ikibin50 SAYI 2 - ikibin50 Dergisi
Transkript
ikibin50 SAYI 2 - ikibin50 Dergisi
ikibin50 Sayı 2 Kasım 2012 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi TEK DÜNYA 9 MİLYAR İNSAN İMTİYAZ SAHİBİ Ömer Dinkçioğlu [email protected] SoruMLu YAZı İŞLerİ Müdürü Eren Cerciz [email protected] GeneL YAYın YöneTMenİ Sevda Yayla [email protected] edİTörLer Eren Cerciz [email protected] reKLAM KoordİnATörü Büşra Aslan [email protected] ABone HİZMeTLerİ HALKLA İLİŞKİLer Saadet Kaya [email protected] HABer MerKeZİ [email protected] 0216 2912520 TASArıM Ve YAYınA HAZırLıK Nermin Kahraman İKİBİN50 SÜRDÜRÜLEBİLİR GELECEK DERGİSİ KAPAK GörSeLİ Oliver Weiss / oweiss.com DÜNYANIN CESUR EYLEME İHTİYACI VARMIŞ... KATKıdA BuLunAnLAr Çiğdem Yılmazer, Didem Çivici, Mehmet Güzel, Murat Cemal Yalçıntan, Nilgün Kuzu, Özgür Gürbüz, Özlem Bahadır, Serra Titiz. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi’nin ilk sayısında “Dünya’nın umuttan çok daha fazlasına ihtiyacı var; EYLEM” diyerek merhaba demiştik sizlere... Aradan geçen zaman zarfında yayınımızla ilgili oldukça güzel tepkiler aldık. Bize ulaşan yorumlar arasında dikkatimizi çeken bir söylem vardı. Okurlarımız dergimizi ‘cesur’ bulduklarını ifade ettiler. Anladık ki; Dünya’nın ihtiyacı olan Cesur Eylem’miş... [email protected] İsimler alfabetik sıraya göredir. YöneTİM Yerİ Libadiye Cad. Bakü Sok. No:3 Daire:2 Ataşehir, İSTANBUL Tel: 0216 2912520 Faks: 0216 2911799 www.gizmoiletisim.com BASıM Yerİ Tor Ofset Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mahallesi 4.Bölge 9. Cadde 116. Sok. No:2 Esenyurt İSTANBUL Tel: 0212 886 3474 YAYın Türü Yerel Süreli - İki ayda bir yayınlanır. Bu derginin dağıtım sponsoru Lokman Geri Kazanım A.Ş.’dir. Evet aşağıdaki fotoğraftaki eylemi yapmaya eminim ki çoğumuz cesaret edemeyiz. Ama köylerimize, kentlerimize, ülkemize hatta dünyamıza zarar verecek kararlar karşısında tıpkı İğneada’lı Nesibe teyze gibi durabiliriz. Nesibe teyze de kim? Nesibe Teyze; Türkiye'nin en büyük longoz ormanlarına sahip olan Kırklareli'nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada beldesi Beğendik köyü sakinlerinden... Yaşam alanı olan köyüne sonuna kadar sahip çıkıyor. Köyüne kurulması planlanan 'Trakya Entegre Termik Santral Projesi'nin köyüne zarar vereceğini düşünüyor. "Köyümüze termik santral yapmasınlar. Biz burada hayvancılık, balıkçılık, ormancılık yapıyoruz. Biz burada tertemiz balık yiyoruz. İstemiyoruz termik santral yapmalarını, tekrar gelsin yetkilileri köyümüze bile sokmayacağız."*diyebilme cesareti gösteriyor. Benzeri olaylar Dünya’da ve ülkemizde sıklıkla yaşanırken susmak mı? Yoksa yaşam hakkımızı cesurca savunmak mı? Eminim dergimizin sayfalarını çevirirken farkedeceksiniz; biz cesurca savunmak diyoruz... Ve bizim gibi düşünenleri yanımızda görmeyi umut ediyoruz. Keyifli okumalar... İKİBİN50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisinde yayınlanan yazı ve fotoğrafların yayıncı izni alınmadan ve kaynak belirtmeden kısmen veya tamamı alınamaz. Dergide yayınlanan yazılardan yazarlar, reklamlardaki haksız rekabet ve yanıltıcı unsurlardan reklam veren sorumludur. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Yazı İşleri Ekibi İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi İÇİNDEKİLER 28 ENERJİ NÜKLEER SANTRAL KAÇA PATLAR? TEK DÜNYA 9 MİLYAR İNSAN 4 2012’DEN 2050’YE... Türkiye nükleer santral kurma konusunda ısrarını sürdürüyor. Halka rağmen ısrar sürüyor da denebilir. Yapılan farklı araştırmalar Türkiye'de halkın yüzde 60-70'inin nükleer santral istemediğini ortaya koyuyor. Birleşmiş Milletler Tahminlerine göre, 2050 yılına kadar küresel nüfusun 6,9 Milyardan 9 milyara çıkması bekleniyor. Bu artışin %98’inin gelişmekte olan Dünyada gerçekleşeceği öngörülüyor. 34 KENT SÜRDÜRÜLEbİLİR YAşAM FİLM FESTİvALİ 18 SANAT İlki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, 2012 yılında yine birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik konusunun farklı yönlerini irdeleyecek. 2012 Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde Beyoğlu'nda bulunan İtalyan Kültür Merkezi’nde ve 1-2 Aralık tarihlerinde Karaköy'de bulunan Salt Galata'da gerçekleşecek. KENTSEL DöNÜşÜMÜ NASıL OKUMALı? KENT YOKSULLARINI DIŞLAMANIN ÖTEKİ ADI: KENTSEL DÖNÜŞÜM Son zamanlarda gündemde önemli bir yer tutan kentsel dönüşüm projelerini, olası bir depreme karşı daha sağlam yapılar oluşturma ve her yönüyle yaşanabilir kent yaratmayı amaçlayan bir proje olarak tanımlamamanın yanı sıra; zamanla değer kazanan mahallelerde rant elde etmek... 42 ATIK KENTSEL DöNÜşÜMDE bİNALAR YıKıLıNcA İNşAAT ATıKLARı NE OLAcAK? 22 ENERJİ AKKUYU NÜKLEER SANTRALİ vE HUKUKSAL GERÇEKLER Akkuyu Nükleer Güç Santrali kurulumu ile ilgili olarak ulusal basında çok sayıda haber yayınlandı. Ancak yaşanan hukuksal süreçler konusunda halen bilinmeyen pek çok şey var. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi olarak yaşanan hukuksal süreci okuyuculara aktarmak için Çevre Hukuku Derneği’nden Avukat Arif Nihat Alpsoy ile görüştük. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Son zamanlarda gündemde önemli bir yer tutan kentsel dönüşüm projelerini, olası bir depreme karşı daha sağlam yapılar oluşturma ve her yönüyle yaşanabilir kent yaratmayı amaçlayan bİr proje olarak tanımlamamanın yanı sıra; ... 44 DOSYA RAPORLAMA, SÜRDÜRÜLEbİLİRLİK AjANDASıNDA YER ALMANıN PASAPORTUDUR! Bireylerden şirketlere, devletlerden uluslararası ağlara, iyi-kötü uygulamalarla sürdürülebilirlik gündemi sürekli güncel kalıyor. Uzun süre de kalacağa benziyor. 2012, 2015 derken 2050, 2100 için gelecek öngörüleri yapılıyor ; kötü senar yolarla farklı paydaşların dikkati çekilmeye çalışıyor, daha çok paylaşım, şeffaflık ve işbirliği talebi yükseliyor. 80 ATIK - TÜKETİM TOPLUMLARI MADENDEN ÇöPLÜĞE vE öTESİNE Her gün satın alacağımız belirli mal veya hizmetler arasından seçim yaparken, çoğu zaman bunların çevre üzerindeki ‘ayak izlerini’ dikkate almıyoruz. 56 ORGANİK bUYRUN ÇAYLARRR! HEM DE ORGANİK Günlük hayatımızda elimizden hiç düşürmediğimiz çay bardağını düşündüğümüzde, yukarıda bahsettiğimiz gibi sayısız faydasını gördüğümüzde, canlı yaşamı ve çevrenin korunması açısından organik üretimin önemini anladığımızda bu soruyu sormadan duramıyor insan... Organik çay olur mu? 60 YEŞİL BİNA bİNALARA “NE KADAR YEşİLSİNİZ?” SERTİFİKASı Bugün sürdürülebilir / ekolojik / yeşil / çevre dostu vb. pek çok isim altında karşımıza çıkan doğayla uyumlu yapılar, belirli bazı kriterler doğrultusunda tanımlanıyor. 84 MEVZUAT bİTİRİLMESİ GEREKEN bİR TARTışMA 2A bAşLATıLMASı GEREKEN bİR TARTışMA 2b 2A ve 2B konusu basında çokça yer aldı ancak genelde satış bedelleri, kimlerin yararlanabileceği, başvuru süreçleri üzerinde çokça duruldu. Haliyle kafalarda hala bir sürü cevaplanmamış soru işareti kaldı. Bizde sorularımızı bu konu üzerine hayli araştırma yapan Yücel Çağlar’a yönelttik… DÜNYADAN VE TÜRKİYE’DEN HABERLER 8 SEKTÖRÜNDE İLK LEED GOLD SERTİFİKASI 64 MAHALLE KÜLTÜRÜ VE SOKAK OYUNLARI 68 EKOLOJİK PORNO 72 EYÜP BELEDİYESİ’NDEN PROTOTİP YEŞIL BİNA 74 BARIŞIN ANAHTARI TOPRAğA YAKINDIR... 76 DALGA DALGA KİRLİLİK 92 KİTAPLIK 96 98 EKO TASARİM İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi 2 0 1 2 den... 2 0 5 0 ye TEK DÜNYA 9 MİLYAR İNSAN bİRLEŞMİŞ MİLLETLER TAHMİNLERİNE GÖRE, 2050 YILINA KADAR KÜRESEL NÜFUSUN 6,9 MİLYARDAN 9 MİLYARA ÇIKMASI bEKLENİYOR, bU ARTIŞIN YÜZDE 98’İNİN GELİŞMEKTE OLAN DÜNYADA GERÇEKLEŞECEĞİ ÖNGÖRÜLÜYOR. ÖNGÖRÜ KÜRESEL KENTSEL NÜFUSUN İKİ KATINA ÇIKACAĞI YÖNÜNDE... İ şbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD’nin Mart ayında yayınladığı 2050 tahmin raporununa göre küresel politikalar değişmezse dünyayı karanlık bir tablo bekliyor. Raporda küresel su ihtiyacının yüzde 55 artacağı belirtilirken 2050'de dünya nüfusunun yüzde 40’ının su sıkıntısı çekeceği vurgulanıyor. Rapora göre, 2050'de iklim değişikliği, biyoçeşitlilik, sağlık, su kaynakları gibi alanlarda, insanları aşılması neredeyse imkânsız sorunlar bekliyor olacak. 2050 yılında dünya nüfusunun 9 milyarı aşması hesaplanırken, artan enerji ihtayacı vurgulanıyor. Sera etkisi yaratan gazların atmosfere yayılması sonucunda ise ortalama sıcaklıkların üç ile altı derece yükseleceği öngörülüyor. 2050’DE DÜNYA NÜFUSU İLE İLGİLİ ÇARPICI SAYILAR... 2050 yılında, Dünyanın kalabalık ülkeleri sıralamasında devrim niteliğinde bir değişim yaşanacak. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, 2050 yılında bayrağı Hindistan’a devredecek. Sert bir nüfus politikası uygulayan Çin’in nüfusunun 2050 yılına gelindiğinde 1 milyar 295 milyon olacağı, Hindistan’ın ise 1 milyar 692 milyon nüfus ile Dünyanın en kalabalık ülkesi ünvanını alacağı öngörülüyor. Rapora göre bu iki ülkeyi 403 milyon nüfus ile ABD takip edecek. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Nüfus verileri, dünyanın azalan bir oranda da olsa hala hızla kalabalıklaştığını gösteriyor. Günümüzde, yüzde 1.33’lük artış hızıyla yılda 78 milyon insan dünya nüfusuna eklenirken, artış hızı 2050 yılında 0.34’e düşecek. 20’inci yüzyılın sonunda nüfusu 100 milyondan fazla olan ülke sayısı 10 iken, 2050 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 8 ülke daha 100 milyon sınırını aşacak. Günümüzde nüfusu yüz milyonu aşan Çin, Hindistan, ABD, Rusya, Pakistan, Endonezya, Brezilya, Bangladeş, Nijerya ve Japonya’ya 2050 yılında Etiyopya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Meksika, Filipinler, Vietnam, İran, Mısır ve Türkiye eklenecek. 2050 yılındaki nüfus öngörülerinde yer alan başka bir çarpıcı durum ise az gelişmiş ülkelerde yaşayacak nüfusla, gelişmiş ülkelerdeki nüfus farkı. Gelişmiş ülkelerde 1 milyar 155 milyon insanın yaşayacağı 2050 yılında, geri kalmış ülkelerde ise 7 milyar 754 milyon insan yaşamını sürdürecek. 2050 yılında, özellikle yaşam standartlarının yüksek olduğu yerlerde ömür uzarken, yaşlı insan sayısında da belirgin bir artış gözlenecek. 1998 yılında 66 milyon olan 80 yaş üstü insan sayısı, 2050 yılında 370 milyona yükselecek. 21. yüzyılın ortasında 2.2 milyon yüz yaşın üzerinde insan yaşayacak. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) verilerine göre dünya genelinde ekilebilir toprakların üçte birinden elde edilen mahsul, hayvanların beslenmesinde kullanılıyor. Bir kilo biftek 15 bin 500; bir kilo domuz eti 4 bin 900; bir tavuk 4 bin litre su gerektirirken, bir kilo pirinç için 3 bin litre su gerekiyor. Dolayısıyla bilim adamları, vejetaryen beslenmenin gıda üretiminde gerekli olan doğal kaynaklarının miktarının artırılmasında etkili olacağına inanıyorlar. Bu kapsamda, çöpe giden gıda miktarının azaltılması da çok önem taşıyor. Rapora göre, hergün dünya genelinde üretilen gıdanın yüzde 30'u çöpe gidiyor. 2050'YE DOĞRU VEJETARYEN BESLENME... 2050 yılında dünya nüfusunun 9 milyara ulaşacağını dikkate alan Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) tarafından hazırlanan bir başka rapora göre ise; 2050 yılında korkunç boyutlara varacak bir gıda ve su kıtlığı ile karşı karşıya kalmamak için önümüzdeki 40 sene içinde dünya nüfusunun tamamen vejetaryen beslenmeye yönelmesi gerekiyor. Günümüzde 7 milyar insan protein ihtiyacının yüzde 20’sini hayvansal gıdalardan sağlıyor. Raporda bu oranın yüzde 5'e düşmesi gerektiğine yer veriliyor. Raporun editörlerinden Malik Falkenmark Guardian'a yaptığı açıklamada, "Bu şekilde beslenmeye devam edersek, 2050 yılında 9 milyara ulaşacak olan dünya nüfusunun beslenmesi için gerekli olan gıdayı üretecek yeterli su kalmayacak." diyor. Hayvansal gıdaların toplam beslenme içindeki payı yüzde 5'e düşürüldüğünde ise sorun çözülmüş olacak ve su sıkıntısı yaşamayacağız. "bU ŞEKİLDE bESLENMEYE DEvAM EDERSEK, 2050 YILINDA 9 MİLYARA ULAŞACAK OLAN DÜNYA NÜFUSUNUN bESLENMESİ İÇİN GEREKLİ OLAN GIDAYI ÜRETECEK YETERLİ SU KALMAYACAK." Raporda, "Dünya üzerindeki kullanılabilir su miktarının yüzde 70'inin tarım sektörüne ait olduğu dikkate alındığında, 2050 yılında mevcut nüfusa eklenecek 2 milyar kişi, mevcut su ve topraklar üzerindeki baskıyı daha da artıracak. BM, 2050 yılına kadar gıda üretimini yüzde 70 oranında artırmamız gerektiğini öngörüyor. Bu zaten sınırlı olan su kaynakları üzerinde artı baskı yaratacak. Diğer yandan, önümüzdeki 30 yıl içinde yaklaşık yüzde 60 artması beklenen küresel enerji talebini karşılamak için de suya ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekli" yorumlarına yer veriliyor. Raporun sunduğu sonuç ise son derece net: "Gelecekte dünyayı beslemek için yeni bir tarife ihtiyacımız olacak." Vejetaryen beslenme modelini uygulamak ise, bilim insanları tarafından küresel ısınmanın hızlandığı bir dünyada su kaynaklarını korumak açısından önemli bir seçenek olarak değerlendiriliyor. Hayvansal protein açısından zengin olan gıdalar, vejetaryen bir diyete kıyasla 10 kat daha fazla su tüketimine yol açıyor. Hatta İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi 2 0 1 2 den... 2 0 5 0 ye Tarımda, sanayide ve diğer alanlarda suya ihtiyaç ve talep gün geçtikçe artmaktadır. 1950 yılından beri üç mislinden fazla artan dünya su tüketimi, şu anda yılda 4,340 km3 seviyesindedir. Dünyada bir yılda 3,8 milyar litre tatlı su tüketilmektedir. Bu suların yaklaşık %70'i tarımsal, %20'si endüstriyel ve %10'u ise evsel olarak kullanılmaktadır. Söz konusu toplam tatlı su kullanımı içinde, gıda ve içecek sanayilerinin payı sadece % 0.18 kadardır Günümüzde; bir Amerikan vatandaşı günde ortalama 700 litre su harcarken, bir Avrupalı 200 litre, bir Filistinli 70 litre, bir Haitili ise ancak 20 litre su kullanabilmektedir. Ve toplamda 1,4 milyar insan temiz su kaynaklarına ulaşamamaktadır. Kirli su kullanımından kaynaklı her yıl 5 milyon insan hayatını kaybetmektedir. İnsanlığın sorunları açısından bakıldığında; 21. yüzyılın en önemli mücadelelerinden birisinin de dünya nüfusunun artan su ihtiyacını yeterli ve güvenli şekilde karşılamak olduğu görülecektir. Dünyadaki içilebilir su kaynakları eşit şekilde dağılmamış oluşu, su sorununun bölgeye göre farklılık göstermesine neden olmaktadır. SUSUZLUK BÜYÜK SORUN... %70'i suyla kaplı olan Dünyamızda su kaynaklarının sadece yaklaşık %0,3’ü kullanılabilir ve içilebilir özelliktedir. Dünyadaki yaklaşık 300 nehir bir kaç komşu ülke tarafından paylaşılmaktadır. Bu nehirler komşu ülkelerle sorunlara yol açmaktadır. Dünya nüfusunun artması, küresel ısınmaya bağlı iklim değişiklikleri, suyun yeryüzündeki dağılımı ve kullanım şekli, su ile ilgili ciddi sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Yer altı su kaynaklarının seviyeleri düşmekte, göller küçülmekte ve sulak alanlar yok olmaktadır. Özellikle Ortadoğu bölgesinde kendini hissettirmekte olan su sorunu; Fırat ve Dicle nehirleri dolayısıyla Türkiye’yi de etkilemektedir. Su sorunu Birleşmiş Milletler başta olmak üzere birçok uluslararası kuruluşta ele alınmaktadır. Bugün için, devletler arasında sürtüşmelere neden olan su kıtlığının ileride savaşlara yol açabileceğinden endişe edilmektedir. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi BM'ye göre, küresel ısınma kaynaklı yağış azlığı, aşırı buharlaşma, hızlı tüketim ve kirlilik nedeniyle dünyadaki temiz su kaynakları hızla tükenmektedir. Bu nedenle 2025 yılında 2 milyar, 2050 yılında ise 7 milyar kişinin susuzlukla karşı karşıya kalacağı ifade edilmektedir. 2050 yılında susuzluk çeken ülkelerin sayısı 54′e, bu şartlarda yaşamak zorunda olan insanların sayısı ise 4 milyara yükselecektir. Bu durum 2050′de 9,4 milyar olması beklenen dünya nüfusunun %40’ının su sıkıntısı çekeceği anlamına gelmektedir. GELECEK YENİLENEBİLİR ENERJİDE Mİ? Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC- Intergovernmental Panel on Climate Change)’nin 2011 yılında yayınlamış olduğu Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve İklim Değişikliği Azaltma Özel Raporu’na göre yenilenebilir enerji sektörü hızla büyüyor ve devlet desteğiyle fosil yakıt emisyonuna çevresel maliyetler de eklenirse yenilenebilir enerji “ekonomik çekiciliğe” de kavuşacak. Rapordaki süper yeşil senaryoda 2050’de 9 milyara yaklaşan dünya nüfusu günümüzde kullanılandan daha az enerji tüketecek. (490 exajoules’a karşılık gelecekte 407 exajules). 2050’de tüm dünyada yaygınlaşacağı tahmin edilen rüzgar türbinleri enerjimizin yüzde 50’isini üretiyor olacak. Güneş enerjisi ise enerjinin üçte birini karşılayacak. Toplamda tüm enerjinin yüzde 80?i yenilenebilir kaynaklardan elde edilecek. Ancak raporda yer alan bu pembe senaryoya karşılık Danimarkalı ekonomist Bjorn Lomborg asıl sorunun bu senaryodakileri gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimizin olmadığını belirterek, “Bunları gerçekleştirebileceğimizi biliyoruz. Ancak asıl sorun yenilenebilir enerjinin ve bu enerjilere yatırım yapmanın çok pahalı olması. Maliyetleri aşağıya çekmek için çok daha fazla ArGe’ye ihtiyacımız var” diye konuştu. Bu konuda ekonomik desek ve ArGe desteği acil olarak sağlanmazsa kötü senaryo olarak 2050’da enerjinin sadece yüzde 15’i yenilenebilir kaynaklardan elde edilecek.r KAYNAKLAR * OECD 2050 Çevre Tahmin Raporu, * Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) Raporu, * Prof. Dr. Ramazan Özey, Susuzluk Bunalımı adlı makalesi, * Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2011 yılında yayınlamış olduğu Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve İklim Değişikliği Azaltma Özel Raporu HABERLER GÜNCEL ÇOCUKLAR 'İYİ TARIM'I ÖğRENİYOR... ‘Oynamaya başla, doğayı keşfet, yap öğren, oku öğren, izle öğren' Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, sağlıklı beslenme, organik gıda ve iyi tarım ürünleri konusunda bilinçlendirme amacıyla çocukları eğitiyor. Bakanlık dünyada doğanın hızla kirletildiği bir dönemde, gelecek nesillerin daha bilinçli olması amacıyla başlattığı Tarım Çocuk Kampı'ndan sonra çocuk ve tarım adlı internet sitesini hizmete açtı. Kendi alanında bir ilk olma özeliğine sahip olan site, bilgiyi eğlenceli bir hale getirerek sunuyor. Bakanlık, internet sitesinin ana sayfasından giriş yapılabilen portala www.tarimcocuk.gov.tr adresinden de ulaşılabiliyor. Çocuklara organik gıdanın öneminin anlatıldığı web sitesinde, konularına göre yapılan renkli çizimler çocukların duygu dünyasına hitap ediyor. Portalda, oyundan boyamaya kadar çocuklara yönelik pek çok etkinlik bulunuyor. Bakanlık, internet ortamında oluşturduğu bu renkli platform aracılığıyla, çocukların tarıma olan ilgisini artırmayı ve bilgilerini geliştirmeyi hedefliyor. Tarıma eğlenceli bir bakış açısının kazandırıldığı sitede yer alan oyun, boyama, bulmaca, haber, video gibi aktiviteler ile çocuklara, tarım ve tarımla ilişkili konularda kendilerini geliştirme fırsatı sunuluyor. Hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin doğa eğitimi alabileceği sitede ekimden dikime tarım ve doğayla ilgili birçok bilgi bulunuyor. Videolarla da desteklenen sitede 'izleyelim öğrenelim', 'boyama yapalım' gibi kategorilerde çocukların anlayabileceği bir dille çok sayıda konu anlatılıyor. 'Oynamaya başla, doğayı keşfet, yap öğren, oku öğren, izle öğren' gibi başlıklarda çocuklara doğanın korunmasına ilişkin hayati öneme sahip bilgiler sunuluyor. Örneğin videolarda ekmeğin yapımı, küresel ısınmanın tehlikeleri tek tek anlatılıyor. 'Tarım nedir, tarım ve biz, sağlıklı yaşam, çocuk tarım kampı' bölümlerinde ise çocukların bu konularda farkındalığının arttırılması amaçlanıyor. TÜRKİYE'NİN İLK ORGANİK TARIM MÜZESİ... “Organik tarım konusu artık bir halk sağlığı konusudur.” Samsun’un Ondokuz Mayıs İlçesi’nde Türkiye’nin ilk organik tarım müzesi açıldı. Ankara’da özel bir hastanenin genel müdürü olan Oğuz Engiz'in, babası Ziraat Yüksek Mühendisi Yalçın Engiz adına hayata geçirdiği Organik Tarım Müzesi açılışına Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz, kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcileri sivil toplum kuruluşu üyeleri ve vatandaşlar katıldı. Müzede organik tarımla ilgili bilimsel araştırmalar ait dokümanlar ve kitaplar yer alıyor. Müzenin aslında bir eğitim merkezi gibi hizmet vereceğini ifade eden Oğuz Engiz "Organik tarım konusu artık bir halk sağlığı konusudur. Organik tarım müzesi daha çok eğitim ve öğretim merkezi olacak. Burada organik tarımla ilgili konferanslar, seminerler düzenlenecek. Amacımız bölgedeki tarım çiftçisinin, tarım emekçisinin üreticisinin organik tarıma ilgisini artırmak, onları bilgilendirmektir" dedi. Ziraat Yüksek Mühendisi Yalçın Engiz de, İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi organik tarımın Türkiye'de ve dünyada hızla değer kazandığını söyleyerek yapılan çalışmalarda arşiv konusunda sıkıntı yaşandığını belirtti. Bir çok üniversitede bu alanda bilimsel çalışmalar yapıldığını dile getiren Engiz, "Bu çalışmalar halka ulaşmıyor. Bu müze halka açık olacak. Buradaki dökümanlardan vatandaşlar yararlanabilecek. Yapılan yeni çalışmalardan haberdar olabilecekler" diye konuştu. GÜNCEL HABERLER ALAPLI'DA ORGANİK FINDIK ÜRETİLDİ Önümüzdeki yıl 3 bin ton ve ilerleyen yıllarda 6 bin ton organik fındık üretimi hedefleniyor. Zonguldak'ın Alaplı ilçesinde bu yıl bin ton organik fındık üretimi gerçekleştirildi. Alaplı Ziraat Odası Başkanı Şeref Türkoğlu, ilçede 157 organik fındık üreticisi tarafından bin ton fındık üretimi gerçekleştirildiğini söyledi. Organik fındık üretimini 2 yıl içinde 6 bin tona çıkarmak hedefinde olduklarını belirten Türkoğlu, "3 yıl önce organik tarım konusunda çiftçilerimize teşvik vermeye başladık. Bu teşvikimize ve çağrımıza uyan 157 çiftçimiz bu sene ürününü organik olarak satmaya başladı. Önümüzdeki yıl 3 bin ton ve ilerleyen yıllarda 6 bin ton organik fındık üretimi gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Kısmet olursa Alaplı'da ve Türkiye'nin fındık piyasasına ışık tutacak çalışmaları yapıyoruz. Fındık üreticisi yalnız değildir. Fındık üreticisinin her zaman yanındayız.” şeklinde konuştu. DARA RAPORUNDA ÇARPICI SONUÇLAR... “İklim değişikliği küresel gelişmeyi baltalayan bir süreç.” İklim değişikliğinin etkileri tam anlamıyla yaşadığımız 2012 yılında, tüm dünyada kuraklıklar, orman yangınları, seller kendini gösterdi. İklim değişikliği ve etkileri üzerine çalışmalar yapan uluslararası bağımsız sivil toplum kuruluşu DARA, 20 farklı ülkenin katılımıyla bir rapor hazırladı. DARA tarafından yayınlanan İkinci İklim Değişikliği Hassasiyet Raporu korkutucu rakamları gözler önüne serdi. DARA Raporuna göre; iklim değişikliği küresel gelişmeyi baltalayan bir süreç. Bugüne kadar dünyaya maliyeti 1.2 Dolar trilyonu bulan iklim değişikliği ile mücadele halen yılda yaklaşık 400 bin insanın ölümüne doğrudan ve dolaylı olarak neden oluyor. İklim değişikliğine bağlı aşırı hava sıcaklıklarının tarım üretimini düşürmesi gıdasızlık, yoksulluk ve buna bağlı gelişen hastalıklar ve ölümlere neden oluyor. Bu durumdan en çok gelişmekte olan ülkeler etkileniyor. Ayrıca karbon-yoğun enerji altyapısı ve buna bağlı faaliyetlerin hava kirliliği, tehlikeli iş koşulları ve kanser oranlarını artırarak yılda 4.5 milyon ölüme sebebiyet verdiği belirtiliyor. Fosil kaynaklı enerjinin kullanımına devam edilmesi durumunda ise 2030 yılına kadar 6 milyon insanın öleceği öngörülüyor. DARA, iklim değişikliğinin etkilerinin insanların sadece belli bir kısmını değil Raporda en çarpıcı konulardan bir tanesi ise bir çok etkinin artık engellenemez olduğu... neredeyse tümünü etkileyeceğinin altını çiziyor. Dünyanın önde gelen ekonomileri de iklim değişikliği gerçeğinden kaçamayacak sadece ABD, Çin ve Hindistan’da 2030’da ekonomik zararın senede 2.5 trilyon dolar, ölümlerin ise senede 3 milyon kişiden fazla olacağı öngörülüyor. İklim değişikliğinden etkilenme bu rakamlarla da sınırlı kalmayacak. Rapora göre, 250 milyon insan deniz seviyesindeki yükselmeden, 30 milyon insan şimdikinden daha aşırı hava durumlarından ve özellikle sellerden, 25 milyon insan tiyal tabakası erimesinden ve 5 milyon insan da çölleşmeden etkilenecek. Bu durumlar ile göçlerin yanı sıra şiddet ve toplumların sosyal ve ekonomik yapısının toptan çöküşü de söz konusu olacak. Raporda en çarpıcı konulardan bir tanesi ise bir çok etkinin artık engellenemez olduğu... Yapılabileceklerin sadece kaynak aktarımı yoluyla insan kayıplarının, ekonomik kayıplara dönüştürülebileceği olduğu belirtiliyor. Kırsal yoksulluğu azaltmaya yönelik programlar, temiz hava düzenlemelerinin sağlanması, daha güvenli çalışma ortamları ve karbon yoğun enerji altyapıları nedeniyle risk altında bulunan insanlar için modern enerji seçenekleri oluşturulması sunulan çözüm önerileri arasında yer alıyor. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi HABERLER GÜNCEL AZAP GÖLÜ YOK MU OLACAK... “İstilacı balıklar Azap Gölü’nde yaban hayatını bitirme noktasına getirdi.” Ü İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi edebileceğini belirtti. Azap Gölü’nün de yer aldığı sulak alanlara balıklandırma amaçlı çok sayıda balık bırakılması, göllerin balıklandırılması bilimsel verilere dayandırılan ve doğayı tahrip etmeyen çalışmalar olmasına büyük özen gösterilmelidir. Doğal alanlarımızda büyük oranda balık üretimi kapasitesi olmasına rağmen; ekonomik nedenler öne sürülerek yapılan balıklandırma ve diğer çevresel müdahalelerden dolayı sulak alanlarımızın doğal özellikleri ve sürekli olacak olan verimliliği giderek azalmıştır. Ü Ü Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Kuşadası Eko Sistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) bilim danışmanı Erol Kesici, Azap Gölü'nün yakında yok olacağını iddia ediyor. İçinde bir çok farklı kuş türleri ve zengin bitki - hayvan çeşitliliğini barındıran Azap Gölü istilacı balıkların göldeki yaban hayatı bitirme noktasına getirdiğini ifade ediyor. Kesici'nin vermiş olduğu bilgilere göre; Beşparmak Dağları’nın eteklerinde yer alan Azap Gölü(Aydın), farklı özelliklerdeki zengin bitki - hayvan çeşitliliği ile Sakar Meke, Bahri, Küçük Batağan, Yeşilbaş, Küçük Akbalıkçıl, Küçük Karabatak,Tepeli Pelikan ve Angıt gibi çok sayıda kuşa barınma, beslenme, kuluçka imkanı sağlamakta, kuş göçlerinde konaklayan ve kışlayan kuşlar için cazip bir ortam oluşturmaktadır. Azap Gölü, Saz Kedisi, Akkuyruklu kartal gibi çok önemli canlı türlerinin bulunduğu sucul canlıların yaşadığı zengin bir ekosistem barındırması nedeniyle bilhassa kış aylarında yerli-yabancı çok sayıda kuş gözlemcisinin cazibe alanı olmaktadır. 2007 yılında Azap Gölü’nde, Lepomis gibbosus (Güneş Balığı) tespit edildi. Bu balık türü, istilacı ve ekolojik yapıyı tahrip eden tehlikeli bir türdür. Azap Gölü 2007 yılında tamamına yakını kurudu ve 2008'de tekrar su tutmuştu. O zamandan günümüze kadar da gölde güneş balığına rastlanmadı 2011 yılında ise Azap Gölü’nde ilk kez Carassius gibelio (Gümüşi Havuz Balığı- İsrail Sazanı) tespit edilmiş ve bu türün de istilacı ve biyolojik çeşitliliği yok eden tehlikeli bir balık türü olduğu yetkililere bildirilmişti Son yıllarda yoğun yağmurlarla ve barajlardan salınan sular B.Menderesi taşırarak, Avlan Gölü’ndeki su seviyesinde de büyük oranda artış meydana gelmesine neden olmuştur. Ağustos ve Eylül aylarında ki araştırmalarımızda Azap Gölü’nde tükendiği sanılan Lepomis gibbosus (Güneş Balığı), eğer balıklandırma amaçlı göle girmediyse, büyük bir olasılıkla taşkın sularıyla tekrar Azap’a girerek çoğaldığını ve türün gölde canlı çeşitliliğinin geleceğini tehdit Öğretim görevlisi Erol Kesici aşağıdaki önemli noktaların altını çiziyor. İstilacı balık türleri göllere asla bırakılmamalı, Yöre halkı bilinçlendirilerek, yaban hayatı yok eden, bu istilacı ve yok edici balık türlerin bulunduğu tüm sularda alarm verilerek, gece–gündüz avlanma yoluyla balıkların yok edilmeleri gerekmektedir, Bu tür balıkların dere, çay ve nehirlerle göllere taşınması mutlaka engellenmelidir. Nereye-neyi-neden-niçin yapacağımız akılcı ve bilimsel yöntemlerle araştırılarak, doğa katledilmeden yapılmalıdır. Birçok ülkede bu tür istilacı balıkların bir yerden başka bir yere taşınması, yem balığı olarak kullanılması- satılması yasaklanmış olup, bu konuda cezai yaptırımlar da getirilmiştir. Göllerin ekolojik değerleri yerine, ekonomik değerlerini öne çıkararak; göllerde balık varsa, o göl verimlidir ve o gölde sorun yoktur bakış açısıyla son yirmi yıldır sularımızda başlatılan balıklandırma çalışmaları, göllerin doğal orijinli balıkları, börtü-böceği yok oldukça, göldeki besin zinciri ve biyolojik çeşitlilik azalınca yaşamımızın olmazsa olmazı yaban hayatı yok olmaya başlayacaktır. Lütfen dikkat, doğal alanlarımıza, “yöre halkı istedi diye” bakışıyla, sonuçları yaşanarak görülen ve ağır bedellere mal olan müdahaleler yapılmamalıdır. GÜNCEL HABERLER ATIK YAğLARA AKILCI ÇÖZÜM İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan, 1Ekim'den itibaren bitkisel yağların çevre kirliliğine neden olmasını engellemek amacıyla belediye sınırları içindeki inşaat projelerinde atık yağ tutucu bulundurma zorunluluğu getirdiklerini açıkladı. Proje sayesinde belediye, binalarda biriken atık yağları toplayarak ekonomiye kazandırmayı hedefliyor. İnsanların sorumsuzluğu ve bilinçsizliği nedeniyle çevre kirliliğinde artış görüldüğüne işaret eden Doğan, "1 litre yağ, 1 milyon litre suyu kirletiyor. Bu nedenle atık su arıtma tesisleri, katı atık yönetimi, enerji geri kazanımı, yağ ve çöp tutucular günümüzde büyük önem kazanmıştır. Binalar, yemekhaneler, sanayi tesisleri, oto servisleri ve yıkama yerlerinden kaynaklanan yağlar, çevre için büyük risk oluşturmaktadır. Kanalizasyon şebekeleri atık kanalı olarak kullanılmaktadır. Kanallar tıkanmakta, yollar kazılıp, trafik tıkanmakta ve boş yere masraf yapılmaktadır. Atık su içindeki hidrojenli ve kokulu bileşikler kimyasal reaksiyona girerek sıvı yağları katılaştırıp, tıkanmalara neden oluyor."dedi. En az 3 hanesi bulunan binalar ile yemek yapımı veya dağıtımı ile hayvansal gıda satışı ve üretimi yapan iş yerlerinde yağ tutucu şartı aranacağına dikkat çeken Doğan, "Projelerinde yağ tutucu olmayan iş yeri ve konut inşaatlarına ruhsat vermeyeceğiz. Projelerde bunun gösterilmesi, iskan aşamasında ise yağ tutucunun çalışır halde bağlanmış olması şartı aranacak. Bu şartlara uymayanlara inşaat ruhsatı ve iskan verilmeyecek." diye konuştu. Akıllı şehir uygulamaları ile geleceğe sağlıklı şehir bırakabileceklerini belirten Doğan, yağ tutucuların mutfak hatlarının çıkışına bağlanacağını, arıtılan atık suyun kanalizasyona ulaşacağını anlattı. Projenin konut ve iş yeri sahipleri için çok fazla maddi külfete neden olmayacağını kaydeden Doğan, "Bu projeyle eski köye yeni adet getiriyoruz. Vatandaşlarımızdan bu konuda İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan “1 litre yağ, 1 milyon litre suyu kirletiyor.” anlayışlı ve duyarlı olmalarını istiyoruz." ifadelerini kullandı. Doğan, yağ tutucuların 250 ile 500 lira arasında değişen fiyatlarla satıldığını ifade ederek, binalarda biriken yağların belediye görevlilerince toplanacağını bildirdi. İZAYDAŞ AKADEMİ “Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu taşıyoruz.” Tecrübe ve birikimlerini sektörün aktörleri ile daha sistematik paylaşmayı hedefleyerek İzaydaş Akademi'yi hayata geçiren İzaydaş, eğitim çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. Konusunda uzman şirket yöneticileri tarafından verilen teorik ve pratik eğitimlerle, atık yönetiminin tüm aşamalarını öğrenme imkânı bulan sekizinci dönem İzaydaş Akademi katılımcılarına katılım belgeleri verildi. Genel müdürlük toplantı salonunda gerçekleşen törene İzaydaş Genel Müdürü Muhammet Saraç, yöneticiler ve Akademi öğrencileri katıldı. Tören öncesinde düşüncelerini paylaşan İzaydaş Genel Müdürü Muhammet Saraç tehlikeli atık sektöründe İzaydaş'ın ciddi bir tecrübe ve birikime sahip olduğunu, Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu taşıdıklarını söyledi. Saraç, "Bu tecrübelerin İzaydaş Akademi adı altında bizimle temasta olan firmalarla paylaşılmasını önemsiyoruz. Eğitimin benim önemsediğim en önemli tarafı programın tesislerimizde gerçekleşmesidir. Programa ilişkin görüş ve önerilerinize her zaman açık olduğumuzu da belirtmek isterim" diye konuştu. Ardından söz alan İzaydaş Akademi katılımcıları da, eğitim programını yararlı bulduklarını, pratikte işe yarar bilgileri öğrenmiş olmaktan dolayı mutlu olduklarını ifade etti. Konuşmaların ardından Akademi öğrencilerine katılım belgeleri verildi ve hatıra fotoğrafı çektirildi. İki tam gün süren eğitim programında; İzaydaş genel tanıtımı, atık yönetimine giriş ve atık hiyerarşisi, çevre mevzuatı, Tehlikeli Atık Bertaraf Sistemleri, atıkların sınıflandırılması, ambalajlama ve atık kabul kriterleri, atıkların taşınması, düzenli depolama saha yapım ve işletimi, tehlikeli atıkların geri kazanılması ve bertaraf yöntemleri dersleri işlendi. Akademi öğrencileri ayrıca şirket içinde teknik incelemelerde bulundu. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi HABERLER GÜNCEL BIOFACH 2O13 ORGANİK ÜRÜNLER FUARI 26.BioFach Organik Ürünler Fuarı, 13-16 Şubat 2013 arasında Almanya'nın Nürnberg şehrinde düzenlenecek. 26.BioFach Organik Ürünler Fuarı, 13-16 Şubat 2013 arasında Almanya'nın Nürnberg şehrinde düzenlenecek. Fuara Türkiye milli katılım organizasyonu, Ege İhracatçı Birlikleri (EİB) koordinasyonunda yapılacak. BioFach, organik ürünler konusunda dünyanın en önemli fuarları arasında yer alıyor. Ekolojik normlara uygun olarak üretilen gıda, tekstilhazır giyim, mobilya-dekorasyon malzemeleri, kağıt ve kağıt ürünleri, bahçe ürünleri, tarım ve hayvan ürünleri, deri ürünleri, takı-mücevherat, el işleri ve hediyelik eşyalar sergileniyor. Katılacak firmalarda, uluslararası geçerliliği olan ekolojik ürün sertifikası şartı aranıyor. Dünyada organik ürün talebinin gittikçe arttığına dikkat çeken EİB Genel Sekreteri Sezmen Alper, "1930'lardan başlayarak dünya çapında giderek yaygınlaşan organik üretim, 1980'lerden sonra ülkemize döviz kazandıran bir sektör olmaya başladı. BioFach, organik ürünler konusunda dünyaca ünlü bir organizasyon olma özelliği taşıyor. BioFach 2012'ye 130 ülkeden 2 bin 420 firma katılmış ve ziyaretçi sayısı 130 ülkeden yaklaşık 45 binlere ulaşmıştı. İhracatçılarımız bu fuarda yer alarak, hem Türk organik ürünlerini tanıtma fırsatı yakalayacak hem de ihracatımızın artmasına destek olacak." dedi. ANTALYA VE DİYARBAKIR'A YENİLENEBİLİR ENERJİ ÖDÜLÜ “Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu taşıyoruz.” Eurosolar Avrupa Yenilenebilir Enerji Birliği'nin verdiği 'Avrupa Güneş Ödülü'ne yerel yönetimler bazında Antalya ve Diyarbakır Büyükşehir belediyeleri layık görüldü. Eurosolar Avrupa Yenilenebilir Enerji Birliği, her yıl 10 farklı kategoride değerlendirdiği, yenilebilir enerji kaynaklarının etkili ve yenilikçi uygulamaları kapsamında Antalya Büyükşehir Belediyesi, 'Güneşev ve Ekolojik Eğitim Merkezi', 'Atatürk Kültür Parkı'nın Güneş Enerjisi ile Aydınlatılması' ve 'Güneş Enerjili Akıllı Durak' projelerini ödüllendirdi. Söz konusu kategoride güneş enerjisi üzerine eğitim çalışmaları yürüten Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi de Güneş Evi ve Uygulama Parkı Projesi dolayısıyla ödül aldı. Eurosolar Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, ödül kazanan projelere ve uygulamalara daha ileri İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi aşamalara ulaşmaları ve etki alanlarının genişlemesi için bilgi ve yönlendirme desteği verdiklerini söyledi. Uyar, "Bu çalışmaların Avrupa Güneş Ödülü kriterlerinin gerektirdiği enerjinin etkin kullanımı ve yenilenebilir enerji uygulamalarında sıfır karbon salımı hedefi, tüm kente yaygınlık, etkin uygulamalar ve tekil projelerde yenilikçilik düzeyine getirilmesini hedeflemekteyiz." diye konuştu. Antalya ve Diyarbakır büyükşehir belediyelerinin başlattığı uygulamaların ve projelerin, bu iki kenti 'Sıfır Karbonlu Kent' hedefine götürecek adımlar olduğunu belirten Uyar, bu yönde geliştirdikleri stratejilerin ve yaygın uygulamaların gelecek yıllarda Türkiye'nin Avrupa Güneş Ödülü'nü almaya en büyük adaylardan birisi olacağına inandığını kaydetti. GÜNCEL HABERLER RES ANATOLIA TÜRKİYE'NİN RÜZGARINI HEDEFLEDİ “Havza Rüzgar santrali, şirketin Karadeniz bölgesindeki ilk yatırımı olacak.” Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya Pasifik'te faaliyet gösteren yenilenebilir enerji üreticisi RES grubuna bağlı şirketlerden RES Anatolia, Samsun'un Havza ilçesinde 48 megavatlık (MV) bir rüzgar santralinin lisansını aldı. Res Anatolia Proje Geliştirme Müdürü Şener Özgül, "2016 yılında faaliyete geçecek olan santralin inşaatına 2014 yılının ilk yarısında başlanmasının planlandığını söyledi. Özgül, Türkiye'de güneş ve rüzgar santralleri alanında daha fazla yatırım yapmayı planlayan RES'in, önümüzdeki on yıl içerisinde portföyünü her yıl 50-100 MV arasında büyütmeyi hedeflediğini belirtti. Özgül, proje ile ilgili şunları aktardı: "2011 ve 2012 yıllarında Türkiye Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu EPDK'dan toplamda 170 MV'lık enerji üretim lisansı alan RES Anatolia'nın portföyüne eklenecek olan Havza Rüzgar santrali, şirketin Karadeniz bölgesindeki ilk yatırımı olacak. Rüzgar santrali, yıllık 126 GW'lık elektrik üretecek ve toplam yatırım maliyeti yaklaşık 75 milyon avro olacak. Rüzgar santrali, 69.000 hanenin ihtiyacını karşılayabilecek elektriği üretecek ve yılda 76.000 ton karbondioksit emisyonunu önleyerek çevrenin korunmasına önemli bir katkıda bulunacak. Rüzgar santraline ilişkin çevre etüdü tamamlanmış durumda." BAZ İSTASYONLARI YERLEŞİMLERDEN UZAKLAŞTIRILABİLİR Mİ? “Bu istasyonlar şehir dışına taşındığı koşullarda mobil iletişim sağlanamaz.” GSM Birliği (GSMA) Araştırma ve Sürdürülebilirlik Bölümü Direktörü Dr. Jack Rowley, baz istasyonlarının şehirlerden uzaklaştırılmasının teknik olarak mümkün olmadığını belirtti. Rowley, bu istasyonların şehir dışına taşınması halinde mobil iletişimin sağlanamayacağını söyledi. Dünya Sağlık Örgütü'nün, baz istasyonlarının insan sağlığı için zararlı olduğunu gösteren ikna edici bilimsel bir kanıt olmadığı sonucuna vardığını aktaran Rowley, ''Sınır değerler, Uluslararası İyonize Olmayan Elektromanyetik Enerjiden Korunma Komisyonu (ICNIRP) tarafından insan sağlığını korumak için belirlendi. Dünya Sağlık Örgütü tarafından tavsiye edilen bu sınır değerler dünyada yaygın olarak uygulanıyor. Ortak yaşam alanlarında, baz istasyonu sinyalleri limit değerlerinden 1.000 kat daha düşüktür ve bunlar yayın hizmetleriyle karşılaştırılabilir. Eğer maksat maruziyeti azaltmak ise o zaman TV ve radyo vericilerinin de kapatılması gerekir. Türkiye'de uygulanan sistem küresel teknolojilere dayanır ve Türkiye'de verilen hizmetler mobil iletişimin sağlandığı her yerdekiyle aynı şekilde sağlanır." dedi. Baz istasyonlarının şehir dışına çıkarılmasının mobil iletişim için gerekli olan hem kapasite ihtiyacını karşılamak hem de kapsama alanı hizmeti sağlamak açısından teknik olarak imkansız olduğunu dile getiren Rowley, şöyle konuştu: "Baz istasyonları düşük güçle çalışan cep telefonlarına hem sinyal gönderir hem de bunlardan sinyal alır. Bu durumda mobil iletişim kurabilmek için cep telefonları, baz istasyonlarına yakın olmak zorunda. Ayrıca, bunlar hücresel iletişim olarak adlandırılır. Çünkü her bir anten kullanıcılara bir hücre içinde hizmet verebilir ve yüksek kalitede mobil iletişim hizmeti verebilmek için bu hücrelerin birbirlerine yakın ve sürekli olmaları gerekir.” İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi HABERLER GÜNCEL BM BREZİLYA'DA BİR ARAYA GELDİ ABD çok yüksek ekonomik kayıplarının olacağını iddia ederek Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştı. Birleşmiş Milletler'in (BM), Katar'ın başkenti Doha'da aralık ayında düzenleyeceği İklim Değişikliği Konferansı öncesi, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Çin temsilcileri ortak tavır belirlemek için Brezilya'da bir araya geldi. "BASIC grubu" olarak adlandırılan söz konusu 4 ülke, uluslararası iklim değişikliği toplantılarında ortak hareket eden temel bloku oluşturuyor. Brezilyalı müzakereci Luiz Alberto Figueiredo, toplantıda konuşulan temel konuların başında 1997 Kyoto Protokolü'nce sanayileşmiş ülkelerdeki emisyon sınırlandırılmasının geldiğini söyledi. Figueiredo, gazetecilere yaptığı açıklamada, KURUMA SERGİSİ Sergi 13 Kasım 2012 Salı gününe kadar Ortaköy Sanat Galerisi’nde ziyarete açık olacak. Beşiktaş Belediyesi, sanatçıların kuraklık gibi önemli bir soruna dikkat çeken eserlerinden oluşan "Kuruma" adlı sergiye destek verdi. Beşiktaş Belediyesi ve Göçebe Bağımsız Sanatçı İnisiyatifi işbirliğiyle gerçekleştirilecek “Kuruma”adlı uluslararası enstalasyon sergisi, 15 Ekim Pazartesi günü saat 19.00’da yapılacak bir açılış ile Beşiktaş Belediyesi Ortaköy Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşacak. 2009 yılında, sanatın ve sanatçının göçebe olduğuna inanan bir grup sanatçının oluşturduğu Göçebe Bağımsız Sanatçı İnisiyatifi bugüne kadar dünyanın farklı yerlerinde sergiler açtı. Daha önce bütünleşme, vazgeçme, dönüşme, acıkma İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ve paylaşma gibi farklı temalara değinen eserleriyle göçebelik ve değişkenlerinin toplumdaki etkisine dikkat çekmeyi amaçlayan grup İstanbul'da kuraklık temasına odaklanacak. Günümüzün en büyük çevresel sorunlarından biri olan kuraklığın toplum üzerinde yarattığı kalıcı etkilere dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirilecek sergi 13 Kasım 2012 Salı gününe kadar Ortaköy Sanat Galerisi’nde ziyarete açık olacak. Türkiye ve dünyadan 28 sanatçının 28 farklı eserinin yer alacağı sergi, Pazar hariç her gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. ayrıca bu yıl sona erecek Kyoto Protokolü'nü 2020'ye kadar uzatmak istediklerini de sözlerine ekledi. Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalandı. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere düşürmelerini gerekli kılıyor. 1997'de imzalanan protokol ancak 2005'te yürürlüğe girebilmişti. Kyoto Protokolü ile devreye girecek önlemler, pahalı yatırımlar gerektiriyor. ABD çok yüksek ekonomik kayıplarının olacağını iddia ederek anlaşmayı imzalamamıştı. GÜNCEL HABERLER KURŞUNLU ŞELALESİ TEHLİKEDE “Kurşunlu Şelalesi ekosistemi su olmazsa yaşayamaz." Orman ve Su İşleri Bakanlığı 6’ncı Bölge Müdürü Yılmaztürk, Kurşunlu Şelalesi’nin su havzasında kurulan su sondajlarının, şelalede suyun azalmasına neden olduğunu belirtti. Antalya, kent merkezine 12 kilometre uzaklıkta yer alan Kurşunlu Şelalesi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya. Şelalenin suyu yüzde 80 oranında azaldı. Antalya İl Koordinasyon Kurulu toplantısına katılan Orman ve Su İşleri Bakanlığı 6’ncı Bölge Müdürü Osman Yılmaztürk, Kurşunlu Şelalesi’nin su havzasında ister yasal, ister kaçak yollarla kurulan su sondajlarının, şelalede suyun azalmasına neden olduğunu belirtti. Yılmaztürk, 18 metre yükseklikten dökülen ve küçük şelaleciklerle 7 küçük göletin birbirine bağlandığı tabiat parkında suyun yüzde 80 oranında azaldığını kaydetti. Osman Yılmaztürk, "Krize doğru giden bir azalma var. Kurşunlu Şelalesi’nin ekosistemi suya bağlı. Bu azalmayla giderse oradaki habitat yok olacak. Kurşunlu Şelalesi ekosistemi su olmazsa yaşayamaz" dedi.Tavşan, sincap, yarasa, ibibik, ağaçkakan, üveyik, sazan, su kaplumbağası, yılan ve kertenkeleden oluşan faunayı tehdit eden su azalmasının her yıl bir krize doğru ilerlediğini belirten Bölge Müdürü Yılmaztürk, suyun şelalenin yer aldığı 2 kilometrelik kanyondan çekilmesinin geri dönüşü olmadığını aktardı. Mevcut sorunla ilgili Devlet Su İşleri 13’üncü Bölge Müdürlüğü ile bağlantıya geçtiklerini belirten Yılmaztürk, ilk görüşmelerden olumlu sonuç alamadıklarını söyledi. Düden Şelalesi’nin suyunun 5’te 1’inin Kurşunlu havzasına yönlendirilmesiyle bölgenin kurtulacağını savunan Yılmaztürk, "Sorunu şimdi Antalya Valiliği düzeyine taşıdık. Gerekirse bakanlık nezdinde de girişimde bulunuruz. Ne pahasına olursa olsun Kurşunlu Şelalesi’ni kurtarmak istiyoruz" diye konuştu. Yılmaztürk, Valilik düzeyindeki girişimlerin ardından Vali Yardımcısı Hakkı Loğoğlu başkanlığında bir çalışma birimi kurulduğunu anlattı. Osman Yılmaztürk, "Karacaören’den Düden Şelalesi’ne kotlarıyla birlikte tüm su kaynakları, hepsi araştırılıyor. Akşamdan sabaha veya birkaç yıllık bir düzenlemenin değil, bölgeyi kurtaracak bir çalışmanın ortaya çıkması için çalışıyoruz" dedi. ÇEVRE PROJELERİNE BAKANLIK DESTEğİ Projelerin 15 Aralık 2012 tarihine kadar Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri’ne iletilmesi gerekiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, atıksu arıtma tesisi, katı atık bertaraf ve geri kazanım tesisleri ile çevre kirliliğinin önlenmesi, çevrenin iyileştirilmesine yönelik faaliyet ve tesislerin projelendirilmesi ile yapımında belediyelere nakdi yardım yapacak. Söz konusu yardımlar belli şartların yerine getirilmesi durumda gerçekleşecek. Kent yaşamının iklim değişikliğine olan etkilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar başta olmak üzere yakıt kullanımını azaltıcı faaliyetler, enerji kaynaklarının verimli kullanılması ve kentsel gürültünün engellenmesi amacına yönelik projeler öncelikli değerlendirilecek. Bu doğrultuda, bisiklet yollarının yapımı, araç trafiğine kapalı örnek yaya yolları ve gezinti sahaları, parkların inşa edilmesi, çevre düzeni planına uygun tedbirlerin alınması ve bu konuda gerekli görülen projelerin desteklenmesi amacıyla, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından her ilde 1 adet çevre projesine deste sağlanacak. Belediye başkanlıkları tarafından bisiklet yolu, sokak ve park düzenlemeleri konularında hazırlanacak projelerin 15 Aralık 2012 tarihine kadar çevre ve şehircilik il müdürlüklerine iletilmesi gerekiyor. Yapılacak değerlendirme sonucunda belirlenecek 3 adet proje Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletilecek. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi HABERLER GÜNCEL PwC KARBON BİLDİRİM PROJESİ KÜRESEL 5OO RAPORU’NU AÇIKLADI İklim değişikliğini iş stratejilerine dâhil eden şirketlerin sayısı geçen yıla göre %10 arttı. Şiddetli hava olayları, 2012 yılında iklim değişikliği konusunu şirketlerin gündeminde üst sıralara taşıyor İklim değişikliğini iş stratejilerine dâhil eden şirketlerin sayısı geçen yıla göre %10 arttı. Ancak şirketlerin ortalama uzun dönem emisyon azaltmı hedefi yılda sadece yüzde 1 oranında ve bu oran küresel ısınmayı 2 derece olarak sınırlamak için ülkelerden istenen yüzde 4 oranının çok altında. 700 kişiden oluşan küresel bir ağ olan PwC Sürdürülebilirlik ve İklim Değişikliği Birimi, uluslararası ölçekte kamu sektörü, özel sektör, ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar sektörlerinden müşterilerle çalışan, bu müşterilerin kuruluşlarına ve stratejilerine sürdürülebilirliği entegre etmelerine yardımcı olan sürdürülebilirlik, iklim değişikliği ve yeşil büyüme alanında bir danışmanlık şirketidir. PwC tarafından hazırlanan Karbon Bildirim Projesi (Carbon Disclosure Project - CDP) “Küresel 500 İklim Değişikliği” raporuna göre, tüm dünyada iş faaliyetlerini ve tedarik zincirlerini aksatan şiddetli hava olaylarının giderek artması, iklim değişikliği konusunun şirket yönetim kurullarının gündeminde üst sıralara yükselmesine neden oluyor. ABD’de tarihin en sıcak yazının yaşanması, Rusya'da yangınların İngiltere, Japonya ve Tayland'da sel baskınlarının görülmesi ve diğer şiddetli iklim olaylarının ardından sonuçları incelenen şirketlerin %81'i iklim değişikliği nedeniyle fiziksel riske maruz kaldıkları saptandı. Siz konusu şirketlerin %37'si bu riskleri gerçek ve mevcut tehlike olarak algılarken, bu oran 2010 yılına kıyasla %10 artmış durumda. PwC tarafından 78 trilyon dolarlık varlığa sahip olan 655 kurumsal yatırımcı adına hazırlanan CDP raporu, sera gazı emisyonuna ilişkin yıllık güncel verilerin yanı sıra dünyanın halka açık en büyük kuruluşlarının iklim değişikliği stratejileri hakkında bilgiler de sunuyor. İklim değişikliğini iş stratejilerine dâhil eden şirketlerin İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi sayısında yıllık %10'luk artış görülüyor. (2012: %78, 2011: %68). Bu durum, finansal gerilemenin başladığı 2009'da 3,6 milyar metrik tonluk sera gazı emisyonunun 2012'de 3,1 milyar metrik ton seviyesine düşmesine katkı sağlayarak şirketlerin bildirdiği sera gazı emisyonu hacminde %13,8’lik azalma yarattı. Söz konusu azalma, 227 adet doğalgaz enerji santralinin kapatılmasına veya 138 milyon arabanın trafikten çekilmesine eşit bir azalma etkisi yaratıyor. Buna karşın, şirketlerin üçte biri ise (%31) hiç bir emisyon düşüşü raporlamadılar. Karbon Bildirim Projesi CEO'su Paul Simpson konu ilişkin açıklamasında; "Şiddetli hava olayları piyasalarda önemli mali zarara neden oluyor. Bu sebeple yatırımcılar, şirketlerin iklim olaylarına karşı dayanıklılık konusuna daha ciddi eğilmelerini bekliyor. Bu alanda sektöre liderlik eden şirketlerle olduğu gibi geride kalanlar da var. Fakat emisyon verilerini talep eden yatırımcı sayısının giderek artmasıyla şirketler açısından bu konuda harekete geçmek için ekonomik gerekçeler de çoğalıyor. Güçlü ekonomi kurmak isteyen hükümetler bu hususu göz önünde bulundurmalı" dedi. “Uzun vadede karbon emisyonlarının azaltılması” için hükümet seviyesinde yapılan görüşmelerin gelecek turu Kasım ayı sonunda, Katar’ın başkenti Doha gerçekleşecek. PwC tarafından yapılan incelemeye göre, şirketlerin ortalama uzun dönem emisyon azatlımı hedefi yılda yüzde 1 oranında ancak bu oran küresel ısınmayı 2 derece olarak sınırlamak için ülkelerden istenen yüzde 4 oranının çok altında. PwC’nin sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği küresel lideri Malcolm Preston konuyu değerlendirerek, "Yıllık ilerlemeye rağmen, gerçek şu ki emisyon azaltımında şirketlerin ve ülkelerin performansı gereken seviyenin yakınından bile geçmiyor. İş dünyasının maruz kaldığı yeni 'normal' durum, yüksek GÜNCEL CDP raporu 379 şirketten aldığı emisyon verilerini derleyerek bu şirketleri iklim değişikliği şeffaflığına göre sıralıyor ve en iyi bildirimde bulunan şirketler CDP’nin Karbon Bildirim Liderliği Endeksi'nde (CDLI) yer alıyor. CDP daha sonra şirketleri emisyonlarının ölçeğine ve kalitesine, emisyon azaltmalarına ve stratejilerine göre değerlendirerek belirli bir performans bandı esasında sıralıyor. En iyi performansı gösterenler ise CDP Karbon Performans Liderliği Endeksi'nde (CPLI) yer alıyorlar. Bu tür endeksler, şirketlerin ulusal ve uluslararası emisyon düzenlemeleri açısından ne kadar hazır olduklarının değerlendirilmesinde ve yatırımcıların yatırım kararlarını alma aşamalarındaki değerlendirmelerinde kullanılıyor. Geçmişte CDLI ve CPLI'de yer alan şirketler incelendiğinde ise, iklim değişikliğinde lider pozisyonuna oturan şirketlerin daha yüksek hisse performansı gösterdiği görülüyor. Malcolm Preston Paul Simpson derecede belirsizliğin, büyümede yavaşlamanın ve emtia fiyatlarında dalgalanmaların yaşandığı bir süreçtir. Önemli uzun vadeli yatırım kararlarını belirleyecek yasal düzenlemelere ilişkin kesinlik yakın zamanda gerçekleşmezse, özellikle enerji, tedarik zinciri ve riskler konularında şirketlerin planlama yapma ve harekete geçme yetkinliğinin kesinlikle normal olmayacağı görülüyor." İklim Bildirim Liderleri CDLI'de yer alan şirketler, piyasa talebine yanıt vererek yıllık temelde daha yüksek ortalama bildirim puanlarına ulaşıyor ve iklim konusundaki hesap verebilirliklerini iyileştiriyor. Bu yıl, iki şirket, Alman ilaç firması Bayer ve İsviçre'nin tüketici yönelik ürünler devi Nestle en yüksek karbon bildirim puanı olan 100’e ulaştı. CDLI'de Amerikan şirketleri çoğunluktayken, Finlandiya, İspanya, Hollanda HABERLER şirketleri ile birlikte Almanya merkezli şirketler bu ülkelerdeki şirket sayısı dikkate alındığında oransal olarak daha fazla temsil ediliyor. Fransa, Japonya ve İngiltere ise bu ülkelerdeki şirket sayısı göz önünde bulundurulduğunda oransal olarak daha düşük temsil ediliyorlar. İklim Performans Liderleri CPLI'de yer alan şirketler iklim değişikliği stratejisi hakkında uzun vadeli düşünme eğilimi sergiliyorlar. Şirketlerin %85'i (CPLI dışındaki şirketler arasındaki %60 oranına kıyasla) üç yıldan daha fazla geri dönüş süreli olarak emisyon azaltım faaliyetlerine yatırım yaparken, CPLI şirketlerinin %55'i (CPLI dışındaki şirketler arasındaki %29 oranına kıyasla) iklimle ilgili riskleri on yıldan daha uzun bir zaman diliminde ele alıyorlar. Bildirimde ve performansta dünyadaki ilk on şirket İki indeksin birleştirilmesi sonucunda iklim değişikliği bildirimi ve performansı açısından dünyanın en iyi şirketleri aşağıda yer alıyor. İlk on listesinde Alman şirketlerinin çoğunlukta olduğu görülüyor. r CPLI ve CDLI bakımından dünyanın ilk on şirketi Şirket Adı Ülke Performans Bandı Bildirim Puanı İsviçre A 100 Bayer Almanya BASF* Almanya Gas Natural SDG* İspanya Nestle* BMW Diageo* Almanya İngiltere Nokia Group* Finlandiya UBS* İsviçre Allianz Group* Panasonic* Almanya Japonya A A A A A A A A A 100 99 99 99 98 98 97 97 96 *Karbon Bildirim Projesi İlk On Listesi’ne 2012'de girenleri göstermektedir İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi SANAT SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM FİLM FESTİVALİ lki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, 2012 yılında yine birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik konusunun farklı yönlerini irdeleyecek. 2012 Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde Beyoğlu'nda bulunan İtalyan Kültür Merkezi’nde ve 1-2 Aralık tarihlerinde Karaköy'de bulunan Salt Galata'da gerçekleşecek. Bu seneki festivalde yine içinde yaratıcılık ve çözüm barındıran birbirinden etkileyici filmlerle, konuşmacılar ve müzisyenlerle sürdürülebilirlik kavramına ve dünyaya bütüncül bir bakış atacağız. Günümüzde birçok birey ve kurum tarafından çokça kullanılan sürdürülebilirlik kavramının soyut ve yoruma açık boyutlarına ışık tutan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, neyin sürdürülebilir olduğu veya olmadığına dair dünyanın dört bir yanından örnekler İ İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi sunarak gerçek hikayelerle ilham vermek amacını taşıyor. Festivalin dikkate değer özelliği sadece filmleri ve filmlerin içeriği ile sınırlı değil. İzleyicileri, konuşmacılar ve müzisyenlerle renkli etkinlikleri, bir buluşma zemini oluşturma işlevi, sürdürülebilirlik hassasiyeti bulunan destekçileri ve düzenleme süreci açılarından da önemli bir örnek oluşturuyor. Toplumun her kesimini bir araya getirerek birleştirici ve kapsayıcı olmayı başaran Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde bir çiftçiyi, bir iş adamını, öğrencilerini toplayıp gelmiş bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte yaşayacağı dünyadan endişeli bir anneyi, akademisyenleri, aktivistleri yanyana otururken ve fikir alışverişinde bulunurken görebilirsiniz. Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve esnek bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir kılmak niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin “yaşamı çoğaltacak” projeleri kolektif olarak hayata geçirme amacıyla doğdu. Tamamen sivil bir oluşum olan Kolektif, film festivali gibi "sürdürülebilir yaşam" konusuyla ilgili farkındalık arttırıcı çalışmaları Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'nin vizyonunu paylaşan bireyler ve organizasyonların desteği ve katılımıyla sürdürüyor. Web: www.surdurulebiliryasam.org Facebook: www.facebook.com/surdurulebiliryasam Twitter: https://twitter.com/SYKolektifi İletişim: mailto:[email protected] SANAT Sürdürülebilirlik Tutkusu Yönetmen: Eric G. Stacey Yapım yılı: 2008 / Süre: 56' / Ülke: ABD Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://www.landfallprods.com/ Bütün ekonomik faaliyetlerin, toplumsal adaletin ve kültürel sürekliliğin; çevrenin gözetilmesi üstüne kurulu olduğu bir toplum düşünün. Gezegenin sağlığını iyileştirmenin; küresel malî başarıyı ve toplumsal istikrarı kolaylaştırdığı bir dünya hayâl edin… Sizce hayâl mi? Portland/ Oregon’da on dört iş sahibi 1997 yılında bu hayâli gerçekleştirdi. Bu on dört kişi, The Natural Step (Doğal Adım) adı verilen bir sürdürülebilirlik yaklaşımını benimsedi, mevcut iş planlarına çevresel sürdürülebilirlik çerçevesinden bakıp ekonomik büyüme sağlarken aynı zamanda Dünya’nın doğal sistemlerine karşı sorumluluklarını yerine getirebilecekleri iş alanları yaratmak üzere bir yolculuğa başladı. Bu yolculukları süresince hepsinin içinde bir Sürdürülebilirlik Tutkusu gelişti. Gelin; siz de bu ilham verici öncülerin serüvenlerini, önlerine çıkan engelleri ve hiç beklemedikleri kazanımları; sürdürülebilir bir dünya için geliştirdikleri eşsiz bakış açısını kendilerinden dinleyin. Kendinize özgü Sürdürülebilirlik Tutkusu’nu ateşlemek için gereken ilhamı, motivasyonu ve gücü içinizde hissetmeye hazır olun. Su için Karbon Yönetmen: Evan Abramson, Carmen Elsa López Yapım yılı: 2011 / Süre: 23' / Ülke: ABD, Kenya Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://www.carbonforwaterfilm.com/ Hayat nadide bir şeydir; ama suyun nadide olmaması gerekir. Kenya’nın Batı Eyaleti’ndeki kadınlar ve kızlar, kaynatıp içilebilecek niteliğe getirebilmek için, saatlerce kirli su ve yakacak odun peşinde koşuyor. Kolera, tifo ve su yoluyla bulaşan diğer hastalıklar; içme suyunu, kirli sudan elde etmeye mahkûm olan bu talihsiz halkların yaşamını ve geçim kaynaklarını tehdit ediyor. Kirlenmiş içme sularını kaynatmak zorunda olan Kenya’nın Batı Eyaleti’ndeki bu kadınlar, yakacak odun bulabilmek için eğitim ve kişisel güvenlikleri de dahil olmak üzere her şeylerini gözden çıkartıyor. Hızla azalan yakacak odun ise, giderek kıymete biniyor. Atık Dağı: Ampul Tuzağı Yönetmen: Cosima Dannoritzer Yapım yılı: 2010 / Süre: 53' / Ülke: İspanya, Fransa Dil: İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca / Türkçe altyazı Film Anasayfa: http://www.reelisor.com/project/id__304/ Bir zamanlar, ürünler evlâdiyelik yapılırdı. Neden sonra, 1920’lerin başında bir grup iş adamının zihninde bir şimşek çaktı: "Eskimeyen bir ürün, ticarî bir trajedidir" (1928). Böylece Planlanmış Eskime dediğimiz fikir doğmuş oldu. Kısa bir süre sonra, bilhassa akkor ampulün yaşam süresini kısaltmak üzere dünya ölçeğindeki ilk kartel kuruldu. Yeniliğin ve parlak fikirlerin sembolü olan ampul, böylece Planlanmış Eskime’nin ilk kurbanı oldu. 1950’li yıllarda tüketici toplumun doğmasıyla bu kavram bambaşka bir anlam kazandı. Tasarımcı Brooks Stevens bunu şöyle açıklıyor: "Planlı Eskime, bir şeyin biraz daha yenisine, biraz daha iyisine, gerek duyulduğundan biraz daha sahip olma arzusudur…" Büyüme odaklı toplumun yıldızı parlamaya başladı, herkes istediği her şeye sahip oldu, çöpler dağ oldu (tercihen Üçüncü Dünya'daki yasadışı uzak çöplüklerde); ta ki tüketiciler isyan edinceye kadar. "Ampul Tuzağı" tüketim toplumunun ve planlanmış eskimenin olumsuz yönlerini açığa çıkartan bir belgesel. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi SANAT Çöpün Tadına Bak Yönetmen: Valentin Thurn Yapım yılı: 2011 / Süre: 88' Ülke: Almanya Dil: Almanca, Fransızca, İngilizce, Japonca, İtalyanca / Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://tastethewaste.com/ İnanılmaz ama gerçek: Yiyeceklerimizin yarısından çoğu çöpe gidiyor – çoğu çiftlik ile mağaza arasındaki yolda; yani daha soframıza, tabağımıza bile ulaşmadan önce! Avrupa’daki evlerde, her yıl 200 milyar avroya eşdeğer yiyecek çöpe atılıyor. Bu, dünyanın en büyük gıda şirketi Nestlé’nin senelik cirosuna eşit! Avrupa’da çöpe atılan yiyecekler, dünyadaki bütün aç insanları ikişer kez doyurmaya yeter. Tarım için büyük miktarlarda enerji, su, gübre ve zirai ilaç bir çırpıda tüketiliyor. Tarla açmak için yağmur ormanlarındaki ağaçlar kesiliyor; sera gazlarının üçte birinden fazlası tarımdan kaynaklanıyor. Ne zaman bir yiyecek çöplükte çürüse, küresel ısınmadaki payı karbon dioksitten 25 kat fazla olan metan gazı atmosfere karışıyor. Gıda israfını yarı yarıya azaltmak bile, dünya iklimi açısından otomobillerin yarısını ortadan kaldırmaya eşdeğer bir yarar sağlayacak. Film yapımcısı Valentin Thurn, bu israf üzerine market çöplüklerinde uluslararası ölçekte bir araştırma yaptı. Bu araştırma, çöplüklerde, bir kısmı halen ambalajlı olan ve son kullanma tarihi geçmemiş, tamamen yenebilir durumda olan çok büyük miktarda yiyeceği belgeledi. Bu film bu sorumsuzca israfın, küresel kıtlıktaki payının izini sürüyor ve dünyanın dört bir yanında, bu akıl almaz israfa son verme çabalarını inceliyor. Havza: Yeni Batı için Yeni bir Su Etiği Arayışı Yönetmen: Mark Decena Yapım yılı: 2012 / Süre: 56' Ülke: ABD Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://watershedmovie.com/ Rocky Dağları Ulusal Parkı’nda kamış balıkçılığı rehberi olan Jeff Ehlert, Colorado Nehri havzası boyunca çok kullanılan bir deyişe atıfta bulunarak, “Viski, içmek içindir. Su, savaşmak içindir,” diyor. Dünyada üstüne en fazla baraj kurulmuş, kazılmış ve yatağı değiştirilmiş nehir olan Colorado Nehri; Amerika Birleşik Devletleri’nin batısı ve Meksika çevresinde yaşayan otuz milyon insanın geçim kaynağı olmaya çalışıyor. Ancak Colorado Nehri Anlaşması olarak bilinen sulh anlaşması artık yapabileceklerinin sınırına gelmiş durumda. Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim Yapım yılı: 2012 / Süre: 53' Ülke: ABD Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://topdocumentaryfilms.com/education-sustainable-future/ Sürdürülebilir bir eğitim, ileri bir toplumun hayatî bileşenlerinden biri. Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim filmi, okullardaki mevcut uygulamaların toplumsal açıdan sürdürülebilir olmadığını gösteren bir belgesel. Film, insanın en yüksek potansiyelini İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ortaya çıkaran yeni bir eğitim sisteminde toplumsal yönden bizi ilgilendiren noktaları eleştirel bir yaklaşımla çözümlerken; diğer yandan toplumsal becerilerin nasıl beslenebileceğine dair yardımcı bazı eğitsel yöntemleri ve eleştirel düşünme Zaten çorak olan topraklarda yükselen sıcaklıklar ve azalan yağmura rağmen, artan bir nüfusun ihtiyaçlarını nasıl karşılayabiliriz? Şehirlerin, tarımın, uğraşım (rekreasyon) alanlarının, yaban hayatının ve yerel toplumların suya olan taleplerini nasıl dengeleriz? Havza filminde; Ehlert, Colorado Nehri havzasında yaşayan ve çalışan altı kişiyle söyleşiyor. Bu insanların paylaştığı hikâyeler, yeni ve kaçınılmaz bir su etiğini anlatıyor ve herkese yetecek birlikte var oluşun yolunu gösteriyor. Bu film, hayata tutkuyla sarılmış gönülden bir çevreci olan Bradford Delano Smith (1958 – 2008) anısına çekilmiştir. tekniklerinin ayrıntılarına giriyor. Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim, çevrimiçi olarak ulaşılabilen, paylaşıma açık, bağımsız bir yapım. SANAT Yeşil Kaplanın Uyanışı: Çin’de Yükselen Yeşil Hareket Yönetmen: Gary Marcuse Yapım yılı: 2011 / Süre: 78 ' / Ülke: Çin, Kanada Dil: Çince ve İngilizce, İngilizce ve Türkçe altyazı Film Anasayfa: http://www.facetofacemedia.ca/page.php?sectionID=2 Çin'de yeni bir çevre yasasının yürürlüğe girmesiyle bir çevre hareketi başladı ve sıradan yurttaşlar Çin tarihinde ilk defa, düşüncelerini açıkça söyleme ve hükümetin kararlarını etkileme hakkına sahip oldu. Aktivistler bu yeni hakkı derhal kullandı ve bir nehri kurtardı. Başlattıkları hareket, Çin'i dönüştürme gizil gücüne sahipti. Aktivistlerin, çiftçilerin ve gazetecilerin gözünden aktarılan bu film; başarıya ulaşmış olağanüstü bir kampanyayı, Yangtze Nehri’nin yukarı kısmında, güney batı Çin’in yüksek dağlarında inşası planlanan bir baraj projesini durdurmayı başaran çevre hareketini konu ediyor. Film, Çin sınırları dışında hiç görülmemiş çarpıcı arşiv görüntülerine; hükümete yakın çevrelerle ve Başkan Mao dönemindeki kalkınma uğruna doğanın "fethedilmesi" seferberliklerini hatırlayan tanıklarla yapılmış çok sayıda söyleşiye yer veriyor. Milyonların seferber edildiği bu süreçte Çin'in peyzajı yeniden şekillendirilmiş, gölleri, sazlıkları, ormanları ve yeşil alanları mahvolmuş, toz fırtınaları kontrolden çıkmış ve bilim çaresiz kalmıştı. Yemeklerin Efendisi Yönetmen: Richard Chisolm Yapım yılı: 2011 / Süre: 65' Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://cafeteriaman.com/ Anahtar Kafeteryacı, Baltimore’daki devlet okullarında 83,000 öğrenciye hizmet veren beslenme programını ‘yeşilleştirme’ çabasını konu alan, nelerin mümkün olduğunu sergileyen olumlu bir girişimi ele alıyor. Aktivistlerin ve yurttaşların el ele vererek öğrencilerin yemeklerini değiştirme girişimini anlatan film, işlevsiz beslenme sistemine çözüm getirmek için kime ve neye ihtiyaç olduğunu gösteren etkileyici bir öykü. Hazır ve işlenmiş yiyeceklerin yerine yerel yetiştirilmiş, taze hazırlanmış gıdaları koymaya Yönetmen: Mathieu Roy, Harold Crooks Yapım yılı: 2011 / Süre:104' Ülke: Fransa Dil: Fransızca, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://www.switchenergyproject.com/aboutfilm.php Dünyamızı yaratan enerjiden, geleceğimizi şekillendirecek enerjilere geçiş nelere mal olacak? Ulaşım ve konut, yemek ve su, iletişim, ışık, ısı ve soğutma; tüm çağcıl yaşamımız enerjiye bağlı. Bir yüz yıldan fazladır, bu enerji çoğunlukla petrol ve kömürden sağlanıyordu. Çevresel etkiler ve arza dayalı kaygıların etkisiyle ilgimizi enerjideki diğer alternatiflere kaydırmaya başladık. Bu geçiş sürecinin nasıl ilerlediğini öğrenmek üzere enerji düşünürü Dr. Scott Tinker'a katılın. Dr. Tinker, kömürden güneşe, petrolden biyo enerjiye kadar dünyanın önde gelen enerji üretim sahalarını keşfe çıkıyor. Daha önce hiç kimsenin girmediği mekânları kamerayla ziyaret ederek hükümetin, sanayinin ve akademinin uluslararası öncülerinden merak ettiği sorulara cevaplar alıyor. Dr. Tinker, enerjiyle ilgili en önemli çalışan Tony Geraci, şehirdeki devlet okullarının yemek yöneticiliğini yapan New Orleans’lı karizmatik bir şef. Geraci’nin cesur vizyonu kapsamında; okullarda sebze bahçeleri, öğrencilerin tasarladığı mönüler, etsiz Pazartesi’ler ve sınıflarda verilen beslenme eğitimleri de bulunuyor. Film, ana karakteri Tony Geraci’nin çevresinde, reform çabalarının başarıya ulaşması için gerekli olan farklı ve dinamik beşerî bileşenleri seyirciye aktarıyor. konuları araştırıyor: Eğer kömür temiz bir enerji kaynağı değilse, niye kullanmaya devam ediyoruz? Petrol daha da pahalılaşacak mı? Tükenmesi mümkün mü? Hidrolik çatlama ne kadar riskli? Nükleer enerji ne kadar tehlikeli? Bu alternatif enerji kaynaklarına geçiş sürecinde karşılaşılan en büyük zorluklar neler? En gelecek vaat eden çözümler neler? İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER Akkuyu Nükleer Santrali ve HUKUKSAL GERÇEKLER NÜKLEER SANTRAL İNşASıNıN HUKUKUMUZA UYGUN OLUP OLMADıĞıNı GöSTEREN EN öNEMLİ KANıT SANTRALİN YARGıSAL DENETİMDEN KAÇıRıLMAK AMAcıYLA DEvLETLERARASı ANLAşMA İLE YAPıLMASıDıR. A İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi kkuyu Nükleer Güç Santrali kurulumu ile ilgili olarak ulusal basında çok sayıda haber yayınlandı. Ancak yaşanan hukuksal süreçler konusunda halen bilinmeyen pek çok şey var. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi olarak yaşanan hukuksal süreci okuyuculara aktarmak için Çevre Hukuku Derneği’nden Avukat Arif Nihat Alpsoy ile görüştük. NÜKLEER ENERJİ Siz bu süreçte santralin kurulmasını engellemek adına hukuksal mücadele verdiniz. Süreç nasıl başladı ve neler yaşandı? 2007 yılı sonunda kurulan Çevre Hukuku Derneğimiz kapsamında yapılan çalışmalar esnasında, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi (TETAŞ) Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli mevkiinde Nükleer Güç Santrali (NGS) inşası ve işletilmesi için “yarışma” adı altında bir işlem yapmıştı. İşlemin ayrıntıları incelendikten sonra konu dernek yönetim kurulumuzda değerlendirilmiş ve bu işleme karşı dava açılmasına ve davayı açmak, avukatlığını yapma konularında tarafıma görev verilmesine karar verilmişti. Bu karar çerçevesinde ve kolektif çalışmalarımız neticesinde yapılan işleme karşı 20.04.2009 tarihinde Ankara 3. İdare Mahkemesi Başkanlığında 2009/78E sayılı dava açılmıştı. Bu davada usul işlemleri bittikten sonra 21.12.2009 tarihinde tarafların duruşmaya çağrılarak dinlenmesine karar verilmişti. Ancak söz konusu duruşma tarihinden önce TMMOB tarafından, aynı işlemin yasal dayanağı olan yönetmeliğe karşı açılan dava kazanılmış ve TETAŞ Yönetim Kurulu 20.11.2009 tarihli ve 30-63 nolu toplantısında söz konusu yarışmanın iptaline karar vermişti. Derneğimizin açtığı yasal süreç bu şekilde noktalanmıştı. Davamız diğer pek çok STK, Meslek Odaları ve CHP’nin yürüttüğü hukuki mücadeleden birisiydi. Diğer hukuki mücadelelerden farkı ise ilk defa nükleer güç santrallerinin tüm yönleriyle yani, ekonomik, ekolojik, demografik ve stratejik yönleriyle ele alındığı bir davaydı. Bu davada uluslararası alanda en son yayımlanan makaleler ve raporlar delil olarak kullanılmıştı. Bu raporlar sadece çevre örgütleri tarafından hazırlanan raporlar olmayıp devlet kuruluşları ve üniversitelerin ortaklaşa hazırladığı, nükleer santral işleten şirketlerin de katılımlarının olduğu kimisi başka ülkelerde nükleer santrallerin kapatılması için açılan davalarda kullanılan çok sayıda güncel ve resmi raporlardı. Dava sırasında bu raporların içerdiği GÜNÜMÜZDE ÜLKEMİZDE YÜRÜTÜLEN ÇED RAPORU HAZIRLAMA ÇALIŞMALARINA vE bU RAPORLARIN DENETLENME ŞEKİLLERİNE bAKILDIĞINDA CİDDİ bİR SORUNLA KARŞI KARŞIYA KALDIĞIMIZ AŞİKARDIR Arif Nihat Alpsoy, Avukat bilgilere karşı hiçbir cevap verilememiştir. Bunun yanında nükleer atıkların meta yani ticari eşya olduğu ve başkalarına para ile satılabileceği davalı kurumca beyan edilmiştir. İşlemin dayanağı olan 5710 sy. yasadan önce yapılan ve o dönemde görevde olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından gerçekleştirilen vetonun “Cumhurbaşkanı’nın yanlış bilgilendirilmesinden kaynaklandığı” ifade edilmiştir. İleri sürdüğümüz iddiaların hepsi oldukça ciddi iddialar olup bir iptal davasında ileri sürülmüştür. Bu iddialarımızdan bazıları santralin maliyetine yönelik olup alım garantisi verildiğinden bu bedellerin ülkemiz insanından tahsil edileceği ve ileri sürülen fiyatın oldukça yüksek olduğu tarafımızca iddia edilmiştir. Bu iddiaya ve sunduğumuz belgelere karşı hiçbir cevap verilememiştir. Aynı şekilde ABD de Californiya eyaleti tarafından üniversiteler, nükleer santral işleten şirketler ve devlet kuruluşlarınca ortaklaşa hazırlanan raporlar, çeşitli davalarda toplanan bilimsel çalışma sonuçları sunularak santralin işletilmesi halinde deniz hayatının ve balıkçılığın 1015 yıl içinde yok olacağı ortaya konulmuştur. Bu hususta da hiçbir cevap verilmemiş, iddialar gerekçe gösterilmeden inkar edilmiştir. Herhangi bir kaza durumunda şehrin tahliyesinin, demografik sıkıntıların olacağı yine bilimsel çalışmalar ile ileri sürülmüşse de sadece inkar ile karşılaşılmıştır. Temel olarak işlemi yapan kurumun söz konusu santralin potansiyel tehlikelerine hazır olmadığı, ciddi kaza olmasa dahi santralin normal çalışması sırasında ortaya çıkabilecek, çevrenin, dolayısıyla tarım, balıkçılık gibi önemli ekonomik değerlerin uğrayacağı zararın dikkate alınmadığı, nükleer santralin söz konusu alanda kurulması halinde yaşayacağı verim kayıplarının, nihai fiyatların aşırı yüksekliğinin göz ardı edildiği verilen cevaplar ile ortaya çıkmıştır. Nükleer santral inşasının hukukumuza uygun olup olmadığını gösteren en önemli kanıt santralin yargısal denetimden kaçırılmak amacıyla devletlerarası anlaşma ile yapılmasıdır. Hukuki olarak santralin yapılmaması için ne gibi gerekçeler mevcut? Bildiğimiz kadarıyla Anayasanın 90. Maddesi, 244 sayılı Milletlerarası anlaşma maddesi ve Viyana Anlaşmalar Hukuku sözleşmesi kapsamında değerlendirildiğinde zaten santralin yapılmaması gerekiyor. Bu konuda bilgi verebilir misiniz? Nükleer santral inşasının hukukumuza İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER NÜKLEER ENERjİ YATIRIMLARINDA TEMEL SORUN bU YATIRIMLARIN DİĞER ENERjİ ÜRETİM SİSTEMLERİNE KIYASLA NEREDEYSE TAMAMEN SİYASİ KARARLAR OLMASIDIR. uygun olup olmadığını gösteren en önemli kanıt santralin yargısal denetimden kaçırılmak amacıyla devletlerarası anlaşma ile yapılmasıdır. Anayasamızın 90. maddesi çerçevesinde TBMM’de kabul edilen anlaşma kanun haline gelerek bugün yapılan işlemlerin yasal dayanağını oluşturmaktadır. Bu işlemlerin yargı denetimine tabi olduğu aşamalarda ise, ilgili kurumların yaptığı işlemlerin, beyan edilenlerin aksine yasalara aykırı olduğu ve ülkemizi açıkça zarara uğratacağı için iptal edildiği bellidir. Nükleer enerji yatırımlarında temel sorun bu yatırımların diğer enerji üretim sistemlerine kıyasla neredeyse tamamen siyasi kararlar olmasıdır. Enerji üretiminin pek çok yolu bulunmaktadır. Ancak sahip olduğu yıkıcı potansiyeller, nükleer silah üretimi için taşıdıkları önem, kaza olmasa dahi faaliyeti sırasında çevreye verdiği ciddi zararlar ve karşılaştırılamayacak denli yüksek maliyetleri ile nükleer enerji üretim sistemleri ayrı bir konumda bulunmaktadır. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Nükleer santral inşasını ya da nükleer tesis işletmeyi yasaklayan doğrudan herhangi bir kanun ya da düzenleme bulunmamaktadır. Kaldıki şimdiye kadar ülkemizde üç adet deneysel çalışmalar için kullanılmak üzere nükleer santral prototipi inşa edilmiş ve çalıştırılmıştır. Bu prototipler araştırma amaçlı olup oldukça düşük düzeyli ve elektrik üretmeyen yapılardır. Sözleşmede konu edilen nükleer güç santralleri ise elektrik üretme amacını taşıyan ve oldukça güçlü santrallerdir. Bu nevi santralleri doğrudan yasaklayan ulusal ya da uluslararası bir düzenleme yoktur. Uluslararası yasalar nükleer santrallere sadece enerji üretimi için izin vermekte ve silah üretimi yapılmasına karışmamaktadırlar. Ancak santrallerin inşası, işletilmesi ve işletmeden çıkarılması safhasında karşı karşıya kaldığımız yükümlülükler ve potansiyel tehlikelerin gerçekçi şekilde ele alınması, teknik ve yasal tedbirlerin alınması gereklidir. Hâlihazırda NÜKLEER hükümetimizin uygulamaya koyduğu ilk yasanın 09.11.2007 tarihli 5710 sy. Yasanın toplam 9 asıl ve 2 geçici maddeden oluştuğu ve nükleer santral yasasının içine yerli kömür yakıtlı santrallerin teşviki hakkında maddeler konulduğu hatırlanırsa bu ciddiyeti göremediğimiz rahatlıkla söylenebilir. Bu aşamalar dikkatle incelendiğinde nükleer santrallerin başta anayasamızın 56. maddesinde yer alan ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını koruyan maddesine aykırı olduğu görülmektedir. Zira sunduğumuz delillerle kurulmak istenen nükleer santralin çevre kirliliğine yol açacağı, tarım, hayvancılık ve balıkçılığı kesin olarak olumsuz yönde etkileyeceği, insan sağlığı üzerine olumsuz etkileri olacağı ortaya konmuştur. Santralin çevreye vereceği zararın sağlık ve ekonomik boyutlarının göz ardı edilmesi bu işlemlere onay/lisans/izin veren bürokratların eylem ve işlemleri görevi kötüye kullanma suçlamasına konu olabilecektir. Zira tüm süreç santralin ne pahasına olursa olsun kurulması mantığı üzerine yürütülmektedir. İlgili kurumlara yapılan başvurular, gönderilen bilimsel veriler ve raporlar dikkate alınmamaktadır. İleride yapılan uyarışların gerçekleşmesi halinde insan sağlığı, çevre kirliliği ve mali alanda büyük sıkıntıların çıkacağı muhakkaktır. Bu halde bu hususları araştırmayan birimlerin ve kişilerin sorumluluğu doğacaktır. Bu aşamada soruyla doğrudan ilgili olmasa da bilgi açısından Türk Ceza Kanununda yer alan bazı maddelere dikkat çekmek gereklidir. TCK 6/f(5) maddesinde silah olarak kabul edilen nükleer ve radyoaktif maddelerin 172/4 md. gereğince santralin işletmesi sırasında kaza sonucu yayılmasına neden olan kişinin cezasının sadece 6 ay ila 3 yıl arasında hapis cezası olduğunu bilmekte fayda bulunmaktadır. Günümüzde ülkemizde yürütülen ÇED raporu hazırlama çalışmalarına ve bu raporların denetlenme şekillerine bakıldığında ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldığımız aşikardır. ENERJİ HUKUKUN GERÇEK ANLAMDA UYGULANMASI SADECE MADDELERDE YAZILI OLAN PROSEDÜRLERİN TEK TEK YAPILMASI DEĞİL, MADDELERİN TAŞIDIĞI AMACA UYGUN HAREKET EDİLMESİNİ ZORUNLU KILAR. Şeffaflık Derneği tarafından düzenlenen panelde, özellikle ÇED raporları konusunda yapılan hukuksuzluklardan söz etmiştiniz. Bu konu ile ilgili olarak bilgi verebilir misiniz? ÇED raporları herhangi bir tesisin faaliyetini çevreye zarar vermeden yahut minimum zararla işletmesi için hazırlanan planlan teklifleridir. Bu plan tekliflerinin başarılı olması hem inşa edilmek istenen tesisin inşasını hem de çevrenin korunmasını mümkün kılar ki her iki koşulda ülkemiz değerlerinin ekonomik ve çevresel anlamda korunmasını ve daha fazla fayda sağlamasını olanaklı kılar. Bu planların başarılı olmasının ve işe yaramasının ilk koşulu ise gerçekçi yaklaşımlardır. Bu gerçekçi yaklaşıma sahip olmayan planlar sadece bir evrak prosedürünü tamamlama amacına hizmet eder. İşe yaramadıkları için çevrenin kirlenmesini önleyemedikleri gibi olası kirlenme ve kaza risklerinide arttırırlar. Bu konuda bu planların doğru şekilde hazırlanıp hazırlanmadığı büyük önem taşımaktadır. Nükleer santraller gibi doğrudan siyasi otoritenin emir ve direktifiyle gerçekleştitilmek istenen bu çaptaki projede parası verilerek özel bir şirkete hazırlatılan planların ne kadar şirket istek ve ihtiyaçlarına aykırı olacağı ve aynı planların amirleri tarafından işlerine kolaylıkla son verilebilecek veya görev nitelik yahut yerleri değiştirilebilecek bürokratlar tarafından yeterince incelenebileceği dikkate alınmalıdır. Hukukun gerçek anlamda uygulanması sadece maddelerde yazılı olan prosedürlerin tek tek yapılması değil, maddelerin taşıdığı amaca uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Günümüzde ülkemizde yürütülen ÇED raporu hazırlama çalışmalarına ve bu raporların denetlenme şekillerine bakıldığında ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldığımız aşikardır. Hükümetin, bakanların doğrudan desteklerini belirttikleri ve her şekilde İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER DEPREM bÖLGESİ OLDUĞU, jEOLOjİK YAPININ NÜKLEER SANTRALE UYGUN OLMADIĞI SÖYLENEN vE YER LİSANSINI 40 YIL ÖNCE ALMIŞ bİR ALANDA YAPILMAK İSTENEN SANTRAL DE EĞER bİR TAbİ AFET NEDENİYLE KAZA GERÇEKLEŞİRSE bUNUN MALİ YÜKÜ TÜMÜYLE ÜZERİMİZE KALACAKTIR. yapılması için açıkça uğraş verdikleri nükleer santral inşasında denetleyen bürokratın aykırı bulduğu hususları ne kadar ve ne ölçüde açıklayabileceği ortadadır. ÇED raporu başvurularının hemen hemen hepsi kabul edilmekte ancak sonrasında dava açıldığında mahkemece yapılan incelemeler neticesinde pek çok onaylanmış ÇED raporu iptal edilmektedir. O zaman şu soruyu sormak herkesin hakkıdır. Bu raporlar nasıl denetlenmektedir? ÇED süreçlerinde halkın katılımı toplantıları gerçekte büyük önem taşımasına rağmen ülkemizde bir halkın katılımı toplantısından tamamen aleyhte karar çıksa dahi projenin uygulanmasına yasal olarak engel oluşturmadığı açıkça görülmektedir. Bu durum basına sıkça yansıyan yerel halkın direnişinin, eylemlerinin temelini oluşturmaktadır. Zira insanların ata toprakları ve yaşam alanlarının tahribini engellemek için söyledikleri sözler dinlenmemektedir. Bunca eyleme neden olan ÇED raporlarının halkın katılımı toplantılarına rağmen nasıl onay aldığı ise ayrı bir merak konusudur. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Rusya Hükümeti ile gerçekleştirilen anlaşma maddelerinde bedelsiz toprak verilmesi, satın alma garantisi ve süreleri, atık yönetimi ve santralin sökümü konusunda ve benzeri konuda birçok tutarsızlık ve yetersiz açıklama yer alıyor. Siz anlaşmayı genel olarak nasıl yorumluyorsunuz? Anlaşmanın temel olarak iddianın aksine enerji arz güvenliği veya nükleer teknolojinin ülkemize yerleşmesi için değil ne pahasına olursa olsun nükleer santralin inşası için yapıldığı kanaatindeyim. Devir anlaşmasını biraz açıklamak gerekiyor. Yapılan anlaşma ile Rus Devletine satılan bir toprak bulunmamaktadır. Ancak inşaat ve işletme süresince (İnşaatların 5-7 yıl arasında süreceği işletmenin ise 60 yıl olarak öngörüldüğü belirtiliyor) söz konusu alanın tüm kontrolünün Rus tarafında olacağı tereddütsüz olarak belirtilmektedir. Bu alana sokulacak materyaller ve bu alana girecek kişilerin kim olduğuna sadece Rus tarafı karar verebilecek. İşletmeden kaynaklanan nükleer atıkların en az birkaç yıl süre ile santral sahasında bekletilmesi teknik bir zorunluluktur. Bu durum da geçici depolama alanlarının kurulmasını gerektirir. Asıl mesele ise nihai depolama alanlarıdır. Anlaşma gereğince ortaya çıkan atıkların Rus tarafınca alınacağına yönelik çeşitli söylentiler olmasına rağmen anlaşmanın 12. maddesi incelendiğinde böyle bir yükümlülük olmadığı ve Rus tarafının sadece kendisi tarafından satılan yakıtların atığını “yeniden işlemek üzere” (depolamak üzere değil) alabileceği, bunun ayrı bir anlaşmaya bağlı olduğunu belirtmektedir. Yani sözleşmede nükleer atıkların nihai depolama alanının Türkiyede olmayacağına dair hiçbir madde olmadığı gibi önceki işlemlerde de yer alan nihai depolama alanlarının oluşturulması için getirilen İşletmeden Çıkarma Hesabı ve Ulusal Radyoaktif Hesabı isimli iki bütçenin aynen korunduğu bellidir. Satın alma garantileri ise, genellikle bir yatırımın kolaylaştırılması, bir teknolojinin nakli ve işletilmesi istenen bir tesisin kurulumunu rahatlatmak amacıyla devlet tarafından gerçekleştirilen bir destektir. HES, RES ve diğer termik santrallere de verilmektedir. Nükleer enerjide ise, santralin Türk devletinin malı olmaması ve ciddi tepkiler nedeniyle inşasına ve işletmesine hazine NÜKLEER garantisi verilememektedir. Bunun yerine alım garantisi verilmiş ve anlaşmanın 10. maddesinde uzun uzadıya düzenlendiği şekilde alım garantisi için belirlenen rakamın içine tüm inşa, işletme vs. santrali kuracak şirketin tüm masrafları hatta olası masrafları dâhil edilmiştir. Bu şekilde şirket ilk yatırım maliyetini kendisi yapacak ve 15 yıl çalıştırdıktan sonra yapmış olduğu yatırımı geri kazanacaktır. Günümüzde Nükleer Santrallerin inşası ve işletmesi için fon temin edilemediği düşünüldüğünde (zira aşırı riskli yatırımlar olarak kabul edilmektedir) Rus devletinin sahibi olduğu iki şirket aracılığıyla ülkemizde inşa edeceği santrallerin yatırım ve işletme giderlerini dünyada hiçbir finans kuruluşunun sunmayacağı koşullarda 15 yıl içinde tamamen karşılayacağı görülmektedir. Bulgaristan Belene örneğinde yaşadıkları düşünüldüğünde bu koşullardan daha iyi bir finansmanı bulamayacağı açıktır. Deprem bölgesi olduğu, jeolojik yapının nükleer santrale uygun olmadığı söylenen ve yer lisansını 40 yıl önce almış bir alanda yapılmak istenen santral de eğer bir tabi afet nedeniyle kaza gerçekleşirse bunun mali yükü tümüyle üzerimize kalacaktır. Anlaşmada çevrenin korunması adına herhangi bir madde yer alıyor mu? Yeterlilik anlamında anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Anlaşmada çevre koruma adına hiçbir madde yer almıyor. ÇED raporunun alınmasına dahi gerek olmadığı hakkında bir karar çıkarılmasına rağmen ÇED raporu süreci işletilmesi de ayrıca enteresan bir durumdur. Çevrenin korunması konusunda Rus tarafına ve ülkemiz bürokrasisine güvenmekten başka bir çare bulunmamaktadır. Anlaşmanın bu niteliği ile muhafaza edilmesi ve santralin inşa edilmesi halinde ülkemiz için çevre kirliliği, ekonomik sıkıntı ve enerji bağımlılığı konusunda bugünleri arar hale getirecek denli tehlikeli bir anlaşma olduğu kanaatindeyim. Nükleer santral inşasının gerekçelerinden birini enerji üretim çeşitliliği ve enerji bağımsızlığı oluşturmaktadır. Nükleer santral gerçekten enerji üretim çeşitliliği getirecektir. Çünkü ülkemizde daha önce hiç kurulmamış, kullanılmamıştır. Ancak sorun enerji bağımsızlığıdır. Şöyleki, halihazırda petrol ve doğalgaz alanında Rusya’ya bağımlı durumdayız. Bu doğalgazın küçümsenemez bir bölümü Doğalgaz ile çalışan elektrik santrallerinde kullanılmaktadır. Bunun yanında elektrik üretimi alanındaki en önemli yatırımımızı da Rusya ile yapmaktayız. İleride devletlerarası bir sıkıntı olduğunda Rusya’nın ülkemizi karanlığa gömmesi ve sanayimizi durma noktasına getirmesi hiçte küçümsenecek bir olasılık değildir. Anlaşmada göz boyayacak şekilde santralin işleten Rus şirketi tarafından sigorta ettirileceği düzenlenmektedir. Ancak sigorta primlerinin elektrik birim fiyatına eklendiği yani sigorta prim ENERJİ bedellerinin halkımızın cebinden çıkacağı söylenmemektedir. Bunun yanında anlaşma gereğince ve daha önce imzaladığımız uluslararası anlaşmalar gereğince ülkemiz Paris Sözleşmesi tarafı olup bu sözleşme hükümlerince sigortalanmaktadır. Bu sözleşmenin 9. maddesi Japonya (Fukuşima) kazası karşısında yorum gerektirmeyecek denli açıktır. “Millî mevzuatla aksi gösterilmedikçe işleten, silâhlı çatışma, tecavüz, iç harb, isyan hareketi ve istisnaî karakterde vahim tabiî bir âfet yüzünden doğacak nükleer bir kazanın sebep olduğu hasardan mesul değildir.” Deprem bölgesi olduğu, jeolojik yapının nükleer santrale uygun olmadığı söylenen ve yer lisansını 40 yıl önce almış bir alanda yapılmak istenen santral de eğer bir tabi afet nedeniyle kaza gerçekleşirse bunun mali yükü tümüyle üzerimize kalacaktır. Böylesi bir durum oluşmadan kaza meydana gelmesi halinde ise işleten şirketin sorumluluğu 700 milyon EURO ile sınırlıdır. Nükleer kazalarda bu sınırın oldukça yetersiz olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak nükleer santraller gibi tehlikeli bir tesisin sigortalanmasını ancak bu gibi sınırlarla kabul eden sigorta şirketleri karşısında şu an için yapılabilecek bir şey bulunmamaktadır. Sonuç olarak; nükleer santral, harcanacak paraların büyüklüğü nedeniyle hiçbir aksilik olmasa bile ekonomik bir felaket olarak ülkemize zarar verecektir.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER Nükleer Santral KAÇA PATLAR? . Özgür Gürbüz, Gazetci, Yazar T ürkiye nükleer santral kurma konusunda ısrarını sürdürüyor. Halka rağmen ısrar sürüyor da denebilir. Yapılan farklı araştırmalar Türkiye'de halkın yüzde 6070'inin nükleer santral istemediğini ortaya koyuyor. Bu birçok ülkede santral planlarının çöpe atılmasına yetecek bir orana işaret ediyor. 1978 yılında Avusturya'nın Zwentendorf kentindeki yapımı biten nükleer reaktör hiç çalıştırılmadan kapatılmıştı. Nedeni ne santral teknolojisinin eski, ne de maliyetinin yüksek olmasıydı. Halk istemediği için santralin kapısına hiç açılmadan kilit vuruldu. Nükleer santralin çalıştırılmasına hayır diyenlerin oranı halk oylamasına katılanların yüzde 50,47'siydi. Yaklaşık 30 bin oy farkla 730 megavat (MW) gücündeki santrale ve planlanan diğer reaktörlere “hayır” dendi. Bu oylamanın ardından Avusturya hükümeti ülkede fisyon reaktörleri kurulmasını yasakladı. Yıl 1978. İlginçtir, dünyadaki ilk büyük nükleer kaza 1979 yılında meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazasıydı. Kısmi çekirdek erimesiyle sonuçlanan bu kazadan önce Avusturya'nın böyle bir karar alması başlı başına incelenmesi gereken bir konu. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Halk oylamalarının nükleer enerji konusunda karar almak için bir yöntem olarak kullanılıp kullanılamayacağı tartışılan bir konu. Halk oylamasına karşı çıkan en kuvvetli görüşlerden biri, dört yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin 250 bin yıl radyoaktif kalacak atıkların üretilmesi konusunda karar alma yetkisine sahip olup olmadığı. Bu açıdan bakıldığında, halkın büyük bir kesimine danışılmış olsa da, bugün yaşayanların henüz doğmamış insanların geleceğini etkileyecek bir karara imza atmaları tartışmalı. Doğada oy kullanamayan diğer canlıların düşünceleri ise insan merkezli bir toplumda zaten hiç dikkate alınmıyor. Halk oylaması taraftarı karşı görüş ise, 10-20 kişiden oluşan bakanlar kurulu yerine, milyonlarca insanın fikrinin alındığı bir demokratik yöntemin uygulanmasının daha akılcı ve kabul edilebilir olduğunu öne sürüyor. Tartışmayı uzatmak mümkün ama kısaca özetlemeye çalıştığım gibi halk oylamasının nükleer enerji konusunda “tek yetkili merci” olduğunu söylemek mümkün değil. O halde nasıl karar vereceğiz? Bu sorunun yanıtı da kolay değil ama işin ekonomik yönünü değerlendirmek, en azından nükleer enerji için ödenecek maddi bedelin bir kısmının NÜKLEER KESİLEN bİR AĞACIN ORMAN bAKANLIĞI'NIN FİYAT TARİFESİNDE bİR bEDELİ OLAbİLİR ANCAK O AĞAÇTA YUvASI OLAN bİR KUŞ İÇİN bU bEDEL EMİN OLUN Kİ YETERSİZDİR. bugün yaşayanlar tarafından karşılanacak olması nedeniyle üzerinde daha kolay anlaşılır bir yöntem olabilir. Bu analizi, sorunu tek başına çözemeyeceğini baştan kabul ederek okumakta fayda var. Bir ekonomik analiz içerisinde tüm sosyal (dışsal) maliyetleri hesaba katmak zaten çok zor. Kesilen bir ağacın Orman Bakanlığı'nın fiyat tarifesinde bir bedeli olabilir ancak o ağaçta yuvası olan bir kuş için bu bedel emin olun ki yetersizdir. Bu nedenle, sosyal maliyetler konusunu başka bir yazıya bırakarak nükleer santraller için düz bir maliyet hesabı yaptığımı baştan belirtmeliyim. İşe, Fukuşima'daki nükleer felaketten sonra santral maliyetlerinin daha da arttığını söylemekle başlayalım. Bu çok normal. 1986 yılındaki Çernobil kazasından sonra da reaktör tasarımları ciddi bir değişikliğe uğramış, bu da doğal olarak maliyetlere yansımıştı. Reaktör tasarımlarındaki farklılıkları kabaca bağlı bulundukları kuşaklara (nesil veya jenerasyon da deniyor) göre sınıflandırabiliriz. Şu anda en yeni kuşak reaktörler 3+ olarak adlandırılıyor ve 4. kuşak reaktörlerin ticari faaliyete geçmesi içinse en iyimser tahminler 2030'ları işaret ediyor. Bir reaktörün farklı bir kuşağa ait olması, onun daha güvenli, daha ekonomik ve nükleer silah yapımına neden olacak teknik açıklara müsaade etmemesi için bazı tasarımsal değişikliklere uğradığını anlatır. En azından teoride bu böyle. Yeni teknoloji ürünü nükleer reaktörlerin, daha ucuza elektrik üreteceği, daha az güvenlik problemiyle karşılaşacağı ve daha kısa sürede yapımının tamamlanacağı söylenir ancak iş uygulamaya gelince durum dramatik değişiklikler gösterebiliyor. İlk Yardım Maliyeti Nükleer santraller için önemli maliyet kalemleri, içine yapım giderlerini de alan ilk yatırım maliyeti, yakıt maliyeti, işletim giderleri ve söküm bedeli olarak sıralanabilir. ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin (EIA) 2010 yılında nükleer reaktörler için belirlediği ilk yatırım maliyet ENERJİ tahmini kilovat kurulu güç başına 3 bin 902 dolardı. Bir yıl sonra, 2011'de bu tahminlerini 5 bin 339 dolara çıkardılar. Nükleer reaktörlerin bir yılda ilk yatırım maliyeti yüzde 37 arttı. 2012 yılında Litvanya'da yapılması düşünülen ve hükümetle muhalefeti birbirine düşüren 1350 MW’lık nükleer reaktör için verilen teklif ise 8 milyar 640 milyon doları buldu. Bu da kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyetinin 6 bin 400 dolara çıktığını gösteriyor. EIA'nın 2010 rakamıyla, Litvanya'daki fiyatı karşılaştırırsak bu iki yılda yüzde 60'a varan bir artışa işaret ediyor. Tüm elektrik üretim seçenekleri için benzer bir eğilimin söz konusu olmadığını göstermek adına güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik panellerin yatırım maliyetine bakmakta fayda var. EIA'nın aynı raporunda, fotovoltaik paneller için kurulu güç maliyetinin 2011'de yüzde 25 oranında ucuzlayarak 6300'den 4075 dolara gerilediği belirtiliyor. 2012'de fotovoltaik paneller için bu fiyatın 1800-2300 bandında seyrettiğini de hatırlatalım. Nükleer santrallerden üretilen elektriğin maliyetinin yüzde 60 (bazı kaynaklar da bu oran daha yüksek) oranında ilk yatırım maliyetiyle ilişkili olduğu belirtilir. Ucuza elektrik üretmek istiyorsanız ilk yatırım maliyetini düşürmeniz gerekir ki, nükleer santraller için bunun gerçekleştiğini söylemek çok zor. Söküm maliyeti reaktörden reaktöre değişse de Dünya Nükleer Birliği (WNA) ilk yatırım maliyetinin yüzde 9 ila 15'ine işaret etmektedir. Bu bilgiler ışığında analizimizi Türkiye'ye ve Akkuyu'da yapılması düşünülen nükleer reaktöre çevirmekte fayda var. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında 12 Mayıs 2010 tarihinde bir anlaşma imzalandı ve Akkuyu sahası ihalesiz bir şekilde devlet şirketi Rosatom'a verildi. Nükleer santral kararını haklı çıkarmak için üretilen teknoloji transferi yapacağız, enerjide dışarıya özellikle de Rusya'ya bağımlıyız şeklindeki sloganlar bu anlaşmayla anlamını yitirdi. Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer Santrali için farklı bir finansman modeli İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER ÇİN'DE İŞÇİLİK MALİYETLERİNİN UCUZ OLMASININ NÜKLEER SANTRALLERİN DİĞER ÜLKELERE KIYASLA DAHA UCUZA MAL EDİLMESINE NEDEN OLDUĞU bİLİNİYOR. bU DURUMDA bİRKAÇ SEÇENEK vAR. RUSLAR AKKUYU'DAKİ REAKTÖRÜ YA ÇİNLİ İŞÇİLERE YAPTIRACAK YA DA ÇALIŞACAK İŞÇİLERE ÇİNLİ İŞÇİLERİN ALDIĞI PARAYI vERECEK... İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi oluşturdu. Santralin mülkiyetini Akkuyu NGS'ye verdi. Böylece 20 milyar doları bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma derdini ve onun faiz yükünü de. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana gelen ve yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız fiyat artışı Türkiye Cumhuriyeti'ni çok da kaygılandırmadı. Aslında kaygılandırması gerekiyor. Türkiye'nin aksine fiyat artışları Rusları etkiledi. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski birkaç hafta önce yaptığı açıklamada, 2013’te Mersin’de temeli atılacak Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyetinin artacağını söyledi. İvanovski, “Maliyet 20 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkabilir” dedi. Anlaşmada Türkiye tarafına ilk yatırım maliyetiyle ilgili bir yükümlülük verilmediğinden olsa gerek (en azından bizim bildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla) Enerji Bakanlığı bu açıklamaya bir tepki vermedi. Akkuyu NGS yetkilileri haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki açıklamalarında yine 20 milyar dolar rakamını telaffuz etmeye hatta daha aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu için ilk yatırım maliyeti, kW kurulu güç başına 4116 dolar seviyesinde kalacak (20 milyar/ 4800 MW). ABD'de ilk yatırım maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı yönünde raporların geldiği şu günlerde Rusya'nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir soru işareti. Ana parayı devlet kasasından alsalar ve faiz ödemeseler bile (faiz gelir kayıplarını hesaba hiç katmadıklarını düşünüyorum) bu rakamı tutturmak zor. Çin'de yapımı süren AP-1000 tipi reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına 3 bin 500 dolara geldiği yönünde haberler var. Çin'de işçilik maliyetlerinin ucuz olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere kıyasla daha ucuza mal edilmesine neden olduğu biliniyor. Bu durumda birkaç seçenek var. Ruslar Akkuyu'daki reaktörü ya Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak işçilere Çinli işçilerin aldığı parayı verecek. Üçüncü seçenek ise VVER-1200 modelinin Batı’daki reaktörlere göre, bir şekilde daha ucuza yapılacak olması. Peki ama nasıl? Umarım bu sorunun yanıtını Enerji Bakanlığı yetkilileri biliyordur. Nükleer enerjinin bir sorunu da inşaat tarihlerinin planlandığından uzun sürmesi. Diyelim bir apartman yapacaksınız. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü. Bu da başka bir risk. Türkiye’de bir gecikme olursa bilin ki Akkuyu NGS bunu fiyatlara yansıtmak ve maliyeti oradan çıkarmak zorunda kalacak. NÜKLEER ENERJİ Elektrik Fiyatları Yükselmek Zorunda Anlaşmaya göre Türkiye'nin santralin maliyetiyle ilgili yükümlülüğü dolaylı ve alım garantisiyle sınırlı. Yap-İşlet-Sahip ol (Build-Operate-Own / BOO) modeli gereği Akkuyu NGS’nin ilk yatırım bedelini şirket elektrik satışıyla karşılamak zorunda. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan uluslararası anlaşmanın 10. maddesinin beşinci bendinde belirtildiği gibi, TETAŞ, “Akkuyu NGS” adlı proje şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ilk iki ünite (reaktör) için yüzde 70'ini ve diğer iki ünite için de yüzde 30'una tekabül eden sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca 12,35 ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan (Katma Değer Vergisi dâhil değil) satın almayı garanti etti. Akkuyu NGS, dört reaktör faaliyete geçtiğinde santralin yılda 40 milyar kWs elektrik üreteceğini söylüyor. Bu kapasite faktörünün yüzde 90'larda olacağı anlamına geliyor ki, daha önce çalıştırılmamış yeni bir model (VVER1200) için çok iddialı. Bu rakamı esas alırsak 15 yıl boyunca Akkuyu NGS'ye ödenecek rakam 50 milyar doları bulacak. Reaktörlerin planlandığı gibi peşi sıra devreye girdiği varsayılırsa ilk reaktörün devreye girmesinden 11 yıl sonra ilk yatırım maliyeti kadar bir paranın Akkuyu NGS'ye sadece alım garantileri karşılığında ödenmiş olacağı anlamına geliyor. Bu süetçe ödenecek işletme giderlerini, yakıt maliyetini de hesaba katarsak ve inşaatta hiç gecikme olmadığını varsayarsak 15 yıldan sonra ilk yatırımın geri dönüşünden bahsedebiliriz. Şirketin alım garantisi dışındaki üretimini piyasaya satması halinde kâr etmesi bile mümkün (bütün bu hesabı yaparken faizsiz para aldıkları ve faiz getirisini hesaba katmadıklarını düşünüyorum). Tabii bir şartla. Yatırım maliyetinin söylendiği gibi, düşük sayılabilecek 20 milyar dolar seviyesinde tutulması gerekiyor. 15 yıllık sürenin sonunda ise bizi daha ilginç bir süreç bekliyor. Yılda 40 milyar kilovatsaat elektrik üretecek bu santralin serbest piyasaya elektrik satması gerekecek. Şu anda PMUM'da oluşan fiyatların 7 dolar sent KOMPLO TEORİLERİNİ HİÇ SEvMEM AMA TÜRKİYE’DE ELEKTRİĞİN YÜZDE 45'LERE YAKINI DOĞALGAZ ÇEvRİM SANTRALLERİNDEN SAĞLANIYOR. TÜRKİYE'NİN bİR NUMARALI DOĞALGAZ TEDARİKÇİSİNİN RUSYA OLDUĞUNU HATIRLATALIM. civarında olduğunu anımsarsak, Akkuyu NGS'nin kâr edebilmesi için fiyatların serbest piyasada daha da yükselmesi şart. Çünkü alım garantisinde verilen 12,35 sentin altında bir fiyattan piyasaya elektrik satışı santralin kâr etmesini engelleyebilir. Pazarlık masasında 12,35 sentlik fiyatın belirlendiği tarihte sonuçları açıklanan Citi Bank'ın araştırması bu iddiamın emellerinden birini oluşturuyor. “Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli “Citi Group” araştırmasında, beş ana risk alanına dikkat çekiliyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 3 bin 400 - 4 bin 733 dolar arasında değişiyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten (8-9 dolar sent) satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Akkuyu için öne sürülen ilk yatırım maliyetinin kilovat kurulu güç başına 4 bin 116 dolar olduğu hesaba katılırsa bu raporda kâr edilmesi için belirtilen fiyat şartının Akkuyu nükleer santrali için de geçerli olduğu söylenebilir (Batı standartlarında bir nükleer santral yapılacaksa işçilik maliyetleri dışında fiyatı İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ENERJİ NÜKLEER TÜRÜ kWs MALİYETİ (ABD sent) Büyük Hidro (1 MW üstü) 5-10 Küçük Hidro (1 MW altı) 5-40 Rüzgar 5,2-16,5 Rüzgar Açıkdeniz 11,4-22,4 Rüzgar ev tipi (0,1-3 kw) 15-20 Biyokütle 7,9-17,6 Jeotermal 5,7-8,4 Güneş Çatı fotovoltaik paneli 22-44 Güneş fotovoltaik (santral tipi) 20-37 Yoğunlaştırılmış Güneş Termal 18,8-29 Dalga enerjisi 21-28 Tablo 1. Almanya’da 7 Mart 2012 tarihinde oluşan fiyatlar Tablo 2. Yenilenebilr enerji kaynakları elektrik üretim maliyetleri aşağı çekecek bir etken olmamalı). Dokuz sent civarındaki fiyat şu andaki piyasa fiyatının üzerinde ve raporda da belirtildiği gibi üreticiye ciddi bir kar sağlamıyor. Akkuyu NGS ya da Rosatom bu fiyatın üzerinde ve sürekli elektrik satmak isteyecektir. Tasarım ömrü 60 yıl olarak belirtilen (dünyada henüz hiçbir reaktör bu kadar uzun süre çalışmadı) reaktörün uzun vadede daha çok kâr edeceğini hesaplıyor da olabilirler. Komplo teorilerini hiç sevmem ama Türkiye’de elektriğinin yüzde 45'lere yakını doğalgaz çevrim santrallerinden sağlanıyor. Türkiye'nin bir numaralı doğalgaz tedarikçisinin Rusya olduğunu hatırlatalım. Doğalgaz fiyatlarının biraz artması, elektrik fiyatlarının da artmasına neden olur. İpler iyiden iyiye İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Rusya'nın elinde olacak. Bu senaryoyu bozmak için ya ciddi miktarda gaz sağlayacak yeni doğalgaz tedarikçileri bulacaksınız ya da bambaşka bir yola girip, hem enerjiyi verimli kullanacak hem de yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretmeye başlayacaksınız. Bunun önündeki en büyük engel ise sorunun bir numaralı kaynağı, Akkuyu'da kurulmak istenen santral. Nükleer ve Güneş Farklı Dünyaların Oyuncuları 30 bin megavat güneş ve bir o kadar da rüzgar kurulu gücüne sahip Almanya'da, sistem artık farklı işliyor. Güneşin veya rüzgarın çok olduğu günlerde, bu kaynaklardan üretilen elektrik miktarı o kadar artıyor ki, serbest piyasada fiyatları oldukça düşebiliyor. Mart ayında güneş enerjisinden elektrik üretim rekoru kıran Almanya'da bu oldu. Talebin arttığı gün ortasında güneş panelleri şebekeyi elektriğe boğdu ve azami yük (peak load) fiyatlarını aşağıya çekti. Spot piyasada fiyatlar 3,5 avro sente kadar indi. Bu durum başta nükleer olmak üzere, esnekliği olmayan baz yük santrallerini rahatsız ediyor. Aslında rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla nükleer arasındaki asıl kavga şebeke üzerinden oluyor. Baz yük santrallerinin sayısının ve öneminin giderek azaldığı akıllı şebekelerle desteklenen bir modele uyum sağlamakta en çok nükleer santraller zorlanıyor. Bir nükleer santrali açıp kapamanız, nükleer reaksiyonu durdurup yeniden başlatmanız günler alabilir. Nükleer santraller yapı itibariyle sürekli çalışmak, yakıt değişimine kadar devamlı elektrik üretmek istiyor. Yenilenebilir enerji ise doğası gereği daha esnek. Diğer baz yük santrallerin nükleer kadar sorunu yok. Onlar da oyunu böyle oynamak istemiyorlar ama bir doğalgaz santralini açıp kapatmak nükleer kadar zor değil. Doğalgaz santrallerinin ilk yatırım maliyetlerinin kW kurulu güç başına 1000 dolar seviyesine geldiği günlerde elektrik üreticisi şirketler de bu durumdan çok şikayetçi değil. Nükleerin karşılaştığı tek sorun bu yeni sisteme “uyum” sorunu da değil. Fiyat rekabetinde de nükleer enerji zor günler yaşıyor. Tablo2 yenilenebilir enerji kaynakları için farklı ülkelerden derlenmiş üretim maliyetlerini gösteriyor. Türkiye’de, hem işçilik hem de yenilenebilir enerji potansiyellerin güçlü olması nedeniyle (güneşlenme süresinin uzunluğu gibi) bu rakamların daha aşağısında üretim maliyetlerine ulaşmak da mümkün. Bir de bu karşılaştırmayı nükleer santralin en erken elektrik üreteceği tarih 2020’deki yenilenebilir enerji fiyatlarıyla yapmak lazım. Temiz enerjide teknoloji sürekli geliştiği ve ilk yatırım maliyetleri hızla aşağı çekildiği için aşağıdaki fiyatların da altında rakamları görmek mümkün olacak. Halihazırda 12,35 sentin altında üretim yapabilen biyokütle, jeotermal, rüzgar gibi NÜKLEER enerji kaynaklarına o tarihlerde güneş enerjisini ve hatta yakın bir tarihe kadar adından dolayı espri konusu olan “dalga enerjisini” de ekleyebileceğiz. Bugün “ucuz nükleer” diye yola çıkanların yerinde olsam o tarihlerde uzun bir yurt dışı seyahatine çıkardım. Söküm ve Atık Maliyetleri Söküm maliyetinin ilk yatırım maliyeti kadar gündeme gelmemesi, sökülme işlemine reaktör yapıldıktan 40-60 yıl (hatta daha geç) sonra başlanacak olmasından kaynaklanıyor. Genelde devletler, işletmeci firmadan söküm ve atık için gerekli parayı, üretime geçtikte sonra yavaş yavaş ödemesini ister. Türkiye'nin Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşma da bu temele dayanıyor ama özellikle nükleer atık konusunda ciddi belirsizlikler görülüyor. Atıkların Türkiye'de mi kalacağı, Rusya'nın yasalarına rağmen oraya mı gönderileceği belli değil. Akkuyu NGS A.Ş. Adlı Rosatom bünyesindeki şirketin Türkiye'de “halkı bilgilendirmek” için kurduğu internet sayfasında aynen şu satırlar yazılı: “Nükleer santralde kullanılacak tüm yakıt Rusya’dan getirilecek. Atıklar da yine Rusya’ya geri gidecek. Atıkları Türkiye satın almak isterse, Türkiye’de de kalabilecek”. Şirket, imza attığı uluslararası anlaşmanın 10. maddesinin 9. bendiyle çelişiyor. Bu maddede, “Proje Şirketi, ESA çerçevesinde TETAŞ tarafından alınan elektrik için kullanılmış yakıt ve radyoaktif yakıt yönetimi hesabına 0.15 ABD senti/kWh ve işletmeden çıkarma hesabı için 0.15 ABD senti/kWh tutarında ayrı bir ödeme yapar. ESA dışında satılan elektrik için Proje Şirketi yürürlükteki Türk kanunları ve düzenlemeleri uyarınca gerekli ödemeleri ilgili fonlara yapacaktır” deniyor. Kullanılmış yakıtlar Rusya’ya götürülecekse, neden TETAŞ’a para veriliyor? Nükleer atıklar (yakıt yerine nükleer atık demek daha doğru olur) “bir şekilde” Türkiye'de kalacaksa, Türkiye bir de bunun için para mı ödeyecek? Bu kadar önemli bir konunun, santrale beton dökülme aşamasına gelindiği şu günlerde bile çözülmemiş olması kaygı verici. Atıkları satın alacaksak bunun da bir maliyet kalemi olacağını ve tarihe geçeceğimizi belirterek söküm masraflarıyla ilgili bir hesap yapalım. Yılda 40 milyar kWs elektrik üretmesi beklenen Akkuyu NGS’den üretilen her kWs için 0,15 ABD sentini söküm masrafları için ayırması anlaşmada isteniyor. Santralin verim kaybı, çalışmayacağı ayları da hesaba katarsak 60 yılda 3 milyar dolara yakın bir paranın bu fona ayrılacağını söyleyebiliriz. Dünya Nükleer Birliği söküm bedelinin ilk yatırım maliyetinin yüzde 15’ine denk düşebileceğini söylüyor. Bu da tam 3 milyar dolara denk düşüyor. Siz de fark etmişsinizdir ki, yatırım maliyetinin gerçek yatırım maliyeti olup olmadığını, santralin sökümünün hangi standartlara uygun bir şekilde yapılacağını bilmeden bu rakamın yeterli olup olmayacağı konusunda bir yorum yapmak zor. Santralin bazı parçalarının yüksek seviyeli atık muamelesi göreceğini de biliyoruz. Atıkların ne yapılacağı bile belli değilken, sadece bu yüzdesel hesaba bakarak bir tahminde bulunmak doğru olmaz. Maliyet kadar bu belirsizlik de önemli. Elinizde 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var ama bunu ne yapacağınızı belirlememişsiniz. Yakıt Maliyeti ve Kaza Yakıt maliyeti nükleer santraller için elektrik üretim maliyetinin yüzde 10 ila 15’i arasında değişiyor. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar var ama bu yazıda bahsetmeye çalıştığım diğer kalemlere göre yakıt maliyetini tahmin etmek veya hesaplamak daha kolay. Uranyum fiyatlarına endeksli bir hesaplama yapmanız gerekiyor. Fukuşima öncesi nükleer reaktör sayısının hızla artacağını uman nükleer endüstri uranyum fiyatlarının da aynı oranda artacağını düşünüyordu. Sınırlı uranyum rezervlerine ve madenlere de ilgi artmıştı. Uranyum rezervlerinin sınırlı olması yeniden işleme gibi yakıt maliyetini arttıran yöntemlerin de daha sık gündeme gelmesine neden olmuştu. Fukuşima sonrası birçok ülkenin nükleerden çıkış kararı alması bu eğilimi değiştirdi. Yakın zamanda fiyatlarda çok ciddi bir artış beklenmiyor. Yakıt konusunda bir başka sorun yakıtın fiyatından çok yakıt fabrikalarının belli ülkelerin tekelinde olması ve her reaktör tipinin farklı yakıt ENERJİ HEM ÇERNObİL HEM DE FUKUŞİMA’DA GÖRÜLDÜĞÜ Gİbİ SADECE TEMİZLİK ÇALIŞMALARININ TUTARI bİLE 300-350 MİLYAR DOLARI bULAbİLİYOR. bU NEDENLE HİÇbİR SİGORTA ŞİRKETİ bİR NÜKLEER SANTRALİ SİGORTALAMAYA YANAŞMIYOR. çubukları kullanmasıyla ilgili. Tek tedarikçiye bağımlılık burada “dışa bağımlılık” konusunu gündeme getiriyor. Bu aşamada değineceğim son konu, kaza olması halinde ortaya çıkacak maliyet. Hem Çernobil hem de Fukuşima’da görüldüğü gibi sadece temizlik çalışmalarının tutarı bile 300-350 milyar doları bulabiliyor. Bu nedenle hiçbir sigorta şirketi bir nükleer santrali sigortalamaya yanaşmıyor. Hiçbir özel şirketin devlet desteği olmadan böyle bir maliyetin altından kalkması da mümkün değil. Nükleer kazadan sonra bir mucize eseri hiç can kaybı yaşanmasa bile, yatırım riski bu kadar büyük bir girişimin “normal şartlarda” serbest piyasa koşullarında gerçekleşmesini beklemek aslında bir hayal. İlk yatırım maliyeti, faiz oranları, inşaatın süresi gibi değişkenler nükleer santrallerin elektrik üretme maliyetlerini ciddi oranlarda etkileyebiliyor ancak bir kaza olması halinde asıl fiyat ortaya çıkıyor. Bırakın büyük çaplı bir kazayı, ufak bir radyoaktif sızıntının gerçekleşmesi halinde bile nükleer santral aylarca kapatılabilir. (Belçika’da şu günlerde olduğu gibi) İşletme riskinin sadece sağlık açısından değil iktisadi açıdan da ne kadar riskli olduğunu anlamak için bu faktörü unutmamak gerek. Nükleer enerjinin şeffaf ve serbest bir piyasanın oyuncusu olmadığı açık. Sübvansiyonlar, sızıntı ve kazaların boyutlarını gizleyecek denetime kapalı otoriter rejimler nükleer enerji için tercih nedenidir. Bu nedenle kaça patlar sorusuna yanıtım kısaca “çok pahalıya” olacak.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜM Kentsel Dönüşümü Nasıl Okumalı? KENT YOKSULLARINI DIŞLAMANIN ÖTEKİ ADI: KENTSEL DÖNÜŞÜM . Mehmet Güzel, [email protected] SON ZAMANLARDA GÜNDEMDE ÖNEMLİ bİR YER TUTAN KENTSEL DÖNÜŞÜM PROjELERİNİ, OLASI bİR DEPREME KARŞI DAHA SAĞLAM YAPILAR OLUŞTURMA vE HER YÖNÜYLE YAŞANAbİLİR KENT YARATMAYI AMAÇLAYAN bİR PROjE OLARAK TANIMLAMAMANIN YANI SIRA; ZAMANLA DEĞER KAZANAN MAHALLELERDE RANT ELDE ETMEK vE bURALARDA YAŞAYAN KENT YOKSULLARINI ŞEHRİN NİTELİKSİZ ALANLARINA TAŞIMANIN vE KENTİN NİMETLERİNDEN MAHRUM bIRAKMANIN DİĞER ADI ŞEKLİNDE OKUMAK DA MÜMKÜN. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi D ergimizin ilk sayısında gündemimizde yer alan ‘Kentsel Dönüşüm’ konusunu ikinci sayımızda mercek altına alıyoruz. Bu yazımızda kentsel dönüşümün genel çerçevesini çizerek, yakın zamanda “Kentsel Dönüşüm Yasası” ile birlikte hızlanacağa benzeyen dönüşümün toplumsal, teknik, ekonomik boyutlarını mercek altına aldık. İstanbul’da kentsel dönüşüm denilince sıkılıkla gündeme gelen Sarıyer’in Derbent Mahallesi örneği ile de dönüşümün daha somut göstergelerini çözümlemeye çalıştık. Uzun süre “kentsel dönüşüm yasası” olarak tartışılan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un 31 Mayıs 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla yasal zemini oluşturulan ve uygulama alanı daha da genişletilen kentsel dönüşüm projelerinin, canlı bir organizma olan kenti ve buralarda yaşayan binlerce insanı fiziki, sosyal ve ekonomik yönden nasıl etkileyeceği konusu bizi soru işaretleriyle dolu bir süreçle karşı karşıya bırakmaktadır. Kentsel dönüşümün hangi amaçlarla ve kimler için yapılacağı ve projelerin kabul edilebilirliği konusundaki belirsizlik kentsel dönüşüme eleştirel yaklaşmayı zorunlu kılmaktadır. Kentsel dönüşümde esas amaç, afet riski taşıyan alanların ve gecekondu mahallelerinin yaşanabilir alanlara dönüştürülmesini sağlamak olması gerekirken, yeni yasayla kentsel dönüşüm amacının dışına çıkıyor. Maalesef kamu yararının göz ardı edildiği kentsel dönüşümden, rant yaratma ve ortaya çıkan değeri paylaştırma aracı olarak yararlanılmaktadır. Kentsel dönüşüm hız kazanıyor Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın yapmış olduğu son açıklamalara göre kentsel dönüşüm Ekim ayı itibariyle başlayacak. “Kentsel Dönüşüm Yasası” kapsamında 5 Ekim’de İstanbul, İzmir ve Kocaeli başta olmak üzere 33 ilde aynı anda çok sayıda konut ve işyerinin yıkılacağını belirten Bakan Erdoğan Bayraktar, İstanbul’da yıkımın ilk etapta 7-8 ilçede başlayacağını söyledi. Bunun anlamı İstanbul’un çeşitli mahallerinde dönüşüm adı altında artık KENTSEL DÖNÜŞÜM GÜNCEL Fotoğraf: Mustafa Ayra yıkımların başlama ihtimali çok yüksek. Yıkımlarla birlikte dönüştürülecek alanlarda yaşayan insanların projelerde nasıl konumlanacakları merakla bekleniyor. Bu noktada afet yasasıyla entegre bir şekilde ilerleyecek olan kentsel dönüşüm projelerinin özellikle binaları dönüştürürken toplumsal dönüşümü nasıl sağlayacağını ve sonuçlarının neler olacağını ise zamanla göreceğiz. Bizim kentsel dönüşümümüz Kentsel dönüşüm; en yalın haliyle fiziksel, sosyal ve ekonomik değişimlerden dolayı sorun teşkil eden ve o çevrede yaşayanlara sağlıklı yaşam alanları sunmakta geri kalan bölgelerin yeniden geliştirilmesiyle kente tekrar sosyal, ekonomik ve fiziksel yönden uyum sağlamasını amaçlayan bir müdahale biçimi olarak tanımlanabilir. Avrupa’da kentsel dönüşüm modelleri, fiziksel açıdan savaşların kentleri tahrip etmesi ve ağır sanayinin zamanla şehrin dışına taşınmasıyla ortada kalmış alanların dönüştürülmesi ihtiyacı ile ortaya çıkmış bir süreci ifade eder. Türkiye’de ise yaşanan deprem felaketinden sonra gündeme gelmiş bir konudur. Ülkemizde kentsel dönüşüm kavramı, özellikle 1999 Marmara Depremi sonrasında kentlerin başta deprem olmak üzere doğal afetlere yeterince dayanıklı yapılardan oluşmadığı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla bir planlama aracı olarak önem kazanmıştır. Ancak kentsel dönüşüm, zamanla büyük kentlerin içinde kalan yoksul gecekondu mahallelerinin dönüştürülmesi, kentin dışına çıkarılması ve buralarda oluşan rantın paylaşılması aracına dönüşmüştür. Modern toplumsal yaşamın vazgeçilmez mekanı olan kentler, zamanla yaşlanır ve yıpranırlar. Kentsel dönüşüm denilen uygulamalar tam da bu noktada devreye girer. Bütün dünyada özelikle gelişmiş batı ülkelerinde farklı biçim ve tekniklerde uygulama olanağı bulunan kentsel dönüşümün sağlıklı ve sürdürülebilir kentler için yaşamsal bir zorunluluk haline geldiği sıklıkla vurgulanmaktadır. Tüm dünyada uygulanan kentsel dönüşüm projeleri, uygulandıkları alan ve yöntem yönünden farklı olmalarına rağmen; hepsinin amacı KENTSEL DÖNÜŞÜM EN YALIN HALİYLE FİZİKSEL, SOSYAL vE EKONOMİK DEĞİŞİMLERDEN DOLAYI SORUN TEŞKİL EDEN vE O ÇEvREDE YAŞAYANLARA SAĞLIKLI YAŞAM ALANLARI SUNMAKTAN GERİ KALAN ALANLARIN YENİDEN GELİŞTİRİLEREK KENTE TEKRAR SOSYAL, EKONOMİK vE FİZİKSEL YÖNDEN UYUM SAĞLAMAYI AMAÇLAYAN bİR MÜDAHALE bİÇİMİ OLARAK TANIMLANAbİLİR. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜM toplumsal fayda, planlı ve sağlıklı kentleşmedir. Ancak Türkiye’de kentsel dönüşüm projelerinin bu temel amaçlara hizmet ettiğini, toplumsal, fiziksel ve ekonomik boyutları başta olmak üzere bütün yönleriyle kabul gördüğünü söylemek oldukça güç. Bunun temel nedeni dönüşüm projelerine karar veren yöneticilerin, kentsel dönüşüme bakış açısında ve dönüşümün hangi boyutunu önemsediklerinde gizli. Mevcut kentin yapısına, burada yaşayan insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik geleceği üzerine ve buna bağlı olarak da kentin bütün kültürel dokusuna etki eden kentsel dönüşüm projelerinde yukarıda saydığımız amaç ve kriterlerin fazlasıyla göz ardı edildiğini söyleyebiliriz. Dönüşmek istemeyenleri “dönüştürmek” ne kadar mümkün? Sürekli hayırlı bir yaklaşım olarak sunulan “kentsel dönüşüm”, meslek odalarından, siyasi partilerden, sivil toplum kuruluşlarından ve en önemlisi de projelerden birinci derecede etkilenecek olan vatandaşlardan neden destek görmüyor? Sulukule ve Balat’ta yaşananlar en çarpıcı örnekler olarak karşımızda duruyor. İnsanları tatmin etmediği gibi yargıdan dönen bu projeler, kentsel dönüşüm söylemine olan güveni iyice sarsıyor. Çünkü somut örneklerde de görüldüğü gibi kentsel dönüşümün, mevcut şehrin yapısına, burada yaşayan insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik geleceği üzerine, buna bağlı olarak da kentin bütün kültürel dokusuna yaptığı etkileri gerçekçi olarak dikkate alınmıyor. Ayrıca katılımcılığı dışlayan, kamu yararını hiçe sayan, planlı, sağlıklı ve yaşanabilir bir kentleşmeyi temel anlayış olarak benimsemeyen projelerin hayata geçirilmeye çalışılması toplumsal barış ve adalet duygusunu her defasında derinden yaralıyor. Meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler kentlerimizin afete karşı büyük risk taşıdığı konusunda hemfikir. Ancak bu riskli alanların dönüştürülürken esas amacın riskleri ortadan kaldırmaktan ziyade yeni rant alanları yaratılmakta olduğunda ısrarlı. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Binalar mı, insanlar mı dönüştürülüyor? Kentsel dönüşümün toplumsal/insani boyutuyla ilgili olarak uzmanların birleştiği nokta: kentsel dönüşümün ekonomik, sosyolojik, kültürel, tarihsel, siyasal ve her şeyden önemlisi insani boyutları da içeren bir konu olduğudur. Dolayısıyla, projeler, dönüşümün gerçekleştirildiği alanlarda yaşayanların daha sağlıklı, insanca yaşanabilir bir yaşam alanı özlemini dikkate almalı ve yıllarca yaşadıkları yerleri yoktan var etmiş olan bu insanların haklarına saygı göstermelidir. Bugün yapılan ve uygulamaya geçirilen kentsel dönüşüm projeleri ise söz konusu faktörleri dikkate almamasının yanında, hem çevre hem de insan açısından başka bir duruma işaret etmektedir. Kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilenler, hakkaniyet ölçüsünden uzak, ranta dayalı, insan ihtiyaçlarını geri plana iten ve kamuya yararı tartışmalı projeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Bir Kentsel Dönüşüm Modeli? Afet riskine karşı sadece fiziksel yapının dönüştürülmesi ile sınırlanamayacak kentsel dönüşümde, başta sosyal/insani, ekonomik, kültürel, hukuki ve teknik boyutlar birlikte düşünülmediği için insanların kente entegre edilmesinden çok kentten dışlanması ve ötekileştirilmesi temel sorun olarak dikkat çekiyor. Hal böyle olunca da kentsel dönüşüm nerede uygulanmaya kalkışılırsa orada büyük bir dirençle karşılaşıyor. Hiçbir dönüşüm modeli projeyi uygulayacak taraflar olmadan hayata geçirilemez. Kentsel dönüşüm sürecinde karar verici ve uygulayıcı ötesindeki kamu kuruluşları, özel kurumlar kadar bu sürece kullanıcılar olarak halkın katılımının da sağlanması kentsel dönüşümün başarıyla sonuçlanmasının temelidir. Dönüşüm projeleri her alanın, semtin, mahallenin öznel koşulları ve özellikleri dikkate alınarak kapsayıcı bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Bütüncül planlamanın eksikliği, kamu yararı gözetilmemesi ve rant elde etme kaygısı, sağlıklı bir kentsel dönüşümün önündeki engeller olarak karşımıza çıkmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri, insan odaklı yaklaşımlar geliştirerek, yerelde yaşayanların sürdürülebilir bir şekilde sosyal ve ekonomik gelişimine katkı sağladığı ve bu güveni insanlara verdiği zaman başarılı olabilir. KENTSEL DÖNÜŞÜM GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜMDE HUZURSUZLUĞUN ADI: DERBENT MAHALLESİ Yıllardır bir gecekondu mahallesi olarak varlığını sürdüren ve sürekli müdahale edilmek istenen bir mahalle olan Sarıyer’in Derbent (Çamlıtepe) Mahallesi bu günlerde yeni bir kentsel dönüşüm projesi ile yine gündemde. Ancak değişen pek fazla bir şey yok. Derbent halkı projeye yine mesafeli, yine tepkili, yine şüpheyle bakıyor. Çünkü ortada bir proje var, ama projeden en fazla etkilenecek mahalle sakinleri, projenin kendilerine ne getireceğini, geleceklerini maddi manevi nasıl etkileyeceğini tam olarak bilmiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, geçtiğimiz aylarda ziyaret ettiği Derbent Mahallesi'nde yaptığı açıklamalarla kentsel dönüşümün başlayacağı sinyallerini vermişti. Bu gelişmelerin ardından geçtiğimiz günlerde ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ilk adım atıldı. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilen Derbent Mahallesi’ndeki vatandaşların tahliye edilerek yeni binaların inşa edilmesi için Büyükşehir Belediyesi ile mahallede önemli bir paya sahip olan bir kooperatif arasında protokol imzalanmasına İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden onay çıktı. Peki, Derbent’te nasıl bir dönüşüm yaşanacak? Derbentliler bu durumu nasıl değerlendiriyor? Mahallelerinde gündeme gelen dönüşüm projesini değerlendiren vatandaşlar yeterince bilgilendirilememekten ve projeye dahil olamamaktan şikayetçi. Mahallede bu sene başında gecekondu ve mülkiyet sorununun çözümünde ortak hareket etmek için kurulan Sınırlı Sorumlu Çamlıtepe Mahallesi Yapı Kooperatifi ve mahallenin önemli dayanışma mecralarından biri olan Çamlıtepe Mahallesi Güzelleştirme Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği etrafında toplanan vatandaşlar, meslek odaları, hukukçular ve akademisyenlerle birlikte hareket ederek dönüşüm planına itirazda bulundular. Derbentte yapılmak istenen “gecekonduların dönüşümüne ilişkin imar planına” çekincelerini verdikleri bine yakın dilekçeyle belirten vatandaşlar, dönüşümün kendilerini tatmin etmediğinde ısrarlı. Vatandaşların hayatlarını yıllardır sürdürdükleri konutların ve yaşam alanlarının dönüşümüne ilişkin olarak hazırlandığı savunulan planda izlenecek süreç, uygulama, hak sahipliği ve önerilen konut alanları konusunda önemli belirsizliklerin olduğu belirtiliyor. İşte vatandaşların dönüşüm planıyla ilgili çekince ve gerekçeleri: Yasaya aykırı bir plan Derbent sakinleri, askıya çıkan ve itirazda bulundukları planın, pafta ve notlardan ibaret olduğu ve bir plan raporu olmadığını, kararların nasıl alındığına, karar almak için hangi araştırmaların yapıldığına ve uygulamanın nasıl gerçekleşeceğine dair ipucu bulunmadığını belirterek, planın yasaya aykırı olduğunu savunuyor. Mahalle esnafı yok sayılıyor Yapılan plan dâhilinde ticaret kullanım alanı yer almamaktadır. Mevcut ticari fonksiyonlar yok sayılmıştır. Şu an hali hazırda mahallede çok sayıda esnaf bulunmaktadır. Ancak planda esnaf varlığı ekarte edilmekte, geleceklerine dair bir öneri sunulmamaktadır. Mahallelerde gündelik yaşamın önemli bir parçası olan esnafların mahalleli ile kurduğu güçlü ekonomik ve sosyal bağların nasıl sürdürüleceği belirsizliğini koruyor. Derbent’in değişen yüzü: Kenar mahalleden, ‘değer’ kazanan mahalleye 40 yıl önce taksilerin yakınına gitmekte tereddüt ettiği, patika yollarla ulaşılan, ucuz işgücü olarak düşünülen yoksul insanların yaşamaya çalıştığı mahallere ne oldu da bugün değere bindi? Asgari koşullarda yaşamaları için temel altyapı hizmetleri verilen, bir anlamda meşrulaştırılan bu ‘yığınlar’ bugün neden cefasını çektikleri yerlerden dışlanmak, başka semtlere sürülmek isteniyor? Çünkü yıllar önce göçle gelen ve sanayiye ucuz işgücü olarak şehrin ücra noktalarına yerleştirilen insanlara bugün fazla ihtiyaç kalmadı. Şehir büyüdü ve onları içine aldı. Onların yaşadıkları yerler artık çok değerli merkezler olmaya başladı. Bunlara en güzel örneklerden biri de Derbent Mahallesi. Gecekondulaşmanın 1980 ve 1990’lı yıllarda büyük boyutlara ulaştığı Derbent, bugün İstanbul’un kuzeye doğru genişlemesi, mahallenin hemen yanı başına metro istasyonunun açılması, Acıbadem Hastanesi’nin yapılması, MESA Evleri ve Maslak finans aksına yakınlığı ile 90’lı yılların sonlarından itibaren değer kazanmış ve konum itibariyle önemli bir rant alanı haline gelmiştir. Sosyal ilişkiler ve gündelik hayata müdahale Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan’ın da belirttiği gibi, mahalledeki sosyal ilişkilere ve gündelik hayatın kurgusuna yönelik bir çalışma yapılmamasından dolayı, önerilen yüksek katlı yapı stoku ile bahçeli ve çoğunlukla müstakil evlerde yaşamaya alışmış mahallelinin nasıl uyum içerisinde bir İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜM ÇOĞUNLUKLA YOKSUL İNSANLARIN YAŞADIĞI bU MAHALLEDE SOSYAL vE İNSANI bOYUT YOK SAYILARAK bİR DÖNÜŞÜM NE KADAR SAĞLIKLI vE MÜMKÜN OLAbİLİR? yaşam süreceği ve sosyal ilişkilerini nasıl etkileneceği konusunda bir öneri bulunmamaktadır. Yakın çevrede var olan ve olması muhtemel lüks konutlardan oluşan kapalı sitelerle mahalleli için yapılması öngörülen sosyal konutların nasıl bir arada huzur içerisinde yaşayacakları sorusu da yanıtsız bırakılmış. Hazırlanan imar planlarının halkın gelecekte nasıl bir yaşam süreceğine dair düzenlemeleri geliştirmesi beklenir. Bu düzenlemelerin açık ve anlaşılır bir şekilde geliştirilmesi gerekir. Ancak Derbent’teki plan birçok konuyu belirsiz bırakmaktadır. Bugüne kadar yapılan uygulamalar gecekondularda yaşayan mahalle sakinlerini memnun etmemiştir. Çünkü gecekondu sorunu bütünden koparılmış, yalnızca bina ve parsel bazında çözüm üretilmeye çalışılmış, ancak sağlıklı bir çözüme ulaşılamamıştır. Hala çoğunlukla yoksul insanların yaşadığı bu mahallede sosyal ve insani boyut yok sayılarak bir dönüşüm ne kadar sağlıklı ve mümkün olabilir? Projenin ayrıntıları geldikçe bunu daha net görmeye başlayacağız. “Dışlanmak, sürülmek istemiyoruz” Derbent’te yaşayanlar bulundukları yerin değerlendiğinin farkında ancak, onların amacı kar etmek, değerden pay almak değil. Yıllardır yaşadıkları, bütünleştikleri mahallelerinde yaşamaya devam etmek. Dışlanmamak, sürülmemek, işgalci sıfatı ile anılmamak. Dönüşüm planına itiraz ettikleri gün görüşlerini aldığımız mahalle sakinlerindeki ortak eğilim, projenin kendi gerçeklerini yansıtmadığı yönünde. “Biz işgalci değiliz” Mülkiyet sorununu çözmek için İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Derbentliler tarafından kurulan Sınırlı Sorumlu Çamlıtepe Mahallesi Yapı Kooperatifi’nin Başkanı Aydemir Görmez, mahallerinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ortak bir gecekondu dönüşüm projesi hazırladığını belirterek, “Bizim haberimiz geç oldu. Proje bizi ilgilendiriyor ama içeriğini bilmiyoruz. Kaç metrekare, ne olacak, ne bitecek? Belli değil. Planın askı süresi dolmadan bine yakın dilekçe ile itiraz ettik. Anladığımız kadarıyla burada sermayenin, rantın çıkarını korumak amaçlanıyor, halkın haklarından bahseden yok. Biz dersimizi çalıştık, bilinçli bir şekilde mahalleli olarak dayanışma halindeyiz. Mimarlar, mühendisler, şehir plancıları ve hukukçulardan görüş alarak hareket ediyoruz” dedi. “Ötelenmek İstemiyoruz” Mahallelerinde insanca yaşamak istediklerinin altını ısrarla çizen, Kooperatif Başkanı Aydemir Görmez, “Ötelenmek istemiyoruz. Sığıntı olmak istemiyoruz. Burası bir mahalle, esnafı var, bakkalı var, sokağı var, kahvesi var, biz toplu konutta, sitede yapamayız. Derbent’ten gitmek bizi aşar. Böyle bir çözümü konuşmuyoruz dahi. Haklarımızı alana kadar kooperatif olarak vatandaşlarla, derneklerle, hep birlikte mücadelemizi sürdüreceğiz. Dönüşüm adına doğru işler yapılmasına ve diğer mahallelere de örnek olmak istiyoruz” diye konuştu. “Sosyal devlet olmuş kapitalist devlet” Mahalledeki bir kahvehanenin önünde yakaladığımız Ahmet Atay ise devletin kendilerine sahip çıkmadığını belirterek, “Devlet kimden yana bilmiyorum, sosyal devlet olmuş kapitalist devlet” diyerek bir Kooperatif Başkanı Aydemir Görmez anlamda dönüşümdeki amaç ve niyetlerin ne olduğunu özetliyor. 1974’den beri bu mahallede yaşadığını söyleyen Ahmet Atay, “Sadece bir keçi yolu vardı. Yolumuzu kendimiz yaptık. Su yoktu, elektrik yoktu, biz buraları yoktan var ettik. O yıllarda acaba buradan bir gün minibüs geçer mi? diye hayal kurardım; çünkü o günlerde buralara bakan olmazdı. Bizi zamanla burada meşru kılan da devletin kendisidir” diyor. “Çözümün içinde biz de olalım” Çözümün içinde olmak istediklerini vurgulayan Ahmet Atay, “Biz bugün burada çözüm istiyoruz. Derdimiz çözüm bizi kapsasın, memnun etsin. Burada doğdum büyüdüm, buradan gitmek asla istemiyorum. Burada ölürüm. Bizim için buradan gitmek yıkım olur. Kimle kaynaşacağım bu yaştan sonra, bütün komşularım burada. Diyalog kurmam mümkün değil, bunu da hesaba katmak lazım. Ha diri diri mezara girmişim ha KENTSEL DÖNÜŞÜM mahallemden başka bir yere gitmişim. Komşuluk, dayanışma biter. Buradan gidenler de oldu ama onlar şimdi ağlıyor. Kentsel dönüşüm, yaşanabilir olmalı, asla boşaltım olmamalı, bizim razı olmadığımız bir şeyi kabul etmiyoruz. Borçlandırma olmamalı” dedi. GÜNCEL Meslek odaları kaygılı ŞEHİR PLANCILARI ODASI: “ PLANSIZ VE DENETİMSİZ YAPILAŞMA POLİTİKALARI SÜRDÜRÜLÜYOR” “Rantsal dönüşüm istemiyoruz” Mahallelerinde daha önce yaşanan yıkımlarda polisle karşı karşıya geldiği için kendisine dava açıldığını belirten Ergün Yakışır ise haklı bir mücadele verdiklerini ve barınma hakkı için uğraştıklarını ifade ediyor. Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüm olarak tanımlayan Ergün Yakışır, “Dönüşüm olacaksa bu mahalle için olmalı, dışarıdan gelecek elit ve zenginler için olmamalı. Büyükşehir Belediyesi’nin projesinde 4 konut alanı var, bize düşen Derbent’in en kötü yerleri, böyle olmamalı. Biz yıllardır buradayız, bize layık görülen bu olmamalı. Kentsel dönüşüm Sultançiftliği’nde olur, Gaziosmanpaşa’da olur, çünkü oraya zengin gitmez, rant olmaz orda. Güzelliğin paranın olduğu yeri tercih ediyorlar. İnanın, bize layık görülen toplu konutlardaki 65 metrekarelik daireler gecekondudan daha kötü. Bu mahallede yaşayan biri olarak 3+1 ev istiyorum, önünde parkı, yaşam alanı olsun, spor sahası olsun, çocuklarım nefes alsın. Gerçek bir yaşam alanı istiyorum, Toplu konutların olduğu Kayabaşı’na gittim, bir tane ot yetişmiyor orada, ulaşım yok öyle olacağına hiç olmasın. Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”la ilgili değerlendirmesini yayınladığı bir broşürle kamuoyuna deklare eden TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, yeni yasa ile mevcut plansız ve denetimsiz yapılaşma politikalarının sürdürüleceğini belirtti. Şehir Plancıları Odası, ülkemizdeki yapıların önemli bir bölümünün afet riski taşıdığını, risklerin ortadan kaldırılması için acil önlemler alınması gerektiğinin tartışmasız bir gerçek olduğunun altını çizerken, ancak yapılmakta olan düzenlemelerin yanıltıcı ve riskleri azaltmaktan uzak olduğu görüşünü savundu. “Kentsel Dönüşüm Yasası” ile ilgili olarak birçok noktanın vurgulandığı değerlendirmede, düzenlemenin şeffaflık içermediği ve esasa amacın farklı olduğu, katılımcılığın göz ardı edildiği “yaşayanların düşünceleri, sosyal ve ekonomik durumları, kararlara katılımlarının dikkate alınmadığı” ifadelerine yer verildi. Odanın yayınladığı broşürde ayrıca şu çekincelere yer verildi: “Rant kaygısı kamu yararının önüne geçmemeli” Ergün Yakışır Yasa, kamu yararı yerine rant kaygısı taşımaktadır. Rantı yüksek bölgelerde yer alan ve gerçek mülkiyeti yurttaşlara ait olan hastane, okul gibi kamu tesislerinin elden çıkarılmasının önü açılacak. Parklar, okul ve hastaneler, sosyal ve kültürel tesisler için ayrılan alanlar azaltılacak, yaşam kalitesi düşük, sağlıksız kent parçaları oluşturulacak, nefes almak zorlaşacak. Anayasaya uygunluğu konusunda da önemli eksikleri olan yasa ile temel barınma hakkını savunmak zorlaşacak. Halkın ve diğer ilgililerin bilgilenme, katılım ve itiraz hakları ellerinden alınacak. Uygulanma aşamasında barınma hakkını savunanlar ve dayatılan anlaşmaya karşı çıkanlar cezalandırılacak. Projelere toplumsal katılım şart “Oysa halkın güvenliğini ve mutluluğunu gerçekten sağlayacak kamu yararına dönük çözümler üretmek mümkün” görüşünü savunan şehir plancıları odası şu önerilerde bulunuyor: “Her şeyden önce, proje uygulanırken, katılım, şeffaflık, sağlıklı bilgi altyapısı gibi demokrasi kültürünün vazgeçilmez bileşenleri ve yaşanabilirlik ilkeleri yok sayılmamalı. Yasal düzenlemeler ve uygulamalarda toplumsal barış ve adalet ilkesi gözetilmeli; güvenli ve sağlıklı yapı üretimini düzenleyen hukuk altyapı oluşturulurken, ilgili ve bilgili tüm kesimlerin (konunun uzmanı akademisyenler ve meslek insanları, meslek odaları, hukukçular, siyasi partiler, bürokratlar, toplum temsilcisi örgütler, özel teşebbüs temsilcileri ve yurttaşlardan davetli deneyimli uzmanlar) birikim ve önerilerinden yararlanılmalı, ortak paydaşlar oluşturulmalı. Halk yaşadığı yeri terk etmek zorunda bırakılmamalı, halkın projelere desteği sağlanmadan, dönüşümün olamayacağı gerçeğiyle, projelerin tüm kesimleri kapsayan bir katılımla hazırlanması ve azami mutabakat sağlanmalı. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜM Afet Yasasının İlk KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ AFET YASASI SONRASI HAZIRLANAN İLK DÖNÜŞÜM PLANI DERbENT İÇİN AÇIKLANDI. MAHALLE UZUNCA bİR ZAMANDIR KENTSEL DÖNÜŞÜM İLE bİRLİKTE ANILIYOR; MAHALLELİ KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ MAHALLELERİNİN DIŞINA ATILACAKLARI, KOMŞULARINDAN UZAKLAŞACAKLARI, İŞLERİNİ KAYbEDECEKLERİ bIR TEHDİT OLARAK GÖRÜYOR vE ÇEŞİTLİ bİÇİMLERDE DİRENİŞİNİ SÜRDÜRÜYOR. . Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama [email protected] Afet yasası sonrası hazırlanan ilk dönüşüm planı Derbent için açıklandı. Derbent, Sarıyer ilçesinde bir kooperatif ile İstanbul Büyükşehir Belediyesinin arazileri üzerine kurulmuş bir gecekondu mahallesi. Mahalle uzunca bir zamandır kentsel dönüşüm ile birlikte anılıyor; mahalleli kentsel dönüşümü mahallelerinin dışına atılacakları, komşularından uzaklaşacakları, işlerini kaybedecekleri bir tehdit olarak görüyor ve çeşitli biçimlerde direnişini sürdürüyor. Hazırlanan plan incelendiğinde teknik, sosyal ve ekonomik çeşitli sorunlarla karşılaşılıyor: Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki söz konusu planlar mahallede yapılmış fiziki, sosyal ve ekonomik hiçbir çalışmaya dayanmıyor. Oysa imar planları belde halkının ihtiyaçlarını karşılamaya, sağlıklı ve güvenli bir çevre oluşturmaya ve yaşam kalitesini arttırmaya yönelik her hangi bir karar geliştirmeden önce plan yapılacak bölgenin ekonomik, demografik, sosyal, kültürel, tarihsel, fiziksel özelliklerini araştırmakla yükümlüdür; kararlar ancak bu araştırmalardan elde edilen veriler kullanılarak geliştirilebilir. Bütün bu araştırmaların ve kararların geliştirilme sürecinin paylaşıldığı alan ise plan raporudur. Plan; pafta, rapor ve notlardan oluşur. Oysa askıya çıkan ve alenileşen yalnızca planın paftasıdır. Plan raporuna ise ulaşılamamıştır. Mahalle içerisinde plan kararlarına altlık oluşturacak kapsamda bir çalışma yapılmadığı da bilinmektedir. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Sosyal, ekonomik ve inşa edilmiş çevreye dair çalışma yapılmaksızın plan kararı üretmek ancak boş araziler için geçerli olabilir. İçinde yaklaşık 8000 insanın yaşadığı mahalle boş bir arazi gibi planlanmıştır ve bu durum planlamada bugün gelinen nokta ile kesinlikle uzlaşamaz! Buna bağlı olarak değerlendirilmesi gereken önemli bir mesele; plan sınırları içerisinde ticaret kullanımının yer almıyor oluşudur. Oysa mahallede çoğu ana aks üzerinde olmak üzere 80’in üzerinde esnaf iş yapmaktadır. Yanında çalışanlarla birlikte yaklaşık 300 kişilik bir istihdama konu olan esnaf varlığı bu plan ile yok edilmektedir. Esnafın ortadan kalkmış olması mahallede gündelik ihtiyaçların nasıl giderileceği yönünde bir soruyu da ortaya çıkarmaktadır. Esnaf ve mahalle arasındaki güçlü ekonomik ve sosyal bağların yok olacağı anlaşılmaktadır ve bu durum mahalle yaşayanları için kabul edilemez niteliktedir. Gündelik Yaşam Yok Sayılmış Yine plan raporu içindeki araştırmalarla çözümlenmesi gereken mahalle içerisindeki sosyal ilişkiler ve gündelik hayatın kurgusuna dair her hangi bir çalışma yapılmadığı, önerildiği anlaşılan yüksek katlı yapı stoku ile bahçeli ve çoğu müstakil evlerde yaşamaya alışmış mahallelinin nasıl uyum içerisinde bir yaşam süreceği ve sosyal ilişkilerini sürdüreceği yönünde her hangi bir öngörü KENTSEL DÖNÜŞÜM bulunmamaktadır. Yakın çevrede var olan ve olması muhtemel lüks konutlardan oluşan kapalı sitelerle mahalleli için yapılması öngörülen sosyal konutların nasıl bir arada huzur içerisinde yaşayacakları da yine yanıtsız bir soru olarak kalmaktadır. Bu tartışmalı imar planlarının uygulanmasına yönelik olarak da Büyükşehir Meclisinden alelacele bir protokol geçirildi ve Büyükşehir Başkanı protokolü imzalamaya yetkili kılındı. Bu protokole göre hiçbir çalışma yapılmaksızın depreme dayanıksız ilan edilen gecekonduların yer aldığı arazi sahibi kooperatif ile büyükşehir belediyesinin arazilerinin birleştirilerek bir inşaat alanı yaratıldığı, bütün alan içerisinde doğu yönündeki arazilerin –ki toplamın 1/3’ü kadar, 1600 adet sosyal konut inşaatına ayrılacağı, diğer alanların ise mülk sahibi kooperatifin anlaşmalı olduğu yüklenici firmaya devredileceği anlaşılıyor. Bu arada geçici konutlar ve kiracılara yardım paketleriyle bugüne kadar klasikleşen mağduriyetlerin azaltılmasının hedeflendiği görülüyor. Planda yer almayan esnafa, neresi olacağı belirlenmemiş bir alanda kiralık dükkân önerileceği satır aralarından anlaşılıyor. Bu arada inşaatların ne zaman biteceğine dair kesin bir hüküm bulunmuyor. Yine yapılacak 1600 adet sosyal konut için her hangi bir ödeme olup olmayacağı da anlaşılmıyor. Protokolün dilinden ve getirdiği hükümlerden anlaşılan kooperatif, yüklenici firma ve büyükşehir belediyesi bir süredir görüşme halindeler! mahalleye verilmiş olsaydı, bugünlere belirsizlik içerisinde gelinmemiş olacağının altını çiziyor. Dahası, kooperatifin arazisine yapılan MESA konutları inşa edilirken mahallelilerle yapılan görüşmelerde kooperatifin araziye dair başka bir talebinin olmayacağı yönünde sözlü bir anlaşmadan bahsediliyor. Bunları bırakalım; bu mahalleyi kuran, yolunu, altyapısını kısmen kendi imkânlarıyla getiren, ucuz işgüçleri ile çevredeki iş kollarını besleyen, bugün lüks konut sitelerine temizlik, güvenlik vs. hizmetlerde bulunan bu insanlar; yani sonuna kadar hak edilmiş bir yaşam alanından bahsediyoruz. Ancak işgalci şeklindeki hâkim dil muhtemelen artık onların oylarına da ihtiyaç duymadığından ve kentsel dönüşüme karşı genel kamuoyundaki rızayı oluşturduğundan, kurulu mahalleyi olduğu gibi içinde yaşayanlarıyla beraber yok sayıyor ve onlarla masaya oturmuyor! İktidar ve sermaye ortaklığı denen şey tam da bu olsa gerek! Bu yok saymanın neticesinde, hem iktidarın –krize yöneldiğini düşündüğüm- inşaat sektörüne odaklanmış ekonomik büyüme senaryoları, hem de -bireyselleşmiş bir tüketim toplumunu hedefleyen- yeni orta sınıf dinamiklerinin artık gecekondu yaşayanlarını etkilemeye başlaması da önem taşıyor. GÜNCEL Gecekondu İnsanına İşgalci Gözüyle Bakmak Hatadır Ekonominin dinamikleri bu kadar belirleyici olduğunda üniversitelerde yıllardır dile getirdiklerimizi tekrarlamak anlamsızlaşıyor ama Afet Yasasının ilk uygulaması olduğundan ve muhtemelen takip eden uygulamalar da benzerleri olacağından Derbent meselesiyle de ilgili olan tespit ve önerilerimizi kısaca hatırlatalım; gecekondu mahallesine işgal toprağı, gecekondu insanına işgalci gözüyle bakmak hatadır; varlıklarıyla İstanbul kentini bugün geldiği ayrıcalıklı konuma taşıyan bizzat gecekondu insanlarıdır; kentiyle barışık insanlar/topluluklar yaratmak onları bireyselleştirip yabancılaştıran değil birlikte eylemelerine imkân veren ve içine alan uygulamalar ile mümkündür; bir kentsel dönüşüm uygulaması ilgili alanda yaşayanların sosyo-ekonomik ve kültürel gerçekliklerinden bağımsız yapılamaz (yapılırsa da Sulukule felaketi yenilenmiş olur); insanları apartman dairelerine sıkıştırıp bir de etraflarını kapalı sitelerle, duvarlarla örmek uzun vadede hepimizin sorunu olur; katılım ve demokrasi sermaye ve iktidarın oyuncağı değildir; adalet mülk üzerinden kurulduğunda yoksulun sonu nice olur!r Mahalleli Muhatap Alınmalı Sanırım meselenin özünde mahallede yaşayanların sürece müdahil olması gereken bir grup olarak tanınmaması yatıyor. Oysa bu mahalle uzun süredir kentsel dönüşüm tartışıyor; neyin, nasıl olması gerektiği yönünde fikirler üretiyor. Kooperatif ve dernek, mahallesindeki yapıların da insanların da durumunu biliyor, insanların beklentilerini herkesten iyi algılıyor. Oysa pazarlık masasına hiçbir zaman davet edilmiyorlar çünkü mülk sahibi değiller! Mahallenin yaşlıları, arazilerin şimdiki mülk sahibi kooperatife kendileri yerleştikten sonra verildiğini, o dönemde kooperatife verileceğine İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi GÜNCEL KENTSEL DÖNÜŞÜM Kentsel dönüşümde binalar yıkılınca İNŞAAT ATIKLARI ne olacak? S ektörel Fuarcılık tarafından düzenlenen "Kentsel Dönüşüm Sürecinde Geri Kazanım ve Atık Yönetimi" konulu panele Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü Atık Yönetimi Dairesi Başkanı Ahmet Varır, Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Çakır, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr. Cevat Yaman ve DİSAN Genel Müdürü Hayrettin Can katıldı. Kentsel dönüşümün çevreye etkileri Kentsel Dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak olan hafriyat ve inşaat yıkıntı atıklarının çevreye zarar vermeden toplanması, biriktirilmesi, taşınması, geri kazanılması ve buna ilişkin teknik idari esasların belirlenmesi konularının ele alındığı panelin moderatörlüğünü MMG (Mimar ve Mühendisler Grubu) Genel Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür yaptı. Kentsel dönüşümün atık bertaraf maliyeti 400 milyar dolar MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi hükümetin çıkardığı kentsel dönüşüm yasasının 2023 vizyonunda güvenli bir gelecek, güvenli kentler oluşturulması konusunda büyük öneme sahip olduğunu söyleyerek, bu süreci etkin kullanmanın önemine dikkat çekti. MMG olarak kentsel dönüşüm sürecinde sağlıklı bir düzenleme için yapıcı çalışmalar yaptıklarını kaydeden Ekşi; “Bilim, teknoloji, imar, şehircilik, deprem ve kentsel dönüşüm konuları ışığında, katı atık konusunun özellikle de kentsel dönüşüm sürecindeki katı atıklar ve geri kazanımının, ülkemizde sağlıklı bir çevre yapılanması, sürdürülebilir yaşam sahalarının inşa edilmesi noktasında son derece önemli” dedi. Kentsel dönüşüm sürecinde mevcut İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi KENTSEL DÖNÜŞÜM yapı stokunun yüzde 50’sinin geri dönüşümünün sağlanacağını ifade eden Ekşi, 400 milyar dolarlık bir yükün de bununla birlikte geleceğini sözlerine ekledi. Ülke için çok önemli bir kaynağın, bir neslin bile tam olarak yaşayamadığı evlerini dönüştürmek için harcanmasının kafalarda soru işareti bıraktığını söyleyen Ekşi ayrıca; “Bu süreci, çevre ve insan odaklı, insanı merkeze alan bir yaklaşımla en iyi şekilde başaracağımıza inanıyorum. MMG olarak da dönüşümün son derece çevre ve insan odaklı olması gerektiğini ve bu alt yapı süreci içerisinde konuyu önemsiyoruz” diyerek sözlerini noktaladı. Atıkları düşünmediysek dönüşüme hiç başlamayalım Panelin moderatörü MMG Genel Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, kentsel dönüşüm sürecinde harcanacak olan 400 milyar dolarlık bir kaynağın önemine vurgu yaparak şöyle konuştu: “GAP Projesinin bedeli 33 milyar dolar ve henüz daha GAP Projesi bitmedi. Çevre konusu çok ciddi bir iş olmakla birlikte, biz yanlış bir kanı olarak çevre konularını amiyane bir tabirle zurnanın son deliği olarak telakki ediyoruz. Kentsel dönüşüm sürecinde atıkları nasıl değerlendireceğimizi ve nasıl düzenleyeceğimizi düşünmediysek; bence bu işe hiç girmememiz gerekir”. Yeni yönetmelik şart Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü Atık Yönetimi Dairesi Başkanı Ahmet Varır, hafriyat ve inşaat yıkıntı atıklarının düzenlenmesi ve geri dönüşüm konusundaki yönetmeliğin tam olarak ihtiyaçlara karşılık veremediğini ifade etti, yeni bir yönetmelik çıkarılması gerektiğini belirten Varır, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak mevcut yönetmeliği tam olarak yeterli bulmadıklarını dile getirdi. Yılda 125 milyon ton hafriyat bertaraf ediliyor Türkiye’de her yıl 125 milyon hafriyat toprağını yeniden kazanmaya ve üretmeye çalıştıklarını belirterek, “Kentsel dönüşüm çalışmalarıyla birlikte bu miktarda ciddi bir artış olacak. İnşaat yıkıntı atıklarında son durum ne diye bakacak olursak yıllık olarak 4 ila 5 milyon ton civarında bir atık olduğunu düşünüyoruz” dedi. Varır ayrıca yeni yönetmelik ve değişiklik taslağı çalışmalarına başladıklarına dikkat çekerken; “Mevcut yönetmeliğimiz bu yükü kaldıracak durumda değil. Özellikle inşaat yıkıntı atıklarının geri kazanımı konusunda mevcut yürürlükte olan yönetmelik tabir-i caiz ise birazcık soft kaldı. O noktada bu yönetmeliği değiştirme planı içerisine girdik. ÜLKE İÇİN ÇOK ÖNEMLİ bİR KAYNAĞIN, bİR NESLİN bİLE TAM OLARAK YAŞAYAMADIĞI EvLERİNİ DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN HARCANMASI KAFALARDA SORU İŞARETİ bIRAKIYOR Geri dönüp 37 maddeden oluşan, şu anda taslak olduğu için 1-1, 1+ ve 5 ekten oluşan bir çalışma yapılmış durumda. Yönetmeliğin amacı hafriyat toprağından başlayarak, inşaat yıkıntı atıklarına kadar genel çevre politikaları çerçevesinde bu atıkların çevreye zarar vermeden toplanması, biriktirilmesi, taşınması, geri kazanılması ve buna ilişkin teknik idari esasların belirlenmesini kapsamaktadır” diye sözlerini noktaladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr. Cevat Yaman, “İstanbul’da Hafriyat ve İnşaat – Yıkıntı Atıkları” başlıklı sunumunda önceki dönemde denetim ve idari yaptırım yetkileri olmadığı için bu atıkların İstanbul’a gelişigüzel atıldığını belirten Yaman, bugün artık hafriyat atıklarının düzenli bir şekilde depolandığını aktardı. Hafriyat ve inşaat yıkıntı atıklarını taşıyacak kamyonların Hafriyat Toprağı ve İnşaat/Yıkıntı Atıkları Taşıma İzin Belgesi almaları gerektiğine dikkat çeken Yaman; bu belgeyi alabilmeleri için araçların belirli niteliklere sahip olması gerektiğinin altını çizdi. GÜNCEL Fazla atık ekonomi için tehlike Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Çakır, inşaat atıklarının genelinin beton olduğunu, betonun yapısında ise yüzde 80'lere varan bir seviyede "agrega" adını verdikleri malzemenin bulunduğunu belirtti. Agregaların doğal kaynak olduklarını açıklayan Çakır, yakın gelecekten agregaların tükenmesi durumunda inşaat sektörünün zorlanacağını ifade etti. Kentsel dönüşümün de başlanmasıyla yakın gelecekte agregaların depolanmasının çok mühim bir konu olduğunu belirten Çakır, atık miktarının çok fazla miktarda olması, sürdürülebilir bir büyümede ülke ekonomisi için büyük problem yaratan bir durum olduğunu söyledi. Geri kazanılmış malzemelerin kullanılamadığı zaman, bizlerin sürdürülebilir bir büyümeden bahsetmemizin mümkün olmadığının altını çizen Çakır, gelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarının olamamasına rağmen, geri kazanılmış malzemeyi çok iyi kullanabildiklerini söyledi. Geri dönüşüm yıkımdan önce başlamalı DİSAN Başkanı Hayrettin Can ise geri dönüşüme, binaların yıkımından önce başlandığını, yıkılmadan önce tahtaların, pencere ve kapıların, metal eşyaların, kabloların ve tehlikeli maddelerin öncelikle ayrıştırıldığını, ardından binanın sadece beton yığınını parçalayarak, ve beton parçalarından da agregaları ayrıştırarak dönüşüme hazır hale getirdiklerini anlattı. Geri dönüşüme hazırlanılan agregaların elde edilmesinin zahmetli bir iş olduğuna da değinen Hayrettin Can, geri kazanılmış atık sahalarının daha fazla yapılması gerektiğinin altını çizdi.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI Raporlama, sürdürülebilirlik ajandasında yer almanın pasaportudur! . Serra Titiz, Mikado Sürdürülebilir Kalkınma Danışmanlığı S ürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma kavramları hepimizin gündemine yerleşmeye başladı.. Artan sosyal sorunlar ve doğal kaynakların azalmakta olduğuna dair bilincin yükselmesi, insanları bireysel ve toplu olarak harekete geçmeye yöneltti. Artık neyi nasıl sürdürdüğümüzü sorgular olduk; insan ve doğa dengesini gözeten bir sürdürülebilirlik anlayışının destekçisi olmaya başladık. Bireylerden şirketlere, devletlerden uluslararası ağlara, iyi-kötü uygulamalarla sürdürülebilirlik gündemi sürekli güncel kalıyor. Uzun süre de kalacağa benziyor. 2012, 2015 derken 2050, 2100 için gelecek öngörüleri yapılıyor; kötü senaryolarla farklı paydaşların dikkati çekilmeye çalışıyor, daha çok paylaşım, şeffaflık ve işbirliği talebi yükseliyor. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI ayrıştırmaları ve böylece sosyal yatırımı teşvik etmeleri yine önemli tetikleyiciler arasında yer aldı. Sürdürülebilir kalkınma için özel sektörün önemli bir rolü bulunuyor. Dünya ekonomisinin yarısından fazlasını bugün özel sektör yönetiyor. Özel sektörün kaynaklarını nasıl geliştirdiği ve nasıl kullandığı dünyamızın geleceği için hayati önem taşıyor. Bölgesel ya da sektör bazlı standart ve endeksler geliştirilmeye devam ediyor. Sorumlu şirket olma, çok boyutlu bir yaklaşımı ve şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışını gerektiriyor. Şirketlerin içeride kendi insanlarına, dışarıda da topluma ve dolayısıyla dış dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri artık bir beklenti. Hatta bununla da kalmayıp bu sorumluluğu daha da ileriye taşıyarak sosyal amaç gütmeleri beklenmeye başlandı. Özellikle yaygın etki alanı olan şirketlerin kaynaklarını toplumların gelişmesi ve kalkınması için seferber etmeleri bekleniyor... Global iş dünyası bugün sürdürülebilirliğin yanısıra, sosyal yatırım, sosyal etki, sosyal girişimciliği konuşuyor. Var olan işini yönetirken toplumsal kalkınmaya da hizmet eden şirketler takdir ediliyor, sorumsuz davranışlar gözden kaçmıyor. Yeni sürdürülebilirlik anlayışına şirketler nasıl cevap veriyor? Dünyadaki trende baktığımızda 1970’lerde başlayan “aydınlanma” süreci, 2000’lerde doruğa ulaşarak yaygınlaşma evresine geçti. Arada gerçekten samimi olan azınlık haricinde, şirketler sürdürülebilirlikle “ilgilenmeyi” çoğunlukla önce yüzeysel olarak ele aldılar; bir iletişim ve rekabet avantajı yaratma aracı olarak değerlendirdiler. 2000 yılında yayınlanan ve gönüllü girişimler olan Binyıl Kalkınma Hedefleri ve Küresel İlkeler Sözleşmesi “sorumlu şirket olma” bilincinin yaygınlaşmasında etkili oldular. Bu girişimler kurumların bir çerçeve çizerek yönetim süreçlerini elden geçirmelerine yol gösterdiler. Başlangıç için, iyi bir baz oluşturduklarını söyleyebiliriz. Bu girişimler sayesinde insan hakları, karbon ayakizi, etik satınalma gibi kavramların yönetim süreçlerine girmesi mümkün olabildi. Dünya borsa endekslerinin sürdürülebilirlik endeksleri oluşturarak (Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi, 1999 - FTSE4Good, 2001), sorumlu şirketleri MERCEK Şirketlerin iş yapma şekillerini, finansal performans yanısıra, sorumlu yönetim anlayışının hakim olduğu ve ekonomik, sosyal ve çevresel sorumlulukların yerine getirildiği bir formata çevirmeleri gerekiyor. Süreç yönetimlerinde kullandıkları performans göstergelerinin kapsamını sosyal ve çevresel göstergelerle genişletmeleri gerekiyor. ETİK, ŞEFFAF vE HESAP vEREbİLİR bİR YÖNETİM ANLAYIŞIYLA EKONOMİK, SOSYAL vE ÇEvRESEL SORUMLULUKLARIN YERİNE GETİRİLMESİ ŞİRKETİN KAPASİTESİNİ GELİŞTİRMESİNE, İNOvASYON KÜLTÜRÜ OLUŞMASINA, RİSKLERİNİ AZALTMASINA, İTİbARINI ARTIRMASINA, REKAbET AvANTAjI YARATMASINA vE EN ÖNEMLİSİ TOPLUM TARAFINDAN “SOSYAL LİSANS” ALMASINA HİZMET EDECEKTİR. Şirketlerin iş kararlarına bu çok boyutluluğu katmak, işin yönetiminde çalışanların haklarının ve sağlıklarının korunması, gelişimlerinin desteklenmesi, etik satınalma ve etik pazarlama yapılması, yerel halkın kalkınmasının desteklenmesini beraberinde getirecektir. Etik, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışıyla ekonomik, sosyal ve çevresel sorumlulukların yerine getirilmesi şirketin kapasitesini geliştirmesine, inovasyon kültürü oluşmasına, risklerini azaltmasına, itibarını artırmasına, rekabet avantajı yaratmasına ve en önemlisi toplum tarafından “sosyal lisans” almasına hizmet edecektir. Bu çalışmaları yürüten şirketler raporluyorlar. Raporlama, gönüllü bir girişim olarak doksanların ortasında başladı ama bugün Fransa, Danimarka, İngiltere, Hollanda, Norveç, İsveç gibi ülkelerde belli büyüklükte ve halka açık şirketlerin çevresel ve sosyal beyanda bulunmaları talep ediliyor. Raporlama hızla yaygınlaşıyor; tüm dünyada on bine yakın şirket raporluyor. Türkiye’de ise raporlayan şirket sayısı otuz civarında. Bir iletişim ve değişim aracı olarak Sürdürülebilirlik Raporlaması... Bir kurumun sürdürülebilirlik stratejisi yoksa raporlama yapacak alt yapısı da yok demektir. Raporlama şirketin İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI RAPORLAMA YAPMAK ŞİRKETLER İÇİN SÜRDÜRÜLEbİLİRLİK “LİGİNDE” YER ALMAK İÇİN bİR ARAÇ. bU ARACI ŞİRKETİN GELİŞİMİ vE YENİ DÜNYANIN bEKLENTİLERİNE DUYARLI OLMASI İÇİN bİR FIRSAT OLARAK GÖRMEK GEREKİYOR. farklılaşmak için iyi bir stratejik araç haline geldi. • Geleceğin iş gündemine ve modellerine uygun konumlanmak ve ona uygun davranmak bu konuda geride kalmış rakiplerle arayı açmak için iyi bir yöntem.. sürdürülebilirlik stratejisinin bir aracı ve bir çıktısıdır. Bir çalışmanın sonucudur. Başarılı bir rapor, bir sistem çerçevesinde yapılırsa mümkün olabilir. Raporlama süreci, sürdürülebilirliğin iş hedeflerinin şekillenmesine etki etmesini, stratejik kararların alınmasında referans noktası olarak hareket eder, kültüre yerleşir. Raporlama, stratejide hedeflerimizin ve gerçekleştirdiklerimizin izlenmesi, değerlendirilmesi ve paylaşımıdır. Raporlama, yapıldığı söylenen kurumsal sorumluluk çalışmalarının paydaşlarla iletişiminin yapılmasıdır. Raporlama aynı zamanda, performansımızı eleştiriye açmanın, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin bir aracıdır... Raporlama sürekli devam eden bir aktivitedir, yalnızca veri toplamaktan ibaret değildir. Raporlama aşamasına gelinceye kadar olan süreçlerin yönetilmesidir. Unutmayalım ki, sürdürülebilirlik raporlaması yaşayan bir süreçtir, raporun yayınlanması veya iletişimiyle başlamaz ya da bitmez... İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Raporlama, şirketin kurumsal sorumluluk uygulamaları ve performansının bir parçası/sonucu olmanın yanı sıra, sürdürülebilirlik çalışmalarının paydaşlarıyla iletişimini mümkün kılar... Bir raporunuz varsa ve güvenilir bir standart kullanılarak hazırlanmışsa size pek çok kapıyı açabilir. Uluslararası borsa endekslerine girebilir, uluslararası sorumlu yatırım araçlarından faydalanabilir, uluslararası sorumlu şirketler ağlarına dahil olabilirsiniz. Raporlamanın şirketlere getirileri • Şirketler raporlama yaparak sürdürülebilirlik ajandasında yerlerini alıyor, duruşlarını ve geleceğe yönelik vizyonlarını paylaşıyorlar. • İtibarı artırıyor; dolayısıyla, müşterilere karşı güvenirliliğin artması, çalışan bağlılığının artması ve toplumda algının olumlu şekilde yerleşmesi • İzleme ve raporlama sistemi kurarak günlük iş performansıyla sürdürülebilirlik arasında bağ kurmak iyi bir yönetim ifadesi olarak algılanıyor • Şirketlerin rakipleri arasında • Raporlama sayesinde şirketler eksi ve artı yönlerinin daha çok bilincinde olarak, hem geliştirmeleri gereken yönlerine odaklanabilir hem de talepkâr iş dünyasında konumunu güçlendirmek için atılması gereken adımları daha rahat tespit edebilirler. • Oluşabilecek risklere karşı önceden hazırlıklı olabilirler. • Departmanlar arası iletişimi arttırıyor. Hep birlikte sürdürülebilirlik bilinci kazanmayı destekliyor. • Raporlamanın sürdürülebilirlik çalışmalarının kurumsallaşması ve özümsenmesine olumlu etkisi bulunuyor. • Toplumla ve paydaşlarla ilişkileri kuvvetlendiriyor. • Sosyal Yatırım Fonlarından faydalanma imkanı yaratıyor. Pek çok raporlama standardı bulunuyor. Şirketin büyüklüğü, iş alanı, kapsamına göre kullanacağı standart değişim gösterebiliyor. Mevcut standartlar birbiriyle konuşur hale geldi. Şirketlerin ihtiyaçlarını gözeterek doğru standardı seçmeleri gerekiyor. Sonuçta, raporlama yapmak şirketler için sürdürülebilirlik “liginde” yer almak için bir araç. Bu aracı şirketin gelişimi ve yeni dünyanın beklentilerine duyarlı olması için bir fırsat olarak görmek gerekiyor.r MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI K urumsal yönetimin şeffaflık ilkeleri doğrultusunda sürdürülebilirlik raporu çıkarıyoruz. Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı? Türkiye’nin ilk özel sermayeli kalkınma ve yatırım bankası TSKB olarak, uluslararası standartlardaki sürdürülebilir bankacılık anlayışımızla Türkiye’nin ekonomik ve çevresel büyümesinde öncü bankayız. Sürdürülebilirlik yaklaşımımız doğrultusunda finansal hedeflerimizle birlikte ekonomik, çevresel ve sosyal etkimizi dikkate alıyoruz. Kurumsal yönetimin şeffaflık ilkeleri doğrultusunda sürdürülebilirlik raporu çıkarıyoruz. Bu alanda bir ilke imza atarak, 2009 yılında Türk bankacılık sektöründe ‘Sürdürülebilirlik Raporu’ yayınlayan ilk kurum olduk. 2009 da ilk GRI C, 2011 de ilk GRI B onaylı raporları hazırlayan bankayız. Bu raporun hazırlanmasında hangi süreçler/gelişmeler etkili oldu? TSKB Kıdemli Genel Müdür Yardımcısı Orhan Beşkök İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi TSKB olarak, sürdürülebilirlik sürecimizi uzun yıllar önce başlattık. 2006 yılında bu süreç resmiyet kazandı. Aynı yıl, ‘Çevre Yönetim Ekibini’ kurduk ve bu alandaki yol haritamızı ve stratejimizi oluşturduk. Aynı yılın sonunda, ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi belgesi almaya hak kazanan ilk Türk bankası olduk. Banka olarak, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI faaliyetlerimizden kaynaklı tüm çevresel etkilerimizi tanımladık, ölçmeye başladık ve azaltmak amacıyla stratejiler kurguladık. Bir banka olarak karbon ayak izimizin boyutlarını belirledik. Çünkü karbon ayak izimizi azaltabilmek için öncelikle düzenli olarak ölçümlemeye başlamamız gerekiyordu. Türkiye’de o yıllardan itibaren sürdürülebilirlik konusunu gündemine taşıyan ilk bankayız ve bu alanda öncüyüz. Bugün geldiğimiz noktada, kredilendirme faaliyetinden dolayı oluşan çevresel ve sosyal riski ölçecek uluslararası duyarlılıkta bir risk modeli oluşturduk. 2006 yılından beri incelediğimiz her projeye bu modeli uyguluyoruz ve çıkan sonuçlara göre gerekli önlemleri alıyoruz. Dünyada 2000’li yılların başından itibaren şirketlerin performanslarını anlatırken “faaliyet raporlarının” yetersiz kaldığı görülmüştür ve çözüm olarak “sürdürülebilirlik raporlamasının” öne çıktığı görülmektedir. Sürdürülebilirlik raporlaması için Global Reporting Initiative formatlar yayınlamıştır. TSKB olarak sürdürülebilirlik konusunda global trendleri yakından izlediğimiz için 2009 yılına geldiğimizde kendimizi bu rapora hazırlama sorumluluğunda hissettik. 2009 yılında ilk sürdürülebilirlik raporumuzu hazırlayarak; TSKB olarak sürdürülebilirlik stratejimizin global trendlere paralel şekilde iklim değişikliği, çevresel ve sosyal konulardaki aksiyonlarımızı tüm paydaşlarımıza transparan şekilde anlatmayı amaçlayarak hazırladık. Kurum içerisinde bu süreçte neler yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar gerçekleştirildi? Raporu, Bankamızda sürdürülebilirlik ve çevre konularından sorumlu olan Mühendislik Bölümümüzün koordinasyonu ile hazırladık. İklim değişikliği, çevresel ve sosyal konularda yapmış olduğumuz tüm çalışmalarımız ilgili bölümlerin de desteğiyle rapora aktardık. Sürdürülebilirlik stratejimiz ve çevre politikamız çok uzun süreler öncesinde belirlenmiş olduğu için raporlama ile tüm paydaşlarımıza bu konuda neler yaptığımızı anlattık. Temel performans ilkelerimizi saptadık. Ayrıca, ilk raporumuzda TSKB olarak sürdürülebilirlik raporlamasını periyodik olarak yapacağımızın sözünü verdik. Sürdürülebilirlik performansımızı raporda çevre ve sürdürülebilir bankacılık, kurumsal yönetim ve uyum, sosyal sorumluluk ana eksenlerinde; paydaşlar, kurumsal yapılanma, bankacılık, çevre, insan kaynakları ve toplum açılarından ele alıyoruz. Raporun yayınlanması kurum içinde ne gibi değişiklerin yaşanmasını sağladı? Sürdürülebilirlik raporu ile bankada yeni bir dönem başlatmış olduk. Artık sadece faaliyet raporu değil, bir de sürdürülebilirlik raporu hazırlamaya başlamıştık. İlk raporumuzu GRI C onaylı yapmıştık. Banka Üst Yönetimi olarak ilerleyen yıllarda raporumuzun onay seviyesini yükseltme kararı aldık. Dolayısıyla ikinci raporumuz GRI B seviye onaylı oldu. İkinci raporumuzda GRI B onayı alabilmek paydaş anketi yapmamız gerekiyordu. TSKB olarak, ilk kez tüm paydaşlarımız düzeyinde bu anketi yapmamız ve onlardan gelen yanıtlar, özellikle çevresel ve sosyal konularda yaptıklarımızın paydaşlarımız tarafından da onaylanıyor ve takdir ediliyor olması bizleri çok mutlu ve teşvik etti. Raporun yayınlanması, kurumunuzun dışında, gerek medya gerekse de hitap ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki yarattı? Sürdürülebilirlik çalışmalarımız ve bu çalışmaların sonucu olarak yayınladığımız iki sürdürülebilirlik raporumuz, Bankamızın finans sektöründeki halihazırda var olan güvenilir ve öngörü sahibi duruşunu destekleyerek, farklılaşmasını sağladı. Bu alanda yaptığımız çalışmalar sürdürülebilirlik kavramının Türk bankacılık sektörü tarafından özümsenmesinde etkili oldu. TSKB’nin bu konuları iş süreçlerine entegre etmesi ve sektöre öncülük etmesi, örnek olarak görülen raporlarımız, Bankanın bu alanda birçok platformda MERCEK sözcülük yapmasında etkili oldu. TSKB olarak sahip olduğumuz sürdürülebilirlik stratejimiz ve bunun iletişimini yapmak üzere hazırladığımız sürdürülebilirlik raporlarımız ile bu konuların Bankada nasıl içselleştiğini göstermektedir. Bu durum yerli ve özellikle yabancı paydaşlarımızın büyük takdirini kazanmaktadır. Önümüzdeki süreçte de yaratılacak değişimde ülkemize örnek olan ve katkı sağlayan tüm tarafları teşvik edecek, özellikle finans sektöründe sürdürülebilirlik kavramını güçlendirme misyonuyla pozitif yenilikler yaratmayı sürdüreceğiz. Bu tarz çalışmaların, ileride daha yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında etkili olacağını düşünüyor musunuz? Neden? Mutlaka düşünüyoruz. Sürdürülebilirlik konusu bir ihtiyaçtan doğdu. Bu konu sadece sosyal sorumluluk alanı değildir. Daha güçlü ekonomiler yaratmak, artan ihtiyaçları karşılayacak reel büyümeleri yakalayabilmek için bugüne kadar yürütülen iş modellerinin iklim değişikliği perspektifiyle yeniden yorumlanması ihtiyacı sürdürülebilirlik konusunun ön plana çıkmasını sağlamıştır. Dolayısıyla reel sektörden finans sektörüne veya servis sektörüne kadar artık iş yapış şekillerimizi değiştirmeliyiz. Hazırladığımız raporları değiştirmeliyiz. Dünyada tüm sektörler tarafından olağanüstü kabul gören sürdürülebilirlik raporlamasının Türkiye’de de önümüzdeki yıllarda çok ilgi göreceğini düşünüyoruz. TSKB olarak, bu konulara olan yüksek inancımızla, bugün olduğu gibi ileride de çevreye duyarlı ve saygılı davranan şirketlerin diğerlerinden farklılaşacağını düşünüyoruz. Önümüzdeki dönemlerde de çevre ve sürdürülebilir bankacılık alanlarında Türkiye için örnek model olarak, bu konulardaki farklı çalışmalarımızla ilkleri gerçekleştirmeye devam edeceğiz.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI S ürdürülebilirliğin bizim sektörümüzde farklılaştırıcı bir rol oynadığını düşünüyoruz ortaya koydu ve şeffaflığından ötürü Küresel Raporlama İnisiyatifi’nin uluslararası standartlarına göre A+ notunu aldı. Güvensizliğin hakim olduğu bir dünyada bu tip bir güven belgesinin paydaşlarımız açısından da oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Kurum içerisinde bu süreçte neler yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar gerçekleştirildi? Ups Sürdürülebilirlik Raporu, Editör, Lynette Mclntire Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı? UPS olarak ilk kez 2003 yılında çevre adına sürdürülebilirlik raporu hazırladık. Bu raporun hazırlanmasında hangi süreçler/gelişmeler etkili oldu? Biz sürdürülebilirliği her zaman kaynakların akıllıca kullanılmasının bir yolu olarak gördük. Bu prensibimiz sebebiyle de sorumluluğumuzu hep uzun vadeli olarak düşündük. Örneğin, biz doğru yakıt tasarrufu (ve buna bağlı olarak karbon salımını azaltmak) ile ilgili çalışmalarımızı kapsamlı bir şekilde raporluyoruz ki yakıt tasarrufu aynı zamanda iyi bir finansal karar da. Aynı zamanda sürdürülebilirliğin bizim sektörümüzde farklılaştırıcı bir rol oynadığını düşünüyoruz. Etkimiz ve yaptıklarımızla ilgili olarak son derece şeffafız. Bunun anlamı eğer biz pazarda, içinde bulunduğumuz topluluklarda ve çalışma ortamımızda iyi bir performans gösterip göstermediğimize müşterilerimizin karar verebileceğidir. Bu yılın raporu daha önce olmadığı kadar çok bilgiyi İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Rapor şirket içindeki ve tüm coğrafyalardaki hemen hemen her birimin sorumluluğunu gerektiriyor. Veri toplama oldukça yoğun bir süreç. Gereken içeriğin hazırlanması için Küresel Raporlama İnisiyatifi’nin raporlama kriterlerini temel alıyoruz ve aynı zamanda paydaşlarımızın geri dönüşlerini bu sürece dahil ediyoruz. Raporu tamamladığımızda güvenilirliliğini arttırmak için raporun bizim bağımsız denetimimiz yürüten Deloitte&Touch ve Küresel Raporlama İnisiyatifi tarafından kontrol edilmesini sağlıyoruz. Raporun yayınlanması kurum içinde ne gibi değişiklerin yaşamasını sağladı? Geçen 10 yıl içinde rapor hem iç hem de dış paydaşlar için resmi bir referans dokümanı haline geldi. Rapor stratejimizi, performansımızı, amacımızı ve gelişimimizi bir listeliyor. Zayıf olduğumuz alanlarla, dikkat etmemiz gereken ve gelişim göstermemiz gereken noktaların altını çiziyor. İlk raporumuzdan itibaren sürdürülebilirlik şirketin bir stratejisi, davranış tüzüğü ve politikası haline geldi. Şimdi sadece yakıt tasarrufunu değil aynı zamanda karbon etkisini de raporluyoruz ve bu durum yatırım ve alternative yakıt araştırmalarını da kapsayan karar verme süreçlerimizin hızını da etkiliyor. Artık, tüm dünyada gönüllülük ve hayırseverlik aktivitelerimizi de kapsamlı bir biçimde raporlayabiliyoruz. Bu kadarı 10 yıl önce aklımıza bile gelmezdi. Raporun yayınlanması, kurumunuzun dışında, gerek medya gerekse de hitap ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki yarattı? Raporumuz şirketin yürüttüğü operasyonlar ve çalışmak için nekadar iyi bir seçim olduğuna dair harika bir kaynak. Aynı zamanda lojistiğin sadece işiminizin kalbi olmasının dışında topluma bir katkımız olduğunu da belirtiyor. Örneğin karbon salınımı azaltılmış gönderi, sera gazlarını azaltma stratejisi ve çalışma liderlerine olan yaklaşımlar gibi konuları karmaşık programlara göre çok daha basit bir şekilde anlatan infografiklerimize yönelik çok güzel geri dönüşler aldık. Bu tarz çalışmaların, ileride daha yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında etkili olacağını düşünüyor musunuz? Neden? Güvenilir bir sürdürülebilirlik raporu şirketin çalışanlarını, kar ortaklarını, müşterilerini ve topluluklarını nasıl bir etkilediğiyle ilgili kapsamlı bilgi sunar. Biz kendi durumumuzla ilgili olarak, tüm dünyada doğal felaketlerden etkilenen bölgelere yardım olarak ne yaptığımızdan, çalışanlarımızın geçen sene 1.6 milyon saatlik süreyi gönüllülük çalışmalarıyla geçirdiklerinden, UPS çalışanlarına 2011 yılında ödenen 27.6 milyar dolardan ve yan haklardan bahsedebiliriz. Bu bilgilerin çoğu medyada pek yer almaz, ama aslında refah paylaşımına çok önemli bir katkı sağlar.r MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI Öncelikli değerlerimizden biri yalnızca ekonomik çıkarlarımızı gözetmek değil... Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı? Yüksel Holding Genel Koordinatorü , Tuna Aksel Yüksel olarak Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne katılımımız gereği, 2008 yılından itibaren her yıl sürdürülebilirlik performansımızı yayınlıyoruz. Bu raporlar Yüksel’in sadece ekonomik performansını değil, aynı zamanda topluma karşı sorumluluğunu ve çevresel performansını da yansıtıyor. Sürdürülebilirlik raporlamasına verdiğimiz önem doğrultusunda 2011 yılında raporlama kapsamımızı daha da geliştirerek inşaat sektörünün GRI (Küresel Raporlama Girişimi) ilkelerine uyumlu ilk sürdürülebilirlik raporu olan Yüksel’ebilirlik raporunu yayınladık. GRI ilkelerine uyumlu olan Yüksel’ebilirlik, aynı zamanda Türkiye’de bağımsız bir kuruluş tarafından denetlenmiş ilk rapor olma özelliğine de taşıyor. Bu raporun hazırlanmasında hangi süreçler/gelişmeler etkili oldu? Yüksel olarak kuruluşumuzdan itibaren öncelikli değerlerimizden biri yalnızca ekonomik çıkarlarımızı gözetmek değil, daima iş yaparken içinde bulunduğumuz topluma ve tüm paydaşlarımıza karşı sorumlu davranmak, bu ‘sorumlu iş yapmak’ bilincini tüm çalışanlarımızla birlikte sahiplenmek oldu. Bu bakış açısı ile çıktığımız sürdürülebilirlik yolculuğumuzdaki ilk somut adımımızı İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi 2006 yılında Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne (Global Compact) imzalayan - ilk inşaat firması olarak attık ve bu sözleşme kapsamında her yıl ilerleme raporları hazırladık. İmzaladığımız bu sözleşme çerçevesinde, insan hakları, çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla mücadeleden oluşan 10 temel ilkeyi daha geniş kitlelere yayabilmek ve paydaşlarımızda da sürdürülebilirlik bakış açısını yaygınlaştırabilmek amacıyla kurumsal sorumluluk vizyonumuzu bir adım daha ileriye taşıdık ve inşaat sektöründe ve faaliyet gösterdiğimiz sektörlerin birçoğunda sürdürülebilirlik raporu yayınlayan ilk şirket olduk. Yüksel’ebilirlik raporumuzun hazırlık aşamasında uluslararası arenadaki en iyi örnekleri ve uygulamaları kendimize örnek alarak sektörümüzün danışma noktası olmayı hedefledik. Kurum içerisinde bu süreçte neler yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar gerçekleştirildi? Sürdürülebilirlik çalışmalarımız kapsamında ilk adımda iyileştirilmesi gereken durumları ortaya koymayı hedefledik, sonrasında ise gerekli iyileştirmelerin yapılması ve olası tekrarların engellenmesi için tedbirler aldık. Bu doğrultuda, 2010 yılında çevresel sürdürülebilirlik çalışmalarımız kapsamında biyoçeşitlilik dengesinin korunmasına, atık SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI yönetimi ve enerji verimliliğine gösterdiğimiz hassasiyet ile karbon ayak izimizi saydırmaya başladık. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi doğrultusunda her yıl hazırladığımız ilerleme raporlarımızı bir adım ileriye taşıyarak hazırladığımız Yüksel’ebilirlik raporumuz ise bir sonraki adımımız oldu. Raporumuzun hazırlanması sürecinde Yüksel Holding’e bağlı 19 şirketin Kurumsal İletişim Departmanlarının da desteği ile sürdürülebilirlik verilerimizi ve hedeflerimizi belirledik. Kurumsal iş anlayışımızı ve sürdürülebilirlik yaklaşımımızı paydaşlarımız ile paylaşmak amacıyla hazırladığımız Yüksel’ebilirlik raporumuzun oluşum aşamasında sürdürülebilirliğin ne demek olduğunu, neden önemli olduğunu en üst düzey yöneticilerimizden başlayarak tüm Yüksel ailesi fertlerine anlatmak ve iş süreçlerinde içselleştirilmesini sağlamak amacıyla kurumiçi eğitim çalışmaları organize ettik. Bu eğitimler sırasında gördük ki sürdürülebilirlik kavramı Yüksel çalışanları için çok da yeni değil… Kurulduğumuz günden bu yana sürdürülebilirlik adını koymadan da topluma ve çevreye karşı duyarlılığımızı çalışanlarımıza da aşılamış olduğumuzu memnuniyetle fark ettik. Raporun yayınlanması kurum içinde ne gibi değişiklerin yaşamasını sağladı? Yükselebilirlik raporumuzun yayınlanmasının öncesinde organize ettiğimiz kurumiçi eğitimlerimize raporumuzun ardından da devam ettik. Bunun yanı sıra Yüksel ailesi başta olmak üzere paydaşlarımız ile iletişim halinde olduğumuz kurumsal yayınımız Yüksel Bülten’de de sürdürülebilirlik çalışmalarımıza yer vererek konuyla ilgili farkındalığı arttırmayı hedefledik. 2010 yılında başladığımız karbon ayak izimizi hesaplama projemizi bir adım daha ileriye taşıdık ve bu yıl Yüksel kapsamındaki tüm toplantılarımızın yol açtığı sera gazı emisyonlarını, karbon emisyon azaltım projelerinin kredileriyle denkleştirerek “karbon nötr” gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmada en önem verdiğimiz proje ise Yüksel olarak 17 yıldır devam ettirmekte olduğumuz kurumsal sosyal sorumluk projemiz; Avrupa’nın ilk üç yarışı arasında yer alan Yılmaz Sazak Uluslararası Atletizm Yarışması’nı 2012 yılında karbon nötr olarak gerçekleştirmek oldu. 17. Yılmaz Sazak Uluslararası Atletizm Yarışması’nı karbon nötr olarak düzenleyerek Avrupa’nın ilk karbon nötr atletizm yarışına imza atmanın gururunu yaşadık. 2012 yılı sonunda da Köprübaşı ve Çobanlı projelerimiz ile karbon kredisi satacak duruma gelerek doğaya olan katkımızı arttırmayı hedefliyoruz. Son olarak daha önce de belirttiğim gibi 2006 yılında imzaladığımız Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’nde imza koyduğumuz ilkelerin iş dünyasında yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla, birlikte çalıştığımız çözüm ortaklarımızın da, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni imzalamamış olsalar dahi, yaklaşımlarının bu çerçevede olduğunu taahhüt etmelerini bekliyoruz. Bu konunun ciddiyetle uygulanabilmesi için de sözleşmelerimizi bu doğrultuda revize etmek yönünde gerekli çalışmalarımızı hızla yürütüyoruz. MERCEK sokuyor ve günümüz iş koşullarında çevreye duyarlı şirketlerin uluslararası kurumların gözünde farklılaştığını, bu şirketlerin uluslararası kredi kurumları tarafından da pozitif ayrımcılık ile takdir edildiğini gözlemliyoruz. Bunun sonucu olarak da hem bu kurumlar nezdinde, hem de küresel iş yaşamında çevreye ve topluma duyarlı şirketlerin itibarları daha da yükseliyor… Sürdürülebilir bakış açımızı tüm paydaşlarımız ile paylaşmak konusunda medyanın bize olan desteğini de asla yadsıyamayız. Verdikleri geniş kapsamlı haber destekleri ile özellikle iş dünyasında sürdürülebilir iş ahlakını ve vizyonunu yaymak konusunda bizlere destek oldular. Bu tarz çalışmaların, ileride daha yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında etki olacağını düşünüyor musunuz? Neden? Bugün şirketler dünya üzerinde etki alanı devletler kadar geniş olan büyük oyuncular. Bizim ve umuyorum ki bizler gibi sürdürülebilirlik faaliyetlerini başlatan şirketlerin öncülüğünde, özel sektörün sorumluluk farkındalığı hızla artacak. Doğal kaynakların giderek azaldığı günümüzde şirketlerde “kurumsal vatandaşlık” bilincinin gelişmesi, devletlerin yetişemediği noktalarda sivil inisiyatifin devreye girerek elini taşın altına koyması sürdürülebilir bir dünya için büyük önem taşıyor.r Raporun yayınlanması, kurumunuzun dışında, gerek medya gerekse de hitap ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki yarattı? Sektöründe bir ilk olan Yüksel’ebilirlik raporumuzun Yüksel’in öncü rolünü bir kez daha pekiştirdiğine inanıyoruz. Yeni iş dünyası düzeninde topluma ve paydaşlarınıza sağladığınız katkılar sizi sektörünüzün önemli oyuncaları arasında İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MERCEK SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI Tüm iş süreçlerimizi sürdürülebilir kılmak amacıyla yönetsel ve operasyonel alanda çeşitli uygulamalar gerçekleştiriyoruz. düzenli olarak kamuoyu ile paylaşıyoruz. 2011 yılında Türkiye’de enerji sektörünün ilk sürdürülebilirlik raporunu yayımladık. Global Reporting Initiative (GRI) tarafından onaylanan raporda, 2009 ile 2010 yılının ilk altı ayını kapsayan dönemde elektrik üretimi, çevre, çalışanlar, paydaş kitlesi ve sosyal sorumluluk alanlarında sürdürülebilirlik anlayışıyla gerçekleştirdiğimiz projeleri kamuoyuna duyurduk. Raporun ikincisini bu yıl Kasım ayında paylaşmayı planlıyoruz. İkinci raporumuzda özellikle paydaşlarımızla iletişim, iklim değişikliği, doğal kaynakların korunması ve enerji verimliliği gibi konularda yürüttüğümüz çalışmaları aktaracağız. Zorlu Enerji Genel Müdürü, Sinan Ak Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı? Gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan sürdürülebilir iş anlayışına paralel olarak, 2009 yılından bu yana Sürdürülebilirlik Yönetimi Zorlu Enerji Grubu olarak stratejik önceliklerimiz arasında yer alıyor. Büyüme hedeflerimize de sürdürülebilir iş anlayışımız yön veriyor. Grup olarak, ulusal ve uluslararası enerji stratejileriyle paralel bir bakış açısı ile, artan enerji İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi talebine, yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak yanıt vermeye öncelik veriyor ve yatırım alanlarımızı bu doğrultuda belirliyoruz. 2011 yılı itibariyle, toplam kurulu gücümüz içindeki yenilenebilir enerji kaynaklarından üretim payımız % 35’e ulaştı. Hedefimiz önümüzdeki üç yıl içinde bu alandaki yatırımlarımızın sayısını artırarak bu oranı yükseltmek. Yatırımlarımızın yanı sıra sürdürülebilirlik konusunda yürüttüğümüz çalışmalarımızı Bu raporun hazırlanmasında hangi süreçler/gelişmeler etkili oldu? Kurum içerisinde bu süreçte neler yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar gerçekleştirildi? Zorlu Enerji Grubu olarak, yerli ve yenilenebilir kaynaklarla enerji üretimi hedefimizi, sürdürülebilir yatırım anlayışıyla hayata geçiriyoruz. Grubumuzun büyümesinin başladığı 2008 yılından itibaren tüm iş süreçlerimizi sürdürülebilir kılmak amacıyla yönetsel ve operasyonel alanda çeşitli uygulamalar gerçekleştiriyoruz. SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI Sınırlı doğal kaynakların doğru kullanımı, enerjide verimlilik, sürekli enerji arzı ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi öncelikli konular, şirketlerimizin sürdürülebilir organizasyonlara dönüşmesini kaçınılmaz kılıyor. izimizi” hesaplıyoruz. Teknik birimlerimiz ve sürdürülebilirlik stratejimizi uygulayan ekiplerimiz, düşük karbonlu ekonomiye geçişte karşı karşıya olduğumuz risk ve fırsatları geleceğe yönelik stratejilere dönüştürebilmek için çalışmalar yürütüyor. Sürdürülebilirlik raporlaması ise tüm bu hazırlık ve sürdürülebilir iş yapış biçiminin başarıyla uygulanmasının ardından gündeme gelen bir çalışma. Raporlama; hazırlığına üst yönetimden başlayarak farklı birimlerden çalışanların katıldığı, dinamik bir süreç. Verilerin toplanmasından yorumlanmasına, paydaş iletişimi, ekonomik performans ve projelerin rapor sunumuna uygun hale getirilmesi için çok sayıda atölye çalışması ve toplantı yapılıyor. 2012 yılı içinde tüm etkinliklerimizin ayak izi karşılığında Türkiye’nin dört bir yanında yeni ormanlar, yani karbon emisyonlarımıza karşılık yutak alanlar oluşturma kararı aldık. Fuar, toplantı gibi kurumsal organizasyonlarımızın karbon ayak izini detaylı şekilde hesaplıyor ve karşılık gelen ağaç sayısından daha fazla fidanı toprakla buluşturuyoruz. İlk olarak Denizli’de 8.250 fidanlık bir orman kurduk. Bunu, Arpaçay ve Tunceli’de tesis edeceğimiz yeni ormanlar izleyecek. 2013 yılında ise çalışanlarımızın seyahatleri nedeniyle oluşan karbon emisyonuna karşılık olarak, ülkemize yeni ormanlar kazandırmayı hedefliyoruz. Sürdürülebilirlik konularının uygulama tarafında oturmuş ve güçlü bir yapımız olduğu için raporu oluşturmak da keyifli bir süreç haline geliyor. Yıl içinde yapılanları ve kaydedilen ilerlemeleri raporlayarak paydaşlarımızın bilgisine açmak, başarılarımızı olduğu kadar gelişmeye açık yönlerimizi de şeffaflıkla paylaşarak ilerleme hedeflerini anlatmak, raporun önemli çıktıları. Raporun yayınlanması kurum içinde ne gibi değişiklerin yaşamasını sağladı? Zorlu Enerji Elektrik Üretim A.Ş., ülkemizde ISO 14064-1 Sera Gazı Emisyon Doğrulama Standardı belgesini alan ilk enerji şirketi. Bu belge, iş yapış anlayışımıza yön veriyor. 2011’de Zorlu Enerji’nin faaliyetlerinden kaynaklanan doğrudan CO2 emisyonlarımız % 11, dolaylı CO2 emisyonlarımız ise % 3 oranında azaldı. Diğer taraftan, doğal kaynakların tasarruflu kullanımı konusunda aldığımız kararlar sonucunda, 2011 yılında su tüketimimizi % 9 oranında azalttık. 2011 yılında atıklarımızın % 39’unu geri dönüşüm ve geri kazanım yöntemleriyle bertaraf ettik. Bu çalışmalar maliyetlerimizin kontrolüne de doğrudan fayda sağladı. 2009 yılından bu yana “karbon ayak Tüm bu çevresel, sosyal ve ekonomik faydaların yanında, gerek hazırlık sürecindeki katılımcı anlayış, gerekse raporun paylaşımı sonrasında çalışanlarımızdan alınan geribildirimler, sürdürülebilirliğin kurum içinde içselleştirilmesi adına çok olumlu katkılar sağladı. Raporun yayınlanması, kurumunuzun dışında, gerek medya gerekse de hitap ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki yarattı? Medyanın sürdürülebilirlik konusuna ilgisi giderek artıyor. Çünkü şirketler için sürdürülebilirlik artık yalnızca çevresel ve sosyal konuların yönetilmesi değil, çok yönlü bir iş modeli. Özellikle halka açık şirketlerin sürdürülebilirliği nasıl yönettiği, medyanın yakın takibi altında. Raporumuzun enerji sektörünün ilk sürdürülebilirlik raporu olması, basının ayrıca ilgisini çekti. Enerji üretiminde sürdürülebilir bir yönetim anlayışı, doğal kaynakların korunmasından kültürel değerlere, yerel halkla iletişimden enerji verimliliğine pek çok bileşeni barındırıyor. Böyle olunca da medyanın her kesimini ilgilendiren çeşitlilikte bir konu dağarcığı MERCEK oluşuyor. Bu süreçte raporu gönderdiğimiz ve bir basın toplantısıyla ayrıntılı anlattığımız medya mensuplarının farkındalık ve bilgi düzeyinde artış olduğuna şahit olduk. Müşterilerimizde ise, sektörümüzde bu alanda öncü olmamız nedeniyle oluşan beğeni ve memnuniyeti gözlemleme şansı bulduk. İkinci raporumuzu hazırlarken müşterilerimizle birlikte diğer paydaşlarımızın da görüşlerini alarak katılımcı bir süreç yarattık., Bu tarz çalışmaların, ileride daha yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında etkili olacağını düşünüyor musunuz? Küresel olarak tüm ülkeleri ve kurumları ilgilendiren sürdürülebilirlik konularının başında iklim koruma, doğal kaynakların sorumlu kullanımı, iş sağlığı ve güvenliği, insan hakları gibi konular yer alıyor. Türkiye’de ise sürdürülebilirlik son yıllarda, gerek ilgili regülasyonların oluşturulmaya başlanması, gerekse başta halka açık şirketler olmak üzere, özel şirketlerin sürdürülebilirlikle ilgili stratejiler geliştirmesi ile daha fazla gündem konusu olmaya başladı. Şirketler gerek paydaşlarından gelen talepleri, gerekse iklim değişikliği gibi her geçen gün dünyamızı daha fazla tehdit eden sorunları göz ardı edemez hale geldi. Sorumlu iş yapma modelleri oluşturmak artık sadece gönüllü bir yaklaşım olmaktan çıkıp, zorunluluk haline geldi. Enerji sektörü günümüzde, tüm diğer sektörler gibi, sürdürülebilirlik kavramını iş anlayışına yansıtmadığı sürece, üzerinde yaşadığımız, varlığımızı sürdüğümüz dünyamızın sürdürülebilir olmadığının bilincine vardı. Enerji verimliliği ve tasarrufu konusunda sadece kurumlar olarak değil 7’den 70’e birey olarak da üzerimize ciddi sorumluluklar düşüyor. Global ölçekte sürdürülebilirlik bilinci yaygınlaştıkça ve bu konuda yürütülen projeler çoğaldıkça, daha yaşanabilir bir dünyaya kavuşacağımıza inanıyorum.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ORGANİK GIDA Buyrun Çaylarrr! Hem de ORGANİK S ‘GEL TANIŞ OLALIM.’ YAvAŞ YAvAŞ bU ÇAYI İÇER Gİbİ, GEL ŞU GÜNÜN HAYHUYUNU bİR KENARA KOYALIM, bİRbİRİMİZİ TANIYALIM. GEL, bİR bARDAK ÇAY PAYLAŞALIM, bELKİ ISINIRIZ ONUNLA vE ARKADAŞLIĞIMIZLA. GEL, HAYATI ISITALIM… İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi abah kahvaltılarımızın vazgeçilmezi, dost sohbetlerinin sıcaklığı, uykusuz gecelerin arkadaşı, sınav telaşının parçası, çalışırken bize eşlik eden, ince belli de mi, kupada mı tartışmalarının nedeni... Tiryakisi için illaki ince bellide tercih edilen, tavşan kanı -biraz sevimsiz de olsamakbul olan kültürümüzün önemli bir simgesi Çay... Halk arasında bilinenin aksine tüm çaylar Camelia Sinensis bitkisinin aynı yapraklarının farklı işlemlerden geçmesi sonucunda üretilir. Yeşil ve siyah çay çeşidini birbirinden ayıran en önemli fark, oksidasyon farkıdır. Yeşil yaprak oksidasyona tabi tutulursa siyah çaya dönüşür. Oksidasyon işlemi yapılmaz ise yaprak işlenirken ve işlendikten sonra yeşil kalır. Hergün bardak bardak içtiğimiz çay, hepimizin bildiği gibi ülkemizin cennet bölgesi Karadeniz'den geliyor evlerimize, bardaklarımıza... Anavatanı Çin olan ve yaklaşık 5000 yıldır içilen çay, Çin’den komşu ülkelere yayılmış ve bugün itibariyle dünyanın her tarafında sudan sonra en çok tüketilen ikinci içecek konumuna gelmiştir. Özellikle son yıllarda siyah çayın yanı sıra hayatımıza giren farklı bitki çayları da vardır. Adaçayı, papatya, kuşburnu, ıhlamur, vb diğer bir çok bitkinin yaprak, çiçek, tohum, kök ve kabuk gibi kısımlarından elde edilen çaylarda dünyamızda gittikçe artan bir miktarda tüketilmektedir. Bitkisel çayların tüketilme nedeni genellikle sağlık, rahatlatıcı ve tedavi edici yönleri olmasına rağmen siyah çay genellikle keyif, alışkanlık, tiryakilik, misafir ağırlama v.b gerekçelerle tüketilmektedir. “Çay” denilince bir çoğumuzun aklına demlikte demlenen siyah çay gelir... Ancak çayın genel tanımı; sıcak sudaki infüzyonu (demlenmesi) sonucunda lezzet, koku ve renk veren her türlü içilebilir kurutulmuş bitkidir. Çay latince ismi Camelia Sinensis olan bitkiden üretilir. Bu bitkinin yeni sürgün vermiş 2,5 yaprağı toplanarak, yaş yaprak işleme fabrikalarında farklı süreçlerde işlenerek 4 ana kategoride siyah, yeşil, oolong, beyaz- çay üretilir. Oysa ki günlük hayatımızda belki farkında olmadan bolca tükettiğimiz çayın da sağlık açısından bir çok faydası olduğu bilim insanları tarafından ifade edilmektedir. ABD’li diyetisyen Mark Ukra'ya göre (Adı Dr. Çay’a çıkan Çin asıllı Ukra’nın ailesi 200 yıldır çayla uğraşıyor.) kırmızı etin GIDA ORGANİK DOĞU KARADENİZ bÖLGESİ'NDE YETİŞEN ÇAY FİDELERİMİZ KARLA bULUŞUYOR... SONUÇTA HAŞERE YOK, İLAÇLAMA YOK... PESTİSİT YOK... DOLAYISIYLA ÇAYIMIZIN TAMAMININ ORGANİK OLMA ŞANSI vAR. kanser riskini azaltmanın en iyi yolu, pişirmeden önce çayda bekletmek. Alkolden önce içilen çay da karaciğerin zarar görmesini engelliyor. Türk kültüründe büyük yeri olan çayın faydaları saymakla bitmiyor. Bu mucize bitki, kilo verdirici özelliğinin yanı sıra, cilt ve saçlar içinde çok faydalı. Ayrıca neredeyse hiçbir yan etkisi bulunmuyor. Çay, kolestrolü dengeliyor, şeker ve kalp hastalığı ile felç riskini azaltıyor... Dünyada en çok tüketilen içecek, doğal olarak su. Suyun hemen ardındansa ikinci sırada çay geliyor. Tabii ki tüm bu faydalarından istifade edebilmek için her konuda olduğu gibi çayıda aşırıya kaçmadan kontrollu tüketmek gerekiyor. YENİ BİR KAVRAM “ORGANİK” Çayın 5000 yıllık tarihine rağmen organik terimi hayatımıza yeni girmiş ve sorgulanmaya başlayan bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Klasik tarımda kullanılan zirai ilaç ve kimyasalların insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi bilinmekle beraber organik tarımın asıl felsefesi, toprağa hayat vermek ve eko-sistemin çeşitliliğini denge içinde tutmak olarak özetlenebilir... Bu denge zararlı mikro organizmalara karşı yararlı mikro organizmaları destekleyerek sağlanıyor. Organik üretimde zararlı kimyasallar kullanılmadığı için doğal sürece müdahale edilmiyor ve dolayısıyla toprak korunuyor, bu toprakta üretilen ürünler sağlıklı oluyor, bu ürünleri tüketen canlılar zarar görmüyor... Organik ürünler diğerlerine göre biraz daha pahalı, bunun nedeni doğal ortamlarda yapay müdahalelere maruz kalmadan yetişmiş olmaları. Bu üretim şekli klasik üretim yöntemine göre daha fazla zaman alıyor. Ayrıca talepleri karşılayacak miktarda organik ürün üretimi bulunmaması da fiyatının yüksek olmasının bir diğer nedeni olarak sayılabilir. Organik ürünler Uluslar arası sertifika sistemleri ile sertifikalandırılıyor. Tüketicinin dikkat etmesi gereken konu ise, organik diye satın aldıkları ürünün ambalajı üzerindeki sertifika sistemi sorgulamak. ÇAYIN DA ORGANİĞİ OLUR MU? Günlük hayatımızda elimizden hiç düşürmediğimiz çay bardağını düşündüğümüzde, yukarıda bahsettiğimiz gibi sayısız faydasını gördüğümüzde, canlı yaşamı ve çevrenin korunması açısından organik üretimin önemini anladığımızda bu soruyu sormadan duramıyor insan... Organik çay olur mu? Soruyu sorduğumuzda ise ülkemiz adına yüz güldüren gelişmeler cevap olarak çıkıyor karşımıza... Dünyanın ilk organik çayının, Rize'de organik üretim havzasına dönüştürülen Hemşin ilçesinde 2009 yılında üretildiğini öğreniyoruz mesela. Çaykur tarafından 2006 yılında gerçekleştirilen bir proje ile Rize'nin 2 bin nüfuslu Hemşin İlçesi organik tarım havzasına dönüştürülmüş ve dünyanın ilk organik çayı 2009 yılında bu bölgede üretilmiş. Hemşin ilçesinin organik tarım havzası ilan edilmesi ile başlayan projede devlet vatandaş iş birliği ile ilçede organik tarımı engelleyebilecek etkenler ortadan kaldırılmış. Üç yıllık süreçte bölgede organik çay ekimi yapılmış ve 2009 yılında Hemşin ilçesinde Çaykur tarafından organik çay fabrikası hizmete girmiş. Üç yıl süreyle çay bahçelerini organik üretim yapılabilir şekle getirmek için çalışan 200 üretici, 120 ton yaş organik çay üretmiş ve bunun karşılığında Çaykur tesisinde işlenen 120 ton yaş İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ORGANİK GIDA organik çay yaprağından 20 ton kuru organik çay üretilmiş. Dünyada, üzerine kar yağan tek çay olma özelliğini taşıyan Türk çayının tamamının organiğe dönüştürülmesi çalışmaları basında yer alırken, Türk çayının Dünyadaki en makbul çay olduğunu ögreniyoruz. Peki bu ne demek oluyor... Araştırıp okuyunca anlıyoruz ki; bu durum ülkemiz için büyük bir fırsat...Çünkü bizim dışımızda hiçbir ülke böyle bir imkana sahip değil. Başka ülkelerde üretilen çaylar sıcak ve rutubetli bölgelerde yetişiyor. Bu hava koşulları bitkiye zarar verecek haşerelerin oluşmasına zemin hazırlıyor, bu haşerelerle mücadele için de bahçeler yıl boyunca ortalama 15 kez ilaçlanıyor. Bu sebeple yetişen çayda çok miktarda pestisit'e (Pestisit, zararlı organizmaları engellemek, kontrol altına almak ya da zararlarını azaltmak için kullanılan madde ya da maddelerden oluşan karışımlardır. Potensiyel toksisiteleri nedeniyle canlılar üzerinde bazı sorunlar yaratabilir.) rastlanıyor. İşte bizim çayımızın farkı burada ortaya çıkıyor... Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yetişen çay fidelerimiz karla buluşuyor... Sonuçta haşere yok, ilaçlama yok... Pestisit yok... Dolayısıyla çayımızın tamamının organik olma şansı var. Sadece kimyasal gübre kullanımını organik gübreye çevirerek çayımızın tamamını Amerikalı tarihçi yazar Katherine Branning İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi organik yapmak gibi çok büyük bir imkana sahibiz. Klasik çay üretiminde bahçelere dönüm başına yılda 6070 kg. azot gübresi atılıyor. Çay fabrikalarında çay üretimi sonu kalan artıklar organik gübreye dönüştürülebiliyor fakat bu üretim yetersiz kalıyor. Çaykur azot gübresi yerine kullanılabilecek organik gübre üretimi konusundaki ar-ge çalışmalarını hızla yürütüyor. Bu konuda olumlu sonuç alındığı takdirde sadece çayımız organik olmayacak, tüm Karadeniz Bölgesi organik bölge üretim sertifikası alabilecek. Mevcut üretimimizle dış dünyaya açılmamız çok zorken, Türk çayı Dünya pazarında organik çay ile raflarda yerini alabilecek. Elbette bu geçiş kolay olmayacak. Çay bahçelerinin organik üretime hazırlanması sürecinde, üreticilerin mağdur olmamaları için devlet desteğine ihtiyaç olduğu kesin. Ülkemiz adına bu avantajın iyi değerlendirilmesini dilemek gerekiyor sanırım... Yazımı 30 yılı aşkın bir süre Türkiye'ye düzenlediği seyahatlerine dair gözlemlerini aktardığı "Yes, I Would Love Another Cup of Tea" kitabını 2010 yılında yayınlayan Amerikalı tarihçi yazar Katherine Branning’in Türkiye ve Türk çayı hakkında söylediği bir kaç cümle ile tamamlamak istiyorum. “Türkiye’de günün her saatinde bardak bardak çay içebilirsiniz. Daha önce de dediğim gibi benim gözümde bu bir bardak çay Türkiye’yi temsil ediyor. Türk çayı için tavşan kanı derler, siyah ya da yeşil değil, kırmızıdır. Tıpkı her vatansever Türk’ün damarlarında akan kan gibi. Tıpkı göklerde gururla dalgalanan bayrakları gibi. Eşsiz güzellikteki halılarındaki kırmızı yün gibi, tıpkı ilkbaharda açan ateş kırmızısı laleler gibi…Türk çayı sıcaktır. Anadolu topraklarını ısıtan güneş gibi, içinizi ısıtan coşkulu müzikleri gibi, yemekleri, şehirleri, spor takımları, hayatlarının her anındaki yaşama sevinci gibi…Türk çayı sadedir, berraktır. Sütle beraber içilmez. Çayın sade içilmesi gerekir. Berraktır, tıpkı bir Türk’ün yüzü gibi. Her zaman anlaşılabilir, bir şey saklamaz; komşulara gösterdikleri kalpleri gibi berraktır. Türk çayı barışçıldır. Bir bardak çay, nereye giderseniz gidin, size ikram edilir; ofislerde, evlerde, iş yerlerinde. Size ikram edildiğinde bir barış mesajı ve jestini de size taşır. 13. yüzyılın büyük şairi Rumi’yi hatırlatır; ‘Gel tanış olalım.’ Yavaş yavaş bu çayı içer gibi, gel şu günün hayhuyunu bir kenara koyalım, birbirimizi tanıyalım. Gel, bir bardak çay paylaşalım, belki ısınırız onunla ve arkadaşlığımızla. Gel, hayatı ısıtalım…” r KAYNAKLAR http://www.caydunyasigazetesi.com/sektorel http://www.lezzetvadisi.com/lezzet/cayin-bilmedigimizfaydalari.html http://ekonomi.haberturk.com/makro-ekonomi/haber/743786hedef-5-6-bin-ton-organik-cay http://www.dailymotion.com/video/x9mlgb_dunyanyn-ylkorganik-cayyny-urettik_news http://www.haberci53.com/karadeniz/turk-cayi-organik-cayolarak-anilacak-h7082.html http://www.biriz.biz/cay/organik/orgcayicin.htm http://zaman.bg/katherine-branning-cay-turklerin-esas-ruhu/ YEŞİL BİNA SERTİFİKA SİSTEMLERİ Binalara “NE KADAR YEŞİLSİNİZ?” Sertifikası . Çiğdem Yılmazer, Mimar B ugün sürdürülebilir / ekolojik / yeşil / çevre dostu vb. pek çok isim altında karşımıza çıkan doğayla uyumlu yapılar, belirli bazı kriterler doğrultusunda tanımlanıyor. Yapının arazi seçiminden başlayarak yaşam döngüsü çerçevesinde değerlendirilmiş, bütüncül bir bakış açısıyla sosyal ve çevresel sorumluluk anlayışıyla tasarlanmış, iklim verilerine ve o yere özgü koşullara uygun, ihtiyacı kadar tüketen, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmiş, doğal ve atık üretmeyen malzemelerin kullanıldığı katılımı, teşvik eden, ekosistemlere duyarlı yapılar olması bu kriterlerin en önemlileri. Dünya’daki ulusal yeşil bina konseylerinin deneyimi, yeşil binaların yaygınlaşmasını sağlamanın en etkili yollarından birinin bu binalara bir “yeşil etiket” vermek olduğunu ortaya koymuş. Bu etiketler sayesinde bir bina, birtakım standartlar çerçevesinde “yeşil” olarak tescil edilebiyor. Bu standartlar aynı zamanda yeşil bina tasarlamak isteyen mimar ve mühendisler için kılavuz niteliği taşıyor. Sosyal sorumluluklarını yerine getirdiklerini kamuoyu ile paylaşmak isteyen şirketlere de geçerli bir etiket sağlıyor. Yeşil İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi yapılaşmaya yönelmek şirketler için aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi olarak da görülebiliyor. Binaların ve yerleşimlerin, küresel ısınmaya sebep başlıca sera gazı olan CO2 salımının %40’ından sorumlu olduğunu düşünürsek, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları ve en önemlisi yönetmelikleri belirleyen yetki sahiplerine büyük sorumluluklar düştüğü görülebilir. Bina ve yerleşimlerin çevreye olan etkileri salgıladıkları CO2 gazıyla da sınırlı değildir. Aynı zamanda su kullanımının yaklaşık %12’sinden, atıkların %65’inden ve elektrik tüketiminin de %71’inden sorumludurlar. Bu rakamların büyüklüğü aynı zamanda, binaların ve yerleşimlerin çevreye olan etkilerinin azaltılması konusunda büyük bir potansiyelin olduğu anlamına geliyor. Amerika’da yapılan bir çalışma, “yeşil” veya “çevreci” olarak tabir edilen binaların enerji tüketiminde %24-50, CO2 salımında %33-39, su tüketiminde %40 ve atıklarda %70’e varan bir düşüş sağlanacağını ortaya koyuyor. Yatırım ve maliyet açısından bakıldığında da yeşil konulara yapılan yatırımların uzun vadede yatırımcıya geri döndüğü görülebiliyor. 2008 yılında ABD’de yayınlanan sektör raporlarına göre yeşil bina tasarım maliyetlerinde, sadece %1 - %10 arası bir oranda artış olduğu belirtiliyor. YEŞİL BİNA DEĞERLENDİRME SİSTEMLERİ Günümüzde binaları çevresel etkilerine göre değerlendiren pek çok sistem geliştirilmiş ve geliştiriliyor. Bu sistemler, yeşil dönüşüm sürecinde etkili bir araç, önemli bir ilk adım olarak görülüyor. Dünya’da birçok yeşil bina sertifika sistemi mevcut. Bunlardan başlıcaları 1990’da İngiltere’de ortaya çıkan BREEAM (Building Research Establishment Environmental Assessment Method), 1998’de ABD’de ortaya çıkan LEED (Leadership in Energy and Environmental Design), 1998’de gelişmiş ülkelerin biraraya gelmesiyle kurulan kurulan IISBE (International Initiative for Sustainable Built Environment), 2003’de BREEAM’den uyarlanarak Avustralya’da oluşturulan Greenstar, 2004’de Japonya’da ortaya çıkan CASBEE (Comprehensive Assessment for Building Environmental Efficiency) ve 2009’da Almanya’da ortaya çıkan DGNB (Deutsche Gesellschaft fur Nachhaltiges Bauen). SERTİFİKA SİSTEMLERİ YEŞİL BİNA BREEAM, bu yöntemi sayesinde farklı ülke ve coğrafyalara çok iyi adaptasyon gösterebiliyor. Bir binanın çevreye olan etkilerini basit ve ekonomik bir şekilde değerlendirebilmek ve böylelikle bu etkileri azaltabilmek için 1990 yılında oluşturulan BREEAM, bu süreç içerisinde gelişip çok kapsamlı ve detaylı bir metod haline gelmiş. Şimdiye kadar dünyada 714.000 bina BREEAM sertifikası almak üzere kayıtlarını yaptırmış ve 116.000 bina da sertifikalandırılmış. BREEAM Puanlama Kategorileri BREEAM’a göre puanlama 10 ana kategoride yapılıyor: Bina Yönetimi, Sağlık ve İyi Hal, Enerji, Su, Arazi Kullanımı ve Ekoloji, Ulaşım, Malzeme, Atıklar, Kirlilik, İnovasyon Bu ana başlıkların da bulundukları ülkenin veya coğrafyanın koşullarına göre ağırlıkları değişebiliyor. Örneğin Avrupa’da, Bina Yönetimi’ne 12%, Sağlık ve İyi Hal’e 15%, Enerji’ye 19%, Ulaşım’a 8%, Su’ya 6%, Malzeme’ye 12.5%, Atıklar’a 7.5%, Arazi Kullanımı ve Ekoloji’ye 10%, Kirlilğe 10% ve İnovasyon’a 10% ağırlık veriliyor. Sertifika Dereceleri BREEAM metoduna göre puanlama sonucu binalar farklı derecelerde sertifikaya sahip olabiliyor: - BREEAM Pass (Geçer), - BREEAM Good (İyi), - BREEAM Very Good (Çok İyi), - BREEAM Excellent (Mükemmel), - BREEAM Outstanding (Sıra Dışı) Son yapılan araştırmalar BREEAM’ın ilk uygulandığı 1990 senesinden bu yana 4,5 milyon ton CO2 emisyon kazancı sağladığını ortaya koyuyor, ki bu da İngiltere’deki 40.000 evin toplam, ya da 750.000 evin ülke standardının üzerinde sağlamış olduğu emisyon miktarına eşdeğer. Bu sistemin puanlaması 6 kategoride yapılıyor: - Sürdürülebilir Araziler (14 puan), - Su Kullanımında Etkinlik (5 puan), - Enerji ve Atmosfer (17 puan), - Malzeme ve Kaynaklar (13 puan), - İç Hava Kalitesi (15 puan), Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik (LEED), ABD`deki Çevre Dostu Binalar Konseyi tarafından geliştirilen bir dizi kriterden oluşuyor. - İnovasyon ve Tasarım (4 puan, +1 de tasarımda LEED sertifikalı profesyonel kullanılırsa ekleniyor). Farklı projeler için farklı LEED sertifika sistemleri geliştirilmiş: - Sertifika / 26 - 32 puan, - LEED-NC: Yeni inşaat ve renovasyon, - Gümüş / 33 - 38 puan, - LEED-EB: Mevcut binalar, - Altın / 39 - 51 puan, - LEED-CI: Binada yaşayanlar için iç tasarım, - Platin / 52 - 69 puan. - LEED-CS: “Core-and-shell”* projeleri, - LEED-H: Evler, LEED sertifikası, ABD`de USGBC’ye yapılan başvuru üzerine sadece USGBC tarafından verilebiliyor. - LEED-ND: Mahalle gelişimi *Kaba inşaatı tanımlamak için kullanılan tabir. Binalar dört ayrı alanda sertifika alabiliyorlar: İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi YEŞİL BİNA SERTİFİKA SİSTEMLERİ −Sosyal sorumluluk alındığının göstergesi olmaları, −Yüksek standartlarda binalar yapılmak suretiyle ileriye dönük dezavantajlı bir konumda olunmasının sağlanması, Green Star, binaların tasarım ve yapımını düzenleyen, kapsamlı, ulusal ve gönüllü bir çevresel etki değerlendirme sistemi. Avustralya’daki ticari binaların %11’inin Green Star sertifikasına sahip olması onu iş dünyası için kaçınılmaz bir hale getirmiş. Green Star sertifika sistemi emlak piyasası için aşağıda sıralanan faydaları sağlamak üzere oluşturulmuş: - Ortak bir dilin oluşturulması, - Yeşil binalar için standart bir ölçülendirme sisteminin oluşturulması, - Entegre ve bütünleşik tasarımın teşvik edilmesi, - Çevre alanında liderlik yapanların tanınması, - Binanın yaşam döngüsü analizi sonucu ortaya çıkan etkilerinin belirlenmesi, - Yeşil binaların avantajları ile ilgili toplumsal bilincin artırılması. Green Star Sertifikalı Projelerin İşletmelere Sağladığı Avantajlar −Daha düşük işletme maliyetleri, −Yatırım maliyetlerinin kısa sürede amorti edilebilmesi, −Kullanıcılar tarafından tercih edilmeleri, −Daha kolay pazarlanabilmeleri, −Üretkenlik alanında gelişme sağlamaları, −Daha sağlıklı bir iş ve yaşam ortamı oluşturmaları, −Rekabet güçlerinin artması. Green Star Kategorileri Green Star, bir projenin alan seçimi, tasarımı, uygulaması ve bakımı sonucunda doğrudan ortaya çıkan çevresel etkileri kapsayan dokuz kategori içeriyor: Yönetim, İç Mekan Çevre Kalitesi, Enerji, Ulaşım, Su, Malzeme, Arazi Kullanımı ve Çevrebilimi, Salınım, Yenilik Her kategori, çevresel verimi arttıracak ya da arttırma potansiyeli olan ölçütlere bölünmüş. Bir proje, o ölçütün şartlarını sağladığı kadar puan alabiliyor. Toplanan puanlar sayesinde her kategoride alınan puanlar belirleniyor. Sonrasında ise o kategorinin ağırlığına göre bir yüzdelik hesaplaması yapılıyor. Kategori ağırlıkları Avustralya’daki farklı çevresel durumları yansıtabilmek için, eyalet ve alanlara göre değişiklik göstermekte. Belgelendirilmiş Green Star Sınıflandırmaları 4 Yıldızlı Green Star (Puan: 45-59) Çevresel sürdürülebilir tasarım ve/veya yapıda “En iyi Tatbikatı”, 5 Yıldızlı Green Star (Puan: 60-74) Çevresel sürdürülebilir tasarım ve/veya yapıda “Avustralya’daki Mükemmellik” örneğini, 6 Yıldızlı Green Star (Puan: 75-100) Çevresel sürdürülebilir tasarım ve/veya yapıda “Evrensel Liderliği” simgeliyor. - Çevrebilim - Ekonomi Binaların planlamasında ve değerlendirilmesinde kullanılmak üzere kurulmuş bir sistem. Bir sınıflandırma sistemi olarak, tüm ilgili sürdürülebilir yapı konularını içeriyor. Şartlara uyan projeler bronz, gümüş ve altın kategorilerinde sınıflandırılıyor. - Sosyal, Kültürel ve Alman Sürdürülebilir Yapı Sertifikası, kaliteye önem veren bir bakış açısı içeren, yapı planlaması ve değerlendirilmesi amacı ile Alman Yeşil Bina Konseyi ve Ulaşım, İnşaat ve Kentsel İlişkiler Birleşmiş Bakanlığı ortaklığında oluşturulmuş bir sistem. - Arazi Yerleşimi Net bir şekilde düzenlenmiş anlaşılır bir yapısı olan Alman Sürdürülebilir Yapı Sertifikası, tüm ilgili sürdürülebilir yapı konularını içeriyor. Değerlendirmeyi etkileyen altı madde şu şekilde belirtilmiş: İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Operasyonel Konular - Teknik Konular - Süreçler Sertifika, projenin başlangıç noktasında belirlenen sürdürülebilir yapı hedeflerinin bütünleşik tasarım prensipleri doğrultusunda uygulanması üzerine kurulmuş. Böylelikle sürdürülebilir yapılar, güncel teknolojiye göre tasarlanıp kalitelerini bu yeni sertifika ile belgelendirebiliyor. SERTİFİKA SİSTEMLERİ YEŞİL BİNA Ana Kriterleri SERTİFİKANIN AVANTAJLARI Sürdürülebilirliğe Olan Katkı: Sertifika, bir yapının çevre ve topluma olan pozitif etkilerini somut bir şekilde gösterebiliyor. Maliyet ve Planlamadaki Kesinlik: Sertifika sayesinde bir projenin erken planlama aşamasında performans hedeflerine ulaşılabilirliği büyük bir kesinlikle ortaya konulabiliyor. Risk Azaltma: Sertifika sayesinde inşaat süresince bütünsel bir planlama teşvik ediliyor. Böylelikle, planlama ve inşaat süresince süreçler daha şeffaf ve net bir şekilde takip edilebiliyor. En iyi sürdürülebilir çözüm seçeneklerine ulaşılırken, operasyon ve renovasyon süresince doğabilecek riskler azaltılıyor. Uygulamaya Yönelik Planlama Aracı: Bu sertifika, uygulayanlar tarafından uygulayıcılar için geliştirilmiş. Mal sahipleri ve tasarımcıları sürdürülebilir yapılar tasarlayıp uygulamaya geçirmeleri yönünde destekliyor. Yaşam Döngüsüne Odaklılık: Yapının yaşam döngüsü üzerine kurulmuş sertifika, bir binanın sürdürülebilirliğini değerlendirme açısından kaçınılmaz olan bu unsuru ele alıyor. Avrupa Yapı Sektörüne Uygunluk: Sertifika, Alman ve Avrupa yapı sektörüne göre tasarlanmış. Sertifika sistemi oluşturulurken hem yapı standartları hem de piyasadaki enerji etkin yapılar göz önüne alınmış. Pazarlama Aracı: Yatırımcıların, mal sahiplerinin ve kullanıcıların sürdürülebilirliğe olan bağlılığını belgelendiren sertifika, bir kalite simgesi olarak dış ticareti desteklerken yatırımcıların Alman emlak sektörüne olan ilgilerini de arttırıyor. Verimlilik: Sertifika yapıları bütünsel olarak değerlendiriyor. Sistem, mal sahipleri ve tasarımcılara birçok imkan sağlıyor. Bu sertifika bir yapıyı, çevre biliminin ötesine geçerek ekonomik, sosyo-kültürel, işlevsel açılardan performansını da göz önüne alarak değerlendiriyor. Esneklik: Sertifikanın sistemi, teknik ve sosyal gelişmelere ve farklı uluslara göre adapte edilebilme özelliğine sahip. TÜRKİYE'DEN BİR ÖRNEK: YEŞİL KONUT SERTİFİKA SİSTEMİ Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği, uzun zamandır Yeşil Konut Sertifika Sistemi üzerinde çalışıyor. Üstte de sayılan uluslararası değerlendirme sistemlerinin Türkiye’deki kullanımına dair kullanıcılardan gelen geribildirimler (pahalılık, yoğun bürokrasi, ön koşulların yarattığı “kılıfına uydurma” durumu…) derneği bu yeni sistem üzerinde çalışmaya yönlendirmiş. Sertifikaların, sertifikayı oluşturan ülkenin ülkelerin kaynaklarına, kültürlerine ve sistemlerine yönelik olması Türkiye için de kendine özgü bir puanlama sisteminin gerekliliğini doğurmuş. Özellikleri Yeşil Konut Sertifika Sistemi tamamlandığında, yerel koşullara uygun, Türkçe ve Türkiye’de uygulanmakta olan standartlara referans verecek bir değerlendirme sistemi olacak; ve sadece Türkiye’deki profesyoneller geri bildirimde bulunacağından versiyonları çok daha gerçekçi bir şekilde revize edilebilecek. Neden “Konut”? Dernek, Türkiye’de yapılacak binalar arasında tarihsel olarak bakıldığında konutun her zaman en öncelikli ve önde geldiğini saptamış. Yeşil konut sertifikasının amacı, sağlıklı toplumlar, yaşanabilir bir çevre ve gelişmiş bir ekonomi yaratmak. Avrupa Birliği’nin üzerinde çalıştığı 17 partnerle Avrupa Birliği sertifikası göz önüne alınarak, LEED, BREEAM, DGNB vb. uluslararası sertifika sistemleri incelenmiş ve bir kılavuz, 8 başlık ve 49 konu altında bu sertifika oluşturulmuş. Yeşil konut dendiğinde incelenecek kriterler ise şu başlıklar altında toplanacak: - Bütünleşik Yeşil Proje Yönetimi - Arazi Kullanımı - Su Kullanımı - Enerji Kullanımı - Sağlık ve Konfor - Malzeme ve Kaynak Kullanımı - Konutta Yaşam - İşletme ve Bakım Kullanıcıyı Sürece Dahil Eden Yaklaşım Mayıs 2012’de sertifikanın Beta versiyonu online ve dernek üyeleri ile sivil toplum kuruluşlarının teknik komitelerine açık olarak dernek websitesinde yayınlanacak. Kullanıcı adı ve şifreyle girilecek ve yetkililer geri bildirimlerini belirtebilecek. Sertifikanın ortak akılla şekillenmesine çok önem veriliyor. Aralık 2012’de ise Yeşil Bina Konut Sertifikası Sistemi yürürlüğe girecek. Ayrıca şirketlerin taleplerine göre uzun vadede, yerleşkeler ölçeğinde (LEEDNEIGHBOURHOOD ve BREEAMCommunities) ve var olan binalar için sertifikalar üzerinde de çalışılabilecek.r KAYNAKLAR http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&ID=24 http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=25 http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=27 http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=26 http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=28 http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=29 http://www.ekoyapidergisi.org/25-ulusal-sertifika-sisteminin-betaversiyonu-hazir.htm İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi YEŞİL BİNA PROJE Sektöründe İlk LEED GOLD Sertifikası WILO TÜRKİYE YENİ bİNASIYLA, TÜRKİYE’DE vE AvRUPA’DA KENDİ SEKTÖRÜNDE LEED GOLD SERTİFİKASI (ENERjİ vE ÇEvRE DOSTU TASARIMDA LİDERLİK SERTİFİKASI) ALAN İLK FRMA OLDU. T ürkiye'de 20 yıldır faaliyet gösteren, Alman pompa sistemleri üreticisi WILO Türkiye, bölgesinin lider ofisi olarak yeşil bina konusuna da öncülük etti. WILO Türkiye yeni binasıyla, Türkiye’de ve Avrupa’da kendi sektöründe LEED Gold sertifikası (Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik Sertifikası) olan ilk firma oldu. LEED GOLG SERTİFİKALI YEŞİL BİNA OLMAK NE ANLAMA GELİYOR Bu sertifika her şeyden önce yapının çevre dostu olduğunu ve düşük enerji tüketimi konusunda yapılan uygulamarı belgeliyor. WILO Türkiye yeşil binasını yaklaşık 11 milyon dolarlık yatırımla Orhanlı - Tuzla’da inşa etti. Yapı, 9 dönümlük arsa üzerine kurulu ve 8.000 metrekare kapalı alana sahip. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Binanın enerji performansı, tesisat mühendisliği konusunda Amerikan Isıtma Soğutma İklimlendirme Mühendisleri Derneği (ASHRAE) tarafından yayınlanan standartlar ile karşılaştırıldı. Sonuçta enerji maliyeti açısından yüzde 24 daha tasarruflu bir proje ortaya çıkarıldı. Binada enerjiyi maksimum tasarrufta kullanabilmek için birçok sistem uygulandı. Yüksek performanslı dış cephe izolasyonu ve yüksek performanslı camlarla ısıtma ve soğutmadaki kayıplar önlenirken, dim edilebilir aydınlatma sistemleri ile ışık seviyesi ihtiyaca göre ayarlanabilir olacak şekilde planlandı. Bunun yanında hareket ve varlık sensörleriyle gereksiz aydınlatmanın önüne geçildi. Binanın sıcak su ihtiyacı ise güneş panellerinden karşılandı. PROJE YEŞİL BİNA YÜZDE 50’YE ULAŞAN SU TASARRUFU Binalardaki şebeke suyu tüketiminde peyzaj alanlarının etkisi düşünülerek mümkün oldukça az su tüketen çalı, yer örtücü bitkiler ve su ihtiyacı az olan karışık çim çeşitleri tercih edildi. Damlama sulama sisteminin kullanıldığı peyzaj alanlarında, nem ölçer cihazı da sisteme dahil edilerek daha verimli bir sulama sistemi hayata geçirildi. Bu stratejilerle yalnızca peyzaj alanlarında sağlanan su tasarrufu yüzde 50’ye ulaştı. Bina içi su tüketiminde ise ıslak hacimlerde düşük debili klozetler, susuz pisuarlar ve yüksek verimli, sensorlu bataryalar kullanılarak şebeke suyu kullanımından yüzde 50 tasarruf sağlandı. GERİ DÖNÜŞÜMLÜ MALZEMELERLE DOĞAL KAYNAKLAR KORUNDU Binanın yapımında inşaat malzemelerinden tasarruf eden uygulamalar hayata geçirildi. Projede yer alan inşaat maliyetlerinin yüzde 30’unu geri dönüştürülmüş malzemelerden seçildi. Böylece doğal kaynakların korunmasına da katkı sağlandı. TASARRUF VE VERİMLİLİK UYGULAMALARI PROJE AŞAMASINDA BAŞLADI Binanın inşaat çalışmalarına başlamadan önce hava ve su kirliliğini önlemek ve toprak kaybının önüne geçmek için ESC planı (Erozyon ve Sedimentasyon Kontrol Planı) kapsamında hazırlandı. Verimli toprağın kaybını önlemek için şantiye giriş-çıkışlarında araçlar yıkandı, akan toprak daha sonra değerlendirmek için bir bölgede biriktirildi. Yağan yağmurla birlikte toprağın şantiye dışına çıkmasını engellemek için ise geotekstil malzeme ile şantiye etrafı çevrelendi. Çökelti havuzu oluşturuldu ve rogar kapaklarında özel önlemler alındı, suyun yağmur kanallarına filtre edilerek geçişi sağlandı. YEŞİL ALANLAR ARTIRILDI Projede bitki örtüsü köreltilmiş olduğundan siyah yüzeylerde ortaya çıkan ısı alan etkisini en aza indirmek için birçok tedbir uygulandı. Öncelikle saha içi araç yollarında asfalt yerine beton tercih edildi. Otoparklarda ise delikli taşlar kullanılarak yeşil alanların artması sağlandı. Tüm bu uygulamalar sonucunda, peyzaj alanlarında ısı adası etkisinde yüzde 87 oranında düşüş yakalandı. Çatı alanlarında ise, yansıtıcı etkisi yüksek olan beyaz renkli TPO malzeme kullanıldı ve ısı adası etkisi yüzde 76 oranında düşürüldü. Ayrıca yine inşaat aşamasında kaynakların ve çevrenin korunması amacıyla atık yönetimi uygulamaları başlatıldı. Şantiyeden çıkan atıklar, sahada bir alanda toplanarak, atık değerlendirme firmalarına iletildi. Kontrollü ve düzenli bir çalışma planı izlenmesi sonucu, inşaat sırasında çıkan atığın yüzde 93’ünün atık tesislerinde yeniden değerlendirilmesi sağlandı. Proje kapsamında günlük evsel atıkların oluşumunu düşürmek için ise atıklar farklı kaplarda ve bina içinde kolay ulaşılabilir alanlarda toplandı. Bu arada yerel ekonomiyi desteklemek ve yakıt tüketimi kaynaklı çevre kirliliğini önlemek için inşaat maliyetinin yüzde 59’unda yerel malzemeler tercih edildi. DAHA AZ KARBON SALINIMI İÇİN BİSİKLET KULLANIMI TEŞVİK EDİLİYOR Sanayi Bölgesinde yer alan WILO binasında, bireysel otomobil kullanımından kaynaklanan karbon salımını azaltmak ve personelin ulaşımını sağlamak amacıyla personel servisleri kullanımı tercih edildi. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi YEŞİL BİNA PROJE Bununla birlikte yakın çevreden gelen çalışanlar için bisiklet kullanımını teşvik etmek amacıyla binada bisiklet park alanları ve duş alanları oluşturuldu. GÜN IŞIĞI VE ÇEVRE MANZARASIYLA ÇALIŞANLARA YÜKSEK MOTİVASYON Binada çalışanların motivasyonunu olumlu yönde etkileyecek; sağlıklı ve keyifli bir yaşam alanı sunmak amacıyla manzarası ve gün ışığından maksimum fayda sağlanması hedeflendi. Çatıdaki ilave ışıklıklar, gün ışığı aydınlık seviyesini artırıyor. WILO’da gün ışığı alan yaşam alanlarının aydınlık oranı yüzde 85’i, manzara gören yaşam alanlarının oranı ise yüzde 92’yi buluyor. Bu yüksek oranlar sayesinde çalışanlar günün enerjisinden mahrum kalmıyor. BİNADA SAĞLIK ÖN PLANDA Projenin inşaat aşamasında çalışma şartları ve çalışanların sağlığı konularına maksimum önem gösterildi. Yeşil binanın yapım aşamasında birçok tedbir uygulamaya alındı. Klima kanallarının montajı sırasında çalışanların ağızları maskelerle kapatıldı. İnşaatı devam eden alanlar bitmiş alanlardan izole edilerek toz taşınmasının önüne geçildi. İnşaat sahasında çalışanlar için havalandırma İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi sağlandı. Verimli ve efektif bir çalışmayla zaman yönetimi etkin bir şekilde uygulandı. Yeşil binada iç mekânlarda kullanılan yapıştırıcı, boya ve kaplama malzemelerinin içeriğinde VOC (zararlı uçucular maddeler) değeri çok düşük ürünler kullanıldı. Böylece kısa ve uzun vadede insan sağlığına zarar verecek maddelerin solunmasının önüne geçildi. Ofislerin zemin kaplamasında ise Amerikan Halı Enstitüsü Carpet & Rug Institute (CRI) tarafından test edilen doğa dostu Green Label Plus (GLP) sertifikalı halılar tercih edildi. Binada fotokopi odaları, bağımsız bir egzoz sistemi ile donatılarak binanın diğer alanlarından ayrı olarak havalandırılan bir alanda yer aldı. Binanın ana girişinde yer alan özel paspaslar sayesinde tozun içeri girmesi önlenerek içerideki havanın kalitesi korunmasına önem verildi. Tüm klima santrallerinde ise yüksek verimli filtreler kullanıldı. Tüm bu uygulamalar sonucunda, binada ASHRAE standartlarına göre yüzde 30 daha fazla taze hava sağlandı. Kullanım yoğunluğu yüksek olan toplantı odaları, yemekhane gibi alanlarda ise karbondioksit sensörleri kullanılarak hava kalitesinin kontrol altında tutulması amaclandı. Böylece personel için sağlıklı bir çalışma ortamı sağlanıldı.r MERCEK İÇERDE ÇOCUK KALMASIN MAHALLE KÜLTÜRÜ ve SOKAK OYUNLARI “İçerde çocuk kalmasın” . Nilgün Kuzu, Branş öğretmeni (İTÜ), Halk Oyunları ve Müzik H epimizin neredeyse hergün bilinçli ya da bilinçsizce söylediğimiz, en azından okuduğumuz, birçoğumuz için hayatının odağı, bir parçası veya tamamıdır çocuklarımız. Burada uzun uzun çocuk nedir, çocuk ne yapar gibi tanımlamalara girmeyeceğim. Çünkü hepimiz o yollardan geçtik. Çok iyi biliyoruz ki çocuğu oyun büyütür ve odağında içeriği değişse de daima oyun vardır. Burada kendi oyun tanımlamamı İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi yapmak istiyorum ki; ilerleyen satırlarda anlatmak istediklerime bir ayna tutsun. Bence oyun; çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişiminde yüzde yüz etkili, kurallı veya kuralsız gerçekleşen, fakat çocukların her şekilde içinde bulunmaktan hoşlandığı etkinlikler bütünüdür.Benim uzun zamandır kafa yorduğum ve herkesin de düşünmesi gerekliliğine inandığım bir konu var ki o da değişen, dönüşen mahalle oyunları. Çağımız tamam teknoloji çağı ve elbette ki ona ayak uydurmalıyız ama değerlerimizi yitirmeden de ayak uydurabileceğimize, hatta birbirine katarak, çoğaltarak belki de ekleyerek daha anlamlı kılabileceğimize inancım tam. Oyunun birçok amacı vardır. Çocuk oyun sayesinde herşeyden önce düşünmeyi, kendi başına karar vermeyi, sorumluluk almayı, işbirliği yapmayı ve bana göre kilit noktalarından biri olan paylaşmayı öğrenir. İÇERDE ÇOCUK KALMASIN MERCEK Komşularımızın hal hatrını sormakla işe başlayabiliriz. Ben bu iletişimlerin çorap söküğü gibi ardışık bir şekilde geldiğine inananlardanım. Mesela yakar topu hatırlayalım; en az dört kişiyle oynanır ki takım ruhu, bir olma, galibiyet ya da mağlubiyeti paylaşma gibi soyut öğretiler içerir. Hızla gelen toptan kaçmak bazen de can almak için topa doğru koşmak gerektiği için sürekli bir hareketlilik hali vardır. Ayrıca topun nereye gideceğini saptamak gibi küçük hesaplar yapmayı gerektirir. Demem o ki; bu oyunların öğretisi ve getirisi saymakla bitmez. Bilgisayar başında, çocukların genellikle tek başına oynadıkları oyunlarla mukayese kabul etmez bence. Bir düşünün; bilgisayarda hazır kurgulanmış, her zaman olmasa da zaman zaman şiddet içeren, el ve kol dışında hiçbir uzvun hareket etmediği, üstelik bağımlılık yaratan…v.s. bu oyunların çocuklarımıza getirisi ne olabilir ki? Çocuklarımızın dışarıda oynayabilmeleri için, bir alan bir mahallemiz yok dediğinizi duyar gibi oluyorum. Aslında ben de aynı şeyi düşünüyorum. Kendi kendime mahalle neden bu kadar önemliydi diye sorduğumda aklıma; çocuklarımızı sahiplenen, koruyup gözeten, birbirine değer ve güven veren insan grubunun yaşadığı, gözümüzün asla arkada kalmayacağını bildiğimiz kişiler geliyor. Günümüzde bırakın mahallemizdeki insan grubunu yan komşumuzu dahi tanımıyoruz. Aslında bu bir nevi kendimi de ikna yazısıdır. Çünkü hiç selamlaşmadığım bile insanların çocuklarıyla çocuklarımı nasıl dışarı gönderirim diye düşünüyorum? Bu yerini bulmayan saçma bir kaygı da olabilir bakalım yazının sonunda kendimi de ikna edebilecek miyim? Genel olarak hepimizde hemen hemen her konuda geçmişe özlem, geçmişte yaşananları günümüzde arama, mukayese edip hayal kırıklığı yaşama arayışı ve hatta kolaycılığı vardır. Biraz bundan sıyrılmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Misal kalmayan mahalle kültürüne üzülüp, hayıflanmayı bırakıp, kendimize bir yol çizip, icraata geçmenin zamanıdır bence. Hemfikir olduğumuz bir konu var ki o da genelde mahalle kültürü diye bir şey kalmadığıdır. O halde mahalleyi oluşturan parçalardan biri olan apartmanlarımıza kafa yoralım. Benim derdim çocuklarımızın oyun vesilesiyle dışarıya açılıp, daha çok vakit geçirmeleri. Dolayısıyla bazı kaygılarımızın üzerine gitmeliyiz diye düşünüyorum. Bir taraftan yok olan şeylere ağlamaktan, aslında o şeyleri yok edenin bizler olduğumuzu da göremiyoruz. Aslında mahalle kültürünü, eski çocuk oyunlarını bitiren bizler değil miyiz? Evet bizleriz. Ama aslında bu da bir bedel. Değişen dünyaya uyum sağlamak için birşeyler yer değiştiriyor ya da yok oluyor. Adana Ticaret Odası (A.T.O.) İnşaat Meslek Komitesi Başkanı Halil Avcı A.A. Muhabirine yaptığı açıklamada; “artık yaşam tarzı değişiyor. İnsanlar köşebaşındaki herhangi bir binadan değil, içerisinde sosyal donatı alanları olan sitelerden daire almak istiyor. Çünkü geçmiş yıllarda kentler bu kadar kalabalık değildi, herkes mahallede birbirini tanır birbirinin çocuğuna gözkulak olurdu. Art niyetli insanlar bulunmazdı” dedi. Ben bu bilgilerden yola çıkarak sürekli eskileri yad edip vakit kaybetmek yerine, kendimizi mevcut duruma adapte edip, ondan zevk almaya çalışmanın çok daha mantıklı olduğu kanaatindeyim. Siteleri düşünürsek eğer; zaten çocuklar sitelerde çok kısa zamanda birbirleriyle tanışıp, gruplaşırlar. Belki eski sıcaklık, samimiyet yoktur ama o bizim bildiğimiz, tanıdığımız duygular. Şimdiki çocukların samimiyet anlayışları da onlara göre şekilleniyor. Yani kıyaslayıp, gereksiz yere kendimizi de, çocuklarımızı da yormayalım. Benim kafa yorduğum ve en çok rahatsız olduğum durumlardan birisi de; çağımızın en büyük götürüsünün-oyun ve oyuncak için-, zehir gibi çalışan çocuk beyinlerini tembelleştirmesi gerçeği.Şimdilerde telleri kıvırarak yapılan arabalar yerlerini uzaktan kumandalı arabalara, bezden yapılan bebekler yerlerini konuşan bebeklere, elle hareket ettirilen trenler yerlerini son sürat giden trenlere bırakmış durumdalar. Yani herşey hazır. Herşey bir parmaklarının ucunda. Herşey emeksiz, dolayısıyla da heyecansız. Üstelikte hareketsiz. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MERCEK İÇERDE ÇOCUK KALMASIN Düşünsenize; çocuklarımız aklımıza gelebilecek her türlü spor müsabakasını oturdukları yerden gerçekleştiriyorlar. Yeterince koşmuyorlar, zıplamıyorlar, hoplamıyorlar.Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükran Darcan günde 10 kez sıçrama hareketi yapan çocukların kemik yoğunluğunun yapmayanlara göre yüzde 1.2 daha fazla olduğunu belirterek “kemiklerin ve kasların gerilmesini sağlayacak türde hareketler kemik kazanımının iyi olmasını sağlar.Kemik sağlığı için çocukların bilgisayar ve televizyon karşısında geçirdiği saatlerin azaltılması gerekiyor” dedi. Hani eski toprak diye bir tabir vardır ya işte tam da budur. Eskiler bilinçsizce belki ama kemiklerine yatırım yapmışlar. Hem de ne yaparak? Bol bol sokakta oyun oynayarak. Çocuk oyunları neden yok oluyor sorusu kafamda dönüp duruyor. Tamam şimdiye kadar bir çok sebebe değindik ama Uzman Psikolog Çağla Dörtlüoğlu’nun bir yazısı kafamda bir ışık daha yaktı. Dörtlüoğlu; mahalle kültürünün yok olmaya başlamasına paralel olarak, çocukların da çocuk olma vasıflarını kaybetmeye başladıklarına dikkat çekiyor.”Çocuklar ilköğretim hayatlarına başladıktan sonra okul, etüdler, özel dersler, sosyal aktivitelerle o kadar yoğun hale geldiler ki; sokağa çıkıp İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi oyun oynamak onlar için lüks haline geldi” diyor. Kaba bir tabir olacak ama çocuklarımızı yarış atı gibi koşturuyoruz. Bu konuya çok uzun uzun girmeyeceğim. Çünkü başlı başına ele alınması gereken çok önemli bir konu. Sadece yok olan şeylerde eğitim sistemimizinde suçu olduğunu düşünüyorum. Milli eğitim de bu durumu farketmiş olacak ki; unutulmaya yüz tutmuş çocuk oyunlarını kitap haline getirmiş. Gelenekselleşmiş 151 oyunun yer aldığı kitap tüm ilköğretim okullarına ve öğretmen adaylarının yetiştiği eğitim fakültelerine gönderilmiş. Bu çok umut verici bir hareket bence. Bir koldan değil birçok koldan yaygınlaştırmaya çalışırsak daha başarılı oluruz gibi geliyor. Okulda, sokakta ve hatta evde bu oyunların tadını alan çocuklar teknolojik iletişime biraz daha az zaman ayırarak ikili durumu dengelemiş olacaklardır bence. Nedir bu ikili? Hem oyun hem bilgisayar, televizyon v.s. Aslında çocuk oyunlarıyla ilgili bir sürü umut verici etkinlik düzenleniyor. Bu sene İzmir Konak Belediyesi tarafından 4. Sokak Oyunları Festivali gerçekleştirildi. Konak Belediye’si başkanı Dr. Hakan Tartan öncülüğünde gerçekleşen 2. Uluslararsı Konak Çocuk Şenliği’nin heyecanlı havasında sürecek olan 23 Nisan kutlamaları, 4. Sokak Festivali etkinlikleriyle çocuklaru daha özgür bir dünyaya taşıdı. Konak Belediye Başkanı Tartan; şenlik ve sokak oyunlarıyla çocukları sanal dünyanın içinden çekip aldıklarını belirtti. Çocukların bu dünya içinde sıkışıp kaldıklarına değinen Başkan Tartan, Sokak Oyunları Festivaliyle çocukların unutulan oyun ve oyuncaklarla buluşacağını söyledi. Tartan” Sokakta eski oyunlardan hiçbiri kalmadı ve tek başına bilgisayar oynayan çocuklar var. Oyun oynamak bir kültürdür. Biz bu oyunları bir nebze olsun yaşatıp, çocuklarımıza tanıtmayı ve unutanlara da hatırlatmayı amaçlıyoruz” dedi. Yine bu kez İstanbul’da özel bir okul 6 mayıs 2012 Pazar günü “Haydi çocuklar sokağa, oyun oynamaya” adlı birbirinden güzel ve değişik oyunun yer aldığı “Sokak Oyunları Festivali” gerçekleştirdi. Ayrıca Tema Vakfı “çocuklar içerde kalmasın” isimli bir proje başlattı. Proje kapsamındaki bilgilendirmeler ise şöyle: Çocukların çevre dostu bir yaşam tarzı benimsemesinde en önemli etkenlerden biri de açık havanın bir öğretim aracı olarak kullanılmasıdır. Araştırmalara göre; doğal ortamlarda düzenli ve sürekli olarak tekrarlanan pozitif deneyimler, sürdürülebilir davranışlar ve yaşam tarzı edinmede etkili olmaktadır. Yani çocuklara yaşatılacak, açık hava deneyimleri, resmi bazlı sınıf eğitimlerinden çok daha etkili olabilir. Bu kapsamda öğretmenler okul bahçelerinde ve yerel yeşil alanlarda ders Bu güzel örnekleri çoğaltmak mümkün. Çocukları önemseyen ve bu konuya kafa yorup icraata geçen bir sürü beyin mevcut çok şükür ki. Ben çocuklarımızın bu konularda geleceğiyle ilgili endişeli değilim. Çünkü ebeveynler çok bilinçli ve teknoloji sayesinde çok da araştırmacı. Eksiklikleri farkındalar ve dolayısıyla da birşeyler yapma telaşındalar. Zaten farkındalık en önemli adım, gerisi ortak çabalarla gelecektir. Geçmişten koparmadan, gelecekten çalmadan bugünü yaşamaları için gerekli zemini hazırlamalıyız çocuklarımıza ki, aslında biz de kopmamış olalım. Biz de bütünün birer parçası olduğumuz için yiten şeylerin içinde biz de varız. Dolayısıyla çocuklarımıza hatırlattığımız şeyler bizim de unutmaya yüz tuttuğumuz şeyler değil midir?r BİR TERS BİR DÜZ EKOLOJİK PORNO “DÜNYA ÇIRILÇIPLAK, KRAL ÇIPLAK, NESNELER APAÇIK.” PEKİ YA bEN bUNU GÖRMEK İSTEMİYORSAM…? . Özlem Bahadır, Y. Mimar M ite denen küçük canlılarla bu denli içli dışlı yaşadığımızı yıllar önce bir elektrikli süpürge satıcısından öğrendim. Satıcının stratejisi basitti : ‘düşman yatağınızda’ sloganıyla önce sizi geriyor, miteların yüzlerce kez büyütülmüş fotoğraflarıyla basbayağı ürkütüyor, sonra da işte bu makina sizi kurtaracak diyerek malını pazarlıyordu. İsimlendirmeden ve detayları bilme gereği duymadan mite’larla yıllardır sürdürdüğüm seviyeli birlikteliğim o gün bir daha düzelmemek üzere bozuldu. Bayağı bir zaman yastığa başımı eğreti koydum, halıya terliksiz basmaksa kabusum oldu.. kahramanı görüntülü mite’lerın tüm eşkalini bilmesem olmuyor muydu? Satıcının umrunda bile değildi ama onu neden apar topar yolcu ettiğimi merak edecek olsa ona önerim bu kadar gerçeklik acaba herkeste işe yaramıyor hatta ters tepiyor olabilir mi diye bir düşünmesi olurdu. evet, ben acaba bu kadar gerçeklik istiyor muyum? ekosistemdeki herşeyi tüm ayrıntılarıyla bilmek ya da görmek istiyor muyum? R&Sie deneysel işleriyle dikkat çeken Fransız bir tasarım grubu. Singapur’daki müze projeleri “Dusty Relief”(tozlu rölyef) in en dikkat çekici özelliği kentteki havanın kirliliğini görünür hale getirmesi. Özel bir elektromanyetik dış kabuk sayesinde toz, kir vs. birikip içimize çektiğimiz havayı görünür kılıyor. Tamam evrende yalnız değiliz, hatta kendi bedenimizde bile..bunu biliyor olabilirim ama aynı bedeni, hatta aynı yastığı paylaştığım bu korku filmi İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi *** Olmuyor..Bu devirde olmuyor..Olumlu ya da olumsuz herşey görülmeli ve gösterilmeli..Gizli kalmış, kişiye özel kalmış, mahrem kalmış hiçbir şey kalmasın komutu almış gibiyiz. Herşey spot altında..Çağın temel dinamiği bu. Vücut Dünyası (Body Worlds) sergisinde olduğu gibi derimizin altındaki eti de, filmde öpüşen oyuncunun küçük dilini de, tozu kiri pası da illa ki göreceğiz..illa ki gösterecekler.. *** Doğada dolaşım halindeki parçacıkların bilinçli olarak biriktirilmesi ve sergilenmesi akla Baudrillard’ın “porno kültürü” tanımlamasını getiriyor. BİR DÜZ Baudrillard’a göre pornonun gayreti, cinselliğe dair acımasız ve mikroskobik hakikati görmemizi sağlamaktan ibarettir. Her şeye fazlaca yakından bakılır ve o güne dek hiç görülmemiş olan şeyler görülür. Hepsi fazlaca hakiki, hakiki olamayacak kadar yakındır(1). Çağımızın temel dinamiği, herşeyin daha yakından görülmesi ve gösterilmesidir. Pornografi sıklıkla cinselliğe özgü bir terim olarak algılansa da aslında bundan çok daha fazlası. Kafası kesilen bir askerin görüntüsü pornografiktir. Ölüm anı görüntüleri, şiddet sahneleri kesinlikle pornoya girer. Pornografi, bir çeşit dolaysız anlatım türü aslında. Anlatılacak olan ima edilmez, olduğu gibi gösterilir. Sadece cinsellik, ölüm ya da şiddet değil insanın görmek istemeyebileceği, görmesinin kendisinde içgüdüsel bir hareket başlatacağı düşünülebilecek pek çok şey pornografiktir. Söz konusu olan, o derece yakından bakılması ahlaki açıdan tartışmalı bir çok şeye –pek çok farklı gerekçeyle- fazlaca yakından bakılması ve baktırılmasıdır. Yani, kasaptan taze kestirilmiş eti giyip sahneye çıkan lady gaga’nın görüntüsü de pekala pornografiktir. ‘Mutlak baskı, biraz fazlaca verilerek elimizdeki her şeyin alınmasıdır’ (1). Zeynep Sayın, imgenin pornografisi başlıklı kitabında pornografik imgelerin zaman içinde duyuların gitgide körelmesine sebep olmaları tehlikesine dikkat çeker(2). Buna hiçbirimizin itirazı olmaz sanırım. İsteyen bakar, isteyen bakmaz denebilir, aşırıya kaçmadan bir noktaya kadar yaşama dahil edilmek istenebileceği de düşünülebilir tamam ama pornografi her zaman kişisel seçimlerimizle hayatımıza dahil olmuyor ki.. farklı biçimleriyle pornografiye maruz bırakılıyoruz. Baudrillard günümüzde genelleşmiş iletişim ve enformasyon fazlasına karşı simgesel alanı, zihnin muhakeme alanını koruyan artık hiçbir şey olmadığını söyler BİR TERS ve durumumuzu gölgesini yitirmiş adama benzetir: ‘üstüne düşen ışık karşısında şeffaflaşmıştır ya da her yandan aydınlatılmış olarak, korunmasız biçimde tüm ışık kaynaklarından aşırı ışık almıştır. Teknikler, görüntüler ve enformasyon da bizim her tarafımızı aydınlatmakta ve biz ışığı kırıp geri yansıtamıyoruz.’ Özellikle internet çağında bu sözlere katılmamak elde değil. Bazen görmek ya da bilmek istemeyebileceğimiz ne çok şeye maruz bırakılıyoruz. Bunların bir çoğu iyi niyetle yapılıyor. “Mikropları göstermek istedik”, “Başınıza gelebilecekleri göstermek istedik”, “Sigara içmeye devam edersen morgda nasıl görüneceğini göstermek istedik” İyi niyetle de olsa, gerçeklik sunumlarının bir korku ve endişe terörü yaratabilecek olduğunu unutmamak lazım.. Çözelim derken bozuyor olabiliriz.. mesela satıcının daha huzurlu uyku vaadiyle yaptığı “düşman yatağınızda” temalı tanıtımından önce uykularım daha huzurluydu benim. Amaç bilinçlendirmek, uyarmak, duyarlılık kazandırmak olsa bile, her zaman işe yaramıyor. Herşeye rağmen havayı solunası, dünyayı da yaşanası bulma hakkımı istiyorum. Bana sorulmadan gösterilenler hoşuma gitmiyor. Ben şahsen bir doz cahil kalmak istiyorum. Ya da saf..ne derseniz.r KAYNAKLAR (1) “Baştan çıkarma üzerine”, Jean Baudrillard, Ayrıntı yayınları, 2005. (2) “İmgenin pornografisi” Zeynep Sayın, Metis yayınları, 2009. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi HABERLER GÜNCEL EYÜP BELEDİYESİ’NDEN Prototip Yeşil Bina... İ kibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi'nin ilk sayısında sürdürülebilir ve daha yaşanabilir şehirlerin oluşabilmesi için bireysel çabaların ötesinde yerel yönetimlerin projelerinin önemine değinmiştik ve bu kapsamda ilk olarak Gaziantep Belediyesi'nin çalışmalarına yer vermiştik. Ne mutludur ki; bu içerikte birbiri ardına proje haberleri aldık ve Eyüp Belediyesi'nin 1 Ocak 2012’de hayata geçen “Yeşil Bina Sertifikasyon Sisteminin Kurulması” projesini sizlere aktarıyoruz. Eyüp Belediyesi'nin “Yeşil Bina Sertifikasyon Sisteminin Kurulması” projesi binalarda enerji verimliliği sağlayacak sertifikasyon sisteminin yaygınlaştırılmasını hedefleyen örnek bir proje olarak karşımıza çıktı. İstanbul Kalkınma Ajansının desteği ile Eyüp belediyesi liderliğinde ilerleyen projede, Eyüp Kaymakamlığı ortak, Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği(ÇEDBİK) ise iştirakçi olarak yer almakta. Projeyi Eyüp Belediyesi hayata geçiriyor fakat hedeflerinin büyük olduğunu gö- İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi rüyoruz. Projeyi hazırlayan ekip, özellikle konutlarda enerji verimliliğini artırıcı çalışmaları ülke genelinde tanıtmak, toplumun tümüne yaymak amacıyla yola çıktıklarını ifade ediyor. PROJENİN GENEL AMACI Projenin amacı; enerji verimliliği sağlayacak bina sertifikasyon sisteminin yaygınlaştırılarak enerji verimliliğini artırmak dolayısıyla İstanbul’un çevresel sürdürülebilirliğine ve küresel rekabet edebilirliğine katkı sağlamak. Proje kapsamında genel amacın yanı sıra özel amaçlarda bulunuyor. Eyüp Belediyesi'nde çalışan 50 mimar ve mühendisin, enerji verimliliğini sağlayacak bina sertifikasyon sistemlerini öğrenmek amacıyla aldığı eğitimin son gününe katılan Eyüp Belediye Başkanı İsmail Kavuncu bir ülkenin kalkınmasında enerjinin öneminin altını çizerek, hayata geçen bu projenin sonunda inşa edilecek prototip binanın, uzun yıllar bölge halkına hizmet edeceğini ve Eyüp’te enerji verimliliği çalışmalarının merkezi olacağını söyledi. GÜNCEL 10 aylık proje kapsamında; eğitimini tamamlamış olan mimar ve mühendisler çeşiltli semirnerler düzenleyerek site yöneticilerinin, müteahhitlerin ve Eyüp halkının enerji verimliliği konusunda duyarlılıklarının geliştirilmesi sağlanacak. ilçesindeki site yöneticileri ve müteahhit- Projeyi daha geniş kitlelere ulaştırmak için videolar çekilerek reklam olarak yayınlanacak. İnternet portalı üzerinden proje çalışmaları ve destekçileri güncel olarak duyurulacak. Enerji verimliliği, yenilenebilir enerji kaynakları ve yeşil binaları tanıtan bilgilere ücretsiz ulaşma imkânı sunulacak. lık yaratılması sağlanması amaçlaniyor. Projeye ait afiş, broşür ve el kitapçıkları ilçe genelinde dağıtılarak konuya dikkatlerin çekilmesi ve proje tanıtımının en geniş kitleye yayılması amaçlanıyor. HABERLER lere eğitimler verilerek binalarda enerji verimliliğinin artırılması hedefleniyor. Okullar da geziler düzenleyerek öğrencilerin enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji hakkında bilgi sahibi olması ve erken yaşta farkındaProje boyunca, enerji verimliliği, yenilenebilir enerji sistemleri ve enerji kimlik belgesi konularında halkın bilinçlendirilmesi ve bilgi sahibi yapılması için eğitici dökümanlar ve materyaller hazırlanarak ilgili organizasyonlarda halka dağıtılacak. Eyüp Belediye Başkanı Sn. İsmail Kavuncu EKB Uzmanlığı Eğitimi’ni ziyareti sırasında. PROJEDEN BEKLENEN SONUÇLAR Projenin hazırlık aşamalarında yapılan aratırma çalışmalarının sonucunda ortaya EĞİTİM FAALİYETLERİ Proje kapsamında eğitim ve tanıtım faaliyetleri önemli bir yer tutuyor. Proje ekibi, çalışmaları sadece Eyüp halkına değil tüm İstanbul ve ülke geneline ulaşmayı hedefliyor. Eyüp Belediyesi'nde çalışan mimar ve mühendislere bina sertifikasyon sistemleri, enerji yöneticiliği ve yenilenebilir enerji konularında verilen eğitimler ile, denetleyici konumda olan belediyenin bilinçlendirilmesi sağlanıyor ve yenilenebilir enerji sistemlerinin kullanımının yaygınlaştırılmasına katkıda bulunulması hedefleniyor. Proje kapsamında verilecek eğitimler aşadaki gibidir: - Enerji Kimlik Belgesi - Enerji Yönetimi - Yenilenebilir Enerji Sistemleri çıkan mevcut durum incelenmiş ve projenin gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkması öngörülen sonuçlar aşağıda belirtilmiştir: • Eyüp Belediyesi personeli, Enerji verimliliği ve bina sertifikasyon sistemlerini öğrenip, mevzuatın gerektirdiği ilgili çalış- Prototip bina inşa yeri keşif çalışmaları sırasında maları uygulama kapasitesine sahip olacak. • Enerji verimliliği yüksek seviyede bir ör nek bina inşa edilerek halka sunulmuş olacaktır. Bu bina öğrenci gezilerine, eğitimlere ve halkın gezip incelemesine açık bir bina olacak. • Eyüp ilçesine ve İstanbul’a modern bir eser kazandırılmış olacak. • Eyüp ve İstanbul halkının ve müteahhitlerin bilinçlendirildiği bu eğitimler ile bina Prototip bina inşa yeri nde yapılan çalışmalar sırasında sertifikasyon sistemlerinin yaygınlaştırılmış olacaktır. Bu çalışmalar sayesinde binalarda enerji verimliliği çalışmalarında da PROTOTİP BİNA İNŞASI Proje kapsamında, A sınıfı Enerji Kimlik Belgesi alabilecek enerji performansına sahip, yenilenebilir enerji sistemlerinin kullanıldığı bir prototip bina inşa edilecek. Bu bina halka açık olacak ve içerisinde enerji verimliliğini artırıcı faaliyetlerin tanıtımlarının yer alacağı görsel ve yazılı dökümanlar sunulacak. Prototip Bina, enerji verimliliği çalışmaları için bir eğitim merkezi olarak değerlendirilecek. Bu bina içerisinde Eyüp artış sağlanacak. • Enerji verimliliği, yenilenebilir enerji ve enerji kimlik belgesi konularını içeren el kitapçıkları basılacak ve prototip bina ziyaretçilerine dağıtılacaktır. Bu sayede enerji verimliliği konusunda toplumsal bilincin artmasına katkıda bulunulacak. • Proje ve Prototip bina hakkında raporlar yayınlanarak proje sonuçları tüm Türkiye genelinde yaygınlaştırılacaktır.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi PERMAKÜLTÜR Barışın anahtarı toprağa yakındır... “İNSANıN GURURUNDAN vE ZEvK ARAYışıNDAN DOĞAN bİR şEY KÜLTÜR OLARAK DEĞERLENDİRİLEMEZ. GERÇEK KÜLTÜR DOĞA’DA DOĞAR; SADE, ALÇAKGöNÜLLÜ vE SAFTıR.” İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi PERMAKÜLTÜR . Didem Çivici, Permakültür Tasarımcısı ve Sürdürülebilirlik Danışmanı B u satırlar, yaşamı boyunca insanlığa “doğal tarım” yöntemini anlatmaya çalışmış olan Masanobu Fukuoka'nın sözleri. Japonya'nın güneyinde küçük bir adada çiftçilik yapan bir ailenin çocuğu olarak büyüyen ve bir gün tüm dünya sistemlerinin, var olduğu düşünülen fikir ve kavramların hiçbir işe yaramadıklarının farkına varan bu adam bizlere, Zen-Budist öğretisi olan “hiç bir şey yapmama” hâlini tarım ve doğanın kökenleriyle birleştirerek, kendi deneyimleriyle sunuyor. “Her şey insan bilgisinin terk edilmesiyle başlar” 15 Eylül 2011. Bir kliniğin acil bölümündeyim; sol koluma serum bağlanmış, fazla su kaybından titreyen bedenimi yatıştırmaya çalışırken, başucumda duran anne ve babama daha birkaç saat önce okuduğum Fukuoka'nın balıkçıl hikâyesini anlatırken buluyorum kendimi: Bir gece dolaşırken, limana bakan bir tepenin üstünde yorgunluktan yere yığılır ve uyumaya başlar. Uyku sersemliğiyle havanın aydınlanmasını izlerken güneşin kendisini göremediğini fark eder. O sırada uçurumun aşağısında yukarı doğru bir esintiyle sabah sisi ortadan kalkar ve bir gece balıkçılı çığlık atarak uzaklara uçar. O an tüm şüpheleri son bulur Fukuoka'nın ve sisle birlikte karmaşık olan her şey kaybolur; ve şöyle derken bulur kendini: Bu dünyada her şey boş... … Ve o an hiçbir şey bilmediğini hisseder. Her şey yalandır ve bunu duyumsadığı o vakit ruhu hafifler ve berraklaşır. Kuşların cıvıltılarını duyar, dalgaların parıltılarını görür ve çevresinde var olan doğanın tüm güzelliği bir anda “görünür”. Bu, cennettir; bu “gerçek doğa”dır. Fukuoka şöyle der: “Eğer ölüm fikrinden kurtulmak isterseniz, kendinizi bu tarafta yaşam olduğu Masanobu Fukuoka NE ZAMAN Kİ UZAKLAŞTIRDI KENDİNİ ÖZÜNDEN, vAR OLUŞUN TEMELİNDEN, “DOĞA”DAN, O ZAMAN HASTALIKLAR SARDI bEDENİNİ vE ŞİMDİ DE ONLARDAN İLAÇ vE KİMYASAL bİLEŞİMLERLE KURTULMAYA ÇALIŞIYOR. düşüncesinden kurtarmalısınız. Yaşam ve ölüm birdir.” Ve ben, o gece o sedyede “gerçek doğa”nın ışıltısıyla masallar anlatıyordum. “Doğal tarım, tarımın hakikî ve asıl biçimi, doğanın yöntemsiz yöntemi, Bodhidarma'nın dingin yoludur” Fukuoka'nın doğal tarım hikâyesi, Koçi Vilayeti'ndeyken uzun zamandır kullanılmamış ve sürülmemiş bir tarlanın yanından geçerken sağlıklı pirinç fidelerinin yabani otlarla iç içe karmaşık bir halde görmesiyle başlar. “Doğal tarım, insanın gereksiz işlem ve müdahalelerinden arınmış bir doğa temeli üzerine kuruludur. Doğayı, insan bilgisi ve eylemiyle şekillenen yıkımdan kurtararak eski haline getirmeye ve Tanrı'dan uzaklaşmış insanlığı yeniden hayata döndürmeye uğraşır.” diye söze başlıyor Fukuoka, Doğal Tarımın Yolu kitabında. Doğadan ayrı kalan insan, kibir tutulmuş ve tüm hakikati yadsımaya başladı ve kendini doğanın hükümdârı olarak bildi. Ne zaman ki uzaklaştırdı kendini özünden, var oluşun temelinden, “doğa”dan, o zaman hastalıklar sardı bedenini ve şimdi de onlardan ilaç ve kimyasal bileşimlerle kurtulmaya çalışıyor. Bedenini ilaçlarla, toprağı ise kimyasal gübre ve herbisitlerle dolduruyor. Sonuç: Hastalıklar, Acı, Verimsizlik ve Kıtlık. “Modern endüstriyel tarım ilâhî bilgeliği arzular, ama bunun anlamını kavrayamadığı için doğayı kullanmak ister. Saf doğal tarım buna zıt olarak hiç-darbe okuludur. Hiçbir yere gitmez ve zafer peşinde değildir. 'Hiç bir şey yapmama'yı uygulamaya koymak, çiftçinin başarmaya gayret etmesi gereken tek şeydir. Tarımın nihaî hedefi mahsûl yetiştirmek değil, insanların geliştirilmeleri ve kusursuzlaştırılmalarıdır.” İnsan, arzularının ve bitmek bilmeyen isteklerinin altında ezilmekten hiç mi hiç kaçınmıyor. Kutsal bir zanaat olan çiftçiliği İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi PERMAKÜLTÜR köleliğe dönüştürmekten de hiç çekinmiyor. Ancak 21. yüzyılın bu zamanında her şey öylesine aşikâr ki, çevremize, hatta önümüzdeki tabağımıza gelen yiyeceklere dahi bakmak şu anda nasıl bir çıkmazın içerisinde olduğumuzun kanıtı. Kışın domates ya da hıyar yemeye gerçekten ihtiyacım var mı? Ya da dünyanın diğer ucundan getirilmiş tropikal bir meyveye. Farkında olamadığımız ve hakkında kendimizi kandırdığımız bir gerçeklik var ve Fukuoka kitabında buna değiniyor: Biz doğayı bilemeyiz. İnsan hiçbir şey değil; mükemmel şekilde devinen doğanın içerisinde hiçbir şey değiliz ve buna olan öfkemizle adeta yıkıp döküyoruz etrafımızdaki her şeyi. Biz sadece doğayla “birlikte” var olabiliriz. O'ndan farklı ya da O'nun dışında değiliz. O'nu kurtaramayız ya da O'na zarar veremeyiz. Kurtarmaya çalıştığımız yine kendimiziz ve zarar verdiğimiz şey de yine biziz. “Bilim” adını verdiğimiz araştırmalar silsilesi bize yalnızca insan bilgisinin ne kadar sınırlı olduğunu” gösteriyor ve biz bunu yadsımak bir kenara dursun, daha farkına bile varamıyoruz. Açgözlülük hepimizi kör etmiş durumda, yediklerimizin besin değerleri olması gerekenin çok çok altında ve biz bu yapay besinlere pek çok katkı maddesi ekleyerek onları “tatlandırmaya” çalışıyoruz. “Gerçekten neye ihtiyacımız var?” Belki de sormamız gereken başlıca soru bu. Kışın domates ya da hıyar yemeye gerçekten ihtiyacım var mı? Ya da dünyanın diğer ucundan getirilmiş tropikal bir meyveye. Fukuoka şöyle demiş: “Araştırmacılar, araştırmacı olmadan önce filozof olmalılar. İnsanın amacının ne olduğunu, insanlığın ne yaratması gerektiğini değerlendirmeliler. Doktorlar ilk önce insanların yaşamak için temelde neye bağlı olduklarını açığa çıkarmalılar.” Bu durum maalesef sadece besinlerle de ilgili değil, bu sürekli isteme hâli barınak ve giyim gibi alanlarda da karşımıza çıkıyor. İnsanoğlu tüm bu kargaşa ve mutsuzluktan kurtulmak istiyorsa tüm hayatını doğayla bir bütün oluşturarak devam ettirmeli. Bizler için en yararlı besinler, doğduğumuz ya da yaşadığımız topraklardan gelenlerdir. Burada bir ahenk vardır; bir kimya, ilâhî bir İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi rezonans vardır. İnsanoğlu bunu “modernleşme/uygarlaşma” nâmına unuttu ve bir kenara attı. Şimdiyse kıtlık ve savaşlarla uğraşıyor. Doğada savaş yoktur; orada tam bir bütünlük ve tam bir denge vuk'u bulur. Maddî çıkarlara dayanan bir dünya yaratılmış durumda ve bu tüm insanlığın sonunu hazırlıyor. Her şey kapitalist sistemin uşaklığını yapıyor. Üstâd'ın bahsettiği, ve 'İşte bu!' dediğim başka bir konu da, benim de yaşamımda özen göstererek tercih ettiğim organik tarım ürünleri: “... Organik tarım bile sadece bilimsel tarımın başka bir çeşididir.” diyor. Ve burada üzerinde durulması gereken, bu “doğal ürün” denilen sektörün piyasadaki “yapay ürün”lerden çok daha pahalı olması. Tam tersi olması gerekirken, işin içerisine başka hesapların karıştırılmasını benim de aklım almıyor. Doğal ürünler hiçbir ilaç nevî bir şeye gereksinim duymamalı ve çok az bakım gerektirmeli. Bakın Fukuoka bu konuda ne diyor: “Eğer doğal gıda için yüksek bir fiyat talep ediliyorsa, bu tüccarın fazladan kâr sağladığını gösterir. Bundan da ötesi, eğer doğal gıda pahalı olursa, lüks yiyecek hâline gelir ve yalnızca zenginler tarafından tüketilebilir.” 'Modern' tarımın getirisi, doğal olmayan ürünler bizi tatmin edebilir, ancak bizi hasta eder. Bu ürünler nitrojen, fosfor ve potasyum yığınından başka bir şey değiller ve etler ise kimyasal madde ve hormon depoları. Bedenlerimiz bu gıdalara bağımlı hâle geldi ve bizler ise daima bu besinleri talep ediyoruz. Ancak bu gıdalar, vücudumuz için gerekli besini temin edemiyor ve biz de takviye vitamin ve ilaçlara mahkûm oluyoruz: Alın size başka bir sektör daha! uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları kapatamazlar. 3. İlke:Yabani otları temizlememek Yabani otlar, toprak verimliliğini oluşturur ve dengeyi sağlarlar. 4. İlke: Kimyasallara bağlı kalmamak Toprağı sürmek ve sunî gübre kullanmak hastalıklara neden olur; toprak her yıl bakım ister. Doğa kendi haline bırakılırsa verim artar. Bu yaklaşım, şu anda tüm dünyada uygulanmakta olan konvansiyonel tarımın karşısında durarak, asıl olması gereken yöntemin “hiç bir şey yapmama” olduğunu savunuyor. Kendi çiftliğinde onlarca yıl yetiştirdiği yarı-yabanî sebzeler, narenciyeler, kış tahılı ve pirincin Japon yetkilileri şaşırtacak düzeydeki verimiyle Msanobu Fukuoka, doğal tarımın insanoğlu için en uygun yöntem olduğunu yaşamı el verdiğince anlatmaya çalışmış. “Doğada yaşam ve ölüm var, ve doğa neşe dolu. İnsan toplumunda yaşam ve ölüm var, ve insan üzüntü içinde yaşıyor.” Sanırım Üstâd bu cümlelerle özetliyor farkı. Kutsal bir anlayış ile toprağa dokunmak ve doğa ile birlikteliği kutlamak, yaşamlarımızı taçlandıracak olan yegâne görev olmalı bizler için. “Tarım eskiden kutsal bir işti,” diyor Fukuoka, ve çok haklı. Günümüzün doymak bilmez ve kibirli toplumu, bırakın toprağın nimetini anlamayı, yanından geçtiği ağacı dahi önemsemeksizin beton yığınları dikmeyi kendine görev edinmiş durumda. Her ne kadar son yıllarda “doğaya dönüş” ve kirlenme karşıtı eylemler çoğalmış olsa da, bu girişimler çoğu zaman birer oyundan öteye gidemiyor ve bir çözüm de getiremiyor. Masanobu Fukuoka, Doğal Tarım'ı dört ilke ile sunuyor: 1. İlke: Toprağı İşlememek Toprağın sürülmesi, bitki köklerinin yayılması ve mikroorganizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri gibi doğal yollardan, kendi kendine olur. 2. İlke: Kimyasal Gübre/Hazırlanmış Kompost Kullanmamak İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar “Eğer çiftçiler, zayıf ve 'geliştirilmiş' tohum cinslerini kullanmayı bırakırlarsa, toprağı aşırı miktarda nitrojenle takviye etmeyi durdururlarsa ve güçlü köklerin gelişebilmesi için sulama suyunu azaltırlarsa, hastalıklar ortadan kalkar ve kimyasal püskürtmeye gerek kalmaz.” Ve böylesine bir eyleme başlamak için bir “ekin sapı” kâfidir.r Doğal Tarımın Dört İlkesi Peki nasıl başlamalı? ATIK TÜKETİM TOPLUMLARI MADENDEN ÇÖPLÜĞE VE ÖTESİNE HER GÜN SATIN ALACAĞIMIZ bELİRLİ MAL vEYA HİZMETLER ARASINDAN SEÇİM YAPARKEN, ÇOĞU ZAMAN bUNLARIN ÇEvRE ÜZERINDEKİ ‘AYAK İZLERİNİ’ DİKKATE ALMIYORUZ. T ükettiğimiz ve ürettiğimiz neredeyse her şeyin çevre üzerinde bir etkisi var. Her gün satın alacağımız belirli mal veya hizmetler arasından seçim yaparken, çoğu zaman bunların çevre üzerindeki ‘ayak izlerini’ dikkate almıyoruz. Ürünlerin raf fiyatları çoğu zaman gerçek maliyetlerini dahi yansıtmıyor. Bütün bunlara rağmen, tüketimimizi ve üretimimizi daha yeşil bir hale getirmek için yapabileceğimiz çok şey var. 2011 Mayısı’nda New York’ta Beşinci Caddede bulunan Apple Mağazasına Apple’ın en son iPad2 ürününü satın almak üzere tüm dünyadan insanlar akın ediyordu. Gün içinde mağazaya ne kadar ürün getirilirse birkaç saat içerisinde satılıyordu. Beşinci Caddedeki mağaza en şanslılarından biriydi. Dünya genelindeki birçok Apple mağazası yalnızca sipariş alıp ürünleri haftalar sonra teslim ediyordu. Bu gecikmenin nedeni kötü bir ticari İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi planlama veya aşırı derecede başarılı bir pazarlama kampanyası değildi. Bu gecikme tamamen gezegenin diğer tarafındaki bir seri felaketten kaynaklanıyordu. iPad2’nin temel parçalarından beş tanesi, 11 Mart 2011 depreminin meydana geldiği Japonya’da üretiliyordu. Bu parçalardan bazılarının üretimi kolayca Güney Kore veya Amerika’ya kaydırılabildi, ancak dijital pusula için bu mümkün olmadı. Dünyadaki en önemli dijital pusula üreticilerinden biri, Fukushima reaktörlerine 20 km’den daha yakındı ve tesisini kapatmak zorunda kaldı. Kaynaklar, üretim hatlarını beslemek üzere akıyor Birçok açıdan sıkı bir bağ içerisinde olan dünyamızda birçok elektronik cihazın yolculuğu çoğunlukla gelişmekte olan bir ülkede bulunan bir madende ve çoğunlukla gelişmiş bir ülkede bulunan bir ürün geliştirme merkezinde başlıyor. Günümüzde dizüstü bilgisayarların, cep telefonlarının, otomobillerin ve dijital fotoğraf makinelerinin üretimi için neodimyum, lantan ve seryum vb. gibi nadir toprak elementleri kullanılıyor. Aslında birçok ülkede kaynaklar bulunmasına rağmen, madencilik maliyetlidir ve bazı durumlarda zehirli ve radyoaktif etkileri de vardır. Madenden çıkarıldıktan sonra ham madde kaynakları genellikle bir üretim tesisine taşınır ve burada çeşitli ürün bileşenlerine çevrilir ve bu bileşenler de daha sonra ürünleri oluşturmak üzere monte edilmesi için başka tesislere gönderilir. Bir cihaz satın aldığımızda, bu cihazın farklı parçaları zaten dünya etrafında dolaşmış ve bu yolculuğun her aşamasında çevre üzerinde ayak izleri bırakmıştır. Aynı durum sofralarımıza koyduğumuz gıdalar, yatak odalarımızdaki mobilyalar ve araçlarımızda kullandığımız yakıt için de geçerli. Birçok malzeme ve kaynak TÜKETİM TOPLUMLARI ATIK Yaz aylarında güneye tatile giden milyonlarca insan bu tatil bölgelerinde ilave bir yüke yol açar. Seyahatleri sırasında salınan sera gazı emisyonlarına ek olarak, konaklama ihtiyaçları, inşaat sektörünün malzeme kaynakları ve enerjiye yönelik taleplerini arttırır. Yerel nüfusun mevsimsel olarak yükselmesi, temizlik ve eğlence amaçlı olarak kullanılmak üzere kurak yaz aylarında kaynaklardan daha fazla miktarda su çekilmesini gerektirir. Bu mevsimsel nüfus artışı ayrıca daha fazla atık su arıtımı, bu bölgelere daha fazla miktarda gıda taşınması ve artan atık miktarının yönetilmesi anlamına gelir. HOLLANDA’DA STANDART bOYDA bİR FİNCAN KAHvE HAZIRLAMAK İÇİN YAKLAŞIK 140 LİTRE SU GEREKİR. bU SUYUN bÜYÜK bİR KISMI KAHvE ÇEKİRDEKLERİNİN YETİŞTİRİLMESİ İÇİN HARCANIR. DAHA ÇARPICI bİR RAKAM vERMEK GEREKİRSE, bİR KİLOGRAM bİFTEK ÜRETMEK İÇİN YAKLAŞIK 15.400 LİTRE SU GEREKİR. topraktan çıkartılır, tüketilebilir bir ürüne veya hizmete dönüştürülür ve nihai olarak genellikle şehirlerdeki evlere gönderilir. Örneğin, Avrupa’daki hanelere içme suyu temini için su kaynağından gerekli miktarda suyun alınması yetmez. Suyun tüketime hazır hale gelebilmesi için, suyun taşınması, depolanması, arıtılması ve ısıtılması amacıyla altyapı ve enerji gerekir. Aynı şekilde, bir defa ‘kullanıldıktan’ sonra, bertaraf edilmesi için de altyapı ve enerji gerekir. Hollanda’da standart boyda bir fincan kahve hazırlamak için yaklaşık 140 litre su gerekir.Bu suyun büyük bir kısmı kahve çekirdeklerinin yetiştirilmesi için harcanır. Daha çarpıcı bir rakam vermek gerekirse, bir kilogram biftek üretmek için yaklaşık 15 400 litre su gerekir. (Kaynak: Su Ayak İzi Ağı (Water Footprint Network) Her şey tüketim için Tüketim seviyelerimizin ve tarzlarımızın çevre üzerindeki etkilerinin bazıları ilk bakışta görülemeyebilir. Cep telefonlarımızı şarj etmek ve gıdalarımızı dondurmak için gerekli elektrik üretilirken atmosfere karbon dioksit emisyonları salınır ve bu da iklim değişikliğine olumsuz yönde katkıda bulunur. Taşımacılık sektörü ve sanayi tesisleri sülfür oksitler ve nitrojen oksitler vb. gibi insan sağlığı açısından zararlı hava kirleticileri salar. Çevresel etkilerimizin tam boyutu konusundaki belirsizliğe rağmen, mevcut kaynak kullanım seviye ve tarzımızın bu şekilde devam edemeyeceği kesin. Durum aslında oldukça basit; ekilebilir alan ve su gibi hayati kaynaklarımız sınırlı miktarda bulunuyor. Su kıtlığı, otlakların açılması için ormanların kesilmesi veya sanayi tesislerin çevreye kirletici yayması vb. gibi ortaya çıkan bir yerel sorun kolaylıkla hepimizi etkileyen, küresel ve sistemik bir soruna dönüşebilir. Kaynak tüketimimizin bir göstergesi de Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) tarafından geliştirilen ekolojik ayak izi değeridir. Bu değer, malların üretilmesi ve CO2 emisyonlarının soğurulması için kullanılan dolaylı alanlar da dahil, dünya genelindeki toprak kullanımı açısından ülkelerin tüketimlerini hesaplıyor. Bu metodolojiye göre, 2007 yılında bir kişinin ayak izi 2,7 küresel hektara karşılık geliyordu. Bu değer, çevrenin üretim kapasitesini tehlikeye atmadan tüketimimizi sürdürebilmek için her birimizin kullanabileceği alan olan 1,8 küresel hektarın çok üzerindedir (Küresel Ayak İzi Ağı, 2012). Gelişmiş ülkelerde bu fark daha da yüksektir. Avrupa Çevre Ajansı ülkeleri kişi başına 4,8 küresel hektarlık alan tüketiyor; buna karşılık, kişi başına kullanılabilecek ‘biyokapasite’ değeri sadece 2,1 küresel hektardır (Küresel Ayak İzi Ağı, 2011). İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ATIK TÜKETİM TOPLUMLARI Tüketim aynı zamanda iş anlamına geliyor Doğal kaynakları tüketme isteğimiz ve ihtiyacımız madalyonun yalnızca bir yüzü. İspanya’da yazlık inşa etmek, Hollanda’da domates yetiştirmek veya Tayland’ta tatil yapmak, inşaat işçileri, çiftçiler ve seyahat acenteleri için iş, gelir ve nihayetinde geçim kaynağı ve yüksek bir yaşam kalitesi demek. Dünya genelindeki birçok insan, daha yüksek bir geliri temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına istiyor. Ancak, burada ‘ihtiyaç’ olarak ifade edilen şeyin tanımlanması kolay değildir ve bu tanım büyük ölçüde kültürel algılara ve gelir seviyelerine bağlı olarak değişir. Maden üretimi, Çin’in İç Moğolistan bölgesinde nadir toprak elementlerinin üretildiği bir madende çalışan işçilere sorulduğunda, aileleri için geçim kaynağı ve çocukları için eğitim anlamına gelir. Japonya’daki fabrika işçilerine sorulduğunda, yalnızca gıda ve eğitim değil, aynı zamanda Avrupa’da birkaç haftalık tatil anlamına da gelir. Apple mağazasına akın eden kalabalığa sorulduğunda, nihai ürün kimisi için mutlaka olması gereken profesyonel bir cihaz, kimisi için ise bir eğlence cihazı anlamına gelir. Aslında, eğlence ihtiyacı da insani bir ihtiyaç. Çevre üzerindeki etkisi, bu ihtiyacı nasıl karşıladığımıza göre değişir. Yolculuk çöpte son buluyor Elektronik cihazların, gıda maddelerinin ve içme suyunun yaptığı yolculuk evlerimizde son bulmuyor. Televizyonlarımızı veya fotoğraf makinelerimizi modaları geçene kadar veya uyumlu olmayan bir DVD oynatıcı satın alana kadar kullanıyoruz. Bazı AB ülkelerinde satın alınan gıda ürünlerinin yaklaşık üçte biri çöpe atılıyor. Peki, henüz satın alınmadan çöpe atılan gıdalar? 27 Avrupa Birliği üyesi ülke tarafından her yıl 2,7 milyar ton atık üretiliyor. Peki, bu kadar atık nereye gidiyor? Kısaca, gözümüzden uzaklara! Bu atıklardan bazıları yasal veya kaçak olarak küresel pazarlarda satılıyor. Sorunun uzun yanıtı ise çok daha karmaşık. ‘Neyin’ atıldığına ve ‘nereye’ atıldığına göre değişiyor. 32 Avrupa Çevre Ajansı ülkesinde üretilen atıkların ağırlıkça üçte birinden fazlası inşaat atıkları ve molozlardır, yani ekonomik gelişmeyle yakından bağlantılıdır. Dörtte birlik dilimi ise maden ve ocak atıklarından meydana geliyor. Tüm atıklar nihai olarak insan tüketimine yönelik üretilmesine rağmen, konutlardan kaynaklanan atıklar toplam atık miktarının ağırlıkça onda birinden daha düşük bir kısmına karşılık geliyor. Atık bilgilerimiz de tüketim verilerimiz gibi tam değil, ancak atık yönetimiyle ilgili olarak yapmamız gereken daha çok şey olduğu kesin. Ortalama olarak her bir AB vatandaşı yılda 16–17 ton malzeme kullanıyor ve bu miktarın çok büyük bir kısmı er ya da geç çöpte son buluyor. Kullanılmayan maden üretimi (örneğin, maden pasaları) ve ithal edilen ürünlerin ekolojik atıkları (doğal hali bozulan toplam doğal malzeme miktarı) da dikkate alınırsa, bu miktar kişi başına yaklaşık 40-50 ton seviyelerine yükseliyor. Katı atık depolama alanları, kullanım ömrü sona eren araçlar, paketleme ve paketleme atıkları ile ilgili AB direktifleri gibi mevzuatlar, Avrupa Birliği’nin şehir atıklarının büyük bir bölümünü katı atık 28 Avrupa ülkesinde piyasaya sürülen, toplanan ve geri dönüştürülen/geri kazanılan/tekrar kullanılan atık elektrikli ve elektronik cihazlar (WEEE), (kg/kisi, 2008 verileri) Avrupa Birligi’nde WEEE ile ilgili özel bir mevzuat yürürlüktedir. Bu direktif, tüketicilerin elektronik atıklarını ücretsiz bir sekilde iade edebilecekleri toplama merkezlerinin olusturulmasını öngörüyor. Bu merkezlerin amacı geri dönüşüm ve/veya tekrar kullanım oranlarını yükseltmektir. Bu mevzuatı tamamlayıcı nitelikteki, tehlikeli maddelerin kısıtlanmasına ilişkin direktif uyarınca, elektrikli cihazlarda bulunan kurşun, civa, kadmiyum ve altı değerlikli krom gibi ağır metallerin ve polibromlu bifeniller (PBB) veya polibromlu difenil eterler (PBDE) gibi alev geciktiricilerin daha güvenli muadilleriyle degiştirilmesi gerekiyor. Piyasaya Sürülen Toplanan Toplam Tekrar Kullanılan ve Geri Dönüştürülen Özel Konutlardan Toplanan Özel Evsel Atık Toplama Hedefi Yıllık: Kişi Başına 4 kg İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi TABLO KAYNAK: Eurostatatık veri merkezinden alınan verilere dayalı olarak ETC/SCP tarafından derlenmiştir. TÜKETİM TOPLUMLARI depolama alanlarından yakma ve dönüştürme tesislerine yönlendirmesine yardımcı oldu. 2008 yılında AB’de katı atıkların % 46’sı geri kazanıldı. Geri kalanı ise yakma tesislerine (% 5) veya katı atık depolama alanlarına (% 49) gönderildi. Buradan nereye gidebiliriz? Çevreye zarar veren şey tüketim veya üretim değildir. Neyi, nerede ve ne kadar tükettiğimizin ve nasıl ürettiğimizin neden olduğu çevre üzerindeki olumsuz etkilerdir. Yerel düzeyden küresel düzeye kadar tüm kanun yapıcıların, işdünyasının ve sivil toplumun tamamı ekonominin daha yeşil bir hale dönüştürülmesine katkıda bulunmalarıdır. Yeni bir altın madeni tipi arıyoruz Elektrikli ev ürünleri, bilgisayarlar, aydınlatma ekipmanları ve telefonlar çevre açısından tehdit oluşturan tehlikeli maddelere ek olarak değerli metaller de içerir. 2005 yılında piyasadaki elektrikli ve elektronik cihazların toplam 450 000 ton bakır ve yedi ton altın içerdiği tahmin ediliyor. Londra Metal Borsası’nda bu metallerin 2011 Şubat ayındaki toplam değerleri sırasıyla 2,8 milyar Euro ve 328 milyon Euro olurdu. Avrupa ülkeleri arasındaki önemli farklılıklara rağmen, şu anda atılan bu elektronik cihazların yalnızca küçük bir bölümü toplanılıp yeniden kullanılıyor veya geri dönüştürülüyor. ‘Çöpe atılan’ değerli metallerin de küresel bir boyutu var. Almanya her yıl Hamburg limanından Avrupa Birliği dışına, ağırlıklı olarak Afrika ve Orta Doğu’ya, yaklaşık 100 000 kullanılmış otomobil ihraç ediyor. 2005 yılında ihraç edilen otomobillerin yaklaşık 6,25 ton platin grubu metal içerdiği tahmin ediliyor. AB’nin aksine, bu otomobilleri ithal eden ülkelerin büyük bir çoğunluğunda gerekli mevzuatlar ve kullanılmış otomobillerin sökülmesi ve geri dönüştürülmesi için yeterli olanaklar bulunmuyor. Bu hem ekonomik kayıp anlamına geliyor, hem de ilave bir maden üretimi gerektiriyor. Aynı zamanda çevre üzerinde, çoğunlukla da AB sınırları dışında, aslında önlenebilecek olmalarına rağmen önlenememiş zararlara yol açıyor. Şehir atık yönetiminin iyileştirilmesi, atıkların değerli bir kaynağa dönüştürülmesi, sera gazı emisyonlarının azaltılması da dahil çevreye verilen zararların önlenmesi ve yeni kaynaklara olan talebin düşürülmesi gibi önemli faydalar sağlayacaktır. Kağıt örneğini ele alalım. 2006 yılında kentsel katı atıklardaki kağıtların yaklaşık % 70’e yakını geri dönüştürüldü; bu da ATIK Teknolojik yenilikler birçok çözümü beraberinde getiriyor. Temiz enerji ve temiz taşımacılık çevre üzerinde daha düşük bir olumsuz etki yaratabilir ve hepsi olmasa da ihtiyaçlarımızdan bir kısmını karşılayabilir. Ancak, teknoloji tek başına yetmez. Çözümümüz, daha düşük miktarda kaynak üretimi için yalnızca malzemelerin geri dönüşümüne veya tekrar kullanımına dayalı olamaz. Kaynakları kullanmaktan kaçınamayız, ancak bunları daha akıllı bir şekilde tüketebiliriz. Daha temiz alternatiflere geçiş yapabilir, üretim süreçlerimizi daha yeşil bir hale getirebilir ve atıklarımızı kaynağa dönüştürmeyi öğrenebiliriz. YEREL DÜZEYDEN KÜRESEL DÜZEYE KADAR TÜM KANUN YAPICILARIN, İŞDÜNYASININ vE SİvİL TOPLUMUN TAMAMI EKONOMİNİN DAHA YEŞİL bİR HALE DÖNÜŞTÜRÜLMESİNE KATKIDA bULUNMALARIDIR. tüketilen toplam kağıt ürünlerinin dörtte birine karşılık geliyordu. Geri dönüşüm oranının % 90 seviyesine yükseltilmesi, kağıt talebinin üçte birinden fazlasını geri dönüştürülmüş malzemelerden karşılayabilmemizi sağlayacaktır. Bu da yeni kaynaklara olan talebi düşürecek ve katı atık depolama alanlarına veya yakma tesislerine daha az miktarda kağıt atığının yollanmasını ve dolayısıyla sera gazı emisyonlarının azaltılmasını sağlayacaktır. Daha iyi politikalar, daha iyi bir altyapı ve destekleyici teşvikler kesinlikle gerekli, ama bizleri ancak belirli bir yere kadar götürebilirler. Yolculuğun son ayağı tamamen tüketici tercihlerine dayanıyor. Nihayetinde üretim tüketicinin talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirliyor. Geldiğimiz ortam ve yaşımız ne olursa olsun, her gün belirli malları ve hizmetleri satın alırken verdiğimiz kararlar, hangi ürünlerin ne kadar üretileceğini belirliyor. Perakendeciler de raflara dizilecek ürünlerle ilgili bir o kadar söz sahibi olabilirler ve tedarik zincirini destekleyici, sürdürülebilir alternatiflere yönelik talepleri çoğaltabilirler. Süpermarket raflarının veya çöp kutularının önüne geldiğimizde bir dakika durup düşünmemiz, kişisel olarak sürdürülebilir bir yaşama geçiş için iyi bir başlangıç olabilir. Dünden kalanları atmak yerine, bugün kullanabilir miyim? Bu makineyi almak yerine birinden ödünç alabilir miyim? Eski cep telefonumu geri dönüşüm için nereye gönderebilirim?r AÇA (Avrupa Çevre Ajansının) İşaretler 2012 raporundan alınmıştır. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MEVZUAT 2A VE 2B ARAZİLERİ Bitirilmesi Gereken Bir Tartışma: Başlatılması Gereken Bir Tartışma: 2 . Doç. Dr Yücel Çağlar 2000’Lİ YILLARDA, HER TÜRLÜ KAMUSAL vARLIĞIN SATIŞI YOLUYLA “HAZİNEYE” GELİR SAĞLAMA POLİTİKALARI AĞIRLIK KAZANMIŞTIR. bU KAPSAMDA SİYASAL İKTİDAR DA, DEYİM YERİNDEYSE, “YILANA SARILIRCASINA” “2b ARAZİLERİNİ” SATMA ÇAbASINA GİRMİŞTİR. A ve 2B konusu basında çokça yer aldı ancak genelde satış bedelleri, kimlerin yararlanabileceği, başvuru süreçleri üzerinde çokça duruldu. Haliyle kafalarda hala bir sürü cevaplanmamış soru işareti kaldı. Bizde sorularımızı bu konu üzerine hayli araştırma yapan Yücel Çağlar’a yönelttik… Öncelikle nedir bu 2A ve 2B arazileri? Bir de sizden dinleyelim... Bildiğiniz gibi, başta “orman” sayılabilecek yerlerin tanımlanması ve sınırlarının belirlenmesi olmak üzere ormanlar ve ormancılıkla ilgili her türlü iş ve işlem, 6831 sayılı Orman Kanunu’yla düzenlenmiştir. İlk olarak 1956 yılında çıkarılan bu yasanın 1. maddesinde “orman” sayılacak ve sayılmayacak yerler tanımlanmıştır. 2. maddesinde ise bu tanımların dışında, önceleri “orman” sayılmış yerlerden iken çeşitli gerekçelerle artık “orman” sayılmayabilecek yerlere açıklık getirilmiştir. Dayanağı 1961 ve 1982 Anayasalarının ilgili maddeleri olan bu düzenlemenin, dolayısıyla şimdilerde kısaca “2B” olarak anılan uygulamaların ilk adımları sanıldığının tersine çok daha önceleri, 1970’li yıllarda atılmıştır: Söz konusu uygulamalar, 1961 Anayasasının ormanlarla ilgili 131. maddesinin, 1971 yılında değiştirilmesi ve 1973 yılında çıkarılan 1744 sayılı yasayla 6831 sayılı Orman Kanunu’nun ilgili İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi 2 A B maddelerinin bu doğrultuda yeniden düzenlenmesiyle başlatılmıştır. Böylece, 1961 sonrasında Adalet Partisi’nin girişimleriyle gündeme gelen uygulama, farklı biçimlerde de olsa bugünlere değin sürdürülmüştür. Ancak, 1982 Anayasasının 169 ve 170. maddeleriyle uygulamaya yeni boyutlar kazandırılmıştır. 6831 sayılı yasanın 2. maddesi de en son olarak 1986 yılında çıkarılan 3302 sayılı yasayla değiştirilerek söz konusu madde, “A” ve “B” olarak iki bende ayrılmıştır. A bendinde yapılan d zenlemeyle; “Öncelikle orman içindeki köyler halkının kısmen veya tamamen yerleştirilmesi maksadıyla, orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler ile halen orman rejimi içinde bulunan funda ve makilerle örtülü yerlerden tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler(in)” hukuksal olarak “orman” sayılmaması olanaklı kılınmıştır. Maddenin B bendiyle ise; “31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerden; tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep fıstığı, çam fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler ile şehir, kasaba ve köy yapılarının 2A VE 2B ARAZİLERİ MEVZUAT toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları(nın)” “orman” tanımı dışına çıkarılabilmesi sağlanmıştır. Nedenleri kolaylıkla kestirilebileceği gibi, günümüze değin “2B” içeriğindeki uygulamalara ağırlık verilmiştir. Bu uygulamaların tarihsel ve düzen olarak üç evrede yürütülmüştür: 1) 1973-1982 dönemindeki uygulamalar sırasında “orman niteliğini yitirme” durumu için tarihsel sınır “15.10.1961” olarak alınmış; bu yerlerin “orman” sayılmaması için “su ve toprak rejimine zarar vermemesi” ve “orman bütünlüğünü bozmaması” koşulları aranmıştır. Çalışmalar 6831 sayılı yasanın 7-12. maddelerine göre oluşturulan ve çalışan orman kadastro komisyonları tarafından yapılmıştır. 2) 1982-1987 döneminde uygulamalar, 31.12.1981 tarihsel sınır alınarak yapılmıştır. Yine orman kadastro komisyonları tarafından yapılan çalışmalar sırasında “orman” saymamak için “su ve toprak rejimine zarar vermemesi” ve “orman bütünlüğünü bozmaması” koşulları aranmamıştır. 3) 1987sonrasında ise, 1987 yılında çıkarılan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. maddesi uyarınca orman kadastro komisyonlarının yanı sıra aralarında orman mühendisi bulunmayan kadastro ekipleri de “orman” sınırları dışına çıkarma işlemi yapabilmiştir. Öte yandan; “2A” uygulaması ise “hiç olmadı” denebilecek boyutlarda kalmıştır. 2000’li yıllarda, her türlü kamusal varlığın satışı yoluyla “Hazineye” gelir sağlama politikaları ağırlık kazanmıştır. Bu kapsamda siyasal iktidar da, deyim yerindeyse, “yılana sarılırcasına” “2B arazilerini” satma çabasına girmiştir. Peki, neden böyle bir düzenlemeye gerek duyuldu? Ülkemizde “orman” sayılan yerlerin içinde ve bitişiğinde, şimdilerde sayıları 7 milyon dolayına inmiş yurttaşlarımız yaşamaktadır. Yerleşim yerlerinin ekolojik, ekonomik ve alt yapısal koşulları bu yurttaşlarımız geçinme olanaklarını kısıtlamaktadır. Büyük ölçüde bu nedenle bu yurttaşlarımızın çevrelerindeki orman ekosistemleri ve ormancılık çalışmaları üzerinde çeşitli olumsuz etkileri olabilmektedir. Öte yandan, daha önceleri tüm köylü nüfusun yaklaşık olarak yarısını oluşturan bu kesim, öteden beri, siyasal partiler için “oy deposu” olarak görülmüştür. “Orman” sayılan yerlerin hemen tümünün devlet mülkiyetinde olması ve devletçilik düzeni içinde yönetilmesi, siyasal iktidarlara ormancılık düzeninden “orman köylüsü popülizmiyle” yararlanmasını kolaylaştırmıştır. Ek olarak; kırsal yerleşmelerdeki sınıfsal tabaklaşmanın “keskin” sayılabilecek boyutlarda olması ise, başta egemen sınıflar olmak üzere kimi toplumsal kesimlerin “orman” sayılan yerlerden arazi edinme çabalarını, dolayısıyla bu doğrultudaki taleplerini sürekli kılmıştır. Ancak, 1980’den sonra, bu durum büyük ölçüde değişmiştir: Özellikle kırsal nüfusu ve etkinlikleri azaltıcı ekonomi politikalarına ve hızlı kentselleşmeye koşut olarak bu kez kentsel yapılaşmalar için “orman” sayılan yerlerden arazi edinme çabaları giderek öne çıkmıştır. Örneğin, özellikle büyük sermayeli inşaat şirketlerinin bu doğrultuda gizli-açık yoğun baskıları gündeme gelmiştir. Bu baskıların yanı sıra 2000’li yıllarda, her türlü kamusal varlığın satışı yoluyla “Hazineye” gelir sağlama politikaları ağırlık kazanmıştır. Bu kapsamda siyasal iktidar da, deyim yerindeyse, “yılana sarılırcasına” “2B arazilerini” satma çabasına girmiştir. En son 26 Nisan 2012 tarihinde çıkarılan 6292 sayılı “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun”la 2A ve 2B arazilerinin “değerlendirilmesi”, tümüyle yeniden düzenlendi. Yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte gerçekte neler değişmiş oldu? Siyasal iktidar, kamuoyunda “2B arazileri” olarak anılan yerleri rastgele satarak, bir zamanlar öne sürdüğü gibi 25 milyar dolar sağlamayı varsayıyordu. Bunca zamandır konu üzerinde çalışıyorum ama ben bu hesaplamanın İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MEVZUAT 2A VE 2B ARAZİLERİ nasıl yapıldığını bir türlü anlayamadım, öğrenemedim. Kamuoyunun olası tepkilerinin en aza indirilebileceği düşünüldü sanırım? 2003 yılında yapılan kamuoyu çalışmalarına ağırlıkla bu doğrultuda olduğuna bakılırsa, belki. Ancak, bu hesaplama doğru değildi. Zaten bir süre sonra da bu beklenti 5 milyar dolar dolayına indirildi. Bir yandan siyasal iktidarın bir yandan da “2B arazilerinin” satılmasına karşı duranların çabaları konunun sürekli olarak gündemde kalmasına yol açtı. Dolayısıyla, bu kez de “2B arazilerini” herhangi bir yolla işgal etmiş ve/veya herhangi bir yolla satın alıp yapılaştırmış çevreler de “sorunun” bir an önce “çözümlenmesini” bekler olmuştur. Ancak, deyim yerindeyse “kuyuya atılmış taşı çıkartmak” hiç de kolay olmamıştır: 2003 yılında siyasal iktidar bu doğrultuda çeşitli çabalara girmiş; Anayasayı bile değiştirmeye kalkışmış ve sonunda da bu yıl 6292 sayılı yasayı çıkarmıştır. öngörüldüğü gibi yaşama geçirilmeye kalkışıldığında çeşitli ekolojik sorunlara neden olabilecektir. 7) “Devlet ormanı” sayılan yerleri orman yakma, tarla açma, yerleşme vb. yollarla “ikibelik” duruma getirme eylemlerini özendirebilecektir. Savları s r lebilir. ne Ne yazık ki; bu olasılıkların tümünü ayrıntılı olarak tartışabilme olanağına sahip değiliz. Ama bu bağlamda, hiç olmazsa TBMM’de grubu bulunan öteki siyasal partilerce de büyük ölçüde desteklenen 6292 sayılı yasanın Anayasa aykırılıklarını sergilemeyi gerekli görüyorum. Evet, yasa yürürlüğe girdi; ne Ana Muhalefet Partisi ne de öteki ilgili kuruluşların herhangi bir iptal başvurusu olmadı. Ama “yeni” bir anayasanın hazırlanması gündemdedir. Bu durum göz önünde bulundurulursa, 6292 sayılı yasanın Anayasaya aykırılıklarının kısaca olsa tartışılmasında yarar var… Bildiğiniz gibi, Anayasanın 169 ve 170. maddelerinde “orman sınırları dışına çıkarılacak yerler” ile ilgili iki temel kurala Bu yasayla ilgili olarak yapılabilecek yer verilmiştir: en genel de?erlendirme; 1) Yasa yalnızca “2B arazilerinin” değil “2A arazilerinin” yanı sıra Hazineye ait tarım yapılabilir arazilerin de satışını olanaklı kılmaktadır; 2) Yasanın, adında geçen “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi…” amacıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur; 3) Yasa, Anayasanın 169 ve 170. maddeleri ile Anayasa Mahkemesi’nin 1989 ve 2002 yılında aldığı konuyla ilgili kararlarına aykırıdır; 4) Yasa, temelde, “2B arazisi” işgalcileri ve tüccarlarını “hak sahibi” sayarak aklamakta; büyük inşaat şirketlerine ve “kentsel dönüştürüm” uygulamalarına “orman manzaralı arsa” sağlamayı amaçlamaktadır; 5) Yasa, son derece anti demokratiktir ve temel hukuk ilkelerine aykırıdır; yeni ve içinden çıkılması neredeyse olanaksız uygulamalara yol açabilecektir; 6) Yasanın getirdiği kurallar İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Bu kurallara g re daha nce sayılan yerlerden iken; orman • “31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tamamen kaybetmiş yerler” ile bu kuralına aykırı olarak çeşitli harcamalar yapılabilecektir. Sözgelimi, bu gelirlerin; “yüzde üçünü geçmemek üzere Bakanlar Kurulunca belirlenecek miktarı, … yatırım amacıyla kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü” hesabına ödenecek; “kalan tutarın yüzde doksanını geçmemek üzere Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenen orana karşılık gelen bölümü” ise • “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesinde afet riski altındaki alanların dönüştürülmesinde kullanılmak üzere özel ödenek” ve/veya • Genel bütçenin (B) işaretli cetveline gelir kaydedilecek tutarlar karşılığı, “nakledilecek orman köylülerine ait taşınmazların kamulaştırılması”, “2/A alanlarının ıslah, imar ve ihyası, iskânı”, “orman köylülerinin kalkınmalarının desteklenmesi”, “2/A ve 2/B alanlarının en az iki katı verimsiz orman alanlarının ıslahı” ve “yeni orman alanlarının tesisi için” kullanılmak üzere “gelir” olarak genel bütçeye aktarılabilecektir. Böylece, 6292 sayılı yasayla Anayasanın 170. maddesindeki “Ormanlar içinde veya bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması, ormanların ve bütünlüğünün korunması” kuralıyla bağdaştırılamayacak harcamalar yapılabilecektir. 2) “2A arazileri” orman köylüsü sayılan herkese verilebilecektir: Anımsayabileceğiniz gibi, Anayasanın özellikle 170. maddesinde, dolayısıyla • “bilim ve fen bakımından orman 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. olarak muhafazasında yarar görülmeyen maddesinin “A” bendinde, ülkemizdeki yerler(in)” “orman” sayılmaması olanaklıdır. tüm “orman” sayılan yerlerin ormancılık Ancak, yine Anayasaya göre bu dışı amaçlarla kullanılabilmesine, “toprak yerlerden “31.12.1981 tarihinden önce reformu” gibi dağıtılabilmesine yol bilim ve fen bakımından orman niteliğini açabilecek kurallara yer verilmiştir. Bugüne tamamen kaybetmiş yerlerin” ancak ve de değin hemen hemen hiç uygulanmayan bu yalnızca “ormanlar içinde veya bitişiğindeki anayasal ve yasal kurallar 6292 sayılı köy halkının kalkındırılması, ormanların ve yasayla akıl almaz bir kargaşa içinde, keyfi bütünlüğünün korunması bakımlarından…” ve daha da önemlisi Anayasanın 170. değerlendirilmesi olanaklıdır. Bu bağlamda maddesine aykırı olarak yaşama sözü edilen “değerlendirme” sözcüğünün geçirilebilecektir. Daha önce de belirttiğim ise yalnızca “satış” olarak anlaşılamayacağı gibi, Anayasanın 170. maddesine göre; açıktır. “bilim ve fen bakımından orman olarak ok boyutlu bir d zenleme olan 6292 muhafazasında yarar görülmeyen yerlerin” sayılı yasayla; yani “2A arazilerinin” ancak ve yalnızca 1) “2B arazilerinin” satışından elde “orman içindeki köyler halkının kısmen edilmesi düşünülen gelirlerle Anayasanın veya tamamen bu yerlere yerleştirilmesi 2A VE 2B ARAZİLERİ için” kullanılması ve bu amaçla da gerektiğinde “Devlet eliyle anılan yerlerin ihya edilerek bu halkın yararlanmasına tahsisi” edilebilmesi olanaklı kılınmıştır. Sözgelimi; • Anayasanın 170. maddesinde sözü edilen köylüler yalnızca “orman içindeki köyler halkıdır”. Başka bir söyleyişle; Anayasanın 170. maddesi, “orman kenarı köylerini” kapsamamaktadır: 2000 yılı verilerine göre “orman içi” sayılan köylerin sayısı 2529 ve toplam nüfusları 7,3 milyondur. Buna karşılık “orman kenarı” sayılan köylerin sayısı ise 4850 ve toplam nüfusları ise 12,3 milyondur. Başka bir söyleyişle; 6292 sayılı yasayla “2A arazilerine” yerleştirilebilecek ve/veya bu arazilerin “yararlanmalarına tahsis edilebileceği” “köylü” sayısı, 2000 yılı verilerine göre 7,3 milyondan 19,6 milyona çıkarılmaktadır. Oysa “orman kenarı köy” tanımı “orman içi köy” tanımına göre son derece esnektir ve “gerektiğinde” kapsamı daha da genişletilebilecektir. • Anayasanın 170. maddesinde sözü edilen işlem “2A arazilerinin”, yalnızca “orman içi köyler halkının yararlanmalarına tahsisi”dir. Oysa 6292 sayılı yasanın 7. maddesinin 1. fıkrasının “a” bendine göre bu arazilerdeki “taşınmazların tapu kayıtları bedel alınmaksızın” geçerli sayılabilecek, daha açık bir söyleyişle hukuksal olarak mülk edinilebilmiş olacaktır. Ek olarak, 6292 sayılı yasayla yapılan düzenlemeler Anayasa Mahkemesi’nin 1989 ve 2002 tarihlerinde aldığı kararlara da açıkça aykırıdır: Anımsanabileceği gibi, Anayasa Mahkemesi bu kararlarında; “Orman niteliğini yitiren yer, orman toprağı olmakla devletindir. Bu nitelikte bir yer ancak ihya edilerek Anayasa doğrultusunda köylüye verilebilir, kişilerin özel mülkiyetine geçirilemez. 170. madde, açıkça orman sayılan yerlerin belirtilen nedenlerle orman dışına çıkarılması durumunda orman içindeki köyler halkının kısmen ya da tamamen bu yerlere yerleştirilmesinden önce devlet eliyle ihyayı öngörmüştür... Orman köylüsünü korumayı amaçlayan Anayasa'nın 170. maddesi, orman sınırı dışına çıkarılan yerlerin orman köylüsünün yararlanmasına ayrılmasını öngördüğünden, orman köylüsü olup olmadığı ayrımı gözetilmeden, iskân suretiyle bu yerlerin tapusunu alan kişilere bu yerlerin mülkiyetinin devri Anayasa'ya aykırıdır." gerekçesine yer verilmiştir. Kısacası, 6292 sayılı yasayla Anayasaya aykırı uygulamalara dayanak sağlanmış olmaktadır. Bu dayanaktan hareketle yapılacak uygulamalarla çözümlenmesi son derece güç ve kimileri de olanaksız ekolojik, ekonomik, toplumsal ve siyasal olumsuzluklar gündeme gelebilecektir. Kentsel dönüşüm konusu bir süredir ülke gündeminde yer alıyor. 2A ve 2B arazileri ile ilgili yapılan değişikliklerin kentsel dönüşüm çalışmaları ile nasıl bir ilgisi var? Çünkü söz konusu yasal düzenlemede TOKİ’ye de çeşitli yetkiler veriliyor. Maliye Bakanlığı da bildiğimiz kadarıyla 2A ve 2B arazi satış gelirlerinin büyük bir kısmını “Kentsel Dönüşüm” uygulamalarına aktarabilecek. Ayrıca 6292 sayılı kanunun 8. maddesinin 3. Şıkkında “...birden fazla teklif olması halinde, öncelik sıralaması TOKİ, büyükşehir belediyeleri...” şeklinde devam eden açıklamalar yer alıyor. MEVZUAT 2b” KONUSU “bİTMİŞ KAPANMIŞ” GÖRÜNEbİLİR ANCAK YOL AÇAbİLECEĞİ EKOLOjİK, EKONOMİK vE TOPLUMSAL YIKIMLAR GÜNDEME GELDİĞİNDE, DEYİM YERİNDEYSE “İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK” Gerçekte Anayasanın söz konusu maddelerine göre hiçbir ilişkisinin olmaması gerekiyor ama var: 6292 sayılı yasanın 2. maddesinde “Proje Alanı” tanımı yapılıyor. Maddenin “f” fıkrasına göre “proje alanı”; “2/B alanlarını ve proje bütünlüğünü sağlamak amacıyla gerektiğinde bu alanların dışında kalan yerleri de kapsayan ve sınırları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı veya ilgili büyükşehir ya da diğer belediyelerce belirlenen ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca onaylanan gecekondu veya kentsel dönüşüm projesi uygulanacak alanları” olarak tanımlanmıştır. Yasanın 8. maddesinin 1. fıkrasında ise; “…proje alanı belirlemek isteyen 2 nci maddenin birinci fıkrasının (f) bendinde belirtilen idareler tarafından bu alanın sınırları tespit edilerek, alana ait uydu fotoğrafları, varsa her tür ve ölçekteki plan, parselasyon planı, mülkiyet bilgileri, İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MEVZUAT 2A VE 2B ARAZİLERİ kadastral paftaları ve hâlihazır haritalarıyla birlikte proje alanı sınırı onaylanmak üzere belediyeler tarafından valilikler aracılığıyla, TOKİ tarafından doğrudan Çevre ve Şehircilik Bakanlığına gönderilir. Bu alanlar, adı geçen Bakanlık tarafından talebin intikal tarihinden itibaren otuz gün içerisinde aynen veya değiştirilerek onaylanır ya da reddedilir ve teklif sahibi idareye bildirilir.” kuralına yer verilmiştir. Bunların yanı sıra maddenin 2. fıkrasında yer verilen tanım ve kurallarla, TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın her türlü keyfi uygulamasını olanaklı kılmıştır. Dahası, maddenin sonraki beş fıkrasıyla bu durum iyiden iyiye pekiştirilmiştir. Sözgelimi, 5. fıkraya göre “proje alanı” olarak belirlenip ilgili idareye (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, büyüksehir belediyeleri ve belediyeler) devredilen yerlerde “…her ölçekteki imar planları ve değişiklikleri ile bu planlara dayalı olarak yapılacak imar uygulamaları, parselasyon planları, ifraz ve tevhit işlemleri proje alanı sahibi idare tarafından…” zorunlu kılınmakta; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na da bu planları onama yetkisi verilmektedir. Bu arada, “proje alanı” üzerindeki her türlü taşınmazın da anılan Bakanlığa devredilebileceğini belirteyim. Bu, çok açık söylüyorum; ancak diktacı yönetimlere özgü uygulamalara dayanak olabilecek bir düzenlemedir. Bizler, gerçekleştirilen bu düzenlemelerden nasıl etkileneceğiz? bİLİNÇLİ bİR “ORMANSEvER” İSENİZ EĞER, bU UYGULAMALARIN ORMAN EKOSİSTEMLERİNİ YOK EDİCİ EYLEMLERİ ÖZENDİRİP YAYGINLAŞTIRAbİLECEĞİNDEN, ÖRNEĞİN bU YIL OLDUĞU Gİbİ ORMAN YANGINLARINI “TETİKLEYEbİLECEĞİNDEN” DERİN KAYGILAR DUYUP ÜZÜLECEKSİNİZ. A ıktır ki, bu soruya verilebilecek yanıt, s z konusu arazilerle ili?kinize, yakla?ım bi iminize g re farklı olacaktır: Sözgelimi; • “2B arazisi” işgalcisi iseniz eğer, durumunuz en azından hukuksal olarak aklanacaktır. • İşgalcilerinden satın alınmış bir “2B arazisine” ve/veya bu arazi üzerindeki yapıların sahibi iseniz eğer ikinci kez satın alma bedeli ödeyeceksiniz; üstelik bu bedelin belirlenmesinde hiçbir söz hakkınız olmayacak eğer konuyu yargıya taşırsanız bu araziyi satın alma hakkını da yitirebileceksiniz. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi • Bilinçli bir “ormansever” iseniz eğer, bu uygulamaların orman ekosistemlerini yok edici eylemleri özendirip yaygınlaştırabileceğinden, örneğin bu yıl olduğu gibi orman yangınlarını “tetikleyebileceğinden” derin kaygılar duyup üzüleceksiniz. • İçten bir kamusalcı iseniz eğer kamu varlıklarının parası olan herkese, dilim söylemeye varmıyor ama gerçek, söyleyeceğim; “peşkeş çekilmesi” karşısında kahrolacaksınız. • Gerçekten demokrat bir insansanız eğer, siyasal iktidarın tam da yerel seçimler öncesinde 6262 sayılı yasa uygulamalarıyla yandaş belediyelere siyasal kazanımlar sağlayabileceğini görecek ve Orhan Gencebay’ın “batsın bu dünya” şarkısını anımsayıp hüzünleneceksiniz. Bilmem anlatabiliyor muyum? 2B” konusu “bitmiş kapanmış” görünebilir ancak yol açabileceği ekolojik, ekonomik ve toplumsal yıkımlar gündeme geldiğinde, deyim yerindeyse “iş işten geçmiş olacak” Sizce bu düzenleme ve uygulamaların ne şekilde yapılması gerekirdi? 2A VE 2B ARAZİLERİ Ortada iki boyutlu bir konu vardır: Bir; “2B arazilerinin” değerlendirilmesi. İki; “orman” sayılan yerlerin “orman içi köyler halkının” yararlanmasına tahsis edilmesi. Ancak, çok daha önce yapılması gereken başka işler de var. 1) “Yeni” Anayasa hazırlanıncaya değin “2B arazilerinin” satışı durdurulmalıdır: 4) “Orman” sayılabilecek ve sayılmayabilecek yerlerin belirlenmesi ve sınırlandırılması çalışmalarının ormancılık biliminin gerekleri doğrultusunda yapılabilmesi sağlanmalıdır. • 6831 sayılı Orman Kanunu’nun orman kadastrosu çalışmalarını düzenleyen 7-12. maddeleri yeniden düzenlenmelidir. Bu kapsamda; 6831 sayılı yasanın 7. maddesi, orman kadastrosu çalışmaları olabildiğince en kısa sürede bitirilmesini, orman kadastro komisyonları ve ekiplerinde ormancılık eğitiminden geçmişlerin sayısal çokluğunu, karar süreçleri demokratikleştirilebilmesini; orman kadastro komisyon ve ekiplerinde işlendirilecek personelin özlük hakları iyileştirilmesini sağlayabilecek düzenlemeler yapılmalıdır • 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “A” ve “B” bentlerinde sözü edilen yerlerin, 1983 yılında çıkarılan 2896 sayılı yasayla yapılan değişiklikte olduğu gibi yalnızca “…devlet eliyle ihya edilerek kısmen veya tamamen orman içi köyler halkının yerleştirilmesi veya bu amaçla değerlendirilmesi maksadıyla, orman sınırları dışına” çıkarılmasını sağlayacak biçimde düzenlenmelidir. 3) 6292 sayılı yasayla yürürlükten kaldırılan 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmasının Desteklenmesi Hakkında Kanun yalnızca “2B” uygulamalarıyla artık “orman” sayılmayan yerlerin “değerlendirilmesine” yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir. Bu çalışmalar sırasında “orman köyü” sayılan yerleşmelerin tümü değil; “bulundukları yerlerde kalkındırılamayacaklarına” karar verilenler ile “orman” sayılan yerlerin güvenliği ve ormancılık çalışmalarının etkenliği yönünden sorun yarattıkları belirlenen yerleşmeler “öncelikli hedef kitle” olarak kapsama alınmalıdır. Bu ama la; 2) “Yeni” Anayasa yürürlüğe girinceye değin aşağıdaki düzenlemeler yapılmalıdır: • 6831 sayılı yasanın yukarıda önerildiği biçimde yeniden düzenlenecek 2. maddesinin uygulanması sırasında herhangi bir yerin “orman sınırları dışına çıkarılabilmesi” kararının verilebilmesi için de; açıkça tanımlanmış bir kamusal yararının ençoklanması, başka seçeneklerin bulunmaması durumlarında ancak, “su ve toprak rejimine zarar vermeme”, “orman bütünlüğünü bozmama”, “çevresindeki orman ekosistemlerinin tüm öğeleriyle kendisini yenileyebilme gücüne zarar vermeme” ve “ormancılık çalışmalarının etkenlik, verimlilik ve kârlılık düzeylerini düşürmeme” koşullarının eş zamanlı olarak aranması sağlanmalıdır. MEVZUAT 2b” KONUSU “bİTMİŞ KAPANMIŞ” GÖRÜNEbİLİR ANCAK YOL AÇAbİLECEĞİ EKOLOjİK, EKONOMİK vE TOPLUMSAL YIKIMLAR GÜNDEME GELDİĞİNDE, DEYİM YERİNDEYSE “İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK” • 6831 sayılı yasanın 8-11. maddeleri; “orman sınırları dışına çıkarma” kararlarına yerel orman işletme müdürlükleri ile TMMOB Orman, Ziraat, Harita ve Kadastro, Çevre, Şehir Planlama Mühendisleri Odaları başta olmak üzere ilgili öteki demokratik kitle örgütlerinin de itiraz edebilme olanağı getirilmelidir. • 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 2005 yılında çıkarılan 5304 sayılı yasayla yeniden düzenlenen 4. maddesi yürürlükten kaldırılarak kadastro ekiplerinin orman kadastrosu, saptanan yanlışlıkların düzeltilmesi vb çalışmaları da yapabilmeleri engellenmelidir; • 2009 yılında çıkarılan 5831 sayılı Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un orman kadastrosu ile ilgili maddeleri yürürlükten kaldırılmalıdır. 2B arazilerinin de?erlendirilmesine gelince Bu arazilerin ülke genelinde gerek nitelikleri ve gerekse kullanılma biçimleri aynı değildir. Sözgelimi saptamalara göre 4,7 milyon dönüm “2B arazisinin” % 4,7’si “yerleşim yeri” ve % 33,2’si de “tarımsal amaçlarla” kullanılmaktadır. Bu arazilerin % 62,2’sinin ne durumda ve kimler tarafından nasıl kullanılmakta olduğu ise tam olarak İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi MEVZUAT 2A VE 2B ARAZİLERİ durumlarının iyileştirilmesi; somut olarak da 2924 sayılı yasanın yaşama geçirilmesi amacıyla kullanılmalı; bu amaçla, Türkiye Ormancılık Kooperatifleri Merkez Birliği vb ilgili demokratik kitle örgütleriyle işbirliği yapılmalıdır. 2) Tarımsal amaçlarla kullanılmakta olan “2B arazilerinin”, arazi kullanım yetenekleri belirlenmeli; bu amaçla Anayasanın 171. maddesi doğrultusunda üreticilerin tarımsal kalkınma kooperatiflerde örgütlenmeleri özendirilmeli, kooperatiflerin etkinlikleri çeşitli yollarla desteklenmeli; bu arazilerin tarım dışı amaçlarla kullanılmasına izin verilmemeli; tarımsal üretime uygun olmayan “2B arazileri” yeniden orman ekosistemleri oluşturmak amacıyla değerlendirilmelidir. belirlenmiş değildir. Çok daha önemlisi, tüm “2B arazilerinin” nasıl kullanılması gerektiği çok boyutlu irdelemelerle belirlenip planlanmamıştır. Bu nedenlerle “2B arazilerinin” değerlendirilmesine yönelik uygulamalar kamu yararı gözetilerek farklılaştırılmalıdır. Böylesi bir yaklaşım yeğlendiğinde üç boyutlu bir uygulama yapılmalıdır: 1) Yapılaşmış “2B Arazilerinin” değerlendirilmesi sırasında kentsel ve kırsal yerleşmeler, özellikle de köyler arasında kamusal yararın ençoklanabilmesi temelinde bir ayrım gözetilmelidir. Bu kapsamda çevresel, toplumsal ve ekonomik yönden sakıncasız yerlerden özel kişi ve kuruluşların kullanımdakileri, bulundukları yerlerin benzer konumdaki ortalama arazi değişim değerleri üzerinden kullanıcılara satılabilmelidir. Bu yolla elde edilebilecek gelirler ise, içinde bulundukları yoksunluklar nedeniyle çevrelerindeki orman ekosistemlerine zarar verdikleri ve/veya ormancılık çalışmalarının etkenlik düzeyini düşürdükleri belirlenen köylülerin İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi “ORMAN” SAYILAbİLECEK vE SAYILMAYAbİLECEK YERLERİN bELİRLENMESİ vE SINIRLANDIRILMASI ÇALIŞMALARININ ORMANCILIK bİLİMİNİN GEREKLERİ DOĞRULTUSUNDA YAPILAbİLMESİ SAĞLANMALIDIR. 3) Yeniden orman ekosistemleri oluşmuş ve oluşturulabilecek “2B Arazilerinin” yeniden hukuksal olarak “orman” sayılmasına yönelik girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimlerin hukuksal dayanakları güçlendirilmelidir. Yeniden orman ekosistemi oluşturulabilecek ve/veya oluşturulması gereken “2B arazilerinde” ise yöre halkının da katılımlarıyla hazırlanacak tümleşik havza yönetim planları doğrultusunda çok amaçlı ağaçlandırma çalışmaları yapılmalıdır. Bu amaçla, uygun ekolojik koşullara sahip “2B arazileri”, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 57-67. maddeleri ile 4122 sayılı Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberlik Kanunu’nun “Devletin Hüküm ve Tasarrufu Altındaki Arazilerde Tespit, Tahsis ve İzin “ başlığı altında yer verilen 4. maddesi kapsamında sayılan kurum ve kuruluşların çok amaçlı ağaçlandırma çalışmalarına tahsis edilmelidir. Yerleşme yerlerinin yakınlarındaki “2B arazilerinin” ağaçlandırılması sırasında “kent ormanlarının” ile gürültüyü, hava kirliliğini önleyebilecek, yakındaki “devlet ormanı” sayılan yerlerdeki orman ekosistemleri için bir tür “güvenlik kuşakları” oluşturabilecek yapıda orman ekosistemlerinin 2A VE 2B ARAZİLERİ oluşturulması hedeflenmelidir. Son olarak somut örnekler vermek gerekirse, örneğin; İstanbul ya da Antalya ya da başka illerde bu arazilerin büyüklüğü ne kadardır? Hemen s yleyeyim:Son saptamalara göre, 4,7 milyon dönüm arazi artık “orman” sayılmamaktadır; başka bir söyleyişle “2B arazisidir”. İllere ve kimi illerde de ilçelere göre dağılımı, bu arazilerin kimler tarafından hangi amaçlarla “yaratıldığını” açıklıkla ortaya koymaktadır: • Tüm “2B arazilerinin” % 58’i sırasıyla; Antalya, Mersin, Balıkesir, Ankara, Adapazarı, Muğla, İstanbul, Bolu, Samsun ve İzmir’de bulunmaktadır. • İstanbul’daki toplam 258 699 dönüm “2B arazisinin” % 45,7’si Tuzla, % 20,5’i Pendik, % 16,3’ü Beykoz, % 9,1’i Maltepe, % 5,4’ü Şile ve % 2,4’ü de Ümraniye’dedir. • Antalya’daki toplam 425 730 dönüm “2B arazisinin” ise; % 19,3’ü Aksu, % 17,5’i Kaş, % 15,1 Kepez, % 7,1’i Manavgat ile Serik, % 6,2’si Alanya, % 6’sı Döşemealtı, %4,3’ü Konyaaltı, % 3’ü Gazipaşa ve % 2,9’u da Demre’dedir. Sanırım bu veriler “2B arazilerinin” hangi amaçlarla “yaratıldığını” da açıklıkla sergiliyor. Öte yandan, bu verilerden, “2B” tartışmalarının duygusal “orman popülizmine” indirgenmesinin ne denli anlamsız ve büyük bir yanılgı olduğunu ortaya koyuyor. Herhalde söyleyecek bir “son sözünüz” de vardır? Olmaz olur mu, var: Öncelikle artık “bitmiş, kapanmış bir dosya” olarak görülen konuyu duyarlılıkla gündemde tuttuğunuz; henüz ayırtına bile varılmamış “2A” uygulamalarına dikkat çekme fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim. Ama bir sözüm daha var: “2B” konusu “bitmiş kapanmış” görünebilir ancak yol açabileceği ekolojik, ekonomik ve toplumsal yıkımlar gündeme geldiğinde, deyim yerindeyse “iş işten geçmiş olacak”. Ayrıca bir de “2A” uygulaması var ki, bu uygulamalar “2B”nin yol açabileceği yıkımları da aratabilecektir. Çünkü “2A”, temelde, ülkemizdeki “orman” sayılan 212 MEVZUAT milyon dönümde uygulanabilecektir. Daha açık bir söyleyişle, 212 milyon dönümdeki; “…orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler ile halen orman rejimi içinde bulunan funda ve makilerle örtülü yerlerden tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler.” “orman” sayılmayabilecektir. Bu uygulamalar, özellikle 6292 sayılı yasada öngörüldüğü gibi ve “2A” tartışmaları da “2B” tartışmaları gibi yapıldığında deyimin tam anlamıyla, “ört ki ölem…”r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi SAĞLIK ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK DaLGa DaLGa KİRLİLİK S DOĞADA GÜNEŞ, YILDIZ vE YILDIRIM KAYNAKLI DOĞAL bİR MANYETİK ALAN ZATEN MEvCUT.20. YY İLE bİRLİKTE vAR OLAN bU DOĞAL MANYETİK ALANA, İNSAN YAPIMI CİHAZLARIN OLUŞTURDUĞU YAPAY MANYETİK ALANLARINDA EKLENMESİYLE TEHLİKE ÇANLARI ÇALMAYA bAŞLADI. DOĞAL OLANDAN YAKLAŞIK 1000 KAT DAHA FAZLA OLAN YAPAY MANYETİK ALANLAR, CANLI YAŞAMINI OLUMSUZ YÖNDE ETKİLİYOR. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi abah erken uyanabilmek için başucumuzda çalan cep telefonumuza bakıp istemeyerek yataktan kalkıp, kendimizi duşa atıyoruz. Saçlarımızı kurutmak amacıyla saç kurutma makinasının sıcak havasını bir süre başımızın çevresinde gezdiriyoruz. Televizyonu açıp, bir yandan kahvaltımızı hazırlarken bir yandan sabah haberlerini izlemeye koyuluyoruz. Mikrodalga fırında ısıttığımız poğaçayı sallama çay eşliğinde tüketirken, dizüstü bilgisayarı açarak maillerimizi kontrol ediyoruz. Hızlı hareketler ile evden çıkıp asansöre biniyor ve en yakın durakta bizi isteğimiz yere götürecek otobüsü beklemeye başlıyoruz. Evet nihayet geldi. Tıklım tıklım dolu olan otobüse biniyor her on kişiden en az yarısının cep telefonunda sohbetlerine dahil olarak yolculuğumuzu tamamlıyor, iş yerimize ulaşıyoruz. Ne kadar yüksek bir binada çalıştığımız, günümüzün en azından sekiz saatini bu dev beton yığını içinde geçirdiğimiz aklımızın köşesinden bile geçmeden masamıza oturuyor, zeminden ve tavandan usulca akan kablolar eşliğinde işimizi yapmaya koyuluyoruz. Buraya kadar herşey normal ve sıradan gözüküyor... Normal olmayan ise; büyük şehirlerde yaşayan ve çalışan bireylerin iş günlerinde yaşadıkları bu çok sıradan gibi gözüken rutin olaylar esnasında maruz kaldıkları bir tehlike. Bu tehlikenin adı ise: Elektromanyetik Dalgalar. Özellikle son yıllarda günlük yaşantımıza giren birbirinden üstün teknoloji harikası ürünleri birçoğumuz yoğun bir şekilde kullanıyoruz. Elbette ki günümüze kadar yaşanan teknolojik gelişmeleri karalayıp kötülemeyi amaçlamıyoruz çünkü teknolojinin kolaylıklarından bizler de yararlanıyoruz. Fakat maruz kaldığımız tehlikenin boyutunu ortaya koymak istiyoruz. Ne kadar sıklıkla kullandığımızın farkına bile varmadığımız elektronik cihazlar, elektromanyetik alanlar yaratıyor. Ayrıca biz kullanmadığımız halde bulunduğumuz ortam nedeniyle maruz kaldığımız manyetik alanlarda da günlük yaşantımızda sıklıkla karşı karşıya kalıyoruz. ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK SAĞLIK manyetik alanlar, canlı yaşamını olumsuz yönde etkiliyor. Elektromanyetik Kirlilik Nedir? İnsanoğlu 18. ve 19. yy’da tanıştığı hava, toprak ve su kirliliği kavramlarıyla yeni yeni barışırken günümüzde artık bir de elektromanyetik kirlilik kavramıyla tanışıyor. Bu kirlilik çeşidini diğerlerinden ayıran ve korkutucu hale getiren en önemli özellik ise, gözle görülemeyen, dokunarak, soluyarak hissedilemeyen sinsi bir tehlike oluşturması. Elektromanyetik kirlilik, elektrik akımı taşıyan kablolar, cep telefonu baz istasyonları, radyo frekans dalgaları yayan radyo ve televizyon vericileri, yüksek gerilim hatları, trafolar, mikrodalga yayan ev aletleri vb.nin yarattığı, insan ve diğer canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratan elektromanyetik dalgaların oluşturduğu kirlilik. Doğada güneş, yıldız ve yıldırım kaynaklı doğal bir manyetik alan zaten mevcut. Doğal manyetik alanlar, arıların bulundukları konumu tespit etmelerine, göçmen kuşların ve balıkların yön bulmalarına yardımcı oluyor. 20. yy ile birlikte var olan bu doğal manyetik alana, insan yapımı cihazların oluşturduğu yapay manyetik alanlarında eklenmesiyle tehlike çanları çalmaya başladı. Doğal olandan yaklaşık 1000 kat daha fazla olan yapay GÜCÜ İSTER YÜKSEK, İSTER DÜŞÜK OLSUN, bU DALGALARIN İNSAN vÜCUDUNDA DOKULARIN ISINMASINA vE KİMYASAL DEĞİŞİMLERİNE NEDEN OLDUĞU bİLİMSEL ARAŞTIRMALARLA KANITLANMIŞ. Gözle görülmeyen fakat varlığını cep telefonumuz çalarken televizyon ya da bilgisayarımızdaki karlanma ile hissettiren, hatta gerilim hatlarına yakın uçan helikopterlerin düşmesine bile neden olabilen bu dalgaların, canlı yaşamı üzerindeki etkilerini ölçmek amacıyla birçok araştırma yapıldığı biliniyor. Araştırmalar sonucunda, yasalar ile bu alanlara sınırlamalar getirilmesine rağmen uzun süreli elektromanyetik radyasyona maruz kalmanın yaratacağı sağlık sorunları tartışılmaya devam ediliyor. Gücü ister yüksek, ister düşük olsun, bu dalgaların insan vücudunda dokuların ısınmasına ve kimyasal değişimlerine neden olduğu bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış. Elektromanyetik kirliliğin insanlar üzerindeki bilinen en önemli etkileri, bağışık sistemini zayıflatması, baş ağrısı, halsizlik, mide bulantısı, sinirlilik hali şeklinde sıralanıyor. Elektromanyetik Alan Kirliliği Yaratan Kaynaklar İkiye Ayrılıyor 1-Do?al EM Kaynakları: Güneş, uzak yıldızlar, yıldırımlar 2-Do?al olmayan EM kaynakları • Elektrik akımı taşıyan yeraltı ve yerüstü elektrik hatları • TV ve bilgisayarlar, • Elektrikli ev aletleri (Elektrikli süpürge, saç kurutma, tıraş makinesi vb.) • Mikro dalga fırınlar • Radyo ve TV vericiler • Telsiz haberleşme sistemleri, • Kordonsuz telefonlar • Hücresel telefon sistemleri ( GSM Baz istasyonları.) Son yıllarda kullanım oranı oldukça artan cep telefonlarının zararları sürekli tartışılıyor ve yoğun kullanıldığı için zararlarının yüksek olduğu kabul görüyor. Kullanım yaşının çok aşağılara indiği cep telefonlarının kısa vadeli olumsuz etkileri baş ağrısı, yorgunluk, uykusuzluk olarak İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi SAĞLIK ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK sıralanırken, uzun vadede verebileceği zararlar konusunda henüz kesin bir ifade kullanılmıyor. Fakat sık sık basında yer alan haberlere göre kansere bile neden olabileceği tartışılıyor. Kısa ve Uzun Vadede Belli Başlı Etkileri Nelerdir? Elektromanyetik alanlara maruz kalmanın olumsuz etkileri frekansı, şiddeti, uzaklığı, maruziyet süresi gibi birçok faktöre göre değişkenlik göstermekle birlikte, yapılan araştırmalarda; • DNA üzerinde hasara, • Beyin ve kulak fonksiyonlarını etkileme, • Bağışıklık sistemini zayıflatmaya, • Uykusuzluk ve depresyona, • Sperm sayısında azalmaya, • Beyin tümörüne, • Birçok kanser türünün gelişimine, • Alzheimer hastalığına neden olabileceği tespit edilmiş. Yaşam Alanlarımızda “Elektromanyetik Kirlilik” Yaratan Eşyalar Bebek Alarmı: Bebek alarmları eğer kullanılmak zorundaysa beşikten en az bir metre uzakta durmalı. üretiyor. Televizyonun arkasındaki radyasyon oranı önüne göre daha fazla. Fakat manyetik alanların duvarları geçebildiği unutulmamalı. Alarmlı Saat ve Radyolar: Elektrikle çalışan alarmlı saat ve radyoların yataktan en az 1,5 metre uzakta olması gerekiyor. Elektrikli Fırınlar: Elektrikli fırınlar çalıştıkları sırada mikrotesla seviyesinde hayli yüksek manyetik alan üretirler. Fırınlar çalışırken mümkün mertebe makul uzaklıkta durulması gerekiyor. Elektrikli Tıraş Makinesi: Şarj edilebilir tıraş makineleri pilli olanlara göre daha az zararlı. Elektrikli olanlarda manyetik alan üretiyor. Elektrikli tıraş makineleri yerine jiletle tıraş olmak tavsiye ediliyor. Fotokopi Makineleri: Ofislerde kullandığımız fotokopi makineleri de şiddetli manyetik alan ürettiğinden bu makineler 50 cm’den daha yakında durmamak gerekiyor. Televizyon: Televizyonlar marka ve modellerine göre farklı manyetik alanlar İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK KAYNAKLARI ARASINDA CEP TELEFONU, KULLANIM YOĞUNLUĞU NEDENİYLE EN bÜYÜK RİSK GRUbUNA GİRİYOR. bU SEbEPLE CEP TELEFONU KULLANIMINI SINIRLAMAK, ALINACAK ÖNLEMLER İÇİNDE İLK SIRADA YER ALIYOR. Dizüstü Bilgisayar: Prize takılı kullanılmadığı sürece ürettikleri elektromanyetik dalga düzeyi düşüktür. Yatak odası aydınlatması, saç kurutma makinesi, saç şekillendirme aletleri, mikrodalga fırınlar, bilgisayar oyun setleri, elektrik süpürgesi, radyasyon yayan diğer elektrikli aletler arasında yer alıyor. Günümüzde bu makinelerin hayatımızdan tamamen çıkaramayacağımız bir gerçek. Fakat kullanım sürelerini sınırlamak ve sadece gerekli hallerde kullanmak öneriler arasında. Korunmak İçin Öneriler Elektromanyetik kirlilik kaynakları arasında cep telefonu, kullanım yoğunluğu nedeniyle en büyük risk grubuna giriyor. Bu sebeple cep telefonu kullanımını ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK SAĞLIK sınırlamak, alınacak önlemler içinde ilk sırada yer alıyor. Bilim adamları, ihtiyatlılık ilkesi gereği zararlı etkilerinin aksi kanıtlanıncaya kadar cep telefonu kullanımının sınırlandırılması, çocuklar ve hamile kadınların cep telefonundan uzak tutulması, kullanımı zorunlu ise kulaklık aracılığıyla kullanımı, uzun süreli konuşmalardan kaçınılmasını tavsiye ediyor. Ayrıca telefonların vücuttan olabildiğince uzakta taşınması da diğer öneriler arasında. Dünya Sağlık Örgütü, 16 yaşın altındaki çocukların cep telefonu kullanmamalarını, eğer çok gerekli ise kullanım sürelerinin günde 10 dakikayı geçmemesini tavsiye ediyor. Saç kurutma makinesini kısa süreli kullanmak, yatak odasında televizyon, bilgisayar, cep telefonu vs elektrikli cihaz bulundurmamak alınacak önlemler arasında sıralanıyor. Elektromanyetik etkinin, kaynağa olan mesafe ile ters orantılı olduğu ve dalga üreten kaynaktan uzaklaştıkça etkisinin azalıyor olması nedeniyle elektrikli cihazlar çalışırken mümkün oldukça uzakta durmak fayda sağlıyor. Kullanılmayan cihazların fişten çekilerek kapalı tutulması, kirliliğin azalmasında etkili olacağı söyleniyor. Dizüstü bilgisayarları fişe takılı değilken kullanmak, şarj olurken ise mümkün olduğunca uzak mesafede tutmak gerekiyor. Elektromanyetik alanlar açısından sağlıklı bir ortamda bulunduğumuzdan emin olabilmek için ev ve ofisimizde ölçüm yaptırmak, alınacak önlemlerin düzeyini belirlemek için önemli bir adım. Elektromanyetik Alan Ölçümleri Türkiye'de Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), TÜBITAK ve üniversiteler, elektromanyetik alan ölçümlerini gerçekleştirmeye devam ediyor. Elektromanyetik radyasyon konusunda her ülke kendi standartlarına göre limit değerler belirliyor. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler ve ABD dâhil olmak üzere birçok dünya ülkesinde ortak olarak kabul gören ve uygulanan sınır değerler de bulunuyor. Bu sınır değerler Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından tanınan ve uluslararası bir komisyon olan ICNIRP (International Commission on NonIonizing Radiation Protection - İyonize Olmayan Radyasyondan Koruma Komisyonu) tarafından, genel halk için günde 24 saat maruz kalındığı kabulüyle belirlenmiş. Yasalarla Sınırlama Elektromanyetik kirlilik ile ilgili usul ve esaslar 12.07.2001 tarih ve 24460 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ‘‘10kHz.-60GHz. Frekans Bandında Çalışan Sabit Telekomünikasyon Cihazlarından Kaynaklanan Elektromanyetik Alan Şiddeti Limit Değerlerinin Belirlenmesi, Ölçüm Yöntemleri ve Denetlenmesi Hakkındaki Yönetmelik’’ hukuki dayanak oluşturuyor. Yönetmeliğin 17’nci maddesinde; ‘‘Bu yönetmelik kapsamındaki sabit telekomünikasyon cihazlarının kurulması işletilmesi ve kullanılması esnasında yönetmelikte belirtilen hususlara uygunluk kurum (Telekomünikasyon Kurumu) tarafından denetlenir’’ hükmü mevcut. DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ, 16 YAŞIN ALTINDAKİ ÇOCUKLARIN CEP TELEFONU KULLANMAMALARINI, EĞER ÇOK GEREKLİ İSE KULLANIM SÜRELERİNİN GÜNDE 10 DAKİKAYI GEÇMEMESİNİ TAvSİYE EDİYOR. Bu yönetmeliğin 5. maddesi gereği; GSM baz istasyonları ve her türlü telsiz haberleşme iletim sistemini kapsayan tesislerin kurulması ile ilgili sadece yer seçimi konusunda görüş verme görevi İl Çevre ve Orman Müdürlüğüne verilmiş.r İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi KİTAPLIK YEŞİL YILDIZ SAVUNMASIZ GEZEGEN DÜÜNYA Yayınevi: Orion Kitabevi Yazar: Ertan Özçoban Türkiye'de turizm alanında uygulanmaya başlanan bir sosyal sorumluluk projesini anlatan, Ersin Özçoban'ın kitap haline getirilen yüksek lisans çalışması olan kitap, Türkiye'nin ilk Çevreye Duyarlı Tesis Belgesini almaya hak kazanan Calista Luxury Resort Hotel'de konaklayan turistlerle yaptığı anketler sonucunda topladığı verileri ortaya koyuyor. Aralarında İngiliz, Rus, İtalyan, Alman, Fransız ve Türk turistlerin bulunduğu yaklaşık 170 kişiyle yapılan çalışma oldukça detaylı ve ilginç. Peki, Calista Hotel'in Yeşil Yıldız belgeli olması ziyaretçileri tarafından ne kadar önemseniyor? Kitabın sonuç bölümünde Ersin Özçoban şöyle anlatıyor: "Yeşil Yıldız uygulamasının ve konaklama tesisinin çevreye duyarlı olmasının, araştırmaya katılanların satın alma kararını, toplam %96 oranında etkilediği çarpıcı biçimde ortaya konmuştur. Bu kadar yüksek bir yüzde ile çıkan bu sonucun gerisinde, Calista Otel'in resmi olarak Yeşil Yıldız belgeli ve çevreye duyarlı bir konaklama tesisi olduğunu, çalıştıkları acente ve tur operatörlerinde etki yaratacak bir biçimde, pazarlama stratejilerinde kullanmaları ve bu uygulamayı genel yönetim sistemlerinde başarılı bir biçimde yürütmeleridir." İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi Yayınevi: Epos Yayınları Yazar: John Bellamy Foster Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları. Yazar: Bill Mc Kibben Çeviren: Emel Anıl Bir zamanlar bambaşka bir Dünya'da yaşıyorduk. Masmavi denizleri, yemyeşil ovaları, berrak suları, verimli toprakları, derin ormanları, ulu dağları, bembeyaz buzullarıyla tertemiz bir gezegendi Dünya. Tanıdığımız ve hayran olduğumuz o Dünya, şimdi o halde mi? Yirmi yıl önce iklim değişimi konusundaki ilk uyarılardan biri olan The End of Nature'ı yazan Bill McKibben, bu farklı gezegene başka bir isim veriyor: Düünya (Eaarth). Kitapta önce bu yeni dünyanın özelliklerini tespit eden McKibben, Düünya'yı yaşanır bir yer haline getirmek için yapmamız gerekenleri anlatıyor. Yazara göre gündelik hayatımızı ve yaşam biçimimizi de içeren çok temel bir değişim yaratmalıyız. Üstelik hemen harekete geçmek zorundayız. Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre yıkımının nedenleri ne biyolojiktir ne de tek tek bireylerin tercihlerinin bir sonucudur. Sorunun kökleri üretim ilişkilerinde, teknolojik zorunluluklarda ve egemen toplumsal sistemlerin ayırıcı özelliği olan ve tarihsel olarak koşullanmış demografik eğilimlerdedir. Öyleyse, çevre krizine çare bulmak için ortaya atılan önerilerin çoğunda görmezden gelinen ya da önemsiz görülen şey, çevrenin kötüleşmesinin sadece küçük teknolojik temellerini kurcalamak değil, onun daha büyük toplumsal temellerini eyleme geçerek dönüştürme gerekliliğidir. Yazar kitapta dünyada yaşanan krizin bir doğa krizi olmaktan öte toplum krizi olduğu ve karşı karışıya olduğumuz çevre yıkımının başta gelen nedenlerinin toplumsal ve tarihsel olduğu argümanından yola çıkarak çevre krizine çarenin toplumsal temelleri dönüştürmek olduğunu ortaya koymaktadır. Foster, kitabında bugün çözüm olarak sunulan, çevre dostu teknolojileri geliştirme, tüketimi azaltma, geri dönüşüm gibi reçetelerin yeterli olmayacağını, önemli olanın egemen toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi olduğunu savunmaktadır. KİTAPLIK ACAYİP HAVALAR SÜRDÜRÜLEBİLİR TESİS YÖNETİMİ DÜNYAYI NASIL TÜKETTİK? Yayınevi: Açık Radyo Kitapları Çizer: Kate Evans Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Yazar: Lester R. Brown Bu kitap Dünyanın karşı karşıya kaldığı en acımasız gerçeklerden biri, gıda arzının talebi karşılamakta zorlanışı üzerine. Nüfusumuz artıyor, iklimimiz değişiyor, suyumuz azalıyor, tarım topraklarımız çölleşme, erozyon ya da başka amaçlarla kullanıma açılma gibi nedenlerle giderek daralıyor. Bunların sonucunda da yazarın deyişiyle “bir zamanlar her yerde artan tahıl hasatları artık bazı ülkelerde azalıyor. Bir zamanlar yükselen balık avcılığı şimdi düşüşe geçiyor. Bir zamanlar her yerde genişleyen sulak alanlar şimdi bazı kilit gıda üretim bölgelerinde daralıyor.” ‘Dünyayı Nasıl Tükettik?’ dünyanın bugünkü gıda arz talep eğilimlerini, geçmişten günümüze tarımsal ve demografik gelişimleri de göz ününe alarak, doğa ile ilişkisi çerçevesinde tartışıyor. Kısacası dünyanın bizi beslemeye devam etmesi için insanlığın ne yapması gerektiğini anlatıyor. ‘İklim değişikliği hakkında bilmek istemediğiniz ama muhtemelen öğrenmek zorunda olduğunuz her şey’ sloganı ile Türkçe’ye uyarlanan kitap, küresel ısınma konusunda tarihin ilk çizgi romanı olma özelliğini taşıyor. Aslında kitabın imza attığı ‘ilk’ler bununla kalmıyor. Küresel iklim değişikliği konusunda bizleri bilinçlendirmeyi en önemli misyon edinmiş 94.9 Açık Radyo’nun ilk yayını bu. Diğer ilklerin neler olduğu, Ömer Madra’nın önsözünde anlatılıyor. “Bir çevre eylemcisi olan çizer Kate Evans, ikinci önsözü yazan George Monbiot’un tanımıyla, “iklim değişikliği hikâyesini anlaşılır, komik ve dokunaklı bir şekilde anlatmayı başarıyor.”... Evans, iklim değişikliğine yol açan ve hızlandıran etkenleri; bunların arasındaki ilişkileri, süreci yavaşlatmak ve durdurmak için hepimizin yapması gerekenleri, teknik bilgisi olmayan okurların bile kolaylıkla anlayacağı bir uzatlıkla çiziyor ve yazıyor. Monbiot’ya göre, “biyosferi hiç umursamayan kişilere ulaşabilecek birileri varsa o da Kate Evans ve bir de –bu kitabı alıp okuması gerektiğini düşündüğünüz birileri varsa- sizsiniz. Kitabını şu sözlerle bitiriyor Kate Evans: “Bu kitabı, hayatını değiştirmek için kullan, çünkü bundan sonra olacaklar, senin şimdi yapacaklarına bağlı...” Yayınevi: Cinius Yayınları Yazar: Evrim Veli Ay Sürdürülebilir Tesis Yönetimi alanında Amerika'daki başarılı uygulamaları iş hayatında edindiği yılların tecrübesiyle harmanlayan Evrim Veli Ay şunları söylemekte: "Üniversite kampüsü sürdürülebilirlik felsefesi için ideal bir laboratuvar olarak düşünülmelidir. Bütün iş süreçlerini bu kavram doğrultusunda yeniden gözden geçirmiş ve günün sonunda her çalışanın karbondioksit salımının azaltılması yönündeki katkılarının net bir şekilde belirlenebildiği bir üniversitede bu yaşam felsefesi kusursuz bir şekilde hayata geçirebilir." Değişimin hayatımızın her alanında yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. İyi bir fikirle fark yaratmanın her geçen gün önem kazandığı bir dönemde, Değişim Yönetimi konusunda size her zaman yol gösterecek, kolaylıkla kullanılabilen basit, somut ve pratik önerileri okuyucularıyla paylaşıyor. Binlerce kilometrelik yolculuk tek adımla başlarmış. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi EKO TASARIM 2 ÇILGIN, SIRADIŞI, ÇEVRECİ... Karim Rashid ilginç bir seri tasarımı Punkalive için yapmayı kabul etti. 009 yılında kurulan Punkalive isimli Finlandiyalı tasarım şirketi, çok kısa bir zamanda ekolojik mobilya tasarımları ile dünyada üne kavuştu. Kurulduğu günden bu güne hem kendi ülkelerinde hem de uluslararası pazarda üretmiş oldukları çevre dostu ahşap mobilyalar ile tasarım profesyonellerinin ilgisini çekmeyi başardı. Firmanın Kerto ahşap denilen Fin Ladininden yaptıkları lamine ahşap kaplamalı mobilyaların, tasarımı ve üretim yöntemleri ekoloji ve sürdürülebilirliği vurguluyor. Mobilyaların üretildiği ahşap, fabrikanın 100 km çapındaki çevresinden elde ediliyor. Üretim esnasında ortaya çıkan atık talaş tekrar kullanılarak mobilya parçaları yapımında kullanılıyor. Bölgeye elektrik sağlayan yerel elektrik firması fabrikadan çıkan ısıyı kentin ısıtma sistemine aktararak bölgede yaşayanlar için önemli bir enerji tasarrufu sağlıyor. Bilgisayar kontrollü üretim sürecinde hiçbir atık madde çıkmıyor. Bu sebeple tesisin karbon ayak izi yok denebilecek kadar düşük seviyelerde kalıyor. Bir aile işletmesi olan Punkalive, birbirinden yetenekli tasarımcılardan oluşan ekibine en son olarak dünyaca ünlü endüstri tasarımcısı Karim Rashid'i dahil etti. Rashid ilginç bir seri tasarımı Punkalive için yapmayı kabul etti. A CANLI MÜCEVHER TAKARMIYDINIZ? Bir sanat ve tasarım stüdyoyosu Wearable Planter... tlantada 2011 yılında kurulan Wearable Planter bir sanat ve tasarım stüdyosu. Markanın ürettiği aksesuarlar insanları doğa ile yakınlaştıracak bir moda anlayışı sunuyor. Atlantalı marka, bütün aksesuarlarını üç boyutlu baskı yöntemiyle üretiyor. Bu teknoloji sayesinde karmaşık form ve öğeleri kolaylıkla oluşturabiliyorlar. Her parça, su geçirmez yapıda ve küçük bitkilerin yaşayabilmesine yetecek kadar bir toprak ile suyu barındırabilen bir hazneye (minik saksı) sahip. Özellikle broş ve kolye ağırlıklı üretim yapıyorlar. Bisikleti olanlar da Wearable Planter’da bisikletleri için özelleştirilebilir ürünler bulabiliyor. Kullanıcılar satın almak istedikleri her bir parça için, saksı rengini ve bitkiyi seçebiliyorlar. Wearable Planter, her bir canlı mücevherin, sahibinin ruh halini olumlu etkileyeceğine inanıyor. Stüdyo ekibi:” İnsanlar doğaya daha saygılı ve yakın olsalardı, hatta kalplerinin üstünde bir bitki taşımaya istekli olsalardı, dünya daha mutlu bir yer olurdu” diyorlar. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi TASARIM B EKO MuTFAĞINIZDA SAĞLIKLI VE ÇEVRECİ BAMBuLAR Harira, sebzelerin buharın doğallığı ile düşük yağlı, sulu ve doğal bir şekilde pişmesini sağlıyor. ambu bitkisinin estetik, dayanıklılık ve antibakteriyellik gibi özelliklerini birleştirerek hazırlanan buharla pişirici Harira, sağlığımızı koruyan, gıdaların besin değerini kaybetmeden pişirilmesini sağlayan çevreci mutfak gereci olarak dikkat çekiyor. Harira, sebzelerin buharın doğallığı ile düşük yağlı, sulu ve doğal bir şekilde pişmesini sağlıyor. İki kısımdan oluşan ürün, aynı anda iki ayrı gıdayı pişirme imkanı da sunuyor. Buharın daha yoğun olduğu alt katta pişmesi uzun süren gıdalar, üst katta ise daha kolay pişen gıdalar zaman kaybı olmaksızın aynı anda pişirilebiliyor. Kullanımı son derece pratik olan pişirici içine sığacağı bir tencereye yerleştirilerek altta kalan bölüme su ekleniyor. Gıdaların ve özellikle de sebzelerin besin değerlerini korumanın, en hafif ve en sağlıklı yolunun buharda pişirme tekniği olduğunu biliyoruz. Et, balık, meyve ve sebzenin kokusu, lezzeti ve en önemlisi lifleri buharda pişirildiğinde kızartma, haşlama yada diğer tekniklere göre daha iyi korunuyor. Ayrıca buharda pişirme yöntemi ile pişirilen yemeklerin kalorisi de düşük oluyor. Bu PAMuK HEM ÇEVRECİ HEM DE RENKLİ... D Beyaz renkli pamuğa boya katkısıyla istenilen renkler verildiği için doğal renkteki pamuk çeşitleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. oğu Akdeniz Geçit Kuşağı Tarımsal Araştırma İstasyonu Müdürlüğü’nce 12 yıllık çalışma sonucunda üretilen renkli ve çevreci pamuk çeşidi Türkiye için stratejik bir ürün olan pamukta yeni bir dönemin başlamasına neden olabilecek özelliklerde... 12 yıl önce başlatılan çalışmayla, 3 renkte, çevreci, lif kopma mukavemeti ve maddi getirisi yüksek pamuk çeşidi üretmeyi başaran ekip, özellikle son yıllarda doğal ürünlerin tercih edilmesi nedeniyle tekstil için doğal renkli pamuk elde ettiklerini ifade ediyor. Dünyada doğal lifli pamuktan üretilen giysilerin tercih edilmeye başlamasıyla birlikte ekosisteme ve insan sağlığına duyarlı, renkli pamuk çeşidi önemli hale gelmeye başladı. Beyaz renkli pamuğa boya katkısıyla istenilen renkler verildiği için doğal renkteki pamuk çeşitleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Doğal renkteki pamukları yeniden tekstile kazandırmak açısından önemli bir adım olan çalışma ile elde edilen renkli pamuk piyasadaki beyaz pamuktan çok daha yüksek fiyata alıcı bulabilecek ve üreticisine daha fazla kazandıracak, ayrıca tekstilcileri de boya maliyetinden kurtaracak.... Dolayısıyla doğal bir ürün olacağı için tekstilciler için daha kazançlı bir durum ortaya çıkacak. En önemlisi de çevreye boya atıkları karışmadığı için ekolojik bir ürün olma özelliğini taşıyor. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi EKO TASARIM TASARIMIN SINIRLARINI ZORLAYANLAR... T “Türk malını markalaştırmak ve sürdürülebilir bir kalkınma sağlamayı amaçlıyoruz.” asarım ve ürün geliştirme konusunda uluslararası platformda hizmet veren Designnobis, ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi Dr.Hakan Gürsu liderliğinde kurulmuş bir tasarım ekibi. Sürdürülebilir tasarım yaratımı merkezi olarak endüstriyel tasarım, mimari, animasyon alanlarında 6 yıldır yaratıcı ve yenilikçi uygulamalar ortaya koymakta. Designnobis Ayrıca bu süreçte kazanmış olduğu 44’ü uluslararası 69 tasarım ödülü ile adından sıklıkla söz ettiren bir tasarım markasıdır. Ekip, tasarımın bir takım oyunu olduğunu biliyor ve dinamik, çok sesli sistemleri ile tasarım sürecinin dinamiklerine uygun hareket ediyor. Teknolojinin, kullanıcının satın alabileceği ürün haline gelmeden katma değer yaratmadığını vurgulayan Hakan Gürsu,Türk malını markalaştırmak ve sürdürülebilir bir kalkınma sağlamayı amaçladıklarını belirtiyor. Sürdürülebilir tasarım yaratımı merkezi olan Designnobis tarafından tasarlanan ekolojik sistemlerden ikisini paylaşıyoruz. NaturWall Naturwall, kullanılmış kahve ve çay bardaklarını, çiçek saksısı olarak kullanan çevreci bir dikey yeşil duvar. On veya daha fazla plastik bardağın toplanıp metal bir plaka sisteminin içine yerleştirilmesiyle İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi oluşan bu sistem, dekoratif olarak kullanılmasının yanı sıra, yaşam alanlarında duvar yerine ayırıcı görevi görüyor. Bulunduğu yerdeki karbon miktarını azaltmayı amaçlarken, plastik atıkların yeniden kullanımını sağlayarak çevre duyarlılığını da vurguluyor. Ürün, herkesin kolaylıkla yapabileceği dekoratif ve düşük maliyetli bir çözüm olarak iç mekanları süslüyor. DecoBrick DecoBrick yapılar, kullanılmış plastik içecek kaplarının doğa yararına kullanıldığı dekoratif bir ürün. Milyonlarca kullanılmış plastik çay, kahve bardakları ve ambalaj parçaları düşünelim; bunlar koca bir yığın halinde hayat döngüsünü tamamlamış plastik atıklardır. ‘Bu kocaman atık yığınını en verimli şekilde nasıl kullanabiliriz?’ sorusunun cevabı olarak ortaya çıkmış olan DecoBrick, 4-6 parça kullanılmış plastik ünitenin bir araya getirilerek basit bir kalıp sisteminin içine yerleştirilmesiyle oluşuyor. Ve her bir ünite kolayca 3 boyutlu bir tuğla sistemi yaratıyor. DecoBrick çeşitli varyasyonlar ile her gün yeniden yaratılabiliyor. Bina duvarları, bahçeler ve daha birçok farklı alanda kullanılabilen DecoBrick, plastik atıkların tekrar kullanımının ötesinde bu atıkların doğa yararına kullanımını vurgulaması açısından önemli bir proje.