08 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı

Transkript

08 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
T.C.
MALİYE
BAKANLIĞI
SAYI 18
BÜLTEN
AĞUSTOS 2008
Türkiye Avrupa Birliği arasında Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı
(IPA) Çerçeve Anlaşması imzalandı
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeden önce AB fonlarından her yıl
nasıl yararlanacağını düzenleyen IPA Çerçeve Anlaşması 11
Temmuz 2008 tarihinde Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu
Başkanı Büyükelçi Sayın Marc Pierini ve Avrupa Birliği Genel
Sekreteri Büyükelçi Sayın Oğuz Demiralp tarafından imzalandı.
BU SAYIDA:
AVRUPA BİRLİĞİ’NDE
VERGİLENDİRME
TRENDLERİ RAPORU
(2008)
FRANSA’NIN AB
DÖNEM BAŞKANLIĞI
ÖNCELİKLERİ
AVRUPA BİRLİĞİ’NDE
KOMİTE PROSEDÜRÜ:
KOMİTOLOJİ
KAMU-ÖZEL SEKTÖR
ORTAKLIKLARI (KÖO)
MODELİNDE RİSK TÜRLERİ
SOSYAL KORUMA VE
SOSYAL İÇERME
RAPORU-2008
OLİMPİYATLARIN
GELMİŞ GEÇMİŞ EN
GÖSTERİŞLİ ŞAMPİYONU
ÇİN, EKONOMİDE DE
AYNI BAŞARIYI
SAĞLAYABİLECEK Mİ?
2
7
10
15
20
Kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi, sınır-ötesi işbirliği, bölgesel
kalkınma, insan kaynaklarının geliştirilmesi ve kırsal kalkınma olmak
üzere beş bileşenden oluşan IPA, Topluluk müktesebatına uyumun
sağlanması, Kopenhag siyasi kriterlerinin tam olarak karşılanması
ve AB-Türkiye sivil toplum diyalogunun geliştirilmesine yönelik üç
ana hedefi taşıyan önemli bir programdır. Ayrıca IPA, üyelikten
sonra Türkiye’nin AB Yapısal Fonlarına geçmeden önce uygulama
açısından tecrübe kazanacağı önemli bir ara süreç olma niteliği
taşımaktadır.
Ulusal Program dahilinde ve her bileşen altında çeşitli projelerin
hazırlanarak kullandırılma esasına dayanan IPA fonları, AB
Komisyonu ve ülkemiz arasındaki eş finansman prosedürüne
tabidir. IPA bileşenlerine göre ayrılan AB mali yardımının yıllara
göre Türkiye’deki dağılımı aşağıdaki tabloda sunulmaktadır:
23
Alt Bileşenler
Geçiş Dönemi Yardımı ve
Kurumsal Kapasitenin
Geliştirilmesi
Bölgesel ve Sınır Ötesi
İşbirliği
Bölgesel Kalkınma
IPA (2007-2011): Türkiye’ye Sağlanacak
AB Mali Yardımı (Milyon Avro)
2007
2008
2009
2010
2011
256.7
250.2
233.2
211.3
230.6
2.1
8.8
9.4
9.6
9.8
167.5
173.8
182.7
238.1
291.4
İnsan Kaynaklarının
Geliştirilmesi
50.2
52.9
55.6
63.4
77.6
Kırsal Kalkınma
20.7
53.0
85.5
131.3
172.5
TOPLAM
497.2
538.7
566.4
653.7
781.9
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
“AVRUPA BİRLİĞİ’NDE VERGİLENDİRME TRENDLERİ” RAPORU (2008)
SELCEN YILDIRIM AB Uzman Yardımcısı
Avrupa Komisyonu Vergilendirme ve
Gümrük Birliği Genel Müdürlüğü ile AB
İstatistik Ofisi (Eurostat) tarafından
hazırlanan
“Avrupa
Birliği’nde
Vergilendirme Trendleri” raporu, AB üye
ülkelerinde ve Norveç’te uygulanan
vergi yapılarını hem ülkeler bazında
hem de AB genelinde karşılaştırmalı bir
şekilde değerlendirmekte olup, 19952006 yılları arasında bu yapılanmada
yaşanan değişimlere ışık tutmaktadır.
Uyumlaştırılmış alanların daha çok
dolaylı vergiler alanında gözlemlendiği
AB vergilendirme politikası, öteden beri
süregelen ekonomik ve sosyal her türlü
engelin
kaldırılarak
tek
pazarda
bütünleşmeyi artırma hedefine yönelik
önemli
sonuçlar
içermektedir.
Vergilendirmenin
ülkelerin
ulusal
egemenliği
altında
yönlendirilen
önemli bir gelir kaynağı olması
sebebiyle
“uyumlaştırma”nın
sınırlı
kaldığı bazı alanlarda (doğrudan
vergilendirme
gibi) “yakınlaştırma”
önem kazanmaktadır. Uyumlaştırma ve
yakınlaştırma çalışmaları çerçevesinde
vergilendirme politikasında yaşanan
gelişmeler, birlik düzeyinde bütüncül bir
şekilde dünyada rekabet edebilen bir
AB hedefine ulaşmakta önemli bir role
sahiptir.
Bu
kapsamda,
“Avrupa
Birliği’nde
Vergilendirme
Trendleri”
raporu, içerdiği istatistiksel ve ekonomik
göstergeler ile AB’nin bu hedefe ne
kadar yaklaştığının da bir belgesi
olabilecek niteliktedir.
Rapor, üye ülkelerin vergi sistemlerine
ilişkin uluslararası arenada yapılan
sınıflandırmaların (vergi tipi ve yönetim
düzeyi) yanında ekonomik açıdan
yorum yapmayı kolaylaştıracak başka
bir sınıflandırmaya da yer vermiştir.
AB’de vergi gelirlerinin ekonomik
faaliyet açısından 3’e ayrıldığı bu
sınıflandırma şeklinde vergi gelirleri,
işgücü, sermaye ve tüketim üzerinden
elde edilmektedir. Kısaca bahsetmek
gerekirse,
−
−
−
İşgücü üzerinden elde edilen vergi
gelirleri gelir vergisi, ücretlerden
alınan vergiler ve sosyal güvenlik
katkıları;
Sermaye üzerinden elde edilen
vergi gelirleri kurumlar vergisi, mali
yatırım ve tasarruflardan alınan
vergiler;
Tüketim üzerinden elde edilen vergi
gelirleri ise KDV, ÖTV, ithalattan
alınan vergiler ve üretim üzerinden
alınan
diğer
vergilerden
(uluslararası
işlemler
ve
kirlilik
üzerinden alınan vergiler gibi)
oluşmaktadır.
Raporun Ana Sonuçları
Genel vergi oranlarının AB bölgesinde
yüksek olduğu gözlemlenmiştir
Avrupa Birliği, ABD ve Japonya gibi
dünyanın gelişmiş ülkeleriyle ve AB
üyesi
olmayan
OECD
ülkeleriyle
kıyaslandığı zaman ortalamada en
yüksek vergiyi uygulayan bölge olma
özelliğini
korumaktadır.
GSYİH’ya
oranla AB-27 genelinde vergi oranı
%39.9 seviyesindedir ki bu oran ABD ve
Japonya’nın 12 puan yukarısındadır.
Aslında bu yüksek seviyede, 1970’lerde
kamu sektörünün ekonomide büyüyen
payı ile üye ülkelerde Maastricht
Antlaşması’nın bütçe açığının belli bir
seviyeye çekilmesi kriteri doğrultusunda
takip edilen konsolidasyon sürecinin
ardından yaşanan vergi artışları etkili
olmuştur. 2000’li yılların başında genel
2
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
vergi yükünde bir azalma görülse de
2005 yılına gelindiğinde bu düşüş
durma seviyesine gelmiştir. Vergi
oranlarındaki düşüşün hızını kesen
etkenler arasında 2004’ten bu yana
yaşanan
konjonktürel
büyümenin
hızlanması, dolayısıyla vergi gelirlerinin
artması ve üye ülkelerin açıklarını
kapatmak
için
vergi
indirimlerini
ertelemeleri gösterilebilir. Ancak, yukarı
yönlü bir trend birkaç üye ülke
haricinde AB genelinde durmuştur.
Bu durum, her AB ülkesinin yüksek vergi
oranı
uyguladığı
sonucunu
doğurmamaktadır. Ülkeler arasında 20
puana
kadar
çıkabilen
farklar
görülebilmektedir.
Örneğin
Romanya’da %28.6 olan genel oran
Danimarka’da %49.1 seviyesindedir.
Genel bir kural olarak ise, AB-15 ülkeleri
Birliğe sonradan üye olan 12 ülkeden
daha yüksek oranlara sahiptir.
2006 yılı incelendiğinde, 10 ülkede
oranlarda düşüş gözlenirken, 17 ülkede
artış olmuştur. En büyük düşüş %2.2 ile
Lüksemburg ve Slovakya’da, en fazla
artış ise %1.7 ile İtalya ve İrlanda’da
yaşanmıştır.
2005-2006 yılları arasında, bu uzun
dönemli periyoda hakim olan genel bir
özellik karşımıza çıkmaktadır. Slovakya
hariç, oranlarda aşağı ve yukarı yönlü
olan en büyük değişiklikler 1995 yılı
başlangıcında düşük vergilendirme
seviyesine
sahip
olan
ülkelerde
görülmektedir. Yüksek vergi oranına
sahip ülkelerde ise daha istikrarlı bir
seyir izlenmiştir.
Yeni
üye
vergilendirme
çıkmıştır
ülkelerde
doğrudan
payı
daha
düşük
Vergi gelirlerinin yeniden bölüşümüne
önem verilen AB-15 ülkelerinde,
doğrudan vergilerin toplam vergi
gelirlerindeki payı yeni üye ülkelere
nazaran daha yüksektir. AB-15’te
doğrudan vergiler, dolaylı vergiler ve
sosyal katkılar vergi gelirleri içerisinde
eşit paya sahipken yeni üyelerde
doğrudan vergiler daha düşük bir
paya sahiptir. Bulgaristan’da %20.1
olan doğrudan vergi gelirleri payının
Danimarka’da %61.5 olması bu farkı
açıkça ortaya koymaktadır. İsveç,
Finlandiya ve İngiltere gibi kuzey
ülkeleri Danimarka ile benzer özellikler
arz etmektedir. Bu ülkelerde sosyal
güvenlik
katkıları
toplam
vergi
gelirlerinde düşük bir orana sahiptir.
Çünkü bu ülkelerde refah harcamaları
genel
vergilendirme
ile
finanse
edildiğinden pratikte daha yüksek
doğrudan vergilendirmenin olması
doğal bir sonuçtur. Üye ülkelerde bu
payın düşük olmasının bir sebebi de
gelirlere uygulanan kademeli vergi
oranların kapsamının daraltılması hatta
bazılarında düz oranlı vergi sistemlerinin
uygulanmasıdır.
Vergi tipi itibariyle vergi gelirleri yapısı
Dolaylı
Doğrudan Sosyal
vergilerin vergilerin güvenlik
payı (%) payı (%)
katkılarının
payı (%)
AB-27
39
31.4
29.8
AB-15
37.6
32.1
30.4
Norveç
28
52.1
19.9
En
56.5 (BG) 61.5 (DK)
44.7 (CZ)
yüksek
En
30.9 (CZ) 20.1 (BG)
2.1 (DK)
düşük
* BG-Bulgaristan, DK- Danimarka, CZÇek Cumhuriyeti
Toplam gelirden sosyal güvenliğin
aldığı pay düşerken yerel ve bölgesel
otoritelere yönelik daha fazla fon akışı
olmuştur
3
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
2006
yılında
AB-27
genelinde
toplananvergi gelirlerinin %59’u merkezi
veya bölgesel yönetim tarafından
talep edilirken, %29’u sosyal güvenlik
fonuna, %11’i ise yerel yönetime
ayrılmaktadır. %1’den daha düşük bir
oran ise AB kurumlarına ödenmektedir.
Sosyal
güvenlik
fonlarına
ayrılan
miktarın son yıllarda düşme trendi
göstermesi
emeklilik
reformunda
kaydedilen
gelişmelerden
kaynaklanmaktadır.
Üye
ülkelerde
yapısal farklılıklardan ötürü bu paylar
arasında
önemli
farklar
gözlemlenmektedir. Örneğin, Belçika,
Almanya, İspanya ve Avusturya gibi
ülkelerde eyalet düzeyinde bir sistem
mevcutken, İngiltere ve Malta’da
sosyal güvenlik sistemi muhasebe
açısından merkezi yönetimden ayrı
değildir. Danimarka’da ise sosyal
güvenlik genel vergilendirme dahilinde
finanse edilmektedir.
Yönetim seviyesi itibariyle vergi gelirleri
yapısı
Merkezi Yerel ve Sosyal
Yönetim Bölgesel güvenlik
Yönetim fonları(%)
AB-27
59.1
13.7
26.6
AB-15
57.4
12.1
29.8
Norveç
67.5
12.7
19.9
En
98.7
33.7
50.4 (FR)
yüksek
(MT)
(DK)
En
28.8
0.0(MT)
0.0 (UK)
düşük
(DE)
* MT- Malta, DK- Danimarka, FR-Fransa,
DE-Almanya, UK- İngiltere
gözlemlenmektedir. Özellikle yeni üye
ülkelerin
AB
minimum
oranlarını
karşılamak üzere ÖTV oranlarında
yaptıkları artış bu durumda etkili
olmuştur. Ancak, Almanya’da KDV
oranlarının 2007 itibariyle 3 puan
artması gibi, 3 büyük üye ülkede
yaşanan gelişmeler de bu kapsamda
değerlendirilmelidir.
Tüketim vergilerinin KDV, ÖTV ve enerji
vergisi bileşenlerine baktığımız zaman
KDV’nin payı oldukça fazla olmakla
birlikte üye ülkelerde bu oranlar
arasında
büyük
farklılıklar
olabilmektedir. İsveç’te %27.7’lik bir
paya sahip olan KDV, Macaristan’da
%45.5’lik
bir
pay
ile
karşımıza
çıkmaktadır.
Standart KDV oranı ile tüketim
vergisinin efektif KDV bileşeni oranı
(indirilmiş oranlar ve vergi muafiyetleri
dahil) arasındaki fark, KDV sisteminin ne
kadar saf bir tüketim vergisi (düz bir
orana sahip ve geniş bir vergi tabanı
olan) olduğunu ölçmekte önemli bir
göstergedir. Bu farkın düşük olması özel
tüketimin
toplam
değerine
yaklaşıldığını, büyük olması ise özel
tüketimin büyük bir kısmının KDV
gelirlerinden ayrıldığını göstermektedir.
Farkın büyük olmasının ardında yatan
sebepler arasında;
−
KDV kayıt eşiğinin yüksek olması
sonucu sadece bazı ara malların
vergilendirilmesi ve eşik altında
kalan
KDV’nin
KOBİ’lerce
vergilendirilmemesi ve
Yüksek oranlarda KDV kaçakçılığı
ve KDV’den kaçınma olabilir.
Tüketim üzerinden elde edilen vergi
gelirleri
−
2001 yılından bu yana sadece 8 üye
ülkede
tüketim
vergi
oranları
artmazken, AB genelinde tüketim
üzerinden elde edilen vergi gelirlerinde
ortalama %1.25’lik bir artış
Bu kapsamda, İtalya ve Polonya %9 ile
bu farkın en geniş olduğu iki ülke olma
özelliği taşımaktadırlar. Bu durum, İtalya
ve Polonya’da kullanımı geniş olan
ürün ve hizmetlerde (gıda, ulaşım,
4
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
kitap, ilaç, otel konaklama, restoran
hizmetleri vs.) uygulanan indirilmiş (%10)
ve süper-indirilmiş oranlardan (%4)
kaynaklanmaktadır. %1 ile en düşük
farka
sahip
olan
Lüksemburg
örneğinde ise, yerleşik olmayanların
yüksek harcamalarından elde edilen
vergi gelirlerinin yorumuna bağlı bir
zorluk söz konusu olduğundan bu
düşük oran ortaya çıkmıştır.
İşgücü üzerinden elde edilen vergi
gelirleri
İşgücü üzerinden elde edilen vergi
gelirlerinde düşüş olması gerektiği
yönünde AB genelinde ortak bir tutum
olsa da, işgücü vergi oranları seviyesi
bunu
başarmanın
oldukça
zor
olduğunu teyit etmektedir. 2000 yılında
en büyük çıkışını yakalayan oran (AB27, %36) 2005’te %35’in altına inse de
2006 yılında tekrar bir yükseliş trendi
sergilemiştir. 1990’ların ilk yarısına kadar
sosyal refah harcamaları (emeklilik,
sağlık ve sosyal haklar) yüksek oranların
oluşmasında etkili olurken 1990’ların
ikinci yarısında birçok üye ülkenin
Avrupa
Para
Alanına
girerken
gerçekleştirdikleri
bütçe
konsolidasyonuna
bağlı
olarak
yaşanan vergi artışları söz konusu
olmuştur.
1995-2006 dönemine bakıldığında,
özellikle Birliğe 2004’te üye olan yeni
ülkelerde işgücü vergi oranlarında
%1’den fazla bir düşüş yaşanırken, AB15
ülkelerinde
%0.7’lik
bir
artış
görülmektedir. 2006 yılı itibariyle Fransa
(%41.7), Almanya (%38.6) ve İtalya
(%43.0) gibi büyük ekonomiler AB-27
ortalamasının (%34.8) oldukça üzerinde
bir vergi oranına sahipken Malta
(%21.5) ve Güney Kıbrıs (%24.2) Birlik
içerisinde en düşük orana sahip iki
ülkedir. Bu durum belki de bu iki ülkenin
İngiltere ve İrlanda ile eskiye dayanan
bağlarından kaynaklanıyor olabilir.
İngiltere (%25.5) ve İrlanda (25.1) ise AB
ortalamasının 9 puan aşağısındadırlar.
Birlikteki çoğu ülke için, sosyal güvenlik
katkıları, işgücü gelir vergisi üzerinde
gelir vergisinden daha büyük bir etkiye
sahiptir. 2006 yılında genel olarak,
işgücü gelir vergisinin yaklaşık üçte
ikisini ücret dışı işçi ve işverenler
tarafından
ödenen
maliyetler
oluşturmaktadır.
İşgücü üzerinden elde edilen vergi
gelirlerini
bileşenlerine
ayırdığımız
zaman 1995-2006 döneminde gelir
vergisi ve işveren tarafından ödenen
sosyal güvenlik katkı oranlarındaki
düşüşe karşılık işçi tarafından ödenen
sosyal güvenlik katkı oranında artış
yaşanmıştır. Gelir vergisi oranları düşen
14 ülkeden 8’inde sosyal güvenlik katkı
oranları artmıştır. Sosyal güvenlik
katkılarını işçi ve işveren tarafından
yapılan ödemeler olarak ayırdığımızda,
bu artışların çoğu işveren tarafından
karşılanmıştır. Ancak Avro alanında ise
bu trendin aksi söz konusudur.
İşverenler tarafından ödenen katkılar
düşerken işçilerin katkı payları artış
göstermiştir.
Sermaye üzerinden elde edilen vergi
gelirleri
Kurumlar vergisi oranlarındaki düşüşe
rağmen tabanın genişletilmesi ve
konjonktürel faktörler sayesinde vergi
gelirlerinde artış olmuştur. Gizli vergi
oranı1 hesaplandığında ise özellikle
2006
yılında
yaşanan
ekonomik
büyüme ile efektif sermaye vergi
oranında bir artış olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bu durum AB genelinde
indirilen kurumlar vergi oranı ile zararlı
vergi rekabetine yönelik alınan
5
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
tedbirlerin
başarılı
göstermektedir.
olduğunu
AB ülkelerinde sermaye vergi oranları
arasında
da
büyük
farklılıklar
bulunmaktadır. 2006 yılında %42.5 ile
İrlanda en büyük vergi orana sahipken
Estonya %8.4’lik vergi oranı ile en düşük
orana sahip olan ülkedir. Ülkeler
arasındaki bu fark, her ülkenin sermaye
vergi oranı bileşenlerinin toplamdaki
paylarıyla yakından ilgilidir. Bazı üye
ülkelerde hisse senedi/servet üzerinden
alınan vergiler toplam sermaye vergi
gelirleri içerisinde büyük paya sahipken
bazı üye ülkeler hisse senedi gelirlerine
uyguladıkları düşük vergi oranı ile sınırlı
bir gelir elde etmektedirler. Örneğin
Fransa’da
hisse
senedi/servet
üzerinden kurumlar vergisi gelirinden
%60 daha fazla gelir elde edilmektedir.
Bazı ülkelerde ise bu tip gelirler
GSYİH’nın
%3’ünü
oluşturabilecek
büyüklüktedir.
Gizli vergi oranı söz konusu vergi tipinden elde edilen gelirin vergi tabanına bölünmesiyle elde edilen efektif vergi
oranıdır.
1
KAYNAK:
Eurostat, Taxation Trends in the European Union, Data for the EU Member States and
Norway, 2008, erişim adresi: http://ec.europa.eu./eurostat
AB Bulgaristan’a yönelik fonları askıya almayı planlıyor
Bulgaristan’daki yolsuzluk skandallarından sonra Avrupa Birliği Komisyonu,
Bulgaristan’ın AB fonlarının yönetimine ilişkin bir rapor yayınlayarak mali yardımların
geri çekilmesi yönünde bir karar yayınladı. Askıya alınması planlanan miktar ise
yaklaşık 500 milyon Avro kadardır. 23 Temmuz’da yayınlanan raporda Bulgaristan
otoritelerinin yolsuzluk ve organize suçlara karşı ilerleme kaydetmekte yaşadığı
zorluktan bahsedilmektedir.
1 Ocak 2007’de Bulgaristan ve Romanya AB’ye katıldığında, yargı reformu ve
yolsuzluğa karşı mücadele konusunda eksiklikleri sürmekteydi. Bu eksiklikler,
Bulgaristan
ve
Romanya’nın
Topluluk
müktesebatına
tamamıyla
uyum
sağlayamaması sonucu özellikle Bulgaristan’ın AB vatandaşlarının sahip olduğu
hakları tam olarak kullanamaması riskini gündeme getirmişti.
Bulgaristan Başbakanı Sergei Stanishev, Komisyon raporunda geçen eleştirileri kabul
etmiş ancak Bulgaristan’ın AB parasının nasıl işletilmesi gerektiğini öğreniyor olduğunu
sözlerine eklemiştir. Yaşanan bu gelişmeler sonucu muhalefetin ise bir güvensizlik
önergesini Parlamentoya iletmesi beklenmektedir.
Bulgaristan’da yürütülen bir anket sonucu, Bulgarların Komisyon tarafında oldukları ve
yardımların dondurulması gerektiğine inandıklarını ortaya koymuştur. Ankete göre,
paranın onlara ulaşmadığı kanısında olan Bulgar vatandaşları fon kesintilerinin siyasi
yolsuzluğu kırmakta rol oynayacağına inanmaktadırlar.
Kaynak: http://www.euractiv.com/
6
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
FRANSA’NIN AB DÖNEM BAŞKANLIĞI ÖNCELİKLERİ
ÖZGÜR ÜTÜK AB Uzman Yardımcısı
Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı altı
ayda bir dönüşüm (rotasyon) usulüne
göre düzenlenmiş olup her üye devlet
bu süre zarfında bu önemli görevi
yürütmektedir. Dönem Başkanı olan
üye
devletin
görev
ve
sorumlulukları;
ülke
liderinin
Bakanlar
Konseyi’nin her
düzeydeki
toplantılarına
başkanlık
etmek, Konsey’in altı aylık işleyiş planını
yapmak, resmi ve gayriresmi bütün
görüşmeleri,
zirve
ve
toplantıları
düzenlemek ve bunlara başkanlık
etmek, kurumların düzenli işleyişini
sağlamak,
Konsey’i
diğer
AB
kurumlarında temsil etmek, AB’yi
üçüncü
ülkelerle
ve
uluslararası
örgütlerle ilişkilerde temsil etmek ve
sorunların çözümüne katkıda bulunmak
şeklinde özetlenebilir.1
Fransa’nın Dönem Başkanlığı süresince
ağırlık vermeyi planladığı hususlardan
birisi enerji güvenliğidir. Fransa’nın
öncelikleri arasında enerji verimliliğinin
artırılması, ortak ve birleşmiş enerji
bölgesinin
kurulması,
enerji
kaynaklarının çeşitliliğinin artırılması
enerji üreten ve transit ülkelerle ilişkilerin
sağlamlaştırılarak enerji ortaklıklarının
oluşturulması
yer
almaktadır.
Bu
çerçevede, AB’nin önemli enerji
üreticisi ülkelerle (Rusya, Ukrayna, Orta
Asya ve Hazar ülkeleri) ve bu
ülkelerden
Avrupa’ya
enerjinin
naklinde büyük önem arz eden transit
ülkelerle (özellikle Türkiye) sağlam
temellere dayalı ilişkiler geliştirmesi
gerekmektedir.
Ancak
Avrupa’nın
enerji
ihtiyacını
önemli
ölçüde
karşılayan zengin enerji yataklarına
sahip Kafkaslar, Orta Asya ve Orta
Doğu’da yaşanması muhtemel politik
ve
askeri
istikrarsızlıklar
Dönem
Başkanlığı sırasında Fransa’nın başını
büyük ölçüde ağrıtacaktır.
Bu önemli görev sırasında Dönem
Başkanlığı’nı
yürüten
devletten
beklenen ise kendi ulusal çıkarlarını
değil Birliği oluşturan ülkelerin ortak
çıkarlarını gözetmesi, gündemin ve
önceliklerin belirlenmesi ile karşılaşılan
sorunların çözümünde AB’nin çıkarları
doğrultusunda hareket etmesidir.
Fransa’nın öncelikleri arasında yer alan
diğer bir konu ise uluslararası arenada
Avrupa’nın rolünün daha etkin hale
getirilmesidir.
Bu
bağlamda,
AB
savunmasının bağımsız ve yeterli askeri
kapasiteye ulaştırılarak güçlendirilmesi
ve böylece kriz yönetiminde AB’nin
küresel
bir
aktör
olması
hedeflenmektedir.
Bunun yanı sıra,
güvenlik alanında stratejik ortaklıkların
geliştirilmesi planlanmaktadır ve bu
amaç doğrultusunda Afrika Birliği,
Balkan ve Akdeniz ülkeleri ve Rusya ile
ilişkilere ağırlık verilecektir. Savunma ve
güvenlik politikasına ilişkin öncelikli
hedefler
arasında
Brüksel’de
Avrupa’ya ait bir planlama ekibinin
kurulması, silahlanma konusunda tek
Fransa, 1 Temmuz 2008 tarihinde AB
Dönem
Başkanlığı
görevini
Slovenya’dan devralmıştır. Bu altı aylık
sürece büyük önem atfeden Fransa
başkanlık dönemi için 190 milyon avro
bütçe ayırmış bulunmaktadır. Bu
dönem içerisinde Fransa’nın gündeme
almayı planladığı öncelikli hususlar
aşağıda kısaca açıklanacaktır.
7
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
pazar oluşturulması, askeri personel
eğitiminin uyumlu hale getirilmesi ve
ERASMUS benzeri bir tür programla
karşılıklı asker değişimi yapılması da yer
almaktadır.2
Planlanan bu hedefler hem Avrupa’da
hem de Atlantik’in diğer yakasında
büyük yankı bulacaktır. Daha önce de
belirtildiği
üzere
Fransa
Dönem
Başkanlığı
sırasında
Avrupa’nın
savunmasını bağımsız hale getirmeyi
amaçlamaktadır. Ancak, Birliğe üye
ülkelerin askeri ve güvenliğe ilişkin
konularda fikir birliğine varamamış
olmaları ve Atlantikçi ve Avrupacı
kanat olmak üzere bir nevi bölünme
yaşamış olmaları planlanan hedeflerin
önünde büyük bir engel olarak
durmaktadır.
Dönem Başkanlığı süresince Fransa’nın
gündeminde olacak diğer bir husus ise
göç ve mülteci rejimlerinin uyumlu
hale
getirilmesi
olacaktır.
Bu
çerçevede, Fransa, Göç ve İlticaya
İlişkin
Avrupa
Paktı
kurulmasının
gerekliliğini belirtmektedir. Bu alanda
ortak bir politikanın geliştirilebilmesi için
AB ülkelerine göç veren kaynak ülkeler,
transit ülkeler ve hedef ülkeler arasında
sıkı
bir
ortaklığın
geliştirilmesi
hedeflenmektedir. Bunların yanı sıra bu
alanda etkin politika oluşturabilmek ve
yasal
göçmenlerin
Avrupa’ya
entegrasyon konusunda yaşadıkları
sorunların üstesinden gelinebilmesi için
önümüzdeki
aylarda
Bakanlar
düzeyinde toplantılar düzenlenecektir.
Daha
güvenli
bir
Avrupa’nın
oluşturulması
amacıyla
uluslararası
terörizm, uyuşturucu, silah ve insan
kaçakçılığı başta olmak üzere organize
suçlar ve siber suç ile mücadele de
Fransa’nın öncelikleri arasında yer
almaktadır. Bu hususlara ilişkin olarak
ikinci nesil Schengen Enformasyon
Sistemi’nin
geliştirilmesine
devam
edilecek,
Avrupa
Polis
Ofisi’nin
(Europol)
etkinliğinin
artırılmasına
çalışılacaktır.
Terörizmle
mücadele
alanında ise Magrep ve Sahel Afrika
ülkeleri (Nijerya, Sudan, Senegal,
Moritanya, Mali, Burkina Faso, Nijer,
Çad ve Eritre) ile diyalogun ve
işbirliğinin artırılması öngörülmektedir.
Fransa’nın dönem başkanlığı sırasında
gündeme gelecek diğer bir konu ise
Lizbon
Anlaşması’nın
geleceğidir.
İrlanda halkının 12 Haziran 2008
tarihinde yapılan referandum ile Lizbon
Anlaşması’nı veto etmesi sonrası süreç
Fransa’nın başını oldukça ağrıtacaktır.
Henüz
nasıl
bir
yol
izleneceği
netleşmemekle birlikte yaşanan bu
şokun ardından Birliğe üye diğer
ülkelerde
onay sürecine
devam
edilecektir. Çeşitli değişiklikler yapılarak
Anlaşma’nın
yeniden
gündeme
getirilmesi
ve
İrlanda
hükümeti
üzerinde onay için baskı kurulması da
masada olan seçenekler arasında yer
almaktadır.
Ortak Tarım Politikası da Fransa’nın
öncelikleri arasında bulunan diğer bir
önemli husustur. 21-23 Eylül 2008
tarihlerinde
Fransa’nın
Annecy
kentinde
gerçekleştirilecek
Tarım
Bakanları
Toplantısı’nda
tarım
sektörünün karşılaştığı zorluklar, gıda
güvenliği, küresel gıda arzının dengeye
kavuşturulması, iklim değişikliği ile
mücadele ve Avrupa’da çevresel
dengenin korunması gibi konular ele
alınacaktır.
Dış ticaret alanında ise Fransa çok
taraflı ticaret sisteminin geliştirilmesi
çabalarını devam ettirecektir. Bu
çerçevede, Doha Kalkınma Gündemi
görüşmelerine ve ikili serbest ticaret
anlaşmalarına
öncelik
verilecektir.
Bunun yanı sıra, AB’nin diğer ülkelerle
8
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
olan dış ticaret ilişkilerinde karşılıklılık
ilkesinin güvence altına alınması,
Avrupalı şirketlerin ve özellikle KOBİ’lerin
üçüncü
ülkelerdeki
kamu
sözleşmelerine katılımının sağlanması,
piyasa
erişimi
konusunda
içine
kapanmacı
yaklaşımlardan
vazgeçilmesinin
sağlanması,
uluslararası anlaşmalarda ve özellikle
fikri mülkiyet hakları, çevre ve gıda
güvenliği alanlarında AB standartlarının
teşvik edilmesi Fransa’nın öncelikleri
arasında yer almaktadır.3
Bunların yanı sıra Fransa, AB’nin
geleceğine ilişkin olarak Ar-Ge ve
teknolojiye daha fazla önem verilerek
ekonomik
büyüme
ve
rekabet
gücünün
daha
ileri
seviyelere
taşınmasını öncelikleri arasına almış
bulunmaktadır.
Bu
amaç
doğrultusunda
uzay
teknolojileri
alanında
kapsamlı
politikalar
oluşturulacak, KOBİ’lerin mali
kaynaklara erişimi üzerinde çalışılacak,
sınai mülkiyet haklarının korunması ve
yenilikçi (innovative) girişimciliğin teşvik
edilmesi sağlanacaktır.
Zorlu bir süreçte Dönem Başkanlığı
görevini devralan Fransa’yı bu süreçte
uğraştıracak
hususların
Avrupa’nın
savunma ve güvenliğinin bağımsız hale
getirme
çabaları
ve
Lizbon
Anlaşması’nın
geleceği
olduğu
belirtilmektedir. Birlik içerisinde özellikle
İngiltere başta olmak üzere savunma
ve güvenlik konularında ABD yanlısı
tutum takınan ülkelerin akıllarındaki
soru işaretlerini gidermek ve Lizbon
Anlaşması’nın geleceğini belirlemek
Fransız Hükümeti’nin gündeminin büyük
bölümünü meşgul edecektir. Bir de bu
hususlara
Türkiye’nin
tam
üyelik
müzakereleri de eklendiğinde Fransa’yı
oldukça yoğun ve zorlu bir gündemin
beklediği ortaya çıkmaktadır.
1 Altınbaş, Deniz, “Dikkat:1 Temmuz’da AB Dönem Başkanı Fransa” Stratejik Analiz Cilt 9 Sayı 98 Haziran 2008
http://www.asam.org.tr/temp/temp746.pdf
2 Ibid.
3 Ateş, Dilek İştar “Fransa Dönem Başkanlığı’nın Öncelikleri” TS/BXL/08-03, 7 Temmuz 2008, TÜSİAD Avrupa Birliği
Temsilciliği-Brüksel
KAYNAKLAR:
French Presidency of the Council of the European Union Work Programme
http://www.ue2008.fr/webdav/site/PFUE/shared/ProgrammePFUE/Programme_EN.p
df
Altınbaş, Deniz, “Dikkat:1 Temmuz’da AB Dönem Başkanı Fransa” Stratejik Analiz Cilt 9
Sayı 98 Haziran 2008 http://www.asam.org.tr/temp/temp746.pdf
Ateş, Dilek İştar “Fransa Dönem Başkanlığı’nın Öncelikleri” TS/BXL/08-03, 7 Temmuz
2008, TÜSİAD Avrupa Birliği Temsilciliği-Brüksel
9
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
AVRUPA BİRLİĞİ’NDE KOMİTE PROSEDÜRÜ: KOMİTOLOJİ
MAKBULE DİDEM DOĞMUŞ AB Uzman Yardımcısı
AB karar alma süreci denildiğinde ilk
akla
gelen
AB
Komisyonu,
AB
Parlamentosu,
Bakanlar
Konseyi,
Adalet Divanı, Bölgeler Komitesi vb.
gibi kuruluşlar ve bu kuruluşlarca
yürütülen
çalışmalardır.
Aslında
görünen bu çalışmaların altında, çok
fazla kişi tarafından bilinmeyen ama
asıl çalışmayı yürüten ve değişik komite
ve uzman gruplardan oluşan büyük bir
kurumsal sistem bulunmaktadır. Diğer
bir deyişle “resmi” AB kurumları
tarafından yapılan çalışmalar karar
alma
sürecinde
gerçekleştirilen
faaliyetlerin sadece küçük bir kısmıdır.
Söz konusu kurumlara bir çok komite ve
uzman grupları tarafından destek
verilmektedir. Bu çerçevede taslak
hazırlama, onaylama ve uygulama
aşamalarında AB kurumları ile birlikte
çalışan yaklaşık 1500 komite ve uzman
gruptan söz etmek mümkündür. Bu
yazıda, AB Komisyonu’na sadece
mevzuatı
uygulama
aşamasında
yardımcı olan komiteler ve “komitoloji”
olarak adlandırılan süreç açıklanmaya
çalışılacaktır.
Komitoloji nedir?
“Komitoloji” ya da “komite prosedürü”;
Komisyon’un, Avrupa Parlamentosu ve
Konsey tarafından kendisine verilen
yürütme
yetkilerini,
bu
amaçla
kurulmuş çeşitli komitelerle işbirliği
içinde hayata geçirmesi sürecine
verilen
isimdir.
Komisyon’un
uygulamaya yönelik tedbirler almasını
gerektiren bir Konsey kararı alındığında,
Komisyon’un bu yöndeki çalışmalarına
yardımcı olmak üzere bir Komite
kurulur. AB mevzuatının uygulanması
sürecinde
Komisyon,
üye
ülke
temsilcilerinden oluşan ve Komisyon
yetkililerinin başkanlık ettiği bu
komiteler ile yakın işbirliği içerisinde
çalışır.
Komitoloji Komiteleri yalnızca AB
mevzuatının uygulama aşamasında
aktiftirler.
Değişik
komitoloji
komitelerinin hukuki statülerine ilişkin
ortak hükümler aşağıda yer almaktadır:
Komiteler,
üye
devletlerin
temsilcilerinden
oluşmakta
ve
Komsiyon
temsilcisi
tarafından
başkanlık edilmektedir.
Komisyon temsilcisi, kabul edilmesi
öngörülen önlemlerin bir taslağını
sunmaktadır. Komiteler belirli bir
süre çerçevesinde taslağa ilişkin
görüşlerini vermektedirler.
Komisyon, Avrupa Parlamentosunu
komite
sonuçları
hakkında
bilgilendirmektedir.
Tarihsel Gelişim:
Roma Anlaşmasının 202. (eski 145)
maddesi uyarınca, Konsey Komisyon’a,
Konsey tarafından belirlenen yasal
düzenlemelerin uygulanmasına ilişkin
yetki verebilir ya da bu yetkiyi kendisi
kullanabilir.
Ancak,
uygulamaya
yönelik düzenlemeler genellikle teknik
uzmanlık gerektirdiği için Komisyon’un
sistem içindeki rolü büyük önem
taşımaktadır.
Diğer
bir
ifadeyle,
Komitoloji,
yasal
düzenlemelerin
uygulanması için gerekli olan teknik
konuların yeterli düzeyde karşılanmasını
sağlamaktadır. Bu bağlamda, ilk
komiteler, Konsey’de tarım politikasının
uygulanmasına yönelik düzenlemeleri
belirleyecek uzmanlık birikimi olmaması
nedeniyle, 1962 yılında kurulmuştur.
1961 ve 1962 yıllarında Ortak Tarım
Politikasının ilk unsurları oluşturulmuş,
ancak bu alanda Konsey’in tek başına
yürütemeyeceği geniş ve detaylı bir
10
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
teknik
düzenlemeye
ihtiyaç
duyulmuştur. Bununla birlikte Konsey,
Komisyon’a yürütmeye ilişkin yetki
aktarımını gerçekleştirirken de kontrolü
tamamen
elinden
bırakmak
istememiştir. Bu çerçevede 4 Nisan
1962 tarihinde 19/92 sayılı tüzükle ilk
“İdari Komiteler” kurulmuştur.
1966
yılında ise Konsey’de gümrük, hayvan
ve bitki sağlığı ve güvenliği konularında
hangi
prosedürün
uygulanması
gerektiği konusunda bir tartışma
başlamıştır. Bunun sonucunda 27
Haziran 1968 yılında 802 ve 803 nolu
tüzüklerle ilk “Düzenleyici Komitelerin”
oluşumuna karar verilmiştir.
Roma Anlaşmasına ilk revizyonun
gerçekleştiği “Tek Senet”, Anlaşmanın
202. (eski 145) maddesini genişletmiştir.
Anlaşmayla
birlikte
Konsey’in
Komisyon’a yetki aktarımı bir zorunluluk
haline gelmiştir.
Tek Senet ayrıca
komitoloji sisteminin yasal çerçevesini
de oluşturmuştur. Bunun ardından,
Konsey
1987
yılında
Komisyon’a
aktarılan uygulama yetkilerinin yerine
getirilmesi için komite çeşitlerini ve
prosedürlerini belirleyen “Komitoloji
Kararını” kabul etmiştir. Bu çerçevede
yedi
adet
komite
prosedürü
belirlenmiştir.
Parlamento başından beri Komisyon’un
yürütme yetkisi üzerinde yeterli bir
kontrol yetkisine sahip olmamasından
dolayı
duyduğu
rahatsızlığı
dile
getirmiştir. Nitekim, 1987 Tek Senet ile
de bu konuda herhangi bir adım
atılmamış olması neticesinde 14 Mart
1988 tarihli Kurumlararası Anlaşmayla
(the Plumb – Delors Agreement)1
Parlamento’ya
Komitoloji
sürecine
ilişkin gerekli bilgilendirmenin yapılması
ve
kendisine
gerekli
konularda
danışılması
konusunda
anlaşmaya
varılmıştır. Rutin idari dokümanlar ile,
kabul edilmesi acil ve gizli önlemler
kapsam dışı bırakılmıştır.
1992 Maastricht Anlaşması ortak karar
usulünü (Avrupa Parlamentosu ile
Konsey’in eşit konumda olması ve
yasaların
Konsey’in
ve
Avrupa
Parlamentosu’nun ortak kararı ile
onaylanması) getirmiş, ancak yeni
yetkiler komite prosedürüne ilişkin
kararları kapsamamıştır. Bunun üzerine
20 Aralık 1994’te Konsey, Avrupa
Parlamentosu ve Komisyon; 1996’daki
Hükümetlerarası Konferansa kadar
yürürlükte kalacak ve uygulanacak bir
Modus Vivendi (geçici anlaşma)
üzerinde
karara
varmışlardır.
Bu
anlaşma ile Parlamento’yu komitoloji
sürecinde daha fazla bilgilendirme ve
Komisyon tarafından Parlamento’nun
daha
fazla
görüşünün
alınması
çerçevesinde
Parlamento’nun
komitolojiye katılımı kayda değer bir
biçimde
artmıştır.
1996
yılındaki
“Samland-Willamsen Anlaşması” ile de
Komisyonun Parlamentoya idari ve
düzenleyici komitelerin gündemlerini
bildirme yükümlülüğü gelmiştir.
1996’daki Hükümetlerarası Konferans
ve
1997
Amsterdam
Avrupa
Konseyi’nde Parlamentonun sürece
daha güçlü katılımına ilişkin bir sonuca
varılamamasının
ardından
asıl
yapılması gereken şeyin 1987 tarihli
Komitoloji Kararının değişimi olduğu
anlaşılmış, bunun ardından 16 Haziran
1998 tarihinde Komisyon yeni bir
Komitoloji Kararına ilişkin önerisini
sunmuştur.
1999 tarihli yeni Komitoloji Kararı ve
Komite Türleri:
28 Haziran 1999 tarihinde Konsey2 1987
kararına ilişkin pek çok değişikliği
öngören yeni bir “Komitoloji Kararını”
kabul etmiştir. Son kırk yıldır komitoloji
Komisyon, Konsey ve Avrupa
11
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
Parlamentosu
arasında
ciddi
tartışmalara
neden
olan
ve
kurumlararası bir savaş alanı haline
gelen komite sürecine ilişkin kabul
edilen bu kararda; komite sayısı üç’e
indirilerek (danışma komiteleri, idari
komiteler ve düzenleyici komiteler)
görev alanları belirginleştirilmiş, mevcut
prosedürler
sadeleştirilmiş
ve
Parlamento’nun
“Düzenleyici
Prosedür”e katılımı sağlanmıştır.3 Bu
karar ile ayrıca komitolojide daha fazla
şeffaflığın sağlanması amaçlanmıştır.
1999 Komitoloji Kararı çerçevesinde
Komitoloji
Komiteleri
şu
şekilde
özetlenebilir:
1)
Danışma
Komiteleri
(Advisory
Committees):
Komisyon’un
hazırladığı
taslak
düzenlemeyi
takiben,
Komite,
öngörülen süre zarfında, basit çoğunluk
ile benimsediği görüşü Komisyon’a
sunar. Danışma komitelerinin sunduğu
görüşler bağlayıcı değildir. Dolayısıyla
görüşün olumsuz olması ya da
Komitenin görüş vermemesi halinde
Komisyon, kendi iradesiyle hareket
etmekte özgürdür. Danışma komitesinin
olumlu görüş bildirmesi halinde ise
Komisyon, komite görüşünü kabul eder.
Ancak Komisyon’un sunulan görüşü
azami ölçüde dikkate alması ve
görüşten ne şekilde faydalanıldığını
komiteye bildirmesi öngörülmüştür. Bu
prosedür,
genellikle
çok
hassas
olmayan
politika
alanları
için
kullanılmaktadır.
2) İdari Komiteler (Management
Committees):
Komisyon’un
hazırladığı
taslak
düzenlemeyi
takiben,
Komite,
öngörülen
süre
zarfında
nitelikli
çoğunluk ile benimsediği görüşü
Komisyon’a sunar. Kararın tutarlı olması
halinde Komsiyon kararı uygulayabilir.
Komitenin Komisyon önerisi hakkında
bir karar vermemesi durumunda da
olumlu görüş verdiği kabul edilir ve
Komisyon bu durumda kararı derhal
uygulayabilmektedir.
Komitenin
olumsuz
bir
görüş
bildirmesi
durumunda, Komisyon düzenlemeyi
Konsey’e gönderir. Konsey’in farklı bir
karar almaması ya da itiraz etmemesi
halinde, komisyon taslak düzenlemeyi
kabul eder. Ancak, Konsey, nitelikli
çoğunluk ile farklı bir karar alabilir. Bu
durumda,
Komisyon
bu
görüş
çerçevesinde
önerisini
değiştirebilecektir. Bu prosedür, ortak
tarım
politikasının,
balıkçılığın
ve
Topluluk
programlarının
idaresinde
kullanılmaktadır.
3) Düzenleyici Komiteler (Regulatory
Committees):
Komisyon’un
hazırladığı
taslak
düzenlemeyi
takiben,
Komite,
öngörülen
süre
zarfında
nitelikli
çoğunluk ile benimsediği görüşü
Komisyon’a sunar.
Kararın olumlu
olması
halinde
Komisyon
kararı
uygulayabilir.
Komite
tarafından
olumsuz görüş verilmesi veya görüş
bildirmemesi (olumsuz görüş olarak
değerlendirilir)
durumunda
taslak
düzenleme Konsey’e gönderilir ve
Parlamento bilgilendirilir. Konsey’in
farklı bir karar almaması halinde
Komisyon taslak düzenlemeyi kabul
eder. Konsey’in üç ay içinde cevap
vermemesi durumunda da Komisyon
tarafından mevzuat kabul
edilir.
Ancak, Konsey’in nitelikli oy çokluğu ile
farklı karar alması mümkündür. Bu
durumda Komisyon kararı tekrar
incelemelidir. İnceleme sonucunda
Konsey’e öneriyi değiştirerek sunabilir,
öneriyi aynen sunabilir ya da yeni bir
öneri getirebilir. Bu prosedür kişilerin,
hayvanların ve bitkilerin sağlığının ve
güvenliğinin korunmasına ve temel
yasal araçların esas olmayan
12
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
hükümlerinin
değiştirilmesine
ilişkin
düzenlemelere uygulanmaktadır.
olumlu görüş vermiş olduğu bu
taslak düzenlemeye olumsuz görüş
bildirerek
(Parlamento
salt
çoğunlukla,
Konsey
nitelikli
çoğunlukla karar alır) kararı bloke
edebilir.
Bu
durumda
taslak
düzenleme
Komisyonca
kabul
edilmez ve Komisyon Komiteye
öneriyi değiştirerek sunabilir ya da
yeni bir öneri sunabilir. Eğer
Parlamento ve Konsey’den olumlu
görüş gelirse karar kabul edilir.
2006 Komitoloji Reformu:
1999 Komitoloji Kararı, komitolojinin
gelişimi açısından bir dönüm noktasıdır.
Ancak söz konusu karar, komite
prosedüründe
rol
alan
kurumlar
arasında ciddi bir yetki bölüşümüne yol
açmamıştır.
Karara
göre
Parlamento’nun yetkileri halen sınırlıdır
ve Komisyon oyunun en önemli
oyuncusu olmaya devam etmektedir.
Bu
çerçevede
Parlamento,
Komisyon’un üye ülke temsilcilerinden
oluşan Komiteler tarafından kontrol
etmesinden
ve
ortak-karar
prosedürünün getirilmiş olmasına karşın
kendisine
süreçte
yeterli
rol
verilmemesinden
memnuniyet
duymamıştır.
Kabul edilmesi halinde, Anayasal
Anlaşma komitolojiye ilişkin ciddi
yenilikleri de beraberinde getirecekti.
Söz konusu anlaşmanın üye ülkelerce
onaylanmaması neticesinde 2005 yılı
sonunda gözler komitoloji sisteminin
reformuna yönelik yapılması öngörülen
ikincil düzenlemeye çevrilmiştir. 1999
sayılı Komitoloji Kararını değiştiren ve
“Düzenleyici
Prosedürde”
Parlamentonun rolünü artıran önemli
yeniliklere yer veren 2006 Komitoloji
Kararına4
göre
yeni
düzenleyici
prosedür (regulatory procedure with
scrutiny-PRAC) şu şekildedir:
Eğer Komite olumsuz görüş verirse
ya da görüş bildirmezse (olumsuz
görüş
verdi
sayılır),
Komisyon
düzenlemeyi gecikmeksizin önce
Konsey’e iletir. Konsey bu tarihten
itibaren iki ay içerisinde nitelikli
çoğunlukla bir karara varır. Eğer
olumsuz
görüş
verirse
taslak
düzenleme kabul edilmez. Bu
durumda
Komisyon
öneriyi
değiştirerek Konsey’e sunabilir ya
da yeni bir öneri sunabilir. Eğer
Konsey olumlu görüş verirse o
zaman görüş Parlamento’ya da
iletilir. Konsey’in iki ay içerisinde
cevap vermemesi durumunda da
Komisyon
Parlamento’nun
görüşünü
almak
üzere
iletir.
Parlamento bu taslak karara olumlu
görüş vermeyebilir. Bu durumda
karar kabul edilmez ve Komisyon
Komite’ye öneriyi değiştirerek sunar
ya da yeni bir öneri sunar. Eğer
verilen süre zarfında Parlamento
karşı çıkmazsa karar kabul edilir.
Komisyon’un
hazırladığı
taslak
düzenlemeyi
takiben,
Komite,
öngörülen
süre
zarfında
benimsediği görüşü Komisyon’a
sunar. Komite’nin görüşünün olumlu
olması
durumunda
(1999
kararından farkı) düzenleme hem
Konsey’e hem de Parlamento’ya
sunulur. Her iki kurum da Komite’nin
Düzenleyici
prosedürün
değiştirilmesindeki amaç Parlamento
ve Konsey’in eşit düzeye getirilmesinin
sağlanması olmuştur. Karar kabul
edilmeden önce her iki kuruma da
taslak kararı gözden geçirme imkanı
tanınması ve 1999 kararına kıyasla
Parlamento’nun yetkilerinde ciddi bir
artışa neden olması sebebiyle yeni
13
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
karar
oldukça
olumlu
sonuçlar
doğurmuştur. Nitekim Parlamentoya
“koşullu veto” hakkı kazandırmış olması
bunun açık bir göstergesidir. Ancak
komitoloji sürecinde bir sadeleşme
yerine, bu reform komitoloji sistemini
daha da karmaşık hale getirmiştir. Bu
karmaşıklık,
yasama
sürecini
uzatmaktadır.
Ayrıca,
sadece
Konsey’in olumlu görüş bildirmesi
durumunda kararın Parlamento’ya
sunuluyor
olması,
hedeflenen
kurumlararası
eşitliğe
henüz
ulaşılamadığının da bir göstergesidir.
1
Dönemin Komisyon Başkanı Jacques Delors ve AP Başkanı Henry Plumb arasında yapılan bir
anlaşmadır.
2
1999/468/EC sayılı Konsey Kararı
3
1999 Komitoloji Kararı uyarınca, Avrupa Parlamentosunun “Denetim Hakkı” bulunmaktadır. Buna göre,
AP, önerilen düzenlemeyi, aktarılan yetkileri aştığı gerekçesiyle onaylamadığını bildirebilir. Ancak,
Komitoloji prosedürü altında kabul edilen her yasal belge Parlamentoya sunulmamaktadır.
Parlamentonun denetim hakkını kullanabildiği belgeler arasında; komitelerin taslak toplantı gündemleri,
toplantının özet tutanakları ile komite toplantılarında yer alan üye temsilcilerinin listesi ve oylama
sonuçları gibi belgeler bulunmaktadır. Parlamentoya sunulan belgeler, parlamento ve komisyon
arasındaki “kurumlararası anlaşma” ile belirlenmiştir.
4
2006/512/EC sayılı Konsey Kararı
KAYNAKLAR:
Council Decision laying down the procedures for the exercise of implementing
powers conferred to Commission, Council, Brussels, 28 June 1999, (1999/468/EC)
Council Decision amending decision 1999/468/EC laying down the procedures for
the exercise of implementing powers conferred to commission, Council, Brussels, 17
July 2006, (2006/512/EC)
Haibach, G., “Council Decision 1999/468. A New Comitology Decision for the 21st
Century?”, in Eipascope, 1999 (3)
Christiansen T., Vaccari, B., “The Reform of Comitology: Problem Solved or Dispute
Postponed?”, in Eipascope, 2006 (3)
“Karar Alma Sürecinde AB Komiteleri ve Çalışma Grupları”, DTM (httm//dtm.gov.tr)
http://www.ikv.org.tr/pdfs/f7e29638.pdf
14
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
KAMU-ÖZEL SEKTÖR ORTAKLIKLARI (KÖO) MODELİNDE RİSK TÜRLERİ
NESRİN ALİCAN AB Uzman Yardımcısı
Devletin
temel
amacı;
kamu
kaynakların kamu yararını en iyi
sağlayacak
şekilde
kullanılmasını
sağlamaktır. Devlet bu amacını ya
kendisi hizmet sunarak ya da özel
sektörü
hizmetlerin
sunulması
ve
finansmanına
dahil
ederek
gerçekleştirmektedir. Bu çerçevede,
günümüzde bütçe kısıtı içerisinde
altyapı yatırımlarını gerçekleştirmek
durumunda olan hükümetler için
alternatif bir ihale modeli oluşturan
Kamu-Özel Sektör Ortaklıkları (KÖO),
piyasa koşulları içerisinde hareket eden
ve maliyetleri düşürerek karını artırmayı
amaçlayan
özel
sektörün
kamu
hizmetlerinin
sunulmasına
dahil
edilmesini öngörmektedir. Böylece,
KÖO
kamu
harcamalarının
tam
karşılığının
alınması,
yani
düşük
maliyetle yüksek kaliteli hizmetlerin
sunulmasında bir alternatif yöntem
olarak tercih edilmektedir. İngiltere’de
2004 yılında yapılan araştırmalar KÖO
modelinin uygulanması ile % 10 ila % 20
oranları arasında verimlilik sağlandığını
göstermektedir1.
bitirilmesi ve harcamalar için daha
gerçekçi tahminlerde bulunulması ve
verimliliğin sağlanması için teşvik
etmektedir.
Sonuç olarak da, daha
tutarlı ve öngörülebilen harcama yapısı
oluşturulması sağlanmaktadır.
Risk; “projenin zaman, maliyet ve kalite
bakımından
başarılı
bir
şekilde
tamamlanmasını tehdit eden herhangi
bir
etmen
veya
olay”
olarak
tanımlanmaktadır2.
Avrupa
Komisyonu
tarafından
yayınlanan “Başarılı KÖO İçin Kılavuz
İlkeler”de3 KÖO projelerine ilişkin çeşitli
risk türlerine yer verilmektedir.
1. Gelir riski
Ancak, KÖO modelinin kendiliğinden
verimlilik sağlaması beklenmemelidir.
Diğer taraftan, sadece özel sektörün
hizmetlerin sunulmasına dahil edilmesi
verimliliğin sağlanması için yeterli koşul
değildir.
Bunun
sağlanması
için
gerçekçi ve adil bir risk dağılımının
yapılması gerekmektedir.
Gelir seviyesi, hizmetlerin kullanım
oranları ve hizmetler için geçerli
tarifeler tarafından belirlenmektedir.
Dolayısıyla gelir, hizmetlere olan talebe
göre değişkenlik göstermektedir. Gelir
riski, projenin uygulandığı sektöre ilişkin
bilgi
ve
verilerin
mevcut
olup
olmamasına
bağlı
olarak
değişmektedir. Daha önce devlet
sübvansiyonları
ile
desteklenen
sektörlerde hizmetlere ilişkin talep
düzeyi belirli olmayabilmekte, bu
durumda talep düzeyi riskini üstlenen
özel sektör ortak için gelir seviyesinin
belirlenmesi mümkün olmayabilmekte
ve böylece gelir riski oluşmaktadır.
Geleneksel kamu alımlarında risklerin
çoğu devlet tarafından üstlenilirken,
KÖO modelinde riskler tek bir tarafça
üstlenilmemekte, idare ile özel sektör
arasında paylaşılmaktadır. Özellikle
mali risklerin özel sektöre devredilmesi,
özel
sektör
ortaklarını
projelerin
zamanında ve bütçe sınırları içerisinde
Diğer taraftan, karayolu projeleri gibi
yol kullanım talebinin ve geleceğe
ilişkin
büyüme
potansiyeli
ile
kullanıcıların ödeme istekliliklerine ilişkin
verilere
ulaşılabilmesine
rağmen,
sektöre ilişkin riskler, yapının ancak
belirli bir süre işletilmesinden sonra
belirginleşmektedir.
15
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
Gelir riski; gelir seviyesi ve tüketicilerin
kullanımına ilişkin bazı varsayımlara
dayanılarak belirlenmektedir. Ancak
riskin belirlenmesi genellikle gerçekçi
olmayan veya çok iyimser ve abartılı
varsayımlar üzerinden yapıldığından
projenin
uygulanması
sırasında
sıkıntıların
yaşanmasına
neden
olmaktadır. Özellikle Merkezi ve Doğu
Avrupa
ülkelerinde
yaşanan
deneyimler
göstermiştir
ki,
KÖO
karayolu projelerinde, otomobil sahibi
sayısının ve gelir düzeyinin düşük
olduğu ülkelerde yol kullanıcıları kısa
ancak paralı olan karayolu yerine,
parasız
olan
karayolunu
tercih
etmekte, bu durumda da KÖO ile
gerçekleştirilen projeler başarısızlıkla
sonuçlanabilmektedir.
Diğer
taraftan,
gelecekte
öngörülemeyen olaylar da gelir riskini
etkileyebilmektedir.
Örneğin;
1970’lerde yaşanan petrol şokları
Fransa’da üç imtiyaz sözleşmesinin
başarısızlıkla sonuçlanmasına ve dört
büyük inşaat şirketinden üçünün iflas
etmesine neden olmuştur.
Bu çerçevede, gelir riskinin özel sektör
tarafından
üstlenildiği
bazı
KÖO
projelerinde gelir riskinin azaltılması için,
idare ile paylaşılması ve böylece
yatırım maliyetlerinin yeterli talep
düzeyince
karşılanamaması
durumunda devlet tarafından kalan
kısım için gölge ücret ödenmesi gibi
yöntemler tercih edilebilmektedir.
2. Yapım riski
Yapım
maliyetleri
projenin
finansmanında
en
temel
öğeyi
oluşturmaktadır. Yapım riski genellikle
özel sektör ortağa devredilmektedir. Bu
anlamda,
yapının
sözleşmede
öngörülen zamanda ve maliyetler
çerçevesinde bitirilmesi sorumluluğu da
yükleniciye verilmektedir.
KÖO projelerinde genellikle idare
tarafından
yükleniciye
yapılması
öngörülen ödemeler, ancak yapım işi
tamamlandıktan sonra ve hizmetlerin
sunulması karşılığında yapılmaktadır. Bu
nedenle, yapım maliyetleri yapının
belirlenen
süre
ve
nitelikte
tamamlanması açısından yüklenici için
büyük bir risk oluşturmaktadır. Proje
tanımının iyi yapılmaması, bilinmeyen
jeolojik koşullar veya iyi tanımlanmamış
güvenlik şartları yapım maliyetlerini
etkilemekte, böylece yapım işinin
gecikmesine neden olabilmektedir.
Bunların yanı sıra, enflasyon, ambargo,
ekonomik
politika
veya
siyasal
karışıklıklar gibi dış etmenler maliyetler
üzerinde etkili olabilmektedir.
3. Döviz Riski
KÖO altyapı projeleri büyük ve
karmaşık projelerdir ve projelerinin
finansmanında öz sermayenin yanı sıra
borç kullanılmaktadır. Borcun yabancı
borç verenlerden alınması, döviz
kurunun
dalgalanmasından
kaynaklanan
döviz
riskini
ortaya
çıkarmaktadır. AB üye ülkelerinde
Ekonomik ve Parasal Birlik üyesi ülkeler
için bu risk düşük olsa da, aday ülkeler
için bu durum, risk teşkil etmektedir.
Bu riskin azaltılarak KÖO yatırım
projelerinin özel sektör için cazip hale
getirilmesi için, döviz riski hükümetler,
ihracat
kredisi
ajansları
veya
uluslararası finans kuruluşları tarafından
üstlenilebilmektedir.
4. Çevresel/Arkeolojik Risk
Önceden öngörülemeyen çevresel
sorunlar, maliyetleri artırabilmekte ve
projelerin tamamlanmasında ciddi
gecikmelere neden olabilmektedir. Bu
16
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
risk genellikle yükleniciler tarafından
üstlenilmektedir,
çünkü
genellikle
projeyle ilgilenen yatırımcılar KÖO
sözleşmesini yapmadan önce, alanda
çevresel inceleme ve değerlendirme
yapmaktadır ve buna ilişkin olası risk
azaltma programlarını hazırlamaktadır.
rekabet ortamı sağlanarak tekliflerin
dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi ve
her iki tarafın da projenin gerekliliklerini
ve hedeflerini tam olarak anladığından
emin olunması gerekmektedir.
5. Gizli Kusur Riski
Kamu hizmetlerinin kamu çıkarları
gözetilerek
kesintisiz
bir
şekilde
sunulması kamu yönetiminin temel
ilkesidir. Bu nedenle idarelerin, projenin
uygun bir şekilde uygulandığını ve
hizmetlerin
sürdürülebilir
olduğunu
izlemesi gerekmektedir. Sürdürülebilirlik
riskinin tespit edilmesi için uygun proje
izleme ve denetleme mekanizmalarının
kurulması gerekmektedir. Aksi takdirde,
devletin özel sektör tarafından sunulan
hizmetler üzerindeki kontrol yetkisi ve
etkinliği sınırlanabilmektedir.
Bazı KÖO projeleri, var olan bir tesisin
iyileştirilmesi veya genişletilmesine ilişkin
işlere
yönelik
olabilmektedir.
Bu
durumda yüklenici, mevcut yapının
bakım ve onarım sorumluluğunu
üstlenmektedir.
Ancak,
devralınan
tesisin daha önceden bilinmeyen bir
kusuru olabilmektedir. Bu nedenle, bu
riskin azaltılması için, devredilecek
tesislerin,
sözleşmeye
nihai
hali
verilmeden önce denetim işlerinin
detaylı olarak yapılması, denetimin
tamamlanması ve bunun iyi bir şekilde
belgelenmesi gerekmektedir.
6. Yüklenicinin Kapasitesi
KÖO modelinde, kamu sektörü, özel
sektörden bilinmeyen bir kişi veya
kuruluşla
ortaklık
ilişkisi
içerisine
girmektedir. Şartname ile belirlenmiş
olsa da, projenin uygulanması sırasında
yüklenici, sorumluluğu altında olan işleri
şartnamede belirtilen nitelikte veya
zamanda
gerçekleştirememektedir.
Kapasiteye ilişkin risk, yüklenicinin
yönetmesi
gereken
riskleri
yönetememesinden yani tamamen
kendisinden
kaynaklanmaktadır.
Yükleniciye ilişkin risk genellikle kişinin
yeterliliğinin
iyi
bir
şekilde
değerlendirilmemesinden
veya
maliyetlerin,
projenin
ilerleyen
aşamalarında karşılanabileceği şekilde
tasarlanmasından ortaya çıkmaktadır.
Bu çerçevede, ihalelerde şeffaflık ve
rekabet hükümlerine uyulması ve adil
7. Sürdürülebilirlik riski
Kamu hizmetlerinin sürdürülebilirliğinin
temin edilmesi için kamu sektörüne
danışmanlık yapacak etkili denetim ve
izleme mekanizmaları, bağımsız izleme
kuruluşları oluşturulmaktadır. Bu şekilde
idare proje uygulama sürecine etkin bir
şekilde dahil olabilmekte ve hesaplılık
ve verimliliğin gerçekleşmesi temin
edilmektedir.
8. Siyasi risk
KÖO projeleri uzun süreli ve karmaşık
projeler olduklarından uzun vadeli siyasi
desteğin varlığını
gerektirmektedir.
Siyasi risk, genellikle hükümetlerin
değişmesi ve önceki hükümetlerin
devam eden uzun süreyi kapsayan
icraatlarını ortadan kaldıran yeni
hükümetlerin
iktidara
gelmesi
durumunda ortaya çıkmaktadır.
Bazı durumlarda uluslararası finans
kuruluşları veya Avrupa Komisyonu
siyasi riskin aşılmasında etkili olmak için
çalışmalar yapabilmektedir. Diğer
17
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
taraftan, ithalat-ihracat bankaları özel
sektöre
siyasi
risk
garantileri
sağlayabilmektedir.
9. Sözleşmesel Risk ve Düzenleyici Risk
İdareler
ile
yükleniciler
arasında
sözleşme yapılmakta ve sözleşme
koşulları üzerinde mutabık kalınarak
proje
başlatılmaktadır.
Ancak,
uygulamada her zaman bu koşullara
uyulamamaktadır. Sözleşmesel risk,
genellikle kullanım ücretlerinin veya
harçların geçerli olduğu durumlar ile
siyasi hassasiyete sahip konularda
ortaya çıkmaktadır. Örneğin, imtiyaz
sözleşmesi ile, yükleniciye tüketicilerden
talep
edeceği
kullanım
ücretini
belirleme hakkı verilmektedir ancak bu
hak, projenin uygulanması sırasında
çeşitli nedenlerle; gerek yüklenicinin
kullanım ücretlerini aşırı artırması, gerek
kamuoyu baskısı, gerek siyasi nedenler
ve
gerekse
açılan
davalarla
mahkemeler
tarafından
geri
alınabilmektedir. Fransa’da 1970’lerde
hükümet kararı ile bu hak yükleniciden
tamamen alınıp dört büyük karayolu
işletmesinden üçünün kapanmasına
neden
olurken,
Macaristan’da
karayolu projesine ilişkin olarak açılan
dava
sonucunda
ilk
derece
mahkemesi
tarafından
kullanım
ücretlerinin % 50 oranında düşürülmesi
kararı alınmıştır. Ancak, bu projede
Avrupa
Yeniden
Yapılanma
ve
Kalkınma
Bankası
tarafından
yükleniciye yapılan kredi ödemeleri
askıya alınmış ve bu durum yapım işinin
yedi ay gecikmesine neden olmuştur.
Düzenleyici
risk
ise,
projenin
uygulanmasını aksatacak sözleşme
hükümlerini etkileyen yeni bir hükümet
düzenlemesi sonucunda ortaya çıkan
vergilendirme,
kamulaştırma,
düzenleme ile değişiklik yapılması gibi
riskleri kapsamaktadır. Diğer taraftan
düzenleyici risk, KÖO deneyimine sahip
olmayan ülkelerde daha önce hiç
uygulanmamış olan KÖO modelini
düzenleyen
Kanunların
uygulanmasından
da
kaynaklanmaktadır.
10. Kamuoyu Riski
KÖO projeleri, özel sektör daha önce
devlet tarafından gerçekleştirilen ve
enerji gibi stratejik sektörlere ilişkin
hizmetlerin
sunulmasına
dahil
edildiğinden,
kamuoyu
tarafından
benimsenmeyebilmektedir. Bu alana
özel sektörün dahil edilmesi, çeşitli
endişeleri
de
beraberinde
getirebilmektedir. Bu endişeler özellikle
yabancı yatırımların söz konusu olduğu
durumlarda daha fazla su yüzüne
çıkmakta ve gizli koruma içgüdülerini
ortaya
çıkarabilmektedir.
Özellikle
kamu alımlarının söz konusu olduğu
sözleşmelerde milliyet ve yabancı
katılımı
toplumsal
desteği
azaltabilmekte ve bu da projelerin
başarı riskini azaltabilmektedir.
Ancak, uygulamada sıklıkla karşılaşılan
kamuoyu
riski,
özellikle
imtiyaz
sözleşmeleri
ile
kamu
hizmeti
karşılığında
tüketiciler
tarafından
ödenmesi
öngörülen
kullanım
ücretlerinin
kamuoyu
muhalefeti,
protestosu ve boykotuna neden
olmasından
kaynaklanmaktadır.
Örneğin; Fransa’da başlatılan Lyon
karayolu projesi, yüksek geçiş ücretleri
nedeniyle protesto ve boykotlarla
karşılaşmıştır
ve
iptal
edilmek
durumunda kalmıştır. Aynı şekilde
Portekiz’de Vasco de Gama Köprüsü
imtiyazına ilişkin yüksek geçiş ücretleri
büyük çaplı protestolarla karşılaşmış ve
trafiğin kapatılarak tıkanmasına neden
olmuştur. Hükümetin aldığı kararla
ücretler düşürülmüş ve fark imtiyaz
sahibine devlet bütçesinden
18
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
ödenmiştir.
Bu çerçevede, kamuoyu riskinin ortaya
çıkması
hem
devlet
açısından
maliyetleri artırmakta hem de nihai
amaç olan kamu yararının temin
edilmesini
engellemektedir.
Bu
nedenle, KÖO modeli ile uygulanacak
projelere ve altyapı yatırımlarına karar
verirken hükümetlerin kamuoyunun
hassasiyetini
göz
önünde
bulundurması,
kamuoyunun
bilgilendirilmesi
ve
katılım
mekanizmalarının işlemesi sağlanarak,
paydaşların sürece dahil edilmesi
gerekmektedir.
OECD, Public-Private Partnerships: In Pursuit of Risk Sharing and Value for Money, Paris, 2008, s.47.
Euroepan Commission, Guidelines for Successful Public-Private Partnerships, Brüksel, 2003,
http://europa.eu.int/comm/regional_policy/sources/docgener/guides/PPPguide.htm, 24.07.2008, s.50.
3 Ibid, s.51-55.
1
2
Hırvatistan ve Türkiye’deki AB kaynaklı doğrudan yabancı yatırımlar (YDY) arttı
Eurostat tarafından Temmuz 2008’de çıkarılan raporda, Hırvatistan ve Türkiye’ye yapılan
doğrudan yabancı yatırımların 1999 yılından bu yana önemli derecede arttığı analiz
edilmiştir. Rapor, 1999-2006 dönemini kapsamakta olup, özellikle Türkiye açısından içerdiği
sonuçlar kısaca şu şekildedir:
Müzakerelerin açıldığı 2005 tarihinden bu yana, her iki aday ülkenin doğrudan
yabancı yatırımlar açısından cazibesi artmıştır. 1999-2006 dönemi içerisinde
Hırvatistan’a yapılan yatırımlar istikrarlı büyüme sergilemiş, AB-25 ülkelerinden yapılan
yatırım stoku (AB’de yerleşik şirketlerce) %308 artarak 2006 yılında 11.8 milyar dolara
ulaşmıştır. Söz konusu dönemde Türkiye’de ise, AB menşeli sermaye stokunda %223
artış gerçekleşmiş ve 33 milyar dolarlık bir yatırım hacmi yakalanmıştır.
Özellikle Türkiye’de gerçekleşen bu artış, yatırım reformlarıyla doğrudan alakalıdır.
Yatırım ortamının iyileştirilmesi ve YDY girişini kolaylaştırmak için 2003’te devreye giren
özelleştirme programının bu kapsamda önemi büyük olmuştur. Ayrıca 2003’te
uygulamaya konulan YDY yasası, yabancı yatırımcıları yerli yatırımcılar gibi garanti
kapsamına almakta, asgari sermaye sınırını kaldırmakta, YDY üzerindeki kısıtlamaları
hafifletmekte, yabancı yatırımcıların sermaye ve kar transferlerine tam konvertible
olma imkanı sağlamakta, herhangi bir kısıtlama olmadan mülk edinmelerine izin
vermekte ve yatırımcılara uluslararası tahkime başvurma hakkı tanımaktadır.
AB-25 veya AB-27 ülkelerinden yapılan yatırımlar oldukça sınırlı bir paya sahipken,
yatırımların hemen hemen %100’ü AB-15 ülkelerine aittir. 2000 yılına nazaran 2006
yılında AB-25 ülkelerinin yatırım payı %4’e yükselmiştir.
2004-2006 döneminde Yunanistan (2.275 milyar Avro), Avusturya ( 860 milyon Avro) ve
Almanya (650 milyon Avro) Türkiye’de en fazla yatırım yapan ülkeler olmuşlardır.
Yatırımlar arasında sektörel bir ayrım mevcut olmamakla birlikte, imalat, hizmet ve
gayrimenkul sektörleri göze çarpan yatırım alanları arasındadır.
Kaynak: http:// epp.eurostat.ec.europa.eu/
19
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
SOSYAL KORUMA VE SOSYAL İÇERME ORTAK RAPORU - 2008
YONCA SAKA TUTULMAZ AB Uzman Yardımcısı
Bu yazıda, Avrupa Birliği, İstihdam,
Sosyal Politika, Sağlık ve Tüketici İlişkileri
Konseyinin (EPSCO) Sosyal Koruma ve
Sosyal İçerme 2008 Ortak Raporu’nun
özet tercümesi yapılacak ve anılan
rapora ve Avrupa Birliği sosyal
politikalarının
gelecek
dönemli
hedeflerine ilişkin bir değerlendirme
yapılacaktır.
Lizbon
Stratejisi
kapsamında
gerçekleştirilen reformlar sonrasında,
ekonomik büyüme hızlanmış ve Avrupa
çapında işsizliği azaltacak ölçüde
istihdam
yaratılmaya
başlanmıştır.
Sosyal uyumun olumlu etkileri, uzun
dönemli işsizliğin azaltılmasında gözle
görülür hale gelmiştir. Cinsiyet eşitsizliği
azalmakla beraber halen devam
etmektedir. Avrupa’da yaşlı çalışanlar
için istihdam oranları yaklaşık %44
civarında olup bu oran kadın çalışanlar
için %34.8 ve erkek çalışanlar için %52.6
seviyesindedir. Bu bağlamda dokuz AB
üyesi ülke, 2010 hedefi olan %50’ye
ulaşmıştır. Sosyal koruma reformları ve
sosyal içerme politikaları meyvelerini
vermeye başlamış, söz konusu reform
ve politikalar sosyal uyuma doğrudan
katkıda bulunmakla beraber, istihdam
arzını artırmak ve mali pozisyonları
daha sürdürülebilir hale getirmekle
büyümeyi
destekleyecek
dolaylı
etkilerde de bulunmaktadırlar. Birçok
AB üyesi ülkede sosyal korumanın
finansmanı, istihdam üzerinden alınan
vergilerden
diğer
tip
vergilere
yönelinmesiyle
finansal
tabanın
genişletilmesi suretiyle daha etkin hale
getirilmiştir.
Ancak sağlıklı büyüme ve istihdam
yaratma kendiliğinden sosyal uyumu
sağlamamakta
veya
toplumun
marjinal kesimlerinin durumlarının
otomatik olarak iyileşmesine sebep
olmamaktadır.
En
dezavantajlı
grupların durumlarını iyileştirecek aktif
içerme ve aktif istihdam politikalarına
ihtiyaç halen devam etmektedir.
Toplam AB nüfusuna bakıldığı zaman,
nüfusun %16’sını oluşturan yaklaşık 78
milyon
insan
yoksulluk
sınırında
yaşamaktadır ve yoksulluğa daha çok
kadınlar maruz kalmaktadır. Çoğu AB
üyesi ülkede çocuklar ve gençler daha
da yüksek bir yoksulluk riskiyle karşı
karşıya bulunmaktadırlar.
Genel bir değerlendirme yapmak
gerekirse,
sosyal
ve
ekonomi
politikalarının birbirini destekler nitelikte
olması gerekmektedir. Son yıllarda
görüldüğü
üzere
sosyal
koruma
reformları ve aktif içerme politikaları
istihdama ve ekonomik büyümeye
katkıda bulunmuşlardır. Ancak gelişmiş
bir
ekonominin
sosyal
uyumu
sağlamaya yönelik çabalara katkıda
bulunması süreci devam etmelidir.
Yoksulluğu
ve
sosyal
dışlanmayı
önlemek, sosyal korumayı modernize
etmek, sosyal yeterliliği ve ekonomik
sürdürülebilirliğini
sağlam
mali
politikalarla desteklemek, Avrupa’nın
sürdürülebilir kalkınması için gerekli
unsurlardır. Cinsiyet eşitliğinin ve nesiller
arası dayanışmanın yayılmasını da
içeren politikaların tutarlılıkları ve
koordinasyonu, bir toplumdaki en
muhtaç
durumda
olanı
içerme
amacının gerçekleştirilmesi için çok
önemli bir husustur.
Yaşlı çalışanlar için istihdam oranları
artmıştır.
Aktif
içerme
tedbirleri,
emeklilik
ve
istihdam
piyasaları
reformları çalışmaya ilişkin teşvikler
içermektedir ancak halen daha fazla
sayıda insanın ekonomik olarak daha
20
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
uzun süre aktif kalmasına ihtiyaç
bulunmaktadır. İstihdamı teşvik ve
verimliliği artırma çabaları birlikte,
sosyal koruma sistemlerine ve emeklilik
fonlarının
yeterli
ve
sürdürülebilir
olmasına
zemin
hazırlayacaklardır.
Emeklilik sistemlerinin modernizasyonu
ve bu alandaki reformlar, istihdam
edilebilirliği artırarak, erken emekliliği
azaltarak, emeklilikte esnekliği artırarak
ve daha uzun süre çalışmak için
teşvikleri artırarak aktif (çalışarak)
yaşlanmayı desteklemektedir.
Emeklilik konusunda reformlara devam
edilmekle beraber, finansal, ekonomik
ve sosyal sürdürülebilirlikleri bakımından
düzenli olarak izlenmelidirler. Farklı
emeklilik rejimlerinin içerdiği farklı riskler
dikkate
alınmalı,
seçeneklerin
belirlenmesinde
bu
risklere
ilişkin
bilgilerden
faydalanılmalıdır.
Karşılaştırmalı analiz metodolojisi ve iyi
uygulama kuralları üzerine yapılan
çalışmalar,
emeklilik
reformlarının
özellikle atipik kariyer biçimlerine sahip
olanlar
üzerindeki
uzun
dönemli
etkilerinin belirlenmesi için bir zemin
sağlayacaktır.
Yoksulluk sınırında yaşayan yetmiş sekiz
milyon Avrupalının on dokuz milyonunu
çocuklar
oluşturmaktadır.
İyi
tasarlanmış sosyal politikalar vasıtasıyla
fırsat eşitliğini sağlayarak ve her bir
çocuk için eğitim konusunda başarılı
sonuçlar
yaratacak
çabaları
kuvvetlendirerek,
yoksulluğun
ve
dışlanmanın
gelecek
nesillere
aktarılmasının
engellenmesi
hedeflenmektedir. Bu noktada içerme
ve ayrımcı olmayan politikaların, bir
başka önemli konu olan göçmenler ve
etnik azınlıklar için de uygulanması
gerekmektedir.
Çocuk
yoksulluğunun
sebebi,
ebeveynlerinin bir işe sahip olmaması
veya
düşük
yoğunluklu
işlerde
çalışmaları,
çalışmaları halinde ise
yetersiz maaş almaları ve gelir
desteğinin yoksulluk riskini bertaraf
etmeye
yetmeyecek
kadar
az
olmasıdır. Dengeli ve geniş kapsamlı
içerme
stratejileri,
çocukların
ve
gençlerin refahını sağlamada dolaylı
ve önemli bir elemandır. Söz konusu
stratejiler,
ebeveynlerin
istihdam
piyasasına eklemlenmesini ve uyumunu
sağlayacak kaliteli istihdam fırsatlarının
kendilerine sunulmasını, yeterli ve iyi
tasarlanmış gelir desteğini ve çocuklar
ve aileleri için gerekli hizmetlerin
sağlanmasını içermektedir.
Çocuk yoksulluğuyla ve genel olarak
yoksullukla mücadele her bir üye
ülkede
yaşanan
yoksulluk
ve
dışlanmanın sebeplerinin kanıt tabanlı
teşhisine
de
ışık
tutacaktır.
Bu
bağlamda, milli düzeyde nicelleştirilen
amaçlar, yoksulluğun yok edilmesinde
kesin etkiler yapmakta araç olarak
kullanılabilecektir. Bu husus, politikaların
etkilerinin, verimliliklerinin düzenli olarak
izlenmesi ve istatistiki kapasiteyle
desteklenmesi
ile
daha
da
güçlendirilebilir.
Sosyal politikalar, hayatlarımız üzerinde
önemli bir belirleyici olan sağlık
konusunda
da
önemli
etkiler
yaratabilmektedir. Sağlık konusunda
kalıcı ve önemli eşitsizliklerin giderilmesi
için harekete geçmek gerekmektedir.
Bu alandaki çalışmalar, sağlıklı yaşamı
teşvik etmeyi de içerecek şekilde,
herkes
için
sağlık
politikaları
benimsenerek yürütülmelidir. Sosyal
koruma mekanizmaları herkesin kaliteli
sağlık hizmetlerine erişimini ve önleyici
sağlık
önlemlerinin
alınmasını
düzenleyecek ve özellikle söz konusu
hizmetlere erişimin en zor olduğu
kesimleri de içerecek şekilde olmalıdır.
Burada temel zorluk, sürdürülebilirlik
21
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
sağlanırken tüm kesimlerin teknolojiye
erişiminin sağlanmasıdır.
artırılmasının
etmektedir.
Demografik ve sosyal değişimler uzun
dönemli bakım hizmetlerinde giderek
artan bir ihtiyaca sebep olmaktadır.
Üye devletler kaliteli hizmetlere ulaşımı
sağlamayı
taahhüt
etmektedirler.
Doğru olan denge, sosyal hizmetlerin
kamu ve özel kesim tarafından ve
formel
ve
enformel
sektörlerce
paylaşıldığı bir denge durumunu ifade
eder.
Sosyal politika alanında 2008-2010
döneminde
gerçekleştirilmesi
öngörülen iyileştirmeler şu şekilde
sıralanabilir:
Açık Koordinasyon Yöntemi’nin (Open
Method of Coordination-OMC) ilk
sonuçlarına göre, 2006 yılında üzerinde
mutabık kalınan ortak sosyal amaçlar,
üye ülkelere politikalarını belirlemekte
oldukça yardımcı olmuştur. Uzun
dönemli
hedefler
göz
önüne
alındığında
bu
amaçlar
halen
geçerliliklerini korumaktadırlar ve bu
husustaki uygulamaların devamlılığı
Lizbon Stratejisi’nin başarısı için büyük
önem ifade etmektedir.
Açık
Koordinasyon
Yöntemi,
sosyal
politikanın öncelikleri üzerinde ortak bir
anlaşma sağlanması için gerekli ve
faydalı bir enstrümandır. Bu yöntemin
birlikte öğrenme ve deneyimlerin
karşılıklı değişimi özelliği daha verimli
politik stratejiler geliştirilmesine imkan
vermiştir. Bugüne kadar kaydedilen
gelişmeler ortak sosyal amaçların
geçerliliğini teyit etmiştir; bu ortak
amaçlar ortak bir eylem için kapsamlı
bir çerçeve çizmekte ve uzun dönemli
sorunların analizi bu alandaki çabaların
-
-
-
gerekliliğine
işaret
daha içerik ve süreç odaklı bir
yaklaşımın
benimsenmesi,
başarısız
olmuş
politikaların
incelenmesi
ve
politikaların
karşılaşılan
zorluklara
göre
yeniden tasarlanması,
tüm
enstrümanların
Açık
Koordinasyon
Yöntemi’nin
uygulanmasını desteklemek üzere
daha bütünleşik ve stratejik olarak
kullanılması,
kuvvetlendirilmiş bir izleme ve
değerlendirme sistemi ile politika
yapma sürecinde daha güçlü bir
işbirliği.
Sosyal ve ekonomik olanın birbirinden
ayrılmaz bir bütün oluşturduğu, gerek
incelenen raporda, gerekse Lizbon
Stratejisi’nin dönemsel sonuçlarında
açıkça görülmektedir. Sosyal politika
alanında atılan her adımın sosyal
uyumu, ülke ve Birlik vatandaşlarının bir
arada yaşamasını sağlayan sosyal
uyumu
ve
bireyler
bazında
vatandaşların
refahını
artıracağı
unutulmamalıdır. Daha iyi yaşam
koşullarına sahip bireyler ve sosyal
uyumu gerçekleştirmiş bir toplum,
ekonomik büyümenin de motorunu
oluşturacaktır.∗
∗
Avrupa Birliği, İstihdam, Sosyal Politika, Sağlık ve Tüketici İlişkileri Konseyinin (EPSCO)
Sosyal Koruma ve Sosyal İçerme 2008 Ortak Raporu’nun özet tercümesini ve
değerlendirmesini içermektedir. Söz konusu rapora
http://register.consilium.europa.eu/pdf/en/08/st07/st07274.en08.pdf adresinden
ulaşılabilir.
22
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
OLİMPİYATLARIN GELMİŞ GEÇMİŞ EN GÖSTERİŞLİ ŞAMPİYONU ÇİN, EKONOMİDE DE
AYNI BAŞARIYI SAĞLAYABİLECEK Mİ?
DUYGU YÜCESOY AB Uzman Yardımcısı
Bilindiği üzere 2008 Olimpiyat Oyunları
tüm ihtişamıyla 8 Ağustos 2008
tarihinde Çin’in başkenti Pekin’de
başladı. Şüphesiz ki, oldukça ileri bir
teknolojiyle hazırlanan ve tam 3,5 saat
süren görsel açılış şöleninin yanı sıra
nefesleri kesen bir başka gerçek de
Çin’in olimpiyat oyunları için ayırdığı
rekor bütçe oldu. Olimpiyat Oyunlarına
hazırlanmak amacıyla Çin’in son 7
yılda yaptığı yatırımlar gözleri, Çin’in
bundan sonraki yıllarda bu yatırımların
karşılığını nasıl alacağı konusundaki
farklı senaryolara çevirdi. Bu yazıda,
Çin’in Olimpiyat Oyunları için son
yıllarda yaptığı yatırımlara ve söz
konusu senaryolara değinilecektir.
Son 7 yılda 43.1 Milyar Dolarlık Yatırım
7 yıl önce 2008 Olimpiyat Oyunlarını
düzenlemeye hak kazanan Çin, emin
ve bir o kadar da hızlı adımlarla
ilerleyerek 43.1 Milyar Dolarlık dev
yatırımla başkentine çok farklı bir yüz
kazandırdı. Söz konusu yatırımların alan
bazında
dağılımı
aşağıda
1
sunulmaktadır .
Güvenlik Yatırımları- 470 Milyon $
Operasyonel Giderler- 1.7 Milyar $
Stadyum ve Sportif Giderler- 2.5
Milyar $
Çevresel Yatırımlar- 12 Milyar $
Ulaştırma ve Diğer Altyapı Yatırımları26.4 Milyar $
Ulaşıma
ilişkin
olarak
havalimanı
kapasitesi %50 arttırıldı ve önceden 54
km. olan metro hattı, sistem tamamen
yenilenerek 200 km.yi aştı. Metro
hatlarından sadece ikisi olimpiyat için
tasarlandı. Şehre bağlantısı olan 23 yol
düzenlendi. Havalimanının yanı sıra
demiryolları, tren istasyonu ve garlarda
da kapasite artırımına gidildi.
Olimpiyat öncesinde Çin’de çevresel
ve kentsel dönüşüme ilişkin olarak
birçok
proje
başlatıldı.
İklim
değişikliğinden sorumlu ülkeler arasında
nispeten ön sıralarda yer alan Çin,
hava kirliliğinin ortadan kaldırılmasına
yönelik olarak çok büyük ilerleme
kaydedemese
de
Dünya
Sağlık
Örgütü’nün belirlediği sınırın altında
kalan gün sayısını iki katından fazla
artırdı.2 Çevresel dönüşüm planlarına,
toplu taşıma araçlarının ve taksilerin
yenilenmesi, çevreye daha duyarlı
yakıtların kullanılmaya başlanması,
10.500 sporcunun yarışacağı 302
müsabaka
için
inşa
edilen
37
stadyumda ve diğer spor tesisleriyle
yapılarda enerji tasarrufuna gidilmesi,
atıkların dönüştürülmesi gibi önlemler
dahil edildi.
Çin halkının, dünyanın dört bir
yanından olimpiyat oyunlarını izlemek
üzere gelecek olan halkların dil ve
kültürleri hakkında bilgilendirilmesi de
ihmal edilmedi. Olimpiyat oyunları
sayesinde Çin halkı, özellikle batı
kültürüyle buluşma konusunda önemli
bir fırsat elde etmiş oldu.
İyi Senaryo- Kötü Senaryo
Çinli yatırımcı ve ekonomistlerin yanı
sıra analistler de olimpiyat oyunlarına
yapılan yatırımın hızla büyüyen Çin
ekonomisine
çok olumlu
katkılar
sağlayacağı
konusunda
hemfikir.
Gerçekten de Pekin’in altyapısı, spor
ve turistik tesislerine yapılan yatırımlar,
23
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
sporcu kafileleri, basın ve olimpiyat
seyircilerinin
harcamaları,
yapılan
tanıtım sonucu artan turizm aktiviteleri,
olimpiyat oyunlarının getirdiği istihdam,
reklam ve tanıtım faaliyetleri, sponsor
kuruluşların tanıtım sonucunda sağlamış
oldukları hacim artışları gibi faktörler
Çin ekonomisine ciddi bir ivme
kazandırıyor.3 Şüphesiz ki sponsor
kuruluşların
yanı
sıra
olimpiyat
ekonomisinin içinde yer alan markalar
da geniş bir pazara erişme imkanına
sahip oluyor.
24 Ağustos’ta bitecek olan olimpiyatlar
boyunca Çin’e akın edecek yerli ve
yabancı turist sayısı düşünüldüğünde
geçen yıllarda Pekin’i ziyaret eden
turist sayısında belirgin bir artış
yaşanacağı; bu durumun da turizmin
yanı sıra yiyecek- içecek sektörünü de
oldukça canlandıracağı iyi senaryolar
içerisinde dikkat çekilen hususlar.
Ancak başta 1984 Los Angeles
Olimpiyatları olmak üzere geçmiş
yıllardaki olimpiyatlar için ayrılan
bütçeler ve olimpiyatlar sonucunda
elde edilen gelirlerin aktarıldığı alanlar
göz önünde bulundurulduğunda 2008
Olimpiyat Oyunlarının Çin ekonomisi
üzerinde beklendiği gibi olumlu bir etki
yaratmayacağını düşünen analistlerin
sayısı da azımsanacak ölçüde değil.
Buna en somut örnek olarak da ciddi
bir mali yükümlülük altına girilen ve
planlama eksikliğinden dolayı artan
maliyetlerle beklenenin aksine bir mali
tablo ortaya çıkaran 2004 Atina
Olimpiyatları verilmekte. Olimpiyat
oyunlarının
öncesinde
yapılan
yatırımların ekonominin büyümesine
katkıda bulunduğu; ancak ağır bir mali
yükümlülük altına girilmesi durumunda
yeni inşa edilen tesis ve yapıların bakım
masrafları,
bunların
olimpiyatlar
sonrasında
kullanılmayacak
olma
ihtimalinden
dolayı-istihdam
açığı
sorunu
dahilortaya
çıkacak
maliyetler,
kirliliğin
ve
trafiğin
önlenmesinden dolayı inşaat, fabrika
üretimi ve madencilik gibi alanlardaki
kısıtlamalar gibi nedenlerle olimpiyatlar
sonrasında ekonomide çoğunlukla
yavaşlama yaşanmasının alışıldık bir
durum olduğu düşünülmekte.
Çin ise yavaşlamanın yaşanmaması
için
kamu
sektöründe
küçülme
yöntemini
benimsemiş
durumda.
Özellikle 2001 yılında dünya ticaretine
girip serbest piyasa ekonomisine
resmen geçtikten sonra rekabet gücü
yabancı şirketler karşısında azalan
Çin'de kamu sektöründeki birçok büyük
kuruluşun birleştirileceği, bu birleşme
sayesinde kamu kuruluşlarının daha
büyük ama daha az sayıda olacağı ve
böylece yabancı rakiplerine karşı Çin’in
kendi pazarında daha fazla rekabet
gücü elde etmiş olacağı belirtiliyor.4
Olimpiyat tarihindeki bazı ülkelerde de
tecrübe edildiği gibi Çin ekonomisinde
de olimpiyatların bitiminde söz konusu
yavaşlamanın
yaşanıp
yaşanmayacağı
şu
an
en
az
müsabakaların sonuçları kadar merak
uyandırmakta.
1http://www.milliyet.com.tr/Ekonomi/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=ekonomi&ArticleID=977456&D
ate=12.08.2008&b=Çin,%20olimpiyatlara%201%20koyup%2010%20alacak&ver=25
2
http://www.radikal.com.tr
3http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=892092&Yazar=MET%C4%B0N%20ERCAN&Date
=07.08.2008&CategoryID=101
4
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=103822&KTG_KOD=482
24
T.C.
MALİYE BAKANLIĞI
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
İlkadım Caddesi No:2 Kat:6 06450 Dikmen/ANKARA
Telefon: (312) 415 23 38 - 415 23 41
Faks: (312) 417 11 72
e-posta: [email protected]
http://www.maliye-abdid.gov.tr/
© 2008 T.C. Maliye Bakanlığı
Tüm hakları saklıdır.
Bültenimizde yer alan yazıların sorumluluğu yazarlara ait olup Maliye Bakanlığı açısından bağlayıcılığı
yoktur.

Benzer belgeler

Avrupa Birliği Mevzuatı ve Uygulamaları Işığında Kamu

Avrupa Birliği Mevzuatı ve Uygulamaları Işığında Kamu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeden önce AB fonlarından her yıl nasıl yararlanacağını düzenleyen IPA Çerçeve Anlaşması 11 Temmuz 2008 tarihinde Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyük...

Detaylı