İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ

Transkript

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
55
Sayı: 55 Yıl : 14/2013
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
İdari Sorumluluk
ÖMER KAZAZOĞLU
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sadık K. TURAL
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç.Dr. Mustafa YAĞBASAN
Dr. M. Naci ONUR
Uzm.Necati KANTER
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4
ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
2 Bizim Külliye’den
Payam
3 Nazım
Şiir ve gelenek
Akengin
5 Yahya
Yetişin ey bulutlar
Köktürk
6 Milay
röp. Kemal Batmaz
Aslan
11 Bahtiyar
röp. Taner Namlı
Naci Soykan
14 Ömer
Gelecek nasıl gelir?
Vefa Taşdelen
kültürü ve sözlü
18 Felsefe
geleneğin imkânı
Taner Tatar
28 Kelimelerde
aşikâr olan gelenek
Kazazoğlu
32 Ömer
Nevaî
Bayraktar
33 Levent
Dil ve ben
Koçoğlu
34 Seval
Yeni başlayanlar için...
Avşar
35 İmdat
Kör İrfan
Kanter
38 Necati
Küçük hanım
H. Polat
41 Nâzım
Gelenekte gül
Alver
47 Köksal
Gelenek: Derin akış
Aydoğdu
49 Cengiz
Hayat, büyük devrimci...
52
Mustafa Sever
Gelenek ve küreselleşme
56
Cengiz Aytmatov
röp. Victor Levçenko
çev. Ömer Küçükmehmetoğlu
61
Bâki Asiltürk
1980 kuşağı şiirinde gelenek etkisi
66
Muhsin İlyas Subaşı
Edebiyata geleneğe yaslanmak
69
Mustafa Özçelik
Şiirimizde Yunus Emre geleneği
72
Mustafa Miyasoğlu
Ahmet Midhat Efendi ve gelenek
76
A. Vahap Akbaş
Gelenekle yenilik arasında
Asaf Halet Çelebi
79
Elif Çetişli
Hilmi Yavuz ve gelenek
85
Mehmet Aycı
Karakoç’a dair notlar
87
İsmail Aykanat
Serzenişimdeki renk
88
M. Naci Onur
Harput’ta divan şiiri geleneği
90
Bayram Bilge Tokel
Müzik geleneğimiz
ve geleneksel müziğimiz üzerine
93
Süleyman Daşdağ
Yaşamdan damlalar...
97
Murat Cengiz
Şarkılar bitti çocuk
98
Ahmet Uludağ
Çarşı ekmeği
101
Mahir Adıbeş
Sütçünün eşeği
Eriş
105 Cahit
Kuyumculuğun ailemizde...
Seçil Büker
107 Metinler
arasılık şiiri yaratıyor: süt
112
Ahmet Faruk Güler
Kitap-vitrin
Muhterem Okurlar,
Bir önceki sayımızda belirttiğimiz gibi dosya
konumuz: Gelenek.
Bir toplumda kuşaktan kuşağa iletilen kültürel
değerlere, alışkanlıklara, bilgi, töre ve davranışlara
gelenek denildiğini hepimiz biliyoruz. Ama geleneğin
hepimizin bildiğiyle kalmadığını, geçmişten geleceğe
bizleri şaşırtan, ayırt ettiren, heyecanlandıran,
sakinleştiren, ağırlaştıran bir şeyler taşıdığını da
biliyoruz. Bu olgulardandır ki gelenek kavramını,
geleneksellik ve gelenekçiliğin anlam boyutlarını sizler
için irdeledik. Güncellemesini sürdüren gelenek ile
azığını gelenekten alan edebiyatımıza ve bazı şair ve
yazarlarımıza dikkatlerinizi çekmek istedik.
Söz konusu gelenek olunca “gül” hatırlanmaz mı?
Elbette Türkçenin “gül”üne de alın terimizin karşılığı
olan ekmeğe de yer ayrılacaktır.
Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şair ve Şehir”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
Önemli notlar:
1) Dergimizin e-posta adresi değişti.
Yeni e- posta adresimiz: [email protected]
2) Yeni yönetim yeri:
İzzetpaşa Cad. İzzetpaşa Vakfı Ek Bina 16/ 4
ELAZIĞ
3) Abone ve reklam sorumlumuz MUSTAFA YAVUZ
oldu.
Abone olmak veya aboneliğini tazelemek isteyen
siz vefalı okurlarımız, MUSTAFA YAVUZ adına aşağıda
belirlenen Posta Çeki hesabına 25 TL yatırarak adreslerini
e-posta veya telefonla iletebilirler.
Posta Çeki Hesap No:1285029
Şiir ve gelenek
NAZIM PAYAM
Yoldan çevirdiğimiz
kaç kişi Süleyman
Çelebi’yi bir
bütün olarak
hatırlar acaba.
Kaç kişi, nasıl bir
yoğunluğun, hangi
olayın tesiriyle
Vesîletü’n-necât’ın
yazılışını bilir?
Mümin, inancının
tezahürü olan
“Mevlid”iyle
yetinmiş, Çelebi’nin
üzerindeki sisi
dağıtmaya gerek
bile görmemiştir.
İ
nsanların sorumluluğu,
sosyal hayatla kuracağı
ilişki, ilahî kitabın sayfa
ve surelerinde açıklanmıştır. Kişi,
ilahî kitabının anlattıklarıyla kendisini, ortamını, ortamının dışındakileri anlamlandırır, yaşantısını
biçimler. Biçimlenmiş ve adlandırılmışlar huzur verir ona. Ancak, bu, hep böyle gitmez.
Bazen surelerde işaret edilen ile yalnızca mevcutları fark
edenler, yeni olay, olgu ve ihtiyaçları anlamlandırmada
tıkanır. Tıkanan algı kanalları ise çoğu kez küskünleri
çoğaltır, kanlı bıçaklı olunabilecek ötekileri, yokları doğurur. İşte bu karanlık durumlarda sığınaklardan biri
de edebî eserlerdir. Edebî eserlerin ışıklı pencereleri dil
engellerini, anlam düğümlerini kısmen de olsa aşmaya
ve çözmeye yardımcı olur. Yeni sezgilerin, yorumların
ümitlendirmesiyle direncini tazeleyen insanoğlu yeniden hakikatinin izini sürer. Ayrıca deftere geçirilmişlerden özümsedikleriyle büyük ırmağını; kültürünü
besler. Geleneğe, gelişmeye bir süreklilik katar. Böylece
her gönül, kıblesinden umduğu zenginliğini paylaşmış
olur.
Ama birileri bana “Hangi edebî eser toplumumuzda belirgin bir gelenek oluşturmuştur?” sorusunu
yöneltmiş olsaydı, hiç kuşkusuz Süleyman Çelebi’nin
3
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Vesîletü’n-necât’ı, (Mevlid) derdim.
Elbette siyer kitapları, enbiya kıssaları, kelâm,
tefsir, fıkıh metinleri Kur’an’ı daha iyi anlamak,
Kur’an’a olan muhabbetimizi artırmak için evimizde
ağırlanmaktadırlar. Elbette toplumdaki rahatsızlıkları gidermek, insanı mutlu etmek için Kutadgu Bilig;
dilimizin kelime sandığı Divanü Lügati’t-Türk; bencilliğimizi törpüleyen, doğruluğa ve ilme teşvik eden
Atabetü’l-Hakayık yol açıcı olmuştur. Elbette edipler membaı Divan-ı Hikmet’in; boyumuzu soylayan
Kitâb-ı Dede Korkud’un hakkı yenilmez. Şüphesiz
ki gönül ve medeniyet harcımız bunlarla karılmıştır.
Yine Baki gibi, Nedim gibi bir devre gölgesini düşürmüşleri yahut bir ülküyü, bir toplumsal veya bireysel sancıyı olanca varlığıyla hissetmiş ve hissettiğinin
sözcüsü konumuna gelmiş şairleri de yadsıyamayız.
Farkına varmasak da günlük hayatımız, dünyaya bakışımız bunlarla derinleşmiş, nice eserler, nice güzellikler bunların ışığıyla dal budak salmıştır. Fakat
hiçbiri Vesîletü’n-necât kadar genelin iştirakına teşmil olmamış, bestelenerek ve törenle doğumumuza,
düğünlerimize, tuttuğumuz niyete, ölümümüze direkt olarak katılmamıştır. Gelenek denilen taşıyıcı ve
düzenleyici, kanına karıştırdığı geçmişin diğer edebî
eserlerini âdeta “Mevlid” ile temsil etmiştir.
“Herkes kendi düşüncesine göre bana arkadaş
oldu.” diyen Mevlana’nın, Biçare Yunus’un, Hacı
Bektaş’ın, Hacı Bayram’ın, Niyazi Mısrî’nin ismi
herkesçe malumdur. Bu gönül erlerinin yazdıklarına, kendilerine, yüzlerce eser ithaf edilmiş, şerh
düşülmüş, yollar belirlenmiştir. Zaman, hâlâ onların söyledikleriyle tarafımızdan sınanır. Fikir ve his
evrenimizde ümmisiyle de ulemasıyla da kapı komşu
gibidirler.
Lakin “Mevlid” şairi öyle mi?
Yoldan çevirdiğimiz kaç kişi Süleyman Çelebi’yi
bir bütün olarak hatırlar acaba. Kaç kişi, nasıl bir yoğunluğun, hangi olayın tesiriyle Vesîletü’n-necât’ın
yazılışını bilir? Mümin, inancının tezahürü olan
“Mevlid”iyle yetinmiş, Çelebi’nin üzerindeki sisi dağıtmaya gerek bile görmemiştir.
Araştırmacılar, yakıştırma hevesinden, rivayet
olunur ki, derler; 1409’da İranlı bir vaiz, Süleyman
Çelebi’nin imamı bulunduğu Bursa Ulu Cami’nde
cemaate vaaz ederken Bakara Suresi 285. ayetinin
tefsirinde “Hz. Muhammed ile Hz. İsa arasında fa-
zilet açısından hiçbir fark göremediğini” ifade etmiştir. Bunun üzerine cemaat içerisinden biri, vaizi ikaz
ederek aynı surenin 253. ayetini hatırlatmış ve “İşte
bu sebeple de Hz. Muhammed, her ne kadar nübüvvet
vazifesi yönüyle Hz. İsa’ya denk olsa da fazilet ve
üstünlük bakımından ondan daha yücedir!” savını
dillendirmiştir. İranlı vaiz ile o kişi arasında cereyan
eden bu olay, nihayetinde vaizin yüksek makamlardan katline ferman alacak kadar ilerlemiş, Süleyman
Çelebi’ye de Vesîletü’n-necât’ı yazdırmıştır.
“Ses ve Niyet” denememizde söylediğimiz gibi
şiir, inanmışlığa dayanır. Bu olay alevlenmeye hazır
közün kıvılcımı olabilir! Ama Mevlid’in yazılışına
asıl sebep değildir. Böylesi tartışmalar, inatlaşmalar
mümin için lüzumsuzdur. Hele bir anlık öfkeyle,
esefle yazılmış şiirler halkı kendisiyle hesaplaşmaya,
kendisinden geçişe çekmez; onu öğrenmeye, öğretmeye, cihat yöntemlerine yönlendirir ve tesiri sınırlıdır. Oysa “Mevlid”, “Tevhid”iyle, “Velâdet”iyle,
“Mu’cizât”ıyla, “Mi’râc”ıyla, “Vefât”ıyla ve
“Dua”sıyla her törende akıldaneliğini sildirir bize.
Şüphesiz ki o, bir âşığın, sevda manzumesidir.
“Allah adın zikredelim evvelâ
Vâcip Odur cümle işte her kula”
…
“Geldi bir akkuş kanadıyla revân
Arkamı sığadı kuvvetle hemân”
…
“O ne ki emr’etdise sen onu tut
Ki O’nun buyruğudur câna kut”
…
“Ger dilersiz bulasız oddan necât
Aşk ile dert ile eydin es-salât”
Bize göre insanların en şereflisi, en güzeli
kâinatın yaratılışına vesile olan peygamberimiz Hz.
Muhammed’dir. Yaratılmışlar içerisinde ona âşığız.
Sevdiklerimizde onun nispi sıcaklığını arar, onun
meziyetleriyle donanmak isteriz. İnsan olma ölçümüz peygamberimizdir. İsminin geçtiği an, samimiyetle evvel ve ahiri içimizde denkleştirir, kendimizi
yüce huzurda hissederiz. Huzurda ahvalimizi anlatmak için yalnızca gözyaşlarımız akar. Gözyaşlarımız
gözümüzden göğsümüze akarken dizüstü oturur,
sessizliğin hazinesindeki kelimelerle yakarırız.
Kulluğumuz ve ümmetliğimiz tazelenir.
“Mevlid”, bize bunu yaşatır. ■
4
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
YETİŞİN EY BULUTLAR
Aynasında görelim diye düşlerimizi
Işıklara boyamak için rengimizi
Saçını süpürge eder bulutlar
Durmadan parlatır gökyüzünü
Bağrı yanıklara gölge eder bulutlar
Damla damla sızdırırlar rahmeti
Rahmet felaket olmasın diye
Dura dura indirirler bereketi
Yeryüzü kirlerinin sınır ihlallerini
Püskürtmek için şimşekler yıldırımlar
Azarlayıp kovalar hep bir şeyleri
Kurtulsun diye güneş gözlü yarınlar
Bir ümit var insanoğlunun
Bahtını düşünürken göğe bakışında
İhtişamlı ebem- kuşaklarının
Bir çağrı var ufuklarla yarışında
Boşa çıkar bütün yıldız falları
Fal taşı gibi açılmadıkça gözler
Uzadıkça bu aymazlık uykuları
Dorukta kar bulutta damla sızlar
Harcayıp durduk servetini yerin göğün
Eridikçe sermayesi ruhlarımızın
Eriyor erdemler aydınlıklar günbegün
Yetişin ey bulutlar bu yangını söndürün.
YAHYA AKENGİN
5
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
MİLAY KÖKTÜRK
ile gelenek üzerine
"...entelektüel, tüm kültürlere savaş açmış da değildir. O,
başta içinde doğduğu kültür olmak üzere, tüm kültürleri
akıl süzgecinden geçirir ve bulduğu her iyiyi insanlık
adına dile getirir. O, yüksek kültürün gelişiminin itici
gücü, yerel kültürün de insanlık dünyasına açılan
penceresidir. "
KEMAL BATMAZ
Biliyoruz ki kavramlar sözlük anlamlarının
dışında bir muhtevaya da sahiptir. Bazı kavramların ülkeden ülkeye farklı algılanışlarına
da tanık oluyoruz. Siz, yazılarınızla, zihnimizi
meşgul eden birçok kavramı, bulanıklıktan arındırıp düşüncelerimizi netleştiriyorsunuz. “Gelenek” kavramını Bizim Külliye okurları için açar
mısınız? “Gelenek” nedir, neleri ifade eder?
Öncelikle ‘kavram’ın netlik yahut bulanıklığından söz edelim Ardından da çok sık kullanılan ‘kavram kargaşası’ ifadesine değinmemiz lazım.
Bilinçli kullanımda değil ama genel kullanımda kavramın netliğinden anlaşılan, onun duruma
ve bağlama göre değişmeyen, her daim aynı kalan,
herkesçe de aynı anlaşılan tek bir anlama sahip olmasıdır. Bu içerikteki kavramlarla daha doğru ve
tutarlı düşünüp taşınabileceğimiz ve doğru iletişim
kurabileceğimiz var sayılır. Gerçekten de kavramlarla anlar, anlaşır ve anlatırız. Nesne kavramları
nesnenin imgesi veya zihindeki tasarımıdır. Soyut
olguların kavramları ise, her zihinde tıpatıp aynı olmayan bir özettir. Anlam denilen şey bu özette barınır. Herkes olguyu kendi zihninde özetler. Bu demektir ki, zihinlerimizde özetler çokluğu hâkimdir.
Çokluk, bağlamı belirlendiği takdirde karmaşa veya
bulanıklık olarak nitelendirilemez. Yani özet çokluğu, aynı zamanda zihinlerdeki anlam zenginliğidir.
Esas olan, kavramın kullanıldığı ‘bağlam’ı da belirtmektir. Çünkü kargaşanın ortadan kalkıp anlam
zenginliğinin ortaya çıkışı, kavramın ilişkilendiği
bağlamın belirlenmesiyle gerçekleşir.
Bunu ifade ettikten sonra, gelenek kavramı üzerine, bu çerçevede konuşabiliriz. Hangi bağlamdaki
gelenek kavramından söz ediyoruz? Yüksek kültür
nitelikli bir etkinliğe yoğun ilgi atmosferinin varlığından mı? Herhangi bir zanaat ilgisi ve icrasının
sürekliliğinden yahut kuşaktan kuşağa geçişinden
mi? Yoksa toplumda yaygın ritüeller ve alışkanlıklar
dizisinden mi?
Biyolojik varoluş genetik mirasla sınırlıdır. Kültürel dünyada ise biyolojik sınır ortadan kalkar.
Kültürü inşa edip ona varlık ve süreklilik kazandıran insan dehası biyolojik sınırları aşmanın yolunu
da bulmuştur. Kültürü nakletme vasıtalarından en
etkili ve kalıcı olanı ‘gelenek’tir. Bu süreçte nakletme
fiili kadar nakledilenler de, içinde vücut bulduğu
toplumun müşterek mülkiyeti olur. Bu yönüyle gelenek kavramı hem akıp gelenin/taşınanın hareketi
6
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
hem de onun doğası ve niteliği anlamında kullanılmaktadır. Geleneğe ‘ortak ruhun tarihsel süreçteki
seyahati’ yahut ‘kabul veya idelerin zamanları aşma
biçimi’, ‘bugünde konuşan geçmiş’, ‘uzak geçmişten
akıp bugünde kapımızı çalan ve bizi de aşma eğilimi taşıyan değer ve yargılar bütünü’ denilmesinin
anlamı budur. Bugünden geleceğe uzanmaya aday
olması bakımından gelenek, bireyin bilinmeyen geleceğe, henüz kurulmamış dünyaya manevi bir pusula eşliğinde yelken açmasını ifade eder. Gelenek
asıl formunu bugünde değil geçmişte kazanmıştır.
Bu bakımdan, geleneksizlik köksüzlükle eşdeğerdir.
Diğer yandan gelenek, bireylerin birbirine kapı aralamaları anlamına gelir. Çünkü geçmişten akıp gelen, sadece benim için ve benimle akıp gelmemiştir.
O, geniş kitlece taşınarak sınırlı zamanları aşmıştır.
Dolayısıyla gelenek özneler arası dünyaya ait bir
şeydir. Gelenek içinde var olmak ötekini tüketerek
değil öteki ile birlikte var olmaktır.
Felsefi bilgi ve entelektüel faaliyetler geleneği
hangi ölçülerle karşılar?
Gelenek kavramı bir oluşu ifade etmesi bakımından tekil olarak kullanılır. Ancak bu kavram
biçimsel olarak müşterek bir vakıayı anlatır. Onun
içeriği çoğul nitelikli olabilir. Yani içerik olarak çok
farklı geleneklerden söz etmek lazımdır. Örneğin
kırsal kesim ağırlıklı halk kültürünün varoluşu ve
sürekliliği anlamına gelen, hatta bunu sağlayan gelenek ile yüksek kültür etkinliğinin vücut bulması
anlamındaki gelenek içeriksel olarak çok farklıdır.
Kültür dünyasının farklı unsurlarının sürekliliği
anlamındaki bu gelenekler birbirinin karşıtı olmadığı gibi alternatifi de değildir. Her birinin, kültür
dünyasının varoluşunda kendi çizgisindeki unsuru
sürekli kılıcı kendisine özgü rolü vardır. Dolayısıyla
sorudaki geleneği “halk kültürü nitelikli” sayarsak,
felsefi bilginin yahut entelektüel faaliyetlerin bu geleneği karşılaması söz konusu olamaz. Ayrıca, felsefi
yahut entelektüel etkinliğin de bir geleneğe bağı olduğunu unutmamak gerekir.
Unutulmaması gereken bir diğer husus ise, biçimsel olarak gelenek temeline dayanan entelektüel
etkinliğin içeriksel olarak geleneğe karşı ve gelenek
karşıtı bir duruş oldu gerçeğidir. Entelektüellik evrensel ve akılcı bir çizgi gerektirir. Muhakeme yetisi,
algılama ve yargılamaları insanlık adına ve ortak iyi
kıstasına göre işleyen entelektüel, kendisini yine insanlık dünyasına karşı sorumlu hisseder. Bu bakım-
dan o, bir nevi bir dünya yurttaşıdır. Olup bitene
sadece belli bir kültürün penceresinden bakmak entelektüel eğilimi yaralar. Sırf belli bir kültürün ruhu
anlamında geleneksellik entelektüelin dünyasına
sığamaz. Sadece böyle bir geleneğe bağlılık da entelektüeli yerinden yurdundan eder. Onun kapısı aklın onayladığı, insanlık için ortak iyi olan her değer
yahut ilkeye açıktır. Yani entelektüel, tüm kültürlere savaş açmış da değildir. O, başta içinde doğduğu
kültür olmak üzere, tüm kültürleri akıl süzgecinden
geçirir ve bulduğu her iyiyi insanlık adına dile getirir. O, yüksek kültürün gelişiminin itici gücü, yerel
kültürün de insanlık dünyasına açılan penceresidir.
Taassup ile geleneğin ilişkisi var mıdır? Ayrıca Nurettin Topçu’nun “siyasî, dinî ve ahlâkî
taassubu ortadan kaldıracak olan sosyoloji bilgisidir” yargısı için neler söylersiniz?
Geleneğin uzun bir tarihsel süreçten süzülerek
bugüne geldiğini ifade ettik. Bu akıp gelen şey sırf
irrasyonel bir şey değildir ve toplumsal hayatın devamını sağlar. O, kendisiyle temas eden ve oluşturduğu atmosferde nefes alan her bireye hitap eder.
Bu, geleneğin akılcı ve duygusal bileşimli işlevinden
kaynaklanır. Dolayısıyla gelenekten söz etmek demek aklı dışlamayan bir kabul ve değer sisteminden
söz etmek demektir. Fakat bazen gelenekler irrasyonel hâle gelebilir. Ortak dünyaya gönüllü katılım olmadığı durumlarda gelenek âdeta ilahi vahiy
gibi algılanır. Özellikle feodal topluluklarda bazı
geleneklerle bu şekilde ilişki kurulur. Bu, gelenek
denilen temeldeki ilkenin, akıl süzgecinden geçirilmeden içselleştirilmesi demektir. Gerçekte akıcı
ve hep yeniden üretilen bu ilkeler dizisi böylelikle
artık katılaşmış olur. Gelenek ilahi kutsallar gibi
kutsallaştırılınca, bireylere düşen de ondan zerrece
taviz vermemek olur. Artık akıl iptal olmuştur. İşte
bu, taassuptur. Yani taassup geleneğe tapılmasıyla
ortaya çıkar. Akılcı olan ise tapınmaya değil değerli
saymaya davet eder. Aklın işin içinde olduğu yerde
taassup olmaz. Bu demektir ki, bir algı, eylem yahut
yargı akılcı ve akıl düzenine uygun olduğu ölçüde
taassuptan uzaklaşır. Bilim de akılcı olduğuna göre,
irrasyonel olanı kapı dışarı edecektir. Nurettin Topçu sosyolojiye taassup karşıtı bir rol yüklerken bunu
kastetmiş olmalıdır.
Gelenek karşısındaki tutum ile taassup kavramı arasındaki ilişkiden hareketle geleneği
7
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
olumsuzlayabilir miyiz?
Hayır. Çünkü taassup, her neyin taassubuysa,
onu katılaştıran bilinçlerin eseridir. Geleneğin varlığı zorunlu olarak taassup üretiyor değildir. Gelenek
kültürel dünyadaki işlevsel varoluşu ve mesajı bakımından geleceğe yönelik hamlede toplumun yol
haritası gibidir. O olmazsa gelecek tümüyle belirsiz
kalır. Bu nedenle, geleceğe akıp giden toplumsal
varoluşta geleneğe hep ihtiyaç olacaktır. Lakin 21.
yüzyılda durum, geçen yüzyıldakinden farklıdır.
Geçen yüzyıl Anadolu coğrafyası büyük ölçüde
kırsal kesim toplumu idi, şimdi ise kent toplumu.
Artık kırsal kesimde dedelerin yaşantısını şekillendiren gelenek kent toplumunun geleneği olamaz.
Kent yaşantısında artık yeni geleneklere ihtiyaç
var. Kent toplumunun geleneği de kentlidir. Kırsal
kesim ağırlıklı gelenek kent toplumunu taşıyamaz.
Ancak ikisinin apayrı ilke ve ideler olması gerektiğini düşünmek de yanlış olur. Aynı toplumun farklı
kuşaklarının demografik hareketinden ve yeni yaşama ortamından söz ediyoruz. Bu süreçte kırılma anlamında bir başkalaşım yaşanamaz. Böyle bir kopuş
toplumun felaketi demektir. O hâlde ne olacaktır?
Gelenek yeniden üretilecektir.
“Gelenek” sırf yereli mi anlatır? O, evrensel
iyinin neresinde yer alır ya da yer almalıdır?
Kırsal kesim toplumunun temeldeki ideleri
anlamında gelenek ‘yerel’i anlatır. Kapalı toplum
olarak kırsal kesimde gelenek toplumun aynı biçimli devamına hizmet eder. Bu, herkesin gelecek
tasarımına da uygundur. Çünkü kapalı toplumlarda
insanlar toplumun gelecekte de aynı şekilde varlığını sürdürmesini isterler. Ancak yukarıda da ifade
edildiği gibi, Anadolu coğrafyası değişen sosyoekonomik ve demografik yapıya paralel olarak ‘80
sonrası büyük ölçüde kent toplumu olmuştur. Bu
çok önemlidir. Ayrıca bu yüzyıldaki bilişim devrimi
ile iletişim, etkileme ve etkilenme evrensel bir hâl
almıştır. Kent toplumu ve yeni ekonomik yapı yanında yeni iletişim ortamı, tarım toplumundaki anlamı ve işleviyle geleneğin artık varlığını sürdüremeyeceğini göstermektedir. Eski gelenekler kent toplumunu taşıyamazlar. Bu nedenle, belirtildiği gibi,
gelenek yeniden üretilmelidir. Ama bu üretim sadece yerel odaklı da olamaz. Yeni çağda yeni gelenek
artık evrensele sırtını dönemez, onu yok sayamaz.
Çünkü dünya gerçekten küçülmüştür. Yeni gelenek
evrensel iyi ile örtüşmelidir. Küresellik dolayısıyla
evrensel ideler, dünyanın geri kalanında tartışılanlar
istesek de istemesek de bizi etkilemektedir. Gelenek
sadece o toplumu o toplum kılan ve yaşama biçimiyle toplumun geleceğini garanti altına alan, sırf o
topluma hitap eden temeldeki ide ve ilkeler olamaz
artık. O, sırf kendisi için iyiyi değil, evrensel iyiyi de
yansıtmalı, kendini evrensel iyi kavramlarında dile
getirmelidir.
Ancak bugünün köksüzleşen dünyasında
bu ruhu yansıtacak tarihsel temeli olan gelenekten söz edilemez. İnsanların sakince kendi
ikametgâhlarında yaşayıp gittiği, siyasal-toplumsal
alanı din veya toplum “büyükleri”nin belirleyip diğerlerine, üzerlerine düşen görevleri buyurduğu çağ
geçmiştir. İlgi, eğilim ve isteklerin çeşitlenmesiyle,
insanın iç dünyasını belirleyen etkenlerin çoğalmasıyla, artık insan dokusu ve bilinç biçimleri de
çeşitlenmiştir. Bu açıdan çağımız insanı daha özgürdür. Onun gelecekteki varoluş biçimi, bu özgürlüğü
kullanış biçimine bağlıdır. Bu özgürlük bir trajediye
dönüşebileceği gibi, insana yeni bir dünyanın kapısını da açabilir. İnsan bunu unutmadığı ve ‘iyi’yi,
‘hayırlı olan’ı öncelediği sürece, bu özgürlük, ‘iyinin
yeryüzü egemenliği’ne giden yolu teminat altına
alacaktır. Evrensel iyi nedir? Asıl soru burada düğümlenmektedir. Bu sorunun cevabını kendi kültür
dünyasının insani ilkelerini evrensel hâle getirerek
verebilen bir entelektüel hem insanlığa karşı sorumluluğunu yerine getirmiş hem de kendi kültürünü
uygarlık hâline getirmek için temel düşünsel adımı
atmıştır.
Gelenek ile modernlik yan yana gelebilir mi?
Bu sorunun cevabı, modernliğin nasıl anlaşıldığına bağlıdır. Şayet modernlik, yaşama dünyasının
değişen/yeni ritmine ayak uydurmaksa, bu ikisi yan
yana gelemez. Ama modernliği bir insanlık durumu
olarak alırsak, ikisi birbirini zenginleştirebilir de!
Gerçekliğe yoğunlaştığımızda, orada olup bitenler bize, somut olarak karşımızda duran şu evrende
hiçbir olgunun, olayın ya da ölçümün/sonucun önceden belirlenmiş ezelî-ebedî doğruluğa ve hakikate
sahip olmadığını; onların kendi zamanı, sistemi ve
sistem içindeki konumuna, fonksiyonuna göre bir
‘değer ve anlam’ taşıdığını fısıldamaktadır. Burada,
herkesin öznel kavrayışına göre şekillenen ‘mutlak
bir görelilik’ iddiası yoktur. Sadece, çevremize ya da
çevremizdeki kişilere/olaylara biçtiğimiz değerin, o
8
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
kişi veya olayın fonksiyonuyla ve fonksiyonu süresince geçerli olması gerektiği tezi vardır. İşte modernitenin mantığı budur. Bu demektir ki, modernite
bir zihniyet içeriği değil, bir zihniyet ‘formu’dur.
Modernitenin mantığında, dünyevi nitelikli şeyleri
ezelî-ebedî hakikat olarak koruma söz konusu değildir. Akıl planından inanç planına geçtiğimizde,
inanç dünyasında birey için ‘kesin, mutlak, ezelî ve
ebedî doğruluk’ taşıyan unsurların var olmayı sürdürmesi, modernitenin mantığına hiç de zarar vermez. Yani modern bir bireyin bir Tanrı’ya inanması,
modernlikle çelişmez.
Bu anlamdaki bir modernitede, insanın dünyadaki yaşantısında, oraya insan eliyle yerleştirilmiş
bir sürü ‘put’ yer almaz. Modern birey ‘değer biçebilir’; bu değer, akılcı ya da ilahi içerik taşıyabildiği
gibi, ona az ya da çok önemlilik atfedilebilir. Bu değerlerin hepsi, modern bireyin zihninde, bir arada
var olabilir.
Eğer zihniyetimiz kelimenin gerçek anlamında
modernleşebilseydi, toplumsal/siyasal dünyamız,
zihinsel melekeleri dumura uğramış ihtiras küpü
yaşlıların mekânı olmayacak; onlar, fonksiyonları
süresince ve fonksiyonları kadarıyla sahip oldukları “değer”i yüklenip tarihteki yerlerini alacaklardı.
Eğer gerçekten modern bir zihniyet geliştirebilseydik, tarihin bir zamanındaki “değerlilikler”, durmaksızın bugüne taşınamayacaktı. Böyle bir dünyada hiç kimse değer dayatamayacak, değerli olanı,
sahip olduğumuz tarihsel tecrübeyle, inancımızla,
aklımızla, sadece biz seçecektik. Bu dünyanın asıl
kahramanı, özgür ve sorumlu birey olacaktı.
Gelenek küresel asimilasyona direnme gücüne
sahip mi? Gelenek asimilasyon karşısında nasıl
bir direnme gösterir?
Yine sormamız lazım: Hangi gelenek? ‘Atalarımızdan öyle gördük’ tavrı mı, yoksa ‘yeni çağda
yeniden ve tam bilinçli şekilde inşa edilmiş ilke ve
kabuller dizisi’ mi?
Gelenek kendisini en çok yaşama dünyasında
gösterir. Yaşama sürecindeki tercihlerimiz, kökeni
incelendiğinde, sadece “o anın gereklilikleri”nden
kaynaklanmaz. “Şimdi”de artık olmayan ile henüz
olmayanın izleri görülür. Biri bilfiil kalıntılarıyla diğeri ise tasarım olarak! Ancak her ikisi eşit derecede
ve her zaman etkili olmayabilir.
Bireyin yaşama biçimini seçmesinde, yaşantısını
şekillendirmesinde, onun hayata verdiği anlam et-
kilidir. Her birey doğal bir eğilim olarak beslenme,
barınma, rahat yaşama; kendisine sıkıntı veren şeylerden uzaklaşma eğilimi taşır. Hem biyolojik hem
de zihinsel yapıda temeli olan bu eğilimler, bireyin
olmazsa olmazlarıdır. Diğer taraftan, yaşayan kültür denince, kastedilen kültürü yaşatan, eylem ve
üretimleriyle cisimleştiren, bilfiil karşımızda duran
bireylerin yaşama biçimlerini anlıyoruz. Artık tarih
olmuş, kalıntıları arkeolojinin iştigal alanına girmiş
toplumların bugün mevcut kültüründen söz edilemez. Yani şimdide bilfiil mevcut kültürlerin mevcudiyetlerinin karakteristiği, onların mensuplarının
var ve yaşıyor olmasıdır. Buradan, şu basit sonuç
çıkar: Kültüre son şeklini veren, onun son taşıyıcısıdır.
Yeni yaşama ortamlarında geleneği yeniden üretemeyen toplumlar, kültürel baskılara direnemez.
Onlar sadece arkaikleşmiş ya da tarihin derinliklerinde kalmış bazı ritüelleri kutsamaktan başka bir
kültürel etkinlik de gösteremezler. Geleneğe kayıtsız
şartsız teslimiyet, düşünceyi, hayatı dondurur. Yaşama dünyası dinamiktir; bireyi sürükler… O zaman
da bireyler gelenek sahtekârlığına düşer; bir yandan
değerleri savunduklarını ve onların kendilerinin asli
nitelikleri olduğunu söylerken diğer yandan bireysel ve toplumsal yaşantıda gelenekle fiilen ve ruhen
ilişkisiz yaşama biçimi sergilerler. Yani geleneğin
yeniden ve çağın yaşama biçimine uygun şekilde
üretilmesi gerekir ki, bu, kapalı toplum yapısından daha zordur. Bu nedenle, ancak çağın ruhuna
uygun olarak yeniden üretilen, kendini kendisi olmaktan çıkmadan yeni bir formda yenilemiş olan
gelenek küresel asimilasyona karşı direnme zemini
olabilir. Diğer türlü, kapalı toplum yapısının gelenekleri yeni çağda tuz buz olacaklardır.
Önümüzdeki yüzyıl gelenek, modernlik ve
kimlik kavramı nasıl bir uzlaşı gösterir? Bu uzlaşıda edebiyatın görevi ne olmalı?
Yeni dünya düzeninde bireylerin, kendi toplumsal-kültürel ortamlarının bilinçli bir mensubu olmaları değil, yığının bir parçası olmaları istenmektedir. Mevcut etki ortamına göre, sadece sunulan
şeyler güzeldir ve hayatı dolduran güzellikler bunlar
olmalıdır; sadece sunulan gayeler tercih edilmeye
değerdir, diğerleri yaşantıya güzellik katan tercihler
olamaz… Estirilen bu yeni yaşama estetiği havası
karşısında, bireyin kendi değerleriyle yeni değerlerin sentezini yapabilmesi hayli güç görünmektedir.
9
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Bireyin, yığının sayısal anlamda bir parçası olarak
inşa edilmesi, küresel kapitalizmin oyun alanını
problemsiz hâle getirecektir. Çünkü mutluluğunu,
yaşantısının anlam ve amacını çoğunluğun gündelik tüketim tercihlerine uymakta bulan birey özgün
kimlik sahibi değildir. Moda düşüncelere, moda
kitaplara, moda tarzlara tutkun hâle gelmiş bireyin
yaşama biçimi, etki merkezleri tarafından şekillendiriliyor demektir. Moda olan, insanın kendine özgülüğünü, onun özgür tasarım dünyasını tüketir.
O, bireyselleştiğini zanneden, ama gerçekte hep
ötekine bağımlı olan modern bir tutsaktır. Güçlü
kişilikler ise kendilerine sunulan anlam dünyalarına teslim olmazlar. Onlar kendi sentezlerini kendi
değerlerinden ve kendisine sunulanlardan doğru,
özgürce üretirler ve böylece kendilerine özgü varoluşlarını sürdürebilirler. Bu süreçte bireyin asıl
zemini, kendi kültür dünyasıdır. Özgür ve kendi
kültürel dünyasına bağlı birey, küresel kapitalizmin
projesinin en büyük engelidir. Bu yüzden de küreselcilik millî kültürlerin mevcudiyetine son vermeyi
isteyecektir.
Yaşama dünyamızdan manevî olanı uzaklaştırmamız, Batı’da olduğu gibi bize de bir dünya cenneti sağlamayacaktır. Aklın yerinin olmadığı bir yaşama biçimi ise, hayatın akışında bizi pusulasız hâle
getirecektir. Hayatın gerçek anlamı, dünyevi, akli ve
manevi olanın dengeli bir sentezinde yatar. Bu küresel asimilasyon sürecinde dünyayı doğru okumak,
insanlığın tarihsel tecrübesine kulak vermek ve küresel kapitalizmin sunduğu yaşama biçimine alternatif olarak kendi yaşama estetiğimizi oluşturmak
zorundayız; zira bu yıkım projesinin hayatımıza
giriş yolu, yaşama biçimimizdir. Çünkü bu sürecin
ilerleyen aşamalarında büyük bir değer ve kimlik
aşınması yaşanacaktır.
Bu noktada edebiyat ne yapabilir? Sözünü ettiğimiz yaşama durumlarına trajedi demek yanlış
değildir. Edebiyat bu tabloda yeni yaşama biçiminin sefaletini dile getirmeli, bunun yanında yeni
yaşama estetiği tasarımıyla şekillenmiş kurgularını
ortaya koymalıdır. Bunu kendi diliyle yapmalıdır.
Çünkü edebiyatın dili herkese hitap eder. Mesela
felsefenin dili sadece felsefi ilgisi ve birikimi olanların anlayabileceği bir dildir. Hatta edebiyat bu
problemler çerçevesinde en işlevsel bilgi ve sanat
alanı olarak görülmelidir.
Sözlü gelenekte hafıza belirsizleşir, o hep
yeniden üretilmelidir. Bu açıdan “Gelenek ve
Edebiyat” ilişkisinde bir uyumdan bahsedebilir
miyiz? Geleneğin sürekliliğini sağlayan edebiyat,
değişimi gerçekleştirme gücüne sahip mi?
Güncel kültürel yaşantıdaki gelenek kavramıyla
yüksek kültür dünyasındaki gelenek arasında aynılık yoktur. Köy yaşantısındaki geleneklerle kentteki
gelenekler de aynı değildir. Önce bununu belirtelim.
Kapalı toplumsal yapıda, belirsizleşse ve anonim
hâle gelse de, sözlü gelenek bireyin ve toplumun varoluşunu dengeye getirebilirdi ve getirmiştir de! O,
zaten çeşitli vasıtalarla ve gereklilikten dolayı ‘hep
yeniden üretim’in konusu oldu. Çünkü kapalı toplumsal yapıda bireyleri etkileyen unsurlar sınırlı idi.
Bunların değişimi ya çok yavaş oldu ya da neredeyse hiç söz konusu olmadı. Bu yapı içindeki gelenek
belki biraz daha güzelleşti, kendi çizgisinde gelişti;
ama kırılma ve kopma anlamında bir farklılaşma
yaşanmadı. Lakin sanayi devrimiyle birlikte, binlerce yıl hüküm süren ve sözlü kültürün barınağı olan
toplumsal yapı kökten değişmiş, sözlü gelenek bilinen anlamıyla artık nakil vasıtası olmaktan çıkmış,
yeniden üretim de sona yaklaşmıştır. Günümüz
toplum yapısında, sözün eski çağlardaki kullanımı ve işlevi kalmamıştır. Sözlü gelenek âdeta ölüm
döşeğindedir. Toplum ise yeni bir algı ve iletişim
ortamında varlığını sürdürmektedir. Yeni bir çağ
yeni bir kültür mü demektir? Popüler kültürü kastediyorsak, evet! Ancak popüler olan, uzun soluklu
dengeli varoluşun barınağı olamaz. Dolayısıyla yeni
çağda denge popüler kabuller üzerine kurulamaz.
Yeni gelenek ve denge arayışı başlar. Gelenekte denge arayışı aynı zamanda gelecekte denge arayışıdır.
Modern zamanlarda geleneğin yeri sarsılınca
her şeyin her şeyle ilişkisi de altüst olmuş; buna
paralel olarak edebiyat ile geleneğin ilişkisi de sakatlanmıştır. Hitap ettiği estetik-duygusal dünyaya
ve buradan doğan etki gücüne rağmen, edebiyatın
elinde dengeyi sağlayabilecek sihirli değnek yoktur.
Artık neredeyse her istek, eğilim veya eylem dünyevileşmiş, ‘haz amaçlı tüketim alışkanlıkları üzerine
kurulu yaşama biçimi’ ideali yegâne hedef hâline
gelmiştir. Edebiyat tek başına sadece gerçekliğin
hikâyesini yazabilir. Edebiyat da dâhil tüm entelektüel etkinlikler çağdaş putları devirebilirlerse, o
zaman kadim çağların hikmeti yeryüzüne yeniden
geri dönebilir. Bu gerçekleşene kadar da edebiyat en
azından ötelerden ses vermeye devam eder. ■
10
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
BAHTİYAR ASLAN
ile gelenek üzerine
"...bu çağda aruzla şiir yazanlar var. Varsın olsun.
Fakat bunu gelenek zannedip kutsamak hata. Aruzla
şiir yazmakla, bir oryantalistin 17. yüzyıldan
kalma bir kilimi evinin duvarın asması
arasında hiçbir fark yok benim
gözümde. Aruzu bilmek zorundayız, o
başka. Klasik şiiri de bilmeliyiz. "
TANER NAMLI
Yazı ve şiirlerinizden anladığımız kadarıyla
geleneği önemseyen birisiniz. Gelenek kavramını
nasıl yorumluyorsunuz?
Gelenekle ilgili zihnimde birtakım yorumlar var.
Doğrusunu isterseniz bir gelenek tarifi yapmayı hiç
denemedim. Zor olan her zaman tarif etmek olmuştur. İşin yorum kısmı bana daha cazip geliyor. Hem
bir tarif yapıp kendimi neden mahkûm edeyim ki!
Sözlüklerde, mesela TDK sözlüğünde eskiden kalmış
olmalarıyla saygın tutulan, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre, anane,
davranışlar gibi bir tarif olduğunu hatırlıyorum. Dikkat ederseniz bu tarifte saygınlığın gerekçesi olarak
eskiden kalmış olmak gösteriliyor. Son derece manidar… Çünkü eskiden kalmış olmak aynı zamanda
tecrübe ve birikimi çağrıştırır. Ayrıca zamana karşı
verilmiş bir savaştan başarıyla çıkmayı da içerir. Bu da
eskimemek anlamına gelir. Yani gelenek, geleneksel
gibi kavramlara yüklenen eskilikle, çağ dışılıkla ilgili
negatif anlamların haklılığından söz etmek mümkün
değil. Bir de anane kelimesine vurgu yapmak isterim.
Kavramın Arapça karşılığı olan anane kelimesi hadis
literatüründe kullanılan ‘falandan nakledildi’ anla-
mındaki ‘an fulânin’den gelmektedir. Biliyorsunuz,
rivayet edenlerin çok yani ravi zincirinin uzun olduğu
hadislere ‘an’aneli hadisler’ denir.
Batıdaki tariflerde de benzer kavramlara mı
vurgu yapılıyor?
Raymond Williams’ı bilirsiniz, onun ‘Anahtar
Sözcükler’ adlı bir eseri var. Orada tradition kavramını açıklarken gelenek ve rivayet kavramlarına vurgu
yapılır. Bir intikalden, nakilden söz edilir. Gelenekle
ilgili tariflerin hemen hepsinde bu ortaktır. Tradition
kelimesinin kökeni Latince tradere’dir ve ‘vermek,
teslim etmek’ anlamına gelir. Williams, kelimenin
İngilizcede genel bir aktarma sürecinin tanımı olarak
yaşadığını söyler. Williams da saygı ve görev gerektirmeye vurgu yapar. Yani bir yaptırım yetkisinden söz
eder. Edward Shils de kavramı, ‘tevarüs edilen şey olarak’ tarif eder. Geleneğin, maddi nesneleri, her türlü şeye olan inancı, kişi ve olay imajlarını, pratikleri
ve kurumları içerdiğini söyler. Gordon Marshall ise
norm ve değerlerin benimsenip aşılanmasına vurgu
yapar, süreklilikten, gerçek ya da hayalî bir geçmişle
ilişkili olmaktan söz eder. Şekil olarak değil, ilke ola-
11
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
rak süreklilik… Çünkü intikal eden şeyler, her nesilde
birtakım eklemeler ya da çıkarmalara maruz kalacaktır. Değişim kaçınılmazdır yani.
Gelenekle değişimi bir arada telif ediyorsunuz
yani. Genel anlayışa ters bir durum değil mi bu?
Çünkü toplum, geleneği değişime direniş gibi algılıyor genellikle…
Hatta gelenekle değişimi bir arada telif etmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Değişimin olmadığı yerde birikimden söz edilemez. Bir şeyi olduğu
gibi nakletmekle birikimin dolayısıyla geleneğin ilgisi
nasıl olabilir ki! Değişimsiz nakil, tevarüs hayvanlara mahsus bir şeydir. Taklitten söz ediyorum. Mesela çağımızda aruz vezniyle şiir yazmayı bu anlamda
kutsayanlar var. Kafiye ve vezni tutturunca geleneği
devam ettirdikleri zannına kapılanlar, hatta bunu iddia hâline getirenler var. Bu tutumun gelenekle ilgisi
olamaz elbette. Birikim düşmanlığıdır bu, daha en
baştan geleneğin ilkelerini inkâr etmektir. Gelenekçilik diye negatif bir kavram var, bu odur. Ha, bunu
fantezi olsun diye yapanları bir parça anlayabilirim.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Hayatın kimi alanlardaki pratiklerine “evet”, kimine “hayır” diyemezsiniz. İlkesizlik olur bu. Bu bakımdan genel anlayış
bir yanlışa denk geliyorsa beni çok da ilgilendirmez.
İşin başka bir yanı var fakat. Bu direniş fikrinin tutarlı
bir gerekçesi de var toplum nezdinde. Geleneği bir
direniş alanı olarak görmelerinin gerisinde modernleşmeyle ilgili düşünceleri yatıyor. Modernlik aslında
geleneğin bir neticesidir. ‘Modern’ kelimesi şimdiki
zamana, şu ana işaret eder. Fakat özellikle Batı dışı
toplumlar için modernleşmeden ziyade modernleştirilmeden söz edilebilir. Bir de modernizmi bir zihniyet, bir ideoloji olarak ele almak da gerek. Geleneği
bir direniş alanı olarak algılamak bu bağlamda daha
anlamlı görünüyor. Yoksa özünde modern kavramıyla
gelenek arasında bir kavga yoktur. Kavga, modernite
ve modernizm söz konusu olduğunda haklıdır. Uzun
bir bahis.
Gelenekçilikle geleneği ve galiba gelenekseli birbirinden ayrı düşünüyorsunuz. Yanılıyor muyum?
Evet, bu üçünü birbirinden ayrı düşünüyorum.
Gelenek, birikimin adıdır. Ortak aklın bir sonucudur.
Az evvel de vurguladık. Geleneksel olan bu birikime
yaslanan, atıfta bulunan, ondan hız alarak yeni şekiller, durumlar oluşturandır. Gelenekçilik ise -sanırım
Guenon da vardı- önceki kuşağın birikimini kutsamaktır. İdeolojik bir tutuma tekabül eder bu. Geleneği toplumsal değişimin önüne bir engel olarak koyar. Gelenekçilik, aynı kökten olmasına rağmen hiç
de gelenekle aynı şey değildir. Hatta tamamen başka
bir şeydir. Gelenekçilik, insan unsurunu hiçe sayan
bir tutumdur. İki kuşak arasındaki nakilde, tevarüste her iki tarafın da belirli bir etkinliğe sahip olması
gerekir. Sonraki kuşak öncekilerin tecrübelerini belli
bir saygıyla karşılar, fazlalıklarını yontar, eksiklerini
tamamlar. Etkindir yani. Siz sonraki kuşağı edilgenleştirirseniz gelişimin ve değişimin önünü tıkarsınız.
Oysa birikim dediğimiz şey her neslin üzerine düşen
katkıyı sağlamasıyla mümkün olur. Sanırım Edvard
Shills olmalı, diyor ki: “Gelenekler, bağımsız şekilde kendi kendilerini üreten veya kendi kendilerini
işleyen şeyler değildir. Yaşayan, bilen ve arzulayan
insanlar onları hayata geçirebilir, yeniden yaşatabilir ve değiştirebilirler.” Aşağı yukarı böyle bir şeydi
işte. Bir şeyi olduğu gibi kabul etmek, daha iyisine,
daha doğrusuna ulaşmak arzusundan uzak olmak
demektir. İnsanın olduğu yerde böyle bir kabulden
söz edemezsiniz. Gelenek, bu şartlar altında var ve
anlamlı olan bir şeydir.
Peki, gelenek ne işe yarar? Toplumsal hayatta
ne gibi fonksiyonları vardır?
Belki de asıl konuşulması gereken bu. Çünkü
bütün bu teferruat hayata aktarılmadıkça bir işe yaramaz. Geleneği, geçmişin birtakım değerlerinin korunması olarak algılamak gibi bir hataya düşüyoruz
zaman zaman. Bir şeyi korumanın en kesin yolu,
onu hayata geçirmek, yaşanır kılmaktır. Bu işin ayrı
bir boyutu. Gelenek, her şeyden önce bizi geçmişin
tecrübesiyle buluşturur. Atalarımızın bilgeliğiyle…
Seyyid Hüseyin Nasr, geleneğin hikmet-i halide kavramıyla yakın ilgisi olduğunu ileri sürer. Batılılar buna
‘sophia perennis’, Hindular ‘sanatana dharma’ diyorlar. İlahî olanla ilgisi var bu kavramların. Geleneği din
ile ilişkilendiriyor. Hikmet-i halide, ezeli bilgi olarak
tercüme edilebilir. Fakat biliyorsunuz ‘hikmet’ her
zaman ‘bilgi’ anlamına gelmez. Daha doğrusu bilgi
kavramı hikmet kavramını tam karşılamaz. Enformatik bilginin hikmetle hiçbir ilgisi yoktur mesela ama
12
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
o da bir bilgidir. Uzatmayayım, hikmet-i halide bize
yanılması düşünülemez ilkeleri aktarır. Toplumsal hayatı onlarla tanzim edersek, büyük sarsıntılara maruz
kalmayız. Hikmet-i halidenin şimdiki zaman üzerinde bir yaptırım gücü vardır. Onun otoritesini kabul
ederseniz toplumsal sürekliliği sarsıntılara, yıkılmalara
maruz kalmadan sağlayabilirsiniz. Geleneğin toplumsal fonksiyonuna sadece bir yönünden bakarak bile
anlamlı sonuçlara ulaşmak mümkün. Hikmet-i halide bunun bir örneği işte.
Geleneğin otoritesi ne zaman sarsılmaya başladı? Ya da başka bir şekilde sorayım, hikmet-i Halide hayatımızdan ne zaman çekildi?
Kestirmeden cevap vermek gerekirse bu sarsılmanın Aydınlanma Çağıyla başladığını, modernleşmenin bütün süreçlerinde artarak devam ettiğini
söyleyebiliriz. Modernizm, insanlığa yeni bir akıl
önerisinde bulundu. Bütün kutsallardan bağımsız
bir akıldı bu. Tanrı’nın ve dolayısıyla dinin otoritesinden bağımsız bir akıldı bu. İnsanın evrendeki yerini yeniden tanımlıyordu modernizm. Aklın doğru
kullanılması ancak böyle bir özgürleşmeyle mümkün
olabilirdi. Dolayısıyla her tür otorite reddedilmeliydi.
Evrenin bir parçası olan insan, evrenin hâkimi olmayı
ilke ediniyordu. Böylece hikmet-i halide ile birlikte
geleneğin bütün değerleri de yok sayılmaya başlandı.
Modernliğin belirleyici, karakteristik özelliği geçmişin
gücünü, otoritesini ve etkisini reddetmektir. Aslında
çılgınca bir şey bu. Bunun böyle olduğunu tam olarak
anlamak için sanırım biraz daha zamana ihtiyacı var
insanlığın.
Biraz da meselenin sanat-edebiyat boyutuna
temas etmenizi isteyeceğim. Gelenek, edebî esere ya
da başka bir sanat eserine ne şekilde yansımalı?
Çok kapsamlı bir soru. Başka bir zeminde uzun
uzun tartışılabilir. Sanatçı ve gelenek, eser ve gelenek,
gelenekle sanatçının imtihanı, başkaldırı, isyan,
geleneğin içinden doğmak gibi bir sürü mesele var.
Fakat gene kestirmeden cevap vermek istiyorum.
Geleneği sanat alanına taşırken onu bir meta gibi,
olduğu gibi taşıyamazsınız. Bu, onu öldürmek
demektir aslında. Başka bir söyleşide de söylemiştim,
geleneğe bir malzeme deposu olarak bakamazsınız.
Onu fonksiyonel kılmak için öncelikle onu
içselleştirmek zorundasınız. Temellük edeceksiniz.
‘Tevarüs’ yerine ‘temellük’ kavramını tercih ediyorum. Onu öncelikle sanatçı kendi bünyesinde yaşar
hâle getirecek. Bundan sonra onun eserine yansıyacaktır. Bu da değişim ve tekâmül demektir zaten.
Yoksa olduğu gibi tekrar etmeyi gelenek zannetmek
gelenek düşmanlığının ta kendisidir. Az evvel de söyledim, bu çağda aruzla şiir yazanlar var. Varsın olsun.
Fakat bunu gelenek zannedip kutsamak hata. Aruzla
şiir yazmakla, bir oryantalistin 17. yüzyıldan kalma
bir kilimi evinin duvarın asması arasında hiçbir fark
yok benim gözümde. Aruzu bilmek zorundayız, o
başka. Klasik şiiri de bilmeliyiz. Fakat bunlar ayrı meseleler.
Yazdıklarınızı nasıl algılayacağız, geleneksel
mi, modern mi? Ne diyeceğiz?
Dikkat ederseniz geleneksel ve moderni birbirinin karşıtı gibi kullanıyoruz. Böyle bir alışkanlık var.
Bunun modernleştirilen bir toplum olmamızla ilgisi
var. Bir eser pekâlâ hem geleneksel, hem modern olabilir. Öyle de olmalıdır. Aslını sorarsanız gelenekten
yararlanmak da modern bir tutum olduğu için kaçınılmaz olarak yazdıklarıma modern demek zorundayız. Geleneğin, gelenekten yararlanmak gibi bir derdi
zaten olamaz. Yalnız burada zamanın ruhuna da atıfta
bulunmak isterim. Elbette geleneğin ezeli ilkelerini
benimsemek diye bir şey var. Yazdıklarımda bu ilkeler yaşamaya devam etmeli. Fakat çağa uygun bir
şekilde, değişerek ve yenilenerek. Gelenek yenilenen
bir şeydir, yinelenen değil. Şunu söylemek istiyorum,
aşk, her çağda aşktır fakat zamana göre ifade vasıtaları ve şekilleri değişir. 17. yüzyılda yaşayan bir halk
şairi için dağların anlamı ve sembolik değeri başkadır.
Ulaşılmazlığı, aşılmazlığı, hasreti ve gurbeti temsil
ederler. Ama bu çağda yaşayan biri olarak gurbeti şiirimin merkezine koymam, özlemi dağların aşılmazlığıyla ifade etmem son derece saçma anlamsız olur.
Teknoloji bu sembollerin içini boşaltmıştır. Fakat biz
gene de 17. yüzyıl şairini okurken bu sembollerin
değerlerini, anlam alanlarını bilerek onun dünyasına
girebiliriz. Bu başka bir şey. Bize düşen bu anlamları
yeni sembollere kavuşturmak olmalıdır. Böyle yaptığımız zaman hem geleneksel hem modern olabiliriz.
Sanırım ben bunu bir parça başarmaya çalışan biriyim şiirlerimde ve hikâyelerimde.■
13
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gelecek nasıl gelir?
ÖMER NACİ SOYKAN
Felsefe geleneğinin oluşmadığı, dolayısıyla ciddi
eleştirel tutumun kökten ve yaygın biçimde bulunmadığı
toplumlarda devingen gelenek görülmez. Güçlü devingen
geleneği olan toplumlarda gelenek, yasa kadar güçlüdür.
T
ürkçe, bana geleneğin “gelmek”ten geldiğini söylüyor. Ben de ona nasıl geldiğini sordum. Ondan alabildiğim yanıtları buraya kaydettim. Üstüne oradan buradan bir
iki şey ekledim. Bu yazı böyle oluştu.
Toplumun, eş deyişle, toplum içindeki tek tek
bireylerin büyük oranda paylaştığı, dünya, yaşam,
insan ve doğa karşısındaki görüşünü ortaya koyan
gelenek iki biçimde gelir: Biri kendiliğinden, diğeri
özel çabalarla. Gelenek karşısında alınan, biri olumlu, diğeri olumsuz, iki karşıt tutum, temelini burada
bulur. Yalnızca kendiliğinden aktarma olarak geleneğin olumsuz biçimi, durağan gelenek olarak anlaşılır; durağan toplumlarda görülür. Bu toplumlarda,
geçmişin kalıtının, -zaman içindeki yine kendiliğinden bazı değişimleri bir yana- olduğu gibi alınması
ve benimsenmesinde, geçmişle bir bilgi nesnesi olarak
ilgi kurulmaz.[1] Çünkü insan geçmişini karşısına
almamıştır ki onu bilgi nesnesi yapsın. İnsanın
1. İtalik yazılanları, “Türkçeden Doğaya Felsefi Bir
Bakış” (“Türkiye’de Felsefenin Geleneği ve Geleceği”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 2012 içinde, Sf.
253-262” başlıklı yazımdan devşirdim. (ÖNS)
geçmişini karşısına alması, bilgi nesnesi yapması,
ona karşı eleştirel bir tutum takınması demektir.
Bu da geçmişin ayıklanması, süzgeçten geçirilmesi
anlamına gelir. Geçmişten alınan gelenek ögelerinin
hepsi, bugünün yaşamına hizmet etmeyebilir, bazıları zararlı bile olabilir. Bu nedenle onlar ayıklanmalıdır. Ayıklamanın ölçütü, yaşama hizmet etme
olmalıdır. Şimdiki kuşağın bu eleştirel tutumunu
sonraki kuşaklar da devraldığında, her gelen kuşak,
benzeri eleştirel tutumu sürdürdüğünde, toplum
devingen gelenek tarzına sahip olur.
Durağan toplumlarda ise tek tek insanlar, hepsi
birden tür davranışını sergilerler; birey olarak, tek
kişi olarak edimde bulunamazlar. Burada birey henüz ortaya çıkmamıştır; toplumun her bir üyesi, hep
aynı biçimde davranır. Buna aslında toplum değil,
sosyolojik literatürde topluluk (cemaat) denir. Sıradan eylemlerde bile, örneğin avcılık, yeme içme,
giyim kuşam gibi edimlerde, yüzlerce, hatta binlerce
yıl hep aynı tarz sürdürülür. Geçmiş, bugünü dondurup belirleyerek toplumsal gelişimin önünü tıkar.
Ama aynı geçmiş, eğer nesne yapılarak araştırılır ve
bilinirse, ancak o zaman o, tarih adını alır. Gelenek
14
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
de devingen olur; toplum da. Demek ki toplumu
durağan ve devingen olarak belirleyen, geleneğin
biçimidir. ‘O hangi biçimde gelmiştir, hangi biçimde sürmüştür?’ sorusu, bir yandan geleneğin ele alınışı için, bir yandan onu devingen kılmak için yol
göstericidir. Geçmişin bir bilgi nesnesi olarak ele
alındığı devingen, akışkan gelenek tarzında, bilginin bireysel ve toplumsal yaşama katılmasıyla süren
gelenekte, bilginin ilerlemesiyle yaşamın gelişmesi,
nitelikçe artması, nicelikçe uzaması sağlanır. Toplumun dinamiklerine bu tarz gelenekle biçim ve yön
verilerek üretken, yaratıcı olunur.
Geçmişin tarih hâline gelmesini, “tarih” sözcüğünden çıkaramıyoruz. O, Türkçe olmadığı için
bizimle konuşmuyor, bize bir şey söylemiyor. Sözlükleri karıştırıyorum. Bir sürü şey içinde istediğimi
bulamıyorum. Ama onlardan edindiğim ortak bir
düşünce, tarihin geçmişle ilgisi olduğudur. Ucundan köşesinden bulaştığım her dilde öyle bir anlamı
buluyorum.
Türkçeye döneyim, tarihe “geçmiş” diyeyim.
Geçmişi, olmuş bitmiş bir şey değil, fakat gelip
geçmekte olan bir şeyin bugünden önceki boyutu
olarak anlıyorum. Geçmek eylemdir, bitmemiştir,
sürmektedir. Bu anlamı Türkçeden çıkarmakta,
itiraf edeyim, Almanca bana yardım etti. “Tarih”
anlamında Almancada Yunanca kökenli “historie”
sözcüğü bulunmakla birlikte, deyim yerindeyse, öz
Almanca “geschichte” de vardır. Ama böyle bir şey
diğer batı dillerinde yok. “Geschichte”nin eylem biçimi, “vuku bulmak” demek olan “geschehen”dir. Bu
sözcükte, tıpkı bizim “gelip geçmek”te olduğu gibi
“olmakta olan”, sürüp giden anlamı vardır. Ama bu
geçmekte olan gelip gitmiş de olabilir. Geçmişle ilgi
kurulmazsa, bilgi nesnesi yapılmazsa, o tarih olmaz,
gelip gider. Bunu Türkçe şu ilginç deyimde açıkça
ortaya koyar: Geçmişe mazi derler. Aynı anlamda
biri Türkçe, biri Arapça olan bu iki sözcüğü, birlikte
kullanan Türkçe, bunu şunun için yapmış olmalıdır:
Eğer sen geçmişinle bir ilgi kurmazsan, onu bugününe hizmet edecek hâle getirmezsen, kendi hâline
bırakırsan, o artık geçip gider, mazi olur.
Gelip geçmekle geçip gitmek, ayrı yönlüdür.
Gelip geçen, geçişini zamanın gelecek boyutunda
sürdürür. Geçip gitmiş olan şey ise bugüne artık
değmiyordur, geçmişte kalmış anlamında yok ol-
muştur. Bu yok olma, dediğim gibi, Türkçede mazi
olmakla dile getirilmiştir. Ama bir şey, gelip geçiyorsa, gelecekten gelmiş, bugün içinden geçer, bir bölümü bugünün şimdisinde kalıp geçmiş olur, bir bölümü yarına, yani geleceğe geçer. Bu da geçmiş, şimdi,
gelecek çizgisinde üç boyutlu zaman kavrayışını ortaya koyar. Durağan geleneğin döngüsel ya da aynı
anlamda olmak üzere doğal zaman anlayışı içinde
sürüp gitmesine karşın, devingen gelenek, ancak üç
boyutlu, çizgisel bir zaman kavrayışında kazanılır.
O, kazanılan bir şey olmakla, özel çabaları gerektirir. Döngüsel ya da doğal zaman anlayışında insan,
hayatını, güneşin her sabah doğuşu, her akşam batışı, mevsimlerin hep aynı sıra ile birbirini izleyişi
gibi görür. Bu, zamanın yalnızca bir boyutunda,
şimdisinde yaşamaktan başka bir şey değildir. İnsan,
çevresinde olup bitenler gibi bir nesnedir, ama nesne olduğunun bile ayrımında değildir. O nesnenin
öznesi yoktur. Özne olmak, insanın kendisini, çevresini, dünyayı nesneleştirmesini gerektirir.
Felsefi gelenek, yukarıda tanımlanan genel anlamda geleneğin özel bir tarzıdır. Felsefe, yalnızca
kültürel ögelerden biri değil, aynı zamanda, bilim,
din, sanat gibi diğer ögeleri de kucaklayan, felsefi
nesne yapan bir etkinliktir. Böylece gelenekle gelen
her şey, felsefi açıdan sorgulanır, felsefece nesneleştirilir. İnsanın kendi geleneğini felsefe nesnesi yapması, her şeyden önce, bu dünyadaki varoluşunu sorgulaması, kendisinin ne ve kim olduğu hakkında açık
bir bilince sahip olması demektir. Ancak insanın tek
kişi olarak kendi niteliğini ve kimliğini sorunsallaştırdığı yerde, kişinin içinde bulunduğu toplumsal
birliğin geçmişi olarak tarih bilinci ortaya çıkabilir.
Tarih bilinci, hatta tarihin kendisi bile felsefi tavrı
gerektirir. Böyle bir tavrın alınamadığı toplumların
tarihi yoktur. Dünyada her zaman orada burada
çeşitli halklar yaşamıştır. Fakat yalnızca tarihsel
bilince sahip kişilerin içinde etkin bir biçimde var
olduğu halklarda tarih ortaya çıkmıştır.
Tıpkı insan tekinin kendi geçmişinde gördüğü,
farklı zaman-uzamdaki kendi resimleri gibi,
toplum da geçmişte yaşadığı, farklı oluşumları,
evreleri tarihinde bulur. İnsan teki, nasıl ki kendi
öz bilincine bu yolla varabildiği gibi, toplumsal
bilince de aynı tarzda sahip olunabilir. Bunun için
toplumsal belleğe gerek vardır. Toplumsal bellek,
15
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
toplumu oluşturan tek tek kişilerin ortak belleği
(?!) gibi saçma bir şey değil, kitaplarda ve benzeri
araçlarda kayıt altına alınan, bireylerin başvurusuna
her zaman açık, dahası eğitimle bireylere sunulan
ortak geçmiştir. Bu tarz bir eğitimin verilmediği
toplum tarihsizdir. Tarihsiz toplum, kendi zamansal
varoluşu karşısında kördür. Böyle bir toplumda olup
bitenler, ya katı, durağan geleneğin belirlemesinde ya
da rastlantıların oraya buraya savuruşu altındadır.
İnsan tarihini bilgi konusu yapmakla, onu
şimdiye getirir. Gelenek oluşturmak, geçmişin
şimdileştirilmesi anlamına gelir. Tarihin bir momenti
olarak gelenek, geçmiş içinde yankılanan seslerin,
yeniden işitilmesidir. Onlara bizim katacağımız
yeni seslerle tarih devam eder. Tarih olmuş bitmiş
ve bizim dışımızda kalmış bir şey değildir. O, bizde
sürmekte, biz onun içinde kendi varoluşumuzu her
an yeniden oluşturmakta ve sürdürmekteyiz. Tarihin
bir süreklilik olarak anlaşılması, yaşam sorunlarının
bilimin, felsefenin, sanatın sorunları olarak ele
alınması ve bu ele alışın sürdürülmesiyle olanaklıdır.
İnsanın tarihi, sorunlarının tarihi olarak onların
bilince çıkmasının tarihidir. Ve bu, aynı zamanda
bir özgürleşme sürecini ortaya koyar. Çünkü ancak
bilen insan özgür olabilir. Bilgi araştırmayı ve
düşünmeyi gerektirir. Hegel’in dediği gibi, “İnsan,
eğer düşünmüyorsa özgür değildir; çünkü o
zaman o, bir başkasına göre davranır.”[2] Özgürlük,
yalnızca insana siyasal erkin tanıdığı bir alan değil,
aynı zamanda bu alanda insanın kendisinin kendi
çabasıyla kazanabileceği bir olanaktır. Bu olanağı
da insan ancak düşünen ve bilen varlık olarak
gerçekleştirebilir. Kendisi düşünüp düşüncesine
göre eylemde bulunan özgür kişilerin etkin
olduğu toplumlarda süregiden devingen gelenek,
genel anlamda kültürün, özelde felsefenin içinde
yeşerebileceği, gelişebileceği ortamı oluşturur.
Felsefi gelenek, en genel anlamda felsefe tarihidir.
Felsefe, bilim ve sanat tarihi ile bir toplumun siyasal
tarihi arasındaki başlıca bir ayrım şuradadır: Bir
toplumun siyasal tarihi, yalnızca o topluma özgüdür
ve belli bir zaman dizini izler. Başka halklar, ancak
bu toplum içinde eriyerek bu topluma katılır ve o
zaman da kendileri yok olur. Oysa bilim, felsefe ve
2. Hegel, G.W.F., Werke 12, Vorlesungen über die
Philosophie der Geschichte, Sf. 521, Suhrkamp 1976.
sanat tarihi insanlığın ortak malıdır. Her toplum, her
toplumun bireyleri, kendi toplumu içinde kalarak,
kendi dışında gerçekleşmiş bilim-felsefe-sanat
geleneğine katılabilir. Felsefe tarihinin bu toplumlar
üstü niteliği, onun evrenselliğini gösterir. Bu tarihin,
aynı zamanda bir anlamda anakronik bir yönü
vardır. Örneğin Avrupalı olmayan bir halk, zaman
dizinsel (kronolojik) anlamda Avrupa tarihinin içine
giremez. Ama o, Avrupa felsefe tarihinin herhangi bir
evresinde ona katılabilir. Ve bu katılmayla o, öteden
beri kendi dışında akıp gelen tarihin birikimini
kendisine mal edebilir. Örneğin biz Türkler, İngiliz
ya da Fransız siyasal tarihinin mirasçısı olamayız.
Ama bu halkların geçmişte ortaya koyduğu tüm
kültürel başarıları tıpkı kendi kültürel mirasımız gibi
kendimiz edebiliriz. Kendi öz kültürümüz de bize
kendiliğinden gelen bir şey olarak görülmemelidir;
tersine bizim onu geçmişimizden devşirmemiz gerekir.
İster kendi toplumumuzun ister başka toplumların
tarihinden olsun kültürel miras, her zaman, herkesçe
alınabilmeye elverir. Nasıl ki, vaktiyle Müslümanlar,
pagan Yunan bilim ve felsefesini kendilerine mal
etmiş ve ona yeni boyutlar getirmişse, bugün de aynı
şey, Avrupa bilim ve felsefesi karşısında başkalarınca
yapılabilir. “Yunan mucizesi” denen şey de Mısır,
Mezopotamya ve Yunan öncesi Batı Anadolu
uygarlıkları temelinde oluşmuştu. Felsefe tarihi, ona
daima yeni olarak katılacak halklara açıktır.
Kuşkusuz her felsefe belli bir dil-kültürde oluşur.
Bu dil-kültürün kendine özgü özellikleri, genel
felsefenin içine yeni renkler olarak girer. Bu ayrım,
birbiriyle yakın akraba olan İngilizce ve Almanca
yapılan felsefelerde de vardır. Bizimkisi gibi bu dillerle
hiç akraba olmayan bir dilde yapılan felsefenin söz
konusu diller arasındaki farklı renklilikten çok daha
fazlasını taşıyacağı, kendiliğinden anlaşılırdır. Ben
Türkçe felsefeden Türk felsefesini veya Türkiye
felsefesini değil, Türkçenin ve Türk kültürünün
bakış açısından felsefe sorunlarının görülmesi ve
işlenmesini anlıyorum. Elbette meslektaşlarımızın
diğer tarzda yaptıkları felsefeyi de Türk felsefesi
olarak kabul ediyorum, ama Türkçe felsefe olarak
değil. Kendi diliyle düşünmeyi bilmeyi gerektiren
Türkçe felsefe çabası, bu dilin kendine özgü algılama,
sınıflandırma,
ussallaştırma,
kavramlaştırma
tarzının bilince çıkarılmasıyla gerçekleşir. Kendi
16
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
kafasıyla düşünen, bunu ancak kendi anadiliyle
gerçekleştirebilir. İki dilli insanlar[3] da hangisiyle
düşünüyorsa, o dil bu sırada öne çıkar, diğeri arka
plana çekilir. Sonuçta yine bir dille düşünülmüştür.
Felsefenin belli bir doğal dilde yaratılmasının
yanında, o hangi dilde olursa olsun, kendine özgü
bir söylem tarzına da sahiptir. Bu söylem, genel
dil içinde sanki özel bir dil olarak kendini gösterir.
Bir felsefe dili, kendi kavram varlığı, kendine özgü
örgenleniş biçimi, hatta belli bir söz dizimsel-anlam
bilimsel (sentaktik-semantik) kuruluş ile var olur.
Ancak böyle bir kuruluş, algısal temelden kendisini
büsbütün soyutlayan bir tarzda olamaz. Aksi hâlde
bu dil, bir oyun hâline gelir.
«Felsefede yerellik mi, evrensellik mi?» gibi, «ya
o, ya bu!» biçiminde bir tartışmanın hiçbir anlamı
yoktur. Felsefe sorunları evrenseldir, ama onların
görülüş biçimi, işlenmesi ve sonuçlandırılması,
daima belli bir dil-kültürde olacağı için yerel
renkler taşır. Bir ulusal dilde yaratılan felsefenin,
genel felsefe tarihi içinde kendine özgü çizgisini
sürdürmesiyle o ulusun ya da dilinin adıyla anılan
felsefe, bu tutumuyla bir geleneği ortaya koyar.
Örneğin Batı felsefesi tarihi içinde İngiliz deneyci
felsefe geleneğinden, Fransız ussalcılığından ve
biçimciliğinden, Alman spekülatif felsefesinden
söz edilir. Kuşkusuz, bizim henüz bu tarz bir
felsefi geleneğimiz yoktur, Ama bu, olmayacağı
anlamına gelmez. Böyle bir geleneğimizin oluşması,
yapacağımız felsefenin, belirttiğim anlamda Türkçe
olmasını gerektirir.
Nasıl ki, genel anlamda geleneğin durağan,
olumsuz bir tarzı varsa, bu durum, felsefe
geleneklerinde de görülür. Bu da “okul felsefesi” denen
şeydir. Burada ustaya, okul kurucusuna sıkı sıkıya
bağlılık, başlangıçta yeni bir felsefe damarı olarak
ortaya çıkan anlayışın körelmesi sonucunu verir.
Bir felsefi anlayış, kendi içinde ne denli çeşitlenir,
dal budak salarsa, o denli verimli ve uzun ömürlü
olur. Felsefenin okullaşması, özgür düşüncenin,
dolayısıyla da felsefenin ortadan kalkması anlamına
3. “İki dilli”den şunu kastediyorum: Bugün bilimsel
olarak, on yaşın altında çocuğun ikinci bir dili öğrenmesi
durumunda, beyninde her iki dile özgü iki ayrı tarzda nöron
bağıntıları oluştuğu öne sürülmektedir. Çocuk her iki dili de
aynı seviyede kullanabilmektedir.
gelir. Felsefe, felsefecilerin imece yöntemiyle ortaya
koydukları bir etkinlik değil, tersine tek tek filozofların
başarısıdır. Wittgenstein’ın deyimiyle “Filozof, bir
düşün topluluğunun yurttaşı değildir.”[4] Ama bu,
bir filozofun başkalarından yardım almayacağı
anlamına gelmez. Tersine bu yardım alışlarla felsefe
sorunlarına, daima yeni çözüm önerileri getirilir.
Böylece oluşturulan süreklilik, philosophia perennis
(hep yeniden gelen felsefe/ süregelen felsefe) adını alır.
Felsefenin kurumsallaşması da bundan başka bir şey
değildir. Yoksa, felsefe kurumlarda yapılmaz. Tüzel
yapılar olarak kurumlar, felsefenin gelişimine hizmet
edebileceği gibi, onun kurumasına da neden olabilir.
Felsefe geleneğinin olumsuz bir biçimi de felsefenin
ideolojileşmesidir. Her ideoloji, bir tekbencilik olarak
kendini gösterir. Burada felsefi kaygıların yerini
politik ilgi ve çıkarlar, inançlar alır. Filozof, elbette
toplumsal-yaşamsal sorunlara ilgi duyacaktır. Ama
bu ilgi, bir topluluk (cemaat) psikolojisiyle değil, fakat
kendi kafasıyla düşünen, kuramsal bir kişi olarak
filozofun alacağı tavırda bulunur. Öte yandan, belli
bir dinin inanç dizgesi temelinde ortaya çıkan teolojik
felsefe de aynı tekbenci ideoloji konumuna girer.
İster dünyasal (profan) ister dinsel inanç dizgesinde
temellensin, bir felsefe anlayışı, “uşak felsefe” (“ancillia
philosophiae”) olarak tekbencilikten[5] kurtulamaz.
Felsefenin “efendisi” ister din ister sözüm ona bilim
olsun, her iki durumda da ortada özgür düşünce
olarak felsefe diye bir şey kalmaz.
Felsefe geleneğinin oluşmadığı, dolayısıyla
ciddi eleştirel tutumun kökten ve yaygın
biçimde bulunmadığı toplumlarda devingen
gelenek görülmez. Güçlü devingen geleneği olan
toplumlarda gelenek, yasa kadar güçlüdür. Örneğin
İngiltere’nin bir anayasası yoktur. Yasaların geleneğe
uygun olması yeterlidir. Bu, toplumsal anlaşmanın
ne denli güçlü olduğunu da gösterir. Demokrasinin,
ancak bu tarz toplumlarda sağlıklı bir tarzda
işleyeceği de açıktır.■
4. L. Wittgenstein; Zettel, 455.
5. Burada sözünü ettiğim tekbencilik (solipsizm), felsefede
yalnızca bir filozofa özgü anlamda kullanılan tekbenciliğin
belli bir anlayışa yayılarak genişletilmiş biçimidir.
17
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Felsefe kültürü ve sözlü geleneğin
imkânı
VEFA TAŞDELEN
Giriş
Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi’nde,
tefekkür tarihinin kuşattığı konuları “kolektif
tefekkür”, “şahsi tefekkür” ve “teknik tefekkür”
olmak üzere üç kısma, şahsi tefekkürü de kendi
içinde edebiyat, mistisizm ve felsefe olmak üzere
yine üç kısma ayırır. Bu üç şahsi tefekkür türü
arasındaki etkileşimi ve geçişliliği örneklemek için
de “felsefî edebiyat”tan ve “edebî tasavvuf ”tan
söz eder. Bu geçişlilik ve etkileşimin bir güç ve
yaratıcılık şeklinde ortaya çıkabileceğini de söyler.
Kimi yazarların eserlerindeki kudretin, sanatsal
yaratıcılığa felsefe veya mistik yönelimlerin
eklenmesinden geldiğini belirtir. Teknik tefekkürde
bilim, ekonomi ve yönetim bulunur. Bu tür, şahsi
tefekküre göre, nesnel ve evrensel bir nitelik sunar.
Onda kişinin kendi bakış açısı, kendi dünya görüşü
ve varoluş tutumu değil, nesnel ölçütler etkin olur.
Tefekkür basamaklarının ilkini oluşturan kolektif
tefekkürü ise, “Hiçbir muayyen şahsiyetin eseri
olmayıp, bütün cemiyete ait olandır ki, ona kolektif
tefekkür diyebiliriz.” diye tanımlar. Kozmogonileri,
teogonileri, mitolojileri ve sagesse (hikmet)’leri
kolektif tefekkür içinde değerlendirir ve bu kolektif
tefekkürde “tecrübenin varmış olduğu pratik
ve sosyal bir dünya görüşü” olduğunu söyler.[1]
Bu şekilde, sözlü gelenek ve felsefe, “tefekkür”
kavramının kapsamı içinde bir araya gelir.
Buna göre sözlü geleneği oluşturan destanlar,
atasözleri, türküler, fıkralar, ağıtlar, maniler kolektif
bilinci, anonim deneyimin, müşterek yaşantıların,
ortak aklın ifadeleridir. Onlar, basit ve anlaşılır
olmalarına karşın dinleyen ve okuyanın idrakine
göre derinleşebilen ifadelerdir de. Hatta şu bile
söylenebilir: Onların içeriği, kendilerinde olduğu
kadar, dinleyenlerdedir de. Sözlü gelenek ürünleri,
algılayış biçimine göre kendini açan, bakış açısına
göre derinleşebilen ifadelerdir. Bir kişi onlarda
hiçbir anlam bulamazken, bir başkası inanılması güç
anlam katmanları keşfedebilir. Bu nedenle onların
ne söylediği kadar, bizim onlardan ne anladığımız
öne çıkar. Onlar, algılayan kişinin kavrayış
düzeyine göre görünürler. “Anlayana sivrisinek saz,
anlamayana davul zurna az.” diyen atasözü, sanki
bu idrak seviyesine işaret eder. Toplumsal bilinç,
biraz da bu ifadelerle yerleşir bireylerin hafızalarına.
Kültür, bu ifadeleri yeni kuşaklara aktarırken,
duyma, düşünme ve hissetme biçimini de aktarır.
1. Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 7, 23.
18
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Kendi dünya algısını, düşünme biçimini, zihniyet
yapısını da aktarır. Sözlü geleneğin öğretileri bu
şekilde işler içimize. Bir kültürün, bir ulusun,
bir toplumun kendi yaşantısının ürünü olarak
ortaya çıkan toplu deneyimleri, yaşantıları,
tecrübeleri yansıtır onlar. Bu zihniyet biçimi
aileden gelen eğitimle kazanılır, dili öğrenirken
kazanılır, toplumsallaşırken kazanılır. Ana dil
gibi kendiliğinden öğrenilir. Zira bunlar dile ait
kalıplardır, fakat dil içindeki bir yargı ifade eden en
güçlü ifadelerdir. Yaşadıkça sözlü geleneğin ögeleri
zihnimize yerleşir, bizi belirler, yönlendirir, şu ya da
bu şekilde bir insan olmamızı sağlar.
Yaşama kültürü gelişmiş olan toplumların sözlü
geleneği de gelişmiş olur. Toplumsal ilişkileri güçlü
olan toplumların sözlü gelenekleri de güçlü olur.
Duyguları ve iç dünyaları zengin olan toplumların
sözlü gelenekleri de zengin olur. Zamanı ve mekânı
anlamlandırabilen, varlıkla duygusal ve rasyonel
ilişkiler kurabilen toplumların, zihinsel kapasiteleri
de artar. Zihinsel aktivite, kendi kendini
zenginleştiren, kendi kendini üreten ve güçlendiren
bir yapıda ortaya çıkar. Zihinsel aktivite, her ne
kadar bireysel bir çaba da olsa, besinini toplumdan,
sosyal ilişkilerden, yaşama kültüründen alır.
Yaşama kültürünün oluşmadığı, bireyler arası
ilişkilerin zayıf kaldığı toplumlarda varlığı, hayatı
ve insanı anlayacak ve anlamlandıracak zihinsel
kapasite de gelişmez. Hem sözlü gelenek hem de
düşünme geleneği bir yaşama kültürünün eseri
olarak ortaya çıkar. Hele hele felsefe geleneği,
ileri bir yaşama kültürünün, işlenmiş, incelmiş,
kendi kendini algılamış, kendi ortamı ve sorunları
üzerinde refleksiyonda bulunarak entelektüel bir
birikim oluşturabilmiş toplumlarda ortaya çıkar.
Toplumsal ilişkileri zengin olan toplumlarda sözlü
gelenek, sözlü geleneğin güçlü olduğu toplumlarda
da felsefe geleneği güçlü olur. Dil de zenginleşir,
ifade imkânları da.
Sözlü gelenek, felsefe kültürünün kendisi
değildir. Felsefe kültüründen hemen bir önceki
aşama da değildir. Ama felsefe kültürüne çıkan
yolda ilk basamaktır. Sözlü gelenek basamağı
ile felsefe basamağı arasında din basamağı, şiir
basamağı, sanat basamağı, bilim basamağı vardır.
Her felsefe kültürünün altında, bu kültürü içten
içe besleyen güçlü bir sözlü gelenek kültürü vardır.
Sözlü gelenek zihinsel yapının, dünyayı algılama
şemalarının oluştuğu ilk aşamaya karşılık gelir.
Onda etik değerler hakkında, varlık ve yokluk
hakkında bir fikir vardır. İnsan zihninin kapasitesi
hakkında bir fikir vardır. İnsanın kendisi hakkında,
dil ve gerçeklik hakkında geçmiş ve gelecek hakkında
bir fikir vardır. Zihinsel aktivitenin bir ucunda
sözlü gelenek diğer ucunda ise felsefe bulunur.
Felsefe kültürü, işlenmiş, incelmiş bir kültürdür.
Bir bakıma kendisinden önceki basamakların zirve
noktası gibidir. Piramidin tabanı sözlü gelenek, uç
noktası ise felsefe kültürüdür. Sözlü gelenek halk
kültürünün, pratik dünyanın bir ürünü olarak
temelde yer alan bir kültürdür.
Bu yazıda tartışmaya açılan konu, kültür
dünyasının temelinde yer alan sözlü geleneğin
felsefe kültürüne nasıl bir katkı sağlayabileceği,
onun oluşumu ve ortaya çıkışı açısından bir imkân
olup olamayacağı sorusudur. Daha açık bir ifadeyle
sormak gerekirse, sözlü gelenek felsefe kültürü için,
felsefe ile meşgul olma ve felsefe yapma eylemi
açısından bir imkân mıdır? Felsefe sözlü geleneğin
neresindedir? İkisi arasında bir bağ kurulabilir mi?
Bu yazı, söz konusu soruların yanında, daha önce
“sözlü gelenek kültürü” ve “felsefenin karşılığı”
konuları bağlamında yaptığımız çalışmaların
bağlantı noktalarından biri olarak da görülebilir.
1. Felsefe ve yazı kültürü
Her toplumun, evreni, hayatı, insanı ve
varoluşu kendisiyle açıkladığı mitolojileri,
kozmogonileri vardır. Bir eğitim ve eğlence
unsuru olarak efsaneleri, hikâyeleri, masalları,
türküleri, fıkraları vardır. Felsefe ve bilim ortaya
çıkmadan önce, insanlar, evrene, gerçeklik alanına
ve kendilerine yönelik sorularını bu sözlü gelenek
unsurları ile cevaplamış, bilgi kaynağı ve ahlaksal
öğreti olarak onları görmüşlerdir. Felsefi ve bilimsel
düşünce, mitolojiden kopma ile başlamıştır.
Batı düşüncesinin Thales’e dayandırılan tarihi,
bunun açık örneğidir. Buna göre, daha felsefenin
ilk adımında sözlü gelenekten kopma ve yazılı
geleneğe geçme durumu söz konusudur. Filozoflar
eserlerini tabletlere yazmışlar, böylece anonim
bir ifade olarak değil, belli bir kişiye ait görüşler
19
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
belirmeye başlamıştır. İlk filozoflara ait bu görüşler,
aynı zamanda ilk felsefe tarihi çalışması niteliğini
de taşıyan Aristoteles’in Metafizik’inde geçer.
Felsefenin sözlü geleneğin değil, yazılı geleneğin bir
ürünü olmamasının, aşağıda söz edeceğimiz üzere
bazı nedenleri vardır.
Felsefe öncelikle, kendinden çıkan ve kendine
dönen bir etkinliktir. Düşünceyi izleyebilmek
için kayıt altına alınması ve yazıyla tespit edilmesi
gerekir. Kayıt altına alınmayan, yazıyla tespit
edilmeyen felsefenin izi sürülmez. Ancak kayıt
altına alındığında yeniden bir düşüncenin konusu
hâline gelebilir, ancak bu yolla bir okuma ve
eleştiri konusu olabilir. Aksi hâlde her şey söz
üzerinde kalacağından ne söylendiğinin, ne kadar
söylendiğinin, niçin ve ne şekilde söylendiğinin
tespitini yapmak mümkün olmaz. Zaman geçtikçe
söylendi mi, söylenmedi mi, bunun tespiti de
yapılamaz olur. Oysa felsefe her zaman kendini
kendi tarihine refere ederek kurar, kendi tarihine
dönüşlerle kendini üretir. Yazı, bu geleneği tespit
eden, yaşatan ve gelecekteki bakışlar için var kılan
bir unsurdur. O, sözü belirli bir metin hâline
getirerek belirsizlikten, boşlukta bir şey olmakta
kurtarır. Felsefe geçtiği yolu görmek isteyen bir
etkinliktir. O, ancak bu yolda yürüyerek yeni
tutumlar, yeni tarzlar deneyebilir. Felsefe, her bir
defasında kendine, kendi eserlerine dönmek ve bu
şekilde kendisini inşa etmek isteyen bir eylemdir.
Bu dönüş, sözlü gelenek üzerinden yapılamaz,
düşünce sözlü gelenek üzerinden denetlenemez.
Felsefe geleneği, sözlü kültür üzerine inşa edilemez.
Felsefenin sözlü gelenekle üretilen bir etkinlik
olmamasının ikinci nedeni, sözlü geleneğin
rasyonel bir kültür olmaktan ziyade bir yaşantı
ve gönül geleneği olmasıdır. Gönül geleneği, işin
olumlu yönünü oluşturur; efsaneler, mitolojiler,
irrasyonel açıklamalar da bu geleneğin içinde yer
alır. Bu özelliği ile onları irrasyonel, gerçeküstü
bir yapıya kavuşturur. Oysa felsefe, bir tutarlılık
içinde ne söylediğinin, niçin söylediğinin hesabını
verebilir, önermelerini temellendirebilir. O,
rasyonel ve kavramsallaştıran bir çabadır; kavramlar
üzerinde ayrıntılı ve derinlikli bir şekilde düşünür.
Eleştirir ve eleştirilmeye açıktır. Bir öğüt ve nasihat
değildir. İnsanlara nasıl yaşamaları ve davranmaları
gerektiğini söyleyen bir talimat da değildir. Felsefe
yapmak, belirli bir düşüncenin izini sürmektir.
İz sürme, onu titiz bir çabaya dönüştürür. Sözlü
gelenekte ise, yaşam deneyimlerinin oluşturduğu bir
empati gücüyle, muhabbet temelinde başkalarına
yönelmek, onlarla bir diyalog ve yaşantı geliştirmek
esastır. Gönlün eylemi, temelinde muhabbet olan
bir çabadır.
Sözlü gelenek, kendisini yazıda değil anlatıda
gerçekleştirir. Zaman içinde söz olarak, cümle
olarak yazıya geçirtilse de, onun ruhu ve edası
yazıya geçirilemeden kalır. Zira sözlü gelenek sadece
sözden ibaret değildir. Onun ruhunu oluşturan
asıl öz, belirli bir varoluş ortamında, belirli bir eda
ile, belirli kişilere, belirli bir bağlamda, belirli bir
nedenden dolayı, tam da sırası gelmişken, belirli bir
vurgu ve ses tonu ile anlatılması, dinleyicide gülme,
ağlama, duygulanma, aydınlanma, hoşlanma
şeklinde bir karşılık bulmasıdır. Dolayısıyla sözlü
geleneğin her zaman bir ortamı vardır. O, canlı ve
yaşayan bir kültürdür. Yazıya geçirildiği zaman,
bu canlılığı içinden çekip çıkarılmış, güncelliğini,
edasını ve ruhunu yitirmiş olur. O, kendisini
yazılı eserler gibi arşivlerde, kütüphanelerde,
kitaplıklarda değil, hafızalarda muhafaza eder.
Bu husus onun doğasında vardır. Nesilden nesle
aktarıla aktarıla gelir. Nesiller yenilendikçe sözlü
gelenek unsurları da farklılaşır, unutulur ya da
değişir. Üstelik asıl metinin ne olduğu hiçbir zaman
denetlenemez; buna gerek de duyulmaz. Zira o
hatırlandığı, duyumsandığı ve yaşandığı kadar
vardır. Sözlü gelenek ögeleri, içinde mesaj olan bir
şişenin ırmağın sularına bırakılması gibi, zamanın
dalgalarına bırakılır. Yavaş yavaş oluşur, yavaş yavaş
gelişir, yavaş yavaş değişir, yavaş yavaş unutulurlar.
Onların varoluş ilkesi, insanların kendilerine
olan ilgisidir. İnsanları eğitmez, güldürmez ve
ilgilendirmez oldukları zaman, hatırlanmak için
ortada bir neden de kalmaz, hafızalardaki yerlerini
terk ederler. Bu nedenle sözlü kültür içten içe
oluşan, içten içe değişen ve yok olan bir kültürdür.
Yazıda ise kayıt altına alma, tespit etme durumu
söz konusudur. Bir romanın binlerce nüshası olsa
da, aslında asıl metnin kopyalarıdır. Asıl metinden
farklı çalışmalar değildir onlar. Başka dillere tercüme
edilseler bile, hep bu asıl metni varsayarlar. Ortada
20
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
her zaman okunabilecek, kendisine dönülebilecek,
denetlenebilecek bir asıl metin vardır.
Felsefenin sözlü gelenekle üretilememesinin
bir başka nedeni de şudur: Felsefe eseri akılda
kalacak kadar etkileyici, basit ve yalın değildir;
hatta bunun tam aksidir. İnsanlar genellikle
kendilerini etkileyen, ama aynı zamanda basit,
sesi ve ritmi olan metinleri ezberleyebilirler; onları
hatırlayabilirler. Atasözleri basit ve ritmi olan
ifadelerdir. Kimi durumda kafiyeli ve secili bile
olabilirler. Hiçbir zaman birkaç karmaşık cümleden
oluşmazlar. Ortak bilinç, bütün söyleyeceğini, o
bir cümlede yoğunlaştırır. Ama bunu basit, esprili,
hoşa gidecek ve akılda kalacak bir şekilde yapar.
Bilir ki, bu ifadenin ömrü, hafızaların onu konuk
etme süresine bağlıdır. Bu nedenle etkili, güzel,
ama aynı zamanda basit olmalıdır. Felsefe eseri
ise basit değil, kompleks bir yapıdır. Bir cümle
değil, binlerce cümledir. Hikâye değil, kavramdır.
Bir patika değil, ince ayrıntıları ve iç bağlantıları
ile ezberlemeye uygun olmayan bir ana yol, bir
ana sistemdir. Ezberlemek, bazı açılardan felsefeye
karşıt bir tutumdur da. Felsefe ezberleyen ve
ezberlenen değil, eleştiren ve eleştirilen bir yapıdır.
Ezberde tekrarlama, eleştiride ise yeniden üretim
söz konusudur.
Antik Grek dünyasında, Homeros’un ve
Hesiodos’un eserlerini yorumlarken, rapsodluk
sanatında, belirli kişilerin isimleri öne çıkabiliyordu.
Bir toplantıda, bir festivalde, bir şenlikte ya da
olimpiyat oyununda, halkın karşısında bu sözlü
gelenek öğelerini okuyup canlandırabiliyorlardı.
Rapsodların ürün veren kişiler olarak isimleri
yoktu, ancak o ürünü canlandıran kişiler olarak
isimleri vardı. Oysa felsefe geleneği, bir yazılı
gelenek olarak, bize her zaman o felsefeyi üreten
kişinin “ismi” ve o kişinin “bakış açısıyla” birlikte
ulaşır. Zira felsefe, hep belirli bir kişinin bakış
açısından türer. Söz gelimi Platon’un felsefesi
olarak, Descartes’in felsefesi olarak, Kant’ın felsefesi
olarak ortaya çıkar. Bir felsefe zihnimizde filozofu,
o filozofun bakış açısı ile birlikte tamamlanır,
bütünlenir. Filozofunun ismini bilmediğimiz
bir felsefe zihnimizde tamamlanmaz, belirli bir
yere oturmaz. Kim söylemiş, ne söylemiş, ne
zaman söylemiş, nasıl söylemiş, niçin söylemiş
sorusunu cevaplayamadığımız noktalarda ortaya
çıkan belirsizlik durumu, sözün bağlamını kırar,
ciddiyetini ve çekiciliğini azaltır. Felsefe, filozofunun
felsefesidir. “Kim söylemiş” sorusu, okuma
eylemine eşlik eder. Kişi bir felsefeyi okurken,
belirli bir kişinin karşısındadır, filozofla konuşur.
Onun sesine kulak verir, sorular sorar, kendisinden
cevaplar bekler. Mitolojide, sözlü gelenekte bunu
sormayız, anonim gelenekte belirli isimler öne
çıkmaz. “Atalar” ya da geçmiş nesillerin şahsında
cisimleştiği bir kişilik, söz gelimi Dede Korkut ya da
Nasreddin Hoca söyler. Felsefe, bunun aksi olarak,
bize hep filozofunun diliyle, onun bir söylemi
olarak ulaşır. Dolayısıyla sözlü gelenek anonim
ifadeleri yaşatmakta ustadır; zira bu ifadeler çoğu
kez kısadır, etkileyicidir, bir hikâyeyi anlatır, bizde
bir karşılığı vardır, yaşantı düzeyinde ifade bulur,
toplumda onları yaşatan usta anlatıcılar vardır.
Zaman içindeki hareketi denetlenemediğinden
ilk şekli sorulmaz, merak edilmez. Önemli olan
onların dün nasıl oldukları değil, bugün nasıl
oldukları, nasıl söylendikleri, nasıl anlaşıldıkları
ve nasıl yaşandıklarıdır. Ama felsefe eserleri böyle
değildir. Ortada belirli bir filozofa ait belirli bir
eser ve bu eserde yer alan görüşler vardır. Bu eserin
bir dünyası, bir fikri, bir mantığı, bir düşüncesi,
sistematiği, hatta bir tarihi vardır. İstenildiği zaman
kendisine dönülebilir, eleştirilebilir, sorgulanabilir.
Sadece kendi zamanına değil, gelecek zamanlara da
seslenir. Bu hâliyle kendi filozofunu aşan bir kimlik
bile kazanmıştır.
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, felsefe sözlü
değil yazılı kültürün bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Görüleceği üzere, felsefenin başlaması sadece
mythos’tan logos’a geçişle değil, aynı zamanda
söz’den yazı’ya geçişle de başlamıştır. Felsefe, bu
ilk kaynağında bile bir filozofun bakış açısıyla
ve yazılı bir eser şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu
hareketlenmeden sonra filozoflar birbirlerini takip
etmişlerdir. Böylece felsefe geleneği oluşmaya
başlamıştır.
2. Sözlü geleneğin imkânı
Burada doğal olarak şu soru sorulabilir: Felsefe
sözlü gelenekten kopmakla başlamışsa, o zaman
felsefe için nasıl bir imkân oluşturabilir, felsefeyi
21
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
nasıl besleyebilir?
İlk önce şunu söylemek gerekir: Sözlü geleneğin
olgunluk dönemini yaşadığı bir noktada, ufukta
felsefenin imkânı da görünür. Bu, Antik Yunan
kültüründe böyle olmuştur. Sözlü gelenek,
Homeros’un ve Hesiodos’un dilden dile aktarılan
şiir ve mitoslarında zirvesine ulaşmıştı. Bu noktada,
evrenin oluşumuna, insanın erdemine ilişkin
açıklamalar da vardı. Düşünce, felsefeyle birlikte
rasyonel, temellendirilebilir ve sorgulanabilir bir
nitelik kazanmıştır. Mitolojiyi eleştiremeyiz, niçin
öyle olduğunu sorgulayamayız; o, sorularımıza
cevapsız kalır. Çünkü rasyonel bir yapıda değildir.
Felsefe ise bizzat bu özelliklerin ortaya çıktığı,
eleştirinin, sorgulamanın, akıl yürütmenin işlevsel
hâle geldiği bir alandır. Onu mitolojiden ayıran
özellik verdiği cevaplardan çok cevaplarını verme
tarzıdır. Mitoloji de okeanos’tan söz eder. Ama onu
irdelemez, ne olduğunu, neden olduğunu, niçin
olduğunu ve neden o şekilde olduğunu sorgulamaz.
Sorgulasa bile bütün bunları mitolojinin mantığı
içinde yapar. Thales de arkhe olarak “su”dan söz
eder; onu her var olanın var olma ilkesi olarak ortaya
koyar. Bir başkası gelir, bu cevabı yetersiz bulur,
eleştirir, kendince doğru olanı söyler. Böylece felsefi
bir bakış açısı ortaya çıkmış olur. Mitoloji ile felsefe
arasında, gerçeklik değeri, rasyonalite, tutarlılık
ve temellendirilebilirlik temel ayrım noktalarını
oluşturur. Felsefe, kendisini yazıya aktararak, tespit
ettiğimiz bu özellikleri ile sözlü gelenekten ayrılır,
kendine özgü bir tarz ortaya koyar.
Felsefe tarihinin en ilginç simalarından
biri Sokrates’tir. O, görüşlerini, düşüncelerini,
felsefesini yazıya geçirmemekle, felsefedeki “yazı”
geleneğinin aksine hareket eder. Bununla birlikte
hiçbir eser üretmediği hâlde, ismi günümüze kadar
gelebilmiştir. Onun imajı içimizde o kadar canlıdır
ki, nerdeyse bir köşeden çıkıp geliverecekmiş gibi
olur. Kuşkusuz bu onun felsefesinin gücü kadar,
bir konuşmacı, bir hatip olarak sözü söyleme
ve mantığını kullanama gücünü de gösterir. O,
felsefesini diyaloglarla ortaya koymuş bir kişidir.
Felsefe onun gündelik yaşantı alanı içinde yer
alır. Bir şölende, agoradaki bir buluşmada, çarşıda
pazarda, ayaküstü de olsa felsefi konulara dalıverir.
Görünen o ki, o felsefeyi, eser üretmek için değil,
yaşamak için, bizzat kendi sorularını cevaplamak
için yapar. Onun için önemli olan felsefeyi yazı ile
tespit etmek değil, hayata doğru bir yol oluşturan
bilgiye erişebilmektir. O, bilmeden erdemli
olunmayacağını düşünür. Erdem adına, hakikat
adına soru sorar ve sorulara cevap verir. Felsefe onda
bir yaşama tutumu hâline dönüşür. Bilme çabasıyla
erdeme ulaşma çabası bir ve aynı şeydir. Bilmeden
yaşamanın sefaletine dayanamaz. Eserlerini yazıya
geçirmeyişinin nedeni olarak çeşitli açıklamalar
yapılabilir: (a) Ulaştığı sonuçları “bilgi” olarak
görmez. “Bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”
sözü, bu bağlamda anlaşılabilir. (b) Herkesin kendi
bilgisini kendi içinden türetebileceğini, bilginin
ancak kendisini üreten kişinin şahsında bir karşılık
bulacağını, kişi için bir başkasının ürettiği bilginin
gereksiz, hatta zararlı olabileceğini düşünmesi.
Sokrates’in göstermek istediği şey, aslında
felsefenin bir yazma işi olmadan önce bir yaşama
işi olduğu, felsefi bilginin varoluş düzeyinde bir
içeriğe kavuşabileceği, felsefenin bizzat her bir
kişinin şahsında bir karşılığı olduğu ve ancak
bu karşılıkla ortaya çıktığında bir anlam ifade
edeceği gerçeğidir. Bu karşılık ortaya çıktığında ise
herkes kendi bilgisini türetecek, kendi felsefesini
yapacaktır. Karşılık bulunmadığında ise, başkaları
tarafından yazılmış felsefe eserlerini okumanın,
başkalarının cevaplarını bilmenin, kişiye bir değer
katmayacağı, olsa olsa ancak bir yük olacağı, hatta
onu bir tür ukalalığa düşüreceği düşüncesi olabilir.
Bu şekilde felsefe kuru bir söz, tartışma biçimi
olmaktan çıkarılarak, bir tür “erdemli yaşama
sanatı” hâline gelmiş olur. Burada şöyle bir soru
da sorulabilir: Mademki, Sokrates felsefeyi yazılı
bir tarzda üretmiyor, felsefesini yazıyla tespit
etmiyor, öyleyse neden çabası hâlâ felsefe olarak
görülüyor? Bu soruyu birkaç madde ile cevap
verebiliriz: (a) Diyaloglar şeklinde ortaya çıksa da,
sözlü geleneğin mantığından uzaktır. (b) Felsefenin
sorgulayan, eleştiren, temellendiren, çıkarımda
bulunan, tutarlı hâle getiren üretim tarzı en ileri
seviyede bu diyaloglarda görülür, (c) Nihayetinde
onun görüşleri öğrencisi Platon tarafından yazıya
geçirilmiş, kayıt altına alınmıştır.
Sözlü geleneğin felsefe için nasıl bir imkân
oluşturabileceği sorusuna dönersek: Bir toplum,
22
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
ilk önce mitolojik olarak bir evren, insan ve
varlık tasarımına sahip olur. Daha sonra aşama
aşama rasyonel bir faaliyet olan felsefi ve bilimsel
düşünceye doğru evrilir. Giambattista Vico, Yeni
Bilim’de bu geçiş aşamalarına değinir. Ona göre,
“bütün ulusların başlangıcında efsaneler ve mitsel
anlatımlar vardır. Bunların gerçek anlamlarına
inmek felsefe ve filolojinin işbirliği ile mümkündür.
Gerçek
hikmet,
efsanelerde,
destanlarda,
mitolojilerde, halk deyişlerinde saklıdır. Hikmet,
ilkin iyi ile kötüyü ayırt etme yetisidir. Daha
sonra insanların düşünme ve kavram oluşturma
yetisi geliştikçe doğru bilgi anlamına gelmeye de
başlamıştır. Filozoflar daha sonra bunları felsefi
hikmete dönüştürmüşlerdir.”[2] Mitolojik düşünce
felsefi düşünceye giden bir yoldur. Zihin dünyayı
ilk önce mitolojik olarak anlamayı başarır, daha
sonra varlığın rasyonel ve bilimsel açıklanmasına
geçilir. Bu, bir insan ömründe de böyledir.
Çocukluk dönemindeki dünya algısında mitolojik
unsurlara rastlamak mümkündür. Havaya, suya,
güneşe ve aya verilen anlam, mitolojik, masalımsı
ögeler taşır. Zihin olgunlaştıkça, doğa gerçekçi bir
tarzda görünmeye başlar. Zihnin olgunlaşması,
bilgilerin alınması ve bilişsel şemaların yeniden
düzenlenmesiyle gerçeklik alanı tanınmaya başlar.
Sözlü gelenek kültürünün felsefe geleneğinin
ortaya çıkmasına böyle bir katkısı olur.
Sözlü gelenek basit düşüncenin bir ürünüdür.
Yalın ve anlaşılır bir dil kullanır. Basitlik ve
yalınlık, onun temel özelliğidir. Anlamı karmaşık
hâle getirmez, kapalı söyleyişlere eğilim duymaz.
Söylemek istediğini açık ve anlaşılır bir dille söyler.
Herkes onu anlayabilir, anlam alanında kendine bir
yer bulabilir. Bu özelliği ile bir ölçüttür; zihnin ve
aklın ayar taşı gibidir. Felsefe ile soyut düşüncede
zirve yapan akıl, nerede olduğunu sözlü geleneğe
bakarak anlayabilir. Sözlü gelenek, insana ağırbaşlı
2. Sema Önal, “Kültür Olguları Hakkında Bilimsel
Bilgiye Nasıl Ulaşılır? Bir Kültür Filozofu : Giambattista
Vico”, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları
Kongresi (ICANAS-38), Felsefe, Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara, 2009, s. 323.
Ayrıca bk. Giambattista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal,
Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2007, s. 163, vd.
olmasını, bin düşünüp bir söylemesini, bin düşünüp
bir eylemesini tavsiye eder. Sözün ve eylemin geriye
alınamayacağını, zamanda geriye gidişin olmadığını
“okun yaydan çıkması” metaforu ile dile getirir.
Onun asıl itki gücü düşünme alanında değil, eylem
alanındadır. O, insanı derin düşünceye sevk ettiği
bir noktada değil, erdemli davranışa yönelttiği bir
noktada amacına erişmiş olur. Derin düşünme ise
felsefenin faaliyet alanında bulunur. O da derin,
etraflı ve tutarlı düşünme, evreni bir ilke etrafında
anlaşılabilir kılma çabasında amacına erişmiş olur.
Sözlü gelenek, her ne kadar felsefeyi üretmiyorsa
da, yukarıdaki alıntılarla işaret ettiğimiz üzere,
felsefeye giden yoldaki bir dil basamağını, hikmet
basamağını oluşturur. Bu aşamada, ortak deneyim,
ortak tecrübe, sözlü gelenek içinde çeşitli ifade
biçimlerine dönüşür. Hikmet geleneği, aklı
dışlamamakla birlikte temelini aklın çıkarımsal
yapısında değil, gündelik yaşam deneyimlerinde
ve gönlün değerlerinde bulur. Sözlü gelenek
“gönül” kavramını öne çıkarır. Gönül, insanları
birbirine yaklaştıran, onları “muhabbet” ortamında
yoğuran, birleştiren, kaynaştıran, söyleştiren bir
yaşantı hâlidir. Erdem duygusunu, öteki bilincini
öne çıkarır. Dolayısıyla anlamın söze, konuşmaya,
yaşamaya dönüştüğü bir alanda bulunur. Sözlü
gelenek sağduyunun bir sesi olarak, kişiyi ölçülü,
adaletli, erdemli ve cesaretli olmaya yöneltir.
Sözlü gelenek, sanatsal faaliyetleri de besler.
Edebiyat, sözlü gelenekten önemli ölçüde
yararlanır. Söz gelimi, Kırgız edebiyatının güçlü
ismi Cengiz Aytmatov, sözlü geleneğin edebiyat
eserlerindeki etkisini örnekleyebileceğimiz ideal
isimlerden biridir. Kırgız kültürünün destan ve
sözlü anlatı geleneği, onun eserlerinde besleyici
bir damara dönüşür. Onun romanlarını okurken,
bu geleneğin, gürül gürül aktığını hissederiz.
Sözlü gelenek, toplumsal benliğin yaşadığı, içine
gömüldüğü bir alandır. Herhangi bir nedenle
toplumsal benliği deforme olmuş milletler, sözlü
gelenek unsurlarına bakarak restorasyona, doku
nakline gidebilirler. Bu kültür, en az etki alan bir
kültürdür. Bu nedenle Dostoyevski, gerçek Rus
ruhunun aydınlar arasında değil, basit halkın içinde
yaşadığını düşünür; bu şekilde sözlü geleneğin dış
etkilerden en az etkilenen, en az seviyede bozulmaya
23
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
uğrayan bir gelenek olduğunu da dolaylı olarak
vurgulamış olur.[3] Sözlü gelenek, her ne kadar halk
kültürünün tabanında yer alsa da, değişmezlik ve an
az etkilenirlik açısından piramidin en uç noktasında
bulunur. Bu özelliği ile hatırlatıcı, iyileştirici ve
onarıcı bir güçtür; denilebilirse “kök hücre” gibidir
âdeta. Aytmatov, hemen her eserinde bu iyileştirici
güce başvurur.[4] Batı edebiyatı ve sanatı da, en uzak
durduğu zamanlarda bile mitoloji ile bağını hiç
3. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler II, çev. Nihal Yalza
Taluy, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1959,
s.258, vd.
4. Aytmatov’un eserlerinin özünde sözlü gelenek
vardır. Aytmatov’un eserlerinde Oğuznameler’den,
Manas Destanı’ndan, Dede Korkut Hikâyeleri’nden
bir ses vardır. Onun eserlerinde Orta Asya’nın
bozkırlarından bir rüzgâr, bir koku vardır. Bu, yalın,
özgün, sahih ve içtenlikli bir sestir. Bu ruh onun
eserlerinin büyüsünü oluşturur. Bu sesin kaynağında
Dede Korkut’un sesi vardır. O, destanlardan,
menkıbelerden, türkülerden, ağıtlardan geçerek bir
kez daha Aytmatov’un eserlerinde hayat bulur. Örnek
olarak Gün Uzar Yüzyıl Olur, Cengiz Hana Küsen
Bulut, Yıldırım sesli Manasçı ve Beyaz Gemi isimli
romanlarına bakılabilir. Bu çalışmalarda, zengin
Kırgız sözlü gelenek kültürünün (destan, masal, ağıt,
ozan kültürü) yansımalarını buluruz. Aytmatov, bir
kahramanın ağzından şu şekilde dua eder: “Ona
atalarının güzel konuşma, güzel anlatma yeteneğini
ver. Bu yetenek onda köklü bir ağaç gibi gelişsin
ve sonra o bu yeteneği, bu geleneği çocuklarına,
torunların aktarsın. Bu yetenek kuşaktan kuşağa
ulaşsın. Kırgızlar Kırgız olalı beri var olan Manas’ı
iyi öğrenmesi, unutmaması için ona güç ve cesaret
ver.” (Cengiz Aytmatov, Yıldırım Sesli Manasçı, çev.
Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s. 15).
Onun bu geleneği eserlerinde ustaca yorumladığı
görülebilir. Roman kahramanları, sözlü geleneği
yalnızca bir iletişim aracı olarak kullanmazlar,
bir dünya görüşü ve yaşama felsefesi olarak da
kullanırlar. Bu açıdan bakılınca Aytmatov’da sözlü
gelenek tam da yerli yerine oturur. Buna göre,
kuşaktan kuşağa aktarılarak, yoğrularak gelen halk
bilgeliği, hâlihazırda yaşayan insanlar için güçlü
bir eğitim, ahlak ve dünya görüşü olarak ortaya
çıkar. Onlar bu bilgelik geleneğinin mesajları ile
eylemde bulunur, dünyayı bu hikmetle anlarlar;
insanlar arasındaki ilişkiler bu bilgelik geleneğinin
erdemleriyle oluşur.
koparmamıştır. İsmi ve içeriği ile mitolojiye atıfta
bulunan yüzlerce eserden söz edilebilir. Ülkemizde
de, özellikle 50’li yıllardan sonra, mitoloji, şiir
sanatı için bir cazibe merkezi hâline gelmiştir.
Bütün bu söylenenlerin felsefe kültürü açısından
anlamı, sözlü geleneğin kendisinden sonraki dil
basamaklarının oluşmasındaki büyük katkısıdır.
Sözlü gelenek, bizzat bir dil basamağı olduğu
gibi felsefeye çıkan şiir, sanat, edebiyat gibi dil
basamakların oluşumunda da etkilidir.
Sözlü gelenek, sadece sanat ve edebiyat için
değil, felsefi düşünüş için de bir besin kaynağı
olabilir. Felsefe her ne kadar mitolojiden kopmakla
başlamışsa da zaman zaman oraya geri dönüşler
yapmış, belirli bir fikri, belirli bir kavramı
örneklemek için mitolojik figürlere ve anlatılara
başvurmuştur. Sözlü geleneğin dili ile felsefe dili
farklı dil yapılarıdır. Dili kullanma biçimleri çok
farklıdır. Felsefe ve sözlü gelenek arasındaki karşılık
bulma ve birbirlerinin diline çevrilebilme ilişkisi,
kullanılan farklı dil yapılarına karşın Dede Korkut
hikâyelerinde de bulunabilir. Kierkegaard’un
“naturel ben” dediği benlik durumunu temsilen
Deli Dumrul gösterilebilir. Ama aynı kişi, ölümün
kendi ölümü olduğu, onu devredemeyeceği,
aktaramayacağı ve varoluşsal bir konum olarak bir
başkasıyla yer değiştiremeyeceği, herkesin bizzat
kendi konumunda bulunması gerektiği gerçeği ile
tanışınca metafizik aydınlanma, Kierkegaard’un
deyişi ile “sıçrama” da gerçekleşmiş ve natürel ben
de dönüşüme uğramış olur. Ölümün kişinin kendi
ölümü olduğu, yaşamın son olanağını oluşturduğu,
ölüme-doğru (zum Tod) olmanın varoluşun her
anını sonsuz değerde kıldığı ve ölüm denen şeyin
genel bir şey değil, bizzat herkesin kendi ölümü
olduğu hususu, yaşamın ve ölümün biricikliği,
insanı kendisi yapan bu varoluşçu, ama daha çok
Heideggerci tez, Dede Korkut’un dünyasında da
kendisine bir karşılık bulur. İlk atasözü derlemesi
niteliğini de taşıyan Dede Korkut Hikâyeleri’nde
sıkça yinelenen “Gelimlü gidimlü dünya / Şon uçı
ölümlü dünya”[5] sözü, insana kendi temel varoluş
gerçekliği konusunda yalın, fakat kavrayıcı bir
bakış sunar. Toplumsal sorunların çözümünde
5. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara, 1958, s. 94, 115, 176, 198, 243, 251.
24
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
şiddeti değil aklı ve sağduyuyu öncelemenin
önemini dile getiren Basat Depegözi Öldürdügi
Boyı hikâyesi, bilgi ve tecrübe değerleriyle ortaya
çıkar. Kültür unsurlarını üretmenin, toplumsal
tanışıklığın ve uzlaşı kültürünün oluşumundaki
değerine vurgu yapan Eyrek ve Seyrek kardeşlerin
hikâyesinde, iletişim ve tanışma aracı olarak
kopuz kullanılır. İki kardeş, Dede Korkut’un
kopuzu sayesinde tanışırlar, kendilerini birbirlerine
öldürtmek isteyen düşmanın elinden bu şekilde
kurtulurlar.[6] Buna göre kültür unsurlarını üreten
toplumlar, bedensel gücü geri planda tutarlar;
şiddet kültüründen uzlaşı kültürüne geçiş, kültür
değerlerinin üretilmesiyle olur. Bu da çağdaş siyaset
felsefelerinin üzerinde durduğu bir konudur.
İnsan, insanî değerleri ürettikçe, birbirini daha
çok anlayacak, bu şekilde şiddetin ve kaba gücün
dünyasından da uzaklaşacaktır. Günümüzde, “çok
kültürlü toplum yapıları” kapsamında üretilen
sosyal ve siyasi projelerin temelinde, bu yaklaşım
vardır.
Atasözleri içinde felsefenin oluşum öyküsünü
örnekleyebilecek ifadeler de vardır. “Âlim unutmuş,
kalem unutmamış.” sözü, bizzat felsefenin sözlü
gelenekten yazılı kültüre geçişle başlamasını
açıklayabilecek niteliktedir. Felsefenin devasa
ayrıntısının sözlü gelenekle ifade edilemeyeceğini,
onun söylem biçimine uymayacağını, gerçeğin uzun
süre gizlenemeyeceğini ifade etmek için kullanılan
“Mızrak çuvala girmez.” atasözü ile örnekleyebiliriz.
Mızrak ve çuval, birbirine uygun iki araç değildir.
Onlar farklı doğalarda, farklı amaçlara yönelik
üretilmiş malzemelerdir. Benzer şekilde masal,
atasözü, destan, fıkra, mani gibi sözlü gelenek
türleri de birer felsefi form değildir, felsefe için
uygun doğada değillerdir. Yine “Ağaç, ağaç içinde
büyür.”[7] atasözü, insanın yetişme ortamına işaret
eder, ama felsefe geleneğini de güzel anlatır. Felsefe
geleneği bir tek filozoftan oluşmaz, filozoflardan,
filozof öbeklerinden oluşur. Bir çiçekle bahar
6. “Görd-i kim elinde kopuz var, aydur: Mere kâfir Dedem
Korkut kopuzı hörmetine çalmadum didi, eğer elünde kopuz
olmasay-idi ağam başı-y-içün seni iki para kılur-idüm
didi.” (Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, s. 231)
7. Bu çalışma içinde geçen atasözleri için bk. Ömer Asım
Aksoy, Atasözleri Sözlüğü, İnkılap yayınları, İstanbul,
1988, s. 118.
gelmeyeceğini anlamak isteyen atasözü de, felsefede
bir bahara erişebilmek için bir değil, pek çok şahsi
felsefe hareketinin, pek çok düşünür ve filozofun
olması gerektiğini örnekler. Ama aynı zamanda
felsefenin kendi başına ortaya çıkmayacağını, bir
kültür ve sanat ortamı içinde varlık kazanacağını
da kendi mantığı içinde örneklemiş olur. Bir felsefe
ancak başka felsefeler içinde ortaya çıkar. Bir filozof,
ancak kendinden önceki ve kendisinden sonrakiler
bağlamında anlaşılır hâle gelir. “Ağaç meyvesi
olunca başını aşağı salar.” sözü de Descartes’in “Boş
fıçı çok ses çıkarır.” sözüyle, bu sözün işaret ettiği
ruh hâliyle örtüşür. Bunların her ikisi de felsefedeki
doluluğu, içtenlik ve mütevazılığı dile getirir. Ve
tabii ki felsefenin bir gösteri sanatı değil, öncelikle
ayrıntılı bir düşünme, soruşturma, eleştirme
sanatı olduğunu; kişinin zahmetli ve kendisinden
bir ömür isteyen bu işi başkası için, başkalarının
sorularını cevaplamak için değil, öncelikle kendi
sorularını cevaplamak için yaptığını ve yapacağını
da gösterir. Filozof, kendi sorularının peşinden
gider, kendi aklını ve kendi gözlerini kullanır.
Onun işi, “taşıma suyla değirmen döndürmek”
değildir. Zira bir diğer atasözü, başkasının aklıyla
ancak “dokuz adım gidilebileceğini” söyler. Bu
da felsefe yapan, felsefe ile uğraşan bireyin, “aklıetkin”, “gözü-etkin”, “vicdanı-etkin” bir kişi olduğu
anlamına gelir. Buna göre kişi başkası için felsefe
yapmaz, öncelikle kendisi için, kendisinden dolayı
felsefe yapar. Sorularıyla kendisi için boğuşur.
Onu ne zaman ki bir gösteri, bir nümayiş, bir
bilgiçlik aracı hâline getirse, o zaman felsefeden de,
felsefenin has bahçesinden de uzaklaşmış olur.
Yukarıda da değinildiği üzere, içerdiği yoğun
yaşantı ve tecrübe birikimi ile sözlü gelenek,
felsefe ve diğer disiplinler için bir hammadde
alanı gibidir. Onlardaki sağduyuya, ihtiva ettikleri
mesaja bakarak, bir kavramsal yapı oluşturulabilir
ya da bu tür kuramsal bir çalışmada sözlü geleneğin
ihtiva ettiği yoğun tecrübe ve sağduyudan
yararlanılabilir. Sözlü gelenek ögelerindeki felsefe
kırıntıları, toprağın, kumun, kayaların içindeki
altın filizleri gibidir. Altın madeni nasıl ki tonlarca
toprağın ve kayanın içinden elenerek ve süzülerek
çıkarılıyorsa, aynı şekilde sözlü gelenek de, yaşam
deneyimlerinin yoğunlaştığı ve özleştiği bir alan
25
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
olarak, felsefe için verimli bir hammadde alanı
oluşturur. Buradan felsefeye gidilerek ve felsefeden
buraya gelinerek, karşılıklı bir etkileşimle, önemli
ürünler elde edilebilir, verim alınabilir. Bu anlamda
sözlü gelenek unsurları kavramsallaştırılabilir,
felsefenin diline çevrilebilir. Söz gelimi “El eli
yuyar, el döner yüzü yuyar”, “Bir elin nesi var, iki
elin sesi var.” gibi atasözlerinden, bu ortak bilinç ve
sağduyudan, yine ona uygun bir birey ve toplum
felsefesi çıkarabiliriz. Şunu soralım: Bu sağduyu,
bu ortak bilinç nasıl bir birey tasavvuruna sahiptir?
Nasıl bir toplum hayal eder? Birey ve toplum
ilişkilerini nasıl tasarlar? Tekrar geriye dönerek bu
kavramları, yine bu kavramların türediği ortak
bilince başvurarak tanımlayabiliriz. “Birey” ve
“benlik” kavramları, felsefenin temelinde olan
ve felsefeyi üreten kavramlardır. “Sosyal varlık”
kavramı, felsefenin önemli bir kavramıdır.
“Organizasyon” fikri, eğitimden sağlığa, hukuktan
güvenliğe, toplum denilen canlı organizmanın
aslında bir düzen, bireyin ancak kendi içinde rahat
edebileceği bir örgütlenme olduğunu ortaya koyar.
Bu örgütlenme, “adalet” kavramı bağlamında
bir araya gelir. Birbirlerine karşı olan tutumları,
komşuluk bağları yanında yazılı hukuk ve yazılı
olmayan ahlak kuralları tarafından belirlenir. Sözlü
geleneğin sağduyusuna içkin hâlde bulunan bu
çok basit gibi görünen çerçeve ayrıntılandırılabilir.
Sözlü gelenek, felsefe resminin işaret ettiği
toplumsal gerçeklik alanında yaşar, orada kendi
konumuna kavuşur. Bu anonim ifadelerdeki
sağduyu kavramsallaştırılabilir. Onlardaki birey
ve toplum algısında, Aristoteles’ten İbn Haldun’a,
Platon’dan Rousseau’ya, bir devlet ve toplum
felsefesinin nüvelerini bulmak mümkündür.
Sözlü gelenek ögelerinden felsefe eğitiminde
de somutlaştırıcı unsurlar olarak yararlanılabilir.
Onlardan bir örneklem evreni oluşturulabilir. Sözlü
geleneğin felsefedeki, felsefenin sözlü gelenekteki
karşılığı örneklerle ortaya konulabilir. Aslına
bakılırsa, bu yöndeki ilk örneği, “felsefe mitos”
anlatmaz diyen Platon vermiştir. O, kendi dönemin
pagan kültürü açısından önemli bir anlaşılma
güçlüğü gösterebilecek idealar kuramını, çeşitli
mitoslarla, masalımsı söyleyişlerle, metaforlarla
örnekleyerek anlatmıştır. Felsefe eğitimi için yalnız
hikâyelerden, destanlardan değil, atasözlerinden
de örnekleyici ifadeler bulunabilir. Söz gelimi,
“Aklın yolu birdir.” diyen atasözü, modern bilim
ve felsefenin “monist” ruhunu özetler niteliktedir.
“Akılları pazara çıkarmışlar herkes yine kendi aklını
almış.” atasözü de Descartes’in, “Sağduyu dünyada
en iyi paylaştırılan şeydir; zira her insan kendi
payının o kadar iyi olduğunu sanmaktadır ki, başka
her şeyde güç memnun edilenler bile, kendilerinde
bulunan sağduyudan daha fazlasını istemezler.”
sözüyle bağdaşır.[8] “Ateş demekle dil yanmaz.”
diyen atasözü de dil ve gerçeklik arasında bir ilişki
oluşturur. Dildeki varlık ile gerçeklik alanındaki
varlığın nitelikleri ve aralarındaki ilişki sorununu
ortaya koyar. “İsmiyle cismiyle…” diye başlayan
gündelik dile ait ifade de, daha Platon’dan beri
tartışma konusu olagelen ve çağımızda dil felsefeleri
bağlamında yeniden ifade bulan, nesnelerle isimleri
arasında nasıl bir ilişki olduğu[9] sorusuna imada
bulunur. Çocuğa “Zeki” ismini vermekle çocuğun
zeki olmayacağını söyleyen, bu şekilde onu
eğitmenin gerekliliğine de vurgu yapan atasözü de,
benzer bir şekilde dil ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi
sorgular. Felsefe dersinde, sözlü gelenek ögeleri
ile felsefi görüşler arasında kurulabilecek ilişki,
bir yandan felsefi bilgiyi somutlaştırıp daha iyi
anlaşılmasını sağlarken -zira bir felsefe öğretmeni
için temel sorun her zaman, “doğası gereği soyut
olan felsefe bilgisini öğrencilerim açısından nasıl
anlaşılır hâle getirebilirim?” sorusudur-, bir yandan
da felsefe öğrencisine, kendi kültürünün düşünme
ve algılama biçimine ait bu ifadelerle, felsefi
kuramların kavramsal yapıları arasında bir patika
oluşturabilme tutumu kazandırır. Öğrenci, bu
sayede felsefeyi büsbütün kendi dünyasına yabancı
bir unsur olarak algılamaktan uzaklaşabilir.
Biz, burada, felsefe ve sözlü gelenek arasında
bir ilişki kurmaya çalışırken, sadece atasözleri ve
destan alanından sınırlı sayıda örnekle yetindik.
Bu örnekleme işlemi, türkülerden, fıkralardan,
masallardan, ağıtlardan ve diğer sözlü gelenek
8. Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. Mehmet
Karasan, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1986,
s. 3.
9. Bk. Platon, Kratylos, çev. Suad Y. Baydur, Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1989.
26
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
unsurlarından alınacak verilerle güçlendirilebilir.
Kuşkusuz bu bağ kurma işlemi, felsefeyi sözlü
geleneğin ya da sözlü geleneği felsefenin diline
tercüme etme çabası, retorik kabiliyetle de alakalı
bir sorundur. Bu konuda yeteneği ve yaratıcılığı olan
kişilerin çok daha başarılı olacakları düşünülebilir.
Sonuç
Felsefe bilgiyi, varlığı, insanı tanımakla ilgili
entelektüel bir çabadır. Sözlü gelenek de aynı
amaca hizmet eder; o da hayatı ve insanı tanımakla
ilgilidir. Sözlü geleneğin basit bir cümle ile ifade
ettiği gerçeği, felsefe kavramsal bir dille, rasyonel
temelde tutarlı bir şekilde anlatmaya çalışır.
Dolayısıyla, sözlü gelenek ifadeleri doğrudan felsefe
olmasa da, felsefi kavrayışımıza katkı sağlayan
ifadelerdir. Onları bildiğimiz için, zihnimizde
bir imaj oluşturabildiğimiz için, felsefi kavrayış
ve ifade gücümüz daha zengindir. Her alanın bir
dili vardır. Felsefenin ve bilimin de bir dili vardır;
edebiyatın ve sanatın, dinin ve ahlakın da. Bu
diller birbirine tercüme edilebilir niteliktedir. Söz
gelimi, Platon’un felsefesi, gerek Hristiyan gerekse
İslam kültürü içinde bir karşılık bulmuş, bu
dinlerin ilkeleri çerçevesinde yorumlanmıştır. Aynı
şekilde Sartre, felsefesini romanlarında işleyerek
edebî dilin felsefi dile, felsefi dilin de edebî dile
çevirisini örneklemiştir. Sözlü gelenek de bir dil ve
tasarımdır, felsefe de. Masalcı, olağanüstü ve gerçek
dışı dünyayı, bir varoluş dünyası olarak tasarlar, iyi
ve kötü tipler oluşturur.[10] Aynı şekilde filozof da
bir dünya kurgular, varlığın arkhesini sorgular, bilgi
sorunu açısından insan zihninin yapısını araştırır.
Felsefenin dili birdenbire oluşmaz. O, en üst dil
basamağı olarak masalın, hikâyenin, dinin, bilimin
dilini kendine katar; ancak bunların hepsinin
verileri sayesinde kendine özgü bir üst dil ve bakış
açısı bulur. Sözlü geleneğin dili, bu bağlamda, felsefe
diline giden basamaklardan ilkini oluşturur. Bu ilk
basamakta, sağduyu etkindir. Felsefe, kendi soyut
ve kavramsal dilini kurma sürecinde bu ilk dile,
ilk şekillenme anına bakma, ona geri dönme, geri
10. Bk. Vefa Taşdelen, “Felsefe ve Masal: Van Masalları
Örneği”, III. Uluslararası Van Gölü Havzası Sempozyumu
Bildiri Metinleri, ed. Oktay Belli, İstanbul, 2008, s. 301309.
dönerek kendini denetleme ihtiyacı hisseder. Sözlü
geleneğin dili, felsefe dilinin ayarı gibidir. Felsefe,
efsanelerden, mitolojiden, masallardan, halk
deyişlerinden çeşitli örnekler alıp onlar üzerinden
kavramsal bir yapı oluştururken, sözlü geleneğin
felsefeye doğrudan karıştığı noktaya geliriz. Sözlü
gelenek, gündelik dilin ifadesidir. Gündelik dil,
sağduyunun egemen olduğu bir dildir. Bu nedenle
sağlıktır, iyiliktir, dengedir, ahenktir, şifadır.
Edebiyat, sanat ve felsefe, bu sağlıklı yapıyı kendi
içinde yansıtabildiği oranda kendine somut bir
zemin de bulur. Bu katkı özellikle hikmet ve gönül
geleneği açısından önemlidir.
Son olarak şunu belirtmekte yarar var: Felsefe
kendisini bilimle, dinle, sanatla, edebiyatla,
şiirle, tarihle, siyasetle, iktisatla ve kültürün diğer
kollarıyla besleyen bir alandır. Sözlü gelenekte de
felsefe için bir imkân vardır. Bu imkânın ortaya
çıkabilmesi için, öncelikle filozofların, felsefecilerin
bu alanın verilerini yoklayabilmeleri gerekir. Öte
yandan, ‘Felsefenin sözlü geleneğe sağlayabileceği
katkı nedir?’ diye sorulduğunda, bu soruda da
her iki alan için verimli bir etkileşim alanı ortaya
çıkacağı düşünülebilir. Sözlü gelenek ve felsefe
kültürü ilişkisinin gerçek bir şekilde anlaşılabilmesi
için felsefenin sözlü gelenek açısından imkânının ne
olduğu sorusu da en azından sözlü geleneğin felsefe
açısından imkânını soruşturmak kadar verimli bir
irdeleme olacaktır. Başka bir makalenin konusu
olabilecek bu soruya kısaca değinecek olursak, şunu
söyleyebiliriz: Sözlü geleneği bir hammadde alanı
olarak düşündüğümüzde, felsefe bu hammaddeyi,
en iyi şekilde mamule dönüştürmenin zihinsel
güç ve tasarımını oluşturur. Sözlü geleneğin en iyi
şekilde işlenmesi, özümsenerek hayata katılması,
edebiyat ve sanatta yeniden üretime dönüştürülmesi
felsefe kültürü ile daha üst bir seviye kazanır. Bu
da felsefenin sözlü gelenek açısından imkânını
oluşturur. Dolayısıyla, felsefenin sözlü kültürden
alacağı kadar ona vereceği katkılar da vardır. Bu
etkileşimin ortaya çıkabilmesi için, filozofların,
felsefecilerin, önemsiz ve değersiz görmeden sözlü
gelenek alanına yönelmeleri gerekir. Sözlü geleneğin
bu konudaki tutumuna gelince, onun kapıları her
zaman açıktır zaten. Gönüllü olması gereken felsefe
ve felsefeyi üreten bilinçtir. ■
27
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Kelimelerde aşikâr olan gelenek
TANER TATAR*
İnsan, yiyecektir, içecektir şimdi;
“Ahlâk”, bilinmez, ne demektir? Şimdi...
Destan masal, îmanlı yobaz, âile lâf;
Altın gelenekler gidenektir şimdi.
Arif Nihat ASYA
H
ayat sadece mekânda yaşanmaz,
mazi, hâl ve istikbal çizgisinde
zaman, mekândan soyutlanamayacak
kadar önemli bir gerçekliktir. Zaman ve mekân
boyutlarından herhangi biri dışarıda tutulduğunda
ne ferdin ne de cemiyetin anlaşılması mümkündür.
Yine bunlardan birinin ihmal edildiği bir cemiyette
sıhhatli
yapılanmalardan
bahsetmek
hayli
güçtür. Zaman bir taraftan yapıcıdır; büyütür ve
olgunlaştırır. Ancak her büyüme ve olgunlaşma aynı
zamanda mirası devredilen bir hayattan çekilmedir.
İşte bu mirasın intikali gerçeğidir ki yok oluşu
ortadan kaldırır, değişen bir sürekliliği mümkün
kılar. Bütün bunların hayata tatbiki ise mekânda
gerçekleşmektedir. Mekân, yaşanıyor olması
itibariyle hâl ile alakalı iken, yaşanmışların izlerini
taşımasıyla geçmişi, nihayet geleceğin inşası için
atılan temel olmasıyla da yarınları kendi bünyesinde
barındırmaktadır.
Geçmişe çevriliş, insanı geleceğe götürür. İnsanı
yüreklendirir, bilinçlendirir, hayata bağlar, umuda
yönlendirir. İnsanın bedeni ile geçmişe gitmesi
imkânsızdır. Geleceğe ise ancak zamanın ilerlemesine
paralel, ömrü nispetinde gidebilmektedir. Ancak
insanoğlu herhangi bir varlık gibi “hâl”e mahkûm
değildir. “Hâl”den bir eliyle maziye diğer eliyle de
istikbale uzanabilir. Geçmişteki insanların fikrî ve
maddi dünyalarına ulaşabilip onlarla konuşabileceği
gibi, geleceğe de yönelip şu anda yanında
* Doç.Dr., İnönü Ü. Fen-Edebiyat Fak. Sosyoloji Böl.
olmayan tanımadığı insanlara seslenebilir. Bunu
başarabilmenin yolu ise geleneğe vâkıf olabilmek
ve geleceği inşa etmekten geçer. Yani bir taraftan
asırların birikimini, ona değen her elin şuuruna
vararak alabilirken, diğer taraftan bu ellerden
biri de kendi olup geleneği ihya ya da eskiye ilave
yeni geleneklerle geleceğe seslenebilir. Bu cihanda
baki kalan hoş sadaları dinleyip yine baki kalacak
hoş sadaları gök kubbeye hediye edebilir. Kâh
Süleymaniye’de cetlerin mağfiret iklimine girer, kâh
Karacaoğlan’la pınar başına varır kâh Yunus Emre
ile secdeye varır ya da Plevne kapılarında ağlaşır. O
hâlde ölümsüzlük, hayalî bir iksirde değil, geleneği
yaşamada ve yaşatmadadır.
İnsanı insan yapan hasletlerden en önemlilerinden
biri sadece bugünü ve kendisi için yaşamamaktır.
Çünkü insanın her günü kendi ve başkalarının yarını
için bir belirleyicilik özelliğini haizdir. Geçmişte
büyük hatalar yapmış olan insanlar hâlâ lânetle
anılırken, insanlığa güzel hediyelerde bulunmuş
olanlar şükranla yâd edilmektedir.
İnsanoğlu tek başına düşünüldüğünde dahi, her
yeni güne sil baştan, başlamaz. Çünkü gün her ne
kadar yeni de olsa, karanlığı yarıp atan güneş bir
önceki karanlığın dağıtıcısı, gün de bir öncekinin
devamıdır. Araya en fazla geçici bir uyku girmiştir
ki, uykuda bile gün yaşanmaya devam eder.
Görülen rüyalar geçmişin izleri, geleceğin hayalleri
ile doludur. Cevaplanmamış sorular önceki günden
arta kalmış, cevaplanmış olanlar ise yine dünden
ikram olmuştur. Bütün meydan okumalarına
28
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Dil, belirli bir kültürel zemin üzerinde yeşerir.
Muhtevası, bu geniş mana zeminidir. Alttaki bu zemini
kaydırdığımızda geriye sadece ses kalır ki bu zamanla
gürültüye dönüşür.
rağmen insan, düne ram olmuştur. Diğer taraftan
galebesi de kendi dününedir.
Herhangi bir topluluğun üyesi olmak, kendisini
geçmişine göre konumlandırmak demektir. Fert,
içinde bulunduğu cemiyeti reddetse bile bunu
geçmişine müracaatla yapmaktadır. Dolayısıyla
geçmiş, insan bilincinin sürekli bir boyutu;
cemiyetin müesseseleri, değerleri ve diğer
kalıplarının kaçınılmaz bir terkibidir. O hâlde
bugüne ilişkin tecrübelerimiz, büyük ölçüde
geçmiş hakkındaki bilgimize dayanmaktadır.
Günümüzün dünyasını, geçmişin olaylarıyla ve
nesneleriyle sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde,
yani geçmişin, o anda yaşamadığımız olayları ve o
anda algılamadığımız nesneleri hafızamızda güncel
olanlarla ilişkilendirerek yaşarız. Bu da şimdiki
zamanı, çeşitli geçmiş tecrübelerimizden hangisiyle
bağlantısını kurabilirsek ona göre yaşayacağımızı
gösterir. Bu durumda, geçmişi günümüzden
süzerek çıkarma güçlüğüyle karşılaşırız. Burada
iki zorlukla karşılaşırız. Birincisi, bugüne dair
olanlar, geçmişe ilişkin hatırlamalarımızı etkilemeye
yatkındır. İkincisi, geçmişe dair olanlar, günümüzle
ilgili tecrübelerimizi etkileme ya da çarpıtma
eğilimindedir.
Geçmişin bugünü belirlediği bir gerçektir. Bu
minvalde bugünü bize anlatan dündür. Fakat geçmişi
anlama ve değerlendirme çabasında da bugünün
etkisini yok etmek mümkün değildir. Bugünün
olayları ve algıları dünün anlamlandırılmasında
belirleyici bir özelliğe sahiptir. Dünü, her yeni
günde, eski olmayan ama şimdi olan yeni olaylar ve
nesneler ile birlikte yaşarız.
Süreklilik ve gelenekteki her derin kopma,
yeni bir başlangıç arama aşamasında “geçmiş”in
oluşmasına yardımcı olur. Yeni başlangıçlar,
Rönesanslar, restorasyonlar hep geçmişe dönüş,
ondan destek alma biçiminde ortaya çıkar. Geleceği
ürettikleri, yeniden kurdukları, kapsadıkları ölçüde
geçmişi keşfeder.
Geçmişi bugüne getirenler, kalemi edeple
konuşturdular. Edebi atmadan edebiyata dalan
yazar, cemiyet denilen toprağı kalemiyle çapalar.
Kelimelerden müteşekkil tohumu, semaya boy
versin diye serper. Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum
toprakta can bulur. Toprak onu kendi canıyla besler.
Tohum kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere
daldıkça, canına can katar ab-ı hayat. Yazar, gönül
güneşi ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut
olur, bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur
olur, sağanak olur, kar olur, divana kurulur.
Kaşgarlım, kelimelerin dörtnala koşturdu.
Diktiğin fidanlar kök saldı derinlere, boy verdi
göklere. Divanına vardıkta kelimelerin ebedî
azığımız oldu. Nazım Payam’ın Türkçe yazan
kaleminden dökülüp gönlümüze doldu:
Kelimeler Kaşgarlım
Bu bizim kelimeler
İçimizde uçuşan
Kanadı gümüşten kuş
Göğe ağınca hilal
Yere değince ökse
Efsunlu kır çiçeği
Kuşburnu, hanımeli
Meyveli dal, fundalık
Baştan sona Türkiye
Bir andan diğerine sürekli bir göç hâlindeyiz.
Kelimeler, göçer kervanı. Her bir adımda, o adımın
yerlisi ile tanışıyor, onu da yanına alarak göçe
devam ediyor. Karşılaşanlar biraz yabancı, biraz
tanıdık. Yabancı, çünkü onu sonra buldu; tanıdık,
çünkü kendisi gibi göçer. Her anda bir buluşma
gerçekleşiyor, her buluşma tanıdıklarla yüzleşip
farklılıkların sergilemesini ortaya çıkarıyor. Ve
daimi göç zamanı aşındırıyor. Aşındıkça hız artıyor,
hız yüzleşmeleri sıklaştırırken, zaman farklılıklar
sergisine dönüşüyor, bohçadakiler etrafa saçılıyor.
Saçılanlar içerisinde ancak seçilenler dikkatleri
cezbediyor. Kervan, seçilenleri önüne katıp yolda
dizilmeye devam ediyor.
29
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Her söylenmiş, yeni söylenmemişlere kapı açar.
Her söylenmiş kelime, söylenmemiş nicelerine
davetiyedir. Söylenmemiş kelimeler söylenmişlerin
içinde saklıdır. Gizli, aşikârın içindedir. Aşikâr,
gizlinin sesidir.
Geçmiş,
Senin kollarında geldi bu güne,
Hâl avuçlarında ikrâm olunur yarına.
Hatıralar sende,
Seninle yaşıyoruz,
Bir gün kollarına düşeceğimizi
Düşlüyoruz.
Bir manada zahir, özün zırhı. Bu sebeple özü tahrip
etmek isteyenler önce zırhı delmeye çalışıyorlar. Yani
kelimeleri!
Hatıralar kelimelerde gizli. Her kaybolan
kelime, hafızada bir dizi kayba yol açıyor. Köksüz
ağaçların ilk rüzgârda devrilmesi gibi, genç nesiller
birbiri ardınca devriliyor. Asırlık çınarların nasıl
ayakta kaldığına akıl erdiremeyenler, görmemek
için gözlerini kapatmayı tercih ediyor. Yahya
Kemal’in Gökalp’e cevaben söylediği “kökü mâzide
olan âtîyim” sözü manasınca, genç nesil mazide
kalamadığı gibi, ‘âtî’yi de göremiyor. Fuzulî’nin bir
beyitinde ifade ettiği gibi:
En çok birlikte olduklarımız, içinde yaşadığımız
ve içimizde can verdiğimiz kelimeler, en çok
bilmediğimiz ve bir türlü tanışamadığımız da olanlar.
İnsan yıllarca beraberinde taşıdığı, içini dışına
taşırdığı sesini kendisi tanıyamıyor. Suyun içindeki
balık suyun ne olduğunu bilmiyor. Kelimeye aşina
olduğumuzu iddia ederiz, lâkin aşinaya ne kadar
aşinayız?
“Kime izhâr eyleyem bilmem bu pinhân derdi kim
Var yüz min derd-i pinhan kudret-i izhâr yoh”
“Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni”
Kelimeler birer kalıpsa, bizler ebedî olan iç ve dış
dünyamızı, sonlu ve sınırsız olanın içine hapsetmiş
olmuyor muyuz? Yoksa kelimeler de sonsuz mu?
Esasında sonlu ve sonsuz kelimelerin dünyasında
yaşıyoruz. Sonlu kelimeler dar, içine girdikçe
daralıyor ve daraltıyor, beden gibi. Sonsuz kelimeler
ruh gibi, ezelden gelip ebede gidiyor ve götürüyor.
Sonsuzun içinde sonlu sonsuz. Sonlunun içinde
sonsuz bile sonlu. Aslında sonlunun içindeki sonsuz
sanal, hakikat değil.
Hayatı kelimeler aydınlatıyor. Bu bakımdan
kültürümüz, kelimelerin aydınlattığı yolda,
gördüklerimizin çeşnisi. İşte bu sebepledir ki, bir
kültüre müdahale etmenin, onu soysuzlaştırmanın
yolu kelimeleri değiştirmekten geçer. Bu değişime
bağlı olarak âdeta hayat değişir. İnanç bu yolla sarsılır,
medeniyet bu şekilde tahrip edilir. Ya madalyonun
diğer yüzü! Dil, belirli bir kültürel zemin üzerinde
yeşerir. Muhtevası, bu geniş mana zeminidir. Alttaki
bu zemini kaydırdığımızda geriye sadece ses kalır ki
bu zamanla gürültüye dönüşür.
Kelimeler asılların elbisesi. Asıl dururken elbiseye
itibar büyük hata. Lakin idrakin başlangıcı zahir.
Bugünü ‘mâzî’ye bağlayan köprülerdi kelimeler.
Bu köprüleri berhava ettik. Kinimiz de sevgimiz
de kurbağa vaklamalarına emanet. Elmaların
kızılını yitirdik. Ve hayatımıza batıl kelimeler girdi.
Modernizm, Batıdan gelen batıl bir inançtı. Onun
zail olması için ‘Hak’kın gelmesini bekleyenler,
hakikati bulma vazifesinin kendilerine ait olduğunu
göremediler. Gözünü Batıya çevirmiş olanlar ise
batıla saplanıp kaldılar. Her şeye rağmen modernizm
battı ama gitmedi, yerine yeni batıl inançların
tohumunu serpti. Postmodernizm ve küreselleşme,
eskimiş hurafelerin yeni çocukları olarak doğdu. Bu
durumda Batıperest aydınlar yeni batıl inançların
mahkûmu olmaktan kurtulamadılar. Diğer taraftan
Batıya, Batıdan karşı duranlar, suret-i Hak’tan
görünen karşıt batıla saplandılar. Sılayırahimde
doğum sancısı çekenlerin feryadını ise, akraba
evliliğinin sakat çocukları olacağı vehmiyle,
boğazını sıkarak susturmaya çalıştılar. Kendinden
olanı ‘geri’ye atarken, Batıyı hep ileride tuttular.
İlerledikçe kendilerinden uzaklaşırken, ulaşmaya
çalıştıkları Batı güzergâhında ancak bir arpa boyu
yol gidip menzilden hep geri kaldılar. Ziya dolu
kelimelerde dile geldiği üzere:
Milliyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı
Batıl inancı kutsayan kelime: İlerleme. Hayata
ilerlemeci bakış, her eski olanı seviyece düşük ve ilkel
olarak görür ve bugünü zirve olarak değerlendirir.
Hâlbuki aynı mantığı kullanarak, bugünün de aslında
30
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
ilkellerden en sonuncusu olduğu düşünülebilir.
Zamanda akış devam ettiği sürece, akışın yönü hep
ileri olarak görüldüğü takdirde sadece geçmiş -eski
değil aynı zamanda bugün- değil, yeni de ilkel olarak
görülmelidir. Üstelik akışın artan hızı bugünü daha
çabuk eskitecek ve ilkelleştirecektir. Bu kurguyu
biraz daha ‘ilerlettiğimizde’ görürüz ki, aslında
gelecekte de bizi yeni ilkellikler ve düşük seviyeler
beklemektedir. Yoksa modern olanı zamandan muaf
tutan bir güç mü vardı? ‘Vardı’ diyoruz, çünkü
modern, en çok güvendiği, ‘çağ’ın hışmına uğramış
bulunuyor. Gelecek geldi, gidiyor bile!
Geçiciliğin ve günübirliğin gelenek değilse de
gidenek hâline geldiği günümüzde, geçici olanın
içinde ebedî olanı nasıl yakalayacağız?
Güçsüzlüklerini kelimelerin arkasına gizlenerek
saklayanlar, iktidarlarını kelimelerle inşa ettiler.
Güçsüz olduklarına inananlar, kelimelere boyun
eğdiler. Gün geldi ilişki tersine döndü. Kelimelerin
arkasında ordular kuruldu, hareket onlar vasıtasıyla
gerçekleşti. Sonra, yine zırhlı kelimeler arkasında
zayıf gövdeler yer aldı. Kitleler bu zayıflara dışbükey
kelimeler aynasından baktı, kendisini içbükey
kelimelerde seyretti. Hâlâ insanın kaderi kelimelerin
kaderi ile yazılıp bozuluyor.
İbrahim’i ateşe veren,
Musa’yı buzağıya değişen,
İsa’yı çarmıha geren,
Kerbela’yı Allah’ın Sevgilisinin Balasına
Bela eden,
Şeytanla sevişen kelimeler.
Veled-i zinasını yüreğimize saldı,
İçimizde derin bir “ah” kaldı.
Pervasızca dilimize daldı,
Geride bir “vah” kaldı.
“Ah”ı da “vah”ı da zail eden
Ne kaldıysa
Kadim zamanlardan kaldı.
yine onlar tercih ediliyor. Farklı zamanlardan, farklı
mekânlardan fikri bir gönlü bir insanlar, kelimelerin
hanesinde yüz yüze geliyor. Mana biliniyor, aynı
tele bağlı gönüller, aynı şeyi terennüm ediyor. Göz
göze, diz dize muhabbet, şimdilerde efsaneleşiyor.
İnsanlar teknolojinin soğuk mekanikliğinde, uçuşan
kelimeleri yakalamaya çalışırken, makineler insanları
esarete sürüklüyor. Sanal âlemin, sanal çocukları
sanarak yaşıyor! Avni Bey’in kelimeleri hâlâ bizi
anlatıyor:
Kimse idrâk etmedi ma’nâsını da’vâmızın
Biz dahi hayrânıyız da’vâ-yı bi-ma’nâmızın
Yitik kelimeler! Hafızasını yitirmiş neslin,
kaybettiği değerlerin, itibarlı taşıyıcılarıydı. Komşu
ve komşuluk, yitirip kendimizi yalnızlığa sevk
ettiğimiz yâran kelimelerdi, darda bizi soran,
genişte her yanımızı saran kelimelerdi. Bir zamanlar
külümüze dahi muhtaç idik, “öf”lerimiz küle rüzgâr
oldu, belâ yeli oldu savurdu; içimizde âh u zâr odu!
Yangın yüreğimi yalarken, uçuşur zihnimde soğuk
küller.
‘Komşuda pişer bize de düşer’ idi, komşu olunca
muhabbetten düçar; önce gözden, sonra gönülden
düşer. Pencere duvar, kapı kale; pişen aşın kokusu
bile düşmez oldu. Ve şair, komşunun vereceği bir
yudum sudan dahi umudunu kesmiş; Kemalettin
Kamu, meğer bizim derdimizi, bize söylemiş:
Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Baş ucumda biri bana ‘su yok’ desin de!”
Kalemlerin gerçek mürekkebi kelimeler. Hafıza
kaybına uğramış kelimeler suskun. Onu tutan eller
felç. Orhan Veli “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/
Kelimelerin kifayetsiz olduğunu” derken, kaybedilmiş
kelimeleri arıyordu. Lakin merhum Ziyaeddin Fahri
Fındıkoğlu’nun dediği gibi kelimeler çoktan “sallara
bindirilip, sellere gönderilmişti” bile.
Gönül telinden çıkan kelimeleri zaman da
mekân da aşındıramıyor; keder için onlar, sevinç için
Bizi millet yapan o değerlerle tanışmanın
zamanıdır artık. Öyle ki “Bir zamanlar biz de millet,
hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya, milliyet
nedir öğretmişiz!” dedirten değerler.
Ecdadımız
kelimeleri
muhabbet
için
kullanıyordu, biz kavga için. Gönüllere dolmuş
bulunan muhabbetin taşmasından çıkan nağmelerdi
kelimeler. Şimdi kalpleri karartan kinin dile gelmesi.
Kalpler nağme üretmiyor. Kalpleri saracak ecdat
nağmeleri, konuşması çoktan unutturulmuş neslin
dudaklarında dile gelemiyor. Dudaklar soğuk ve
solgun; kalpler gibi. Bülbüller susmuş, baykuşlar
çığlık atıyor, Hasibe Maide Hanımın kaleminden
şikâyet damlıyor:
31
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Şimdi işimiz bir niçe har-gûşlara kaldı
Meydan-ı muhabbet dahi serhoşlara kaldı
Şimden gerü gülşende tarâvet mi ararsın
Bülbüller uçup meskeni baykuşlara kaldı.
Ruhunu ihmal etmiş neslin kelimeleri,
gülmekten ve ağlamaktan bihaber. Ruhsuz,
hissiyatsız sade bir kalıp, sert ve keskin…
Ecdat hakikati buldu ve kelimelerin
içine sakladı. Arabi’nin ifadesiyle “kelimeler
harflerden, harfler havadan, hava ise Rahman’ın
nefesinden meydana gelir.” O hâlde güzellik
suretin kendisi değil, onun içinde gizli olandır.
Suret bu gizli olanın aşikârlığa taşmasıdır. İşte
bu sebepledir ki, gizli olan aşikârdan daha
güzeldir. Güzeli gizlide aramak gerekiyor.
Bunun için ipucunu ise suret takdim ediyor.
Yeni nesil bunu aramak ya da bununla
oynamakla meşgul. Lakin eskide değil, yenide
aranıyor. Hakikati donmuş kalıpların içinde
bulmak ne mümkün! Olmayan iç güzellik
nasıl aşikâr olur? Güle kavurucu al rengini
veren içindeki yangın. Bülbülü figana getirip,
nağmeler dizdiren yine o. Son günlerde esen
bela yeli, gülleri yer ile yeksan etti. Elbet
tohumlar yerinde duruyor. Onları yeşertecek
sevda yeli bekleniyor. Bu hususta ümitvar
olmak gerekiyor. Zira Yahya Kemal şöyle
sesleniyor:
“Eslaf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim
Bir meş’aledir devredilir elden ele.”
Yine, Arif Nihat Asya’nın dediği
gibi;”Dilimiz bir devâmdır ...kopmaz: Dili
millet yapar, kurum yapmaz!” Ancak bunun
için hakikate müptela bir nesil bekleniyor.
Öyle ki, Neşatî’nin bir beyitindeki gibi: “Bed
nâm-ı aşk oldum ölürsem belâ budur/ Mahşerde
dahi diyeler ol müptela budur” denilecek bir
nesil.
Nesil eline kalem tutuşturacak aydınlar
bekliyor. Kelimeler saf saf dizilmiş, aşikâr olma
hasretini zikrediyor. “Heyhât, gök yüksek” olsa
da, avuçlar açık; yeşerecek tohumlar iştiyakla,
rahmet bekliyor.■
NEVAÎ
Uzanıp lügatine kalbin
Yakın yağmursuz toprakları okudu
Dili hâlâ gurbet hâlâ yabancı
Uzak her şey uzak, şehir sınırlı
Kim bilir Semerkant nerdedir şimdi
Gün geçti kalbin sayfası bitti
Geldi gülüşlerin akşam tilavetine
Evvel mecliste Uluğ Bey’in gözleri
Sonra yıldızlar Çağatay imgeli
Sultan derin bir söz aradı Uygur bilmecesinde
Doğu akşamında hayal hakikat
Doğruldu gözlemevinden Özbekli Semerkant
Işığı gördü gözlerine danışmadan
Sözü okudu ve dahi Herat’ı
Okudu sabahın sayfalarında sözün gamzeleri dondu
Devlet Şah mıydı şiirin kuşluğunda
Yoksa uçurumunda mıydı şiirin
Kendi tahtında kandillere ram olan
Tek bir yıldız görülmeliydi gündüze haram olan
Kapattı lügatini meclisin ve şiirin
Kelime bir anka gibi indi dağından
Serdi kilimini Herat’tan İstanbul’a
Hazzında kanatlı bir anın
Şair sorgusunda meclisin
Şair mahkemesinde dilin
ÖMER KAZAZOĞLU
32
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Dil ve ben
LEVENT BAYRAKTAR*
İ
nsanoğlunun bütün başarıları dil ve kültür
ortamı içerisinde gerçekleşir. Dil, insanın
dünya ile ilişkisini sağlayan en temel araçtır.
Ayrıca dil, kişisel ve kolektif hafızanın da taşıyıcısı
ve aktarıcısıdır. İnsanoğlunun dille kurduğu ilişki,
yaşadığı hayatın derinliği ve zenginliğinin de
göstergesidir. Bu yüzden “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” diyen Wittgenstein pek de haksız
sayılmaz. Aynı şekilde Heidegger’in “Dil varlığın
evidir.” sözü de okuyan, yazan ve düşünenler için ilham vericidir. İnsan olmak; kültür ve medeniyetten
pay almak ve büyük ölçüde dil ile varoluş arasında
ilişki kurmak demektir. Zira içerisinde bulunduğumuz maddi ve manevi ortam ancak dil ile ve dil üzerinden ilişki kurabildiğimiz ölçüde anlamlıdır.
Dil; insanı aile, toplum, millet ve insanlığa bağlayan manevi bir bağdır. Dil, ailede özellikle de anne
ile olan temas ve yakınlık vasıtasıyla öğrenilir. Bu gerekçeyle olsa gerek, ana dil, ana dili kavramları doğmuştur. Ana dilimiz, ilk terbiyeyi, değerleri, duygu
ve düşünceleri aldığımız dildir. O dilde düşünür,
duygulanır, sevinir ve rüya görürüz. Dolayısıyla dil,
insana kimliğini ve kişiliğini kazandıran en önemli
unsurlardan biridir.
İnsanoğlu dili öğrenirken dille beraber, hayatı,
toplumu, değerleri ve inançları da öğrenir. Dille
kurulan ilişki basitten karmaşığa doğru bir seyir
takip eder. Önce eşyaların isimleri, sonra özel isimler,
sıfatlar öğrenilir; basit cümleler kurulur, emir kipin*Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum
Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü
den çıkıp rica cümleleri kurulmaya sıra gelince de
dille ilişkimiz rayına oturmaya başlar. Zira dilin içinde nesnelerle kurulan ilişki ile öznelerle kurulan bir
ve aynı olmayacaktır. Bu farkındalık ve ayırım, insanoğlunu kişi olmaya doğru tekâmül ettiren süreçtir.
Çocuklar belirli bir zihinsel ve fizyolojik yeterliliğe
ulaşamadan konuşamazlar. Konuşmak için düşünebilmek ve düşünebilmek için de bir dili iktisap etmiş
olmak gerekir. Dil; kâmil anlamda, ailede veya aile
yerine geçecek bir ortamda öğrenilir. Bu ortamdaki
ilişkiler, hayat biçimi, yaşanan kültür; doğrudan, öğrenilen dil ve kültürün niteliğine yansır, tesir eder ve
onu şekillendirir.
İnsanoğlu tabiattaki bütün canlılardan farklı
olarak bir yandan, nesnel-fiziksel bir âlemde
yaşadığını ve bu âleme mahkûm olduğunu bilir
ama bu durum kendisi için ikinci ve öznel bir âlem
yaratmasına mani olmaz. Bu öznel âlem, insanın
kendisini dış dünyadan ayırarak, kendisine, kendisi
için kurduğu bir iç âlemdir.
Kişi olmak da bu iç âlem ve dil ile yakından ilişkilidir. Zira kişi olmak için biyolojik-türsel özelliklerin üzerine ve ötesine geçerek, insanın, dil ve değerler düzeni içerisinde, kendisine, kendisi için bir âlem
kurması ve bunu temsil etmesi gerekir. Hâdiseyi
karmaşıklaştırmadan daha sade olarak betimlemek
gerekirse kişi olmak; hem dil ve kültür içerisinde var
olmak hem de bu ortam ve determinasyonun bir neticesi olmadan, insanın kendisi olabilmesidir.
İnsanın kendisi olabilmesi, çoğu zaman,
gündelik hayatın rutin ve sıkıcı çarkı arasında pek
33
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
de mümkün görünmemektedir. Bu koşullarda,
Camus’nün adına “saçmaya teslim olmak” dediği
durum ile “saçmaya başkaldırmak” arasında bir seçim yapmak gerekmektedir. Ancak böyle bir seçim
yapabilmek için de yine insanın gündelik kaygı ve
rutin işlerinden sıyrılması ve durup kendisiyle karşılaşması, kendisini konulaştırabilip onu dışarıdan
gözlemleyebilmesi lazımdır. Haklı olarak, kendisini
gündelik hayatın rutin çarkına kaptırmış olan bir insan için bütün bu söylenenler birer fantezi ve kurgu
olarak kalacaktır denilebilir. Fakat hayat sürprizlerle doludur. İnsanın kurtuluşu onun merak eden ve
soru soran bir varlık olmasında yatmaktadır. İnsan
olarak dünyaya gelmiş olmak ne demektir? Diğer
canlılar da mutlu ya da mutsuz mudur? Keder ve
tasa sadece insana özgü durumlar mıdır? Ölümlü bir
hayata doğmuş ve kendi sonuna doğru yaklaşıyor olmak, insanda yaşanmaya değer olan hayat hakkında
bir bilinç oluşturabilir mi?
Bütün bu sorular ve daha da çoğaltılabilecek olan
niceleri aslında insanoğlunun her an bir farkındalık
ve uyanış yaşayabileceğinin göstergeleri gibidir. İşte
tam da bu noktada insanoğlu, asıl öğrenilmesi gereken şeyin kuru bir bilgi değil de, kendini bilmek olduğunu kavrayabilir. Çünkü insanoğlu, bu dünyaya
herhangi bir şey olmak için değil kendisi olmak için
gelmiştir. Fakat insanoğlu ne olduğunda kendisi olmuş olacağını da bilememektedir. Bu süreç çok zor
ve çetindir. Zira aramakla bulunmayacaktır, lakin
bulanlar arayanlar olacaktır. ■
YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN
PESİMİST RUH HÂLLERİ
Tel kesme makası buldu bir yerlerden,
Dikenli tellerin dikenlerini kesti.
(Telleri bir görseniz şimdi nasıl muntazam)
Beyaz boya aldı kovalar dolusu,
Viranelerin teneke kapılarını boyadı.
(Hepsi bir örnek tüm mahallenin ne bayındır)
Kendi elleriyle kuşlu çiçekli tokalar yaptı,
Anasız babasız çocuklara hediye.
(Çok şımarmasalar bari diye dertlenmedi değil)
Ağaçları hatur hutur kesiyor kötü adamlar,
Bu gidişe bir son vermek gerekir tabii.
(Neyse ki dünyanın onun gibi bir şansı var)
(Böylelikle yaşlı gezegen
yeni bir güne
savaştan, çarpık kentleşmeden, hatalı ebeveyn davranışlarından,
orman katliamlarından
kurtulmuş olarak başladı. The City Post’ tan)
teşekkürler aktivist…(aynı city halkı)
SEVAL KOÇOĞLU
34
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Kör İrfan
İMDAT AVŞAR
H
arman yerinde bir velvele koptu. Tırmıklar, anadutlar, dirgenler, yabalar… saman tozları içinde inip inip kalktı bir müddet. Düven öküzleri şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Yığınların dibinde yatan köpekler, bu seslerden korkuyla fırlayıp kaçtılar. Kadınların bağırışları,
çocukların ağlamaları birbirine karıştı…
Tınazların başında harman savuranlar, düvenlerin altına deste kürüyenler, anadutları, yabaları
bırakıp koştular. Gelenler, kavga eden aileleri âdeta ortadan ikiye böldüler. Ortalık sakinleşti. Erkekler kavgada bir kenara fırlayan şapkalarını arıyor, kadınlar porsumuş saçlarını toplayıp yaşmaklarını
yeniden doluyorlardı. İki atlı, tozu dumana katmış, atları ilçeye doğru koşturuyorlardı. Atlıların ardından ince bir toz bulutu göğe doğru yükseliyordu.
Güneş harman yerini yakıp kavuruyordu. Neredeyse saplar alev alacak, harmanlar tutuşacaktı.
Kavga aralanmıştı ama kadınlar hâlâ susmamıştı. Birbirlerine veryansın ediyorlardı. Birisi parmağını
havaya dikmiş bağırıyor, diğeri ona cevap veriyordu.
“Bana bak, ....... bunu senin yanına koyarsam âlemin anası oluyum.”
“Tuzlayım da kokma emiii, kırk kapıyı değneklemiş…… zaten âlemin anasısın.”
“Salman ile kaçıp gittin, geri gelip bu kapıya avrat oldun. Yüzün kendine görünse el içine çıkamazsın. Edepsiz, yüzü kirli. Sensin kırk kapıyı değnekleyen.”
“Benim Salman ile kaçtığımı yukarda şah bilir, aşağıda padişah bilir, o mu başımın kakıncı? Bucağı kokmuş, kıçı eğri.”
Bir müddet sonra kadınların sesi de kesildi.
***
Güneş son ışıklarıyla köyü süzüyordu. Halil Hoca harman yerinde olanlardan habersiz, orta çeşmenin taşına oturmuş; kollarını çemremiş, yüksek sesle şahadet getiriyor; “Eşhedüen la ilahe illallah”
diyerek abdest alıyordu. Çeşme gürül gürül akıyordu. Biraz ötede duvarın dibinde oturan Deli Ali,
diliyle dişinin arasında Halil Hoca’ya sövüyordu:
“Dürzünün abdest alışı da elden ayrı, sanırsın gaza meydanında kâfir kılıcı ile can veriyor…”
***
Köy bekçisi Deli Ali karakoldan kendisine verilen bir kâğıdı getirip Halil Hoca’ya verdi. Karakol35
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
da kendisine söylenenleri aynen tekrar etti:
“Halil Hoca, bundan böyle ezan Türkçe okunacakmış. Aha bu kâğıtta ne yazıyorsa ezanı da öyle
okuyacakmışsın. Hükümetin emri.”
Halil Hoca bir “estağfur tövbe” çekti.
“Abooo, ezan Türkçe okunur mu? Adamın ağzı
eğilme mi?”
“Ben ne bileyim hocam, hükümet…”
“Ben hükümet dedi diye dinimi yıkıp imanımı
yitiremem. Gelip hükümet okusun bunu.”
“Hocam jandarma…”
Köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi yanlarına
sokuldu. Halil Hoca, jandarma sözünü duyunca
celâllendi, kâğıdı alıp okumaya başladı:
“Ey cemaat bin yıllık ezan değişir mi? Hele
bak… Allahu ekber demiyeceğim de Tanrı uludur
diyeceğim, öyle mi? Urus gelse gene demem. Ben
imanımı yitiremem…”
Deli Ali sinirlendi.
“Ben karakolun emrini sana söyledim hocam. İster Allahu ekber de istersen Tanrı uludur.”
***
Az ötede elleri yüzleri toz içinde, ayakları yalın
başı kabak üç dört çocuk toprağın içinde eşeleniyordu.
Halil Hoca abdestini aldı, omzuna attığı ceketini
giydi, delmesinin cebinden kösteğini çıkardı ve “vakit girmiş” dedi, yürüdü. Halil Hoca abdest alıyor
diye çeşmenin az ötesinde bekleyen kızlar, fingirdeşip helkeleri cıngırdata cıngırdata çeşmenin başına
dizilip sıraya girdiler.
Deli Ali, küllükte oynayan çocukları yanına çağırdı.
Halil Hoca, toprak damlı caminin çelenine dayalı merdivene tırmanıyordu. Yorgun adımlarla damın
başına çıktı. Güneş ufuktan kaybolmak üzereydi.
Serin bir yel ağaçların yapraklarıyla oynaşıyordu.
Köyün sığırları, tozu dumana katmış, Ağbayır’dan
aşağı doğru iniyordu.
Köyün üst tarafından altı asker köye doğru yaklaşıyor; güneşin son ışıkları askerlerin süngülerine
vuruyor, süngüler parlıyordu. Askerler köyün meydanına doğru ilerlediler.
Halil Hoca caminin toprak damında, askerlerden habersiz yönünü kıbleye döndü.
Deli Ali’nin yanındaki çocuklar, çığlık çığlığa camiye doğru koşuyorlardı.
Halil Hoca elini kulağına atıp akşam ezanına
başladı.
“Allahu ekber, Allahu ekber.”
Çocukların sesi Halil hocayı bastırdı.
“Halil Emmi, candarma geliyor! Halil Emmi,
candarma geliyor!”
Halil Hoca çocukların feryadını duydu ama ciddiyetini hiç bozmadı. Askerlerin geldiği tarafa doğru
döndü, sesini iyice yükselterek devam etti:
“Tanrı uludur, Tanrı uludur…”
***
Askerlerin başındaki çavuş, muhtarı ve bekçiyi
çağırdı. İsimleri bir bir okudu. İki aileden de dörder
kişiyi alıp karşısına dikti. Sekiz köylüyü ikişerli sıraya dizdi. Önde, altı jandarma arkada köylüler alacakaranlıkta ilçenin yolunu tuttular. O arada, telaşla
damdan inen Halil Hoca da geldi yetişti. Askerlerin
ardından koşarak laf yetiştiriyordu.
“Hükümetin emri başımız üstüne, Allah devletimize zeval vermesin paşam. Ne de güzel olmuş ezan,
Türkçe… ”
“Tamam hoca efendi tamam, uzatma!” dedi, çavuş. Herkes durdu. Çavuş karşısına dikilen köylülere
baktı ve muhtara döndü.
“Neyi paylaşamadı bunlar?”
Muhtardan önce köylülerden biri atıldı:
“Komutanım bizim öküzün…”
“Sus lan!”
“Komutanım bizim harmanın tozu…”
“Sen de sus lan! Karakolda konuşursunuz! Yürüyün!”
Köylülerin her birinin yüzünden pişmanlık okunuyordu. Öylesine bezgin, sessiz, askerlerin önüne
düştüler. Deste kürümekten, harman savurmaktan
dermanları kalmamıştı. Üstüne üstlük bir de harbe durmuşlardı yok yere. Dizlerinde derman yoktu
hiç birinin. Ne askerler ne köylüler bir çift kelam
ediyorlardı. Uzaktan ilçenin körsen ışıkları görünüyordu. Çıt çıkmıyordu. Bölüğü durdurup bir tütün
sararak yakan çavuşun, yanık sesi dağıldı geceye:
“Erzurum dağları daaaa kar ile boooooraaaaan…”
Köylülerden biri yalvarır gibi fısıldadı.
“Komutanım, ben askerliğimi Erz…”
“Sus lan!”Sus!
“Sizde bulunmaz mı daaaa, bir kurşun kaaaaleeeem.”
36
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
***
İlçenin ortasındaki karakolun içinde bir gaz lambası yanıyordu. Lambanın fitili iyice kısılmış, ortalık
zor aydınlanıyordu. Çavuş, getirdiği köylüleri tek
sıra hâlinde dizdi. Fevzi, Hacı, Mulla, Duran, Kör
İrfan, Derviş, Etem… hepsi süt dökmüş kedi gibi
sessizce bekliyorlardı. Daha birkaç saat önce birbirlerine karşı aslan kesilen garipler, üfürsen yıkılacak
gibiydiler. Karakol komutanı insafa gelse de “Haydi
barışın, evinize gidin.” dese birbirlerinin yüzünü gözünü yalayıp sarmaş dolaş olacaklardı. “Ellerim kırılsaydı da sana vurmasaydım gardaşım,” “Vay benim
elim yanıma düşeydi de ben sana vurmayaydım.”
der gibi birbirlerine bakıyorlar; karakolun soğuk,
nemli duvarlarını boş gözlerle tarıyorlardı. Duvarlar, lambanın loş aydınlığında gölgeleri büyütüyor,
bambaşka bir dilden konuşuyordu. Köylülerin hiç
biri bu dilden anlamıyordu. Hepsinin şapkaları gözlerinin önüne yıkılmış; el pençe divan duruyorlardı.
Komutanın gür sesi duyuldu:
“ Ulan memleketin başındaki belalar yetmiyormuş gibi bir de siz mi çıktınız! Neyi paylaşamadınız lan! Urus gelmiş kapıya dayanmış, İkinci Cihan
Harbi oluyor deyyuslar. Askerin derdi kendine yeter
zaten…”
“Komutanım, sözüm senden ırak, öküzler…”
“Sus!”
“Komutanım elinizden öper... Bizim çocuk
iti…”
“Sus!”
“Harman…”
“Öküz…”
“İt…”
“Susun ulan! Şurdan başlayalım, sen gel bakalım.”
Komutan köylülerden birini enseleyip odadaki
askere seslendi.
“Askeeer!”
“Emret komutanım!”
“Oğlum, ben bunları tek tek içeri alacağım. Çıkanlar şikâyetçi ise ifadesini alırsın. Şikâyetçi olmayanı sal gitsin…”
“Emret komutanım!”
İçeride bir patırtı koptu... Komutan Hacı’yı ensesinden tutup getirdi, ikinci sıradaki Derviş’in ensesinden yakaladı, sürüyüp içeri götürdü.
Asker, Hacı’ya sordu:
“Şikâyetçi misin emmi?
“Yok babam, ne şikâyeti, Allah devletimize zeval
vermesin.”
“Çık dışarı, köyüne gidebilirsin.”
“Tamam, başefendi, Allah razı olsun.”
Sıra Derviş’teydi. Pat küt, pat küt… Derviş’in
sesi içerden duyuluyordu.
“Kurbanım, komutanım, yok vallaha, ben… oy
anam! ”Komutan dervişi de getirdi.
“Şikâyetçi misin emmi?”
“Yok, gadanı alıyım zabit efendi, ben zaten eşşeğinen geliyodum…”
“Tamam emmi, haydi!”
İçerden çıkan ağzını gözünü silip, “şikâyetçi değilim…” diyerek hızlı adımlarla kendini dışarı atıyordu. Sırasını bekleyenler tedirgin oturuyordu. Hacı,
Derviş, Mulla, Etem derken sıra Kör İrfan’a geldi.
Kör İrfan küçükken yüz felci geçirmişti. Ağzı, sol
kulağına doğru iyice eğilmiş, gözünün biri de eğilen
yüzünün içinde kaybolmuştu. Felçli tarafı hiç gelişmediğinden yüzünün bir tarafı irice, diğer tarafı
küçücüktü. Köyün sığırını yayar, garibanın biriydi.
İçeri götürdüklerine; ağzı gözü neresi denk gelirse vuran komutan sıradakilere şöyle bir baktı.
Köyden alaca karanlıkta çıkan komutan, ne köyde
ne de karakolun körsen aydınlığında Kör İrfan’ın
yüzünü hiç fark edememişti. Kör irfan ile göz göze
gelince, birden korkuya kapıldı. Komutan, içeri götürüp dövdüklerinden biri zannetti Kör İrfan’ı. Kör
İrfan’ın dayaktan sonra bu hâle geldiğini düşündü,
telaşlandı. Kendi kendisine, ”Ulan elin zavallısını ne
hâle getirdik, yazık, keşke suratına vurmasaydım!”
diye düşündü. İçinden bir pişmanlık geçti. Kör
İrfan’ı geçip diğer köylüyü çağırdı.
“Sen gel, bakalım.”
Komutanın düşüncelerinden habersiz, sadakatle
sırasını bekleyen ve dayağını yiyip bir an önce karakoldan kurtulmak isteyen Kör İrfan ayağa fırladı:
“Yanlışınız var komutanım, sıra bendeydi.”
Komutan, kendisini az önce pişmanlığa sevk
eden adama baktı, güldü.
“Gel öyleyse!”
Biraz sonra, sırasını savmanın rahatlığıyla ve yüzünde buruk bir tebessümle dışarı çıkan İrfan, dışarıdaki asker sormadan şapkasını sıkıca kavrayıp esas
duruşta fısıldadı:
“Şikâyetçi olanın düneği düzlensin babam.” ■
37
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Küçük hanım
NECATİ KANTER
Bir mum yanıyordu bir evin odasında
O evde bir de kedi vardı
Geceler indiğinde kedi havasında
Mum yanar kedi oynardı
Özdemir Asaf
T
uhaf bir ilişki vardı onunla kedicikleri arasında.
Rana, Suna, Tuna...
Konuşurdu onlarla. Sesli düşünür, yapacağı her işte onların onayını alırdı.
Sarayı anlatırdı.
Çocukluğunu, gençliğini, güzelliğini, rüyalarını, hayallerini, aşkını ve acıklı öyküsünü... Sır
vermezdi kimseye. Yalnız kediciklerine dökerdi içini.
Rana;
Mini mini pembe burunlu, top çehreli, gözleri sürmeli, alnı siyah, ufak tefek, sevimli mi
sevimli, sarı mantolu bir kedicik… Kırmızı bir kurdele vardı boynunda. Evin yaramaz, biraz
da şımartılmış küçük kızıydı. Bakışlarında nazenin bir edanın baygınlığı vardı. Galiba biraz da
şehlaydı Rana’nın gözleri. Tıpkı sahibesi Küçük Hanım gibi.
Suna;
Boynunda mavi boncuk, kulaklarında gümüş küpe, bir gözü sarı, diğeri mavi, beyaz kürklü,
ince, zarif bir kadın olmaya çalışan nazlı mı nazlı bir Van kedisi… Pencerenin önüne geçer, uzun
pembe diliyle yalanır, patilerini ıslatıp yüzünü gözünü temizler; her sabah makyajını yapmadan
güne başlamazdı. Sokaktan geçen yolcuları izler, çocukların şamatalarını, yaramazlıklarını
gördükçe o özgür ortamda hoplayıp zıplamak, hatta onlarla arkadaş olmak isterdi. Ama köpek
havlamaları bu hevesini hep kursağında bırakırdı. Bu yaratıkların kedilerin en büyük düşmanları
olduklarına akıl erdiremezdi bir türlü. Kedilerin de köpeklerin de insanlardan daha çok
birbirlerine benzedikleri hâlde bu düşmanlık niye der, bir türlü çıkamazdı işin içinden. O da hevesini salonda önüne atılan bir yumakla ya da ev havalansın diye bahçe kapısı aralanır aralanmaz
ok gibi dışarı fırlayıp güllerin arasında gördüğü bir kelebekle, börtü böcekle oynar, mırıl mırıl
38
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
sesler çıkararak kendini sevdirmek için türlü hokkabazlıklar yapar, tüm hünerini, marifetini ortaya
koyardı. Sevildiğini bilir, daha çok sevilmek isterdi. Suna’nın bu oyunu Küçük Hanım’ı mutlu
eder, saatlerce onu izlemekten keyif alır, sanki o
an dertlerini unuturdu. Tabii ki diğer kedicikler
de haklı olarak kıskanırdı onu. Bu nedenle de bir
isim takmışlardı Suna’ya: Yağdanlık!
Tuna;
Kapkara bir sako vardır sırtında!...
Göğsünde beyaz bir leke, bıyıklı, tombul, ağır
hareket eden, tartıla tartıla yürüyen, gururlu bir
kedidir. Kabına sığmayan, parlak tüylü, yakışıklı,
güçlü…Tam bir sokak kabadayısı!.. Sedirin başköşesidir onun makamı. Ön ayaklarına dayanır, kuyruğunu altına alır, Suna’nın miyavlamalarla hazin
bir aşk şarkısı söyleyerek sabırla yaptığı sabah temizliğini hayranlıkla izlerken içinden eşlik ederdi
ona. Şımarmasın diye de pek çaktırmak istemezdi. Rana ile Suna birazcık çekinirdi ondan. Aralarında pek ayırım yapmak istemez ise de, Küçük
Hanımın en çok Tuna’yı sevdiği ona değer verdiği
açık açık belliydi.
Küçük Hanım sokağa çıkmayı, kimselerle konuşmayı pek sevmese bile, seyrek de olsa ihtiyacını
karşılamak için çıkardı. Çarşıda, pazarda, fırında,
kasapta hep yanındadır Tuna. Onun koruyucu
meleği, yol arkadaşı, babası, ağabeyi, kocası, kim
bilir belki de unutamadığı aşkıydı Tuna. Ya diğer
ikisi?...
Rana ile Suna?
Dert ortağı, can şenliği!
Küçük Hanım, kara, kapkara düşüncelere gömüldüğü zamanlar kedicikleri oynamayı bırakır,
bütün suç kendilerininmiş gibi birer köşeye çekilir, süt dökmüş kediler gibi sus pus olur, saatlerce
kıpırtısız hüzünlü mırıltılarla onu teselli etmeye
çalışırlardı.
Kara bir kedi görünürdü bazı geceler Küçük
Hanımın kapısının önünde.. kapkara.. Nedense
Tuna kediden daha büyük, daha ürkünçtü. Işıl
ışıldı gözleri. Ama Tuna’nın ikizi gibiydi. Ya da
bize öyle gelirdi. Onunla karşılaşmanın uğursuzluğuna, onu görenlerin mutlaka başlarına bir felaketin geleceğine inanılırdı. Aslında o kedi değil,
cin’di. Öyle bir cin ki, hangi elbiseyi dilerse ona
bürünür, hangi surette isterse onda görünürdü!...
Daha çok kadınlar ve çocuklar arasında yaygın
olan bu inanç, bu Kara Kedi ile Küçük Hanım
arasında geçen tuhaf cin-peri masallarını aratmayacak hâdiselerin anlatılmasına neden olmuştu.
“Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı,
Baktı,
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.”
Gecenin bir yarısında güzeller güzeli bir peri
kızı ile yakışıklı yağız bir delikanlının, Küçük
Hanım’ın evinden çıkıp, el ele tutuşarak ıssız yerlerde, özellikle de su kenarlarında dolaştıklarını
görenlerin olduğu söylenirdi. Bu esrarengiz Kara
Kedi’nin, Küçük Hanım’ı tılsımlı bir peri kızına
dönüştürdüğü anlatılırdı. Bazıları da Tuna’nın aslında bir kedi olmadığı, onun bazen kedi bazen
de Küçük Hanım’ın sevgilisi kılığına giren bir cin
olduğuna inanırdı.
On yedi köyü kumar, içki ve kadın uğruna
kaybeden Saraylı Küçük Bey’in biricik kızı, “Küçük Hanım.”
Hep bu isimle çağrılırdı. Kimse bilmezdi onun
gerçek adını. Merak da etmezlerdi… Onu en iyi
anlayan, en iyi tanıyan, acı, tatlı, tüm sırrına vâkıf
olanlar, elbette kedileri Rana, Suna ve Tuna...
Devrinin ünlü terzisiydi.
O yıllarda Belediye Başkanı olan Hürrem
Müftügil’in de yakın akrabası olan, asaleti, kültürü ve güzelliği ile tanınan Küçük Hanım,
Atatürk’ün şehrimizi ziyaretinde Halk Evi’inde
şerefine verilen baloda protokol sıralarında yerini
almış, aynı masada yemek yemiş ve onunla sohbet etmişti. Yıllarca gururla anlattığı bu unutulmaz anısını şimdilerde her gece yatmadan önce,
bıkmadan usanmadan kediciklerine anlatmakla
yetiniyordu.
Başından geçen elim hâdiseler nedeni ile içine kapanmıştı Küçük Hanım. Kedilerini evinde besler, yatak odasında çeyiz sandığının içinde
yatırırdı. Yazın sıcak günlerinde bir iki saatliğine
bahçeye ya da kısa gezintiye çıkardığı da olurdu.
39
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Onu tanıdığımda ellili yaşlarındaydı. Orta
boylu, ela gözlü, buğday tenli, zarif bir hanımefendiydi. Başında mavi eşarp, sırtında topuklarına
kadar uzanan pahalı bir kumaştan olduğu anlaşılan vişneçürüğü bir manto ile gezerdi. Solgun bir
yüzü, hüzünlü bir bakışı vardı. Bu görmüş geçirmiş yüzün çizgilerinde acı dolu günlerin izlerini
taşıyordu Küçük Hanım.
Nailbey
Mahallesi’nde
Bakırcı
Hacı
Abdullah’ın evinde kirada oturan bu kadın, Saray
beylerinden Ahmet Bey’in, romanlara, türkülere,
şarkılara, öykülere konu olan güzeller güzeli karısı
“Sıdıka Hanım”ın biricik kızı “Küçük Hanım”dı.
Saraydan düşmüştü.
Herkes öyle bilirdi onu.
Ve öyleydi.
“Asıl adı Atiye…”
Tekin değildi! Cinle evliydi Atiye. O yüzden
boşanmıştı eşinden. En azından öyle bilinirdi. Her
ne kadar donuk bakışlarından, gizemli davranışlarından korkulsa da, çekinilse de, yine de mahalleli
severdi onu. Komşularının hoşlanmadığı, ondan
şikâyetçi olduğu şey, ikramlarını geri çevirmesi
ve kendileriyle konuşmamasıydı. Hep susardı. Bu
suskunluk ona gizemli, esrarengiz bir hava verir,
hatta insanların korkmalarına, çekinmelerine neden olurdu.
Ünlü şair Hacı Hayri Bey, Küçük Hanım’a
müzik, sanat ve edebiyat dersi verirken annesi Sıdıka Hanım’a olan aşkını gizleyememiş:
hüzünlü miyavlamalarının ardından pütürlü pembe dilleriyle boynunu, yanaklarını yalayıp onun
bu acı öyküsünü paylaştıklarını kedi duyarlığı ve
ke(n)di dilleriyle anlatmaya çalışırken buruk bir
mutluluğun rüyasına dalar, o geceyi de kucak kucağa geçirerek sabahlarlardı.
Annem anlatıyor:
O yıllarda dayımlara sırf onun kedilerini görmek, Küçük Hanım’ın içli ve hüzünlü sesini dinlemek için gittiğimi söylesem de, asıl sebep, Kara
Kedi’nin, yani Tuna’nın nasıl kılık değiştirip yakışıklı yağız bir delikanlı kılığına girdiğini, Küçük
Hanım’ın bembeyaz gelinlik içinde gençliğini ve
güzelliğini görebilmek içindi. El ayak çekilince bu
tek katlı toprak evin alçak penceresine eğilir, ölgün
bir mum ışığında Küçük Hanım’ın Kara Kedi ile
nasıl seviştiğini ilgiyle izlerdik. Tuna’nın çenesinin
altını kaşırken, baygın bir ifade ile ona bakışı,
sonra sırtını sıvazlayışı, ardından da hüzünlü bir
türkü tutturuşu nasıl da dokunurdu bize.
Hüzünlenirdik.
Nedense onun bu tüyler ürperten gizemli öyküsü cazip gelir, kendimizi “Perili Köşkün” etrafında dolanır, korkusundan bir türlü cesaret edip
de kapsından içeriye giremeyen afacan çocuklara
benzetirdik kendimizi.
Kedilerine her akşam ciğer götürürdü Kasap
Kâzım’ın çırağı. Islık çalarak keyifle evine dönen
Çırak Osman, Küçük Hanım’ın verdiği üç adet
çikolatanın birini kardeşi Emine’ye götürmenin
sevincini yaşardı.
Onun acıklı öyküsünü annemin dayısının
evinde iki yıl kirada oturduğu için en iyi bilenlerden biriydim. Nedense Aliye Bacı’yı ve peşinde
koro hâlinde miyavlayıp koşuşan kedilerini gördüğümde hep “Küçük Hanım’ın” sokağından geçmek gelirdi içimden.
Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydı
Zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı
Nolaydı yâr nolaydı yâr bade dolduraydı
Şu garip gönlüm için kanun icad olaydı
Meyhaneler kapısı bahtım gibi kapansın
Rindane bade içmek sensiz yasağ olaydı
Bugün meşk meclislerinde söylenen ve TRT repertuvarına alınan bu dizelerin yazılmasına neden
olan güzeller güzeli bir kadının biricik kızı Atiye
Hanım, annesi için yazılıp bestelenen bu şarkıyı
her gece söylemeden uyumazdı. Kedicikleri Rana,
Suna ve Tuna da hanımlarının kucağına oturur,
Bir sonbahar akşamı Küçük Hanım’ın Ruh ve
Sinir Hastanesine yatırıldığını, birkaç ay sonra da
burada öldüğünü duyduğumda üzülmüştüm.
Rivayet olunur ki, kedileri nankör olmadıklarını kanıtlarcasına mezarının başında aylarca acı acı
miyavlayıp ağıtlar yakmışlardı Küçük Hanım’ları
için.■
40
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gelenekte gül
NÂZIM H. POLAT
Gül gibi yazılarıyla çiçek edebiyatımızı
zenginleştiren Cevat Rüştü’nün aziz hatırasına
T
ürkçenin iki “gül”ü var. İkisi de güzelliğe güzellik katar. Biri, sadece
insanlara has bir hareketi anlatan
fiildir: Gülmek… diğeri ise güzeli süsleyen, güzelliğe güzellik katan bir çiçeğin adıdır: Gül…
Türkçenin başka dillerden fiil kabul etmediği malumdur ama çiçek adı olan gülün Farsçadan alındığını hatırlatacak kimseler bulunabilir.
Buna rağmen Türkçenin başka dillerden faydalanırken nasıl davrandığına, ne kadar seçici olduğuna da bu kelime örnek gösterilebilir. Farsçanın “gol”u “çiçek” anlamında olduğu hâlde
Türkçe onu, en güzel çiçeğe mahsus bir isim
olarak kullanmıştır.
“Gül”ün süslediği ilk Türkçe metnin hangi
eserde bulunduğunu bilmesek[1] de kullanım
1. Bu vesile ile söylemeliyim ki Türkçenin söz varlığını
ortaya koymayı amaçlayan Tarama Sözlüğü, elde
edilen yeni metinler ışığında tekrar ele alınmalıdır.
Hatta bunun bir benzeri de yabancı dillerden alınma
kelimeler için yapılmalıdır. Arapça ve Farsçadan gelen
kelime kadrosunun kronolojik macerasını kastediyoruz
Türk Dil Kurumu’nun internet sitesindeki Türkçede
Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü, başka bir ihtiyacı
karşılamaktadır. 19. asırdan itibaren kullanıldığı sanılan
“hürriyet” kelimesinin tam olarak bugünkü anlamında
15. asırda kullanılmış bir kavram olduğunu bilmek
hayret uyandırıcıdır.
sıklığının giderek arttığını söyleyebiliriz. Bu
durum, gülün hem gelenekteki yerini hem de
geleneği taşıyıp aktarmadaki mühim rolünü işaret eder.
Gülün kültürel birikiminin üç ayrı cephesi
bulunuyor. Bunlardan biri gülün tarım ve sınai
ürünü olması, diğeri motif olması ve üçüncüsü
edebî eserlere yansımasıdır.
I. Tarım ve sınaide
Gülün çoğaltılması, tarımı, sınaî ürünler elde
edilmesi çok eski tarihlere kadar uzanır. Gülle
ilgili olarak gül kadar güzel bir kitap yazan Lutfi
Arif Kenber, “Gül, uygarlığın sembolüdür. İlk
insanlarla beraber yaşamış, onlarla birlikte uygarlık dünyasına girmiş, gelişmiştir.” dedikten
sonra Lindney’in Gül Monografisi ve Marqy de
Chesen’in Eski ve Yeni Milletler Arasında Gülün
Tarihi adlı eserine istinaden (bunların gösterdiği kaynak ise Héredote, Athenée, Théophraste,
Pline’in eserleri) bu çiçeğin Milat öncesinde de
tanındığını
Kafkasya ve Doğu Anadolu’dan Lübnan
dağlarına kadar uzanan geniş ve uzun bir hat
üzerinde doğup yayıldığını kaydediyor. Yine
Kenber’in, Fransa Bahçıvanlık Cemiyeti tara-
41
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gülün, bülbül dili Türkçeden güzelliğini esirgemediğine
daha pek çok şahit vardır. Türkçeden başka hangi
dil, yemek yerken çeneye, sakal veya bıyığa bir şeyin
bulaşmasını “gül dalına bülbül konmuş!” latifesiyle
söyleyebilir? Rüzgârın yönünü gösteren aleti “rüzgârgülü”
yapan dil, ancak sanatkâr bir milletin dili olabilir.
fından yayımlanan Les plus belles roses au début
du XX siécle adlı eserden aktardığı bilgiye göre
Anadolu’dan Avrupa’ya ve oradan da diğer coğrafyalara götürülen güller arasında bir cinse Türk
Gülü (Rosa Turkishe) denmiştir. Bizim -yetiştiricisinden dolayı- “Hekimbaşı Sarısı” adını
verdiğimiz bu katmersiz sarı gülü, Avrupa’ya
bir Alman bilgini (muhtemelen A. Kotschy)
götürmüştür[2]. Osiria adlı tür de Türk gülü
olarak bilinmektedir. Bu bilgiler, çiçek ve ziraat
kültürümüzün emsalsiz üstadı Cevat Rüştü’nün
çeşitli yazılarıyla teyit edilebilir[3].
bile bir çiçek çeşidi üretmesi beklenemez. Bir
bahçıvanın da birkaç çocuğu doğabilir ama yeni
bir çiçek türü elde etmesi, belki ömrünce bir
kere rastlanabilecek bir durumdur. Bahçıvan
ona kendi adını veya ailesinden birinin adını
vererek asırlarca anılmasını ister. Mesela
Adlandırma
beytindeki gül adı, Üsküdarlı Nasuhî Mehmet Efendi’yi yâd eder.
Gelenekte, isim takarken dikkate alınan bir
başka şey de gülün şekli ve rengi gibi özellikleridir. Mesela en meşhur gül çeşitlerinden birine
“Gül-i sadberg” (yüz yapraklı) denmesi, onun
yapraklarından dolayıdır.
İzzet Molla
Gül, özel bir ilgi ile çoğaltılmasa, kesinlikle bugünkü kadar çeşitli olamazdı. Sayısı binleri bulmuş olan güllerden, günümüz genetik
biliminin imkânlarıyla yeni yeni çeşitler elde
edilmektedir. Bu çoğaltma geleneğinin (ve biliminin) kurulmasında, gülün göze ve gönüle
ferahlık veren güzel görünümü etkili olmuştur.
On altı sınıfa ayrılan güllerden yeni bir tür icat
eden gülcü, ona bir isim vererek özel kılar. Fakat isim vermenin öyle sıradan bir işlem olduğu
sanılmamalıdır. Hatta bir çiçeği isimlendirmenin çocuğunu isimlendirmeden daha önemli olduğun da düşünülebilir. Çünkü hemen hemen
herkesin bir çocuğunun olması mümkündür
ama herkesin değil insanların az bir kısmının
2. Lutfi Arif Kenber, Pratik Gül Bahçesi, İnkılap ve Aka
Kitabevleri, 3. basım, İstanbul 1969, s. 7-8.
3. Cevat Rüştü’nün sözü edilen yazıları, Türk
Oldu “Nasûhî” gark-ı ân
Bahr-ı cemâlullâhı gör
(“Nasuhî” Efendi [“Nasuhî” adlı gül] güzelliklere gark oldu; [o gülde] Allah’ın güzellik denizini görebilirsin!)
Andelîbi verd-i Sadberg ile tekfîn ettiler
Bir Gülistan beytini kabrinde telkîn ettiler
(Bülbülü, yüz yapraklı Sadberg gülünün
yapraklarıyla kefenlediler; kabrinde telkin olarak Sadi’nin Gülistan adlı eserinden bir beyit
okudular.)
derken, bu gül çeşidinin yapraklarından,
şeklinden hareket etmiştir.
Fennî Çelebi’nin
Dest-i hûbânı etmez âzürde
Dediler nâmına “Gül-i bîhâr
(Güzellerin elini incitmez; onun için adını
Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine –Cevat Rüştü’den
Bir Güldeste (Kitabevi Yay., İstanbul 2001) adıyla
hazırladığımız kitapta mevcuttur.
42
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
çok eskiden kalma geleneklerdendir.
Gül yapraklarının şekerle kaynatılıp macun
kıvamına getirilmesiyle elde edilen geleneksel
tatlıya “Gülbeşeker” denir. Şair Baki, sevgilinin
kırmızı yanağının yaralı gönüle şifa vermesini,
gülbeşekerin vücudu kuvvetlendirici özelliğine
benzetiyor:
Dil-i mecrûha şifâbahş ruh-ı lâ’lin
Gülbeşekerle bulur kuvveti tab’-ı bîmâr
([Gül gibi] kırmızı yanağın, gönlü yaralı
âşığa şifa bahşeder; hasta vücuda kuvveti gülbeşekerin vermesi gibi…)
“Gül-i bîhâr” /dikensiz gül/ koydular.)
demesi de yine onun dikensizleştirilmesini
ima eder.
Gülün isimlendirilmesi geleneğinde bir başka yöntem de gül meraklıları yanında baronların, lortların, kontların, generallerin, derebeylerinin, şövalyelerin, kral ve kraliçelerin, din ulularının isimlerini vermektir. Baron Adolphe de
Rothsehild, Lord Lambourne, General Baron
Berge, Presedent Wilson, Lady Downe, Madame Paul Olivier, Duke of Normandy, Kardinal
Piffl vb gül isimleri böyledir. Fakat hasbilikten
uzak görünen bu tür isimlendirme geleneğine
Türk kültüründe rastlanmaz. Hele hele para
karşılığında bir zenginin adını yeni türetilen bir
çiçek türüne verme geleneği, Batı kapitalizminin kültürel göstergelerindendir.
Gıda, ilaç ve kozmetikte
Gül yetiştirme geleneğinin bir başka cephesi, ondan eczacılık, gıda ve kozmetik sanayiinde kullanmaktır. Geleneksel yollarla elde edilen
gülsuyu, hiçbir yabancı madde içermez. Onun
güzel kokusu yanında cildi ipeksi yumuşaklığa
kavuşturma özelliğini keşfeden atalarımız için
gülsuyu, vazgeçilmez bir kozmetik üründür.
Onun saklandığı madeni kabı bile “gülabdan”
gibi insanın içini ısıtan bir kelimeyle adlandırmışız. Gülsuyundan şerbet yapımı hatta lokum,
dondurma gibi gıda maddelerinde kullanımı da
Gülsuyunun daha damıtılmış hâli olan gülyağı ise çok makbul bir aroma, çok özel bir kozmetik üründür. Nevres-i Cedit,
Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül
Gülyağını eller sürünür çatlasa bülbül
Etsem de abestir sitem-i hâre tahammül
Gülyağını eller sürünür çatlasa bülbül
şarkısında gülyağını, bülbül (âşık) için erişilmek istenen nesne veya durum yerine koyar.
Fakat şair, vefasızlık temasını anlatmak istediği
için bülbül ağzıyla güle sitem eder.
II. Somut kültür ürünlerinde motif olarak
Diğeri gülün somut kültür ürünlerindeki görünümüdür. Mimari bir yapıda, ahşap, madenî
veya kumaştan yapılma bir eşyada gül motifinin
kullanılması bu türdendir.
“Gül”ün malum çiçeği bildirmesi ve mecazen sevgiliyi temsil etmesi yanında benzetmeye
dayalı olarak bazı motiflerin de adıdır.
Kur’an gülleri
Yazma Kur’an-ı Kerim’lerde “Aşır gülü”,
“Cüz gülü”, “Hizip gülü”, “Secde gülü” diye,
güle benzetilmiş motifler vardır.
“Aşır veya Aşir”, cemaatle kılınan namazlardan sonra veya manevi toplantılarda okunan
ayetlerdir ki anlamında dua vardır. “Aşır veya
Aşir gülü” ise bu tür ayetleri göstermek üzere
koyulan bir motiftir. “Cüz gülü” Kur’an’ın otu-
43
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
za bölündüğünde ilgili yerlere çizilir.
“Hizip gülü” ise cüz’ün dörtte
birini gösterir. “Secde gülü”,
secde ayeti okunduğuna
dair uyarı levhasıdır. Bu
motiflerin belli bir şekli vardır ki Kubbealtı
Lugatı’nda[4] şöyle izah
edilmektedir:
“Yazma Kur’an-ı Kerim’lerde gereken yerlerde
yapılan oval veya daire
şeklinde etrafı çiçekli ve
tezhipli, ortasında bildirilmek istenen hususa ait yazılacak yazı için boşluk bulunan
süsleme motifi.”
ortasında ve bazı satıhların tezyininde kullanılır. Ciltlerin kablarına, madenî kalıplarla basılan
yuvarlak tezyinat. Bunların
şualı olanlarına şemse tabir
olunur.”[6]
Gülden mıh
Gülçe / gülbezek
Gülün gelenekteki bir başka yansıması da
ahşap ve mermer zeminlerdeki süslemelerdir ki
bunlara olağanüstü bir dil zevkiyle “gülçe” veya
“gülbezek” denmiştir. Gül şeklinde bu tezyinî
motifler hakkında, büyük sanat tarihçisi Celal
Esat Arseven, şu bilgileri veriyor:
“Bunlar tavan göklerinde ve ekseriya mermer
taşlar ve kemer tablaları üzerine kabartma olarak yapılır. Ortada yapılanlara göbek gülü denir.
Bunlara gülçe ve gülbezek de tabir olunur. Fr. Rosace.”
“Kapılarda tokmağın geçmesine mahsus ortasında bir delik bulunan yuvarlak pul şeklinde
ve ekseriya süslü madenî veya tahta levha”lara ise
“ağızlık gülü” veya “pul” dendiğini öğreniyoruz.[5]
“Gülçe” veya “gülbezek” hakkında küçücük
farklarla bir açıklama da şu:
“Daire içine resmedilmiş tezyinî yapraklardan ibaret olup tavan göbeklerinde, kubbelerin
Türkçe, güle, bülbülden daha âşıktır. Öylesine âşıktır ki “mıh”ı bile
gülle bezemiş, kabartma
bir çivi başı gibi gül şeklinde yapılan süslemeye,
kabaraya “gülmıh” demiştir.
Mimarî yapıları süsleyen bir
başka motife “gülpencere” denmesi
de çok yüksek bir dil zevkini gösterir.
Gülün rengi, süsleme sanatlarına çeşitli
renkler de katmıştır. “Gül pembesi” ve “gül kurusu”, bilinen renklerdir. Ama ebru yapmakta
kullanılan koyu kırmızı toprak boyaya “Gülbahar” dendiğini ancak konuyla yakından ilgilenenler bilebilir.
Demiri gülleştirmek
Kendileri için alem olmuş demir parçası bir
aleti güle benzeten tarikatlar vardır. Rıfaî tarikatında zikir sırasında yalanan avuç içi büyüklüğünde demir parçasına “gül” adı verilmiştir.
Dervişler o demiri akkor hâline getirir, gül
rengine sokar ve sonra zikir esnasında yalayıp
kül rengine getirirler. Bazı tarikatlar ise tacın
veya arakıyenin* tepesine dikilen yuvarlak parçaya, şeklinden dolayı gül derler ve Hazret-i
Peygamber’in sevdiği, övdüğü çiçeği baş tacı
edinmiş olurlar.
6. Arseven, s. 665.
*Arakiye: Arapça “ter” anlamındaki “arak”tan yapılmış bir
kelime. Dervişlerin başlarına giydikleri pamuk, tiftik
veya yünden takke. Aynı maddelerden, dövülerek keçe
haline getirilen kumaşa da “arakiye”denir. “Arak”ın
Arapçada “rakı” anlamı da vardır ve bazı şairler Necatî
Bey’in“Gonca lebi şarâb-ı ter, gül yanağı arak sunar”
mısraında olduğu gibi bu tevriyeyi gülle birlikte ustaca
kullanmışlardır.
4. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı
Yay., 2. Basım (Milliyet gazetesi Yay.), 2011, s. 443
(Bu mükemmel sözlük, İlhan Ayverdi önderliğinde,
otuz kişilik bilim ve sanat gönüllüsünün kutsal
emekleriyle hazırlanmıştır).
5. Celal Esat Arseven, Sanat Ansiklopedisi, 2. C., 3.
basım, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1965, s. 664.
44
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
III. Dil ve edebiyattaki yansıması
Gülün gelenekteki üçüncü ve en yaygın
cephesi ise dil ve edebiyattaki yansımasıdır. Ad
koymadan tutun da atasözü ve deyimlerimizi de güllerle süslemişiz. Edebiyattan -bilhassa
şiirden- gülü çıkardığınızda estetik değerlerden
pek çok taviz vermiş olursunuz.
Çocuklarımıza gülden ad
Çocuklarımıza ad koyma geleneğinde de
gülün, ancak kitap hacminde eserle anlatılabilecek önemli bir yeri vardır. Gülün daha çok
kızlarımıza yakıştığı muhakkaktır ama Türkçemiz, erkekleri de gülden mahrum kılmayacak
kadar cömert davranmıştır. Türk’ün Avrupa
içlerindeki temsilcisi, Macaristan’da Gül Baba
Türbesi’dir. Gül Baba oraları fethe gitmiş bir
Bektaşi dervişidir ve adını unutturan lakabını,
yanında daima gül taşımasından almıştır. Belki
yurdu dağıtılıp talan edilen Ahıska Türklüğünün
Ahıska gül idi gitti
Bir ehl-i dil idi gitti
Söyleyin Sultan Mahmud’a
İstanbul kilidi gitti
diye feryad ü figan eden sesi Gül Ali Baba da
böyle biri idi. İstanbul’un yani başkentin, memleketin kalbinin kilidi saydığı serhat şehrini
“gül”e benzetmek… Hatta her şeyi ile Türk’ün
eseri olarak kurulan şehre isim olarak gülü seçmiş “Gülşehri” demişiz. Orada yetişen bir Türkçe üstadı da mahlas seçerken aynı hassasiyetle
davranmış “Gülşehrî” adını takınmış.
Ve sonra mecazi değil doğrudan gül aşkıyla
demiş ki
Kim benim işim gülistanda biter
Nevbahar ü bağ u bostanda biter
Her gülü kim kendime yar eyledim
Her gece vasfını tekrar eyledim
Hergün şimiz bizim gulguldürür
Sevdiğimiz dünyada bir güldürür
Hassa şimdi taze Gülşehri gülü
Kim getürmez göze esrü sünbülü
“Gülbeyi” ve “Gülağa” isimleri, kendilerinden daha güzel bir ifadeyle tarif edilemeyecek
bir güzelliğe sahiptirler.
Eski Türkçenin Kültigin’ini gülle donatmış
Gültekin yapmışız.
Ad koyma geleneğimizde kızlarımıza verdiğimiz nice isim, onların güzelliğine güzellik
katar. Sadece bir kızı olan anne-baba için kızı
ya Birgül ya Tekgül’dür. İlk kız için İlkgül çok
uygundur. Sonuncu olacağı tahmini, akla hemen Songül’ü getirir ki bu isimlendirme, o
ebeveynin bütün çocuklarını güle benzettiğini
de anlatır. Akgül, Bağdagül, Gülbahar, Gülbeden, Gülberg, Gülbiz (gül eleyen, gül serpen),
Gülbû (gül kokulu), Gülbuse (öpüşü gül gibi
olan), Gülbün (gül fidanı), Gülcemal (gül güzelliğinde), Gülçehre (gül yüzlü), Gülçin (gül
devşiren), Güldehen (gül dudaklı), Gülbeste,
Güldeste, Gülefşan/Gülfeşan (gül saçan), Gülendam (gül bedenli), Gülfem (gül ağızlı), Gülgonca, Gülgun (gül renkli), Gülistan, Gülnihal
(gül fidanı), Gülnikap / Gülpuş (yüzü gülle
örtülü, pembe yüzlü), Gülrenk, Gülriz (gül saçan), Gülru (gül yüzlü), Gülşah (gül dalı), Gülruh/Gülruhsar (gül yanaklı), Gülseher, Gülşen,
Gülten, Gülzar, ve daha pek çok kız ismi hep
gülle ilgili bir mecaz taşır.
Gül yanaklı kızlarımıza verdiğimiz Gülizar
adı, aynı zamanda Türk musikisinde Karcığar
ve Hüseyni makamlarından oluşan karma bir
makamı da ifade eder. Sultan III. Selim’in icadı olan Lâlegül makamı da musiki geleneğimize
başka bir gül güzelliği katmıştır.
Tasavvuf edebiyatının akla gelen ilk isimlerinden İbrahim Gülşenî’nin Halvetî kolu olarak
kurduğu tarikata “Gülşeniye” demesi, gülden ilham alan bir medeniyetin ve gül ilhamları veren
bir dinin geleneğini yansıtır. 17. yüzyıl şairi Kul
Nesimi aynı ilhamla
45
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül
demişti.
Edebiyatın çiçeği,
çiçek edebiyatı
Edebiyatın çiçeği,
çiçek edebiyatıdır. Ama
onun da tacı gül istiaresiyle söylenmiş şiirlerdir. Bu arada, bir tema
veya konu etrafında
yapılan seçkilere “güldeste” adının verildiğini hatırlayalım. Sadece Divan şairlerinden her
biri için tek beyitlik yer ayrılsa, ortaya kocaman
bir güldeste çıkar. Bunlar içinde “gül” redifiyle
yani baştan sona gül sevdasıyla söylenmiş olanlar vardır. Bunlar arasında, zamana yenik düşmeden, altı asır öncesinden bugüne gelen hatta
günümüzde eski şiirin rüzgârıyla yazılmış intibaı uyandıran nice dil abideleri vardır.
Dost bâğından belâlı bülbüle bir gül yeter
Gözlerim kan ağlasın tek yüzüme bir gül yeter
Gerçi söz bâğında çok nevruz olur güller biter
Bir gülistandan nişan vermeye birkaç gül yeter
kıtasının altına Ahmet Paşa imzasını koymazsak
bunun 15. asırdan kalma bir şiir olduğunu kaç
kişi tahmin edebilir. Bu şiirde, (yazının başında temas edildiği üzere) Türkçenin iki gülü bir
arada, birbirine çok yakışmış hâlde, halvettedir.
Germiyanoğlu Şeyhî de aynı cinas fırsatıyla,
aynı şiir zevkine günümüzde bile örnek gösterilebilecek beyitler yazmıştır:
Gül, eski edebiyatımız kadar yeni edebiyatımızın da her alanına bolca serpilmiştir.
Örnek vermek yerine
adında “gül”ü taşıyan
yüzlerce kitap adından
birkaçını
hatırlamak
yeterlidir: Haristan ve
Gülistan
(Müftüoğlu
Ahmet Hikmet), Gülistanlar-Harabeler (Halit
Fahri Ozansoy), Gül Attılar (H. Cengiz Alpay),
Gül Muştusu (Sezai Karakoç), Gül ve Lâle Bahçelerinde (Yahya Saim
Ozanoğlu), Gül Yağmuru (Sadık Erdoğan), Gül
Yaktı Dudağını (Kemal Kaplancalı), Gümüş Tül
ve Alevler (Ali Ulvi Kurucu), Gül Yarası (Adem
Sönmez), Gülname (Beşir Ayvazoğlu), Gül Yetiştiren Adam (Rasim Özdenören) vb.
Hiç düşündünüz mü Türkçenin güle bu
aşkı neden? Çünkü Hazret-i Peygamber onu,
“seyyidü’l-ezhârü’l-Cennet” (Cennet çiçeklerinin ulusu) diye vasfetmiştir.
Gülün, bülbül dili Türkçeden güzelliğini
esirgemediğine daha pek çok şahit vardır. Türkçeden başka hangi dil, yemek yerken çeneye,
sakal veya bıyığa bir şeyin bulaşmasını “gül
dalına bülbül konmuş!” latifesiyle söyleyebilir?
Rüzgârın yönünü gösteren aleti “rüzgârgülü”
yapan dil, ancak sanatkâr bir milletin dili olabilir. Türkçe, pek beğendiği bir şeyi, “gül gibi”
diyerek ifade eder: Gül gibi çocuk… İki insanın
birbiriyle çok iyi anlaşmasını “gül gibi geçinme”
benzetmesiyle dile getirir. Kıt imkânları yerinde
kullanarak rahat ve huzur içinde olmayı, yalnız-
Gerçi güler lutf ile gülşende gül
Yarsız ol hâr ola gülşen degül
(…)
Şeyhî’ye gülsen nola ey müddei
Âşıka her kişi güler sen de gül
ca, güle âşık olan bir dil “gül gibi geçinip gitmek” şeklinde söyler.
Anlaşılıyor ki güle gerçek âşık Türkçedir,
bülbülün ancak adı var.■
46
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gelenek: Derin akış
KÖKSAL ALVER
Geleneğin muhafazakârlığı öz, ilke, doğru, hakikate
dönüktür. Takdir edilmelidir ki, muhafaza olmadan değişme
mümkün değildir. Muhafaza bütün bir hayat şekilleri
açısından hayatidir, kaçınılmazdır.
G
elenek, toplumun hayat ekseni ve yön
levhasıdır. Temeldir, harçtır, tutamaktır. Bütün toplumu ve insanı bir arada tutan el, onların arasına ince ince yerleşen harç,
onları kavileştiren bir temel… Buralarda üretilen,
anlamlandırılan, izah edilen ve hayata salınan kodlar, şifreler, diller, söylemler, hissiyatlar, zihniyetler,
bakışlar, düşünüşler ortamıdır gelenek. Bu kodların, şifrelerin, dillerin okunmasını, okunup hayata
geçirilmesini hazırlayan bir ortam… Bir hayat tarzı,
bir hayat ekseni…
Gelenek, kaynaktır, o kaynağın kültüre yani hayata damga vurması eylemidir. Gelenek köktür, o
kökün ağacı ve dalları var eden ve kendinden kılan bir kök. Kaynak ve kök ise sözdür, ilkedir, ana
yapı ve ana aktörlerdir. Bundan olsa gerek, gelenek,
bir yerden gelip bir yere gitme hâdisesidir. İnsanın
dünya üzerindeki yolculuğunun, kaderinin, alın yazısının somutlaşmasıdır. İnsanın gelişiyle insanlığın
oluşumu, dönüşümü, varlığı gibi gelenek de sözün
ve aktörün gelişiyle başlayan ve bir akışa, derin bir
akışa bürünen ameliyedir. Gele gele, elden ele kurulan bir yapı. Gelişlerin, gidişlerin, gelenlerin ve
gidenlerin el ele, gönül gönüle kurdukları dinamik
bir yapı. Elden ele ulaşan nice bilgi, görgü, uygula-
ma, belge. Bunların bir hayata işlerlik kazandırması,
bir hayatla mücehhez olması. Bir akış; sürekli akış,
sürekli yenilenen yapı. Belli başlı ilke, temel, ideal,
tasavvur, bakış, kavrayış muvacehesinde yenilenen,
tazelenen dinamik bir süreç.
Gelenek, geçmişten bugüne akan bir hayat pınarıdır; bir deneyim, tecrübe, bilgi, görgü, hisse
hazinesidir. Hayat denenen, sınanan, doğrulanan,
yanlışlanan onca şeyin adıdır. Bir hayat damarıdır,
hayatın ortalama nasıl akacağını gösteren bir aynadır gelenek. Her gelene gösterilen bir ayna, her gelenin ayaklarını basıp ilerleyeceği bir zemin, bir vasat.
Gelenek yeni nesillerin büyük bir güven içinde yürüdükleri yoldur; gelenek etkin bir yol inşa etmedir,
yol yordam belirleme, yürüyüşü, bakışı, duyuşu o
vasatta sağlama girişimidir.
Gelenek bir oluştur, oluş hâlidir ve var oluştur;
yani bir kurgu, bir monte değildir. Var olma biçimidir ve o var olmayı sürekli hâle getirme isteği,
cesareti ve arzusudur. Dolayısıyla bir yenilenme,
tazelenme, yenide ve tazede kalma mücadelesidir.
Isrardır gelenek, bırakmama, terk etmeme, geri
dönmeme inancıdır. Bu bakımdan hayatı ıskalamak
istemez gelenek, hayatı yorumlar, hayata tutunur,
hayatla var olur. Hayatın getirdiklerinden kendisine
47
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
derman bulmaya çalışır, kendisini hayatın kollarında donatır. Hayatı ıskalayan, hayatın bütün getirdiklerini iten gelenek ölür. Gelenek, zamanı, koşulları, yenilikleri, var olanları kendince yorumlama
becerisidir; eğer bu beceri inkâra hapsolursa gelenek
yenilenemez, tazelenemez ve hayata tutunamaz. Yaşayabilme becerisini kaybeder. Oysa yaşam tam da
bir yorumlama becerisine dayanır; ilkeler, esaslar,
temeller, kaynaklar ekseninde olup biteni yorumlamaya, yorumlayarak yeni zamanlarda yaşamaya.
Gelenek eskimiş değildir; eskiyen, ortadan kalkan gelenekler olabilir elbette. Ama bir süreç olarak
gelenek eskiden yeniye, dünden bugüne sürekli bir
akış hâlidir, dolayısıyla düne olduğu gibi bugüne
ve yarına dairdir. Gelenek bugün ve yarındır. Bugün ve yarın, bugün ve yarın ilkesidir. Onu sadece
geçmişe hapsetmek, geçmişin karanlık dehlizlerine
gömmek, kavramın ontolojisini olduğu kadar anlamını da bilmemektir. Çünkü gelenek hep gelen,
her çağda gelen, her çağı gelip dokuyan, gelip donatan bir kavrayıştır. Bu, bütün zamanlarda geçerli
bir ilkedir. O bakımdan modernitenin kendisini
kurmak ve tanımlamak amacıyla geleneği ötekileştirerek eskilere gönderme çabası anlamsızdır, gelenekle çatışması, gelenekle kendisini ayırması nasıl
anlamsızsa! Gelenek modern olanı da içerir, çünkü
gelenek yaşayandır, yeni olandır, var olandır.
Gelenek dinamik bir yapıdır, durağan ve sabit
değildir, ama sabiteleri vardır; her yaşam şeklinin
olduğu gibi. Bozulabilir, yenilenebilir, yenileşebilir,
farklı yorumlamalara sahne olabilir, tek bir çizgisel durumu yansıtmaz. Belki bu yüzden gelenekler
şeklinde konuşmak daha doğru olabilir. Geleneğin
dinamizmi ilkelerden kaynaklanır, ilkelerin yeni
zamanlara ışık düşüren yorumlarından. Biçimler,
tarzlar, söylemler, diller değişebilir elbette; ama
ilke, doğru, hakikat, öz bellidir, aynıdır. Geleneğin
muhafazakârlığı öz, ilke, doğru, hakikate dönüktür.
Takdir edilmelidir ki, muhafaza olmadan değişme
mümkün değildir. Muhafaza bütün bir hayat şekilleri açısından hayatidir, kaçınılmazdır. Bu yüzden
gelenek hızlı, ani değişimlere şüpheyle yaklaşabilir,
tedirgindir, korkuludur, elinden bir şeylerin kayıp
gitmesinden endişe duyabilir. Kayıplar, yitikler kendi bünyesinden kopup düşen parçalardır nihayetinde. Görüldüğü gibi gelenek köktür, kökendir ve
kucaktır. Anne ve baba refleksidir; anne ve babanın
kendi çocukları üzerine düşmesi, çocuklarının geleceğini yani kendi geleceklerini düşünmesi eyleminde olduğu gibi gelenek de koruyucu, gözetici, sarıp
sarmalayıcı bir hâl üzre var olur. Yabancılaştırıcı
müdahalelere, öldürücü darbelere, ayartıcı düşüncelere karşı hiç de hoşgörülü davranamaz. Bunlara
karşı gayet şedit, inkâr edici, mücadeleci ve asabi
olabilir.
Ama bununla birlikte geleneğin esasta hoşgörülü, esnek, onarıcı olduğunu varsayıyorum. Kendi yapısı içinde olup biten şeylere karşı bir mesafeden bakan, onları kendince yorumlayan, zararı
ve faydayı hesap eden, bunlara göre davranan bir
kavrayıştır gelenek. Biraz seyreden, biraz bekleyen,
biraz süre tanıyan babacan bir tavırdır. Öyle midir?
Zihnimizdeki gelenek, hele gelenekçi imgesi hiç
de öyle değildir oysa! Her şeye karışan, müdahale eden, hâlden anlamayan, günü kavrayamayan,
kaba, softa, yobaz, geri kafalı değil midir? Büyük
ihtimalle imge böyledir, hemen her zihinde, hemen
her yerde. Ama gerçek bu mudur acaba, gelenek bu
mudur? Gelenek, kendi asli mecrasında yürümeyi esas alır, ancak yürürken yalpalamak, sağa sola
devrilmek, toza toprağa bulaşmak, çukura düşmek,
gözü kaymak, gönlü akmak, şaşırmak, tökezlemek,
bunalmak, kafa karıştırmak, suyu bulandırmak gibi
istenmeyen hâlleri bir şekilde o ana yörüngeye dâhil
edebilme siyaseti değil midir? Gelenek böylesi bir
siyasi esneklik, engin bakış, hoşgörülü davranıştan
uzak mıdır? Eğer gelenek, dünden bugüne geleni,
bugünden yarına gideni var kılma siyaseti ise, geleneğin keskin, köşeli, reddiyeci, tekfir edici, yok
edici, silici, öldürücü bir bakışla hareket etmemesi
gerekir. O bir inşa ve sürekli inşa ise, toparlayıcı,
temellendirici, yönlendirici bir eda kuşanmalı ve bu
edaya yakışan bakışlarla insana yaklaşmalıdır.
Gelenek derin akıştır, esaslar üzerinden hayatı
çekip çevirmeyi, hayatı donatmayı, sürekliliği, var
olabilmeyi amaçlar. Böylesi zor bahislerin üstesinden gelmek, engin bakışı, yüce gönüllülüğü, kuşatıcı tavrı gerektirmez mi? Gelenek böyledir; derin
akış, derin işleyiştir. Toplumu ve insanı bir akış etrafında buluşturan etkili ve güçlü bir akımdır. Bir
mıknatıstır; insanı tutan, toplumu bırakmayan güçlü bir mıknatıs. ■
48
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Hayat, büyük devrimci...
CENGİZ AYDOĞDU
“Zihinlerimizdeki doğu gelenekleri, Avrupa’nın bize öğrettikleridir.”
Cemil Meriç
“Müstağni kalamayacağımız, vaz’-ı cedidden ziyade, keşf-i kadîmdir.”
Ahmed Naim
“Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle İslam medeniyetinde kadim olan İslam öncesi, cedid olan İslamî dönemdir. O açıdan İbn Nedim, el-Fihrist adlı eserinde İslam ulemasının
bir kısmına muhdesûn adını verir yani modernler. Öyleyse soru şudur: Osmanlı uleması
ne zaman kendi bilgi çerçevesine kadim olarak bakmaya başladı?”
İhsan Fazlıoğlu
H
ayat devam eder; koptu, değişti, yenileşti, başkalaştı dediğimiz zamanlarda da devam eder. Hayatiyetini
sürdürdüğü müddetçe hayatın en mühim göstergesi devam etmesidir. Bu basit gerçek, canlılığını devam ettiren her “şey” için geçerlidir; biyolojik hayat için de sosyal hayat için de; hem
de “devam” mefhumunun bütün anlamları ile
geçerlidir. Hayatta hiçbir zaman mutlak manada değişimden, dönüşümden veya başkalaşımdan
söz edilemez; bu ifadeler, izafidir; itibaridir; daha
çok bir şeyi, devam eden bir şeyi, sonuçları bakımından izah edebilmek, ortaya çıkan farklılıkları gösterebilmek içindir. Değiştiği, dönüştüğü
veya başkalaştığı varsayılan şey, aslında her neyse odur ve değişerek kendisi kalmaya devam etmektedir. Bu itibarla, her değişim, her dönüşüm
“orijinal”dir; tekrarlanamaz ve teşmil edilemez.
Değişen ve dönüşen her ne ise bir önceki olduğu
“şey”in değişimi veya dönüşümüdür. Başka bir
şeye dönüşmüş gibi görünse bile o, bir önceki
hâlin devamı olmaya devam edecek; bir önceki
hâlin özelliklerini üzerinde taşıyacaktır. Çünkü
yaşadığı değişim, kendi değişimidir; o, değişime
rağmen yine kendisidir; değişmiş hâliyle kendisidir. Mutlak bir kopuş hiçbir zaman mümkün
değildir. Bu itibarla aslolan devamdır.
Toplumsal hayat söz konusu olduğunda ise
devam fikrinin ve bu fikrin hayata yansımasının
toplumsal olan her şeyin özü olduğunu görürüz.
Devam fikrinin toplumsal hayata yansıması öncelikle zihinlerde cereyan eder, zihniyete yansır.
Zaten zihniyet, mahiyeti itibariyle devam demektir. Bir şey, kalıcı izler bırakarak yaşamaya devam
edebiliyorsa ancak, zihniyette yer bulabilir. Çünkü zihniyet, “hayatiyet ve devam”dan ibarettir.
Kaldı ki, pek çok şey, o devamın içindedir; din,
devlet, medeniyet, kültür, irfan... hepsi, aslında o
devamın içindedir.
İnkılap, ihtilal, devrim, dönüşüm, değişim,
Rönesans, reform, aydınlanma, küreselleşme...
adına ne dersek diyelim bunların hepsi, hayatın
akışı içerisinde aslında neticeleri itibariyle o devama tabi, tarihin hararetinin yükseldiği ân’lardır.
49
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Muhafazakârlık da modern bir şeydir; modernlikten rahatsız
olmak ve yeni’ye itiraz etmektir. Bu itibarla modernlik
arttıkça muhafazakârlık da artar. Bu iki tavır, yani modernlik
ve muhafazakârlık, aslında birbirini hazırlayan ve besleyen
süreçlerle iç içedir.
Hatta bu dönemler, süreklilik üzerine en çok düşünülen tarihî “tespit ânları”dır. Bu itibarla, bütün bu değişimlere rağmen hayatiyetini koruyan
o “devam”ı tam anlamadan, değişimi abarttığınız
zaman ortaya bir yığın “konjonktürel” mesele
çıkar. Hayat, o meseleleri kendi mantığı ile ve
tedricen halleder ama tarihe takaddüm edeceğini
zannedip, tarihin motorunu döndürdüğüne inanan fevrilikler ve acelecilikler insanlığa pahalıya
mal olur; olmuştur da.
İnsanlık, bu fevriliklerin bedelini ödeyerek
tarihin devam çizgisinde yol alır. Devrim ve değişim gibi görünen “an”lık hâller, zamanla görülür ve anlaşılır ki, toplumun yeniliklere verdiği
aksülamel ve tepkilerden başka bir şey değildir.
Ne var ki, bu zamana bağlı olan tepkilerin, geçici değil de, kalıcı ve gerçekten kopuş veya devrim olduğunun üzerinde ısrar, büyük toplumsal
sıkıntılara yol açar. Çünkü mevcudun devam
ve hayatiyetinden hakikaten kopulmuş gibi davranılması ancak “zor”la mümkündür. Gerçi bu
“zor”un kendini devrim olarak takdimi, zaman
zaman başarılı olmuş gibi de görünebilir. Ne
var ki toplumsal hayat, bir müddet sonra tarihî
devam çizgisine avdet eder. Devrim veya dönüşüm geçirdiği var sayılan her ülkede bu böyledir. (Mesela Rusya, 1917 Ekim Devrimi’ne ve
aradan onca zaman geçmesine rağmen, Büyük
Petro’nun Rusya’sı olmaya avdet etmiş ve yoluna
tarihî seyrinde devam etmektedir.)
Devrime uğrayan her ülke, makul bir müddet sonra, yeniden devrim öncesi hâlinin devamı
olarak yoluna yani kendisi kalmaya devam eder.
Bu iki tarihî kırılma “ân”ı arasında çektiği acıları da bir şekilde makulleştirip toplumsal hafızada kendince uygun bir yere yerleştirir. O acıları
unutabilir; ya da karşılığında çok kıymetli şeyler
elde edilen mukaddes azaplar olarak çekilen o
acıları, evet, “takdis” eder. O toplumsal acılar-
dan bir “retorik” üretir. Ne var ki bu retorik, devam ekseninde ve geleneğin lügati ile olur. Yani
devrim dahi kendi meşruiyetini inşa edebilmek
için devamın lügatine ve duygusal hazinesine
muhtaçtır. Çünkü muhatap alınan toplum, yani
temelde insan, öyle akşamdan sabaha değişen bir
şey değildir ki. Kaldı ki, bizatihi insan bir sürekliliktir; doğmuştur, ölecektir ama yok olmayacak,
ebediyen yaşayacaktır. Hatta asıl devam eden,
insandır. Ve her insan, “başlangıç” tan bu yana,
fıtratına nakşedilen izleri taşır. Tarihin asıl öznesi de insanın bu tarafıdır; tabiatıyla devrimler de
insanın o tarafından neşet eder. Hülâsa süreklilik
asıl, değişimler sahne dekorudur.
Tarihe baktığımızda devrim, değişim, dönüşüm gibi kavramların, bir “değer” atfedilerek
ideolojik bir maksada matuf, bir kasdımahsusa
ile yüceltildikleri devir, aydınlanma ve akabinde modernleşme zamanlarıdır. Bu tarihten önce
de insanlık büyük dönüşümlere, hem de tesirleri
hâlâ devam eden doğuşlara sahne olmuş ancak bu
dönüşümlerden ideolojik bir söylem inşa etmek
fikri, hiç kimsenin aklına gelmemiştir. Zamanı
ve yaşanan hayatı ideolojik bir saikle yeniden
kurgulamak ve bir “propaganda” ve ikna malzemesi olarak kullanmak, aydınlanma sonrasında
rastladığımız bir şeydir.
Aydınlanma sonrası, değişim ve yeniliği âdeta
kutsadı. Kutsamakla kalmadı çok normal ve kaçınılmaz, tabii bir hâl olarak takdim etti. Toplumu, “eski” denilen hayattan kesin olarak koparan
ve âdeta zorunlu olarak yeninin şartları içine atan
bir süreç, sanki güneşin doğması kadar tabii bir
olaymış gibi kabul ettirilmek istendi. “Yeni”, itirazsız kabul edildiği gibi eski de şartsız kayıtsız
terk edilebilir ve bu dönüşüm ihtilal, inkılap,
devrim, dönüşüm gibi ifadelerle takdis edilebilir
zannedildi. Daha sonra da bu süreç, aydınlanma,
modernleşme gibi vasıflarla iyice yüceltilirse me-
50
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
sele kalmaz zehabı doğdu.
Aydınlanma veya modernleşme denilen büyük tarihî hâdiseler, yakından bakıldığında görülecektir ki, bu dönüşümler, asla mutlak anlamıyla yeni bir dünyaya geçmek anlamına gelmez,
gelemez. Bu dönüşümlerin gerçek anlamı, belki,
devam eden hayatın içinde, “yeni” denilen veya
denilme ihtiyacı duyulan toplumsal tekliflerle ve
bu tekliflerin ortaya çıkarabileceği “yeni” şartlarla, nesilden nesile insanlığın birbirine intikal
ettirdiği değerleri telif ederek hayatta kalmaktan
ibarettir. Hayatta kalmak zaten başlı başına bir
devrim ve dönüşümdür. Çünkü hayatiyeti sürdürmek, toplumsal bünyeye katılan yenilikleri de
hazmedebilmektir.
Ne kadar inkâr etmeye gayret ederseniz ediniz, mevcut toplumsal değerleri bıçakla keser
gibi keserek birden bırakamazsınız. Yeni değerleri benimsemekle yeni ve bambaşka bir dünyaya
geçtiğinizi iddia ve eskiyi inkârda ısrar ile sadece gülünç olursunuz. Aslında sadece gülünç de
olmaz, bu iddiayı hayata geçirmek istediğinizde,
çok büyük toplumsal kıyımlara ve insani dramlara sebep olursunuz ki devrimlerin kanlı bilançosunun en önemli izah kalemi bu anlamsız tavırda
gizlidir. Bu tür keskin dönüşümler ve kesin(!)
toplumsal kopuşlar toplumsal hayatın ve tarihin
mantığına aykırıdır. Zira toplum dediğimiz şey,
ilmiyle, irfanıyla, kültürüyle ve medeniyetiyle,
yapımı biten bir binaya değil, belki daha çok,
kontrolü elimizde olmayan ama bazen yönlendirebileceğimiz kanunlara tabi, kendi tabii hâli
içinde gelişmesini sürdüren bir ağaca benzer. Bu
itibarla toplumsal hayatta başarı, hayatta kalmakla ve hayatın devamını sağlayan intibak kabiliyetiyle ölçülür. Toplumsal hayata sonradan dâhil
olan her “yeni” unsur ile hâlihazırda mevcut olan
arasında, yeninin zuhuru ve hayata intikali esnasında bir gerilim her zaman olabilir. Bu gerilim,
“yeni” ile tarihî birikim arasında da cereyan eder.
Tarihî birikimin geleneğin kapsamına giren
kısmı ise, tamamen ayrı bir bahistir. “Gelenek”,
yani “an’ane” veya Frenkçe tabirle tradition, nakletme ile ilgilidir. Bu ilgi, bilginin, uygulamanın,
tekniğin, hukukun, toplumsal normların, sözlü
ve yazılı birçok kıymet ve değerin intikalini ihtiva eder. Latincede, Hristiyanlıkta bir doktrini
nesilden nesile nakletme anlamında kullanılan
tradition, sözlük anlamı ile bir bütünlük gösterirken, modern dünyaya yansıdığı anlamla sınırlamak mümkün değildir.
Bugün kullanılan şekliyle gelenek, tamamen
“modern” bir vakıadır. Tıpkı, radyo, televizyon,
Internet veya liberalizm gibi… Toplumsal hayat
içinde oldukça tabii bir hâl olarak hayatiyetini
sürdüren birtakım irfanî ve kültürel unsurlara
ideolojik bir işlev yüklemeye başladığınız anda iş
karışır; tabii şeyler modernleşir yani mamul hâle
gelir. Böylece oldukça normal ve tabii olan “şeyler” gelenekselleşir ve toplumsal hayatın normal
akışı içerisinden çıkıp farklı ve ideolojik bir yere
oturur. Bu ideolojik yerde ve bu ideolojik bakış
açısı ile gelenek diye tespit edilen “şeyleri” devam ettirmek yanlış olduğu gibi terk etmek de
yanlıştır. Önemli olan hayatın devamını sağlayabilmektir. Hayata giren yeni, yeni vasfını ve yeni
özelliklerini koruyarak devamı sağlayacak tarzda
eskiye ilave edilebilirse mesele tamamdır.
Öte yandan geleneğe ve birikime dayanarak
düşünmek bir “ehillik” gerektirir. Yeniliğin kabulü için ise cehaleti kâfidir. Tabii arzulanan şey,
o ehillikle birlikte yeniliğin kabulü ve devamın
içine yerleştirilebilmesidir. Duyuşta, düşünüş ve
eylemelerde «yenilik», birikmiş olan karşısında
özerkleşir. Yeninin birikimden bağımsızlaşması
da bir başka ahlak, mesela kahramanlık ya da özgürlük ahlakı açısından saygıdeğerdir.
Muhafazakârlık da modern bir şeydir; modernlikten rahatsız olmak ve yeni’ye itiraz etmektir. Bu itibarla modernlik arttıkça muhafazakârlık
da artar. Bu iki tavır, yani modernlik ve
muhafazakârlık, aslında birbirini hazırlayan ve
besleyen süreçlerle iç içedir. Modernleşirken bazı
muhafazakâr değerleri kullanırsınız ve modernleşmeyi bu değerlerin meşruiyeti yardımıyla kitlelere benimsetirsiniz. Bir başka söyleyişle yeniyle
geleneği birleştirirsiniz.
Öte yandan fikir ve düşünce söz konusu olduğunda ise geleneksellik veya devam diye bir
şey yoktur; sadece doğru düşünmek diye bir şey
vardır. Doğru düşündüğünde geleneksel olursun,
devama riayet edersin; çünkü hakikate intisap
edersin. Bu anlamda hakikat, devamı da geleneği
de aşan bir veçheye sahiptir. Çünkü “hakikat”,
Hz. Âdem’den önce vardı; kıyametten sonra da
var olmaya devam edecektir. ■
51
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gelenek ve küreselleşme
MUSTAFA SEVER*
Ne harâbi ne harâbâtiyim
Kökü mâzide olan âtiyim
Yahya Kemal
T
ürkçe Sözlük’te (2005: 741) geleneğe; yaptırım gücü olan kültürel kalıntı, alışkanlık, bilgi, töre, anane;
İslâm Ansiklopedisi’nde (1960:480) ise örf olarak anlam verilirken AnaBritannica’da gelenek
ve göreneklerin bütünü töre olarak adlandırılmıştır. Şüphesiz gelenek sözü, pek çok anlamı
içermekte veya pek çok kavram yerine kullanılagelmektedir; ancak örf veya töre, gelenekle eş
anlamlı değildir; çünkü örf de töre de anlam ve
toplumsal yaptırım açısından gelenekten ayrı ve
farklı kavramlardır. Örf, devletleşme sürecinde
toplumsal hayatın hukuki temellerini belirleyen
kurallar/yasalar bütünüdür. Bağlayıcılık ve yaptırım açısından geleneğin üstündedir. Töre ise
örfü, gelenekleri, ahlâkî kuralları vb. kapsayan
bir anlamdadır ve toplumsal hayatın düzenini
sağlayan bütün kurallar olarak tanımlanır. Töreler toplumun uymakta zorunlu olduğu kurallardır ve yaptırım gücü açısından toplumsal
normların en üstündedirler. Günümüzde bile
kimi zaman yasaların yerini tutabilirler.
Yaşanılan süreçte gelenek, geleneksel, gelenekçi gibi kavramlara yüklenen anlamlar, söz*Doç.Dr., Gazi Ün. Güzel Sanatlar Fak. Öğretim Üyesi.
lük veya ansiklopedilerde verilen gelenek tanımlarındaki kimi kelimelerde de ima edildiği gibi
olumsuzluk içermektedir. Söz gelimi “kültürel
kalıntı” sözü eskiliği, güncel olmayanı, donmuşluğu, devrini tamamlamışlığı vb. ima eder
bir sözdür ve geleneğin özelliklerini içermez. Bu
hususta Shils’in tespiti (2003-04: 102), oldukça
yerindedir. Shils, geleneksel olarak değerlendirilen kurumlara, uygulama ve inançlara bağlı olanların “gericiler” veya “muhafazakârlar”
olarak adlandırıldıklarını, bu gericiler veya
muhafazakârların soldan sağa doğru bir çizgide sağa yerleştirildiklerini belirtir. Geleneğin
anlamı düşünüldüğünde, gerici sözü bir yana,
muhafazakârlığın söz konusu olduğu bir gerçektir; zira gelenek geçmişten, yaşanan zamana korunarak, muhafaza edilerek gelmiştir.
Ancak, burada çizginin sağındakilerin davranış şekli olarak muhafazakârlıktan kast edilen
tutuculuktur, ki bu tutum, sağ görüşlülerden
sol görüşlülere veya en gericiden en liberale
kadar herkeste görülebilecek bir davranış şeklidir. Muhafazakârlık ise, tedrici olarak değişimden yana olan, toplumun birikiminin, var
olan değerlerinin korunmasını öngören, ancak
bu korunmayla birlikte bu değerlerin güncele
52
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
taşınmasını, güncel durumlara uygulanmasını
öneren bir tavır ve tutumdur. Bu açıdan
bakıldığında, herkes muhafazakârlaşabilir.
Yani sadece sağ görüşlüler değil, herkes gelenek
taraftarı olabilir veya her kesimin kendisine
göre geleneği vardır. Bu açıdan bakılınca her
kesimin sahiplendiği bir kültürel bütünlük
içinde bilgi, görgü, davranış geleneklerinin
olması oldukça olağandır ve bu bilgi, görgü,
davranış gelenekleri muhafaza edilmek istenir.
Çünkü gelenek sadece geçmişi değil, yaşanılan
anı/şimdiyi ve geleceği de içerir. Gericilik ise,
geçmişte yaşamak, gelişmeye, ilerlemeye karşı
olmaktır. Burada gericilikle daha çok “gelenekçi” veya “gelenekçilik”in ima edildiğini söyleyebiliriz. Çünkü gelenekçilik, geleneğe körü körüne bağlanılması, geleneğin değişir, dönüşür olduğunun yadsınmasıdır. Oysa gelenek, değişir,
dönüşür, güncele uygun hâle gelebilir, yok eğer
güncele cevap veremez duruma gelirse, toplumsal hayattan çekilir. Çünkü gelenek canlıdır;
yaşarlılığı, canlılığı bu değişim, dönüşüm becerisine bağlıdır. Geçmişe özlem duyma, geçmişi
kutsama, geçmişi kusursuz kabul etme, sadece
olumlu özellikleriyle hatırlama, kısacası geçmişi ideal görme şeklindeki geleneğe bağlılık olan
gelenekçilik, tutuculuğun, dahası gericiliğin bir
türüdür. Oysa gelenek, yukarıda da belirtildiği
üzere geçmiş, bugün ve gelecek üzerine kurulu
bir süreci kapsar. Çünkü “[g]elenek salt bir geçmiş olsaydı, adı tarih olurdu; salt bir gelecek olsaydı, adı ütopya olurdu; salt bir bugün olsaydı,
adı ideoloji olurdu” (Çetin 2005: 170). Elbette,
geçmiş bir değerler hazinesi olarak hatırlanmalı,
ki bu hazineden, birikimden, bilgilerden, uygulamalardan günün ve geleceğin inşasında yararlanılabilinsin. Çünkü ancak yaşanılan zamana
göre yeniden güncellenen gelenek yaşayabilir.
Yaşamakta olan geleneğe bağlılık gelenekselliktir. Geleneksellik, gelenekten günün şartlarında azami ölçüde yararlanabilmektir. Eskiye
inatla bağlanmak, eskinin savunuculuğunu
yapmak, eskiyi şahsi bir tercih planında bırakmayıp toplum hayatına taşımak gelenekçiliktir.
Toplumda işlerin zaman kaybetmeden, tereddüt
uyandırmadan, aksaklıklara meydan vermeden
verimli ve düzgün bir şekilde yapılması için geleneksellik şarttır; ama gelenekçilik gereksizdir.
(Özakpınar 2003: 116). Gelenekselliğin doğru
idrak edilmesi, toplumun gelenek konusunda
duyarlı hâle gelmesinde etkendir. Gelenekler olmadan toplumsal hayatın düzenli olamayacağı,
hatta toplumsal hayatın olmayacağı yadsınamaz
bir gerçektir. Kendisini ak, ötekileştirdiğini kara
görerek toplumsal hayatta eskinin veya yeninin
savunucusu olarak iki bağnazlık cephesi durumunun taraftarı hâline gelmiş insanların oluşturduğu toplumda uyumun, dengenin, huzurun
olmayacağı tahmin edilebilir bir durumdur. Bu
açıdan bakılınca küreselleşme olarak adlandırılan ve âdeta dünyada kültürel bir fırtınanın
hüküm sürdüğü yaşanılan süreçte, geleneklerin
yapıcı, onarıcı, bütünleştirici, vb. rolüne her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu kesindir.
Bir birikim ve bu birikimin zamana, coğrafyaya ve insana uygun olarak gelişmesi, değişmesi ve dönüşmesi olan gelenek, meydana geliş
sürecinde var olana katkı, var olanı dönüştürücü etki şeklinde biçimlenir. Bu biçimlenme
meydana gelirken içeriği, toplum bireylerinin
zihniyetleriyle, duygu, düşünce, davranış ve idealleriyle örülür, ki bu da onların hayat tarzları,
yani kültürüdür. Bu örüntü, yaşanılan zamanda
gerçekleşir; ancak kökeni tarihin derinliklerindedir ve bu “bir millete başarma hüneri, yaşama gücü ve güven verir. Millete ileriye doğru
hamleler yaptıran işte bu hüner, bu güç ve bu
güvendir.” (Özakpınar 2003: 117).
Geçmiş, bugün ve gelecek şeklinde birbirine geçmiş bir zincirin halkaları olan gelenek,
ortak kültür ürünü olduğu ve ortak hafızada
saklandığı için toplumsal bütünlüğü sağlayıcı
etkinliktedir. Her nesil, bir önceki nesil tarafından kendisine hazır sunulan bu birikimi özümsemeden geleceğine yön veremez. Özümsenen
bu birikim, çağın şartlarına uygun olarak birtakım değişimlere uğrar. Kültür ve dolayısıyla
gelenekler, kesintisiz bir değişim içerisindedir.
Zaten var olmalarının ön şartı değişimdir. Geleneğin gündelik hayatta işlerliğinin devamı ve
sağlıklı gelişimi, toplum üyelerinin toplumsal
iletişim ve ilişkilerine düzen verip vermemesine,
53
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
bu ilişkilere katkı yapıp yapmamasına bağlıdır.
Gelenek, değişen zamana ve şartlara uygun hâle
gelebilme özelliğiyle varlıklarını sürdürür. Diğer yandan gelenek, “vücuda getirdiği yapıya,
bu yapının gereklerine, kurallarına kayıtsız şartsız itaat ister. Zaten gelenek bu itaat olmadan
var olamayacağı gibi varlığını da sürdüremez.”
(Armağan 1992: 20). Bu, çağın gerektirdiği değişim ve dönüşümleri fark etme ve ona göre davranma olarak da değerlendirebilir; ancak, yaşanılan sürecin artıları eksileri düşünüldüğünde
bu davranmanın her zaman gerekli olduğu veya
gidişata uymanın olumlu sonuçlar vereceği düşünülmemelidir. Çünkü kültürel değişim sürecinin bir ayağı olumlu bir süreç olan geleneksel
kültürle “kültürlenme” iken diğer bir ayağı ise,
asimilasyona gönüllülüktür. Asimilasyon, (Türkiye/Türk milleti açısından) yaşanılmakta olan
küreselleşme süreci düşünüldüğünde, dâhil olunan, dâhil olunmak istenen veya örnek alınan
kültürel çevrenin (Avrupa Birliği veya genel anlamda Batı) bir taklidinin inşasıdır, ki bu taklitçiliğin Tanzimat’tan günümüze Türk kültüründe ve dolayısıyla Türk toplumsal hayatında
ne gibi tahribat yaptığı, üzerinde her kesimin
ittifak ettiği bir gerçekliktir.
Bir kültürün başka bir kültürü etkisine alarak kendine benzetmesi, hatta kendi içinde eritmesi şeklinde tanımlanabilecek asimilasyonun,
araç ve yöntemleri çağımızda oldukça gelişmiş
ve karmaşıklaşmıştır. Yani, bir kültürün başka bir kültürü asimile etmesi için içine alması
gerekmemektedir; çünkü iletişim araçlarındaki
gelişmeye paralel olarak kültür aktarımı da bir o
kadar gelişmiştir. Tüm yerelliklerin üzerinde ve
adı kısaca “Batı” [1] olarak adlandırılan düşünme
ve yaşama biçiminin uygulanması olan küreselleşme sürecinde, başta İngilizce yoluyla Batı,
etnik olarak ayrıştırmayı temel alarak birçok
millet gibi Türk milletini de Batı kültürünün
bir üyesi hâline getirmeye çalışmaktadır. Türkiye gibi ülkelerde ilk olarak dil ayrılığı yaratılırken kültürel benzerlikler de oluşturulmakta,
1. Burada “Batı”, coğrafi anlamda olmayıp başta ABD olmak üzere
tarihte sömürgecilikleriyle bilinen Avrupa devletleri anlamında
kullanılmıştır.
farklı etnik yapılar, aynı egemen gücün (küreselleşmeyi gündemde tutan gücün) bir mensubu hâline getirilmektedirler. Yaşanılan süreçte
Türkiye ve benzeri ülkeler ya ‘küreselleşen’ dünya sistemi içinde kalarak ciddi ahlaki çöküntü
ve toplumsal dağılma sürecine girmekte veya
Batı kapitalizminin merkezlerinin onayını
almayarak, kendi gücüne dayanarak, ancak
Batı’nın ve güdümündeki ülkelerin birtakım
yaptırımlarını da göze alarak bir kalkınma
çabası içine girmektedirler.
İçinde yaşanılan insani ve coğrafi yapının
korunması, korunması yanında bu yapının, kültürel değerlerin canlılığı açısından sağlıklı olması, insanların şahsi sağlığını ve güvenliğini,
yarınlara emniyet içinde ulaşmalarını da sağlayacaktır. Her millet, güven içinde yaşamak, içten veya dıştan gelecek tehlikelerden korunmak
düşüncesiyle sınırlarını belirler; kendi dışındakini, ötekini idrak etmeye çalışır. Sınırlar belirlendiği zaman sahip olduğu değerleri tanıma,
kendi değerleriyle ötekilerin değerlerini mukayese etme iradesini de elde eder. Türk milleti
için, kendisi ve ötekileri tespit açısından bakıldığında ötekiler, kısaca “Batı” olarak belirmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı’nın
temel hedefi, “siyasî hegemonya yanında düşünce, bilim, teknoloji ve sanatta da kuşatıcı bir
dünya hâkimiyetidir. Bu hâkimiyetin karakteri, tarihî Batı sınıflı yapısından kaynaklanan,
haksızlığı meşru gören, güç eksenli ve bencil bir
yapıdır.” (Başer 2012: 11). Batı toplumunun eyleyen kişisi/etkeni, ahlaki değerleri hiçleyen ya
da bu değerleri bağlayıcı unsur olarak görmeyen
bir insan tipidir ve eylemlerini akla dayandırır.
Türk milletinin etken varlığı/insanı, ahlakı hiçleyen bir varlık değildir. Hedefe varmada her
yolu mübah sayan bir anlayışta olmayan, varlığının sırrını temel varlıkta/Allah’ta bulan ve
yaptıklarının, yapacaklarının günü geldiğinde
hesabı olacağını bilen bir varlıktır. Çünkü Türk
milleti gibi geleneklerine bağlı toplumlarda temel ahlaki değerlerin kaynağı dindir. Bu din ve
ahlaki ilkelerin temel amacı, toplum içinde bir
düzenliliğin hüküm sürmesi, yönetenin de yönetilenin de mutlu olması, toplum katmanları
54
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
arasında toplumsal barışın tesis edilmesidir.
Yaşanılan süreçte teknolojik açıdan diğer ülkelere oranla daha gelişmiş ülkeler tarafından
Türkiye ve benzeri ülkelere son derece gelişmiş
projelerle sunulan küreselleşmenin temel ilkesi
sömürüdür. Bu sömürü başta ekonomik anlamda, ardından da siyasi ve kültürel anlamdadır.
Çünkü küreselleşme, ekonomik ve teknolojik
açıdan güçlü Batı’nın dünyayı yeniden şekillendirme teşebbüsüdür ve hedefi de henüz kullanılmamış doğal kaynaklarıyla teknolojik yönden
Batı karşısında edilgen konumdaki ülkelerdir.
Bu bağlamda Batı’nın öteki ülkelerle ilişkisi,
“efendi ve kölelik” kavramları etrafında değerlendirilmelidir. Efendinin refah içinde yaşayabilmesi, işlerini sorunsuz yürütebilmesi için kölelerini de kendi ahlaki anlayışında toplaması,
birleştirmesi gerekir. Ancak, hedef ülkede küresel ahlakın yerleşmesi için, bazı engellerin ortadan kalkması gerekir. Bu engeller ise, öncelikli
olarak o ülkenin millî, dinî, kültürel değerleridir. İletişim teknolojisindeki üstünlüğü ve iletişim araçlarını tekelinde bulundurması, efendiye/Batı’ya bu engelleri ortadan kaldırma imkânı
vermektedir. Kölelerin doğru-yanlış, iyi-kötü,
haklı-haksız, dost-düşman, vb. algılamaları da
efendinin/Batı’nın kendilerine sunduğu bilgiler,
tespitler çerçevesinde olmaktadır.
Hiçbir toplum, kendisini ilgilendiren olay,
durum ve sorunları kendi tarihinden, kültürel yapısından hareket etmeden değerlendiremez, çözümleyemez. Çözümü kendisi
dışında aramak, dış güçleri kurtarıcı görmek,
birtakım toplumsal değerlerden vazgeçmeyi
gerektirir. Gerekli donanım ve hazırlığa sahip
Batı, bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmamıştır ve
günümüzde de Türkiye’nin ekonomik ve siyasi
yapısına, bunların uzantısı olarak toplumsal yapısına, aile yapısına son derece sistemli şekilde,
her türlü araçla saldırmaktadır. Son otuz yıllık
süreçte bu saldırılar halk tarafından son derece
kanıksanmış olup artık sıradan olaylar derecesinde algılanmaktadır. Çünkü küresel kültür,
son derece yumuşak, güler yüzlü, hoşgörülü
bir üslupla sunulmaktadır. Bu yönüyle küresel
kültür, eskilerin söyleyişiyle aynileştiricidir.
Her ülkedeki coğrafi şartlardan kaynaklanan ve
kültürel çeşitlilikler gösteren toplulukları, etnik
topluluklar şeklinde gösterip sunduğu maddi
imkânlarla, siyasi vaatlerle kendine çekmek çabasındaki küreselleşmenin eyleyenleri, dünyanın Amerikalı, Avrupalı algılanışını sağlamaktadırlar.
Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, hızlı bir
çağda yaşanılmaktadır ve dünya artık sanıldığından da küçüktür. Birçok ülke/coğrafya bir
yandan fizikî anlamda çok küçük parçalarla
bölünürken diğer yandan tek tip bir kültüre/
Batı’nın öngördüğü insan tipini inşa edecek
kültüre doğru yol almaktadır. Türk milleti bu
süreçte bir karar vermek zorundadır: Ya emperyalist Batı’nın etkenliğinde sürünün sessiz bir
üyesi olacak veya kendi değerlerinin farkında
olarak ve bu değerleri güncelleyerek varlığını
sürdürme yönünde ilkeli, kararlı çalışacaktır.
Burada geleneğin bu kararlılık ve çalışmada hazır kaynak oluşunu hatırlatmakta yarar vardır.
İşte bu noktada Türk milletinin geleneksel millî
kültürü ve millî devlet yapısı, gerek iktisadi hayatı düzenleyici ilkeleri ve gerekse ahlaki ilkeleri, Türk milletini öteki milletlerden farklı kılan
değerlerin geliştirilmesi ve evrensel değerler olarak kabul görmesi yönünde Türk milletine yol
gösterici olacaktır. ■
KAYNAKLAR
AnaBritannica Ansiklopedisi.
1990, “töre” mad.
C. 21, Ana Yay., İst.
ARMAĞAN, Mustafa 1992, Gelenek, Ağaç Yay.,
İst.
BAŞER, Sait 2012, “Kültürün Güncellenmesi”, Türk
Düşüncesi, sayı 1, Kış, s. 6-13.
ÇETİN, Halis 2005, “Ezelden Ebede: Kadim Bilgeliğin Kutsal Yolculuğu: Gelenek”, Muhafazakâr Düşünce,
S. 3, Kış, s.153-171.
İslâm Ansiklopedisi. 1960, Millî Eğitim Vakfı
Yay., İst., C. 9.
ÖZAKPINAR, Yılmaz 2003, İslâm Medeniyeti ve
Türk Kültürü, Ötüken Yay., İst.
SHİLS, Edward 2003-04, “Gelenek”, Doğu Batı, S.25, Kasım-Aralık-Ocak, s.101-131.
Türkçe Sözlük 2005, TDK Yay., (10.b), Ank.
55
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
CENGİZ AYTMATOV *
ile yazarlık ve gelenek üzerine
Örf ve âdet bize her zaman destektir. Örf ve âdete
insanlığın bütün ruhi tecrübesi ve bunun içine halk
sanatı da giriyor. Destek, bu usul değil. Usul
hakkında mesela bir ağacı neresinden budamak
gerektiğini söz konusu olduğunda düşünürsün.
Biri bir tarafından budar, ben ise diğer
tarafından budarım.
VIKTOR LEVÇENKO
çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Cengiz Törekuloviç, siz ilk kitaba ne zaman ve
nasıl kapıldınız?
Makalelerimin birinde edebî eser yazmaya insan ve kitap öncülük eder demiştim; çünkü kitap
insanın azığıdır. Bunu abartma olarak da görmüyorum. Çocukken Muhtar Avezov’un eserlerini okuyup hayatta onun gibi olmak istediğim aklımda.
Şolohov’un romanlarını kendime çok yakın görmemi de unutamıyorum. O zaman ben sözün kendi
kudreti olduğunu ilk defa anladım ve gönül dünyamda hissettim. Yazarlık hünerinin çekiciliği bu
kadar çok muydu, kâğıdın içine dizilmiş kelimelerin
her birini aktarıp çevirip içerdiği gizemli gücü görmek istiyordum. Sözün kudreti olduğuna inanıyorum. Bu ebedî hakikati insan bir şekilde anlar. Birçok şey insanın kaderini, hayatını şekillendirmesiyle
alakalı… Benim birçok akrabamdan miras kalan
ilk büyük kütüphanem efsaneler, şiirler, zengin bir
kültürün dolu dolu, olduğu doğduğum büyüdüğüm
Talas Vadisi. Burada ilk kez Manasçının sesini duydum. O zaman on üç yaşındaydım; ama ondan önce
-“Cengiz Aytmatov: Makaleler-Röportajlar” Uçkun, Bişkek, 2009- adlı
kitapta yayımlanmıştır.
de destanın halka sindiğini biliyordum. “Düşmanı
yendiysek biz yendik, namı kaldı Manas’a,” sözünü
sık sık duyuyordum. Diğer çocuklar gibi klasik edebiyatla çağdaş edebiyatı harmanladım; iyiyle kötüyü
ayırt etmeyi öğreten nasihat veren dünya klasiklerini
de anlıyordum. Söylemek istediğim, ben şimdi de
nasihat veren edebiyata karşı değilim; ancak o çocukluk devrinde çocuğu ilgilendiren önemli anlamları ifadede çocuğa usul, yol göstermede gerekli. Bu,
çocuğun davranışları, kişiliğinin oturmasına, kimi
ve neyi taklit etmesi gerektiğini anlamaya ihtiyaç
duyduğu zaman da değerli. Çocuğa kendi aklıyla
hayatı anlamlandıracak, kendi kendine düşünmeyi
öğretecek edebiyat gerek. Bizse bazen Allah’a ters iş
yapıyoruz, kendi başına fikir yürütebilecek büyük
insana da nasihat verici edebiyatı sunuyoruz. Ben,
buna karşıyım. Gençken böyle nasihat verici, tek
taraflı amaç güden edebiyatla mücadeleye çalıştım;
şimdi artık mücadeleyi bıraktım. Anladım ki bu
edebiyatın oluşmasına karşı gelmek olmazmış; çünkü birçok okuyucu dayanaksız kalıp, sınırlandığını,
gönlü çekmediğini açıktan hissetmeye başlıyor; o
zaman bu edebiyat onlara destek, azık olmuyor. Ben
56
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı
romanına bütün insanların imrenmemesini anlıyorum. Bu oldukça ağır bir kitap, zor okunuyor; bu
yüzden bu eseri anlamak için eserin seviyesine, bakış
açısına yükselmemiz gerekiyor. Böyle olmazsa herkes için ilginç olmayabilir. Ancak okuyucunun öylesine, sıradan olmaması gerekiyor. Kitabın zirvesine
çıkması, bu yükseklikten kendi dünyasının içine
dalması gerekiyor. Kendisinin kim olduğunu, bu aydınlık dünyada niçin yaşadığını, elinden ne geldiğini, neye yeteneği olduğunu anlayıp bilmesi zaruri...
Bilgi çağında bulunan insanların hayatında
kitabın rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kitap, gönül âleminin eskimeyen mayasıdır. Kitap, insanın düşünce başlangıcına, gönül dünyasındaki gizemli düğümlere ulaşmaya; geçmiş, şimdiki,
gelecek hayata saygı göstermeye sevk eder. Kitap
insanları, görsel iletişim araçlarını toplar. İnsanlığın asırlar boyu topladığı kitapları, Homer, Dante,
Vergiliy, Tolstoy, Hemingway, Folkner gibi insanlık
danışmanlarının eserlerini, hatta bu mirasların bir
bölümünü bile okuyup bitirmek imkânsız. Bunları
ömür boyu özümseyebilir, anlayabiliriz; ancak yetişememe korkusu ilave farklılıklarından kaçınmaya
neden olur. İnsan sekiz saat uyuyor, sekiz saat çalışıyor, eğer televizyonun karşısında da saatlerce oturuyorsa o zaman kitap okumaya ne vakti ne takati
kalır...
Siz okumaya ne kadar zaman ayırıyorsunuz?
Yazan insanların o kadar çok okuyamadığı biliniyor. Boş vakti olmuyor; çünkü yazarın iş zamanının sınırı yok.
Genellikle akşamları veya trende okuyabiliyoruz.
Alışkanlık olarak hayat mücadelesinden okuyamadığım kitapları trende yanıma alırım.
Kitapları hangi prensiplere göre topluyorsunuz?
Kitapları koleksiyon yapmıyorum. Sadece zaruret arz ettiğinde, en önemlilerini, gerekirse bir ay,
yarım yıl kullanabileceğim kitapları satın alıyorum.
Ben önceleri kütüphaneye çok gidiyordum; şimdi
evde çalışıyorum. Bu yüzden gerekli eserin her zaman yanımda olması için onu mutlaka satın alıyo-
rum. Her insanın kendi kitabı var.
Sizde genellikle nasıl kitaplar var?
Bende doğunun eski ve orta asırdaki kitapları ile
günümüz tarihi hakkındaki kitaplar oldukça fazla.
Bu benim tabii gereksinimim, ihtiyacım da diyebilirim. Ancak ben sadece Türk dillerindeki edebiyatlara değil; Orta ve Uzak Doğu edebiyatlarına da
ilgi duyuyorum. Bu edebiyatlar birçok açıdan ilginç.
Her şeyden evvel ben onlarda düşünceyi, duyguyu
anlatmanın, dünyayı farklı şekilde kabul etme prensibinin, kültürünün farklı boyutlarını görüyorum.
Bu his ve düşünceler bizimkinden farklı; ama onu
keskin bir şekilde de geçemiyorsun. Çünkü bunlar
insanlık tarihinin estetik düşünce ve hislerinin
mükemmel tecrübeleridir. Evet, kütüphanem oldukça sıradan, bir şeye tam meyletmedim. Diğer
insanlarınki nasılsa benimki de öyle.
Öyleyse yazarların içinden en çok hangisini
seviyorsunuz?
Ayrıca sevdiğim bir yazar yok. Ben çoğuna değer
veriyorum ve onlara saygı duyuyorum. Ayrıca klasik
yazarların ustalığına imreniyorum. Evet, sevgi, birine eleştirel gözle bakamamaktır. Ben burada sevgi
beklemek istemiyorum.
Siz daha çok hangi yazarın kitabını okuyorsunuz? Veya tekrar tekrar okuduğunuz kitaplar
var mı?
Bir kitabı bir defa okuyup tekrar etmenin gereği
de yok diyorum. Onun yerine yeni kitapları, günümüz müelliflerinin eserlerini okumak ilginç. Yukarıda söylediğim gibi öyle çok da okumuyorum. Edebî
eserlerden bahsediyorum. Zaman da kendi hükmünü söyleyeceğe benziyor. Gençken çeşitli yazarları
bilmeye çok hevesliydim, şimdi okuduğum yazarların sayısı azaldı. Ancak onları oldukça ayrıntılı
okumaya çalışıyorum. Kitaba da dost, arkadaş gibi
davranıyorsun; gençken dostların çok ancak ilişkin
oldukça yüzeysel, eleştirel bakış yok. Mesela biri senin hoşlandığından hoşlansa sen onu aynı amacı taşıyan dostun, arkadaşın olarak düşünürsün; aranızı
ısıtan, sizi yakınlaştıran ilginç bir kitabın da olması
mümkün. Yıllar geçtikçe tanışlarının sayıları azalır,
belki dost olarak düşündüğün bir iki insan kalır; an-
57
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
cak onlar eleştirel bakan hakiki dostlarındır. Kitaplar da böyle. Gençken ilgi duyduğun yazara yeniden
başvurmayı düşünmüyorsan, onun kitaplarını baştan aşağı okuyup bitirmişsindir. Bazı yazarlar başka.
Mesela Dostoyevski. O benim için eskisi gibi değil;
o, zaman içinde edebiyat kahramanına dönüşüyor.
Onun devri geçti. Fırtınalı yıllarda Petersburg’un sönük siluetine sindi; ancak Dostoyevski’nin eserleri,
nesrinin ruhu, onun sözü beni her zaman düşünceye
sevk ediyor, rahat bırakmıyor. Dostoyevski, çekinmeden vicdanımızı sorguya çeken, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir yazar. Onu okumak zor, bazen rahat vermiyor, öyle olsa da okuyorsun; çünkü o,
kendi dünyana, kendi özüne, haysiyetine sormadan
dalıyor. Onu taklit edemiyorsun; ama ondan çok şey
öğrenmek gerekiyor. Neyi? Bana göre ilk sırada, halkı yapay olarak sevmemek, ezilen, azap çeken insanlara üzülmeyi öğrenmek gerekiyor. Dostların sayısı
azalsa da onlara saygı artıyor. Bunun kendi içinde
alakası var. Eleştirmenlerin lirik, lirik felsefik veya
poetik nesir yazan biri olarak düşündüğü benim yavaş yavaş edebî eserlere olan ilgimin azalması oldukça şaşırtıcı. Bunu nasıl anlatacağımı da bilmiyorum.
Dönüp dolaşıp yine kendi devrinden anlıyoruz. Her
şeyin kendi zamanı var. İnsanın hayatında onu saran
hisse, ilhama kaptırdığı girift bir zamanlar olur. Bu,
şiire olan aşkın çoğaldığı andır. Ondan sonra edebî
nesre yönelir. Edebî eserlerden ben günümüzde
felsefî edebiyata (“Voprosı Filosofiya” Felsefenin Sorunları dergisine) ilmî, somut bir şeyler ortaya koyan
nesre daha fazla saygı gösteriyorum. Zaman zaman
gönlüm istediğinde veya imkânlara göre Gerder’i
okuyorum. Muhteşem bir insan! O kadar akılla, ansiklopedik bilimi nasıl öğrendiğine hayretler içinde
kalırsın. Biz şimdi aya çıktık. Günümüz insanı olarak aklın hayalin yetmeyeceği teknolojiyi, teçhizatı
icat ettik ama işte çoğumuz Gerder gibi düşünme seviyesine ulaşamadık. Günümüz devrinin şartlarında
yaşayıp orta asırlardakiler gibi düşünen insanlar var;
Gerder’e korkmadan bizim çağdaşımız diyebiliriz.
İki yüz yıl önce yaşasa da bizim büyük çağdaşımız.
Edebiyat ve başka sanatta yeni bakış açısının tam
hâkim olacağı zamanın yaklaştığını düşünüyorum.
Bu süreci edebî eser değil; sosyal, siyasî inkılap ve
gelişim ortaya çıkarır; edebiyatsa buna destek olur.
Dünyada her şey birbiriyle irtibatta. Eğer inkılap ve
gelişim kendisini birleşmiş edebî süreçten dışarıda
bırakmazsa bütün kültürlerle edebiyatın irtibatta
olacağı şüphesiz. Bütün edebiyatların genel olarak
can damarı olur diye düşünüyorum. Hepimize aynı
seviyede sinen bir sanat düşüncesi var. Eğer herhangi
bir edebiyat, bu sistemin içinden çıksa bu kaçınılmaz gerekliliğini daraltıp en baştaki kazanımlarından ayrılacak. Bu cansızlık, tekrar ve katılıktan kaynaklanmaktadır. Medeni devlet sistemine edebiyatın
dışında mitoloji de girebilir. Eskimeyen folklordan,
ilk şiirden başlayan edebiyat, bundan ayrılırsa neslinin sona ermesi muhtemeldir. Fakat diğer eleştirmenler günümüz yazarlarının mitolojik miraslara
başvurmasını zaruret olarak anlamıyor; canını dişine
takıp değişmek isteyen metot olarak düşünüyor. Örf
ve âdet bize her zaman destektir. Örf ve âdete insanlığın bütün ruhi tecrübesi ve bunun içine halk sanatı da giriyor. Destek, bu usul değil. Usul hakkında
mesela bir ağacı neresinden budamak gerektiğini söz
konusu olduğunda düşünürsün. Biri bir tarafından
budar, ben ise diğer tarafından budarım. Veya şöyle diyelim, bu çiviyi nasıl çakalım? Biri baltayla biri
keserle çakıyor. Abanarak bir defa vurmak mı veya
yavaş yavaş mı çakmak gerekiyor. Bu usuldür. İşte
mitolojiyi sanat eserinin içinde kullanma; İncil ile
Gılgamış’tan başlayıp bütün tecrübeleri bir araya getirmek insanın tabiî gereksinimidir. Elbette mitoloji,
ömrümüzü araştırmak için çekilmiş perde. Temeli,
alt yapısı olmadan resim de yapılamaz bina da. Biz
Latin Amerika nesrinin gürüldeyerek gelişmesini
halk mitolojisinin temeline dayandırıyoruz. Ancak
mitolojinin dışında halk sanatının çekirdeğini kendi
ruh dünyasında çalışıp bizi düşüncesi ve sevgisiyle
lütuflandıran yeni, özge bir şey oluşturmak için yazara günümüzde yukarı entelektüel hazırlık gerekmektedir. “Yüzyıllık Yalnızlık” romanının yazarının
fikrine biz tam olarak katılıyoruz diyemiyorum; ama
bu eserin güzel roman olduğu kuşkusuz. Demek ki
bu eser realizm hakkında âdet olmuş bakış açısının
genişletmek gerektiğini ortaya koymakta ve ispatlamaktadır. Eğer güzel yazmayı istesek o zaman bizim
bunun hakkında korkmadan düşünmemiz gerek.
Doğrusu, herhangi birinin senden güzel yazdığını
kabullenmek istemiyorsun; ama bizim kendimize
insan çekmek için korkmadan gel dostum beraber çalışalım öğrenelim dememiz gerekiyor. Yakın
58
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
bir zaman önce Merdok’un “Kara Mırza” adlı eserini okudum. Hiçbir zaman bu kadar yazmadım,
yazmam da. Buna iç sebepler var; ancak bu eserin
ziyadelerini görebildim. Yazarlık, anlatımın nazik,
uyarıcı psikolojisi, hislerle hâllerin ışıkları, yansımaları, kahramanların düşüncesiyle hareketini derin araştırma, okuyucuyu gördüğü şeye imrendirip
veya şaşılacak bir durum oluşturup onun iktidarını,
gönlünü bir şeylere yönlendirebilmektir. Nahivlerde
hiçbir zaman bulunmadım. Onların örf âdetlerini,
davranışlarını da bilmiyorum; ama bu halkın edebiyatını tanıyorum. Vladimir Sangi’nin mitolojileri,
şecereleri, masalları, uzun hikâyelerinden bahsediyorum. Vladimir Sangi bu olayı kendisi bana özellikle
anlattı. Yedi yaşında büyük insanların peşine takılıp
denize ava çıkmışlar. Onlar koyu bir sisin içine girip
yollarını kaybetmişler. İki gün geçmiş, hayatta kalmaktan ümitlerini kestiklerinde uçan bir kuş görüp
son anda kurtulmuşlar. Çok geçmeden karayı görmüşler. Bu olayı ben “Deniz Kıyısında Koşan Ala
Köpek” adlı eserimde ana tema olarak işledim; ama
diğer tarafları tamamen değişti.
Siz bu duyduğunuz olayı sanatın içinde kullandınız; ancak hayatı ve etnografık kaynağı insanlık açısından ele aldınız.
Böyle de diyebiliriz. Öz edebiyat bir iki gün yaşamaz; o yok yerden de oluşmaz. Öz edebiyat kan
damarları gibidir, tekrar söylüyorum. Eğer bir edebiyat dünya edebiyatından kopuk yaşıyorsa yolu
daralır; edebiyatın milliyetçi sınırların içine sıkışacağını uzun asırların tecrübesi gösterdi. Rus edebiyatı,
dili ve düşünce türleri bunların oluşması halkın
hayatının kalıplarını yansıtan kendi iç kurallarıyla
şekillendi. Ancak Rus edebiyatı, Fransız, Alman,
Yunan medeniyetinin etkisi altında kaldı. Rus edebiyatı, dünya edebiyatının gelişmesine tesir ediyor,
millî edebiyatları zenginleştirip bize, kardeş cumhuriyetlerin yazarlarına, dünya sanatına yol açıyor.
Kitaplar hakkında eleştirileri eklemeden olmaz. Ne
zamandır eleştiriyi irdeleyerek açgözlü baktığımı
saklamak istemiyorum. Her yıl geçtikçe eleştirinin
bana çok şeyler kattığını görüyorum. Edebî süreçten geride kalmadan, hiçbir zaman bilinen hakikati
tekrarlamadan, kendimizin sanat benini, dünyadaki
yerimizi anlamaya, dünya estetik düşüncesinin ge-
lişmesindeki sınırlar içerisinde eğilimleri ortaya koymaya yardım eden gerçek, yüce eleştiriyi savunuyorum. Ben, V. Kuteynikova ile L. Ospovat’ın “Latin
Amerika Romanı” adlı eserini okudum. Bu eserde
temel, güzel romanlar araştırmasıyla beraber Latin
Amerika romanının oluşmasına etkileyen toplumsal, siyasi, estetik sebeplerden bahsedilmiştir. Sanat
ve toplumun düşüncesinde, aklında olanları kanun
dâhilinde anlamaya M. Bahtin’in, G. Gaçev’in ve
başka eleştirmenlerin eserleri çok yardımcı oldu. İç
dünyamızı bir tek kitap zenginleştiremez. Yakınlarda Sovyetler Birliği’ne Amerikalı yazar ve eleştirmenlerinden bir grup gelmişti. Amerikalı köşe
yazarı “Stardey Revyu” dergisinin genel yayın yönetmeni Norman Kazips de bu gurubun içindeydi.
Moskova’daki görüşmede bizim aramızda muhabbet
oluştu, konuşmak için ortak konu bulduk. Uzmanlaştırmanın ve çalışmayı paylaşmanın neticesinde
dünyayı anlamada kaybettiği birliği insanlara tekrar
vermede, düşüncelerimizin farklılığını, noksanlığını,
kesintisini ortadan kaldırmayla alakalı sohbet ettik.
Tekrar söylüyorum yazarın çalışmasında sadece kitap okumak değil; insanlarla kucaklaşmak da önemli
anlama sahiptir. Amerika’da mesela Kurt Vonnegut
ile Moskova’daki yazarlar birliğinde Uilyam Saroyan
ile Frunze’de (Bişkek) Mikalenjelo Antonioni ile
röportaj yaptım. Bu görüşmelerde ve röportajlarda
güzel sohbet ortamında oluşan düşüncelerin senin
çağdaşını, yurttaşını, yabancı meslektaşını da senin
gibi heyecanlandırabilir mi diye merakla ortaya koyuyorsun. Benim edebiyata girişim, 1950’li yılların
ortalarında süreli yayınlarda “Gezetçi Dyuzudo”
(Gazeteci Dyuzudo) ve “Biz arılap barabız” (Biz İleri
Gidiyoruz) adlı ilk hikâyelerimin basılmasıyla oldu.
“Gazeteci Dzudo” adlı eserimde gazete dağıtan, iş
arasında Stokholm davetine, oy toplayan Japon çocuk hakkındaydı. “Biz arılap barabız”da Volga-Don
kanalının kurulması, benim o zaman gazeteden okuduğum yeni teknikle patlatmanın kullanılmasından
bahsediliyordu. Saf realizm vardı, ondaki problem
de hayatın içinden etkilenmedi; kitaplardan alındı.
Böyle okuyucu, sanata, hayatla yüz yüze kucaklaşmaya engel olur. Böyle okuyucuyu her yazar er geç
yener. Hayır, bu gecikmiş bir üzüntü değil; ayrıca
temize çıkmada değil. Olan olmuş buna üzülmenin
faydası yok. Ben, o edebiyat tecrübemdeki öğren-
59
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
me çağıma felsefi taraftan bakıyorum. Burada daha
henüz yetmemiş akla, okuduğunu yüzeysel olarak
bilmeye ne kadar ters tesir edeceğini vurgulamak
istiyorum. Eğer sonra realist hayata, onun karmaşık ve zıt taraflarına, yurduma, köyüm Şeker’e, benim bildiğim aklımda kalan, işimde dayandığım
insanlara başvurmasam yazamazdım. Burada kendi
halkını, memleketini tasvir edip dünya edebiyatını zenginleştiren Mihail Şolohov’un bana tesirini,
gerçek sanata gözümü açmasını örnek olarak vermek istiyorum. Eğer ilk adımımdaki gibi vaziyette
yazabilsem, o zaman edebiyatçının eseri zahmetli,
öylesine dolaşık, yük olur. O zaman ben edebiyatı
bırakır, faydalı bir işe, çiftçilik hizmetine geçerdim.
Benim sonraki “Sıpayçı” (Nezaketli) ve “Baydamtal
suusunda” (Baydamtal Nehrinde) adlı hikâyelerim
hayata daha yakın. Ancak benim yolumun açılması “Yüz Yüze” adlı uzun hikâyemle oldu. Bu eserde
hayatın gerçeklerini işledim. Doğru, edebî, tam olarak söyleyecek olursak sinema sanatının ilk adımı da
vardı. Bu, Lavrenov’un kitabıyla ilgili çekilen “Kırk
Birinci” adlı sanat eseriydi. Ondaki realizmi düşünce yürütmeden veya kitabı okumadan anladım.
Onun, sanatın muhteşem kalıplarıyla yoğrulmuş,
realist, aşikâr, abartılmamış, hayalden çıkarılmamış,
uydurulmamış bir hayat olduğunu hissettim. O
zaman ata yurdumu, memleketimi, köyüm Şeker’i
anladım. Her kitabın avarelikten, boşluktan kurtulup temaya, tip sistemine tam olarak girmesi, bütün
ruhunun onunla olması gerekmektedir. Bu olmadan
muhteva olmaz. Bilmiyorum; ama kitaba, matbuata
duyduğum saygı gençliğimden kaldı herhâlde. Ben
kitabı her zaman kutsal bir şey gibi elime alırdım.
Benim için o zaman kötü kitap yoktu, her bir harfe
imrenirdim. Evet, kitap yazan insan bana Puşkin,
Tolstoy gibi görünürdü. Maalesef sonra çok az kutsal, fakat kayıtsız yazılmış kötü kitapların daha çok
olduğunu anladım. Ölgün olsa da şöyle bir düşünce söylemek istiyorum: Biz, kitapla yazar hakkında
çocukken oluşmuş saygımızı kaybetmeden kötü
kitaplar olmaz ümidini şimdi de besliyorum. Bizim
kitaplarımızın şimdiki okuyucuları en başta, kendisinin estetik, edebî fakirliği ve yamasıyla hayal kırıklığına uğratmaması gerekir. Yazar geçinenler çoğaldı.
Bazen “İnostrannaya literatura” (Yabancı Edebiyat)
dergisinin indeksine bakıp dünyada romandan daha
çok bir şey yok diye şaşırıyorum. İspanya’da mesela
yılın en güzel romanına ödül vermek için 150 roman
okumak gerekiyor. Bunların bir tanesi insanlığın
aklında kalsa iyidir. Hayatı, geçimi olduğu gibi
kopya eden sönük kitaplar hâlâ oldukça fazla.
Size dünya edebiyatıyla yarışmanın yolu nasıl
açıldı? Onların üzüntüsünün yok olması iç sebeplerden mi?
Bana göre herkesin elinden gelen işi yapması gerekiyor. Kendisini insan olarak hisseden, elinden ne
geldiğinin muhasebesini yapması zaruri… Dünyada
oldukça fazla yazar var. Onları bir seviyede kaliteli
yazmaya zorlayamazsın. Ancak felsefe, düşüncenin
temelidir diye düşünüyorum. Geçim, hayat geçer;
ama ruh dünyası kalır. İnsanın ruhu bu; en temel şey,
bu yüzden bizim kendimizi ruh olarak göstermemiz
gerekiyor. Eğer İncil’de onunla, düşünceyle yazılmış
genelleme olmasa şimdi bu kadar edebî ve ruhi zenginlik olur muydu? Eğer ondaki, o zamandaki hayat,
geçim, o zamanki günlük hayat tasvir edilse o zaman o, hiçbir zaman kullanılmazdı. Çünkü geçim,
insanlar, şartlar değişir insan ruhu kalır. Hayat ve
ölüm meselesi, aşk ve cefa çekme meselesi, kötülükle
mücadele meselesi yaşar. Bunlar kalır, çünkü edebî
problemler. Dünyada insan ne kadar yaşarsa bunlar
da o kadar kalır. Bunlar hakkında fikir yürütmek,
yazmak herkese yeter. İnsan ruhuna büyük felsefî genellemeye ulaşma yolunda bana göre bizim dünyaya
bakışımız, kendimizi aşmamız için öz, güzel kitaplar
olabilir, olması da lazım.
Yazarlarla kitapsever derneklerin kuruluşlarının bir araya gelip çalışması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Son zamanlarda kitapseverlerle yazarların irtibatı
güçleniyor, görüşmeler oluyor. Bu görüşmelerin, buluşmaların ilginç muhtevalı olması için, kitapseverlerin gönül dünyasına bir şeyler katacak seviyede yapılmasına yardım etmek gerek. Kitapseverin sıradan
okuyucudan ayrılması gerektiği düşüncesindeyim.
Kitapsever, edebiyat tarihini, herhangi bir kitabın,
nadir kitapların değerini bilen, geçmiş devirlerin kitapların, anlamının neyde ve nasıl olduğunu bilen
insandır. ■
60
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
1980 kuşağı şiirinde gelenek etkisi
BÂKİ ASİLTÜRK*
T
anzimatla başlayan edebiyatta yenileşme
döneminde ve sonrasında yaklaşık elli yıl,
XIX. yüzyıl sonlarına kadar ciddi bir gelenek tartışması olduğunu söylemek zordur. Halk şiiri
üzerinden geleneğe dönüş 1890’larda Rıza Tevfik ve
asıl olarak da 1910’ların başlarında Ziya Gökalp ile,
divan şiiri üzerinden geleneği yaşatma düşüncesi ise
1910’ların ortalarında Yahya Kemal’le hayat bulmuştur. Rıza Tevfik, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’in tekil
çabaları sonuç vermiş ve Cumhuriyet döneminde Asaf
Hâlet Çelebi, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, Hilmi
Yavuz gibi şairler gelenekle doğrudan bağlantısı olan
poetikalar ortaya koymuştur. Bu şairlerin yarattıkları
zengin birikimin de etkisiyle gerek halk gerekse divan
şiiri gelenekleri 1980’lerde eser vermeye başlayan şairlerin gündeminde olmuştur.
1980 Kuşağı şairleri her şeyden önce şiirin birikim
ve donanım işi olduğu konusunda hemfikir gibidirler.
Bu birikim ve donanımın sağlanmasında en kestirme
yol, onlar için, geleneğe bakmak, iyi şairlerin yapıtlarını okumak ve onlar üzerinde düşünmektir. 1980
Kuşağı, geleneğe bakışta bir reddiye içinde olmamış,
bilakis Türk şiiri tarihini bütün olarak ilgi alanında
tutmuştur. Antolojide yeri olan her şair, bu kuşağın
pek çok üyesi tarafından, iyi şiir dışında herhangi bir
ölçüt kullanılmadan değerli görülmüştür. Kuşak şairleri, kendi şiir anlayışlarına göre bir yandan Türk şiirinin iki büyük geleneği olan divan şiirini ve halk şiirini,
bir yandan da Cumhuriyet dönemi şiirinin sembolist
ustalarını ve İkinci Yeni şairlerini ciddi etütlerle okuDoç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Öğr. Üyesi.
muşlar, poetik birikimlerini böylelikle biçimlendirmişlerdir. Kabaca bakıldığında imgeci şairler Ahmet
Haşim’i ve İkinci Yeni’nin ustalarını önemserken, mistik-metafizik yönelimli şairler, daha çok, metafizik geleneğe dâhil olan Şeyh Galib, Sezai Karakoç gibi şairleri benimsemiştir. Folklorik anlayışı sürdürenler halk
şiirine, şiirin yapılan bir şey olduğu düşüncesini taşıyanlar ise Yahya Kemal’e, Behçet Necatigil’e, Hilmi
Yavuz’a yönelmiştir. Bir başka yönden argo söyleyişi ve
alt kültürü benimseyen şairlerin Amerikalı beatnik şair
Ginsberg’i, Can Yücel ve Ece Ayhan’ı; anlatımcı şiiri
savunanların Anglo-Sakson geleneğini sürdüren bazı
İngiliz şairlerini, Yahya Kemal’i ve Atillâ İlhan’ı referans aldıkları görülmüştür.
Eleştirmen Mehmet H. Doğan, 1980 Kuşağı şairlerinin geleneğe ve kendilerinden önceki kuşaklara bakışları üzerinde dururken bu şairlerin, kendilerinden
önceki kuşakları şiir ölçütüyle titizlikle incelediklerini,
yapıtlara eleştirel bir gözle bakarak önceki kuşakların
şiirinden hız aldıklarını belirtir. Buradaki önemli nokta, reddiyecilik yerine genel bir kabulle hareket edilmiş
olmasıdır. Bunun sonunda 1980 Kuşağı şairleri geçmişteki şiir zenginliğinin farkına varmış, eskiyi reddetmeyen, onunla barışık tutumla şiir yazarken kendi
şiirinin yolunu da bu birikimle açmıştır.[1]
1980’lerde imge şiirinin önemli temsilcilerinden
Tuğrul Tanyol, 1980 Kuşağı içinde gelenekle ilişkiyi
ilk kurcalayan şairdir. Geleneği değerlendirirken sadece divan şiirine bakmayan, böylelikle dar bir bakış açsına saplanıp kalmaktan kurtulan Tanyol, geleneği şiirin
1. Mehmet H. Doğan, “Şiir: 1980-1990”, Varlık, S. 998,
Kasım 1990.
61
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
tarihsel birikimini olarak görür. Şiirin yenilik arayışları
üzerinde dururken gelenekle mutlaka ilişki kurulması
gerektiğine işaret eder: “Gelenekten yararlanmayan,
onunla eklemlenmeyen hiçbir şiir yeni olamaz. Yeni
neye göre yenidir? Bir referansı olması gerekir. Yenilik
Batı’dan kopya değildir, ona taklit denir. Yenilik geleneğe bağlanarak onu ileriye götürmektir. Bizde nedense gelenek ve modernizm karşıtmış gibi göründü hep;
tutuculukla eş sayıldı. Neyse ki bu düşünce biçimi
şimdi değişiyor.”[2] Batı’nın retorikle uğraştığı dönemlerde bizim şiirimizin lirik bir şiir olduğunu belirten
Tanyol, geleneği biraz daha açıkladığı söyleşisinde geleneğin tanımlanmasında bu kez tarihsel çizgiyi öne
alır, modern zamanların oluşturduğu geleneğe odaklanır. Buradaki önemli nokta, sonraki yıllarda yetişen
pek çok şaire de yol gösterici olan geniş bakış açısıdır,
yeni dönemlerin geleneğini göz ardı etmemektir: “Şiirimizin iki büyük geleneği var: Divan ve halk şiiri.
Cumhuriyet ideolojisi halk şiirini öne çıkardı, dildeki kopuş divan şiirinden uzaklaşmamızı getirdi. Oysa
birisi yerleşik, kentli bir şiir, öteki ise kırsal bir şiirdi.
Çağdaş şiir ise halk şiiri ile Batı şiiri arasında bir sentez oluşturmaya çalıştı. Çağdaş şiirimiz de bir gelenek
oluşturmuştur. Türk şiiri son kırk yıl içinde büyük bir
Rönesans yaşamıştır. Ben divan şiirinden bilinçli bir
yararlanma olabileceğini düşünmüyorum. Yani kimseye gidin aruzla şiir yazmayı deneyin diyemem. Ben
bunu okuma ve zevk alma biçiminde anlıyorum. Şiir
ondan nasıl yararlanacağını kendisi bulacaktır. Şiirimizdeki lirizmin, hüznün kaynağı oradadır; dize işçiliği, kısa ve yoğun şiir, mazmunlar düzlemini aşan bir
imge dünyası...”[3] Tuğrul Tanyol, zihinlerde yerleşmiş
anlamıyla geleneğe yaslanan, gelenekçi bir şair değildir. Geleneği dil içinden kavrama yanlısıdır. Türkçeyle
yazmış her iyi şairin kendi geleneği içinde olduğunu
sezdirir konuşmalarında: “Benim şiir üzerine yazdığım
ilk ciddi yazı ‘Şiirde Gelenek Sorunu’ idi. 1981’de Yazko Edebiyat’ta yayımlamıştım. O günlerden bugüne
yansıyan en moda konu da gelenek oldu. Geleneği
bu kuşak keşfetmedi. Her iyi şair bir gün gelir kendi
geleneğinden çıkış arar. En modernist şair için bile geçerlidir bu. Benim geleneğe bilinçli bir bakışım olmadı aslında. Yani, ‘gelenekten nasıl yararlanabilirim’ diye
bir soru sormadım hiç kendime. Eğer benim şiirim
geleneğe yaslanıyorsa, bu kendiliğinden oldu. Çünkü
2. Tuğrul Tanyol, “Söyleşi: Tuğrul Tanyol ile 80’li Yıllar
ve Şiiri Üstüne”, Gösteri, S. 112, Mart 1990.
3. Tuğrul Tanyol, agy.
ben hep Türk şiiri içinden hareket ettim, modalarla
taklitle işim olmadı. İyi bir şiir okuru olmaya çalıştım,
şiiri daha yazmaya başlamadan sevdim.”[4]
Kuşağın bir başka şairi Haydar Ergülen kendi şiiri
bağlamında gelenekle ilişkiyi yorumlarken Tanyol gibi
geniş bir bakış açısıyla hareket eder, nerelere odaklandığını ise kişisellik, tasavvuf ve ses bağlamlarında dile
getirir: “Gelenek meselesinden yola çıkarak bence yalnız bir büyük şiir geleneği değil, ayrıca insanın kendi
geleneği de kişisel geleneği de önemli burada. Daha
doğrusu ben içinde yetiştiğim kültürün yani AleviBektaşi kültürünün sesini aldım. Yani oradaki tasavvuf
şiiridir, halk şiiridir, nefeslerdir, deyişlerdir, ben onlarla
büyüdüm. Kulağımda onlar vardı.”[5]
İhsan Deniz, gelenekten yararlanmanın, geleneğe
bakışın nasıl olması gerektiği hususunda kendi poetik
yaklaşımını açıklarken şekilde ve dış yapıda kalmayıp
derinden anlayabilme, gelenekte varolanın zenginliğini kavrayabilme noktasına vurgu yapar: “Ben, gelenekle bağ kurmayı, o şiirin salt formel özelliklerini,
mısra yapısını, veznini, kafiyesini vs. bugünün şiirine
monte ederek bir ilişkilendirme örneği olarak görmekten yana değilim. Gelenekle bağ kurmayı, bizden
önceki şairlerin şiirinde varolan şiir dünyalarına nüfuz
etmek, o dünyaları kavramak, şairlerin şiir ufkuna vakıf olmak, poetik görüş ve düşüncelerini özümsemek
biçiminde anlıyorum. Dün yaşamış bir şairi ‘anlamak’;
öncelikle şairin eserinde ortaya koyduğu ‘dünya’yı
çözümlemek, şiir ideallerini sezinlemek, o şairin şiir
tarihi içindeki yeri ve önemini tespit edip, değerlendirmekten ve günümüze sarkan şiir tortusunu yaşatarak,
yeni nesillere aktarmaktan geçiyor. Bence bir şair gelenekten, bu yolla beslenebilir.”[6]
Metin Celâl’in gelenek anlayışı tarihsel bir zenginlik biçimindedir. Geleneği var eden şairleri dünya görüşlerine, şiir çizgilerine, bulundukları şiirsel konuma
göre değil Türk şiirine kazandırdıkları bakımından ele
almanın gerekliliğine inanır. Yeniliğin mutlaka eskiyle,
gelenekteki birikimle gerçekleştirilebileceğini söyler.
Burada sadece Türk şiiri ve kültürü değil, insanlığın bütün bir geçmişi önem kazanmaktadır: “Öncü
olmak, ileri adım atmak, yeni olmak isteyen her şiir
anlayışı 600 yılı aşkın insan kültürü ve düşüncesinin
4. ___________, “Söyleşi: Şiir Yazamadığım Gün İntihar
Edebilirim”, Cumhuriyet Kitap, S. 281, 6 Temmuz 1995.
5. Haydar Ergülen, “Söyleşi: Türk Şiiri Üzerine”, Üç
Nokta: İÜ İşletme Kültür Kulübü Dergisi, S. 7, Kış 2003.
6. İhsan Deniz, “Orta Sayfa Sohbeti: Genç Türk Şiirinin
Nitelik ve Yönelişleri”, Dergâh, S. 52, Haziran 1994.
62
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
tüm değerlerini kendinden saymak, benimsemek
durumundadır. Geçmişi olmayan hiçbir düşüncenin
geleceği olamaz. Şiirle ilgili olduğumuza göre onun
tüm tarihini kendi bakış açımızla yeniden gözden geçirmek, gerekirse eleştirmek ve varolan tüm olguları ait
oldukları yere koymak zorundayız. Bu nedenle Türk
şiirinin divan ve halk edebiyatından başlayarak okunmasını, değerlendirilmesini savunuyoruz. Geçmişte ve
günümüzde varolan şiir anlayışlarının, akımlarının ve
kuşaklarının en önemli eksiğinin geçmişten ve gelenekten kopuk olmaları olduğunu ısrarla söylüyoruz.”[7]
Mehmet Ocaktan, 1980 Kuşağı şairlerinin gelenekle kurduğu bağlantıyı ve kök sorununu ele aldığı
yazısında “geleneksel Türk şiirinin geniş dünyası”nı
gündeme almak gerekliliğine işaret eder. Gelenekten
ne anladığını da dile getiren şair geleneğin yalnızca geri
dönüş olarak algılanmasına karşıdır, geleneğin bir öz
olarak anlaşılmasını ister. Şairin, poetikasını kurarken
geçmişle hesaplaşmasının doğru olacağını, kendi özünü modernliğin bozucu etkilerinden uzak tutmasının
gerekliliğini vurgular, bu durumun 1980 Kuşağı şairinin kuracağı şiire özgürlük sağlayacağını belirtir: “İmgeyi önemseyen, dilin şiirdeki sınırsız kullanım olanaklarını arayan 80’li yıllar şairleri kendilerine bir ‘kök’
bulma problemiyle karşı karşıyalar bugün. Kuşkusuz
bu problem, özlü bir birikime sahip olan geleneksel
Türk şiirinin geniş dünyası dışlanarak çözülemez. Hemen belirtmek gerekir ki, burada gelenekle amaçlanan
kuru ve görüntüsel bir geri dönüş değil, pırıltılı bir
‘öz’ün ve ‘aşk’ın vurgulanmasıdır. Bir bakıma modern
şiirin gövdesinde, aynı izlerden geriye dönerek çağdaş
bir aşk arama sorunu. Yahya Kemal’in de belirttiği
gibi, ‘Şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir,
yalnız aşk eskimez, her dem tazedir.’[8] 1980’lerden
90’lara akan süreçte poetik sürekliliği sağlayabilmenin
Türk şiirinde geçmişten gelen doğrusal çizgiyi korumaktan geçtiğini belirten şair, şiir yazma etkinliğinde
aynı şiirsel damara bağlı kalınması, geleneğin özünün
açımlanması ve çeşitlendirilmesi gerektiğini ileri sürer.
Geleneğe daha çağdaş ve coşkulu bir dille sahip çıkmak, onun için önemlidir. Ocaktan, geçmişe dayalı
bir sürekliliğin ayaklarının yere daha sağlam basabilmesinin, şiirsel bir yenileşme sağlanabilmesinin metafizik geleneğe dayandığı düşüncesindedir
Poetik açıdan kendisini Ahmet Haşim ve Yahya Kemal üzerinden Necatigil-Hilmi Yavuz çizgisine
bağlayan Osman Hakan A.’nın geleneğe bakışı daha
eskilere gider. Her ne kadar, yazarken, belli bir çizgiyle
kendisini sınırlasa ve o sınırlar içinden konuşsa da dil
ve kültür tarihimizin köklerinin farkındadır: “Dilimizin dünya üzerindeki varlığının, bin yıldan çok daha
gerilere gittiği düşünülecek olursa, bizim kültürümüzde şiirin öneminin büyüklüğü kendiliğinden anlaşılabilir. Medeniyetimizse, ancak eski Yunan, Roma, Mısır, Çin, Hint ve İran medeniyetleriyle kıyaslanabilecek büyüklükte, tarihin en eski 8-10 medeniyetinden
biridir.”[9]
1980’lerin geleneği önceleyen şairlerinden Vural
Bahadır Bayrıl, kuşak şiirinde geleneğin önemine ve
poetik duruştaki rolüne değinirken bir zemin oluşturma bağlamında geleneğe dönüldüğünü ileri sürer:
“80’li yıllar şiiri; önce bir saflık ve iyi niyet olarak sonra
ise giderek şiddetini artıran yarı-bilinçli bir tutku, aşk
hâli, şiirin bir tür ‘ontolojik savunma hattının’ kurulması girişimidir. Türk şiirinin, altından çekilen kültürel zeminin yeniden keşfedilmeye çalışılması, o zeminin aranması ve yeniden inşa edilmesi girişimidir. Hiç
kuşkusuz ki, gelenek kavramı, böyle bir zeminin yeniden inşasında belirleyici rol oynayacaktır. Elbette burada söz konusu olan, yazınsal dahası şiir geleneğidir.”[10]
Bayrıl, Melek Geçti (1992) kitabı üzerine 2000’lerde
kaleme aldığı bir açıklamada kendi özelinde, geleneğe
dönüşte şiire başladığı dönemlerin sosyolojik, yazınsal
yapısının da etkisi olduğunu duyumsatır. Bu açıklamada dikkat çeken nokta, şiir ile dil arasında, dile
dayalı arayış arasında kurulan ilişkidir, geleneğin kaynaklar ve dil üzerinden yapıldığının vurgulanmasıdır.
Bayrıl’ın şiirinin daha çok, dil içinden gelişen bir şiir
olduğu hatırlanırsa, şairi bulunduğu noktaya getirenin bu arayışın sonucu olduğu kayda geçirilecektir:
“(1980’ler) enkazından kurtarabildiklerimle yarı rüya
hâlinde bir tür simya işlemine girişmiştim. Dil ile yapılan bir tür simyacılık. Bu ister istemez beni Türkçenin
değişik hâllerine götürdü. Tabii ki Türkçenin dehasının en kristalleştiği alanın, Türkçenin ebedi ve ezeli
prensi şiirin hem ruhsal hem dilsel hem de sezgisel arkeolojisine. Yolum ustalara çıktı. Gerek Şark’ın gerekse
Garb’ın ustalarına.”[11]
7. Metin Celâl, “Niçin Yeni Türk Şiiri”, Yeni Türk Şiiri,
Çizgi Yay., İstanbul 1999, s. 12.
8. Mehmet Ocaktan, “80’li Yıllar Şiirinde Yeni Arayışlar
ve ‘Kök’ Sorunu”, Yönelişler, S. 46, Mayıs 1990.
9. Osman Hakan A., “Şiirsizleşen Türkiye Şairsizleşen
Şiir”, Gösteri, S. 280, Mayıs 2006.
10. Vural Bahadır Bayrıl, “İmge Panayırı”, Est&Non, S.
2, Ocak-Şubat 2000.
11. Vural Bahadır Bayrıl, “Hatırlıyorum ya da ‘lo mi
63
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Mehmet Yaşın’a göre gelenek tarihsellikle birlikte
düşünülmesi zorunlu olan bir kavramdır. Bu ise yeni
zamanlarda sağlam temellere oturmayan bir anlayıştır: “Gelenek’, ‘miras’, ‘kimlik’ vb. kavramlarla belli
bir dildeki ya da ülkedeki şiir ve edebiyata merkezîlik,
teklik, süreklilik kazandırmaya çalışmak, ulusçuluk
çağıyla başlamış eski bir modern ‘gelenektir’. Böylece
son yüzyılın ulusal şiirine, bugünkü ulusal sınırlar ile
ulusun kolektif bilincini koruyup geliştirmek amacıyla kökleri taa ilk çağlara varan bir edebiyat tarihi
uydurulmuştur.”[12] Geleneğin ancak sistemle ilişkilendirildiğinde bir anlam ifade ettiğini söyleyen Mehmet Yaşın, meseleye bu açıdan yaklaşır: “Gelenekten
yararlanmak bir anlamda mevcut sistemin öne sürdüğü ‘biz’ kavramını doğrulamak ya da yalanlamak işlevi görür. Kolektif bilince ya da aidiyet duygusuna ya
da ortak-kimliğe dayanmayan, bunu önermeyen bir
gelenek düşünülemez.”[13] Yaşın’ın itirazlarından biri
de 1980’lerde gelenek kavramının tek tip bir gelenek
anlayışı üzerine kurulduğu yönündedir: “Ortada ne
bir tek Akdeniz, ne bir tek Türkçe şiir, ne bir tek ‘80
Kuşağı’, ne bir tek gelenek var. O nedenle, kimse, kendi kimlik tarifine uygun ‘şiir mirasını’ genel geçer bir
doğruymuş gibi herkese dayatmaya ve şair-bireyi içindeki ‘hayat çizgisinden’ koparıp yeni ‘gelenek’ modalarının ardından sürüklemeye ve böylece başkalarını da
kendi aidiyet bağlarıyla bağlamaya kalkışmasın...”[14]
Yaşın’ın, 1980’lerde tek tip bir şiir anlayışının olmadığını söylemesi doğru bir yaklaşımdır; ne var ki kuşağın
önemli şairlerinin tek tip bir gelenek anlayışını önerdikleri söylenemez, hatta önemli bir kısmı geleneği
çok renkli sayfaları olan bir antoloji gibi görür.
Anlatımcı şiirin kuşak içindeki önemli temsilcisi
Şavkar Altınel, geleneğe sağduyulu ve serinkanlı yaklaşımla bakarak konunun iki yönlü olarak değerlendirilmesi taraftarıdır. Geleneği ne fazlaca öne çıkarmaktan
ne de büsbütün yadsımaktan yanadır; onun istediği,
geleneği “doğru yorumlamak”, iyi değerlendirmektir.
1980’lerdeki gelenek tartışmalarına değinirken gelenekteki örneklerin doğru yorumlanması gerektiğini
vurgular: “Bugün Türk şiirinde ‘geleneğin’ bir kez daha
gündemde olduğu bir gerçek. Birçok şairimiz ‘gelenekle hesaplaşmak’tan, ‘gelenekten yararlanmak’tan,
‘geleneği yeniden değerlendirmek’ten söz ediyor. ‘Gericordo’”, Kitap Zamanı, S. 66, 4 Temmuz 2011.
12. Mehmet Yaşın, “Gelenek mi? Kimin Geleneği?”,
Poeturka, Adam Yay., İstanbul 1995, s. 68.
13. ____________, age, s. 68.
14. ____________, age, s. 82.
leneğin’ doğru yorumlandığında yaşayan bir güç olabileceği kadar, yanlış yorumlandığında ölü bir kalıp
da olabileceğini düşünüyorum.”[15] Geleneğe bakış
stilleri üzerinden Eliot’la Yahya Kemal’i karşılaştıran
ve Eliot’ın geleneğe bağlılığını yapı üzerinden yorumlayan şair, ulaştığı sonuçla aslında 80’lerde, 90’larda da
geleneğe nasıl bakılması gerektiğini, hayattan kopmanın gelenekle ilişkiyi yapaylığa düşüreceğini sezdirir:
“(Yahya Kemal’in divan şiirine) karşı duyduğu kuşkular sonunda, garip bir şekilde, gelenekle Eliot’ınkinden
daha derin ve sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlamıştır.
Eliot bir kez geleneğe bağlanmaya karar verdikten sonra kendini bütünüyle geleneğin kalıplarına verip şiirini
eski şairlere göndermelerle doldurmaya başlar. Yahya
Kemal ise geleneğin bir türlü ısınamadığı kalıplarını
bir kıyıya itip bunların ardında yattığını düşündüğü
büyük lirik ruha, yani kimi şairlerin kimi dizelerinde
gördüğü, hayata gerçek bir duygunun ışığında bakma
gücüne eğilir ve kendi şiirini de bu güçle doldurmak
ister. Başka bir deyişle Eliot’ın hayatta değil geleneğin
‘sözcüklerinde’ aramak istediği şiiri Yahya Kemal gene
hayatta arar.”[16]
Altınel, yazılarında şiirden ne anladığını dile getirirken hangi şiir geleneklerini kendisine yakın gördüğü üzerinde de durmuştur. Şairin geleneğe veya bir şiir
tarihine bakışı aynı zamanda şiirden ne anladığını da
göstermesi bakımından önemlidir: “İngiliz şiiri bize
yaşadığımız hayatı gösteren bir şiir, bizi bu hayattan
alıp bambaşka bir dünyaya götüren bir şiir değil. Ama
böyle bir kurtuluş, kaçış, değişiklik, sarhoşluk sunmak
bence zaten şiirin işlevi olamaz, olsa olsa alkolün işlevi
olabilir. Şiiri bir uyuşturucu olarak kullanmak alışkanlığına kapılmamış olanlar için burada süssüz, gösterişsiz, ama gerçekten güzel bir şiir var. Tıpkı makyajsız da
güzel olabilen çünkü zaten çok güzel olan insanlar gibi.
Bu şiiri biraz olsun tanıma olanağı bulan kimsenin
onun büyüsüne kapılmayacağını düşünemiyorum.”[17]
Anlatımcı şiirin bir başka temsilcisi olan Roni
Margulies, dönem şiirinin gelenekle ilişkisine değinirken Türk şiirinin iki çizgi üzerinde geliştiğini, bu
gelişmede hakiki şiir olanla olmayanın yan yana yaşadığını belirtir. Bu iki anlayış arasına keskin bir hat
15. Şavkar Altınel, “Yahya Kemal, T. S. Eliot ve
‘Gelenek’”, Adam Sanat, sayı 182, Mart 2001. (Aynı yazı
için bk. Şavkar Altınel, Soğuğa Açılan Kapı, YKY, İstanbul
2003)
16. Şavkar Altınel, agy.
17. ___________, “Kuzeyde Bir Adadan Sesler”, Soğuğa
Açılan Kapı, YKY, İstanbul 2003, s. 113.
64
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
çeken Margulies, şiir geleneğinde kendi tercihini nasıl
yaptığını da açıklar: “Türk şiirinde gerçek anlamda iki
gelenek vardır: Bunlardan biri benim şiir saymakta
zorluk çektiğim için isim takmaktan da çekindiğim
bir gelenek. Ama tanımlamak zor değil. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle ‘kelime zevkinden dil zevkine
çıkamamış’, ‘büyük bir tarafıyla oyunda kalan’, Agâh
Sırrı Levend’in sözleriyle ‘beşerî hisleri terennüm edecek genişlikten mahrum, insan ruhunun bin bir çeşit
kararsızlıklarını, ümitlerini, saadet ve ıstıraplarını tahlil
ve ifade etmek hususunda kifayetsiz’ bir şiir geleneği.
Kelime, biçim ve zekâ oyunlarına düşkün olan, bu
oyunlara verdiği önem nedeniyle şiirin güzelliğini bütünde değil oyunun çarpıcılığında bulan bir gelenek.
Dilden ziyade kelimeye, bütünden ziyade oyuna (ve
oyunu içeren dize veya beyte) ağırlık verdiği için, şiirin
ne ifade ettiğiyle ilgilenmeyip nasıl ifade ettiğiyle ilgilenen bir gelenek.”[18] Margulies bu sözleriyle aslında
1980 Kuşağı şairlerinin büyük bir kısmının önemle
üzerinde durduğu divan şiirini ve Ahmet Haşim şiirini
kastetmekte ve dolayısıyla 1980’lerde yaygınlaşan imgeci anlayışa eleştiri yöneltmektedir.
Ali Günvar, “demir leblebi” olarak değerlendirdiği
gelenek tartışmalarının dünya ölçeğinde T.S. Eliot’ın
meşhur yazısından[19] sonra başladığını belirtir ve geleneğin nasıl algılanması, gelenekten ne anlaşılması gerektiği konusunda söz alır. Tuğrul Tanyol’un yukarıda
üzerinde durduğumuz yazısından sonra, 1980 Kuşağı
içinde gelenek hakkındaki yazılar içinde yetkinliğiyle
öne çıkan makalesinde Günvar, geleneğin “ideolojik”
değil “kodlar” bağlamında ele alınması gerektiğini
savunur: “Aslında gelenek dediğimiz husus, bir anlamıyla da, bir sanat dalının malzemesi ve dilinin en
doğru, güzel ve ifadeli kullanılmasının kodları olsa gerektir. Bütün diğer sanatlarda olduğu gibi, edebiyatta
ve özellikle de şiirde sanatın ana malzemesini ve aynı
zamanda içinde neşvünema bulduğu ortamı oluşturan
dilsel kodların bireysel kullanımında zihinsel veriler ile
bu verilerin ifade edilmesi arasında ciddi ve çok önemli bir mesele vardır. Zihinsel ve duygusal tasarımın
kâğıda dökülmesi ve dışa vurum (expression) hâline
gelebilmesi son derece karmaşık bir mekanizma olup,
bu mekanizmanın yetileri ve işlerliği sanatçı tarafından sağlanması, sürekli çalışma ile ayakta tutulması
18. Roni Margulies, “İngiliz Şiiri ve Türk Şiiri”, Şiir
Yahudilik Vesaire, Kanat Yay., İstanbul 2004, s. 77-78.
19. Bk. T. S. Eliot, “Gelenek ve Şair”, Edebiyat
Üzerine Düşünceler, KTB Yay., Ankara 1983 (çev. Sevim
Kantarcıoğlu)
ve geliştirilmesi gereken hususlardır.”[20] Günvar’ın bu
iddiaları eğer 1980’lerin başlarında yayımlanmış olsaydı muhtemelen farklı ve ilginç tartışmalara zemin hazırlayabilir, dönem şairlerinin gelenek algısı üzerinde
etkili olabilirdi. Ali Günvar’ın 1980’lerde “gelenekten
yararlanma” kavramlaştırmasıyla çokça tartışılan bir
konuda kendisine özgü bir yaklaşım ortaya koyması
önemlidir. Bu önem, yazıdaki, “Günümüzde geleneksellik denilince, çoğunlukla, birkaç yüz yıl öncesine
ait birtakım kelime ve ibareler kullanılması kolaycılığı
anlaşılmaktadır.”[21] itirazından gelir. Gelenekle ilişkiyi
gelenekten görünür şekilde ve biçimsel yönelişle yararlanma olarak görmez. Bu ilişkiyi daha gizli/gizemli
ama aynı zamanda daha organik düşündüğü açık olan
şair, geleneğin sanatsal üretimde yönlendiriciliğinin
“zihnin dilsel aktarımı”yla mümkün olacağını ileri sürer. Bu tutum, kuşkusuz, modern şiirin kazanımlarını
neredeyse hiçe sayması bakımından eleştirilmesi gereken, ama bir yandan da gelenek algısına yetkin bir
kapı açması yönüyle kuşak şiiri içinde ilgiye değer bir
yaklaşımdır.
1980’lerde en çok tartışılan konulardan biri de gelenektir. Türk şiirinin zengin geleneği, bu yıllarda sığ
ve sınırlı bir bakışla değil, geniş bir açıdan değerlendirilmiştir. 1980 Kuşağı’nı meydana getiren şairlerin
geleneğe kayıtsız kalmadıkları, varolan şiir birikimiyle
bir şekilde ilgilendikleri hem kendi ifadelerinden hem
de şiirlerinde ortaya koydukları tarihsel bağlılıklardan
anlaşılmaktadır. Saf gelenekselci bazı şairler, 1980’lerde divan şiiri üzerinden bir gelenek söylemi geliştirseler de kuşağın kahir ekseriyeti geleneği bütün yönleriyle değerlendirmiş, modern zamanlarda yaratılan
şiirsel verimden de yararlanmıştır. Bununla birlikte
arada yaklaşım farklılıklarının olmasını doğal karşılamak gerekir; çünkü bu şairler kimi zaman tek tek kimi
zamansa gruplar halinde belli şiir anlayışlarının savunucusu olmuşlar, inandıkları şiirin geçmişten gelen
birikimini birbirleriyle tartışıp çatışarak da olsa, Türk
şiirinin kazanımı olarak görmüşlerdir.■
___________________________
(NOT: Makalenin yazılışında ‘Türk Şiirinde 1980
Kuşağı’ adlı kitabımın ilgili bölümünden yararlandım.)
20. Ali Günvar, “Ve Gelenek”, Gösteri, sayı 255, Ocak
2004.
21. Ali Günvar, agy.
65
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Edebiyatta geleneğe yaslanmak
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
Ş
iirimiz 21. asra üç ayrı kaynaktan beslenerek girdi. Bunlardan ilki ve en eski olanı
“Halk Şiiri” geleneğidir. Eski şiir örneklerimize bakıyoruz, bunların tamamı halkın kendi
duygularından doğan irticalen söylenen mısralar…
İlk şekilleriyle saz eşliğinde terennüm edilerek söylenen bu şiirler, zamanla hususileşerek ağıt, ninni,
mani şeklinde ortaya çıkmış, daha sonra halk şairleri
tarafından “koşma” tarzında geliştirilerek bir millî
vezin şeklini almıştır. Bu tarzı günümüzde devam
ettirenler çoğunluktadır. Halk âşıkları, bu tarzı sazlarıyla besleyerek yaşatma çabası içerisindeler. Ayrıca, saz çalıp söylemeden de bu şiirimizin örneklerini
verenler hayli fazladır. Zaman zaman çok da kaliteli
şiirler görmekteyiz. Son asır içerisinde, bunların en
yetkin iki örneğinden söz edebiliriz. Saz şairlerinde
Âşık Veysel, geleneksel koşma tarzında ise Abdurrahim Karakoç bu şiir damarını geleceğe daha sağlıklı
bir biçim ve muhteva ile taşıyacak güzel eserler verdiler…
Burada Âşık Veysel üzerine bir tespitimi arz etmek isterim. Onun saz çalarken dondurulmuş bir
profilini düşünün. Bir noktaya odaklanmış, hafif
öne eğik bir baş, elinde sazı ve söylüyor: “Sen bir
ceylân olsan, ben de bir avcı, / Avlasam çöllerde saz
ile seni. / Bulunmaz dermanı, yoktur ilacı, / Vursam,
yaralasam söz ile seni…” Saz’ın ve söz’ün gücünü
anlatan müthiş bir kıta. Şairin güçlülüğü işte bu iki
unsurun arasında. Zaten şairi kendinde güvene götüren yanı da burası.
Bizim şairlerimiz halk şiirinde iç mutluluğu çev-
resiyle bölüşmek isterken sazı aracı yapmışlardır. Şamanlar da İslam öncesinde Türk topluluğu için aynı
şeyleri söylüyordu. Onlar da kopuzlarını bağırlarına
çekip hikmetli sözlerle kul ile yaratıcı arasında köprü
oluyorlardı. Sözün gücü ilk insandan bu yana niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden devam edegelmiştir.
Bu gücü, şair kendine güven duygusuna dönüştürerek ruhi bir rahatlığa ulaşmaktadır. Halk muhayyilesinin sağdığı bu geniş imkânı başarıyla kullananlar
yalnızca kendilerinin ve kendi dönemlerinin değil,
daha sonraki dönemin insanlarının da müşterek dili
ve gönlü olmuşlardır.
T.S.Eliot, “Gelenek çizgisinde olan eser gerçekten
bir sanat eseri ise, aynı medeniyet içerisinde yaratılmış
bütün eserlerin oluşturduğu organik bütün içinde yer
alacaktır.” der, Ona göre, geleneğe bağlı olan bir şair,
yalnız çevresel olan insan tecrübesinin değil, geçici
olanın da şuurundadır. Bizim ana şiir damarımız
oluşu bakımından, halk şiiri tamamıyla sözü edilen
bu tür bir geleneğin imkânlarını kullanmaktadır.
Halkın bir anlamda iç müziği olan bu şiir, onun rahatlamasını sağlayan bir gevşetici ilaç gibidir. Bunun
yanında, şiirin bir de ahenkli sese dönüştürülmesi
vardır. Bunlar türkülerimizdir.
Türkülere dikkat eder misiniz? Onların hemen
tamamına yakınında halk şiir geleneğinin bütün
özelliklerini bulursunuz. Vezin vardır, kafiye vardır,
kıtaların redif düzeni vardır. Şiirin ilk etkisini sağlayabilmek için insanın kulağına ninni şeklinde sunulması, şaşırtıcı bir uzlaşmayı sağlar. Bu uzlaşma önce
söyleyenin kendisinde oluşur. Gönlü ile aklı arasın-
66
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
da önemli bir bağ kurar ve arkasından başkalarının
gönlüne ve aklına uzanır. Bizde bu öyle bir çarpıcı güzellik kazanmıştır ki, anne şefkatini dilinin ve
gönlünün birleştiği manilerde çocuklarına aktarmış
ve orada bu ninniye dönüşmüştür. Ninni, çocuğun
o saf zekâ coğrafyasına düşen ilk insan sözüdür. Yumuşak bir söz ve kuşatıcı bir ahenkle kucaklar bebeğin dünyasını. Anne şefkatinin o sınırsız heyecanı
içerisinde yavrusunun yüzüne bakar ve inilti hâlinde
mırıldanır: “Ninni bebeğim uyusun,/ Uyusun da büyüsün!” Çocuğun üç temel ilacı uyumak, yemek ve
sevilmektir. Ananın, çocuğunun bu temel içgüdüsünü ninniye dönüştürmesi bir sosyal realitenin ifşasıdır. Büyüme idealine adanmış çocuğun, şefkat, beslenme ve uyumaktan başka talebi olmaz. Ninniler
bunun davetiyesidir. Okunmaktan çok işitilmek için
var olan şiir ilk etkili gücünü bu bebeklerde gösterir
ve oradaki yolculuğu ölümünün sonuna kadar uzanarak ağıtla noktalanır…
Toplumun parçalanmış hayatını kendi iç dinamiklerine kavuşturmak için hayatımızın her safhasına yerleşen şiirin, türkü olsun, ninni olsun, ağıt
olsun bir sosyal fonksiyonunun varlığı onun gücünü de arttırmaktadır. Binlerce yıldır, bunun böyle
süregelmesi, hayatın mistik şeması içinde şiirin gelenekten nasıl beslendiğini göstermesi bakımından
önemlidir…
Şiirimizin bir önemli alanı da tasavvuf şiiridir.
Tekke şiiri de denilen bu tarz, hem halk hem de divan şiirinden etkilenmiştir. Yunus Emre çoğunlukla
divan şiiri tarzı olan beyitlerle yazarken, Pir Sultan
Abdal, halk şiiri formunu kullanmıştır. Bu şiirde,
günümüzde yenileşme eğilimi pek görülmez ama
modern tarzda söyleyenlere de rastlanılmaktadır. Bu
şiir, türkülerin bir anlamda metafizik ürperti kazanarak ilahileşmesidir. Bakın mesela, Karacaoğlan’ın
“İncecikten bir kar yağar, / Tozar elif elif diye, / Deli
gönül abdal olmuş, / Gezer elif elif diye” türküsü bu
tarzın küçük bir örneğidir. Okunan ilahilerin çoğunda sözün heyecandan sıyrılıp teslimiyete yönelmesi, onu türkü’den ayırmaktadır. Değilse, iç form
bakımından aynı esasları kullandıklarını söyleyebiliriz.
Burada önemli olan bir husus, bizim ilk mısraımızın şiir tarzında ortaya çıktığı günden bu yana,
yalnızca tekke şiiri diyebileceğimiz bu tasavvuf şiiri
muhteva bakımından kendi geleneğini oluşturmuş
ve bunda, bugüne kadar herhangi bir çözülme olmamıştır. Türklerin Müslümanlığı kabul etmesin-
den sonraki dönemlerde başlayıp gelişen bu şiir ekolü, halkın ruhundaki ürpertiyi iyi deşifre edebildiği
için sade vatandaş tarafından da aydın tarafından da
anlaşılıp kabul görmüştür. Yunus bu alanda her iki
kesimin ortak değeri olarak asırlardır etkisini ve gücünü bunun için korumakta ve kendi etki alanını
genişleterek bu alana yönelen şairlere de ilham kaynağı olmaktadır.
Divan şiirini bu gelenek anlayışı içinde ikinci besleyici unsur olarak düşünüyoruz. O, özel bir
tarz olarak bir dönem etkili olmuş ve şimdi edebiyat
alanımızdan çekilmiştir. Buna rağmen, onun kalın
hatlarının bizim şiirimizin iç disiplinine girmesi gerekir. Attila İlhan, “Divan şiirini bilmeyen, oradan
beslenmeyen şairin kendi şiirini oluştursa da Türk
şiirinde kalıcı bir yer edinmesinin mümkün olmadığını” söyler. Bu yaklaşım doğrudur. Divan şiirini
bilmek, onu şiirine olduğu gibi aktarmak demek
değildir. Yedi asra yakın bir süre bizim edebiyatımızın ana omurgasını oluşturmuş bir şiiri sırf dilinden
ötürü atamayız. Bu şiirden ses, imaj ve muhteva
bakımından faydalanan günümüz şairi Türk şiirine
çok şey kazandırabilecektir. İkinci Yeni tarzında şiir
yazıyor olmasına rağmen Sezai Karakoç’un bu kaynaktan beslenmesi, onun şiirini hem kalıcı hem de
aranır hâle getirmiştir. Bu önemli bir dikkat noktası
olarak algılanmalıdır.
Divan şiiri kendi döneminde, entelektüel hazzı
kendi disiplini içerisinde topluma yayan bir çalışma
alanıydı. Bu görüşü eleştirenler bulunacaktır. Bunların çoğunluğunun da halk şiirine sırtını dönmüş
insanlar olması düşündürücüdür. Yani divan şiirine,
“zümre edebiyatı” diyeceksin, bu defa, hiç olmazsa,
kendi millî tarzın olan halk şiirine de sırtını döneceksin. Bu, bir yerde halkın geçmişiyle ilintisini sağlayan iplerin koparılması demektir. Zaten bunları
savunanlar da yenileşme hevesinde olan insanlardır.
Böyle bir ön yargıya rağmen bu şiiri, günümüz
şiirinin alt yapı kültürü olmaktan çıkarırsanız, bu
şiirin beslendiği kanallardan birisini tıkamış olursunuz. Şiir farklı düşünceleri kendi ikliminin renkliliği
olarak görür ama ideolojik saplantıları bünyesinde
tutmaz. Bunun sebebi de bu tür şiirlerin geleneksel
bir öze sahip olmamaları, günlük taleplerin ürünleri
şeklinde ortaya çıkmalarıdır. O talep bitince, bu şiir
de ayaklarını yerden kesmekte ve boşlukta kalmaktadır. Divan şiirinin kendi disiplini böyle bir hevese
imkân vermediği için ondan beslenen şiirin günlük
telaşı olmaz!... Sezai Karakoç, serbest tarzda yazılan
67
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
küçük aşk şiirlerini gazelin süreği olarak görür ve
“Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır.” diyerek, bunu başaranların kalıcı eserlere imza atabileceklerini söyler.
Şimdi Batı tarzı şiirimizin gelenekle ilişkisine bakalım: Batılılaşma çabasına tam iki asrımızı verdik.
Bu süre içerisinde ortaya çıkan nedir? Bana sorarsanız, bu alanda beklenen mesafeyi almış değiliz. Batı
edebiyatı bizim modern şiirimizi bizden saymıyor.
Onlar, bu şiirin orijinallerinin kendilerinde bulunduğunu söylüyorlar. Bunda haklılık payları vardır.
Çünkü bir dönem, neredeyse, şiirlerini tercüme
edip altına imzasını atanların olduğundan söz edilir. Sonra birileri bunları yeniden kendi asıl dillerine
çevrilince hamakat ortaya çıktı. Bu bir geçiş dönemiydi, haydi bunu da boş geçelim. Ama yıllardır
şiire terini dökenlerin, gecelerinin sessizliğine gömülen mısralarında, modernleşmeyi de gerçekleştirmiş
olmadılar. Sezai Karakoç, “Yeteneği ilk uyandıran,
bilinçlendiren, kımıldatan, onu harekete geçiren tarihî
sosyolojik birikim, gelenektir. Bir yandan doğa, öte
yandan gelenek yeteneği yerinden oynatır ve ona ilk denemeler yapma heves ve cesaretini verir.” diyor. Bu tespit, şiiri kendi seyri içinde düşünen insanlar içindir.
Bizde öyle bir dönem yaşandı ki, gelenek demek,
geçmişe bağlanmak, en azından oradan beslenmek
ve bir şeyler almaktı. Hâlbuki bizde işi şiir aracılığıyla politika olanlar buna sırtlarını döndüler. Bizde
yenileşme döneminin kendi gelişme çizgisini tutturamamasının ana sebebi budur. Böyle bir kaynaktan
koparılmış olması ve ayaklarının yere basmamasıydı. Ritimle anlamın uzlaşmasını sağlayamayan çağdaş şairlerimiz, serbest söylemeyi sanki bir yeni çıkış
yolu gibi gördüler. Gerçi serbest tarzda mükemmel
şiirler oluşmadı mı? Oluştu elbette. Ne var ki, bu
milletin duygu atmosferini birkaç şairle doldurmanız mümkün değildir.
Bizde, çağımızın, yaşadığımız asrın şairlerinin
önemli bir kısmı, geleneğin o kuşatıcı etkisinden
kurtulamadı. Serbest yazdıysa da, vezinde onu kullandıysa, anlamda geleneğin etkisinden kurtulmadı.
Bunu, tamamıyla serbest yazanlarda bile görebilirsiniz. Bunun ana sebebi ise, şiirin tamamıyla orijinalliğini yerli duygu ve düşünceden almasındandır.
Onun tercüme edilemeyişinin gerçek nedeni de budur…
Ruh ve beden sentezi olan insanın düşündükleri
ile hissettikleri arasında zaman zaman farklılaşmalar
olur. Bu farklılığı insanın lehine döndüren hep onun
değerler ölçüsü olmuştur. Ruhundaki parçalanmadan dolayı kimliğini kaybedenlerin kişiliğini de
kaybettiğini görürüz. Şiir çoğu zaman burada kurtarıcı rolünü üstlenir ve insan kendi başına döndüğü
zaman yaşadığı ruh depreminde zararı en azla atlatabilir. Dikkat ederseniz ölümlerde ağıtların önemi
bunu göstermektedir. Yakınını kaybettiği için ıstırap
duyan insan, ağıtlarıyla kendisini kontrole almış
olur. Orada ifade edilen şeyler, gerilen iç dünyasını
gevşetici rol oynar. Bu, bir nevi acılı bir masaj gibi
bir şeydir. Şiiri böyle bir misyona taşıyan da onun
sosyal muhayyile dediğimiz toplumsal değerlerin
bütünü olan gelenekten beslenmesi gerçeğidir.
Ne var ki, özellikle son bir asırdır Batı tarzı şiire yönelmiş olmamıza rağmen, Batı şiir geleneğinin
süregelen merhalesini bilmediğimiz için oradan bize
aktarılan birçok şiir formu tutmadı. Şiir şahsidir, bu
doğrudur. Ama şiirin sosyal tercihleri, kendi insanının değerleriyle örtüşmeye de mecburdur.
Hatta daha acısını söyleyelim: Günümüz şairlerinin birçoğu, gelenekten ürktükleri için neyi nasıl
yazacaklarının da farkına varamamışlar ve birçok şairde şiir dokuz bilinmeyenli denklem hâlini almıştır.
Birbirini beslemeyen, hatta inkâr eden mısra ve görüşleri şiire yerleştirmeyi, soyut kavramının rengine
boyayanlar, akan bu şiir ırmağına sadece mahiyeti
bilinmeyen su akıtmaktadırlar. Tekrar edelim, gelenek geçmişe bağlanmak değildir, geçmişin binbir
tecrübeden geçerek oturmuş sisteminden günümüzün algılama kabiliyetine göre malzeme nakletmektir. Geleneği, geçmişi geleceğe götürülen bir tecrübeler yığını olarak görürsek, zaten günümüze uymayan
algılama ve nakiller geçmişte kalacaktır. Batı şiirinin
başarısı geçmişine yaslanmasını bilmesidir.
Bakınız çok düşündürücü bir sonuçtur. Bu konuya açıklık getireceği için nakletmekte fayda vardır:
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Fransa’da bir akademi, dünya şiir antolojisi planlar. Her ülkeden şiirler
istenir. Türkiye’den de şairlerimizin şiirleri gönderilir. Bir süre sonra bizim şiirlerimiz toptan iade edilir.
Üzerinde, “Bu şiirlerin orijinalleri bizde var, siz kendinize ait olanları gönderiniz.” diye. Geleneksizliğin
köksüzlüğe dönüştüğü bir noktanın işaret taşı olarak
önümüze konduğu bir olaydır bu.
Bugün başarılı olanlara bakınız, bu üç ana kanalın imkânlarını alabildiğince şiirinde senteze götürdüklerini görürsünüz. Doğrusu da budur, buna
ulaşamayan şiir bizim şiirimiz değildir!...■
68
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Şiirimizde Yunus Emre geleneği
MUSTAFA ÖZÇELİK
Bir gelenek mimarı
Yunus Emre, hem şiir diliyle hem
de tasavvufa getirdiği yorumla sadece yaşadığı çağı değil,
günümüze kadar bütün
çağları etkiledi. O, Peyami Safa’nın ifadesiyle
“üç zamanın” yani
“geçmişin, bugünün ve
geleceğin” şairi olarak
gönlümüzün dili, dilimizin gönlü oldu. Biz,
ondan din, tasavvuf ve
ahlak adına çok şey öğrendiğimiz gibi dil, şiir
ve estetik adına da çok
şey öğrendik.
Şair olsun olmasın
herkes, onun şiirleriyle
İslam ve tasavvuf konusunda bilgi ve duyarlık
kazanırken öte yandan da her yerde onun yolunu
takip eden çırakları, kalfaları diyebileceğimiz çok
sayıda şair yetişmiş, böylece özellikle tekke şiirimiz onun açtığı yolda yürümüştür. İşte bundan
dolayı şiirimizde bir “Yunus Emre okulu”ndan
söz etmek mümkün hâle gelmiştir. Hatta bu okulun işlevsellik alanı Anadolu ile de sınırlı kalma-
mış, zaman içerisinde Balkanlarda, Kafkaslarda onun tesirinde şiirler söyleyen
şairler ortaya çıkmış, Yunus Emre
böylece “millî” oluşunun yanı
sıra bu coğrafyalardaki şairleri de etkileyerek “evrensel” bir
değer ve önem de kazanmış,
üstelik bu etkilenme belli bir zaman dilimiyle
de sınırlı kalmayarak
günümüze kadar gelmiştir. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki insan ve
dil, var olduğu sürece ona
gönül diliyle seslenen Yunus Emre’nin de sesi gök
kubbede yankılanmaya
devam edecektir.
Yunus Emre yolunda
eser verenleri, birkaç grupta ele almak mümkündür. Bunları “özgün Yunus Emre yorumcuları”,
“mukallitleri”, “nazirecileri ve etkilenenler” olarak sınıflandırabiliriz. Bu farklılık aslında doğaldır. Bir okulun öğrencileri arasında her seviyede
öğrenci bulunabilir ve hocalarıyla iletişim tarzları doğal olarak farklılıklar gösterebilir. Burada
önemli olan Yunus’un şu veya bu ölçüde şairlere
69
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
yaptığı etki ve bu etkinin yüzyıllar boyu sürmesi sonunda Türk şiirinin Yunus merkezli bir şiir
hâline gelmesi ve hemen her şairde Yunus’tan bir
izin bulunmuş olmasıdır. Bu yüzden biz bu şairleri daha toparlayıcı bir niteleme ile “Yunus Emre
yolunda eser verenler” olarak ortak bir isimlendirmeyle de anabiliriz.
Burada konuyu somutlaştırmak için isim de
zikretmek gerekir. Bu anlamda adını anacağımız
ilk isim Âşık Paşa’dır. Doğum ve vefat tarihleri
dikkate alındığında Yunus’un çağdaşı olarak gördüğümüz Âşık Paşa, Âşık mahlaslı ilahilerinde
Yunus geleneğini ondan sonra devam ettiren bir
isim olarak dikkati çeker. Yine aynı şekilde Said
Emre, Kaygusuz Abdal, Gülşehri, Eflaki Dede ve
Elvan Çelebi gibi isimler Yunus’un takipçileri olmuşlardır.
Tekke şiirinde Yunus
Âşık Paşa’yla başlayan bu gelenek içinde
Yunus’un tesirli olduğu asıl alan doğal olarak
tekke şiiri olmuştur. Onun izini çok güçlü şekilde sürdüren Niyazi Mısri ve Eşrefoğlu, özellikle anılmalıdır. Bu şairlerin Yunus sevgisi ve ona
mensubiyet duyguları o kadar güçlüdür ki mesela
Niyazi Mısrî kendi dilinden söyleyenin gerçekte
Yunus Emre olduğunu belirtir:
Niyazi’nin dilinde Yunus’ durur söyleyen
Herkese can gerek Yunus’ durur can bana
Daha sonra Şeyh Baba Yusuf, Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, Emir Sultan, Süleyman Çelebi,Yusuf Hakiki, Kemal Ümmi, Vahip
Ümmi, Hüsameddin-i Uşşaki, , Sunullah Gaybi,
Ümmi Sinan, İbrahim Tennuri, İsmail Hakkı
Bursevi…ve
O insanlık içinde gevher-i yektâ-yı manâdır
Hazînedâr-ı eş’ âr, hem emîn-i ilm-i a’ lâdır
O Hak’ la söyleyen, Hak söyleyen bir murg-ı
gûyâdır
Cenâb-ı Kibriya’nın mazhar-ı takdiridir Yûnus
diyen Osman Kemali bu anlamda sayabileceğimiz isimlerden bir kısmıdır.
Halk şiirinde Yunus
Dil, ölçü, nazım şekli bakımından tekke şiiriyle müşterekleri çok olan ve halk şairi olarak bilinen pek çok isimde de Yunus’un nefesini hissedebiliriz. Tekke şairleri gibi onlar için de Yunus,
“şairlerin piri”dir. Malum, âşık edebiyatı şairleri,
şiire bir kutsiyet atfederek bir pir elinden bade
içen kişinin şair olabileceğine inanırlar.
İşte Yunus Emre, onlara bade veren bir isim
olarak görülür. Bu anlamda Karacaoğlan, Emrah, Bayburtlu Zihni ve Dertli gibi isimler, metinler arası bir okumayla Yunus tarzı bir söyleyişe akraba isimler olarak anılabilir. Son yüzyılda
yetişenlerde ise bu mensubiyeti daha açık olarak
görebiliriz. Yunus’a kendisine bade içiren bir pir
olarak bakan Âşık Molla, ondan “Can Yunus”
diye söz eden Âşık Ali Çıtak, “Yürüdüğü yolda
gitmek gerek” diyen Âşık Kemali, Âşık Deryami,
Âşık Burhani, Âşık Veysel…gibi isimler, Yunus
yolunun takipçilerdir.
Divan şiirinde Yunus
Yunus Emre’nin şairler üzerindeki etkisi tekke şairleriyle de sınırlı kalmamıştır. Tezkirelerde
yer almadığı için yaygın kanaat Yunus Emre’nin
divan şairlerince hiç anılmadığı şeklindeyken, aslında durumun böyle olmadığı da bilinmektedir.
Yani Yunus Emre, divan şairlerini de etkilemiştir. Bu konuda Vehbî’nin bir kasidesindeki şu
ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Buna göre şair
Vehbi, Nahîfî’yi sırf Yunus Emre’ye benziyor diye
övmektedir.
Nahîfî kim ilâhiyât-ı Yunus’tan müessirdir
Usûl-ı sûfiyanda beste eşâr-ı firâvânı
Kemâlâtıyla şimdi câ-nişîn-i arif olmuştur
Müsellemdir hakikat nam u nesre fazl-ı irfânı
Yine Fuzuli’de, Necati Bey’de ve Şeyh Galip’te
derinden derine bir Yunus algısı ve tarzı olduğu
rahatlıkla söylenebilir.
Millî Edebiyat devrinde Yunus
Yunus’un asıl keşfi ise Millî Edebiyat devrinde
olmuştur. Batılışma sürecinde ayaklarının altındaki toprak kayınca boşlukta kalan şairler, onun
70
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
eteğine tutunarak var olabilmişlerdir. Osmanlı
devrinde kelimeleri itibariyle Arapça ve Farsçanın arasında sıkışıp kalan Türkçe ise bu sayede,
yeniden şiirin dili olmuştur.
Ben görmedim, sensin bakan,
Bir nur olup kalbe akan,
Yanıyorsam sensin yakan
Yakan odda yanar Tanrım!
Zâhit duyar celâlini,
Veli sezer cemâlini,
Ben isterim visâlini.
Geldim sana didâr Tanrım!
Beni kovma tâ ademe,
At istersen cehenneme,
Narından var nurdan şemme
Ben isterim didâr, Tanrım!
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin...
diyen Ziya Gökalp, bize taklidi de olsa tıpkı Yunus Emre gibi sade Türkçe şiirler yazarak sonraki şairlere bir yol açmıştır.
Halide Nusret, Necip Fazıl, Rıza Tevfik, Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ziya
Osman Saba, Hasan Âli Yücel, Rıza Ümit, Arif
Nihat Asya, Bekir Sıtkı Erdoğan, Bahattin Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Talat Sait Halman,
Hüsrev Hatemi, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Bestami Yazgan gibi isimlerin de bu yüzyılda
birer Yunus takipçileri olduğu görülmektedir.
Bunlara daha modern tarzda şiirler yazdıkları hâlde ruh, mana ve zaman zaman da söyleyiş
bakımından Yunus tarzı bir üslubu benimseyen
Behçet Necatigil, Salah Birsel, Atilla İlhan, Cemal Süreya, Sait Maden, Sezai Karakoç, Arif Ay
isimleri de ekleyebiliriz. Modern Türk şiirinin
verimlerini hece vezni formu içinde inanılmaz
bir nahiflikle şiirine taşıyan Alaeddin Soykan ise
tıpkı Yunus gibi meçhullerin şairi olmayı tercih
etmiş, fakat Yunus tarzını en iyi temsil eden bir
şairimiz olarak dikkat çekmiştir.
Türk illerinde Yunus
mamış, Türkçenin konuşulduğu her yerde Yunus, şairleri etkilemiş, onun takipçileri bu coğrafyalarda da yetişmiştir. Özellikle makamı da
bulunan Azerbaycan’da, yine Balkan şiirinde bu
tesir çok güçlüdür. Yine Kıbrıs Türk şiirinde de
Yunus sevgisi çok yoğundur. Azerbaycanda “ O,
Türk’ün ve Türkçenin varlık sesidir.” diyen Bahtiyar Vahapzade, Anar Rızayev, Memmed Aslan,
Muzaffer Şükür, Zelimhan Yakup, Abbas Abdulla, Batı Trakya’dan Ali Rıza Saraçoğlu, Hüseyin
Mazlum, Mustafa Tahsin, Kosova’dan Bayram
İbrahim, Üsküp’ten Fahri Ali, Lütfü Seyfullah,
İlhami Emin, Kırgızistan’dan Altınbeg İsmailov,
Türkmenistan’dan Mahdum Kulu bunlardan sadece birkaçıdır. Bir örnek olarak şunu verelim:
Bu tesir, sadece Anadolu coğrafyasıyla da kal-
dörtlüğündeki duyguları, çağdaş bir yorumla
Mustafa Tahsin›in «Şali Ağa» adlı şiirinde de bulabilmekteyiz:
Bir Şali Ağa’cık vardı
Düşüne umudunu katık eden
Yapayalnız
Hasırı hem yatak, hem yorgan...
Kapısını yalnız rüzgâr vururdu
Oysa konu komşu arasında otururdu.
Komşuları soğuk bir sabahta
Rastgele ölüsünü buldu.
Neyi ola ki Şali Ağa’cığın
Pılı pırtısı mesele oldu...
Sonuç olarak söylenebilecek olan şudur:
Yunus Emre, tarih boyunca, Türk şiirini oluşturan bütün şubeleri etkilemiş güçlü bir şairimizdir. Tekke ve saz şairleri, Yunus Emre’yi pirleri
kabul etmişler, klasik edebiyatın temsilcileri onu
daima saygıdeğer mutasavvıf şair olarak kabul
ederek eserlerinden ilham almışlardır. Günümüz
şairlerinin çoğunda da durum böyledir.
Şiirimizde Yunus geleneği devam ediyor… ■
71
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Ahmet Midhat Efendi ve gelenek
MUSTAFA MİYASOĞLU
İ
lk mühim romancımız olan Ahmet Midhat
Efendi (1844- 28 Aralık 1912), ölümünün
100. yıldönümü münasebetiyle son aylarda pek çok dergide özel sayı ve bazı belediyelerle
üniversitelerde toplantı konusu oldu. Onun roman
ve hikâye türündeki eserleriyle diğer kitapları üzerinde duruldu, ama edebiyat geleneğimizden nasıl
yararlandığı üzerinde pek durulup değerlendirme
konusu yapılmadı. Hatta bu büyük yazarımızın
modern ve postmodern teknikleri kendine göre
geliştirdiği hâlde, yanı başındaki edebî gelenekten
nasıl yararlandığı konusu gündeme bile gelmedi,
üzerinde hiç durulmadı.
Hâlbuki Efendi, ilk kitabı olan Hâce-i Evvel’den
sonra Kıssadan Hisse ve Letâif-i Rivâyât’ın ilk cüzleriyle başlayan hikâyeciliğinde kendi anlatı dilimizi geliştirmenin yollarını arar. Okul kitaplarından
hikâye ve romanlara doğru gelişen yazarlığının ilk
yıllarında, pek çok kitabı geçim endişesiyle yazıp
kendi matbaasında bastığı, aile fertlerinden bir
kısmının sattığı hareketli bir yayın hayatına başlar.
Bir yazısından ötürü, Vatan yahut Silistre sürgünleriyle birlikte Rodos’a sürülünce, 1873-76 yılları
arasındaki üç yıl onun için sanki bir mektep olur.
Bu sürgünde ilk mühim romanlarını yazar. Hasan
Mellah, Dünyaya İkinci Geliş, Hüseyin Fellah, Karı-Koca Masalı ve Felâtun Bey ile Râkım Efendi bu
dönemin çok sevilen ve Ahmet Midhat’ı romancılığımızın başına yerleştiren eserlerdir.
O döneme kadar yaşadıklarını ve yazdıklarını
sürgün dönüşü Menfa adlı eserinde uzun uzun anlatır. Bu dönem Ahmet Midhat’ın yazarlığı açısından sanki sürgün değil, derlenip toparlanma yılları
olmuştur denebilir. Piyeslerini de bu dönemde yazar ve bazıları sahnelenir.
Ahmet Midhat Efendi'nin romanları
Sürgün dönüşünde bir yandan gazeteciliği sürdürürken bir yandan da romanlarını yazmakta,
çeşitli türlerde tercüme ve adapte eserler kaleme
almaktadır. Sürgünde yazdıklarının gördüğü alâka
üzerine, kendi çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika ettikten sonra kitaplaştırdığı hikâye,
roman, tercüme ve adapte roman tarzındaki eserleri birbirini izler. Her birinden otuzar kitap tutan
eserlerinin bugün bilinmemesi, biraz da Servet-i
Fünun’la birlikte Batıya alabildiğine açık bir edebiyat anlayışının kültür hayatımıza hâkim olması
yüzündendir.
Romancılığını hazırlayan ve yirmi beş yıl bo-
72
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
yunca romanlarıyla birlikte sürdürdüğü Letâif-i Rivâyât adlı hikâye
dizisi, romanlarının da çekirdeği gibidir. Tarih ve macera romanlarıyla
Osmanlı toplumundaki medeniyet
tartışmalarını yansıtan romanları
incelenmediği gibi, romancılığının
bütün eğilimlerine rastladığımız
Letâif-i Rivâyât dizisinin bile doğru
değerlendirilmediğini görüyoruz.
Hâlbuki yalnız kendi yazarlığı
açısından değil, genel olarak edebiyatımızın imkânlarını ve kaynaklarını geliştirme açısından anlatı
geleneğimizden yola çıkan pek çok
yeni denemelere girişmiştir. Mesela
Letâif-i Rivâyât adı bile bir geleneği çağrıştırıyor.
Genel olarak da hem hikâye-roman adlarını anıyor
hem de bu adı. Aslında bu ad ona göre hem hikâye
hem roman türlerini de kapsamaktadır.
Bir aşk hikâyesinin sondan başlanarak anlatıldığı Ölüm Allah’ın Emri adlı Letâif ’i başka aşk
hikâyeleriyle romanlarının de âdeta hazırlayıcısı
olur. İki eski âşığın hikâyelerini konu edinen ve bir
gönül hikâyesi gibi yazıldığı için de daha tefrikası
sırasında pek çok tartışmaya yol açarak ilgi çeken
Yeryüzünde Bir Melek adlı romanı, o dönemde görülmemiş bir ilgiye konu olur. Ondan sonra pek
çok Letâif ile Dürdane Hanım, Taaffüf ve Jön Türk
gibi romanlarında aşk ve aile konularını ele alır.
Namık Kemal’in Cezmi adlı romanı bile A. M.
Efendi’nin Yeniçeriler adlı Letâif’inden sonra yazılıp yayınlanır. Süleyman Muslî, Acâib-i Âlem ve Ahmet Metin ve Şirzat adlı romanları, tarihî romancılığın ilk önemli örnekleridir ve Hasan Mellah,
Hüseyin Fellah gibi macera romanlarıyla birlikte
Ahmet Midhat Efendi’nin popüler bir yazar olarak
okunup benimsenmesine yol açmıştır.
Felâtun Bey ile Râkım Efendi gibi Doğu-Batı
zıtlığı etrafında gelişen ve zihniyet konularını ele
alan Karnaval, Vah ve Müşahedat gibi romanlarıyla
da ilgi çeker ve çok okunur. Bütün bunlar onun
çok ve çeşitli türlerde eser veren bir romancı olarak, halka onun diliyle ve benimsediği geleneksel
anlatımı dikkate alan bir tarzda ulaşmanın yolunu
bulduğunu gösteriyor. Bugün Ahmet Midhat’a
duyulan ilgi, bazı eserlerinin yeniden yayınlanması ile bu anlayışın
az çok değişmesine bağlanabileceği
gibi, her roman hamlesinde az çok
Ahmet Midhat Efendi’nin hatırlanmasındandır. Çünkü ilk büyük
romancımız odur ve bu toplumu
anlatırken geleneğimizi iyi bilir. Biz
onun hayırla anılmasına vesile olan
bazı kitapların hazırlanmasına da
bu amaçla giriştik.
Roman görüşü ve gelenekten
yararlanması
Bir halk çocuğu olan Ahmet
Midhat, zengin bir hikâye geleneğinden yola çıkar. Meddah hikâyeleri, Hamzanâme,
Binbir Gece Masalları, destanî halk hikâyeleri, bir
zamanlar geniş halk kitlelerince okunup dinlenmekteydi. Yani okuyucu ve dinleyici olarak geniş bir
kalabalığı hazır bulmuştur. Bu arada Muhayelât-ı
Aziz Efendi gibi, kendisinden hemen önce bu cin
ve peri hikâyelerini yenileştirme çabalarını okumuş ve IV. Murad’ın meddahı Tıflî’nin derlediği
gerçekçi hikâyeler de basılmaya başlanmıştır. İster
istemez Hançerli Hanım ve Tayyarzâde gibi az çok
birbirini andıran bu hikâyeler de onu etkileyecek,
hiç değilse bu hikâyelerin okuyucusuna da seslenmeyi ihmal etmeyecektir. Çengi adlı romanında
bu gelenekten yararlanmanın örneğini gösterecek,
Batıya yönelirken kendimizden kopmamayı savunacaktır. Daha sonra bir iki yazar dışında bunun
ehemmiyeti unutulmuşsa suç onun değildir.
Ahmet Midhat Efendi gelenekten yararlanma
çabasına girdiği gibi, modern ve post-modern anlatı tekniklerini irdeleyerek roman üzerine ilk kitabı
yazmıştır. Onun romancılığı sadece kendi devrinin
özellikleri göz önüne alınarak değerlendirilemez.
Çünkü roman üzerinde durup düşünen, neyi niçin
yaptığını bilen adamdır. Bu yanını onun yazılarından aldığımız bir paragrafla belirtmeye çalışalım:
“Musavvir ve muharririn bir hikâyeyi tasvir ve
tahrir etmesi için hikâyenin zeminine göre her şeyi
bilmesi lâzımdır. (...) Yoksa hikâye yazmak için iktiza eden şeyler yalnız hikmet, ahlâk, entrika gibi şeylere münhasır kalırsa, bunlarla yazılan hikâyelerden
73
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
o kadar lezzet hâsıl olmaz. Netice-i kelâm, hikâye
okumak ne kadar tatlı bir şeyse, yazmak (da) o kadar
güç olup bir muharrir tasvir ve tahrir eylediği eğer
sahihü’l-vuku değilse onu sahihten daha sahih, gerçekten bir kat daha gerçek suretine ifrağ edebilmek
için pek çok tetkikata, pek çok malûmata muhtaçtır.”
(Kırkambar, cüz 4, İst. 1873).
Başka bir yazısında, “Herkes az çok bir romanın
eşhas-ı vak’asındandır. Kendi maişet-i hususiyetimiz
içinde az çok bir takım romanlar geçer” diyen Ahmet Midhat, romancılığı meslek edinen ilk yazarımızdır. Meddah dilini kullanan Hüseyin Rahmi ve
Kemal Tahir gibi yazarlar onun yolunda edebiyat
geleneğimizden yaralanarak romanlar yazmış ve
onun gibi romancılığı meslek edinmişlerdi.
Gazeteci ve mütefekkir
Yarısı roman ve hikâye türünde olmak üzere, iki
yüzden fazla eser sahibi olan Ahmet Midhat, sahibi olduğu Tercüman-ı Hakikat gazetesinde damadı
Muallim Naci ile Ahmet Rasim gibi pek çok popüler yazarın yazılarını yayınlamış, onların üstadı
ve patronu olmuştur. Sürgünden önce çıkardığı
Dağarcık mecmuasında Recaizâde Ekrem’in tercümelerine de yer vermiş, ölünceye kadar da Beşir
Fuad’a ilgisini esirgememiştir. Fatma Aliye ve Nigar Hanım gibi hanım yazar ve şairleri herkesten
önce desteklemiştir. Tarih, din, felsefe ve seyahat
türündeki eserleriyle Batı medeniyeti karşısında
İslam kültür ve ahlakını savunmuştur. Bu özelliklerinden ötürü II. Abdülhamit tarafından Müsteşrikler Kongresi’ne gönderilmiş ve bu vesileyle üç aylık
bir seyahatle merak ettiği şehirleri gezmiştir.
Bu seyahatteki gözlem ve izlenimlerini
Avrupa’da Bir Cevelan adlı eserinde anlatır. Bu
seyahat onun düşünce ve sanat hayatında yeni ve
daha şuurlu bir dönemin başlamasına yol açar.
Meşrutiyet ilan edildikten ve Abdülhamit tahttan
indirildikten sonra da Bakanlar Kurulu kararı ile
Dârülfünun’da Umumi Tarih ve Felsefe dersleri
okuttu. Darüşşafaka’da gönüllü olarak görev yaptı.
Ahmet Midhat Efendi’nin Üss-i Inkılap adlı
eserinin giriş kısmında, Necip Fazıl’ın İdeolocya
Örgüsü’nün baş tarafındaki Doğu-Batı karşılaştırmalarına benzer değerlendirmeler yapması dikkati çeker. Yeni harflere de çevrilerek yayınlanan bu
kitap Ahmet Midhat’ın mütefekkir tarafını ortaya
koyar. Osmanlı Devleti’ni kendinden önceki Türk
ve İslam devletlerinden farklı, “nev’i şahsına münhasır” bir devlet olarak değerlendirmesi, onun bu
yönüyle de önemsenmesi gerektiğini gösterir.
Onu eleştiren A.H. Tanpınar ile öğrencisi Orhan Okay dışında pek kimsenin tanımadığı Ahmet
Midhat Efendi’nin fikrî şahsiyeti, sonraki yıllarda Cemil Meriç tarafından ele alınan öteki dinî,
fikrî ve tarihî eserleriyle birlikte değerlendirilmiştir.
Hatta Cemil Meriç, Kırkanbar gibi bazı kitap adlarıyla kendisi gibi Batı kültürünü tercüme edenlere verdiği “müstağrib” ismini de Ahmet Midhat
Efendi’den almıştır.
Ahmet Midhat Efendi, şiir dışında edebiyatın
hemen her türünde eser vererek çok yönlü bir yazar
tavrı ortaya koyarken, tarih, felsefe, pedagoji, psikoloji ve dinler tarihi gibi alanlarda da devrini aydınlatmaya çalışan telif ve tercüme pek eser ortaya
koymuştur. Edebî eserlerinden sonra fikrî ve tarihî
eserlerinin de araştırmacılar tarafından incelenip
sadeleştirilerek yayınlanması, kültür hayatımızın
gelişmesi adına önemli bir hizmet olmuştur. Çünkü Efendi, bazı meseleleri ilk olarak yerli üslupla
düşünür.
Yeniden yayınlanan külliyatı
1912 yılında ölen Ahmet Midhat Efendi üzerinde yapılan çalışmalar, 2000 yılına kadar genellikle
onun halk romancısı olduğu kanaati çerçevesinde
gelişmiş ve romanları sadeleştirilerek günümüz
okuyucusuna ulaştırılmaya çalışılmıştır. Çünkü
Ahmet Midhat Efendi, eserlerini ikinci defa elden
geçirecek zaman bulamadığını açıkça ifade eder ve
bu konuda eserlerinde bile hayıflanır. Hatta mühmel üslubunun ayaküstü veya daha çok yolda yazılmış yazılarla ilgili olduğuna dair rivayetler vardır.
O da bunu doğrulayacak tarzda ve Mehmet Âkif ’i
andıracak bir üslupla sanatçı olmadığını ifade eder.
Hâlbuki eserleri üzerinde çalışanlar, getirdiği yeniliklerle savunduğu doğrular hakkında çok duruyor.
Hâce-i Evvel’den Kâinat’a, Üss-i İnkılap’tan
Avrupa’da Bir Cevelan’a, Dağarcık adlı dergiden
tiyatro, hikâye kitaplarıyla romanlarına kadar çok
ve çeşitli bir külliyatın dikkatle yayınlanması, bu
ülkenin kültür, edebiyat ve eğitim hayatına kendi-
74
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
sini adayan bir şahsiyetin mirasına sahip çıkmaktır.
Romanlarının TDK tarafından Latin harflerine
çevrilerek yayınlanması, Ahmet Midhat üzerinde
yapılan incelemelerle değerlendirmeleri kolaylaştırmıştır. Özellikle pek çok baskısı ve sadeleştirmesi yayınlanan Müşahedat’la ilgili çalışmalar böyle
oldu, bu roman hakkında monografiler yazıldı.
Türk romanının öncüsü, basınımızın “Efendi
Baba”sı Ahmet Midhat Efendi, biyografisi ve eserleri ile tanıtılması gerekir. Aslı ve sadeleştirilmiş
şekilleriyle Ahmet Mithat Efendi’nin edebî eserlerinin tümü yeniden basılıp yayınlanmaktadır. Böylece herkes tarafından okunabilir hâle gelmektedir.
Onun geliştirdiği anlatı dili ile ortaya koyduğu
dünya ve hayat görüşü anlaşılmadan, bize özgü bir
roman dili ve dünyası oluşturmak mümkün değildir. Bu yalnız bizim için değil öteki İslam ülkeleri
için de kültür mirasıdır. O yüzden Ahmet Midhat
Efendi’nin bazı eserleri yeni bakış açılarıyla yeniden yayınlanır ve eserleri sahneye konursa, bize
özgü bir edebiyatın hem gelenekten hem halkın dilinden ve hem de modern ve postmodern üsluplardan yararlanarak daha zengin bir şekilde gelişmesi
mümkün olur.
Dünyaya ikinci geliş ve çengi romanı
Ahmet Midhat Efendi’nin eserleri incelendiği
için, ölümünden bir asır kadar sonra anlaşılmaya,
çağdaş Türk edebiyatının oluşumuna katkısı ele
alınmaya başlanmıştır. Tabii bu arada romanlarıyla öteki eserlerinde savunduğu görüşler gündeme
geliyor ve bize özgü romanın şartlar tartışılıyor. Bu
da Ahmet Midhat Efendi ve eserleri için yeniden
doğuş gibi bir gelişmedir ve çok da önemlidir.
Bir kültür mirasına değer veren her çevreden
sanat ve kültür adamı Ahmet Midhat Efendi’nin
eserlerine de sahip çıkmalı. Bunlar kitap olarak yayınlanabileceği gibi tiyatro ve dizi film olarak da
toplumun önüne çıkarılıp çok kültürlü medeni bir
toplumda nasıl yaşandığını göstermek mümkündür.
Ahmet Midhat Efendi’nin ilk romanlarından
biri olan Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da
Neler Olmuş (1874) adlı eserinin iki ismi de ilginç. Efendi Baba 100 yıl sonra ikinci defa gündeme geleceğini ve o dönemde İstanbul’da neler
olduğunu anlatacağını sezmiş hissi veriyor. Bunun
yanında Fazıl Gökçek’in onunla ilgili kitabının adı
da benzer bir intiba veriyor: Küllerinden Doğan
Anka…
Bütün bunlar daha çok güler yüzlü bir
Osmanlı’nın dünyaya ikinci gelişini gösterir!
Behçet Necatigil’in Süleyman Muslî sadeleştirmesinden bu yana 40 yıl geçti. Ondan sonra pek
çok uzman Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarını
ya orijinal metni yayınlama ya da sadeleştirme şeklinde ele alıp zaman zaman okumaya başladı. Bu
romanlar arasında en çok sadeleştirilen veya aslı
yayınlanan Felâtun Beyle Râkım Efendi oldu. Daha
sonra Dürdane Hanım ve Müşahedat romanı gelir.
Orhan Okay’ın Batı Medeniyeti Karşısında
Ahmet Midhat Efendi (1974) adlı kitabı, belki de
Efendi Baba konusundaki çalışmalar için dönüm
noktası olmuştur. Sonraki yıllarda Ahmet Midhat Efendi üzerinde çalışan herkes Orhan Okay’ın
bu kitabıyla öteki yazılarına bakmadan edemedi.
Çünkü Hâce-i Evvel’i baştan sona ilk okuyan uzman belki de odur. Ondan sonra akademik çalışma
çoğaldı.
Ben de Ölüm Allah’ın Emri adlı letâifini sadeleştirdikten sonra Çengi adlı romanını sadeleştirdim.
Yirmi yıl sonra kitaplaştırdığım bu roman, A. Midhat Efendi tarafından sahneye Çengi Yahut Dâniş
Çelebi adıyla müzikli oyun şeklinde uyarlanmıştı.
Bundan cesaret alarak oyunlaştırdığımız, adını
Dâniş Çelebi ve Çengi Sümbül yaptığımız eser üzerinde, müzikli oyun şeklinde çalışıldı. Dört bölümlük romanın yazarı tarafından ilk bölümü oyunlaştırılmış, Muallim Naci de bu müzikli oyunun şarkı
sözlerini yazmıştı. Biz romanın tamamını oyunlaştırarak İstanbul türkülerine de çok yer verdik.
Bâbıâli’de “Üstad” denince nasıl uzunca bir
zaman Necip Fazıl hatırlanmışsa, “Efendi Baba”
denince de Ahmet Midhat Efendi hatırlanırdı.
200’den fazla eseriyle hikâye, roman ve tiyatro alanında olduğu kadar din, tarih ve medeniyet konusunda da her zaman başvurulan kaynaklar arasında
sayılır.
Kısacası Ahmet Midhat Efendi, Abdülhamit
döneminde yazdıklarıyla millî bir edebiyata zemin
hazırladı ve ahlak ve medeniyetimizi müdafaa zaruretini hissederken edebî geleneğimizi de yaşatmaya
çalıştı.■
75
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Gelenekle yenilik arasında
Asaf Halet Çelebi
A. VAHAP AKBAŞ
A
saf Halet, hem kişiliğiyle hem de
şiiriyle edebiyatımızın en orijinal
isimlerinden biridir. Yaşadığı dönemde mizah dergilerine bile konu olan renkli, farklı kişiliği, onun şiirde yaptıklarını, yapmak istediklerini gölgelemiş, denebilir. Nitekim
onun hakkında biyografi kitabı yazan Mustafa
Miyasoğlu’nun da belirttiği gibi, ona dair çok
yazı yazılmış, ancak bu yazılarda onun sanatçılığından çok, ondan hatırlananlar anlatılmıştır.
İstihza ve anlayışsızlık, onun gerçek değerinin
anlaşılmasına mani olmuştur.
Haldun Taner, yakasında sürekli çiçek taşıyan, bu çiçeğin kökünü mendil cebine yerleştirdiği minik şişedeki suyla besleyen, son yıllarında
dolmakalemlere merakını tutku derecesine vardıran, cebinde yirmi otuz dolma kalem taşıyan;
sırf deşarj olup rahatlamak için bağımsız milletvekili adayı olan ve daha yadırganacak birçok
davranışta bulunan Çelebi’nin, yolunu ve asrını
şaşırmış bir derviş gibi, onu yadırgayan hoyrat
bir çevrenin içinde yaşadığını ifade ediyor. Hem
de hiç sızlanmadan, kimseyi töhmet altında bırakmadan, olgun bir hoşgörüyle, sessiz sedasız…
(Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 1979).
Bu hafife alış, belki de onun yaşantısında
olduğu gibi şiirinde de tuhaflık ve şaşırtıcılığın
peşinde olduğu yanılgısından kaynaklanıyordu.
Mehmet Kaplan bile, ilk eserleriyle onu “kültür şiiri yazanlar arasında çok dikkate şayan
bir sima” olarak görürken, Om Mani Padme
Hum’da gariplik ve acayipliğin güzellik duygusuna galebe çaldığını söylüyor. (Edebiyatımızın
İçinden, 1978).
Peki, Asaf Halet, gerçekten sırf fantezilerle,
şaşırtma arzusuyla şiirimizde kendine yer bulmaya çalışan bir şair midir? Şiirleriyle beraber,
bir bakıma bunların devşirildiği bahçeleri işaret
eden diğer eserleri ve bilhassa bir dizi yazıdan
oluşan “Benim Gözümle Şiir Davası” başlıklı
76
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Abdülhak Hamid gibi bir iki şairi dışarıda tutmak kaydıyla,
hep dışa dönük insanı konu edinmişlerdir. Asaf Halet’in
insanın içine dönmesi; şiire, kendi tabiriyle “ruh ânı”nı, mistik
bakışı, rüya ve masalı yeniden sokması bir bakıma ataların
ruhuyla buluşması demektir.
poetikası incelendiğinde bunun böyle olmadığı
kolayca anlaşılır. Düşünülenin aksine onun döneminin en ciddi, en titiz şiir emekçilerinden olduğu ortaya çıkar. O, şiiri önemser ve ona saygı
duyar.
Poetika yazanların çoğunun şiirleri ile savundukları ilkeler arasında bir tutarsızlık gözlenir.
Söz gelimi, gariplik ve yenilikte Asaf Halet’ten
çok önde giden Orhan Veli’nin Garip Ön Sözü’ndeki bazı ilkelerden nasıl rücu ettiği birçok
araştırmacı tarafından ele alınmıştır. (Orhan
Okay, Poetika Dersleri, 2011). Asaf Halet’in ise
özellikle son dönem şiirleri ile şiir hakkında söyledikleri arasındaki uyumluluk dikkatleri çeker.
Bu da onun son derece bilinçli bir şiir yolcusu
olduğunu, “mistik ve o nispette karanlık” addedilen şiirlerinin sanıldığı gibi sırf orijinallik
kaygısıyla oluşturulmadığını gösterir.
Asaf Halet’in şiiri üzerinde düşünenler çoğunlukla onun yeniliğine, orijinalliğine vurgu
yapmışlardır. Ahmet Kabaklı gibi kimi araştırmacılar onu Yeni Şiir’in gerçek öncüleri arasında
sayar. Kitaplarına almadığı ilk şiirleri ve gazelleri ve ölümünden sonra Yeditepe dergisinde yayımlanan üç rubaisi dışarıda tutulursa, bu görüş
doğrudur. Asaf Halet, gerçekten He, Lâmelif ve
Om Mani Padme Hum’daki şiirleriyle biçim olarak, ses olarak, ruh ve hayal dünyası olarak yeni
ve kendine özgüdür. Ancak onun yenilik anlayışının köksüz olmadığını ve bu tarafıyla Garip,
İkinci Yeni gibi akım temsilcilerinin yenilik anlayışlarından çok uzakta durduğunu belirtmek
gerekir.
“Yeni/yenilik” kelimeleri şüphesiz tılsımlı kelimelerdendir. Cazibesi olan kelimeler… Onun
için dikkat çekici çıkışlar yapmayı tasarlayanlar
hep bu kelimeleri payanda yapmışlardır. Ve bu
çıkışlar, yeniliği, eskiyi kötü görme, onu kökten
yıkma ya da inkâr etme olarak algılama gibi bir
yanlışa yol açmıştır. Bu durumda şiirde yenilik
de çoğunlukla “sanat geleneğimizden kopma”
anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Esasında dünyaya göz açmış her çocuk nasıl
yeniyse, şairin his ve fikir dünyasının çocuğu
olan her şiir de yenidir. Ama onun da çocuk gibi
bir nesebi vardır, o da bazı kolektif şartlar içinde vücut bulmuştur. Yenidir, ama aynı zamanda
devam ettirendir, sürdürendir. Bütün yeniliğine
rağmen, öncekilerden birçok şey almıştır. Ve bu
bağlara göre yeniliğin de dereceleri, kıvamları
vardır.
Asaf Halet’in yeniliğinin de gelenekten büsbütün kopuk olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Evvela aile çevresi, yetişme tarzı, dolayısıyla hayat anlayışı, ruh ve düşünce dünyası, derin alakaları zamanının aydınlarını bile yadırgatacak
derecede gelenekseldir. Öyle ki Necip Fazıl, onu
(Ziya Osman Saba’yla beraber) “güzel ve çirkini
tayinde usta bir İstanbul efendisi, İstanbolinli
eski Bâbıâli tipi” olarak anar “Bâbıâli” adlı eserinde. Batıyı da tanımış olmakla beraber onun
ruhu doğuludur. Dikkatle bakıldığında, hayatının ve yepyeni esvaplar giydirdiği şiirlerinin kaynağının da bu ruh olduğu kolayca görülecektir.
Bu bağlamda Haldun Taner’in şu tespitleri dikkate değerdir:
“Geleceğe değil de geçmişe dönük, yaşama
değil de, ölüm içindeki ebedî varoluşa yönelik
bakış açısı şiirlerine Müslüman toplumun da hiç
aykırı bulamayacağı, akraba bir mistisizm getiriyor, ama onun bu mistik yanı, bazı düzeyde eleştiricilerce sırf bir orijinalite trüğü olarak değer-
77
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
lendiriliyordu.” (Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi
Değil, 1979)
Yeniliğin, gelenekten kopmak anlamına gelmemesi gerektiğini aklıselim sahibi hemen herkes kabul ediyor. O zaman ister istemez akla şu
sorular gelmektedir: Yeniliğin gelenekle bağlarının ölçüsünü belirleyen unsurlar nelerdir? Şekil
mi, dil mi, eda mı, tema mı, bunların hepsi mi?
Ruhu geçmiş zaman pınarlarından beslenmiş,
“eski değerlerin peşinde” (Tanpınar, Asaf Halet’i
böyle değerlendirir) bir şairin köklerini tamamen kesmesi mümkün mü? Bunu yaparsa yaşayabilir mi?
Genel kanaat, geleneğin şekil ve görünüşten
ibaret olmadığı; hatta şekilden çok ruhta, tavırda olduğu şeklindedir. Gelenek, belli duygu, düşünce ve inançları, onların dile getiriliş tarzlarını
aynen sürdürmek değildir. Sürdürülegelmiş olanı sindirmek, sonra ona zamanımızın ruhunu ve
kendi rengimizi katarak söylemektir.
Asaf Halet’in kaynaklarının yerli olduğuna
işaret ettik. Osmanlı kültürü ile ünsiyet kurmuş,
sufi bir aile çevresi içinde büyümüş, Mevlana’ya
aşkla bağlanmıştır. Şiirleri dışındaki çalışmaları üstünkörü incelendiğinde bile onun gelenek
dünyamızla ilişkisinin derinliği fark edilir. Bu
kitaplarını hatırlayalım: Mevlana, Mevlana ve
Mevlevilik, Mevlana’nın Rubaileri, Molla Cami,
Eşrefoğlu Divanı, Divan Şiirinde İstanbul, Naima, Ömer Hayyam.
Bunların her biri Asaf Halet’le gelenek arasında birer köprü değil mi? Mizacını, duygu ve
düşünce dünyasını ve tabiatıyla bunların mahsulü olan şiirini bunlardan soyutlamak mümkün
mü?
Yukarıda bahsettiğimiz istisnai şiirlerini saymazsak, şiirin biçiminde tamamen yenidir. Şu
düşünceleri de onun bu konudaki bilinçli tavrını
gösterir:
“Her şiirin şekli, sadalarının arabeski o şiirin
vermek istediği umumi havayı en mükemmel şekilde temin edecek olandır. Şu hâlde buna göre
ne kadar şiir varsa o kadar da şekil olması icabeder.” (Benim Gözümle Şiir Davası).
Ölçü ve kafiyeyi, şiirin olmazsa olmazı saymaması, kompozisyonu önemsemesi; ritim için
ve şiirde bir hava oluşturmak için “formüller”
dediği bazı söz dizileri kullanması; açık kapalı
hecelerden ve imalelerden ölçü dışındaki amaçlarla yararlanması şüphesiz onun şiirini orijinal
kılan unsurlardır. Ancak rahatlıkla söyleyebiliriz
ki bütün bunlarla ve ek olarak kendilerinden öncekilerin de önemsediği ses ve söz tekrarlamalarıyla kurduğu dünya ve bizi içine çektiği iklim
hiç de yabancı değil bize. Kendisinden öncekilerle akraba, yerli ve mistik bir ses ve iklimdir
bu.
“Şiir bize tıpkı hayatta olduğu gibi müşahhas malzeme ile mücerret bir âlem yaratır.” Asaf
Halet’in gelenekle esas sıkı bağını kanaatime
göre onun bu cümlesinde aramak gerekir. Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi, Tanzimat’tan
neredeyse kendisine kadar gelen şairler, Abdülhak Hamid gibi bir iki şairi dışarıda tutmak kaydıyla, hep dışa dönük insanı konu edinmişlerdir.
Asaf Halet’in insanın içine dönmesi; şiire, kendi
tabiriyle “ruh ânı”nı, mistik bakışı, rüya ve masalı yeniden sokması bir bakıma ataların ruhuyla
buluşması demektir.
Cünyd, İbrahim, Mansur, Süleyman, Selim-i
Sâlis, Ferhad, suzidilârâ, Bahtunnasır, kakule,
Nigâr-ı Çîn, santur, nûrusyâh, zebercet, akîki
yemânî, Necef taşı, Semâ-ı Mevlânâ, Zenci Nerkis Kalfa, Çerkes Nevres Dadı… İki kitabına ad
olan eski yazı harfleri: He, Lâmelif. Şöyle üstten
bakıldığında bile fark edilen bu kelime kadrosunun çağrışımlarıyla oluşan âlem tabii ki yeni
değildir. Daha önce seyrettiğimiz bir filmin, zamanın imkânlarıyla çekilmiş yeni bir versiyonu
gibidir. Yenilerin onu kendilerine benzetemeyişleri ve gelenek bağlılarının da onu yadırgayışları
belki bundandır.
Yine kendisi, “Şiirde her şeyden evvel şairin
hâkim olan ruhu sezilir.” der, “Yani onun şahsiyetini yapan altşuur bütün şiirlerinden duyulur.”
Bu görüşü ışığında şiirlerine baktığımızda onun
Doğulu ruhunu sezmemek mümkün değildir. Bundan dolayı, öyle zannediyorum ki Asaf
Halet’in yenilikle gelenek arasında, Haşim’den
ilhamla söyleyelim, “yarı yoldan ziyade geleneğe
yakın” duran bir şair olduğunu söyleyebiliriz. ■
78
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Hilmi Yavuz ve gelenek
ELİF ÇETİŞLİ
Her şiir boydanboya / bir ıssızlıktır artık
Dizelerse giderek daha tenhâ
(tenha, Yavuz, 2003: 163)
Geleneğe dair
Hayat, “değişme” ile “devamlılık” arasında gidip gelen bir olgudur. Bireyler ve toplumlar, bir
taraftan “yeni”nin peşinde değişirlerken, diğer
taraftan sahip oldukları değerlerin devamlılığını
sağlamaya çalışırlar. Ahmet Hamdi Tanpınar bu
durumu; “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” (Tanpınar, 1995: 20) şeklinde özetler.
Türk milletinin uzun tarihi de belirtilen gerçeğe
bağlıdır.
Birey ve toplum hayatındaki devamlılık, konumuz olan “gelenek”i gündeme getirir. Genel
anlamda gelenek; “sosyal hayat içinde iyi, doğru,
güzel ve faydalı olması itibariyle beğenilip takdir
edilen ve nesiller boyu bu kıymetini koruyarak ortak
bir değer hâlini alan her nevi tavır, davranış, düşünüş ve yaşayış tarzlarının her biri veya bütünü”dür.
(Çetişli, 2011: 260)
Özellikle toplumların hemen her alanda (dil,
din, sanat, hukuk, hayat tarzı vb.) değer verdiği,
kendisi için önemli gördüğü ve geleceğe taşımak
istediği birtakım birikimleri vardır. İşte gelenek
bu birikimlerden doğar. Dolayısıyla gelenek, toplumların vazgeçilemez değerlerinden oluşur. Herhangi bir toplum, sahip olduğu geleneğiyle diğer
toplumlardan ayrılır. Yeni kuşaklar, bu anlamlı
birikimin içinde doğar, kimliklerini bu ortamda
şekillendirir; geleceği de gelenek üzerine kurarlar.
Bu yüzden geleneksiz bir toplum, kültür ve medeniyet düşünülemez.
Toplum hayatının her alanını kapsayan geleneğin önemli görünümlerinden biri, genelde sanat,
özelde ise edebiyat alanında ortaya çıkar. Buna
“edebiyat geleneği” veya “edebî gelenek” denir.
Edebî gelenek; “milletin belli bir tarihî süreç içinde güzel bulup beğendiği, benimseyip sevdiği edebî
duyuş, hissediş, düşünüş, yaratış, ifade ediş tavır ve
tarzlarından herhangi biri veya bütünü”dür. (Çetişli, 2011: 260)
Genel çerçeveden baktığımızda Türk edebiya-
79
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
tının sürekli değişen bir görünüme sahip olduğunu görürüz. Dünden bugüne uzanan süreçte gördüğümüz edebî grup, mektep veya akımlar, edebiyatımızdaki değişmeyi gösterir. Edebiyat tarihimizin İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslâmiyet
Sonrası Türk Edebiyatı, Tanzimat Sonrası Türk
Edebiyatı isimleri altında üç ana döneme ayrılması bunun kanıtıdır. Öte yandan son yüz elli yıllık
dönemi kapsayan Tanzimat Edebiyatı, Edebiyat-ı
Cedîde, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat, Cumhuriyet
Edebiyatı, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Hisarcılar,
Yeni İslâmcılar vb. grup, mektep veya akımlar da,
yakın dönem edebiyatımızın ne ölçüde değişim
süreci içinde olduğunu ortaya koyar.
Bununla birlikte edebiyatımızda devamlılık
veya sürekliliğin varlığını da görmemiz gerekir.
Söz konusu gerçek bizi edebî gelenek ile yüz yüze
getirir. Yazımızda Hilmi Yavuz (1936-) bağlamında ve onun düşüncelerinden hareketle, bu gerçeğin bir yönünü aydınlatmaya çalışacağız.
Gelenekle tanışma
Günümüzün şairlerinden olan Hilmi Yavuz’un
gelenekle olan ilişkisi, öncelikle hayatı ile yakından ilgilidir. Şair, daha hayatının ilk devresinde,
geleneğin önemli şairleriyle tanışmış ve onların
şiirlerini okuyarak büyümüştür. Bu ilişkiyi sağlayan ilk kişi de babası olmuştur. Yavuz’un anlattığına göre babası Yahya Hikmet Yavuz ona bazı
akşamlar, “haznesi çiçek işlemeli gaz lambasının
ışığında’ yatakta bağdaş kurarak, yüksek sesle Tevfik
Fikret’ten, Süleyman Nesip’ten, Nâilî-i Kadîm’ den,
Sâdî’ den ve Şirazlı Hâfız’ dan şiirler” (Soldan,
2003:197) okumuştur. Öte yandan Yavuz, annesi sayesinde Türk edebiyatı geleneğinin önemli
kaynaklarından biri olan tasavvufla tanışmıştır.
İlerleyen yıllarda kendini daha bilinçli olarak
geleneğe yöneltecek olan kişi ise hocası Behçet
Necatigil’dir. Bunların dışında Fuzûlî gibi Divan
şairleri; Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi gibi çağdaş Türk
şairleri ve bazı Batılı şairlerin gelenekle olan ilişkilerinden de faydalanmıştır.
sen gittin gideli kuşlar anlamaz görünür
her açılan gülde yepyeni bir şirâz görünür
bakışlar dağılırken denizin belleğinde
senin her şi’rinde geçmiş bir yaz görünür
(yahya kemal’e rübai, Yavuz, 2003: 44)
Bu çerçeve, birikim ve alâka içinde şiire başlayan Hilmi Yavuz, geleneğe önem veren, farklı
açılardan geleneğe bağlı ve gelenekten yararlanan
bir şairimizdir. Kendisi bu durumu şöyle açıklar:
“Ben kendimi Divan şairleri, Yahya Kemal, Ahmed
Haşim, Ahmed Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi
ve Behçet Necatigil’in yer aldığı bir soyağacına yerleştirdim.” (Yavuz, 1999: 143) Nitekim bir şiirindeki “çoçukken hâşim’in şiirlerinden / yoğun menekşeler çalardım” (yapı, Yavuz, 2003: 33) mısralarıyla bu hususu açıkça dile getirir. Ayrıca onun;
“Kendimi Doğu geleneğine bağlı olduğu kadar Batı
geleneğine de bağlı hissediyorum. Fuzuli’ den, Yahya
Kemal’ den, Haşim’ den, Necatigil’ den yararlandığım kadar Hölderlin’ den, Baudelaire’ den de yararlandığımı söyleyebilirim.” (Yavuz, 1999: 143) cümleleri, Doğu geleneği kadar Batı geleneğinden de
yararlandığını gösterir. Belirtmek gerekir ki şair,
hem Doğu hem Batı edebiyatını çok iyi bilmekte;
bu iki edebiyatın zengin dünyası onun şiirlerine
kaynaklık etmektedir.
Geleneğin tanımı
Yukarıda genel ve edebî anlamda geleneği tanımlamıştık. Hilmi Yavuz’a göre gelenek;
“geniş anlamda süreklilik ve bütünlüğü içeren bir
kavram”dır. (Yavuz, 1999: 9) Buradaki süreklilik
ve bütünlükten kasıt, “geçmişte üretilmiş olan edebiyatın tarihselliğini kavramak”tır. (Yavuz, 1999:
9) Şair başka bir mülâkata verdiği cevapta geleneği; “geçmişte üretilmiş olan ne varsa, onları temellük etmektir” (Yavuz, 1999: 29) şeklinde tanımlar.
Diğer bir ifadeyle Hilmi Yavuz’a göre gelenek; “sürekli değişen içinde değişmeyeni; arazlar (ilinekler)
içinde değişmeyeni, özü (essence) bulmak ve bugüne
ulaştırabilmek”tir. (Yavuz, 1999: 57) Bu noktada
o, sık sık “öz” kavramını kullanır. Çünkü zaman
akıp giderken kültürümüz, alışkanlıklarımız ve
beğenilerimiz değişir. Bu süreç karşısında şairin
görevi, değerlerimizden ve birikimlerimizden vazgeçmeden değişmeyeni yakalayıp öze ulaşmaktır.
Çünkü öz, bizi yansıtır. O zaman şiirde önemli
olan bu özü yakalayıp günümüze taşımaktır.
Şairin geleneği tanımlarken üzerinde durduğu
diğer bir nokta da tarihselliktir. Gelenek geçmişimizdir, ama “Şiir geleneği, onun tarihi değildir.”
(Yavuz, 1999: 61) Çünkü şair, kendinden bir dönem önce yazılmış esere atıfta bulunabileceği gibi,
üç yüz yıl öncesine de atıfta bulunabilir. Arada za-
80
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
man açısından kopmalar olabilir. Bu sayede şiirin
hem anlam dünyası hem de ses dünyası daha da
zenginleşecektir. Yani “Gelenek demek, eskiyi ihya
demek değildir, tam tersine, Necatigil’in o bilgelik
dolu deyişiyle söylersek şiir, ‘geçmişe atıflarla ilerler’
demektir.” (Yavuz, 1999: 87)
Hilmi Yavuz’a göre gelenek; ‘an’ı ‘geçmiş’e bağlayan ve birey ile milletin hayatında ‘süreklilik’i
gerçekleştiren ‘öz’dür. “Geçmişin şimdi’de var olduğunu duyumsamak kadar, sınırsızı sınırlı olanda,
bugünde bulmak, bu birlikteliği duyumsamak, bir
yazarı gelenekçi yapar. (…) Sanatçının bilincinde
olması gereken şey, geçmişin belli başlı yapıtlarında
bazı değişikliklere uğrasa da, özünde aynı kalan ve
zamanımıza kadar akıp gelen ana çizgidir.” (Yavuz, 1999: 40)
Eliot’dan alıntı yaparak şöyle anlatır: “Bir başka
yerde de şöyle diyor Eliot: ‘Bir sanatçının gelişmesi
demek, onun kendi şuurunun dışına taşabilmesi,
kendini geleneğin bir parçası haline getirebilmesi
demektir.’” (Yavuz, 1999: 51)
“Genç şairlerden çoğu, şiirin bilgisine başvurmanın, şiirin bilgisini edinmenin, yaptıkları işi
küçültücü bir şey olduğunu sanıyorlar.” (Yavuz,
1999: 116) diyen Hilmi Yavuz, onların bu konuda
yanıldıklarını söyler. Aksine öncelikle bilinmesi
gereken gelenektir. Şiir yazabilmek için geleneği
özümsemek gerekir. Şiirini uzun süre yaşatmak ve
geniş kitlelere ulaştırmak isteyen şair işe buradan
başlamalıdır. Elbette bu iş, büyük çabalar ve uzun
yıllar gerektiren meşakkatli bir yoldur.
Geleneğin önemi
Hilmi Yavuz, kendini Yahya Kemal’in, Asaf
Halet Çelebi’nin, Behçet Necatigil’in soyağacına
yerleştirirken bir yandan da onların şiirlerinin
devamı niteliğinde şiirler yazmaya çalışır. Kendisinin, geleneğin sürekliliğini sağlayan bir aracı
olduğunu şu cümleleriyle anlatır: “Benim şiirim
olmasa, Necatigil ve Çelebi ile birlikte o devamlılık
ve süreklilik kaybolup gidecek, bir meşale gibi elden
ele devredilemeyecekti. Kısaca, imtidad’ın şairiyim
ben.” (Yavuz, 1999: 125)
Onun şiiri, geçmişi günümüze bağlayan bir
köprü görevi üstlenir. Yeni nesillere, atıflar yaparak, biçim ve ses açısından şiirinde bu eserlerden
izler taşıyarak geçmiş edebiyatımızın soylu eserlerini tanıtmış olur. Bu yönüyle o, sadece gelenek
şairi değil; bir imtidadın şairidir de.
Hiç şüphesiz Hilmi Yavuz, geleneğin önemine
inanır. Bu sebeple gelenek, şiir için olduğu gibi,
diğer sanatlar için de vazgeçilemez bir kaynaktır.
“Gerçek Türk şiiri, ancak, geleneksel formların içinde yer almasıyla yazılabilir. Müzik için de resim için
de durum böyledir, diye düşünüyorum.” (Yavuz,
1999: 17)
Şaire göre ‘büyük şiir’in yolu geleneğin ‘temellük’ edilmesiyle mümkündür. Çünkü temellük,
şairi farklı kılacak olan kültürel imkândır. Temellük, geleneği bilinçli bir şekilde kullanmak ve ruh
olarak yaşatmaktır. Geleneğin sadece bilinmesi
yeterli değildir. Şiirin kalıcı olabilmesi, şairin de
kendinden sonraki dönemlere kalabilmesi için geleneğin temellük edilmesi gerekir. Şu cümle, onun
bu tavrını net olarak ortaya koyar. “Üstelik şiir,
özellikle bir geleneğin içinden yazıldığı sürece, bir
başka deyişle, o gelenek ‘temellük edilebildiği’ sürece, büyük şiir olabilir.” (Yavuz, 1999: 29)
Ayrıca şiir, gelenek sayesinde basit bir yapı olmaktan kurtulur; derin anlamlara ve seslere sahip olur. Bu gerçeği Hilmi Yavuz; “Önemli olan,
resmi ve başat yapıların altındaki ‘derin yapı’ ları
bulup çıkarmaktır: gelenek, ilk okunuşta kendini ele
veren yapılara indirgenemez.” (Yavuz, 1999: 29)
sözleriyle belirtir.
Dolayısıyla şiir, gelenek sayesinde “şaheser”
olabileceği gibi, şair de büyük değer kazanmış
olur. Şairin kendi dönemini aşabilmesi için geleneğin içinde olması gerekir. Yavuz bu durumu,
‘dünyanın yaşayan en büyük şairi’ olarak nitelediği
İmtidad ve sahih şiir
şiir, şiirin kurdudur / işte zümrüt ve sürüngen
bir dize / gidiyor; -gidişi / öteki şiire doğru’ dur
(lehte, Yavuz, 2003: 215)
Hilmi Yavuz imtidadı; “Her şiir kendinden evvel üretilmiş olan başka şiirlerin bağlamında varolabilir.” (Yavuz, 1999: 73) diyecek kadar önemser.
İmtidadı sağlayan temellüktür. Şair, Türk şiirini
temellük ettikten sonra geleceğe uzanabilir. Temellük sayesinde gelecekle kendisi arasında bir
bağ kurabilir. Geleneğin bilgisi ona, geleceğin
kapılarını açar. Zaten geleneğimizi bilip sahiplenmeden, o şuura ermeden şiir yazılamaz; yazılsa da
büyük bir şiir olmaz. “Şiirde kimlik, identite sorunu, ancak ‘imtidad’ sorunu bağlamında kavranabi-
81
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
lir diye düşünüyorum. Hem Türk şiirinin kaynaklarına, geçmişe, hem de bugün’e (dolayısıyla yarın’a)
bağlanabilmek; yine Yahya Kemal’i analım burada:
“Kökü mazide olan atiyim” diyebilmek, ancak böyle
mümkün olabilir.” (Yavuz, 1999: 51)
Aslında Hilmi Yavuz’un sürekli kullandığı “temellük”, “imtidad” ve “sahihlik” kavramları arasında sıkı bir bağ vardır. Birinin yokluğu eserin
sağlam temellerden yoksun olmasına sebep olabilir. Sahih şiir ve sahih şair olma meselesi temellükle ilgilidir. Geleneği temellük edebilenler sahih
şiirler yazarlar ve imtidadın şairi olabilirler. “Akşam Şiirleri’nde bunu yapmaya çalışıyorum işte: hem
sahihane (sahici), hem zarifane!.. Bu ‘tarz-ı şiir’in
dışında kalanların tümüyle değersiz olduklarını
düşünüyorum velhasıl…” (Yavuz, 1999: 140)
Gelenek ilericilik midir, gericilik midir?
Hilmi Yavuz’un ısrarla üzerinde durduğu başka bir konu geleneğin, şiiri ve şairini gerici mi
yoksa ilerici mi kıldığıdır. O bu konuda geleneğin
asla gericilik olmadığını savunur. Hatta bu mesele
üzerinde tartışmalar yapılmasını boş ve anlamsız
bulur. “Gelenek problemini ‘ilericilik’ ve ‘gericilik’
diye birtakım bölümlemeler bağlamında değerlendirmek bence bizi çok yanlış sonuçlara götürebilir,
geçmişte götürmüştür de.” (Yavuz, 1999: 29)
Hilmi Yavuz, geleneğin gericilik olmadığını
Yahya Kemal’i tanık göstererek izah eder ve şu soruyu sorar: “Şimdi biz aruzla ve Osmanlıca yazdı
diye onu ‘gerici’ mi saymalıyız? Yoksa dizeyi bir
müzik tümcesine dönüştürerek bu geleneği aştı
diye ‘ilerici’ mi?” (Yavuz, 1999: 29) Yahya Kemal
büyük bir şairdir ve bazı şiirlerini Divan şiiri diliyle ve aruzla yazmıştır. O, gelenekten beslenmiş
ve geleneği şiirlerinde kullandığı için de geleneğin
önemli şairleri arasına girmiştir. Onun büyük şair
olmasını sağlayan de gelenektir. Hilmi Yavuz’a
göre bu durum onu gerici bir şair olarak nitelememize imkân vermez. Geleneği kullanarak daha
güzel şeyler ürettiyse ve bize ulaştıysa, bu onun ilerici olduğunu kanıtlar. Bu yüzden Hilmi Yavuz’a
göre Yahya Kemal; “Hem geleneği aşan hem de o geleneğin içinde kalan bir şair”dir. (Yavuz, 1999: 29)
Yavuz, başka bir mülâkatta yine Yahya
Kemal’den örnek vererek, geleneğin gericilik olmadığını şu cümleleriyle yineler: “Yahya Kemal,
hem divan edebiyatının içinde kalmıştır hem de bu
geleneğin resmi ve başat yapılarını aşmıştır. Yahya
Kemal için, geleneğin derinindeki yapı, ritm’ di ve
onun şiiri, kendi deyişiyle ‘ritmi dile dönüştür’meyi
amaçlıyordu.” (Yavuz, 1999: 29)
Geleneğin modern şiire taşınması
Geleneğin devamlılığını sağlamada en zor
olan taraf, onun günümüz şiirine taşınmasıdır.
Hilmi Yavuz’a göre modern şiirde gelenek, şiirin
içeriğinden çok ‘biçim’inde mümkündür. Çünkü içerik sosyal ve tarihî şartlara göre değişir. Dil
açısından yaklaştığımızda ise edebiyat, Hilmi
Yavuz’a göre “ulusal bir dil aracılığı ile üretilen
iki düzeyli yapı”dır. (Yavuz, 1999: 9) Bunlar kelimelerin temel anlam ve yan anlam düzeyleridir.
Dolayısıyla kelimelerin bu iki düzeyinin yüzyıllar
içinde oluşan geleneğinden faydalanılabilir. “Diyeceğim, dilin biçimsel özgüllüğünden yararlanarak
bir süreklilik ve bütünlük sağlanabilir. Gelenekten
yararlanma, dar anlamda, buradan başlayabilir
diye düşünüyorum.” (Yavuz, 1999: 10)
Şair buna, “Bedreddin Üzerine Şiirler”indeki
15. yüzyıl dilinin sözdizimsel ve anlambilimsel
bakımdan faydalanmayı örnek gösterir: “Bedreddin Üzerine Şiirler’de 15. yüzyıl Osmanlı toplumunun tarihsel bağlamını oluşturacak sözcükleri özellikle benzetme (teşbih) ögeleri olarak kullandım: bu
doğrultuda onlara metin içinde yan anlamlar yükledim. Bu, ‘Bedreddin Üzerine Şiirler’de gelenekten
yararlanma sorununun bir kesimi.” (Yavuz, 1999:
10)
Hilmi Yavuz “Doğu Şiirleri”nde, kelimelerin
ritimlerinden faydalanarak aruzu çağrıştıran bir
ritim yakalamaya çalışmıştır. Kendisi bunu, “Ben
aruz’un kalıplarını, çok yaygınlaştırılmış, aralara
serpiştirilmiş bir tür serbest müstezad gibi kullandım.” (Yavuz, 1999: 11) sözleriyle açıklığa kavuşturur. Yani birebir aruzu uygulamamış, kimi
zaman mısraları belli bir düzen içinde sıralarken
kimi zaman da herhangi bir düzene bağlı kalmamıştır.
Öte Yandan Hilmi Yavuz, Türk şiirinin zengin
bir edebî sanatlara (tezat, teşbih, hüsn-i talil, tevriye, ihâm-ı tenasüp vb.) sahip olduğuna; bunların
da geleneğin kendisi olduğuna inanır. Dolayısıyla
o geleneğin bu birikiminden de faydalanır. Nitekim şair, “Yaz Şiirleri”nde ilk kelimeyi bilinçli
olarak iki anlamda (Bir mevsim olarak ‘yaz’ ve yazmak fiilinin emir kipi olarak ‘yaz’) kullanarak tevriye yapmıştır. Tevriye sanatı kelimenin anlamını
82
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
zenginleştirdiği gibi, şiirin bütününün de anlam
dünyasını zenginleştirir. Hilmi Yavuz bu durumu; “Bir sözcüğü, değişik bağlamlarda kuşatmanın, kısaca her şiirde aynı sözcüğe değişik anlamlar
vermenin, şiiri derinleştirdiğini biliyorum.” (Yavuz,
1999: 79) şeklinde ifade eder. Böylece daha kitabının adında gelenekten faydalanmaya başlayan şair
okuyucusunu gelenekle yüz yüze getirmiş olur.
Hilmi Yavuz, hocası Behçet Necatigil’in de
tevriye sanatını kullanarak şiirini daha anlamlı
kıldığını söyler: “Necatigil, örneğin tevriyenin bu
semantik işlevinin bilincindeydi. Dizede çokanlamlılık (bu sözcüğü ambiguity karşılığı kullanıyorum)
sorununu tevriye ile, onun aracılığıyla çözmeyi denedi; böylece geleneksel bir araçtan yararlanarak
hem divan şiirine eklemlenmeyi gerçekleştirdi; hem
de şiirde anlam sorununu çözmüş oldu.” (Yavuz,
1999: 19)
Hilmi Yavuz’a göre geleneğin modern şiire
taşınmanın bir başka yolu, geçmişe yapılan atıflardır. Ona göre şiir, “geçmişe yapılan atıflarla
(göndermelerle) ilerler.” (Yavuz, 1999: 80) İşte bu
noktada şair, şiirini en iyi şekilde tamamlayacak
kelime, söz grubunu bulmalı ve şiirine yerleştirmelidir. Bu sayede şair, büyük eserlerden kesitler
alıp yepyeni biçim ve anlamlarla oluşturduğu şiiriyle geleneğe eklemlenmiş olur.
Hilmi Yavuz eserlerinde bu hususu, kimi zaman kutsal kitaplar, kimi zaman klâsik, kimi zaman da tasavvuf edebiyatımızın önemli eserlerine
atıflarda bulunarak gerçekleştirir. Örneğin “Çöl
Şiirleri” adlı kitabında tasavvuf şiirimize pek çok
göndermeler yapmıştır. “Ayna Şiirleri” kitabı ise
“Mallarme’ den Behçet Necatigil’e, Nesimi’ den Özdemir Asaf ’a kadar yararlanma, ‘geçmişe yapılan
atıflarla ilerleme’ denemesidir.” (Yavuz, 1999: 96)
Bunların dışında Hilmi Yavuz, dilini şiirsel bulduğu felsefecilerden de faydalanmıştır. “Zaman
Şiirleri” kitabında her ikisi de Alman filozof olan
Heidegger’in Hölderlin için yaptığı yorumlardan
yararlanmıştır.
Bir sonuç çıkarmak gerekirse gelenek, ses ve
anlam bakımından şiiri daha zengin hâle getirir.
Geleneği dilde kullanan şair, ifade gücünü daha
da kuvvetlendirmiş olur. Birden fazla anlam taşıyan kelimelerden oluşan şiir, okurlarını daha
farklı dünyalara götürür. Atıflar sayesinde ise
şiir, sadece günümüze değil geçmiş kültürümüze
de dokunmuş olur. Bu durum, okuyucunun çok
yönlü bir şekilde şiirden zevk alması ve doyuma
ulaşmasını sağlar.
hilmi anladı gizini / giderdi hep hava üzre
bakış mülkünce Osmanlı / ıssızlığı bir elinde
öbür elinde divânı /geçmiş bir gül saatinde
okunur azala azala
(divan edebiyatı beyanındadır, Yavuz, 2003: 44)
Gelenek ve tasavvuf
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hilmi Yavuz’u
tasavvufla tanıştıran kişi annesi olmuştur. Çünkü
annesi Vecide Hanım, “ehl-i tarik”tir. “Daha da
önemlisi, Vecide Hanım ehl-i tarik olduğu için Kadiri zikirleri de Hilmi Yavuz’un dünyasına yabancı
değildir.” (Altunay, 2003: 15)
Hilmi Yavuz’a göre tasavvuf felsefesi, kültür ve
edebiyatımızın ana kaynaklarının başında gelir.
Dolayısıyla şiir geleneğimiz geniş ölçüde tasavvuftan beslenmiştir. Bu kaynak, birçok bakımından
bugünkü şiirimize örnek olabilecek değere sahiptir. “Pekâlâ, bir tasavvuf düşüncesi geleneğimiz var.
Büyük ölçüde bugünkü şiir anlayışımızı bu düşünce
sisteminin şiirdeki yansımalarına borçluyuz.” (Yavuz, 1999: 112)
Hilmi Yavuz mutasavvıf değildir. Ancak o şiirlerinde tasavvufu şekil açısından kullanmış, hayat
felsefesine uygun olarak yaşamadığı için de anlam
düzeyinde işlememiştir. Bir başka deyişle: “Hilmi
Yavuz, tasavvufun bu iki cephesinden yalnızca birini; o kültürün; yani tasavvufun bilgisini, yapısını
şiire zengin olanaklar sunan dilini ‘temellük’ ediyor,
etmek istiyor.” (Karaca, 2010, 179)
bir insana bırakılmış olan keder / ve kelimelerin
kalbi…
ibn arabî / birlikte yazıldılar bende;
ve o her şeyi aşan şiirde,/ sözlerin üstünde akrepler ürüyor;
bir elmas parçasına dönüyor cesed, / başsız, ayaksız…/ yürüyor..
(kayboluş ve keder, Yavuz, 2003: 451)
“Zaman Şiirleri” ve “Gizemli Şiirler” adlı kitaplarında tasavvufu dil itibariyle kullandığını,
felsefe kısmıyla ilgilenmediğini şu sözleriyle belirtir: “Zaman Şiirleri ile Gizemli Şiirler’i benim
Tasavvufla ilişkim bağlamında değerlendirmek ge-
83
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
rekiyor. Tasavvufun dili beni ilgilendiriyor.” (Yavuz, 1999: 60) Bir başka mülâkatında da zaten
bu iki şiir kitabında, “Semantik göndermeler öne
çıkmıştır.” (Yavuz, 1999: 62) diyerek tasavvuftan
dil anlamında yararlandığını yineler.
“Ayna Şiirleri” kitabı ise üç bölüm ve otuz şiirden oluşmaktadır. Bölümlerden biri Şair, diğeri
Kent ve üçüncüsü Aşk’tır. Buna göre Şair kendisi,
Kent İstanbul ve Aşk da Hilmi Yavuz’un eşi Nuran
Yavuz’dur. Bu Hıristiyanlıktaki üçlü birlik (teslis)
inancını, tasavvufta ise kesret inancını, çok olma
durumunu simgeler. Kitabın adı da bu anlayışa
bağlı olarak manidardır. Aynaya baktığınızda görünen çoktur; ancak hepsi vahdete, Allah’a döneceklerdir.
Yine “Ayna Şiirleri”nde otuz şiir olması tasavvufla ilişkilidir. Sayının otuz olması, Simurg’u
temsil etmesinden gelir. Hilmi Yavuz; “Otuz
kuş, Simurg’ da nasıl kendilerini gördülerse, ben de
‘otuz ayna’ da kendimi görüyorum. Otuz şiir, otuz
ayna!..” (Yavuz, 1999: 97) derken, Simurg kuşunun yanarak kül olduktan sonra yeniden dirilme
geleneğini tasavvufî anlamında kesretten vahdete
ulaşma olarak kullanmıştır.
Hilmi Yavuz’a göre şiir, yapılan bir şeydir. O,
şiirin ilhamla değil, bilgiyle yazılabileceği düşüncesindedir. Yani o, şiir bilgisinin şiirini yazar. Bu
sebeple şiiri kurgusaldır. Bu yüzden tasavvuf, kendisi için; “bir şiirselliğin yeniden üretilmesinde büyük bir gereç olmuştur.” (Yavuz, 1999: 54)
olan ilişkisidir. O, farklı şiir gelenekleri ve şairlerinin eserleriyle bağlantılar kurarak yeni ve sağlam yapılı şiirler kaleme alır. Onun şiiri, geleneğin
temellük edilmesinden sonra özümsenip başka
bir biçimde bize aktarılmış hâlidir. Kendini “Ben
kendi edebiyatımın geleneğine bağlı bir şairim” (Yavuz, 1999: 59) biçiminde tanımlayan Hilmi Yavuz, bu durumu basit bir muhafazakârlık olarak
değil, “değişenin içinde aynı kalanı” aramak olarak açıklığa kavuşturur. Ayrıca onun için geleneğe
bağlılık, kendini gelenekle sınırlamak da değildir.
“Ben geleneğin içinden gelen, ancak kendini gelenekle sınırlı saymayan bir konumdayım.” (Yavuz,
1999: 59)
Kısacası Hilmi Yavuz eserlerinde hep geçmişle
irtibat kurmuş; farklı seviyelerde gelenekten beslenmiş; geleneğin özünü kavrayıp dönüştürerek
şiirine taşımıştır. Bu sebeple bu özü ve değişmeyeni bilmeden Hilmi Yavuz’u anlamak mümkün
değildir. “Hölderlin’i, Şeyh Galib’i, Mevlana’yı,
Elitis’i (bence dünyanın yaşayan en büyük şairi
O’ dur.) bilmeyen benim şiirimi izleyemez.” (Yavuz,
1999: 52) Okuyucuların onun şiirlerinden “telezzüz edebilmeleri için” tasavvuf kültürünü, Divan
edebiyatını, Baudelaire’i, Yahya Kemal’i, Asaf Halet Çelebi’yi, Behçet Necatigil’i bilmeleri gerekir.
Şayet okuyucu böyle bir birikime sahip değilse
onun şiirlerindeki derinliği anlamaktan mahrum
kalacaktır. ■
Kendi şiiri açısından gelenek
Yukarıdan beri yapılan açıklama ve alıntılar,
Hilmi Yavuz’un şiirlerinin gelenekle ne derece
ilişkili olduğunu ortaya koymuş olmalıdır. Nitekim şair, kendi şiirini “geleneğin içinde” görür.
Dolayısıyla onun şiiri “geleneğin ‘içinden’ yazılan
bir şiirdir.” (Yavuz, 1999: 17)
“Her zaman söylemişimdir: Benim şiirim Türk
şiir geleneğinin içinde, bu geleneğin ‘içinden’ yazılan bir şiirdir. Şiirimizin bizim yazın geleneğimize,
hem divan hem de halk şiiri geleneğimize eklemlenmiş bir şiir olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden
ancak bu geleneği bilenlerce okunup; sevilmesini de
yadırgamıyorum. Şiirimin formu, geleneksel olarak
bize verilmiş olanın yeniden üretilmesine dayanıyor.” (Yavuz, 1999: 17)
Zaten Hilmi Yavuz’u diğer şairlerden farklı
kılan, şiirini de ayrıştırıcı kılan özelliği gelenekle
Kaynaklar
Altunyay, Korhan (2003), Klasik Edebiyat Bağlamında
Hilmi Yavuz, Bizim Büro Basımevi, Kütahya.
Çetişli, İsmail (2011), Edebiyat Sanatı ve Bilimi, Akçağ
Yayınları, Ankara.
Karaca, Alaattin (2010), “Hilmi Yavuz’un Şiirinde Tasavvuf ”, Hilmi Yavuz Akademik Sempozyumu Bildirileri,
Artuklu Üniversitesi Yayınları, Mardin.
Tanpınar, A. Hamdi (1995), Yahya Kemal, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Uğur, Soldan (2003), Şiirin Aynasındaki Simurg, Can
Yayınları, İstanbul.
Yavuz, Hilmi (1999), Şiir Henüz, Est Non Yayınları, İstanbul.
Yavuz, Hilmi (2003), Büyü’sün Yaz / Toplu Şiirler,
YKY., İstanbul.
84
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Karakoç'a dair notlar
MEHMET AYCI
1- Çeyrek asır önce fakir lise talebesiyken,
Eskişehir’de aksi bir kitapçının müdavimidir. Sezai Karakoç ve Zarifoğlu’nun kitaplarını satın almıştır. Zarifoğlu’ndan aldığı kitap Menziller, Sezai Bey’den aldığı kitap İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’ dür. Abdurrahim Karakoç’un
kitabını sorduğunda, “O kâfir, ne diye okuyacaksın onun kitabını!...” diye kitapçıdan kovulur.
Dediğim gibi, fakir lise bir talebesidir. Kafasında, Müslüman babasının, Müslüman kendisinin
şiirlerini ezbere bildiği Abdurrahim Karakoç,
herhâlde ülkücülüğünden olacak kâfir oluvermiştir. Ateistlerinin bile davranış kodları itibariyle
sapına kadar Müslüman olduğu bu toplumda Abdurrahim Bey’in tekfir edilmesi nasıl bir sosyolojik travma olmalıdır? Türkiye’de solcularla birlikte İslamcıların da, “Hak yol İslam yazacağız.”
şiirine rağmen Karakoç’u eşiğin dışında görmeleri
yakın dönem tarihimizin düşünülmesi gereken
görme kayırma, görmezden gelme yok sayma
hâllerinden biri olmalıdır.
2- Karakoç, ait olduğu biraz da kendisini inşa
eden sözlü kültürün son temsilcilerinden biridir.
Ondaki söyleme doğallığı çocukluğundaki kulak
aşinalığından, tabiatla iç içelikten, yoksulluktan,
kendi insanının bütün yönleriyle toplum algısından kaynaklanır. Şiirleri yakılır gibi yazılmıştır.
Hiçbir şiirinin üzerinde çalışmamıştır. Nasıl geldiyse yahut nasıl getirdiyse öyle kâğıda geçirmiştir. Daktilosunun başında yoğunlaşmış yahut yoğunlaştığı için daktilosunun başına oturmuştur.
Bu hâliyle de doğaldır.
3-Mahzuni ile aynı toprağın çocuğu olmasına, aynı sözlü kültürden beslenmesine rağmen,
Mahzuni’ye açılan yahut şairin kendisine açtığı popüler alan Karakoç’a açılamıştır. Ya da,
Karakoç’a en aşırısı kâfir, en hafifi parmak hesabı
şiirler yazıyor diyen genç sağcı, genç İslamcı sanatedebiyat çevresinin Mahzuni’nin türküleri eşliğinde rüya görmeleri de ayrı bir sosyolojik çatlak
olmalıdır. Kaldı ki, Mahzuni, Karakoç’tan daha
usta da değildir.
4-Mihriban şiirinin Musa Eroğlu tarafından
bestelenmesi Karakoç’u gönül sahibi, âşık olma
85
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
potansiyeli bulunan her Türk insanının gönlünde ölümsüzleştirmiştir. Ruh üşümesine tutulan
her insanımızın hâline, “Lambada titreyen alev
üşüyor /Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” dizeleri tercüman olmuştur. Oysa türküye alınmayan,
“Kar koysam köz olur aşkın külüne / Şaştım deli
gönlün tahammülüne / Taşa çalsam ezilmiyor
Mihriban” dizeleri de lambada titreyen alevin
üşümesinden aşağı yoğunlukta değildir. Bu arada
bir not, birkaç televizyon programında bir araya
gelseler bile Musa Eroğlu, Karakoç’un cenazesinde yoktur. Eroğlu’na sorulacak Karakoç’u nasıl
bilirdiniz sorusunun cevabı Mihriban şairi olarak
biliriz olacaktır, iyi biliriz olmayacaktır. Eroğlu, kendi cemaatinden dışlanacağı düşüncesiyle
Karakoç’a yakın durmaktan çekinmiştir.
5-Karakoç’un şiirleri tabiri caizse, aşkıyla, acısıyla, kederiyle, yoksulluğuyla, ezilmişliğiyle, çaresizliğiyle insan kaynayan şiirlerdir. Şiirlerindeki
insan “marjinal” olmadığı gibi hayalî de değildir;
bütün çıplaklığıyla ve iç dünyasının saflığıyla, sokaktaki, çarşı pazardaki, kahvedeki insandır. O
toplumun ortalamasının şiirini yazmıştır, kendisi
de orta yolun yolcusudur. Bir zamanlar partili olması, o partiye oy vermesi, Karakoç’un şairliğini
ve duyarlığını tanımlamakta yetersiz kalır. Onun
aidiyeti toplumudur.
6-Çocukları ve hanımefendi ile ilişkisi oldukça düzeylidir. Onlara kızdığı, kaşını çattığı vaki
değildir. Evin sessiz beyidir. Evin sessiz çocukları
ve sessiz hanımefendisi rıza ve teslimiyet ölçüsünde bir aile hayatı yaşamışlardır.
7-Silah merakı vardır. Yaz günleri bile ceket
giymesi biraz da bu merakındandır. Kullanmak
için değildir; meraktır…
8-Babasından kalma nadir bir Mushaf’ını hatırı kalmasın diye açıp incitmeden okuduğuna tanıklığımız vardır. Babası şair Ümmet Karakoç’un
iki kıta görmüş bu Mushaf’ının çıkınını çözerken
babasından da birkaç dize okumuştur.
9-Hece vezninin 7’li, 8’li, 14’lü kalıplarını
da kullanmış ancak şiirlerini en çok 11’li olanıyla söylemiştir. Şiirlerinde rutinlik yoktur. Diğer
halk şairlerinden / hece şairlerinden farkı, şaşırmayı sevmesidir. Şiir 4+4+3 durakla akarken birden 6+5 bir dize yahut tam tersi akarken 4+4+3
bir dize, aheste akan ırmağın birden coşması, ka-
yadan büyük bir parça kopması gibi şaşırtma ve
uyandırma etkisi yapmaktadır.
10-Kendisine imzalı gelen her kitabı, nitelikli niteliksiz, iyi kötü, çer çöp demeden mutlaka
okumuştur. Bu nedenle okuması kendisine kitap
gönderenlerin yörüngesinde olmuş, sistemli bir
okuma yapmamıştır. Yine de halk klasiklerini
mutlaka okumuştur. Ayıklama yapmadan okuması elbette bir nezakettir, kendisine kitap gönderenlere, kendi okuyucularına saygıdır, ancak bu
nezaket çerle çöple vakit geçirmeyi de beraberinde
getirmiştir.
11-Maraş’tan Ankara’ya geldikten sonra şiirlerinde “şehirli” bir duyarlık, bir “artistlik” de yer
bulmaya başlamıştır.
12- Bu notlar uzar. Vefatından sonra bu fakir,
o acıyla şu portreyi kaleme almıştır:
“KARAKOÇ BU SABAH ÖLDÜ DE, ERKEN”
Ufacıktım, çocuktum. Babam Karakoç’un şiirlerini, onun Töre-Devlet Yayınları’ndan çıkan, kapağında tabanca istifli besmele bulunan “Vur Emri”
kitabından okurdu. Manzum Muhammediye yahut
manzum cenk hikâyeleri okur gibi okurdu. Severdi Karakoç’u… Biraz da türküsü yakılan vatandaş
olmasından, kasketli olmasından, teriyle yıkanmasından severdi şairi… Hele vatandaş türkülerini…
Hâkimle, doktorla, savcıyla, mebusla muhataplığın izlerini taşırdı belki de Karakoç’un şiirlerinde
bulduğu… Altı yedi yaşındaki bir çocuk, ne anlar
Karakoç’un şiirlerinden demeyin… O kitap elimden geçti ilk mektep ikinci sınıfta… Her gün birkaç
sayfa arkalı önlü ezberledim ve henüz ilkokulda bir
“Vur Emri” hafızıydım… Şimdi bu satırları yazarken bile Hasan’a Mektuplar’ı okuyor hafızamın bir
köşesinde o çocuk Mehmet Aycı… Kelime kadrosu
tanıdık, sesi tanıdık, duruşu, isyanı, rızası, kederi tanıdık… Sesinin yarıklarından uçsuz bucaksız
yerli bir keder sızıyor… En politik, en keskin şiirlerinde, hicivlerinde bile erkeksi bir keder…
Erkeksi bir keder çünkü yenilse bile yenilgiyi vakur bir dönüşümle hayra tebdil etmesini bilen bir
enginlik… Türkiye Orta Doğu’nun, Balkanların,
Kafkasların akıbetine duçar olmayacak bir his ve
istikamet zenginliğine sahipse bu enginlik sayesinde.
Konuyu dağıtmayalım…
86
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Sonra on dokuz yaşımda karşılaştım. Yeni Düşünce Gazetesi’nde haftalık yazılar yazıyordu. Konuştuk. Uzun
uzun konuştuk. Bu uzun konuşma,
aralıklı da olsa vefatına kadar devam
etti. Beğenemedim düz yazılarını, hatta
“gerdanlık” ları da beğenmediğimi söyledim zaman zaman kendine… Önemli
değil bunlar. Ama önemli olan bir şey
var:
Karakoç’un yüzü… O yüzde Babası Ümmet Karakoç’un yüzü… Silsile
uzar gider ve nihayet Hazreti Âdem’in
yüzü… Peygamberimsi bir anlam, iki
elin ayasının kaplayabileceği bir alanda… Yüceltmek için söylemiyorum,
öyle… Hile yok, hurda yok… Aldatma
yok… Üç kâğıt yok… İkinci, üçüncü niyet yok… Süt gibi, su gibi, toprak gibi,
neyse o… Kendisi ve kalbi… Onun
için şiirleri halka mal oldu, türküleşti,
anonimleşti… Lambada titreyen alevin
üşümesi gibi doğal bir üşüme, titremesi
gibi doğal bir titreme… Aydınlığıyla,
rüzgârıyla…
Karakoç öldü. Az önce telefona gelen AA’nın mesajını okudum: “Gazi
Üniversitesi Hastanesi’nde 46 gündür
tedavi gören, şiirleri arasında Mihriban
da bulunan şair ve yazar Abdurrahim
Karakoç(80) vefat etti.” Artık ruhu cennetin vadilerinden devşirdiği nefesleri
şiirleştirir. Hecenin 11’ li vezninde en
çok; Türkçe; duraklar ve uyaklar yerli
yerinde, bir ırmak akar gibi, bir keklik
kayar, bir ceylan seker gibi doğal, bir o
kadar da toprağına bağlı…
Arayanlar oldu… Onlara “Karakoç
bu sabah öldü de, erken / Tanıdıklar
sual ettiği zaman” dizelerini okudum.
Güzel yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Güzel rüyalar gördü. Bu toprağı çok
sevdi. Tanrı da onu sevdi diyor yüreğimizin dili…
Gülümsedin Ağabey… Azrail’e de;
kederli…■
SERZENİŞİMDEKİ RENK
mısralar karanlığa mı söylenmektedir
gözler kısılıp yarı deprem sarhoşluğu
yaşarken dünya
kadınca beyazlığa mı bağlanmaktadır
yorgun akan ırmağı şiirimizin
bu mudur şiir denen sevgili
o eşsiz tutukluyu
imlerken inancın acı ninnileri
suya vermektedir gülzarı bağban
neden yamalı hastalığı çağırmakta mısralar
hüsn’den habersisiz, nergis yok, perviz yoktur
uçuk bir kızıllığı giyinirken ufuklar
ankebutsuz aşklar boşalan ruhta
hep leyla dedik oysa
ey benim kimsesiz şairim
bir şeyler sorgulanacak zamanın tütsüsünden
bu kesin. sen ki bir körfezi doldurursun sesinle
isterim ki yalnız o’nun ayağına sür yüzünü
değil mi ki biz senden öğrendik ağlamayı
yerli yersiz gülmemeyi
sen ki insanların en garibi
kedi gözüne banılırsa lamba
ışıltısında yoğrulur hınç afrika kızlarının
yaren’e özgüdür serzenişimdeki renk
böyle bilinsin isterim hayal resimlerinde
yeni zamanlar olur bizim de aynamızda
üç kuruşluk bir aşk için onca çabamız
İSMAİL AYKANAT
87
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Harput'ta divan şiiri geleneği
M. NACİ ONUR
K
lasik edebiyatımızın temelleri, Türklerin
İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra verdikleri ilk eserlere dayanır. Geniş iklimlerde dil açısından az çok farklı gelişen İslami edebiyat,
Osmanlı İmparatorluğunda 13. yüzyıldan başlayarak
gelişimini sürdürmüş ve üç kıtada 600 yılı aşkın bir
müddet hayatiyetini devam ettirmiştir.
13. yüzyıldan sonra saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın mahfillerde, okumuşlara mahsus yeni yapılanan Arap edebiyatı yanında, İran edebiyatının da temsiliyle İslam kültürünün kollarından
faydalanan ve Türk benliğinin özelliklerini de yansıtan
ve mahallî çizgileri veren klasik edebiyatımız ve şiirimiz altı asır çok değerli eserler verdi. Yüksek zümre veya
divan edebiyatı diye de isimlendirilen; asırlarca dil ve
muhteva bakımından klasik kabul edilen bu tarz, daha
ziyade manzum eserlerden meydana gelmiştir.
Divan edebiyatı Anadolu’da, Selçuklular zamanında Hoca Dehhani ile başlamış, 14. yüzyılda Ahmedi,
Şeyhoğlu Ahmed-i Dai ile varlığını göstermiş, kuruluş
dönemi olan 15. yüzyılda Şeyhi ile devam etmiş, geçiş
dönemi olan 15 ve 16. yüzyıllarda Ahmet Paşa, Necati, Zati, Baki, Hayali, Nev’i, Fuzuli, Ruhi-i Bağdadi
ile devam etmiştir. Olgunluk dönemi olan 16 ve 18.
yüzyıllar arasında Yahya, Naili, Nev’i, Nabi, Nedim,
Şeyh Galib’le yürümüş, çöküş dönemi olan 19. yüzyılda Yenişehirli Avni, Kepçeci-zâde İzzet Molla, Ziya
Paşa gibi şahsiyetlerin eserleriyle dünyanın sayılı edebiyatları içine girmiştir.
Divan edebiyatı, kaynağını ayet, hadis, tefsir, kelam, İslam tarihi, tasavvuf, peygamberlerin kıssaları,
efsane, rivayet, mitolojik hâdiseler, Türk tarihi, deyim,
atasözü gibi unsurlardan alır. Divan şiirinde rastgele
benzetme ve hayal kullanılmaz. Divan şiirinin özünü
mazmunlar teşkil eder. Bunlar beyit içinde gizli mana-
lar demektir. Usta divan şairlerinin şiirleri sağlam ve ölçülüdür ve hiçbir kelimesi değiştirilemez, değiştirilecek
olursa şiirin bütünü bozulur, temelden sarsılmış olur.
Bu sağlam şiir yapısına Harputlu Rahmi’nin bir
gazelinin birkaç beytinden örnek verelim:
1 “Neş’e-i zevk-i visâlin ruh-i zibâda mıdır
Sâkiya gamzede mi meyde mi minâda mıdır
2 Nûş eder bâde ayağ üzre dediler sâki
Ya benim gibi aceb yâr da üftâde midir
3 Genc-i gamdan hele reh-yâb olabilmem Rahmi
Daima cevr-i felek hatır-ı nâ-şâde midir
1. “Ey saki, kavuşma zevkinin neşesi güzel yanağında mı, yan bakışında mı, şarapta mı yoksa kadehte
midir?”
2. “Saki için, ayaküstü bile içki içiyor, dediler. Acaba buna sebep, sevgilinin de benim gibi ayaklar altına
düşmüş olması mıdır?”
3. “Rahmi, gam ve keder köşesinden bir çıkış yolu
bulup kurtulamam, acaba feleğin eziyeti daima mutsuz insanların üzerine midir?”
Divan edebiyatında nazım şekilleri değişmez. Kaside, gazel, kıt’a, terkib-i bend, terci-i bend, rübai, tuyuğ, mesnevi, muhammes, müseddes, şarkı gibi nazım
şekillerine yer verilmiştir. Nazım biriminin en küçüğü
mısra, iki mısraının da bir araya gelişiyle bir beyit oluşmuştur. Şiirler aruz ölçüleri içinde beyitlerden oluşur.
Gazeller genellikle beş beyitlidir. Bu beyit sayısını aşan
manzumeler de vardır. Divan şiirinin konusu aşk, kadın, şarap ve tabiattır. Bu temel özellikler hiç değişmez.
Bunlar çok defa mücerrettir. Aşk tek yanlıdır, âşık hep
sever, acı çeker. Sevgili sultandır, acı çektirir. Yöremiz
şairlerinden Harputlu Hacı Hayri Bey’de bunu görürüz:
“Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydı
Zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı
88
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Meyhâneler kapısı bahtım gibi kapansın
Rindâne bade içmek sensiz yasağ olaydı
Efsâneler yazardım sevdâ-yı aşka dâir
Gamdan dilimde Hayri hâl-i ferâğ olaydı”
Harput’taki Divan şairlerinin şiirlerinde de sevgili
servi boylu, ince belli, siyah saçlı, yanakları gül kırmızısı, gözleri siyah, bakışları ok gibi delici ve daima genç
bir kadındır. Bu mazmunlarla 600 yılı aşkın devam
eden Divan edebiyatının dili de Arap, Fars ve Türk dilinin karışımı olan Osmanlıca olmuştur. Divan şiirinin
Doğu yakasını teşkil eden Harput’taki şiirde de aşk iki
türlüdür, biri beşerî, diğeri ilahi aşktır. İlahi aşk, maddi aşkla başlar, dünyadaki güzellere âşık olan şair, bu
durumu mücerret hâle dönüştürerek ilahi aşka dalar.
Böylece Tanrı’nın benliğine kavuşmaya çalışır. Harputlu şair Mustafa Sabri’de bunu görmemiz mümkündür:
“Tarife sığmaz Allah mümkün değil beyânı
Dil açamaz bu bahsi zira bu hâl ruhâni
Mahlasda Sabrî derler tam ismi Mustafâdır
Şöhretce talihsizdir soy adı bahtı kara”
Divan şairinin başarılı olabilmesi için, dilin inceliklerini bilmesi gerekir. Bunun için şairler, hüsn-i ta’lil ve
teşbih sanatlarına sıkça başvururlar. Divan şairleri için
benzetilenler, yani neyin neye benzetileceği bellidir ve
bunlar kalıp hâlindedirler.
Harput’ta divan şiirinin başlangıcını 16. yüzyılda
yaşayan Hasan Burhaneddin-i Cihangiri’ye (15631663) dayandırıyoruz. Bu şair, şiirinin bir yerinde şöyle diyor:
“Kebâb oldum yâr aşkına kavruldum
Harman oldum yâr uğruna savruldum
Ben ki bu cihânda senden ayrıldım
Daha cân gezdirmem cân neme gerek”
Rahmi-i Harputi, Hacı Hayri, Çeribaşı-zade Ali ve
Asım Beyler, Hacı Raşid, Yusuf Şükrü, Hacı Necip
Paşa, Müftü Faik Efendi, Muallim Sadi, Hafız Osman
Öge, Sabri Çavuş, Fikret Memişoğlu, Orhan Koloğlu,
Orhan Gökçe, Abdullah Nazırlı, Prof. Dr. Süleyman
Ateş gibi şahsiyetlerle Harput’taki Divan tarzı şiir, 21.
yüzyıla kadar gelmiştir.
Harput’ta divan şiiri geleneğinin sürdürülmesinin
sebebini, yörenin insanlarının kültür seviyesinin yüksekliğine ve ilim alanında ileride oluşuna bağlamamız
gerekmektedir. Zira eski çağlardan beri burada medreselerin fazlalığı ve mükemmel tarzda tahsil gören insanların Osmanlı coğrafyasına yayılıp her tarafta görev
yaptıkları nazara alınırsa, Harput’un bir ilim ve kültür
merkezi olduğu kanaatine varırız. Harput’taki insanların da bilgi seviyesi ile kelime hazinesinin zenginliği,
divan şiirini anlayabilecek kudrette olduklarını gösteriyor.
Bu sebeple, bu yörede halk şairi ve şiirinin fazla
olmadığını, âşıklık geleneğinin hemen hemen hiç bulunmadığını, halk şiirine de rağbet edilmediğini gözlemleyebiliyoruz. Bu ifadeden halk şiiri ve şairinin hiç
olmadığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Ama divan şairi
ve şiiri yanında, halk şiirinin çok cılız kaldığını söyleyebiliriz. Divan şiir tarzının kültür, yaşayış ve ilim ortamında yeşerdiği gerçeğinden hareket ederek, Harput
ve havalisinde divan şiiri tarzında ve onun kurallarına
uygun şiir meydana getiren kırkın üzerinde şairi tespit
ediyoruz.
Bu şairler, Harput ikliminde divan şiiri geleneğine
uyarak, şiirler meydana getirmişlerdir. Mesela bunlar
içerisinde 19. yüzyılda yetişmiş Sungur-zade Abdülkerim Efendi’nin,
“Bir nigehle ol nigâra oldu hayrân gözlerim
Bir günâhla bin belâya oldu şâyân gözlerim
Görmeseydi gözlerim olmazdı gönlüm derd-nâk
Hânmân-ı kalbi yıkdı etti virân gözlerim”
şeklindeki şiirinde hassasiyet ve duygu seli doruk noktasına çıkmıştır. Yine mutasavvıf şair Osman Bedrettin
(İmam Efendi) Efendi’nin;
“İçüp muhabbet şerbetin âşık visâle er bu gün
Terket bu dünyâ lezzetin sâdık visâle er bu gün
Bakma bu kudret varına gir Vahdetin gülzârına
Koyma bu günü yârına âşık visâle er bu gün”
şeklindeki beyitleri, ilahi tarzda yazılmış, Allah aşkını terennüm eden bir manzumedir. Harput’ta divan
şiirinin şu anda en genç temsilcisi de 1991 doğumlu
Fırat Üniversitesi Türkoloji son sınıfında bulunan İlyas
Kayaokay’dır. Bir şiirinde şu güzel beyitlere rastlıyoruz:
“Ehl-i uşşak âh edip mahbûbu hep yâd eylemiş
Çâresizler nâr-ı firkât ile feryâd eylemiş
Ağzı mimdir kaşları râ boy elifdir zülfü dâl
Ol murâdım pîr felek ağyâre murâd eylemiş"
Türk edebiyatı içinde altı yüzyılı aşkın bir zaman
diliminde kendine özgü biçimde varlığını sürdüren ve
kurallara bağlı bir şekilde günümüzde de varlığını devam ettiren yüksek zümre, divan, havas, klasik edebiyat,
saray edebiyatı isimleriyle anılan bu edebiyat ve mahsulü şiirlerin, Osmanlılarda zirveye çıktığı bilinen bir
konudur. İşte bu edebiyatın Doğu yakasında, divan
şiiri sahasında önemli bir yere sahip olan Harput ve
Harputlu divan şairleri de, asırdaşlarından hiç de geri
kalmayacak tarzda sanatlarını icra etmişler ve eserlerini ortaya koymuşlar, bu geleneği kendi sahalarında da
devam ettirmişlerdir. ■
89
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Müzik geleneğimiz ve geleneksel
müziğimiz üzerine
BAYRAM BİLGE TOKEL
İnsanımızın türkülerimize, türkülerimizin insanımıza
benzemesi de tesadüf değil elbet. Tıpkı türkülerin
toprak, toprağın türkü kokmasının da tesadüf
olmadığı gibi…
K
ökü geçmişe dayanan, büyük ölçüde
kendi öz suyundan beslenerek
hayatiyetini sürdüren ve uzun bir tarihi
süreç içinde evrilerek günümüze ulaşan çeşitli sanat
türlerini ifade etmek için kullandığımız ‘geleneksel’
kavramı, kimilerine göre o sanatın zaman ve
mekânda yaygınlığı, derinliği, ‘kadim’ oluşu
anlamına gelirken; kimileri için modası geçmiş,
devrini doldurmuş anlamını taşır. Fakat kültür ve
sanatta devamlılığın geleneksel olanla ilişkisi her
sanat ve edebiyat insanının -gelenekselliği tümüyle
reddedip modern, yeni ve çağdaş olanın karşıtı gibi
görenler de dâhil olmak üzere- az ya da çok zihnini
meşgul etmiştir. Modern bir şair için geleneksel
halk ve divan şiirimiz, günümüz romancısı için
halk hikâyelerimiz ve destanlarımız, çağdaş bir
besteci için geleneksel halk ve klasik müziğimiz ne
anlam ifade eder ve bunlardan faydalanmak nasıl
olmalıdır? Geleneği olan bir sanatın günümüze
aktarımında nasıl bir yöntem izlenmelidir ve
geleneğin benzerini yapmak onu yaşatmak için
yeterli midir?
Soruları çoğaltmak mümkün; şiirden romana,
hikâyeden tiyatroya, mimariden müziğe hemen
her alanda karşılaştığımız bu sorunu, ‘musiki’
bağlamında, özellikle ‘şarkı’ ve ‘türkü’‘ üzerinden
tartışmaya çalışalım.
Çeşitli tür ve formlarıyla zengin bir musiki
geleneğine sahip olduğumuz, tarihî süreç içinde
intisap ettiğimiz kültür ve medeniyetlerden hem
etkilenerek hem de onları etkileyerek sürekli
çoğalttığımız renkli, işlenmiş ve incelikli bir
müzik kültürünün vârisi olduğumuz bir gerçek.
Bunu, geleneksel müzik kültürümüzün iki
ana damarını oluşturan halk müziği ve klasik
müzik birikimimizin mevcut repertuvarındaki
eserlerin türüne, sayısına, makam, usul ve form
zenginliğine, ezgisel güzelliğine, üslup ve ifade
çeşitliliğine, kullanılan enstrüman sayısına, dinî,
sosyal ve kültürel hayatımızdaki ağırlığına, estetik
bilincimizdeki belirleyiciliği ile ruh ve düşünce
dünyamızdaki kuşatıcılığına bakarak da anlamak
mümkün.
Fakat günümüze baktığımızda, bu iki geleneksel
müzik türümüz, müzik geleneğimizin neresinde
ve nasıl bir konumdalar; bir başka ifade ile ait
90
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
oldukları geleneği yaşatmak ve devam ettirmek
noktasında nerede, nasıl duruyorlar sorusunu
tartışmakta fayda var. Çünkü bu soru, haklı olarak
övündüğümüz müzik kültürümüzün gelecekte
nasıl bir şekil alacağını yakından ilgilendiren hayati
bir soru. Bu, aynı zamanda, gelecekte ne tür bir
toplum olacağımızla da yakından ilgili; çünkü
müzik zevk ve ilgilerimiz yavaş ve zor değişir, fakat
değişince de hayatımızın ve kişiliğimizin bütün
alanlarına, ruhumuzun derinliklerine nüfuz eder.
Hele bir de bu değişim Batı’nın, sadece bize değil
nerdeyse bütün bir Doğu’ya ‘müstakbel müzik’
olarak sunduğu ‘ticari lapa’ların kabulü yönünde
olursa vay hâlimize…
Son çeyrek yüzyılda özellikle ABD kökenli
müzik sektörlerince tüm dünyaya ve ülkemize
empoze edilen müzik adı altındaki tüketim
metalarının içeriğine, felsefesine ve estetiğine
yakından baktığımızda işin ciddiyetini ve
vahametini daha iyi anlayabiliriz. Fakat
unutmayalım ki tabiat boşluk kabul etmez; kendi
müziklerimizle dolduramadığımız boşlukları başka
müzikler kendiliğinden doldururlar. Bu durumda
önce, geçmişi ile övündüğümüz kendi müziğimizin
bugün ne durumda olduğuna açık yüreklilikle
bakmamız gerekiyor.
Öncelikle şu hususun bilinmesinde fayda var:
Bir musiki geleneği aynen tekrar edilerek, fotokopi
gibi çoğaltılarak devam ettirilmiş olmaz. Gelenek,
öze ve ruha bağlı gerçek bir yenilenme ve özden
ve ruhtan beslenen hakiki bir yeniden ifade etme
ile yenilenir ve gelenek ancak yenilenerek devam
ettirilir. Bu sanatın ve edebiyatın bütün alanları ve
türleri için böyledir. Geçmişten bugüne geleneğin
altın halkaları olarak bildiğimiz isimlerin eserlerine
yakından baktığımızda; geleneğin üzerine hep
yeni bir şeyler koyarak, zamanın ruhunu doğru
okuyarak, geleneksel olandaki asli özü, cevheri
çeşitli yol ve yöntemlerle çağına taşıyarak geleneği
devem ettirdiklerini görüyoruz.
Şekli ve uzaktan bir bakışla birbirinin tekrarı
gibi gördüğümüz divan şiirimizin gerçek büyükleri,
geleneği aynen tekrar edenler değil, yenileyenlerdir.
Fuzuli böyledir, Baki böyledir, Şeyh Galip
böyledir… Ve nihayet Yahya Kemal böyledir.
Klasik musikide Hammamizâde İsmail Dede,
Itri, Zekai Dede böyledir... Ve nihayet Sadettin
Kaynak böyledir. Saz ve ses icracılığında Tanburi
Cemil, Refik Fersan, Yorgo Baconos... Ve nihayet
Necdet Yaşar, Cinuçen Tanrıkorur, Bekir Sıtkı
Sezgin ve Meral Uğurlu böyledir. Halk ve tekke
şiirinde Yunus, Niyazi Mısri, Pir Sultan, Dadaloğlu,
Karacoğlan… Ve nihayet Abdurrahim Karakoç
böyledir.
Halk musikisinde, ait oldukları yerel ve
kültürel çeşitliliği, zenginliği muhafaza ederek
geleneği yenilemeyi başarıyla temsil eden sayısız
isimden, günümüze damgasını vuran bazılarını
şöyle sayabiliriz: Âşık Veysel, Davut Sulari, Âşık
Daimi, Âşık Mahsuni böyledir; Muharrem
Ertaş, Hacı Taşan, Neşet Ertaş böyledir; Celal
Güzelses, Mukim Tahir, Kazancı Bedih, Hafız
Osman Öge, Enver Demirbağ böyledir; Malatyalı
Fahri, Erzincanlı Şerif, Yozgatlı Hafız Süleyman
böyledir; Ürgüplü Refik Başaran, Ankaralı Bayram
Aracı, Kütahyalı Hisarlı Ahmet, Çorumlu Şekip
Şahadoğru böyledir…
Bu saydığımız isimlerin hiç biri ne birbirinin
tekrarı ne de kendinden öncekilerin kopyasıdır;
her biri ait oldukları veya temsil ettikleri müzik, saz
ve söz geleneğini özünden koparmadan, ruhuna
halel getirmeden yeni bir dil, üslup, yorum, zevk
ve estetikle yoğurup yenilemişlerdir.
Müzik geleneğimizin layıkıyla devam ettirilmesi
bahsinde, halk müziğinin klasik müziğe, ‘türkü’nün
‘şarkı’ya, ‘bozlak’ın ‘gazel’e, ‘bağlama’nın ‘tambur’a
üstünlüğü, üzerinde düşünülmesi gereken
şayan-ı dikkat bir durumdur. Aslında bu konuda
söylenecek söz çok ne yazık ki sarf edilecek yer yok.
Biz yine de kısa da olsa ifade etmeye çalışalım.
Bir kere, bugün adına ‘Türk Sanat Müziği”
dediğimiz tür, devamı olduğu gelenekle bağını son
yıllarda değil, yaklaşık bir asırdan beri koparmış
durumdadır. Az sayıda istisnası olmakla beraber,
bu müzikle besteci, icracı, yorumcu olarak
iştigal edenlerin yaklaşık son elli yıldır yaptıkları
bestelerin sözlerine, kullandıkları form, makam
ve usul tercihlerine, çalma ve söyleme üsluplarına,
toplumsal ve estetik hayatımızdaki karşılıklarına
biraz yakından bakarsak bunu hemen anlarız.
Bu müzik türümüze daha doğru dürüst
bir isim bile bulamadığımızın herkes farkında
91
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
mı bilmiyorum. Adına kiminin Türk musikisi
(türküler sanki başka bir milletin musikisi de…)
kiminin Türk sanat müziği (sanki halk müziğinde
sanat yok) kiminin klasik Türk musikisi (sanki
türküler hiçbir dönem ‘klasik’ olmaya layık değiller)
kiminin makam musikisi (sanki türkülerde makam
yokmuş gibi…) kiminin fasıl musikisi (sanki halk
müziğinde fasıl geleneği hiç yok…) dediğinin
farkında mıyız? “Peki, ne diyelim?” diyenlere,
şimdilik, “Türk musikisi veya Türk müziği demeyin
de ne derseniz deyin.” demekle yetiniyoruz. Çünkü
bu tabir, bu milletin kendi kültür ve medeniyet
değerleriyle besleyip büyüterek bugünlere getirdiği
geleneksel müzik kültürümüzün iki ana damarını
oluşturan ve adına kestirmeden ‘şarkı’ ve ‘türkü’
dediğimiz külliyatın bütün form ve türleri başta
olmak üzere, bu topraklar üzerinde Türk tarzı ve
üslubuyla üretilen ve tüketilen bütün bir müzik
birikimimizi içine alan şemsiye kavram olarak
kullanılmalı.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
uygulanan kültür ve müzik politikaları sonucu,
tevarüs edilen gelenekle bağları pamuk ipliğine
bağlı olan bu müziğimizin gelenekle bağını TRT
büsbütün koparttı. Hele son beş on yılda TRT
ekran ve antenlerinden bu ad altında yayınlanan
müzik programlarında icra edilen eserlere,
ekranlarda arzıendam eden solist sanatçılara, bayan
hanendelerin makyaj ve kıyafetlerine, okudukları
eserlerin içeriklerine bir bakın ne demek istediğimiz
daha iyi anlaşılır. Devlet radyo ve televizyonlarının
vebalı muamelesi yapıp kapıdan içeriye sokmadığı
arabesk sanatçılar ve onların eserleri, TRT’nin
yayınladığı “Türk Sanat Müziği” eserlerinin
yanında daha asil ve seviyeli kalıyor.
Türkülerimize gelince… Adına genel anlamda
“Türk Halk Müziği” dediğimiz ve çeşitli yörelerde
farklı isim, tür, form, üslup ve icra biçimleri ile
karşımıza çıkan ‘türkü’ repertuvarımızın, her
anlam ve seviyede geleneği hakkıyla temsil ve
devam ettirdiğini görüyoruz. Geleneğe bağlılık ve
onu sürdürmek noktasında anonim türkülerimizin
sergilediği seviye, son çeyrek yüzyılda ‘beste türkü’
alanına da sirayet etmiş ve halk müziğimiz, bütün
sanat alanlarına ve türlerine örnek olacak bir tarzda
gelenekle kopmaz bir bağ oluşturmuştur.
Biz bugün, Ali Ufki’nin ‘Mecmua-i Saz ü
Söz’de derleyip notaya geçirdiği türküleri de,
Köroğlu’nun koçaklamalarını da, Emrah’ın
tatyanlarını da, Sümmani’nin deyişlerini de,
Karacoğlan’ın koşmalarını da, Pir Sultan’ın
nefeslerini de, Dadaloğlu’nun Avşar Bozlaklarını
da, Âşık Veysel’in deyişlerini de, Muharrem Ertaş’ın
bozlaklarını da, Hisarlı Ahmet’in zeybeklerini de,
Neşet Ertaş’ın türkülerini de aynı tat ve lezzette
çalıyor, söylüyor ve dinliyoruz. Dede Korkut’un
kopuzu, Orta Asya kam, bahşı ve şamanlarının
elinde dombıra, dütar olmuş, Anadolu ozan ve
âşıklarının elinde saz/bağlama olmuş. Sadece
formu ve yapısı değil, icra tarz ve üslubu da
sürekli değişerek ve gelişerek devam etmiş. Tabi,
bağlamanın asıl gücü ve büyüklüğü, en az bin
yıllık müzik nazariyatımızın temelini oluşturan ses
ve perde sistemini bünyesinde taşıması. Yani bir
anlamda, geleneği oluşturan asli özün, cevherin
bizatihi temsilcisi olması… Sazın türküye,
türkünün saza bu kadar yakışmasının temelinde
bu var. İnsanımızın türkülerimize, türkülerimizin
insanımıza benzemesi de tesadüf değil elbet. Tıpkı
türkülerin toprak, toprağın türkü kokmasının da
tesadüf olmadığı gibi…
İnsanımız binlerce yıldır kendisini türkülerle
anlatmış, acısını, sevdasını, gözyaşını, çilesini,
sevincini, hüznünü türkülere emanet etmiş.
Türkülerin emanete hıyanet ettiğini bugüne kadar
kimse görmemiş. Analarımız yürek yangınlarını
ağıtlara dökmüş, türkü olmuş; Köroğlu cenklerini
hikâye etmiş, türkü olmuş; Dadaloğlu, Avşar
ellerinin dramını saza söze dökmüş, türkü
olmuş; Pir Sultan kavga ve isyanlarını haykırmış,
türkü olmuş; Karacoğlan yokluk ve gurbetlerini
aktarmış, türkü olmuş… Ve son büyük ozan Neşet
Ertaş, temsilcisi olduğu gelenekten bir adım bile
uzaklaşmadan sazı, sözü ve türküyü âdeta yeni bir
gelenek oluştururcasına yeniden inşa etmiş.
‘Türkü’de Neşet Ertaş’ın, ‘şarkı’da Saadettin
Kaynak’ın yaptıklarını, gelenek-müzik ilişkisi
üzerine kafa yoran herkes, her müzik insanı
yakından incelemeli. Geleneğin başkalaşmadan
ama değişerek ve yenileşerek nasıl devam
ettirildiğini bu iki büyük bestecimizin eserlerinden
hareketle yeniden düşünmeli.■
92
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Yaşamdan damlalar; biliyor muyuz?
Anlıyor muyuz? Farkında mıyız?
SÜLEYMAN DAŞDAĞ*
G
eçenlerde ünlü bir gösteri sanatçısı,
ülkemizdeki insanların bazı özelliklerinden söz edip bizim toplumda “bilmiyorum” deme geleneğinin olmadığından bahsediyordu. Bir an için, bu kelimeyi ve yaşadığımız
toplumu düşünmekten kendimi alamadım. Acaba
doğru muydu? Düşününce, sahnedeki sanatçının,
büyük ölçüde haklı olduğu anlaşılıyordu.
Gerçekten etrafa şöyle bir bakarsanız, ne kadar az
insanın “bilmiyorum” diyebildiğini kolayca fark
edersiniz. Hangi kesime hangi konuyu sorsanız,
toplumun neredeyse % 70’inin rahatlıkla her konuda bir fikri olduğunu görürsünüz. Bazen televizyon programlarında halka bir soru yöneltilir.
“Siz başbakan olsanız bu konuda ne düşünürdünüz?” gibi bir soruyu eğitimsizinden eğitimlisine,
küçüğünden büyüğüne neredeyse tamamına yakını, “Ben başbakan olsam…” diye söze başlar. ”Ben
başbakan olamam…” diye yanıtlayanların sayısının ne kadar düşük olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Çünkü biz okuma ve yazmayı öğrendikten sonraki
dönemlerimizde, “bilmiyorum” dememeye programlanıyoruz. Daha ilkokul sıralarındayken çocuklar bir şeyi bilmediklerini veya anlamadıklarını
söylediklerinde, ebeveynlerin önemli kısmı, “Yav*Prof. Dr., D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı,
rum sen bunu nasıl bilmezsin? Bu basit şeyi nasıl
anlamazsın?” diye çocuğu azarlamaya başlarlar. Bu
da yetmez ve bir müddet sonra o sihirli cümleyle
karşılaşır çocuk; “Yavrum, sen aptal mısın?”. Tabii,
aptal olmak hiç kimsenin hoşuna gitmediğinden
çocukluktan itibaren, bilmediğimiz şeyleri “biliyorum”, anlamadığımız şeyleri “anlıyorum” diyerek
aptal damgası yemekten kurtulma mücadelemiz
başlar. Bu süreç bazıları için eğitim ve belki de
hayat boyu sürer. Hatırladığım kadarıyla arkadaşlarımla birlikte, bizim için önemli olan aptal
damgası yememekti. Zeki görünümlü aptal rolü
oynamanın ne kadar tehlikeli bir seçenek olduğunu anladığımda ise çok endişelenmiştim. Zeki
görünümlü aptal olmak, fark edilmezse, harika bir
yöntem gibi gelirdi. Her şeyi bilen ve her şeyden
anlayan zeki bireylerdik milletin gözünde. İşin en
korkunç yanı, insanın zeki rolü oynamasıdır. Etrafta değişikliğe uğramış (modifiye) otomobillere
benzeyen birçok insanla karşılaşmamız bundandır.
Oysa hayat, aptallıkları affetmez ve insanın yüzüne
vurur.
Bizde bir söz vardır: “Yabancılar bizi bizden
daha iyi bilir.” Aslında yukarıda sözünü ettiğim
sanatçı gibi, bizim de ne olduğumuzu bilen bizden birileri elbette vardır. İtiraf etmem gerekir ki,
yabancılar tarafından nasıl algılandığımız hep ilgi-
93
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
mi çekmiştir. Türkiye’yi yani toplumumuzu bilen
yabancılardan söz ediyorum. Biz de diğer ülkelere
gidip bir müddet kalınca, o ülke ve insanları hakkında bir fikir ediniyoruz.
Yıllar önceydi, arkadaşlarımla birlikte yabancı
bir hocadan İngilizce dersleri alıyorduk. Kursun
ilerlediği günlerden birinde hoca bana, “Sizin ülkede dikkatimi en çok çeken şey nedir, biliyor musun?” sorusunu “Hayır…” diye yanıtlamıştım. Cevabını merakla beklediğim bir soruydu. “Ülkenizde İngilizce dersleri verdiğim insanlara, ‘Anladınız
mı?’ diye sorduğumda, istisnasız çoğunluk “Evet,
anladım…” dedi veya anladıklarını ifade edecek
şekilde başlarını salladılar. Her şeyi anladığını belirten öğrencilere, son derece basit sorular soruncaya kadar bu sürüp gitti. Ne yazık ki, öğrencilerimin konuları anlamadan anlamış gibi yaptıklarını
üzülerek öğrendim.” “Harcadığım onca emek,
meğer heba olmuş.” diyen hoca, bundan sonra öğrencilerine “anlamadım” demeyi öğretmeye çalıştığından ve anlamadığını çekinmeden söyleyenlerin
hızlı bir başarı grafiği çizdiklerinden söz etti. Anlamadım diyebilme cesareti göstermenin başarıdaki
rolü apaçık ortadaydı. Hoca o zamana kadar farkına varamadığım çok önemli bir noktayı işaret etmişti. Bütün eğitimim süresince, arkadaşlara veya
çevreye mahcup olmamak, bir başka deyişle millete rezil olmamak için bir sürü konuyu anlamadığım hâlde, anlamış gibi davrandığımı hatırladım.
Hem çok üzülmüş hem de zararın dönülecek noktasında olduğum için sevinmiştim. Anlamadığım
şeylere “anlamadım” deme cesareti kazanmış, okuduğum veya dinlediğim konuları anlamadığımda
ise rahatlıkla “anlamadım” demeye başlamıştım.
Çünkü bu başarı için önemli bir anahtardı. Hoca
aslında toplumda neredeyse gelenekselleşmiş olan
“utanma veya çekinme” duygusuna işaret ediyordu. Bize hep şunu derdi: “İngilizceyi öğrenmek
istiyorsanız, doğru veya yanlış olsun, utanmadan
sıkılmadan konuşmaya çalışmalısınız.” Eğer bunu
başarırsanız, İngilizceyi çok daha kolay öğrenirsiniz.” Utanmazlığı seçtiğimden dolayıdır ki, bugün
İngilizce konuşabiliyor, yazabiliyor ve okuyorum.
Ne zaman soru sormaya kalksam, bana önemli bir
hayat dersi veren hocamı hatırlar ve saygıyla anarım.
Utanma veya çekinme duygusu aslında sağlıklı
bir toplum için olmazsa olmazlardan biridir. Ancak, nerede utanıp nerede sıkılmamak gerektiğini
kestirmek de bir o kadar önemlidir. Dolayısıyla
eğitim ve öğretimde anlamadığını veya bilmediğini söylemekten utanılmaması gerektiğini topluma
öğretmek, aileden eğitimcilere kadar her kesime
düşen önemli bir sosyal sorumluluktur. Bu ve
benzeri konulardaki eksikliğimizi gidermek için,
daha yolun başındayken çocuklarımıza soru sorma
cesareti aşılamalıyız.
Soru sormanın önemini kavramama neden
olan Nobel Ödülü alan bir bilim adamının hayat hikâyesinin anlatıldığı bir toplantıdır. Konuşmacı, bilim adamının aldığı ödülde annesinin
çok önemli payı olduğunu, her gün okuldan eve
döndüğünde annesinin, “Bugün öğretmenine kaç
soru sordun?” sorusuyla karşılaştığını ve bunun
ödül alma başarısındaki rolüne vurgu yapıyordu.
Toplantı, çocuklarımıza soru sorma alışkanlığı
kazandırmanın, geleceğimizi nasıl değiştirebileceğinin ipuçlarını veriyordu. Bugüne kadar, okul
dönüşü çocuklarıma okuldan döndüklerinde, bu
soruyu sormak hiç aklıma gelmemişti. Çünkü bizde böyle bir gelenek yoktu. Genelde insanları rahatsız etmekten çekindiğimiz için soru sormaktan
kaçınırız. Ya karşımdaki kızarsa! Ya ayıp olursa! Ya
bana bu sorudan ötürü gülerlerse! ‘Ya bu ya şu….’
diye düşünmekten kendimizi alamaz, bir sürü cevabı bilinmeyen sorularla hayatımızı akışına bırakır gideriz.
Eksik yönlerimizden söz ederken, güzel toplumsal hassasiyetlerimizin fazla olduğunu da göz
ardı etmemeliyiz. Fakültedeki birkaç öğretim
üyesi arkadaşımla pratiğimizi geliştirmek için bir
Amerikalı İngilizce hocasıyla anlaşmıştık. İngilizce hocamız bir müddet Almanya’da yaşamış ve
birkaç Türk arkadaşının yardımıyla Türkçeyi de
sökmüştü. Hatta İngilizce öğrenme ve toplumumuza ilişkin ilginç saptamaların olduğu bir kitap
bile yazmıştı. Adam Türk geleneklerine hayran
biriydi ve bunu kitabına yansıtmıştı. Örneğin
“ağabey” lik müessesesinin toplumumuza ait çok
önemli bir kurum olduğundan söz ediyordu.
O güne kadar bunun hiç farkına varmamıştım.
Sanırım çoğumuz hâlâ ağabeylik kurumunun
geleneklerimizdeki önemini kavramış değildir.
Kitapta ağabeylik kurumunun toplumdaki en
önemli sosyal sorumluluk mekanizmalarından biri
olduğu vurgulanıyordu. Ağabey bütün kardeşlerini
her şartta korumak, kollamak ve desteklemekle
yükümlü olduğunu hisseden kişiydi. Küçük
94
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
kardeşler de buna paralel olarak, ağabeye saygı,
sevgi ve bağlılık duymaktaydı. En zor anlarında
başvuracakları kişiydi ağabey. Hatta ağabey
gerekirse kardeşleri için bazen canını bile verebilirdi.
Bunun batı toplumlarında karşılığı olmadığından
söz eden hoca, bu geleneğin Türk toplumuna
özgü olduğunu belirtmekteydi. Kitap, ağabeylik
müessesesinin toplumsal dinamiklerimizde ne
kadar önemli bir yere sahip olduğunun farkına
varmamı sağlamıştı. Gerçekten de ağabey gerektiğinde baba, gerektiğinde anne olabildiği gibi, çoğu
zaman çekinmeden ve herhangi bir ücret ödemeden, başvurduğumuz bir danışmandı. Toplum bunun ne kadar farkında bilinmez, ama en azından
bu müessesenin korunmasının, daha doğrusu aile
yapısının güçlendirilmesinin geleceğimiz için ne
kadar önemli olduğunu, bir yabancı bizden daha
iyi fark etmişti. Hoca, aile geleneğimize hayran
kalmış ve ısrarla aile yapımızın korunmasına özen
göstermemizi öğütlüyordu. Aile bağlarının zayıflamaya başladığı ülkemiz için önemli bir saptamada
bulunmuş ve bunun korunmasının Türkiye’nin
geleceği için çok önemli olduğunu vurgulamıştı.
Çünkü “biz her ne kadar gelişmiş bir toplumun
üyesi olsak da, sizin gibi harika bir aile yapımız
yoktur. Biz ailenin ne anlama geldiğini unutmuşuz” diyor ve bu anlamda bizim onlardan çok önde
olduğumuzu belirtiyordu. “Sizin hiçbir zaman
kendinizi yalnız hissetme endişeniz yoktur. Çünkü
aile bağları dört bir yanınızı sevgiyle sarıyor. Etrafınızda sizi ve sizin yerinize düşünen birileri hep
vardır.” Ailenin ne kadar önemli bir kurum olduğunu, Almanya’daki Türk arkadaşlarından öğrendiğini belirten hoca, “Almanya’daki arkadaşım her
ay babasına düzenli olarak birkaç yüz Alman markı gönderiyordu ve bunu hiç sektirmiyordu.” dedi.
Nedenini sorduğunda arkadaşı bu parayla babasına ev yaptırdığından söz etmiş ve hocanın kafasını daha da karıştırmıştı. Arkadaşı Almanya’da zor
şartlar altında yaşamasına rağmen, kazancının bir
kısmını sürekli olarak babasına gönderiyordu. Bu,
Amerikalı biri için anlaşılmaz bir durumdu galiba.
Oysa bizler için sıradan bir durum, belki de bir
zorunluluktu. Çünkü inanç ve gelenek sistemimize göre ana ve baba hakkı ödenemezdi. Bu sosyal
yardımlaşma hocanın o kadar ilgisini çekmiş olacak ki, kendi ailesinde bunu denemişti. Günün
birinde kayınpederi ciddi bir rahatsızlık geçirince
hoca eşiyle konuşup, kayınpederine ciddi bir mad-
di ve manevi destek sağlamış ve ailede alışılmışın
dışında güçlü bir sevgi bağı oluştuğunu gözlemişti.
Eşi bile kendisine bir kahraman gibi bakmaya başlamıştı. O günden sonra aile bağlarının yaşamın
zorluklarını alt etmede ne kadar önemli olduğuna
ilişkin görüşlerini, gittiği her yerde paylaşmaya ve
Türk aile yapısını anlatmaya başlamıştı.
İngilizce hocamızın dikkatini çeken bir başka
nokta da, evlilik müessesesiydi. “Bizim toplumda
evleneceğiniz biriyle tanışmak sadece kişinin kendi
çabasına veya tesadüflere bağlıdır.” diyen hoca,
“Sizde bekâr birini evlendirmek veya ona eş bulmak, aile başta olmak üzere, akraba ve komşuların, kendilerini sorumlu gördükleri bir eylemdir.”
diye devam etti. “Örneğin evlenme çağına gelmiş
kız veya erkeğin evlendirilmesi, başta aile olmak
üzere, ortak bir mesele olmakta ve iyi bir eş seçimi
için herkes kılı kırk yarmaktadır. Bu da Batılı veya
modern olarak adlandırdığımız, bireyselliğin had
safhada olduğu toplumlarda gözlenen bir olgu değildir.” Bizi iyi analiz ettiğini ve hayran kalınacak
geleneklerimizi bize hatırlattığı için, o hocamı hâlâ
saygıyla anarım.
Bir insanın bir toplumu iyi anlayabilmesi için,
toplumun sahip olduğu gelenekleri yani ortak değerleri iyi kavraması gerekir. Aksi takdirde bir toplum hakkında yanlış yargılara varılabilir. Gelenek
insanın var olduğu her yerde vardır ve dinamik
bir olgudur. Yani gelenekler, ana fikir aynı kalmak
üzere zamana göre değişebilir. Geleneğin temel
felsefesi, çok özel durumlar olmadıkça kökten değişmez. Bu bakış açısı, millet kavramının da etnik
kimliklerden ziyade, ortak gelenekler üzerine inşa
edildiğini gösterir. Örneğin çok sayıda medeniyeti
yüreğinde eritmiş ve yüreğine işlemiş Anadolu’yu
bir baştan bir başa dolaşırsanız, ne kadar ortak
yönümüz olduğunu hemen anlarsınız. Dolayısıyla bizi millet yapan kavramın da geleneklerimiz
ve ortak değerlerimiz olduğu bir gerçektir. Ortak
gelenek ve göreneklerden söz ederken bir anımı
paylaşmak isterim.
Diyarbakır’dan Burdur’a kısa dönem vatani
görevimi yapmak üzere otomobilimle yola çıkmıştım. Bu kısa dönemin sonunda, Avrupa’da çalışan
birkaç asker arkadaşımı da evlerine bıraka bıraka
İzmir yoluna koyulmuştum. Duraklarımdan biri
de, Aydın’ın Karacasu ilçesiydi. Arkadaşımın ailesi
bize harika bir sofra hazırlamıştı. Yemekler hepimizin bildiği yemeklerdi. Ancak bir tanesi dikka-
95
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
timi çekmişti. Keşkek! Keşkeği orada gördüğümde
şaşırmıştım. Çünkü o güne kadar, keşkeğin sadece
bizim yörede ve annemin çok güzel yaptığı sağlıklı bir yemek olduğunu düşünürdüm. Basit bir şey
gibi görünse de bu beni çok etkilemişti. Karacasu’daki keşkeğin tek farkı, özellikle cuma günleri
konu komşuya dağıtılıyor olmasıydı.
Dikkatimi çeken bir başka yiyecek de, geleneksel bir tatlımız olan aşuredir. Aşure Edirne’de de
aşuredir Ardahan’da da aşuredir. Birbirinden çok
farklı malzemelerin bir araya gelerek, enfes bir
lezzet oluşturması, aşurenin en önemli özelliğidir.
Bana göre aşure “Birlikten kuvvet doğar.” atasözünün tatlıya yansımış hâlidir. Her aşure yediğimde,
kendimi çok daha güçlü hissetmem bundandır
galiba. Osmanlıda aşure geleneğinin neredeyse bir
tören olması ise ayrı bir konudur. İnsanlar bazen
aşurenin kimi malzemesini koymaya gerek duymazlar. Onu çıkarayım, bunu çıkarayım derken
aşure, aşure olmaktan çıkar.
Aşure demişken, İngiltere’deki bir taksi sürücüsünden söz etmeden geçemeyeceğim. Bir ülkeyi veya dünyayı anlamak için mutlaka bindiğiniz
taksi sürücüsünü konuşturun ve dinleyin.
Bindiğim taksinin sürücüsü Hint kökenli bir
İngiliz vatandaşıydı. Hindistan’daki Müslüman
nüfusun ne kadar olduğu sorusunun yanıtı , % 30
– 35’ti. Sözlerine şöyle devam etti: “Aslında eskiden Hindistan’ın hâkim nüfusunu Müslümanlar
oluşturuyordu. Ama bu İngilizler içimize girip ‘Sen
Pakistanlısın, sen Bangladeşlisin…’ diyerek Müslüman nüfusun önemli bir kısmını Hindistan’dan
kopardı. Oradaki Müslüman hâkimiyetine bir
anlamda son verildi.” Taksiciyi hayretler içinde
dinliyordum. Kütüphaneler dolusu kitap okumaya gerek yoktu, taksici gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Çok karmaşık gibi görünen
senaryonun kurgusu aslında son derece basitti.
Ancak Hindistan’da yaşayanlar kolaylıkla bu oyuna gelmiş ve yıllarca sömürülecek bir Hindistan
hazırlanmıştı. Taksici anlattıkça hayretim daha
da artıyordu. Aslında Mahatma Gandi’yi başarıya
götüren Hindistan’daki Müslümanlardı. Taksiciye
göre, pekâlâ Gandi’nin yerine tarihe damga vuran
kişi bir Müslüman olabilirdi, ancak Batılılar bir
Müslümanın yükselmesini hazmedemedikleri için,
Gandi’yi kahraman yapmışlardı. Ona göre, burada
bile sezilmesi zor, bitmeyen bir haçlı zihniyeti devreye girmiş ama kimse bunun farkına varamamıştı.
Ne yazık ki bu oyunlar hâlâ Müslüman coğrafyada
sürüp gidiyor. Bütün oyun “sen ondan farklısın”
kurgusu üzerine kuruludur. İnsanoğlu pohpohlanmayı sevdiği ve genellikle hırslarına yenik düşmeyi
tercih ettiği için, bu tür senaryolar kolaylıkla başarıya ulaşmaktadır. Koca Osmanlı imparatorluğu
bile bu senaryo ile çökmemiş miydi? “Sen farklısın!” Oysa hiçbir insanın, diğerinden farkı yoktur.
Çünkü herkes farkına varmadan kolaylıkla oyuna
gelebilmektedir.
Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı eserini bilir misiniz? Bu eser Bataklıklar
Ülkesi (Suomi) olarak bilinen Finlandiya’nın kalkınma mücadelesini anlatır. Kitabın arka yüzündeki tanıtım kısmında; Mustafa Kemal Atatürk’ün
bu kitabı okuduktan sonra, kitabın tüm okullarda
okutulmasını önerdiğinden ve o dönemde en çok
okunan ikinci kitap olduğundan söz edilir. Doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, üretkenlik, gerçek eğitim ve öğretim, öz güven vb. konuların kalkınmadaki öneminden söz eden yazar, aydınlar ile halk
arasında iyi bir iletişimin olmasının çok önemli
olduğunu belirtmektedir. Ayrıca kalkınmaya çalışan, güçlü bir ülke inşa edilirken, kimsenin kimseyi hor görme lüksü olmadığı vurgulanmaktadır. Bu
bağlamda iyi eğitilmiş, çalışkan insanların olduğu
bir ülkede, kalkınma ve kalkınmada süreklilik kaçınılmaz oluyordu. Kitaptaki en can alıcı nokta ise
okul, kilise ve kışla arasında mükemmel bir uyum
olmasının, ülke kalkınmasında çok önemli bir rol
oynadığıdır. Yani bizdeki karşılığıyla “okul, cami
ve kışla.” Bu anlamda, Fin toplumu bizimle çok
örtüşmekteydi. Çünkü başlangıçta bu üç kurum
birbirinden bağımsız ve diyaloga kapalı olarak çalışmaktaydı. Daha sonra Snelman ve arkadaşlarının gayretleri ile bu kurumlar arasında mükemmel
bir uyum sağlanır ve ardından başarı gelir. Bu kurumlarda yer alan herkes halkı hor görmeden, bir
nefer gibi çalışarak, Finlandiya’yı bugün kişi başına düşen millî gelir düzeyi en yüksek ülkelerden
biri hâline getirir. Keşke bugün de bu kitap yaygın
bir şekilde okunabilse…
Bizde bu kurumlar arasında kopukluk olduğunu, ya da iyi bir diyalogun olmadığını ise ilginç bir
şekilde Uzak Doğu kökenli, Müslüman bir profesörden öğrenecektim. Profesör İstanbul’a gittiğinden söz ederken, Süleymaniye Camisinden çok
etkilendiğini söyledikten sonra, ilginç bir saptamada bulundu. Geçmişimizde okul ile cami arasında
96
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
iyi bir iletişimin olduğunu ve bu geleneğin
bir şekilde ortadan kalktığını belirttiğinde,
karşı çıkmış ve “Bu doğru değil…” demiştim. Profesör ise iddiasını sürdürerek,
İstanbul Üniversitesi ile Süleymaniye Camisini birbirine bağlayan ve geçmişte açık
olan kapının neden kapatıldığını sordu. O
güne kadar böyle bir kapının olduğunun
farkında bile olmayan ben, Türkiye’ye döner dönmez konuyu araştırdım ve maalesef
profesörün haklı olduğunu gördüm. Cami
ile okul arasındaki geleneksel yol bir şekilde birileri tarafından kapatılmıştı. Ancak
bu kapının tekrar açılacak şekilde onarıma
alındığını, profesör arkadaşıma ilettiğimde
o da benim kadar sevindi.
İster kabul edelim ister etmeyelim
hâlâ İslam âleminde Türkiye çok farklı bir
öneme sahiptir. Dünyadaki çoğu Müslümanın, hatta bazı Hristiyan ve Yahudilerin
bile hâlâ kendilerini Türkiye’ye ait hissettiklerine şahit olmuş biri olarak, “we were
together” yani “biz birlikteydik” ifadesini,
kendini hâlâ Osmanlı olarak görenlerden
çok duydum. Çoğu insan “birlikte olmak”
ifadesinin başındaki “bir” veya “birliğin”
neler anlattığını ve bunun nasıl bir güç
olduğunun farkında değildir. “Bir olmak!
Birlik olmak!” gibi geleneksel sözlerin beşiğinin Anadolu olup olmadığını araştırmak
da bu ülkeyi seven herkese düşer. Bütün bu
anlatılanlardan çıkarılması gereken, birlikte
yaşama kültürünün genlerimize işlendiğini
fark etmektir. Bu gelenek toplumsal dinamiklerimiz açısından son derece önemlidir
ve bu geleneğin kaybolmaması için, herkes
üzerine düşeni fazlasıyla yapmak zorundadır.
Sonuç olarak, gelenek ve görenekleriyle
çok güzel motifler taşıyan ülkemiz insanı,
bizleri biz ve bir yapan ortak gelenek görenek ve kültürümüze sahip çıkmalıdır. Bilmediğini öğrenmeye çalışan, anlamadığını
anlamaya gayret eden, ilkeli, araştırmacı,
üretken, öz güvenli ve olayları ülke ve dünya ölçeğinde analiz etme yetisine sahip yeni
nesillerin yetiştirilmesi için uygun zeminler
hazırlamak, ülke politikamız olmalıdır.■
ŞARKILAR BİTTİ ÇOCUK
İçimde şarkılar söyleme çocuk
Güz düştü dallara hadi yat uyu
Dinlediğin masallarda kaldı mutluluk
Şarkılar dindirmez hiçbir korkuyu
İçimde şarkılar söyleme çocuk
Annenin ninnisi kulağında mı?
Ne tatlıydı değil mi ya dandini
Zehirden ağıtlar yıkıyor damı
Tahtadan çaktılar son beşiğini
Annenin ninnisi kulağında mı?
Güneşi evine çağırma çocuk
Kış geldi, kar düştü, vakit tamamdır
Sevda sözlerine üç nokta koyduk
İstersen kendini şarkıyla kandır
Güneşi evine çağırma çocuk
O yaz mevsimiydi işte sana güz
Meyveler dalından çoktan ayrıldı
Şarkılar bitti çocuk geçti gündüz
Bilinmez hangi gün ve hangi yıldı
O yaz mevsimiydi işte sana güz
Bir yağmur, bir sela ve bir de kefen
Vuruyor ruhuna şimdi sonsuzluk
Topaçtan, çomaktan ve çemberinden
Kalan bu kadardır sana ey çocuk
Bir yağmur, bir sela ve bir de kefen
İçimde şarkılar söyleme çocuk
Uyku geldi birden, yattık, uyuduk
MURAT CENGİZ
97
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Çarşı ekmeği
AHMET ULUDAĞ
-Bak nine, babam çarşı ekmeği getirivermiş!
Senin sevdiğin ekmeklerden, dedi.
Sevinç Çokum’un Zor romanı yukarıdaki cümleyle başlıyor diyebiliriz (Üç cümlelik kısa bir mekân
ve olay girişinden sonraki ilk cümle). O gün, bir dostun kitaplığının raflarında, şöyle kısa süreliğine bir
şeyler okuyabilmek için kitap bulmak gayesiyle, göz
gezdirirken rastladım benim lise çağlarımda yazılmış
bu romana. O zaman okuyup okumadığımdan emin
değilim ama hafızamda çok bir şey kalmamış eserden, eserin ve yazarın adından başka… Okumaya
başladım ama daha başlar başlamaz bu cümle beni
farklı mecralara çekti: Fikirler, hatıralar kafamda esmeye, duygular boran olup kükremeye, üzüntülerim
sel olup yüreğimi doldurmaya başladı, kitabı bıraktım, kaleme sarıldım (bunu tamamen mecazi manada alınız, bilgisayarda doğrudan yazıyorum şu an).
Bütün bunları düşündüren, beni geçmişe götüren,
hayallere daldıran, üzüntülere gark eden o bir tamlama: Çarşı ekmeği.
1. Hatıralar
Nasıl severdik çarşı ekmeğini… Karaoğlan’ın fırını vardı, başka bir fırın daha var mıydı, şimdi hatırlayamıyorum. Anneme sormalıyım, o bilir. Ben
sadece sekiz yaşıma kadar yaşadım ilçede ve sonra da
pek fazla ziyaret edemedim. Ama çarşı ekmeğini dün
gibi hatırlıyorum. Evet, eve çarşı ekmeği geldiğinde
hepimiz sevinirdik… Hele babaannem, bayılırdı,
tıpkı romandaki Zühre Nine gibi…
Doğduğum evden başka bir evde büyüdüm ben.
Doğduğum ev hep borda kapılı bir ev olarak canlanır gözümde, ne hikmetse… Şimdi gitsem, mutlaka yerinde başka bir ev vardır; hoş, hangi sokakta
olduğunu bile hatırlamıyorum. Büyüdüğüm evi de
en az on beş yıldır görmedim, hâlâ yerinde midir?
Hayatı, tahta merdivenleri, şarapanası, hamamdırıklı
(hamamlıklı) yüklüğü olan misafir odası, kiler odası,
tandırlığı yerinde midir acaba? Taş döşeli sokakları,
şadırvanlı merkezi, çeşmeli meydanları, hepsi üşüştü
aklıma… Bir de dedem ve Ulu Caminin avlusundaki hünnap… Onu da kesmişler diye duydum. Hepsi
birden sağanak hâlinde kafamın içine doluyor. Hüzün de beraberinde… Bunları bir başka yazıya bırakıp ekmeğe dönelim:
Tandır her hafta yakılırdı. Ayda birkaç kere mi
demeliydim yoksa… Yine de haftalık diyelim, öyle
olsun. Her şey ne kadar da sislerin ardında kalmış…
Sacın üzerinde haftalık bazlama pişirilirdi. Arasına
sürülen tereyağıyla beraber burnumda tüter, sıcak
bazlama. Bazen içi dolu da yapılırdı, patatesli,
kakırdaklı (kıkırdaklı)… Ateş zayi edilmezdi, tandırın sıcağında yemek pişirilirdi. Keşkek vurulurdu
tandıra, içinde mutlaka kurban etinden kurutulmuş
kaburga ile… Mutlaka dedim de bu keşkeği kuru
kaburgayla her hafta pişirecek kadar kurban kesemeyeceğimize göre ya keşkek bazı haftalar pişirilirdi ya
da ara sıra kaburgalı olurdu, bilemiyorum...
Kış hazırlıklarının içinde yufka pişirmek de vardı. Pişirilir, üst üste yığılır, yeneceği zaman ıslatır, bir
bezin arasında tutulur, bilahare sofraya getirilirdi.
Mercimekli bulgur aşı yufkayla pek hoş olurdu. Ayranın bu lezzete olan katkısını test etmeliyim. Çünkü o lezzette asıl pay sahibi tereyağı mıydı, bulgur
muydu, mercimek miydi, yufka mıydı yoksa ayran
mıydı? Yılda yufka iki kere mi pişerdi, diye hafızamı zorluyorum da yıllar geçince geriye pek bir şey
kalmadığını görüyor ve niye daha önce yazmadım
bunları diye hayıflanıyorum.
Bir de kabarcık ya da kabacık vardı. O da sac
üzerinde yapılan ekmeklerdendi. Başka yerlerde rastlamadım, hatta ekmek sohbetlerimizde ben bahsettiğimde pek anlaşılamadı. Kurumuş eski ekmekler de
kullanılarak hazırlanırdı hamuru. Yufkadan kalın,
çapı çok çok daha küçük bir ekmek. İşte budur bildiğimin hepsi. Türk ekmekleriyle ilgili karıştırdığım
bir dokümanda da rastlayamamıştım. Şepit vardı bir
de ama onu hiç hatırlayamıyorum. Bazlamayla pide
98
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
arası bir şey miydi, Hint kıtasında “çabbati” denilen
ekmeğe benziyor olabilir mi acaba? Pide ise bizim
ilçede ramazan ekmeğiydi, çarşıdan alınırdı ve çok
özeldi. Hurma gibi kutsal bir yiyecekti. Diyarbakır’da
yaşadığım yıllarda her gün pide bulunurdu, ‘açık ekmek’ denirdi. Eskiden oralarda nasıldı sorusu şimdi
aklıma geldi ama bende cevabı yok.
Taban (daban) ekmeği derdi bizimkiler. Sanki
fırında veya tandırın duvarında pişen bir ekmeğe
benziyordu. Taban ekmeği dendiğine göre fırının
tabanında pişirilmesi muhtemeldir. Bizim evde pişmezdi, ama bazıları getirirdi bize gelirken hediye olarak. Tepsi de pişirilen ekmek de bizim eve dışarıdan
gelirdi, kabukları kalın olurdu. Ama bunlar çarşı ekmeğinin verdiği neşeyi ve zevki vermezdiler. Çarşı
ekmeği belki de nadirattan olduğu için özeldi. Belki
de şehre özencin bir yansımasıydı. Tokaçla, kille çamaşır yıkayan, tonlarca ekmek pişiren, şaraphanede
ayaklarıyla üzüm çiğneyen gelinlik kızların, taze gelinlerin, kaynanaların iyi zamanında gelin, gelinlerin
iyi zamanında kaynana olanların kaçışıydı belki…
Şimdi de şehrin hay huyu, koşuşturması içinde bunalan insanların köy hayatına özenmesi, bunu kapitalizmin çarklarının parçası hâline getiren “doğal
yaşamcı”, “ekolojik yaşamcı”ların peşine takılmaları
da kaçışın günümüzdeki tezahürü değil midir?
2. Francala
Francala ekmek aklıma gelince İzzet Usta da
aklıma gelir. Onun uçak yapabileceğini, tamir edebileceğini söyleyebilecek (burayı ben abarttım ama
sorulsa kesin böyle derdi) kadar kendine olan güveni,
her türlü ufak tamir ve bakım işini yüksünmeden
yapması, yaptığı işlerin ise çözüm olma bâbında bir
ehemmiyeti olsa da kalite ve malzeme israfı bağlamında tartışılır olmasıyla hatırlarım onu… Diyarbakırlı bu güzel insan öğle yemeklerinde umumiyetle
ekmek ve suyla iktifa ederdi. Bu bizim ekmek kültürü olduğumuzun, ekmeksiz karnımızın doymadığının, sadece ekmekle hayatımızı idame ettirebileceğimizin göstergesidir. Ekmeği lavaştı. Memleketin her
tarafının kendine has bir ekmeği olduğunu hatırlatır
bu bana. Bir gün onu lavaş arasına francala dürmüş
yerken görmüştüm. Bu da gösteriyor ki, francala sadece sıradan bir ekmek değildi; o, şehirdi ve bazı eski
adamlarda hâlâ eski değerini muhafaza ediyordu.
Oysa bizler için francala sıradan bir şey olup çıkalı
hayli zaman olmuştu. Ekmek denilince, şimdilerde,
aklımıza sadece francala yani Fransız ekmeği gelmez
mi? Bu çoğunluğumuz için böyle değil midir? Peki,
nasıl oldu da böyle oldu? Daha dün gibi, ekmek denilince aklımıza bazlama gelen zamanlar…
Bir soru daha sorduktan sonra, cevabı aramaya
geçeceğim. Tıpkı geleneğe dayalı hayatımızda ekmek
denilince aklımıza bazlama (bizim ilçede) geldiği
gibi kahve denilince cezvede pişen, fincanda ikram
edilen şimdilerde “Türk kahvesi” olarak istenilmek
mecburiyetinde olunan kahve, çay denilince çaydanlık ve demlik ikilisinde pişirilen cam bardakta ikram
edilen siyah çay gelirdi aklımıza. Yine francalaya
benzer şekilde kahve denilince kahve olduğu tartışılır hazır kahve geliyor insanlarımızın aklına. Çay
denilince ise akla bir şey geldiğini söylemek zor, oysa
milletlerin çay kültürleri de öylesine faklı ki, bazen
ben bizim çayı Türk çayı diye telâffuz ediyorum. O
zaman bu değişimi sadece bir beldeye, bir bölgeye,
bir eşyaya, bir hayat tarzına bağlı olarak değil, daha
derinde, daha başka yerlerde aramak lazım. Belki
de bulunacak cevap, başka meselelerimizin sebeplerine ulaşmamızı da mümkün kılacaktır. Mümtaz
Turhan’ı bir daha mı okusak, dikkatlice…
Ekmeğimizin değişmesindeki birinci sebep, francalanın fırınlarda fabrikasyon tekniğiyle üretilmiş olması mıdır? Bugün talep oluşmasına rağmen ananevi ekmeklerimizin üretimini tam olarak fabrikasyon
hâle getirdiğimiz söylenemez. Dayanışmacı bir gelenekten gelen bir toplumun kapitalist üretim tarzına
adapte olması zor olduğu için (hoş, adapte olanlar da
kapitalistin en vahşisi oluyor) tüketimi kışkırtıcı üretim tarzlarını geliştiremiyor olabiliriz. Ancak Garp
karşısında güçlü olabilmek için onların tekniklerini
dayanışmacı bir tarz içerisinde eriterek bize has olan
aşı, ekmeği yaymamız gerekmektedir.
Esasen hiç aklıma getirmemek, hiç dile getirmemek istediğim bir sebep var ki, kalemimin ucu acıdan
kanıyor: Galiplere öykünmek. Kaç yüzyıldır mağlubuz Garp karşısında, hesaplayamıyorum. Kaç kıtada, kaç beldede medeniyetimiz adım adım geri çekilmiştir? Hindistan’da, Türkistan’da, orta Asya’da,
Sibirya’da, Kafkaslarda, Avrupa’da, Balkanlarda,
Afrika’da, Arap yarımadasında, Mezopotamya’da…
Galipler gibi yiyip içmek, galipler gibi giyinmek, kı-
99
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
sacası galipler gibi yaşamak hedefimiz oldu. Hatta
Garbın karşısında kendi medeniyetimizle, kendi harsımızla karşı koymak gerektiğini, millî ve manevi değerlere sarılmamız gerektiğini savunanlar bile onların
içten kuşatan silâhları karşısında teslim olmuşlardır.
Ben teslim olmadım diyenler ise hâlâ mağlubiyetinin
farkında olmayanlardır. Francalanız afiyet olsun…
3. Sürdürülebilir hayat
Şehir ekmeği özlemimiz bir gün köy ekmeği veya
ananevi ekmek özlemine dönüşüverdi. Yani görünüşte tersine döndü işleyiş… Tipik ifrat-tefrit meselesi…
Hâdiseye iyi tarafından bakalım, kendimize dönüşün ilk işareti diyelim. Peki, hangi kendimiz? Fikir
sahiplerinin parça parça olduğu, kiminin aydın, kiminin münevver, kiminin entelektüel, kiminin entel
ve daha nice farklı isimlerle anıldığı şu coğrafyada
kavramlarımızı bile ayırdıktan sonra nereye döneceğimizi nasıl bileceğiz? Hangi biz? Köy kahvaltısı modası geldi, köy ekmeği arzumuzun ardından. Burada
da kafa karışıklığımız kendini gösterdi. Hangi köy
kahvaltısı? Hiç gitmediğimiz, görmediğimiz “bizim
köyün” kahvaltısı mı? Köy kahvaltısı denilen şeyin,
şehir kahvaltısından farkı nedir? Yoksa kafamız karışık değil de, şehrin kuşattığı insanların açık hava
özlemini paraya mı tahvil ediyor bazıları? Böyle olması suç mudur, para kazanmak suç mudur? Eğer suç
varsa şehrin kuşatmasına sessiz kalmış olmamızdır,
göz yummuş olmamızdır.
Tıpkı bizden saydığımız francalanın hayatımıza
girmesi gibi apartmanlar[1] girdi hayatımıza. Yadırgamadık, özlem duyduk, arzuladık. Batıda zenginler ve
orta hâlli insanlar tek katlı, iki katlı bahçeli evlerinde
yaşarken, bizde apartman statü sahibi olmanın, yüksek sosyete olmanın göstergesine dönüştü. Bir de üstüne, eşrafın ve mal sahiplerinin para kazanma hırsı,
şehri yönetenlerin ranttan pay alma hırsıyla birleşince tek katlı evlerin yerlerinde çok katlı binalar yükselmeye başladı. Bu apartmanların hâlâ bahçeleri vardı,
şehir az da olsa nefes alabiliyordu. Sonra yapsatçılar,
müteahhitler (Anadolu insanının telâffuzuyla mütayitler,) vb. iş sahipleri ortaya çıktı. Bir koyundan iki,
hatta üç post çıkarmanın yöntemlerini araştırmaya
1. Apartman aslında binadaki her bir hanenin genel adıdır
geldiği Batı dillerinde. Biz bunu çok katlı bina manasında
dilimize mâl etmişiz.
başladı bazıları. Binanın en alt katında hava almak
için bırakılan bahçe, zemin kattaki dükkâna katıldı.
Binalar cesur adamların bir balkondan bir balkona
atlayacağı kadar yakınlaştırıldı. Araba sahibi olmak
da statü meselesiydi (hâlâ da öyle). Az sayıda arabanın nerelerde duracağı mesele teşkil etmiyordu. Şehir
plancıları arabaların park edeceği yerler olması gerektiğini söylediğinde, ona da çözüm bulmakta gecikmedik. Park yerine masraf etmek yerine belediyeye
ödeme yaparak, onun yapacağı park yerinden istifade
etme yolunu seçtik. Küçük şehirlerimizde, bizim arabayla gitmeyi tercih ettiğimiz mesafedeydi park yeri,
eğer yapılmışsa, biz evin önüne teneke kutu koyarak
kendi park yerimizi işgal suretiyle ayarlayıverdik. Bazıları daha da uyanıktı. Belediyeye ödeme yapmak
yerine, büyük bir park yeri yaptılar binanın altına,
sonra da depo veya işyeri olarak kiraya verdiler. Hâlâ
park edecek yerler vardı sokaklarda. Sonra park yeri
mafyaları, park yeri harpleri başladı. Meydanları olmayan, yeşillik ve canlılık yoksulu, kuşları bile ötmeyen, binaları üstümüze gelen, gürültülü, kavgalı
bu hayattan köy kahvaltısına kaçıyoruz ya da bulabildiğimiz yeşilliklerde üst üste piknik yapıyoruz (dışa
gitmek veya sen sana denirdi eskiden).
Bu uzun mekanik satırlardan daha başka türlü
anlatılamaz bugünkü şehir hayatımız. Ben mekaniği edebileştirmekten acizim, en azından. Satın
aldığımız köy kahvaltısı belki biraz nefes almamızı
sağladığı için bizi rahatlatmaktadır. Ama hiç düşünmüyoruz tükenmiş, bitmiş/tükenmekte, bitmekte
olan Anadolu köyünü… Gün ağarmadan kalkılırdı,
çorba içilirdi, tarlada işe başlamadan önce. Sonra da
kuşluk ekmeği yenirdi. Ekmek, peynir, domates, biber… Evde pişerdi ekmek, hayatın kenarındaki bahçede yetişirdi gündelik sebze, birkaç inek veya koyunun sütüyle kotarılırdı süt ürünleri ortalama bir köy
evinde… Envaı çeşit gıdadan müteşekkil yeni moda
köy kahvaltısını Anadolu köylüsü bayram da bile
görmemiştir. Onun hayatı yetinmek üzerine, israf etmemek üzerine kurulmuştu. On, on beş çeşit üründen oluşan, yenilenden çok, döküleni olan bir köy
kahvaltısı Anadolu köyünde yoktur. Şu işe bakın ki,
geri dönüşümüz bile kendimize değil, tüketin, tüketin, daha çok tüketin diyen sisteme… Bazı şahısların
çarkları elbette döner bu sistemde; yedi milyar olmuş
nüfusuyla ihtiyar dünya ne kadar dayanır buna? ■
100
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Sütçünün eşeği
MAHİR ADIBEŞ
İ
ş yerine döndüğümde, akşam ezanı okunmuş, karanlık çökmeye başlamıştı. Bahçede
kimseler görünmüyordu. Oysa bekçi genellikle buralarda olurdu. Ya bahçede yollardaki
döküntüleri temizlerken ya da gülleri, çimenleri, ağaçları sularken karşılaşırdık. “Sefa
geldin…” diye alçak bir sesle başıyla selâmlardı. Vaktim varsa bir süre onu seyrederdim.
Suyun akışında dinlenirdim. O beni unutur, işine dalıp giderdi…
Kafamın içinde kırk tilki dolaşıyor, hangisiyle uğraşacağıma karar vermeye çalışıyorum.
Etrafa göz gezdirdim, yaprak kıpırdamıyordu. Şu an bahçede bir bardak çay ne de iyi gelirdi…
Yorgunum…
Dağınık bir yürüyüşle birinci kattaki odama çıkıp ışıkları yaktım. Tam yerime oturmuştum ki işçimiz içeri girdi. Henüz evine gitmemişti, genelde bu saate kalmazdı. Belli ki beni
bekliyor olmalı. Yüzü asık, canı sıkkın, hâlindeki garipliği fark etmemek mümkün değildi.
Bu hınzır bazen böyle yaparak kendisini acındırır. Ben sormadan o konuşmaya başladı.
“Selim Amca çardakta ağlıyor, bi konuşsanız!...” dedi. Sesinde bir burukluk vardı ama
panik sezmedim.
Çardak dediği bahçede dört tane çam ağaç; onların altına bir masa, iki de oturak koymuştuk. Üzerini de kenardaki sarmaşık kapatmıştı. Zaman zaman orada oturur, sohbet ederdik.
Bazen çay yaparlar, yorgunluğumuzu orada geçiştirirdik.
Yerimden kıpırdayacak hâlim kalmamıştı. Üzerime ağırlık çökmüştü. Kısa bir süre boş
boş baktım. Olacak gibi değil, başımı yavaş yavaş iki yana salladım.
“Hayrola?...”
“Siz burada yokken, müdürle aralarında kötü bir olay geçti,” dedi.
Geriye yaslandım. İşçi azdan öne doğru eğilmiş, ellerini göbek hizasında bağlamıştı. Ada-
101
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
mın bu hâli sinirime dokunuyordu. Bakışlarımın, karanlığın dışarıdan örttüğü camlara çevirdim. Sokak lambasının ışıkları uzaktan uzağa kıpır kıpırdı. Yorgunluğumu unuttum. Biraz
düşündüm. Ne zaman kurumdan biraz ayrılsam
mutlaka bir vukuat oluyor. İlgilenmesem daha
iyi olacak, diye düşündüm. Ne hâlleri varsa görsünler. İkisi de yaşını başını almış adamlar.
Şu anda yapacak bir işim yok, gitmesem ayıp
olacak. Temiz havada biraz oturup oradan eve
giderim, diye aklımdan geçti. İş ciddi olabilir,
yoksa kocaman adam neden ağlasın?
Aşağı indim. Binanın dışı iyice karanlıktı.
Uzaktan çamlar altındaki birinin varlığı görünmüyordu. Oraya yaklaşınca ışığı yakmak için,
çamın gövdesindeki, düğmeye elimi uzattım. O
zaman karşıda, karartı hâlinde Selim Efendiyi
fark ettim.
“Lambayı yakma!...” diye seslendi. Belli ki
çok kızgındı. Bu halim selim adamın ses tonunda kızgın bir emir vardı. Elimi düğmeden çektim. Adam orada taş gibi duruyordu. Karanlıkta
yusyuvarlak görüldüğünden insan olduğu belli
olmuyordu.
“Çok karanlık,” dedim.
“Olsun yakma.”
Işığı yakmadım. Selim Efendi masanın öte
tarafındaki banka oturmuş, dirseklerini masaya
dayamış, iki eli iki yüzünde gözleri masaya takılmıştı. Irganmasa kimsenin fark etmesi mümkün değildi. Tam karşısına geçip oturdum. Bekledim ki “oturma!” desin, ama demedi. Oturmama kızmadı, ses çıkarmadı. Ses çıkarmadan
gözlerim karanlığa alışıncaya kadar bekledim…
Selim Efendi ağlıyordu. Söyleyecek söz bulamadım. Ne demeliydim? Daha doğrusu konuyu
bilmiyordum. Elim ayağım dolaştı. Öylece bekledim. Hava serindi ama üşütecek kadar değildi. Nereden başlamam gerektiğini düşünüyordum…
Selim Efendi seksenli yılların sonunda
Bulgaristan’dan gelen muhacirlerden. Köy Hizmetlerinde aşçı olarak çalışmaya başlamış, orası
da kapanınca buraya gelmiş. Burada aşçılık de-
ğil, gece bekçiliği yapıyordu. İçine kapanık bir
adamdı. Çok fazla konuşmaz, kimseyle samimi
olmazdı. İşinde düzenli, saygılı biriydi. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. İş yerinde en
yaşlı olduğundan herkes onu sayardı. Bugüne
kadar kimseyle bir mesele yaşamamıştı.
Selim Efendinin önünde masanın üzerinde
bıçak olduğunu o zaman fark ettim. Bıçağın
parlak kısmı uzaklardan süzülen cılız ışıklar altında parlıyordu. İşçi yanımıza gelip oturdu, o
da çok üzgündü. Olayı bilmiyorum ama daha
çok o etkilenmişe benziyordu. Belli ki eyyamcılık yapıyordu. Bu fırsatı iyi değerlendirmekten
yana olduğu karanlıkta bile fark edilmeyecek
gibi değildi. Yangını söndürmeye körükle gidiyor olabilir.
Selim Efendi, o gece görevliydi. Sabaha kadar kurumu bekleyecekti ama durumu iyi değildi. Onu ikna edip evine göndermeyi düşünüyordum hatta bu hâlde gidemezdi, götürmek bile
aklımdan geçti. Bu arada olup biteni öğrenebilirdim.
“Hayrola Selim Efendi?” dedim.
Yavaşça başını iki yana salladı.
“Yok bir şey…”
“Yoksa, bu ne hâl?... Biri mi öldü?...”
“Yok, ölü yok. Keşke ölü olsaydı Allah’tan
geldi derdik!... Daha kötüsü…”
Donakaldım. Ölümden kötüsü ne olur, diye.
Manzara beni endişelendirdi ama Selim Efendinin ağzını bıçak açmıyordu. Ağzından kelimeleri kerpetenle çekiyordum. Adamın hâline
acıdım.
Bizim eyyamcı işçi ondan daha kötü oflayıp pufluyordu. “Ne hakkı var?... Her zaman
aynı şeyi yapıyor!... Küfür, hakaret, dövmeye
kalkışmalar…” diye mırıldanan işçinin yüzüne
elimin tersiyle bir tane indirmek istiyordum.
Sertçe ona doğru baktığımı gördü mü bilmem
ama sesini kesti.
“Ölüme çare olamayız ama her derdin bir çaresi vardır. De hele…”
Üst üste burnunu çekti. Gözlerinden yaş
sicim gibi akıyordu. Elini bıçağa doğru uzattı.
102
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Bıçağın keskin kısmı elinin içine doğru geldi,
sımsıkı sıktı. Tüylerim diken diken oldu. Elini
parçalayacaktı.
“Ölü babama küfretti… Yumruğunu göğsüme vurup yere yuvarladı…”
“Kim?” diye neden sordum bilmem ki, aslında tahmin etmem zor değildi.
“Müdür… Yumruk canımı acıtmadı ama
babama küfretmesi çok canımı acıttı. Bu gece
bekliyorum, bahçeye gezmeye çıkacak…”
“Ne yani?...”
“Her zaman gece yarısına doğru çıkıyor...
Onun bağırsaklarını dışarı dökeceğim…”
“Ne diyorsun yahu Selim Efendi?...”
“Bu hakarete dayanamam… Ben yaş olarak
ondan büyüğüm. Benim babam ölmüş, ona küfür etti…”
Bu arada yanımda oturan işçi devreye girdi.
“Yumruğu vurunca Selim Amca sırt üzeri
yere yuvarlanmış. Başı duvara çarpınca yerinden
kalkamamış. Arkadaşlar yerden kaldırmışlar…”
diye anlatmaya devam etti.
“Sen sus be!... Felâket tellalı gibisin…” dedikten sonra derin bir nefes aldım. Ortada hoş
olmayan bir durum vardı. Adamın şerefiyle oynanmış. Sebebi ne olursa olsun yakışık almaz.
Hani derler ya, “Eşek yabanda ölür, zararı gelip
sahibini bulur.” Selim Efendiyi bu durumda bırakıp gidemem… İyi de adamın haysiyeti kırılmış, şimdi nasıl ikna edeceğim?…
“Selim Efendi kötü laf kişinin kendisinindir.
Orayı kafana takma. Adam olan küfür etmez…
O da pişman olmuştur elbet. Sen şimdi eve git,
yarın dinlen, ondan sonraki gün gelirsin… O
zaman daha salim kafayla konuşuruz…”
Kenarda oturan işçi söze karıştı.
“Ben bugün senin yerine nöbet tutarım. Sen
git Selim Amca,” dedi.
Bak, işçinin bu sözü hoşuma gitti. Ona
doğru dönüp gülümseyerek memnuniyetimi
belli ettim. Böylece ikimizin çabasıyla yola
getirebilirdik.
“Yok, bu gece onun işini bitireceğim…” diye
elinin içindeki bıçağı sıktı. Hiç yumuşama gö-
rülmüyordu. İnatla önüne bakıyordu. Kaskatı
kesilmişti. Gerekirse sabaha kadar burada oturmaya karar verdim. Durup dururken başımıza
dert alamazdık. Bu adam çok kararlı görünüyordu. Vazgeçiremezsek bu gece yapmasa da
başka zaman yapardı.
Derin bir nefes alıp geriye yaslandım. Nasıl
ikna etmeliyim ki… Arabama alıp evine götüreyim.
“Şimdi seni arabamla evine götüreceğim.
Hele bir salim kafayla düşün bakalım, gün doğmadan neler doğar…”
“Yok!... Burada bekleyeceğim…” derken hiç
yumuşama olmadı.
Elindeki bıçak gözüme takıldı yine. Bu serin
güzel bahar gecesinin tadını kaçırmamalıydık
ama Selim Efendiyi de ikna etmeliydik, fakat
nasıl?
“Bak Selim Efendi, bu olay benim de kanıma
dokundu. Gerçekten Müdür sık sık vukuat işliyor ve yanına kâr kalıyor. Bunlar yanlış. Bunun
böyle olduğunu bilenler de görevden almıyorlar.
Geri yaslan dinle beni…” derken ben çok sakindim. Bir yandan da bu işi nasıl halledeceğimi
düşünüyordum.
Selim Efendi biraz geri yaslandı ama bıçak
elindeydi. Yüzünü iyi seçemiyordum. Derin bir
nefes aldım. Artık burnunu çekmiyor ve ağlaması durmuştu. Şu an onun yerinde olsam ben
ne yapardım? Belki aynı şeyleri… Şu karanlığın
bizi sarıp sarmalayıp koruduğunu düşündüm.
Belki bu hâlimizi başkaları görmemeliydi. Neden bilmem, kendimi rahat hissediyordum. Karanlık huzur getirmişti. Düşüncelerim karanlık
vadilerde kol geziyordu…
Ben çocukken mahalleye yaşlı bir sütçü eşeğiyle gelir, sokak sokak dolaşırdı. Sokağın başında, “Sööüüütçüüüü…” diye uzatarak bağırmaya
başlardı. “S” den sonra “ööüüü” diye uzatırken
sesi boğazından hırlayarak çıkar, “ç” den sonra
“üüüü” ler horoz ötmesi gibi daha yüksek makamdan ses verirdi. O ilk “ü” ile son “ü” yü nasıl ayırırdı, anlayamazdım. İkisi de “ü” ama ses
çıkışları farklıydı. Sanki önceki “ü” “ötreli” “ö”
103
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
ile başlar “ü” olarak devam ederdi. Sonraki “ü”
de “üstünlü” ses olarak çıkardı. Doğrusu onun
kaideli olarak “Sööüüütçüüüü…” diye bağırmasına bayılırdım. Bu sesi duyunca evdeysem pencereye koşar, sütçü, sokağın sonunda kaybolana
kadar peşi sıra bakardım. Daha çok bağırsın
diye “Anne sütçü geldi, anne sütçü geldi,” diye
içeriye seslenirdim. Yok, eğer sokaktaysam bir
müddet peşi sıra dolaşırdım. Sütçünün eşeği ise
huysuz mu huysuz, arkasında hareketli ne görse
çifte savururdu. Yaşlı sütçünün tek korktuğu
eşeğin bir vukuat işleyip başına dert açmasıydı.
Onun için hemen herkesi uyarırdı, “Aman eşeğe
yaklaşmayın, gözünüzü seveyim, teper…” derdi.
Biz biraz muziplik yapacak olsak sütçü ciddileşir,
“Yooo… Eşekle şaka olmaz evlâdım… Eşek ne
anlar şakadan!” diye bizi uyarırdı. Bu konuda
eşek birkaç kişinin de canını
adamakıllı yakmıştı. Sütçü, “Ben size dedim bu
eşeğin huyu var, yaklaşmayın,” diye ahlanıp
vahlanmıştı. Neyse ki durum çok vahim değildi. Sütçünün dediği doğruymuş, Eşekle şaka olmuyor, onu öğrendik. Sütçünün melodik, “Sööüüütçüüüü” diye bağırırken çıkardığı kaideli ses
şimdi kulaklarımda.
İşte o sütçünün eşeği aklıma geldi. Kendimce
gülümsedim ama Selim Efendi bunu göremedi.
Bu hikâyeyi ona anlatmadım, daha doğrusu şu
an anlatamazdım. Belki uygun bir zamanını
bulunca… Başka bir şey aklıma geldi…
“Bak, Selim Efendi, kabul et ki sokakta yürürken karşıdan da sütçü eşeğiyle beraber geliyor. Adam eşeğin yularını çekmiş ‘sütçüüü’ diye
bağırıyor. Tam yanından geçerken, eşek bu ya,
bir tekme savurup bacağına vuruyor. Sen yere
savruluyorsun, canın fena hâlde acıyor. Vay
anam vay, diye kıvranıyorsun…” Selim Efendi
ve biraz ötede oturan işçimiz merakla dinlemeye başladılar. Öyle ya, ne alâkası var? “Selim
Efend,i sen de eşeğe bir tekme atar mıydın?...”
derken konuyu bağladım.
Selim Efendi geriye yaslandı. Biraz düşündü.
Yüzü allak bullak oldu. Dudakları ileri geri gidip geldi. Kulağının arkasını kaşıdı.
“Yok, atmazdım,” dedi.
“Peki, o zaman bu bıçağı bu gece ona sallasan sen de o eşek gibi olmaz mısın?”
“Ama o eşek değil…”
“Selim Efendi, sana bir eşek yolda geçerken
tekme atmış ve kabahat etmiş, senin de zoruna
gitmiş. Neden? Eşek çifte vurarak senin canını
yakmakla kalmamış, bir de çok büyük kabahat
işlemiş… Olay bundan ibaret Selim Efendi…
İnsanlar içinde bir adam gibi adamlar var, bir
eşekler var, bir de eşek oğlu eşekler var… Eşek,
eşekliğini yapacak. Eşek çifte atar ama insanlar
ona tekme atmaz…” dedim. “Sen eşeğe tekme
atarsan görenler sana güler…”
Selim Efendi, elindeki bıçağı masanın üzerine bıraktı. Derin bir nefes aldı. Rahatlayıp arkasına yaslandı. Bakışlarını bana doğru çevirdi.
Başını birkaç defa salladı.
“Haklısın... Bir eşek bana çifte attı diye ben
de ona tekme atarsam o eşek gibi eşek olurum…”
“Aynen öyle…”
Selim Efendi gülümsedi. Yan tarafta oturan
işçi de güldü… Selim Efendi bıçağı eline alıp
yerinden kalktı. Onu dikkatle izliyorduk. Hareketlerinde kötülük görünmüyordu. Bir müddet
bakışlarını etrafta gezdirdi. Belli ki bir şeyler
düşünüyordu. Yavaş yavaş yürüyüp içeri geçti.
Biraz sonra geri geldiğinde elini yüzünü yıkamıştı.
“Bugün nöbetimi tutayım, sabah eve giderim,” dedi.
“İstersen şimdi götüreyim istirahat edersin?...”
“Yok, eşeğe kızılmaz ki…”
“Doğru dersin.”
“Ona hakkımı helâl etmiyorum…” derken, yeniden sesi titredi, gözlerine yaş hücum
etti. Çardağın lambasını yakıp geçip karşımıza
oturdu. Uzun zaman konuşmadan orada oturdu.
Yüzündeki çizgiler karmakarışıktı. Acaba ne
düşünüyordu?...
Selim Efendinin cenaze namazında, imam
tekbir alıp kıyama durunca bunlar aklıma geldi…■
104
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Kuyumculuğun ailemizde
gelenekselleşen izleri
CAHİT ERİŞ
Anadolu’nun binlerce yıllık takı sanatçılığının mirası
olarak kuyumcu sanatçılar, kendilerine özgün engin ve
zevkli yaratıcılıklarını, hayal güçlerini ve mesleki aşklarını
da katarak, bu sektörü dünya zirvesinde hak ettiği yere
taşıma gayretindeler.
1
938 yılında Dikran Agopyan adlı bir
Ermeni vatandaşımız, Suriye’ye ailecek göç etmek ister. Bu şahıs o zamana kadar Elazığ’da kuyumculuk yapıyormuş.
Hem tamir hem de basit imkânlarla altın ve
gümüş konusunda sipariş, aynı zamanda imalat
yapıyormuş. Bu kuyumcunun Suriye’ye gideceği
Elazığ’da duyulunca rahmetli babamın, tuhafiye
ve oyuncak üzerine dükkânı varken aklına meslek
değiştirme geliyor.
Kuyumculuk mesleğine geçmek isteyerek Dikran Usta’ya gidip şunu soruyor:
“Sen madem gidiyorsun, bana bu mesleği
öğretir misin?” diyor. O da: “Öğretirim ama
karşılığında bir şey istemiyorum, sadece bir
şişe şarap ve bir kuzu kızartıp hediye etmen gerek! Bunlarla burada kalan arkadaşlarıma ziyafet
vereceğim.” diyor. Babam kabul ediyor ve bu
şekilde her ikisi de verdiği sözü yerine getirmiş
oluyorlar.
Babamın, Dikran Usta’nın bizzat yazdırarak,
notlar tutturarak ve özellikle de o zamanlar moda
olan savatlı gümüş bileziğin üzerine çelik kalemle
nakış ve süsleme yapılan kuyumculuğa geçişi bu
şekilde başlıyor. Tabii, bu arada müşterilerden
gelen altın ve gümüş tamiri de…
Bir gün köylü bir kadın, halkası kopan
sallamalı top küpe tabir edilen içi boş ve nohut büyüklüğünde olan alt kısmının kopan
halkasını kaynattırmak için bırakıyor. Babam,
halkayı kaynatırken top küpe eriyor ve bozuluyor. Babam onun yenisini bizzat Malatya’ya
giden bir kamyona binerek - o dönemler henüz
şehirlerarası ulaşım gelişmemişti - Malatya’ya gidip kuyumcudan yenisini alarak bir hafta sonra
kadın müşteriye kendi küpesi diye veriyor.
Rahmetli bize hep şöyle derdi: “Oğlum,
müşteriyi zarara uğratmayın! Gerekirse ona yenisini verin; daima dürüst olun. Müşterinin çıkarı
daima önde gelir. Korkmayın! İlerde bunun
105
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
karşılığını alırsınız.” Ve biz hâlâ babamızın bize
verdiği öğütlerle bu mesleğe devam ediyoruz.
Babam, benim kuyumcu olmamı istemiyor ve
bana tahsil görmeyi telkin ediyordu. Ben, resim ve
desen çizmeye çok meraklı idim. Hatta ortaokul
sıralarında iken harf modelleri ve kolye örnekleri
çizerdim. Rahmetli kardeşim Vahit de bunları
işlerdi. O zamanlar hazır kalıp, katalog ve model
yoktu. Sanatkârlar bunları el emeği ve göz nuru
ile kendileri yapardı. Vahit, ilkokulu bitirince
babam onu yanına aldı ve ona kuyumculuğu
öğretti. Atölyesi de olan dükkânda birkaç çırak,
kalfa filan bile vardı. Atölye bölümünde imalat
için silindir ve onun topları da mevcuttu.
O zamanlar toptancıların getirdikleri mallardan seçer, alır ve sonradan bunları kendisi imal
ederdi. Rahmetli babam vefat edince, kardeşim
Vahit bu işleri o kadar ilerletti ki, oradan buradan
gelenler hariç, Vahit’in yanından yetişenlerin
sayısı yetmişin üzerinde idi. Kuyumcular kimsenin yapamadığı hassas tamirleri, ayrıca yalnız
müşteriler değil, esnaf bile aldığı tamirleri ona
getirirdi. Yeni ve güzel şeylerin modellerini çoğu
kez ben çizerdim. Bir taraftan da okuluma devam
ediyordum. Daha sonra en küçük kardeşimiz
olan Nihat devam etti ve bu mesleği o da öğrendi.
İzzetpaşa Kuyumcular Pasajı yapılınca,
Elazığ’daki ileri gelen pek çok kuyumcu bu
pasaja taşındı ve kuyumcuların ekserisi böylece
burada toplanmış oldu. Açılışı zamanın valisi,
bizim dükkânda yaptı. O gün ilk alışveriş yapan müşterilere çeşitli yüzük, küpe, kolye gibi
altın hediyeler verildi. Daha sonra kardeşimiz
Nihat, Ankara’da Zafer Mühendislik Akademisinin İnşaat Bölümünü bitirdi. Kuyumculuğu da
zaten biliyordu. Elazığ’da İller Bankası inşaat ve
ihalelerinde kontrol mühendisliği yaptı. Yıllar
sonra kendisi de bu pasajda dükkân açtı. Yetişen
oğlu Feyzi, askerden geldikten sonra onun yanına
girdi. Nihat kuyumculuğa meraklı olup çok iyi
bir sanatkârdı.
Diyebilirim ki o zamanlar Elazığ’daki gelmiş
ve geçmiş pek çok üst düzey, komutan, vali,
bürokrat eşlerine el işi altın ve gümüş kemer yapmakla tanınmıştı. Bir taraftan kuyumculuğumuz
devam ediyor, bir taraftan da kuyumcu ailemiz
giderek genişliyor, bu iş damat ve torunlara kadar
uzanıyordu.
Şu anda biz, Marmaris’te TE-TA KUYUMCULUK olarak oğlum ve torunumla devam
ediyoruz. Nihat ve oğlu Feyzi ise, ayrı olarak ve
rahmetli Vahit’in yerinde de Levent ERBEN,
ÖZENİŞ KUYUMCUSU olarak, aileden gelen
bu zevkli geleneği sürdürmekteyiz. Ayrıca aynı
pasaj da Haluk EREN, gene Vahit ERİŞ’in
damadı olarak bu mesleğe devam etmektedir.
Biz aile olarak bu mesleği sürdürürken, diğer
yandan kuyumculuk mesleği sektör olarak,
Türkiye değil dünya çapında, özellikle ihracatı
yeniden ve her geçen gün gelişerek bir dünya
markası hâline gelmeye devam etmektedir.
Anadolu’nun binlerce yıllık takı sanatçılığının
mirası olarak kuyumcu sanatçılar, kendilerine
özgün engin ve zevkli yaratıcılıklarını, hayal
güçlerini ve mesleki aşklarını da katarak, bu
sektörü dünya zirvesinde hak ettiği yere taşıma
gayretindeler.
Osmanlı
İmparatorlarından
örneğin, Yavuz Sultan Selim dâhil pek çok
padişah kuyumculuğu, takı ve mücevherat
sanatını öğrenmiş ve bu sanatın yaşaması için de
ellerinden geleni yapmışlardı. Bunlardan Yavuz
Sultan Selim 1482 yılında bu mesleği öğrenerek,
1512 yılında tahta oturmuş, kuyumculuğu terk
etmemiş, medreselerde kuyumculuk dersi ve altın
işlemeciliğini hep teşvik etmişti.
Kanuni Sultan Süleyman da aynı yolu izlemişti.
Nesillerden gelen bu altın işlemeciliğinin
günümüzde de baş döndürücü gelişimi elbette ki tesadüf değildir. Sanat ve özellikle altın
işlemeciliğindeki bu incelik, zekâ ve kabiliyet hız
kesmeden devam etmektedir. Bizler de geçmiş
nesillerin dünyada eşi az bulunan altın takı zevkini aile olarak devam ettirmeye kararlıyız. Altın
işlemeciliğinde Anadolu insanı (etnik yapısı ister
Türk, isterse Ermeni veya Süryani olsun) bugün
öyle bir gelişme sağladı ki, bu sahada önde giden
İtalya’yı bile tahtından ederek, onun önüne geçti.
İnsanımızın yapısındaki ince zevk ve sanatkâr
ruhunun durdurulamaz kökleri, bu alanda da dal
budak salarak büyüyüp gelişmeye devam edecektir.■
106
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Metinler arasılık şiiri yaratıyor: süt
SEÇİL BÜKER*
Görsel söylen durumunda yayılım çok boyutludur.
Roland Barthes
Giriş
Yılanla ilgili söylenenler, onun kötülük simgesi,
şeytanın kendisi olduğunu söylerler. Öte yandan onu
evin koruyucusu olarak nitelendiren söylentiler de var.
Yılanla söze başladık, çünkü film yılanla başlıyor. Yılan
sayısız söylenenin** kaynağı, bu çeşitliliğe daha sonra
göz atmayı, önce söylen ile filmin ilişkisini kurmayı
amaçlıyoruz.
Söylen dediğimizde de aklımıza gelen Roland Barthes tabii ki! “Bir anlamlama biçimidir söylen: Herhangi bir söz değildir; dilin söylen olabilmesi için özel koşullar gerekir… O bir sözdür, bir söz olduğuna göre de
söylen alanına giren her şey söylen olabilir.” (Barthes,
1990:155). Yılan yılandır, ama tümüyle yılan olmaktan çıkmıştır. Belli bir tüketime uydurulmuş, başka
bir kullanımla donatılmış ve dolayıma sokulmuştur.[1]
”Söz olarak söylen bir bildiridir. Öyleyse ille de sözlü olması gerekmez; yazılardan ya da gösterimlerden
oluşabilir; yazılı bir söylem olabilir, ama fotoğraf, sinema… gösteri de söylensel söze dayanak olabilir…
Hiç kuşkusuz resim yazıdan daha buyurucudur, anlamı birdenbire çözümlemeden, dağıtmadan sunuverir”
(Barthes, 1990:156). Tam da bu noktada “gösterilenin
birçok göstereni olabilir.” diyen Barthes’tan yola çıka-
* *Prof. Dr., Gazi Ü. Güzel Sanatlar F. Öğretim Ü.
1. Bu cümle Drouet’nin örneğinden alıntı yapan Barthes’dan
esinlenilerek, özgün örneğe benzetilerek üretilmiştir
(1990:155).
rak ama onun saptamasını ters yüz ederek Süt’e (2008,
Semih Kaplanoğlu) yaklaşmayı deneyelim. Bakalım
Süt sıcak mı ve ağzımız yanacak mı?
“Fransız İmparatorluğunu anlatacak binlerce resim bulunabilir, ama kavram çoğu kez yalnızca yeniden sunulur.” (Barthes, 1990:163). Onun dediği gibi
kavram nicel olarak gösterenden daha yoksul olabilir,
insanın elinin altında sınırsız bir gösterenler kitlesi olabilir. Ama biz sınırsız gösterenler listesinin her zaman
el altında bulunmadığını, kadının ağzından yılanın
çıkmasının, gösteren olarak tek ve biricik olduğunu
vurgulamak istiyoruz. Bu yılan ancak sıcak süte doğru, baş aşağı ağaçtan sarkan kadının ağzından çıkarak
sayısız gösterilenin (kavramın) oluşmasına olanak sağlar. Bu durumda gösteren tek, gösterilen ise sınırsızdır. İlk aşamada yılan söyleni ile başlayan film biçimin
niceliksel olarak bolluk içinde olduğunu vurgulamaz,
bolluk içinde olan kavramdır. Çünkü kavram (yılan
imgesinin izleyiciyi gönderdiği kavram) farklı biçimler (anlatımlar) içinde yinelenemez. Bolluk içindeki
kavramın tek bir gösterileni vardır: Filmin ilk kesiti.
Kadının ağzından yılan sıcak süte doğru akar, şair (Yusuf) bu eylemin içinde yardımcı konumundadır. Ama
hem yardımcı hem de olayın tanığı. İzleyici ya da Yusuf (filmin içindeki izleyici) neyin tanığıdır? Söylenin
şiire dönüşümünün kuşkusuz. Çünkü söylen karşısında şiir direnir.
“Şiir dili” bir şairin (Yusuf’un) “öyküsü” olan üç-
107
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
lemenin ikincisine çok yakışacak. Yumurta (2007,
Semih Kaplanoğlu) arınmayı anlatıyordu ve zaman
imgesine dayalı bir sinematografik dil filme çok uygundu. Bu dil eğretilemelere rağbet etmiyordu. Yusuf
uzun, zahmetli bir yolda, kendisini sorguluyor, kendisini buluyor ve vita purificata de odio’ya[2] (kinden
arındırılmış ya da temizlenmiş) yaşama kavuşuyordu
(Büker ve Akbulut:2009:139). Süt’te (2008) ise daha
sonra bellekten gün yüzüne çıkacak olanlar kuruluyor
ya da oluşturuluyor. Bu dönemde Yusuf şiir yazıyor ve
şiiri basılıyor, yönetmen de “kurma” edimini göz ardı
etmiyor ve sinematografik dil olarak “şiiri”, Pasoli’nin
deyişi ile belleğin ve düşlerin evrenini (1976:544) seçiyor. Düş amaçlanan, gerçek olması istenen şey değil
mi?
Yumurta, Yusuf’un belleğini zorladığı, bellekten çıkanları “temizlediği” bölümse, Süt, düşlerini kurduğu,
yaşam amacını belirlemeye çalıştığı, erkek olmayı, şair
olmayı kurduğu bölüm. Ve Süt, Yumurta’da Yusuf’un
karşısına Ayla olarak çıkacak olan ilk örneğin (arketipin) izleyiciye göründüğü bölüm. Dahası çelimsiz,
ürkek anne de bu kıza (Yumurta’da Ayla’ya, Süt’te
Semra’ya) benziyor. Süt düşlediği kadını, Yumurta
ise belleğindeki kadını sunuyor. Pasolini’ye göre ilk
örnekler görüntüyü öznellik temeline yerleştirse de
bütünü ilgilendirdikleri için şiirseldir, ne var ki filmdeki ilk örnekler bellek ve düşlerdekinden farklıdır,
çünkü onlar korkunç biçimde somuttur (Pasolini,
1976:548). Süt’teki anne ve Semra somut olarak, bir
bakıma “katlanmış” olarak izleyicinin karşısına çıkarlar. İlk örnek artık düşlemsel (fantastik) bir nesne
değildir, yönetmenin kurduğu zamansızlık evreninde
Yusuf’un karşısına benzer özelliklere bezenmiş olarak
iki kez çıkan iki kadındır. İnsansı olan zaman kavramı
filmde yok olurken yine insansı olan olanaklı/olanaksız ayrımı da ortalarda görünmez. Olanaklı ile olanaksız iç içe geçer: Filmde şair ya başlangıçtan bu yana
maden işçisidir ya da önce maden işçisidir sonra şair
olur! Yusuf’un varlığı “var oluşun metinler arasılığı”
olarak nitelendirilebilir.
Yusuf’un varoluşsallığını bir yana bırakıp metnin
var oluş koşullarına ve kurduğu metinler arası ilişkilere
dönelim. Metnin üretim koşullarına odaklanan Kristeva metnin süreç olduğunu söylemez, “metnin üretilmekte olan süreç” olduğunu vurgular ve bu süreçte
yalnızca yazar, okur ve çözümleyici vardır (Kristeva’dan
aktaran Allen, 2005:34). Bu üçlü (üç özne) sürekli
2. Odium nefret, kin demektir.
bir üretim içinde bulunurlar: le sujet-en-procès (süreç
içindeki özne) Metinler tüketilsinler diye üretilmezler,
anlam yaratma sürecine okuru katmak için düzenlenirler, okur katılmaya özendirilmelidir. Ona göre bu
noktada “metin temsile indirgenemez” (Kristeva’dan
aktaran Allen, 2005:34). Metin temsilin ötesindedir,
üçlü (yazar, okur, çözümleyici) de metnin üzerindedir.
Kristeva’ya göre “metin iletişimsel dilin düzenini darmadağın ederek, gelmiş geçmiş tüm sözcelere dayanarak, dilin ötesine geçer. Bundan dolayı metin üretkenlik edimidir ve yıkıcı-yapıcı olmak onun özelliğidir.
Böylece metin başka metinlerin devşirimidir, değişmiş
hâlidir, başka metinlerden alınmış sözceler kesişirler ve
birbirlerini etkisiz kılarlar (Kristeva, 1982:36).
Metinler arasılığın herhangi bir metin için kaçınılmaz olduğu anlamına gelen bu alıntıyı Süt filmini düşündüğümüzde yeniden değerlendirmeliyiz.
Kristeva’nın öngörüsü tarihsel süreçte toplumun var
ettiği metinlerle yeni oluşan metnin ilişki kurmasının
gerekliliği; bu gereklilik metinler arasılığa yol açıyor.
Ve sözcelerin, bir bütüne (metne) dönüşümüne ve
tarihsel-toplumsal sızıntılara izin vermesinde insanın
aklının ermeyeceği bir şey yoktur (Kristeva, 1982:37).
Allen bu saptamaları şöyle yorumlar: “Üretkenlik”
derken Kristeva metnin, kesin ve değişmez anlamlar
sunmadığını; sözcüklerin anlamlarının ötesindeki toplumsal söyleşimsel (diyalojik)[3] çatışmayı barındırdığını vurgulamak ister (Allen, 2005:36). Örneğin Hz.
Yusuf’un başına gelenler, kuyu “hikâyesi”, adağı yerine
getirme zorunluluğu, kurban kesimi öncesi ve sonrası
yapılması gerekenler, genç kadının ağzından yılanın çıkarılması, yılanı kovmak için hocanın çağrılması, kendi
anlam evrenlerini aşarak filmsel evrenin çatışmalı ortamına dâhil olurlar. Bu olgular tarihsel ve toplumsal
düzlemde de var olmayı sürdürürler kuşkusuz. Ama
metnin bu olgulardan ortaya çıktığı yadsınamaz. Metinler arasılık da budur. Bu durumda metinlerin özgün
olduğunu nasıl söyleyebiliriz? “Metinlerin toplumsal
metnin bir karışımı (combination) ve derlemesi (compilation) olduğunu” (Allen, 2005:37) söylemekten
3. Dil, konuşan ya da yazan özne’den önce var olan bir yapıdır,
ancak bu yapı yine de konuşma an’ında gerçeklik (ya da anlam)
kazanır. Anlamlarla yüklü olan dil monolog için olanak sağlamaz.
Diyaloji iki kişi arasındaki söyleşi durumu değildir, esas olarak
çoğul konuşan özneler arasındaki anlam ilişkisidir. Bu nedenle,
diyalogun bağlamları sınırsız olduğunu söyler Bakhtin. Buna bağlı
olarak da çok-dillilik kavramı ortaya çıkar. Çok-dillilik, sözceler
çokluğu ile ortaya çıkar. Bütün sözcelerin indirgenebileceği ve
bütün dillerin yan yana gelebileceği tek bir düzlem söz konusu
değildir (Bakhtin, 2001:52-539).
108
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
başka çaremiz yok.
“Futûhât’ta geçen ilgi çekici bölümde, İbn Arabi, şairle hayal âlemi arasında açık bir bağlantı kurar.
Peygamberin miracıyla ilgili hadislere uyarak, İbn
Arabi, her bir gök katına belli bir peygamberi koyar;
ve o peygambere ait sâlikin, yükselişi sırasında o kata
ulaştığında elde ettiği özel ilimleri tartışır. Venüs siferi
(sphere) olan üçüncü katta büyük rüya yorumcusu
Yusuf peygamber bulunur. Bu bakımdan, insan hayal
âleminin bilgisini ve hayallerin nasıl yorumlanacağını
bu düzeyde (ya da katta) elde eder; dolayısıyla şairlerin
ilhamlarını kazanmaları da bu katta olur!” (Chittick,
2008:322). Açıkçası ilhamı hak etmek için üçüncü
düzeye çıkmak gerekli. Film çekiyorsanız üçleme yapmak zorundasınız. Roman yazıyorsanız yine üçleme
yapmak zorundasınız. Çünkü “sâlik Venüs gezegenine
ulaşınca; Venüs onu Yusuf peygamberin huzuruna alır;
Yusuf peygamber, Allah’ın kendisine münhasır kıldığı,
yani hayalileştirme (temessül) ve hayal şekilleriyle bağlantısı bulunan ilimleri ona aktarır… Allah ona yılları
ineklerin suretinde, yılların bolluk ve bereketini ineklerin temizliği suretinde, bilgiyi de süt suretinde, dindeki sebatı da sağlam halat şeklinde gösterdi” (Arabi’den
aktaran Chittick, 2008:323). En sağlam halat, urgan
değil midir? Yusuf Yumurta’da urgancı çıkrığını görünce nasıl nöbet geçirmişti? Anımsamamak olanaklı
mı? Sebat etmekten mi korktu ne? Süt’teki ineklere ne
demeli? Yusuf ne denli uykulu olursa olsun, şiirine,
kitaplarına koşmadan, inekleri sağmıyor mu? Sütü sağarken onlara dokunmuyor mu? Yumurta’da köpekle
gece karanlığında göz göze gelmişti. Şimdi bilgiyi toplama zamanı. Artık yalnızca süt var.
Süt’ün başka metinlerle, söylemlerle ilişkisi var,
ama en önemlisi film, metinler arası ilişkilerini yönetmenin Yumurta filmiyle kuruyor. Yönetmenin
kendi metni ile kurduğu ilişkileri sorgulamalıyız. Acaba önceli olan metin (Yumurta) ile ilişki kuran Süt,
Yumurta’dan gelen etkileri etkisiz hâle getirebiliyor
mu? Dokusunda öncelinin de izleri var. Bu Bakhtin
ve Kristeva’nın sözünü ettiği, metinlerin oluşturulduğu, daha geniş kültürel ve toplumsal dokudan farklı
bir durum. Metin kültürel ve toplumsal bağlamından
ötürü çevresinden soyutlanmış bir nesne değil, ama
Süt önceli olan Yumurta’dan da soyutlanmış bir nesne hiç değil. Yumurta’ya taşınan toplumsal ve kültürel
örüntüler bu kez Yumurta’dan Süt’e taşınıyor. Üçleme
söz konusu olduğunda üçlemenin kendine özgü bir
anlam evreni var diyebiliriz, tıpkı toplumsal ve kültürel kodları dönüştürerek özgün metinlerin yaratılması
gibi. Böylece Kristeva’nın sözünü ettiği “çifte anlam”
(Kristeva, 1982:37) üçlü anlama dönüşüyor. Kristeva
“metnin anlamından ve metnin dışındaki toplumsal
ve kültürel anlamdan söz eder.[4] Metne özgü “iç” ve
metnin dışına özgü “dış” (toplumsal ve kültürel) anlamların olduğunu söyler. Metne özgü anlam “dış”
anlamların yeniden düzenlenmesidir. Bu durumda
Kristeva’nın sözünü ettiği ikili anlam boyutu, Süt’te iç
ve dış anlamların dışında anlam evreni olarak Yumurta
da olduğu için üçlü anlam boyutuna taşınmaktadır.
Yumurta’da Yusuf’un gördüğü rüyalarda kuyu ve
kuyudan çıkmak için ipe sarılma var. “İbn Arabi başkaları gibi, hayalî gerçekliklerin en iyi bilinen örneği
olarak genellikle rüyaları gösterir. Rüyada görülen her
hayal, hem bizim öznel tecrübemize hem de nesnel
muhtevaya dayanarak anlatılmayı gerektirir… Rüyanın muhtevası özneldir, ama; yine de belli bir nesnel
gerçekliğe sahiptir” (Chittick, 2008:312). Yumurta’da,
kuyu kazan usta ile Yusuf’un deneyimleri vardır, ama
Kur’an’daki ayetlerde Hz. Yusuf’un rüyaları nasıl yorumladığı da anlatılır. Yusuf’un rüyaları hem özneldir
hem de nesnel. Kuyu Yusuf’un hem gördüğü hem de
görmediği bir şeydir. “Arabi aynada görülen bir imajı (hayali varlık) göz önüne getirerek, hayalin belirsiz
mahiyetini izah eder; ki bu temsil metinlerde verilen
en yaygın örneklerdendir: Hayal ne var olan ne de
yok olan; ne bilinen ne de bilinmeyen; ne tasdik ne
de inkâr edilen bir şeydir. Diyelim ki, bir insan aynada kendi suretini görmektedir. O kesinlikle bilir ki bir
açıdan kendi suretini algılamaktadır ve bir başka açıdan kendi suretini algılamamaktadır… Kendi suretini
görmüş olduğunu inkâr edemez; ve suretinin aynada
olmadığı gibi, kendisi ile ayna arasında da olmadığını bilir… Bu bakımdan o; ‘Kendi suretimi gördüm,
kendi suretimi görmedim’ derken ne doğru sözlü ne
de yalancıdır” (Arabi’den aktaran Chittick, 2008:313).
Metinler de böylesine belirsizdir, başka taraftan baktığımızda onayladığımızı yadsıma eğilimine gireriz.
Birçoklarına göre gerçekçi olmayanın gerçeğidir bu
durum. Hem de Ece Ayhan[5] şiiri gibi imgelerle beslenen bir gerçekliktir filmin şiirsel dili ile anlatılan. Şairin değerlendirmesi ile “İkinci Yeni, tarihimizde ilk kez
parasız yatılıların, taşra doğumluların, hiçbir zaman
‘ümran’ görmemişlerin bir ‘sıçraması’dır. Yani kısacası,
‘bakışımsızlık’lar, ‘sivrilik’ler, ‘uçtakiler’, ‘atonallıklar’
4. Kristeva örnek olarak romanları ele alır.
5. Yusuf ’un odasındaki fotoğraflardan biri Ece Ayhan’a aittir.
109
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
bin yıldan bu yana İkinci Yeni ile ilk kez gündeme geliyordu” (Ece Ayhan’dan aktaran Doğan, 2008:227).
Taşrada doğan, büyüyen Yusuf, Yumurta’da ruhuna
doğru yolculuğa çıkarken, ona zaman imgesi eşlik etmişti. Ece Ayhan’a hayran Yusuf’a Süt’te İkinci Yeni’ye
özgü bir şiir dili eşlik eder. “Günlük konuşma dilinin
üstünde/ötesinde yer yer anlaşılması zor bir şiir dili tercih edilir. Başka bir deyişle kelimeler geniş çağrışımlar
yapacak ve uzak anlamları çağrıştıracak biçimde şiirde
yer almıştır” (Doğan, 2008:228). Süt’ün görüntüleri
de geleneksel kodlardan, özellikle melodram kodlarından uzak durur. Süt de tıpkı İkinci Yeni gibi “kapalı bir
şiirdir, başka deyişle ‘popülist’ endişesi yoktur, başka
bir deyişle de okuyucudan geniş ölçüde anlama çabası
bekleyen şiirdir” (Doğan, 2008:228):
sen karanlığa giderayak bir kanto ağacı çizmiştin yusuflardan önce
gelip kanto ağacını kesmişler kantolarını delik deşik
etmişler
Kanto Ağacı (Ece Ayhan)
“Anlamı yer yer kapalı ya da bulanık, çağrışımlara yaslandığı için sınırları belirsiz olan” (Doğan,
2008:227) İkinci Yeni şiiri, Yusuf’un şiirini de yönetmenin filmini de etkilemiştir. Annesi, Yusuf’un şiiri
basıldığında şiiri Yusuf’tan önce görür ve betimlenen
kızın komşu Zeyno olduğunu düşünür, bu “boş” yoruma Yusuf yalnızca “Aman anne o çocuk daha, anne
şiirimi basmışlar sen Zeyno diyorsun!” diyerek tepki
verir, zaten Yusuf’un Süt’teki davranışları tümüyle tepkiseldir. Şiirdeki imgeler değişik yorumlara yol açabilir,
annenin çağrışım evreninde şiirdeki kız Zeyno olarak
somutlaşır. Ama Yusuf soyut şiirin peşindedir[6], çünkü
İkinci Yeni’de “soyut düşünüş ve ‘soyutlamak’ önemli
bir kaygıdır” (Doğan, 2008:227).
Ece Ayhan şiiri “mozaik” (Doğan, 2008:245) olarak nitelendirilir. Bakhtin de her hangi bir metnin
alıntılardan oluşan bir mozaik olduğunu söyler. Her
metin bir başkasının dönüştürülmesi ya da soğurulması ile oluşturulur (aktaran Kristeva, 1982:66). Bundan dolayı Kristeva’ya göre şiir en azından iki anlamlı
(double) olarak okunmalıdır. Metnin birimleri, yapısal modellerle kültürel, tarihsel çevre arasında aracılık
(mediator) yaparlar, artzamanlı olanı eşzamanlı olarak
değişime uğratırken, onların bir tür düzenleyici (regu6. Bu cümle Mehmet Doğan’ın “İkinci Yeni soyut şiirin peşindedir”
(2008:227) saptamasından esinlenilerek kurulmuştur.
lator) olduğu da söylenebilir. Böylece bir dizi diyalojik
birim, bir dizi ikircikli (ambivalent) birime dönüşebilir (Kristeva, 1982: 66).
Yılan sütü sever
İlk görüntü derinlikten yoksun değil. Uzaklarda iki
genç erkek, önde dua yazan yaşlıca bir erkek, belli ki
hoca bu kişi, bir “belirti” ya da “karartı” gibi derinlerden ortaya çıkıveren genç kadın. Hoca duayı yazıyor, arkada bir direk yana eğilmiş bir merdivene güç
veriyor. Meyve toplama merdiveni olabilir bu; direk
ile merdiven birbirlerine dayanıyorlar, bir üçgen oluşturmak için. Ancak üçgen, tamamlanmak için başka
bir şeyi gerektiriyor. Elbette bu nesnelerle ilişkili bir
özneyi. İşte şimdi üçgen onu okusunlar diye izleyiciyi
ve eleştirmenleri kışkırtıyor. Gübre yığını, taze toprak
öylesine yerde yığılı duruyor. Karşıdan gelen yöreden
bir genç kadın. Yumurta’da bir şişe şarapla kitabı takas
eden, tüm çekiciliğine karşın Yusuf’un ilgisini çekemeyen kadın (Tülin Özen). Ama onu hemen tanımak
zor, şalvarlı, mavimsi gözleriyle ürkek ürkek çevresine
bakınıyor. “Günahlarından arınma” töreni için hazırlıkların bitmesini bekliyor. Soldan sağa doğru yazılan
dua, kocaman bir bakır kapta kaynayan süte atılıyor,
iki erkeğin arasındaki Genç Kadın ayaklarından bağlanarak ağaca, ağzı süt kabına gelecek biçimde, asılıyor. Baş aşağı asıldığı için (başından asılsaydı ölürdü),
oluşan üçgenin geniş tarafı, iki sallanan koldan ötürü,
aşağıda kalıyor. Rönesans tablolarındaki üçgen yapı
ters yüz edilerek yineleniyor: “Üçgen düzenlemenin
tabanında Meryem’in ayakları ve giysisinin katlanmış
etekleri, en üst noktada ise başı var. Bu düzenlemede
gövdenin çeşitli bölümleri değişik yönlere dönüktür,
örneğin oturan Meryem Ana’nın ayakları sağa, başı ise
sola dönük olarak gösterilir” (Conti, 1978:58). Filmdeki “tablonun” arka fonunda Rönesans tablolarındaki
kır görüntüsü var. Böylece filmin ilk görüntüsü Rönesans tablosu gibi insan ve çevresini ilgi odağı olarak
seçiyor. 1440’larda gül çardağın altındaki Meryem
Ana[7] çalgı çalan, çocuk İsa ve meyve sunan meleklerle çevrilidir.
Stefan Lochner: Gül Çardaklı Meryem
Filmde görüntünün derinliklerinden gelen Genç
Kadın’ın yanında iki erkek vardır, tören başlayana değin onun sağ ve solunda dururlar, tıpkı melekler gibi.
7. Stefan Lochner’in tablosunun adı: Gül Çardaklı
Meryem.
110
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
Kuşkusuz filmde melekler olamazdı, ama Genç Kadın
derinlikli ama ufuk noktası (vantage point) olmayan
doğa üzerinde gerçek bir mekâna yerleştirilir. Ağaçlar
öylesine sıktır ki ufuk çizgisi görünmez olmuştur. Kadın bir yılanlı prenses ya da yılan kadın değildir, yılan
onun gövdesinde yaşar, bu nedenle görünür değildir,
onu ancak ilahi bir güç, somut bir nesnenin (süt) aracılığı ile oradan çıkarabilir.
Tek bir karede Genç Kadın’ın gövdesindeki yılan,
sütün kokusuna doğru uzanır, Genç Kadın’ın kurtuluşu için hoca yılanı, kadının ağzından çeker. “Türk topluluklarında kötülüğün ve yer altı dünyasının simgesi
olan yılandan kurtulmak için çeşitli dualar efsunlar
geliştirilmişti” (Çoruhlu, 1994:39). Yılan uğursuzluk
ve kötülüğün simgesi olarak Genç Kadın’ın gövdesinden çıkar. “Yılan senin nefsindir.” diyor Arabi ve
yılan, sureti ve hakikati yönüyle özü gereği yılandır.”
diye sözlerini sürdürüyor (2006:203). Yılanı (uğursuzluğu, kötülüğü ya da nefsi) çıkarmakta etken olan iki
şey; dua ve süttür. İkisi de anlam yüklü. Süt ırmağı
cennetteki ırmaklardan biri. Genç Kadın dua ve süt
ile ilişkiyi, hoca aracılığıyla kuruyor. Ama izleyicinin
Genç Kadın’ın içindeki kötülüğün niteliği konusunda
bilgisi yok. Yumurta ile ilişki kuran izleyici, “kötülüğün” şeytani bir cinsellik, baştan çıkarıcılık olduğunu
düşünebilir, çünkü Yumurta’nın ilk görüntülerinde de
Tülin Özen vardı ve oldukça çekiciydi. Süt’ün ilk görüntülerinde kadın bu “kötülük”ten kurtulur.[8] Değişik söylencelerde kötülük ya da iyilik ile ilişkilendirilen
ve iki karşıt anlamı içinde barındıran yılan, bu kesitte
kötülüğü simgeler ve onun dışarı atılması da bir tür
arınmadır, dünyaya özgü isteklerin, hırs ve nefret gibi
duyguların, şeytana özgü olanın ilim ve marifet sütünde yitip gitmesidir.
Sonuç olarak filmi, kendinden önceki, Yusuf suresine değin uzanan kutsal ve kutsal olmayan metin8. Anadolu’da bugün yaşayan ve kökü eski tasavvurlara
dayanan halk inançlarında yılan bazen kötü, bazen iyi bir
yaratık olarak kabul edilir. Yılan evin sahibi, koruyucusu,
definelerin bekçisidir (P. Naili Boratav’dan aktaran
Çoruhlu,1994:96). Anadolu’nun bazı yerlerinde insanlar,
kutsallık atfettikleri kimi mekânlarda bulunan, yaşayan
her türlü canlıya da kutsallık atfederler. Yılan, örümcek,
güvercin, karınca gibi hayvanlar, böylesi bir kutsallık içinde
dokunulmazlık taşırlar. Anadolu’da evleri mekân edinmiş
zararsız yılanları evden çıkarmak için, pişmiş süt kokusuna
çağrılır yılanlar. Ancak bunu yapacak kişilerin, manevi
açıdan farklı olması gerekir. Çünkü onlar, “el verilmiş”
kişilerdir.
ler dizisi ve Yumurta filmi ile ilişkilendirerek okumak
gerekir. Süt Yusuf suresi, kuyu hikâyesi, Yumurta, Süt
ve Bal’ın art görünümlü (retrospektif) “hikâyesidir”,
ama filmler ilk metinden (Kur’an’daki sure) ve ikinci
metinden (Yumurta) tümüyle bağımsızdır. Yumurta
ilk metinden, Yumurta’dan sonrakiler de bir öncekinden bağımsız olarak gerçekleştirilmişlerdir. Filmler
orta yaşlarından başlayarak Yusuf’un hikâyesini geriye
doğru anlatır. Süt’ün ilk kesiti ise temaları önceden anlatarak “ilk metin” ya da “önceki metin” olarak nitelendirebileceğimiz bir açılış metni üreterek; izlekler dizisi sunar. Filmi okurken izlekler kılavuz olmalıdır. Süt
bir metin olarak, kendi erken anlatımlı birinci kesitine
gönderme yapılarak da okunmalıdır. Çünkü film, sanki ilk kesitin yeniden yazımıdır. Ama artık film “başlamalıdır”. İzleyici şiirin evrenine girmelidir. ■
Kaynakça
Allen, Graham (2005) [2000] Intertexuality. London: Routledge.
Arabi, İbnü’l (2006) Fusûsu’l-Hikem, çev. Ekrem Demirli. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Ayhan, Ece (1984) Yalnız Kardeşçe. İstanbul: Evrim Sanat Galerisi Yayınları.
Bakhtin,
Mikhail
(2001)
[1978]
Karnavaldan
Romana:Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, çev.
Cem Soydemir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Barthes, Roland (1990) [1957] Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin
Yücel. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Büker, Seçil ve Akbulut, Hasan. (2009) Yumurta: Ruha Yolculuk. Ankara: Dipnot.
Conti, Flavio (1978) Rönesans. İstanbul: İnkılap ve Aka Yayıncılık.
Çoruhlu, Yaşar (1994) “Türk Sanatı’nda Görülen Yılan Tasvirlerinin Sembolizmi” Türk Dünyası Tarih Dergisi.(96) s. 38-46.
Chittick, William (2008) [1997] Var Olmanın Boyutları, çev.
Turan Koç. İstanbul: İnsan Yayınları.
Çoruhlu, Yaşar (1999) Türk Mitolojisinin ABC’si. İstanbul:
Kabalcı Yayınları.
Doğan, Mehmet H. (2008) [1969] İkinci Yeni Şiir. İstanbul:
İkaros Yayınları.
Kristeva, Julia (1982) [1978] Desire in Language : a Semiotic
Approach to Literature and Art, der. Leon S. Roudiez, çev. T. Gora,
A. Jardine, ve L. S. Roudiez. Oxford: B. Blackwell.
Pasolini, Pier Paolo (1976) [1965] “The Cinema of Poetry”,
der. Bill Nichols Movies and Methods: An Anthology. Berkeley:
University of California Press.
111
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 3
AHMET FARUK GÜLER
İlhan Berk'in Haşeması
Cevat AKKANAT
“Gelenek ve İkinci Yeni” adlı inceleme eseriyle yakından tanıdığımız şair Cevat Akkanat, şair ve
şiir ilişkisi içerisinde kaleme aldığı yazıları bir araya
getirdiği “İlhan Berk’in Haşeması” adlı eseriyle karşımızda. Okurkitaplığı yayınlarından çıkan kitap arka
kapak yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Tenkit,
münekkitsiz geldi.’ cümlesinden hareketle şiir-tenkid
ilişkisi içerisinde yeni bir bakış açısı ortaya koymaya
çalıştığının işaretini veriyor. Eser, bugüne değin edebi
eleştiri bağlamında kaleme alınan yazıların eleştiriden
ziyade adeta “Ben yaptım, oldu” mantığıyla gerçekleştirildiğini ifade ederek bu anlayışa açıkça başkaldırıyor.
Eser üç bölümden oluşmakta. Birinci bölüm
“Şairin Teşekkür Borcu” başlıklı… Edebi eleştirinin
gerçek anlamının sorgulandığı ve bugün eleştiriden
ziyade ahbap-çavuş ilişkisinin egemen olduğu bir
edebiyat ortamının varlığından yakınan yazar, terminolojik bilginin kavram boyutuna değindikten sonra
metodolojik anlamda sınırları çizerek olmasını istediği edebi eleştiriyi ifade etmektedir. Uygulamalı örneklere de yer veren yazar için şu sorunun cevabını kitabı
okuyacak olanlara bırakıyorum: Yazar, yapmış olduğu
uygulamalı örneklerde acaba şikâyet ettiği yanlışlıkların içerisine kendisi de düşmekte midir?
İkinci bölüm “İlhan Berk’in Haşeması” başlıklı… İkinci ve üçüncü bölümler içindekiler kısmı ha-
ricinde hep birinci bölüm olarak yer almakta! Kitaba adını veren bu bölüm “İkinci Yeni Şiiri (ve İlhan
Berk) mütehassısı” olarak kendisini nitelendiren
yazarın çeşitli konularda edebiyat ile ilgili yazılarının
derlendiği bir bölüm. Kitaba adını veren yazının
kitabın geneliyle nasıl bir ilişki içerisinde olduğu
hayli sorgulanabilir. (Bu arada ‘haşema’ sözcüğünün
TDK’nın web sayfasında yer alan sözlükte bulunmadığı da ayrı bir husus…) Yazarın İkinci Yeni ve İlhan
Berk mütehassısı olması gerçeğinden hareket edersek
kitabın adıyla içeriği bir anlam kazanabilir sanırım.
Üçüncü bölüm “Baş Üstünde Altı Şair” başlıklı…
Cahit Yeşilyurt, Bahaettin Karakoç, Mücahit Koca,
Dilaver Cebeci, Nazir Akalın, Hüseyin Alacatlı adına
açılmış başlıklar… Çoğu bir ölümün ardından yahut
vefat yıldönümünde kaleme alınmış yazılar. Şair ve
yazar Cevat Akkanat’ın kaleme aldığı “İlhan Berk’in
Haşeması” adlı kitap edebiyat okurları için farklı pencereler açmakta.
Cevat Akkanat, İlhan Berk’in Haşeması, okurkitaplığı, İstanbul, 2012
Büyük Oğuz çadırının gölgesindeki Kürtlerin
(Kürt Türklerinin sosyo-politiği)
Tamer ABUŞOĞLU
Yakın dönemde yaşanılan ve halen etkileri devam
eden siyasi ve sosyal çalkantılara parmak basmak amacıyla yazar Tamer Abuşoğlu tarafından kaleme alınan
eser, Yıldızlar Yayıncılık tarafından yayınlandı. Ülke
içerisinde hangi kimliğe mensup olunursa olunsun
birlik olmanın önemini vurgulayan yazar, özellikle iç
ve dış düşmanlar karşısında buna ihtiyacımız olduğunu kesin ve keskin bir dille izah etmekte.
Sert üslubuyla, harici düşmanlar karşısında
Türklük mefkûresine sarılmayı tek çözüm yolu olarak gören yazar, “bölgeyi kurtaracak olan tek reçete,
emperyalizme ve işbirlikçiliğe karşı ortak bir cephede buluşmak ve omurgası olan ortak bir duruş gösterebilmektir.” diyerek yaşadığımız coğrafya üzerinde
birlik ve beraberlik içerisinde ortak bir duruşun önemini dile getirmekte. Son dönemlerde oynanan kirli
tezgâhlara dikkat çeken yazar, kaynak göstererek iddialarını ispat etme yoluna gitmekte. Kürtler ve Türkler
üzerine onlarca yazının yazıldığı ve tartışmanın yer
aldığı bir dönemde meraklıları için dikkat çekici bir
kitap.
Tamer Abuşoğlu, Büyük Oğuz Çadırının Gölgesindeki Kürtlerin (Kürt Türklerinin) Sosyo-Politiği, Yıldızlar Yayıncılık, Ankara, 2012
112
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 3

Benzer belgeler