ÇÖL ÇİÇEĞİ

Transkript

ÇÖL ÇİÇEĞİ
ÇÖL ÇİÇEĞİ
İlksiz bir zamanda. Mavi vaktin birinde...
Yiyicilerin, kıyıcıların çok; temiz insanların az olduğu bir ülke varmış. Bu ülkenin en erdemli hayvanları develermiş.
Beyler beyinden, yollar beyinden, iller beyinden
daha çok ilgi ve saygı görürlermiş. İplerini tutmak, arkalarından yürümek büyük bir ayrıcalıkmış.
Bu soylu develerin dedesinin dedesi, aklı az, sakalı
bol olanların ülkesiymiş. Elin oğlu dört tekerlekli arabayı bulmasaymış, bu develer şimdi bile yük çekiyor
olacakmış.
Gün dönmüş, zaman değişmiş. Ne kum çölü ne
kervan kalmış. Yol kesen haramiler, kente inip baş keser olmuş. İşin tadı tuzu kalmamış. Eski hanlar, hamam olmuş. Cinler cirit oynamaya başlamış içinde.
Bir gün, güreşen develeri gören biri, sevinç çığlıkları
atmış. “İnsanlarımızı boşluktan, can sıkıntısından kurtaracağım!” demiş.
7
En güreşçi develeri boş bir alana çekip,
“Baylar! Yine baylar!” demiş. “Yaşamında bir kez
olsun arkası yerden kurtulamayanlar!
Hep altta kalıp, üste çıkmayı özleyenler! Oyunun
dışında kalıp başkasını izleyenler!
Atılanlar, itilenler, pazarlarda satılanlar! Şu develere bakıp güreş nasıl olur görün!”
Gün gün izleyicisi, dinleyicisi artmış gösterinin. Bir
iki derken, “Bundan sonra deve oyunu öğrenmek isteyenler, karşılığını da ödeyecekler!” demiş.
Derler ki birçok deve, insanları soyup soğana çevirmeyi, adam kayırmayı, iş bitirmeyi, bağ atıp dağ
aşırmayı develerden öğrenmiş.
Gel zaman git zaman develer, deve güreşleri, yerkürenin en güzel, en sevimli ülkesi olan Türkiye’ye
de ulaşmış. Kısa sürede yaygınlaşmış, yerleşmiş. Çok
büyük ilgi görmüş. Horoz dövüşlerini bile gölgede bırakmış.
Bu masal ülkesinin, Tire denilen bir ilçesi varmış.
Bu ilçede de Yiğit adında, güzel mi güzel bir çocuk
yaşarmış. Bu çocukta soydan gelen bir hayvan sevgisi,
tutkusu varmış. Bir de alanları çınlatan, sözünü dinleten, önüne çıkanları terleten devesi varmış. Çok uslu,
ergin, incelikli bir deveymiş. Deve soyunun en güzel,
en sevimli, en gelişkin devesiymiş. Bir gören, bir daha
görmek istermiş. Yürüyünce yer titrer, durunca durur
bakarlarmış. O alana çıkınca, içip içip kulaklarına
8
zurna üfletenler, saygı duruşuna geçerlermiş. Yediden
yetmişe herkes alkış tutar, “Ercihan! Ercihan!” diye
bağırırlarmış.
Sözü edilen Ercihan, güreşçi bir deveymiş. Deve severlerin bilmediği, görmediği, kendine özgü oyunlar
yaparmış. Güreş tarihinde yalnızca onun adıyla anılan
oyunlar varmış.
Çoğu kimse develerini onunla güreştirmek istemezmiş. Çünkü yenileceklerini biliyorlarmış. Güreşlerde
şöyle bir dolanır, döner gidermiş. Bu bile yeterliymiş.
Deve severler, kendilerinden geçermiş.
Güreşlere, yalnızca onu görmeye gelenler varmış.
Boğulacaksan büyük denizlerde boğul, diyen deveciler de varmış. Devesinin yenilmesini önemsemez,
Ercihan’la güreşti dedirtmek için direnirmiş. Doğal olarak kaçan devesini üç günlük yoldan zor bulurmuş.
Ercihan’la güreşen devenin değeri, şanı artar, yayılırmış.
“Ercihan’la güreşmiş bu deve!”
“Ercihan’ın karşısında bir dakika dayanmış bir devedir bu!” diye övünürlermiş.
Günler böyle hay huy, davul dümbelek, çarkıfelek,
akıllı salak bağırtısı, gümbürtüsü, çekişmesi içinde geçerken, çok acı bir olay olmuş.
Göze gelmiş Ercihan Deve. Olmadık bir zamanda
ayağı sakatlanmış.
Bu, bir güreş devesi için büyük bir yıkımmış. Bir
ressam için el neyse, bir müzisyen için kulak neyse,
9
Ercihan için de ayak öyle önemliymiş. Yalnız koca
bedenini taşımak için değil, yapacağı oyunlar için de
gerekliymiş. Güreş deyip geçmemek gerekirmiş. Bazı
durumlarda bir ayağının üstüne birkaç ton ağırlık binermiş.
Sözün özü:
O günden sonra güreşin yıldızı Ercihan, güreşlere
katılamamış. Daha doğrusu bakıcıları, ipçileri, yandan tutucuları, onu güreşe sokmamışlar.
Gözden uzak olan, gönülden de ırak olur, derler.
Güreş severler, giderek Ercihan’ı unutmuşlar. Ancak
söz düştüğünde, yeri geldiğinde,
“Bir zamanlar, bir Ercihan vardı.” diye anlatırlarmış. “Görecektiniz. Öyle bir deve artık zor gelir bu
yerküreye. Gerçekten çok güzeldi. Tanrı övmüş yaratmış onu. Alana bir çıkışı, bir duruşu vardı... Öyle
oyunbaz deve görülmemişti. Bütün deveciler kıskanırdı onu. Bir gün göze geldi. Ayağını yere basamaz
oldu. Kimi incindi, kimi kırıldı dedi. Üzülenler de oldu,
sevinenler de.
O gittikten sonra güreşlerin tadı tuzu kalmadı. Gerçek güreş severler uğramaz oldu sahaya. Cazgırların
övgüsü, çırpınması durumu kurtarmadı.”
Sizin anlayacağınız, Ercihan Deve bir varmış, bir
yokmuş...
Her gün hana uğrayanlar, uğramaz olmuş. Onun
yanında görünmekten, ipini tutmaktan onur duyanlar
10
arayıp sormaz olmuş. Duvarlardaki resimleri yırtılmış,
kalanlar da sararıp solmuş...
Onu unutmayan tek kişi, masalımızın başında sözünü ettiğimiz küçük Yiğit’miş. Her gün yanına uğrar,
ayağına bakarmış. Arkadaşları sokakta topaç çevirip
birdirbir, uzun eşek oynarken o, devesinin iyileşmesi
için uğraşırmış.
Birinci ödevi, öğretmenin verdiklerini yapmak, ikincisi Ercihan’a bakmakmış.
Önce eve gelir, ödevlerini yapar, sonra hana koşarmış.
Onun tutku derecesindeki deve sevgisi, yakınlarını
kaygılandırırmış.
“Bu deveyle bu kadar uğraşma,” derlermiş. “Git
oyna, koş eğlen. Arkadaşlarınla konuş, söyleş. Bu ağızsız dilsiz hayvandan ne anlıyorsun. Bundan sonra ondan olsa olsa sucuk olur.”
Yiğit, güzel olduğu kadar uslu, saygılı, incelikli bir
çocukmuş. İçten içe kızsa da sesini çıkarmıyormuş.
Kırmadan, incitmeden, “O yeniden güreşecek,” dermiş. “Ben iyileştireceğim onu. Eskisinden daha güçlü
olacak ayakları.”
Çocuk diye inanmazlarmış. Çocuk diye önemsemezlermiş. Aklını çelip devesinden uzaklaştırmaya, soğutmaya çalışırlarmış:
“Ayağı iyileşse de eskisi gibi güreşemez o. Onun günü, devri geçti. Giderek yaşlanıyor. Bildiklerini unutuyor.
11
En iyisi elden çıkarmak. Bundan sonra kuru yük olur.
Bakıldığına, yediğine değmez...”
Oysa Yiğit, çoğu büyükten daha sağlıklı düşünürmüş. Çoğu büyükten daha bilgiliymiş. Söz düşmedikçe, yeri gelmedikçe konuşmazmış.
Deveden anlamayan, deve dilini bilmeyen, her şeyi
bildiğini sanıp özünü bilmeyen çaycılar, bozacılar, şıracılar, urgancılar, yorgancılar, dümenciler akıl satarlarmış. Gerine gerine konuşur, incir çekirdeğini doldurmayan salata üretirlermiş.
Durur bakarmış Yiğit. Durur gülermiş. Bilmeyen daha çok konuşuyor, dermiş. Bilmediğini bilmeyen, bir
sürü bilgisiz var, diye düşünürmüş.
Sıkılınca, öfkelenince gider, devesiyle konuşurmuş.
Devesine anlatırmış olanları. Dertleşir, söyleşir, sızlanır, yakınırmış:
“Ben sana inanıyorum. Beni utandırmayacağını biliyorum. Yine eskisi gibi güreşeceksin. Yine eskisi gibi
inleteceksin alanları. Sana inanmayanları utandıracaksın. Artık, ondan iş geçti, diyenler konuşamayacak.
Güreşeceksin, değil mi? Çok konuşanların develerini sürüp güreş alanından çıkaracaksın, değil mi?”
Ercihan başını sallıyor. Bir ışık yanıp sönüyor gözlerinde. Alanlara çıkmış gibi. Cazgır adını söylemiş
gibi. Önünde birkaç tonluk develer duruyormuş gibi,
köpürüp geriniyor. Hanın duvarlarını yıkacak gibi deviniyor, silkiniyor.
13
Yeniden güreşecek Ercihan. Arkadaşını utandırmayacak. Umutlarını boşa çıkarmayacak, düşlerini yıkmayacak.
Yaralı ayağı kırılsa da, acısı yüreğine hançer gibi
saplansa da duymayacak. Direnecek. Bildiği bütün
oyunları deneyecek. Son gücünü kullanacak. Hep ertelediği, geriye sakladığı, gününü, yerini beklediği çıkışını yapacak.
Cazgırlar, “Ercihan döndü,” diyecekler. “Güreş
alanlarının fırtınası yeniden döndü, sayın seyirciler!”
O handa Ercihan’dan başka yaşayanlar da varmış.
Yay boynuzlu öküzler, memesinden süt akan inekler,
dama sığmayan atlar; ördekler, kazlar, tavus kuşları,
sülünler, tavuklar, horozlar...
Onlar da ilgi, sevgi bekliyormuş. Onlar da okşanmak istiyormuş. Onların da sıkıntısı, sorunları varmış.
Onların da paylaşılacak yalnızlıkları varmış.
Yiğit’i görünce öküzler, inekler böğürüyor; atlar
kişniyor; ördekler kazlar, tavus kuşları çırpınıyormuş.
Yiğit’in onlarla ilgilenecek, konuşacak, eğlenecek
zamanı yokmuş. Onların ayaklandıklarını, kanatlandıklarını görüp, “Günaydın,” diyormuş. Ya da, “İyi
akşamlar!” diyormuş. Sonra, doğruca devesinin yanına gidiyormuş. Onun sevgiye, ilgiye daha çok gereksinimi olduğunu biliyormuş.
Günler, haftalar, aylar, mevsimler geçmiş aradan.
14