerinden gelen rivâyetler bütünü bir araya getirildiğinde Hz. Muhammed’in Allah elçisi olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Tersi olmuş olsaydı, eşlerinin onun yaşamıyla ilgili çok farklı şeyler anlatacakları açıktır. Eşlerinin ve arkadaşlarının anlattıkları şeyler onun yaşamının kalbiyle barışık olduğunun ve içtenliğinin bir delilidir. Zira o insanlardan yapmalarını istediği her şeyi öncelikle kendi yaşamında tatbik etmiştir. Kendisinin yapmayıp da gerek Kur’ân diliyle ve gerekse bizzat kendi ifadeleriyle insanlardan yapmalarını istediği şey yoktur. Söylediği her şeyi bizzat kendi yaşamında uyguluyordu. Zaten örnek olmak da bunu gerektirmekteydi. Hz. Peygamber’in söylemi ile eylemi arasındaki mükemmel uyumu anlayabilmenin bir yolu da Kur’ân’a bakmaktır. Bu noktada Kur’ân’da zikredilen güzel hasletlerle yerilen davranış modlarını iki gurupta kategorize ettiğimizi düşünecek olursak, bunları Hz. Peygamber açısından şu şekilde değerlendirmek mümkün gözükmektedir: Kitap’ta zikredilen iyi hasletlerin tamamı Hz. Muhammed’in yaşamında yer bulan davranışlardı. Kur’ân bu övgüleri Hz. Muhammed üzerinden yapmaktaydı ve bunun anlamı Rasûlullah’ın bunların tamamını yaşamında uyguladığıdır. Bunların Hz. Muhammed diliyle aktarılması onun bunları yaşamında uyguladığıdır. Aksi olmuş olsaydı, kendisinin yapmadığı şeyleri insanlardan istemesi anlamına gelirdi ki, bu bir çelişidir. İkinci bölümde kategorize ettiğimiz ve yerilen davranışlar olarak tanımladığımız bütün davranış modları da Hz. Peygamber’in yaşamında yeri olmayan hasletlerdir. Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in diliyle bunları kınaması ve güzel davranışları tavsiye etmesi Rasûlullah’ın bu tür davranışlardan uzak olduğu anlamına gelmektedir. Bu şekilde olmamış olsaydı yakınında bulunan insanların, Hz. Muhammed bu türdeki âyetleri insanlara arz eder ———— 1 Müslim, Müsâfirîn, 139. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 127 etmez “Kendinizin yapadurduğunuz şeylerden bizim kaçınmamızı istiyorsunuz” demesi kaçınılmazdı ve haklı da olurdu. Ancak böylesi bir eleştiri asla yöneltilmemiştir. Zira âyetlerin kendilerine aktarıldığı herkes Hz. Muhammed’in bunlardan ne derece uzak olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyla eksikliği sadece kendilerinde görmekteydiler, Hz. Muhammed’de değil. “Ey inananlar” ve benzeri hitaplarla seslenen âyetleri bu bakış açısıyla da okumak yararlı olabilir. Örneğin “Ey inananlar! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse o ona edepsizliği ve kötülüğü emreder.”2, "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur."3 buyurulur. Bu âyetlerde kastedilen hedef kitle, öncelikli olarak Hz. Peygamber’in etrafında yer alan bazı kişilerdir. Âyette bu insanların yanlışlarına dikkat çekilmesi Hz. Peygamber’in bunlardan vâreste olduğu anlamına gelir. Sonuç olarak, Kur’ân’da söz konusu edilen iyi ve hasletlerin bütünü bizi, Hz. Peygamber’in iyi hasletlerin tamamını hayatına hâkim kıldığına, kötü hasletlerin de tamamından kaçındığına götürmektedir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’in sürdürdüğü bireysel yaşam insanların İslâm’ı kabul etmelerinde çok büyük bir katkı sağlamıştır. Zira insanların bir inancı benimserken veya reddederken o inancı şahsında temsil eden insanı öncelikli olarak göz önünde bulundurdukları aşikârdır. Onun yaşantısından etkilenerek kabul veya reddederler. Bunun yanında dini kabul edenlerin yaşamlarında gerçekleşen değişim ve dönüşüm de muhatapların dini değerlendirmelerinde etkili olmaktadır. Zira çeşitli vaatler ve iddialarla insanların karşısına çıkan bir inancın nasıl bir toplum vaat ettiği önemlidir. Dinin mensuplarının erdemlerle bezeli hayatı o dinle yeni yüzleşen insanların vicdanlarında olumlu izler bırakmaktadır. Hz. Peygamber’in İslâm davetini insanlara sunmaya başladığı dönemde İslâm’ı kabul edenlerin önemli bir kısmının onun geçmiş dönemdeki erdemli yaşantısını göz önünde bulundurarak İslâm’ı kabul ettikleri tarihen bilinen bir gerçekliktir. Medine döneminde de benzer bir durumun yaşandığını söylemek mümkündür. Tamamen kabile gerçekleri üzerine kurulu bir hayatın içinde yetişen insanlar Medine’ye geldiklerinde Hz. Peygamber’in ve etrafındaki insanların önceki geleneklerden tamamen kopmuş bir şekilde insan temelli bir yaşam sürdürdüklerini görünce bundan son derece etkilenmişlerdir. Zira Medine’de sürdürülen yaşam tamamen fedakârlık üzerine kurulu, kabile öncelikleri yerine insanî değerleri önceleyen, adalet, alçakgönüllülük, yardımseverlik, iyilik, fedakârlık, iyi niyet gibi erdemleri hayata hâkim kılan bir yapı arz etmekteydi. Bu ise Arapların o güne kadar görmedikleri bir gerçeklikti, özellikle de aristokrat ailelerin dışında kalan sıradan vatandaşlar için. ———— 2 24 Nûr 21. 3 61 Saff 2-3. 128 Müzakere Hz. Muhammed’in 63 yıllık ömrünün son 23 yılında gerçekleşen ve bütün Arap yarımadasını kuşatan İslâm gerçeğinin ardında yatan başarıya mesnet olan gerekçeler sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalarla ortaya çıkarılabilecek durumdadır. Hz. Peygamber’in Allah tarafından desteklendiği gerçeğini göz ardı etmeden, bu başarısının ardında yatan zahirî çabayı görmek ve bu yorumu günümüz Müslümanlarına taşımak son derece önem arz etmektedir. Bununla birlikte Müslümanların geleneğinde Hz. Peygamber’in bireysel ve her şeyi ortaya koyan çabasının yeterli derece göz önüne getirildiği söylenemez. Zira rivâyetler mecmuasına bakıldığında, Hz. Peygamber diğer insanlar gibi bir hayat süren bir birey olmaktan çıkarılarak efsanevî bir kimliğe büründürülmüştür. Büründürüldüğü bu kimlikle kendisi gibi beşerî bir düzlemde olmayan insanlar için nasıl örneklik teşkil edeceği göz ardı edilmiştir. Melek boyutuna çıkarılan bir peygamberin sarf ettiği çabayı gölgeleyen bu yaklaşım Rasûlullah’ın gerçek anlamda örnek alınmasını gölgeler bir vaziyet arz etmektedir. Oysa onun üsve-i hasene olması sergilediği ve tamamen kendi çabasına dayalı olan ahlâkî yaşamındadır. Nitekim Kur’ân, diğer peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed’in de bir beşer ve herkes gibi bir kul olarak takdim etmekte,4 Allah katından gelen buyruklara iman etmiş biri sunmaktadır.5 Kendisi de “Ben bir kral değilim. Tuzlanıp güneşte kurutulan et yiyen bir kadının oğluyum” diyerek etrafında bulunan kimselerden farklı olmadığını göstermiş olmaktadır.6 Öyleyse, Hz. Peygamber’i hem Kur’ân’ın hem kendisinin benimsemediği bir konuma yerleştirme probleminden söz etmek mümkündür. ———— 4 Bkz. 17 İsrâ 1, 93; 18 Kehf 110; 41 Fussılet 6. 5 2 Bakara 285. 6 İbn Mâce, Et’ime, 30. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 129 5. TEBLİĞ CAHİLİYE’DEN İSLÂM’A: DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK BAĞLAMINDA SÜNNET Yrd. Doç. Dr. Vejdi BİLGİN Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 1. Giriş “Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü” şeklindeki bir sempozyum başlığı, her şeyden önce farklı ama ilişkili iki disiplinin yani İlâhiyat’ın ve Sosyoloji’nin kesiştiği bir konu üzerinde konuştuğumuzu açıkça bildiriyor. Burada irtibat kurulmak istenen iki husus, İslâm’a ait sünnet kavramı ile sosyolojinin temel kavramlarından biri olan sosyal değişmedir. Konuyu iki açıdan incelemek mümkündür. Ya tarihe gideriz ve kendi döneminin şartları içinde sünnetin toplumsal değişme karşısında durumunu inceleriz ya da bugün aralarında bir ilişki kurulup kurulamayacağını ele alırız. İlk bakışta, bu ikincisinin yani sünnetin günümüzde sosyal değişimle ilişkisini ele almak güç ve belki de anlamsız görünüyor. Günümüzün şartları her hâlükârda on dört yüzyıl öncesinin şartlarından çok farklıdır ve üstelik pek çok Müslüman millet Arap olmayıp farklı bir etnik yapıya mensuptur. Ancak bugünün dinî hareketlerinde sürekli olarak “nebevî metot” denilen bir hareket şekline vurgu yapılıyor. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke ve Medine’deki yaklaşımı analitik bir ayrıma tâbi tutulup günümüzdeki hareketlere yön verilmeye çalışılıyor. Yani, sünnetin asırlar öncesine ait bir olgu olmayıp, anlaşılma biçimi ve etkileriyle canlı bir şekilde mevcudiyetini sürdürdüğünü ve dindar bireyin davranışlarının merkezinde yer aldığını görüyoruz. Dolayısıyla sünnet ile günümüzdeki sosyal değişim arasındaki ilişkiyi incelemek aslında olmayan bir şeyi incelemek değildir. Ancak her hâlükârda sünnetin günümüzdeki etkisi onun anlaşılma biçimine bağlı olduğu için, konunun ilk inceleme biçimi, yani Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bizatihi yaşantı biçimiyle toplumsal yapı arasındaki ilişkinin incelenmesi önem ve öncelik arz ediyor. Bu bildiride de esas inceleme konusu, tarihsel anlamda sünnet ve değişim ilişkisi olacaktır. Fakat konu incelenirken, yaklaşımımızın daha net ayırt edilebilmesi ve bugüne yönelik bir açılım sağlayabilmesi için günümüzdeki bazı algılama biçimlerinden hareket edeceğiz. 2. Sünnetin Devrimci Yorumunun İmkânı Değişim günümüzün en popüler kavramlarından birisidir. On doku- 130 Beşinci Tebliğ zuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla miras kalan en popüler kavram ise “ilerleme” idi. Bu kavram gerek Batıyı tanıyan ve gerekse Batıyla irtibata geçen herkesi, örneğin geç Osmanlı ve ilk Cumhuriyet neslini “terakki” kavramı biçiminde ciddi anlamda etkilemişti. Tamamen değer yüklü olan bu kavram, gerek metodolojik anlamdaki gelişmeler ve gerekse toplumsal değişimin seyrini ya da yönünü açıklamakta gerçekçi olmamasından dolayı terk edildi ve yerini daha nötr bir kavram olan “değişim”e bıraktı. Ancak bugün bu kavram o hale geldi ki, değişimin seyri tartışılsa bile değişmenin zorunluluğu tartışmasız kabul edildiğinden, artık “değişme” kavramı yön anlamında olmasa bile, temel bir nitelik olarak pozitif çağrışımlar kazandı: “Modern insan değişen insandır ya da değişen şartlara ayak uydurabilen insandır.” İslâm’ın sürekli olarak statik kalmakla suçlanması, özellikle İslâm Hukuku merkezli olmak üzere, İslâm’ın değişmeye uyum sağlayıcı bir din olduğu şeklindeki söylemin yükselmesine yol açtı. İhtiyaçlar değişir, yeni davranış kalıpları gelişir; acaba İslâm buna uyum sağlayabilir mi? Buradaki uyumun oportünist anlamda olmayıp temel ilkeler dahilindeki bir uyum anlayışı olduğu malûmumuzdur. Bu problem karşısında tek tek âyetlerin ya da hadislerin aynı biçimde uygulanmasına yönelik bir strateji aramak yerine, vahiy ve sünnetin genel anlamdaki yapısının incelenmesi ile ancak bir strateji geliştirilebileceği kanaatindeyiz. Yoksa geçmişte meydana gelmiş olayları tek tek ele alıp incelemek bizi çözümden ziyade çözümsüzlüğe götürebilir. Hz. Muhammed’in tebliğine başladığı zamanki konumu şuydu: Mekke ve civarındaki Araplar Hz. İbrahim ile tanıştığını bildiğimiz tevhid dininden uzaklaşmış, şirk esasına dayanan bir din anlayışı gelişmiş, ancak bu din Mekkeliler için daha ziyade ekonomik çıkarlarla paralel yürüyen bir forma bürünmüştü. Toplumsal yapıyı belirleyen “asabiyet,”1 toplumsal değerleri belirleyen ise “mürüvvet”ti.2 Böyle bir toplumun İslâm’ın tevhid inancıyla ve öngördüğü bireysel-toplumsal değerlerle çatışma içinde olacağı belliydi ve çatışmanın İslâm lehinde aşılması toplumsal yapının belirli bir değişime uğraması demekti. Bizim problemimiz bu sürecin nasıl gerçekleştiğidir. Değişime yapılan sürekli vurgu, toplumsal aktörün karizmasını da göz önüne alırsak, bu değişmenin en radikal biçimi olan “devrim”e kadar götürülebilir. Ancak gerek bugünkü değişim anlayışımız ya da devrim kavramı Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hareket tarzını anlamada bize faydadan çok zarar getirebilir. Burada modern sosyolojik kavramlarla düşünmek, bazen yol açıcı olduğu gibi bazen de bizi anakronizm hatasına götürebilir. Devrim, sosyal bilimler içinde Siyasetbilim’de ve Sosyoloji’nin çatış———— 1 Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm Siyasî Tarihindeki Etkileri, Düşünce Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 22-33. 2 Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., 2. bs., İstanbul, 1991, 110. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 131 macı kuramında önemli yeri olan modern bir kavramdır. Kelime (revolution) Latince geri dönmek anlamındaki revolvere mastarından gelir ve esas olarak astronomi ve geometride bir cismin kendi etrafında dönüşünü ifade eder. “Önemli değişim” anlamındaki genel kullanımı ise 1450’lere rastlar. Politik anlamı ilk defa 17. yüzyılda görülmüştü. “Bir şeyi bütünüyle ve kökünden değiştirmek” anlamında devrim yapmak (revolutionize) kelimesi 1799 yılında, devrimci (revolutionary) kelimesi ise 1850’de kayıtlara geçti. 1789’da Fransa’daki büyük ölçekli siyasal ve sosyal hareketlerin “revolution” ile karşılanması bu kelimeye yeni boyutlar kazandırdı. 19. yüzyılda devrim kelimesi Fransız Devrimi’nin kapsamını da aşarak Hegel ve Marks olmak üzere çeşitli felsefî görüşlere konu oldu.3 Devrime sürekli olarak Marksist görüş etrafında vurgu yapılsa da, aslında Marks toplumu denge noktasında ilerleyen bir organizma olarak düşünür ama onun kuramında toplumun temel birimleri kurumlar değil, sınıflardır. Toplumsal değişme, bu sınıflar arasında cereyan eden çatışma ile köleci, feodal ve kapitalist toplum yapılarından komünist topluma doğru üretim araç ve şekilleriyle belirlenen kaçınılmaz evrelerden meydana gelir. Bu anlayış determinist ve evrimcidir ama Marks, diğer evrimcilerden farklı olarak bu evrimin müdahaleler ile çabuklaşacağına inanır.4 Devrim, tarihin bu ilerleyişi içinde kapitalist toplumdan komünist topluma geçişin aracıdır. Marks özel olarak Fransa’daki 1848 Yılı Devrimlerini incelemişti5 ancak onun felsefesinde devrime olan vurgunun altında, kendilerinin feodalizmin son kalıntıları da yok eden köklü bir “burjuva devrimi” olarak gördükleri6 Fransız Devrimi’nin ayrı bir yeri olmalıdır. Zira bu devrim, genelde siyasî düşünceyi özelde de komünist düşünceyi etkin ve uzun soluklu biçimde etkilemişti.7 Marksist kuramın aksiyoner yönünden dolayı “devrim” pek çok yerde siyasî çekişmelerin merkezine yerleşti. Marks aslında bilginin maddî şartların ürünü olduğu şeklinde bir yaklaşıma sahipti8 ama onun felsefesi, modern bilgi sosyolojisindeki “bilgi maddî şartların ikincil ürünü değildir” anlayışına en güzel örneği teşkil etti: İdeoloji maddî şartları değiştirmeye başladı. Siyasî hareketlerin merkezine “devrimci düşünce”nin yerleştirilmesi Doğu Bloku ülkelerinin dışında Güney Amerika’da ve Uzakdoğu’da ———— 3 Dursun, Davut, “Devrim,” Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay., İstanbul, 1990, c. 1, s. 339340; www.etymonline.com/index.php?search=revolution (28/12/2005). 4 Kongar, Emre, Toplumsal Değişme, Bilgi Yay., Ankara, 1972, s. 107. 5 Bkz. Marx, Karl, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., Ankara, 1988. 6 Marx, Karl, Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar 3, Çev. Mihri Belli ve diğ., Sol Yay., Ankara, 1979, s. 130, 433. 7 Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri, Sosyalizm 2, Türk Kültür Yay., İstanbul, 1976, s. 136; Tanilli, Server, Dünyayı Değiştiren On Yıl Fransız Devrimi Üstüne, Say Yay., 3. bs., İstanbul,1990, s. 225. 8 McCarthy, E. Doyle, Bilgi Kültürü, Çev. A. Figen Yılmaz, Çivi Yazıları, İstanbul, 2002, s. 3435. 132 Beşinci Tebliğ etkili olduğu gibi İslâm coğrafyasında da makes buldu. İslâm dünyasında bunun birbirine zıt iki yankısı söz konusuydu. Bir taraftan Suriye ve Libya gibi bazı Müslüman devletler İslâm’ın aslında sosyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia ederek halk cumhuriyetleri kurdular ama bunlar özelde İslâm’ı kendi siyasetlerinin merkezlerine temel referans olarak almadılar. Diğer taraftan ise İslâm’ı kendi siyasî görüşlerinin merkezine alan İslâmcılar,9 mevcut rejimlerin siyasî meşruiyetlerini kabul etmediklerinden bunlara karşı geleneksel itaatkâr tutum yerine devrimci bir tutum geliştirdiler; bu aynı zamanda onların İslâm’ı anlama ve yorumlama biçimlerini de etkiledi.10 Hz. Peygamber’in (s.a.v.) tebliğinin “devrimci” olduğu ve onun cahiliye toplumunu yıkıp yerine tamamen farklı bir sosyal yapı inşa ettiği düşüncesi kanaatimizce buraya dayanır. Örneğin eserleri İslâm dünyasında geniş yankı uyandırmış olan ve İslâmcılığın sol yorumunun önemli örneklerinden biri olan Seyyid Kutub,11 cahiliye toplumu ve İslâm toplumu şeklinde bir ayrıma giderek, sosyolojik değil de didaktik bir gaye ile bunların her yönüyle birbirlerine zıt kavramlar olduğunu ileri sürer ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) tebliğine muhatap olan Müslüman’ı şu şekilde tasvir eder: Bir kere o neslin Müslüman’ı içinde yaşadığı cahiliye cemiyetinden son noktasına kadar ayrılıyordu. Ve İslâm cemiyetine en ince noktasına kadar bağlanıyordu: Hatta birtakım müşriklerden bile bir şeyler aldığı zaman ticarî hayatında ve günlük muamelelerinde bu ayrılış tamamen kendisini hissettiriyordu… O nesil içinde bulunduğu cahiliyet cemiyetinden, onun örfünden, düşüncelerinden, âdet ve münasebetlerinden tamamen sıyrılmıştı.12 Vakıaya bakıldığında ise tam tersi örnekleri görmek pekala mümkündür. Hicretten altı yıl sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye Anlaşması’nı imzalayıp da Mekke’yi ziyaret ettiğinde, ihramlı iken evine girince yanında bulunan Medineli bir sahâbî “Ahmesî” olduğunu söyleyerek çekinmişti. Ahmesîlik İslâm öncesi dönemde başta Kureyş ve onlarla irtibatlı olmak üzere çeşitli kabilelerin dindarlıklarına vurgu yapan bir özellikti ve Ahmesîler hac ile ilgili olarak kendilerine mahsus kurallara sahipti. Bunlardan bir tanesi de ihramlı iken eve normal giriş kapısından ———— 9 20. yüzyılda Müslüman toplumlarda gelişen İslâmcılık akımı ve kendi yönetimleriyle olan ilişkilerinin durumu konusunda bkz. Sayyid, S., Fundamentalizm Korkusu Avrupamerkezcilik ve İslâmcılığın Doğuşu, Çev. E. Ceylan, N. Yılmaz, Vadi Yay., Ankara, 2000, s. 77-114. 10 Sol düşüncenin Arap dünyasındaki serüveni için bkz. Ebû Rabi, İbrahim M., Çağdaş Arap Düşüncesi, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Anka Yay., İstanbul, 2005, s. 120 vd. İslâmcıların toplumsal problemleri İslâm merkezli ele alırken Marksist terminolojiyi kullanım konusunda bkz. a.g.e., s. 321-322. 11 Bu konudaki tespitler ve genel bir değerlendirme için bkz. Aktay, Yasin, “Soğuk Savaş Dönemi Arap İslâmcılığında Sol ve Sosyalist Bağlam: Seyyid Kutub Örneği,” İslâmiyât, Cilt: 5, Sayı:2, 2002, ss. 43-68. 12 Kutub, Seyyid, Yoldaki İşaretler, Çev. İ. Nuri, İhya Yay., 4. bs., İstanbul, 1980, s. 22. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 133 girmemekti. Fakat zaruri ihtiyaçlar söz konusu olduğundan kimi çatıdan, kimi duvara açtıkları bir delikten, çoğunlukla da eve yapılan arka kapıdan içeri girerlerdi.13 Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanındaki sahâbî kendisine göre bu dindarâne davranışı devam ettirme düşüncesiydi ve bunun cahiliyeye ait bir uygulama olduğu da aklına gelmiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) onun bu davranışı karşısında kendisinin de “Ahmesî” olduğunu ancak bunun İslâm öncesi bir âdet olarak geçmişte kaldığını ifade ederek eve normal kapıdan girmesini sağladı.14 Veda Haccı’nda ise, henüz Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olan Cübeyr b. Mut’im Hz. Muhammed’i (s.a.v.) Arafat’ta vakfe yaparken görünce şaşırmıştı. Zira Ahmesîler Arafat’ta vakfe yapmadan Müzdelife’ye geçerlerdi.15 Görüldüğü gibi, İslâm’a giren müşrikler, aşağıda temas edeceğimiz üzere menâsiki Hz. İbrahim’den kalan haccın, İslâm’la birlikte değişip yeni uygulamalar içereceğini hiç akıllarına getirmiyorlardı. Seyyid Kutub, ilk dönem Müslümanları ile ilgili olarak yaptığı tespiti olduğu gibi günümüz dünyasına da adapte etmeye çalışır. Buna göre, günümüz toplumu Arap cahiliyesinden daha da katı bir yapı arz eder. Gelenek, sanat, edebiyat hatta İslâm olarak kabul edilen şeyler bile, kısacası neredeyse bütün bir kültür cahiliye yapısı taşımaktadır ve dolayısıyla topyekûn terk edilmesi gereklidir.16 İlk dönem İslâm davetini bu şekilde yorumlayıp günümüze uyarlamak, kanaatimizce, o dönemi daha doğru tahlil etme amacından ziyade günümüz insanına dinlerini yaşama konusunda etkileyici bir söylem sunma gayesine matuftur. Fakat söylem tamamen özel bir amaç üzerine bina edilmişse de bilâhare genellik kazanır ve diğer alanlara da uygulanır. Örneğin Hz. Muhammed’i (s.a.v.) detaylıca incelemeyi amaç edinen bir çalışmada yukarıdaki yaklaşıma benzer olarak sürekli olarak Peygamber’in “inkılâpçılığı”na, onun yirmi üç yıllık bir sürede Arap’ın sosyal hayatını bütün kurumlarıyla değiştirdiğine ve bu inkılâbın hâlâ insanlık tarihini etkilediğine vurgu yapılır.17 İslâm’ın insanlık tarihinde çok önemli bir etkisi olduğu doğrudur ancak bu, yirmi üç yıllık kısa bir süreye değil, bu kısa süre zarfında temelleri atılan bir dinin farklı toplumlar ve coğrafyalar ———— 13 Nitekim Bakara Suresi 189. âyette, “…Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. İyilik, Allah’tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin…” denilerek bu davranışın yanlışlığı vurgulanır. 14 el-Ezrakî, Ebu’l-Velîd, Kâbe ve Mekke Tarihi, Çev. Y. Vehbi Yavuz, Feyiz Yay., İstanbul, 1974, s. 171. 15 ez-Zebîdî, Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Çev. ve Şerh eden: Kamil Miras, DİB Yay., 8. bs., Ankara, trs., c. 6, s. 138. 16 Kutub, a.g.e., s. 23. 17 Bkz. Hz. Muhammed Sîret Ansiklopedisi (Encyclopaedia of Seerah), Haz. Afzalur Rahman, Çev. K. Dönmez ve diğ., İnkılap Yay., İstanbul, 1996, c. 3, s. 143-147, c. 5, s. 51-52, c. 6, s. 40-42. Bazı Müslümanların Hz. Muhammed’e atfedilen “devrimci,” “sosyal reformcu” gibi yaklaşımlara olumlu baktığı konusundaki benzer –ama eleştirel- bir tespit için bkz. Karadaş, Cağfer, “İsbât-ı Nübüvvet ve Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği Adlı Eser Üzerine,” Hadis Tetkikleri Dergisi, Cilt: 1, Sayı 1, 2003, s. 151. 134 Beşinci Tebliğ üzerinde sebep olduğu uzun soluklu bir sürece dayanır. Toplumsal yapının değişimine nelerin sebep olduğu meraka değer bir konudur ama kanaatimizce daha da meraka değer olan husus, değişimin niçin rasyonel, planlı ve öngörülebilir olmadığıdır. Biz bugün toplumsal yaşantının akışını tam anlamıyla yönlendiremiyoruz. Devrimler, en geniş ve bazen yaptırımı en katı olan sosyal mühendislik uygulamalarıdır; devrime konu olan toplum ise, üzerinde pek çok kişinin kendi arzuları doğrultusunda değişim olması için eylemlerini düzenledikleri bir alandır. Siyasî mekanizma bir konuda değişim için projeler üretirken –ki bu mekanizma içinde de farklı düşünen pek çok kişi vardır- aynı zamanda pek çok kuruluş, pek çok sosyal hareket, modacılar, aydınlar, eğitimciler… Yani o toplumu oluşturan nüfus kadar kişi toplum üzerinde tasarrufta bulunur. Aynı zamanda geleneklerin gücü de görmezden gelinemez. Gelenek toplumsal akışkanlığın sosyal hayatta cisimleşmiş biçimidir, değişir ama değişimi birden çok faktöre bağlıdır. Toplum kendi sosyal yapısını koruma eğilimindedir, dolayısıyla topluma siyaset, hukuk, eğitim kuruluşları ve dinî hareketler tarafından dikte ettirilmeye çalışılan pek çok şey hemen kabul görmediği gibi şiddetli bir şekilde reddedilebilir ya da bunlar tarafından hoş görülmeyen bazı tutum ve davranışlar genel bir toplumsal beğeni kazanır. Aslında insanların giyimlerinden görgü kurallarına kadar pek çok toplumsal gösterge mercek altına alınsa bunların rasyonel hiçbir temele dayanmadığı, tamamen bir beğenme biçimine bağlı olduğu ve hatta beğenilerimizin de çoğunlukla bize bağlı değil de toplumsal beğeniye bağlı olduğu ortaya çıkar. Radikal toplumsal mühendislik çalışmalarının bir türlü istenen hedeflere varmaması da aslında bundandır. Bu yüzden bazı siyasî elitler, toplumu kendi akışkanlığı içerisinde değiştirmeyi hedeflerler. Sosyal yapıyı tehdit eder görünmeyen bazı değişikliklerin daha kolay kabul edileceğini düşünürler. Bu yüzyıllar önce Kâtip Çelebi’nin bize sunduğu formüldür. Kâtip Çelebi (öl. 1657) Birgili Mehmet Efendi’nin başarısızlığının temelinde halkın örf ve âdetini dikkate almaksızın hükümler vermesinin yattığını söyler. Birgili, Osmanlı Devleti’nde yaygın olan para vakıflarının aslında İslâm Hukuku’na aykırı olduğuna dair görüşlerini bir risalede toplamış ve epeyce yandaş edinmişse de, Kâtip Çelebi’nin ifadesiyle, “Bu kadar tartışıp kavgadan sonra teklifi örf ve âdete aykırı olduğundan hiçbir yararı olmayıp halkla başa çıkamadı.”18 Max Weber dinî otorite tipolojisi yaparken peygamber ve rahibi birbirinden ayırmıştı.19 Bu ayrıma göre, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Zerdüşt ve Mani gibi “din kurucusu” peygamberlerin kendilerinden önceki dinî yapı ile çatışma içine girdikleri, ihtilalci karakterlerinin muhafazakâr karakterle———— 18 Kâtip Çelebi, Mîzanü’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ahakk (En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi), Haz. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1980, s. 109. 19 Bkz. Weber, Max, The Sociology of Religion, Translated by Ephraim Fischoff, Beacon Press, Boston, 1963, s. 60-79. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 135 rinden daha baskın olduğu kabul edilir. Bunun aksine rahip ise, dinî geleneğin devamını sağlayan bir bekçi rolündedir.20 Bir peygamberin, “bozulmuş” bir dinî yapı ile çatışma halinde olması ve onu değiştirmeye çalışması normaldir zira peygamberliğin merkezî misyonu budur. Fakat kurucu peygamber de olsa acaba diğer toplumsal kurumlara karşı nasıl bir yaklaşım içinde olacaktır? Bizim iddiamıza göre peygamberlerin bir toplumu bütün kurumlarıyla kökünden değiştirme gibi bir amaçları yoktur ve bu normal şartlarda da mümkün değildir. Peygamberlerin ellerinden mucizeler zuhur etmiştir ama mukaddes kitaplar bu manada toplumsal bir mucizeden bahsetmezler. Peygamberlerin misyonlarını felsefelerine konu edinen 10. yüzyıl filozoflarından İhvân-ı Safâ’ya göre, Allah’ın peygamberlerini farklı şeriatlar ile göndermesinin sebebi toplumların içinden geçtiği sosyal evrimdir. Bir taraftan bu şeriatlar insanlığın evrimine paralel yeni hükümler getirir, diğer taraftan da bazı hükümlerle insanlığın evrimine katkıda bulunur. Bu amaçlar doğrultusunda bir peygamberin getirdiği şeriat, “bir önceki dönemin sosyal yaşantı ve düşünceleriyle ilgili olan hükümleri ya tamamen değiştirir (mensûh kılar) ya da yeni şeyler ekleyerek şekil değişikliğine uğratır.”21 İhvân-ı Safâ’nın insanlığın sosyal evrimi ve şeriatların rolü konusundaki düşünceleri dikkat çekicidir. Ancak onlar bir taraftan kısmî hüküm değişikliğini kabul ederken bir taraftan da hükümlerin tümüyle değiştiğini kabul ederler. Derinlemesine düşünüldüğünde bunun sosyal evrim düşüncesiyle nasıl bağdaştırılabileceği problemi ortaya çıkar. 18. yüzyıl İslâm düşünürlerinden Şah Veliyullah (öl. 1762) ise peygamberlerin misyonu konusunda –yukarıda Kâtip Çelebi’nin yaklaşımına benzer biçimde- bize daha gerçekçi bir bakış açısı sunar. Dihlevî’ye göre peygamberler gönderildikleri milletin sosyal yapısında ve kültüründe getirdikleri şeriata uygun olan şeyleri kabul ederler. Eğer uygun olmayan bir durum söz konusu ise, “onların alışageldikleri şeylerin dışına tamamen çıkılmaması, aksine onlara yakın ve benzer durumlara ya da onlarca sâlih olarak bilinen zevata aitliği bilinen davranış biçimlerine geçilmesi gerekir.” Hatta Dihlevî’ye göre, ibadetler bile yepyeni uygulamalar değil, ya zaten mevcut olan ya da onlara benzer olan uygulamalardır.22 3. Cahiliyeden İslâm’a Değişimin Niteliği ve Süreci Hz. Muhammed’in yirmi üç yıllık tebliği sosyal boyutuyla ele alındığında, bunu “devrim” gibi sosyoloji açısından da müphem bir yaklaşımla ———— 20 Wach, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, İFAV Yay., İstanbul, 1995, s. 422, 434, 439. 21 Bayraktar, Mehmet, İslâm’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Kitabiyat Yay., 2. bs., Ankara, 2001, s. 70. 22 Şah Veliyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, Çev. Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul, 1994, c. 1, s. 386-387. 136 Beşinci Tebliğ açıklamak yerine “sosyal akışkanlık” kavramıyla açıklamak daha uygundur. Sosyal akışkanlık, toplumun statik ve dinamik yönünün birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, doğal diyebileceğimiz süreçlerle belirli bir değişim içerisinde devamlılık gösterdiğini anlatmaya çalışan bir kavramdır. 23 Herakleitos’un değişimi vurgulamak amacıyla örnek verdiği “ırmak”tan* esinlenen bu kavram, sosyoloji kitaplarında sözü edilen “süreklilik ve değişim”i24 içine alacak şekilde, toplumsal hayatın statik olarak görünen yüzünün altında bile sürekli bir değişim olduğunu ancak bu değişimin belirli bir dengeleşim içinde cereyan ettiğini iddia eder. Dihlevî’nin yukarıda verdiğimiz görüşleri bu akışkanlığa işaret eder. Hamidullah da buna paralel biçimde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “değiştirilmesini veya neshedilmesini lüzumlu gördüklerinin haricinde müminlerin tatbik edegelmekte oldukları bütün eski âdet ve geleneklerin devamına müsaade ettiğini” belirtir. “Bu müsaade sadece dinî olmayan konularda – ticaret vesaire gibi- değil, aynı zamanda ceza kanunları ve hatta hac gibi tamamen dinî olan şeyler için de söz konusudur.”25 Anlaşılacağı üzere, aslında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İslâm öncesi Arap toplumunun bazı uygulamalarını reddederken bazılarını kabul ettiği konusunda yaygın bir anlayış vardır. Acaba bu genel yaklaşım kurumsal düzeyde ayrımlaştırılabilir mi? Toplumsal yapı aile, din, ekonomi, siyaset, eğitim, boş zamanlar, hukuk, iletişim, sağlık şeklinde uzayıp giden ve her biri ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik olan kurumlar ile bu kurumsal davranışlarımızı çoğunlukla içinde gerçekleştirdiğimiz sosyal grupların girift bir bütünüdür. Her bir toplumsal kurum da kendi içinde yardımcı kurumlar denen alt kurumlardan oluşur. Örneğin aile kurumunun evlilik öncesi, evlilik süreci, ebeveyn-çocuk ilişkisi, ebeveynlerin kendi aralarındaki ilişki, ölüm ya da boşanmayla evliliğin sona ermesi vb. konularda sayılamayacak kadar çok örüntü içerdiğini görürüz. Bunların hepsi toplum tarafından belirlenmiştir ve süreç bu aşamaya geldiğinde insanlar nasıl hareket edecekleri konusunu düşünmeden bunları uygulamaya çalışırlar. Toplumsal yapıdaki eşgüdüm ve istikamet de (toplumsal bütünleşme denen olgu) buna bağlıdır. Bütün bu detay örüntülerin kısa bir zaman diliminde uygulamadan kaldırılması mümkün değildir zira bu en başta, insanları belirsizliğe iteceğinden fertler tarafından kabul görmeyecektir. Süregelen uygulamayı kaldırdığımızda yerine neyi ikame edeceğimiz sorusuna kolay cevap verilemez. Bunun uygulamadan kaldırılması konusundaki ikinci zorluk da, fertlerin bunlar———— 23 Bu kavramsallaştırmamız için bkz. Bilgin, Vejdi, “Sosyal Akışkanlık Kavramı Üzerine,” UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 2, 2003, s. 297-309. * “Aynı ırmağa/girdiğimizde/girmeyiz/Biziz/değiliz./İki kez/giremezsin/aynı ırmağa.” Herakleitos, Kırık Taşlar, Çev. Alova, Bordo Siyah Yay., İstanbul, 2003, s. 40-41. 24 Güvenç, Bozkurt, Kültürün Abc’si, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1997, s. 25-26. 25 Hamidullah, Muhammad, İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İrfan Yayımcılık, 5. bs., İstanbul, 1991, c. 1, s. 898. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 137 dan psikolojik ya da sosyal haz alması ve uygulanması noktasındaki arzularıdır. Kurumsal davranışlar zaman içerisinde değişim gösterirler, bazı davranışlar da ortadan kalkar ama toplumsal olayların kesintisiz devamını sağlayacak örüntüler mutlaka var olur. Aile ve din gibi, yardımcı kurumların ya da örüntülerdeki detayların fazla olduğu kurumlardaki değişme diğer kurumlara nispetle daha yavaş olur. Nitekim Sovyetler Birliği’nde ve Çin’de komünizmin kabul edilmesinden sonra Marksist anlayışa uygun olarak aile kurumundaki köklü değişiklik girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.26 Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İslâm’ı tebliği ile başlayan süreçte değişimin niteliğini daha iyi anlamak için kurumsal düzeyde bir ayrımlaştırmaya gidip konu ele almak daha faydalı olacaktır. İslâm dünyasında bugün yaygın söylem dinin hayatın her alanını kapsadığı yönündedir. Şüphesiz ki din, gündelik hayatımızın pek çok yönüyle ilgili hükümler getirmiştir. Ancak her konuda özel hükümleri yoktur ve bizim bu konudaki davranışımız ancak niyetimize göre dinî anlamda bir sevaba, “Allah rızası”na neden olabilir, yani dine taalluk eder. İslâm’ın ilk dönemindeki hükümlere kurumsal farklılık açısından baktığımızda bunların makro ölçekli düzenlemelerden mikro ölçekli düzenlemelere doğru yoğunluk kazandığı görülür. Bir başka ifadeyle bireylerin gündelik hayatlarında daha fazla referansta bulundukları kurumlarda dinî hükümler daha yoğundur. Bunu dinî hükümlerin yoğunluk derecesine göre azdan çoğa doğru siyaset, ekonomi, eğitim, boş zamanlar, aile ve ritüeller olarak sıralayabiliriz. Dinî hükümlerin siyasetten aileye uzanan bir sıralamada yoğunluk kazanması normal görülmelidir, zira insan mutlaka bir siyasî ve ekonomik düzenin içerisinde yer alsa da, bunlarla ilgili örüntüleri boş zamanlar ve aileye göre çok daha azdır. Siyaset ve ekonomi bütün hayatı kuşatıcı kurumlardır ama gündelik hayatımızdaki davranışlarımız diğer kurumlar düzeyinde çeşitlenir ve detaylanır. İslâm, vahyin devam ettiği yirmi üç yıllık sürenin neredeyse yarısında örgütlenmiş bir devlet hüviyetine sahip olmasına rağmen, geleneksel Arap yönetim biçimini devam ettirdi; devlet biçimi ve yönetimine özgü hükümler koymadı. Orta Arabistan Arapları, kuzey ve güneydeki ırkdaşlarından farklı olarak ne bir müstakil devlet kurmuşlardı ne de büyük bir devletin mandasına girmişlerdi. Kabile esasına dayanan, çok fazla örgütlenmemiş, devlet teamüllerinin asgari seviyede kaldığı bir siyasî yapı içinde hayatlarına devam ederlerken Hz. Muhammed (s.a.v.) Medine’de bir devlet kurdu. Ancak bu devlet, geleneksel Arap kabile yönetimine o kadar çok benziyordu ki bugün hâlâ o ilk siyasî oluşumun bir “devlet” olarak telâkki edilip edilemeyeceği tartışılmaktadır. Bunun bir devlet ———— 26 Yörükoğlu, Atalay, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Aydın Kitabevi, 2. bs., Ankara, 1984, s. 38-40. 138 Beşinci Tebliğ örgütlenmesi olduğu şeklindeki anlayış, bir devletin sahip olması gereken üç temel öğe, yani ülke, halk ve bağımsızlığın Medine’de bulunduğunu gerekçe gösterir. Bu devletin bilinen anlamda her yönüyle çağdaşlarına benzer bir örgütlenmeye sahip olmadığı aşikârdır, hatta buradan hareketle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gerçekten devlet kurmak gibi bir amacı olup olmadığı bile akla geliyor.27 Eğer doğrudan böyle bir amaç yoksa bu konunun detaylı dinî hükümlere tâbi olmaması da normal bir durumdur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sağlığında önemi pek hissedilmeyen bu konu, Peygamber’in halifesinin seçimi konusunda kendini hemen hissettirdi ve sahâbîler mevcut şartlara göre birbirinden farklı usullerle devlet başkanı seçmeye başladılar. Böylelikle İslâm Anayasa Hukuku tarihî şartların bir ürünü olarak gelişmiş oldu. Hamidullah, Raşid Halifelerin idare seklinin ne tam anlamıyla cumhuriyete ne de monarşiye benzediğini, bir taraftan seçim gibi cumhuriyetlerde görülen özellikler taşırken diğer taraftan kayd-ı hayât şartıyla yönetici olma gibi monarşik özellikler taşıdığını söyler. Bu yönetim biçimi Arap kabilelerindeki idare şeklinden tevarüs etmiş, yeni bir uygulama düşünülmemişti.28 Cahiliyeden İslâm’a doğru gerçekleşen akışın önemli bir örneğini ceza hukuku teşkil eder. Bu konuda İslâm, Arap toplumunun alışık olduğu uygulamaları köklü değişiklikler yapmaksızın ıslah ederek devam ettirme yolunu tercih etmişti.29 Nitekim İslâm’dan önce de kasten adam öldürenlere ve evli olduğu halde zina edenlere ölüm cezası verilmekteydi. Daha nadir uygulama olarak hırsızlık yapanların ellerinin kesildiği, eşkıyaların ise asılarak öldürüldüğü bilinmektedir.30 Cinayetlerde iki tarafın anlaşması durumunda ödenmesi gereken malî ceza olan “diyet” İslâm sonrasında da kabul edilmişti ve Hz. Muhammed tarafından diyet miktarı İslâm öncesi dönemde olduğu gibi yüz deve olarak belirlenmişti.31 Hukukî hükümlerin daha yoğun olduğu aile kurumunu dikkate aldığımızda ise sosyal akışkanlığa bağlı olarak bazı eski uygulamaların meşruiyet kazandığını görürüz. İslâm’ın, yukarıda değindiğimiz üzere, komünizm benzeri bir yaklaşımla aile kurumunu tamamen ters yüz etmesi beklenemezdi, esasında böyle bir yaklaşım uygulama imkânını oldukça zorlardı. İslâm, geleneksel Arap toplumunda zaman zaman şahit olunan, kadınların soylu bir erkekten hamile kalmaları, çok erkekli cinsel yaşantı sürmeleri ya da fuhuş gibi uygulamaları tamamen reddetti.32 Mut’a nikâhı ———— 27 Bkz. Uludağ, Süleyman, İslâm Siyaset İlişkileri, Dergah Yay., İstanbul, 1998, özellikle s. 48-57. 28 Hamidullah, Muhammed, İslâm Müesseselerine Giriş, Çev. İ. Süreyya Sırma, Beyan Yay., 4. bs., İstanbul, 1992, s. 94-95. 29 Bardakoğlu, Ali, “Diyet,” İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul, 1994, c. 9, s. 474. 30 Bardakoğlu, Ali, “Ceza, Fıkıh,” İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul, 1993, c. 7, s. 471-472. 31 Bardakoğlu, “Diyet,” c. 9, s. 474. 32 Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara, 1988-1994, c. 15, s. 539540. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 139 ise tedrici biçimde yasaklandı,33 bilinen şekliyle kadın ve erkeğin şahitler eşliğinde evlenmesine dayanan nikâh ibka edildi. Ancak İslâm bir erkeğin çok kadınla evlenmesini tamamen kaldırmayıp dört ile sınırlandırdı, kocası ölen kadının iddetini bir yıllık yastan dört ay on günlük müddete indirdi, zıhârı kefaret yoluyla telafi etme imkânı tanıdı. Bunun haricinde cahiliye döneminde gözlenen evlilikte veli izni, nikâhta şahitlik, denklik, mehir, velîme, tefvîz-i talâk, muhâlaa, i’lâ gibi uygulamaları ise neredeyse olduğu gibi kabul etti.34 Görüleceği gibi aile kurumuna ait uygulamalar daha çeşitli ve detaylı olduğu için, sosyal akışkanlığa uygun biçimdeki örnekler de daha yüksek oranda görülüyor. Ritüellerle ilgili hükümler aileye göre daha detaylanmıştır ancak bu noktada ikinci bir ayrıma gitmemiz icap eder. Ritüeller bir kurum olarak en hacimlisidir, bunun böyle olması da normaldir zira İslâm, bir din olarak, kulun yaratıcısına karşı şükür göstergelerini en ince detayına kadar tanzim etmiştir. Ancak bu detayın artması, aile kurumunda olduğu gibi sosyal akışkanlık için bize daha da yüksek oranda örnekler sunmaz. Ritüellerin tabiatının siyaset, eğitim, aile gibi kurumlardan farklı olduğu bellidir ve buradaki akışkanlık ritüellerin detaylarında değil ana biçimlerinde kendini gösterir. İslâm öncesinde Araplar namazın bir kısmını oluşturan secdeyi biliyorlar,35 oruç da tutuyorlardı36 ama İslâm’ın bu önemli iki ibadeti esas olarak vahiyle vazedildi, detayı da sünnetle belirlendi. Bir ibadet biçimi olarak secde etme, oruç tutma, kurban kesme, mübarek mekânları ziyaret etme gibi hususlar bütün dinlerde ortak unsurlardır ancak bu ortak unsurların her biri kendi dinî öğretileri içinde farklı bir bütün oluşturur. Bu, Kur’ân’da “Biz her ümmete uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik…”37 âyetiyle işaret edilen husustur. Dolayısıyla namaz ve orucun adeta yepyeni ibadet biçimleri olarak getirilmesi normal görülmelidir fakat -yukarıda Dihlevî ve Hamidullah’ın da işaret ettiği üzereİbrahimî geleneğin mirası olan hac ibadetinin ihram, telbiye,* tavaf, Safa ve Merve arasında say, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban kesme, şeytan taşlama gibi38 neredeyse bütün detayıyla İslâm’da kabul edilmesi ritüeller ———— 33 Bkz. Ünal, Yavuz, “Hadis Verilerine Göre Mut’a Nikahı,” OMÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:7, Samsun, 1993, s. 155-179. 34 Bkz. Kurt, Abdurrahman, İslâm’ın İlk Döneminde Aile Müessesesi (Sosyolojik Bir Yaklaşım), UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 1987, s. 19-32. 35 Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, Çev. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, trs., s. 140. 36 Tâhirü’l-Mevlevî Olgun, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, 2. bs., İstanbul, 1963, s. 102. 37 Hacc (22): 67. * İslâm öncesinde telbiye, bugün yapıldığı şekliyle “Lebbeyke Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke lek,” sözleriyle yapılır ancak bir şirk ifadesi olarak putlara işaret eden, “İllâ şerîkün hüve lek, temlikühû vemâ melek,” ibaresi eklenirdi. İbn Hişâm, Sîret-i İbn-i Hişâm Tercemesi, Çev. Hasan Ege, Kahraman Yay., İstanbul, 1985, c. 1, s. 118. 38 Bkz. İbn al-Kalbî, Putlar Kitabı, Çev. Beyza Bilgin, Pınar Yay., İstanbul, 2003, s. 40-41; İbn Hişâm, a.g.e., c. 1, s. 118; Özaydın, Abdülkerim, “Hac, İslâm’da Hac,” İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul, 1996, c. 14, s. 387. 140 Beşinci Tebliğ konusunda dahi belirli bir akışkanlığın olduğunu gösterir. İslâm’ın hükümlerinin belirli bir tedricilik içinde konulduğu, yani bazı konuların belirli zamanlara ve aşamalara bağlı olarak nihai bir hükme bağlandığı düşüncesi genelde kabul görür. “Tedricilik” sosyal akışkanlık açısından da anahtar bir kavramdır. Zira böylelikle herhangi bir hukukî hükmün yürürlüğe konulması sürecinde toplumsal yapının bir krizle karşılaşması önlenmek istenmiştir. Tedriciliğin şu şekillerde gerçekleştiği kabul edilir: Hükümler bir anda değil, tebliğin devam ettiği süre içerisinde farklı zaman dilimlerinde vazedilmiştir (zaman içinde tedrice riayet). Bu esnada önem sırası gözetilmiş, aslî hükümler öncelikli olarak, tamamlayıcı hükümler ise daha sonraları konulmuştur. Ve nihayetinde, bir konuyla ilgili hükümler de belirli aşamalardan geçtikten sonra kesin bir şekilde neticelendirilmiştir.39 Kaynak kitaplarda sürekli tedrice örnek olarak gösterilen alkollü içki yasağının yanı sıra faiz de belirli aşamalardan geçilerek haram kılınmıştı. Faiz, Arap toplumunda eskiden beri uygulanan, esasında onlar açısından da şerefli sayılmayan bir gelir türüydü. Mekke döneminde nazil olan Rûm sûresi 39. âyette faiz henüz haram olarak nitelendirilmeyip nispeten menfi bir anlamda kullanılırken hicretin ikinci ya da üçüncü yılında nazil olan Bakara sûresinin 275-279. âyetleri ile kesin olarak haram kılındı.40 Bu ilke özelde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kur’ân’ı tebliğ ettiği dönemi anlatırken, modern bazı yaklaşımlarla Müslüman toplumların tarihî gelişimlerine de uyarlanmaya çalışıldı. İslâm’da özellikle çok eşlilik ve köleliğin bazı ıslahatlar yapılmasına rağmen devam ettirilmesinin getirdiği ve söz konusu durumun modern düşünce ve hayat biçimine aykırı olmasının verdiği endişeler böyle yorumlara sebep oldu. Fazlur Rahman İslâm’ın nihai bir ahlâkî rota çizdiğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zamanını da aşan bu süreç içerisinde söz konusu hükümlerin kaldırılmasının hedeflendiğini ileri sürer.41 Bizim problematiğimiz açısından önemli olan bu nihai hedeften ziyade, Peygamber (s.a.v.) döneminde bunların niye tamamen ortadan kaldırılmadığıdır. İlâhî emir ve yasakların altındaki hikmeti rasyonel biçimde kavramak kolay değildir. Zira bazı konular, genel prensiplerin dışına çıkar ve anlaşılmasını zorlaştırır. Örneğin gece namazı önceleri Müslümanlara vacip iken daha sonraları nafileye dönüştürülmüştü.42 Bunun gibi, bazı konuların tedrice konu olmadan bir anda yasaklanırken bazı konuların tedrice bırakılmasını her zaman mantıklı bir çerçeveye ———— 39 Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İFAV Yay., 3. bs., İstanbul, 1994, s. 140 40 Özsoy, İsmail, “Faiz”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., İstanbul, 1995, c. 12, s. 112-113. 41 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, Çev. Alparslan Açıkgenç, Fecr Yay., 2. bs., Ankara, 1993, s. 115-117. Benzer bir yaklaşım için bkz. Amine Vedûd-Muhsin, Kur’an ve Kadın, Çev. Nazife Şişman, İz Yay., İstanbul, 1997, s. 141. 42 Erdoğan, a.g.e., s. 140. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 141 oturtmak imkânsızdır. Faiz ve içki gibi yaygın iki öğenin tedrici de olsa yasaklanıp çok eşlilik ve kölelik gibi iki öğenin yasaklanmayıp ıslah edilmesi ya da modern yorumla, İslâm’ın nihai ahlâkî hedeflerinden bazıları gerçekleştirilirken bazılarının ertelenmesi herkesin üzerinde ittifak edeceği bir açıklamaya sahip değildir. Bugün için alkollü içkinin daha önemli bir konu olup öncelikle yasaklandığını, köleliğin tehir edilebilecek bir konu olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Burada muhtemelen İslâm’ın toplum tasarımının bir uzantısını görüyoruz. Buna göre, mevcut maddî ve beşerî şartlar içinde ideal, her yönüyle mükemmel bir toplum gerçekleştirilemez. Kötülük problemiyle ilgili olarak öne sürülen, bu dünya muhtemel dünyaların en mükemmelidir argümanını,43 aynı zamanda İslâm’ın toplum görüşüne uygulayarak, bu tasarımın olabilecek toplum projelerinin en insancası, adalet ve hakkaniyete en yakını olacağını ama mükemmel olmayacağını söyleyebiliriz. Bu anlayışı destekleyecek mahiyette de İslâm, kölelik ve çok eşliliği tadil etmekle yetindi ama büsbütün ortadan kaldırmadı. İnsanın mevcut doğasını tamamen göz ardı ederek bunu ilga etmeye çalışmak belki de tam anlamıyla karşılığı olmayacak bir uygulama olarak kalacaktı. Şâtıbî’nin (öl. 1388) şu sözleri sözünü ettiğimiz olguyu “sosyal akışkanlık” gibi bir kavramdan söz etmese de en güzel şekilde anlatır: “Amelî konulardaki hükümler, mükellefleri meşakkate düşürmeyecek ve bu yüzden onları usandırmayacak tarzda, dünya hayatını düzenli bir şekilde yürütmesini ve çıkarlarını kollamasını sağlayan âdetlerini ortadan kaldırmayacak biçimde konulmuştur… Kur’ân yirmi (küsur) senede parça parça indirilmiş, yükümlülük getiren hükümler bir anda ve toptan gelmemiştir. Bu kalplerin bir anda şeraitten soğuyup yüz çevirmemesini sağlamak için yapılmıştı.”44 4. Sonuç Yirminci yüzyılda, İslâm dünyasındaki genel dinî uyanış hareketleriyle birlikte geleneksel yapıların sorgulandığı ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetinin de devrimci bir yoruma tâbi tutulduğunu görüyoruz. Tarihin bir kesitinin öncesine İslâm ve insanlık dışı uygulamaların olduğu “Cahiliye toplumu”, kesitin hemen sonrasına vahiy ve sünnetin hâkim olduğu “İslâm toplumu” konulmakta ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yirmi üç yıllık daveti sonrasında yepyeni bir toplum kurduğu kabul edilmektedir. Bu anlayışın paralelinde, günümüzde de takip edilmesi gereken bir yöntem olarak geçmişe (geleneğe) ait olan her şeyin reddedilmesi ve yepyeni bir toplum kurulması öngörülmektedir. Konuya sosyolojik açıdan yaklaşıldığında ise bir toplumsal yapının yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tamamen ———— 43 Aydın, Mehmet S., Din Felsefesi, Selçuk Yay., 3. bs., İstanbul, 1992, s. 149-150. 44 Şâtıbî, el-Muvafakât, İslâmî İlimler Metodolojisi, Çev. Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul, 1990, c. 2, s. 91. 142 Beşinci Tebliğ değiştirilip yepyeni bir yapının inşasının mümkün olmadığını söylemek gerekecektir. Aileden ekonomiye, boş zamanlardan siyaset kurumuna geniş bir toplumsal ilişkiler ağında tek tek bireyler ve gruplar aracılığıyla gerçekleşen davranış kalıplarının bir anda terk edilip yerine yeni davranış kalıplarının ikamesi ancak sosyal bir “mucize” olabilir. Elimizdeki bilgilere ve –geleneksel âlimlerimizin yaklaşımına- göre bu tür bir sosyal mucizeden ziyade bir tedriciliğin olduğunu söylemek daha uygun olur. İslâm öncesi döneme ait olan aile, siyaset, ekonomi vb. kurumlara ait davranış kalıpları kimi tamamen kimi de kısmen kabul edilerek, kimi ise reddedilerek ama bir bütün içinde baktığımızda “değişim ve süreklilik” diyebileceğimiz bir tarzda gelişme göstermiştir. Kanaatimizce siyer ve sünnetin bu şekilde yorumlanması, gerek on dört yüzyıllık İslâm tarihindeki gelişmeleri anlamak ve gerekse günümüzde karşılaştığımız yeni problemlere cevap verebilmek konusunda bize daha sağlıklı düşünme imkânı verecektir. İkinci Oturum/İkinci Bölüm 143 MÜZAKERE Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ Dicle Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakeremde önce genel olarak din-toplumsal değişim ilişkileri ile Hz. Muhammed’in toplumsal değişim yönü hakkında bazı hususları bana verilen süre içinde ele aldıktan sonra Vejdi Bilgin Bey’in tebliğiyle ilgili bazı hususları müzakere etmeye çalışacağım. I Toplumsal Değişim-Din İlişkileri Dinin, insanlık kadar eski bir geçmişe sahip bulunduğu, sosyal hayatta etkili bir kurum olarak varlık gösterdiği, tarihsel süreç içinde temel etken olarak varlık gösteren bir olgu olduğu söylenebilir. Günümüzde de din fenomeni, birey ve toplumlar üzerinde etkisini sürdürmekte, insanları grup veya topluluklar halinde bir arada tutan bir güç olarak kendini göstermekte, sosyal hayatta meşrûlaştırma işleviyle kendini hissettirmekte, din uğruna tartışmalar, anlaşmazlıklar, hatta savaşlar olabilmektedir. Denilebilir ki din, günümüz toplumlarının hayatında vazgeçilmez bir fenomen olarak yerini almaktadır. “Dinin tıpkı dinozorlar gibi yok olup gideceği biçimindeki bazı öngörülere rağmen dinî inanç, dünyamızda her zaman var olduğu gibi canlı” (Chalfant vd. 1987: 3) bir biçimde varlığını devam ettirmektedir (Okumuş, 2003: 12). Gerçekten de tarihte olduğu gibi günümüzde de din, toplumları etkilemekte, yönlendirmekte, toplumların değişim süreçlerinde görece olumlu veya olumsuz roller oynamakta, toplumsal şartlar içinde değişen ve değiştiren bir güç olarak var olmaktadır. Tabii ki din bir yandan bu özellikleriyle toplum üzerinde etkili iken, bir yandan da toplum onun üzerinde etkili olmaktadır. Bu bağlamda denilebilir ki, dinin toplumsal değişme ile ilişkileri karşılıklılık esasına dayanmaktadır. Öyle ki gerek toplumsal değişimi, gerekse dini tam olarak anlayabilmenin yolu, din ile toplumsal değişim arasındaki karşılıklı ilişkileri anlamaktan geçmektedir. Ayrıca dikkat edilmelidir ki nasıl din ile toplum arasındaki ilişkiler statik değil, dinamik ise, aynı şekilde din ile toplumsal değişim arasındaki ilişkiler de statik değil, dinamiktir. Tarihsel süreç içinde biçimlenmiş iki güç olarak din ve toplumun mayasında aksiyon mevcuttur (Wach 1987: 16). O halde din ve toplumsal değişim arasındaki ilişkilerde dinamizm geçerlidir. Ayrıca işaret edilmelidir ki din ile toplumsal değişimin ilişkileri çok yönlü ve çok işlevli olup bu ilişkilerde dinin yanı sıra başka birçok etken de etkili olabilmektedir. Gerek toplumsal değişim karşısında etkili Müzakere 144 bir faktör olarak, gerekse toplumsal değişimden etkilenen bir faktör olarak din, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal vb. faktörlerle etkileşim halinde var olmaktadır. Bu bağlamda din-toplumsal değişim ilişkilerine yakından bakıldığında, dinin, toplumsal değişim faktörleri olarak zikredilebilecek coğrafî çevre, mekân, zaman, sosyal farklılaşma, nüfus, savaş, barış, bütünleşme, ayrılık, eğitim, siyaset, kültür, ideoloji, hukuk, teknoloji, sanayi, keşif, icat gibi maddelerin hemen hepsiyle tek tek veya çoklu bir biçimde karşılıklı ilişki halinde olduğu görülür. Din, söz konusu değişim faktörleriyle karşılıklı ilişki içinde bulunmakta ve kendisi de başlı başına toplumsal değişimle karşılıklı ilişkiye sahip olmaktadır (Okumuş, 2003: 177). Söz konusu karşılıklılık ve etkileşimsel özellik çerçevesinde din ile toplumsal değişimin karşılıklı ilişkilerinin temelde iki tipte gerçeklik kazandığı söylenebilir: Bunlardan birincisi, dinin etkili olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi; ikincisi ise dinin etkilendiği toplumsal değişim-din ilişkisidir. Dinin etkili olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi, kendi içinde üç tipte ele alınabilir: Birincisi, dinin, toplumsal değişimi yavaşlatıcı, hatta bazen engelleyici bir faktör olarak etkili ve işlevsel olduğu dintoplumsal değişim ilişkisi; ikincisi, toplumsal değişimi takviye edici bir faktör olarak işlev gördüğü ilişki biçimi; üçüncüsü ise dinin toplumsal değişimin temel faktörü olduğu ilişki biçimidir. Dinin etkilendiği toplumsal değişim-din ilişkisi de kendi içinde aynı şekilde üç tipe ayrılabilir: Birincisi toplumsal değişimin dini engelleyici olduğu, olumsuz yönde etkilediği toplumsal değişim-din ilişkisi; ikincisi, toplumsal değişimin dinin lehine işlev gördüğü ilişki biçimi ve üçüncüsü ise toplumsal değişimle birlikte dinin kendini değiştirmesidir. Şu da belirtilmelidir ki, bu tipoloji, din-toplumsal değişim ilişkilerinin, mutlak surette bu iki ana tip birbirinden bağımsız olacak şekilde gerçekleştiği anlamına alınmamalıdır. Çoğu durumlarda her iki tipin, iç içe, birlikte gerçeklik kazandıklarını söylemek, sosyal gerçekliğe daha uygun düşer (Okumuş, 2003). Toplumsal Değişim ve Peygamberler Toplumsal değişimin temel faktörü olarak din toplumların hem “lehine” hem de “aleyhine” etkili ve işlevsel olabilir. Din, bazen meşrûlaştırma işlevi görerek sosyal düzeni sağlar, sapma ve anomi durumlarına engel olursa da bazen böyle bir işlev görmek yerine mevcut toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik bir hareket oluşturarak anomi ve sapmaya neden olabilir ve yeni çıkmış bir dinî hareketi meşrûlaştırarak toplumda ayrımlaşmaya, saflaşmaya, göçe ve devrime yol açabilir. Dolayısıyla din, düzeni sağlayabildiği gibi düzensizliğe de neden olabilir. Bir adım daha ileri giderek dinin, bir toplumun tarih sahnesinden silinmesinde etken olabilme İkinci Oturum/İkinci Bölüm 145 potansiyeline sahip olduğu da söylenebilir (Okumuş 2002: 29). Nitekim peygamberlere bakıldığında mevcut toplumsal düzenler için çok büyük “tehdit”ler oluşturdukları görülür. Hz. Muhammed çok somut adımlar atarak Arabistan’da yeni bir toplumsal düzen inşa etmiş, mevcut toplumsal yapıyı köklü değişimlere uğratmıştır. Weber, dinin sosyal değişimdeki olumlu veya olumsuz ya da muhafazakâr veya yaratıcı rollerini aydınlatmak üzere din önderlerinin bir tipolojisini yapmakta ve bu çerçevede peygamber ve rahip tipleri üzerinde önemle durmaktadır. Bu iki tipten rahip, yerleşik sistemin veya toplumsal düzenin bir parçası olarak onun üzerinde yaratıcı bir işlev icra etmeksizin yalnızca geleneksel düzenin idamesini sağladığı halde, peygamber, bir değişimci portresiyle ortaya çıkar ve orijinal deneyimi ile yerleşik kalıplara meydan okur ve başarılı olması durumunda da yeni mesajının yaratıcılığı sayesinde taraftarlarının sosyal hayatı üzerinde köklü değişiklikler gerçekleştirir. Weber’in sosyolojik terminolojisinde tam bir karizma yüklü fert demek olan peygamber (Weber, 1964: 46), karizmatik liderliğin dinî bir tezahürü olarak varlık sahnesinde yerini alır. Peygamber, orijinal deneyimi ile yerleşik modellere meydan okur ve şayet başarılı olursa, yeni mesajının yaratıcılığı sayesinde taraftarlarının sosyal hayatı üzerinde köklü değişiklikler gerçekleştirir. Karizma terimi, liderin alelade insanlar üzerinde icra ettiği cazibe gücünü ifade etmektedir. Böyle bir güçle dinî lider, insanlar, özelikle taraftarları katında oluşturucu, yaratıcı bir zihniyeti devreye sokar. Böylece geleneksel sosyal çevrede, dinî liderin karizmatik etkisi en güçlü devrimci bir değişimi gerçekleştirecek bir işlev görür (Okumuş, 2003: 126127). Belirtilmelidir ki peygamberlerin toplumsal değişimi iradî, planlı ve programlıdır. Peygamberler, sosyolojik anlamda belli bir toplumsal projeyle ortaya çıkar ve o proje kapsamında değişimini planlayarak uygulamaya koyarlar. Hz. Muhammed ve Toplumsal Değişim Hz. Muhammed’in toplumsal değişme yönü, tipolojimizin dinin etkili olduğu din-toplumsal değişim ilişkisi tipinin üçüncüsü, yani toplumsal değişimin temel faktörü olarak din kapsamında ele alınabilir. İslâm, büyük karizmatik önder olarak Hz. Muhammed’in 23 yıllık peygamberlik yıllarında giriştiği hareket ve bunun sonucunda özellikle Medine’de ashâbı ile birlikte inşa ettiği sosyal yapıda değişimin temel faktörüdür. Medine’de İslâm toplumunun inşa edildiği dönem, sadece bir tebliğ dönemi değil, aynı zamanda İslâm ümmetinin ana dokusunun oluşturulduğu bir ilk kuruluş dönemi olmuştur. Ataların geleneksel dini ve dünya görüşüne, inançları, değerleri, kültürleri ve hayat tarzına karşı bir tür dinî ve toplumsal protesto şeklinde ortaya çıkan ve dolayısıyla da onlara nispetle çok önemli ve değişik unsurları ve yepyeni bir ruhu temsil eden yeni ve evrensel İslâmî ilâhî mesaj, animist ve putperest inançların ve uygulamaların yer aldığı geleneksel Mekke toplumu içerisinde çok şiddetli reaksiyonlarla 146 Müzakere karşılaşmış olmakla birlikte, taraftarlar bulmakta da gecikmemiştir. Üstelik bu yeni dinî cemaatin giderek gelişme göstermekte oluşu ve bu çerçevede onun geleneksel Mekke toplumu açısından arz ettiği tehdidin, Mekkeli putperestler ve özellikle de onların ileri gelenlerince bu yeni dine ve onların taraftarlarına karşı önce baskı, sonra abluka ve daha sonra da şiddetle karşılık bulduğu bir ortamda yeni din, Mekke’nin kuzeyindeki bir vaha kenti olan Medine’de kök salmaya başlamış ve bu gelişme, hicreti müteakip on yıllık bir mücadele döneminin sonunda sadece Hicaz yöresinin değil, hemen hemen bütün Arabistan’ın, Hz. Peygamber’in önderliğinde, Medine merkez olmak üzere gelişen yeni dinî, sosyo-kültürel ve politik oluşumun nüfuz dairesine girmesi ile sonuçlanmıştır. Bu noktada hicretin, sosyal değişimdeki önemine işaret etmek gerekmektedir. Hz. Peygamber ve ashâbının Medine’ye hicret etmeleriyle birlikte Medine’nin sosyal hayatı çok büyük bir değişim yaşamıştır (Sezer, 1981: 157, 158). Hicret, İslâm’ın sosyal değişimde temel faktör oluşuna ey iyi örneklerden biridir. Böylece yeni dinin getirdiği değişim bir bakıma, İslâmiyet’in cahiliyye dönemi diye adlandırdığı bir devirden medeniyet dönemine bir geçişi ifade etmekteydi. Bununla birlikte İslâm’ın getirdiği değişimi, bir başka bakımdan sözlü kültüre dayalı kabile düzeninden kitabî kültüre dayalı ümmet yapısındaki şehir medeniyetine bir geçiş biçiminde tanımlamak da mümkün olmaktadır. Çünkü her şeyden önce bir şehir ortamında ortaya çıkan İslâm dini, gittiği her yerde bir şekilde şehirleşmeyi de hızlandırmıştır. Her ne kadar kültürel bakımdan İslâmiyet, Arap kültür atmosferinde ortaya çıkmışsa da, orada önemli değişiklikler ve reformlar da gerçekleştirmiş ve en önemlisi topluma tevhid esasına dayalı yepyeni bir ruh üflemiş ve adeta kutsal bir anlam kazandırmıştır. Özet olarak denilebilir ki İslâm, Arap toplumunun dinî, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, edebî, ahlâkî vs. yönlerinin yapısal değişiminde temel bir faktör olarak rol oynamıştır (Hasan, 1985: 228-263). İslâm dininin, karizmatik bir lider olarak Hz. Muhammed’in vefatını müteakip ortaya çıkan Raşid Halifeler döneminde de İslâm toplumunda toplumsal değişimin temel faktörü olmaya devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde birtakım önemli iç mücadele ve çatışmalar olmakla birlikte İslâm toplumunun sınırları çok hızlı bir şekilde genişlemeye ve İslâm toplumları başka toplumlarla, Müslüman olan ve olmayan yeni çevrelerin kültürleriyle karşılaşmaya başlamışlardır. Bu süreçte de İslâm, farklı Müslüman toplumlar için önemli sosyal değişim etkeni olarak kendini göstermiştir. Hz. Peygamber konusuna dönersek, son tahlilde diyebiliriz ki, Hz. Muhammed, bütün temel sosyal kurumlarda köklü değişimler gerçekleştirmiş; aile, din, eğitim, ekonomi, siyaset, ahlâk, hukuk gibi sosyal kurumlarda köklü değişimlerin liderliğini yapmıştır. Hz. Muhammed ve Değişimde Kriz Yönetimi Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in hayatına bakıldığında en dikkate değer hususlardan birinin, insanların değişmesinin istenmesidir. Değişim istenirken belki yapılan en önemli vurgu ise, direnenlere atacılık yapmala- İkinci Oturum/İkinci Bölüm 147 rının, doğru yanlış demeden atalarını ölçü almalarının iyi bir şey olmadığıdır. İslâm, bu anlamda, atavizmi, atacılığı reddetmekte, doğru bir hayat uğruna değişmeyi istemektedir. Gerçekten de yukarıda da söylendiği gibi Hz. Muhammed’e ilk inen âyetlere bakıldığında köklü değişimler öngördüğü görülür. Bu köklü değişimlerin zihniyet ve imandan başlaması düşündürücüdür. Hz. Peygamber’in putperest bir toplumdan tevhidi kabul etmelerini istemesi ve Müslüman olanların hayatlarının görece hızlı bir dönüşüme uğraması, İslâm’ın toplumda köklü değişim getirdiğini ve yeni bir sosyal ilişki biçimi inşa ettiğini göstermektedir. Fakat bu demek değildir ki, Hz. Peygamber, değişim adına toplumun şartlarını dikkate almamış, istikrarsızlığı hedeflemiş, kriz politikası gütmüştür. Tersine tedricilik ilkesiyle toplumun krize düşmemesine özel bir önem vermiştir. Hz. Muhammed, değiştirilmesini veya kaldırılmasını gerekli gördüğünün dışında müminlerin İslâm öncesi zamanlarından beri uyguladıkları eski birtakım âdet ve gelenekleri devam ettirmelerine müsaade etmiştir. Gerçi Hz. Peygamber’in karar ve uygulamalarına bağlı olarak Mekke ve Medine’de ciddi olaylar olmuş, aileler parçalanmış vs. Fakat bu, Müslüman toplumun inşa sürecinde izlediği değişimde krizin meydana gelmemesine dikkat etmediği anlamına gelmemektedir. Hz. Muhammed, “Yeni” ve Bid’at Hz. Peygamber’in sünneti söz konusu olduğunda en çok karşımıza çıkan konulardan biri bid’attir. İslâm bağlamında konuya yaklaşmak gerekirse, Weber’in karizmanın rutinizasyonu teorisinden yararlanarak denilebilir ki, karizmatik bir lider olarak Hz. Muhammed ve ona inanan sahabenin değişimcilikleri, kendilerinden sonra gelen kuşaklarla birlikte rutin hale gelerek gittikçe yerini sıkı örgütlenme, kurumsallaşma ve gelenekselleşmeye bırakmış, bu ise durağanlaşmayı beraberinde getirmiş ve durağanlaşma ile İslâm, toplumsal değişimi yavaşlatıcı bir faktör olabilmiştir. İslâm’ın tarihsel pratiğinde, en azından belli bir dönemden, belki de İslâm’ın ilk üç asrından itibaren Sünnîlik, bir yandan değişime, öte yandan da bu çerçevede kendilerini gösteren i’tizâlî hareketlere karşı, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetine, yani menşei dinî tecrübe mirasına bağlılık geleneğini temsil etmeyi esas almıştır. Yeniliğe ve değişime karşı direnç, İslâm dünyasında, ilk dönemlere nispetle yeni olan her şeyi bid’at şeklinde damgalayarak reddetme eğilimini erken dönemlerden itibaren ortaya çıkarmış; Asr-ı Saaadet miti böylece oluşma yolunu tutmuş ve hemen hemen hicrî dördüncü yüzyıldan başlayarak içtihat kapısının kapanması anlayışı egemen olmaya başlayarak, taklitçilik ve şekilcilik kendini güçlü bir biçimde belki zamanımıza kadar göstermiş ve sürdürmüştür. Gerçi her toplumda olduğu gibi İslâm dünyasında da değişim en azından birikici bir tarzda süreklilik göstermiştir. Ama çeşitli 148 Müzakere iç ve dış dinamiklerin etkisi altında değişimin artmaya başlaması ve özellikle de Moğol istilâsının sebebiyet verdiği toplumsal karmaşa ve endişe daha miladî 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında İbn Teymiyye’yi yeni olan şeylerle mücadele ederek Kur’ân ve sünnete dönüşün bayraktarlığını yapmaya yöneltmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda ise önce Vahhâbîlik ve sonra da Selefiyye hareketi ve bir ölçüde modernizm, toplumsal değişmeler sebebiyle aslî safiyetinden uzaklaştığını düşündükleri Müslümanlığı, ilk dönemlerin saf, katıksız İslâmiyet’ine döndürme girişimleri olarak muhafazakâr eğilimlerini kuvvetle ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte Osmanlı dönemi boyunca da Türk toplumu içerisinde din ve özellikle de 16. yüzyıldan itibaren Sünnî karakteri ağır basan Medrese’nin temsil ettiği resmî ve kuralcı Müslümanlık anlayışı da geleneksel formu altında kendini göstermiş, muhafazakâr bir işlevi üstlenmiştir (Günay, 1997). Böylece ilk dönemde güçlü bir değişim faktörü olarak karşımıza çıkan İslâm, gelenekselleşmesine paralel olarak bu defa da değişim karşısında muhafazakâr bir tutumla hareket edebilmektedir. Şunu vurgulamak gerek; Hz. Peygamber’in davetinin içeriği, o günkü Arap toplumunun ve dünyanın süper güçleri de dâhil pek çok toplumun hayat tarzına göre çok büyük yeniliklerle yüklüydü. Denilebilir ki, onun peygamberlik dönemi, yeniliklerle, yeni olanlarla dolu bir zaman dilimini oluşturmaktadır. Elbette bir gelenek vardı, maruf geleneği. Bu gelenek, Hz. Muhammed tarafından tabi ki devam ettirilmiştir. Ama getirdiği şeyler, o toplum için yeni olduğu gibi, yeni olan, yeni gördüğü şeylere de önyargılı bakmamış, üzerinde düşündükten sonra kabul veya reddetmiş, iyi ise kabulde tereddüt etmemiştir. Bu bağlamda Mescid-i Nebevî’de kandil yakma olayına, Hendek kazmaya vs. yaklaşımı zikre değerdir. Hz. Peygamber’in yeniye bakışı esas alınırsa, günümüzde bid’at konusunun yeniden ele alınması ve insanların İslâm’a aykırı olmayan yeni şeyleri kabul etmelerinin “bid’attir” diyerek önüne geçilmemesi gerektiği düşüncesinden hareketle yeni olan fikir, görüş ve yaklaşımlara bakmanın daha isabetli olduğunu düşünüyorum. Bid’at yaklaşımı yeniliklerin önünü kapatmamalıdır. Peygamber, yenilikçidir. Sahabenin Hz. Peygamber’in sünnetine yaklaşımında da yenilikçilik esastır. Hz. Muhammed’in Sosyal Değişim Modelinde İlkeler 1. İslâm Peygamberi’nin toplumsal değişim modelinde öncelikle Kur’ân’ın çizdiği yönde (2/Bakara, 143) orta yolu takip etme, vasat ümmet olma, ifrat ve tefritten uzak durma ilkesi belirleyicidir. Bu ilkeye göre gerçekleşen değişimde değişim adına her şeyi yakıp yıkma yoktur. Her şeyin ortasını, mutedilini bulma geçerlidir. Kur’ân, değişimi savunur, ama süreklilik durumu olan konuları tereddütsüz kabul etmeyi ister ve nitekim kendisini de önceki kitapları tasdik edici ve koruyucu olarak tanımlar (2/Bakara, 41, 91, 97, 101; 3/Âl-i İmrân, 50; 4/Nisâ, 47; 6/En’âm, 92). İkinci Oturum/İkinci Bölüm 149 Hz. Peygamber, önceki uygulamaların bir kısmını almış, birçoğunu değiştirmiştir. Hz. İsa da aynısını yapmıştır. Kur’ân’da belirtildiğine göre (3/Âl-i İmrân, 50) Hz. İsa, Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve de bazı hükümleri değiştirerek haram kılınan bazı hususları helâl kılmak üzere gönderilmiştir. Bu, Hz. Peygamber’in değişimde orta yolu tuttuğunu göstermektedir. 2. Hz. Muhammed’in değişim ilkelerinden biri de, güzel ahlâkî esaslara riayettir. Değişim adına her türlü yenilik ve değişiklik, Hz. Muhammed’in kabul ettiği bir yöntem değildir. Değişim adına her türlü araç caiz görülmemiştir. Hz. Peygamber, her zaman “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” hadisinde ifadesini bulan güzel ahlâk ilkesini esas almış ve Müslümanlara bu konuda da en güzel örnekliği göstermiştir. Denilebilir ki, onun toplumsal değişim faaliyeti toplumda güzel ahlâkı ikame etme faaliyetidir. Nitekim onun Yemen’e vali olarak atandığı için buraya gitmek üzere yola çıkarken Muâz b. Cebel’e “Ey Muâz b. Cebel! İnsanlara karşı ahlâkını güzelleştir” hadisinde belirtilen şey, bireyden başlayarak toplumun güzel ahlâk sahibi haline getirilmesidir. 3. Tedricilik. Peygamber, değişim adına bir tür modern devrim gibi yıkıp yakmayı tercih etmemiştir. O yıkmayı değil, yapmayı esas almıştır. Bu, Peygamberimizin sosyal değişme yaklaşımını, herhangi birinden ayıran en önemli hususiyetlerden biridir. 4. İstikrar. Değişim projesinde Hz. Muhammed, mümkün mertebe toplum içinde kriz çıkmamasına çalışmıştır. Elbette onun değişim projesi köklüydü, fakat toplumsal krize yol açacak bir yöntemi de benimsememiştir. 5. Peygamber, iradî değişim yaklaşımıyla kaderci yaklaşımı reddeden bir tutum içinde olmuştur. 6. Zulüm yapmamak. 7. Planlı değişim modelini izlemek. 8. Toplumsal şartları dikkate almak. 9. Kolaylaştırmak. 10. Sabır; aceleci olmamak. 11. Kendine güven II Vejdi Bey, İslâm Peygamberi’nin sünnetini “değişim ve süreklilik” çerçevesinde ortaya koymaya çalışmaktadır. Özetle tebliğde savunulan şey, sünnetin sosyal anlamda değişim ve sürekliliği kendi içinde birlikte barındırdığı hususudur. Esasen konuya bu şekilde yaklaşım oldukça önemlidir. Ancak konunun daha iyi geliştirilmesi bakımından şu hususların üzerinde düşünülmesinde fayda vardır: 1. Bildiri sahibi demektedir ki: “Burada irtibat kurulmak istenen iki husus, İslâm’a ait sünnet kavramı ile Sosyoloji’nin temel kavramlarından biri olan sosyal değişmedir.” Bu cümlede “İslâm’a ait sünnet” ifadesi yerine 150 Müzakere “İslâmî ilimlere ait sünnet” demek daha doğru olur. Aksi halde İslâm dini ile Sosyoloji birbirinin karşısına konuluyor demek olur. 2. Tebliğci “Bu bildiride de esas inceleme konusu, tarihsel anlamda sünnet ve değişim ilişkisi olacaktır. Fakat konu incelenirken, yaklaşımımızın daha net ayırt edilebilmesi ve bugüne yönelik bir açılım sağlayabilmesi için günümüzdeki bazı algılama biçimlerinden hareket edeceğiz.” demektedir. Ancak “tarihsel anlamda sünnet ve değişim ilişkisi”nden ne kastedildiği belli değildir. Ayrıca konu sadece Hz. Muhammed dönemiyle sınırlı gözükmektedir. 3. Denilmektedir ki: “İlk bakışta, bu ikincisinin yani sünnetin günümüzde sosyal değişimle ilişkisini ele almak güç ve belki de anlamsız görünüyor. Günümüzün şartları her hâlükârda on dört yüzyıl öncesinin şartlarından çok farklıdır ve üstelik pek çok Müslüman millet Arap olmayıp farklı bir etnik yapıya mensuptur. Ancak bugünün dinî hareketlerinde sürekli olarak “nebevî metot” denilen bir hareket şekline vurgu yapılıyor.” Burada tebliğci, sünnetin günümüzde toplumsal değişimle ilişkisinin anlamsız olduğunu mu savunuyor yoksa başka bir şey mi demek istiyor, açık değil gibi. Bu açıklansa iyi olacaktır. 4. Tebliğde sonuca gidilmemiştir. “Elimizdeki bilgilere ve –geleneksel âlimlerimizin yaklaşımına- göre bu tür bir sosyal mucizeden ziyade bir tedriciliğin olduğunu söylemek daha uygun olur. İslâm öncesi döneme ait olan aile, siyaset, ekonomi vb. kurumlara ait davranış kalıpları kimi tamamen kimi de kısmen kabul edilerek, kimi ise reddedilerek ama bir bütün içinde baktığımızda “değişim ve süreklilik” diyebileceğimiz bir tarzda gelişme göstermiştir. Kanaatimizce siyer ve sünnetin bu şekilde yorumlanması, gerek on dört yüzyıllık İslâm tarihindeki gelişmeleri anlamak ve gerekse günümüzde karşılaştığımız yeni problemlere cevap verebilmek konusunda bize daha sağlıklı düşünme imkânı verecektir.” denmektedir. Ama böyle bir yorumun yeni problemlere ne şekilde çözüm getirebileceği bir kaç örnekten hareketle ele alınsa, tebliğin bir sonuca ulaşması mümkün olurdu. 5. Tebliğde ne denmek istendiği açık değil. Değişimi ele alan yaklaşımlara bakıldığında zaten her şeyin değiştiği savunulmaz. Ayrıca bazı modern İslâmî düşünce akımlarında İslâm’ın devrimci yönünün savunulmasıyla değişmeyenlerin olmadığı söylenmiş olmuyor. 6. Hz. Peygamber’in devrimciliğinin bugünkü zaviyeden bakılarak savunulmasının yanlışlarına temas edilirken sünnetin genelde geleneksel anlamda anlaşılma biçimiyle durağanlık olarak vücut bulup bulmadığından bahsedilmemiştir. Bu tebliğde sünnet ve değişim, Peygamber’in değişim yönüne rağmen sünnetin değişme karşısında statikliği temsil etmesi açısından ele alınsa daha iyi olabilir. Sünnet ve değişim konusu ele alınırken her hâlükârda değişim vurgusuyla ele alınmalıdır. Öyle ki Hz. Muhammed, “Tevhidi kabul edin, Lâ ilâhe illallah deyin, İran ve Bizans sarayları İkinci Oturum/İkinci Bölüm 151 sizin olacak!” hadisiyle tevhidi kabul etmekle ne kadar büyük bir değişim ve dönüşümün gerçekleşeceğinin haberini veriyordu. 7. Toplumsal değişme konusu ele alındığı halde sosyoloji kaynaklarının azami ölçüde ihmal edildiğini görmekteyiz. İbn Haldûn, burada olmalıydı, Batılı sosyologların sosyal değişme yaklaşımlarına başvurulmalıydı. 8. Sosyolojinin kaynakları hemen hiç kullanılmadığı gibi klasik İslâm kaynakları da kullanılmıyor. Sünnet, siyer ve hadis kitaplarına bakmak böyle bir tebliğ metninde elzem olsa gerektir. Ayrıca hadis metinleri hiç değerlendirilmemiş. Acaba hadislerde değişim nasıl işlenmektedir, buna bakılabilirdi. Ayrıca sahabenin Hz. Peygamber’in değişime ilişkin davranışlarına bakışı ele alınabilirdi. 9. Hz. Peygamber’in devrimciliğini savunan yaklaşımlara ihtiyatla bakmak gerektiği doğrudur. Gerçekten de Hz. Peygamber’in devrimci olduğunu söylerken dikkatli olmalıdır. Günümüzün devrimci hareketlerine bakıldığında toplum içinde pek çok şiddet, terör, katliam yaşanabildiğini görebiliriz. Oysa Hz. Muhammed’in değişim projesinde mümkün mertebe kriz çıkmamasına, alternatifsiz bir keşmekeşliğe düşülmemesine dikkat edilmiştir. Müslümanlarca öldürme vs. kolay kolay olmamıştır. Belirtilmelidir ki, Hz. Muhammed, her ne kadar değişimde temel bir faktör olarak din kategorisinde değerlendirilse de toplumsal şartlardan hiç etkilenmediği anlamına gelmez. O da verili bir tolum içinde yaşamış bir insan olarak toplumunun sosyal, kültürel, siyasal vs. bağlamından etkilenmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed’in zaman zaman toplumsal şartlardan “yanlış” etkilendiği olmuştur. Örneğin Abdullah İbn Ümmi Mektûm olayında durum böyledir. Âyetle durum düzeltilmiştir. Sonuç olarak “devrimci Peygamber” nitelemesine dikkatle yaklaşmak gerek, bu doğru. Ancak Hz. Peygamber’in “inkılâpçılığı” da göz ardı edilmemelidir. O, gerçekten de köklü değişim gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla devrimciliğe ihtiyatla yaklaşılması, Hz. Muhammed’in büyük değişimciliğini görmeye ve kabul etmeye engel olmamalıdır. Sahabenin bazen bilmediği için Cahiliye âdetlerini devam ettirme girişimi karşısında Hz. Peygamber’in davranışı yine onun büyük değişimciliğini göstermektedir. Vejdi Bey, sahabenin Ahmesîlik örneğini getiriyor, ama bu, sahabenin o davranışının yanlışlığını ortaya koyan ve doğrusunu gösteren Hz. Peygamber’in köklü değişimciliğini ortaya koyuyor. 10. Bu değişim zaviyesinden bakıldığında Vejdi Bey’in önerdiği “sosyal akışkanlık” kavramı, yerine oturmamaktadır. Bu kavramsallaştırmayla, Hz. Peygamber’in köklü değişimini ve inkılâbını ifade etmek mümkün gözükmemektedir. Hz. Muhammed planlı bir toplumsal değişim projesine sahipti ve bu projeyi hayata geçirdi. Ne yaptığını bilerek hareket ediyordu. Bu kavram, belki toplumun kendiliğinden değişimini ifade edebilir, ama yine de sorunlu bir kavramsallaştırmadır bu. Son çözümlemede sosyal akışkanlık, ne toplumsal değişme ne de devrim kavramının yerine kullanılacak anlam içeriğine sahiptir. 152 Müzakere Sonuç Peygamberin hedefi, bir toplumu değişimine önderlik etmekti. Nitekim o, değişim konusunda başarılı oldu ve gönderildiği toplumun değişimini gerçekleştirdi, “inkılâp” diyebileceğimiz köklü değişimlerde bulundu. Peygamberler, toplumları değiştirmek üzere gelirler. Ama ilginçtir, değişim projelerini hayata geçirirken hem toplumun kurulu anlayış ve sisteminin atacılığa dayandığını ve bunun toplumun düzelmesine engel teşkil ettiğini, toplumun güzel ahlâka dayalı olmasına mâni olduğunu düşünür ve atavizme karşı çıkarlar, hem de toplumun geleneksel peygamberî çizgiye, ahlâkî erdemlere tekrar kavuşmasını isterler. Peygamber Efendimizi anlamada da bu nokta oldukça önemlidir. Peygamber’in yaklaşımında değişim var, ama kötü olandan iyi olana, asla, öze doğru bir değişim var. O halde peygamberî değişim modelinde pozitivizmin “ilerlemeci” yaklaşımının tersine toplumun ahlâkî temelde mutluluğu esas olmaktadır. Bu şekilde anlaşıldığında, Kur’ân’da ele alındığı biçimiyle değişim modelini Hz. Peygamber’in bize kendi hayatında göstermiş olduğu görülür. Son peygamber olarak Hz. Peygamber’in hayatından çıkarılacak en önemli hususlardan biri de zaman içinde gerektiğinde değişimin yapılmasıdır. Hz. Peygamber’in kendinden önceki şeriatlarda yaptığı bazı değişiklikler de bunu açıkça göstermektedir. Sonuç olarak yukarıda ifade edilen hususlar çerçevesinde konunun ele alınması, “Sünnette Değişim ve Süreklilik” konusunun daha iyi ve etraflı ortaya konulması bakımından faydalı olacaktır. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. Kaynakça Chalfant, H. Paul -Beckley, Robert E.- Palmer, C. Eddie (1987), Religion In Contemporary Society, 2. bs., California: Mayfield Publishing Company. Günay, Ünver (1997), “Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Din”, Türk Yurdu, Sayı: 116-117, Nisan-Mayıs, ss. 80-89. Hasan, Hasan İbrahim (1985), İslâm Tarihi, c. 1, Çev. İ. Yiğit-S. Gümüş. İstanbul: Kayıhan Yay. Okumuş, Ejder (2002), Kur’ân’da Toplumsal Çöküş, 2. bs., İstanbul: İnsan Yay. Okumuş, Ejder (2003), Toplumsal Değişme ve Din, İstanbul: İnsan Yay. Sezer, Baykan (1981), Toplum Farklılaşmaları ve Din Olay, İstanbul: İstanbul Ü. Edebiyat F. Yay. Wach, Joachim (1987), Din Sosyolojisine Giriş, Çev. Battal İnandı, Ankara: Ankara Ü. İlâhiyat F. Yay. Watt, W. Montgomery (1997), İslâmî Hareketler ve Modernlik, Çev. Turan Koç, İstanbul: İz Yay. WEBER, Max (1964), The Sociology of Religion, İng. Çev. Ephraim Fischoff, Boston: Beacon Press. 153 DEĞERLENDİRMELER Yrd. Doç. Dr. Hayati Yılmaz: Öncelikle değerli arkadaşımız Enbiya Bey’e çok teşekkür ediyorum değerli katkılarından dolayı. Hz. Peygamber’in peygamberlik öncesi hayatından bahsederken ismini kullanmamdan böyle bir tepki alacağımı açıkçası bekliyordum. Buna rağmen böyle bir şey yapma cesaretini, yine Hz. Peygamber’in hoşgörüsüne sığınarak aldığımı ifade etmeliyim. Yani özür dilediğimi de kendisinden de, sizlerden de, bahsetmiştim. Peygamberlikten önce Hz. Ebû Bekir de, Hz. Osman da, başkaları da kendisinden Muhammed diye bahsediyorlardı. Ve sadece, o dönemi vurgulamak amacıyla böyle bir şey yaptığımı söylüyorum. Yoksa onun dışında ben de bu olayları başka yerlerde anlatırken, elbette ki Peygamber Efendimizden bahsederken Hz. Peygamber demeye, salâvat cümlelerini kullanmaya özen gösteriyorum. Bu konudaki hassasiyetine de ayrıca teşekkür ediyorum. Gelen sorular içerisinde oldukça geniş düşünülmesi gereken, din-ahlâk ilişkisini soran kardeşimiz var. Bu konunun buradan anlatılması, anlaşılması zaten hem yapamayacağımız bir şey, hem de sınırları aşar. Ancak “Dekart’ın, ahlâkı yazamadan ölmesinden hareketle siz Hz. Peygamber’in ahlâkını anlatabilir misiniz” diyor. Yani Dekart yapamadığı için değil belki, ama ben anlatamayacağım için anlatamayacağımı söylüyorum. Yoksa Hz. Peygamber’in ahlâkını, en yüce, en güzel ahlâkı anlatmak elbette ki kimsenin hakkıyla yapabileceği bir şey olmasa gerek. “Hz. Peygamber’in kişisel özelliklerinin nebi oluşuna veya olacak olmasına etkisi var mıdır?” diye bir soru var. Yani elbette ki vardır. Zira “Daha Âdem çamurken ben peygamberdim” diyor Hz. Peygamber bir hadiste. Yani, neticede son olarak onun peygamberlik öncesinde de peygamber olacak şekilde yetiştirildiğini biz öğreniyoruz. Ama açıkçası, kendisi de kırk yaşına kadar bunun farkında değil görünüyor, siyer kitaplarından okuduğumuz kadarıyla. Bu böyle anlaşılıyor. Onu bu haliyle, doğrudan kişiliğiyle değerlendirmemizin daha makul olacağını düşünüyorum. Hz. Peygamber’e benzeyen, yani peygamberlikten önce onun özelliklerini taşıyan başka insanlar yok muydu o toplumda? Belki vardı; ama onun gibi mükemmeli yoktu. Bunu açıkça, rahatlıkla söyleyebiliriz. 154 Değerlendirmeler “Hz. Peygamber’in kişiliğiyle sünnetini nasıl ayırabiliriz?” diye bir soru var. Peygamber olduktan sonra ayırmamız gerçekten zor. Yani ben de bunu yazarken acaba mı diye düşünmüştüm. Ama peygamber olmadan önceki hayatında sünneti yok; dolayısıyla kişiliği var. Var olan o kişiliğini peygamberlikten sonraki hayatında da vurgularsak, bazı şeyleri daha kolay anlarız diye, ayrıca açıkça yazdık. Yoksa hadisçilerin tanımına göre Hz. Peygamber’e ait olan her şey onun sünnetidir zaten. Evet, diğer soruların cevaplandırılması süreyi aşacak. Takdirleri ve soruları için teşekkür ediyorum kardeşlerimize. Tekrar teşekkür ve saygılarımı sunuyorum. Yrd. Doç. Dr. Vejdi Bilgin: Ben de Ejder Hocama teşekkür ediyorum. Tabi Ejder Bey’in hemen hemen tüm din sosyologlarının temel problemi olan toplumsal değişme üzerine yazılmış müstakil bir çalışması da var, eseri de var. Yani o açıdan Türkiye’de bu noktada yazan az sayıdaki din sosyologlarından; bu yüzden teşekkür ediyorum. Şimdi, tabi bizim zihnimizdeki peygamber imajı… O yüzden Türkmenistan’la başladım. Sonra modern birtakım algılar, popüler birtakım söylemler bir araya geldiği zaman; mesela iki yüz sene önce bir âlimin asla düşünemeyeceği, hiç aklına gelmeyeceği, kullanmayacağı bir şey kullanıyoruz. İşte, devrim meselesi… Pek çok soru gelmiş de devrim konusunda, o yüzden bunu söylüyorum. Hiçbir kitapta böyle bir şey bulamazsınız. Nerede bulabilirsiniz? İhvân-ı Safâ’da bulursunuz. İhvân-ı Safâ da devrimcidir. Bizim kullanmaktan çekindiğimiz manada devrimcidir. Şimdi ben -yani bunu öylesine kullanabiliriz ama- toplumsal anlamda düşündüğümüz zaman bu kelimenin sosyolojik olarak bile müphem bir kelime olduğunu, bir şey ifade etmediğini söylüyorum. İkincisi; vakıaya baktığımız zaman evrim, aslında sadece idealdedir. Tarihteki bütün devrimleri inceleyin. Kaldı ki, 1600lü yıllarda İngiltere’deki devrimler, adı devrimdir ama bir iktidar değişikliğidir, başka bir şey değildir. Fransız Devrimi’ne bakın, daha sonraki devrimlere bakın; devrimde öngörülen hangi şeyler gerçekleşmiştir? Bir kısmı gerçekleşmiştir, pek çoğu gerçekleşmemiştir. Fransız İhtilâli 1789’da aynı zamanda Katolik Kilisesi’ne karşı yapıldı. Ama Napolyon 1801 yılında, Vatikan’da konkordato imzaladı. “Tamam” dedi “rahipleri siz tayin edin, papazları, din eğitimini siz yapın ama onlar da bize bağlılık yemini etsin.” Devrimin etkisi daha 12 yılda İkinci Oturum/İkinci Bölüm 155 sona erdi. Kaldı ki, daha sonra Napolyon kendi hükümdarlığını ilân etti. Rus devrimine bakın, diğer devrimleri inceleyin; tam anlamıyla gerçekleşen hiçbir devrim yoktur. Bunu, böyle muğlâk bir kavramı tutup da Hz. Peygamber’in yöntemini, metodunu anlamak için kullanamayız. Tabi Seyyid Kutub konusunda sorular var. Ben Seyyid Kutub’un bunu sosyolojik anlamda söylediği kanaatinde değilim. Çünkü o bu noktalarda bağımsız bir insan. Didaktik bir amaçla, öğretici, eğitici bir amaçla bunu söylemiştir. Bu yöntemin başarılı olup olmama mevzuu, apayrı bir mevzu. Burada, bizim çıkaracağımız bazı sonuçlar da var, geçmişe yönelik bir hesap olarak. Efendim, şimdi bir toplum ve artık buna ister İslâm telâkkisi, İslâm anlayışımız, fıkıh anlayışımız diyelim, zaman zaman bazı noktalarda gerilim görüyoruz. Ne gibi gerilimler? Meselâ yüzyıllar boyunca âlimlerimiz boş zaman olgusunu kabul etmemişlerdir. Boş zaman hadislerde geçen bir meseledir. Bütün fıkıh kitaplarına bakın, ilmihallere bakın; meselâ tavla oynamak denilen hadise en azından mâlâyani olduğu için, zarla oynandığı için, kumara vesile olduğu için vs. birtakım sebeplerle haram olarak, tahrimen mekruh olarak kabul edilmiş. Ama on dört yüzyıldır hiçbir Müslüman toplumundan da tavla eksik kalmamış. Elbette ki ilâhiyatçı, inandığı ideal ahlâkî ilkeler çerçevesinde toplumu dönüştürmeye, değiştirmeye olumlu yönde kanalize edecektir. İlâhiyatçılar, eğitimciler, siyasetçiler, hukukçular böyledir. Onlar olması gerekenle ilgilenirler. Ama toplumun mevcut yapısını da göz önüne almak lâzım. Bazı çabalar, bu yüzden beyhude olarak ortaya çıkıyor. Şununla bitireyim: Bazı örnekler verdi Mehmet Görmez Hocam. Bakınız, cahiliye dönemindeki aile konusunda bazı değişiklikler yapıldı. Ne gibi? Çok az olmakla birlikte: Soylu bir erkekten çocuk sahibi olma uygulaması reddedildi. Fuhuş reddedildi, mut’a nikâhı tedricen kaldırıldı. Ama onun haricinde tefvizi talâk, velîme, hıtbe, muhâlaa, îlâ, kefâet, denklik prensibi… İslâm’ın temel mantığıyla hiç uyuşturamazsınız. Niye soylu olmayan bir erkek soylu olan bir kızla evlenemesin? Allah indinde bunlar eşit değil midirler? Takva değil midir ölçü? Ama İslâm hukukçusu toplumun pek çok noktada gerçekliğinin de farkında. Evlenemez bunlar. Evlilik yürümez. Çünkü insanlar sadece akıllarıyla değil, aynı zamanda duygularıyla hareket ederler. 156 Değerlendirmeler Prof. Dr. Mehmet Görmez: Efendim, ben de birkaç teşekkür, bir iki değerlendirme ve bir dua ile noktayı koymaya çalışacağım. Öncelikle dinleyicilere çok teşekkür ediyorum. Gerçekten, biz Ankara’da büyük büyük başlıklar altında sempozyumlar tertip ediyoruz; ama böyle canlı bir dinleyici grubu hiç bulamıyoruz, göremiyoruz. Onun için, Konya’daki özellikle bu genç hanımefendileri ben tebrik ediyorum, teşekkürlerimi sunuyorum. Ve onlar adına, eğer izin verirlerse, bir değerlendirme yapmak istiyorum. Ayrıca tabi ki öğleden bu yana dinlediğimiz bütün hocalarımıza teşekkürlerimi arz ediyorum. Hep önemli noktalar üzerinde durdular. Fakat tamamını, kendimi bir dinleyici yerine koyarak, sorulardan ve gelen bazı notlardan da cesaret alarak, tamamını değerlendirdiğimizde: Biz bu tür toplantılarda günün sonunda bir hâsılat hesabı yapmak durumundayız. Acaba nasıl bir hâsılat elde ettik de evimize gidiyoruz diye, her birimizin düşünmesi gerekiyor. Bu açıdan düşündüğümüzde bugünkü hâsılatımızı özetlemek istiyorum. Bugünkü hâsılatımız, sempozyumumuzun üst başlığını düşünürsek, Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü başlığını düşünecek olursak, bir ilk dönem tahlili oldu. Biraz sosyolojinin, sosyal bilimlerin değişim, gelişim, dönüşüm gibi, ıslahat gibi, devrim gibi, karizma gibi birtakım kavramlarını da kullanarak bir ilk dönem tahlili oldu. Yani sünnetin ve Hz. Peygamber’in şahsiyetinin ilk Medine İslâm toplumunda nasıl bir değişim meydana getirdiği, nasıl bir dönüşüm oluşturduğu. Daha çok bu konular üzerinde yoğunlaştık. Ama oturumumuzun Sünnetin Öngördüğü Fert ve Toplum Modeli şeklindeki başlığı açısından düşündüğümüzde; bir arada, bir Konyalı ticaret adamının bana ifade ettiği gibi, -gitti mi bilmiyorum, göremiyorum kendisini- “Biraz Medine pazarından Konya pazarına gelemez misiniz hocam?” dedi. Yani, daha çok belki bugün, dinleyicilere nasıl bir fert ve toplum modeli sunabiliriz, o günden bugüne nasıl getirebiliriz, nasıl gelebiliriz? Bu açılardan düşündüğümüzde zannediyorum henüz bu konudaki bazı eksikliklerimizi yarınki hocalarımızın tamamlamasını bekleyeceğiz. Ancak ilim iğneyle kuyu kazmak gibidir. Hakikaten ilk dönemi tahlil etmek açısından son derece önemli değerlendirmeler yapıldı. Ben bütün hocalarımıza sizler adına da teşekkür etmeyi bir vazife addediyorum. Ve Hz. Peygamber’i, Sevgili Peygamberimizi saygı ve tazim ile yâd ederek İkinci Oturum/İkinci Bölüm 157 onun şefaatini dileyerek ve onun örnek hayatını kendi hayatımıza taşımada Rabbimizin bize yardımcı olmasını niyaz ederek sözlerimi bitiriyorum. Hepinize saygılar sunuyorum. Bakınız, aile kurumu neredeyse olduğu gibi bize aksetti. Ama biz bugün, işte bu muâhatta hanımını boşama konusu vs. ortaya çıktı, o dönemki Arap yapısından biraz daha farklı düşünüyoruz; ama düşüncemiz ve yapımız İslâm’ın da dışında değil netice itibariyle. Efendim, ben kısaca bunları söyleyeceğim. Bir iki soru vardı ama onları belki özel alabiliriz. Teşekkür ederim. ÜÇÜNCÜ OTURUM SÜNNETİN BİREYSEL VE TOPLUMSAL HAYATA İNTİKALİ: PROBLEMLER VE ÇÖZÜM YOLLARI Oturum Başkanı Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 1. Tebliğ Sünnetin Güncel Yorumu: Kıyamet Alâmetleri İle İlgili Hadislere Verilen Anlamlara Eleştirel Bir Bakış ve İlgili Hadislerin Anlaşılmasına Yönelik Farklı Bir Teklif Prof. Dr. Talat Sakallı Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Prof. Dr. Ahmet Yücel Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 2. Tebliğ Sünnetin Hayata İntikalindeki Gerilim Noktaları, Açmazlar Ve Problemler Prof. Dr. Salahattin Polat Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 3. Tebliğ Temel Hadis Kaynaklarının Çevirileri Üzerine Bir Kritik Doç. Dr. Bünyamin Erul Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Prof. Dr. Abdullah Aydınlı Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 4. Tebliğ Modern Dönem Hadis Yorumculuğunda “Ben Merkezli” Yorum Doç. Dr. Ayhan Tekineş Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Müzakere Doç. Dr. İbrahim Hatiboğlu Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerlendirmeler ÜÇÜNCÜ OTURUM SÜNNETİN BİREYSEL VE TOPLUMSAL HAYATA İNTİKALİ: PROBLEMLER VE ÇÖZÜM YOLLARI Oturum Başkanı Prof. Dr. Cemal SOFUOĞLU Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Bismillâhirrahmânirrahîm Sevgisi, şefkat ve merhameti her şeyi, kuşatan Allah’ın adıyla. Bu besmeleye bizim verdiğimiz bir tercümedir, mealdir: “Sevgisi, şefkat ve merhameti her şeyi kuşatan Allah’ın adıyla.” Sayın Vali Yardımcımız, Hanımefendiler, Sevgili Öğrenciler, Değerli Meslektaşlarımız, Bu sabahki ilk oturumu hayırlı, faydalı olması ve bize gerekli dönüşümü ya da gelişimi sağlaması konusunda bir adım olması dileğiyle açıyorum. Birkaç kelime söylemek isterdim, ancak bunu sonuna bırakmak istiyorum, vakitten biraz kazanmak istiyorum, çünkü 15 dakika geç başlıyoruz. İlk tebliğcimiz, Talat Sakallı Hocamız. Talat Bey Hocamız Isparta İlâhiyat Fakültesi’nde çalışıyor. Ve kendisine de şifalar dileyelim, hava biraz çarpmış, tebliğini okuyunca istirahat etmesi için kendisine izin vereceğiz. Peki, buyurun Talat Bey. 1. TEBLİĞ SÜNNETİN GÜNCEL YORUMU: KIYAMET ALÂMETLERİ İLE İLGİLİ HADİSLERE VERİLEN ANLAMLARA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ VE İLGİLİ HADİSLERİN ANLAŞILMASINA YÖNELİK FARKLI BİR TEKLİF Prof. Dr. Talat SAKALLI Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dünyada kurulmuş beş büyük medeniyetten birini teşkil eden İslâm medeniyetinin dünya siyasetinden medeniyetlerine, iktisadî yapılarından ilmî ve ahlâkî gelişmelerine, felsefe ve düşünce hayatından hukuk ve din anlayışına kadar birçok alanda önemli bir tesiri hatta katkısı olduğu gerçeği günümüzde kabul görmüştür. Şüphesiz bu muazzam medeniyetin ana yapısını sünnet şekillendirmiştir. Sünnetin evrensel boyutu ile paralel, Kur’ân ve İslâm’ın genel ilkelerine uygun, rasyonel ve dar kalıplardan kurtarılıp, aşırılıklardan uzak yorumlanabildiği ve güncellenebildiği ölçüde Müslüman toplumların önü açılmakla kalmamış, dünya medeniyetlerine de katkı sağlamıştır. Fakat ne zaman taassup ve iç çekişmeler (siyasî, mezhebî, bölgesel ve ırkî kaygılar) Müslümanların basiretini bağlamış, yorum ve anlayışta peşin fikir ve baskın düşüncenin etkisi altında kalmışsa, o andan itibaren başka kültür ve medeniyetler lehine kan kaybetmiş ve liderliğini elinden kaçırmıştır. Biz bu kabulümüzden hareketle, dinî kültürün oluşumunda, dünyayı algılamasının kıyamet anlayışına oturmasında hadislerin ne gibi katkısının olduğunu, bir örnekten hareketle irdelemeye çalışacağız. Halk kitlelerinin eskiden beri her hâdiseyi; müspet veya menfi gelişmeyi “ahir zaman” ifadesiyle veya “kıyamet alâmeti” olarak nitelemesi, belli yaştaki insanımızın sürekli bir kıyamet beklentisi içerisinde olması, özellikle hicrî olsun, miladî olsun sıfırlı veya beşli rakamlarla ifade edilen senelerde1 veya ———— 1 Meselâ, hicrî bin yılının hemen öncesinde, 911 yılında vefat eden Süyûtî, devrinde “ekâbir-i ulemâ” arasında kıyametin bin yılında kopacağına dair büyük bir beklentinin olduğunu ve bu konudaki tartışmaları kendisinden soran kişiye cevap mahiyetinde, “Bu ümmetin bin yılını geçeceğine” dair bir risale yazarak, bu beklentinin boş olduğunu, rivâyetlere dayanarak izaha çalışmıştır. Ancak kendisi de çok açık olmamakla birlikte bu müddetin 1200 seneyi geçmeyeceğini îmâ etmiştir. (Süyûtî, el-Keşf an Mücâvezeti Hâzihi’l-Ümmeti el-Elf, (elHâvî li’l-Fetâvî içinde), II. 103- 105, 110, Beyrut, 1414/1994). Bizim yaşımızdaki insanlar da Üçüncü Oturum 163 büyük felâketlerden sonra kıyamet senaryolarının belli zaman tayini ile gündeme gelmiş olması keyfiyeti, psikolojik ve sosyal sebeplerin yanında rivâyetlerimizden ve rivâyetlere yüklenen yanlış anlamlardan da kaynaklanmaktadır. Bu anlayışı etkilemesi çerçevesinde hadislerde sözü edilen kıyamet alâmetlerinden, kâinatın kozmik ve fizikî dengesinin bozulacağına ve yok olacağına işaret eden rivâyetler müstesna, kıyamet alâmetlerinden bahseden hadislerin büyük çoğunluğunun “dinî ve ahlâkî yozlaşmayla ortaya çıkabilecek olan toplumsal yok oluş veya çöküş mahkûmiyetini ifade ettiğini” ortaya koyan deliller pek çoktur. Çünkü Hz. Peygamber’in bazı kelimelerle ifade ettiği kıyamet merkezli uyarılarının, “kevnî kıyamet: küresel kıyamet” şeklinde anlaşılmasının yerine “toplumsal kıyamet” veya yeni kullanılan bir tabir olarak “kıyâmet-i vustâ” şeklinde anlaşılmasının, konu hakkındaki hadislere ilişkin birçok problemin çözülmesine yardımcı olacağını düşünüyoruz. Aynı şekilde “gaybî hadisler” etrafında oluşmuş birçok yanlış veya yanlı fikrin de çözülmesine katkı sağlayabileceği kanaatini taşıyoruz. Bu “tezimizi” de Cibrîl hadisindeki “eşrâtü’s-sâat” bağlamında sorgulamaya çalışacağız. Bu çerçevede şu soruların cevabını tartışmaya açmaya çalışacağız: Kıyametin kopma anı kesinlikle ileri veya geri alınamayacağına göre, kıyamet alâmetleri olarak ifade edilen hadislerinde Hz. Peygamber’in ferdî ve ictimaî alanlarda ahlâkî bozulmaya karşı ümmetini uyarmasının anlamı nedir? İnsanlar bu uyarılara tamamen riayet ettiklerinde kıyameti erteleyebilme iktidarında mıdırlar? Böyle değilse, o zaman Hz. Peygamber’in bu tebliğlerinin kıyametin kopması açısından ne anlamı kalır? Şayet bu uyarılar ahirete hazırlık bağlamında zikredilmiş ise, o zaman her insan için daha yakın olan kendi kıyametine, yani ölümüne hazırlıklı olmanın farkı nerede kalacaktır? Ayrıca kıyamet alâmetlerine konu olan birçok fenomen dinen yasak olmadığı halde kıyamet alâmeti olarak zikredilmesinin anlamı nedir ve bu mahiyette zikredildiği için dinî bir yasağı ifade eder mi? (Deve çobanlarının yüksek yüksek binalar yapma hususunda yarışmaları örneğinde olduğu gibi) Kıyamet Veya Sonsuzluk Âleminin Açılan Kapısı Semavî bütün dinlerde ahiret inancı mevcuttur. Buna bağlı olarak yine aynı dinlerde ve semavî olmayan kimi dinlerde de ahiretin başlangıcı “kıyamet” inancı ile tamamlanır.2 İslâm dini de ahiretin mutlaka gerçekleşecek bir vâkıa olduğunu bir inanç esası olarak kabul ve talim eder. Kıyametin de kesinlikle gerçekleşeceğini3 hatta yakın olduğunu4 ve o zamanın →→ hicrî XV. asrın girişinde ve milâdî 2000 senesinin hemen öncesindeki kıyamet beklentilerini yaşadı. Bu beklentilerin hem bizim kültürümüzde, hem de Batı kültüründe benzerlik arz eden yönler vardır. 2 Sarıkçıoğlu, Din Fenemolojisi, s.209-214, Isparta, 2002. 3 Birçok âyette açıklanmıştır. Msl. Bkz. 20/Tâhâ, 15; 40/Ğâfir, 59, 51/Zâriyât, 6… 4 21/Enbiyâ, 1; 54/Kamer, 1. Birinci Tebliğ 164 (anın veya gününün veya zamanının) acı veren, insanı dehşet içinde bırakan bir keyfiyeti içerdiğini Kur’ân-ı Kerîm defalarca ve canlı sahnelerini âdeta tablolar halinde bize anlatmaktadır.5 Özellikle kıyametin kopuşu esnasındaki kozmolojik değişiklikler, kıyametin safhaları; insan ve hayvanların halleri, kısacası bütün mahlûkatın maruz kalacağı müthiş hâdiseler âyetlerde tekrarlanmış, hatta bazı sureler bu olaylara tahsis edilmiştir.6 Kıyametin ansızın kopacağı da Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiş, ancak bu anın bilgisinin sadece Allah’ın nezdinde olduğu da tekitle ve tahsisle bildirilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber dahil hiçbir insan veya mahlûk bu bilgiye sahip değildir ve kopuş anına kadar da sahip olamayacaktır.8 Allah Teâlâ, kıyametin mutlaka gerçekleşecek olan kopma zamanının bilgisinin sadece kendi nezdinde olduğu bir zamanda kopacağını kullarına bir lütuf olarak bildirmiş, herkesin yaptığının karşılığını görmesi için, onun bilgisini neredeyse gizleyecek olduğunu da haber vermiştir.9 Dolayısıyla bu bilgiye hiç bir insanın ne tahmin, ne bilgi, ne cifir, ne ebced ne matematiksel keşifler, ne de başka vasıtalarla ulaşması asla mümkün değildir. 7 Kur’ân-ı Kerîm’de kıyamet alâmetlerinden açıkça bahsedilmemekte ve “eşrâtü’s-sâa” terkip olarak geçmemekte ise de, bir âyette10 eşrâtın, saatin yerini tutan zamire muzâf olması yoluyla bu terkip dolaylı biçimde oluşturulmuştur.11 Sözlükte, nişane, işaret ve iki yer arasındaki sınır anlamına gelen “alâmet”12 kelimesinin çoğulu, kıyamete muzâf yapılmak suretiyle, “alâmâtü’l-kıyâme” şeklinde de Kur’ân’da yer almamaktadır. “Âyât” kelimesinin geçtiği âyette13 ise, söz konusu kelime kıyamet alâmetleri olarak anlaşılmıştır. Âyet; önce “Vahye inanmayanlara meleklerin gelmesini (görünmesini) mi, yahut Rabbin gelmesini veya onun bazı kesin işaretlerin gelmesini mi bekliyorlar?” diye sorgulamayı dile getirmekte, daha sonra da “Rabbin “âlâmât”ının (kesin işaretlerinin) ortaya çıkacağı” günden bahsetmekte, müteâkiben bu günde iman etmenin, daha önce iman etmemiş ya da inandığı halde bir hayır kesp etmemiş ve herhangi bir hayırda bulunmamış olana bu imanının bir faydası olmayacağını haber vermektedir. Dolayısıyla hadislerde haber verilen bu “Gün”ün kıyametin bizzat kopmaya başladığı alâmetlerin son merhalesi olan “Güneş’in batıdan doğması” yani kozmik düzenin bozulduğu o dehşetâmiz an olduğu dikkate alınırsa, bu âyette sözü edilen “âyetlerin” de kıyamet öncesi alâmetler olduğu anlamına ———— 5 Meselâ Kamer ve Zilzâl sureleri bu sahneleri etkileyici bir şekilde anlatır. 6 56.Vâkıa, 69. Hâkka, 84.İnşikâk… sureleri gibi. 7 6/En’âm, 31; 12/Yûsuf, 107; 16/Nahl, 77 (göz açıp kapama gibi); 47/Muhammed, 18 (ansızın: bağteten). 8 31/Lokmân, 34; 41/Fussılet, 47; 43/Zuhruf, 85. 9 20/Tâhâ, 15. 10 47/Muhammed, 18. 11 Yavuz, Yusuf Şevki, “Kıyamet Alâmetleri”, DİA, XXV, 522. 12 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XII. 416 vd., Beyrut, 1994. 13 6/En’âm, 158. Üçüncü Oturum 165 gelmediği söylenebilir.14 Nahl suresinde yer alan “alâmât” ise, “Allah’ın kudretinin sonsuzluğunun ve insanlara lütuf olarak yarattığı çeşitli nimetlerin hatırlatıldığı âyetlerden sonra gelen ve insanların yollarını bulsunlar diye nehirler yollar halk ettiği; meselâ yıldızlardaki gibi insanların yollarını bulmaları için nice “alâmetler” yerleştirdiği”15 bağlamında geçmekte, burada “yol gösteren işaretler” anlamında zikredilmektedir. Kısacası, hadislerde geçen şekliyle âyetlerde kıyamet alâmetleri açıkça bahsedilmemektedir. Zuhruf suresindeki ilgili âyette16 yer alan kelime ise “…ve innehû le-ilm li’s-Sâati…” cümlesinde “ilm veya alem”, iki farklı okunuşla, mana “o, kıyamet için bir bilgidir…” ya da “o kıyametin bir işareti (alemi)dir..” olur. Yukarıda bahsettiğimiz âyet, “Öyleyse onlar (kalpleri mühürlenmiş olanlar), saati (son saat veya kıyameti) mi bekliyorlar, ansızın gelmesini? Şüphesiz onun işaretleri (şimdiden) gelmiştir. O bir kez başlarına geldikten sonra, geçmiş günahlarını hatırlamalarının onlara ne faydası olacaktır?”17 şeklindedir. Bu âyette de bazı takdirler yapılarak, âyetteki “işaretler” lâfzına “kıyametin geleceğinin haberi veya bilgisi” gibi anlamlar da verilmiştir.18 Bu âyette sözü edilen izlerin veya belirtilerin kıyametin yaklaştığına delâlet ve işaret eden hâdiseler olarak anlaşılmış olmakla birlikte,19 bu âyetin tefsirini farklı anlayan Elmalılı (1361/1942), âyette sözü edilen “alâmetlerin” Hz. Peygamber’in kendi döneminde gösterdiği mucizeler olduğunu, bu mucizelere rağmen müşriklerin iman etmediklerini; dolayısıyla âyette zikredilen “saat”i, sâat-i kübrâ olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu, bu âyeti kendi kıyametlerinin kopması şeklinde anlamanın daha makul ve daha doğru olacağını belirtir. Esasında “eşrât” ile kastedilenin; müminlerin ilerlemelerinin ve parlak istikballerinin belirtileri ve müşriklerin şaşkınlıklarını anlatan alâmetler olduğunu kaydeder.20 Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kıyamet” için en fazla kullanılan kelime “sâa(t)” kelimesidir. “Arapça’ya Aramca’dan geçtiği söylenen kelime21 Araplar tarafından “devenin başıboş bırakılması (ihmali) ve meraya salın———— 14 Muhammed Esed “Hesap gününü bildiren işaretler” olarak tefsir eder.(I. 265). 15 16/Nahl, 16. 16 43/Zuhruf, 61. 17 47/Muhammed, 18. 18 Muhammed Esed, s. 1037. 19 Meselâ bkz. Taberî, Tefsîr, XVI. 69, Beyrut, 1995; Sâbûnî, III. 334, Beyrut, 1981. Esed, s. 1038, 22 no’lu dipnot. (Muhammed Esed bu âyetteki eşrâta, “son saatin kaçınılmazlığı ile ilgili bir çok Kur’ânî haberin gelmesi”, her ön yargısız zihnin, bütün mahlûkatın maddî anlamdaki gelip geçiciliğini görmesini sağlayan açık işaretler” olarak anlam verir.) Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, s. 149, İstanbul, 1998. 20 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, VI. 4388. Süleyman Ateş ise, alâmetlerden kastedilenin ileride vuku bulacak işaretler olmadığı, aksine müşriklerin başına gelecek belâ ve azap olduğu şeklinde yorumlar. (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VIII. 428-9, İstanbul, 1988. 21 Türcan, Galip, Kur’an’da Ahiret İnancı, s. 181, Ankara, 2006 (Jeffrey, The Foreign Vocabulary, s. 158’ den naklen). 166 Birinci Tebliğ ması” için kullanılmıştır. Ayrıca “geçip gitmek ve kaybolmak (helâk olmak)” anlamında da kullanılmaktadır. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’deki “sâa”nın kullanılması, ihmal edilen devenin dönüşünün zaman olarak belirsizliği ve mekânının bilinmemesiyle ilgili olarak, zamanındaki belirsizlik ile ilgilidir. Dolayısıyla mutlak zaman, zamandan kısa bir müddet gibi anlamlarda kullanılmış olsa da, bu zamanın belirsizliği öne çıkmaktadır. “Hâkka, Vâkıa” gibi kıyamet için kullanılan kelimeler gerçekliğini ifade ederken, “Âzife” kelimesi onun yakınlığını ifade eder. Buna karşılık “Kâria, Sâhha, Ğâşiye, et-Tâmmetü’l-Kübrâ” tabirleri çok güçlü ve ürkütücü nitelikteki büyük belâ ve sıkıntılı olduğu gerçeğini ifade eder.22 Kur’ân-ı Kerîm’de kıyamet alâmetleri olarak kabul edilen bazı bilgiler de verilmiştir. Bunlar, “Ye’cûc ve Me’cûc” (21/Enbiyâ, 96), “Dâbbetü’l-arz” (27/Neml, 82), gökyüzünde her tarafı ve insanları saracak “duman” (44/Duhân, 10-12), “ayın yarılması” (54/Kamer, 1). Bu alâmetlerden bahseden âyetler, siyak ve sibakları içinde değerlendirilerek, ilk dönem tefsirlerinden günümüze kadar çok farklı görüşler serdedildiğini tespit edebiliyoruz. Bu ibareleri hakikat olarak anlayanlar olduğu gibi, mecaz veya kinaye olarak da anlayanlar olmuştur. Bazı âlimler bunların bir kısmının Hz. Peygamber devri veya sonrasında vuku bulduğunu kabul ederken, bir kısmı henüz meydana gelmediğini; kıyamete yakın zamanda gerçekleşeceğini söylemişlerdir. Hatta bu alâmetlerin hepsinin veya birkaçının meydana gelme zamanında da farklı görüşler vardır: Bunlar kıyameti haber veren alâmetlerdir; dolayısıyla kıyametin kopuşuna yakın bir zamanda ve (hadisleri de dikkate alarak) belli bir sıra ile meydana geleceklerdir. Bir kısmına göre, ansızın gelecek kıyametin kopmasıyla ortaya çıkacaklardır, diğer bazılarına göre, kıyametin kopuş anında veya hemen akabinde görüleceklerdir.23 Hadislerde kıyamet alâmetlerinin geldiği veya geleceği ise açıkça belirtilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber”in “Ben ve kıyamet şu ikisi gibiyiz” deyip, işaret ve orta parmağı ile işaret etmesi24 bizzat mukaddes görevle mücehhez şerefli zatının zuhurunun kıyametin bir alâmeti olduğunun göstergesi niteliğindedir. Ancak ilk dönem Kelâmî kaynaklarda ele alınmayan, daha çok geç dönem Kelâm kitaplarında ele alınan “kıyamet alâmetler”i25, hadislerde “alâmet veya eşrâtü’s-sâa” şeklinde geçmiş ve bugün de yaygın kullanım anlamıyla “kıyametin yaklaştığına delâlet eden hâdiseler” olarak algılan———— 22 Türcan, Kur’an’da Ahiret İnancı, s. 181-182. (Özetle. İlgili kaynak ve dip notlar için bu esere bakılabilir) 23 Seyhan, Ahmet Emin, Hadislerde Kıyamet Alâmetleri, s. 165 vd. ; Türcan, Kur’an’da Ahiret İnancı, s. 183 vd. Meselâ, Ye’cûc ve Me’cûc, “belli bir varlık ve kavimler değil, son saat gelip çatmadan önce insan uygarlığının bütünüyle yok olmasına yol açacak toplumsal felâketler zinciri olarak” anlaşılmıştır. (Muhammed Esed, s. 606). 24 Buhârî, Rikâk, 39; Müslim, Cum’a, 37…. 25 Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alâmetleri, s. 166, 8 no’lu dipnot. Üçüncü Oturum 167 mış ve konu hakkında sayısı oldukça fazla bir edebiyatın doğmasına da sebep olmuştur.26 Bu konu, genel hadis literatüründe ve özel eserlerde, alâmetlerin ortaya çıkma zamanı, önemi, mahiyeti göz önünde bulundurularak müelliflere göre farklılık arz etse de sistematik nitelikle incelenmiştir. Söz gelimi, önemine göre alâmetler ikiye ayrılmıştır: Küçük alâmetler (dinî hayatın zayıflaması, kötülüğün yayılması) ve Büyük alâmetler gibi. Mahiyetine göre de ikiye ayrılmıştır: Ahlâkî olanlar (ferdî ve ictimâî bozulmayı ifade edenler) ve Fizikî olanlar (kozmik veya küresel sistemin sona ermesi gibi). Ortaya çıkış zamanına göre de üçe ayrılmıştır: a- Geçmiş alâmetler (Hz. Peygamber’in vefatı, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın şehid edilmesi, Cemel ve Sıffîn gibi çeşitli savaşlar, vuku bulmuş çeşitli depremler… gibi. (Depremler hariç bunların hiç birisi hadislerde kıyamet alâmeti olarak yer almamıştır.) b- Orta alâmetler: Zuhur etmekte olan ve artarak devam eden alâmetler (Ahmak ve alçak insanların dünyanın en mutlu insanları olması, kötülük ve fuhşun yayılması, çocuğun ebeveynine isyan etmesi, oyun ve çalgı aletlerinin ortaya çıkması, fâsıkların toplumun efendisi hâline gelmesi, gasp olaylarının çoğalması, sıla-ı rahmin kesilmesi gibi ferdî ve sosyal alanda vuku’ bulan çözülme ve yozlaşmalar gibi.). c- Yakın alâmetler: Yukarıda sayılan hâdiselerin hemen ardından da Mehdî’nin gelişi, Deccâl’ın çıkışı, Dâbbetü’l-Arz’ın çıkışı gibi büyük alâmetlerin zuhur edeceği zikredilir27 ki, bunlar da yakın alâmetler olarak nitelenir. İlk dönem hadis ve tefsir kitaplarında kıyamet alâmetlerinden bahsedilmiş, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “eşrât” veya alâmet” gibi kelimeleri “kıyametin yakın habercisi” gibi anlamlandırılmıştır. Günümüz Kelâm araştırmalarına göre ilk dönem Kelâm kitaplarına girmeyen/giremeyen nüzûl-i Îsâ, Mehdî, Deccâl gibi “büyük alâmetler” olarak kabul edilen “kıyamet alâmetleri” bile, Selefiyye dışında Ehl-i Sünnete göre inanç konularına dahil edilmeyip, bunlara inanmanın zorunlu olmadığı ifade edilmiştir. Zira anlatmaya çalıştığımız sebepler ve diğer epistemolojik tartışmalar sebebiyle alâmet kabul edilen bu hâdiseler Kur’ân’la sabit olmadığı gibi, temellendirilen hadisler de mütevatir seviyesinde kabul edilmemiştir. 28 ———— 26 Yavuz, Yusuf, “Kıyamet Alâmetleri”, DİA, XXV.525; Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecek İle İlgili Haberler, s. 80-83, İst. 2000; Seyhan, s. 166. 27 Konu hakkında Yusuf Şevki Yavuz, DİA’da “Kıyamet Alâmetleri” maddesinde düzenli ve sistematik bilgi vermiş, ilgili kaynak ve çalışmalar ile fikirleri değerlendirmiştir. 28 Hz. İsa’nın nüzûlüne dair rivâyetleri Kettânî gibi bazı âlimler “mütevatir seviyesinde” görseler de (Nazmü’l-Mütenâsir, s. 147, Halep, baskı tarihi yok), Hayri Kırbaşoğlu gibi bazı araştırmacılar bu rivâyetleri tenkit ederek, tevatür iddiasının geçerliliğinin mümkün olamayacağını ispata çalışmıştır. (“Hz. İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi”, İslâmiyât, III. sayı, 4, Ankara, 2000). Yine çağdaş araştırmacılardan Şeltut da bu rivâyetlerin inanç esasını belirleyecek bir güçte olmadıklarını belirtir. (el-Fetevâ, s. 65). Konunun klasik anlayışlar aleyhine genel bir değerlendirmesi için ayrıca bkz. Türcan, Kur’an’da Ahiret İnancı, s.183-193 ve 297 nolu dipnot; Seyhan A. Emin, Hadislerde Kıyamet Alâmetleri, s. 165 vd. ve 168 Birinci Tebliğ Ancak gene de başta hadis erbabı olmak üzere önemli bir kesim, alâmetlere inanmayı haber-i âhadın delil olup olmaması açısından tartışmışlardır. Günümüzde ise, Kur’ân’da geçen ilgili terimler ve kıyâmet alâmeti kabul edilen bazı terkip ve mefhumlar, kendi bağlamında yorumlanarak, kelime kökünün delâlet ettiği anlamlar çerçevesinde tevil edilmesi yaygınlaşmıştır. Biz üzerinde eski-yeni birçok tartışma ve yorumlar getirilen bu problemlere girmeyeceğiz. Zaten bu konuda muhtasar veya mufassal oldukça çok malûmat kitaplarda ve kaynaklarda mevcuttur. Problemi bu şekilde ortaya koyup, genel bir panoramasını çizdikten sonra, şimdi iddiamızı ortaya koymaya ve delillendirip tartışmaya geçelim. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde bahsedilen fizikî ve kozmolojik düzenin bozulduğunu ifade eden alâmetler dışında kalan ferdî ve ictimâî alandaki dinî, ahlâkî ve siyâsî bozuklukların olacağını haber veren rivâyetlerin tamamına yakınının, ahiret öncesinde vuku bulacak kıyametin alâmetleri değil, aksine ferdin ölümü veya rivâyetin mahiyeti ve siyaksibakına göre içinde yaşanan toplumun, siyasî yapının, sosyal düzenin yok olacağı, tükeneceği, bir başka toplumun hâkimiyetine gireceği veya sosyal çözülmeye sebep olacak kargaşa, anarşi veya düzensizliğin ortaya çıkışı anlamında kullanılmış olabileceğini düşünüyoruz. Haliyle bizim burada kastettiğimiz Hadis Usulü kıstaslarıyla sâbit (ve sahîh) olan hadislerdir, ferdî ve siyasî amaç ve çıkarlarla,29 sosyal ve itikadî çekişmelerle, mezhebî ve hukukî kaygılarla uydurulan “mevzû hadisler” ile “İsrâilî veya Mesîhî rivâyetler (ki bazı eserlerde bunların sayısı yetmişe kadar çıkar), eski kültürlerden, destan ve masallardan İslâm kültürüne sızıp, rivâyet kültürümüz içinde yer bulabilmiş rivâyetler bizim konumuz dışındadır. Bizim iddiamızın naklî ve aklî temellerini şöylece sıralayabiliriz: 1. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, farklı anlayış ve tefsirlere rağmen, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmet alâmetleri olarak zikredilmiş delâleti kesin bir âyet mevcut değildir. Âyetlerde yer alan ve kıyamet alâmeti olarak anlaşılan ifadeler bile muhtelif tevil ve tefsirlere muhtemeldir. 2. Dünyanın ve evrenin mevcut yapısının kıyamet anında tamamen yok olup dağılacağı, insanların o anın dehşetinden yaşayacakları hâlet-i rûhiyeleri yine âyetlerde bahsedilmekle beraber, ferdî ve ahlâkî çözülmenin kıyamete yakın bir zamanda olacağı bilgisi verilmemekte ve küresel veya büyük kıyamet olarak adlandırılan kıyametle bu sosyal çözülme arasında ilişki kurulmamaktadır. 3 Buna karşılık toplumların helâk oluşlarıyla ahlâkî çöküntü ve →→ 40-46. dipnotlarda geçen araştırmalar. Çelebi İlyas, Uzak ve Yakın Gelecekli İlgili Rivâyetler, s. 80 vd., İstanbul, 2000. 29 Meselâ “yere batırılan ordu” rivâyeti ile ilgili olarak bkz. Ünal, İ. Hakkı, “Hz. Peygamber’in Dilinden Konuşturulan Tarih”, İslâmiyât, I (Ankara, 1998). sayı, 2, s. 351 vd.; “Bazı Fiten, Melâhim ve Gaybî Haberler Açısından Değerlendirilmesi”, Y.Y. Ü. İlâhiyat Fak. D. 3. sayı, s. 102-121, (Van, 2000). Üçüncü Oturum 169 gönderilen peygamberlerin çağrılarına uymama arasında sebep-sonuç ilişkisi ve daha genel anlamda bir ilgi kurulmuştur. Bu konuda Kur’ân’da pek çok âyet mevcuttur: “Bir toplumu yok etmeyi irade ettiğimiz zaman o toplumun azmış refah içindeki elitlerini (mütraf) son uyarılarımızı (emirlerimizi) iletiriz; ve eğer onlar günahkârca yaşamaya devam ederlerse, azap sözü (cezalandırıcı yargı) artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz onu darmadağın ederiz” âyetini takip eden âyette, Nuh’tan beri nice kavimlerin yok edildiğini anlatan Cenâb-ı Hak, Kendisinin “kullarının günahlarını görüp durduğunu ve haberdar olduğunu” da hatırlatmaktadır.30 Başka bir âyette genel olarak önceki ümmetlerin yok edilişlerinin sebebi olarak, akıl/iz’an erdem sahibi ve yozlaşmaya karşı çıkan kimselerin o nesiller içinden, nadir istisnalar dışında fazla kimsenin çıkmaması, toplumun çoğunda zulüm eğiliminin olması, insanların kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşmeleri ve günaha gömülüp gitmeleri zikredilir ve “Aksi takdirde, Rabbimizin halkı (birbirine karşı) dürüst davrandığı müddetçe (muslihûn) sırf çarpık inançları (zulümleri) sebebiyle helâk etmez”31 diye ikaz etmektedir. Yine Firavun ve halkının özenle işlediklerinin, yapıp yükselttiklerinin de bir ceza olarak yerle bir edildiği de anlatılır.32 Bu örneklerde de görüldüğü gibi, fert ve toplumun dünyevî azgınlık ve fısk ve fücûr, günah ve haddi aşma gibi dinî ve ahlâkî açıdan çürümüşlük ile o toplumun helâk edilmesi veya dünyadan silip süpürecek bir cezaya çarptırılmaları arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s) de “İçimizde Salih kimseler olduğu halde helâk olur muyuz?” sorusuna karşılık, “Evet, (ictimaî) kirlilik (habes) çok olursa” buyurmuştur.33 4. Kıyametin zamanı sadece Allah ilminde bellidir ve başka kimse bilmemektedir. Şu veya bu sebeple öne alınması veya bir müddet geciktirilebilmesi söz konusu değildir.34 Dolayısıyla kıyamet alâmetlerinde yapılan uyarılar ve kaçınılması gereken kötülüklere riâyet bu “miâd-ı yevm”i değiştiremez. Fakat bu alâmetleri “toplumsal kıyamet”in habercisi olarak anlaşıldığı takdirde bu uyarılar, toplumun ıslahı, huzuru, güveni ve düzeni için; dolayısıyla da ömrünün uzaması için bir anlam kazanır. Gerçi her bir ümmetin, dolayısıyla her medeniyetin canlı organizmalar gibi, büyüme, gelişme ve sonunda çöküşü söz konusudur. İlâhî iradenin tayin ettiği ecel, öne alınamadığı gibi geciktirilemez de; yani bir ömür süresi vardır.35 Haki———— 30 17/İsrâ, 16-17. 31 11/Hûd, 117. Tefsir ve meal için bkz. Esed, s. 448. Râzî bu âyetin tefsirinde mefhumen şöyle der: “Hiçbir toplumun başına, sırf inanç çerçevesinde şirk ve küfür içinde olmaları yüzünden bu dünyada onları yok edici bir azap gelmez. Bu türden bir azap o toplumun başına, ancak toplumun insanları aralarında ısrarla haksızlık yaptıkları, başkalarının hak ve hukukunu, hayatını ve şerefini tehlikeye sokacak tarzda insanlık dışı, ahlâk dışı davrandıkları zaman gelir. Bunu için fukahâ, Allah hakkının affedilebileceğini, fakat kul hakkı konusunda hassas davranılması gerektiğini söylemişlerdir.” 32 7/A’raf, 137. 33 Buhârî, Fiten, 2. s. 589; İbn Mâce, Fiten, 9, s. 2713. 34 34/Sebe’, 30. 35 7/A’râf, 34; 15/Hicr, 5. 170 Birinci Tebliğ kat böyle olmakla birlikte, hem dünya hem de ahiret saadeti için imanî, ahlâkî, sosyal ve siyasal kurallara riâyet naklen ve aklen bir zorunluluktur. Yapılan uyarılar ahiret için hazırlıklı olma açısından bir anlamı olmakla birlikte, halk arasında algılandığı gibi, ahlâkî ve içtimaî çöküş veya kokuşmuşluğun kıyameti çabuklaştıracağını ifade eden kesin bir bilgi verilmemiştir. Buna karşılık yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumların ve siyasal güç ve iktidarların mezkûr sebeplerle helâk oldukları veya izlerinin silip gittiğini haber veren nas ve haberler mevcuttur. 5. Hem Kur’ân-ı Kerîm’de36 hem de hadislerde37 “Kıyamet ne zamandır?” (Saat38 ne zamandır?) sorusu, insanlar tarafından her sorulduğunda verilen cevaplar hep onun kopacağının gerçekliği ve bilgisinin Allah katında olduğu istikametinde olmuştur. Onun alâmetlerine yönelik bilgi verilmediği gibi, belli olaylarla da ilgisi kurulmamıştır. Meselâ Hz. Peygamber de çevresindeki sahabe veya diğer kişilerin bu konudaki sorularına karşılık verdiği cevaplarda, kişinin dikkatini veya merakını zamanı gelince zaten kopacak olan büyük kıyametten, kendisini bizzat ve hemen ilgilendiren kişinin kendi kıyametine yönlendirmeyi tercih etmiştir. Sözgelimi bir bedevînin bu minval üzere sorduğu soruya “Kıyamet için bir hazırlığın var mı?” sorusuyla mukabelede bulunmuştur. O zatın “Benim çokça Allah ve Rasûlünün sevgisinden başka pek hazırlığım yok” cevabı üzerine, Hz. Peygamber, “O halde sen sevdiklerinle berabersin” buyurmuştur. Sahabenin aynı istikametteki “ Ya biz ne olacağız?” sorusuna da “Siz de öyle” diyerek oradakileri mutlu etmiştir.39 Diğer bir rivâyette de “Kıyamet (saat) ne zamandır?” sorusuna Hz. Peygamber “Şu çocuk yaşarsa, sizin kıyametiniz kopmadan ona ihtiyarlık ulaşmaz” buyurmuştur.40 Hadisi rivâyet eden Hişâm, buradaki “saatten” muradın “o gün yaşayanların ölümü” şeklinde anlamıştır.41 Sonraki dönem âlimlerince de bu hadis “kıyametiniz kopar” olarak yorumlanmaya42 devam edilmiştir. Bu hadisten açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber “saat” kelimesini “kişinin ölümü” olarak kullanmıştır. Bu kıyamete daha sonraları “kıyâmet-i suğrâ” denilmiştir. Ancak bizim hadis kitaplarımızda ve şerhlerinde her nedense, bu mânâ sadece bu kadar açık hadislerde dikkate alınmış, diğer kıyamet alâmetlerinden bahseden hadislerde pek nazar-ı itibara alınmamıştır. ez-Zührî şöyle demiştir: Bana Abdullah ibn Ömer’in oğlu Sâlim ile ———— 36 7/A’râf, 187. Âyette “Sana saatten soracaklar, “Ne zaman gelip çatacak?” diye. De ki: “Buna dair geçek bilgi ancak Rabbimin katındadır. O’ndan başka bunu açığa çıkaracak kimse yoktur…” buyrulmaktadır. 37 Msl. bkz. Buhârî, Rikâk, 42 (VII. 192), İlim, 2 (I. 21)… 38 Kıyamete “saat” denilmesinin sebebi bağlamında, ansızın kopacak olması nedeniyle en son anı ifade ettiği veya hesabın çok süratli olacağı şeklinde izahlar yapılmıştır. ( Zemahşerî, Keşşâf, II. 143, Kahire, 1953). 39 Buhârî, Edeb, 95 (VII. 112); Müslim, Birr, 50, (III. 2032). 40 Buhârî, Rikâk, 42 (VII 192); Müslim, Fiten, 137, 131-137. 41 Aynı yer. 42 Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII. 90-91. Üçüncü Oturum 171 Ebû Hasme’nin oğlu Ebû Bekr tahdîs ettiler ki, Abdullah ibn Ömer (R) şöyle demiştir: Hayatının sonunda bir gece Peygamber (S) yatsı namazını kıldırdı. Selâm verdikten sonra ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “İşte bu gecenizi gördünüz mü! Bundan sonra geçecek yüz senenin başında, bugün yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır.” İnsanlar Rasûlullah’ın bu kelâmında (yani onu anlamakta) yanılıp korktular da yüz sene hakkındaki şu malûm dedikodulara (yani yüz sene sonra kıyamet kopacaktır zan ve korkularına) daldılar. Hâlbuki Peygamber (S): “Bugün yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır” buyurmakla bu müddetin bu asırda yaşayanları mahvedeceğini haber vermek istemiştir.43 Hadislerde ifade edilen saat kavramı ve son verilen anlam, sadece bir iki hadiste geçmemekte başka hadislerde de kullanılmaktadır. Nitekim, “Hz. Ali’den rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber’in sabah namazını kıldırdığı esnada kendisine “Metâ’s-Sâah?: Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunu soran kişiyi namaz sonrası yanına çağırıp oturtarak, “falcılara inanılıp, kader yalanlandığı, emanetler yağmalandığı, sadaka almaya düşkünlük gösterildiği ve fuhuş yaygınlaştığı zaman” kavminin helâk olacağını söylemesi44 de “kıyâmet-i vustâ”nın kastedildiğinin açık işaretidir. Bu hadislerde de, o toplumun çöküşü demek olan “kıyâmet-i vustâ”nın kastedildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.45 Hz. Peygamber bu tür hadislerde “küresel kıyamet”in değil, “toplumsal kıyamet”in alâmetlerini haber vermektedir. Diğer bir ifade ile bu ve benzeri rivâyetlerin amacı, kıyametin vaktini bildirmek için değil, ahlâkî ve sosyal çözülmenin zararlarını dile getirmek için olmalıdır. “Hadislerde dinî yozlaşmayı ve ahlâkî bozuluşu haber veren olayların kâinatın kozmik düzeninin yıkılışına işaret eden belirtiler olmaktan çok, ferdi ve toplumu yok oluşa götüren birer alâmet olduğunu kabul etmek daha isabetli bir hüküm olmalıdır”46 şeklindeki bir değerlendirme gerçeğe daha uygun düşmektedir. Nitekim Râğıb el-Isfahânî (502/1108), “kıyâmet-i suğrâ”yı; ferdin ölümü, “kıyâmet-i vustâ”yı; bir neslin yok olması ve “kıyâmet-i kübrâ”yı da; küresel kıyamet şeklinde açıklamaktadır.47 Dolayısıyla hadislerde kullanılmış bulunan “saat” kelimesinin bu anlamlardan hangisi için kullanıldığına dikkat edilmesi gerekmektedir.48 6. Söz konusu hadislerin tespit edilen şekliyle anlaşılabilmesinin diğer bir delili de, Hz. Peygamber’e atfedilen, meşhur olmakla birlikte pek ———— 43 Buhârî, Mevâkîtü’s-Salâh, 40. 44 Bezzâr, Müsned, II. 145-146; Taberânî, Evsat, I. 15-151. 45 M. Ebû Şehbe de, Hz. Peygamber’in bu uyarısının maksadının “ümmetlerin kıyameti olduğunu; kuvvet, izzet ve ayakta kalmak için gerekli sebepleri terk ettiklerinde helâk olacaklarını; bu hadisin en önemli Sosyoloji nazariyelerinden birini ortaya koyduğunu” ifade etmektedir. Bkz. Ebû Şehbe, Sünnet Müdafaası, I. 322. 46 Yavuz, DİA, XXV 524. 47 Râğıb, Müfredât, s. 362. 48 A. Emin Seyhan, (Doktora tezi), Hadislerde Kıyamet Alâmetleri, s. 168-169, Isparta, 2006. 172 Birinci Tebliğ muteber kabul edilmeyen hadis kitaplarında yer alan “Kim ölmüşse, onun kıyameti kopmuştur” hadisidir.49 Ölüm veya bitişin, fert bağlamında da olsa, rivâyetlerde yer alması, toplumun çöküşünün de kıyamet olarak algılanmasını göstermektedir. Benzer bir vurgu veya tahsis, Müslim’in bir rivâyetinden anlaşılmaktadır: Bu hadise göre Hz. Peygamber, altı hâdise gelmeden önce iyi amel yapmaya teşvik etmekte ve bu amellerin çabuklaştırılmasını emretmektedir. Bunlar; güneşin batıdan doğması, duhân, Deccâl, Dâbbe, herhangi birinize özel fitne (hâssete ehadiküm) ve bütün insanlara şâmil fitne (emr-i âmme) şeklinde sıralanmıştır.50 Eserin mütercimi de, “özel fitneden” kişinin ölümünün, “emr-i âmme”den ise, bütün millete veya bütün insanlığa şâmil olabileceğini ifade eder. “Âmm fitneden” kastedilenin, avamın yani halkın istibdadının kastedilmiş olabileceğini de söyler. Bu fitnenin mahiyetini de şöyle açıklar: “Avamın yani aşağı tabakaların iktidarı ele geçirip, hakkı, adaleti ve medeniyetleri tahrip etmek suretiyle cemiyet nizamını değiştiren feci ve çok acı inkılâplar remzedilmiş olabilir”. Mütercim, son bir ihtimale de işaret ederek, bundan kastedilenin büyük kıyamet olabileceğini51 de belirtir. Yine Hz. Peygamber (s) kendisi çevresindekilere bazı şeyleri öğretirken kendisine “Kıyâmet ne zaman kopacak?” sorusunu soran kişiye önce meşguliyeti sebebiyle cevap vermemiş, fakat konunun önemine binâen olsa gerek, o tedris faaliyeti bitirince, soruyu soran nerede deyip, soran kişi “İşte benim, buradayım, Allah’ın Rasûlü” demesini müteâkiben, Hz. Peygamber “Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle” buyurmuştur. O kişi emanetin nasıl zayi olduğunu tekrar sorması üzerine de “İş, ehli olmayana verilince (dayandırılınca) kıyameti bekle!”52 şeklinde, bizce yine sosyolojik temele dayanan bir vecizeyi ifade etmişlerdir. 7. Kozmolojik ve küresel değişimi ifade eden rivâyetler dışındaki kıyamet alâmetleri ile ilgili, ahlâkî ve dinî açıdan ferdî, ailevî, sosyal ve siyasal alandaki çözülme, bozulma, yozlaşma veya tükenip yok oluşu ifade eden hadisleri, “Allah’ın toplumlar için koyduğu sosyal kanunları”53 olarak anlamak mümkündür. “Bu nevi olaylar büyük kıyametin yaklaştığı zamanda da vuku bulabilirler, ancak hadislerde ifade ediliş maksatları bu değil, toplumların ölümüne (kıyâmet-i vustâ) işaret eden kanunların hatırlatılmasıdır. Ana-babaya itaatin olmadığı, para pul görmemiş insanların birden bire zengin olarak ekonomiye hükmetmeleri ve bilgisizlikler nede———— 49 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II. 386, Kahire, tarihsiz (Taberaî bu anlamdaki bir hadisi mevkufen Muğîre b. Şu’be ve biraz daha uzun bir sözü de yine mevkufen Hz. Enes’ten rivâyet etmiştir); ed-Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, I. 169, Beyrut, 1418/1997 (İbn Hacer’in, Tesdîdü’l-Kavs alâ Müsnedi Firdevs”i içinde). 50 Müslim, Fiten ve Eşrâtü’s-Sâa, bâb, 25, hadis no: 2947. 51 Sofuoğlu, Mehmet, Sahih-i Müslim Tercemesi, VIII. 502-503, İstanbul, 1970. 52 Ahmed, Müsned, II. 361; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I. 169. Buhârî, ilim, 2, (I. 21), Rikâk, 35 (VII. 188 Burada “metâ es-sâatü” sorusu yok, sadece cevap var.); İbn Hıbbân, I. 307, Beyhakî, Sünen, X. 118. 53 Çelebi, İlyas, İslâm’da İnanç Esasları, s. 280, İst. 1998. Üçüncü Oturum 173 niyle de toplumun ahlâkını ve ekonomisini bozmaları; zina, içki emanete hıyanet gibi toplumu içten çökerten ahlâksızlığın yaygınlaşması gibi sosyal değişikliklere”54 işaret olarak da yorumlamak mümkündür. 8. Kıyametin büyük alâmetlerinden kabul edilen Mehdî, Deccâl, Nüzûl-i Îsâ gibi kozmolojik olmayan konular ise ilk dönemden beri tartışma konuları olmaya devam etmektedir. Bilindiği gibi, Ehl-i Sünnet bu ve benzeri alâmetleri olduğu gibi tartışmasız kabul ederken, özellikle son asırda bu hadislere sosyolojik, psikolojik, akılcılık yaklaşım tarzlarıyla; İsrâilî veya Mesîhî tesir gibi farklı yaklaşımlarla, deyim yerinde ise, bir şekilde aşılmaya veya red yoluyla mesele halledilmeye çalışılmaktadır. 55 Biz bu alâmetlerin mitoloji ve kelime tahlilleri ile aslî merciine indirilebileceği ve ilk kullanılışının sözlük bağlamında iken, zaman içinde mevcut kültürlerin hâkimiyetiyle belirli ıstılah hüviyetini kazandığı ve zamanla bir müesseseye ve inanca dönüşmüş olabileceği kanaatini taşıyoruz.56 Bu konuya verilebilecek en güzel örneklerden biri, Hz. Peygamber’in istikbale yönelik bazı tebşir ve teşvikleridir. Mesela Hz. Peygamber Arap Yarımadasının, İran’ın, Roma’nın fethedileceğini haber vermiştir. Kisrâ’dan başka Kisrâ, Kayser’den başka Kayser olmayacağını söylemiştir.57 Sâsânî ve Bizans hazinelerinin ümmetine açılacağını haber vermesinde olduğu gibi.58 İnsanların çok sıkıntılı bir anda, dünyanın başlarına yıkılacağını düşünecek kadar bunaldıkları bir aşamada, Hz. Peygamber’in onlara büyük moral kaynağı olacak bu tür müjdeleri askerî açıdan da önemliydi. Zira savaşları yüksek morale sahip ordular kazanırlar. Bu tür ihbarları, Müslümanlara geniş ve derin ufuk açan bir ülkü ve siyasî ve kültürel bir hedef gösterme olarak anlamak belki daha rasyonel olacaktır. Tıpkı Türklerdeki “Kızıl Elma Ülküsü” gibi. 9. Hadis kaynaklarımızda kıyamet alâmetleri, genellikle “Fiten” bölümleri içinde ele alınmaktadır. Meselâ İbn Mâce’nin el-Fiten bölümü incelenecek olursa, görülecek ki, büyük alâmetler ve diğer alâmetler aynı başlık altında ele alınmış ve burada adam öldürme, savaş ve kargaşalar, siyasî istikrarsızlık ve anarşi, ahlâkî zafiyet ve cehaletin yaygınlaşması; nüzûl-i Îsâ, Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkışı, Deccâl ve Mehdî gibi büyük alâmet kabul edilen olaylarla birlikte değerlendirilmiştir. Bu tasnif keyfiyeti de meselenin toplumsal çöküşle alâkalı olduğu fikri ilk dönemden itibaren zihinlerde mevcut olduğunu göstermektedir. Ancak bu olaylar yine de ———— 54 Aynı yer. 55 Bkz. Kettânî, Nazmü’l-Mütenâsir, s. 147, Haleb, ts. (Mütevatir iddiası bu eserde mevcuttur). Bu konudaki oldukça farklı yorum değerlendirme ve ilgili kaynaklara dair A. Emin Seyhan’ın Hadislerde Kıyamet Alâmetleri isimli tezinin 165-234 sayfaları arasına bakılabilir. İlgili eserler de bu çalışmada kaynak olarak kullanılmıştır. 56 Günümüz kelâmcıları genellikle bu konuların itikadî konular arasında yer almaması tarafında saf tutmuş görünüyorlar. 57 Müslim, Fiten ve Eşrat, 38, hadis no: 7284. 58 İbn Mâce, Fiten, 18. 174 Birinci Tebliğ büyük kıyametin habercisi gibi kabul edilmiş ve hicrî ikinci asırdan sonra bu kıyamet beklentisi bu çevrelerde oluşmuş olduğunu da ihsas ettirmektedir.59 10. Hz. Peygamber’in hitap ve konuşma üslûbu, başta muhataplara, ferdî, ictimâî ve kültürel şartlara göre farklılığı ihtiva eden bir esnekliğe, edebî bir mükemmelliğe sahiptir. O (s) bazen hakîmâne bir filozof edasıyla, bazen büyük bir edip sanatıyla, bazen sade bir halk zevkiyle, bazen celâlli, ama genellikle yumuşak ve neşeli, bazen kısa ve özlü söz söylemiş, fakat bir çok defa da sözlerini üç defa tekrarlamıştır. Hatta bazen “câmiü’lkelim” edasıyla vecize olmuş sözler sarf etmiş, bazen teşbih ve temsillerle tafsilâtlara girmiş; zaman olmuş eskilerden hikâyeler anlatmış, gün gelmiş eskilerin darb-ı mesellerini nakletmiştir. Kısacası o (s) hayatın içinde olmuş, ilâhî görevi ve kendi ahlâkıyla beşerî âlemin zirvesinden hiç inmemiş olmakla birlikte, bu yüceliğe halkı çıkarmaya çalışmış, insan olmaktan hiç yüksünmemiştir. Ancak bütün hallerinde Allah ile hemhâl olmaktan bir lahza bile olsun uzaklaşmaktan korkmuştur. Zaten sürçtüğü anda vahiy hemen imdadına yetişmiştir. Sözgelimi Hz. Peygamber “Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, öylece namaz kılın” diyecek kadar açık ve sade bir üslûpla, en cahil insana bile meramını anlatmayı başarmıştır. Bazen de “Ameller niyetlere göredir” diyerek kaideyi koymuş, sonra da bunu örneklendirmiştir. Meselâ, muhatapların belli gerçekleri zihinlerine nakşedebilmek için, manaları onların gözleriyle gördükleri ve yaşamakta oldukları hâdiselerle izah sadedinde, bazen sözgelimi; kıyametteki ölümsüzlük fikrini anlatmak için, “ölümün kıyamet günü getirilip, sırat üzerinde boğazlanacağını”60 temsili olarak anlatmıştır. Aynı şekilde bir başka hadisinde sırât-ı müstekîmi temsillerle ifade etmiştir: “Allah sırât-ı müstekîm için bir misal getirdi: İki kenarında duvar olan bir yol, bu duvarlarda açık olan kapılar var. Kapılar perdelerle örtülmüştür. Yolun ilk girişinde (kapısında) ise bir davetçi var ve şöyle der: Ey insanlar, hepiniz bu yola giriniz! Birbirinizden ayrılıp dağılmayın! Yolun ortasında bulunan davetçi ise, herhangi bir fert bu kapılardan birinin perdesini açmaya kalkışınca “Yazık sana, sakın açma! Onu açarsan oraya girersin sonra!” der. İşte bu temsildeki yol İslâm’dır, iki duvar Allah’ın hudududur, açık kapılar Allah’ın haramlarıdır, yolun girişindeki davetçi Celîl ve Azîz olan Allah’ın Kitabı’dır, yolun üzerindeki davetçi ise, her Müslüman’ın kalbindeki Allah’ın vâizidir.”61 ———— 59 Hz. Peygamber’e nispet edilen bir haberde “Alâmetler, iki yüzden sonradır” denilmektedir. İbn Mâce, Fiten, 28, s. 2721. İbn Mâce, özellikle bu konuları, Müslüman’ı öldürmenin ağır vebalini ifade eden hadislerden sonra “Şiddeti’z-Zaman” başlığı altında ele almış (Fiten, 24) ve daha sonra da “Emanete Riâyet Edilmemesi”, “Kur’an ve İlmin Gitmesi (Toplumsal Hafızadan Silinmesi)”, “Beydâ Ordusu” başlıkları altında başlıkla ilgili muhtelif hadisleri rivâyet etmiştir. Arkasından da büyük alâmetleri ihtiva eden hadisleri nakletmiştir. 60 İbn Mâce, Zühd, 38; Ahmed, II. 261, 377. 61 Ahmed, III. 182-183. (Hâkim hadisi tashih etmiş (I. 74), Tirmizî (no: 2859), hasen garib, Elbânî ise, sahih demiştir. Şuayb Arnaud ise sahih, bu isnâd hasendir demiştir. Ahmed, Müsned, s. 1257, hadis no, 17784, Ürdün, 2006. Üçüncü Oturum 175 Bu çerçevede Hz. Peygamber’in bu üslûb-ı hakîm tarzında, konumuzla ilgili fitneye dair verdiği haberlerin “dilinde” edebî sanatların hâkim olduğu, genellikle günümüz ifadesiyle sembolik bir dil kullandığı dikkatimizi çekmektedir. Ancak zaman içinde mecazların hakikat, hakikatlerin mecaz, teşbih ve temsillerin gerçeklik olarak algılanması, bu tür hadisleri içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Bizim kanaatimize göre mesele bu şekilde vazedilirse problem kökünden çözülmüş olacaktır. Böylece Hz. Peygamber tarafından kullanılan bazı deyim veya terkiplerin, daha sonraki asırlarda bazı kişilere ve hâdiselere tahsisi, olaylarla özdeşleştirilmesiyle ortaya çıkan derclerle, hadislerin aslı birbirinden ayırt edilebilecektir. Yine altını çiziyoruz mevzu hadisler bizim konumuz dışındadır. 11. Bu konuda bizim görüşümüzü destekleyen diğer bir delil de, fiten hadislerinde bahsedilen bazı hususların, aynı kelime veya fenomenlerle, bazen ümmetin helâkinin veya ictimâî düzensizliğin ifade edilmiş olması, bazen de kıyamet alâmeti olarak zikredilme keyfiyetidir. Meselâ bir hadiste şöyle buyrulur: “Ahir zamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar (hüdesâü’l-esnân, süfehâü’l-ahlâm). Bunlar konuştukları zaman mahlûkatın en hayırlı sözünden bahsederler…”62 Diğer hadiste ise, “Ümmetimin helâk olması, Kureyş’e mensup (aklı kıt: uğaylime) bir grup çoluk çocuğun elleriyledir” buyrulmuştur.63 Bir hadiste “Kıyametin hemen önünde karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar, o fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır” diye devam eder ve fitneye katılmamak için oku, yayı kırmayı, kılıçları taşa çalmayı, evinden çıkmayıp, öldüren değil ölen olmayı emreder.64 Öbür taraftan aynı hususlar Ebû Zerri’l-Ğıfârî’ye, Hz. Peygamber tarafından “yakında gerçekleşecek olan büyük fitnelere katılmama” tavsiyesi olarak nakledilir.65 Bu konudaki misaller çoğaltılabilir. Bizce bu hadisler, Hz. Peygamber’in ümmetini fitnelere karşı bilgilendirme ve uyanık olmayı tavsiye eden hadislerdir. Belirli gurup veya zamanı değil genel bir inzar ve tebliğ niteliğindedir. Zaten tamamına yakın bir kısmı kurulu düzen ve sosyal barış ve huzuru amaçlayan mesajlar niteliğindedir. Dolayısıyla, bu tür kargaşa ve iç ihtilâflar tarihte defalarca tekerrür etmiştir. Bugün de vardır, bundan sonra da kıyamete kadar olabileceği ihtimali gözüküyor. O halde büyük kıyametin alâmetleri olarak zikredilen bu tedbirleri, kıyâmet-i vustâ şeklinde anlamak bu tenakuzları kaldıracaktır. Zorlama tevillere ve anlamsız yorumlara da ihtiyaç kalmayacaktır. ———— 62 Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 36; Müslim, Zekât, 154 (r. 1066); Nesâî, Tahrîm, 26. Krş. Canan, Kütüb-i Sitte, XIII. 457. 63 Buhârî, Fiten, 3, Menâkıb, 25. Hadisin devamında hadisi nakleden der ki “Ben, Mervân oğulları iktidar olduğu zaman dedem İbnü’l-Âs ile birlikte Şam’a gittim. Orada iktidar sahiplerini yeni yetme gençler (ğılmân ahdâs) görünce, ‘Ebu Hüreyre’nin (r.a) kastettiği bunlar olmasın “dedi. Ben de sen daha iyi bilirsin dedim. 64 Ebû Dâvûd, Fiten, 2; (r. 4259, 4262); Tirmizî, Fiten, ,33 (r.2205) 65 Ebû Dâvûd, Fiten, 2 (r. 4261); İbn Mâce, Fiten, 10, (r. 3958). 176 Birinci Tebliğ Gerçi klasik ulema ve Hadis şârihleri bu haberleri, geleceğe ait Hz. Peygamber’in birer mucizesi olarak değerlendirmiştir. Telif etmeye çalıştıkları hadislere bazen tekerrür, bazen tahsis bazen tamim, bazen cem’ yoluyla izahlar getirmişlerdir. Ancak izahlar çoğu zaman ikna edici değildir. Meselâ, Ebû Zer el-Ğıfârî hadisinde geçen “Zeyt mıntıkasının taşları” ile ilgili yapılan izahlar gibi.66 “Sizler Muâviye ve Şamlıların üzerine gideceksiniz…”67 hadisinin izahında olduğu gibi.68 Yine aynı şekilde “Sabredin, daha öyle zamanlar gelecek ki, her gelen gün, gidenden daha şer olacak ve Rabbinize kavuşuncaya kadar böyle devam edecek…”69 Hz. Peygamber’in zamanında mevcut olmayan, Hz. Ömer devrinde ve hicrî 27 yılında Utbe b. Gazvân tarafından kurulan ve içerisinde hiç puta tapılmamış olan Basra şehrinden bahsederken, “Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denilen bir nehir kenarında, Basra isimli geniş bir sahraya konaklarlar…”70 şeklinde Rasûlullah’a (s) tavsif ettirilmesi gibi hadisler ise, hem konumuz hem de metin tenkidi açısından değerlendirilmelidir.71 12. Cibril hadisinde72 kıyamet alâmetleri olarak Hz. Peygamber tarafından haber verilen iki hâdise de bizi fitne hadislerinde haber verilen kıyamet alâmetlerinin “ictimâî çöküş ve yok oluşu” ifade ettiği fikrine götüren delillerindendir. Bilindiği gibi bu hadiste Hz. Peygamber “Kıyamet ne zamandır?” sorusuna, çok açık bir cevap vermiş ve “Bu konuda sorulan (yani ben), sorandan (yani senden) daha bilgili değildir (yani benim bu konudaki bilgi açısından senden bir farkım yok)” demiştir. Arkasından kıyamet alâmetlerinden bilgi isteyen muhataba (bazı rivâyetlere göre bu Kelb kabilesinden Dıhye suretinde gelen Cibril’dir.) “Köle kadınların efendileri doğurmaları, yalın ayak, çıplak (çulsuz), deve çobanlarının yüksek yüksek binalar yapmada yarışmaları” şeklinde açıklar. Farklı rivâyetlerde, Cibril hadisinin tamamında olduğu gibi, bu kısmının metninde de, kaynaklarımızda da bazı ilâveler ve eksikler mevcuttur. Bazı tarîklerde, deve çobanlarının yerine davar çobanları, diğer rivâyetlerde, bu çobanların vasfı olarak “fakir” kelimesi de ilâve edilmiştir. Diğer bir rivâyette “Yalın ayak, çıplak kimseler halkın yöneticileri (başkanları) olduğu zaman” şeklinde, daha açıklayıcı ve sosyo-kültürel açıdan izahı muhtevi bir farklılık vardır. Bunlardan başka hadisin aynı ifadelerinin bir başka rivâyette “çıplaklar” ifadesini müteakiben, “sağır ve dilsizler arzın kralları (melikleri) oldukları zaman” ilâvesi de rivâyet edilmiştir.73 ———— 66 Canan, Kütüb-i Sitte, XIII. 371. 67 Müslim, Zekât, 156 (1066). 68 Canan, A.e. XIII. 490-491. 69 Buhârî, Fiten, 6. Telifleri için bkz. Canan, A.e. XIII. 509-510. 70 Ebû Dâvûd, Melâhim, 10, (4306). 71 Telif ve izahlar için bkz. Canan, A.e. XIII. 404-405. 72 Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1(8); Ebû Dâvûd, Sünne, 17, (r. 4695); Tirmizî, Îmân, 4, (r. 2613); Neseî, Îmân, (r. 2613). 73 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Tahk. Abdü’l-Azîz b. Abdullah b. Bâz, I. 168-169, Beyrut, 1414/1993; Aynî, Umdetü’l-Kârî, tashih, Abdullah Mahmûd Muhammed Ömer, I. 440-443, Beyrut, 1421/2001. Üçüncü Oturum 177 Hadiste Hz. Peygamber’in kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna karşılık, tevil ve telife, vehim ve hataya sebep olmayacak açıklıkta ve kesinlikte “bu zamanı kimsenin bilemeyeceğini veciz bir şekilde beyan ettikten sonra, muhatapları kendileriyle alâkalı olan, “kendilerinin toplumsal kıyametleri” addedebileceğimiz uyarılarda bulunmuş ve adetâ “Siz büyük kıyametin ne zaman kopacağı konusunu bırakın, sizi ilgilendiren esas yakın kıyametinize yönelik hazırlıklar yapın da, uyardığım bu konularda dikkatli olun ve vebale girmeyin” demek istemiş olabilir. Ancak bu tabir genellikle zahir manasıyla alınarak, bir çok teviller yapılmıştır: Bu çerçevede, “Cariyelerin (köle kadınların) efendilerini doğurması” tespit edebildiğimiz şu ihtimallere hamledilmiştir: 1- Kıyamete yakın, anne-baba hakkına riâyet edilmeyecek, evlât anneye cariye muamelesi yapılacak. 2- Cariyelerden doğacak çocukların en yüksek makamlara çıkacak. 3- İslâm’ın yayılıp genişlemesi ve hâkimiyetinin güçlenmesiyle birlikte; çokça esir alınarak köleleştirilen cariyeler çoğalacak, cariyelerin, sahipleri olan efendilerinden çocuklar doğurması hâdiseleri çoğalacak. Bu takdirde o çocuk doğduğu cariyenin efendisi konumundadır. (Çoğunluk böyle anlamıştır. Ancak hadisin zahirinden anlaşılan hâkimiyet ve çokça cariye edinme İslâm’ın ilk döneminde de oldukça yaygın olduğu gerçeği dikkate alınınca bu yorumun uygun olmayacağı; zira hadisin siyakının böyle bir hâdisenin daha önce yaşanmamış olduğuna işaret etmektedir.) 4Cariyeler kralları doğuracak; bu takdirde kralın annesi cariye de tebaadan olur, bu durumda o kralın, diğer tebaasının olduğu gibi, o annenin de efendisi konumunda olması demektir. 5- Cemiyet ahvalinin bozulması neticesinde, ümm-i veled olan anneler mevcut yasağa rağmen satılacak, defalarca alınıp satılma neticesinde, kendi çocuğu tarafından satın alınacak, satın alan efendinin bu cariyenin kendi annesi olduğunu bilemeyecek. (Aynı muamelenin şüphe ile vat edilen cariye için de söz konusu olabileceği izahı getirilmiştir). 6- Ümm-i veled doğurduğu çocuk sebebiyle azat edilince, mecâzî olarak o çocuk efendi konumunda olur. Zira bu takdirde babasının ölümü, annesinin azat sebebi olmuştur. 7- Hadisteki “rab” ifadesi, “mürebbî” (terbiye eden) manasında kullanılmıştır. 74 İbn Hacer’e göre (852) bu görüş en genel hükmü ifade etmesi sebebiyle doğru görüşlerin en doğrusudur (evcehü’l-evcüh) ki, bu takdirde ifade, hakikat anlamındadır. 8- Hadis Son anlamda alınınca, yine İbn Hacer’e göre, hadisin yorumu, “kıyamete yakın ictimâî düzenin tamamen bozulacağı, devam eden siyasî ve sosyal intizamın (ahvalin) ters-yüz olacağı; başların ayak takımı, ayak takımının baş olacağı, oldukça önemli makamları işgal edecekleri istikametinde anlaşılacağı en doğru yorumdur. Bu anlamı, bu cümleden sonra gelen “çobanların bina yapımında yarışmaları” keyfiyeti de doğrulamakta, bu da “ictimâî bozulmaya” delil olarak mezkûr manayı desteklemektedir.75 13- “Deve çobanlarının yüksek yüksek bina yapımında yarışmala———— 74 Aynî, Umdetü’l-Kârî, I. 450. 75 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I. 167-168. 178 Birinci Tebliğ rını” ifade eden cümle de farklı anlayışlara sebep olmuştur: 1- Hz. Peygamber’in muhtelif devirlerde meydana gelen hâdiselerle de desteklenen geleceğe ait mucizelerindendir. 2- Hadisin muhtelif tarîklerindeki açıklamalar da .ikkate alınınca, bu anlam, “fakir köylü veya bedevîlerin idareyi zorla ele geçirmesi” şeklinde anlamak mümkündür. (Nebatlıların (köylü Arapların) kibarlaşıp şehirlerde köşkler edinmeleri dinin yani İslâm’ın değerler sisteminin alt üst olması demektir. Kurtubî bu mucizenin kendi devrinde gerçekleştiğini bildirir).76 3- Sefillerin başa geçmesi, zelillerin izzetli olmaları. 4- Bu hadiste Batı tipi demokrasileri ve rejimleri haber verilmektedir.77 Bizce, iki cümlenin birbirinden bu kadar farklı yorumlara sebep olmasının temelinde, bu hadiste verilmek istenen mesajın sevk edilişinden farklı bir yönde aranmasından kaynaklanmıştır. Nebevî beyan “büyük kıyamet” değil, “toplumun kıyametine” hamledilseydi, yorumlamada bu kadar zorlamaya gerek kalmayabilirdi. Zira hadisin delâlet ettiği manayı, israf ve gereksiz harcamanın toplumun çöküşüne sebep olacağı istikametinde tefsir edersek herhangi bir problem kalmayacaktır. “Cariyenin efendisini doğurmasını” da ahlâkî zafiyet ve toplumdaki değerlerin, değer hiyerarşisinin, kısacası toplumun tutarlı ve yerleşik düzeninin alt üst olması şeklinde izah edersek, diğer kîl ü kâle gerek kalmayabilirdi. Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in hadislerinin günümüz açısından esas problemi sened ve metin tenkidinden ziyade, hadis metinlerinin sevk ediliş bağlamının tespitini yaparak, zaman içinde eklenen en küçük izah ve katkılardan da arındırarak metin inşasını yapmak ve inşa edilen metni de İslâmî deliller bütünlüğünde değerlendirmektir. Bunu yapabilirsek, asırlardır devam eden tartışmaları daha müspet yöne sevk edebileceğimizi düşünüyoruz. Örnek olarak ele aldığımız kıyamet alâmetleri ile ilgili hadislerde de değerlendirmeye çalıştığımız gibi, bu metodun her konudaki hadisler için yapılmasının gerekliliği gün geçtikçe hissedilmektedir. Böylece oluşmakta olan sünnetin güncel yorumuna dair usûl ilmi de müspet gelişme yolunda önemli bir merhale kat edebilecektir. ———— 76 İbn Hacer (I. 167-168) ve Aynî (I. 452) bu izahlardan başka yorumları da verirler. (İnsan günümüz şartlarında ve yaşadığı bilgi çevresinde şu soruyu sormadan edemiyor: Köylülerin medenîleşmesi o kadar kötü mü ve bu ahalinin yönetim hakkı neden bu kadar büyük bir felâkettir?) 77 Canan, Kütüb-i Sitte, II. 222. MÜZAKERE Prof. Dr. Ahmet YÜCEL Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Sayın Başkan, Değerli Dinleyenler, Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selâmlıyorum. Muhterem Prof. Dr. Talat Sakallı hocam tebliğinde konuyla ilgili bir rivâyeti esas alarak kıyamet alâmetleriyle ilgili hadislerin güncel bir yorumunu sunmuştur. Kıyamet alâmetleri gibi zor bir konuda sunduğu bu tebliğinden dolayı sayın hocamı tebrik ediyorum. İslâm, öldükten sonra dirilmenin ve sonsuz hayatın gerçekliğinin temel inanç esaslarından biri olduğunu ilân etmiştir. Câhiliye dönemi müşrik Arapları ise öldükten sonraki dirilmeye inanmıyor, Kur’ân’ın bu konudaki beyanlarına tepki gösteriyorlardı. Bu sebeple kıyamet ve ahiret konusu birçok âyette ele alınmış, “Kıyamet” ismiyle müstakil bir sure nazil olmuş ayrıca elliye yakın surede kıyamet en çok üzerinde durulan konu olmuştur. Bu âyetlerde gerçek hayatın ahiret olduğuna ve dünyanın geçiciliğine vurgu yapılmıştır1 “Herkes yarın için ne hazırladığının bilincini taşımalıdır”2 âyetinde olduğu gibi toplum hayatında büyük önem taşıyan mesuliyet duygusu telkin edilmiştir. Sonsuz âlemdeki mutluluğu elde etmek ve dünyada başkalarına zararlı değil yararlı bir insan inşa etmek amacıyla kıyamet ve ahiret hakkında etkileyici üslûbuyla vurgu yapan Kur’ân’da onun alâmetleri hakkında aynı şekilde bilgiye yer verilmemektedir. “Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi rabbimin katındadır. O’ndan başkası açıklayamaz”,3 “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah katındadır”,4 “İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır”,5 “Kıyamet gününün bilgisi, O’na havale edilir”,6 “Kıyamet vaktini bilmek O’na mahsustur”7 âyetlerinde kıyametin vaktini sadece Allah’ın bildiği açıkça ifade edilmektedir. “Kıyamet size ansızın gelecektir”,8 “Kıyamet vakti ansızın gelip çatınca”,9 “Kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler?”,10 “İnkâr edenler, kendilerine kıyamet ansızın ———— 1 el-A’lâ, 87/16-19. 2 el- Haşr, 59/18. 3 el-A’râf, 7/187. 4 Lokmân, 31/34. 5 el-Ahzâb, 33/63. 6 Fussilet, 41/47. 7 Zuhruf, 43/85. 8 el-A’râf, 7/187. 9 el-En’âm, 6/31. 10 Yûsuf, 12/107. 180 Müzakere gelinceye kadar…”,11 “Onlar farkında değilken kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”12 âyetlerinde ise kıyametin ansızın geleceği belirtilmektedir. Son peygamberin gelmesi ve müşriklerin başına gelecek azap kastedilerek13 sadece “Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir”14 âyetinde kıyamet alâmetlerinin belirtildiği ifade edilmektedir. Kıyamet alâmetleri ise sadece dört âyette söz konusu edilmektedir. Bu âyetlere göre “Ye’cûc ve Me’cûc”15, “Dâbbetü’l-arz”16, gökyüzünde her tarafı ve insanları saracak “duman”17 ve “ayın yarılması”18 kıyamete çok yakın zamanda meydana gelecek kıyamet alâmetleridir.19 Ancak Kur’ân bunları mahiyetlerini açıklamaksızın zikretmektedir. Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin vaktini sadece Allah’ın bildiği ve ansızın meydana geleceği üzerinde durulmaktadır. Hz. Peygamber de söz konusu hadiste, “Kıyametin vakti ne zaman?” sorusuna, soruyu sorandan daha fazla bilgisinin olmadığını belirterek cevap vermiştir. 20 Bunun yanında hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in kıyamete kadar zuhur edecek olan bütün fitneleri haber verdiği rivâyet edildiği21 gibi kıyamet alâmetleriyle ilgili pek çok rivâyet de bulunmaktadır. Kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetler hadis kitaplarında genellikle “Fiten ve Melâhim” bölümlerinde yer almakta ve önemli ölçüde Hz. Peygamber’e nispetleri problemli görülmektedir. Bu sebeple gerek Hz. Peygamber’e aidiyetleri gerekse anlam ve yorumları açısından kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetler hakkında inceleme yapmak kolay değildir. Muhterem hocam tebliğinde kâinatın kozmik ve fizikî dengesinin bozulacağına veya yok olacağına işaret eden rivâyetleri istisna ederek kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetlerin büyük çoğunluğunun “dinî ve ahlâkî yozlaşmayla ortaya çıkabilecek olan toplumsal yok oluş veya çöküş mahkûmiyetini ifade ettiğini” ortaya koyan delillerin pek çok olduğunu ifade etmekte ve Cibril hadisini inceleyerek görüşünü örneklendirmekte———— 11 el-Hac, 22/55. 12 ez-Zuhruf, 43/66. 13 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VI, 386-388; VIII, 428-429. 14 Muhammed, 47/18. 15 el-Enbiyâ, 21796. 16 en-Neml, 27/82. 17 “Ama onlar kuşku içinde oynuyorlar. Şimdi sen, göğün açık bir duman getireceği günü gözetle” (Duhân, 44/10-12) âyetlerinde zikredilen dumanın Bedir Savaşı’ndaki müşriklerin toz duman içinde mağlup olmalarını ifade ettiği ve Hz. Peygamber döneminde gerçekleştiğine dair bk. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VIII, 305-306. 18 “Kıyamet yaklaştı ay yarıldı” (el-Kamer, 54/1) âyetinde söz konusu edilen ayın yarılması olayının kıyamet sırasında meydana gelecek olaylardan olduğu ve kıyametin çok yaklaştığını, vukuunda asla şüphe bulunmadığını vurgulamak için geçmiş zaman kipiyle belirtildiğine dair bk. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IX, 150. 19 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, V, 524. 20 Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 5. 21 Buhârî, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 22-25; Tirmizî, Fiten, 24. Üçüncü Oturum 181 dir. Tebliğde ifade edildiği gibi bu şekilde yorumlanabilecek başka bazı rivâyetler de vardır. Ancak az veya çok bu şekilde yorumlanamayacak gerek kâinatın kozmik ve fizikî dengesinin bozulacağına veya yok olacağına işaret eden gerekse gelecekteki fert veya gruplardan, siyasî çekişmelerden bahseden rivâyetlerin tamamı dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Nitekim hadis kaynaklarında “Hicaz toprağından Busra’daki develerin boyunlarını aydınlatacak bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmayacaktır”,22 “Doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer batması olmadıkça kıyamet kopmayacaktır”,23 gibi kıyamet alâmeti olarak kâinatın kozmik yapısının bozulacağını ifade eden rivâyetler bulunmaktadır. “Davaları bir olan iki büyük topluluk birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz”,24 “Müslümanlar Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz…”,25 “Siz yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz”26 gibi siyasî çekişme ve gruplar arası savaşları kıyamet alâmeti olarak ifade eden rivâyetler de bulunmaktadır. Hadis kaynaklarında özellikle Fiten ve Melâhim bölümlerinde yer alan gerek İslâm toplumunda meydana gelecek sosyal ve siyasî kargaşalar gerekse kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatinin tespiti ve yorumu Kur’ân ve sahih sünnetin ruhuna uygun bir şekilde yapılmalıdır. Buna göre Hz. Peygamber kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ifade etmiş, Hz. Âişe de “Peygamber’in gelecekte olacak şeyleri bildiğini iddia eden kimse Allah’a iftira etmiş olur”27 açıklamasını yapmıştır. Ayrıca mahşerde ümmetinin affedilmesini isteyen Hz. Peygamber’e, “Sen onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun”28 denileceği haber verilmektedir. Gerek bu bilgiler gerekse Kur’ân’ın sözü edilen açık beyanları zamanı, mekânı, tarihi kesin hatlarla belirtilen, belli kişi ve olaylarla ilgili detaylı bilgi ihtiva eden fiten ve kıyamet alâmetleriyle ilgili haberlerin ihtiyatla karşılanmasını gerektirmektedir. Bunlar arasından Kur’ân ve sahih sünnete uygun olanları ise yine bu iki temel kaynak ve bunlardan elde edilen temel prensipler çerçevesinde anlaşılıp yorumlanmalıdır. Hz. Peygamber’in gerek fiten gerekse kıyamet alâmetleriyle ilgili hadislerini ileri görüşlü bir Peygamber olarak gelecekteki tehlikelere karşı nebevi uyarılar olarak kabul etmenin daha isabetli olduğu söylenebilir. Burada söz konusu temel ölçüler dikkate alınmadan kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetlerin dinin temel bir meselesi gibi sunulmasının da isabetli olmadığına işaret etmeliyiz. İslâm tarihi boyunca konuyla ilgili rivâyetlerin nasıl algılandığı ayrı bir araştırma konusudur. Ancak bu konudaki rivâyetlerin İslâm’ın genel çerçevesi içeri———— 22 Müslim, Fiten, 42. 23 Müslim, Fiten, 39. 24 Müslim, Fiten, 72-73. 25 Müslim, Fiten, 65. 26 Müslim, Fiten, 62. 27 Müslim, Îmân, 287; Tirmizî, Tefsîr, 7. 28 Buhârî, Fiten, 1. 182 Müzakere sindeki yerini tespit etmeden yanlış yorumlanmaları çoğu zaman karamsar bir insan tipini ortaya çıkarabileceği söylenebilir. Ayrıca deprem ve benzeri tabiatla ilgili olayların ilgili rivâyetler dikkate alınarak kıyamet alâmeti olarak anlaşılması bunların gerçek mahiyetinin araştırılmasına da engel teşkil edebilir. Sonuç olarak kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetlerin tamamının sıhhat ve yorum açısından sözü edilen ölçüler çerçevesinde yeniden ele alınıp incelenmesine ihtiyaç olduğunu ifade etmeliyiz. 2. TEBLİĞ SÜNNETİN HAYATA İNTİKALİNDEKİ GERİLİM NOKTALARI, AÇMAZLAR VE PROBLEMLER Prof. Dr. Salahattin POLAT Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi 1. Giriş Tebliğimin başlığı üzerinde açıklamalar yaparak başlamak istiyorum: Gerilim ile bir doğrultuda gitmemizi engelleyen, bizi karşıt kutuplara sürükleyen, hangi tercihi yaparsak yapalım bir sorunla karşı karşıya kaldığımız durumları kastetmekteyim. Türkçedeki deyimle; “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” şeklinde ifade ettiğimiz durumlar. Problem kelimesi bu durumu ifadede yetersiz kalıyor. Çünkü her gerilim bir manaya problemdir ama her problem gerilim değildir. Açmaz kelimesi ise, TDK Türkçe Sözlüğü’nde; “İçinden zor çıkılır durum” diye açıklanmaktadır. Gerilim kavramına olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemiyorum. Çünkü gerilim durumunun olumsuz yanları yanında, burada detaylarına giremeyeceğim, sadece çok genel olarak temas edeceğim olumlu yanları da vardır. Dirayetli yaklaşımlarla gerilim durumu avantaja çevrilebilirken, aksi durumda “kaş yapayım derken göz çıkarma” durumuna düşülebilir. Benzer gerilimli durumları akıllıca çözen birey ve toplumlar bunu yapamayan rakiplerine fark atarlar. Medeniyet denen şey de bir manaya bu dirayetin sonucudur. Çünkü gerilim, evreni ve hayatı dinamik ve dengede tutan en temel unsurdur. Kültürümüzde “Her şey zıddı ile kaimdir” denir, zıtlıklara Allah’ın hikmeti nazarıyla bakılır. Allah’ın, elEsmâü’l-Hüsnâ’sından “el-Câmi’, el-Kayyûm, el-Müheymin” isimlerinin her birinde birçok anlam yanında, “zıtları, hikmeti ve sanatıyla bir arada ve dengede tutan” anlamı da vardır. Herhangi bir problemin akıl için yol bir diye niteleyebileceğimiz türden bir çözümü varsa ya da sağduyu veya gündelik hayat tecrübeleriyle çözülebilecek türdense belli bir süreçte, bir şekilde çözülür. Ama bazı problemler vardır ki, çözümü çok ciddi bedeller ödenerek ve nesiler süren çok uzun süreçlerde mümkün olabilir. Gelenek çok zaman bu tür çözümleri içinde barındırır. Fakat yeni nesiller o problemlerin çözüldüğü bir dünyaya doğarlar, geçmişte yaşanan sıkıntıları, ödenen bedelleri ve ellerindekinin kıymetini bilmezler, nesiller boyu süregelen geleneğin çok hassas 184 İkinci Tebliğ dengeler üzerinde oturduğunun farkında olmazlar, dolayısıyla geleneği hafife alarak zamanın onlara dayattığı değişim ihtiyacı karşısında değişime bilinçsizce ayak uydurabilirler, gelenekten kolayca vazgeçebilirler. Ya da geçmiş çözümü yani geleneği koruma refleksiyle değişime göz yumup tarih dışına düşebilirler. Bu noktada genel olarak akıllara orta yolcu yaklaşım gelir. Yani her iki şıkkı da bir araya getirme, “ne yardan geçelim ne serden” yaklaşımı. Sıkça şöyle ifadeler duyarız: “Hem geleneğimizi, kültürümüzü koruyalım hem çağa ayak uyduralım.” Bunu söylemek kadar kolay bir şey yoktur. Bu cümle söylendiği anda bir yığın problem baş gösterir. Bunları göremeden ya da görmezden gelerek söylenen her söz boş laftır, kolaycılıktır, slogan türü çözümlerle insanları oyalamak hatta kandırmaktır. Çünkü orta yolculuk her zaman isabetli olmaz. Her iki şıkkı bir araya getirmek her durumda mümkün olmayabilir. Tipik bir örnek olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” mealindeki uydurma hadisi verebiliriz. Bu rivâyetin, Kur’ân ve sünnete uygun olup olmadığı tartışması bir tarafa, her birimiz bireysel hayatımız içinde düşündüğümüzde böyle bir konumda durmanın imkânı ve problemlerini hissedebiliriz. Hiç kimse ne hayatının belli bir anında ne de bütün hayatı boyunca tam orta noktada duramaz. Biz daima orta noktanın iki tarafında bir yerlerdeyizdir. Bu söz ancak bir tavsiye değil bir gerilim durumunun mecazi ifadesi olarak anlaşılırsa yani; ‘Böyle yapabilirseniz yapın, ama yapamazsınız. O halde en azından ağırlıklı olarak ne tarafta duracağınızı seçin’ gibi bir anlam verilirse, hem İslâm hem de hayatın gerçekleri açısından anlamlı olabilir. İslâmî ilimlerde, teâruz, cem’, telif, müşkil, telfik, hilâf, tevil gibi kavramlar etrafında cereyan eden bilimsel tartışmalarda sadece naslar arasındaki tearuz durumları değil, yukarıda bahsettiğimiz türden gerilimli durumlar da söz konusudur. Bu konularla ilgili literatürde orta yolcu çözümün her zaman mümkün ve isabetli olmadığına dair çok miktarda örnek mevcuttur. Ama bunun detaylarına girmenin yeri burası değildir. Bu vesileyle benim dikkat çekmek istediğim husus geçmişte de günümüzde de çok zaman gerilimin mahiyeti gözden kaçırılarak yapılan tartışmaların, çözümlerin ve orta yolcu önerilerin çıkmazlarına dikkat çekmektir. Gerilimli durumlarda önce ‘gerilim giderilebilir türden mi yoksa değil mi’ diye bakmak gerekir. Çünkü bazı gerilim durumları problemin doğasından kaynaklanırken, bazıları problemin bizim kontrolümüz altında olmayışından kaynaklanır. Ama her iki durumda da orta yolcu yaklaşım işe yaramayabilir. Daha ince ayar, iyi düşünülmüş stratejilere ve planlara dayanan, belli süreç ve aşamaları hesaplamış olan hülasa iyi yönetilen çözümler gerekir. Özellikle giderilemeyen türden gerilim durumları varsa ‘bunları lehimize çevirebilir miyiz?’ sorusunu sormalıyız. Dirayetli ve isabetli çözümler gerilimin ve niteliğinin farkında olmayı gerektirir. Sonuçta riski yöneterek gerilimli şıklardan birini tercih etmek gerekebilir. Büyük adamlar ve büyük medeniyetler bu beceriyi gösterebildiklerinden büyüktürler. Üçüncü Oturum 185 Öteden beri sünnetin yorumu ve hayata aktarılmasındaki tartışmalarda ya bu açmazların atlandığı ya da hafife alındıklarına tanık olduğumdan tebliğimde bu konuyu ele almayı uygun gördüm. Bu tebliğde sadece bunlara dikkat çekmeyi, çözüm önerilerinin bunların hesabını vermesi gerektiğini vurgulamayı amaçlamaktayım. Yer yer de ilke bazında bazı çözüm önerilerinde bulunacağım. Yoksa bir tebliğin sınırları içinde bunların tamamının ne teorik ne pratik planda çözümlerini ortaya koymak mümkün değildir. Tebliğimde bu gerilim noktalarından sadece birisi üzerinde detaylı olarak durmak yerine, önemli gerilim durumlarına kısaca da olsa temas etme yolunu tercih edişim bütünlüğün gözden kaçmaması içindir. Nitelikleri ne olursa olsun bir Müslüman, bireysel olarak dahi olsa sünneti hayata aktarma çabasına düştüğünde birtakım problemlerle yüz yüze gelmek durumundadır. Sorun toplumsal düzeyde ele alınınca daha da karmaşıklaşmaktadır. Bu problemler farklı uzmanlık ve entelektüel düzeylerinde farklı biçimde kavramlaştırılabilir. Fakat her bir Müslüman kendi seviyesinde bu problemlerin farkında olmalıdır. 2. Sünnet Konusundaki Bazı Yanlış Anlayışlar Sünnet hakkındaki birtakım yanlış anlayışların, sünnetin hayata aktarılmasında önemli problemlere yol açtığını düşünmekteyim. Bunlara sadece halk kesiminde değil çok zaman aydın tabir ettiğimiz kesimlerde hatta uzmanlar arasında da rastlanmaktadır. Bunların en önemlilerini şöylece sıralayabiliriz: a) Hz. Peygamber’in sünnetinin kaynağı ve onu belirleyen kıstaslar hakkındaki yanlış anlayışlar: Bu konulardaki en yaygın yanlış anlayışlardan ilki, sünnetin kaynağını sadece hadisler olarak görmektir. Oysa sünnetin temel kaynağı Kur’ân’dır. Diğer kaynakları ise hadisler, akıl, sağduyu ve toplumun maruf kavramı kapsamındaki uygulamalarıdır. Yani Hz. Peygamber bütün bu kaynakları esas almıştır. Bunun yanında toplumundaki münker olarak nitelendirilebilecek toplumsal uygulamaların yerine maruf olan yeni gelenekler ikame etme çabasında olmuştur. Böylece Arapların, “bizden öncekilerin/atalarımızın sünneti” diye nitelendirdikleri ve önem verdikleri geleneklerini bir nevi revizyona tâbi tutmuştur. Bunların yanında geçmiş peygamberlerin zaman içinde yok olan veya bozulan sünnetlerini ihya etmeyi amaçlamıştır. Bu husus sadece sünnetin niteliği üzerindeki tartışmalarda değil, hayata aktarılması probleminde de nirengi noktasını teşkil etmektedir. Çünkü sünneti hayata aktarırken sadece Hz. Peygamber’in yaptıklarına bakmak, sadece onları referans almak, sünnetin bahsettiğimiz diğer kaynaklarını atlamak, bizi açmazlara sürüklemektedir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber’in hayat tarzına kaynaklık eden unsurları bizim de kaynak olarak almamız sünnettir. Şayet biz aklı ve marufu sünnetin ihya- 186 İkinci Tebliğ sında kaynak olarak kullanmazsak en kestirme tabiriyle tarihin ve hayatın dışına düşeriz. b) Sünneti uyulması zorunlu olmayan, ama faziletli davranışlar manzumesi olarak görmek: Bunda büyük ölçüde, fıkıhtaki ahkâm-ı şer’iyye kategorilerinden birisi olan sünnet kavramı ile Hz. Peygamber’in sünneti kavramının karıştırılmasının rolü vardır. Sünnet sadece faziletli davranışlar değil, İslâm’ın birey ve toplum hayatındaki tezahürüdür. Bu durumda sünnetin hükmü, ahkâm-ı şer’iyyeden hangisine tekabül ediyorsa odur. Bu demektir ki, müstehab olanlar yanında farz veya vacib olan sünnetler de vardır. Ayrıca sünnet bireyi ilgilendiriyorsa onu yerine getirmek bireylerin, ama toplumu ilgilendiriyorsa onu toplumsal hayatta yaşanır kılmak bütün Müslümanların sorumluluğundadır. Klasik terminoloji ile söylersek, bireye farz olan sünnetin yaşanması her bir Müslüman’a farz-ı ayn iken, İslâm ümmetine farz olan sünnetlerin hayata aktarılması farz-ı kifâyedir. Yani toplumsal olarak yerine getirilmesi farz olan bir sünnet yerine getirilmiyorsa tek tek bütün Müslümanlar sorumludur. Farz-ı kifâye anlayışı gittikçe toplumumuzun gündeminden çıkmakta, daha bireyci bir sorumluluk anlayışı gelişmektedir. Dikkat edilmesi gereken bir incelik daha vardır ki, o da farz-ı kifâyenin göreceli bir kavram olduğudur. Ehliyet, birikim ve toplumsal pozisyonlarına göre bir Müslüman’a farz-ı kifâye olan bir husus başka bir Müslüman’a farz-ı ayn olabilir. c) Sünnetin hayata aktarılmasını belli ilmi disiplinlerin sorunu olarak görmek: Kimilerine göre sünnet sadece hadisin, kimilerine göre sadece fıkhın, kimilerine göre her ikisinin, kimilerine göre de İslâmî ilimlerin konusudur. Oysa sünnetin hayata aktarılmasında bütün İslâmî ilimler yanında, gerektiğinde başta insan bilimleri olmak üzere bütün bilimlerden yararlanmak gerekmektedir. Fakat bunu yaparken bilimcilik tuzağına karşı uyanık olunmalı, nasları ve İslâm geleneğini, bilim paradigmaları ve bilimin günümüzdeki verileri ile değerlendirme hatasına düşülmemelidir. Sünnet kavramını belli disiplinlerin sınırlarına hapseden bir anlayışın benimsenmesinde, sünnetin kaynağını sadece hadisler olarak gören dar bakış açısının yanında, İslâm ülkelerindeki ve ülkemizdeki katı uzmanlık alanları ayırımı, ilâhiyat disiplinlerinin sınırlarındaki problemler, ilâhiyat uzmanlarının ilâhiyat dışı uzmanlık alanlarına ilgisizliği, ilâhiyatçıların özellikle fıkıhçıların kendilerini hayatın her alanında konuşmaya ve fetva vermeye tek yetkili görmeleri, farklı alanlardaki uzmanlarla ekip çalışmaları yapma geleneğimizin zayıflığı ve ilâhiyat dışı uzmanların din alanı ile ilgilenmeyi değişik sebeplerle riskli saymaları gibi faktörler de zikredilebilir. Bunların sonucunda din, hayatın ve tarihin dışına düşmekte, sünnetin hayata aktarılması dar çevrelerde, dar çerçevede ve dar bakış açılarıyla Üçüncü Oturum 187 yürütülmeye çalışılmaktadır. Ayrıca sünnetin hayata aktarılması sadece akademik bir problem ve akademisyenlere mahsus bir sorumluluk değil, bütün Müslümanların sorumluluğudur ve herkesin kendi çapında yapması gerekenler vardır. Fakat burada, sorumluluk yaygınlaştıkça sahipsizleşmesi ve kaos doğurması gibi bir paradoksla karşı karşıya gelmekteyiz. Bu konuya ileride yeniden döneceğiz. d) Sünnetin toplumsallığının, gelenekselliğinin, gelenek-sünnet ilişkisinin göz ardı edilmesi: Kanaatimce sünnetin hayata aktarılmasında en önemli problem ve gerilim noktası, sünnete uymanın sadece bireysel bir sorumluluk olarak algılanmasıdır. Bu her şeyden önce sünnet kavramının ruhuna uymaz. Sünnet kavramında etimolojik ve semantik olarak toplumsallık ve geleneksellik anlamı baskındır. Biz sünneti hayata aktarmaktan bahsettiğimizde Peygamberimizin (a.s.) yolunu, hayat tarzını ve gidişatını günümüzde de sürdürmeyi kastediyoruz. Hz. Peygamber’in sünnetinin varlık zemini toplumdur. Bu durumda onun sünneti, toplumsal alanda yaşanır kıldığı, gelenek haline getirdiği şeylerdir. Örneğin onun bireysel olarak devamlı yaptığı bazı şeyler vardır ama bizim için bağlayıcı değildir. Daha iyi anlaşılması için şöyle bir varsayım üzerinde duralım: Hz. Peygamber’in sağlığında ve irtihalinden sonra bir tane dahi inananı olmasaydı onun sünnetinden bahsedebilir miydik? Tabii ki hayır! Ya da Hz. Peygamber’in sağlığındaki ve irtihalinden sonraki takipçileri birbirinden çok farklı yollar izleselerdi hangisine sünnet diyecektik? Hepsine mi, içinden birisine mi, hiçbirine mi? Cevabımız belidir: Onun yolunu devam ettirene. Ama hangi yol onunkinin devamıdır bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu noktada önemli olan sünnetin toplumsal bir olgu olduğudur. Sormamız gereken önemli sorulardan birisi de şudur: Tarihimizde, İslâm kavramı ve teriminin yanında ayrıca bir de sünnet kavramının ve teriminin üretilmesine niçin ihtiyaç hissedilmiştir? Niye aliminden idarecisine, medresesinden dergâhına İslâm toplumunun önderleri sünnet kavramına bu kadar önem vermiştir. Hz. Peygamber’in sağlığında sünnet kavramı etrafında ortaya çıkan bir sorun yaşanmadığına göre sünnet niçin sonradan bu kadar kritik ve hayatî önem kazanmıştır? Bu konuda İslâm dünyası içinde ve dışında değişik tahliller yapılmıştır ve yapılmaktadır. Bu tahliller iki ana eksen etrafında yoğunlaşmaktadır: 1. Sünnet, İslâm ümmetinin Hz. Peygamber’in yolunu sürdürme amacı etrafında şekillenen bir kavramdır. İslâm dünyasının tarihteki ve günümüzdeki anlayışı genel olarak budur. 2. Sünnet, İslâm dininin tarihi seyri içinde karşı karşıya kaldığı değişime ayak uydurma ihtiyacı karşısında bu değişimi meşrulaştırma aracı 188 İkinci Tebliğ olarak üretilmiş bir kavramdır ve sünnetin dayanağı olan hadisler de galip ekseriyeti ile uydurmadır. Bu da ağırlıklı olarak batılı oryantalistlerin ve tarihsel eleştiri yöntemini benimseyenlerin görüşüdür. İlk anlayışa göre sünnetin kaynağı otantik, ikinciye göre değildir. Bu iki farklı öncül uzlaştırılamaz olduğundan, bunların sentezi mümkün değildir. Bu yüzden de bu iki farklı yaklaşım tarzının tarih yorumları taban tabana zıt olacaktır. Bu iki görüşün de temel argümanı yorumsal olduğundan her iki görüş de ispatlanamazdır. Eğer bilimin ispatlarla değil çürütmelerle ilerlediğini kabul edersek, henüz her iki görüş de çürütülebilmiş değildir. Sünnetin mahiyeti hakkındaki aşağıdaki analizimin bu doğrultuda değerlendirilmelidir. Hz. Peygamber’in sağlığında olmasa da irtihalinden sonra sünnetin birçok sorunun odak noktasını teşkil ettiğine dair tarihi veri ve karinelere sahibiz. Peygamberimizin sağlığında herkesin odaklandığı nokta Kur’ân ve Hz. Peygamber’in direktifleri idi. Bireysel ve toplumsal planda herhangi bir konuda nasıl davranılması gerektiği problem olduğunda, Kur’ân’da o konuda açık bir hüküm yoksa Peygamberimize danışılıyordu. Uzakta olanlar da onun temsilcilerine danışıyorlar, kayda değer bir ihtilâf çıkmıyordu. Sağlığında Hz. Peygamber, hem vahye muhatap olması hem de İslâm toplumunun tabii lideri olması hasebiyle tartışılmaz ve mutlak otorite idi. Öyle ki, Hz. Peygamber’in sağlığında sistematik ve geniş ölçüde sünnetin kaydına ihtiyaç duyulmadı. Kimse Hz. Peygamberden sonra ne yaparız diye hazırlık yapmadı. Zaten bu beklenmezdi de. İnsanlar genelde liderlerinin sağlığında, onun hayat detaylarını kendiliklerinden kayda almazlar. Bazı hükümdarların yaptığı gibi vakanüvis gibi görevlilere hele de sözlü kültür toplumlarında pek rastlanmaz. Hz. Peygamber de Kur’ân’ı yazmaya son derece önem vermesine rağmen kendi hayat ve hadislerinin yazılmasını teşvik etmedi. Kur’ân dışında yazdırdıkları sınırlı sayıda resmî belge türünden şeylerdir. Sağlığında sahabe tarafından yazılan hadisler son derece istisnaidir ve özel notlar niteliğindedir. Bu, hadislerin bize ulaşmasının güvenilir olmadığı anlamına gelmez. Hadisler asr-ı saadette kelimesi kelimesine yazılmasa da, sünnetin ne olduğunu tayine yetecek sürede ve standartlarda kayda geçirilmiştir. Bunun tartışma yeri burası değildir. Ama sağlığında otoritesini kimsenin tartışmadığı Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra ortaya çıkan yeni problemler önemli ihtilâflara yol açtı. Halifelerin yaptıklarının İslâmîliği tartışılır oldu. İşte bu noktada tartışma ve ihtilâflar İslâm toplumunu çözülme ve dağılma noktasına getirdi. Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Kur’ân Müslümanların elinde idi ama buna rağmen çok ciddi ihtilâflar yaşandı. Çünkü Kur’ân’da doğrudan yer alan hususlar zaten toplumda yerleşmiş ve oturmuştu. Ama nasıl? Hz. Peygamber’in düzenlemeleri ile. Ama ondan sonra ortaya çıkan her yeni durum ve problem, Kur’ân ellerinde olmasına rağmen insanları yorum sorunu ile yüz yüze bırakıyor ve doğal olarak farklı yorumlar ve ihtilâflar, kamplaşmalar ortaya çıkıyordu. Oysa asr-ı saadette yorum ihtilâfı diye bir şey yoktu. Daha da önemlisi İslâm dünyası süratle genişliyor, Hz. Peygamber’in Üçüncü Oturum 189 hayatını bizzat müşahede ederek sünneti içselleştiren sahabe gittikçe azınlığa düşüyordu. Öbür taraftan Müslümanlar fetihler sonucu sürekli yeni kültürlerle yüz yüze geliyorlardı. Bu da Hz. Peygamber’in sağlığında inşa ettiği geleneğin devamını tehlikeye düşürüyordu. İşte bu farklı yorum ve çözümlerin toplumsal çözülmeye yol açmaması için hakem rolü oynayacak bir mercie ihtiyaç vardı. Bu aşamada Hz. Peygamber’in sünneti onun sağlığındaki otoritesini yeniden üstlendi ve İslâm toplumu dağılmaktan kurtuldu. Burada hakem rolü oynayacak olan sadece hadisler değil sünnetti. Çünkü hadisler de Kur’ân gibi yorumsallık problemi taşımaktaydı. Hz. Peygamber’den sonraki Müslümanlar bu kritik tarihsel dönemeçte bu kadar süratle genişleyen İslâm coğrafyasını ve bu kadar farklı kültürü bir potada eritebildiler ve sağlıksız bir büyümenin önüne geçebildilerse, bu devasa enerjiyi mecrasında akıtabildilerse, bunu, Hz. Peygamber’in mirasını toplumsallaştırmak, gelenekselleştirmek ve sürekliliğini sağlamaktaki ustalık ve dirayetlerine borçludurlar. Bu başarıda idarecilerin, alimlerin, sufilerin, sanatkârların hasılı bütün toplum önderlerinin payı vardır. Yoksa okuryazarlık oranının son derece düşük olduğu, sözlü kültür kodlarının egemen olduğu o toplumlarda siz insanların ellerine okumaları için metinler vererek sorunu çözemezsiniz. Bırakın o dönemi, okuryazarlık oranının neredeyse %100lere yaklaştığı ve yazılı kültür aşamasında olan günümüz toplumlarında bile sadece insanların eline metinler vererek bunu sağlayamazsınız. Toplumlar zamana uyarlanabilen ama ana damarı ve karakteristiği bozulmadan sürdürülebilen geleneklerle ayakta kalabilirler. Hz. Peygamber (a.s.) döneminden günümüze kadar, Müslüman idareciler, alimler ve önderler, ümmeti, bir yandan din konusunda dinamizm sağlayan farklı görüş ve tartışmaları bastırmazken, diğer yandan sünnet, Ehl-i sünnet, icmâ gibi kavramları geliştirip gelenekselleştirerek bir ana damar etrafında birleştirebildikleri dönemlerde Müslümanlar aziz, bunu sağlayamadıkları dönemlerde zelil olmuşlardır. Hz. Peygamber (a.s.) döneminin saadet asrı olmasının en önemli sebebi Müslümanların tek otorite altında toplanmış olmalarıdır. Bu noktada dikkat çekmek istediğim diğer bir husus, geleneği önemseyenlerin hemen gelenekçilikle yaftalanmasıdır. Geleneği önemsemek başka, gelenekçilik başkadır. Modern olmakla modernist olmanın, bilimsel olmakla bilimciliğin faklı oluşu gibi. Olaylara sosyoloji veya psikoloji açısından bakmak ile sosyolojizm ve psikolojizm farklıdır. Laikliği savunmakla laikçi olmak, bir mezhebe mensup olmakla mezhepçilik farklıdır. Birincilerde bir şeyi önemsemek, bir tercih sonucu mensubiyet veya bir şeyi öne çıkarmak söz konusudur. İkincilerde ise indirgemecilik, her şeye aynı gözlükle bakmak, militanlık, aşırılık söz konusudur. Toplumumuzda halkından aydınına çoğu kişi bu tür ayırımlarda yeterli hassasiyete sahip değildir. Sünnet kavramını bahsettiğim şekilde anladığımızda Peygamberimizden (a.s.) sonraki nesillerin sünnetleri de bizim için referans kaynağı 190 İkinci Tebliğ olacaktır. İlgili hadislerin sıhhati üzerindeki tartışmalardan sarfı nazar ederek belirteyim ki, sünnet kavramı yanında Râşid Halifelerin sünneti, icmâ, Medine ehlinin ameli gibi kavramlar geleneksellik ve devamlılık olgusunun farkında olan selef uleması tarafından üretilmiş ve kullanılmışlardır. Burada, niye geçmiş tecrübelere veya geleneğimize bakıp işi zorlaştırıyoruz, doğrudan Hz. Peygamber’in uygulamalarını referans alalım şeklinde sıkça dile getirilen itiraza karşı şunlar söylenebilir: Her şeyden önce biz orada değil burada duruyoruz. Metodolojik olarak aradaki boşluğu yok farz etmek bizi anakronizme (tarih dışına) düşürür. Değişim olgusunu görmezden gelip, aradaki 14 asrı atlayarak doğrudan asr-ı saadete giden yaklaşımın müstakil bir çalışmayı gerektirecek kadar geniş felsefî, metodik ve pratik problemleri vardır. Ben bu noktada Gadamer gibi düşündüğümden, asr-ı saadet ile aramızdaki bu boşluğun ancak gelenek köprüsü ile kapatılabileceği kanaatini taşıyorum. Öte yandan Hz. Peygamber bile 23 senelik süreç zarfında değişen ve gelişen bir sünnet inşaya çalışmıştır. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber bir yandan içinde yaşadığı toplumun maruf uygulamalarına itibar ederken diğer yandan 23 sene zarfındaki değişim olgusuna itibar etmiştir. Nesih teorisini ilke olarak kabul etsek de etmesek de, ya da neshe örnek sayılan olayları tahsis, nass üzerine ziyade vs. gibi farklı kavramlarla nitelesek de, bizzat bu olaylarda, asr-ı saadette değişimin göz önünde bulundurulduğunun ipuçlarını buluruz. Hz. Peygamber’in irtihalinden hemen sonra Müslümanlar değişim olgusu hakkında büyük tartışmalar yapmışlar ama önemli gelişmeler de kaydetmişlerdir. Özellikle Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in halifelikleri dönemindeki, Hz. Peygamber döneminden farklı uygulamaları üzerine yaşananlar ve varılan sonuçlar ve bu sonuçların tarihsel süreçte ortaya çıkan isabetliliği bunun göstergesidir. Tabir caizse sünnet bir nehir gibidir. Bir nehirde iki defa yıkanılmaz, yatağı değişebilir, mevsimlere göre suyunun nitelikleri değişebilir, değişik toplum kesimleri için anlamı, önem fonksiyonu farklı olabilir ama nehir aynı nehirdir. Dolayısıyla her neslin sünneti, bir yandan, sonraki neslin içine doğacakları ve üstünde duracakları bir zemin oluştururken, öbür yandan geçmiş tecrübelerden istifade edecekleri bir referans noktası olacaktır. Bu durumda sünnet ihyacıları her bir sünnet konusunda Hz. Peygamber’den günümüze kadarki Müslümanların tecrübelerinden yararlanmak durumundadırlar. Sünnetin toplumsallaşmasından bahsedince, tüm toplumun tek bir sünnet anlayışında birleşmeye zorlanması, farklılıkların, çeşitliliğin, renkliliğin, bireysel tercihlerin onaylanmadığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. İnsanlar farklı yaratıldıklarına göre sünnetin farklı boyutlarını farklı meşreplerle temsil edeceklerdir. Ama bütün bunlarla birlikte bütün farklılıklar bir ana istikamet ve belli temel ilkelerin sınırları içinde olmalıdır. İşte ileride tekrar döneceğim önemli bir gerilim noktası da budur. Üçüncü Oturum 191 Tebliğimde kullandığım sünnet kavramına, baştan buraya kadar ifadeye çalıştığım bir anlam çerçevesi çizdiğimi vurgulamak isterim. Sünnetin geleneksel özeliği vurgulandığında çok zaman, Goldziher, Schacht, Fazlurrahman gibi kişilerin yaşayan sünnet kavramı ile ilgili görüşlerinden etkilenme suçlaması yapılmaktadır. Bu şahısların yaşayan sünnet kavramı ile kastettikleri olgu değil, onun üzerinden inşa etmeye çalıştıkları teori tartışılabilir. Yoksa ki, yaşayan sünnet kavramı aynı ifadelerle olmasa bile mefhum olarak İslâm tarihinde sonradan çıkmış bir kavram değildir. İslâm tarihi boyunca sünnetin gelenekselliği ve toplumsallığı vurgulana gelmiştir. Ama bunun tartışmasına girmek bizi konu dışına sürükler ve bu tebliğin çerçevesini aşar. (Bu konuda bkz: Ahmet Uyar, Hicri ilk Üç Asırda Sünnet Anlayışı, Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 2000) Yeri gelmişken konumuzla ilgili bazı İslâmî kavramların batı kültürünün kavramlarıyla ikame edilmesinin yanlışlığına da temas etmek istiyorum. Her ne kadar yukarıda meramımızı ifade edebilme amacıyla sünnetin bir gelenek olduğundan bahsetsek de gelenek kavramı sünnet kavramını birebir karşılamaz. İngilizcedeki tradition kavramı sünnet kavramı ile örtüşmez. Hatta Islamic Tradition: İslâmî gelenek tabiri dahi sünnet kavramı ile örtüşmez. Çünkü İslâm geleneğinin tamamı sünnete uygun değildir. Ayrıca sünnet sadece geleneği sürdürmekten ibaret değildir, o bir revizyondur. Hasılı sünnet bir gelenektir ama her gelenek sünnet değildir. O yüzden başlıkta sünnetin gelenekselliği gibi bir ifadeyi tercih ettik. Ehl-i sünnet kavramını da, ortodoks kavramıyla eşitlemek de doğru değildir. Aralarında bazı benzerlikler olsa da hem ciddi anlam farkları vardır. Ehl-i sünnet tabiri, geç dönemlerinde ortodoks kelimesinin anlamına benzer bir anlam kazansa da özellikle İslâm tarihinin ilk dönemlerinde sünnet mütehassısları ve Peygamberimizin yolundan gidenler anlamına gelir. Batı kökenli kavramların İslâm konusundaki analizlerde uluorta kullanılmasına benzer örnekler vermek gerekirse, bazı akademisyenler bazı İslâmi ekoller ve şahıslar hakkında rahat bir şekilde ve hiçbir endişe taşımaksızın gelenekçi, literalci, reyci, rasyonalist, panteist, mistik selefi, kökenci, radikal, modernist gibi nitelendirmeler kullanmaktadırlar. Mesela birçok analizde hadisçiler, Selefîler, Hanbelî, Mâlikî, Şâfiî, Zâhirî mezhepleri gelenekçi ve literalcidirler. Peki, karşıya ne koyuyorlar? Hanefîleri. Zaten Hanefîlerden başka kimse yok. Çünkü onlar reyci ve rasyonalist. Kaldı ki, Ebû Hanîfe’nin bizzat kendine atfedilen müteaddit gelenekçi ifadeleri ve fıkhı incelendiğinde bol miktarda örneğine rastlanacak literal yorumları vardır. Hanefîlerin öyle literal yorumları vardır ki, diğer mezhepler o konularda daha reycidir. Mezheplerin görüşleri detaylı olarak tek tek incelendiğinde bu tür kategorizasyonlara haklılık kazandıracak, değişmez, katı, metodik farklılaşmalar yerine, her bir olayı çok kompleks prosedürlerle etraflıca inceleyerek değerlendirdikleri gerçeği ile karşı karşıya geliriz. Bu tür genellemeci yaftaların örneklerini çağdaş ilâhiyat literatü- 192 İkinci Tebliğ ründen örneklendirmeye kalksak, ciltler dolusu malzeme toplayabiliriz. Bu yaftalar kitap başlıklarında bile görülmektedir. Burada, farklı kültürlerin kavramlarını birbiri hakkında kullanma hatası yanında her şeyi kategorize edip bir kavrama indirgeme kabalığı söz konusudur. Ayrıca bu tür kategoriler yekpare değildir. Bunların her birinin içinde farklı üst kategoriler altına konabilecek alt kategoriler olduğu gibi, dikkatle incelendiğinde birden çok kategori altına konabilecek yaklaşımlar da mevcuttur. Her ekolun aşırılar ve mutediller vardır. Bazen bir ekolun mutedili ile öbür ekolun aşırısı arasındaki sınır kalkabilmektedir. Bu tür, titizlikten uzak, genellemeci ve damgalayıcı tavırda, yabancısı oldukları kültürler hakkında benmerkezci bir zihniyetle kolayca genelleme ve sınıflandırmalar yapan batılı doğubilimcilerin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim ilmî geleneğimizde bu konularda oldukça ihtiyatlı davranılır. Mesela İslâm tarihindeki farklı disiplinlerin konusuna giren İslâmî ekollerin kavramsal kategoriler yerine coğrafyaya ve önemli temsilcilerine atfedilmesi boşuna değildir. Hatta meşhur Ehl-i rey ve Ehl-i eser ayırımı son yıllarda yaygınlaştırılmıştır. İlk dönemlerde bu tabir kullanılsa da son derece nadirdir ve bunun yerine Ehlü Kûfe, Ashâbü Ebî Hanîfe gibi tabirler yaygındır. Çünkü kavramsal tasnifler beraberlerinde çok ciddi sorunlar getirmektedirler. İnsanoğlunun düşünürken ve söz söylerken kategorize etme mecburiyetinde olduğunun farkındayım ve bunu inkâr etmiyorum. Benim vurgum, her tasnifin bir tahrif olduğunun ve yorumsallığının bilincinde ve sorumluluğunda olarak, asgari ve zaruret miktarınca, genellemeci değil daha titiz ve ince ayar, mümkün olduğunca nötr etiketlemeler yapılması, en azından ihtiyatlı ifadeler kullanılmasıdır. Gündelik hayatımızda bile etiketlemelerden neler çektiğimizi görüp dururken düşünce sahasında daha dikkatli olmalıyız. Birileri sizi bir şekilde etiketlediğinde neler hissediyorsak ve bunun etik olmayan bir davranış, bir vebal ve kul hakkı olduğuna inanıyorsak, aynı şeyin bir topluluğa yapılmasının sorumluluğu ve vebali konusunda daha titiz olmalıyız. Öte yandan, bir kültürün kavramını başka kültür hakkında kullananlar, ister kavramı aynen alsın ister tercüme ederek alsın, isterse bir kültürün kavramına diğer kültürden karşılık bulsun her üç halde de her kavramın ait olduğu kültürün tarihindeki anlam serüvenini takip edip o kavramın ait olduğu şemanın ve problematiğin öbür kültürde var olup olmadığını, varsa hangi kavramlarla ifadelendirildiğini ve bunların da tarihçesini inceleyerek analizler yapmalıdır. Çünkü kavramlar ait oldukları kültürde de tarih boyunca aynı anlamı taşımazlar. Bir kültüre özgü olup başka kültürlerde mevcut olmayan şema ve problematiklerin kavramlarının öbür kültürler için kullanılması ise, kesinlikle doğru değildir. Mesela rasyonalist ve gelenekçi kavramının bir Müslüman birey ve grup için kullanılamayacağını, bir Müslüman’ın bu kavramların batıdaki anlamını bilerek ve bilinçli olarak kendi hakkında kullanması halinde itikadî açıdan ciddi risk alacağını, başka Müslümanlar hakkında kullandığında da ciddi vebal altına gireceğini düşünmekteyim. İslâm’da aklın tartışılmaz bir yeri vardır ama Müslümanlıkta en üst otorite akıl değil Üçüncü Oturum 193 vahiydir. Bu yüzden bir Müslüman rasyonalist olamaz. Müslümanlar geleneklerini kayıtsız şartsız otorite kabul edemezler. Kur’ân, Arap müşriklerini bununla suçluyordu. Gelenek maruf ve vahyin kriterlerinden geçmiş olmalıdır. Bu yüzden bir Müslüman gelenekçi de olamaz. Bu tür batı kökenli kavramlar altına sokulan İslâmî grupların aralarında, batıdaki şekliyle epistemolojik ve ontolojik felsefî farklılıklar olmadığı gibi derin metodolojik farklılıklar da yoktur. Felâsife dahil İslâmî ekollerin hepsi vahiy kaynaklı bilginin bütün insani bilgi türlerine önceliği ve üstünlüğünde hem fikirdir. Felâsife daha felsefî bir söylem kullansalar da bu böyledir. Câbirî’nin tabirini ödünç alırsak beyan ehli zaten bütün mezhepleriyle birlikte aynı yöntemi benimsemektedirler. Yine sufiler, aşırı ve heretik küçük bir azınlığı hariç, temelde şeriat ölçülerinde beyan ehli ulema ile aynı çizgidedirler. Fazladan marifet ve hakikat gibi yine şeriata, yani Kur’ân ve sünnete dayanan ama derinliği farklı olan boyutlardan bahsederler. Marifet şeriattan farklı bir epistemolojik alan değil belki şeriatı farklı bir boyutudur. O yüzden bir sufi ile bir Budist’i mistik tabiri altında, Hegel ile İbn Arabî’yi panteist tabiri altında birleştiremezsiniz. Bir kültürde gelenekselleşmiş ekollerin olması, insanların özellikle aydınların fikri gelenekler içinde yetişmesi, birbirlerinin durdukları yerin farkında olmaları son derece önemli ve takdire şayan bir şeydir. Ama her görüş, tavır ya da duruşu genellemelere giderek illâ bir kavram ve kategori içine yerleştirmek gerekmez. En azından bu konuda ihtiyatlı ifadeler kullanarak bu mahzuru gidermek gerekir. Çünkü insanların ve toplumların hayatlarındaki sentezler, gelişimler ve değişmeler tek kelimeyle insanın tarihselliği, tasnif temelli analizler yerine süreç temelli analizler yapmayı gerektirir. İnsandan kaynaklanan her şey akan bir ırmak gibi tarihsel olduğuna göre, özellikle ilim erbabı, tarih ve bu gün hakkında analizler yaparken bu tarihsellik bilincini korumalı, hayatı tasniflerin potasında dondurmak yerine süreçlerin dinamizminde anlamaya çalışmalıdır. Tabii ki bu zor bir iştir ve usandırıcı mesaileri gerektirir. Bu yüzden olsa gerek ki çoğunlukla kolay yol tercih edilmektedir. İşin ilginç yönü çevremizde tanıdığımız ve tarihsellik şampiyonluğunu kimseye bırakmayan pek çok kişinin süreç analizleri yapma yerine bu genellemeci tasnif hastalığına müptelâ oluşudur. Bütün bu mülâhazalar doğrultusunda sünneti hayata aktarma söz konusu olduğunda birtakım gerilim noktaları ve paradoksla karşı karşıya gelmekteyiz. Bunların bir kısmına yukarıda temas edildi. Bunların dışında bizce en önemli olanlarını yeniden şöylece sıralayıp kısaca değerlendirmeler yapmaya çalışacağız: 3. Sünnetin Hayata Aktarılmasında Gerilim Noktaları, Açmazlar ve Problemler a) Birey-Toplum Gerilimi Sünnetin hayata aktarılmasında fert-toplum ilişkileri ile ilgili önem- 194 İkinci Tebliğ li bir gerilim noktası sünnetin bireysel olarak yaşanması ile toplumsal olarak yaşanması arasındaki döngüsel gerilimdir. Fertler toplumu inşa ettiğine, toplumsal durum da fertleri yeniden ürettiğine göre herhangi bir verili durumda sünnetin hayata aktarılmasında bu döngü bizi önemli açmazlarla karşı karşıya getirmektedir. Toplum bireylerden meydana gelmesine rağmen bireylerden ibaret olmayıp bireylerin toplamından daha fazla bir şeydir. Bu da bizi toplumsal değişimin tek tek bireyleri aştığı sonucuna götürür. Yine burada toplumsal değişim teorileri tartışması gündeme gelir. İş bu noktaya gelince, teorilerin isabeti yanında, teori-pratik ilişkisindeki felsefî problemler dahil daha birçok problemle yüz yüze geliriz. Değişimi bir şekilde etkilemeyi amaçlayan her teşebbüs bu problemlerin farkında olmalıdır. Aksi halde karanlıkta el yordamıyla iş yapma pozisyonuna düşülür. Sünneti, bireylerin hadis kitaplarını okuyarak yaşayabileceği ve hayata geçirebileceği, herkesin sünneti yaşadığında sünnetin toplum hayatına kendiliğinden intikal etmiş olacağı şeklindeki bir düşüncenin çıkmazları vardır. Çünkü sünnetin toplumsal bir gelenek olabilmesi tek tek Müslümanların sünneti yaşamasına bağlıdır ama bu sünnetin gelenekselleşmesi için yetmez. Ayrıca fertlerin sünneti yaşayabilmesi de ancak sünnet toplumunda mümkündür. Öte yandan bireysel sorumluluklarımız kadar topluma karşı da sorumluluklarımız da vardır. Bireylerin kendilerine ve topluma karşı sorumluluklarını kendiliklerinden yerine getirmelerini beklemek safdilliktir. Bu sağlansa bile farklı sorumluluk anlayışları sonucu ortaya çıkan problemler nasıl halledilecektir? Kaldı ki, bir toplumda tek tek fertleri aşan ve yapılması gereken işler vardır. Asıl olan fertlerin erdemli olmasıdır ama iş bunun pratikte nasıl sağlanacağı konusuna gelince sorunlar sökün eder. Herkes evinin önünü süpürse bu temiz bir şehrin ortaya çıkması için yetmeyecektir. Bir kere herkesin evinin önünün süpürmesini temenni etmekle herkes evinin önünü süpürmez. Ayrıca kimsenin evinin önü olmayan ama hala temizlenmesi gereken yerler kalacaktır. Kaldı ki, süpürmenin niteliği nasıl olacaktır? Toplumun ihtiyaçları, bireylerin tek tek topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmeleriyle de tamamen karşılanmaz. Çünkü bunların koordinasyonu, denetlenmesi ve müeyyidesi gerekir. Bu yüzden devlet aygıtı icat edilmiştir. Ama çok zaman devlet de tek başına yetmez, hala bazı toplumsal problemler ortada kalabilir. Devletin toplumu denetlemesi de her zaman yeterli olamayabilir. Hem toplumun hem devletin bir şekilde denetlemesi gerekir. Bütün bunlar değişik siyasî rejimlerde farklı çözümlerin benimsenmesine yol açmıştır. Bizim buradaki vurgumuz tek tek insanları aşan ama yapılması gereken şeylerin varlığıdır. İşte Kur’ân, bu tür görevlerin de sahipsiz kalmaması için, marufu emir, münkerden nehiy sorumluluğunu getirmiştir. Bütün bunların sonucu olarak kültürümüzde farz-ı kifâye diye bir kavram üretilmiştir. Hasılı bireysel ve toplumsal sorumluluk dengesi her zaman önemli bir gerilim noktasıdır. Sünnet dışına düşmüş bir toplumda bireysel sünnetleri yaşamak ne Üçüncü Oturum 195 derece mümkündür? Mesela siz herkesin sahip olduğundan fazla harcamaya itildiği tüketim toplumunda, zühd, kanaat, cömertlik, diğergamlık, fedakârlık, yardımlaşma gibi sünnetleri nasıl yaşayacaksınız? Böyle bir tüketim çılgınlığı içinde ekolojik denge ve çevre nasıl korunabilecek, fakir ülkelerin sorunları nasıl çözülecektir? Böyle bir toplumda insanlardaki tatminsizliği nasıl karşılayacaksınız? Verilen sözde durulmayan bir toplumda siz alışveriş, borç ilişkilerini nasıl sünnete uyduracaksınız, karz-ı hasen sünnetini nasıl işleteceksiniz? Borç-alacak ilişkilerinin tam bir krize dönüştüğüne hepimiz tanığız. Bütün hukukî tedbirleri de alsanız yine de alacağınızı garanti edemezsiniz. En azından hukuki süreçler hayatınızı zehir eder. Hukukun çıkmaza girmesi sonucu, hukuk yerine ikame edilen yöntemler herkesin malûmu. Çevremizde verdiği karz-ı haseni yıllardır geri alamayanlar, bu yüzden ilişkileri bozulanların örneklerine hepimiz sıkça rastlamışızdır. Sünnete ters mecrada akan bir toplumda sünnete uygun bir hayatı kendiniz yaşayabilseniz bile bu sürekli olacak mı, çocuklarınız bunu nasıl başarabilecek? Olaya küresel boyutta bakarsak, tamamen gücün geçerli olduğu bir dünyada uluslar arası hukuk ve uluslar arası etik nasıl hayata geçirilecek? Örneğin kısır döngüye dönüşen silahlanma yarışı nasıl durdurulacak? Müslümanlar bu yarışın neresinde olacak? Dünyadaki kaynakların dengeli ve hakça dağılımı nasıl sağlanabilecek? Tarih boyunca farklı kültürlerden pek çok bilge ve filozof, ahlâkı toplumsal bir olgu ve sorun olarak ele almışlar, adalet ve erdemin bireysel değil toplumsal bir olgu olduğunu ifade edegelmişlerdir. Buna, farklı kültürlerden üç klasik ve karşıt ekollerden iki çağdaş eseri örnek verebiliriz: Platon’un Devlet’i, Aristoteles’in Nicomachean Ethics’i, Fârâbî’nin elMedîne Fâdıla’sı, Rawls’ın A Theory of Justice’si (1991) ve MacIyntre’nin After Virtue’sü 1981. “Mekârimü’l-ahlâkı: Yüce ahlâk değerlerini tamamlamak üzere gönderildim” diyen bir peygamberin sünneti de ancak adaletli ve erdemli bir toplumda hayat bulabilir. Bireysel sünnetler olduğu tartışma götürmez bir şeydir. Müslümanlar bireysel olarak Hz. Peygamber’in bazı davranışlarına ittiba edeceklerdir. Buna kimsenin bir itirazı olamaz. Gerekli şartları taşıdığı sürece bundan ecir ve sevap kazanılacağı da tartışılmaz. Biz burada, bir Müslüman’ın bireysel hayatındaki tercihlerini değil, sünnetin toplumsal varlık alanındaki varlığını ve nasıl yaşayan bir gelenek olacağını tartışıyoruz. Benzer bir döngüsellik, iç ve dışa yönelik algılamalarımız ve eleştirilerimiz için de söz konusudur: Halen yürürlükte olan geleneğin çocukları olarak, onun içinde yaşarken, onun üstünde durup oradan bakarken geleneği nasıl anlayacağız, nasıl eleştireceğiz? Ya da tam tersi çağdaş durumun çocukları olarak içinde bulunduğumuz durumu nasıl eleştireceğiz, yabancılaşmadan nasıl kurtulabileceğiz? Kısaca içeriden eleştiri ve dışarıdan eleştirinin problemlerinden söz ediyorum. Bu konudaki en önemli açmazımız, bir yandan içinde yaşadığımız durumu meşrulaştırma ve önünde sürük- İkinci Tebliğ 196 lenme tehlikesi altındayken, öbür yandan tarih dışı kalma tehlikesi altında oluşumuzdur. b) Hadislere, Sünnete Karşı Farklı Yaklaşımlar ve Anlayışlar Diğer çok önemli gerilim noktası, ilâhiyatçıların, akademisyenlerin, entelektüellerin ve değişik toplumsal gurupların hadis tenkit metodu ve sünnetin anlaşılması ve yorumlanmasındaki farklı yaklaşımlarıdır. Burada en büyük açmaz, bir yandan düşünce dinamizminin vazgeçilmez unsuru olan görüş farklılıklarına saygıyı korurken, öbür yandan bir sünnet geleneğin nasıl oluşturulacağıdır Bu farklı anlayışlar en temelde Müslümanları, neyin sünnet olup neyin olmadığı problemiyle yüz yüze getirir. Burada sünnetin kaynakları, sünnete kaynaklık eden hadislerin sıhhati üzerindeki çok geniş boyutlu metodolojik tartışmalar yanında Hz. Peygamber’in o gün yaptıklarının bu gün neye tekabül ettiğinin tayini en büyük gerilim noktalarındandır. Bu konular sadece uzmanlar çevresinde tartışılmakla kalan meseleler değildir. Çünkü bu konularda uzmanlarca benimsenip halka aktarılacak tercihler her Müslüman’ın gündelik hayatını ilgilendiren hayatî sonuçlar doğurmaktadır. Bu noktada toplum belli bir sünnet anlayışında uzlaşamadığı birleşmediği takdirde, farklı sünnet anlayışları ve uygulamalarından bir gelenek değil, kaos doğacaktır. Şu an İslâm dünyasında pratik olarak yaşanan bir ölçüde budur. Bugün artık mezhepler ve ekoller sadece kendi aralarında değil kendi içlerinde bile uzlaşmaz ayrılıklara düşebilmektedirler. Bu konudaki farklı ilmî yaklaşımlar yanında özellikle dinî amaçlı sivil örgütlenme ve cemaatleşmeler bir noktadan sonra en genel tabiriyle kamplaşmalara, hizipleşmelere yol açmakta, hatta başarılarının artması ölçüsünde içerdeki tatmin ve yeterlilik duygusu müşterek zeminler oluşturulması arzu ve ihtiyacını zayıflatmakta, İslâm toplumunda müşterek gelenekler oluşmasında belli oranda da olsa olumsuz etkileri olmaktadır. Bu parçalanmışlık paradoksal olarak demokratikleşmenin gelişmesi oranında artmaktadır. Müslümanların azınlıkta oldukları demokratik batı ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Müslümanlar arasındaki parçalanmışlık daha çarpıcı olarak gözlenebilmektedir. En temel haklarını takip için bile bir araya gelememektedirler. Aslında bu problem yeni değildir. Tarih boyunca yüzleştiğimiz bir olgudur. Ama bu gün için önemli olan bu problemin olumsuz etkilerini her neslin asgariye indirme veya avantaja çevirme sorumluluğunun bilincine varmasıdır. c) Hadislere Karşı Şüphecilik ve Eleştiride Aşırılık Tarihte olduğu gibi günümüzde hadis tenkidinde müteşeddidler, mütesâhiller ve mutavassıtlar yani aşırı tenkitçiler, tenkitte gevşek davrananlar ve itidali benimseyenler olacaktır. Bu normaldir. Fakat burada söz konusu ettiğim aşırı tenkitçilik, tarihtekilerden farklıdır. Üçüncü Oturum 197 Batılı oryantalistlerin İslâm tarihine, özellikle de hadis tarihine uyguladıkları tarihsel tenkit yöntemindeki aşırı şüphecilikleri ve spekülatif teorilerinin etkisiyle İslâm dünyasındaki akademik çevrelerde de hadislere karşı aşırı bir şüphecilik ve tenkitçilik yaygınlaşmıştır. Bu şüpheciliğin, kelâmî tabiriyle söylersek “Sufestâiyye”, felsefî tabiriyle söylersek “septisizm ve sofistlik (sophism)” mertebesine vardığı gözlenmektedir. Ayrıca hadislerin hemen hemen tamamının haber-i vâhid oluşu, haber-i vâhidlerin de zan ifade edişi şeklindeki epistemolojik problemin felsefî ve kelâmî mecrasından saptırılarak bir güvensizlik krizine dönüştürülmesi, sünnetin önemli kaynaklarından birisi olan hadislere karşı şüpheciliği iyice pekiştirmektedir. Öte yandan, düşünce tarihinde saatin sarkacı misali zaman zaman insanlığın müptela olduğu septisizme, çağdaş dünya, postmodernite denen ve en genel tabiriyle relativizm ekseninde şekillenen gelişme sebebiyle yeniden duçar olmakta, İlâhiyat camiası da farkında olarak veya olmayarak bundan bir ölçüde nasibini almaktadır. Üstüne üstlük bütün bu eğilimlerin değişik mekanizmalarla popüler alana taşınması, avamî bir şüpheciliği ve güvensizliği yaygınlaştırmaktadır. Bu şüphecilik bazılarının zannettiği gibi sadece hadis ilmini değil, hadis ve sünnete dayanan bütün İslâmî ilimleri etkilemektedir. Zaten hadis tarihi hakkında bu şüpheleri ileri sürenlerin asıl hedef tahtası hadis ilmi değil, İslâm hukukudur. Ama ne yazık ki, İslâm hukukçuları başta olmak üzere, İslâmî ilimlerin mensupları bunu hadisçilerin bir sorunu olarak görmekte, Yunus Emre’nin dediği gibi üst üste yığılmış küplerden alttakini çekince neler olacağına pek aldırıyor görünmemektedirler. Burada parantez içinde şunu belirtmeliyim ki, İslâmî ilimlerin mensupları ciddi tarih nosyonuna sahip olmalı, her ilim dalının tarihi ayrı ayrı değil hepsi bir bütün olarak incelenmeli ve bu doğrultuda tarih teori ve tezleri geliştirilmelidir. Çünkü batılı akademisyenler yıllardır bunu yapmaktadırlar. Burada aşırı şüpheciliğin felsefî eleştirisine girmek tebliğimizin konusu dışındadır. Ama sadece şunu söylemekle yetineceğim: Bu gün dine, İslâm tarihine, İslâmî ilimler tarihine, hadislere tatbik edilen yöntemleri dünyanın hangi düşünce sistemine ve bilimsel paradigmasına, hangi dinine, hangi geleneğine, hangi gündelik hayatın pratiklerine uygularsanız kriz doğar. Her şeyden önce böyle aşırı şüpheci ve spekülatif bir tavırla geçmiş ve şimdi hakkında kendi tanıklığınız haricinde hiçbir habere, hiçbir bilgiye güvenemezsiniz. Bu sadece tarih ilmini değil bütün ihbarî faaliyetleri, toplumsal hafızanızı dinamitler, haber niteliğindeki bütün bilgileri geçersiz kılar. Hukukî tanıklıklardan tutun her türlü habercilik mesleği, tarih ilmi, hülâsa geçmiş nesillerden devraldığımız hiçbir şey bu şüphecilik karşısında ayakta kalamaz. Hayatta her şeyi müşahede ile çözemeyeceğinize göre hayat felç olur. Çünkü insanoğlu hayatının büyük çoğunluğunu haberler ve tanıklıklar üzerine bina eder. Diyelim ki, tarihimiz ve İslâm hakkındaki bu aşırı şüpheciliği ve tenkitçiliği sürdürdük ve bütün ağırlıkları attık. Yerine bu şüpheciliğin 198 İkinci Tebliğ kriterlerini aşmış olan ne kalıyor ki onu koyacağız? Buna cevap olarak akıl, sağduyu, bilim, gelenek vb. neyi koymaya çalışırsanız bu sofistik tavır karşısında iflas edecektir. Peki, bu durumda tenkitçi ve şüpheci olmayacak mıyız? Tabii ki olacağız. Ama şüphecilik daha sağlam bilgilere ulaşmada araç görevi görecek derecede olmalı, bütün bilgi sistemini çökertecek seviyeye varmamalıdır. Dünyadaki hiçbir din, dinî metin, dünya görüşü ve gelenek, her türlü şüpheci ve tenkitçi yaklaşım karşısında kendi dünya görüşümüz ve geleneğimizden sağlam olmadığına ve kendimizinkilerin yerine ikame edilebilecek şekilde üstünlük taşımadığına göre, kendimize ait olanı bilinçsizce ve sorumsuzca tahrip etmek kendi ayağımıza kurşun sıkmak olmuyor mu? Günümüzde hadis tenkidinin önemli bir problemi de, metin tenkidi denilen yöntemin teorik, metodik ve pratik problemlerinin hesabını vermeden önüne gelen tarafından ilkesiz, kuralsız, spekülatif ve sübjektif bir şekilde kullanılmasıdır. Metin tenkidi, mahiyeti icabı yorumsal, dolayısıyla da spekülasyona son derece açık bir işlemdir. Bu kadar moda olmasına rağmen tüm İslâm dünyasında birkaç yetersiz çalışma dışında üzerinde ciddi çalışma ve tartışmalar yapılmamış, bir ilmî toplantıya bile konu olmamış böyle bir yöntemin, klasik hadis usulüne alternatif olarak ileri sürüldüğü görülmektedir. İslâm tarihinde metin tenkidi denen tenkidin hem teorisinde hem uygulanmasında ciddi tartışmalar yapılmıştır. Her metin tenkidi uygulamasına mutlaka bir itiraz mevcuttur. Fakat günümüz hadisçileri bunlara bigane davranmaktadırlar. Metin tenkidi öylesine spekülasyona açık bir uygulamadır ki, isterseniz her hadisi bir metin tenkidi kriteriyle reddedebilirsiniz. Nitekim modern ve çağdaş paradigmalara ters düşen pek çok hadis rahatlıkla bu yöntemle reddedilmektedir. Buna karşı, ‘isnad tenkidi çok mu objektif?’ diye itiraz edilmektedir. Bu, metin tenkidinin objektifliğini temellendirecek bir argüman değildir. Metin tenkidi hiç kullanılmasın demiyorum. En azından metin tenkidinin yorumsallığa, sübjektiviteye ve spekülasyona son derece açık olduğunun, her metin tenkidi argümanına karşı bir argüman ileri sürülebileceğinin bilincinde olarak yapılması gerekmektedir. Hasılı her şeyde olduğu gibi tenkitçiliği ve şüpheciliği de, karınca kararınca, hak ettiği kadar, Kur’ân’ın kavramlarıyla söylersek kıst ve adl ölçüleriyle yani itidal sınırları içinde kullanmalıyız. d) Sünnet ve Değişim Arasındaki Gerilim, Yabancılaşma Sorunu, Dinamik Sünnet Anlayışı Hem sünnet geleneğini sürdürme, hem fikrî donukluğa ve içe kapanıklığa düşmeme, hem de değişimin peşinden sürüklenip sünnetin özünü kaybetmeme şeklindeki çok yönlü gerilim karşısında ne yapacağız? Geleneği güncelleştirirken, bize ayak bağı olan tarihsel ağırlıkları atarken, geleneğin sahihliğini, orijinalliğini, özünü kaybetmeden, yabancılaşmadan değişmesini, gelişmesini nasıl sağlayacağız? Geleneğin ve top- Üçüncü Oturum 199 lumdaki güncel uygulamaların sünnete uygun olup olmadığını tayin ederken, mevcut gelenek, değişimin gerekleri ve sünnet arasındaki üç yönlü gerilim arasındaki dengeyi birini öbürü lehine feda etmeden nasıl sağlayacağız? Zaman ilerledikçe ve değişim olgusu gerektirdikçe sünnetin güncellenmesi sorunu daima gündemde olacaktır. Her bir nesil bu gündemi devralacak ve hesaplaşacaktır İlke olarak bunda tartışma yoktur. Önemli olan nokta değişimin zamanını ve mahiyetini iyi belirleyebilmektir. Sünneti güncellemenin zamanı, niteliği, sorumluluğu, mekanizması ve sünnetin yeni bir sünnete dönüşmesinin stratejileri devamlı tartışılması gereken gerilim noktaları ve paradokslar barındırmaktadır. Değişimden kaynaklanan sorunların ortaya çıkmasından, hele hele dayanılmaz hale gelmesinden önce, uzak görüşlülükle tedbirler alınmalıdır. Hatta bundan da öte değişimin peşinden gitmek yerine değişimi etkilemek ve yönlendirmek gerekmektedir. Çünkü daima değişim durumunu referans alarak İslâm’ı, sünneti güncellemeye çalışmak, dinin ve sünnetin ilkelerinin, omurgasının ve iskeletinin feda edilmesine, özünün kaybolmasına yol açabilir. Değişimi yönlendirebilenler, toplum ve dünya çapında gelenekleri etkilemektedirler. e) Sünnetin Hayata Aktarılmasında Sorumlulukların ve Süreçlerin Yönlendirilmesi, Yönetimi ve Koordinasyonu ile İlgili Açmazlar Sünnetin ister birey ister toplum düzeyinde olsun, hayata aktarılması söz konusu olunca eğitim, siyaset, hukuk, ekonomi, kültür gibi alanlarda çok netameli problemleri göğüslemek durumunda kalırız. Buralarda sayısız gerilim ve açmazlar söz konusudur. Bütün bunların göğüslenmesi ve çözümü gerekmektedir. Fakat demokratik ve laik devlet anlayışının hâkim olduğu günümüz dünyasında, sünnet yönünde bir değişimin kamu yönetimlerince yapılması mümkün değildir. Dolayısıyla bu yönetim tarzlarının dengeleri içinde iş, gönüllü ve sivil alana düşmektedir. Gönüllü ve sivil faaliyetlerin tüm dünyadaki en önemli sorunu da makro planda koordinasyonsuzluktur. Öte yandan dünyadaki ekonomik düzen ve küreselleşme denen olgu, edebiyat, müzik, film gibi sanatları, sporu, medyayı, maddî manevî her türlü insan ihtiyacını, ilişkilerini ekonomikleştirmekte, endüstri haline getirmekte, üretim–tüketim çemberine sokmakta, dolayısıyla bütün insanî faaliyetlerin kontrolü, yönlendirilmesi ve yönetimi devletlerin de kontrolünden çıkıp devletler üstü bir güç haline gelen uluslar arası şirketlerin denetimine geçmektedir. Bu konudaki açmaz şudur: Ya sünnetin ihyası için mevcut dünya düzeninin yöntemlerini kullanıp o çarkın içine girecek, onun yöntemlerini kullanacak yani ekonomikleşecek, ya da çarkın dışında kalıp hayatın dışına düşeceksiniz. Bu devasa sistem bazı açılardan gönüllü faaliyetlerin üstesinden gelemeyeceği kadar güçlüdür, ama bazı açılardan da son derece zayıftır. İşte bu noktada gönüllü faaliyetlerin akıllıca stratejiler geliştirmeleri ve makro hedeflere yönelik olarak koordine olmaları ve işbirliği yapmaları gerekmektedir. Fakat bu son derece zordur. 200 İkinci Tebliğ Geleneksel toplumlarda dinin ve geleneğin otoritesi, çok zaman değerler konusunda bir uzlaşı sağlanmasında yeterli oluyordu. Aydınlanma, modernizm, postmodernizm gibi süreçlerin küresel etkileri sonucu bütün otoriteler reddedildi. Bilim, bireysellik, liberalizm, hümanizm, rasyonalizm gibi kavramlar etrafında şekillenen zihniyetler bütün değerleri tartışmaya açar oldu. Akıl, adalet, bilim, insan hakları, özgürlük, eşitlik, başarı, kültür gibi temel referans kavramları, bırakın halkı, entelektüeller arasında bile uzlaşı mercii olmak yerine ihtilâf kaynağına dönüştü. Aynı konuda karşıt görüşlerin öncülleri bir üst ilkede birleştirilemez hale geldi. Örneğin toplumsal bir sorun tartışılırken bir taraf eşitliğe ve adalete, diğer taraf özgürlüğe ve insan haklarına, bir başkası kamu yararına, güven ve emniyete referans yaptığında bütün bunları nerede birleştireceksiniz ya da hangisine öncelik tanıyacaksınız? İnsanlığın elinde karşıt argümanları değerlendirecek akıl dahil bir kıstas kalmadı. Çünkü rasyonaliteler göreceleşti. Bitmez tükenmez ilmî ve felsefî tartışmalardan tutun, gündelik siyasî tartışmalara kadar tam bir kaos hâkimdir. Hemen hemen müşterek referans ve uzlaşı noktası kalmamış gibidir. Böyle şirazesinden çıkmış bir durumdan maddî ve manevî rant elde edenler bunu çok kültürlülük, çok seslilik ve diyalog gibi kavramlarla maskelemekte ve meşrulaştırmakta hatta teşvik etmektedirler. Bu durum din anlayışlarını da etkilemiş, dinde de neredeyse tartışmaya açılmamış konu kalmamıştır. Üniversitelerin tartışmayı teşvik eden yayın ve öğretim elemanı yetiştirme prosedürleri ve politikaları da buna tuz biber ekmektedir. Bu durumda gelenekler parçalanmakta ve çözülmektedir. Bu durum sadece İslâmiyet için değil bütün dünya dinleri ve gelenekleri için geçerlidir. Bu olgu bütün dinlerde ve geleneklerde ya dinî duygunun zayıflaması ya da dinî fundamentalizm (kökencilik) ve radikalizm (köktencilik) gibi iki zıt eğilimi beslemektedir. Dünyamızdaki hızlı değişimin nispeten gerisinde kalan ve hâlâ geleneklerinin izlerini bir ölçüde de olsa muhafaza edebilen, gündelik hayatlarına gömülmüş az sayıdaki marjinal toplulukların da nesli tükenmek üzeredir. İşte böyle bir dünyada sünnet gelenekselleşebildiği ölçüde, Müslümanların içinde var olabilecekleri bir ev, bir yuva olacaktır. Yoksa yersizlik yurtsuzluk ve sürükleniş devam edecektir. Bunun yanında sekülerizm, birçok devletin eğitim sisteminde, eğitim yerine öğretimin öne geçmesini sağlarken doğrudan veya dolaylı olarak ahlâk eğitimini de dışta bırakmış, sivil ve bireysel alanın inisiyatifine ve sorumluluğuna terk etmiştir. Ayrıca bilimin, olması gerekenle değil olanla meşgul olması gerektiği şeklindeki bilim anlayışı da bunu teşvik etmiştir. Sonuçta, tüm dünyada ahlâk eğitimi bir başıboşluk ve çok başlılık hatta sahipsizlik durumuna düşmüştür. Herkes ahlâklı insan aramakta ama bunların nasıl yetiştirileceği konusunda bir uzlaşıya varılamamaktadır. Ahlâka mugayir davranışlar hukuk alanına girince müdahale edilmekte, onun dışında çok zaman müeyyidesiz kalmaktadır. Sonra da herkes ağız birliği halinde ahlâksızlıklardan şikâyet etmektedir ve herkes birbirini suçlamaktadır. Sivil alanda din ve ahlâk eğitimi veren kurumların faaliyet- Üçüncü Oturum 201 leri ise, bir uzlaşı ve gelenek oluşturma yerine kamplaşmalara yol açmaktadır. Bu durum, çok zaman birilerinin de işine gelmektedir. Ama bu şartlar altında geleneklerin teşekkülü zora girmektedir. Bunun ülkemizdeki uzantıları çok daha ibret vericidir. Okullarımızın erdemli insan yetiştirmedeki rolü gittikçe zayıflamaktadır. Bir yandan her türlü eğitim öğretim devlet tekeline alınmışken, diğer yandan sivil eğitim ve öğretim teşebbüsleri sürekli problem ve kriz alanı olmaya devam etmektedir. Eğitim sistemimizi modernleştirirken geleneğimizdeki insan-ı kâmil yetiştirme sistemimizi ve mekanizmalarımızı yitirdik. Artık okullarımız sadece meslek adamı yani teknisyen ve uzman yetiştirmeye odaklanmış olup, mevzuatta kavram olarak bulunsa da terbiyeden vazgeçilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimimizin iki temel kavramı olan talim ve terbiyeden ikincisi bir şekilde terk edilip sadece talim esas alınmış, bunun uzantısı olarak da okullarda sadece ahlâk bilgisi ve kültürü verilmesi tercih edilmiştir. Hadi laik devlet açısından din bilgisi ile yetinilmesini anlayalım, ahlâk da mı laikliğe aykırı ki ahlâk bilgisi ile yetiniliyor? Ahlâk evrensel bir değer değil mi? Bu boşluk, sağlıklı olup olmadığı tartışılır mekanizmalarla doldurulmaktadır. İşin ilginç tarafı resmî ağızlar sürekli Ahmet Yesevî, Yunus, Mevlânâ, Hacı Bektaş gibi büyükler üzerine övgü söylemleri düzerken, hatta bu şahıslar ülke ve dünya çapında resmî mahfillerce de desteklenen kutlamalarla anılırken, Mesnevî dünyada en çok okunan kitap diye övünülürken, bu şahısların nasıl yetiştiği görmezden gelinmektedir. Daha da ilginci aynı gelenekten yetişmiş bu gibi tarihî şahsiyetlerin bir kısmı akredite iken bir kısmı kara listededir ve isimlerinin telâffuz edilmesi dahi risklidir. Bundan da öte, ülkemizde bu insanları yetiştiren eğitim geleneği illegaldir. Geleneğimizdeki nefis tezkiyesi dediğimiz eğitim modelini en fakir çocuğundan şehzadesine kadar uygulayabilmiş bir kültürün, gençlerini, sektör haline gelen futbol, müzik ve benzeri eğlence yöntemleriyle meşgul ve güya rehabilite edilmeye çalışmasının holiganlık, hedonizm gibi sonuçlarını ibretle izlemekteyiz. Sünnetin hayata aktarılmasında her Müslüman’ın toplumsal pozisyonuna ve kapasitesine göre sorumluluğu farklıdır. Bu, ilke olarak herkesin üzerinde kolayca uzlaşabileceği bir konudur. Fakat işin detaylarına inilince açmazlar başlamaktadır. Resmî ve sivil eğitim, aile içi eğitim, siyasî, hukukî, ekonomik, ahlâkî ve kültürel engeller ve sorunlar sünnet geleneğinin oluşmasında önemli handikaplar oluşturmaktadır. Bütün bunlara ilâveten sünnetin hayata aktarılması toplumsal bir olgu ise, bu kadar farklı aktörün organizasyonu nasıl yapılacaktır? Örneğin günümüzün laiklik ve çoğulcu demokrasi ile idare edilen toplumlarında sünnetin hayata intikalinde, devlet-din, devlet-sivil toplum ilişkileri konusunda zor olsa da belli bir uzlaşı sağlansa bile sayısız sivil aktör ve kurumun kaos üretmesini nasıl önleyeceğiz? Sivil ve gönüllü oluşumlar, resmî ve sivil, iç ve dış müdahale ve yönlendirmelerden nasıl korunabilecektir? Gücün belirleyici olduğu, ideal amaçlar için bile olsa herkesin güç yarışına 202 İkinci Tebliğ girdiği bir ortamda, güç sahiplerinin tercih ettikleri din yorumunu ve sünnet anlayışını hâkim kılma çabaları karşısında ne yapacağız? Bunun karşısında farklı anlayışları, zayıfların anlayışlarını nasıl koruyacağız? Bir yandan günümüzün tartışılmaz değerleri haline gelen çok sesliliği, çok renkliliği, çok kültürlülüğü, bireysel farklılıkları, varoluşsal özgürlük ve bağımsızlığı korurken, diğer yandan toplumun birtakım müştereklerde uzlaşarak bir sünnet geleneği oluşturması arasındaki gerilimi nasıl dengeleyeceğiz? Bu aslında sadece Müslümanların değil bütün insanlığın müşterek sorunudur ve yıllardır değişik disiplinlerdeki düşünürler konu üzerinde tartışa gelmektedirler. Aslında çok seslilik, çok kültürlülük ve varoluşsal özgürlük gibi konular İslâm düşüncesi açısından tartışılabilir, felsefî ve itikadî açıdan eleştiriye de tâbi tutulabilirler. Ama yine de Müslümanlar, sünnetin ihyası bağlamında bu problemlerle hesaplaşmak mecburiyetindedirler. Çünkü bunları benimseyelim ya da benimsemeyelim günümüzün hâkim paradigması haline gelmişlerdir ve bunları yok farz ederek, kafamızı kuma gömerek davranamayız. Başka bir gerilim noktası da sünneti ihya sorumluluğunun niteliği, sınırları ve müeyyidesidir. Bu konulardaki farklı anlayışlara göre tavır, davranış ve stratejiler değişecektir. Ayrıca sorumluluğu belirtmek ve kabul etmekle onun gereklerini yerine getirmek aynı şey değildir. Öte yandan sorumluluğun risk taşıdığı durumlarda sorumlu bulunamazken, sorumluluğun avantaj sağladığı durumlarda sorumluluğu sahiplenme kavgası yapılmaktadır. Sünnetin güncellenmesindeki diğer bir açmaz da konuya uzmanlık düzeyinde yaklaşanlarla halk arasındaki gerilimdir. Geleneğin güncellenerek sürdürülmesi bir yandan uzmanlığı gerektirirken bir yandan bütün halk kesimlerini ilgilendiren boyutları vardır. Bir yanda bu konuda son derece spesifik ve ileri düzeyde yapılan tartışma ve değerlendirmeler, diğer yanda bundan bihaber kitlelerin gündelik hayat endişeleri içerisinde sürüklenen hayatları. Örneğin şu sıralarda ülkemizde bu konuda ciddi kaos yaşanmaktadır. Ya çok ciddi uzmanlık gerektiren tartışmalar kitlesel ortamlarda icra edilmekte ya da çok üst düzey problemler iyice bayağılaştırılarak kolaycı çözümler peşinde koşulmaktadır. Bu noktada İlâhiyatçı akademisyenlerin özel bir handikapları da, dinin akademik araştırma ve çalışma nesnesine indirgenmesi ile toplum mühendisliğine soyunmaları arasındaki yelpazede nerede durdukları ve duracaklarıdır. Sünnetin güncellenmesi sorununun halk kesimlerinden uzmanlara kadar farklı düzeylere ve kademelere intibakını nasıl sağlayacağız? En başta, uzmanlarla halk arasında problemleri her düzeyin seviyesine uyarlayacak ara elemanların iyi yetiştirilmesi gerekmektedir. Bu konuda pek başarılı olduğumuz söylenemez. Geleneklerin oluşması için, söylem ve anlatılar üretilmesine ve bunların yazılı, görsel, işitsel her türlü sanat eseri formatına dönüştürülmesine, metinleştirilmesine ihtiyaç vardır. İnsanın en temel uğraşı alanlarından iş, eğlence ve sanat konusunda dünyayı yönlen- Üçüncü Oturum 203 direnler neler yapıyor? Çağdaş insanın ömrünün büyük çoğunluğu işgal eden televizyon ve bilgisayarlarda, spor, müzik ve sanat alanlarında ne tür zihniyetler inşa ediliyor? Buralarda Müslümanların yeri var mı? Biz kendimiz ve çocuklarımız bunlardan nasıl etkileniyoruz? Biz şimdi böyle bir dünyada kendimizi ve çocuklarımızı bunlara kapatabilme imkânımız olduğunu varsayalım. Yerlerine ne ikame edeceğiz? O ikame ettiğimiz şeyler bizi çevremizden koparacak mı koparmayacak mı? Her iki durumda da yaşayacağımız sorunların farkında mıyız? Geleneğimizdeki şiirin, musikinin, deyişlerin, ilâhilerin, menkıbelerin, hikâyelerin, masalların, atasözlerinin, deyimlerin, halk kitaplarının, ilmihallerin orijinaliteleri dejenere edilmeden yeni söylemlerle yeniden üretilmesi gerekmektedir. Bunlarda değişim gereken yönleri ve mahiyetini tespitte ilmî çalışmalar yapılmalı, stratejiler geliştirilmelidir. Zihniyetler söylem ve anlatıları oluşturur, söylem ve anlatılar zihniyetleri yeniden üretir. Bu döngüselliği sürdürebilenler, kesintiye uğratmayanlar geleneklerini güncelleyerek sürdürebilirler. Çünkü aynen gelenekler gibi, söylem ve anlatılar da ait oldukları dönemde işlevseldirler. Değişim, söylemlerin de güncellenmesini gerekir. Burada yine başka kritik nokta da söylemlerin sâri ve yayılmacı olduğudur. Belli stratejilerin ürünü olan söylemler, belli stratejilerin ürünü olan politikalar gibi toplumları hatta dünyayı yönlendirir ve bu nitelikleri taşımayan söylemleri zaman içinde etkisizleştirir ve silerler. Bu açıdan baktığımızda dünyada söylem ve anlatı savaşları yaşandığını söyleyebiliriz. Hangi sünnet anlayışını benimsersek benimseyelim, ya da hangi siyasî tercihlerde bulunursak bulunalım, sünnetin ihyasında toplumun farklı kesimlerinin yapması gerekenler farklı olacaktır. Bu farklılık hem her kesimin sünnetinin farklı mükellefiyetler gerektirmesi anlamında hem de her kesimin işlevinin farklı olacağı anlamındadır. Burada illa merkeziyetçi bir yönlendirme şart değildir. Benzetme ile söylersek, tüm toplum kesimlerinin ayrı müzik aletlerini ayrı tellerden çalarken bir ahenk oluşturabilmelerindedir. Beli müştereklerde birleşebilmek için çok farklı iletişim, diyalog ve geri besleme yöntemleri üretilebilir. Bir orkestrayı bir şef ile yönetmek ilk akla gelendir ama illâ da olmazsa olmaz şart değildir. Şef olmadan da bir müzik topluluğunun ahenk sağlaması teorik olarak mümkündür. Örneğin bunu bir enstrüman üstlenebilir. Geleneksel müziğimizde uygulama bu şekildedir. Önemli olan, bir şekilde asgari düzeyde de olsa toplumsal faaliyetlerde kaostan kurtulmak için koordinasyonun nasıl sağlanacağı, neler yapılacağıdır. Sünnetin varlık alanı toplum olunca, toplumun doğası, toplumsal değişimin mahiyeti gibi sosyolojiyi ve diğer sosyal bilimleri ilgilendiren başka bir uzmanlık alanlarının sınırlarına da girmiş oluruz. Bu noktada siyasî tercihler yanında toplum mühendisliği gibi alanların problemleriyle yüz yüze geliriz. Farklı tercihler, sünnetin hayata aktarılmasında farklı mekanizmaları gerektirir. Mesela kapalı veya cemaat niteliği taşıyan bir İkinci Tebliğ 204 toplumdaki sünneti ihya hareketleri ile açık ve küreselleşmiş bir toplumdakiler çok farklı olacaktır. Aynı şekilde bir İslâm toplumu ile Müslümanların azınlıkta oldukları bir toplumdaki sünnetin hayata aktarılması aynı olmayacaktır. Bunun izlerine klasik kitaplarımızdaki Dâru’l-İslâm, Dâru’lHarb ve Dâru’l-Ahd kavramları etrafındaki tartışmalarda tanık olmaktayız. Fakat sünneti ihya konusu belli açılardan uzmanların alanına girmekle birlikte, sadece onların üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Uzmanlık gerektiren konularda uzmanlara danışılacak, belki ekip çalışmaları yapılacak ama sünnetin hayata aktarılmasının topyekûn ümmetin sahip çıkması gereken bir sorumluluk olduğunun bilincinde olunmalıdır. Sünnetin gelenekselleşebilmesi bilim adamıyla, sanat erbabıyla, iş adamıyla, esnafıyla, siyasetçisiyle, öğretmeniyle, öğrencisiyle, kadın ve erkeğiyle herkesin uzlaşma ve gayretini gerektiren hatta dünya çapında ilgi ve kabul gören bir faaliyet olmak zorundadır. Sadece İlâhiyatçıların, din görevlilerinin tekelinde olan ve onların altından kalkabileceği bir görev ve sorumluluk değildir. Birden çok kişiyi ilgilendiren her işte yönetim ve koordinasyon sorunu en başta gelir. Aileden tutunuz bir eğitim kurumuna, grup halinde bir turistik yolculuktan tutunuz bir mitinge kadar başarının, mutluluğun, huzurun, düzenin yegâne yolu iyi yönetimdir yani iyi organize olmaktır. Buradaki yönetim tabiri ile illâ merkeziyetçi ve resmî yönetimi kastetmiyorum. Sivil, resmî her alandaki her türlü yönlendirme tarzını kastediyorum. Yani ben yönetim şekline ve adına değil, niteliğine bakıyorum. Sayılan bütün açmazların ve gerilimin çözümü süreçlerin iyi organize edilmesinde, yönetilmesinde ve koordine edilmesindedir. Fakat bu nasıl gerçekleştirilecektir? İşte bu sorunun cevabı verilirken yukarıda dile getirmeyi çalıştığım bütün sorunların hesabı verilmelidir. f) Dünyaya Karşı Sorumluluk Geleneğimizi, farklılıklarımızı korurken içe kapanmadan, dünyaya mensubiyetimizi nasıl sağlayacağız? Bundan da ötesi sünnetin evrensel ve âlemşümul yönünün dünya çapında hayata geçmesinde nasıl bir öncülük ve rol üstleneceğiz? Sünnetin sadece İslâm toplumlarında değil dünya genelinde ihya edilmesi gereken boyutları vardır. Bu, İslâm toplumlarına, Kur’ân ve sünnetle yüklenen bir görevdir. Burada yapılması gerekenler İslâm toplumlarında yapılması gerekenlerden çok farklı olacaktır. Ama en genel anlamıyla sünnetin evrensel boyutunun tüm dünyada hayata geçirilmesi için sadece uluslararası arenada güçlü olma temeline dayanan stratejiler yerine, insanlığın sağduyusuna ve evrensel değerlere hitabeden bir sünnet anlayışı sunabilmek gerekmektedir. Stratejistlerin güç odaklı analizlerinin etkisinde kalan, onlara eklemlenen hareketlerin varacağı yer erdem ve alet değil despotizmdir. Güce endekslenen stratejiler birçok açmaz ve paradoksu içinde barındırırlar. Her şeyden önce güç kullanarak yapılan işler baskıyı, o da ikiyüzlülüğü doğururken, ikna yöntemi daha sağlıklı insanlar ve Üçüncü Oturum 205 toplumlar ortaya çıkarır. İkinci olarak güç sınırlıdır. Her alana sirayet edemez, her alanda iş göremez. Üçüncü olarak güç ilânihaye devam edemez. Belli bir süreçte güçten elde edilecek kazanç, gücü devam ettirmek için ödenen bedele değmez hale gelir. İşte o zaman güç, sahibini içten içe tüketen bir unsura dönüşür. Güç kullananlar bir gün gelir kullandıkları silahın kendilerine döndüğünü görürler. Fani dünyanın kanunu budur. Güce başvurarak hayırlı sonuçlara ulaşmaya çalışmak dar görüşlülüktür, kısa ve küçük hesapların sonucudur. g) Sonuç ve Öneriler Yerine Yukarıda önemli gördüklerimi dilimin döndüğünce ifadeye çalıştığım gerilim noktaları hikmet nazarıyla baktığımızda Allah’ın adaletinin bir tecellisi olarak görebiliriz. Bunlar aslında bizim ifrat ve tefrite savrulmadan değişik dengeleri gözetmeye, tahakküm yerine kucaklayıcı davranmaya, vasat ümmet yani denge ümmeti veya hak yolunda vasıta ümmet olmaya zorlamaktadır. Ancak bu gerilim durumları karşısında akıl ve irfanla davranamadığımız takdirde kaosa sürüklenmemiz kaçınılmazdır. Baştan beri sünnetin hayata aktarılmasında, sadece akademik çalışmalar ile din görevlileri ve eğitimcilerinin faaliyetlerinin gerekli ama yeterli olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama bunu söylerken din uzmanlarının rehberliğinin ve koordine görevinin tartışmasız bir şekilde gerekli olduğunu vurgulamak istiyorum. Görevimiz araştırmak, tahlil yapmak, görüş belirtmek, eleştirmek, makul, meşru, şeffaf, kuşatıcı stratejiler önermektir. Sünnetin hayata aktarılmasından bunlar dışında siyasî, hukukî ve ahlâkî olarak yapılması gerekenler konusunda çağdaş realiteler doğrultusunda görüşlerimizi ilgililere ve kamuoyuna yine çağdaş parametreler kapsamında sunabiliriz. Bu açıdan ibnü’l-vakt olmak durumundayız. Hz. Peygamber’e varis oluşun bunlarla sınırlı olduğunu düşünüyorum. Zaruri gördüğüm koordine çalışmanın toplum mühendisliği ile karıştırılmamamsı gerekmektedir. Koordine çalışmak demek, sünnetin hayata aktarılması amacına sahip değişik toplumsal aktörlerin kendi renklerini koruyarak belli temel stratejilerde uzlaşması demektir. Toplum mühendisliği ise, toplumun merkezî bir plan ile dönüştürülmesi demektir. Fakat burada tekrar vurgulamak istediğim husus bu konudaki ilmî faaliyetlerin de belli stratejiler doğrultusunda koordinasyonudur. Bunun için daha değişik formatlarda akademik organizasyonlar gerçekleştirilmelidir. Örneğin sempozyum, panel, bilimsel kongre gibi toplantılardan ziyade, sünnetin hayata aktarılmasının temel problemleri konusunda yine konuları önceden duyurarak yuvarlak masa müzakereleri ve tartışmaları ile ilmi stratejiler geliştirebiliriz. Bundan da öte ilmî faaliyetler sadece akademik alanda kalmamalı, toplumsal aktörlerin faaliyetlerini analiz edici, eleştirici, yorumlayıcı ve yol gösterici de olmalıdır. İlâhiyatçılar bütün toplum kesimlerine eşit mesafede durarak, tarafgir üslûptan kaçınarak, kuşatıcı, uzlaştırıcı ve evrensel söylemlerle bilimsel rehberlik yapmalıdır. Daha etkili olma gibi iyi niyetlerle dahi olsa, hem davranışlarıyla hem de söylemleriyle, gücün, 206 İkinci Tebliğ yıldızı parlayanların, günübirlik politikaların estirdiği rüzgârlar önünde savrulmaktan kaçınmalıdırlar. Tarih, feleğin çarkının hep aynı dönmeyeceğini unutarak güce eklemlenenlerin hazin hikâyeleri ile doludur. Peygamberimizin (a.s), Kureyş’in başkanlık önerisi ile pazarlık teşebbüslerine karşı “Dünyayı sağ elime ayı sol elime verseniz bu davadan vazgeçmem” şeklindeki tarihi cevabının, hem İslâm tarihinin en kritik dönüm noktasını teşkil ettiği, hem de onun sünnetinin vazgeçilmez bir ilkesi olduğunda hemfikir olmayanınız yoktur kanaatindeyim. Sonuç olarak, son söylediklerimin çerçevesinde değerlendirilmesi kaydıyla affınıza sığınarak sadece İlâhiyat camiasına yönelik bazı sorularla konuşmamı bağlamak istiyorum: Yaptığımız çalışmaların, yayınların aramızda tartışılmış ve uzlaşılmış belli bir stratejisi, belli bir hedefi var mı, bu konuda koordinasyon için neler yapıyoruz? Yayınlarımızın etkileri hakkında bilimsel değerlendirmeler yapıyor, geri beslemeler alıyor ve muhasebesini yapıyor muyuz? Bunları gerekli kesimlerle paylaşıyor muyuz? Öğrencilerimizi yetiştirirken onlara yukarıda bahsettiğim konularda farkındalık ve eleştiri alışkanlığı kazandırıyor muyuz? Onlara belli stratejilerde uzlaşabilecek bir bilinç verebiliyor muyuz, onların hayata atıldıklarında yaptıkları çalışmalarının bilimsel analizlerini yapıp, eleştiriyor, yol gösteriyor ve motive edebiliyor muyuz? Bu konudaki sivil faaliyetlerde bulunanları yine bilimsel analizlere tâbi tutup, olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koyabiliyor muyuz? Bunları gerçekleştirmek için farklı bilim dallarından meslektaşlarımızla müşterek projeler üzerinde çalışıyor muyuz? Akademik üretimlerimizin toplumun değişik kesimlerine değişik formatlarda ulaşması için neler yapıyoruz? İlâhiyat Fakültelerinin programlarını bu son bahsettiğim değerlendirmeler ışığında güncelleştirme çabasında mıyız? Sünnetin hayata geçirilmesi projesini toplumun belirli kesimlerinin ideolojik ve siyasî tercihi gibi algılanıp direnç gösterilmesine yol açan algılamalar karşısında ne yapıyoruz? Sünnetin bütün insanlığın huzur ve mutluluğunun kaynağı olduğunu gereği gibi ortaya koyabiliyor muyuz, bunu insanlara fark ettirebiliyor muyuz? Daha kuşatıcı bir sünnet anlayışını nasıl geçerli kılabiliriz konusunda neler yapıyoruz? Etrafımıza nasıl bir vizyon sunuyoruz? Yayınlarımızda akademik önceliklerle, ahlâkî öncelikleri ve sorumlulukları dengeleyebiliyor muyuz? Meşru ve mesleğimizin verimliliğini sağlayacak örgütlenmeler konusunda mevcut imkânları ve potansiyellerimizi kullanıyor, yeni imkânlar üretme konusunda çaba gösteriyor muyuz? Katkıda bulunduğumuz yapı ve örgütlerin nihai planda kimin heybesini doldurduklarına dikkat ediyor muyuz? Faaliyetlerimizin koordinasyonu için gerekenleri yapıyor, hiç olmazsa çaba gösteriyor muyuz? Hedeflerimizi sorguluyor muyuz, potansiyellerimizin farkında mıyız, almamız gereken riskleri üstleniyor muyuz? Bahanelerimiz gerçek mi, yaptıklarımızı meşrulaştırma, sorumluluğu üzerimizden atma gibi tuzaklardan korunabiliyor muyuz? Üstlendiğimiz sorumluluklarda nimet-külfet dengesinde adil olabiliyor muyuz? Aramızda nezih bir eleştiri geleneği oluşturabildik mi? Benden bu Üçüncü Oturum 207 kadar diyorsak, neye göre kendimize sınır koyuyoruz, bu sınırları yeterince tartışıyor muyuz? Hepsinden önemlisi sünnetin gönülleri dirilten derunî ve ruhanî boyutunun camiamızda, kendi aramızda yani din görevlileri, din eğitimcileri ve öğrencileri arasında yaşanırlığı ve gelenekselleşmesi ne durumdadır? Mevlânâ’nın ifadeleriyle söylersek ‘can peşinde miyiz yoksa ten peşinde mi’? Bu ve benzeri soruların hesabını verebildiğimiz takdirde üzerimize düşeni yapmış sayılabiliriz. Çünkü toplumsal alanda dinamik bir süreklilik kazanamayan hiç bir inanç sistemi, dünya görüşü, gelenek, söylem ve anlatının bunu sağlayabilenler karşısında rekabet etme ve yaşama şansı yoktur. MÜZAKERE Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerli katılımcıları ve izleyenleri saygıyla selâmlayarak sözlerime başlıyorum. Prof. Dr. Selahattin POLAT, “Sünnetin Hayata İntikalindeki Gerilim Noktaları, Açmazlar, Problemler” başlıklı tebliğinde sünnetin sosyal hayata taşınması konusunda karşılaşılan sorunlara dikkat çekmiştir. Bir bilim adamı olarak problemleri tespit ve değerlendirmede ortaya koyduğu fikrî çaba şüphesiz değerlidir ve bu açıdan tebliği takdire şayandır. Ancak konuyla ilgili düşüncelerini soyut ve teorik düzlemde dile getirmiş, sözünü ettiği problemlerle ilgili somut bir örnek vermemiştir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi, açmaz ve problemlerin sebep ve kaynağının bilinebilmesi açısından örneklere ihtiyaç bulunduğu aşikârdır. Sayın Polat’ın işaret ettiği problemler açısından hem geçmişte hem de günümüzde çok sayıda örnek bulunabileceği akla gelmektedir. Ancak geniş sayılabilecek bir tebliğde bunlardan birine bile işaret edilmemiş olması, tebliğ sahibinin kastını anlamakta zorluk doğurmaktadır. Tebliğ, ele alınan konu bakımından dağınık bir görünüm arz etmektedir. Önce bir tebliğ için uzun sayılabilecek bir girişle başlanmış, sonra, sünnet konusundaki bazı yanlış anlayışlar başlığı altında dört alt başlık verilmiştir. Bu alt başlıkların ilk üçü bir sayfa bile tutmazken son başlık iki sayfayı geçmektedir. Bu alt başlıkların ana başlığına 2 rakamı verilmiş, muhtemelen zühul eseri, bir sonraki ana başlığa 4 rakamı verilmiştir. Yani tebliğde 3 numaralı bir başlık bulunmamaktadır. Tebliğin ana konusuna 4. sayfadaki Sünnetin Hayata Aktarılmasında Gerilim Noktaları, Açmazlar ve Problemler isimli bu 4 numaralı başlıkla girilmektedir. Burada beş alt başlık ve sonuç yer almaktadır. Tebliğ sahibi, kullandığı kavramlarla ilgili bir tanımlama ve açıklama yapmamıştır. Bazıları kendine özgü gibi görünen, bazıları da kullananın kastına göre değişebilecek olan bu kavram ve ifadelere sayın Polat’ın ne anlam yüklediği bilinmeden tebliğin doğru anlaşılması mümkün olmayacaktır. Örnek olarak şunlar verilebilir: “sünnetin ihyası” (s. 1), “sünnet toplumu” (s. 5), “sünneti güncelleme” (s. 6), “sünnetin yeni bir sünnete dönüşmesi” (s. 6), “sünnetin gelenekselleşmesi” (s. 6). Tebliğde anlaşılmasında zorluk olan hususlar bulunmaktadır. Örneğin, Sayın Polat sünnetin kaynağını sadece hadisler olarak görmenin yanlış olduğunu belirtmiştir (s. 2). Ona göre “sünnetin temel kaynağı Kur’ân’dır. Diğer kaynakları ise hadisler, akıl, sağduyu ve toplumun maruf ve mubah kavramları kapsamındaki uygulamalarıdır… Hz. Peygamber bütün bu kaynakları esas almıştır.” (s. 2). Burada, Hz. Peygamber’in, diğer Üçüncü Oturum 209 kaynaklar yanında hadisleri, sünnetinin kaynağı olarak nasıl esas aldığı ve kullandığı anlaşılamamaktadır. Acaba burada Sayın Polat, sünnetin kaynakları arasında hadisleri bizim mi dikkate almamız gerektiğini söylemek istemiştir? Burada bir problem daha ortaya çıkmaktadır. Sayın Polat hadis ve sünnet terimlerini ayırdığına göre acaba bunlarla neyi kast etmiştir? Bir yerde “O halde sünnet, toplumsal alanda var olan ve ana damarı teşkil eden gelenektir” (s. 2) dediğine ve “sünnetin kaynağını sadece hadisler olarak gören dar bakış açısını” (s. 2) eleştirdiğine göre, muhtemelen sünnet terimini Hz. Peygamber’in takip ettiği yol ve hareket tarzı anlamında daha kapsamlı olarak kullanmıştır. Ancak bu anlamda da sünnetin büyük bir kısmı bize yine rivâyetler yoluyla ulaştığına ve bunlara da hadis dendiğine göre bir iltibasa meydan vermemek için bu iki terim arasında gözetilen ayrımın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. Sayın Polat, “Sünnetin toplumsallığının, gelenekselliğinin, geleneksünnet ilişkisinin göz ardı edilmesi” alt başlığı altında, sünnetin toplumsal boyutunun önemine dikkat çekerken şöyle bir varsayım öne sürmektedir: “Hz. Peygamber’in sağlığında ve irtihalinden sonra bir tane dahi inananı olmasaydı onun sünnetinden bahsedebilir miydik?” Sayın Polat’ın buna cevabı “tabiî ki hayır” şeklindedir. Hâlbuki daha önce kendisi sünnetin temel kaynağının Kur’ân olduğunu ifade ettiğine göre, Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in ahlâkından, hareket tarzından haber veriyor olması, onun sünneti hakkında bize bir fikir vermez mi? Üstelik Kur’ân dışında günümüze intikal edebilecek bazı belgelerle de onun nasıl bir insan olduğunu, nasıl bir yol izlediğini öğrenme imkânımız olabilirdi. Şayet, mümini olmayan bir Peygamberin getirdiği Kitap da, onunla ilgili belgeler de günümüze ulaşmazdı diyorsanız o zaman haklı olabilirsiniz. Sayın Polat tebliğinde pek çok soruya yer vermekte fakat genellikle bunları cevapsız bırakmaktadır. Bu sorulardan ikisi şöyledir: “Tarihimizde, İslâm kavramı ve teriminin yanında ayrıca bir de sünnet kavramının ve teriminin üretilmesine niçin ihtiyaç hissedilmiştir?”, “Hz. Peygamber’in sağlığında sünnet kavramı etrafında ortaya çıkan bir sorun yaşanmadığına göre sünnet niçin bu kadar kritik ve hayati önem kazanmıştır?” (s. 3). Sünnetin kavram ve terim olarak İslâm’ın ilk asrı içinde geçirdiği gelişim ve değişimlerin titiz bir şekilde incelendiği bir çalışmadan Sayın Polat’ın da haberdar olduğunu sanıyorum. Sayın Doç. Dr. Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı adıyla yayınlanan doktora tezinin 70-80 sayfalık ilk kısmında bu konuyu başarılı bir şekilde ele almıştır. Tebliğde istitrat mahiyetinde bazı açıklamalar yapıldığı için konunun takibindeki fikrî insicam bozulmaktadır. Örneğin, 3. sayfada, “yeri gelmişken” diye başlayan bir paragrafta, İngilizcedeki tradition kelimesinin sünneti, orthodoks kelimesinin de Ehl-i sünnet kavramını karşılamadığı üzerinde durulmaktadır. Takip eden paragrafta da, gelenekle gelenekçiliğin, modern olmakla modernist olmanın, laikliği savunmakla laikçiliğin, olaylara sosyo- 210 Müzakere loji ve psikoloji açısından bakmakla sosyolojizm ve psikolojizm yapmanın farklılığına dikkat çekilmekte, bu açıklamalar müteakip paragrafta da devam etmektedir. 4. sayfada, Sayın Polat, “Sünnetin geleneksel özelliği vurgulandığında hemen Goldziher, Schacht, Fazlurrahman gibi kişilerden etkilenme suçlaması yapılmaktadır. Oysa İslâm tarihinde bu isimlerden çok önce benzer görüşler ifade edilmiştir” dedikten sonra “buna yukarıda yeterince örnek verdiğimi düşünüyorum” demekte ancak yukarıda herhangi bir örneğe rastlanmamaktadır. Ayrıca, hadis ve sünneti cahiliye Arap geleneğinin bir devamı ve İslâm’ın ilk asırlarındaki, siyasî, fikrî ve sosyal gelişmelerin ürünü olarak kabul eden Goldziher ve Schacht’tan çok önce İslâm tarihinde de benzer görüşlerin varlığından bahseden Sayın Polat, bu görüş sahiplerinin kimler olduğunu açıklamamıştır. Eğer, geçmişte, bu görüşlere paralel görüş serdeden alimlerimiz varsa bunları bilmek gerçekten ilginç olurdu. Sayın Polat’ın, “Sünnet bir nehir gibidir, bir nehirde iki defa yıkanılmaz. Yatağı değişebilir, mevsimlere göre suyunun nitelikleri değişebilir, değişik toplum kesimleri için anlamı, önemi, fonksiyonu farklı olabilir ama nehir aynı nehirdir. Dolayısıyla her neslin sünneti, bir yandan, sonraki neslin içine doğacakları ve üstünde duracakları bir zemin oluştururken, öbür yandan geçmiş tecrübelerden istifade edecekleri bir referans noktası olacaktır.” şeklindeki görüşleri, sünnetin sürekliliğini ve hayatiyetini vurgulaması açısından son derece anlamlıdır. Bu yaklaşım, Fazlurrahman’ın “yaşayan sünnet” kavramını akla getirmektedir. Kendisinin bu konuda onun görüşlerine katılıp katılmadığı, varsa çekincelerini bilmek, konuyla ilgili makale yazmış biri olarak merakımı giderecek, ilgilenenler için de yararlı olacaktır. 5. Sayfada, sünnet dışına düşmüş bir toplumda bireysel sünnetleri yaşamanın imkânını sorgulayan Sayın Polat, “siz, herkesin sahip olduğundan fazla harcamaya itildiği tüketim toplumunda zühd, kanaat, cömertlik, diğergamlık, fedakârlık gibi sünnetleri nasıl yaşayacaksınız? Verilen sözde durulmayan bir toplumda siz alışveriş, borç ilişkilerini nasıl sünnete uyduracaksınız, karz-ı hasen sünnetini nasıl işleteceksiniz?” sorularını yöneltmektedir. Hâlbuki Müslüman ahlâkının göstergesi olan bu hasletler, tam da böyle toplumlarda Müslüman’ın farkını ortaya koyacak ve başkaları için örneklik teşkil edecektir. Sayın Polat’ın önemsediği sünnetin hayata intikali de ancak bu örneklerin artmasıyla mümkün olacaktır. Ayrıca burada, sünnete örnek olarak verilen zühdün, Hz. Peygamber’in değil, zâhidlerin sünneti olduğu kanaatimi ifade etmek istiyorum. Yine bu sayfada Sayın Polat, “Mekârimü’l-ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diyen bir Peygamberin sünneti de ancak adaletli ve erdemli bir toplumda hayat bulabilir” demektedir. Tarihte mutlak olarak böyle bir toplumdan bahsedilemeyeceğine göre, Hz. Peygamber’in sünneti yaşanamayacak mıdır? Veya adaletli ve erdemli bir toplum zaten Hz. Peygamber’in gösterdiği hedefi yakalamış olduğuna göre sünneti yaşamak için Üçüncü Oturum 211 böyle bir toplumun oluşmasını beklemeye gerek var mıdır? Tebliğde zaman zaman genellemeler yapılmakta ve kesin yargılara varılmaktadır. Örneğin, 6. sayfada günümüz toplumlarının olumsuzluklarından bahsedilirken, “tam bir kaosun hâkim olduğu”, “hemen hemen müşterek referans ve uzlaşı noktası kalmadığı”ndan söz edilmektedir. Ayrıca “dinde de nerdeyse tartışmaya açılmamış konu kalmamıştır. Üniversitelerin tartışmayı teşvik eden prosedürleri de buna tuz biber ekmektedir” denilerek bir şikâyet dile getirilmektedir. Eğer bu tartışmadan kasıt bilimsel tartışma ise, Sayın Polat’ın da takdir edeceği gibi üniversitelerin hikmet-i vücûdu zaten budur. Tartışmanın olmadığı yerde bilimin de olmayacağı açıktır. Sonuç olarak, sistematik örgüsü zayıf olmasına ve konuyla ilgili somut öneriler ve çözüm yolları içermemesine rağmen Sayın Polat’ın tebliği, sünnetin güncellenmesi, toplum hayatına hâkim kılınarak yaşanır hale getirilmesi ve konuyla ilgili problemlerin tespit ve tartışılması açısından yararlıdır. Özellikle sonuç kısmında, öneriler yerine ilgili muhataplara yönelttiği sorular, ele alınan konunun önemini ortaya koyacak ve üzerinde düşünülerek çözüm yolları üretilmesi konusunda hepimizi tahrik edecek niteliktedir. Bu sebeple sayın tebliğ sahibine teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selâmlıyorum. 3. TEBLİĞ TEMEL HADİS KAYNAKLARININ ÇEVİRİLERİ ÜZERİNE BİR KRİTİK Doç. Dr. Bünyamin ERUL Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Bilindiği gibi, herhangi bir metni bir dilden diğer bir dile çevirmek, birçok problemi beraberinde getirmektedir. Eğer bu metinler, kutsal kitaplara veya asırlar öncesine ait dinî-edebî metinler ise, sorunlar daha da artmaktadır. Ülkemizde son yıllarda bilhassa Kur’ân çevirileri üzerine bir hayli ilmî tartışma ve kritikler yapıldığı halde, maalesef, aynı çaba hadis kitaplarının çevirileri üzerine yapılmamıştır.1 Hâlbuki hadis çevirilerindeki problemler, Kur’ân çevirilerinden daha fazladır. Zira Kur’ân çevirilerinde, en azından siyak-sibak gibi bir avantaj söz konusudur. Hadislerimiz ise, parça parça ibarelerden oluşmakta ve hadisin bağlamının bilinmemesi onun doğru anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Ülkemizde uzun yıllardan beri başlıca hadis kaynaklarının dilimize çevrilmesi bir bakıma sevindiricidir. Ancak, mevcut çevirilere2 çeviri tekniği, anlaşılırlık ve dil zevki vb. bakımlardan dikkatle bakıldığında, hayli problemli oldukları görülür. Görülen bu problemlerden hareketle ———— 1 Bilinen tek çalışma Nebi Bozkurt’un “Hadislerin Tercüme ve Yorumlarında Uyulması Gereken Kurallar” adıyla yayınladığı uzun makaledir. MÜİFD, sayı: 11-12, yıl: 1993-1994, s. 211-281. 2 Bildiride şu çeviriler esas alınacaktır: Sahîh-i Buhârî Tercümesi, Mehmet Sofuoğlu, Ötüken Neşri, İstanbul-1987. Sahîh-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, İstanbul-1974, Sönmez Yay. Sünen-i Ebî Dâvûd Terceme ve Şerhi, Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, İstanbul-1987, Şamil Yay. Sünen-i Tirmizî Tercemesi, Osman Zeki Mollamahmutoğlu, İstanbul-1972, Y. Emre Yay. Sünen-i Nesâî Tercemesi, Abdullah Parlıyan, İstanbul-2005. Sünen-i İbn Mâce ve Şerhi, Haydar Hatiboğlu, İst-1982-1984. Muvatta, Ahmet M. Büyükçınar, Doç Dr. Vecdi Akyüz, Ahmet Arpa, Dr. Durak Pusmaz, Abdullah Yücel, Beyan Yay. Tarihsiz. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Naim ve Kamil Miras, DİB Yay. Ankara 1993, (12. ve son baskı). Riyâzu’s-Sâlihîn ve Tercemesi, H. Hüsnü Erdem, Ankara-2000, (17. baskı). Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedi, Kütüb-i Sitte, İstanbul t.y. (Zaman Gazetesince verilmiştir.) Sünen-i Dârimî, A. Aydınlı çevirisi ile Sünen-i Tirmizî Tercemesi “Konulu Hadis Projesi” sitesinden kullanılmış, matbu nüshalardan kontrolü yapılamamıştır. Üçüncü Oturum 213 onların geneliyle ilgili şu tespitleri yapabiliriz: 1. Birçok temel hadis kitabı defalarca basılmasına ve evlere girmesine rağmen maalesef yeterince okunmamaktadır. Kanaatimce bunun en temel sebebi, mevcut kitapların çevirilerinin dil bakımından problemli oluşlarıdır. Dolayısıyla problemli çeviriler, hadis ve sünnetin okunmasını olumsuz yönde etkilemektedirler. 2. Söz konusu çeviriler, hadis ve sünnetin doğru anlaşılmasını da engellemekte hatta sünnetin yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadırlar. Yanlış çeviri, yanlış istidlallere ve yorumlara sebebiyet vermektedir.3 3. Hadis ve sünnet hasımlarının eline bolca malzeme vermektedirler. Bazen yapılan yanlış çeviriler, Hz. Peygamber’e, İslâm’a dil uzatılmasına zemin teşkil edebilmektedir. Bu bildiride, hadis çevirilerinde görülen ama yıllardır ihmal edilen en önemli sorunları dile getirmek, bu çevirilerde düşülen yöntem hatalarının altını çizmek, ideal bir hadis çevirisinin nasıl olması gerektiğine dair tartışmaları başlatmak ve bununla ilgili bazı öneriler sunmak istiyorum. Belirtmeliyiz ki, sanıldığı gibi çeviri, tercüme edilecek dili bilmekle üstesinden gelinebilecek kadar kolay bir iş değildir. Hele çevrilecek metinler hadis metinleri ise, bunun daha da zor ve ağır bir iş olduğu ortadadır. Çünkü hadis metinlerinin çevirisi: 1. Öncelikle bir çeşit hadis rivâyetidir. Allah Rasûlü’nün sözlerini, Arapça dışında bir dile çevirmek demek, o dilin mensuplarına hadisleri rivâyet etmek demektir. Dolayısıyla, geçmiş asırlarda hadis rivâyeti konusunda ne kadar titizlik ve dikkat gerekiyorsa, hadislerin çevirisinde de o denli hassas olmak gerekir. Bunun tabiî bir sonucu olarak, dikkatsiz, ehliyetsiz veya yanlış bir çeviri de elbette, Allah Rasûlü’nün söylemediği bir sözü ona söyletmek anlamına geleceği için “hadis uydurma” vebali gibi bir akıbeti beraberinde getirecektir. 2. Her bir çeviri, aynı zamanda bir anlama faaliyetidir. Anlama ise, herhangi bir metnin, ikinci dildeki lâfzî anlamlarını sıralamak değildir. Bu sebeple, hadis metinlerini çevirmek, öncelikle Hz. Peygamber’i, onun sünnetini, onun yaşadığı zamanı-zemini ve bağlamı anlamayı gerektirir. ———— 3 Bunun en son tipik bir örneği, İsmet Özel’in Kırk Hadis, (İstanbul-2006, II. Baskı) adlı çalışmasında yanlış çevirilere dayanarak yaptığı yanlış yorumlardır. Örneğin: ﻳﺮﻳﺪ ﻋﻴﻨﻴﻪ. ( ) إذا اﺑﺘﻠﻴﺖ ﻋﺒﺪي ﺑﺤﺒﻴﺒﺘﻴﻪ ﻓﺼﺒﺮ ﻋﻮﺿﺘﻪ ﻣﻨﻬﻤﺎ اﻟﺠﻨﺔ:إن اﷲ ﻗﺎل “Allahu Teâlâ, dünyada bir mümin kulumun sevdiğini alırsam, o da bu musibetin sevabını sabır ve teslimiyetle benden beklerse, onun mükâfatı ancak cennettir” şeklinde yanlış ve eksik çevrilmiş ve açıklamada asıl konu olan “iki gözün kaybedilmesi” ele alınmamış, çok farklı yorumlar yapılmıştır. Bkz: 16. hadis, s. 100-104. “Dalâlet diyarında bir adamı irşad etmen, senin için sadaka(dır)” çevirisi de yanlıştır ve sayın Özel yorumunu bu yanlış çeviri üzerine yapmıştır. Oysa burada kastedilen, yolunu kaybedene, yol göstermenin sadaka olduğudur. Bkz: 11. hadis, s. 71-73. 214 Üçüncü Tebliğ Bütün bu alt yapı olmadan, sadece Arapça bilmekle hadisleri doğru bir şekilde anlamak mümkün değildir. Bunun için de, en azından yeterli düzeyde hadis, sünnet ve sîret bilgisi ve birikimine sahip olmak şarttır. 3. Hadisleri çevirmek, sadece o metinleri anlamakla sınırlı değildir. Çünkü bu aynı zamanda bir şekilde çevrilen hadisi yorumlamadır. Mütercim, farkında olsun, ya da olmasın, az veya çok, anladığı metne kendisinden bazı yorumlar katar. Bu bazen vurgu ile bazen kurgu ile bazen parantez içi katkılarla, bazen abartarak, bazen yumuşatarak, bazen de çevirirken yaptığı tevcih ve tercihlerle gerçekleşir. Burada, mütercimin ön kabulleri, önyargıları, savunma güdüsü, birilerine cevap verme dürtüsü, çevrilen zaman ve zeminin şartları vb. unsurlar devreye girer ve çeviriye ister istemez bazı yorumlar yansır. 4. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, çeviri zannedildiği kadar basit bir faaliyet değildir. Az buçuk dil bilen herkesin çeviri yapabileceği sanılır ve maalesef ülkemizde bunun çok sayıda başarısız örnekleri vardır. Herhangi bir hikâye, masal kitabının çevirisi dahi belli bir edebî formasyon ister. Şayet çevrilen metinler tefsir, hadis, fıkıh vb. belli bir usulü, tarihi, terimleri ve kendine has ilimleri olan bir ilmî eser ise, bu mutlaka uzmanlık ister. Yani hadis çevirisi, profesyonel bir iştir. 5. Her çeviri, iki dili de iyi bilmeyi gerektirir. Özellikle ülkemizdeki çevirilerde yaşanan en büyük sorun, mütercimin kendi diline yeterince hâkim olmamasından, onu iyi kullanamamasından kaynaklanmaktadır. Bilhassa, Türkçede yaşanan hızlı gelişme, daha doğrusu hızlı değişme, çevirilerin en büyük problemini oluşturur. İslâmi ilimlerle ilgili eserlerin çevirisinde, özellikle de âyet ve hadislerin çevirisinde eski dilin, ağdalı terkiplerin kullanılmasının yanı sıra, Türkçedeki yardımcı fiillerin yanlış kullanıldığı sıkça görülür. Maalesef mütercimlerimizin çoğu, Türkçe sözlüklere neredeyse hiç müracaat etmezler. Osmanlıcanın ve medrese geleneğinin tesiri hemen hemen her tercümede açıkça görülür. Metni anladığından emin olan mütercim, çeviriyi aşina olduğu kendi diliyle yaparken, okuyucunun o çeviriyi, o dili anlayıp anlayamayacağını veya nasıl anlayacağını pek hesaba katmaz. Bu nedenledir ki, asırlar önce yaşayan Yunus Emre’nin şiirlerinin çoğu bugün bile kolaylıkla anlaşılırken, 20-30 yıl önce yapılan çeviriler bugünün kuşaklarınca maalesef anlaşılamamaktadır. İşte bu yüzdendir ki, son yıllarda Cumhuriyet döneminde kaleme alınmış telif ve tercüme eserlerin sadeleştirilmesi ihtiyacı doğmuştur. Korkarım yakında bu sadeleştirmelerin de yeniden sadeleştirilmesi gerekecektir. 6. Çeviri, sadece çevrilen metnin anlamını yansıtmak değildir. Aynı zamanda çevrilen metindeki edebî zevki, ahengi, vurguyu, kurguyu, edebî sanatları da en güzel bir şekilde yansıtmayı gerektirir. Eğer çevrilen metin, Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’in hadisleri gibi, yüksek dilin, din dilinin ve zaman zaman sembolik anlatımların kullanıldığı edebiyat ve fesahatin zirveleri ise, bu noktada mütercimin işinin ne kadar zor olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Maalesef, ülkemizdeki Kur’ân ve hadis çevirilerinin çoğu bu açıdan sınıfta kalmaktadır. Üçüncü Oturum 215 Bu tespitlerden sonra, dilimize kazandırılan temel hadis kaynaklarında gördüğümüz çeviri hatalarını birkaç başlık altında vermeye çalışacağız. Kaydedilen örneklerin hemen ardından bizce doğru olan çeviri, italik olarak verilecektir. 1. Yanlış Çeviri (Maddî Hata) Çevirilerde görülen en masum problem, işbu maddî hatalardır. Bu tür yanlış çevirilerin çoğu Arapça bilmemekten değil, genellikle dalgınlık ve dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır. Her insan gibi, mütercimin de istemeden yanıldığı, yanlış çevirdiği bazı ibarelerin olması kaçınılmazdır. Ancak, yapılan çevirilerin, gerek basım öncesinde, gerekse basım sonrasında sıkı bir kontrolden geçirilmemesi, hele hele birçok defa basılmasına rağmen çok açık maddî hataların dahi tashih edilmemiş olması pek normal sayılmamalıdır. Aşağıdaki misallerde bu husus açıkça görülmektedir: ُأﻫﺎﻧﻪ اﻟﻠﻪ َ َ أﻫﺎن َ َ َﻣﻦ َ َ َ اﻟﺴﻠﻄﺎن “Bir kimse devlet reisine ihanet ederse, Allah ona ihanet eder.” Riyâzu’s-Sâlihîn, I. 88, no: 676, (XVII. Baskı). “Kim devlet başkanını aşağılarsa, Allah da onu aşağılar.” şeklinde veya kısaca “Devlet başkanını aşağılayanı, Allah aşağılar.” şeklinde çevrilmelidir. ِ ِ َﻓﺄﺧﱪﻧﺎ ﻣﺎ ﻛﺎن وﻣﺎ ﺣﻔﻈﻨﺎ َُ َ ْ ﻓﺄﻋﻠﻤﻨﺎ أ َ ُ َ ْ ََ ، ﻛﺎﺋﻦ ٌ ﻫﻮ َ ْ َُ َ …bize olmuş ve olacaklardan haber verdi. Bizim en çok alim olanımız, Kur’ân-ı Kerîm’i en ziyade hıfzedenimizdir. Riyâzu’s-Sâlihîn, III. 361, no: 1893. (İşte bunları) en iyi bilenimiz, hafızası en iyi olanımızdır. ِ ْ اﻟﻨﺎس وآﻣﻦ ﻋﻤﺮو ﺑﻦ اﻟﻌﺎﺻﻰ َ ُ ْ ُ ْ َ َ َ َ ُ أﺳﻠﻢ َ َْ َ “İnsanların en Müslüman’ı ve en imanlısı Amr b. Âs’tır.” Tirmizî, Menâkıb, 48. “İnsanlar teslim/Müslüman oldu, Amr b. Âs ise iman etti.” ِ ٍ ِ ُ ﻟﻤﺼﻞ َْأو ﻣﺴﺎﻓﺮ َ ُ ﲰﺮ ِإﻻ َ َََ َﻻ “Gece konuşma yasağı namazı kılmış olan ve yolcular içindir.” Tirmizî, Salât, 12. “Namaz kılan veya yolculuk yapan dışında, gece sohbeti (için cevaz) yoktur.” ِِ ُاﻟﺒﺪﻋﺔ ِ ِ ﻳ. ـﻘﻮﻣﻮن ِ َْ ـﻨﺎﻣﻮن ﻋْﻨـﻬﺎ ِ ِ ـﻘﺎل ﻋﻤﺮ ِ ْ آﺧﺮ ِ ﻣﻦ ِ ﻫﺬﻩ َو َ ُ اﻟﻨﺎس ﻳَ ُـﻘ َ َاﻟﻠﻴﻞ َو ْ َ َ ُ ُ َاﻟﱴ ﺗ َ َ ْ ِْ ﻧﻌﻤﺖ ُوَﻟﻪَﻮﻣﻮن أ َ أﻓﻀﻞ َ ْ ُ َ ُ َ َ َﻓ ُ ﻛﺎن َ ـﻌﲎ ُ َ َ َ َ ُ ََاﻟﱴ ﺗ Bunun üzerine Ömer (r.a.) “Bu ne güzel bid’attir. Sabaha karşı uyuyakalıp teheccüdü kaçırmanız, akşam geç vakte kadar uyanık kalıp sabah namazını kaçırmanızdan daha hayırlıdır” dedi, insanlar akşam ibadetini uzatarak sabah erken kalkamıyorlardı. Muvatta, es-Salâtü fî 216 Üçüncü Tebliğ Ramazân, 2 / Komisyon I. 205. Bunun üzerine Ömer (r.a.) “Bu ne güzel bir yenilik/bid’at oldu! Fakat şimdi uyuyup da gece yarısından sonra kalkanların kıldığı teravih namazı, erken vaktinde kılanlarınkinden daha faziletlidir.” dedi. Ömer, bu ifadesiyle, gecenin sonunu kastetti, zira halk evvelinde kılıyordu.” ِ َ ﺣﺮم ِ ِْ ْ َ اﻟﻠﻪ ِ ُوﻏﻴـﺮة ِ ِ اﻟﻠﻪ ﻳ َـﻐﺎر ِ ﻋﻠﻴﻪ ْ َ َ َ اﻟﻤﺆﻣﻦ َﻣﺎ ُ ْ ُ ْ ﻳﺄﺗﻰ ُ َ َاﻟﻤﺆﻣﻦ ﻳ َ ْ ُ ْ وإن َ ُ َ َ إن َ َْ َ ـﻐﺎر َ َ أن “Şüphesiz ki, Allah kıskanır. Mü’min de kıskanır. Allah’ın kıskanması, mü’mine haram kıldığı şeyi getirmesidir.” buyurdular. M6995 Müslim, Tevbe, 36 / A. Davudoğlu, XI. 112. “Allahu Teala Hazretleri (kulları hakkında) gayret gösterir. Cenâb-ı Hakkın gayreti, haram kıldığı şeyleri insanın irtikâb etmesinden (men’i)dir.” Riyâzu’s-Sâlihîn, III. 312, no: 1838. “Allah da kıskanır, mü’min de kıskanır. Allah’ın kıskanması, mü’minin Allah’ın haram kıldığı şeyi yapması (dolayısıyla)dır.” ِ ِ ِ أﻏﻴـﺮ ِﻣﻦ ِ َ اﺣﺶ ﻣﺎ ِ َ ْ ﺣﺮم ﺑﻄﻦ َ َ َ َﻻ َ َ َ ، اﻟﻠﻪ َ َ ﻓﻠﺬﻟﻚ َ َ ﻇﻬﺮ ﻣْﻨ َـﻬﺎ َ َ َ وﻣﺎ َ ُ َْ َ أﺣﺪ َ َ َ َ اﻟﻔ َﻮ “Mü’minleri Allah’tan ziyâde fenalıklardan koruyan bir kimse yoktur. Mü’minlerin en büyük koruyucusu olduğu için Allah, açık gizli bütün çirkin işleri haram kılmıştır.” B4637 Buhârî, Tefsîr, (A’râf) 1, Sofuoğlu, IX. 4367. “Allah’tan daha kıskanç kimse yoktur. Bu nedenledir ki O, açığıyla, gizlisiyle (her türlü) ahlâksızlığı haram kılmıştır.” ِ ِ َ اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ِﰱ اﻟﺜـ ِ ٍ َ اﺑﻦ ٍ َِْ ﲨﻊ ِ َ َ َْأو- ـﻌﺜﲎ َِ ََـﻘﻮل ﺑ ﺑﻠﻴﻞ ٍ َْ ﻣﻦ ُ ُ َ ﻳ- رﺿﻰ اﷲ ﻋﻨﻬﻤﺎ- ﻋﺒﺎس ِ - ﻗﺪﻣﲎ ُ َْ ْ ﻘﻞ َ ْ ﲰﻌﺖ İbn Abbâs’dan (ra) işittim; o: “Peygamber (S) beni -Veda Haccı’nda- Müzdelife’den yolculuk ağırlıkları içinde geceleyin yolladı yâhud önden gönderdi.” diyordu. B1856 Buhârî, Cezâü’s-Sayd, 25. İbn Abbâs’ın şöyle dediğini işittim: “Hz. Peygamber, ağır hareket edebilen düşkün kimselerle birlikte Müzdelife’den geceleyin beni de önceden gönderdi.” ِ ﻮاﻟﻤﻘﺎم وَﻟﻴﺲ ﺑـﻴـﻨﻪ وﺑـﲔ اﻟﻄ ِ ِ ﲝﺬاﺋﻪ ِﰱ ِِ َ ِِ ـﲔ ِ ﻃﺎف ِﺑﺎﻟْﺒ ِ رﺳﻮل ِ ْ َﻛﻌﺘ َ ُـﻴﺖ َﺳﺒْ ًـﻌﺎ ﰒ اف َ ُ َ أﻳﺖ ََ َ ْ َ َ ُ َ ْ َ َ ْ َ ِ َ َ ْ ﺣﺎﺷﻴﺔ ُ َْﻗﺎل َر ْ َ َ َ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َ ْﺻﻠﻰ َر َ َ أﺣﺪ ٌََ “Rasûlullah’ı (s.a.v) gördüm. Kâbe’yi yedi defa tavaf etti. Sonra Makâm-ı İbrahim’in yanı başında ayakkabılarıyla iki rekat namaz kıldı. Kendisiyle tavaf edenler arasında hiçbir şey yoktu.” N759 Nesâî, Kıble, 9. “Rasûlullah’ı (s.a.v) gördüm. Beyt’i yedi defa tavaf etti. Sonra Makâm-ı İbrahim’in kenarında Beyt’in hizasında iki rekat namaz kıldı. Tavaf edenlerle arasında da kimse yoktu.” ِ ِ َ اﻟﺮﺟﻞ أَرَأﻳﺖ ِ ْإن ِزﲪﺖ ِ رﺳﻮل ِ َ ﻏﻠﺒﺖ ِ َ َْ ِ أﻳﺖ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ َ ُ َ أﻳﺖ َ َ َﻋﻠﻴﻪ ﻓ َ َ َﻓ ُ َْﺑﺎﻟﻴﻤﻦ َر َ َْاﺟﻌﻞ أََر ْ َ ُ ْ ُ ﻋﻠﻴﻪ َْأو ْ َ ُ ْ ُ َ ْ َ ُ ُ ـﻘﺎل ُ ْ ـﻘﺎل ْ َ ْ ﻋﻤﺮ رﺿﻰ اﷲ ﻋﻨﻬﻤﺎ ََ ُ اﺑﻦ ِ ُُـﻠﻪﻳﺴﺘﻠﻤﻪُ َوﻳُ َـﻘﺒ ُ َ ْ َ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ “Kalabalık olur ve yaklaşılmaz ise ne olacak?” dedi. İbn Ömer de şu cevabı verdi: “Yemen’den (ve diğer ülkelerden) gelenleri bir düşün… Tabii ki kalabalık olacaktır. Ben Rasûlullah (s.a.v)’in Hacer’ül-Esved’i Üçüncü Oturum 217 bazen öptüğünü bazen de kalabalıktan dolayı öpemeyip geriden selâmladığını (istilâm ettiğini) gördüm.” N2949 Nesâî, Menâsikü’l-Hac, 155. Adam: “(Haceru’l-Esved) Kalabalık olur ve (öpmeyi) gerçekleştiremezsem ne dersin?” dedi. İbn Ömer şu cevabı verdi: “Sen şu ‘ne dersin?’ demeyi Yemen’de bırak! Ben Rasûlullah (s.a.v)’in Hacer’ül-Esved’i selâmladığını da, öptüğünü de gördüm.” 2. Türkçe Kullanım Hataları Çevirilerin birçoğunda görülen hataların başında Türkçe’nin yanlış kullanılması gelmektedir. Özellikle yardımcı fiillerin hatalı kullanımı başı çekmektedir. Peygamber (S) Minâ’da hutbe yapıp: “Bugün hangi gündür biliyor musunuz?” diye sordu. B6043 Buhârî, Edeb, 43 / Sofuoğlu, XIII. 6027. Peygamber (S) Veda Haccı’nda bana “İnsanları sustur!” diye emretti de, yaptığı hutbede: B6869 Buhârî, Diyât, 2 / Sofuoğlu, XIV. 6719. Rasûlullah (S) Minâ’da Nahr gününde insanlara hutbe yaptı da… B7078 Buhârî, Fiten, 8 / Sofuoğlu, XV. 6939. Oysa hutbe yapılmaz, îrad edilir, hitap edilir ya da okunur. ٍ ﺮﺛﻼث ﻣ ِ ِ ِ ﻋﻠﻰ ِ ْ َﻣﻨﺎﻣﻪ ﻓ ِ ِ ِ أﺣﺪﻛﻢ َِ ات ﺧﻴﺎﺷﻴﻤﻪ َ َ اﺳﺘَـْﻴ َ َ ْﻓﺈن اﻟﺸ ُ َِ ﻴﻄﺎن ْ ِ َإذا َ َ َ َ ﻳﺒﻴﺖ َ َ َ َ ـﻨﺜﺮ ْ ْ ُ ُ َ َ ـﻘﻆ ْ ْ َـﻠﻴﺴﺘ ْ َ ََ ﻣﻦ “Biriniz uykusundan uyandığı vakit hemen üç defa burnunu atsın; çünkü şeytan onun genizlerinde geceler.” Müslim, Tahâre, 23 / A. Davudoğlu, II. 320. ٍ َ ﲢﺘﻤﻠﻪ ﻋﻦ ِ ُْﻗ ِ ََﻟﺴﻔﻴﺎن ﻓ ٍ َِ وﺟﺪﺗﻪ ِﰱ ﻛﺘﺎب َ َ أﺣﺪ ُ ُُ ْ َ َ ﻗﺎل َ ْ َ ُ ْ ََْ ـﻠﻢ ْ َ َ ْ ُ ـﻠﺖ Ben Süfyân’a: “Sen bu hadisi başka hiçbir kimseden alıp yüklenmedin?” dedim. B3733 Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 18 / Sofuoğlu, VIII. 3515. Ben Süfyân’a: “Sen bu hadisi başka kimseden almadın (mı?)” dedim. ِ ـﺮﺣﻠﻮﱏ َﻓﺎﺣﺘﻤﻠُﻮا ِ ُ وأَﻗْـﺒﻞ ﻫﻮدﺟﻰ َ ْ َ َ َ ْ ِ ُ َُاﻟﺬﻳﻦ َﻛﺎﻧُﻮا ﻳ ْ ََ َ َ اﻟﺮﻫﻂ Âişe dedi ki: “Benim yol nakliyâtımı yapmakta olan kimseler gelip hevdecimi yüklenmişler ve onu bindiğim deve üzerine götürmüşlerdi.” B4141 Buhârî, Megâzî, 35 / Sofuoğlu, VIII. 3878. Âişe dedi ki: “Beni taşımakta olan grup gelip hevdecimi yüklenmişler…” ِ ٍ ﻋﻨﺪ ِ ِ ﻗﻂ ِ َ َ ﻟﻘﻠﻤﺎ ِ ﻓَـﻮ ﺮن َﻋﻠَْﻴ َـﻬﺎ َ ْ َﻛﺜـﺿَﺮاﺋُِﺮ ِإﻻ َ َ َ ٌﻛﺎﻧﺖ ْاﻣَﺮَأة َ َـﻬﺎ ََﳍﺎرﺟﻞ ُﳛﺒ ُ َ َ ْ ًوﺿﻴﺌﺔ َ َ َ اﻟﻠﻪ َ “Vallahi bir erkeğin yanında sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da onun aleyhinde çok lâf etmesinler; bu, pek nadirdir” dedi… “Sabaha kadar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de hiçbir uyku girdiremiyordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım.” B4141 Buhârî, Megâzî, 35 / Sofuoğlu, VIII. 3878. “Vallahi bir erkeğin gözdesi olup da, kumaları tarafından aleyhinde çokça Üçüncü Tebliğ 218 konuşulmayan kadın azdır… Sabaha kadar gözyaşım dinmedi, gözüme de hiç uyku girmedi ve böylece sabaha çıktım.” ِ ً ذر ِ ِ ْ ِ ـﻴﺖ ِ ْ َ ﻳ. ﺑﺎﻟﻮﺻﻴﻒ اﻟﻘﺒْ َـﺮ َ اﻟﻨﺎس َ ْ ـﻌﲎ َ َْ َ َْ ﻛﻴﻒ َ َ ُﺣﱴ ﻳ ْ َ َ َ أﻧﺖ َﻳﺎ ََأﺑﺎ ُ ُ وﻣﻮﺗﺎ َ ُ ْ َـﻘﻮم اﻟْﺒ َ ﻳﺼﻴﺐ “Yâ Ebâ Zerr! Evin (yani kabrin) köle kadar pahalanacak derecede çok insanın ölüm vukuatı ile halin nasıl olacak?” buyurdu. İM3958 İbn Mâce, Fiten, 10 / H. Hatiboğlu, X. 172. “Ey Ebû Zerr! İnsanların başına gelecek (aşırı) ölümler karşısında ne yapacaksın? O gün ev, yani kabir, bir hizmetçi/köle kadar değerlenecek.” ِ اﻟﻠﻪ ﻣﺎ رَأﻳﺖ َﻛﺎﻟْﻴ ٍ ِ ِ َ َ ﻋﻠﻰ َﻧﺎﻗَـﱴ ِ ِ رﺳﻮل َ ـﻮم ﺷﺮب َ ُ َ ـﻠﺖ َﻳﺎ َ َ ﻗﻂ َُ َ ـﻘﺮ َﺧ َﻮ َ َ اﺻﺮﳘﺎ ُ ُْﻗ ٌ ْ َ ُﻣﻌﻪ ْ َ َ َ ُﲪﺰة ََْ ﻋﺪا َ َ ﻫﻮ َذا ِﰱ ﺑَْـﻴﺖ ْ َ ُ ْ َ َ اﻟﻠﻪ َو َ ُ َأﺳﻨﻤﺘ َ ْ َ ﻓﺎﺟﺘﺐ َ ُ وﻫﺎ َ َ َـﻬﻤﺎ َوﺑ ِ ِ ِ ِ ِِ ِ ِ ِ ِ َ ﲪﺰة ﻓﻴﻪ اﻟﺬى اﻟﺒﺎب ﺟﺎء ﺣﱴ ﺛﺔ ر ﺣﺎ ﺑﻦ ﻳﺪ ز و أﻧﺎ ـﻌﺘﻪ ﺒ ـ ﺗ ا و ﳝﺸﻰ اﻧﻄﻠﻖ ﰒ ﺗﺪاﻩ ر ﻓﺎ ﺑﺮداﺋﻪ وﺳﻠﻢ ﻋﻠﻴﻪ اﷲ ﺻﻠﻰ اﻟﻠﻪ رﺳﻮل ﻓﺪﻋﺎ ْ ُ ُ ُ َ َ َ َ - ﻗﺎل ََُ ََْ َ َ َ َ َ َ َ َ ُ ْ ُ َْ َ َ ُ ُ ْ َ َ َْ َ ََ ْ ُ ََْ َ َ ِ ِ ِ ِ ِ ﲪﺰةُ ِ َإﱃ رﺳﻮل رﺳﻮل ُ ُ َ ﻓﻄﻔﻖ َ َِ ـﻌﻞ َ ََْ ـﻠﻮم َ َِ ُﻓﺎﺳﺘﺄذن ََﻓﺄذﻧُﻮا َﻟﻪ َ َ َْ ْ َ َ ُْ ُﲪﺰة ٌ ْ َ ﻫﻢ ََْ ـﻨﻈﺮ ََْ ﻓﺈذا َ َ َ ﺷﺮب ُ ُ َاﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻳ َُ َ ﲪﺰة ْ ُ ﻓﺈذا ََ ََﳏﻤﺮةٌ َﻋﻴْ َـﻨﺎﻩُ ﻓ َ َ َﻓﻴﻤﺎ ﻓ ِ ِِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ْ ـﻨﻈﺮ َإﱃ ـﺘﻢ إﻻ َ ََوﺟﻬﻪ ﻓ َ َ ﺮﺗﻪ ُﰒـﻨﻈﺮ َإﱃ ُﺳ َ َ اﻟﻨﻈﺮ َإﱃ ُرْﻛﺒَﺘَ ْـﻴﻪ ُﰒ َ َ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ُﰒ ََْ ـﻘﺎل ْ ُ ْوﻫﻞ أَﻧ َ ََ ََاﻟﻨﻈﺮ ﻓ ْ َ َ ُﲪﺰة ََ ﺻﻌﺪ ََ ََاﻟﻨﻈﺮ ﻓ ََ ﺻﻌﺪ ََ ﺻﻌﺪ ِ ِ َ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ِ رﺳﻮل ِ ِ ُ ـﻌﺮف َِ ﻋﺒﻴﺪ ُ ُ َ ـﻨﻜﺺ ٌ َِ َ ْ َ َ َ وﺧﺮ َج َ ُﻣﻌﻪ َ َ وﺧﺮﺟﻨﺎ ُ َ َ ََ َﻷﰉ ﻓ َ َ ََأﻧﻪُ َﲦﻞٌ ﻓَ ﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ رﺳﻮل ا َ َ َ اﻟﻘﻬﻘﺮى َ َ ْ َ ْ ﻋﻠﻰ َﻋﻘﺒَ ْـﻴﻪ (Hz. Ali) dedim ki: “Yâ Rasûlallah! Vallahi bugünkü gibi (şimdiye kadar) hiç görmedim. Hamza benim iki deveme tecavüz ederek hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini de delmiş. İşte kendisi bir evde bulunuyor. Yanında içkiciler var.” Bunun üzerine Resûlullah (S) kaftanını isteyerek onu örtündü. Sonra yürümeye koyuldu. Kendisini Zeyd b. Hârise ile ben takip ettik. Nihayet Hamza’nın bulunduğu evin kapısına geldi. Ve izin istedi. Kendisine izin verdiler. Bir de ne görsün, hep içkiciler! Derken Rasûlullah (S) yaptığından dolayı azarlamaya başladı. Birden Hamza’nın gözleri kızarmıştı. Hamza, Rasûlullah’a (S) baktı. Sonra gözünü onun dizlerine kaldırdı. Sonra gözünü daha kaldırarak göbeğine baktı. Sonra daha kaldırarak yüzüne baktı. Arkacığından Hamza şunu söyledi: “Siz benim babamın kölelerinden başka bir şey misiniz?” Rasûlullah (S) onun sarhoş olduğunu anladı artık. Rasûlullah (S) döndü, gerisin geriye giderek dışarı çıktı. Biz de onunla beraber çıktık. M5129 Müslim, Eşribe, 2 / A. Davudoğlu, IX. 250. (Hz. Ali) dedim ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Vallahi bugünkü kadarını hiç görmedim. Hamza benim iki deveme taşkınlık ederek hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini de delmiş. İşte kendisi de beraberindeki ayyaşlarla bir evde bulunuyor.”… “Kader ehli ile düşüp kalkmayın, onlara dava açmayın.” ( وﻻ ﺗﻔﺎﲢﻮﻫﻢ ) ﺑﺎﻟﻜﻼم. İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XIII. 390. “Kaderi inkâr edenlerle düşüp kalkmayın, onlarla tartışmaya da kalkışmayın!” ِ ِ ذﻛﺮ ِ َ ِ اﻟﻤﺮوة ِ َِ ِ ِْ ﺟﻌﻞ ْرﻣﻰ ِ ْ ِ ﻹﻗﺎﻣﺔ اﻟﻠﻪ َ ـﲔ َ ْ َاﻟﺴﻌﻰ ﺑ َ ََْ ْ اﻟﺼﻔﺎ َو َ ُ َ َ ُ إﳕﺎ ُ ْ اﳉﻤﺎر َو “Şeytan taşlama işi ve Safa ile Merve arasında yapılan sa’y sadece Allah’ı gündemde tutmak için emredilmiştir.” T902 Tirmizî, Hac, 64. “Şeytan taşlama işi ve Safa ile Merve arasında yapılan sa’y, ancak Allah’ın anılmasını sağlamak için emredilmiştir.” Üçüncü Oturum 3. 219 Çeviride Eski Dil Kullanma Çevirilerde en sık karşılaşılan problemlerden biri de, okuyucuyu ve okurun dil seviyesini, kelime hazinesini hiç dikkate almadan eski dilde kullanılan ancak son yıllarda tedavülden kalktığı için bilinmeyen veya anlaşılmayan kelimelerle çevrilmesidir. Burada dilimize yerleşmiş her kelimenin mutlaka Türkçe karşılığının verilmesi gerektiğini kastetmiyorum. Örneklerle daha iyi anlaşılacağı üzere, çeviride kullanılan o eski kelime okurların çoğu tarafından anlaşılmayacaksa ya da anlaşılmıyorsa, o ifadenin yerine okurun kolaylıkla anlayacağı kelimelerin tercih edilmesini kastediyorum. Çevrildiği yıllarda bilinen-anlaşılan kelimeleri kullanmış olan mütercimler mazur görülebilir. Fakat bugün için genç kuşaklara ağır ve anlaşılmaz gelen kelimeler konusunda, geçen bunca yıldan ve birçok baskıdan sonra hâlâ aynı dilin korunması veya o haliyle basımına devam edilmesi mazur görülebilecek bir tutum olmasa gerektir. Çevirilerden birkaç örnek verecek olursak: ِ ِ ِ ﻳﻜﻮن ِ َ ٌـﻮة ُﺗﻜﻦ ﻧـُﺒ ﻣﻠﻚ َ ـﻨﺎﺳﺨﺖ ً ْ ُ ﻋﺎﻗﺒﺘﻬﺎ ْ َ َ ََ ﺗﻗﻂ ِإﻻ َ َ َ آﺧﺮ ْ ُ َ ْ َـﻬﺎ َﱂَوإﻧ ُ َ ُ َ ﺣﱴ “Gerçekten hiç bir Peygamberlik yoktur ki, neshedilmemiş akıbeti saltanata müncer olmasın.” Müslim, Zühd ve Rekâik, 14 / A. Davudoğlu, XI. 437. “Her peygamberlik, zamanla değişerek sonunda saltanata dönüşmüştür” ya da kısaca: “Sonunda saltanata dönüşmeyen hiç bir peygamberlik yoktur.” ِ ِ ﻋﻦ ﻗﺎل اﻟﺸﺮك ََ َ َ ََاﻟﻠﻪُ ﺗ َ َ َـﺒﺎرك َوﺗ َ ْ َ ـﻌﺎﱃ ََأﻧﺎ ْ ِ َ ﺮَﻛﺎءَأﻏﲎ اﻟﺸ Allah Tebâreke ve Teâlâ: “Ben ortakların şirkten en ganîsiyim.” M 7475 Müslim, Zühd ve Rekâik, 46 / A. Davudoğlu, XI. 457. “Yüce Allah: Ben, ortaklar içerisinde ortaklıktan en uzak olanıyım.” (lâfzen) “Benim ortaklığa hiç ihtiyacım yoktur.” Hususi Salâvatların Fazileti, İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XIII. 35. (Başlık) “İmam zamin, müezzin de mü’temendir…” İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XIII. 44. “Yani birimizin şehvetine mübaşeret etmesine ücret mi var?” İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XIII. 82. ِ ِ َِ ﻋﻦ ِ ْ اﻷﺳﻘﻴﺔ َ ْأن ِِ ِ رﺳﻮل اﻫﻬﺎ ُ ُ َ ﻧَ َـﻬﻰ ْ ِ َ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َ ﻣﻦ أَﻓْـ َﻮ ْ ﻳﺸﺮب َ َ ُ َ ْ َ اﺧﺘﻨﺎث “Rasûlullah (sav) tulumların hünsalaştırılmasını, ağızlarından içilmesini yasak etti.” M5272 Müslim, Eşribe, 111 / A. Davudoğlu, IX. 322. “Rasûlullah (sav) tulumların ağızlarından içilmesini yasakladı.” 4. Anlaşılması Zor Çeviriler 220 Üçüncü Tebliğ Çevirilerde görülen bir diğer husus da, dilimize çevrilen ibareler görünürde açık net olsa da, hadisin anlamını tam olarak yansıtmada yetersiz kalmasıdır. Ancak şerh edildiğinde veya belli yerlere parantezler girilerek anlaşılabilecek bir metnin lâfzen çevrilmesi, hadisin anlaşılmasına yetmediği gibi, yanlış anlaşılmalara da neden olabilmektedir. Örneğin: ِ ِ ُﻻ ِ ، اﻟﻜﺮم اﳌﺴﻠﻢ َ ْ َ ْ ﻓﺈن َْ َ ْ اﻟﻌﻨﺐ َ َ ْ ﺗﺴﻤﻮا ُ ْ ُ اﻟﻜﺮم َ “Üzüm çubuğuna (kerm) adını vermeyiniz. Kerm ancak müslimdir.” “Siz ınebe (yaş üzüme) kerm adını vermeyiniz, lakin üzüm çubuğu, üzüm asması deyiniz.” Riyâzu’s-Sâlihîn, III. 263-4. “Üzüm(şarabına ve içen)e ‘ker(e)m’ (cömert) demeyin. Kerm (cömertlik), ancak Müslüman(ın sıfatı)dır.” Bu durum bazen kompleks ve uzun cümleler kullanmaktan, bazen de kolayca ya da hızlıca çevirip geçmekten kaynaklanmaktadır. ِ أﺧﻴﻪ ِ َ ِإﻟﻴﻪ اﺑﻦ و ِ َ َ ﻓ.اﺑﲎ ِِ ِ ِ ِ ْ أن ﻳ ٍ َ ﺑﻦ َِأﰉ ٍ َ ﺑﻦ َِأﰉ ِ ْ ﺳﻌﺪ ِْ ُإﻧﻪِ : ُﻋﺘﺒﺔ - اﻟﻨﱮ َ َ َزﻣﻌﺔَ ﻓ َ َ َ ِ َ وﻗﺎص ِ ﻗﺪم ْ َ َ ﻋﻬﺪ ِ َإﱃ َ َ ْ َ وﻗﺎص َ َْ ﻟﻴﺪة َ َ ـﻠﻤﺎ َُْ ـﻘﺎل َُْ ﻛﺎن َ َ ْ َْ ـﻘﺒﺾ ُ ْ ُﻋﺘﺒﺔ ِ ِ ِ ِ ٍ َ ﺑﻦ َِأﰉ ِ ُأﺷﺒﻪ ٍ َ ﺑﻦ َِأﰉ ِ ْ َﺑﻌﺘﺒﺔ »: اﻟﻨﱮ ِ ْ َ ْ زﻣﻦ َ َ َ ﻓ، وﻗﺎص َ َ َ اﻟﻔﺘﺢ َ َ ، َزﻣﻌﺔ َ َ اﺑﻦ ُ ْ َ أﺧﺬ ِ ـﻘﺎل َ ْ َ وﻟﻴﺪة َُْ اﻟﻨﺎس َ ْ َ ﻫﻮ َ ْ وﻗﺎص ُ ْ ﺳﻌﺪ َ َ َ -ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َ ُ ﻓﺈذا ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ْ َ ﻣﻦ ِ َ ْ »: -ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ- اﻟﻨﱮ َ َ َ ، ﻋﻠﻰ ﻓَﺮاش َأﺑﻴﻪ ََ وﻟﺪ َزﻣﻌﺔ َ ُ ُأﻧﻪَ أﺟﻞ ُ َْ ﻟﻚ َﻳﺎ َ َ ﻫﻮ ِ وﻗﺎل َ ْ َ اﺣﺘﺠﱮ ْﻣﻨﻪُ َﻳﺎ َ ْ ُﺳﻮدة َ ْ َ ﺑﻨﺖ َ ْ َ ﺑﻦ ْ .« َزﻣﻌﺔ َ ْ ﻋﺒﺪ َُ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ َ َ َزﻣﻌﺔ َ ْ َ َ .ﺑﻌﺘﺒﺔَ ْﺑﻦ أﰉ َوﻗﺎص ُ ْ ُوﺳﻮدة َ ْ َ ﺑﻨﺖ َُْ ﻣﻦ َﺷَﺒﻬﻪ ْ ﳑﺎ َرأى.«. Utbe b. Ebî Vakkâs, kardeşi Saîd b. Ebî Vakkâs’a, Zem’a’nın cariyesinin oğlunu kendisine almasını vasiyet etmişti. Utbe sonra; “Şüphesiz o, benim oğlumdur” demişti. Derken Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (Mekke’nin) fethi zamanında (Mekke’ye) geldiğinde, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Zem’a’nın cariyesinin oğlunu almak (istemişti de, bu sebeple Abd b. Zem’a ile aralarında tartışma çıkmıştı). O zaman bu (çocuğun), halkın, Utbe b. Ebî Vakkâs’a en çok benzeyeni olduğu görülmüştü. Neticede Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), (çocuk Abd’ın) babasının döşeğinde doğduğundan dolayı; “O, sana aittir, yâ Abd b. Zem’a!” buyurmuştu. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); (çocuğun) Utbe b. Ebî Vakkâs ile Sevde bint Zem’a’ya benzemesi hususunda gördüklerinden dolayı da; “Ondan saklan, yâ Sevde bint Zem’a!” buyurmuştu. Dârimî, Nikâh, 41 / A. Aydınlı. Böyle bir metni anlayıp anlatabilmemiz için önce olayın kahramanlarını şerhlerden veya diğer rivâyetlerden yararlanarak iyice tanımamız gerekmekte: 1. Utbe b. Ebî Vakkâs: Babalık iddiası ile oğlunu üzerine almak istiyor. Sahâbî değil. Aksi takdirde zina suçuyla yargılanabilirdi. 2. Zem’a: Hz. Sevde ile kardeşi Abd’in babası. Çocuk, Zem’a’nın yatağında/evinde doğmuş. 3. Abd b. Zem’a: Zem’a’nın oğlu. Babasının cariyesinden olan çocuğun, kardeşi olduğunu iddia etmekte. 4. Zem’a’nın cariyesi: Çocuğun annesi. Üçüncü Oturum 5. 6. 7. 221 Zem’a’nın cariyesinin oğlu: Hak iddia edilen çocuk, adı Abdurrahman. Sevde bint Zem’a: Peygamberimizin eşi, Abd’in baba bir kardeşi. Saîd b. Ebî Vakkâs: Utbe b. Ebî Vakkâs’ın kardeşi. Olay: Utbe ile Abd arasında Abdurrahman üzerinde nesep-hak iddiası Deliller: Abdurrahman, Utbe’ye çok benzemektedir ve onun oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Hüküm: Hz. Peygamber çocuğun Utbe’ye ait olduğu kanaatindedir, ancak Zem’a’nın yatağında doğmuş olması sebebiyle çocuğu, Zem’a’nın oğlu Abd’e verir. Neticede Abdurrahman, sanıldığı gibi, Sevde’nin kardeşi değildir ve Sevde’nin artık yetişkin biri olan Abdurrahman’ı bir yabancı gibi görmesi ve örtünmesi gerekmektedir. Problem: Abdurrahman, hem Utbe’ye, hem de Sevde’ye nasıl benzeyebilir? Aslında Sevde’ye benzemesi söz konusu değildir. Zira şayet Sevde’ye de benzese, çocuğun kime ait olduğu konusunda tercih yapma imkânı kalmayacaktır. Muhtemelen buradaki metinde bir problem bulunmaktadır. Nitekim Buhârî, Itk 8’deki hadisin sonu şöyle bitmektedir: ﳑﺎ رأى ﻣﻦ ﺷﺒﻬﻪ ﺑﻌﺘﺒﺔ وﻛﺎﻧﺖ ﺳﻮدة زوج اﻟﻨﱯ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ (Müslüman olmayan) Utbe b. Ebî Vakkâs, kardeşi Sad b. Ebî Vakkâs’a, Zem’a’nın cariyesinden doğma (Abdurrahman’ın aslında) kendi oğlu olduğunu söyleyerek, onu kendi üzerine (nesebine) almasını vasiyet etti. Hz. Peygamber (sav) Mekke’nin fethine geldiği zaman, Sa’d b. Ebî Vakkâs, (abisinin vasiyeti üzerine) Abdurrahman’ı, (Utbe’nin üzerine) aldı. (Ancak, çocuğun, babasının yatağında doğduğunu ve kendisinin kardeşi olduğunu söyleyen Abd b. Zem’a ile aralarında tartışma çıktı). (Bakıldığında) Abdurrahman’ın, insanlar içinde Utbe b. Ebi Vakkâs’a en çok benzeyen kimse olduğu görüldü. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), (Abdurrahman’ın), Abd’in babası (Zem’a’nın) döşeğinde doğduğundan dolayı; "O, sana (verilecektir), ey Abd b. Zem’a!" dedi. Hz. Peygamber (Abdurrahman’ın) Utbe’ye benzediğini (açıkça) gördüğünden dolayı (o güne kadar Abdurrahman’a kardeşi gibi davranan eşine); "(Artık o senin kardeşin değildir), onun yanında örtün ey Sevde bint Zem’a!" buyurdu. Sevde, Hz. Peygamber’in eşiydi. ِ ِْ اﻟﻮﻟﺪ ِ ﻟﻠﻔَﺮ ِ ِ َ ْ اش َو ُﺳﻮدة َْ اﺣﺘﺠﱮ ُ َ َ ْ . َزﻣﻌﺔ ُ َْ ﻟﻚ َﻳﺎ َ َ ﻫﻮ َ ْ َ ﻋﻨﻪُ َﻳﺎ َ ْ َ ﺑﻦ ُ ْ ﻋﺒﺪ َُ “Yâ Abd bin Zem’a! (Abdurrahman isimli) bu çocuk senin (kardeşin)dir. Çocuk firaş (sahibin)e aittir.” Sonra Peygamber (sav), kendi zevcesi olan Zem’a kızı Sevde’ye: “Yâ Sevde! Sen bundan sonra (Abdurrahman isimli) bu çocuğa gözükme.” buyurdu.” İbn Mâce, Nikâh, 59 /H. Hatiboğlu, V. 504. ِ ِْ اﻟﻮﻟﺪ ِ ِ ِ َ و، اﳊﺠﺮ ِ ِ َ ِْ َ اش ِ ﻟﻠﻔَﺮ زﻣﻌﺔ َ َ ْ َ ﺑﻨﺖ ُ ََْ َ ْ َ اﺣﺘﺠﱮ ْﻣﻨﻪُ َﻳﺎ َ ِْ ُﺳﻮدة ْ َ ُ َ َْ وﻟﻠﻌﺎﻫﺮ “Çocuk senin (kardeşin)dir yâ Abdu ibn Zem’a! Çocuk (üzerinde doğduğu) döşeğindir; zina eden için de mahrumiyet vardır! Yâ Sevde bintü Üçüncü Tebliğ 222 Zem’a! Sen de bu çocuktan perdelen!” Buhârî, Ferâiz, 27/ Sofuoğlu, XIV. 6631. “Doğan çocuk döşek sahibine aittir. Zina eden kimseye de mahrumiyet vardır.” Nesâî, Talâk, 48 / Parlıyan, II. 609. “Çocuk döşek (sahibine) aittir. Zina eden erkeğe ise (doğan çocuk üzerinde her türlü haktan) mahrumiyet vardır!” Dârimî, Nikâh, 41. “Çocuk, annesiyle birleşme hakkına sahib olan kişiye aittir. Zina yapanın çocuk üzerinde hiç bir hakkı yoktur.” MU1424 Muvatta, Akdiye, 21/ Komisyon III. 381. “Çocuk döşek sahibinindir, zina edene ise mahrumiyet vardır.” T1157 Tirmizî, Ridâ, 8. “Zina edenin hakkı, mirastan mahrum edilmektir veya taşlanarak öldürülmektir.” T2120 Tirmizî, Vesâyâ, 5. Burada aynı metin, aynı mütercim tarafından iki farklı şekilde çevrilmiştir. İlkinde “mahrumiyet vardır” diyen mütercim, ikincisinde “mirastan mahrum edilmektir veya taşlanarak öldürülmektir” diye çevirmiştir. “Çocuk firâş sahibinindir. Zânîye de taş vardır. Sen de ondan kaç yâ Sevde binti Zem’a!” Müslim, Radâ’, 36 / A. Davudoğlu, VII. 383. Bu çevirilerde geçen “çocuk döşek sahibine aittir”, “mahrumiyet vardır”, “taş vardır”, “gözükme”, “perdelen”, “saklan”, “kaç” vb. ifadelerin, İslâm fıkhındaki bu meseleleri bilmeyen bir okuyucu tarafından nasıl anlaşılacağı üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Çevirilerde görülen bir başka problem de, özen gösterilmeden, rivâyetlerdeki kelime veya kavramların anlamlarını, zamirlerin kime veya neye râci olduğunu tam olarak tespit etmeden, tabiri caiz ise yuvarlayarak yapılmasıdır. Buna dair birkaç örnek verebiliriz: ٍ َ ﺗﻮﰱ ﻋﻦ ِ ِْ اﻟﻠﻪ ٍ ِ ﺟﺬﻋﺔٌ ﺧﻴـﺮ ِﻣﻦ ِ رﺳﻮل ِ َ اذﲝﻬﺎ ٍ َِ ـﺮدة ْﺑﻦ ـﻌﺪك َ َ . ﻣﺴﻨﺔ َ ُ َ ـﻘﺎل َﻳﺎ َ ََﻧﻴﺎر ﻓ َ َ ْ َأﺣﺪ ﺑ َ ْ َ َ ُ وﻟﻦ ْ َ ََْْ ﻗﺎل ُ ْ ٌ َْ َ َ َ ﻋﻨﺪى ُ َ َ ُْﻓﺬﺑﺢ َُأﺑﻮ ﺑ َ َََ Ebu Bürde b. Niyâr şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben önceden kesivermiştim. O kestiğimden daha gösterişli bir hayvanım daha var, onu kesersem onun keffareti olur ve kurban yerine geçer mi?” Rasûlullah (s.a.v) da; “Olur kes, fakat bundan sonra hiç kimse için böyle bir şey olamaz.” buyurdular. N1564 Nesâî, Salâtü’l-Îdeyn, 7 / Parlıyan, I. 620. Oysa burada söz konusu hayvanlar için “cez’a” ve “müsinne” nitelemeleri kullanılmıştır ve fıkıh dilinde bunlar deve, at, sığır ve koyun için farklı yaşları ifade etmektedir. (Bkz: el-Mu’cemü’l-Vasît) Dolayısıyla yukarıdaki rivayet şöyle çevrilmelidir: — Bende bir yaşını doldurmuş bir koyundan daha iyi olan (8-9 aylık) bir oğlak var, (bu yeterli mi?) diye sordu. Rasûl-i Ekrem de: — Evet, ama senden başka kimse için bu yeterli olmaz. dedi. Üçüncü Oturum 223 5. Lafzî / Harfî Çeviri Ülkemizdeki çevirilerin en önemli problemi, işbu lâfzîliktir. Mütercimlerde sıkça görülen, gerek hadisteki her kelimeyi hatta her harfi yansıtma arzusu, gerekse metinden uzaklaşma ve yanlış çevirmiş olma korkusu lâfzîliği doğurmaktadır. Bu yöntemle yapılan çevirilerde mütercim, her ne kadar lâfza sadık kaldığını düşünmekteyse de, metni çevirdiği dilde anlaşılır hale getirememişse, hakikatte metne ve manaya sadakat ihmal edilmiş ve tercüme amacı gerçekleşmemiş demektir. Bu konuda tercihimiz, tıpkı hadislerin naklinde “mana ile rivâyet” durumuna benzer bir tavır takınılmasıdır. Zira çeviri, zaten mananın rivâyet edilmesi, mananın diğer dile aktarılmasıdır. Lâfza titizlik göstereyim derken, manayı ihmal etmektense, manayı aktarma gayreti içerisinde olmak daha uygun olsa gerektir. ِ ِ َُْ َ ﺮوط َ ْأن ُﺗﻮﻓُﻮا ِ ِﺑﻪ ﻣﺎ ِ أﺣﻖ ﻣﺎ َأوﻓَ ُـﻴﺘﻢ ِﻣﻦ اﻟﺸ .اﻟﻔﺮوج َ ُ ُ ْ اﺳﺘﺤﻠﻠﺘﻢ ﺑﻪ ْ ْ ْ َ ُ َ ْ ْ ْ َ ََ “Yerine getirdiğiniz şartların yerine getirmeniz en haklı olanı, kendisiyle fercleri halâl kılmak istediğiniz mehr şartıdır.” buyurmuştur. B5151 Buhârî, Nikâh, 53 / Sofuoğlu, XI. 5242. “Şartlar içinde yerine getirilmeye en layık olanı, eşinizi size helâl kılan mihir şartıdır.” ِ رﺳﻮل ِ َ َ أﻧﻜﺮت ﺑﺼﺮى َ ُ َ َﻳﺎ َْ ، اﻟﻠﻪ ُ ْ َ َْ ﻗﺪ Ensâr’dan Itbân ibn Mâlik, Rasûlullah’a gelip: “Yâ Rasûlallah, ben gözlerimi inkâr etmişimdir (yani, gözlerim çok zayıflamıştır).” Buhârî, Salât, 46 / Sofuoğlu, II. 525. “Gözlerimi inkâr eder oldum.” Buhârî, Ezân, 154 / Sofuoğlu, II. 826. “Yâ Rasûlallah! Ben gözlerimi inkâr ettim (yani gözlerimde hayır kalmadı).” Buhârî, Et’ıme, 15. “Ben gözümden hoşnûd değilim.” Buhârî, Tatavvu’, 8 /Sofuoğlu, III. 1126. “Gözlerim zayıfladı.” N1328 Nesâî, Sehiv, 73 / Parlıyan, I. 515. “Görmem zayıfladı.” veya “İyi göremiyorum.” ِ ُْ ْ ُﻓﻴﻬﻦ دﻋﻮة ِِ َاﻟﺪ ﻟِﻮ ِِ ٍ ِ ِ َ َﳍﻦ ﻻ ِ ِ ُ ْ ُودﻋﻮة ﻟﺪﻩ َُ ﻳﺴﺘﺠﺎب ََُ َ َ ﺛﻼث ُ َ َ ْ ُ دﻋ َﻮات َ َ ْ َ ﺷﻚ َ ْ َ َ اﻟﻤﻈﻠﻮم َ ودﻋﻮةُ اﻟْ َﻮ َ ْ َ َ اﻟﻤ َﺴﺎﻓﺮ “Üç duâ (çeşidi) kabul olunur, onlar(ın kabul olunmasın)da şüphe yoktur: Mazlumun duası, misafirin duası ve babanın çocuğuna duası.” İM3862 İbn Mâce, Duâ, 11/H. Hatiboğlu, X. 57. َِْ ِ ﻖ ﻟﻐﲑَﻧﺎ اﻟﻠﺤﺪ ََﻟﻨﺎ َواﻟﺸ ُْ “Lahidli mezar, biz Müslümanlar içindir. Lahidsiz mezar ise, bizim dışımızdaki din mensupları içindir.” N2011 Nesâî, Cenâiz, 85/ Parlıyan, II. 72. Tirmizî’deki çeviri ise anlaşılırdır: “Kıble tarafına doğru ayrı bir bölüm yapılarak kabir kazmak biz Üçüncü Tebliğ 224 Müslümanların kabir modelidir. Bizim dışımızdakiler ise düz çukur gibi kabir kazarlar.” T1045 Tirmizî, Cenâiz, 53. ِ ِ ِ ِ ْ ﺻﻔﻴﺔُ ﻟَْﻴ َـﻠﺔَ اﻟﻨ اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َ َ . ﺣﺎﺑﺴﺘﻜﻢ ِ َ ﺣﺎﺿﺖ َ ِ َ ﻋﻦ ِ ﻗﺎل ْ َ َ َ ﻓ، ـﻔﺮ ْ َ َ ﻗﺎﻟﺖ ْ َ َ - رﺿﻰ اﷲ ﻋﻨﻬﺎ- َﻋﺎﺋﺸﺔ َْ ْ ُ َ َ َ ـﻘﺎﻟﺖ َﻣﺎ أَُراﱏ إﻻ ِ ْ ـﻮم َ « اﻟﻨﺤﺮ ﻳ أﻃﺎﻓﺖ ﺣﻠﻘﻰ ْ َ َ َ ْ َ َْ َ ﻋﻘﺮى ََْ » Âişe (R) şöyle dedi: Safiyye Minâ’dan dağılma gecesi hayz oldu da: “Ben kendimi başka değil, muhakkak sizleri yolunuzdan habsedip alıkoyucu olduğumu düşünüyorum” dedi. Peygamber (S): “Hay kesici ve kökten kazıyıcı kadın! Safiyye nahr günü ifâda tavafı yaptı mı?” diye sordu. B1771 Buhârî, Hac, 151 Âişe (r) dedi ki: Mina dönüşü gecesi Safiyye hayız oldu ve: “Anlaşılan ben sizi de engelleyeceğim!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O nasipsiz, kısmetsiz (Safiyye) Kurban günü tavaf etmiş miydi?” diye sordu. Rivâyette yer alan ve dilimizde de kullanılan bazı kelimeler çevirilerde aynen karşılanmak suretiyle yerli yersiz, gelişi güzel kullanılmaktadır. Konulu Hadis Projesi’ndeki temel hadis kitaplarının çevirilerinin yer aldığı tarama motorundan “şiddet” kelimesini taradığımda (585 defa geçmekte) çıkan tablo işin vahametini gözler önüne sermeye yeterlidir. Dilimizde de kullanılan bu kelime, her nerede ve hangi bağlamda geçerse geçsin, aynı şekilde “şiddet” olarak çevrilmektedir. Bu durumda karşımıza dilimizde hiç kullanılmayan komik nitelemeler, anlaşılmaz ibareler çıkmaktadır: ِ ََﺷﺪةُ اﻟْﺒ ِ ـﻴﺎض ِﰱ َﺳ َﻮاد “Siyahın içindeki şiddetli beyazdır.” M369 Müslim, Îmân, 231 / A. Davudoğlu, II. 18. ِ ﻋﺬاب ِ َ َِ ﻓﺎﺷﺘﺪ َ ْ َ ﻗﺎل ﻋﻠﻴﻬﻢ َ َ . « ﺷﺪﻳﺪ ِ ََو ٌ ِ َ اﻟﻠﻪ َ َ َ ﻟﻜﻦ ْ ََْ ذﻟﻚ “Amma Allah’ın azabı şiddetlidir.” Bu (beyanat) ashaba pek şiddetli geldi. M532 Müslim, Îmân, 379 / A. Davudoğlu, II. 265. د ِﰱ اﻟْﺒَْـﻮل َ َ َ ُ ﻣﻮﺳﻰ ُ ﻳﺸﺪ َ ُ ﻛﺎن َُأﺑﻮ Ebû Mûsâ bevl hususunda pek şiddetli davranırdı. M625 Müslim, Tahâre, 74 / A. Davudoğlu, II. 393. Hassas davranırdı/dikkatli idi. Peygamber bu namazı karanlık iyice şiddetleninceye kadar geriye bıraktı. Buhârî, Mevâkîtü’s-Salât, 20 (bâb başlığı) / Sofuoğlu, II. 626. ِ رﺳﻮل ٍ ْ َ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َوَُأﺑﻮ َْ ـﻌﺪ َﻣﺎ ـﻬﺎر ُ ُ َ ﻋﻠﻰ َ ْ َﻣﻌﻪُ ﺑ َ َ َﻓ َ َ ـﻐﺪا َ َ ﺑﻜﺮ ُ َ اﺷﺘﺪ اﻟﻨ Ertesi sabah Rasûlullah, beraberinde Ebû Bekr olarak, gündüz şiddetlendikten sonra bana geldi. B840 Buhârî, Ezân, 154 / Sofuoğlu, II. 826. ِ ِ َ َ ﺣﱴ ِ َإذا ِ ْ َأﺷﺪ ِﻣﻦ ْاﻟﻤْﻴـﻠَﺘ ِ َ آﺧﺮ ِ ِ ﻣﻦ ـﲔ اﻷُوﻟَﻴَ ْـﲔ َ َ اﻟﺴﺤﺮ َ ﺳﺎر ْ ﻛﺎن َ َ َ َ ﻫﻰ َ َ ُﰒ َ ًﻣﺎل َﻣْﻴ َـﻠﺔ Seher vaktinin sonu gelince öyle bir yanladı ki, bu evvelkilerden daha şiddetli oldu. M1562 Müslim, Mesâcid ve Mevzîu’s-Salât, 311 / A. Üçüncü Oturum 225 Davudoğlu, IV. 68. “Şiddet” kelimesini çok seven mütercimlerimiz, metinde olmadığı halde çeviride ısrarla “şiddet” kelimesini kullanmaya devam etmektedirler: َ َُﻏﺰوةُ ﺗ ٌﳎﺎﻋﺔ َ َ ﻟﻤﺎ َ َ ََ اﻟﻨﺎس َ َ َ ـﺒﻮك َ ْ َ ﻛﺎن َ أﺻﺎب Tebük Gazası vuku bulduğu zaman halka şiddetli açlık isabet etti. M139 Müslim, İman, 45 / A. Davudoğlu, I. 214. Tebük Gazvesi vuku bulduğu zaman, halk arasında açlık baş gösterdi. ِ َ ْ وإﻳﺎﻛﻢ و ِ اﻟﻜﺬب َ ْ ُ َ ◌َ “Dikkat! Yalancılıktan şiddetle kaçının.” İM46 İbn Mâce, Mukaddime, 7 / H. Hatiboğlu, I. 73. “Yalandan sakının!” ﻓﺎﻟﺘﻤﺴﻨﺎﻫﺎ َ َ ْ َ َْ َ O âyeti şiddetle araştırdık. B4988 Buhârî, Fedailu’l-Kur’ân, 3 / Sofuoğlu, XI. 5084. Âyeti araştırdık. Bu örneklerde olduğu gibi, metinde dahi olmadığı halde mütercimlerimiz, gelişi güzel “şiddet” kelimesini kullanarak adeta okura karşı şiddet uygulamışlardır. Bu ise, çeviriye gereken özeni göstermemekten, eş anlamlı Türkçe sözcüğü bulma ve kullanma çabası içine girmemekten kaynaklanmaktadır. Hâlbuki mütercim, herhangi bir Türkçe sözlüğe başvursa veya en azından biraz kafa yorsa, dilimizde “şiddet” kelimesinin, yerine göre “ağır, güç, güçlü, kuvvetli, zor, çetin, sert, titiz, hassas, acı, acıklı, sıkı, tesirli” vb. birçok eşanlamlı kelimelerin bulunduğunu görecektir. Şiddet kelimesiyle ilgili bu tespitlerin bir benzeri “isabet” kelimesinin kullanımında da görülmektedir. Toplam 359 defa geçen işbu “isabet” kelimesinin kullanımı da, kelimenin tam anlamıyla çevirilerimizin başına gelmiş bir musibet mesabesindedir. Bilhassa tekit için kullanılan “inne”, “enne”, “kad” vb. edatların yansıtılması adına sık sık “şüphesiz” (1534 defa), “muhakkak” (1288 defa), “gerçekten” (795 defa), “mutlaka” (640 defa) kelimelerinin kullanılması da çevirilerdeki lafzî ve harfî tutumdan kaynaklanmaktadır. Oysa dilimizde bu tür tekit ifadeleri -çok iddialı bir cümle olmadıkça- fazla kullanılmaz. Dolayısıyla bunların çeviriye yansıtılmaması daha uygundur. Hatta çevirilerde, ibarede geçen harf-i cerler dahi ihmal edilmez, aynen yansıtılır. Şayet hadiste “sallâ alâ” geçtiyse, çeviri “Çocuk (doğumunda) ağlamadan ölürse üzerine namaz kılınmazdı” şeklinde olacaktır. İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, IX. 7. “Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.” ( ) ﻓﻠﻪ اﻟﻨﺎرİ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XIII. 433. Üçüncü Tebliğ 226 6. Yorumla Çeviri Çevirilerde sık karşılaştığımız problemlerden biri de, mütercimin çeviriye kendi yorumunu katmasıdır. Burada mütercim, kendi birikimine veya yaygın kanaate aykırı gibi gözüken metni, güya makul ve problemsiz hale getirmektedir. Yorum, bazen metni abartmakta, bazen de yumuşatmaktadır. Dolayısıyla metindeki mahzurlu kısımlar kısmen bertaraf edilmekte, ya da metindeki içeriğin daha güçlendirilmesi sağlanmaktadır. Yorum yapacak yeterliliğe sahip herkes elbette yorum yapabilir. Ancak, ister parantezle olsun, isterse parantez dışında olsun, yapılan çeviride okuyucunun metin ile yorumu karıştırmasına meydan verilmemeli, önyargıyla hareket ederek metin tahrif edilmemelidir. Şu rivâyetlerin çevirisinde benzer durumlar göze çarpmaktadır: ِ رﺳﻮل ِ ْ إن َﺷﺮ ِاﺋﻊ ﺑﺴﺮ رﺿﻲ وﻋﻦ ﻋﺒﺪ ، اﻟﻠﻪ ُﻋﻨﻪ ٍ ْ ُ اﻟﻠﻪ ﺑﻦ ، ﻋﻠﻲ َ ُ ﻳﺎ: أن َر ُﺟﻼً ﻗﺎل ْ َ اﻹﺳﻼم ْ ُ َ ﻗﺪ ْ اﻟﻠﻪ َ ﻛﺜﺮت ْ ٍ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ﻗﺎل ﺑﻪ أﺗﺸﺒﺚ ﺑﺸﻲء ﻓﺄﺧﺒﺮﻧﻲ ﺣﺴﻦ ﺣﺪﻳﺚ : وﻗﺎل اﻟﺘﺮﻣﺬي رواﻩ « اﻟﻠﻪ ذﻛﺮ ﻣﻦ رﻃﺒﺎ ﻟﺴﺎﻧﻚ ال ﺰ ﻳ ﻻ » : ْ ْ ًَْ َُ َ ُ َ ُ َ ُ ٌَ َ ٌ ْ َ . Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! İslâm’ın nafile ibadetleri bana ağır geldi, devamlı yapabileceğim bir şey ver ki ona sarılayım” dedi. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Dilin devamlı olarak Allah’ı hatırlayarak ıslak kalmalı.” T3375 Tirmizî, “Da’avât”, 4. “İslâm şeriatleri (yani nafile ibâdetleri) cidden bana çok geldi (yani zayıflığım nedeniyle hepsini yapamam). Onun için bana onlardan sarılıp yapışacağım bir şeyi bildir (tavsiye buyur).” dedi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (de ona): “Senin dilin devamlı surette Allah (Azze ve Celle)’nin zikri ile meşgul olsun.” buyurdu. İbn Mâce, Edeb, 53/H. Hatiboğlu, IX. 585. “İslâmî hükümler çoğaldı.” Riyâzu’s-Sâlihîn, III. 40. Bir gün bir adam: – “Yâ Resûlullah! İslâmî hükümler bana çok geldi. Bana yapabileceğim (kolay) bir şey söyle!”, dedi. Resûl-i Ekrem: – Dilinden Allah’ı zikir eksik olmasın buyurdu. Burada çevirenler şöyle bir mantık yürütmüş olmalılar: Hiçbir sahâbî böyle bir şey demez. Ama bir zatın böyle dediği rivâyet edilmiştir. Öyleyse bunun nafileye hamledilmesi gerekir. Hâlbuki metinde kullanılan Şerâia’l-İslâm yani İslâm’ın temel hükümleri denilmektedir ve bu ifadenin nafileye hamledilmesi mümkün değildir. İslâm şeraitleri dedikten sonra, (yani nafile ibadetler) diye açıklama-yorum getirilmesi, çevrilen metni yansıtmamaktadır. Hatta bazı şerhler dahi böyle söylese, metnin yukarıdaki gibi çevrilmesi doğru değildir. Metin doğru bir şekilde çevrildikten sonra, elbette çeşitli açıklamalar ve Üçüncü Oturum 227 yorumlar yapılabilir. Tirmizî çevirisindeki “Dilin devamlı olarak Allah’ı hatırlayarak ıslak kalmalı” ifadesi, lâfzen doğru çevrilmiştir. Ancak buradaki “dilin ıslak kalması”, bir şeyin dilden düşürülmemesi, sürekli dilde tekrarlanması gibi anlamlara gelen bir deyim olmalıdır ve bu istikamette çevrilmelidir. ِ ٍ ِ «ََأﻧﺎ ِﺑﺮىء ِﻣﻦ ُﻛﻞ ِ رﺳﻮل ِِ ْ ْ أﻇﻬﺮ » اﳘﺎ َ َ َاﻟﻠﻪ َ ِوﱂ َ ُ َ ﻛﲔ َﻗﺎﻟُﻮا ﻳَﺎ َُ ﻗﺎل ﻻَ ﺗَـَﺮ َاﻳﺎ َﻧﺎ َر َ اﻟﻤﺸﺮ َْ َﻳﻘﻴﻢ ﺑ ُ ِ ُ ْ َ ـﲔ ُْ ْ ٌ َ ُ ُ ﻣﺴﻠﻢ “Ben müşrikler içerisinde yaşantısını devam ettiren her Müslüman’dan uzağım.” buyurdu. “Nedendir ey Allah’ın Rasûlü?” dediler. “Çünkü onların yaktıkları ateşler birbirinden ayırt edilemez veya müşriklerle Müslümanların ateşleri birbirlerini görmesin yani çok yakın olup uzaktan bu yanan ateşin kimin olduğu belirsiz olur ve yanlışlıkla müşrik yerine Müslüman öldürülür” buyurdular. T1604 Tirmizî, Siyer, 42. Burada, “yani” ile başlayan altı çizili son cümle yorum olduğu halde, parantez kullanılmadan metnin çevirisi gibi verilmiştir. Elbette “iki tarafın ateşlerinin gözükmemesi” ifadesi üzerine birçok yorumlar yapılmıştır. Çevirmene düşen burada tercih ettiği bir anlamı verip, gerekiyorsa diğer yorumları dipnotta aktarması ve okuyucuyu aydınlatmasıdır. ِِ ِ َ آﺑﺎﺋﻜﻢ ِ ﻛﻔﺮ َ ْ َﻻَ ﺗ ْ َ رﻏﺐ ْ َ ْ ُ َ ﻋﻦ ْ َ ـﺮﻏﺒُﻮا ٌ ْ ُ ـﻬﻮ َ َ ﻓﻤﻦ َ ُ َﻋﻦ َأﺑﻴﻪ ﻓ “Babalarınızı inkâr etmeyin. Zira her kim babasını inkâr ederse bu (yaptığı) küfürdür.” buyurdular. M218 Müslim, Îmân, 113 / A. Davudoğlu, I. 323. ِ ِ ﻓﺈن ُﻛﻼ ِْ َ ِ ﻃﻠﺐ ِ ََ أﲨﻠُﻮا ِﰱ ُﺧﻠﻖ َﻟﻪ َ ُ ﻣﻴﺴﺮ َﻟﻤﺎ ٌ َُ َ اﻟﺪﻧَْـﻴﺎ “Dünya (malını) talep etmekte mûtedil olun (ifrat ve tefritten sakının). Çünkü herkes, kendisi için yaratılmış olan (dünyalık)a hazırlatılmış (durumda)dır).” İbn Mâce, Ticaret, 2/ H. Hatiboğlu, VI. 103. “O halde rızkınızı helâl yoldan arayınız.” Muvatta, Kader, 2/ Komisyon IV. 249. “Dünya(lığı) güzelce isteyin. Çünkü herkese, yazgısına uygun işler kolay gelir.” ُـﻘﻮااﺗ ﲬﺴﻜﻢ َ َ ﺑﻜﻢ ْ ُ َ َْ ﻮاوﺻﻠ ْ ُ اﻟﻠﻪَ َر “Allah’ın kitabı ile yolunuzu bulmaya çalışın ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci içerisinde olun, beş vakit namazlarınıza devamlı ve duyarlı olun.” T616 Tirmizî, Cum’a, 80. “Rabbiniz olan Allah’tan sakının, beş vakit namazınızı kılın.” 7. Arapçalaştırarak Çeviri Özellikle biraz daha geçmiş yıllarda yapılan çevirilerde görülen bir husus da, hadisleri Arapça terkiplerle veya fiilleri mastar yaparak yahut isimleri hiç çevirmeden sanki herkesçe bilinmekteymiş gibi aynen Latinize edilmesidir. Tecrîd-i Sarîh’teki şu ifadeler bunun en bariz örnekleridir ve eser 228 Üçüncü Tebliğ 1993 yılına kadar bu haliyle basılmaya (12. ve son baskı) devam etmiştir: Rasûl-i Ekrem cevaben: “Bu hayt-ı esved ile hayt-ı ebyaz, sevâd-ı leyl ile beyâz-ı nehârdır.” buyurdu. Tecrîd-i Sarîh, VI. 266. “Bu siyah ip ile beyaz ip, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı demektir.” Âişe’den: “Nebi (s) oruçlu iken takbil eder, mülamese ve muaneka buyururdu.” Tecrîd-i Sarîh, VI. 273. “Hz. Peygamber oruçlu iken de (eşlerini) öper, onları okşar ve kucaklardı.” ِ َِ ﻳﺪﻳﻪ ِ َْ ِوﺟﻞ و ِ ِ َ ﻋﻠﻰ ِ َ ِْ اﻟﻤﻘﺴﻄﲔ ِ ِ ِ ِ َ ُ ِ ْ َاﻟﺬﻳﻦ ﻳ ِِ ِِ ِ َِ ﻋﻦ ٍ ُ ﻣﻦ ِ َ ْ ﳝﲔ وﻣﺎ َوﻟُﻮا َ اﻟﺮﲪﻦ ٌ ْ َ َ ﻛﻠﺘﺎ َ ْ ُ ْ إن َ َ أﻫﻠﻴﻬﻢ ْ َ ﻧﻮر ْ ﻣﻨﺎﺑﺮ ْ ْ َﺣﻜﻤﻬﻢ َو ْ ْ ُ ـﻌﺪﻟﻮن ﰱ َ ﳝﲔ َ َ َ ﻋﺰ َ َ َ َ ﻋﻨﺪ اﻟﻠﻪ “Şüphesiz ki, adaletle iş görenler, Allah katında nurdan minberler üzerinde Rahman (Azze ve Celle) ‘nin yemininde olacaklardır. Onun her iki yedi sağdır. Bunlar, hükümlerinde ve aileleri ile mütevellisi oldukları kimseler hakkında adalet gösterenlerdir.” buyurdular.4 M4721, Müslim, İmâre, 18 / A. Davudoğlu, VIII. 688-9. ِِ َِ ﻳﻐﺾ ﻣﺎ ِﰱ ِ ِ ِ َِﳝﲔ َ ﻳﻐﻴﻀﻬﺎ َِ اﻷرض َ َ اﻟﻠﻪ ْ ُ ـﻔﻖ َ َ . ﳝﻴﻨﻪ ُ َْ َ ﻗﺎل ُ َ ْ َ اﻟﺴﻤﺎءَ َو ُوﻋﺮﺷﻪ َ َ َ ﻣﺬ َ َ ْـﺘﻢ َﻣﺎ أَﻧ َ ُ َ َﻣﻸى ﻻ َ ْ َ ْﻓﺈﻧﻪُ َﱂ َ ﺧﻠﻖ ْ ُْـﻬﺎر أََرأَﻳ َ َ اﻟﻠﻴﻞ َواﻟﻨ َ ْ ُﺳﺤﺎء ِ ْ ﻋﻠﻰ ِ َ اﻷﺧﺮى اﻟْ َﻘﺒﺾ ﻳ ِِوﺑﻴﺪﻩ ِ وﳜﻔﺾ ُ ْ ْ ُ َْ َ ـﺮﻓﻊ ُ ُ َْ َ َ اﻟﻤﺎء َ ََ َ “Allah’ın yemîni doludur. Onu gece ile gündüzün sehâveti azaltamaz. Gökle yeri yaratalı beri neler infâk ettiğini söyleyin. Allah’ın yemînindeki hiç bir şey eksilmemiştir. Onun arşı suyun üzerindedir, kabzı da diğer yed’indedir. O, kâh yükseltir kâh alçaltır.” buyurdu. M2309 Müslim, Zekât, 37 / A. Davudoğlu, V. 339. ٍ ِ ِ َ اﺣﺶ ﻣﺎ ِ َ ْ ﺣﺮم ِ أﺟﻞ َﻏﻴ ِـﺮة ِ ِ اﻟﻠﻪ َ ْأﻏﻴـﺮ ِ ﺳﻌﺪ ﻓَـﻮ ِ َ َأَﺗ ِ ْ َ ﻷﻧﺎ ﺷﺨﺺ ََ اﻟﻠﻪ َ َ اﻟﻠﻪ َ َ ﻇﻬﺮ ﻣْﻨ َـﻬﺎ ْ ﻣﲎ ْ ـﻌﺠﺒﻮن َُ ْ َ ْ َ َﺑﻄﻦ َوﻻ َ َ َ وﻣﺎ َ َ َ َ اﻟﻔ َﻮ َ ْ ِ ْ َ ﻣﻦ ُ َ ُ أﻏﻴَ ُـﺮ ْﻣﻨﻪُ َو َ ْ َ ﻣﻦ َﻏْﻴ َـﺮة ِ ِ ْ اﻟﻠﻪ َِ أﺟﻞ ِ ِ ِ َ وﻣﻨﺬ ِرﻳﻦ وﻻَ َﺷﺨﺺ ِ اﻟﻠﻪ ِ اﻟﻌﺬر ِﻣﻦ ِ َِ أﺣﺐ ِ َ ْأﻏﻴـﺮ ِﻣﻦ ِ ِ َ َ ﺮ ﻣﺒﺸ اﻟﻤﺮﺳﻠﲔ ـﻌﺚ ﺑ ذﻟﻚ ﻣﻦ إﻟﻴﻪ ﺷﺨﺺ وﻻ ْ ْ َ ُاﻟﻤﺪﺣﺔ َ َ َ ْ َ ْ ُ ْ َ ُ َ ْ ْ أﺣﺐ َْإﻟﻴﻪ َ َ ْ َ َ ْ ُ َ ﻳﻦ َُ َ َ ْ َ َ َ ُْ َ ُ َ اﻟﻠﻪ َ َُ َِ أﺟﻞ ِ ِ ِﻣﻦ وﻋ َﺪ ِ َ َْ ُاﻟﻠﻪ َ اﳉﻨﺔ ذﻟﻚ ﻣﻦ ََ َ ْ ْ اﻟﻠﻪ َ “Siz Sa’d’ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur. Gayretinden dolayıdır ki, Allah kötülüklerin aşikârını gizlisini haram kılmıştır. Allah’dan daha gayur hiç bir şahıs yoktur.”5 Müslim, Liân, 17 / A. Davudoğlu, VII. 542. ِ ِ َاﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ِﺑﺎﻣﺮٍَأة ﺗ ِِ ْ اﻟﻠﻪ و ِ َ ِ ُ ِ ﺗﺼﺐ ، ﲟﺼﻴﺒﱴ َ ََﻋﻨﺪ ﻗَ ٍْـﱪ ﻓ َ إﻟﻴﻚ َ َ ْ ِ ـﺒﻜﻰ َ َِ ، ﻋﲎ َ َِْ ﻗﺎﻟﺖ ْ َ َ . « اﺻﱪى ِ ﻣﺮ ْ َْ ْ َ ُ ْﻓﺈﻧﻚ َﱂ َ َ اﺗﻘﻰ » ـﻘﺎل ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َ َ ـﻘﺎل ﱂ ـﻘﺎﻟﺖ ﻓ اﺑﲔ ﻮ ـ ﺑ ﻋﻨﺪﻩ ﲡﺪ ـﻠﻢ ﻓ وﺳﻠﻢ ﻋﻠﻴﻪ اﷲ ﺻﻠﻰ اﻟﻨﱮ ﺑﺎب ﻓﺄﺗﺖ . وﺳﻠﻢ ﻋﻠﻴﻪ اﷲ ﺻﻠﻰ اﻟﻨﱮ إﻧﻪ ﳍﺎ ﻓﻘﻴﻞ . َ َ ََ ﻓ. أﻋﺮﻓﻚ َ َ َ َ ََ ِْ ْ َوﱂْ ﺗ َ ْ ْ ْ ْ ََ َ َ ُ َ ْ ْ ْ َ ُ َ َ َ ُـﻌﺮﻓﻪ َ َ ْ ََ ِ ِ اﻷوﱃ َ ُ اﻟﺼﺪﻣﺔ إﳕﺎ َِ » َ ْ اﻟﺼْﺒ ُـﺮ َ ْ ﻋﻨﺪ Peygamber (S), bir kabir yanında ağlamakta olan bir kadının yanından geçti de, o kadına: ———— 4 Merhum mütercim, açıklama kısmında tercümede “Allah’ın sağ tarafında olacaklardır, O’nun her iki eli de sağdır” demek icab ederdi, demiş ve hadîs-i şerifîn müteşabih olduğunu belirtmiştir. Aynı gerekçeyi sonraki hadis için de zikretmektedir. 5 Davudoğlu, şerh kısmında kelimelerin geniş izahını yapmıştır. Ancak, bunu tercümeye de yansıtması beklenirdi. Üçüncü Oturum 229 “Allah’a ıttıkaa et ve sabreyle.” buyurdu. Kadın: “Benden uzaklaş, sen benim musibetimle musîbetlenmedin.” dedi. Kadın Peygamber’i tanımıyordu. Kadına: “Bu zât Peygamber’dir.” denildi. Bunun üzerine kadın Peygamber’in kapısına geldi. Kadın, Peygamber’in kapısı yanında kapıcılar (bekçiler) bulmadı. (Peygamber’in yanına girdi de) “Ben seni bilemedim.” dedi. Peygamber (S): “Sabr ancak musibetin birinci darbesi sırasındadır.” buyurdu. B1283 Buhârî, Cenaiz, 31/ Sofuoğlu, III. 1209-1210. Hz. Âişe ay hali sebebiyle diğer insanlarla birlikte hac görevlerini yapamayacağı endişesiyle çadırına girmiş ağlamaya başlamıştı. Onun çadırına girdiğini ve ağladığını gören Rasûl-i Ekrem: “Vay ahmak! Ne ağlıyorsun? ” buyurdu. Burada Hz. Peygamber ( “ ) ﻳﺎ ﻫﻨﺘﺎﻩYâ hen(e)tah!” şeklinde bir ifade kullanmıştır.6 Bu ifade aslında Arapçada bir nida (seslenme) ifadesi olup, “Yâ hâzihi” yani argoda kullanılan “Yahu!” anlamına da gelmektedir. “Yâ belhâ!” yani “ebleh” anlamına geldiği de söylenmiştir. İbnü’l-Esîr bu son anlamı en sonra ve “ve kîle=denildi ki” kaydı ile vermiştir.7 Rasûl-i Ekrem’in sevgili eşine durduk yerde, hiçbir kusuru yokken “Vay ahmak!” demesi mümkün değildir. Tamamen aralarındaki samimiyetin ve ağladığını görmenin taaccübü içerisinde Hz. Peygamber’in kullandığı bu ifade “Yahu ne ağlıyorsun?” şeklinde çevrilmeliydi. Zira hem Arapça karşılığı, hem de Rasûl-i Ekrem’in yüce ahlâkı bakımından bu, en uygun olanıdır. ﻣﻦ رأى ﻫﻼل ذي اﳊﺠﺔ وأراد أن ﻳﻀﺤﻲ ﻓﻼ ﻳﺄﺧﺬن ﻣﻦ ﺷﻌﺮﻩ وﻻ ﻣﻦ أﻇﻔﺎرﻩ “Her kim Zilhicce ayının hilâlini görür de kurban kesmek dilerse, kurbanının tüyünden ve tırnaklarından bir şeye dokunup ayıplamasın, bunları muhafaza etsin.”8 buyurulmuştur. Tecrîd-i Sarîh, XII. 33. Bize göre doğrusu şöyledir: “Zilhicce hilâlini görüp de kurban kesmek isteyen kimse, artık ne saçını, ne de tırnaklarını kessin!” Görüldüğü gibi burada kesilmesi yasaklanan saç ve tırnaklar, kurbanın değil, kurban kesmek isteyen kimsenindir. Merhum Miras, bunu karıştırmış olmalı ki: “kurbanının tüyünden ve tırnaklarından bir şeye dokunup ayıplamasın” şeklinde tercüme etmiştir. Oysa bu durum, “şa’rihî” kelimesindeki zamirin, kurban kesmek isteyene râcî oluşunun yanı sıra, hadisi rivâyet eden mecmualardaki bâb başlıklarından da kolayca ———— 6 Buhârî, Hac 33, II. 150. 7 İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, V. 279-280. 8 Tirmizî, Edâhî 24, no: 1523, IV. 102; Müslim, Edâhî 39-42, II. 1565-6; Ebû Dâvûd, Dahâyâ 3, no: 2791, III. 228-9; Nesâî, Dahâyâ 1, VII. 211-2; İbn Mâce, Edâhî 11, no: 3149, II. 1052. Üçüncü Tebliğ 230 anlaşılabilmektedir. ِ ٍ ﻋﻠﻰ َﻣ ِﺮ َ ـﻘﺎل َ ََﻳﺾ ﻳَ ُـﻌﻮدﻩُُ ﻓ َ َ - ُُاﰉ ﻳَ ُـﻌﻮدﻩ ََ دﺧﻞ ََ دﺧﻞ َ َ َو- ﻗﺎل ِ ﻋﻠﻰ َ ْأﻋَﺮ ِ ﻛﺎن ِأن اﻟ َ َ َ اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َإذا َ َ َ ﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ِ ِ ِ ٍ ِ ِ ْ اﻟﻨﱮ ٍ ْ َ ﻋﻠﻰ ُ ﻫﻰ َ ََ ﻓ. اﻟﻘﺒﻮر َ َ . « ُإن َﺷﺎءَ اﻟﻠﻪ َ َ - ـﺜﻮر ْ ﻃﻬﻮر ـﻘﺎل َ ْ ُﻗﺎل ﻗ ٌ ُ َ ـﻠﺖ ٌ ُ َ ﺑﺄس َ ُ ُ ْ ُ ﺗُﺰ ُﻳﺮﻩ، ﺷﻴﺦ َﻛﺒﲑ ُ َُ َْأو ﺗ- ﻮر ُ ﲪﻰ ﺗَُـﻔ ْ َ َﻛﻼ، ﻃﻬﻮر َ َ ََﻟﻪُ » ﻻ َ ﺑﻞ ـﻌﻢ ِ ًإذا ﻨ ـ ﻓ وﺳﻠﻢ ﻋﻠﻴﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ْ َ ََ Peygamber, hasta ziyareti için bir hastanın yanına girdiğinde ona: “Lâ be’se, tahûrun, in şâallâhu (Üzerine be’s yoktur, bu senin günahlarını temizleyicidir inşâallah)” demek âdetinde idi. (Bu çöl Arap’ına da bu sözleri söyledi.) Çöl Arap’ı da Peygamber’e: “Sen, günahlarına keffârettir, zararsız, geçmiş olsun! diyorsun; fakat bu hastalık hiç de öyle (geçici) değildir. Belki o ergin bir ihtiyar üzerinde harareti feveran yâhud galeyan edip duran ve onu kabirleri ziyarete gönderecek olan humma hastalığıdır.” dedi. Peygamber de: “Şu halde pekiyi (öyle olsun).” buyurdu. B5656 Buhârî, Merdâ, 10/ Sofuoğlu, XII. 5698. Hz. Peygamber, hasta bir bedevinin yanına girmişti. Hasta ziyaretine girdiğinde ise o şöyle derdi: “Bir şeyin yok! İnşallah bu, hatalarını temizler!” (Bedeviye de aynı şeyi söyleyince) o şöyle cevap verdi: - Sen temizler diyorsun amma aslında bu, koca ihtiyarı kabre sokacak kaynayan bir ateştir! Hz. Peygamber de: - Peki öyleyse! dedi. ﺳﺎﻋﺔ ً َ َ ُﻋﻨﺪﻩ َ ْ ِ ـﺘﺤﺪﺛﺖ ْ َ َ ََﻓ Rasûlullah’ı (s.a.v.) ziyaret etmek üzere yanına gelmiş ve yanında yatsıdan sonra bir saat kadar konuştuktan sonra… İM1779 İbn Mâce, Sıyâm, 65/H. Hatiboğlu, V. 49. 8. Çeviride Vurgu, Kurgu ve Edebî Sanatların İhmali Bir başka problem de rivâyetlerin çevirilerindeki vurgu hatalarıdır. Cümlenin kurgusu ve vurgusu dikkate alınmadığı için, hadiste verilen mesaj dikkatlerden kaçabilmekte, mana anlaşılmaz hale gelebilmektedir. ِ اﻟﻠﻪ ﻟﻠﺸ ِ ﻳﻐﻔﺮ ٍ ْ َ ﻛﻞ اﻟﺪﻳﻦ ُ ﻬﻴﺪ َ ْ ﺷﻴﺊ إﻻ ُْ “Şehidin, kul borcundan başka bütün günahlarını Allah mağfiret eder.” Riyâzu’s-Sâlihîn, II. 548, no: 1317. “Allah, şehidin kul borcundan başka bütün günahlarını bağışlar.” buyurdu. ِ َ ْ ـﺮك ِ ِ َ َاﳉﻨﺔ وﻣﻦ ﺗ ِ ِ ﺑﺎﻃﻞ ِﺑﲎ َﻟﻪ َﻗﺼﺮ ِﰱ ر ِ ِﺧﻠﻘﻪُ ِﺑﲎ َﻟﻪُ ﰱ ِ ُِ وﻫﻮ َ ََﻣﻦ ﺗ َ َ َ ﺑﲎ َﻟﻪُ ِﰱ ْ َ َ وﺳﻄﻬﺎ ََ ٌ ْ ُ َ ُ ٌ َ وﻫﻮ َ اﻟﻜﺬ َْ َ َ وﻣﻦ َ ُ َ َـﺮك ْاﻟﻤَﺮاء َ ْ َ َ َْ ﺑﺾ َُ َ ب َ ُ َُ ُ ﺣﺴﻦ َ ُ ﳏﻖ أﻋﻼﻫﺎ ََ ْ َ “Batıl ve haksız yolda iken mücadeleyi bırakana cennetin kenarlarında, hak yolda iken cidal (ve çekişmeleri) terk edene cennetin ortasında ve huyunu güzelleştirene cennetin en a’lâ mevkiinde köşk yapılır.” İbn Mâce, Sünne, 7 / H. Hatiboğlu, I. 78. “Haksız iken yalan söylemeyi terk edene, cennetin kenarında; haklı iken Üçüncü Oturum 231 (faydasız) tartışmayı bırakana ise cennetin ortasında bir bina yapılır.” ِ ِ َ ُ وﻋﺒﺎس ﻳـْﻨ ِ ِ ﻟﻤﺎ َ َاﳊﺠﺎرة ِ ذﻫﺐ َ ٌ َ َ اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َ ْ َ ْ ﺑﻨﻴﺖ َُ َ َ ْ ـﻘﻼن َ َ َ ُاﻟﻜﻌﺒﺔ Kureyş tarafından Ka’be bina olunurken, Peygamber ile amucası Abbâs gidip, birlikte taşları omuzlarında taşıyorlardı. B1582 Buhârî, Hac, 42 / Sofuoğlu, III. 1497-8. Kâbe yapılırken, Hz. Peygamber ve Abbâs taş taşıyorlardı. ِ َ اﻟﻨﱮ ﺑﻜﻰ َ َ ﻗﻂ ِإﻻ ِ ﻳﺬﻛﺮ ُ ْ َ َﻣﺎ َ ْ ﲰﻌﺖ ُ ُ ْ َ ﻋﻤﺮ َ َ ُ اﺑﻦ İbn Ömer’in, Hz. Peygamber’i hiç andığını işitmedim ki, ağlamış olmasın. DM87 Dârimî, Mukaddime, 14 Hz. Peygamber’i anarken dinlediğim her defasında İbn Ömer ağladı. İbn Ömer ne zaman Hz. Peygamber’i ansa ağlardı. İbn Ömer Hz. Peygamber’i her anışında ağlardı. Kur’ân’da olduğu gibi, Hz. Peygamber’in de zaman zaman teşbihler, istiareler, kinayeler ve mecazî ifadeler kullandığı bilinen bir gerçektir. Edebî sanatların yer aldığı bu tür hadislerin çevirisine daha fazla özen gösterilmelidir. Aksi takdirde, Hz. Peygamber’in bu edebî sanatlarla vermek istediği mesaj gözden kaçırılabilecektir. Şu örneklerde olduğu gibi: ِ ِْ ﻳﻜﻮن ِ ِ ْ َ اﻟﻤﺆﻣﻦ ِ َِ َْ َ اﻟﻤﻨﺎﻓﻖ ِ ِ َ ْ وﻣﺜﻞ اﺣﺪة َ ﻛﺎﻷرزة ﻻَ ﺗَـَﺰ ُال ً َ ِ ﻣﺮة َو ً َ اﳒ َﻌﺎﻓُ َـﻬﺎ َ ُ َ ﺣﱴ َ ـﻌﺪﳍﺎ َ ﻳﺢ َُ ْ َ َوﺗ، ًﻣﺮة ْ ﻣﻦ َ َ ِ ْ ُ ْ ﻣﺜﻞ ُ ُ َ َ َ ، ًﻣﺮة ُ ﺮﺌُ َـﻬﺎ اﻟاﻟﺰرِع ﺗُ َـﻔﻴ َ ﻛﺎﳋﺎﻣﺔ ُ ََ “Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten ekin gibidir. Hangi taraftan ona rüzgâr esip gelirse, rüzgâr onu eğer. Doğrulduğu zaman rüzgâr belâsı ile yine eğilir (fakat yıkılmayıp doğrulur, doğru kalır). Haktan yüz çeviren fâcir kişinin benzeri de sert ve düz çam gibidir ki, Allah onu dilediği vakit (bir defada) söküp kırıncaya kadar dimdik olmakta devam eder.” Buhârî, Merdâ, 1/ Sofuoğlu, XII. 5687-8. “Mü’minin meseli yeşil ekin dalı gibidir ki, rüzgâr onu kâh eğer, meylettirir, kâh doğrultur durur. Münafığın meseli de sert ve düz çam ve dağ servisi gibidir ki kökünden bir defada sökülmesi yahut kırılması oluncaya kadar dimdik durmakta devam eder.” B5643 Buhârî, Merdâ, 1/ Sofuoğlu, XII. 5687. “Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise sert ve dümdüz duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihayet Allah onu dilediği zaman (bir seferde) kırar devirir.” Buhârî, Tevhîd, 31/ Sofuoğlu, XVI. 7337. “Mü’minin misali ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü’mine de belâ gelmekte devam eder. Münafığın misali ise erz ağacı gibidir. Kesilmedikçe sallanmaz.” Müslim, Sıfâtü’l-Münâfıkîn, 58 / A. Davudoğlu, XI. 209. ِ ِ ِ ْ اﻷرزة ِ وﺗﻀﺠﻌﻬﺎ ُأﺧﺮى ِ ِ ْ ﻣﺜﻞ ِ ِ َ ْ وﻣﺜﻞ ِ َ َ اﻟﻜﺎﻓﺮ َﻛ ِ ِ ْ ُ ْ ﻣﺜﻞ اﻟﻤﺠﺬﻳﺔ ً َ ﳍﺎ ُ ْ َ ْ ُﻳﺄﺗﻴﻪ َُ ﻳﺎح ﺗُ َـﻌﺪ َ ْ ُ َِ َْ ﻤﺜﻞ َ َْ ﺣﱴ َ َ ْ َُ ْ ُ َ ﻣﺮة ْ ﻣﻦ َ َ ُ َ َ اﻟﻤﺆﻣﻦ ُ َﺮﺌُ َـﻬﺎ اﻟاﻟﺰرِع ﺗُ َـﻔﻴ َ اﳋﺎﻣﺔ ُ َ َ َ ، اﻟﻤﻮت ُ ََ ِ ِ ِ اﺣﺪة و ﻣﺮة ـﻬﺎ ﻓ ﻌﺎ اﳒ ْ ﻳﻜﻮن ﺣﱴ ﺷﻰء ـﻬﺎ ﺒ ﻳﺼﻴ ﻻ أﺻﻠﻬﺎ ُ ََ ً َ َ ً َ َ ُ َ َ َ َ ٌ ْ َ َ ُ ُ َ َ ِ ْ َ ﻋﻠﻰ “Müminin durumu tek saplı taze (hâme) ekinin durumu gibidir. Rüzgârlar (ekini) bazan eğer, doğrultur; bazan da (yere) yatırır. (Mü’min Üçüncü Tebliğ 232 de böyledir). Nihayet ona ölüm gelir. Kâfirin durumu ise, kökünün üzerinde dimdik duran dağ servisinin durumu gibidir. (Dağ servisini), hiçbir şey isabet edip (eğemez). Sonunda o bir defada kökünden kopar, (mahvolur gider).” DM2777 Dârimî, Rikâk, 36. Bu çevirilerden, Hz. Peygamber’in teşbih ve mesajlarının anlaşılması şöyle dursun, tam aksi de anlaşılabilir. Oysa Allah Rasûlü bu teşbih ve misali ile müminin sert rüzgarlar, yani başına gelen belâlar sebebiyle hemen yıkılmayacağını, eğilse, bükülse de hayatını daha da güçlendirerek devam ettireceğini ifade ederken; müminin aksine fâcir/münafık kimselerin ise esnekliği olmadığını ve benzer bir musibet karşısında kökünden yıkılacağını anlatmaktadır. Bizce doğru ve anlaşılır bir çeviri şöyle olabilir: “Mümin, rüzgârın eğip doğrulttuğu (halde hayatiyetini sürdüren) taze bir ekin sapına benzer. Münafık ise, uzun süre ayakta kaldığı halde, bir seferde kökünden kırılan dağ servisine benzer.” Sonuç ve Öneriler Bilgi akışının sağlanması açısından bazı kaynakların farklı dillere çevrilmesi bir ihtiyaçtır. Ancak, burada özellikle halkın ihtiyaçlarının gözetilmesi kadar, hangi eserlerin çevrilmesi gerektiğini de iyi tespit etmek gerekir. Son yıllarda ülkemizde görülen tercüme furyası ve ortaya çıkan çalışmalar, bu hususta bizleri endişeye sevk etmektedir. Daha henüz temel kaynakların sağlıklı çevirilerine sahip değilken, görüyoruz ki, bazı şerhler dahi çevrilmeye başlandı. Bunun ardında, gerçekten ilme duyulan bir ihtiyaç mı, yoksa başka sebepler mi vardır bilemiyoruz. Başka bir husus da, merhum Tayyib Okiç hocamızın işaret ettiği üzere, bütün bir kitabı baştan sona çevirmenin de ciddi riskleri vardır. Özellikle, yeterli şerh veya izah yapılmadan, sadece çeviriyle yetinmenin bazı mahzurları bulunmaktadır. Özellikle, Hanefî bir topluma kazandırılan bir hadis kitabındaki mezhebin görüşüyle uyuşmayan hadisler, okuyucu için sorun olacaktır. Yahut Peygamberimizin şartlarında gayet normal olan bazı konuların yeterli açıklama yapılmadan verilmesi halinde okuyucunun kafası karışacağı muhakkaktır. Dolayısıyla çevirilerde bu tür karmaşayı önleyecek bazı parantezlerin açılması, ya da dipnotların atılması veya kısa da olsa bazı açıklamaların yapılması gerekmektedir. İdeal bir çeviri yapılırken şu hususlar ihmal edilmemelidir: 1. Türkçe sözlüklere başvurulmalı, çevrilen kelimeyi en iyi karşılayan sözcük, ifade veya deyim özenle seçilip kullanılmalıdır. Bu husus, çoğu çevirilerde göz ardı edilmektedir. 2. Öncelikle hadis, mütercim tarafından doğru bir şekilde anlaşılmalıdır. Bunun için de, o hadisin bağlamı, zamanı ve zemini, illeti, hikmeti, vürûd sebebi iyi bilinmelidir. Bu ise, hadis, sünnet konularında ihtisas düzeyinde ciddi bir birikimi gerektirir. Üçüncü Oturum 233 3. Çevrilen hadisin farklı kaynaklarda geçen, değişik versiyonları da dikkate alınmalı, rivâyetlerimizde sıkça rastlanan hazf, takti’ ve ihtisar gibi hususlar, bu rivâyet farklılıklarıyla telâfi edilmelidir. Çevrilen metinde gözükmeyen kısımlar, diğer rivâyetlerden ödünç alınıp parantez kullanılarak metindeki eksiklikler tamamlanmalıdır. 4. Hadislerde geçen garip kelimeler için normal Arapça sözlüklere değil, mutlaka Garîbü’l-hadîs türündeki hadis sözlüklerine baş vurulmalıdır. Hatta bunun için el-Halîl b. Ahmed’in Kitabü’l-Ayn’ı gibi en eski Arapça eserlere başvurmak da oldukça yararlı olacaktır. Eldeki CD’ler bu konuda işimizi hayli kolaylaştırmaktadır. 5. Çevrilen bir kelimenin veya ifadenin birden fazla anlamı varsa, bu anlamlar içinde en doğru olanı tercih edilmelidir. Ancak yerine göre bazen “veya” diyerek, bazen (/) ile bazen de dipnot düşerek diğer anlam ve yorumlara da işaret edilmelidir. 6. Hadislerin anlaşılmasında, klasik şerhlerimizin verilerinden yararlanılmalıdır. Özellikle CD’ler kullanılmak suretiyle bir anda birkaç şerhte ne tür izahlar yapıldığını görme imkânının olduğu günümüzde, şerhlerimizdeki yorum zenginliği ihmal edilmemelidir. 7. Hadislerde geçen bazı kavramlar, dilimize de aynen geçmiş olmasına ve günlük dilde ve hayatta da kullanılmasına rağmen, zaman içerisinde bazı kavramlarda birtakım anlam kaymaları, daralmalar veya genişlemeler olabilmektedir. Çeviride, bu kavramların Hz. Peygamber’in dilinde ne anlama geldiği dikkate alınmalı, “kavramın anlamı nasıl olsa bilinmekte” düşüncesiyle Latinize ederek aynen nakletme yanılgısına düşülmemelidir. Bunun en bariz iki örneğini “nasihat” ve “ırz” kavramları oluşturmaktadır ve her ikisi üzerinde de müstakil iki makale yazılmıştır.9 “ ” اﻟﺪﻳﻦ اﻟﻨﺼﻴﺤﺔhadisindeki “en-nasîha” kavramının “nasihat” diye çevrilmesi yanılgısı hayli yaygındır. Oysa Arapça’da ve Hz. Peygamber’in dilinde “en-nasîha” “içten-özden bağlılık ve samimiyet” diye çevrilmelidir. Aynı yanlışlık “ırz” kavramının aynen yansıtılmasında da yapılmaktadır. Nitekim Buhârî’deki bir bâb başlığında yer alan şu rivâyetin çevirisi bunun açık bir örneğini oluşturmaktadır: ِ ِ ﱃ ْاﻟﻮ ِ ُ ُ ﳛﻞ ُِ اﺟﺪ َ ْ َ ُﻋﻘﻮﺑََـﺘﻪ ُوﻋﺮﺿﻪ َ َ “Ödeyecek şeyi bulan kimsenin borç ödemeyi geciktirip uzatması, ona ceza vermeyi ve ırzını halâl kılar.” Buhârî, İstikrâz, 13 (bâb başlığı). Bu çeviride “ırzını halâl kılar” ifadesinin, Türk okuyucusunun zihninde ne tür yanlış çağrışımlar yapacağı dikkate alınmamıştır. Böyle bir ifadenin hem mantık, hem de hukuk ve ahlâk açısından yanlış sonuçlar ———— 9 Bkz: Görmez, Mehmet, “Hz. Peygamber’in Bir Hadis-i Şerifinde Bir Din Tanımı”, Diyanet İlmî Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Özel Sayısı, s. 331-338, DİB Yay., Ankara2000; Karslı, İlyas, “Kur'ân ve Hadis Tercümelerinde Geçen ‘‘Irz’’kavramı Hakkında Düşünceler”, Nüsha, yıl: III. Sayı: 10, yaz 2003, s. 131-144. Üçüncü Tebliğ 234 doğuracağı da maalesef düşünülmemiştir. Oysa bu hadisin diğer bir versiyonunda Abdullah b. el-Mübârek’in yapmış olduğu açıklama, böyle bir tutumun, alacaklının borçluya ağır ifadeler kullanarak sataşmasına yol vermesi şeklindedir.10 Buna göre buradaki ırz ifadesiyle borçlunun onur ve haysiyeti kastedilmektedir. Yani, imkânı olduğu halde borcunu ödemeyen kişi, bu tür tariz ve sataşmalara muhatap olacak ve boyun eğecek demektir. 8. Arapça tekid, istisna vb. ifade kalıplarını, Osmanlı medrese geleneğimizde tercüme edildiği gibi, “…yoktur ki, şöyle olmasın”, “…yapamaz, meğer ki şöyle olsun” şeklinde çevrilmesi, günümüzde hem anlamayı zorlaştırmakta, hem de okuyucuyu yormaktadır. Bu tür ifadelerin, aynı kalıplarla çevirmek yerine, daha düz, akıcı ve sade bir şekilde çevrilmesi daha uygun olacaktır. ِ اﳊﺒﺔ ٍ ِ ﻣﺎ ِ ِ َ ِ ُاﻟﺴﻮداء ِ ْﻣﻨﻪ اﻟﺴﺎم َ ْ َْ ِﰱﻣﻦ َداء ِإﻻ َ ﺷﻔﺎءٌ إﻻ ْ َ “Hiç bir dert yoktur ki, çörek otunda ona şifa bulunmasın, yalnız ölüm müstesna!” M5768 Müslim, Selâm, 89 / A. Davudoğlu, IX. 646. “Çörek otunda, ölüm dışında her derde şifa vardır.” ifadesi, hem daha kısa, hem de daha açık ve anlaşılırdır. 9. Şart-cevap cümlelerini çevirirken, “Her kim şöyle yaparsa, şöyle olur” yerine, daha düz ve açık çeviri yapmak, anlamayı kolaylaştıracaktır. Örneğin: ِ ِ َ ْ ِ ﻣﻦ ﺟﺎء أﻣﺜﺎﳍﺎ َ َ َْ ﻋﺸﺮ ُ ْ َ ُﺑﺎﳊﺴﻨﺔ ﻓََـﻠﻪ ََ َ َ َْ “Her kim bir hayırla gelirse, ona bu hayrın on misli vardır.” M6833 Müslim, Zikir, 22 / A. Davudoğlu, XI. 19. “İyilik getirene, onun on katı verilir.” 10. Hadislerde çokça geçen “sizden biriniz, sizden herhangi biriniz” şeklinde çevrilen cümle kalıpları, dilimizde neredeyse hiç kullanılmamaktadır. Bunun yerine Peygamberimizin bununla bütün muhataplarına seslendiğini dikkate alarak doğrudan “Şöyle yapın! Böyle yapmayın!” şeklinde çevirmek de anlaşılmayı kolaylaştıracaktır. Örneğin: ِ ِ َْ ﻳُاﻟﺪاﺋﻢ ﰒ ِ ِ ْ أﺣﺪﻛﻢ ِﰱ َﻻَ ﻳـﺒَُﻮ ُـﻐﺘﺴﻞُ ْﻣﻨﻪ َ ِ اﻟﻤﺎء َ ْ ُ ُ َ َ ﻟﻦ “Sizden biriniz sakın durgun suya abdest bozmasın, (ola ki) biraz sonra ondan gusleder.” D69 Ebû Dâvûd, Tahâret, 36 / Komisyon, I. 134. “Durgun suya işemeyin ki, orada yıkanabilesiniz!” “Kimse durgun suya işemesin! Ola ki, orada yıkanırsınız.” Ancak, şayet hadiste, meclis içinde herhangi birini işaret ederek, edeben “sizden biri” şeklinde bir ifade kullanılmışsa, elbette bu o üslûpla çevrilmelidir. 11. Hadislerde geçen teşbih, istiare vb. edebî sanatlar çevrilirken, ———— 10 ِ ُِ اﻟﻤﺒﺎرك ِ ْ ﻗﺎل اﺑﻦ İfade şöyledir: ُ◌ﳛﺒﺲ َﻟﻪ ُ َ ُﻋﺮﺿﻪ ﻳ ُ ُ َ ُـﻐﻠﻆ َﻟﻪ ُ َ ْ ﳛﻞ َ َ ُ ُ ْ َ َ . Bkz: Ebû Dâvûd, Kadâ' (Akdiye), 29. ُ َ ُْ ُوﻋﻘﻮﺑََـﺘﻪ Üçüncü Oturum 235 imkân nispetinde hem doğru çevrilmeli, hem de hadisteki edebî zevk ve ahenk de yansıtılmaya çalışılmalıdır. Özellikle deyimler, harfî olarak çevrilmemeli, o deyimin dilimizdeki karşılığı verilmelidir. Hz. Peygamber’in Hendek Savaşı anlatılırken geçen şu ifadede olduğu gibi: ٍ َ َﺛﻼﺛﺔ ٍ َ َﻣﻌﺼﻮب ِﲝ ﻧﺬوق َذ َو ًاﻗﺎ ََ َ َوَﻟﺒِﺜَْـﻨﺎ، ﺠﺮ ُ ُ َ َأﻳﺎم ﻻ ُْ َ َ ﻗﺎم ٌ ُ ْ َ ُوﺑﻄﻨﻪ َ َ ُﰒ “Sonra Peygamber karnına (açlıktan) bir taş parçası sarılmış olarak kalktı. Çünkü biz (hendek kazarken) üç gün yiyecek içecek bir şey tatmadan orada kalmıştık.” B4101 Buhârî, Megâzî, 30/ Sofuoğlu, VIII. 3840. ٍ َ َ ِ ﻣﻌﺼﻮب Oysa bu metinde geçen ﲝﺠﺮ ُْ َ َ ifadesi, Hüzeyl Kabilesi’nin ٌ ُ ْ َ ُوﺑﻄﻨﻪ lügatinde bir deyimdir ve aşırı açlıktan kinayedir.11 Her ne kadar bazı şarihlerimiz de bunu gerçeğe hamlederek çeşitli şekillerde tevil etmişler ise de12, burada diğer izahların da dikkate alınması gerekecektir.13 Diğer rivâyetteki ifade de bunu desteklemektedir: ِ ﺑﺮﺳﻮل ِ ِ ﻓﺈﱏ رَأﻳﺖ ِ ﺷﺪﻳﺪا ً ِ َ ﲬﺼﺎ ً ََ اﻟﻠﻪ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ َُ ُ َْ َ “Çünkü ben Rasulullah’ta şiddetli bir karın boşluğu ve çekikliği gördüm.” B4102 Buhârî, Megâzî, 30/ Sofuoğlu, VIII. 3844. Bu nedenle, yukarıdaki ifadeleri belki şu şekilde çevirmek daha isabetli olacaktır: “Sonra Hz. Peygamber, açlıktan karnı sırtına yapışmış vaziyette kalktı. Tam üç gün hiçbir şey tatmamıştık.” “Çünkü ben Rasulullah’ın (s) çok aç olduğunu anladım.” 12. Çevirilerde, asıl olan hadisin içerdiği anlamın okuyucuya doğru ve açık bir şekilde aktarılmasıdır. Dolayısıyla metinde olmayan bir manayı veya herhangi bir yorumu çeviriye katmamak gerekir. Ancak, muhtemel bazı yanlış anlaşılmaları yahut metnin içeriğinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak bazı açıklamalar verilecekse, bu ya parantez, ya da dipnot düşülmek suretiyle olmalıdır. Zira Arapça bilmeyen bir okuyucudan, asıl metin ile mütercimin yorumunu fark etmesi beklenmemelidir. 13. Metne sadakat adına da olsa, okuyucunun anlayamayacağı şekilde lafzî/harfî çeviriden sakınılmalıdır. Mana ile rivâyet, içeriği yansıtmak kaydıyla nasıl caiz görülmüşse, çeviride de anlamın yansıtılmasını hedefleyen bir yöntem tercih edilmelidir. Metne sadık kalıp anlaşılmamaktansa; lâfzen tutmasa da, manayı tutturmak, anlamı okuyucuya ulaştırmak adına daha serbest yapılan bir çeviri yeğdir. 14. Şimdiye kadar yapılan çevirilerde genellikle metin merkezli bir ———— 11 Nitekim Kitâbü’l-Ayn, I. 309’da el-Halîl b. Ahmed’in şu açıklaması bunu gösterir: ِ : أي ُ َ ُﻋﺼﻮﺑﺎً ﻓﻬﻮ ﻋﺎﺻﺐ أﻳﻀﺎً ﻳ ﻋﺼﺐ ﺑﻄﻨﻪ ﲝﺠﺮ ﻣﻦ اﳉﻮع ُ ُ ـﻌﺼﺐ ْ ًوﻋﺼﺒﺘﻬﻢ ﺗﻌﺼﻴﺒﺎ َ َ َ ـﻘﺎل ﻷﻧﻪ ُ ْ َ اﳉﺎﺋﻊ ﰲ ﻟﻐﺔ ﻫﺬﻳﻞ اﻟﺬي ﻛﺎدت أﻣﻌﺎؤﻩ ﺗﻴﺒﺲ وﻫﻮ ﻳ: واﳌﻌﺼﻮب ﻗﺎل َ َ ﺟﻮﻋﺘﻬﻢ ّ 12 Bkz: Aynî, Umdetü’l-Kârî, XIV. 180; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VII. 458. 13 Aynî, Umdetü’l-Kârî, XIV. 180: وﻗﺎل اﺑﻦ ﺣﺒﺎن اﻟﺼﻮاب اﳊﺠﺰ ﺑﺎﻟﺰاي إذ ﻻ ﻣﻌﲎ ﻟﺸﺪ اﳊﺠﺮ ﻋﻠﻰ اﻟﺒﻄﻦ ﻣﻦ اﳉﻮع 236 Üçüncü Tebliğ yaklaşım görülmüştür. Mütercim metne bağlı kalmak, metinden uzaklaşmamak için daha çok lâfzı yansıtmayı, ibareyi aynen karşılamayı tercih etmişlerdir. Pergelin bir ayağını metnin üzerine sabitleyen mütercim, metinden uzaklaşmamak için diğer ayağını fazla açmamış ve metnin etrafında dönüp durmuştur. Bunu yaparken de okuyucuyu ihmal etmiştir. Bir mütercimin vazifesi, çevirdiği metni nasıl anladıysa, onu kendi dili ile ikinci dile dökmekle bitmemektedir. Bu husus, çevirinin sadece bir aşamasından ibarettir. Oysa günümüzde yapılması gereken bundan farklıdır. Pergelin bir ayağı yine metnin üzerindedir, ancak öbür ayak, mütercimin metinden anladığı anlamı, okuyucunun ta zihnine ulaştırıncaya kadar açılacaktır. Böylece, bir ayak metinde, öbür ayak ise okurda olacaktır. Mütercim, pergel örneğinde olduğu üzere, metin ile okuyucu arasında anlamı kolay ve doğru bir şekilde ileten bir iletken olmalıdır. İşte günümüz müterciminin asıl görevi burada kendini göstermektedir. Kendi anladığı ve kendi diliyle ifade ettiği bu anlamı, okuyucuya nasıl mal edecektir? Okuyucunun ilgisini, bilgisini, seviyesini vb. dikkate alarak metindeki anlamı asıl hedef olan okuyucunun anlayışına güvenle teslim etmelidir. XVIII. asrın sonunda Edinburgh Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Lord Woodhouslee Tercüme Prensipleri Üzerine Deneme adlı nadir eserinde bir tercümenin yapılması ve hakkında hüküm verilmesi için üç temel prensip koyuyordu: 1. Bir tercüme, aslındaki fikirleri, tam ve eksiksiz, olduğu gibi vermelidir. 2. Yazının üslûp ve tarzı, aslınınki ile aynı vasıfta olmalıdır. 3. Bir tercüme, telif kadar kolay okunabilmelidir.14 Batı’da 60 ila 70’li yıllara kadar yapılan çevirilerde egemen olan unsur, kısaca “kaynak metne sadakat” diye niteleyebileceğimiz geleneksel “eşdeğerlilik” kavramıydı.15 Daha sonra ise, “fonksiyonalizm/işlevselcilik” olarak bilinecek yeni bir yaklaşım ortaya konuldu. İşlevselci yaklaşım, çeviri sürecinde, kaynak metinden çok çevirmene ve çeviri metnine ağırlık vermektedir. Bu yüzden, işlevselci yaklaşım, kaynak metni tahrif edebileceği gerekçesiyle ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Aslında bu gerekçe doğru değildir; çünkü işlevselci yaklaşımı savunan yazarlardan hiçbiri, yanlış çeviriyi onaylamamaktadır, aksine, doğru çeviriyi bulabilmesi için çevirmene ağır sorumluluklar yüklemektedir. Eşdeğerci yaklaşım; yazara sadıktır, kendisi görünmez, kaynak metne yöneliktir, linguistik eşdeğerlilik egemendir, kuralları uygulamakla yetinir. İşlevselci yaklaşımda ise, çevirmen daha görünürdür (aktiftir), okura sadıktır (onu öncelemektedir), erek metne yöneliktir, kabul edilebilir ———— 14 Savory, Theodore, Tercüme Sanatı, çev. Hamit Dereli, İstanbul-1994, MEB Yayınları. 15 Bu konuda geniş değerlendirme için bkz: age, s. 56-65. Üçüncü Oturum 237 bir iletişim içindedir. Birincisi, okuru ırmaklar içinden geçirmeyi; ikincisi ise, ırmaklardan geçmeyi sağlamak üzere köprüler kurmayı hedefler. Netice itibariyle, amaç, kaynak metni erek dile işlevsel olarak, yani okurun anlamasını sağlayacak şekilde çevirmektir. Öncelikle kaynak metni anlamak, sonra da bu metni, okurun anlayabileceği şekilde erek dile aktarmak. İşte bu bağlamda, çevirmene çeviri sürecinde özgürlük tanıdığı ölçüde sorumluluk da yükleyen işlevselci yaklaşımın önemi daha da anlaşılmaktadır. Özellikle çeviri konusundaki işlevselci yaklaşım, günümüzün gereksinimlerine daha iyi yanıt vermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır.16 “Bütün bu tavsiyeler bizi şu umumî kanaate götürür: Bir tercüme, kolay ve zevkle okunabilmelidir, kolay ve zevkle okunamıyorsa hiçbir zaman okunmayacaktır. Okunmayacak tercümenin ise, hiç yapılmaması daha iyi olur.”17 Her şeye rağmen, yaptıkları tercüme ve şerhlerle hadis kitaplarını dilimizi kazandıran hocalarımızdan ahirete irtihal edenlere rahmet, hayatta olanlara da sıhhat ve afiyet diliyor, temel hadis kaynaklarımızın, kendisini okutturacak ve hak ettiği ilgiye mazhar olacak ideal çevirilere bir an evvel kavuşması temennilerimle hepinize saygılar sunuyorum. ———— 16 Akdemir, Salih, “Kur’an Çevirilerinde Dikkate Alınmayan Önemli Bir Üslûp Özelliği Üzerine”, İslâmiyât, V. (2002), sayı: 1, s. 143-161. (Özetlenerek alıntılanmıştır.) 17 Savory, Theodore, Age, s. 61. MÜZAKERE Prof. Dr. Abdullah AYDINLI Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Bünyamin Hoca, söz konusu eserlerin çevirisi üzerine önemli tespitlerde bulunmuştur. Bilindiği gibi çeviri sorunu esas itibariyle bütün dillerde ve her alandaki çevirilerde bulunmaktadır. Konuşulan sözden yazıya dökülen ifadeler çok büyük bir anlam kaybına uğramakta, yazılı metni başka bir dile aktarmaya kalkınca kayıp katmerleşmektedir. Her dilin kelime hazinesi, bu kelimelerin hakiki ve mecazi kullanımları, bu kelimelerden oluşturulan muhtelif ifade şekilleri, deyimler, tabirler, atasözleri ve benzeri hususlar ortaya birbirinden çok farklı ve yazıyla tespiti imkânsız olan büyük çeşitlilik ve zenginlikler çıkarmaktadır. Bu sebeple denebilir ki, bir dildeki bir ifadeyi, hiçbir anlam kaybına/değişikliğine uğratmadan başka bir dile çevirmek adeta imkânsızdır. Nitekim bir İtalyan atasözü “Tercüme hainliktir!” der. Vaktiyle Kur’ân meali yazan bir zat da; Arapça’da bir kelimenin aynı anda mastar, zaman ismi ve mekân ismi oluşunu örnek vererek işin zorluğunu ifade etmişti. Ancak bütün bunlara rağmen tercüme bir zorunluluktur. Tarih boyunca fertlerin ve toplumların gelişmesinde önemli roller oynamıştır. Tercümenin zorluğu yanında işin içine insanın tabii olan ve olmayan zaafları de girince tebliğde anlatılan problemler ortaya çıkmaktadır. Orhan Şaik Gökyay’ın Destursuz Bağa Girenler kitabında, Cemil Meriç’in bazı eserlerinde bunun birçok örneğini bulmak mümkündür. Tercümenin zorluğu ve problemlerinin yaygınlığına rağmen tebliğde zikredilen ve mevcut hadis çevirilerinin yol açtığı olumsuz neticeler ile hadis çevirisi yapma konusunda yapılan tespitlerin bir kısmının bütün çevirilerle ilgili, diğer bir kısmının tüm yazılı metinlerle ilgili olduğu söylenebilir. Mesela az okumanın, yanlış yorumlamanın, ağdalı ifadeler kullanmanın telif eserlerde de görülen sebepleri vardır. Bunların bir kısmının nesnel ölçütleri de yoktur. Söz gelimi bu tebliğde kullanılan bazı cümleler bile bazılarına ağdalı görünebilir. Yirmi sene kadar önce Hadis Usulü dersinde Prof. Dr. Talat Koçyiğit Hocamızın usûl kitabını esas aldığımızda bazı öğrenciler dilinin ağırlığından yakınmışlardı. Bu duruma zaman zaman konunun mahiyeti de yol açabilmektedir. “Temel hadis kaynakları” söz konusu olduğuna göre bunların okunması için biraz da birikimin bulunması gereği açıktır. Bazı çevirilerde geçen “çocuk döşek sahibine aittir”, “mahrumiyet vardır”, “taş vardır” vb. ifadeleri, İslâm fıkhındaki bu meseleleri bilmeyen bir okuyucu tarafından tabii olarak kolaylıkla anlaşı- Üçüncü Oturum 239 lamayacaktır. Tıpkı telif olan bir hukukî metni, bir felsefî metni herhangi bir kimsenin kolay anlamayacağı gibi. Ayrıca bu durum hadisin asıl metni için de söz konusudur. Arapça bilen ama İslâm fıkhındaki bu meseleleri bilmeyen bir okuyucu onu da zor anlayacaktır. Dolayısıyla anlaşılır bir çeviriden bahsederken bunun sınırlarını iyi belirlemek gerekir. Mütercim her şeyden önce bir kitabın çevirisini yapmakta, bir konuyu anlatmaya çalışmamaktadır. Bunun için kitabın aslında bulunan problemler bazen çeviriye de yansıyabilmektedir. Mesela asıl metinde yanlış veya çelişkili bir bilgi bulunduğunda bu tabii olarak aynen çeviriye de yansıyacaktır. Ancak çevirmen buna, çeviride genel olarak benimsediği bir yolla işaret eder/edebilir. Bunun için Dârimî’nin bir rivâyetinde görülen Abd’ın Utbe ile Sevde’ye benzemesi bilgisi örnek verilebilir. Bu aslında çeviriyi aşan bir şeydir. Tahkikli bir çeviri okuyucu açısından şüphesiz daha yararlı olur, Bilhassa dinî-tarihî metinlerde. Tabii bunun sınırları da muhakkike göre değişecektir: Kısa bir tahkikte yer verilmeyen bazı hususlar geniş bir tahkikte yer alabilir. Söz gelimi Utbe’nin bir cariyeden çocuğunun olması meselesinde cariyelerle cinsel ilişkinin hükmüne geniş tahkiklerde yer verilebilir ve bunun bazı durumlarda zina sayılmadığı açıklanabilir. Aynı şekilde asıl metinde zor, kapalı, dolambaçlı ifadeler varsa –ki bunlar olmayabilirdi- mütercim bunlara uymak durumunda kalabilmektedir. Söz gelimi bir anlam asıl dilde kolay bir şekilde ifade edilebilecekken nispeten karışık bir ifade kullanılmışsa mütercim nasıl çevirmelidir? Örnek: ِ َ اﻟﻨﱮ ﺑﻜﻰ َ َ ﻗﻂ ِإﻻ ِ ﻳﺬﻛﺮ ُ ْ َ َﻣﺎ َ ْ ﲰﻌﺖ ُ ُ ْ َ ﻋﻤﺮ َ َ ُ اﺑﻦ “İbn Ömer’in, Hz. Peygamber’i hiç andığını işitmedim ki ağlamış olmasın.” şeklinde çevrilen bu cümlenin çevirisi için önerilen ifadelerin, anlam değişmiyorsa da Arapça karşılıkları farklıdır. Hz. Peygamber’i anarken dinlediğim her defasında İbn Ömer ağladı. ﺑﻜﻰ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ ﻛﻞ ﻣﺮة ﲰﻌﺘﻪ ﻳﺬﻛﺮ اﻟﻨﱯ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ İbn Ömer ne zaman Hz. Peygamber’i ansa ağlardı. ﻣﱴ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ ﻳﺬﻛﺮ اﻟﻨﱯ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﺑﻜﻰ İbn Ömer Hz. Peygamber’i her anışında ağlardı. ﻛﻠﻤﺎ ذﻛﺮ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ اﻟﻨﱯ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﺑﻜﻰ ﻛﺎن اﺑﻦ ﻋﻤﺮ ﻳﺒﻜﻲ ﻋﻨﺪ ﻛﻞ ذﻛﺮﻩ اﻟﻨﱯ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ Diğer bir örnek: ِ اﳊﺒﺔ ٍ ِ ﻣﺎ ِ ِ َ ِ ُاﻟﺴﻮداء ِ ْﻣﻨﻪ اﻟﺴﺎم َ ْ َْ ِﰱﻣﻦ َداء ِإﻻ َ ﺷﻔﺎءٌ إﻻ ْ َ “Hiç bir dert yoktur ki, çörek otunda ona şifa bulunmasın, yalnız ölüm müstesna!” Bunu için önerilen ve “hem daha kısa, hem de daha açık ve anlaşılır” olduğu söylenen; “Çörek otunda, ölüm dışında her derde şifa vardır.” ifade- Müzakere 240 sinin karşılığı şöyle olabilir: ِ اﳊﺒﺔ ِ اﻟﺴﻮداء ﺷﻔﺎء ﻣﻦ ﻛﻞ داء ﺳﻮى اﻟﺴﺎم َ ْ َْ ِﰱ Burada Allah’ın koruması altında olmayan hiçbir insanın hatadan masun olmadığını da eklemek gerekir. Nakledildiğine göre İmam Şâfiî, öğrencisi Rebî’ ile Risâle’sini defalarca karşılaştırıp tashih ettikleri halde yine hatalarla karşılaştığında; “Allah kendi kitabından başkasının hatasız olmasını kabul etmemiştir!” demiş ve و ﻟﻮ ﻛﺎن ﻣﻦ ﻋﻨﺪ ﻏﲑ اﷲ ﻟﻮﺟﺪوا ﻓﻴﻪ اﺧﺘﻼﻓﺎ ﻛﺜﲑاâyetini okumuş. Nitekim bu tebliğde de gözden kaçan bazı hatalar görülmektedir. Meşhur lügat Kitâbü’l-Ayn’ın müellifi Ahmed b. Halîl değil Halîl b. Ahmed olmalıdır. Öneriler kısmında iki 7. maddeye yer verilmiştir. Çevirisi garip bulunan şu metin için önerilen çeviri de isabetli olmamalıdır: ٍ َ ﲢﺘﻤﻠﻪ ﻋﻦ ِ ْ ُﻗ ِ َ َﻟﺴﻔﻴﺎن ﻓ ٍ َِ وﺟﺪﺗﻪ ِﰱ ﻛﺘﺎب َ َ أﺣﺪ ُ ُُ ْ َ َ ﻗﺎل َ ْ َ ُ ْ ََْ ـﻠﻢ ْ َ َ ْ ُ ـﻠﺖ Ben Süfyân’a: “Sen bu hadisi başka hiçbir kimseden alıp yüklenmedin?” dedim. Ben Süfyân’a: “Sen bu hadisi başka kimseden almadın (mı?)” dedim. Burada Süfyân’ın bu hadisi sanki birinden tahammül etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki söylenmek istenen o değildir. Çeviri herhalde şöyle olmalıdır: Ben Süfyân’a; “O halde sen bu hadisi muteber bir yolla hiç kimseden almadın!” dedim. Bu durum hataları mazur göstermez. İnsana düşen, hataları asgariye indirmeye çalışması, buna gayret etmesidir. Bu neticeyi sağlamada yazanın/çevirenin yanında okuyana da sorumluluk düşmektedir. Bu tepki gösterme sorumluluğudur. Güzel bir çeviri için öneriler ortaya koymak, görüş beyan etmek faydalı ve gereklidir. Ancak bunları gerçekleştirecek kimse birikimi oranında bir şeyler yapabilir. Hiç kimse de bilerek hata yapmaz. Çoğu insan da daha iyisini yapma imkânı varken iyisiyle yetinmez. Bu durumda okuyana, ilgili olana görev düşmektedir. İnsanın kendi yanlışını kolay kolay fark edemeyeceği vakıası da bunu desteklemektedir: “Göz kendini göremez”. Eleştiri geleneğimizi ihya etmemiz lazım. Tarihte ilmî faaliyetlerin yoğun olduğu dönemlerde bu geleneğin de canlı olduğu müşahede edilmektedir. 4. TEBLİĞ MODERN DÖNEM HADİS YORUMCULUĞUNDA “BEN MERKEZLİ” YORUM Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Batı’da yeniçağ felsefesi Fransız filozof Dekart ile başlamış ve yeni bir döneme girilmiştir. Bu dönemde insan Beni bilginin temel kaynağı kabul edilmiştir. İnsandaki akıl melekesi yüceltilerek, akılcı eleştiri bilgide esas alınmıştır. Aydınlanma ile birlikte ferdî akıl, daha da önem kazanarak, gücünü pekiştirmiştir. Nitekim ünlü Alman filozofu Kant, “Aydınlanma Nedir?” adlı makalesinde Aydınlanma’nın parolasının “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!” olduğunu ifade etmiştir. Zamanla ferdi aklın yerini kurumsallaşmış akıl yani modern bilim almıştır. Bilimsel keşiflerin sağladığı güvenle bilimsel akılcılık, otoritesini daha da sağlamlaştırmıştır. Başlangıçta insan merkezli olarak başlayan akılcı hareket giderek bilim merkezli bir hüviyet kazanarak sistemleşmiştir. Modern dünyada vahiyden bağımsız, insan aklını referans alan çağdaş bilim, dinin yerini almıştır. İnsan benliğine yapılan vurgu ilâhî bilginin ve ilâhî iradenin sınırlarını çizmek ve onu insan hayatından dışarıya çıkarmakla sonuçlanmıştır. Böylece insan bilginin kaynağı kabul edildiği gibi adeta varlığın merkezi olarak algılanmıştır. Modern dönemde insanın başarıları ve dünyevî mutluluğu temel hedef olarak sunulmuştur. Bu çerçevede her şey insana ve insanın dünyevî mutluluğuna bağlanarak değerlendirilmiştir. Ben fikri temelde insanın kendi içinde duyuları, tahassüsleri, ihtiyaçları ve insandaki değişim bir yana bırakıldığında hiç değişmeyen ve sürekli varlığı hissedilen bir cevher ya da zattır ki, işte buna özne diyoruz. İnsandaki bu değişmeyen temel niteliğin hür irade ile donanarak bilgi ve eylemin temel dayanağı kabul edilmesi ile birlikte modern özne fikri ortaya çıkmıştır. Ancak modern dünyanın Beni, hisleri ve inanç dünyası ikinci plana itilmiş akılcı ve dünyevî bir Bendir. Bilen özne olarak ben fikrini eleştiren post-modern yazarlar öznenin aydınlanma ve rasyonalizmin çocuğu olduğunu iddia ederek özne fikrine karşı çıkarlar. Onlara göre, modern bilim dinin yerini alınca rasyonel birey (modern özne) Yaratıcı’nın yerine geçmiştir. Hâlbuki özne ideolojik bir inşa sürecinde ortaya çıkmış olan kurmaca bir kavram ya da bir tür maskedir. Akılcı ve buyurgan ben fikrini kabul etmeyen post-modernistler, şüphecilik ve arzuların özgürleşmesi ekseninde post-modern bir birey öngörürler. Bu anlamda onlar da birey fikrinden vazgeçmezler hatta tam aksine ideolojilerden ve mensubi- 242 Dördüncü Tebliğ yet duygularından arındırılmış birey fikrini özellikle vurgularlar. Düşüncede insan benini merkeze alan modern özne fikri, çeşitli eleştirilere konu olsa da günümüz insanını etkilemeye devam etmektedir. Ben merkezli yaklaşım yalnızca modernistleri etkilemiş bir düşünme biçimi değildir. Modern dünyada insanların ben algısı değişmiştir. Modern dönem insanı farkında olmasa da yeni ben anlayışının etkisi altındadır. Modern özne, İslâm dünyasındaki ilim adamlarını ve aydınları da derinden etkilemiştir. Hatta farklı fikir akımlarına mensup aydınlar üzerinde modern özne fikrinin, benzer entelektüel etkileri olduğu söylenebilir. Nitekim modern dönem âlimleri ve aydınlarının dinî naslarla alâkalı yorumlarında bazen farkına varmadan bazen de farklı maksatlarla modern özne fikrinin etkilerini taşıyan yorumlar yaptıkları gözlenmektedir. Hıristiyan dogmatizmi ve feodalitenin baskısı altındaki Avrupa için hür özne fikri, yeni ve modern bir fikir olmakla birlikte, İslâm âlimlerinin irade hürriyeti ekseninde yaptıkları tartışmalar dikkate alındığında, “hür iradeli insan” fikrinin İslâm akidesinin temel kabullerinden birisi olduğu görülmektedir. İnsanın irade sahibi bir varlık olarak yaratılması, dinî sorumlulukların özgür iradeye bağlanması, hukukî müeyyidelerde insanın ferdî sorumluluğu, ahiret hayatında her insanın hür iradesi ile yaptığı/seçtiği fiillerinden dolayı, tek başına hesaba çekilmesi, dua ve ibadetlerinde arada bir aracı olmaksızın her bireyin doğrudan Allah Teâlâ’ya kulluk edebilmesi, insan benliğine verilen değeri göstermektedir. Dinî nasların anlaşılmasında da insan doğrudan muhatap alınmış; arada birtakım vasıtaların bulunması fikrine itibar edilmemiştir. Batı’da olduğu gibi dinî nasları yalnızca ruhban sınıfı ya da kilise kurumu yorumlayabilir anlayışına itibar edilmemiştir. Hakikatin seçilmiş bazı kişiler ya da masum imam tarafından bilinebileceği gibi görüşler genel kabul görmemiştir. İnsan, hür iradeli ve akıllı bir varlık olarak dinî naslarda muhatap alınmış, akıl ve beş duyu doğru bilginin kaynağı olarak kabul edilmiştir. Ancak akıl ve duyular bilginin tek kaynağı olarak görülmemiş; bunların yanında vahiy de temel bilgi kaynaklarından birisi olarak esas alınmıştır. Ayrıca mutasavvıflar tarafından ilham ve vicdanî bilgi/marifet de bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmiştir. İnsan tek yönlü ele alınmamış, iç duyuşlarıyla, hisleri ve vicdanı ile bir bütün olarak telâkki edilmiş; insan ben/nefsi Yaratıcı karşısında yüceltilmemiş tam aksine nefs sürekli eleştirilmiştir. Batı’da eleştirel akılcılık, bilginin sürekli tek yönlü olarak gelişmesini temin etmiş, İslâm’da ise eleştirel ben fikri (nefs) insanın derinlemesine ve tam bir bütünlük içinde tanınmasının yollarını açmıştır. Batı’da aklın bilme imkânları araştırılmış ve aklî bilgi eleştirilerek sürekli geliştirilmiştir. İslâm’da ise, insan nefsi eleştirilerek insan-ı kâmil olmanın yolları açılmaya çalışılmıştır. İnsanın kendine yönelik eleştirisi insanın kabiliyetlerinin gelişmesini sağlarken kendi temel değerlerine yönelik eleştirisi şüpheciliği ve kültürel aşınmayı netice vermiştir. Bu açıdan nasların eleştirisinden önce insanın kendi bilgi kaynaklarını sorgulaması, insan tabiatının doğru bilgiye ulaşma imkânını araştırması ve her şeyden önce kendini eleştirebilme seviyesine Üçüncü Oturum 243 ulaşması gerekmektedir. Her dönemin yorumcusu içinde yaşadığı çağın çocuğudur. Modern dönemlerdeki dinî nasların yorumlarını klasik dönemlerdeki çalışmalardan farklı kılan en belirgin özelliklerden birisi olan bu yaklaşımın, hadis metinleri üzerine yapılan yorumlarda da bazı örnekleri gözlenmektedir. Klasik dönem çalışmalarında metnin yorumuna kendisini çok az katan yorumcu, modern çalışmalarda kendi görüşlerini, tecrübelerini kanaatlerini özellikle ifade etmek gereği duymaktadır. Şahsî gözlemlerin ve görüşlerin yoruma dahil edilmesinin okuyucu ve dinleyici üzerinde iletişim açısından bazı olumlu etkiler meydana getirdiği açıktır. Ancak bu durumda yorumcunun bütün eksiklikleri yoruma yansımaktadır. Yorumcu metni anlayamadı ise, metin anlaşılmaz ve kapalı olarak sunulmakta ya da yorumcu metni kendi anlayış çizgisine indirmeye özel bir önem atfetmektedir. Yorum, metin ile yorumcu arasındaki bir ilişkidir; bir tür iletişimdir. Metin ve yorumcu yorum faaliyetinin/sanatının iki temel unsurudur. Metnin doğru anlaşılması için metni kuşatan anlamayı zorlaştıran etkenlerin bilinmesi gerekmektedir. Aynı şekilde yorumcuyu kuşatan sosyal, kültürel ve tarihsel etkenler de iyi tahlil edilmelidir. Ancak sahih yorumun önündeki en büyük engel yorumcunun kendi benliğidir. Çoğu zaman farkına varılmayan bu ben duygusu, yorumdaki en belirleyici etkenlerden birisidir. Bu sebeple elden geldiğince yorumcu, kendi beninin altında ezilmemeli, şahsî hislerinin etkisinde kalmamalıdır. Yorum, beşerî bir faaliyettir. Nasların yorumu dinî alana ait olsa da hiç bir yorum dinin kendisi değildir. Hadis yorumları da hadisin her çağın insanına bakan yönlerinin ortaya konulduğu eserlerdir. Beşerî olanla Nebevî olanın karşılıklı etkileşimini hadis şerhlerinde izlemek mümkündür. Yorumda insana ait olan alan, insanın iç dünyasındaki ben duygusu ile başlamaktadır. Klasik hadis şerhlerinde yazarların kendileri ile ilgili doğrudan bilgilere çok az yer verilmiştir. Yorumcular, genelde kendi benini dışa vurmamayı tercih etmişlerdir. Yine de klasik şerhlerde yazarın kişiliği yorum üzerinde etkili olmuştur. Klasik dönemde ben merkezli yorumlar daha çok mutasavvıfların yorumlarında görülmektedir. Modern dönem çalışmalarında ise, yorumcunun ben’ini yorumda daha açık olarak görmek mümkündür. Bu tebliğde biz bir hadisle ilgili klasik ve modern yorumları karşılaştırmak suretiyle hadis şerhlerine yorumcunun kendi ben’inin ne ölçüde etki ettiğini tespit etmek ve örneklemek istiyoruz. Örnek olarak Allah Resûlü’nün İbn Abbâs’a vasiyetlerini ihtiva eden hadisi seçtik. Hadisin İmam Nevevî’nin meşhur kırk hadis derlemesinde bulunması, anılan derlemeye şerh yazan âlimlerin görüşlerini takip etmemizi kolaylaştırmaktadır. Hadisin nasihatler içermesi, metin-yorumcu ilişkisini göstermesi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Allah Resûlü’nün (s.a) İbn Abbâs’a Vasiyeti İbn Abbâs (r.a) küçük bir çocuk iken bir gün Allah Resûlü’nün bineğinin arkasına binmişti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona şöyle 244 Dördüncü Tebliğ buyurdu: “Evlât, sana bir kaç söz belleteyim: Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki, O’nu her daim yanında ve önünde bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün insanlar el birliğiyle sana fayda ve menfaat bahşetmek isteseler, Allah’ın senin için takdir ettiğinden başka hiç bir fayda temin edemezler. Bütün insanlar sana zarar vermek maksadıyla el birliği etseler, Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinden başka bir zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış, (kader) defterleri kurumuştur.” (Tirmizî, Kıyâme, 59; Ahmed b. Hanbel, I, 293; 303; 307) Klasik dönem hadis şârihleri hadisin şerhinde âyetlerden ve konuyla ilgili diğer rivâyetlerden yararlanarak, konuyu naslar açısından bütünlük (metnin literal bütünlüğü) içinde takdim etmeye çalışmışlardır. Ayrıca tarihsel tecrübeleri naklederek, hadisin selef âlimleri tarafından nasıl anlaşıldığını ortaya koymuşlardır. Hadisi anlamaya yardımcı olacak tarihî hikâyeler naklederek hadisin toplum içindeki yansımalarını ya da hadis ekseninde toplumdaki bazı olayların nasıl okunması gerektiğini göstermişlerdir. Yukarıdaki hadisle ilgili Nûru’l-iktibâs fî mişkâti vasiyyeti’nNebiyyi (s.a) li’bni Abbâs adlı müstakil bir risale kaleme almış olan İbn Receb el-Hanbelî, bu eserinde hadisle alâkalı bir çok nassı ve rivâyeti toplamıştır. Nasihat üslûbuyla kaleme aldığı eserde bazı tarihî hikâyelerle vermek istediği mesajların etkisini artırmayı hedeflemiştir (bk. s. 66-70). Zaman zaman bazı şiirler ve sufilerin sözlerini nakletmişse de kendi kişiliğini açıklamalarından uzak tutmaya özen göstermiştir. Nitekim yaptığı alıntıların hemen hemen hepsi önceki kitaplardan ve hocalarından naklettiği bilgilerdir. İslâm âlimleri, nasların yorumunda insan unsuruna filolojik ve edebî yorum yoluyla yer vermişlerdir. Çünkü insan dil ile kendini ifade eder hatta kendi varlığını dil aracılığıyla yorumlar. Âyet ve hadislerin filolojik tahlillerinde insan kendi tercihlerini ve beğenilerini dile getirir. Ancak dil, tamamen serbest bir yorum alanı değildir. Dilin vad’îliği ya da kullanım kuralları filolojik yorumların serbestliğini engellemektedir. Nitekim klasik dönem hadis şârihleri kendi görüşlerini, şahsi gözlemlerini ve beğenilerini filolojik ve edebî tasvirlerle alâkalı bölümlerde yansıtmışlardır. Mesela Saduddîn Teftâzânî, yukarıdaki hadisin anlamını usûl ve dil kaideleri çerçevesinde açıklamıştır. “Allah’ı gözet ki O’nu her daim yanında ve önünde bulasın” cümlesini “Bu cümlede istiâre-i temsiliye vardır. Allah’ın kuluna yardımı, her halini bilmesi ve ihtiyaçlarına hemen cevap vermesi, senin önünde oturan koruyup kolladığın kişinin haline benzetilmiştir” (s. 66) şeklinde yorumlamıştır. Bu açıklamada insanın kendisi merkeze alınarak, insanın kendi önündeki bir adamın durumu ile kulun Allah huzurundaki durumu açıklanmaya çalışılmıştır. En iyi bilinenden bilinmeyene istiare yoluyla ulaşılmaya çalışılmıştır. Hadis hakkında muasır müelliflerden Abdurrahman Habenneke elMeydânî, klasik şârihlerin metotlarını cem eden bir usûlle kaleme aldığı yorumda, kendi görüşlerini “Hadisten Çıkarılan Hükümler” başlığı altında maddeler halinde sıralamıştır (s. 257). Hadisin çocuk eğitimi gibi aktüel Üçüncü Oturum 245 konularla bağlantısına dikkat çeken müellif, kendi görüşlerini yoruma doğrudan yansıtmamıştır. Bununla beraber onun hadisten akîde açısından “altı temel küllî kural” çıkarması, burhanî bir üslûbu benimsediğini göstermektedir. Müellif, edebî yorumlara da önem vermiş, şahsî gözlemlerini bazen edebî yorumlarda yansıtmıştır (bk. 260, 261). Hukukî ve usûlî yorumlarda da yine insan unsurunun katkısı göz ardı edilemez. Ancak bu yorum biçimlerinde özne kendini açığa vurmaz. “Ben buradayım” demez. Belki de bu üslûbun tercih edilmesinde metni nesne gibi görme ya da onu nesneleştirmek suretiyle kendi benini, hükmeden, karar veren, belirleyen yerine koymama kaygısı vardır. Zira bir âlim, naslarla karşılıklı bir ilişki içinde olduğunun farkındadır. Nasların kendi düşüncesini şekillendirme gücüne sahip olduğunun bilincindedir. O, çoğu zaman nastaki örtük manayı keşfetme amacındadır. Bu sebeple metinden uzak bir konumda değil, metinle iç içedir. İrfanî Yorumda Ben/Nefs Beyana ya da burhana dayalı yorum usûllerini benimseyen âlimler, kendi benlerini metnin arkasında görünmez kılmaya gayret ederken, irfânî yorum metodunu benimseyen ârifler ise, bazen kendi benliklerini aşmış olmanın getirdiği güvenle, bazen de kendi benliklerini aşma çabalarına katkı sağlayacağı ümidiyle, yorumlarında sübjektif/öznel yoruma baş vurmuşlardır. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, zikri geçen İbn Abbâs hadisinin şerhinde “Ey ârif, nazar eyle ki;” (s. 324) hitabıyla muhatabına nasihat veren bir sen-ben üslûbunu tercih etmiştir. Hadis metinlerini yorumlarken de nasihat üslûbunu hiç terk etmeden Allah Resûlü’nün (s.a) İbn Abbâs’a “Yardım dilediğin vakit Allah’tan dile” sözünü, “Yani umûr-i dünyeviye ve uhreviyede muâvenet ve muzâheret talep eylesen, Allah Teâlâ’dan talep eyle. Zira meûnetine kâfi olan O’dur. Ve bir ismi dahî Mu’în’dir” (s. 329) cümleleriyle izah etmiştir. İsmail Hakkı, hadislerin yorumunda zaman zaman şahsî tecrübelerini başından geçen olayları örnek olarak zikretmiştir. Hadisin “Bütün insanlar sana zarar vermek maksadıyla el birliği etseler, Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinden başka bir zarar veremezler” cümlesini açıklarken İsmail Hakkı Bursevî, kendi başından geçen bir olayı örnek verir. Dımeşk’te iken oğlu Muhammed Tâhir, ağır bir hastalığa yakalanmıştır; bu esnada gaybtan bir ses, Bursevî’ye “Hakk’a teslim ve rıza üzerine olmanın iman hakikatlerinden olduğu”nu bildirmiştir (s. 333). Yine farklı bir hadisin şerhinde hocası Sadr-ı Konevî’nin Fatiha Tefsiri’ni şerh ettiği kitabını kendisine takdim ettiğini bir örnek olarak anlatır (s. 288). Hadisin anlam tabakaları bulunduğunu, her ifadeyi herkesin anlayamayacağını söyler. Mesela hadisin kelimelerindeki bazı inceliklerin ancak ehl-i zevk tarafından anlaşılabileceğini ifade eder. Allah Resûlü’nün (s.a) İbn Abbâs’a (r.a) “yâ gulâm/evlât” diye hitap etmesinin onun ahlâkına en uygun hitap şekli olduğunu, “Nitekim erbâb-ı zevke malûmdur” (s. 325) diyerek açıklar. Mutasavvıflar, keşfen elde ettikleri bazı bilgileri de fakîh 246 Dördüncü Tebliğ ve kelâmcılardan çekindikleri için dile getirmemişlerdir. Nitekim İsmail Hakkı, hadisin bazı rivâyetlerinde geçen “Rahat zamanında Allah’ı bil ki, sıkıntıya düştüğün zaman da O seni bilsin (ya’rifke fi’ş-şiddeti)” ifadesinde geçen Allah’a marifet nispet eden ifadeyi müşakele suretiyle vaki olmuş bir ifadedir; “ve bir sırr-ı azîmi dahî vardır ki, bu makamda zikrolunmaz” diyerek yorumlamaktan kaçınmıştır (s. 337). Âriflerin irfanî yorumlarında nefs kavramı ile ifade edilen insan beni her zaman yorumun içinde olmuştur. Ancak sufiler, insan beninin bizatihi varlığı bulunan, dilediğini yapabilme gücüne sahip bir vücudu olduğunu kabul etmemişler, tam aksine genel olarak beni Cenâb-ı Hak’ın iradesi ve kudretini anlamaya bir vasıta olarak telâkki etmişlerdir. Ayrıca nefsin özellikleri tafsilatlı bir şekilde tetkik edildiğinden dolayı nefs eksenli yorumlar, modern özne fikrinin yol açtığı benliğin kuvvetlenmesine değil tam aksine insanın kendini sorgulamasına aracı kılınmıştır. Ayrıca nefsin halleri hakkında mutasavvıflar arasında belirli bir düzeyde mutabakat bulunması buna bağlı olarak ortak terimlerin ve benzer bir dilin kullanılması nefis eksenli yorumların serbestliğini bir ölçüde engellemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın sıkıntı ile imtihan etmesine sabretmenin zorluğunu “İşte ey mü’min, karnın tok iken olan kelâmın ile aç iken olan kelâmın arasında fark-ı azîm vardır. Hüner odur ki, aç iken da’vâ edesin, tâ ki sıdkına burhân ola” sözleriyle ifade eder (s. 333). Hadisi yorumlarken insanın kabiliyetlerini ve zaaflarını hatırlatarak, insanın aczine dikkat çekmektedir. Nitekim hadiste geçen Allah dilemedikçe insanların hiç bir faydasının dokunmayacağını bildiren cümleyi, “Yani eğer husûs üzere cemâat-i nâs ki (senin) mücânisindir, veyahut cemî berâyâ sana bir nesne ile nâfi olmak üzere ictimâ etseler fayda vermez” şeklinde açıklar. Bu ifadede yorumcu, diğer insanların da insanın kendisine benzediği hatırlatılarak, senin kendin için yapamadığını onlar da senin için yapamazlar ya da sana benzedikleri için fıtraten yardım etmek isterler ama Allah dilemeyince yardım edemezler, demektedir. Âriflerin insan eksenli yorumlarında gerçekte merkezde Cenâb-ı Hak vardır. Onlar, kul-Yaratıcı ilişkisini derinlemesine tahlil etmeyi hedefledikleri için insandan bahsetmişlerdir. Yoksa bizatihi insanı merkeze almayı hiç düşünmemişlerdir. “Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu her daim yanında ve önünde bulasın.” cümlesini açıklarken; “Bundan malûm olur ki, Hakk’ı vicdan etmek mümkündür. Onun için Hakk’a vasıl oldu derler. Velâkin mesafe ile vusûl değildir. Belki şuhûdladır. Zira abd ile Hakk arasında mesafe yoktur. Belki abde nispetle hicâb vardır” şeklinde açıklar (s. 336). Metinde kulun kendi vicdanında Cenâb-ı Hakk’ı bulmasının mümkün olduğunu, aradaki hicabı kaldırabilirse kulun Hakk Teâlâ’yı müşahede edebileceğini belirtir. Bu ifadeleriyle yorumcu, benliğin Yaratıcı kudret karşısındaki konumunu ortaya koymuş, Benin gerçek mahiyetini göstermiştir. Modern Dönemde Ben Merkezli Yorum Modern dönem hadis yorumcularının temelde farklı temayüllere Üçüncü Oturum 247 sahip olsalar da Ben merkezli yorumlara klasik döneme nazaran öncelik verdikleri görülmektedir. Modern dönem hadis yorumculuğunda yorumcunun kendi benini merkeze alan açıklamalar, kendi başından geçen hadiseler ya da kendi kabiliyetleriyle ya da psikolojik durumlarıyla karşılaştırmalar sıklıkla başvurulan yorum usulleridir. Mesela İsmet Özel, radyo sohbetlerinde bazı hadisleri açıklamıştır. Bu sohbetler gösterilen ilgi sebebiyle Kırk Hadis adıyla kitaplaştırılmıştır. Hadislere yaklaşımı, sünnete verdiği değer, hadisler karşısında gösterdiği tevazu özellikle zikre değer hususlardır. Şair hassasiyeti ve mütefekkir kişiliği ile sohbet sıcaklığındaki bu konuşmalarda yukarıda bahsi geçen hadisimizi de 19. hadis olarak yorumlamıştır. Bu yoruma başlarken “Bugün biraz önce okuduğum hadis-i şerif çerçevesinde düşünceler serdetmeye gayret edeceğiz. Aslında hadis-i şerifleri sadece okumak yeterli olması lazım. Herkes ihlâsı nispetinde anlasın” diyerek, hadislerin verdiğimiz değer nispetinde ve bizim samimiyetimiz oranında anlaşılacağını ifade eder. Elimizdeki metnin ilk hali bir konuşma olduğu için, yazı dilinden daha çok ben merkezli bir üslûp kullanıldığını dikkate almak gerekir. Bu sebeple yazar, sık sık kendi durumuna atıflar yaparak, “Ben mesela kendi payıma bir şey yaparken acaba beni öldürürler mi diye korkmam… Bu durumda kendi payıma, hoş karşılayanların tebessümlerini, hoş karşılamayanların çatık kaşlarını hesaba katarak, onların hesabını yaparak bir yol yürümem. Bu yıllardan beri böyle. Neden? Çünkü beni hiçbir insanın öldüremeyeceğine inanıyorum” (s. 124) gibi cümlelerle hadisi, kendinden hareketle açıklar. Yine aynı ifadelerin devamında “…birileri bana birtakım imkânlar bahşedecek diye de bir şey yapmam… Ben mesela rızkımı temin için hiç kimsenin ağız kokusunu çekmem” diyerek, hadis-i şerifte anlatılan her şeyi Allah’tan bekleme vurgusunu kendi kişiliğinden örnekler vererek delillendirir. Yazarın kendi hayatı ile ilgili bu ifadelerini büyüklenme olarak ya da kendi benliğine aşırı önem vermek şeklinde okumak mümkün olduğu gibi aynı zamanda insanın, kendi dışındaki dünyayı anlayabilmesi için kendi hayatını iyi okuması gerektiği şeklinde değerlendirmek de mümkündür. Nitekim bahis konusu olan hadis yorumunun son cümlesinde “Bunu her insan kendi hayatı hakkında düşündüğü zaman, kendi hayatı hakkında hem bir tasarıda bulunduğu hem de kendi hayatını yorumladığı zaman çok kolaylıkla anlayabiliyor” diyerek, insanın bazı şeyleri doğru anlayabilmesinin kendi hayatını yorumlamayı bilmesine bağlı olduğunu vurgular. İnsanın kendi tecrübelerine başvurmasının yararlı yönleri olduğu gibi mahzurlu yönleri de vardır. Bazı yüksek hakikatleri insan şahsî tecrübeleri ile sınırlandırabilir. Nitekim muasır mütefekkirlerden Muhammed Esed de yaptığı hadis yorumlarında psikolojik tahlillere önem vermiştir. Bu tahliller, modern muhatapların hadisleri anlamasını kolaylaştırmış, muhtemelen Batılı okurun İslâm’ın derunî boyutunu anlamasına katkı sağlamıştır. Ancak yazar, bu tahlillerinde zaman zaman kendini merkeze alarak yorumlamanın getirdiği bazı hatalara da düşmüştür. Mesela Buhârî’nin el- 248 Dördüncü Tebliğ Câmiu’s-sahîh’inde geçen “vahyin çıngırak sesi gibi geldiğini” anlatan hadisi, “Çıngırak sesi gibi ifadesi, bu vahiy türünü alacağına yakın Hz. Peygamber’in işitme duyusunun kendine özgü bir şekilde bozulduğuna işaret ediyor. Hz. Peygamber’in işitme duyuları böyle bir durumda, görme duyumuz –maddî bir vasıta ya da karşı konulmaz bir heyecan tarafındanşiddetle altüst edildiğinde gördüğümüz şaşırtıcı renk karmaşasına benzer bir şekilde, çıngırak sesine yahut kesintisiz vızıltıya benzeyen, birbirinden ayırt edilemeyen bir ses karmaşasına dönüşüyordu” (s. 5) şeklinde yorumlamıştır. Bu yorumda vahiy gibi aşkın bir hakikati yazarın kendi tecrübeleri ile açıklama gayreti müşahede edilmektedir. İsmet Özel’in İbn Abbâs hadisiyle ilgili yorumlarında siyasî ve toplumsal gözlemlerine yaptığı atıflar da dikkat çekmektedir. Yorumcu başka yazarlardan ya da eserlerden iktibas yerine kendi gözlem ve tespitlerini ifade etmeyi tercih etmiştir. Nitekim bahsi geçen hadisin yorumuyla ilgili bölümde yalnızca bir iktibasa/naklî bilgiye yer vermiştir. “Hadislerin bir otoritenin açtığı bir otoritenin gösterdiği yolu pekiştirdiğini” ifade eden yazar, otorite kelimesinin günümüzde farklı çağrışımlara sahip olduğunu “Otorite deyince hemen tüylerimiz biraz kıpırdıyor. Modern çağlarda bize otoriteyi sevdirmediler. Bize bildirmediler ki, dindeki otorite dünyevî otorite ile aynı özelliğe sahip değildir” (s. 122) sözleriyle ifade eder. Burada yazarın hatalı bulduğu görüşleri, modernizmin getirdiği bazı yanlış düşünceleri hadislerden yararlanarak tashih etme düşüncesi dikkat çekmektedir. Yazar, bu fikirleri eleştirirken kendini de dışarıda tutmayarak, aynı zamanda kendi muhasebesini de yapmaktadır. Yazar konuları diyalektik bir üslûpla ele almıştır. Hadisleri açıklarken önce hadisle ilgili yanlış kanaatler varsa ya da hadis ilk dinlenildiğinde modern muhatabın zihninde muhtemel yanlış görüşler ortaya çıkabilecekse bu görüşleri eleştirerek yoruma başlamıştır. Bu üslûp hadisin mesajının güncelleşmesine yardımcı olmuştur. Yine hadisteki mesajı kendi yaşadığı ortamdan örneklerle güncelleştirmeye özen göstermiştir. Ona göre insanın yaşadığı tecrübeler insan için en önemli delillerden birisidir. Bu görüşünü şöyle ifade eder: “Şu son zamanlarda geçtiğimiz ve gelmesinden korktuğumuz bir deprem var. Bu deprem dolayısıyla Allah’a şükretmemiz lazım. Çünkü böyle bir ikazla karşılaştık. Deprem olunca masanın altına mı gireceğiz… Deprem olursa, bizim için olmuştur, olmazsa bizim için olmayacaktır. Bu bir doğa olayıdır, bunun ilâhî iradeyle alakası yoktur, diyenler hayatlarında geriye doğru baksınlar, neyin neye sebep olduğu konusunda daha net bir bilgi edinebilirler.” (s. 124) Yazar şahsî tecrübelerine verdiği değeri, “Tevekkülden doğan sonuçları da zaman zaman görüyoruz. Görüyor muyuz acaba? Görmeliyiz” sözleriyle ifade eder (s. 125). Allah’a teslim olma O’na tevekkül konusunu ele alırken toplumun tepkilerini şöyle tasvir ediyor: “Toplum olarak da küçük insan öbekleri, bölükleri olarak da tek tek hepimiz göz önüne alındığı zaman da dünyevî birtakım muktedir kişiler, muktedir kurumlar olduğunu varsayıyoruz ve bu varsayışımıza uygun davranışlar sergiliyo- Üçüncü Oturum 249 ruz… Ama karşımıza sadece Allah’ın takdir ettiğine itimat eden, sadece Allah’ın takdir ettiğini kabul eden bir insan çıktığı zaman, bazılarımızın aklı başına geliyor, bazılarımızın da onu saf dışı etmeye çalışan bir tavrı oluyor.” (s. 125). Bu ifadelerde yazarın toplumdaki gözlemini mi ifade ettiği, yoksa zaman zaman insanın içine düştüğü ruh halini mi tasvir ettiği çok açık olmamakla birlikte, gözlemlerini ve hissettiklerini yansıttığını söylemek mümkündür. Gözlemlere dayanılarak yapılan yorumlarda kişinin kendi ön kabullerini ve şahsî kanaatlerini ciddi bir delil bulunmadığı durumlarda bile yoruma yansıtması mümkündür. Nitekim kevnî mucizeleri kabul konusunda çekincesi olduğu bilinen Muhammed Esed, isrâ (gece yolculuğu) hadisini açıklarken, isrâ olayını manevî bir tecrübe olarak insanın anlamasının zorluğunu, “Bizim bu tür manevî tecrübeleri kâmil manada kavrayacak bir konumda bulunmamız imkânsızdır. Zihnimiz yalnızca zaman ve mekân bilincimizin temin ettiği unsurlarla işleyebilir” (s. 187) sözleriyle itiraf eder. Ancak gece yolculuğunun fizikî olarak yorumlayan klasik şârihlere de rüya şeklinde yorumlayanlara da katılmadığını ifade ederek üçüncü bir yol arar. Ona göre, bu konuda “henüz çocukluk çağını yaşamakta ve oldukça muğlâk olan modern psişik araştırmalardan” ve “modern psikologların bazı gözlemleri, Doğudaki çeşitli bâtınî öğretilerin bağlılarının tecrübelerinden” yararlanarak, isrâ olayını ruhun canlı bir bedenden geçici olarak ayrılması şeklinde yorumlamak mümkündür (s. 186). Değerlendirme Öznenin metnin yorumunda kendini açıkça ifade etmesi, metin ile yorumcu arasındaki ilişkinin daha sıcak, daha açık olmasına yardımcı olabilir. İletişim açısından, metnin mesajının okuyuculara daha kuvvetli yansıtılmasına katkı sağlayabilir. Bunun yanında metnin nesneleştirilmesine ve metnin yorumcunun şahsî tercihlerine göre yorumlanmasına böylece metin ile okuyucu arasındaki bağın kapatılıyormuş gibi gözükürken daha da açılmasına sebebiyet verebilir. Bu noktada esas belirleyici unsur yorumcunun benliğiyle/nefs ilgili yine kendi bakışıdır. Kendi benini yücelten, kendini eleştirmeyen ben merkezli bir düşünce yapısına sahip yorumcu nassa inansa bile zaman zaman aşırı yorumlara düşebilir. Nassı değersizleştirebilir. Dinî naslar karşısında insanın kendi varlığını unutmadan kendi benini aşabilme şuuruna sahip olması nasları doğru yorumlamanın ön koşuludur. Hatta böyle bir yaklaşım nasların hakikatini tam kavramayı (marifet) kolaylaştırır. Kendi benine eleştirel yaklaşabilen yorumcu, nassın gerçekte ne ifade ettiğini ve bugün nasıl yorumlanması gerektiğini daha net görebilir. Ben merkezli yorumların dinî nasların gücünü zayıflatan hatta bazı durumlarda kutsallığını zedeleyen bir etkisi olduğu da gözlenmektedir. Modern ben, psikolojik tecrübelerini, sosyal ve siyasî gözlemlerini bazen tartışmasız doğruymuş gibi yorumda kullanmaktadır. Bu yorum tarzı, dinî metinlerin bir sanat eseri ya da herhangi birinin sözü gibi yorumlanmasına 250 Dördüncü Tebliğ yol açmış, bunun sonucunda bazı yorumcular fikrî anarşizme ve yorum serbestliğine düşmüşlerdir. Klasik yorum geleneğimiz içinde yorumcunun metinde en fazla kendini açık ettiği yorum tarzı, mutasavvıfların yorumlarıdır. Burada incelediğimiz İsmail Hakkı’nın yorumlarında naklî bilgiye diğer klasik şârihler kadar yer vermediği gözlenmektedir. Mutasavvıflar, şahsî tecrübelerine ve gözlemlerine önem vermişlerdir. Ancak modern yorumcuların ben merkezli yaklaşımları ile mutasavvıfların ben merkezli yorumları arasında bazı temel farklar vardır: (1) İrfânî yorumdaki ben/nefs, dinî ve ahlâkî öğüt almayı hedeflerken, modern özne/ben, öğüt vermeyi öne çıkarmaktadır. Mutasavvıfın nefs ile ilgili değerlendirmeleri, doğrudan muhatabına sesleniyor gibi gözüktüğü yerlerde bile zımnen kendine de râcidir. (2) İrfânî yorumda yorumcu, nassa büyük değer vermektedir; hatta metinlerdeki her ifadenin iş’ârî manalarını bile ihmal etmeyerek, nassı birkaç farklı boyutta anlamlandırmaya çalışmaktadır. Modern ben ise nassın anlamını kendisiyle ve dünyevî boyutla sınırlandırma gayreti içindedir. (3) İrfânî yorum nassı anlamayı ve anlatmayı, modern ben ise nassı açıklama yerine kendini anlatmayı ön plana çıkarmakta; nassı zımnen her tür okumaya müsait hikmetli bir söz ya da felsefî bir fragman düzeyine indirgemektedir. Kaynaklar Abdurrahman Habenneke el-Meydânî, Revâi’ min akvâli’r-Resûl sallallahu aleyhi ve sellem, Dımeşk 1987. Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul 2000. İbn Receb el-Hanbelî, Nûru’l-iktibâs fî mişkâti vasiyyeti’n-Nebiyyi (s.a) li’bni Abbâs, Beyrut 1991. -----------------------, Câmi’u’l-ulûm ve’l-hikem, Beyrut 1997. İsmail Hakkı Bursevî, Kırk Hadis Şerhi, nşr. Hikmet Gültekin, Sami Erdem, İstanbul 2005. İsmet Özel, Kırk Hadis, İstanbul 1993. Muhammed Esed, Sahîh-i Buhârî İslâmın İlk Yılları, çev. Mustafa Armağan, İstanbul 2000. Muhyiddin Nevevî, Kırk Hadis, çev. Ahmed Naim, Ankara 1981. Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, çev. Tuncay Birkan, Ankara 1998. Saduddîn Teftâzânî, Şerhu hadîsi’l-Erbaîn li’n-Nevevî, İstanbul 1316. Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Din Bilimleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul 1999. MÜZAKERE Doç. Dr. İbrahim HATİBOĞLU Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Sayın Başkan, Muhterem Katılımcılar ve Sevgili Misafirler; Müzakereme, özellikle Aydınlanma Dönemi Batılı düşünce geleneklerinin hâkim vasıfları konusunda önemli tespitler yapan ve böylesine önemli bir konuyu gündemimize taşıyan kıymetli meslektaşım Doç. Dr. Ayhan Tekineş beye şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum. I/ Tarafıma ulaştırılan Modern Dönem Hadis Yorumculuğunda ‘Ben Merkezli’ Yorum başlıklı tebliğinde, anlayabildiğim kadarıyla sayın Tekineş özetle; Batı’da akıl ve bilimin desteğiyle güç kazanmış ‘ben’ merkezli düşünce, ‘ben’ merkezciliğin modernist ve post-modernist yaklaşımdaki tezahürleri, Batı dışı toplumlarda ben merkezciliğin tesirleri ve yoruma etkisi, yorumun mahiyeti, yorum-metin ilişkisi, yorumu etkileyen faktörler, yoruma yorumcunun dahil olma süreci, ben merkezci duruşun yoruma tesiri açısından Batı-Doğu farkı, geçmişte ve günümüzde bireyin yoruma müdahalesi, insan beninin yorumlama sürecinde dinî metinle ilgisi, benlik ve irade hürriyeti arasındaki ilişki, klâsik dönemin iki yorumlama yöntemi burhânî ve beyânî yorumun kesişen ve ayrışan noktaları, burhânî yorumda Allah insan ilişkisi gibi konular üzerinde durmuştur. Ayrıca, tebliğ sahibi işaret edilen hususları klâsik dönem müelliflerinden İbn Receb el-Hanbelî, Teftâzânî, Nevevî, İsmâil Hakkı Bursevî ile çağdaş müelliflerden Abdurrahman Habenneke, Muhammed Esed ve İsmet Özel’in eserlerinde yer alan Allah Resûlü’nün genç sahâbîsi İbn Abbâs’a yaptığı bazı tavsiyeleri konu alan meşhur rivâyet bağlamında örneklendirmeye çalışmıştır. II/ Öncelikle belirtmeliyim ki, tebliğ başlığının bende meydana getirdiği ilk çağrışım, iki sayfayı aşan giriş bölümünü de ikmal edecek mahiyette, modern Batı düşünce geleneğinin hadis yorumculuğuna tesiri konusu idi. Esasen büyük ölçüde, modernizm/Batı düşüncesi eleştirilerinin bir özeti mahiyetindeki bu kısım, belki de doğrudan tebliğ konusuyla ilgisinin azlığı dolayısıyla, her ne kadar özgün bir çabayı yansıtmasa da, ‘ben’ merkezci yaklaşımın belli başlı vasıflarını özetlemesi bakımından hayli yararlıdır. Bugün uzmanlık alanlarımızın dışında kalması dolayısıyla derinlemesine ortaya koyama imkânından mahrum bulunduğumuz, Yeniçağ ile birlikte bilginin kaynağının ‘ben’ kabul edilişi, bilimsel keşiflerle desteklenmiş aklı ve sınırsız eleştiriyi esas alan insanın dinin yerini alması ve gerçek bilginin kaynağı kabul edilmesi gibi hususlar, Batı’nın baskıları altında ezilmiş İslâm dünyasından duygusal anlamda büyük destek görmektedir. Öte yandan, dinî metinlerin yorumu söz konusu olduğunda, 252 Müzakere belirli ölçüye kadar ‘dinin fonksiyonunu üstlenme’ iddiasındaki insanın yoruma müdahil olma arzusunu da önemli ölçüde gözlemlemek mümkündür. Ancak mutlak anlamda ‘dinin yerini modern bilimin, yaratıcının yerini rasyonel bireyin’ aldığını söylemenin, insan fıtratının, meşrep farklılıklarının ve Batı toplumlarındaki bazı dinî gelenek ve temayüllerin görmezlikten gelinmesi olarak da algılanabileceği kanaatindeyim. Ancak ben de, Sayın Tekineş gibi, Batı’dakinin aksine Doğu’da bilgiye kaynaklık etme bakımından akıl, vahiy ve irfan dayanışmasının varlığını; şımartılan, isyan eden ben yerine dizginlenip, manevî kemâli hedeflenen, derûnî boyutu öne çıkan mahviyyet sahibi ben algısı mukayesesini yerinde buluyorum. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte Batı’da ben yoruma müdahil olmuş, yorumu manipüle etmiş olabilir. Ancak, özellikle irfânî yorumu esas alan böyle bir benin kendini yoruma dâhil etme konusunda klâsik hadisçilerden pek de farklı davranmayacağı kanaatindeyim. Öte yandan, metni keşif çabasının metinle iç içeliği, metinle aynîleşme hâlini zorunlu kıldığı; bir yandan metni yorumlarken diğer yandan metnin kişiyi inşaya katkısı bağlamında irfânî ve keşfî yorumun önemli olduğu âşikârdır. Dolayısıyla yorumlama biçimlerini çatışır veya telifçi tarzda anlamak yerine, izah çabası içerisine girmenin zarureti açıktır. Bu bağlamda Sayın Tekineş’in burhânî yorumun göreceli olarak beni öne çıkardığına dair tespitini biraz daha açmasının yararlı olacağı kanaatindeyim. Öte yandan, ilgili bilimsel yaklaşımların büyük ölçüde teorik ve zihinsel alana yoğunlaşması dolayısıyla, Batı’daki ‘ben merkezli’ yaklaşımın İslâm dünyasına tesiri de teorik ve zihinsel alanla sınırlı kalmıştır. Gerçek anlamda ben merkezli yaklaşımın, tek tek gündelik problemlerin ötesinde, yoruma yansımasının yeterince tecrübe edilmediğini söylemek için henüz erkendir. Zira yorum, metnin halkla kucaklaştığı ve kaynaştığı buluşma noktasıdır ve bu konuda ben merkezcilik bağlamında üzerinde durulmaya mümkün kılacak yeterli miktarda çalışma ortaya konulmuş değildir. Bu bağlamda, Sayın Tekineş’in özellikle tebliğinin son kısımlarında verdiği örnekler, ben merkezci yorum olarak algılanmaktan ziyade, yazarın/metnin muhatap kitlesiyle doğrudan alâkalı bir telif tarzıdır. Etkisinden tam olarak kurtulamadığı Batı medeniyeti izlerini yoruma yansıtan mühtedî bir Müslüman’ın şâz tercihleri veya radyo konuşmalarının deşifresi gibi metinlerden hareketle böyle bir sonuca varmanın acele verilmiş bir karar olduğunu düşünüyorum. Özellikle yoruma, bilgi aktarımından öte fikrî boyutu da ustaca dahil etmesi dolayısıyla İsmet Özel’in bugünün mülâhazasız yorum geleneğinin ufkunu açacak önemli fonksiyonlar icra edecektir. Zira İsmet Özel’in eseri üslûp olarak felsefî ve fikrî, duruş olarak geleneksel, dil olarak sade ancak derinlikli bir mahiyet arz etmektedir. Klâsik dönem hadis yorumculuğunda lügavî yorumun tesiri yoğun olmakla birlikte, bu yegâne belirleyici yorum biçimi değildir. Öte yandan kelimenin vad’ı da sınırsız filolojik yorumu sınırlandıran bir fonksiyon icra etmiştir. Bu yön, modern dönem yorum çabalarında büyük ölçüde ihmâl edildiği için bu tecrübeden doğmuş literatür de ihmal edilmektedir. Üçüncü Oturum 253 Tebliğin özellikle örnek üzerinden açıklanmaya çalışıldığı kısım hakkında da bazı hususlara işaret edilmelidir: Girişte sözü edilen zafiyetlerle malûl hadis yorumları analiz edilmek isteniyorsa, akademik içerikli yorum denemelerine yoğunlaşmak zarureti vardır. Oysa henüz bunu yapacak kadar yorum çeşitliliğine sahip olmadığımız kanaatini taşıyorum. Sûfiyyenin bazı görüşlerini açıklamadaki çekingenliği de benini öne çıkarma kaygısından değil, farklı anlam düzlemleri ve muhatabın durumu ile alâkalı olarak izah edilmelidir. Yine, tebliğin ilk sayfalarında yapılan analiz yoğunluğu, iktibaslarla zenginleştirilen ikinci ve üçüncü kısımda klâsik metinler bağlamında fazla dikkat çekmemektedir. Buralarda yoruma yer vermek yerine, yorum hakkında yorum yapılmış, böylelikle hem kısmen ben merkezli yorumun öznesi olma gibi, tebliğin esas çizgisiyle çelişkili bir duruma düşülmüş, hem de yorum hakkında karar verme yetkisi muhataba bırakılmış gözükmektedir. Öte yandan tebliğin sınırlarının modern dönemde ben merkezli hadis yorumu şeklinde tayin edildikten sonra, ağırlıklı biçimde İbn Receb, Teftâzânî, Nevevî, Bursevî örnekleri üzerinden izahı, maksadın kısa yoldan ifadesini geciktirmiştir. Bu bağlamda modern dönemin ben merkezli yorumunu sûfiyyenin bireysel tecrübesiyle paralel görmek ya da iki yaklaşım arasında belirgin bir ilginin bulunduğu savunmak da açıklanmaya muhtaç gözükmektedir. Dolayısıyla, tebliğde görüşlerine atıfta bulunulan müelliflerin, en azından ilk bakışta, tebliğ başlığının çağrıştırdığı hususlara örneklik teşkil edecek temsilciler olmadığı düşünülebilir. Sonuç olarak tebliğde, çağdaş akılcı yaklaşım konusunda istifade edilen kaynaklar ve şahıslar modernizm eleştirmenleri, Habenneke klasik yaklaşımı sürdüren bir mübelliğ, İbn Receb özgün klasik yorumun önemli temsilcilerinden, Bursevî İslâmî ilimlerin her birinde eser telif etmiş bir sûfî, Muhammed Esed, önceki zihin dünyasını Kur’ân ve hadis yorumlarında aksettiren bir mühtedî, İsmet Özel ise yöntemi çağdaş olmakla birlikte, duruşu klasik ve geçmiş yorumları anlamlı kılmayı önemseyen bir mütefekkirdir. Dolayısıyla, farklı vasıflara sahip bu tür ulema ve mütefekkirlerin, yazdıkları eserlerin ekol sistematiği içinde değerlendirilmesinin daha izah edilebilir sonuçlara götüreceği muhakkaktır. Son olarak, hadis yorumu konusunu modern düşünceyle mukayeseli olarak gündemimize dahil etmekle, rivâyetin güvenilir yollarla nakledilmesi kadar önem taşıyan doğru bir şekilde anlaşılması gerektiği konusunda önemli ufuklar açan Sayın Tekineş’e tekrar teşekkürlerimi sunuyorum. Bu bağlamda, klâsik yorumlama biçimlerinin, düşünce geleneklerinin izini sürerek analiz edilmesi; modern dönemde yapılacak hadis yorumlarının da bu gelenekler çerçevesinde sürdürülmesinin yerinde olacağını düşünüyorum. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. DEĞERLENDİRMELER Prof. Dr. Ahmet YÜCEL: Ben teşekkür ediyorum, soru soran hocalarımıza ve arkadaşlarımıza, dinleyenlere. Dört tane soru var, sorulardan birisi şu: Ben son cümlelerimde ifade ettim, bizim rivâyet kaynaklarımızdaki kıyamet alâmetlerini diğer temel düşünceler dikkate alınmadan okuduğumuz zaman bir karamsar tabloyla karşılaşabiliyoruz. Tebliğci hocamız da bundan bahsetti, yani ‘Geriye doğru baktığımızda kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetler bizim tarihimizde nasıl algılanmış? Yerli yerine oturtulabilmiş mi?’ sorusunu sorduğumuzda, zaman zaman kıyamet alâmetleri ile ilgili rivâyetlerin çok da doğru anlaşılmadığı gibi bir sonuç çıkıyor. Burada temel mesele şu: Bu rivâyetlerde benim dikkatimi çeken hususlardan birisi şu: Önemli bir kısmı rivâyet dönemiyle ilgili; zaman, yer, tarih bildirenler, önemli bir kısmı rivâyet dönemiyle ilgili. Rivâyet dönemini aşan bilgiler de mecazî ifadelerle dolu. Dolayısıyla aslında müstakil olarak bu konu, kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetler konusu araştırılmalı. Ama birinci söylediğim kısım gerçekten çok dikkat çekici. Onun için de ben müzakeremde dedim ki: Zaman, yer, tarih, belli şahıs gibi nokta tayini yapan ve rivâyet dönemini ilgilendiren, rivâyet dönemindeki sınırla ilgili olan rivâyetlerin ihtiyatla karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Ondan sonraki rivâyetler de mecazlarla dolu. Kur’ân-ı Kerîm çok açık, net iki şeyi bize söylüyor: ‘Allah bilir, ansızın gelir.’ Kıyametle ilgili temel espri Kur’ân’da budur. Şimdi bir arkadaşımız ‘Ansızın gelmesi zaten insana bir hassasiyet kazandırıyor. Kur’ân buna vurgu yapıyor. Yani neden kıyamet alâmetleriyle ilgili rivâyetler bize karamsarlık kazandırsın? Aksine bizi harekete geçirmez mi?’ diye soru soruyor. Aslında bu zaten var, yani " "ﺑﻐﺘﺔdemesi bizim her an hazır olmamızı gerektiriyor. Bunu Kur’ân veriyor. Ama rivâyetlerin bütününü düşündüğümüz zaman tarihte de olmuş bu. Karamsarlığa götürecek olaylar yaşanmış. Aslında bu konu özel olarak araştırılması da gereken bir konu. Bu konuyla ilgili rivâyetlerin tarihimizde nasıl algılandığı, nasıl sonuçlar doğurduğu, ne kadar doğru ya da yanlış olduğu ayrı bir araştırma konusu. Tabi buna şu anda benim kesin bir şey söylemem mümkün değil. Peki, teşekkür ediyorum. Üçüncü Oturum 255 Prof. Dr. Selahattin POLAT: Ben İsmail Hakkı Bey’e teşekkür ediyorum, tebliği çok dikkatli okuması ve yaptığı eleştiriler hasebiyle. Fakat söylediği hususlardan bir kaçına açıklama yapmak istiyorum. Birincisi, tebliğde işte şu şu kavramlar açıklanmadı, örnek verilmedi gibi şeyler var. Bazı ‘açıklamadı’ dediği yerleri açıkladığımı söylemek istiyorum. Mesela ‘Sünnet kavramını açıklamamış.’ diyor. Bir kaç sayfa sünnet üzerine konuştuktan sonra ‘bu tebliğdeki sünneti bu anlamda kullanıyorum’ diye söylüyorum. İkincisi, ‘Bazı kavramlar açıklanmamış.’ Bu kavramlar zaten herkesin bildiği kavramlar. Siz her kullandığınız kavramı bir yazıda açıklarsanız, işin içinden zaten çıkamazsınız. Üçüncüsü, ‘Bu tebliğde örnekler vermedi’ diyor. Ben zaten örnekler de verseydim, şu anda tebliğim yirmi sayfa, herhalde seksen sayfa olacaktı. Üçüncüsü zaten örnek verme amacında değilim. Bu anlattığım gerilim ve paradoks durumlarının milyonlarca örneğini bulursunuz. Yaşayan hayatın içinde çünkü. Bunları ben bir kitaptan okumuyorum. Buna örnek isterseniz, sokağa çıktığınızda binlerce, milyonlarca örnek bulursunuz. Bunun neyine örnek vereceksiniz? Başka bir husus, İsmail Hocamdan ben saygı duyuyorum, ama böyle şeklî eleştiriler yerine daha çok argümanlarım üzerine eleştirme getirmesini beklerdim. Hayır, o hakkı var, bir şey demiyorum. Ama yoğun olarak şekil, işte düzensizlik, kabul ediyorum, tamam. Düzensiz diyelim. Ama siz argümanlara ne diyorsunuz? O konuda hiçbir şey söylemiyor. Son olarak şunu söylemek istedim, mesela ben diyorum ki, ‘organizasyon ve yönetim sorunu’. Cevabı içinde bunun. Koordine ettiğinizde, organize ettiğinizde, yönetebildiğinizde kazanırsınız, bu böyle. Ben şöyle bir yöntem izledim. Böyle nasihatvari, madde madde şunlar yapılmalıyı biraz, nasıl söyleyeyim yani ifade edemiyorum, edebe aykırı buldum, öyle diyeyim. Yani beraberce sorular üzerinde düşünelim mahiyetinde bir şey söylemek istedim. Yani bu biraz geleneksel, alışılmış bir şey değilse, bu da benim yoğurt yiyiş stilim yani çok hoşa gitmiyorsa özür dilerim. Ben böyle bir adamım. Doç. Dr. Bünyamin ERUL: Abdullah Aydınlı Hoca’mıza çok teşekkür ediyorum. Müzakeresinden istifade ettim. Özellikle eleştiri geleneğini ihya etmek gereğine vurgu yaptı tekrar tekrar. Biz bu konuda hadisçiler bir cerh tadil edebiyatına, geleneğine sahibiz. Hatta sorulardan bir tanesi ‘Dârimî çevirisine ait hiç eleştiriniz olmadı mı?’ şeklinde. Bu metinde iki tane vardı ve hocamız hem onları gördü hem cevapladı. Biz kendi aramızda bu genişliğe sahibiz. Bu konuda endişeniz olmasın. Eleştiriler elbette olacaktır ve eleştirerek doğruyu bulmaya çalışacağız. Şimdi dilin yetersizliği konusu hocamız tarafından ifade edildi. As- 256 Değerlendirmeler lında bu tartışma konusudur. Türkçemiz zayıf mıdır, yetersiz midir? Bu bir tartışma konusudur. Ancak eğer iplik kelimesi varsa bunu hayt diye ifade etmenin bir anlamı yok. Türkçemizde varsa, kullanılıyorsa, bu ifadelerden kaçmamak gerekir. Yani ağdalı bir dil kullanmanın anlamı yok. Yetersiz kalınırsa yahut günlük hayatta kullanılan bir kavramsa bunları illa Türkçeleştirmenin, dili zayıflatmanın, fakirleştirmenin de bir anlamı yok. Ancak problemimiz dilin yetersizliği değil, mütercimlerin Türkçesinin yetersizliğidir diye ifade etmeye çalıştım. Destursuz bağa girenleri kale almadım hocamın da ifade ettiği gibi. Saygıdeğer hocalarımızın çalışmalarını dile getirdim. Ve buradaki problemler böyleyse “kıs ale’l-bevâkî”. Şimdi hocamız kalıbı yansıtmanın gereğine işaret ettiler. ‘Metne ihanet olur’ dediler. Doğrusu vakit yetmediği için ben oraları hızlıca atlamak durumunda kaldım. Oysa burada benim önerim tam da bunun tersi. Şöyle diyorum burada: “Metne sadakat adına da olsa okuyucunun anlayamayacağı şekilde lâfzî, harfî çeviriden sakınılmalıdır. Mana ile rivâyet, içeriği yansıtmak kaydıyla nasıl caiz görülmüşse, çeviride de anlamın yansıtılmasını hedefleyen bir yöntem tercih edilmelidir. Metne sadık kalıp anlaşılmamaktansa, lâfzen tutmasa da manayı tutturmak, anlamı okuyucuya ulaştırmak adına daha serbest yapılan bir çeviri yeğdir” diyorum burada. Yapılan çevirilerde şimdiye kadar genellikle metin merkezli bir yaklaşım görülmüştür. Mütercim metne bağlı kalmayı, metinden uzaklaşmamak için daha çok lâfzı yansıtmayı, ibareyi aynen karşılamayı tercih etmiştir. Pergelin bir ayağını metnin üzerine sabitleyen mütercim, metinden uzaklaşmamak için diğer ayağını fazla açmamış ve metnin etrafında dönüp durmuştur. Bunu yaparken de okuyucuyu ihmal etmiştir. Bir mütercimin vazifesi, çevirdiği metni nasıl anladıysa, onu kendi diliyle ikinci dile dökmekle bitmemektedir. Bu husus çevirinin sadece bir aşamasından ibarettir. Oysa günümüzde yapılması gereken bundan farklıdır. Pergelin bir ayağı yine metnin üzerindedir, ancak öbür ayak mütercimin metinden anladığı anlamı okuyucunun ta zihnine ulaştırıncaya kadar açılacaktır. Böylece bir ayak metinde, öbür ayak ise okurda olacaktır. Mütercim, pergel örneğinde olduğu üzere metin ile okuyucu arasında anlamı kolay ve doğru bir şekilde ileten bir iletken olmalıdır. İşte günümüz mütercimlerinin asıl görevi burada kendini göstermektedir. Kendi anladığı ve kendi diliyle ifade ettiği bu anlamı okuyucuya nasıl mal edecektir? “Okuyucunun ilgisini, bilgisini, seviyesini dikkate alarak, metindeki anlamı asıl hedef olan okuyucunun anlayışına güvenle teslim etmelidir” diye burada tercüme tarihinden de teklifler var, tespitler var. Yani hocamızın ifade ettiği aynen yansıtmak, kalıbı da yansıtmak, metne ihanet etmemek, yanlış tercüme etmiş görüntüsü vermemek anlayışı biraz daha gerilerde kaldı diye düşünüyorum. Burada birkaç tane önerim vardı, kalıplarla ilgili. Bunlara herhalde giremeyeceğim. Artık yayınlandığında inşallah okuma durumu olur. Bir hayli sorular var. Bu sorulara tek tek cevap vermemiz mümkün Üçüncü Oturum 257 değil. Mümkünse bu soruları soran arkadaşlarla bizzat görüşelim. Sadece o taş bağlamakla ilgili bir ifadeye yer vermek istiyorum, zihinlerde bir kargaşaya yol açmasın diye. Mesela İbn Hıbbân’dan bir nakil var. Aynî, Umdetü’l-kârî’de naklediyor: “ اﻟﺼﻮاب اﳊﺠﺬ ﺑﺎﻟﺬاء إذ ﻻ ﻣﻌﲎ ﻟﺸﺪ اﳊﺠﺮ ﻋﻠﻰ اﻟﺒﻄﻦ ﻣﻦ اﳉﻮعAslında buradaki bağlanan şey hacer değil, taş değil, ‘z’ ile ‘hacz’dir” diyor. Bir bağ, yani karnına bir bez bağladı, bir kuşak bağladı şeklinde. “Çünkü karna açlıktan dolayı taş bağlamanın bir anlamı yoktur” diyor İbn Hıbbân. Hocam tashih etti ismi. Kitâbü’l-Ayn sahibi diyor ki; ...“ اﳉﺎﺋﻊ ﰲ ﻟﻐﺔ ﻫﺰﻳﻞ اﻟﺬي ﻛﺎدت أﻣﻌﺎﺋﻪ ﺗﻴﺒﺲ وﻫﻮ ﻳﻌﺼﺐ ﻋﺼﻮﺑﺎHüzeyl kabilesinin lügatinde neredeyse bağırsakları, açlıktan midesi, bağırsakları kuruyacak kadar acıkmış kimseye böyle denir” diyor. Dolayısıyla bu deyimlerin doğru çevrilmesi gerekiyor. İki tane örnekle bitiriyorum hocam. Tecrîd-i Sarîh’ten çok ilginç bir örnek: Hac günlerinde Hz. Âişe validemiz ay hali sebebiyle üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Onun çadırına girip, ağladığını gören Rasûl-i Ekrem, tırnak içerisinde naklediyorum: “Vay ahmak, ne ağlıyorsun?” buyurdu. Şimdi bir okuyucu Peygamber Efendimizin en sevdiği, gözde eşi Hz. Âişe’ye sebepsiz yere ‘ahmak’ dediğini okursa ne düşünecektir? Oysa ifade ‘yâ henetâ’. Bu bir seslenme ifadesi. ‘Yahu’ deriz Türkçede. Burada biraz daha eğer düzeltecek olursak ‘Be hanım, be hatun, niye ağlıyorsun?’ falan demek gerekir belki. Tabi bunlar maalesef hadis ve sünnete alerjisi olanlara malzeme vermiş oluyor. Bu durumlara bizim mütercimler olarak yahut hadislerle ilgilenenler olarak düşmememiz lazım. Benzer bir pozisyon Safiye validemizle ilgili. Yine Buhârî’den olan çeviri aynen şöyle: Âişe (r.a.) şöyle dedi: Safiye Mina’da, Mina’dan dağılma gecesi hayız oldu da, “Ben kendimi, başka değil, muhakkak sizleri yolunuzdan hapsedip alıkoyucu olduğumu düşünüyorum.” dedi. Peygamber (sav) “Hay kesici ve kökten kazıyıcı kadın, Safiye nahır günü ifada tavafı yaptı mı?” diye sordu. Oysa şöyle bir çeviri, sanıyorum daha anlaşılırdır: Âişe (ra) dedi ki: Mina dönüş gecesi Safiye hayız oldu ve ‘Anlaşılan ben sizi de engelleyeceğim.’ dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber: “O nasipsiz, kısmetsiz Safiye kurban günü tavaf etmemiş miydi?” diye sordu. Şimdi buradaki ifadeleri yanlış çevirdiğimiz zaman okuyucuya Hazreti Peygamber’in böyle hakaret içeren ifadeler söylediğini yansıtmış olabiliyorsunuz. Rahmetle yâd edelim. Bir hocamızın şemaille ilgili bir çalışmasını okuyorum. Peygamber Efendimizi ilk defa ziyaret eden bir hanımefendinin çok heyecanlandığı, heyecandan titrediği bir sahne anlatılıyor. Doğrusu duygulandım, gözlerime yaş doldu. Fakat hadisin Arapçası “yâ miskîne! aleyki’s-sekîne.” Yani şöyle çevrilmesi gerekiyor bunun: “Hanımcağız, sakin olsanız, ben kral değilim, Mekke’de kurutulmuş et yiyen bir hanımın oğluyum” diyecek. Hocamız şöyle çevirmiş: “Miskin kadın, titreme, korkma!” Kitabı attım, yaş gözlerimde kaldı. Hepinize saygılar sunuyorum. 258 Değerlendirmeler Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ: Şimdi hem İbrahim Bey’in bu soru ve tenkitlerinde hem de buradaki bir soruda İsmet Özel’le ilgili bir itiraz var. Alan dışı olduğu ifade edilerek, niçin onun ciddiye alındığı ifade ediliyor. İşte bu da bir ben merkezcilik, yani biz kendimizi merkeze alıp, biz İlâhiyatçılar ya da biz hadisçiler diye merkeze alıp, kendi dışımızdaki insanları yok sayarsak, toplumun ihtiyaçlarını, toplumun hassasiyetlerini dikkate almazsak, bunu da işte eleştirdiğimiz o ben merkezciliğin bir yansıması olarak düşünürüm. İnsanlar bu kitabı okuyor, etkileniyor ve kitap ikinci baskısını yapıyor ise, bu dikkate alınması gereken bir eserdir. Ayrıca benim burada eleştirmek istediğim hususa da çok güzel bir örnektir. Yani sürekli kendinden hareketle konuşur. Mesela bu hadisin yorumunda bir tek alıntı yapmış, iktibas yapmıştır. Diğer bütün hadislerde de böyledir, çok az iktibas yapar. Fakat hep kendinden hareketle, kendi psikolojik duruşundan hareketle ya da ideolojik duruşundan, gözlemlerinden hareketle tahliller yapmaya çalışır. Hadisleri böyle yorumlamayı tasvip etmediğimden dolayı, bunda bir uç örnek gördüğümden dolayı bu örneği seçtim. Bu tür bir yorumlama tarzının, yani hadis-i şerifleri adeta, keyfimizce yorumlayacağımız hikmetli sözler ya da felsefî birtakım metinler gibi bir metnin önüne koyup, sonra altta kendimizle ilgili istediğimiz şeyleri söyleyebileceğimiz metinler gibi görmenin zaaflarına, yanlışlıklarına dikkat çekmek istedim. Bu sebeple, böyle bir uç örneği seçtim. Muhammed Esed de tabi ki bir uç örnek. Tezimizi uç örneklerden hareketle delillendirmek gayet makul, bütün araştırmaların, dikkate alınması gereken çalışmaların en karakteristik örnekleridir. En karakteristik örnekleri dikkate alarak, bu örneklerden hareketle fikrinizi geliştirirsiniz. Başka insanların yorumlarında da tabi ki ben merkezcilik vardır. Bunları da göstermek mümkündür, fakat belki o insanların bu hadisin şerhiyle ilgili bir çalışması yoktur. Yani bu bahis konusu insanların belki de çok karakteristik olmadığından dolayı onları böyle bir tenkitte konu edinmeye ihtiyaç duyulmamış olabilir. O sebeple bu meseleyi, yani İsmet Özel’in ciddiye alınması meselesini, doğrusu yadırgıyorum. Hem İbrahim Bey de buna temas etti. İsmet Özel’in birtakım yorumunun hususiyetlerinden, faziletlerinden bahsetti. Hem de onu konu, örnek almamı, onu incelememi tenkit etti. Bu da kendi içinde bir çelişkidir. Yani bildiğim kadarıyla İbrahim Bey talebelerine hatta yüksek lisans yaptırmayı düşündüğü talebelerine onu tavsiye ediyor. Ben de tavsiye ediyorum, okutuyorum. Yani Hadis ve Sünnette Çağdaş Yorumlar dersinde, bir dersi ya da bazen iki dersi İsmet Özel’in hadis yorumlarına ayırıyorum, buna ihtiyaç duyuyorum. Çünkü modern hadis yorumu dediğimiz şey çok fazla örneği olan bir çalışma alanı değil. Bunun çok fazla örneği yok. Klasik hadis şerhlerine baktığımız zaman bunlarda klasik metot takip ediliyor. Modern birtakım böyle çalışmaları da göz ardı edersek, ‘sahamız dışı, alan dışı, İlâhiyatçı değil’ diye yani ne üzerine konuşacağız? Hiçbir alan üzerine Üçüncü Oturum 259 konuşamayız. Farklı alanlardaki insanların bizim alanımıza da yeni katkılar sunacağını düşünüyorum. Burada daha iyi anlaşılması için şunu da ifade etmek isterim. Akılcı bir ben anlayışını da tamamen dışarıda bırakalım değil. Batı akılcı bir benden hareket ederek onu geliştirdi. Gazâlî ise, hepimizin bildiği ElMunkız’da, Dekart’tan belki 400 sene kadar evvel, insanın kendi benine dönerek ahlâkî beni geliştirdi. O ahlâkî benden hareket ederek, insanın ahlâkîliğinden, ahlâkı önceleyen bir yapısı olması gerektiğinden hareketle, sufilerimiz ve onu destekleyen onunla birlikteki akımlar, insanı psikolojik olarak tanımayı ve ahlâkî açıdan insanı erdemli kılmanın yollarını araştırdılar. Biz onu sağladık, onu temin ettik, bunu söyleyebiliriz. Bununla ilgili modern dönemlere kadar iyi bir toplum kurmuş olmamız, iyi insanlar, faziletli insanlar yetiştirmiş olmamız bunun bir örneğidir. Ancak Batı da akıldan hareket ederek, aklı tenkit ederek bilimi geliştirdi. İşte bu ikisini mezcetmek lazım, insanı parçalamamak lazım. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de müşrikleri anlatırken onların sıfatı olarak, onlar Allah’ın bağlanmasını emrettiği şeyleri, vasledilmesini emrettiği şeyleri -vasletme kelimesini kullanacağım, yanımda Bünyamin Bey olduğu için yani korkuyorum da bir yandan başka kelime arıyorum-bağlanmasını müşriklerin bir hususiyeti olarak yani Allah Teâlâ bağlanmayı emrediyor. Bazı şeyleri bir bütün olarak görmeyi emrediyor. Bizim de insanı bir bütün olarak değerlendirmemiz lazım. Zayıf olan yönlerimizi, kuvvetli olan yönlerimizi dikkate alarak bunları bir bütün olarak, insanı bir bütün olarak değerlendirip, yine insandan hareketle, yine belki insan beyninden hareketle hem erdemli hem ilim ve irfanla aydınlanmış bir insan modelini aramalıyız. Hem hadislerin yorumunda hem de hadisleri yorumlarken bu modele nasıl bir katkıda bulunabiliriz, düşünmeliyiz. Bunların tetkikini de önemli gördüğümü ifade etmek isterim. Yine saygılarımı sunarım. Prof. Dr. Cemal SOFUOĞLU: Sevgili Dinleyiciler, Değerli Meslektaşlarımız, Aslında ben de üç-beş dakika konuşmak istiyor idim. Bu konularda benim de mutlaka söyleyeceklerim var idi. Ama şimdi arkadaşlarıma otuz saniye verirken kendime beş dakika ayırmam olmaz. Adalete uymaz, sığmaz. Onun için şu cümleyle bitirmek istiyorum: Ülkemizin ve İslâm dünyasının birçok problemi vardır. Bu problemlerin yüzde doksanının temelinde din vardır. Dinin anlaşılması, yorumlanması, anlaşılmaması, iyi yorumlanmaması gibi problemler vardır. Bu da millet olarak bu konularda çok daha derinliğine, çok daha ciddi ilim adamları yetiştirmemiz gerektiğini ve bunun beş vakit namaz gibi bir farz olduğunu hepimizin tek tek bilmesi, anlaması ve yüreğine yerleştirmesiyle olur. Bu toplantıların, bu bilgi şölenlerinin ya da bilgi bayramlarının buna bir vesile olmasını ben Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyorum. Hepinize sağlık, afiyet, bilgi dolu günler niyaz ediyorum. Teşekkür ediyorum. DEĞERLENDİRME OTURUMU DEĞERLENDİRME OTURUMU Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Saygıdeğer Misafirler, Hocalarımız bilimsel birikimlerini, tecrübelerini, duygu ve düşüncelerini ifade ederler. Bunlar arasında farklı düşünenler de olabilir. Ama önemli olan, farklılıkları zenginlik olarak kabul edip buradan bir sonuca ulaşmaktır, dün Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı’nın ifade buyurduğu üzere, hâsılat elde edebilmektir. Bu oturumda hâsılatı bir gözden geçireceğiz, onun bir değerlendirmesini yapacağız inşallah. Tüm sempozyum açısından ve benzer konularda yapılan çalışmalar açısından da bir değerlendirme olacak bu. O sebeple değerlendirme oturumumuzun diğer oturumlar kadar hareketli, düşünce açısından verimli olacağına inancım var. Ben ilk sözü programdaki sıraya uygun bir tarzda İsmail Lütfi Çakan Bey’e vermeyi arzu ediyorum. Onar dakikalık bir süremiz olacak. Ama benim gibi on dakikalık hakkından feragat ederek bir başka hocamıza onu tanıma imkânı diğer hocalarımız açısından olabilir. Ben mikrofonu hocama bırakıyorum. Buyurun. Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Sayın Başkan, Muhterem Hocalarım, Meslektaşlarım ve Geleceğin İlâhiyatlıları Hanımefendiler, Beyefendiler, Bizler iki gündür burada kendimizi konuştuk. Kendi çerçevemizde, kendi alanımız çerçevesinde belki ülkemizin, belki ümmet-i Muhammed’in sorunlarından hadis ve sünnet alanına ağırlık vermek suretiyle damardan, özünden bazı meseleleri irdelemeye çalıştık. Toplantılara herhalde kaideten farklı şeyler duymak, yeni bir şeyler öğrenmek için gelmek asıl amaç olmalıdır. Herkes kendi bildiğini duymak için eğer böyle toplantılara giderse, çok fazla bir birikim oluşmaz. Bu bakımdan iki gündür değişik arkadaşlarımızın ilim ürünü diyebileceğimiz çalışmaları, konuşmaları esnasında dile getirdikleri kimi görüşleri gerçekten büyük bir olgunlukla yararlandığını söyleyerek aramızdan ayrılan Hatiboğlu hocamız -o tevazu gösterdi diyeyim- ama bizler şahsen ben kendi adıma çok yararlandığımı, katılıp katılmama ayrı mesele, fakat bu meseleler konuşulurken üzerinde durulması gerekli birçok noktanın mevcudiyetini duymuş olmanın memnuniyeti içerisinde olduğumu ifade etmek istiyorum. Bu türlü hizmetlere, böylesi toplantılara aracılık etme, vasıta olma, vesile olma da ayrıca bir özen, dikkat ve fedakârlık istediği ortadadır. Bu açıdan iki gündür misafiri olduğumuz Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi yönetimine, öğretim kadrosuna, kendilerine destek veren kuruluşlara ve bu faaliyete huzurla- 264 Değerlendirme Oturumu rıyla asıl desteği veren siz dinleyenlere de şükranlarımı şahsen arz etmek, takdim etmek benim için bir görevdir diye düşünüyor, bunu kabul etmenizi istirham ediyorum. Ben şahsen bu toplantıya şu düşüncelerle katıldım. Bir: Kurumlar arası yardımlaşma. Aynı işi yapan kurumlarımızın birinde bir faaliyet planlanmışsa, diğerleri bu faaliyete ellerinden geldiği biçimde katkıda bulunmalılar. Buradaki neşe, buradaki birikim, bu katılımlar olmasa herhalde gerçekleşmezdi. Onun için bizim kurumlarımız arasında sıcak bir ilişkinin sürdürülebilmesi için birbirimizin davetlerine imkân nispetinde katılmanın gereğine inandığım için kurumlarımızı önemsediğim için İlâhiyat Fakültelerini önemsediğim için ilâhiyatlıları önemsediğim için -isterseniz siz buna kendimi önemsediğim için dediğimi de ilâve edebilirsiniz- katıldım. Başkaları ne düşünürse düşünsün hangi gözle bakarsa baksın şahsî inancım budur. Bu ülkeye, bu millete, bu ümmete birinci dereceden gerekli olan grup ilâhiyatlılardır. Bizim üç müessesemiz var ülkemizde. Ben bunu üç kelimeyle ifade ediyorum: Din hizmeti veren müessesemiz Diyanet, din öğretimi veren müessesemiz Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, orta ve lise seviyesinde diyeyim. Din araştırmalarını gerçekleştiren kurumlarımız da İlâhiyat Fakültelerimiz. Hizmet, eğitim, araştırma. Bu üç kelimeyle ifade ettiğimiz veya edebileceğimizi düşündüğüm ilâhiyatlılık, dindarlık faaliyetlerinin tamamı bu üç kurum veya bu üç müessese aracılığıyla, marifetiyle eski ifadeyle, yürütülmektedir bu ülkede. O halde bu kurumların her bir biriminin hem kendi arasında hem de bunların her biri üçü birden bu ülkede dinî hayattan, dinî bilinçten, dinî bilgiden sorumluluk hissederek büyük bir dayanışma içerisinde hem din hizmetini, hem din eğitimini, hem din araştırmalarını belli bir oranda omuzlayarak, karşılıklı destek vererek götürmek gibi bir sorumlulukları vardır. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi açısından fakültelerimizde elbette din araştırmalarıyla ilgili problemler konuşulacak. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapacağı bir toplantıda din hizmetlerinin, pratik hizmetlerin sorunları daha çok öne çıkarılarak değerlendirilecek, konuşulacak, çareler aranacak. Gelecek yıllara bu davanın aktarılmasının hemen ilk adımını teşkil eden din öğretimi ve eğitimi problemleri de herhalde biraz daha Millî Eğitim kadrolarının oluşturacağı birtakım ortamlarda daha çok ağırlıklı olarak görüşülecek, konuşulacak, çare aranacaktır. Bizim derdimiz budur. Biz bunun sorumlusuyuz. Bu müesseseler bu üç fonksiyondan sorumludur. Hangi alanda günün ihtiyaçlarını temel prensiplerimiz çerçevesinde, çizgisinde, verimli ve sağlıklı bir şekilde götürebilmeyi başarabilirsek, bu alanda sorumluluğumuzu yerine getirmiş olacağız. O yüzden ben hem kurumlar arası, hem meslektaşlar arası hem de ülkemizdeki bu üç alana yönelik sorumluluğumuz açısından, bizim birbirimize ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyacı hissedip bizi değişik şekillerde bir araya getirme teşebbüslerini de takdirle karşılıyorum. Eğer böylesi bir faaliyete en küçük manada bir katkım söz konusu olacaksa, şahsen bundan da memnun oluyorum. Ne yapıp ne ettiğimizi, ne yapmamız gerektiğini oturup bizlerin konuşması lâzım. Değerlendirme Oturumu 265 Şair Sâib diye biri var, ben bunu çok söylüyorum, diyor ki: “Sâib, şiirin değerini iki şey düşürür: Biri şiirden anlamayanların alkışı, ikincisi şiirden anlayanların sükûtu.” Biz bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz. Bunu belki ortaya da koyuyoruz. Ama gerçekten bu işi anlayanlar sükût mu ediyor bizim yaptıklarımız karşısında, anlamayanlar alkışlıyorsa o önemli değil, anlayanların tavrı ne? Sükût mu ediyorlar, aferin mi diyorlar, takdir mi ifade ediyorlar yoksa birtakım temennileri, ümitleri mi var bu alanlarda? Bunu bilmemiz, duymamız, dostça, samimiyetle, sıcak bir anlayış içerisinde. Kıyamet kopmadı, kopmaz. Öyle fazla daralarak da değil, fazla ümitlenerek de değil, ama dostça, samimiyetle, yapıcı bir yaklaşımla karşılıklı oturur, konuşur ve birbirimizi dinlersek ben öyle ümit ediyorum ki, bugün işte iki gündür problem olarak dile getirilen birçok sıkıntımızın hal yoluna girdiğini göreceğiz inşallah. Nesiller arası ilgiyi Hatiboğlu hocamız açılış konuşmasında çok güzel bir şekilde özetlediler. Bizde bir kopukluk var. Nesiller arası ilişki, meslektaşlar arası ilişki, kurumlar arası ilişki… Bu dağınıklığı, çalışmalar, düşünceler, idealler, duygular arası birtakım soğukluklar takip ediyor. Bizde herkes kendi başına bir şeyler yaparak teselli bulmaya çalışan bir toplumu, bir hayatı paylaşıyor gibi gözüküyoruz. Bu vahşeti, bu yalnızlığı gidermek için şu toplulukları böyle karşıdan seyretmek, hep birlikte samimiyetle oturup birbirimizi dinlemek, benim en çok mesela çok samimi olarak söylüyorum, en çok arzu ettiğim şeylerden birisi nedense biz birbirimizi de mecbur kalmadıkça oturup uzun süre dinlemiyoruz. Bizim fakültemizde de öyle. Bakıyorum hocalarımızın herbiri bir şeyle meşgul. Bir yerde birimizin konferansı oluyor, gelen hoca ya bir kişidir, ya iki kişidir, ya üç kişidir. E, ben de gitmiyorum ötekilerin faaliyetlerine, onları dinlemeye. Yani biz birbirimizi dinlemeyi kaybettik, yitirdik. İşte bu toplantıların bana göre temelde en büyük faydası 15’er dakika da olsa, 25’er dakikayla da olsa birbirimizi dinleme fırsatı buluyoruz. Ben bu açıdan kendimi bugün iki gündür şanslı kabul ettiğimi ifade ediyorum. İnşallah sizler de bu alanda farklı bir duyguda değilsinizdir. Herhalde 10 dakika doldu diye düşünüyorum. Kaynaklarla ilişkilerimiz noktasında da çok problemlerimizin olduğu ortaya çıktı. Deminki ilişkiler ağına bir de bizim temel kaynaklarımızla olan ilişkilerimizi ifade edersek, hayatla da kavgamız var. Müslüman’ın, Müslümanların biraz da İslâm’ı dert eden yüreklerin, beyinlerin bu ortamlarda huzurlu olabileceğini düşünemediğimi de ifade etmek istiyorum. Dertsiz bir Müslüman yüreğini, beynini bugün yaşadığımız gerçeklikler karşısında anlamak imkânına sahip değilim ben şahsen. Ama bu dertlere ne kadar çare bulmak için çırpınıyoruz, gayret ediyoruz, onu da işte böyle konuşa konuşa, birbirimize destek ola ola inşallah bir yere getiririz diye, geleceğe de biraz ümitli bakmak istiyorum. Yaşlanınca arkaya dönüp bakarken yeni gelenlerin yüzünde yeni ümit ışıkları görmeyi arzu ediyorsunuz. Ben Hatiboğlu hocanın bu son cümlelerini çok iyi anladım. Hadi bağışlarsanız ben de sizlerin yüzünüzde gelecek günlerin inşallah samimi, ihlâslı, gayretli efen- Değerlendirme Oturumu 266 dim güzel çalışmaların, güzel gelişmelerin ışıklarını görmek istiyorum diye sözlerimi bitireyim. Hürmetler, saygılar sunuyorum. Selâmün aleyküm. Prof. Dr. Hayri KIRBAŞOĞLU Bismillâhirrahmânirrahîm. Sayın Başkan, Değerli Hocalar, Değerli Meslektaşlarım, Değerli Misafirler, Hanımefendiler, Beyefendiler; Ben biraz önce konuşan sayın hocam gibi kesinlikle konuşamayacağım, konuşmam da mümkün değil. Bazı cümleleri sarf etmeyecektim. Söylemem gerektiği konusunda tekrar kararımı değiştirdim. Ben Müslümanların alana inmekten korktukları kanaatindeyim. Meydana inmekten korktukları kanaatindeyim. Vaaz ederek, -meli/-malı’lı ifadeler kullanarak, temennilerle meselelerin çözüleceğini zannederek kendilerini aldattıkları kanaatindeyim. Bizi aldatanların başında da biz ilâhiyatçılar geliyoruz. Kesinlikle İslâm dünyası bu üslûpla, bu bakış açısıyla, bu zihniyetle hiçbir yere gidemez. Irak da işgal edilir, Afganistan da edilir. Milyonlarca insan katledilir. Biz de burada tuzu kurular olarak sadece konuşuruz. Irak’ın, Afganistan’ın, Lübnan’ın adı dahi anılmadı şurada. Şurada katledilen insanların adı dahi geçmedi. Bir Müslüman entelektüel bir ilâhiyatçıdan beklenen Humeynî’nin dediği gibi hayız-nifas ulemalığı yapmak değil, dış dünyayı değiştirmektir. Sünnet demek değişim modelidir. Dış dünyayı değiştirmeyen hiçbir bilginin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Biz tarihin nesnesi olduğumuz sürece tarihi değiştirmek değil, tarihin önünde sürüklendiğimiz sürece bütün bu bilgiler vebal olacaktır. Bu kafayla gittiğimiz takdirde bir yere varamayacağımız kanaatindeyim. Hasan Hanefî’nin çok meşhur bir Arap şairinden sık sık zikrettiği bir beyit var, tekrar söylüyorum bu kafanın değişmesi lâzım: ‘ اﺣﺘﻤﻰ أﺑﻮك ﺑﺎﻟﻨﺼﻮص ﻓﺪﺧﻞ اﻟﻠﺼﻮصBaban naslara sığındı ve hırsızlar eve girdi’ İslâm dünyası sadece –bunu bir başka toplantıda daha söyledim- âyet okuyarak sadece, dinî metinler okuyarak, metinler analizi yaparak, ama dışarıda akan hayatı bir tarafa bırakarak hayatın gerçeklerine, acılarına ilişkin tek kelime söylemeden hiçbir yere varamaz. Burada sadece Irak, Afganistan değil, hadis-sünnet deniliyor. Diyanet camiası dökülüyor, İmam-Hatipler kurutulmuş, kökü kazınıyor. Tek bir kelime çıkmadı bu kurumların ne olacağına dair. İlâhiyat Fakültelerinin zaten yarısı 28 Şubat sürecinde savrulmuş gitmiş, ilâhiyatçılık dışında her mesleği yapar hale gelmiş, ne bekleniyor bu toplumda. Bu toplum ciddi bir biçimde kendisine çeki-düzen vermedikçe tuzu kurular gibi burada birtakım vaazlar verip, efendim, kendimizi aldatmaktan vazgeçip alana inmedikçe, İslâm yolunda, İslâm’ın mesajını, sünnetin mesajını ulaştırmakta risk almadıkça, bir karakolda gözetime girmedikçe, mahkemeye düşmedikçe, hapse düşmedikçe, hatta malını ve canını riske atmadan sünnetin lâfını yapmak sadece boş bir Değerlendirme Oturumu 267 lâftan ibarettir: ٍ ِ ُ ُ وَﻟﻨﺒ ِ ْ ﺑﺸﻲء ِﻣﻦ ِ ﻤﺮـﻔﺲ واﻟﺜ ِ ٍ ْ َاﳉﻮع وﻧ ِ ات َ ـﻘﺺ َ ِ ُْ اﳋﻮف َو َْ َ ْ َ ـﻠﻮﻧﻜﻢ ْ َ َْ َ َ َ َ ِ ُ ْﻣﻦ اْﻷ َْﻣ َﻮال َواْﻷَﻧ Sünnetin birinci kaynağı Kur’ân ise, alın size sünnet. Nerede bunu uygulayan ulema? Onun için bence lâf-ı güzaf. Bunu bir tarafa bırakıyorum, bu parantezi kapatıyorum. Şimdi sonunda tekrar bu noktaya bir daha geleceğim ama benim görevim, burası bilimsel bir sempozyum olduğuna göre, tebliğlerle ilgili bir iki şey söylemek. Satır aralarında yine şunları bakın dikkatlerinize sunuyorum. Bir: Bir kere artık -meli/-malı değil, ben şunu yaptım, biz şunu yaptık, bunu anlatmalı. 30 senedir ben ilâhiyat camiasını dinliyorum. Ben lise fen kolundan gelen bir adamım, İslâm öğrenmek için ilâhiyat fakültelerine geldim. 78 yılında mezun oldum, 80 diyelim. Şu 30 senedir bu işin içindeyim, -meli/-malı’ların dışında, ben şunu yaptım diye bir şey görmedim ben ilâhiyat camiasında. Sürekli İslâm’ı rejime göre ayarlamak dışında ciddi bir kahramanlık gösterdiğini görmedim. Bugün eğer İslâm’ın başına birtakım şeyler geliyorsa, bunda birtakım ilâhiyatçılar rol oynuyorsa bundandır. Bu insanlara hesap sormadan, eleştirel düşünce bu memlekette muhalefet yurdunu, direniş yurdunu yaymadan bir yere varılamaz. Bu sadece ve sadece statükonun payandalanmasına yarar. Şimdi burada risk kelimesi çok önemli. Meselâ Hz. Peygamber’in hayatından, sünnetinden dem vuruluyor. Hz. Peygamber’in Mekke döneminde yaptığı çalışmalar, çektiği sıkıntılara ilişkin bugün 21. yüzyılda bunun karşılığı nedir? Tek kelime söylendiğini görmedik. Hep o Hz. Peygamber’in çektiği sıkıntılar, sırtlarına işkembe atılması, ölüm tehlikesi, bunlara da “el-ulemâ verasetü’l-enbiyâ” olarak Peygamber’in sünnetine tâbi olmanın, aynı zamanda peygamberlerin çektiği çilelere de varis olmak anlamına geldiğini bir tek insan söylemedi burada. Sünnete eğer sadık olmak istiyorsanız, Peygamber’in çektiği sıkıntıları da çekmeye hazır olacaksınız. Bunları çekmeyi göze almadan burada Peygamber sünnetinin sohbetini, muhabbetini yapmak bizi hiçbir yere götürmeyecektir. Burada mesela efendim muâhâttan bahsedildi. Peki, muâhâtı İslâm dünyası acaba yaşanan dünyada ne kadar uyguluyor? Bir hafta önce ben Şam’daydım. İki milyon mülteci Iraklı var. Suriye halkı ‘aman nerden geldi bu Iraklılar?’ diyor. Ne muâhâtı? Müslümanlar kendi menfaatinden başka ne düşünüyor? Çünkü Iraklılar gelince Şam’da kiralar fırlamış, birçok fiyatlar fırlamış, şikâyetçi! Nerede muâhât? Gerçekçi olalım arkadaşlar. İslâm’ın ismi var İslâm dünyasında. Eğer İslâm’ın cismi, özü, ruhu olsaydı İslâm dünyasında, zaten bu halde olunmazdı. Dolayısıyla biz bunları tartışmalıyız. Yine Hz. Peygamber’in sünnetiyle bugüne getirmemiz lâzım. Aradaki zaman, mekân, kültür farklarının nasıl aşılacağına dair hiçbir formül burada getirilmiyor. Sürekli, dediğim gibi, tarihe gittik burada. Sürekli tarih anlatıyoruz, Peygamber’i anlatıyoruz, Kutlu Doğum Haftaları, buramıza kadar geldi. Kutlu Doğum Haftalarında anlatılanlarda, vaazlarda hiçbir şey yok. Tamamen uyuşturma faaliyetidir bunlar. 21. Yüzyılda 268 Değerlendirme Oturumu Peygamber, sevgi, kardeşlik mesajını vereceksen git Bush’a ver, git Blair’e ver, git Sharon’a ver. Ama biz burada biliyoruz ki, camilerde sürekli terör vaazları okunuyor. Sanki bütün Müslümanlar terörist gibi. Yani Diyanet İşlerimizin yaptığı bu. Şimdi bu akıl kârı bir iş midir? Sevgi, kardeşlik, barış mesajı zulmü uygulayan, katliamı yapan küresel emperyalizm odaklarına verilmesi gereken mesajdır. Bu çerçevede iyice Müslümanları uyuşturmak için Mevlânâ’yı da alet ediyorlar şimdi, Mevlânâ zaten Türkiye’de İslâm’dan, şeriattan, Kur’ân’dan koparılmak isteniyor, bir hümanizm dini inşa etmek için. Şimdi bunu Birleşmiş Milletler eliyle yapmaya kalkıyorlar. Birleşmiş Milletler, Irak’ın işgalinde neredeydi, Afganistan’da neredeydi, Lübnan’da neredeydi, İsrail’de, Filistin’de neredeydi bu Birleşmiş Milletler? Hangi yüzle Mevlânâ’dan bahsediyor? Bütün bunlar oyun ve biz ilâhiyatçı kesimi de, din adamı, diyaneti de, din eğitimi de hatta bizi yönetenler de bu oyunun bir parçası. Bunlara karşı sesimizi yükseltmedikçe Allah Rasûlünün mirasına sadakatten biz bahsedemeyiz. Şimdi hocalarımız diyor ki, işte şöyle şöyle yapılmalı, böyle yapılmalı, araştırmalar, derin araştırmalar yapılmalı. Ya niye yapılmıyor? Şimdi hocam yanımda. Bakın, hadis kitaplarında ele alınmayacak bir sürü problemli rivâyetler var. Bu problemleri inceleyip araştırmak yerine hemen şerh edip geçiyoruz. Ben her yerde verdim örneği, hocam da burada. Konuşma hakkı doğmasın diye ben söylemeyeceğim ama onların da yaptığı kitaplar dâhil, bir hadis kitabının adı geçiyor diye sanki Peygamber sözü gibi. Yani insan bir araştırır bunu. Diğer rivâyetlerin tariklerini bir inceler de şerh etmeye ondan sonra geçer. E, biz önce kendimiz yapalım; ‘Niye yapmıyoruz’ sorusunu başkasına sormak yerine. Önemli bir nokta da, hâlâ burada bakın ilâhiyat fakülteleriyiz, hadissünnet konusunda bu kadar makale, kitap yayınlanıyor, tezler yapılıyor. Yani bunlar burada tartışılacak şeyler değil. Hâlâ Ehl-i hadisin hadissünnet anlayışına sıkışmış, hâlâ onun peşinden koşturuyoruz. Gelenek diyoruz mesela, gelenek nedir? Bir mezhepçilik. Kendimizi aldatıyoruz. Gelenek dediğin bütün İslâm geleneği. Ehl-i sünnet, bakın Ehl-i sünnet de homojen değil. Hanefîler, Şâfiîler, Mâlikîler, Hanbelîler, Ehl-i hadis, Selefiyye, Mâtürîdiyye, Eş’ariyye, tasavvuf ehli. Bunun dışında Şîa, İbâdîler, Zeydîler, Sünnîlik. Hepsi bizim. Ama ne diyor bir arkadaş: ‘Mu’tezile şöyle diyor, bizim ulemamız böyle diyor?’ diyor. Peki, Mu’tezile uleması bizim ulemamız değil mi? Zeydî uleması bizim ulemamız değil mi? İlk defa sünnet ve hadisi, Kur’ân’ı, vahdeti, tevhidi savunan Mu’tezilî imamlar değil mi? Bu insanlar bizim imamımız değil mi? Bir ilâhiyat hocası ‘bizim’ diye böyle bir ayrımcılık yapar mı? Böyle mezhepçilik yapar mı? Hâlâ bu üslûpla konuşuyoruz. İsim vermiyorum cevap hakkı doğmasın diye. Bunlara artık dikkat etmemiz lâzım arkadaşlar. Gelenekse, tamamı. Hele ilim adamının zaten bütün mezhepler inceleme alanıdır. Bütün mezheplerden yararlanır. İlim adamının doğru dürüst mezhebi de zaten olmaz, hakikatin peşinde koşar. Sosyolojik olarak bana sorarsan, ben HanefîMâtürîdîyim ama ilim adamı olarak hakikati başka yerde gördüğüm za- Değerlendirme Oturumu 269 man onu tutup kaldırabilmeliyim. Mu’tezile de söylese, böyle dedi diye, tu-kaka dememeliyim. İslâm dünyası artık bu mezhepçilik belâsından kurtulmalı. Bakın Irak! Bu belâyı, bu mikrobu tekrar canlandırarak, ŞiîSünnî çatışmasını tekrar fişekleyerek, İslâm dünyasının işini bitirmek istemektedir. Biz de farkında olmadan bu güçlerin ekmeğine burada yağ sürüyoruz. Ben burada bu insanların geleneği bir bütün olarak, bütün mezhepleri bir bütün olarak, eşit düzeyde meşru ve her birinin hakikati temsil etme hakkının olduğunu ifade etmelerini beklerim. İslâm dünyasının bu kadar birliğe, kardeşliğe, dayanışmaya ihtiyacı olduğu bir dönemde, böyle bir üslûp ne kadar sağlıklı bir üslûptur? ‘Hz. Peygamber’in devrimciliği’ lâfı bile rahatsızlık getirdi. Hz. Peygamber’in devrimciliği toptan bir devrimcilik değildi. Toptan tabi ki değil. Ama Hz. Peygamber’in -tabir hoş olmayabilir ama- yaptığı devrimcilik, eğer bir devrimcilikten söz edilirse, her türlü kötülüğü değiştirmeye yönelik kapsamlı bir devrim hareketidir. E, nitekim bugün de Hz. Peygamber kitlelere ilham kaynağı olmaktadır ve batının küresel kapitalizmi, küresel hegamonyaya karşı en güçlü direniş odağı bütün bu zayıflığına rağmen İslâm’dır ve bunu veren Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber 14 asır öncesinden bile Müslümanları silkeleyerek ayakta durmalarını sağlamaya çalışıyor. Ama biz Hz. Peygamber’in bize vermek istediği mesajları görmek yerine, İslâm’ı statükoları payandalayan bir şey olarak görüyoruz. İşte gördük, Nasrallah Lübnan’da kahramanlar gibi savaşınca, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın sözüm ona Diyanetleri, Ezher’i bu insanları affedersin- tekfir etmedikleri kaldı. Aleyhinde her türlü fetvayı vermek için sıraya geçtiler. Çünkü İslâm dünyasında resmî din kurumları sadece statükoyu payandalar. Aynı Ezher’in başörtüsü zulmünde Fransa’nın lehine nasıl karar verdiğini gördük. Onun için bizim artık sivilliğe, özgürlüğe, kendi İslâm’ımızı savunmaya ihtiyacımız var. Biz artık birilerinin bize İslâm’ı dayatmasına karşı çıkmalıyız. Bu dayatanlar ilâhiyatçılar da olabilir, Diyanet de olabilir, başkası da olabilir. Elhamdülillah okuyoruz, yazıyoruz, düşünüyoruz. Ama gözle görülen bir şey var: İslâm dünyası bu vaziyette daha fazla gidemez. O yüzden hatırlarsanız ben “Bu Müslümanlıkla Buraya Kadar” diye bir yazı da yazdım İslâmiyât’ın bülteninde. Bu Müslümanlıkla İslâm dünyası daha fazla gidemez. Bu Müslümanlığa tekrar çeki-düzen vermek lâzım. Burada tabi ki devrim yoksa da direniş kelimesinin merkezde olduğu bir Müslümanlığa, bir sünnet anlayışına, bir Peygamber’in direniş konusunda örnekliğine ihtiyacımız var. Bir Allah’ın kulu bunu dile getirdi mi? Benim bugün direnmeye ihtiyacım var. Bugün ben katlediliyorum, yok ediliyorum, talan ediliyorum. Kadınlarımın ırzına geçiliyor, çocuklarım öldürülüyor, siviller öldürülüyor. Hem de insanlıktan çıkmış, tek dişi kalmış değil! Canavarın yeni dişleri çıktı. Akif yanlış söylemiş. Yeni dişleri çıktı canavarın, daha fazla dişleri çıktı ve buna karşı ben tehdit altındayım. Bunları biz burada konuşmayacağız da ne zaman konuşacağız? Tekrar bu tehdit Türkiye’ye geldiğinde, Türkiye düşman postalları altında inlediğinde, tekrar bir Çanakkale veya İstiklâl Savaşı yaşadığında 270 Değerlendirme Oturumu mı tartışacağız bunları? Dibimizde oluyor bütün bu olaylar. Bunlar hiç olmuyormuş gibi, olmuyormuşçasına konuşmak, bence vicdanının en azından buna el vermemesi lâzım. Hadis-sünnet deyince hiç olmazsa şu Hanefî usûl-i fıkıhçıları hadiste ne diyor? Bunların usûlü ne? Şâfiî’ninki ne, Mâlikî’nin ne, Mu’tezile’nin ne? Ya ben şurada meydan okuyorum ilâhiyatçılara: “Ebu’l-Hüseyin Basrî’nin el-Mu’temed’inin Ahbâr bölümünü baştan aşağı ben okudum, anladım” diyen bir ilâhiyatçı varsa, ben elini değil ayağını öpeceğim. Bakın meydan okuyorum. Ebu’l-Hüseyin el-Basrî Mu’tezilî’nin el-Mu’temed adlı usûl-i fıkıh kitabının Ahbâr’la ilgili bölümünü baştan aşağıya -tamamını demiyorum- ‘ben okudum, tamamını anladım’ desin, ben onun önünde talebe olacağım, ayağını öpeceğim. Burada herkes şahit. Bunları biz nasıl görmezlikten geliyoruz? Ben bunları anlamıyorum. Talat hocanın hadis usûlü seviyesindeki bilgilerle burada biz bir yere gidemeyiz. Evet, sözü çok fazla uzatmak istemiyorum, toparlayacağım. Çünkü söylenecek çok şey var. Hılfu’l-fudûl, bir iki güzel kelime geçti, burada sünnetin kaynağı Kur’ân dedi, güzel. Hılfu’l-fudûl, peki nerede Hılfu’lfudûl örneği? Türkiye’de Hılfu’l-fudûl’a bir örnek deneme çalışma var, bilen var mı? Doğu Konferansı. Ne kadar ilgi duyuyor bu toplum bu harekete? Müslüman-Hıristiyan, sağcı-solcu, Şiî-Sünnî herkesi kuşatan bir hareket. İslâm dünyasına gittiğimizde de orada -ben de içindeyim- Müslümanlarla da görüşüyoruz, İhvân-ı müslimînle de görüşüyoruz, Nasrallah’la da görüşüyoruz. Beyrut’taki Hıristiyanlarla, Mısır’daki Kıptîlerle de, Ermenilerle de. İslâm medeniyetini, İslâm dünyasını seven, bu medeniyetin geleceğini önemseyen herkesle. Müslüman’la, Hıristiyan’la, Şiî’yle de, Sünnî’yle de, Ateist’le de. Ne olursa olsun, hangi ideolojiye sahip olursa olsun. Onlarla oturuyoruz, konuşuyoruz. Uluslararası sempozyum yaptık 2005’in sonunda. Şimdi yakında yapılacak. İslâm dünyasında harıl harıl toplantılar yapılıyor ve İslâm dünyasında yapılan bütün toplantıların değişmez gündemi şudur: Batı, İslâm dünyası ve Türkiye. Türkiye’nin yıldızı inanılmaz bir biçimde parlamış. Türkiye diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Türkiye’de İslâmî gelişmenin olumsuz yönünü dahi görmüyorlar, bir romantizm var. Buna karşı ilâhiyat camiası ne yapıyor? Doğu Konferansı hareketi içinde bir tane ilâhiyatçı var mı benden başka? Yok. Onu bırakın, İslâm dünyasıyla ilişkileri götürecek, Arapça yazıp çizip konuşabilecek eleman bulamıyoruz biz. Varsa bana hemen haber verin. Evet, bitiriyorum hocam. Hay hay. Biliyorum çok uzattım. Dolayısıyla ‘10-15 defa basılan kitaplardaki hatalar nasıl kalıyor?’ diyor Bünyamin. Eleştirel zihniyet olmazsa tabi ki kalır. Eleştirel düşünce yaygınlaşmazsa bu toplumda, kalır. Bazı hocalarımız diyor ki: ‘Metinde yanlış varsa ben ne yapayım?’ Metni de düzelteceksin. Ben İbn Kuteybe’nin Hadis Müdafaası’nı çevirirken baktım ki Araplar üç nüshadan yararlanmış. Gittim, öğrendim, Süleymaniye’de üç yazması var, el yazmasını da kullandım. Şu anda benim yaptığım çeviri Arapça metinden daha sağlamdır. Çünkü o üç nüshayı Değerlendirme Oturumu 271 görmeyen Arapların gördüğü üç el yazmasına dayanarak Arapça metin de düzeltilmiştir. Çünkü hiçbir biçimde yanlışın yanlışlığını devam ettirmek ilim adamının mazereti olamaz. Bu bizim araştırmacılık, ilim adamlığı konusundaki performansımızın ne kadar düşük olduğunu gösteren ve bundan mahcubiyet duymamız gereken bir durumdur aslında. Peygamberimiz hatadan masumdur denir. Hatadan masum değildir Peygamberimiz, hata yapmıştır. Günahtan hatta daha doğrusu vahyi tebliğ etmekte hatadan masumdur. Kur’ân-ı Kerîm’in açık beyanları varken, nasıl olur da ‘Peygamber hatadan masum’ dersiniz ya. Hayır, bunlar yazılıp çiziliyor, tartışılıyor. O zaman demek ki, birtakım insanlar yazıyor, öbürleri kulaklarını kapatıyor. Hâlâ bunları bizim burada tartışıyor olmamız, bizim için utanılacak bir şey. Evet, sonuç itibariyle ben dogmatik kelimelerdeki sanki homojenmiş gibi genelleme yapılmalara falan girmek istemiyorum. Bunlar da ister istemez ilim adamını gayrete getiren şeyler. Şimdi bir arkadaş dedi ki: ‘Modern, çağdaş hadis yorumculuğunun fazla örneği yok.’ Hadi diyeceğim ki, bana karşı özel bir husumetin var, benim yazdığım kitabı zikretmek istemedin. Peki, Muhammed Kutub’un ‘Peygamber’den İktibaslar’ nerede duruyor. Kim diyor ‘yok’ diye. Evet, sonuç itibariyle sünnet bugün bizim için bir var oluş / yok oluş meselesidir. Bu noktaya getireceğiz. İslâm’ı, İslâm adına hareket ettiğini söyleyen siyasiler, din adamları, ilâhiyatçılar, cemaat liderleri, tarikat liderleri, ağabeyler, üstadlar, hocalar, kim olursa olsun bakın: İslâm kimsenin tekelinde değildir. Hatiboğlu hocanın dediği gibi; din adamı sınıfı yoktur. Herkes hesap verebilecektir, vermelidir. Herkese gerektiğinde hesap sormalıyız. Kölelik düzenine son verilmesi lâzım. Hz. Peygamber insanları özgürlüğe kavuşturmak için gelmiştir, köleleştirmek için değil ama bugün İslâm kitleleri batının ve batının uzantısı olan İslâm ülkelerindeki yönetimlerin çıkarlarını kalıcı hale getirmek amacıyla Marks’ın afyon dediği türde Şeriatî’nin dine karşı din dediği karşıt din haline getirilerek İslâm dünyasının yeryüzündeki her türlü fesada, “bozgunculuğa” ve fitneye direnmelerini, karşı çıkmalarını engellemek için işlevsel olarak kullanmaktadır. Bu gidişata karşı çıkmak bugün için sünnete uymak adına atılması gereken tek adımdır. Bu detay tartışmaların hiçbir önemi yoktur. Bunların bizi kurtarmaya herhangi bir faydası olmayacaktır. Olsa olsa, Moğollar için anlatılır, Moğollar istilâ ederken güneşte ısınmış suda caiz mi diye, sadece buna yarar. Bosna Hersek’te, Afganistan’da, Irak’ta olan bitenler... Bosnalılar başlarına bunun geleceğini düşünmüyorlardı. Iraklılar hiçbir zaman düşünmüyorlardı. Lübnan da düşünmüyordu. Türkiye’dekiler; fazla rahat etmeyin ey Müslümanlar! Bize bir şey olmaz diye düşünmeyin. Bugün onlara yarın bize! Dolayısıyla İslâm dünyasında olan biten her şeye karşı aktif olarak biz eylem düzeyinde adımlar atmalıyız. Sünnet bugün eğer bir anlam ifade ediyorsa, bu noktada yapılacak. Burada da yapılacak şey çok basit: Ümme- Değerlendirme Oturumu 272 tin birliği fikrini inşa etmek. Bugün en fazla ihtiyaç duyduğumuz budur. Ama maalesef ulus-devlet projeleri bugün Müslümanları paramparça ederek, her bir İslâm ülkesini diğerine düşman haline getirmek için plan projeler üretmektedir. Buna karşı bizim devletleri by-pass yaparak, yönetimleri by-pass yaparak, milletler olarak, nasıl ki sınır tanımayan doktorlar varsa, sınır tanımayan Müslüman entelektüeller olarak, İslâm dünyasında ِ َ ُ ِ ْ ْ إﳕﺎ ِ doğrudan ilişkileri tesis etmek ve karşılıklı kardeşlik içerisinde (ٌإﺧﻮة ُ َ ) َ ْ اﻟﻤﺆﻣﻨﻮن ِ ِ ِ) âyetinin sırrını tecelli ettirmek için sivil düzeyde kendi (اﺣﺪة ً َ ِ أﻣﺔً َوُ أﻣﺘﻜﻢ ْ ُ ُ ُ إن َﻫﺬﻩ çabalarımızı geliştirmek için adımlar atmalıyız. Bugün sivil toplum örgütlerine düşen, bu alanda ilâhiyat hocalarına rehberlik etmektir. DinDiyanete de bu alanda iş düşmektedir. Bunun dışında bu tartışmalar bu toplumun önünde değil, bizim kendi aramızda yapmamız gereken tartışmalardır. Şu temenni ile bitireyim: Ben olsaydım bu toplantıyı düzenleyen, şurada sunulan tebliğleri önce kendi aramızda bir atölye çalışması olarak tartışmayı, boşluklarını almayı, eksiklerini gidermeyi, ondan sonra bu toplumun huzuruna dört dörtlük, yüz ağartacak bir biçimde çıkmayı tercih ederdim. İnşallah bu tip toplantıların da yapıldığı günleri görmeyi hepimize Cenâb-ı Hak nasip eder. Esselâmü aleyküm. Prof. Dr. Nevzat ÂŞIK Sayın Başkan, Çok Değerli Dinleyiciler; Ben sözlerime Allah’a hamd ederek, Sevgili Peygamberimize salât ü selâm ederek ve de hepinizi sevgiyle ve saygıyla selâmlayarak başlamak istiyorum. Efendim, önce bu sempozyumu tertipleyen arkadaşlara teşekkür ediyorum. Tebliğ sunanlara, müzakerecilere ve siz değerli dinleyenlere teşekkür ediyorum, bu salonu doldurduğunuz için. Bu arada hemen şunu belirteyim ki, ben tabi benden önceki değerlendirme yapan hocalara teşekkür ediyorum. Hayri Bey’in konuşmasından sonra şimdi ben ne konuşacağım onu kendi kendime düşünüyorum. Şimdi Hayri Bey diyor ki; sen benden daha çok coşacaksın. O zaman ben de coşmaya çalışayım, müsaadenizle. Değerli Dinleyenler, Kur’ân-ı Kerîm’de biliyorsunuz şöyle bir âyet-i kerîme var: Cenâb-ı Hak meleklere demiş ki; “Ben bir halife yaratacağım.” Şimdi bu halife ne demek? Buradaki bulunan bütün arkadaşlar bunu biliyorlar. Halife; kendini, çevresini düzene koyan, ıslah eden kimse demek. İman eden kimse demek. Yani kendisini, ailesini, çevresini, tabiatı, hatta ve hatta buradaki halife kendisini idare ettiği gibi sınırların dışına giderek, İslâm’ın o tevhid inancından, İslâm’ın prensiplerinden, İslâm’ın mutluluğundan, dünya ve ahiret mutluluğundan bütün insanları haberdar etmek demektir. Halife bu demek. Hayri Bey temas etti. Herhalde biz ümmet olarak halife olamadık gibi geliyor bana. Ben buna da inanıyorum aslında. Tek olarak olamadığı- Değerlendirme Oturumu 273 mız gibi, biz ümmet olarak da olamadık, millet olarak da halife olamadık. Değerli Kardeşlerim, Değerli Dinleyenler, Halife olamadığımız için ki, Allah bizi insan olarak yaratmış, bizi muhatap edinmiş değil mi? ﺎس ُ َ ِْ َـﻬﺎ َﻳﺎ أَﻳ. Bir de muhatap yapmış kendisine ُ َـﻬﺎ اﻟﻨاﻹﻧﺴﺎن َﻳﺎأَﻳ bizi. Bütün bu muhatap olduktan sonra halife olmanın özelliklerine sahip olamamışız. Dolayısıyla bundan dolayı sorumlu olacağız. Yani Allah’a karşı çok sorumlu olacağız. Ben de şahsen bunun ezikliği içindeyim, bunu açık bir şekilde ifade etmem lâzım. Yalnız ben şunu söylemek istiyorum: Acaba biz Peygamber’e ne kadar yakınız? Şimdi ben bir iç eleştiri yapayım, otokritik yapayım. Kendi kendimize gelmek istiyorum. Acaba biz ne kadar ona yakınız? Peygamber Efendimizi ne kadar anlıyoruz? Mesela onun sünneti karşısındaki durumumuz ne? Kendi içimizde fert olarak ne, aile olarak ne, akrabalar olarak ne, toplum olarak ne, kurumlar olarak ne, aynı kurumda yaşayanlar olarak ne? Buna kısmî temas etmem gerekmekte diye düşünüyorum. Önce ben hocaların konuşmalarında notlar almıştım. Yani teker teker, kısa kısa bir değerlendirme yapayım dedim. Ama şimdi bu konuşma -dedi ya hani seni coştursun diye- beni bir yerde coşturacak, harekete geçirecek, öyle anlaşılıyor. Kendisine teşekkür ediyorum. Sevgili Kardeşlerim, Değerli Dinleyenlerim, Peygamberimizin bir hadisi var. Diyor ki: “Allah beni problem üretmek, problem çıkarmak için göndermedi. Problemli olarak göndermedi. Fakat Allah beni kolaylaştıran bir öğretmen olarak gönderdi.” Tebliğlerin birinde de vardı. Yani Hz. Peygamber problem üretmiyor, problemi çözüyor. Fertlerle ikili görüşerek problem çözüyor. Konumuz neydi bizim bugün? Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü’ydü. Hz. Peygamber sahabeyi dönüştürüyor. Yani o insanları dönüştürüyor. O insanlar kim biliyor musunuz? Geldiği zaman Sevgili Peygamberimize inanma ihtimali olan hiçbir kimse yoktu. Hatta Hz. Hatice’ye “Şimdi bana kim inanır?” sözünü söylediğine dikkat ederseniz, siz bunu anlarsınız. Yani bir çöle düşen bir damlayı düşünün. 50-60 derecede buharlaşmamak için elinden geleni yapıyor. İşte Peygamberimiz böyle bir topluma geliyor. Ama bu toplumu yani inanma ihtimali olmayan bu toplumu -putperest, müşrik, zalim ne derseniz deyin- bu toplumu nasıl oluyor da tevhid inancına dönüştürüyor? Yani kendi sünnetine dönüştürüyor. Kendisine benzer bir hale getiriyor. Bunun üzerinde durmamız lâzım. Onun içindir ki, ben buradan hareketle söyleyeyim: Peygamberimiz problem üretmiyor, problem çözüyor. Bunun için de Hz. Peygamber problem tespiti yapıyor. Ondan sonra ona çözüm getirmeye çalışıyor. Yani o toplumda nedir problem? Cehalet. Cehalet problemi var. Değerli dinleyenlerim, şimdi dikkat edin. Peygamberimiz cahillere sövmüyor. Efendim, Peygamberimiz cahilleri karşısına almıyor. Cahillere düşman olmuyor. Ama cehalet denen bu probleme düşman oluyor. Bu problemi nasıl çözecek, nasıl giderecek, nasıl bunun hakkından gelecek? Bunun metodunu Değerlendirme Oturumu 274 uyguluyor ve diyor ki: “Vereceğin sadakanın en faziletlisi bir Müslüman’ın ilim öğrenmesi sonra da onu başkasına öğretmesidir” diyor. Yani cehaletin köleliğinden insanları kurtarmaya çalışıyor. Bunlardan birisi, düşmanın köleliği; ikincisi, cehaletin köleliği. Siz hiçbir yerde görebilir misiniz, köle esir alıyor, bu esirlere diyor ki: “Her on kişiye kim okuma yazma öğretirse, ben onu serbest bırakacağım.” Hiçbir yerde bunu göremezsiniz. Hz. Peygamber, Hatiboğlu hocamız da bunu ilk oturumda ifade etti, cehaletin köleliğinden kurtarmaya çalışıyor insanları. Çünkü cehalet müthiş bir şeydir. Yani zulmün temelinde, dargınlığın temelinde, kinin temelinde, hasedin temelinde cehaletin yatmış olduğunu unutmayacağız. Buradaki cehaletten maksat okuma yazma bilmemek değil. Aynı zamanda onun da altını çizerek belirtelim. Buradaki cehalet nedir biliyor musunuz? Açın Lisânü’l-Arab’ı yazar; el-gadab, el-hıkd, el-hased. Yani öfke, kin, haset, kabalık. ِِ ِ ِ ْ وﻋﺒﺎد ِ َ ُ َ ََﻓﻼderken, وإذا ِ ِ ْ ﻋﻠﻰ اْﻷ Mesela Kur’ân-ı Kerîm’de اﳉﺎﻫﻠﲔ َ َ ﳝﺸﻮن َ ِ َ ًﻫﻮﻧﺎ َ ُ َْ اﻟﺬﻳﻦ َ َْ ﻣﻦ َ َُ َ َ ﺗﻜﻮﻧﻦ ْ َ َرض َ اﻟﺮﲪﻦ ِ ِ ِ ِ َ أﻋﺮض اﳉﺎﻫﻠﻮن َ ُ َْ ـﻬﻢ َ َْ ﻋﻦ ْ ِ ْ َ َوderken hep kaba insanlardan bahseder. Yani ُ ُ َ َﺧﺎﻃَﺒderken, اﳉﺎﻫﻠﲔ kaba insanlardan uzaklaş. Hakikaten de Peygamber zamanında cahiliye döneminden gelen bu insanların en ileri derecede, vahşet çizgisinde, kabalık çizgisinde olduğunu pekâlâ biz biliyoruz. Ama Peygamberimiz bunu gidermenin yollarını arıyor. Mesela şimdi bakınız bir iki misal vereyim size, arkadaşların daha iyi anlamaları için. Birisi gelmiş mescide hepiniz biliyorsunuz- iki rekat namaz kılmış. Ondan sonra ellerini açmış şöyle dua etmiş. “Allahım! Bana ve Muhammed’e rahmet et, başkasına etme” diyor Cenab-ı Hakk’a. Peygamberimiz dönüyor, “Allah’ın geniş olan rahmetini daraltır öyle deme” diyor. “Şöyle şöyle dua et” diyor. Sonra bu insan kalkıyor mescidin kenarına bevlediyor, küçük abdestini bozuyor, affedersiniz. Şimdi burada ashab ne yapıyor? “Fe ekebbû aleyhi” metinde bu geçer, ashab ona hücum etti. “Ekebbe alâ: heceme”. Hücum etti, yani parçalayacak adamı, sen ne yapıyorsun diye. Peygamberimiz ne yapıyor burada? “Bırakın işini bitirsin” diyor. O neyse işini bitiriyor. Şimdi bakınız, bir Peygamberimizin yaklaşım tarzına bakınız, bir de diğerlerinin yaklaşım tarzına. Peygamberimiz diyor ki daha sonra; “Bak, burası mescittir, burada böyle şeyler yapılmaz. Burada namaz kılınır, zikir yapılır, dua edilir, Kur’ân okunur.” O diyor ki: “Bilmiyordum.” Değerli Dinleyenlerim, Hz. Peygamber mekânla ilgili bilgilendiriyor bu kimseyi. Ve ondan sonra o kişiyi irşat ediyor, dinî tebliğ yapıyor. Ötekilere kalsaydı onu parçalayacaklardı. Ama bunun bir sürü de zararları olacaktı. Ben bir hocanın oğlunu bilirim, üniversite profesörü bir arkadaşın çocuğu. Camide ‘niye ön safa geçtin?’ diye arkadan birisi aniden tutuyor ve kenara çekiyor. “Hocam, namaz kılar fakat camiye gitmez” diyor. Neden? “Çünkü onda bu sabit bir fikir haline geldi” diyor, “travma meydana getirdi” diyor. Şimdi dikkat ederseniz, bir Peygamber Efendimizin burada bu davranışa karşı çıktığı ama onu güzelce hallettiği var. Ya da mesela şimdi düşünelim. Demin söyledim Peygamberimiz cahile karşı olmuyor, cehalete karşı geli- Değerlendirme Oturumu 275 yor. Peygamberimiz sarhoşa değil, alkole karşı. O adamcağızı kurtarmanın yollarını aramak lâzım. Kin tutana değil, kine karşı. Herkes kinci, hakikaten o zaman kabile taassubu var, kabilecilik var. Ne demek kabilecilik, a, b, c, d diyor ki: “Benim kabileden olan haksız da olsa haklıdır, karşı kabileden olan haklı da olsa haksızdır. Benim kabileden olan zalim de olsa adildir, karşı kabileden olan adil de olsa zalimdir.” Parti kafası gibi bir şey, affedersiniz yani. Yani dolayısıyla beri tarafa geldiğinde Kur’ân-ı Kerîm ِ ِ ْ ِ ﻮ ِاﻣﲔَ ُﻛﻮﻧُﻮاْ ﻗـ. Yani bakın toplum beri tarafa doğru hemen ne diyor bunlara ﺑﺎﻟﻘﺴﻂ َ ْ değişim sağlarken bu düşüncelerle onu Kur’ân-ı Kerîm hızlı bir şekilde geçiştirmeye çalışıyor. Ve Peygamberimize ben tekrar dönmek istiyorum, problemi tespit edip yok etmeye çalışıyor. Yunus Emre’nin bir sözünü de bu konuda söyleyeyim ben size, iyi tespit etmiştir. Diyor ki Yunus Emre: “Adımız miskindir bizim/Düşmanımız kindir bizim.” Peki bugün hemen ele alalım. Acaba biz Müslümanlar olarak akraba ile ilişkilerimiz nedir? Sıla-i rahim var Müslümanlıkta. Hatta Peygamberimize soruyor Esma: “Ya Rasûlallah benim annem putperesttir. Onu ziyaret edeyim mi?” “Sılî ileyhâ” “Ziyaret et ve ihtiyaçlarını gör” ifadesini kullanıyor. Acaba akraba içinde neyiz? Ben mesela şöyle bir şey biliyorum memleketimde: Beş kardeş var, beşi de sabah namazına geliyor. Bunlardan üçü birbirine dargın… Peygamberimizin sünnetinin mantığı nerede burada? Peygamberimizin sünnetinin mantığı nerede? Dikkat etmemiz lâzım. Peygamberimiz mescitte böyle davranıyor. Benim bir komşum vardı, bestekâr da olduğu için tanırsınız kendisini. Bu zat aynı zamanda hafızdı yalnız. Yani Kur’ân-ı Kerîm hafızıydı. Farsçayı iyi bilir. Rubailerle ilgili tercümeleri var. Bu adamcağız camide şöyle yapıyor, tiki var arada böyle yapıyor. Birisi geldi, pat diye omzuna vurdu. “Oranı buranı Allah’ın huzurunda bilmem ne gibi oynatma” diye. Şimdi bakın cami kültüründe Hz. Peygamber’in sünnetinin olması lâzım değil mi? Yani Hz. Peygamber’in sünneti minberde olmalı, mihrapta olmalı, camide olmalı. Ben netice olarak şunu demek istiyorum değerli kardeşlerime; Hz. Peygamber’in yaşayış tarzını, ahlâkını, sünnetinin bu kısımlarını, önce biz şahsen benliğimizde, sonra ailemizde, sonra toplumumuzda hele hele akraba arasında öncelikle gerçekleştirmemiz lâzımdır. Peygamber’in sünneti, davranışları, ahlâkı karşısında durumumuzla bir sağlama yapmamız lâzımdır. Sağlama yapmak ve kendimize bir çeki düzen vermek gerekir. Peygamberimizin bugün en önemli mucizelerinden birisi ahlâkı olarak söylenebilirse, ahlâkı güzel olduğu için her yaşta güzel olan ve her yaşta güzel olması gereken bizlerin de bu konuda Peygamber’den örnek almamız gerektiğine göre bunu lütfen bu sempozyum dolayısıyla kendi içimizden bir geçirelim. Nefis muhasebemizi veya diğer bir ifadeyle otokritiğimizi yapalım diyorum. Hepinize teşekkür ediyorum, sevgiler saygılar sunuyorum. Değerlendirme Oturumu 276 Prof. Dr. Ali ÇELİK Değerli Hocalarım, Muhterem Hâzırûn, hepinizi saygıyla selâmlıyorum. Ben konuşmama, sempozyumun ana başlığı olan “Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü” cümlesini tahlil ederek başlamak istiyorum. “Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü” ifadesi, bize şunu ifade etmektedir: Hayat, dinamik bir yapı arz etmektedir, yani şu veya bu yönde ama mutlaka bir değişim içinde devam etmektedir. Bu reddedilemez bir gerçektir. Her toplumda, her bölgede ve her zaman dilimi içinde az veya çok, gerek bireysel gerekse toplumsal alanda değişimin tezahürlerini görmek mümkündür. Sempozyumun başlığının ilk kısmı buna, yani “değişim” olgusuna işaret etmektedir. İkinci kısmı ise, Hz. Peygamber’in, milâdi 7. asırda özelde MekkeMedine-Tâif üçgeni/Hicaz bölgesi sakinlerini, genelde ise tüm insanlığı muhatap alarak nübüvvet/peygamberlik görevini îfa etmiş; içinde yaşadığı toplumu, tebliğ ettiği ilâhî vahyin belirlediği yönde değiştirdiğine ve câhiliye toplumunu saâdet asrını temsil eden kutlu insanlar haline getirdiğine işaret etmekte ve bizden şu sorunun cevabını istemektedir: Hz. Peygamber’in (s.a.v) bireysel ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği bu değişimin özellikleri nelerdir? Bireyden topluma giden değişim sürecinde, şirk ve zulüm eksenli bir hayatın yerine tevhid ve adalet-ahlâk eksenli bir hayatı hâkim kılmasını, bunu gönüllere yerleştirmesini nasıl gerçekleştirdiğinin ipuçlarını araştırmak, ulaşılabilecek tespitlerin, günümüz insanlığına ulaştırma yöntem ve biçimlerini sorgulamamızı istemektedir. Sempozyumun nihaî amacının böyle bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Şunu itiraf etmeliyim ki, iki gün boyunca takip ettiğimiz sempozyum, gerçekten her haliyle dolu dolu bir bilgi şöleniydi. Sunulan tebliğler arasında, sempozyumun ana başlığıyla doğrudan örtüşmeyenler oldu ise de her biri, ele alıp takdim ettikleri konular itibariyle derinlikli ve kapsamlı tebliğlerdi. Burada tebliğ sahiplerini özellikle kutluyorum. Burada ben de konuyla ilgili görüşlerimi özetlemek istiyorum. Hz. Peygamber (s.a.v) ilâhî vahyi tebliğ etmiş, onu pratik hayata intikal ettirmiş, sünnet-i seniyyesiyle kurumsal temellerini atmış ve câhiliye toplumundan medenî bir İslâm toplumu ortaya çıkararak istikbalin İslâm medeniyetinin temellerini atmıştır. İslâm medeniyeti, bitmiş bir medeniyet değildir. Müslüman’ın bulunduğu her yer ve zamanda, o medeniyete ait unsurlar mutlaka bulunmaktadır ve bulunacaktır. Medeniyet tarihçileri diyorlar ki, bir medeniyetin oluşmasında önemli üç temel ilke/esas vardır. Bunlar gerçekleşmedikçe medeniyetten söz edilmez. Bu üç temel esas: a) Düşünce/inanç planında değişim Değerlendirme Oturumu 277 b) Eylem/amel planında değişim c) Düşünce ve Eylem planında değişimin bir anlamda devamlılığını sağlayacak olan kurumsallaşma. İsterse siz bunu, inanç-ahlâk ve hukuk diye de ifade edebilirsiniz. Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetini bu açıdan ele alacak olursak gerçekten birebir örtüştüğünü görürüz. Şöyle ki: Peygamberimizin 23 yıllık peygamberlik hayatının on üç yılı Mekke’de geçti. Mekke döneminde, düşünce/inanç planında değişim esas alınmıştı. Nazil olan Kur’ân âyetlerinin ve surelerinin muhtevası, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyeleri, doğrudan düşünce/inanç planında değişimi hedef alıyordu. Yani, bireylerin inanç dünyası her türlü şirk ve şirk düşüncesini ihsas ettirici bilgi kirliliğinden temizleniyor, gönül dünyalarının saf ve berrak olmasına özen gösteriliyordu. Peygamber Efendimizin, zaman zaman sahabeden bazılarını “Sende hâlâ câhiliye kalıntısı görüyorum!” şeklinde ikaz etmeleri, inanan insanların zihin dünyasının, İslâm’ın getirdiği sâfiyet ve berraklık içinde olmasına ne derece önem verdiğini göstermesi açısından önemlidir. Yine 114 sureden ibaret olan Kur’an surelerinin 80 küsur tanesi Mekkî suredir. Mekkî surelerin en belirgin özellikleri ise, muhteva olarak Allah ve ahiret inancını ele almış olmalarıdır. Yani, bireylerin inanç dünyalarına tevhid akidesinin güzelliklerini yerleştirmektir. Bir başka ifadeyle, değişimin birinci basamağı olan düşünce/inanç planındaki değişim, aslında önce, yeni dininin yeni insanını, yani İslâm insanını/Müslüman’ı” yetiştirmeyi esas almıştır. Ahlâkî güzellikler öne çıkarılmış, çirkinlikler ise, en ağır dille yerilmiştir. İslâm insanının, gerek zihin dünyası, gerekse gönül dünyası bu güzellikler içinde donatılması amaçlanmıştır. Kısaca, Kur’ân ve onun yüce mübelliği Hz. Peygamber’in (s.a.v) Sünneti, hayata müdahil olmuş, değişime yön vermiş, çerçeve çizmiş ve bu değişimi, evvelâ düşünce ve inanç dünyasında gönüllerde başlamıştır. Peygamber Efendimiz, kendisinden nasihat isteyen bir sahâbîye: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” şeklinde cevap vermesi, evvelâ inanç dünyasının her türlü şirk kirlerinden temizlenmesine işaret etmesi açısından son derece önemlidir. Değişimin ikinci aşaması eylem/amel planında olmuştur. Zihin ve gönül dünyası her türlü şirk düşüncesinden temizlenmiş, tevhid inancının güzellikleriyle donanmış olan mümin, inancının gereklerini pratiğe yansıtma, amelî olarak gösterme durumundadır. Artık inanç ve amel, bir bütünlük içinde tezahür etmelidir. İslâm’ın gerek ibadetler yönü itibariyle olsun, gerekse muamelât ile ilgili ahkâm açısından olsun, bu konudaki emirler, daha çok Mekke döneminin son yıllarıyla Medine döneminde nâzil olmuş, amelî uygulamalar bu dönemde olmuştur. Beş vakit namazın, hicretten kısa bir süre önce miraçla; orucun, hicretin ikinci yılında farz kılındığını; keza zekât ve hac ibadetlerinin de yine Medine döneminde farz kılındıklarını hatırlarsak, Medine dönemi, inancın eyleme/amele dönüştü- Değerlendirme Oturumu 278 ğü bir dönem olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yine bu dönemde değişimin üçüncü merhalesi olan kurumsallaşmanın da temellerinin atıldığı bir dönemdir. Bunun örneklerini, Medine sözleşmesinde, devlet başkanlarına yapılan davet mektupları uygulamasında, adlî ve hukukî birtakım uygulamalarda, vakıf müessesesinin tesisinde ve daha pek çok örneğini verebileceğimiz, kurumsallaşmanın temelini teşkil edecek sünnet-i seniyyeleri zikredebiliriz. Hülâsa, sünnet-i seniyye, bireysel ve toplumsal değişmede etkin bir rol oynamıştır. Kur’ân ve sünnet, hayata müdahil olmuş, değişimin yönünü değiştirmiş, ben merkezli bir hayattan, Kur’ân ve sünnet eksenli bir hayatın yolunu göstermiştir. Günümüz açısından konuya yaklaşırsak, bize düşen gerek bireysel gerekse toplumsal alanda olsun, evvelâ zihin ve inanç dünyamızı her türlü bilgi kirliliğinden arındırarak Kur’ân ve sünnet ekseninde yeniden dizayn etmeliyiz. Gönül dünyamızı İslâm’ın aydınlığında net ve berrak hâle getirmeye çalışmalıyız. İnanç değerlerimiz, amellerimizle bütünleşmeli, söylem ve eylem birliği içinde olmalıyız. Ve kendimizi hiçbir zaman mensubu olduğumuz İslâm medeniyetinin bir cüz’ünü temsil ettiğimizi unutmadan, bu temsil görevimizi daha dikkatli yerine getirebilme bilinci içinde olmalıyız diye düşünüyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Dr. Nurettin BOYACILAR :ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ اﳊﻤﺪ ﷲ رب اﻟﻌﺎﳌﲔ وﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻰ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﳏﻤﺪ وﻋﻠﻰ آﻟﻪ وأﺻﺤﺎﺑﻪ أﲨﻌﲔ أﻣﺎ ﺑﻌﺪ Muhterem Öğretim Üyeleri, Muhterem Hocalarım, Muhterem Hâzırûn, Selâm ve saygılarımı sunarak başlıyorum. Ben bizlerin hakkında fazla konuşmayacağım; fakat Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü diyorlar. Bunu ele alaraktan, bugünkü İlâhiyat Fakültelerinde, İmam-Hatip Okullarında ve yahut da Selçuk Eğitim Merkezi gibi Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezlerindeki ders programlarına yeni bir katkı, yeni bir ders programı üzerinde durmak istiyorum. Efendim, gerek Ankara İlâhiyat’taki vazifemde, gerekse Suudi Arabistan’da 11 yıl hizmette bulundum hadis kürsüsünde. Bağdat’ta bir yıl kaldım. Baktım ki; bu ülkelerdeki İlâhiyat Fakültelerinde, Şeriat Fakültelerinde okutulan dersler biraz farklı bize göre. Şu şekilde farklı: Buralarda hadis dersleri okutuluyor. Misal olarak Sübülü’s-selâm okutuluyor Bülûğu’l-merâm şerhi. Ve yanında fıkıh okutuluyor; el-Mukrı’. Aynı konular. Yani talebeler burada hem fıkıh öğreniyor aynı anda hem de hadis öğreniyor. Şimdi başka konuya geçmek istiyorum. Bu sünnetin, hadislerin kaynaklarının iyi nakledilmesi şart, denildi konuşmada. Sünnetin ve hadislerin iyi nakledilmesi şartı neye dayanıyor? Tahrîc ilmine. Bu ilmin, bugün İslâm Değerlendirme Oturumu 279 ülkelerinin hepsinde tatbikatı var. Yani ders programı olarak girmiş, ikinci ve üçüncü sınıflarda bir dönem olarak okutuluyor. Bendeniz de bu dersi dört yıl müddetle okuttum Suudi Arabistan’da. Bu dersi mutlaka hocalarımızdan istirham ediyorum- düşünsünler, bu programa soksunlar. Niye tahrîc dersi? Çünkü bizim hadis külliyatı tam manasıyla tetkik edilmiş değil. Ayrıca tefsir kitaplarında birçok uydurma hadisler, Peygamber’e iftiralar İsrâiliyâtla dolu. Ve mesela birçok tarihî olaylar hâlâ şüphe halinde kafamızda. Bu tarihî olaylar mutlaka isnad kontrolünden geçmesi lâzım. Metin tenkidi yapılması lâzım. Gerçeğin ortaya konulması lâzım. Siyer hâkezâ; hadisler hâkezâ. Bakın Hanefî ulemasının kitapları var. Ne diyoruz: Usûlü’r-rivâye diyoruz değil mi? Yani Muhammed Şeybânî’nin rivâyet ettiği eserler. Bu eserlerin henüz daha edisyon kritiği yapılmış değil. Ve hepsi de noksan maalesef. İstanbul kütüphanelerinde el-Câmiu’lkebîr adlı Muhammed Şeybânî’nin kitabı var. Bunun yedi tane şerhi var ayrı ayrı hocalardan. Hiç kimse el atmış değil buna. Şu anda Hanefî mezhebinin âlimleri, fıkıh hocaları olarak bunlara el atmadılar. Efendim, burada, hadis tahrîci denildiği zamanda, bunun içine ne giriyor? İsnâd kontrolü giriyor; râvileri tek tek kontrol etme. Bunun içine ne giriyor? Cerh ve ta’dîl giriyor. Cerh ve ta’dîl âlimlerinin değerlendirmeleri giriyor. En sonunda hadisin sağlıklı olarak intikali geliyor. Hüküm: Hadis sahihtir, hadis zayıftır, hadis hasendir, hadis metrûktur, hadis münkerdir, hadis zayiattandır şeklinde hükümler geliyor. İşte bunları öğrenmek için mutlaka hadis tahrîc dersinin İlâhiyat Fakültelerinde ders programlarına girmesini ben rica ediyorum hocalarımızdan. Eğer mümkün değilse, Türkiye’de birçok vilâyetlerde dâru’l-hadîs ihdas edilmeli ve bu derslerin orada okutulması lâzımdır. İkinci bir konu; Hatiboğlu Hocam anlattı, her zaman söyler. Misyonerler Türkiye’ye geliyorlar; Türkiye’deki meşhur yazma kitaplara muttali oluyorlar, fotokopi ettiriyorlar. Şu anda cd’si çıktı, onu götürüp yayınlıyorlar. Ve ayrıca şu anda yine, birçok İslâm ülkesinden, Arap ülkelerinden geliyorlar. Bunları tahkik ediyorlar, ortaya çıkarıyorlar. Fakat bizim Türkiye’de çok nadir bu çalışmalar. Mesela ben misal olarak Bünyamin Bey’in geçen sene bana hediye ettiği kitaplardan Hz. Âişe’nin istidrâkini hazırlamış. Tebrik ediyorum kendisini. Hatip Hocamız Şerafü ashâbi’l-hadîs’i hazırlamış, çok mükemmel. Tayyar Altıkulaç’ın yaptığı var. Yani sayıları mahdut. On taneyi geçmez. Yine ben hocalarımızdan istirham ediyorum, rica ediyorum, öğretim üyeleri hocalarımızdan. Lütfen, bugün İslâm ülkelerinde yapıldığı gibi mastır ve doktora tezlerinin birisini, mutlaka, kitap-hadis tahrîci olarak verin. Basit bir tahrîc, edisyon kritik değildir bu. Kitabın müellifi hakkında bilgiler, kitabın metodu hakkında bilgiler, kitabın daha sonraki kuşaklara tesiri, kendisinin müessir olduğu şeyler ve hadis tahrîci. Ve mastır tezinde bugün, İslâm ülkelerinde, 500 hadis -Buhârî, Müslim dışında- hadis tahrîci yapmayla görevlendiriliyor. Doktora tezi ise 1000 hadis, Buhârî ve Müslim 280 Değerlendirme Oturumu dışında. Ve kitabın metodunu ortaya çıkarıyor talebe. 1979 yılında, bendenizi Suudi Arabistan’a çağırdılar, davet ettiler. Oraya giderken Ankara İlâhiyat Fakültesi’ndeki hazırlanan tezleri Arapça’ya çevirdim kısa olarak, tanıtma olarak. Ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde yapılan hadiste, tefsirde, akâidde diğer bilimlerden belki 30-40 sayfalık hazırladım, Arapça tercüme ettim, götürdüğümde rektör ve öğretim üyelerine dağıttım. Okudular, çok beğendiler. “Maşallah Türkiye’de ne kadar güzel çalışmalar var” dediler. “Bunlar çok mükemmel, biz bunları isteriz” dediler. Ben emin olun orada utandım, niye? “Bu tezler Türkçe” dedim ben. “Eyvah” dediler, “keşke bu tezler Arapça olsaydı da biz de muttali olsaydık bunlara.” İşte bu da problem değil mi efendim bizim için? Bizim hocalarımızın yüzlerce binlerce aldığı tezler şu anda sırf Türk halkına hitap ediyor, okuyorlarsa. Arap İslâm âlemi bundan mahrum. Ama bakıyoruz şu anda, şimdi Endonezya’da, başka İslâm ülkelerinde, Hindistan’da yapılan tezleri hep Arapça hazırlıyorlar. Hatta misyonerler dahî, onlar da Arapça hazırlıyorlar. Arapça hazırlayınca ne oluyor? Bütün dünya okuyor o kitapları. Bütün dünya ilim adamından istifade ediyorlar, araştırmadan istifade ediyorlar. Bu da önemli bir konu. Hocalarımıza bu konuyu ben bıraktım, inşallah onlar karar verebilirler kendileri. Bir de şu teklifim var benim: Türkiye’de muhakkak tahkik/kitap tahkiki merkezi kurulması lâzım. Yazma eserler için kitap tahkiki, hadis tahrîci merkezi kurulması lâzım. Türkiye’de yüz binlerce yazma eser var İstanbul’da ve tüm vilâyetlerde. Niye bu bizim eserlerimizi, çok kıymetli eserlerimizi yabancılara bırakıyoruz? Hocalarımız aciz mi? Hayır! Hocalarımız mükemmel yapabilirler isterlerse. Mesela nasıl yapabilirler? Biraz önce konuşmuş olduğum gibi. Aynı Suudi Arabistan’da şöyle şartlar var üniversitede. Bir talebe mastır tezini eğer konu yapmışsa, doktorayı kitap tahkiki veriyorlar. Tersi; eğer mastır tezini tahkik yapmışsa doktora tezini konu veriyorlar. Yani ikisi birden konu olmuyor. Niçin bunu yapıyorlar? Çünkü talebeye de kitap tahkiki, hadis tahrîci öğretmek istiyorlar. Ben Riyad’da 7 yıl hizmet verdim. Orada üniversite rektörü benden rapor istedi. Verebilirim, yanımda o rapor. Rapor üzerine, ben iki tane hadis tahrîci metodu üzerine dört sayfalık bir rapor hazırladım, gönderdim kendilerine. Ve üniversite rektörü bunu kabul etti. Dört yıl müddetince bu hadis tahrîci metodu dersini, ben orada âcizane vermeye çalıştım. Evet, burada cerh ve ta’dîlde önemli olan konular var: Cerh ve ta’dîl yaparken, cerh ve ta’dîl kitabı okurken mutlaka bu töhmet altında bulunan bazı râviler var; İrcâ, Kaderiyye, Şiiyye, Vâkıfiyye şeklinde. O zamanlarda birçok fitneler meydana gelmiş maalesef. Fakat bu fitnelerden dolayı cerh yapılmış, tenkit edilmiş. Şimdi hadis tenkidi yaparken bunlara çok dikkat etmek lâzım. Sadece bu yapılan cerhlere değil de, râvinin âdil olma konusunda, râvinin zâbıt olması yani hadisleri çok mükemmel ezberi konusunda, râvi hakkında geniş bilgiye sahip olduktan sonra, o râvi hakkındaki Değerlendirme Oturumu 281 hükmü sonlandırmak lâzım. Yani çok dikkatli olmak lâzım. Çünkü birçok meşhur râviler Vâkıfiyye, yani halku’l-Kur’ân/Kur’ân mahlûk mu mahlûk değil mi konusunda vâkıf (Kur’ân ne mahlûk ne gayr-ı mahlûk dediklerinden) hatta diyorlar ki: “ ﻻ ﳚﻮز رواﻳﺔ ﻫﺬا اﻟﻮاﻗﻔﻲBu Vâkıfî’nin rivâyeti caiz olmaz” diye bir itham var. Bu kabul edilemez. Mürciiyyûn, niye? Muhalif bir taife olduğu için kabul edilemez. Hâlbuki meşhur, zâbıt bir râvi; rivâyetleri var. Bu Mürciî kelimesine iltifat olunmaz. Kaderiyyûn; yine iltifat olunmaz. Efendim, son sözümü söylüyorum, yine teklif olarak. Efendim, Hanefîlerin usulleri var. Tabi bu, hem hadisçileri hem de fıkıh hocalarımızı ilgilendirir. Hanefîlerin hadisleri algılama, kabul etme yöntemleri var. Bu nerede geçiyor? Usûlü’l-fıkh kitaplarında. Bunları tekrar ele alaraktan, acaba Hanefîler hadisleri nasıl aldılar, nasıl değerlendirdiler? Bu çok önemli. Niye önemli? Çünkü Irak halkının muhaddisleri diyor ki; ehlü’r-re’y diyor. Bir mukabele var. Acaba öyle mi? Yani Hanefîler sırf ehlü’r-re’y midir? Görüş mü serd etmiştir, hadisleri terk mi etmiştir? İşte bu konunun da yine ele alınması gelir. Efendim beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Prof. Dr. Zekeriya GÜLER Aziz misafirleri, katılımcıları en içten duygularımla, hürmetlerimle selâmlıyorum. Efendim, sözlerime Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali’nin bir hikmetiyle başlamak istiyorum. Diyor ki: "“ "ﻗﺪر ﻛﻞ اﻣﺮء ﻣﺎ ﳛﺴﻦHer insanın değeri, yaptığı işin güzelliği, kalitesi ve verimliliği ile ölçülür.” Endülüs’ün büyük âlimi İbn Abdilberr, Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlih adlı çok değerli eserinde bu söze yer verdikten sonra, Emîru’l-mü’minîn’den şunu da nakleder: “O halde konuşun, konuşun da değerleriniz, seviyeleriniz ortaya çıksın!”. İbn Abdilberr, naklettiği bu hikmetle ilgili şu yorumu yapar: “Benim görebildiğim kadarıyla “ ﻛﻢ ﺗﺮك اﻷول ﻟﻶﺧﺮEvvelkiler sonrakilere meseleleri çözüm noktasında pek çok şey bırakmıştır.” “Hz. Ali’nin ﻗﺪر ﻛﻞ اﻣﺮء ﻣﺎ ﳛﺴﻦsözüyle beraber ﻛﻢ ﺗﺮك اﻷول ﻟﻶﺧﺮ sözünden daha müthiş, daha heyecan verici bir söz hatırlamıyorum, böyle bir söz daha önce kesinlikle söylenmemiştir” diyor İbn Abdilberr. Ayrıca o, şu tespitte bulunur: “Bu söz, ilim ve ulema için ne kadar teşvikkâr olmuş ise, İslâm ümmeti için şu söz de bir o kadar tahripkâr olmuştur: ﻣﺎ ﺗﺮك اﻷول ﻟﻶﺧﺮ "Evvelkiler sonrakilere, meseleleri çözüm noktasında hiçbir şey bırakmamıştır.” Hz. Ali’nin bu anlamlı hikmetinden sonra, tartışmaya aslında pek girmek istemiyorum. Özellikle hissiyatına büyük ölçüde katıldığım Mehmet Hayri Kırbaşoğlu Bey, bu değerlendirme oturumunu meydan okuyucu bir üslûpla tartışma ortamına çektiler, ben merkezli bir yöntemle doğrusu konuşmasını devam ettirdiler ve neredeyse yapılan bütün konuşmaları, tebliğleri yok saydılar. Zât-ı âlîlerine olan hürmetimi kendileri çok iyi bilirler. Doğrusu hem karşımda oturan hocalarım, hem burada bulunan 282 Değerlendirme Oturumu hocalarım, onlar da tabii ki problemleri kendileriyle tartışmaya hazırdırlar. Zât-ı âlîleri de Ankara’da Hadis Anabilim Dalı olarak Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Dönüşümdeki Rolü II diye sempozyum tertip ederler. Biz de anabilim dalı olarak, Türkiye’nin dört bir yanından gelen meslekdaşlarımızla birlikte konuları orada tartışabiliriz. Buna rağmen Kırbaşoğlu Bey hocama gerçekten teşekkür ediyorum, sempozyumu lâf-ı güzaf olarak değerlendirse de. Ama buna katılmak mümkün değil. Çünkü “lâf-ı güzaf” demek, “saçma-sapan konuşma, abes ve boş söz” demektir. Bazı problemlere ve noktalara temas etmeden önce, Mehmed Said Hatiboğlu Bey hocamı gıyabında hürmetle yâd etmek istiyorum. Sempozyumun hem başında hem sonunda bizler için gerçekten feyiz kaynağı oldular, Ali Osman Koçkuzu Bey hocamla birlikte burada. Özellikle az önce yine mukaddes bir değer taşıdığını bildiğimiz gözyaşı ile -Yûsuf suresinden hareketledir bu ifade- hepimize duygulu anlar yaşatarak gittiler, ayrıldılar aramızdan. Not almışım; az önce ayaküstü yaptığı veda konuşmasında buyurdular ki: “Hayatımın en güzel dakikalarını, anlarını yaşattınız.” Doğrusu ben de diyorum ki, asıl hocam bizler için en güzel dakikaları yaşattılar, huzur ve mutluluk vesilesi oldular. Bir İslâm âlimi, Endülüs’ün büyük âlimi Şâtıbî’ye ithafen onun eserlerinin ardından şu şiiri inşad etmişti: “ ﻗﻠﻴﻠﻚ ﻳﻜﻔﻴﲏ ﻷﻧﻪ ﻻ ﻳﻘﺎل ﻗﻠﻴﻠﻚ ﻗﻠﻴﻞSenin azın bana yeter. Zira senin azına az denmez.” Hatiboğlu Bey hocam muhtasar-müfid ِ ُ ﻳﻦ ِ ِ ِ ﻋﻠﻰ اﻟﺪ çok ciddi şeyler söylediler. Dün özellikle ﻛﻠﻪ َ َ ُﻟﻴﻈﻬﺮﻩ َ ْ ُ âyetinin yorumu ve vurgusu üzerinde çok durdular. Tahkim üzerinde durdular, dünyanın saadeti, ülkemizin mutluluğu üzerinde durdular. “Bu dinin, yüce İslâm’ın bütün dinlere hâkim kılınması gerekir dünyada, bütün dinlere. Ama maalesef biz ülkemizde de hâkim kılamadık.” dediler. Kırbaşoğlu Bey hocam lütfettiler, gerçekten bizi ihya ettiler. Acaba bu ifade esnasında, bilmiyorum hocam, Hatiboğlu hocamızı baştan sona dinleme imkânı bulabildiniz mi? Burada zaman zaman, gerçekten hocamın şikâyet ettiği noktalara temas eden çok ciddi tebliğciler oldu. Ben not aldım ama zaman kısıtlı olduğu için onları geçmek zorundayım. Ek süre olursa belki ikinci turda onlar üzerinde durabiliriz. Dolayısıyla toptancı yaklaşımla; ‘efendim hiçbir şey söylenmedi, İslâm dünyasının dertleriyle, problemleriyle ilgilenilmedi’ şeklindeki bir ifadeyi şahsen kabul edemiyorum. Belki hocamın konuşmaları, lâf-ı güzaf gibi ifadeleri motivasyon olarak değerlendirilebilir. Yani daha canlı ve daha hareketli olalım. Kendileri Muhammed Kutub’dan bahsettiler. Nitekim Muhammed Kutub’a şöyle bir suâl soruldu: “Ağabeyiniz Seyyid Kutub, İbrahim sûresinin tefsirinde şirk ve müşrik kavramı üzerinde dururken, bize öyle geliyor ki adeta ona göre toplumda ehl-i tevhid, ciddi ve samimi bir Müslüman kalmamıştır”. Bunun üzerine onun, “Hayır, bunu öyle anlamayın/anlamamalısınız. O, şirk kavramını mutlak değil, amelî şirk anlamında ve sosyolojik zeminde kullanıyor” diye verdiği cevap bilinen bir husustur. Ben de hocamın hissiyatına tercüman olan bazı ifadelerini doğ- Değerlendirme Oturumu 283 rusu bu zeminde anlamak istiyorum. Efendim, yapılan çalışmalarla üslûp ve insaf gerçekten önemli. Hicrî 110’da vefat eden muhaddis tâbiî Muhammed İbn Sîrîn diyor ki: ﻇﻠﻤﺖ أﺧﺎك ﺗﺬﻛﺮ “ ﻣﺴﺎوﺋﻪ وﱂ ﺗﺬﻛﺮ ﳏﺎﺳﻨﻪŞayet eleştirel yaklaşımla kardeşinin kötülüklerini zikredip de onun güzelliklerini, iyiliklerini söylemezsen, kesinlikle zulmetmiş olursun.” İmam Şâfiî’nin yanında oturuyordum diyor Müzenî. “Üstadım falan râvi kezzâbdır” dedim. Şâfiî buna tepki gösterdi ve “Hayır böyle diyemezsin. Lütfen daha zarif ol ve daha nezih bir dil kullan, sen sözlerine, lâfızlarına en güzelini giydir ( ”)أﻛﺲ أﻟﻔﺎﻇﻚ أﺣﺴﻨﻬﺎdedi. Demek oluyor ki, tartışma ve değerlendirmelerde zarif bir dilin kullanılması, daha dikkatli bir yol ve yöntemin izlenmesi, yürütülen çalışmaları çok daha verimli kılacaktır. Efendim, bu vesileyle ben bütün katılımcılara teşekkürlerimi ifade ediyorum. Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı’nı inşa eden, hâlâ aramızda bulunarak ihya etmeyi sürdüren başta Ali Osman Koçkuzu hocamı, Mehmed Said Hatiboğlu hocamı hürmetle anıyorum. Saygıdeğer dekanımız Ahmet Önkal Bey’e hürmetlerimi sunuyorum. Tertip heyeti başkanı olarak büyük bir özveri ve yakın ilgi gösterdiler. Bu sempozyum, Hadis Anabilim Dalı’mızın mensupları arasında gerçekleştirilen yaklaşık elli toplantıdan sonra bu noktaya geldi. Başta Bilal Saklan Bey olmak üzere Anabilim Dalı’mızın bütün öğretim üyelerine, elemanlarına, özellikle sekreteryaya, Ömer Özpınar’a, yardımcıları Huriye Martı ve Fikret Karapınar’a teşekkürlerimi ve tebriklerimi iletiyorum. Bu toplantı Türkiye’de ciddi bir hadis potansiyeli olduğunu gösterdi. Cemal Sofuoğlu hocam bilgi şöleni ifadesinden çok hoşlandığını ifade etti. Hocam müsaade buyururlarsa, bir de “hikmet” kelimesini ilâve etmek istiyorum. Bilgi ve hikmet şöleni olarak gerçekten ciddi bir tecrübe olduğunu gösterdi bu sempozyum. Bundan sonraki programlarda, yapılacak her türlü faaliyette sizleri tekrar aramızda görmekten büyük bir zevk ve heyecan duyacağız. Tekrar en içten duygularımla şükran ve hürmetlerimi arz ediyorum. Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Tertip heyeti olarak şöyle bir karar almıştık: Sehpozyumu baştan sona iki gün boyunca dinleyen bir arkadaşımıza söz verelim, onun duygu ve düşüncelerini alalım. O niyetle Ahmet Yaman Bey’i de kürsüye davet ediyorum, hocam buyurun. Prof. Dr. Ahmet YAMAN Çok Muhterem Hocalarım, Kıymetli Meslektaşlarım, Aziz Misafirler, Hepinizi hürmetle, muhabbetle selâmlıyorum. Benim için gerçekten sürpriz olan bir anons sonucu huzurlarınızdayım. Tertip heyetinin aldığı bu karardan doğrusu haberim yoktu. O sebeple çok arı, duru bir zihinle 284 Değerlendirme Oturumu belki huzurlarınızda olamayacağım. Hocamın emirleri de mûcib-i vücûb olan bir emir olduğu için bir iki hususu, hissiyatımı paylaşayım. Öncelikle gerçekten çok güzel bir bilgi şölenine, Zekeriya Bey’in de katkısıyla hikmet şölenine, burada beraberce muhatap olduk. Bu şölen iki gün zarfında burada belki sunuldu; ama hazırlıkları benim de muttali olduğum kadarıyla aylar sürdü. Uzun tartışmaların olduğu tebliğler özetleriyle beraber müzakere edildi; tartışmacılar özellikle seçilmeye çalışıldı. Yani burada bizim iki gün boyunca izlemekten mutlu olduğumuz toplantı aslında uzun bir sürecin sonucudur. Bu süreçte emeği olan herkesi candan kutluyorum. Tabiatıyla sempozyumlarda belli bir amaç hedeflenir, bir konu tespit edilir. Ve o konuyla ilgili önemli görülen hususlar burada arz edilmeye, sunulmaya ve müzakereye açılmaya çalışılır. Bu açıdan baktığımızda şu kadarını ifade edeyim ki; toplantımızın konu başlığı ile tebliğlerin büyük kısmının mutabık olmadığı gibi bir hissiyat var bende. Bu, yapılan toplantının anlamsız ve faydasız olduğu anlamına elbette gelmiyor. Çok faydalı bir toplantı oldu. Ve burada herkes dün geldiği konumdan, bir önceki konumdan daha fazlasını dağarcığına katarak gidiyor. Fakat başta tespit edilen konunun Hz. Peygamber’in sünnetinin bugün itibariyle hem bireysel hem toplumsal hayatımızda nasıl bir dönüşüme, değişime hatta bazen devrime varacak ölçüde aktivist bir şekilde yansıyacağı konusunun üzerinde gerçekten çok durulmadı. Bu bakımdan belki sonraki toplantılarımız, sempozyumlarımız biraz daha bu anlamda dikkatli yapılabilir ümidindeyim. Tabiatıyla burada tertip heyetinin elini kolunu bağlayan bir husus da var, onu inkâr etmeyelim, o da şudur: Bu sempozyumun programı aylar önce İlâhiyat Fakültelerine ve ülkemizin çok kıymetli araştırma kurumlarına yapılan davetin sonucunda gelen tebliğler arasından seçilerek oluşturuldu. Yani tertip heyeti de elbette bu gelen tebliğler arasından bir seçim yaparak bu programı hazırlayabildi. Fakat belli boşluklar sipariş vermek suretiyle doldurulabilirdi. Bu biraz ihmal edilmiş gibi görünüyor. Mesela bu bağlamda dönüştürme ve geliştirme yönündeki nebevî tavrın pratik yönüne dair biz çok fazla bir şey görmedik. Yani, “Sünnet acaba bireysel ve toplumsal hayatta hangi dönüşümlere, nasıl sebep olabilir?” diye bir soru sorsak kendimize, birkaç kelimenin veya cümlenin dışında, herhalde çok fazla şey söyleyemeyeceğiz. Bu açıdan, bir toplumsal dönüşümün üç sacayağı esas alınarak ve eğer gelen tebliğler arasında boşluklar varsa arz ettiğim gibi siparişler vermek suretiyle doldurularak telâfi edilebilirdi. Nedir bu üçayak? İnanç, ahlâk ve hukuk. Aziz Peygamber genel anlamda hem düşüncede, hem eylemde, hem de bunların kurumsallaşması anlamına gelen hukukta acaba hangi süreçlerden geçerek hem bireyi hem de toplumu yetiştirdi, dönüştürdü ve değiştirdi? Bu açılardan bir boşluğun olduğunu ben görüyorum. Bir başka husus, tebliğlerin program içerisinde üst başlıklar altındaki Değerlendirme Oturumu 285 yerleştirme usûlünde de bir adem-i dikkat görülüyor diyeyim. Veya daha güzel olabilirdi şeklinde söyleyeyim. Kimseyi kırmak da istemiyorum ama meramımı inşallah kırmadan anlatabilirim. Teorik ve pratik boyutlar tarzında iki ayrı bölümde acaba serpiştirilemez miydi? Bu açıdan mesela Sayın İsmail Lütfi Çakan hocamızın tebliğiyle birlikte Vejdi Bilgin Bey’in, Selahattin Polat Bey’in ve Ayhan Tekineş Bey’in tebliğleri daha ziyade çerçeveyi teorik olarak çizen tebliğler idi. Bu acaba bir oturumda ve bir başlık altında, işin teorik boyutu olarak sunulamaz mıydı? Diğer kalan tebliğler de, muâhâttan, Hz. Peygamber’in kendi şahsının örnekliğinden bahseden tebliğler de, işin pratik bölgesini ifade eden bir diğer oturumun başlı başına konuları olamaz mıydı? Bu açıdan da belki küçük bir tarizde bulunmamı hoş görürler. Ve netice itibariyle ben her ne kadar burada bulunmaları hakikaten hepimiz için -ben kendi adıma söyleyeyim benim için- bulunmaz bir fırsat olan iki büyük hocamızın; bizzat bu salonda bulunmaları ile hissiyatımızı, geçmişimizi, geleceğimizi adeta bir kere daha bizlere hatırlatan iki büyük direğimizin, hocamızın; Sayın Hatiboğlu ve Ali Osman Koçkuzu hocalarımızın on beşer dakikalık bir konuşma ile -o da hissiyatlarını dile getirecek bir tarzda- burada misafir edilmiş olmalarının üzerinde ‘acaba daha fazla istifadeye medar olacak bir program düşünülemez miydi’ diye düşünüyorum. Ve kendilerine Cenâb-ı Hak’tan uzun ömürler, feyizli, bereketli çalışmalar lütfetmesini de niyaz ediyorum. Son bir cümle: Burada bulunanlar, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğrencileri, son iki yılda, ikisi doğrudan fakültemizin faaliyeti olarak, ikisi de ağırlıklı olarak fakültemizin desteklediği faaliyetler olarak dört sempozyumu takip etmiş oldular. Son iki yılda, dört sempozyum bir İlâhiyat Fakültesinin başarı hanesine yıldızla kaydedilecek bir husustur. Bu bakımdan sizleri tebrik ediyorum. Ve büyük mazhariyetten dolayı da hamdimi ifade ediyorum. Tekrar tertip heyetine, çok kıymetli dekanımıza, aziz misafirlerimize saygılarımı sunuyorum. Hürmet ve muhabbetlerimi arz ediyorum. Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL Biz de Ahmet Yaman Bey’e teşekkür ediyoruz. Tebliğlerin seçimi, sıralanışı ile ilgili düşüncelerini bize iyilik olarak düşünüyorum. Elbette öyle bir düzenleme de yapılabilirdi. Bunlar daha sonraki sempozyumlarda dikkate alınacak hususlardır. Hayri Kırbaşoğlu hocam: “Ben burada yapılan tebliğleri, müzakereleri tamamen gereksiz, faydasız olarak görmedim, değerlendirmedim” diyor. Biz de öyle algılamadık Zekeriya Bey’in beyanlarını. Elbette burada hadisi ilgilendiren, sünneti ilgilendiren farklı konular ele alındı. Belki Hayri Bey önceliklerin daha farklı konulara verilmesini düşünüyor idi, ben onu da tavzih edeyim. Netice itibariyle benim kanaatim şu ki; sempozyumumuz 286 Değerlendirme Oturumu gayesine ulaşmıştır. Bir bilgi şölenini beraberce yaşadık. Buna hikmeti de ilâve edelim. Ama bizim temennimiz şu: Burada ortaya konan bilgiler, fikirler inşallah faydalanılan bilgiler olur. Bu sempozyum, önce zihinlerimizde ve gönlümüzde, sonra hayatımızda hem bireysel hem de toplumsal değişim noktasında atılan adımlara bir vesile teşkil eder. Ben bu duygu ve düşünceler içerisinde sempozyumumuza hayat veren değerli katılımcı hocalarımıza ayrı ayrı tekrar huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Gerçekten büyük bir özveriyle memleketlerinden, şehirlerinden kalkıp geldiler, ülkemizin dört bir tarafından zahmet ettiler. Kendilerinden Allah razı olsun. Özellikle dinleyicilerimize teşekkür ediyorum. Salonumuz sayenizde hiç boş kalmadı hamdolsun. Dağılmayan bir dikkatle, büyük bir ilgiyle sempozyumu izlediniz ki, sempozyuma can veren, hayat veren bir durumdur bu. Bu yönüyle bütün dinleyicilerimize müteşekkirim. Bize sempozyumda destek veren, işbirliği içerisinde bu faaliyeti gerçekleştirmemize imkân veren Meram Belediyesi’nin bütün yetkililerine teşekkür ediyorum. Hadis Anabilim Dalımızın değerli öğretim üyelerine, Bilâl Saklan Bey’e, Zekeriya Güler Bey’e, Ömer Özpınar Bey’e özellikle teşekkür ediyorum. Ayrıca fakültemizin bütün personeli, bütün elemanları, araştırma görevlileri canla başla gayret sarf ettiler. Hepsine ayrı ayrı teşekkürler ediyorum. Saygılar sunuyorum.