ikibin50 SAYI 2 - ikibin50 Dergisi

Transkript

ikibin50 SAYI 2 - ikibin50 Dergisi
ikibin50
Sayı 2
Kasım 2012
Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
TEK DÜNYA
9 MİLYAR İNSAN
İMTİYAZ SAHİBİ
Ömer Dinkçioğlu
[email protected]
SoruMLu YAZı İŞLerİ Müdürü
Eren Cerciz
[email protected]
GeneL YAYın YöneTMenİ
Sevda Yayla
[email protected]
edİTörLer
Eren Cerciz
[email protected]
reKLAM KoordİnATörü
Büşra Aslan
[email protected]
ABone HİZMeTLerİ
HALKLA İLİŞKİLer
Saadet Kaya
[email protected]
HABer MerKeZİ
[email protected]
0216 2912520
TASArıM Ve YAYınA HAZırLıK
Nermin Kahraman
İKİBİN50 SÜRDÜRÜLEBİLİR GELECEK DERGİSİ
KAPAK GörSeLİ
Oliver Weiss / oweiss.com
DÜNYANIN CESUR EYLEME İHTİYACI VARMIŞ...
KATKıdA BuLunAnLAr
Çiğdem Yılmazer, Didem Çivici, Mehmet
Güzel, Murat Cemal Yalçıntan, Nilgün Kuzu,
Özgür Gürbüz, Özlem Bahadır, Serra Titiz.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi’nin ilk sayısında “Dünya’nın umuttan
çok daha fazlasına ihtiyacı var; EYLEM” diyerek merhaba demiştik sizlere...
Aradan geçen zaman zarfında yayınımızla ilgili oldukça güzel tepkiler aldık.
Bize ulaşan yorumlar arasında dikkatimizi çeken bir söylem vardı.
Okurlarımız dergimizi ‘cesur’ bulduklarını ifade ettiler. Anladık ki; Dünya’nın
ihtiyacı olan Cesur Eylem’miş...
[email protected]
İsimler alfabetik sıraya göredir.
YöneTİM Yerİ
Libadiye Cad. Bakü Sok. No:3 Daire:2
Ataşehir, İSTANBUL
Tel: 0216 2912520
Faks: 0216 2911799
www.gizmoiletisim.com
BASıM Yerİ
Tor Ofset
Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mahallesi
4.Bölge 9. Cadde 116. Sok. No:2 Esenyurt
İSTANBUL
Tel: 0212 886 3474
YAYın Türü
Yerel Süreli - İki ayda bir yayınlanır.
Bu derginin dağıtım sponsoru
Lokman Geri Kazanım A.Ş.’dir.
Evet aşağıdaki fotoğraftaki eylemi yapmaya eminim ki çoğumuz cesaret
edemeyiz. Ama köylerimize, kentlerimize, ülkemize hatta dünyamıza zarar
verecek kararlar karşısında tıpkı İğneada’lı Nesibe teyze gibi durabiliriz.
Nesibe teyze de kim?
Nesibe Teyze; Türkiye'nin en büyük longoz ormanlarına sahip olan
Kırklareli'nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada beldesi Beğendik köyü
sakinlerinden... Yaşam alanı olan köyüne sonuna kadar sahip çıkıyor. Köyüne
kurulması planlanan 'Trakya Entegre Termik Santral Projesi'nin köyüne zarar
vereceğini düşünüyor. "Köyümüze termik santral yapmasınlar. Biz burada
hayvancılık, balıkçılık, ormancılık yapıyoruz. Biz burada tertemiz balık
yiyoruz. İstemiyoruz termik santral yapmalarını, tekrar gelsin yetkilileri
köyümüze bile
sokmayacağız."*diyebilme cesareti gösteriyor.
Benzeri olaylar Dünya’da ve
ülkemizde sıklıkla yaşanırken susmak
mı? Yoksa yaşam hakkımızı cesurca
savunmak mı?
Eminim dergimizin sayfalarını
çevirirken farkedeceksiniz; biz cesurca
savunmak diyoruz... Ve bizim gibi
düşünenleri yanımızda görmeyi umut
ediyoruz.
Keyifli okumalar...
İKİBİN50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisinde yayınlanan
yazı ve fotoğrafların yayıncı izni alınmadan ve kaynak
belirtmeden kısmen veya tamamı alınamaz. Dergide
yayınlanan yazılardan yazarlar, reklamlardaki haksız
rekabet ve yanıltıcı unsurlardan reklam veren
sorumludur.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek
Dergisi Yazı İşleri Ekibi
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
İÇİNDEKİLER
28 ENERJİ
NÜKLEER SANTRAL
KAÇA PATLAR?
TEK DÜNYA 9 MİLYAR İNSAN
4 2012’DEN 2050’YE...
Türkiye nükleer santral kurma
konusunda ısrarını sürdürüyor.
Halka rağmen ısrar sürüyor da
denebilir. Yapılan farklı araştırmalar
Türkiye'de halkın yüzde 60-70'inin
nükleer santral istemediğini ortaya
koyuyor.
Birleşmiş Milletler Tahminlerine göre, 2050 yılına kadar küresel nüfusun
6,9 Milyardan 9 milyara çıkması bekleniyor. Bu artışin %98’inin
gelişmekte olan Dünyada gerçekleşeceği öngörülüyor.
34 KENT
SÜRDÜRÜLEbİLİR YAşAM FİLM FESTİvALİ
18 SANAT
İlki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, 2012
yılında yine birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik konusunun farklı
yönlerini irdeleyecek. 2012 Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde
Beyoğlu'nda bulunan İtalyan Kültür Merkezi’nde ve 1-2 Aralık
tarihlerinde Karaköy'de bulunan Salt Galata'da gerçekleşecek.
KENTSEL DöNÜşÜMÜ
NASıL OKUMALı?
KENT YOKSULLARINI
DIŞLAMANIN ÖTEKİ ADI:
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Son zamanlarda gündemde
önemli bir yer tutan kentsel
dönüşüm projelerini, olası bir
depreme karşı daha sağlam
yapılar oluşturma ve her
yönüyle yaşanabilir kent
yaratmayı amaçlayan bir proje
olarak tanımlamamanın yanı
sıra; zamanla değer kazanan
mahallelerde rant elde etmek...
42 ATIK
KENTSEL DöNÜşÜMDE
bİNALAR YıKıLıNcA
İNşAAT ATıKLARı
NE OLAcAK?
22 ENERJİ
AKKUYU NÜKLEER SANTRALİ vE HUKUKSAL GERÇEKLER
Akkuyu Nükleer Güç Santrali kurulumu ile ilgili olarak ulusal basında çok
sayıda haber yayınlandı. Ancak yaşanan hukuksal süreçler konusunda
halen bilinmeyen pek çok şey var. İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
olarak yaşanan hukuksal süreci okuyuculara aktarmak için Çevre
Hukuku Derneği’nden Avukat Arif Nihat Alpsoy ile görüştük.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Son zamanlarda gündemde
önemli bir yer tutan kentsel
dönüşüm projelerini, olası bir
depreme karşı daha sağlam
yapılar oluşturma ve her
yönüyle yaşanabilir kent
yaratmayı amaçlayan bİr proje
olarak tanımlamamanın yanı
sıra; ...
44 DOSYA
RAPORLAMA,
SÜRDÜRÜLEbİLİRLİK
AjANDASıNDA YER
ALMANıN
PASAPORTUDUR!
Bireylerden şirketlere,
devletlerden uluslararası
ağlara, iyi-kötü uygulamalarla
sürdürülebilirlik gündemi
sürekli güncel kalıyor. Uzun
süre de kalacağa benziyor.
2012, 2015 derken 2050,
2100 için gelecek öngörüleri
yapılıyor ; kötü senar yolarla
farklı paydaşların dikkati
çekilmeye çalışıyor, daha çok
paylaşım, şeffaflık ve işbirliği
talebi yükseliyor.
80 ATIK - TÜKETİM TOPLUMLARI
MADENDEN ÇöPLÜĞE vE öTESİNE
Her gün satın alacağımız belirli mal veya hizmetler arasından seçim
yaparken, çoğu zaman bunların çevre üzerindeki ‘ayak izlerini’ dikkate
almıyoruz.
56 ORGANİK
bUYRUN ÇAYLARRR!
HEM DE ORGANİK
Günlük hayatımızda
elimizden hiç düşürmediğimiz
çay bardağını
düşündüğümüzde, yukarıda
bahsettiğimiz gibi sayısız
faydasını gördüğümüzde,
canlı yaşamı ve çevrenin
korunması açısından organik
üretimin önemini
anladığımızda bu soruyu
sormadan duramıyor insan...
Organik çay olur mu?
60 YEŞİL BİNA
bİNALARA
“NE KADAR YEşİLSİNİZ?”
SERTİFİKASı
Bugün sürdürülebilir / ekolojik
/ yeşil / çevre dostu vb. pek
çok isim altında karşımıza
çıkan doğayla uyumlu yapılar,
belirli bazı kriterler
doğrultusunda tanımlanıyor.
84 MEVZUAT
bİTİRİLMESİ GEREKEN bİR TARTışMA 2A
bAşLATıLMASı GEREKEN bİR TARTışMA 2b
2A ve 2B konusu basında çokça yer aldı ancak genelde satış bedelleri,
kimlerin yararlanabileceği, başvuru süreçleri üzerinde çokça duruldu.
Haliyle kafalarda hala bir sürü cevaplanmamış soru işareti kaldı. Bizde
sorularımızı bu konu üzerine hayli araştırma yapan Yücel Çağlar’a
yönelttik…
DÜNYADAN VE TÜRKİYE’DEN HABERLER
8
SEKTÖRÜNDE İLK LEED GOLD SERTİFİKASI
64
MAHALLE KÜLTÜRÜ VE SOKAK OYUNLARI
68
EKOLOJİK PORNO
72
EYÜP BELEDİYESİ’NDEN PROTOTİP YEŞIL BİNA
74
BARIŞIN ANAHTARI TOPRAğA YAKINDIR...
76
DALGA DALGA KİRLİLİK
92
KİTAPLIK
96
98
EKO TASARİM
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
2 0 1 2 den...
2 0 5 0 ye
TEK DÜNYA
9 MİLYAR İNSAN
bİRLEŞMİŞ MİLLETLER TAHMİNLERİNE GÖRE, 2050 YILINA KADAR KÜRESEL
NÜFUSUN 6,9 MİLYARDAN 9 MİLYARA ÇIKMASI bEKLENİYOR, bU ARTIŞIN YÜZDE
98’İNİN GELİŞMEKTE OLAN DÜNYADA GERÇEKLEŞECEĞİ ÖNGÖRÜLÜYOR. ÖNGÖRÜ
KÜRESEL KENTSEL NÜFUSUN İKİ KATINA ÇIKACAĞI YÖNÜNDE...
İ
şbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD’nin
Mart ayında yayınladığı 2050 tahmin
raporununa göre küresel politikalar
değişmezse dünyayı karanlık bir tablo
bekliyor. Raporda küresel su ihtiyacının yüzde
55 artacağı belirtilirken 2050'de dünya
nüfusunun yüzde 40’ının su sıkıntısı çekeceği
vurgulanıyor.
Rapora göre, 2050'de iklim değişikliği,
biyoçeşitlilik, sağlık, su kaynakları gibi
alanlarda, insanları aşılması neredeyse
imkânsız sorunlar bekliyor olacak. 2050
yılında dünya nüfusunun 9 milyarı aşması
hesaplanırken, artan enerji ihtayacı
vurgulanıyor. Sera etkisi yaratan gazların
atmosfere yayılması sonucunda ise ortalama
sıcaklıkların üç ile altı derece yükseleceği
öngörülüyor.
2050’DE DÜNYA NÜFUSU İLE İLGİLİ
ÇARPICI SAYILAR...
2050 yılında, Dünyanın kalabalık ülkeleri
sıralamasında devrim niteliğinde bir değişim
yaşanacak. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan
Çin, 2050 yılında bayrağı Hindistan’a
devredecek. Sert bir nüfus politikası
uygulayan Çin’in nüfusunun 2050 yılına
gelindiğinde 1 milyar 295 milyon olacağı,
Hindistan’ın ise 1 milyar 692 milyon nüfus ile
Dünyanın en kalabalık ülkesi ünvanını alacağı
öngörülüyor. Rapora göre bu iki ülkeyi 403
milyon nüfus ile ABD takip edecek.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Nüfus verileri, dünyanın azalan bir oranda da
olsa hala hızla kalabalıklaştığını gösteriyor.
Günümüzde, yüzde 1.33’lük artış hızıyla yılda
78 milyon insan dünya nüfusuna eklenirken,
artış hızı 2050 yılında 0.34’e düşecek.
20’inci yüzyılın sonunda nüfusu 100
milyondan fazla olan ülke sayısı 10 iken, 2050
yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 8
ülke daha 100 milyon sınırını aşacak.
Günümüzde nüfusu yüz milyonu aşan Çin,
Hindistan, ABD, Rusya, Pakistan,
Endonezya, Brezilya, Bangladeş, Nijerya ve
Japonya’ya 2050 yılında Etiyopya, Kongo
Demokratik Cumhuriyeti, Meksika, Filipinler,
Vietnam, İran, Mısır ve Türkiye eklenecek.
2050 yılındaki nüfus öngörülerinde yer
alan başka bir çarpıcı durum ise az gelişmiş
ülkelerde yaşayacak nüfusla, gelişmiş
ülkelerdeki nüfus farkı. Gelişmiş ülkelerde 1
milyar 155 milyon insanın yaşayacağı 2050
yılında, geri kalmış ülkelerde ise 7 milyar 754
milyon insan yaşamını sürdürecek. 2050
yılında, özellikle yaşam standartlarının yüksek
olduğu yerlerde ömür uzarken, yaşlı insan
sayısında da belirgin bir artış gözlenecek.
1998 yılında 66 milyon olan 80 yaş üstü insan
sayısı, 2050 yılında 370 milyona yükselecek.
21. yüzyılın ortasında 2.2 milyon yüz yaşın
üzerinde insan yaşayacak.
FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü)
verilerine göre dünya genelinde ekilebilir
toprakların üçte birinden elde edilen mahsul,
hayvanların beslenmesinde kullanılıyor. Bir kilo biftek 15 bin 500; bir kilo domuz
eti 4 bin 900; bir tavuk 4 bin litre su
gerektirirken, bir kilo pirinç için 3 bin litre su
gerekiyor. Dolayısıyla bilim adamları,
vejetaryen beslenmenin gıda üretiminde
gerekli olan doğal kaynaklarının miktarının
artırılmasında etkili olacağına inanıyorlar. Bu
kapsamda, çöpe giden gıda miktarının
azaltılması da çok önem taşıyor. Rapora göre,
hergün dünya genelinde üretilen gıdanın
yüzde 30'u çöpe gidiyor.
2050'YE DOĞRU VEJETARYEN
BESLENME...
2050 yılında dünya nüfusunun 9 milyara
ulaşacağını dikkate alan Stockholm
Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) tarafından
hazırlanan bir başka rapora göre ise; 2050
yılında korkunç boyutlara varacak bir gıda ve
su kıtlığı ile karşı karşıya kalmamak için
önümüzdeki 40 sene içinde dünya nüfusunun
tamamen vejetaryen beslenmeye yönelmesi
gerekiyor.
Günümüzde 7 milyar insan protein
ihtiyacının yüzde 20’sini hayvansal gıdalardan
sağlıyor. Raporda bu oranın yüzde 5'e
düşmesi gerektiğine yer veriliyor. Raporun
editörlerinden Malik Falkenmark Guardian'a
yaptığı açıklamada, "Bu şekilde beslenmeye
devam edersek, 2050 yılında 9 milyara
ulaşacak olan dünya nüfusunun beslenmesi
için gerekli olan gıdayı üretecek yeterli su
kalmayacak." diyor. Hayvansal gıdaların
toplam beslenme içindeki payı yüzde 5'e
düşürüldüğünde ise sorun çözülmüş olacak
ve su sıkıntısı yaşamayacağız.
"bU ŞEKİLDE bESLENMEYE
DEvAM EDERSEK, 2050
YILINDA 9 MİLYARA
ULAŞACAK OLAN DÜNYA
NÜFUSUNUN bESLENMESİ
İÇİN GEREKLİ OLAN GIDAYI
ÜRETECEK YETERLİ SU
KALMAYACAK."
Raporda, "Dünya üzerindeki kullanılabilir
su miktarının yüzde 70'inin tarım sektörüne
ait olduğu dikkate alındığında, 2050 yılında
mevcut nüfusa eklenecek 2 milyar kişi,
mevcut su ve topraklar üzerindeki baskıyı
daha da artıracak. BM, 2050 yılına kadar gıda
üretimini yüzde 70 oranında artırmamız
gerektiğini öngörüyor. Bu zaten sınırlı olan su
kaynakları üzerinde artı baskı yaratacak.
Diğer yandan, önümüzdeki 30 yıl içinde
yaklaşık yüzde 60 artması beklenen küresel
enerji talebini karşılamak için de suya
ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekli"
yorumlarına yer veriliyor. Raporun sunduğu
sonuç ise son derece net: "Gelecekte
dünyayı beslemek için yeni bir tarife
ihtiyacımız olacak."
Vejetaryen beslenme modelini uygulamak
ise, bilim insanları tarafından küresel
ısınmanın hızlandığı bir dünyada su
kaynaklarını korumak açısından önemli bir
seçenek olarak değerlendiriliyor.
Hayvansal protein açısından zengin olan
gıdalar, vejetaryen bir diyete kıyasla 10 kat
daha fazla su tüketimine yol açıyor. Hatta
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
2 0 1 2 den...
2 0 5 0 ye
Tarımda, sanayide ve diğer alanlarda suya
ihtiyaç ve talep gün geçtikçe artmaktadır.
1950 yılından beri üç mislinden fazla artan
dünya su tüketimi, şu anda yılda 4,340
km3 seviyesindedir.
Dünyada bir yılda 3,8 milyar litre tatlı su
tüketilmektedir. Bu suların yaklaşık %70'i
tarımsal, %20'si endüstriyel ve %10'u ise
evsel olarak kullanılmaktadır. Söz konusu
toplam tatlı su kullanımı içinde, gıda ve içecek
sanayilerinin payı sadece % 0.18 kadardır
Günümüzde; bir Amerikan vatandaşı
günde ortalama 700 litre su harcarken, bir
Avrupalı 200 litre, bir Filistinli 70 litre, bir Haitili
ise ancak 20 litre su kullanabilmektedir. Ve
toplamda 1,4 milyar insan temiz su
kaynaklarına ulaşamamaktadır. Kirli su
kullanımından kaynaklı her yıl 5 milyon insan
hayatını kaybetmektedir.
İnsanlığın sorunları açısından bakıldığında;
21. yüzyılın en önemli mücadelelerinden
birisinin de dünya nüfusunun artan su
ihtiyacını yeterli ve güvenli şekilde karşılamak
olduğu görülecektir. Dünyadaki içilebilir su
kaynakları eşit şekilde dağılmamış oluşu, su
sorununun bölgeye göre farklılık
göstermesine neden olmaktadır.
SUSUZLUK BÜYÜK SORUN...
%70'i suyla kaplı olan Dünyamızda su
kaynaklarının sadece yaklaşık %0,3’ü
kullanılabilir ve içilebilir özelliktedir. Dünyadaki
yaklaşık 300 nehir bir kaç komşu ülke
tarafından paylaşılmaktadır. Bu nehirler
komşu ülkelerle sorunlara yol açmaktadır.
Dünya nüfusunun artması, küresel
ısınmaya bağlı iklim değişiklikleri, suyun
yeryüzündeki dağılımı ve kullanım şekli, su ile
ilgili ciddi sorunların ortaya çıkmasına yol
açmaktadır. Yer altı su kaynaklarının seviyeleri
düşmekte, göller küçülmekte ve sulak alanlar
yok olmaktadır.
Özellikle Ortadoğu bölgesinde kendini
hissettirmekte olan su sorunu; Fırat ve Dicle
nehirleri dolayısıyla Türkiye’yi de
etkilemektedir. Su sorunu Birleşmiş Milletler
başta olmak üzere birçok uluslararası
kuruluşta ele alınmaktadır. Bugün için,
devletler arasında sürtüşmelere neden olan
su kıtlığının ileride savaşlara yol
açabileceğinden endişe edilmektedir.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
BM'ye göre, küresel ısınma kaynaklı yağış
azlığı, aşırı buharlaşma, hızlı tüketim ve kirlilik
nedeniyle dünyadaki temiz su kaynakları hızla
tükenmektedir. Bu nedenle 2025 yılında 2
milyar, 2050 yılında ise 7 milyar kişinin
susuzlukla karşı karşıya kalacağı ifade
edilmektedir.
2050 yılında susuzluk çeken ülkelerin
sayısı 54′e, bu şartlarda yaşamak zorunda
olan insanların sayısı ise 4 milyara
yükselecektir. Bu durum 2050′de 9,4 milyar
olması beklenen dünya nüfusunun %40’ının
su sıkıntısı çekeceği anlamına gelmektedir.
GELECEK YENİLENEBİLİR
ENERJİDE Mİ?
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli
(IPCC- Intergovernmental Panel on Climate
Change)’nin 2011 yılında yayınlamış olduğu
Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve İklim
Değişikliği Azaltma Özel Raporu’na göre
yenilenebilir enerji sektörü hızla büyüyor ve
devlet desteğiyle fosil yakıt emisyonuna
çevresel maliyetler de eklenirse yenilenebilir
enerji “ekonomik çekiciliğe” de kavuşacak.
Rapordaki süper yeşil senaryoda 2050’de
9 milyara yaklaşan dünya nüfusu günümüzde
kullanılandan daha az enerji tüketecek. (490
exajoules’a karşılık gelecekte 407 exajules).
2050’de tüm dünyada yaygınlaşacağı
tahmin edilen rüzgar türbinleri enerjimizin
yüzde 50’isini üretiyor olacak. Güneş enerjisi
ise enerjinin üçte birini karşılayacak.
Toplamda tüm enerjinin yüzde 80?i
yenilenebilir kaynaklardan elde edilecek.
Ancak raporda yer alan bu pembe
senaryoya karşılık Danimarkalı ekonomist
Bjorn Lomborg asıl sorunun bu
senaryodakileri gerçekleştirip
gerçekleştiremeyeceğimizin olmadığını
belirterek, “Bunları gerçekleştirebileceğimizi
biliyoruz. Ancak asıl sorun yenilenebilir
enerjinin ve bu enerjilere yatırım yapmanın
çok pahalı olması. Maliyetleri aşağıya çekmek
için çok daha fazla ArGe’ye ihtiyacımız var”
diye konuştu. Bu konuda ekonomik desek ve
ArGe desteği acil olarak sağlanmazsa kötü
senaryo olarak 2050’da enerjinin sadece
yüzde 15’i yenilenebilir kaynaklardan elde
edilecek.r
KAYNAKLAR
* OECD 2050 Çevre Tahmin Raporu,
* Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) Raporu,
* Prof. Dr. Ramazan Özey, Susuzluk Bunalımı adlı makalesi,
* Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2011
yılında yayınlamış olduğu Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve İklim
Değişikliği Azaltma Özel Raporu
HABERLER
GÜNCEL
ÇOCUKLAR 'İYİ TARIM'I ÖğRENİYOR...
‘Oynamaya başla, doğayı keşfet, yap öğren, oku öğren, izle öğren'
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, sağlıklı
beslenme, organik gıda ve iyi tarım ürünleri
konusunda bilinçlendirme amacıyla çocukları
eğitiyor. Bakanlık dünyada doğanın hızla
kirletildiği bir dönemde, gelecek nesillerin
daha bilinçli olması amacıyla başlattığı Tarım
Çocuk Kampı'ndan sonra çocuk ve tarım
adlı internet sitesini hizmete açtı. Kendi
alanında bir ilk olma özeliğine sahip olan site,
bilgiyi eğlenceli bir hale getirerek sunuyor.
Bakanlık, internet sitesinin ana sayfasından
giriş yapılabilen portala
www.tarimcocuk.gov.tr adresinden de
ulaşılabiliyor.
Çocuklara organik gıdanın öneminin
anlatıldığı web sitesinde, konularına göre
yapılan renkli çizimler çocukların duygu
dünyasına hitap ediyor. Portalda, oyundan
boyamaya kadar çocuklara yönelik pek çok
etkinlik bulunuyor. Bakanlık, internet
ortamında oluşturduğu bu renkli platform
aracılığıyla, çocukların tarıma olan ilgisini
artırmayı ve bilgilerini geliştirmeyi hedefliyor.
Tarıma eğlenceli bir bakış açısının
kazandırıldığı sitede yer alan oyun, boyama,
bulmaca, haber, video gibi aktiviteler ile
çocuklara, tarım ve tarımla ilişkili konularda
kendilerini geliştirme fırsatı sunuluyor. Hem
öğretmenlerin hem de öğrencilerin doğa
eğitimi alabileceği sitede ekimden dikime
tarım ve doğayla ilgili birçok bilgi bulunuyor.
Videolarla da desteklenen sitede 'izleyelim
öğrenelim', 'boyama yapalım' gibi
kategorilerde çocukların anlayabileceği bir
dille çok sayıda konu anlatılıyor. 'Oynamaya
başla, doğayı keşfet, yap öğren, oku öğren,
izle öğren' gibi başlıklarda çocuklara doğanın
korunmasına ilişkin hayati öneme sahip
bilgiler sunuluyor. Örneğin videolarda
ekmeğin yapımı, küresel ısınmanın tehlikeleri
tek tek anlatılıyor. 'Tarım nedir, tarım ve biz,
sağlıklı yaşam, çocuk tarım kampı'
bölümlerinde ise çocukların bu konularda
farkındalığının arttırılması amaçlanıyor.
TÜRKİYE'NİN İLK ORGANİK TARIM MÜZESİ...
“Organik tarım konusu artık bir halk sağlığı konusudur.”
Samsun’un Ondokuz Mayıs İlçesi’nde
Türkiye’nin ilk organik tarım müzesi açıldı.
Ankara’da özel bir hastanenin genel müdürü
olan Oğuz Engiz'in, babası Ziraat Yüksek
Mühendisi Yalçın Engiz adına hayata geçirdiği
Organik Tarım Müzesi açılışına Büyükşehir
Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz, kamu
kurum ve kuruluşlarının temsilcileri sivil
toplum kuruluşu üyeleri ve vatandaşlar
katıldı.
Müzede organik tarımla ilgili bilimsel
araştırmalar ait dokümanlar ve kitaplar yer
alıyor. Müzenin aslında bir eğitim merkezi
gibi hizmet vereceğini ifade eden Oğuz
Engiz "Organik tarım konusu artık bir halk
sağlığı konusudur. Organik tarım müzesi daha
çok eğitim ve öğretim merkezi olacak.
Burada organik tarımla ilgili konferanslar,
seminerler düzenlenecek. Amacımız
bölgedeki tarım çiftçisinin, tarım emekçisinin
üreticisinin organik tarıma ilgisini artırmak,
onları bilgilendirmektir" dedi.
Ziraat Yüksek Mühendisi Yalçın Engiz de,
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
organik tarımın Türkiye'de ve dünyada hızla
değer kazandığını söyleyerek yapılan
çalışmalarda arşiv konusunda sıkıntı
yaşandığını belirtti. Bir çok üniversitede bu
alanda bilimsel çalışmalar yapıldığını dile
getiren Engiz, "Bu çalışmalar halka ulaşmıyor.
Bu müze halka açık olacak. Buradaki
dökümanlardan vatandaşlar yararlanabilecek.
Yapılan yeni çalışmalardan haberdar
olabilecekler" diye konuştu.
GÜNCEL
HABERLER
ALAPLI'DA ORGANİK FINDIK ÜRETİLDİ
Önümüzdeki yıl 3 bin ton ve ilerleyen yıllarda 6 bin ton organik fındık üretimi hedefleniyor.
Zonguldak'ın Alaplı ilçesinde bu yıl bin ton
organik fındık üretimi gerçekleştirildi. Alaplı
Ziraat Odası Başkanı Şeref Türkoğlu, ilçede
157 organik fındık üreticisi tarafından bin
ton fındık üretimi gerçekleştirildiğini söyledi.
Organik fındık üretimini 2 yıl içinde 6 bin
tona çıkarmak hedefinde olduklarını belirten
Türkoğlu, "3 yıl önce organik tarım
konusunda çiftçilerimize teşvik vermeye
başladık. Bu teşvikimize ve çağrımıza uyan
157 çiftçimiz bu sene ürününü organik
olarak satmaya başladı. Önümüzdeki yıl 3
bin ton ve ilerleyen yıllarda 6 bin ton
organik fındık üretimi gerçekleştirmeyi
hedefliyoruz. Kısmet olursa Alaplı'da ve
Türkiye'nin fındık piyasasına ışık tutacak
çalışmaları yapıyoruz. Fındık üreticisi yalnız
değildir. Fındık üreticisinin her zaman
yanındayız.” şeklinde konuştu.
DARA RAPORUNDA ÇARPICI SONUÇLAR...
“İklim değişikliği küresel gelişmeyi baltalayan bir süreç.”
İklim değişikliğinin etkileri tam anlamıyla
yaşadığımız 2012 yılında, tüm dünyada
kuraklıklar, orman yangınları, seller kendini
gösterdi. İklim değişikliği ve etkileri üzerine
çalışmalar yapan uluslararası bağımsız sivil
toplum kuruluşu DARA, 20 farklı ülkenin
katılımıyla bir rapor hazırladı. DARA
tarafından yayınlanan İkinci İklim Değişikliği
Hassasiyet Raporu korkutucu rakamları
gözler önüne serdi.
DARA Raporuna göre; iklim değişikliği
küresel gelişmeyi baltalayan bir süreç.
Bugüne kadar dünyaya maliyeti 1.2 Dolar
trilyonu bulan iklim değişikliği ile mücadele
halen yılda yaklaşık 400 bin insanın ölümüne
doğrudan ve dolaylı olarak neden oluyor.
İklim değişikliğine bağlı aşırı hava
sıcaklıklarının tarım üretimini düşürmesi
gıdasızlık, yoksulluk ve buna bağlı gelişen
hastalıklar ve ölümlere neden oluyor. Bu
durumdan en çok gelişmekte olan ülkeler
etkileniyor. Ayrıca karbon-yoğun enerji
altyapısı ve buna bağlı faaliyetlerin hava
kirliliği, tehlikeli iş koşulları ve kanser
oranlarını artırarak yılda 4.5 milyon ölüme
sebebiyet verdiği belirtiliyor. Fosil kaynaklı
enerjinin kullanımına devam edilmesi
durumunda ise 2030 yılına kadar 6 milyon
insanın öleceği öngörülüyor.
DARA, iklim değişikliğinin etkilerinin
insanların sadece belli bir kısmını değil
Raporda en çarpıcı
konulardan bir tanesi
ise bir çok etkinin
artık engellenemez
olduğu...
neredeyse tümünü etkileyeceğinin altını
çiziyor. Dünyanın önde gelen ekonomileri de
iklim değişikliği gerçeğinden kaçamayacak
sadece ABD, Çin ve Hindistan’da 2030’da
ekonomik zararın senede 2.5 trilyon dolar,
ölümlerin ise senede 3 milyon kişiden fazla
olacağı öngörülüyor.
İklim değişikliğinden etkilenme bu
rakamlarla da sınırlı kalmayacak. Rapora
göre, 250 milyon insan deniz seviyesindeki
yükselmeden, 30 milyon insan şimdikinden
daha aşırı hava durumlarından ve özellikle
sellerden, 25 milyon insan tiyal tabakası
erimesinden ve 5 milyon insan da
çölleşmeden etkilenecek. Bu durumlar ile
göçlerin yanı sıra şiddet ve toplumların
sosyal ve ekonomik yapısının toptan çöküşü
de söz konusu olacak.
Raporda en çarpıcı konulardan bir tanesi
ise bir çok etkinin artık engellenemez
olduğu... Yapılabileceklerin sadece kaynak
aktarımı yoluyla insan kayıplarının, ekonomik
kayıplara dönüştürülebileceği olduğu
belirtiliyor. Kırsal yoksulluğu azaltmaya
yönelik programlar, temiz hava
düzenlemelerinin sağlanması, daha güvenli
çalışma ortamları ve karbon yoğun enerji
altyapıları nedeniyle risk altında bulunan
insanlar için modern enerji seçenekleri
oluşturulması sunulan çözüm önerileri
arasında yer alıyor.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
HABERLER
GÜNCEL
AZAP GÖLÜ YOK MU OLACAK...
“İstilacı balıklar Azap Gölü’nde yaban hayatını bitirme noktasına getirdi.”
Ü
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
edebileceğini belirtti. Azap Gölü’nün de yer
aldığı sulak alanlara balıklandırma amaçlı çok
sayıda balık bırakılması, göllerin
balıklandırılması bilimsel verilere dayandırılan
ve doğayı tahrip etmeyen çalışmalar
olmasına büyük özen gösterilmelidir. Doğal
alanlarımızda büyük oranda balık üretimi
kapasitesi olmasına rağmen; ekonomik
nedenler öne sürülerek yapılan balıklandırma
ve diğer çevresel müdahalelerden dolayı
sulak alanlarımızın doğal özellikleri ve sürekli
olacak olan verimliliği giderek azalmıştır.
Ü
Ü
Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim
Üyesi ve Kuşadası Eko Sistemi Koruma ve
Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) bilim
danışmanı Erol Kesici, Azap Gölü'nün
yakında yok olacağını iddia ediyor. İçinde bir
çok farklı kuş türleri ve zengin bitki - hayvan
çeşitliliğini barındıran Azap Gölü istilacı
balıkların göldeki yaban hayatı bitirme
noktasına getirdiğini ifade ediyor.
Kesici'nin vermiş olduğu bilgilere göre;
Beşparmak Dağları’nın eteklerinde yer alan
Azap Gölü(Aydın), farklı özelliklerdeki zengin
bitki - hayvan çeşitliliği ile Sakar Meke, Bahri,
Küçük Batağan, Yeşilbaş, Küçük Akbalıkçıl,
Küçük Karabatak,Tepeli Pelikan ve Angıt gibi
çok sayıda kuşa barınma, beslenme, kuluçka
imkanı sağlamakta, kuş göçlerinde
konaklayan ve kışlayan kuşlar için cazip bir
ortam oluşturmaktadır. Azap Gölü, Saz
Kedisi, Akkuyruklu kartal gibi çok önemli
canlı türlerinin bulunduğu sucul canlıların
yaşadığı zengin bir ekosistem barındırması
nedeniyle bilhassa kış aylarında yerli-yabancı
çok sayıda kuş gözlemcisinin cazibe alanı
olmaktadır.
2007 yılında Azap Gölü’nde, Lepomis
gibbosus (Güneş Balığı) tespit edildi. Bu balık
türü, istilacı ve ekolojik yapıyı tahrip eden
tehlikeli bir türdür. Azap Gölü 2007 yılında
tamamına yakını kurudu ve 2008'de tekrar
su tutmuştu. O zamandan günümüze kadar
da gölde güneş balığına rastlanmadı
2011 yılında ise Azap Gölü’nde ilk kez
Carassius gibelio (Gümüşi Havuz Balığı- İsrail
Sazanı) tespit edilmiş ve bu türün de istilacı
ve biyolojik çeşitliliği yok eden tehlikeli bir
balık türü olduğu yetkililere bildirilmişti
Son yıllarda yoğun yağmurlarla ve
barajlardan salınan sular B.Menderesi
taşırarak, Avlan Gölü’ndeki su seviyesinde de
büyük oranda artış meydana gelmesine
neden olmuştur. Ağustos ve Eylül aylarında ki
araştırmalarımızda Azap Gölü’nde tükendiği
sanılan Lepomis gibbosus (Güneş Balığı),
eğer balıklandırma amaçlı göle girmediyse,
büyük bir olasılıkla taşkın sularıyla tekrar
Azap’a girerek çoğaldığını ve türün gölde
canlı çeşitliliğinin geleceğini tehdit
Öğretim görevlisi Erol Kesici aşağıdaki
önemli noktaların altını çiziyor.
İstilacı balık türleri göllere asla bırakılmamalı,
Yöre halkı bilinçlendirilerek, yaban hayatı yok
eden, bu istilacı ve yok edici balık türlerin
bulunduğu tüm sularda alarm verilerek,
gece–gündüz avlanma yoluyla balıkların yok
edilmeleri gerekmektedir,
Bu tür balıkların dere, çay ve nehirlerle
göllere taşınması mutlaka engellenmelidir.
Nereye-neyi-neden-niçin yapacağımız
akılcı ve bilimsel yöntemlerle araştırılarak,
doğa katledilmeden yapılmalıdır. Birçok
ülkede bu tür istilacı balıkların bir yerden
başka bir yere taşınması, yem balığı olarak
kullanılması- satılması yasaklanmış olup, bu
konuda cezai yaptırımlar da getirilmiştir.
Göllerin ekolojik değerleri yerine,
ekonomik değerlerini öne çıkararak; göllerde
balık varsa, o göl verimlidir ve o gölde sorun
yoktur bakış açısıyla son yirmi yıldır
sularımızda başlatılan balıklandırma
çalışmaları, göllerin doğal orijinli balıkları,
börtü-böceği yok oldukça, göldeki besin
zinciri ve biyolojik çeşitlilik azalınca
yaşamımızın olmazsa olmazı yaban hayatı
yok olmaya başlayacaktır. Lütfen dikkat, doğal
alanlarımıza, “yöre halkı istedi diye” bakışıyla,
sonuçları yaşanarak görülen ve ağır
bedellere mal olan müdahaleler
yapılmamalıdır.
GÜNCEL
HABERLER
ATIK YAğLARA AKILCI ÇÖZÜM
İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan,
1Ekim'den itibaren bitkisel yağların çevre
kirliliğine neden olmasını engellemek
amacıyla belediye sınırları içindeki inşaat
projelerinde atık yağ tutucu bulundurma
zorunluluğu getirdiklerini açıkladı. Proje
sayesinde belediye, binalarda biriken atık
yağları toplayarak ekonomiye kazandırmayı
hedefliyor.
İnsanların sorumsuzluğu ve bilinçsizliği
nedeniyle çevre kirliliğinde artış görüldüğüne
işaret eden Doğan, "1 litre yağ, 1 milyon litre
suyu kirletiyor. Bu nedenle atık su arıtma
tesisleri, katı atık yönetimi, enerji geri
kazanımı, yağ ve çöp tutucular günümüzde
büyük önem kazanmıştır. Binalar,
yemekhaneler, sanayi tesisleri, oto servisleri
ve yıkama yerlerinden kaynaklanan yağlar,
çevre için büyük risk oluşturmaktadır.
Kanalizasyon şebekeleri atık kanalı olarak
kullanılmaktadır. Kanallar tıkanmakta, yollar
kazılıp, trafik tıkanmakta ve boş yere masraf
yapılmaktadır. Atık su içindeki hidrojenli ve
kokulu bileşikler kimyasal reaksiyona girerek
sıvı yağları katılaştırıp, tıkanmalara neden
oluyor."dedi.
En az 3 hanesi bulunan binalar ile yemek
yapımı veya dağıtımı ile hayvansal gıda satışı
ve üretimi yapan iş yerlerinde yağ tutucu
şartı aranacağına dikkat çeken Doğan,
"Projelerinde yağ tutucu olmayan iş yeri ve
konut inşaatlarına ruhsat vermeyeceğiz.
Projelerde bunun gösterilmesi, iskan
aşamasında ise yağ tutucunun çalışır halde
bağlanmış olması şartı aranacak. Bu şartlara
uymayanlara inşaat ruhsatı ve iskan
verilmeyecek." diye konuştu.
Akıllı şehir uygulamaları ile geleceğe sağlıklı
şehir bırakabileceklerini belirten Doğan, yağ
tutucuların mutfak hatlarının çıkışına
bağlanacağını, arıtılan atık suyun
kanalizasyona ulaşacağını anlattı. Projenin
konut ve iş yeri sahipleri için çok fazla maddi
külfete neden olmayacağını kaydeden
Doğan, "Bu projeyle eski köye yeni adet
getiriyoruz. Vatandaşlarımızdan bu konuda
İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan
“1 litre yağ, 1 milyon litre suyu kirletiyor.”
anlayışlı ve duyarlı olmalarını istiyoruz."
ifadelerini kullandı. Doğan, yağ tutucuların
250 ile 500 lira arasında değişen fiyatlarla
satıldığını ifade ederek, binalarda biriken
yağların belediye görevlilerince toplanacağını
bildirdi.
İZAYDAŞ AKADEMİ
“Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu taşıyoruz.”
Tecrübe ve birikimlerini sektörün aktörleri
ile daha sistematik paylaşmayı hedefleyerek
İzaydaş Akademi'yi hayata geçiren İzaydaş,
eğitim çalışmalarına ara vermeden devam
ediyor.
Konusunda uzman şirket yöneticileri
tarafından verilen teorik ve pratik
eğitimlerle, atık yönetiminin tüm aşamalarını
öğrenme imkânı bulan sekizinci dönem
İzaydaş Akademi katılımcılarına katılım
belgeleri verildi. Genel müdürlük toplantı
salonunda gerçekleşen törene İzaydaş Genel
Müdürü Muhammet Saraç, yöneticiler ve
Akademi öğrencileri katıldı.
Tören öncesinde düşüncelerini paylaşan
İzaydaş Genel Müdürü Muhammet Saraç
tehlikeli atık sektöründe İzaydaş'ın ciddi bir
tecrübe ve birikime sahip olduğunu,
Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu
taşıdıklarını söyledi. Saraç, "Bu tecrübelerin
İzaydaş Akademi adı altında bizimle temasta
olan firmalarla paylaşılmasını önemsiyoruz.
Eğitimin benim önemsediğim en önemli
tarafı programın tesislerimizde
gerçekleşmesidir. Programa ilişkin görüş ve
önerilerinize her zaman açık olduğumuzu da
belirtmek isterim" diye konuştu.
Ardından söz alan İzaydaş Akademi
katılımcıları da, eğitim programını yararlı
bulduklarını, pratikte işe yarar bilgileri
öğrenmiş olmaktan dolayı mutlu olduklarını
ifade etti. Konuşmaların ardından Akademi
öğrencilerine katılım belgeleri verildi ve
hatıra fotoğrafı çektirildi.
İki tam gün süren eğitim programında;
İzaydaş genel tanıtımı, atık yönetimine giriş
ve atık hiyerarşisi, çevre mevzuatı, Tehlikeli
Atık Bertaraf Sistemleri, atıkların
sınıflandırılması, ambalajlama ve atık kabul
kriterleri, atıkların taşınması, düzenli
depolama saha yapım ve işletimi, tehlikeli
atıkların geri kazanılması ve bertaraf
yöntemleri dersleri işlendi. Akademi
öğrencileri ayrıca şirket içinde teknik
incelemelerde bulundu.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
HABERLER
GÜNCEL
BIOFACH 2O13 ORGANİK ÜRÜNLER FUARI
26.BioFach Organik Ürünler Fuarı, 13-16 Şubat 2013 arasında Almanya'nın Nürnberg şehrinde düzenlenecek.
26.BioFach Organik Ürünler Fuarı, 13-16
Şubat 2013 arasında Almanya'nın Nürnberg
şehrinde düzenlenecek. Fuara Türkiye milli
katılım organizasyonu, Ege İhracatçı Birlikleri
(EİB) koordinasyonunda yapılacak. BioFach,
organik ürünler konusunda dünyanın en
önemli fuarları arasında yer alıyor. Ekolojik
normlara uygun olarak üretilen gıda, tekstilhazır giyim, mobilya-dekorasyon
malzemeleri, kağıt ve kağıt ürünleri, bahçe
ürünleri, tarım ve hayvan ürünleri, deri
ürünleri, takı-mücevherat, el işleri ve
hediyelik eşyalar sergileniyor.
Katılacak firmalarda, uluslararası geçerliliği
olan ekolojik ürün sertifikası şartı aranıyor.
Dünyada organik ürün talebinin gittikçe
arttığına dikkat çeken EİB Genel Sekreteri
Sezmen Alper, "1930'lardan başlayarak
dünya çapında giderek yaygınlaşan organik
üretim, 1980'lerden sonra ülkemize döviz
kazandıran bir sektör olmaya başladı.
BioFach, organik ürünler konusunda dünyaca
ünlü bir organizasyon olma özelliği taşıyor.
BioFach 2012'ye 130 ülkeden 2 bin 420
firma katılmış ve ziyaretçi sayısı 130 ülkeden
yaklaşık 45 binlere ulaşmıştı. İhracatçılarımız
bu fuarda yer alarak, hem Türk organik
ürünlerini tanıtma fırsatı yakalayacak hem de
ihracatımızın artmasına destek olacak." dedi.
ANTALYA VE DİYARBAKIR'A
YENİLENEBİLİR ENERJİ ÖDÜLÜ
“Türkiye'de ilk ve tek olmanın sorumluluğunu taşıyoruz.”
Eurosolar Avrupa Yenilenebilir Enerji
Birliği'nin verdiği 'Avrupa Güneş Ödülü'ne
yerel yönetimler bazında Antalya ve
Diyarbakır Büyükşehir belediyeleri layık
görüldü.
Eurosolar Avrupa Yenilenebilir Enerji Birliği,
her yıl 10 farklı kategoride değerlendirdiği,
yenilebilir enerji kaynaklarının etkili ve
yenilikçi uygulamaları kapsamında Antalya
Büyükşehir Belediyesi, 'Güneşev ve Ekolojik
Eğitim Merkezi', 'Atatürk Kültür Parkı'nın
Güneş Enerjisi ile Aydınlatılması' ve 'Güneş
Enerjili Akıllı Durak' projelerini ödüllendirdi.
Söz konusu kategoride güneş enerjisi
üzerine eğitim çalışmaları yürüten Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi de Güneş Evi ve
Uygulama Parkı Projesi dolayısıyla ödül aldı.
Eurosolar Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, ödül kazanan
projelere ve uygulamalara daha ileri
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
aşamalara ulaşmaları ve etki alanlarının
genişlemesi için bilgi ve yönlendirme desteği
verdiklerini söyledi. Uyar, "Bu çalışmaların
Avrupa Güneş Ödülü kriterlerinin
gerektirdiği enerjinin etkin kullanımı ve
yenilenebilir enerji uygulamalarında sıfır
karbon salımı hedefi, tüm kente yaygınlık,
etkin uygulamalar ve tekil projelerde
yenilikçilik düzeyine getirilmesini
hedeflemekteyiz." diye konuştu.
Antalya ve Diyarbakır büyükşehir
belediyelerinin başlattığı uygulamaların ve
projelerin, bu iki kenti 'Sıfır Karbonlu Kent'
hedefine götürecek adımlar olduğunu
belirten Uyar, bu yönde geliştirdikleri
stratejilerin ve yaygın uygulamaların gelecek
yıllarda Türkiye'nin Avrupa Güneş Ödülü'nü
almaya en büyük adaylardan birisi olacağına
inandığını kaydetti.
GÜNCEL
HABERLER
RES ANATOLIA TÜRKİYE'NİN
RÜZGARINI HEDEFLEDİ
“Havza Rüzgar santrali, şirketin Karadeniz bölgesindeki ilk yatırımı olacak.”
Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya Pasifik'te
faaliyet gösteren yenilenebilir enerji üreticisi
RES grubuna bağlı şirketlerden RES Anatolia,
Samsun'un Havza ilçesinde 48 megavatlık
(MV) bir rüzgar santralinin lisansını aldı. Res
Anatolia Proje Geliştirme Müdürü Şener
Özgül, "2016 yılında faaliyete geçecek olan
santralin inşaatına 2014 yılının ilk yarısında
başlanmasının planlandığını söyledi. Özgül,
Türkiye'de güneş ve rüzgar santralleri
alanında daha fazla yatırım yapmayı
planlayan RES'in, önümüzdeki on yıl
içerisinde portföyünü her yıl 50-100 MV
arasında büyütmeyi hedeflediğini belirtti.
Özgül, proje ile ilgili şunları aktardı: "2011
ve 2012 yıllarında Türkiye Enerji Piyasası
Düzenleme Kurumu EPDK'dan toplamda
170 MV'lık enerji üretim lisansı alan RES
Anatolia'nın portföyüne eklenecek olan
Havza Rüzgar santrali, şirketin Karadeniz
bölgesindeki ilk yatırımı olacak. Rüzgar
santrali, yıllık 126 GW'lık elektrik üretecek
ve toplam yatırım maliyeti yaklaşık 75 milyon
avro olacak. Rüzgar santrali, 69.000 hanenin
ihtiyacını karşılayabilecek elektriği üretecek
ve yılda 76.000 ton karbondioksit
emisyonunu önleyerek çevrenin
korunmasına önemli bir katkıda bulunacak.
Rüzgar santraline ilişkin çevre etüdü
tamamlanmış durumda."
BAZ İSTASYONLARI YERLEŞİMLERDEN
UZAKLAŞTIRILABİLİR Mİ?
“Bu istasyonlar şehir dışına taşındığı koşullarda mobil iletişim sağlanamaz.”
GSM Birliği (GSMA) Araştırma ve
Sürdürülebilirlik Bölümü Direktörü Dr. Jack
Rowley, baz istasyonlarının şehirlerden
uzaklaştırılmasının teknik olarak mümkün
olmadığını belirtti.
Rowley, bu istasyonların şehir dışına
taşınması halinde mobil iletişimin
sağlanamayacağını söyledi.
Dünya Sağlık Örgütü'nün, baz
istasyonlarının insan sağlığı için zararlı
olduğunu gösteren ikna edici bilimsel bir
kanıt olmadığı sonucuna vardığını aktaran
Rowley, ''Sınır değerler, Uluslararası İyonize
Olmayan Elektromanyetik Enerjiden
Korunma Komisyonu (ICNIRP) tarafından
insan sağlığını korumak için belirlendi. Dünya
Sağlık Örgütü tarafından tavsiye edilen bu
sınır değerler dünyada yaygın olarak
uygulanıyor. Ortak yaşam alanlarında, baz
istasyonu sinyalleri limit değerlerinden 1.000
kat daha düşüktür ve bunlar yayın
hizmetleriyle karşılaştırılabilir. Eğer maksat
maruziyeti azaltmak ise o zaman TV ve
radyo vericilerinin de kapatılması gerekir.
Türkiye'de uygulanan sistem küresel
teknolojilere dayanır ve Türkiye'de verilen
hizmetler mobil iletişimin sağlandığı her
yerdekiyle aynı şekilde sağlanır." dedi.
Baz istasyonlarının şehir dışına
çıkarılmasının mobil iletişim için gerekli olan
hem kapasite ihtiyacını karşılamak hem de
kapsama alanı hizmeti sağlamak açısından
teknik olarak imkansız olduğunu dile getiren
Rowley, şöyle konuştu:
"Baz istasyonları düşük güçle çalışan cep
telefonlarına hem sinyal gönderir hem de
bunlardan sinyal alır. Bu durumda mobil
iletişim kurabilmek için cep telefonları, baz
istasyonlarına yakın olmak zorunda. Ayrıca,
bunlar hücresel iletişim olarak adlandırılır.
Çünkü her bir anten kullanıcılara bir hücre
içinde hizmet verebilir ve yüksek kalitede
mobil iletişim hizmeti verebilmek için bu
hücrelerin birbirlerine yakın ve sürekli
olmaları gerekir.”
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
HABERLER
GÜNCEL
BM BREZİLYA'DA BİR ARAYA GELDİ
ABD çok yüksek ekonomik kayıplarının olacağını iddia ederek Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştı.
Birleşmiş Milletler'in (BM), Katar'ın
başkenti Doha'da aralık ayında
düzenleyeceği İklim Değişikliği Konferansı
öncesi, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve
Çin temsilcileri ortak tavır belirlemek için
Brezilya'da bir araya geldi. "BASIC grubu"
olarak adlandırılan söz konusu 4 ülke,
uluslararası iklim değişikliği toplantılarında
ortak hareket eden temel bloku oluşturuyor.
Brezilyalı müzakereci Luiz Alberto
Figueiredo, toplantıda konuşulan temel
konuların başında 1997 Kyoto Protokolü'nce
sanayileşmiş ülkelerdeki emisyon
sınırlandırılmasının geldiğini söyledi.
Figueiredo, gazetecilere yaptığı açıklamada,
KURUMA SERGİSİ
Sergi 13 Kasım 2012 Salı gününe kadar Ortaköy Sanat Galerisi’nde ziyarete açık olacak.
Beşiktaş Belediyesi, sanatçıların kuraklık
gibi önemli bir soruna dikkat çeken
eserlerinden oluşan "Kuruma" adlı sergiye
destek verdi. Beşiktaş Belediyesi ve Göçebe
Bağımsız Sanatçı İnisiyatifi işbirliğiyle
gerçekleştirilecek “Kuruma”adlı uluslararası
enstalasyon sergisi, 15 Ekim Pazartesi günü
saat 19.00’da yapılacak bir açılış ile Beşiktaş
Belediyesi Ortaköy Sanat Galerisi'nde
sanatseverlerle buluşacak.
2009 yılında, sanatın ve sanatçının göçebe
olduğuna inanan bir grup sanatçının
oluşturduğu Göçebe Bağımsız Sanatçı
İnisiyatifi bugüne kadar dünyanın farklı
yerlerinde sergiler açtı. Daha önce
bütünleşme, vazgeçme, dönüşme, acıkma
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ve paylaşma gibi farklı temalara değinen
eserleriyle göçebelik ve değişkenlerinin
toplumdaki etkisine dikkat çekmeyi
amaçlayan grup İstanbul'da kuraklık
temasına odaklanacak.
Günümüzün en büyük çevresel
sorunlarından biri olan kuraklığın toplum
üzerinde yarattığı kalıcı etkilere dikkat
çekmek amacıyla gerçekleştirilecek sergi 13
Kasım 2012 Salı gününe kadar Ortaköy
Sanat Galerisi’nde ziyarete açık olacak.
Türkiye ve dünyadan 28 sanatçının 28 farklı
eserinin yer alacağı sergi, Pazar hariç her
gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında ziyaret
edilebilecek.
ayrıca bu yıl sona erecek Kyoto Protokolü'nü
2020'ye kadar uzatmak istediklerini de
sözlerine ekledi. Kyoto Protokolü, küresel
ısınma ve iklim değişikliği konusunda
mücadeleyi sağlamaya yönelik BM İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde
imzalandı. Protokol, ülkelerin atmosfere
saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki
düzeylere düşürmelerini gerekli kılıyor.
1997'de imzalanan protokol ancak 2005'te
yürürlüğe girebilmişti. Kyoto Protokolü ile
devreye girecek önlemler, pahalı yatırımlar
gerektiriyor. ABD çok yüksek ekonomik
kayıplarının olacağını iddia ederek anlaşmayı
imzalamamıştı.
GÜNCEL
HABERLER
KURŞUNLU ŞELALESİ TEHLİKEDE
“Kurşunlu Şelalesi ekosistemi su olmazsa yaşayamaz."
Orman ve Su İşleri Bakanlığı 6’ncı Bölge
Müdürü Yılmaztürk, Kurşunlu Şelalesi’nin su
havzasında kurulan su sondajlarının, şelalede
suyun azalmasına neden olduğunu belirtti.
Antalya, kent merkezine 12 kilometre
uzaklıkta yer alan Kurşunlu Şelalesi kuraklık
tehdidiyle karşı karşıya. Şelalenin suyu yüzde
80 oranında azaldı.
Antalya İl Koordinasyon Kurulu
toplantısına katılan Orman ve Su İşleri
Bakanlığı 6’ncı Bölge Müdürü Osman
Yılmaztürk, Kurşunlu Şelalesi’nin su
havzasında ister yasal, ister kaçak yollarla
kurulan su sondajlarının, şelalede suyun
azalmasına neden olduğunu belirtti.
Yılmaztürk, 18 metre yükseklikten dökülen
ve küçük şelaleciklerle 7 küçük göletin
birbirine bağlandığı tabiat parkında suyun
yüzde 80 oranında azaldığını kaydetti.
Osman Yılmaztürk, "Krize doğru giden bir
azalma var. Kurşunlu Şelalesi’nin ekosistemi
suya bağlı. Bu azalmayla giderse oradaki
habitat yok olacak. Kurşunlu Şelalesi
ekosistemi su olmazsa yaşayamaz"
dedi.Tavşan, sincap, yarasa, ibibik, ağaçkakan,
üveyik, sazan, su kaplumbağası, yılan ve
kertenkeleden oluşan faunayı tehdit eden su
azalmasının her yıl bir krize doğru ilerlediğini
belirten Bölge Müdürü Yılmaztürk, suyun
şelalenin yer aldığı 2 kilometrelik kanyondan
çekilmesinin geri dönüşü olmadığını aktardı.
Mevcut sorunla ilgili Devlet Su İşleri
13’üncü Bölge Müdürlüğü ile bağlantıya
geçtiklerini belirten Yılmaztürk, ilk
görüşmelerden olumlu sonuç alamadıklarını
söyledi. Düden Şelalesi’nin suyunun 5’te
1’inin Kurşunlu havzasına yönlendirilmesiyle
bölgenin kurtulacağını savunan Yılmaztürk,
"Sorunu şimdi Antalya Valiliği düzeyine
taşıdık. Gerekirse bakanlık nezdinde de
girişimde bulunuruz. Ne pahasına olursa
olsun Kurşunlu Şelalesi’ni kurtarmak
istiyoruz" diye konuştu.
Yılmaztürk, Valilik düzeyindeki girişimlerin
ardından Vali Yardımcısı Hakkı Loğoğlu
başkanlığında bir çalışma birimi kurulduğunu
anlattı. Osman Yılmaztürk, "Karacaören’den
Düden Şelalesi’ne kotlarıyla birlikte tüm su
kaynakları, hepsi araştırılıyor. Akşamdan
sabaha veya birkaç yıllık bir düzenlemenin
değil, bölgeyi kurtaracak bir çalışmanın
ortaya çıkması için çalışıyoruz" dedi.
ÇEVRE PROJELERİNE BAKANLIK DESTEğİ
Projelerin 15 Aralık 2012 tarihine kadar Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri’ne iletilmesi gerekiyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, atıksu arıtma
tesisi, katı atık bertaraf ve geri kazanım
tesisleri ile çevre kirliliğinin önlenmesi,
çevrenin iyileştirilmesine yönelik faaliyet ve
tesislerin projelendirilmesi ile yapımında
belediyelere nakdi yardım yapacak. Söz
konusu yardımlar belli şartların yerine
getirilmesi durumda gerçekleşecek. Kent
yaşamının iklim değişikliğine olan etkilerinin
ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar
başta olmak üzere yakıt kullanımını azaltıcı
faaliyetler, enerji kaynaklarının verimli
kullanılması ve kentsel gürültünün
engellenmesi amacına yönelik projeler
öncelikli değerlendirilecek.
Bu doğrultuda, bisiklet yollarının yapımı,
araç trafiğine kapalı örnek yaya yolları ve
gezinti sahaları, parkların inşa edilmesi, çevre
düzeni planına uygun tedbirlerin alınması ve
bu konuda gerekli görülen projelerin
desteklenmesi amacıyla, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı tarafından her ilde 1 adet çevre
projesine deste sağlanacak.
Belediye başkanlıkları tarafından bisiklet
yolu, sokak ve park düzenlemeleri
konularında hazırlanacak projelerin 15 Aralık
2012 tarihine kadar çevre ve şehircilik il
müdürlüklerine iletilmesi gerekiyor. Yapılacak
değerlendirme sonucunda belirlenecek 3
adet proje Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na
iletilecek.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
HABERLER
GÜNCEL
PwC KARBON BİLDİRİM PROJESİ
KÜRESEL 5OO RAPORU’NU AÇIKLADI
İklim değişikliğini iş stratejilerine dâhil eden şirketlerin sayısı geçen yıla göre %10 arttı.
Şiddetli hava olayları, 2012 yılında iklim
değişikliği konusunu şirketlerin gündeminde
üst sıralara taşıyor
İklim değişikliğini iş stratejilerine dâhil eden
şirketlerin sayısı geçen yıla göre %10 arttı.
Ancak şirketlerin ortalama uzun dönem
emisyon azaltmı hedefi yılda sadece yüzde 1
oranında ve bu oran küresel ısınmayı 2
derece olarak sınırlamak için ülkelerden
istenen yüzde 4 oranının çok altında.
700 kişiden oluşan küresel bir ağ olan
PwC Sürdürülebilirlik ve İklim Değişikliği
Birimi, uluslararası ölçekte kamu sektörü,
özel sektör, ve kâr amacı gütmeyen
kuruluşlar sektörlerinden müşterilerle
çalışan, bu müşterilerin kuruluşlarına ve
stratejilerine sürdürülebilirliği entegre
etmelerine yardımcı olan sürdürülebilirlik,
iklim değişikliği ve yeşil büyüme alanında bir
danışmanlık şirketidir.
PwC tarafından hazırlanan Karbon Bildirim
Projesi (Carbon Disclosure Project - CDP)
“Küresel 500 İklim Değişikliği” raporuna
göre, tüm dünyada iş faaliyetlerini ve tedarik
zincirlerini aksatan şiddetli hava olaylarının
giderek artması, iklim değişikliği konusunun
şirket yönetim kurullarının gündeminde üst
sıralara yükselmesine neden oluyor. ABD’de
tarihin en sıcak yazının yaşanması, Rusya'da
yangınların İngiltere, Japonya ve Tayland'da
sel baskınlarının görülmesi ve diğer şiddetli
iklim olaylarının ardından sonuçları incelenen
şirketlerin %81'i iklim değişikliği nedeniyle
fiziksel riske maruz kaldıkları saptandı. Siz
konusu şirketlerin %37'si bu riskleri gerçek
ve mevcut tehlike olarak algılarken, bu oran
2010 yılına kıyasla %10 artmış durumda.
PwC tarafından 78 trilyon dolarlık varlığa
sahip olan 655 kurumsal yatırımcı adına
hazırlanan CDP raporu, sera gazı
emisyonuna ilişkin yıllık güncel verilerin yanı
sıra dünyanın halka açık en büyük
kuruluşlarının iklim değişikliği stratejileri
hakkında bilgiler de sunuyor. İklim değişikliğini
iş stratejilerine dâhil eden şirketlerin
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
sayısında yıllık %10'luk artış görülüyor. (2012:
%78, 2011: %68). Bu durum, finansal
gerilemenin başladığı 2009'da 3,6 milyar
metrik tonluk sera gazı emisyonunun
2012'de 3,1 milyar metrik ton seviyesine
düşmesine katkı sağlayarak şirketlerin
bildirdiği sera gazı emisyonu hacminde
%13,8’lik azalma yarattı. Söz konusu azalma,
227 adet doğalgaz enerji santralinin
kapatılmasına veya 138 milyon arabanın
trafikten çekilmesine eşit bir azalma etkisi
yaratıyor. Buna karşın, şirketlerin üçte biri ise
(%31) hiç bir emisyon düşüşü
raporlamadılar.
Karbon Bildirim Projesi CEO'su Paul
Simpson konu ilişkin açıklamasında; "Şiddetli
hava olayları piyasalarda önemli mali zarara
neden oluyor. Bu sebeple yatırımcılar,
şirketlerin iklim olaylarına karşı dayanıklılık
konusuna daha ciddi eğilmelerini bekliyor. Bu
alanda sektöre liderlik eden şirketlerle
olduğu gibi geride kalanlar da var. Fakat
emisyon verilerini talep eden yatırımcı
sayısının giderek artmasıyla şirketler
açısından bu konuda harekete geçmek için
ekonomik gerekçeler de çoğalıyor. Güçlü
ekonomi kurmak isteyen hükümetler bu
hususu göz önünde bulundurmalı" dedi.
“Uzun vadede karbon emisyonlarının
azaltılması” için hükümet seviyesinde yapılan
görüşmelerin gelecek turu Kasım ayı
sonunda, Katar’ın başkenti Doha
gerçekleşecek. PwC tarafından yapılan
incelemeye göre, şirketlerin ortalama uzun
dönem emisyon azatlımı hedefi yılda yüzde
1 oranında ancak bu oran küresel ısınmayı 2
derece olarak sınırlamak için ülkelerden
istenen yüzde 4 oranının çok altında.
PwC’nin sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği
küresel lideri Malcolm Preston konuyu
değerlendirerek, "Yıllık ilerlemeye rağmen,
gerçek şu ki emisyon azaltımında şirketlerin
ve ülkelerin performansı gereken seviyenin
yakınından bile geçmiyor. İş dünyasının
maruz kaldığı yeni 'normal' durum, yüksek
GÜNCEL
CDP raporu 379 şirketten aldığı emisyon
verilerini derleyerek bu şirketleri iklim
değişikliği şeffaflığına göre sıralıyor ve en iyi
bildirimde bulunan şirketler CDP’nin Karbon
Bildirim Liderliği Endeksi'nde (CDLI) yer
alıyor. CDP daha sonra şirketleri
emisyonlarının ölçeğine ve kalitesine,
emisyon azaltmalarına ve stratejilerine göre
değerlendirerek belirli bir performans bandı
esasında sıralıyor. En iyi performansı
gösterenler ise CDP Karbon Performans
Liderliği Endeksi'nde (CPLI) yer alıyorlar. Bu
tür endeksler, şirketlerin ulusal ve uluslararası
emisyon düzenlemeleri açısından ne kadar
hazır olduklarının değerlendirilmesinde ve
yatırımcıların yatırım kararlarını alma
aşamalarındaki değerlendirmelerinde
kullanılıyor. Geçmişte CDLI ve CPLI'de yer
alan şirketler incelendiğinde ise, iklim
değişikliğinde lider pozisyonuna oturan
şirketlerin daha yüksek hisse performansı
gösterdiği görülüyor.
Malcolm Preston
Paul Simpson
derecede belirsizliğin, büyümede
yavaşlamanın ve emtia fiyatlarında
dalgalanmaların yaşandığı bir süreçtir. Önemli
uzun vadeli yatırım kararlarını belirleyecek
yasal düzenlemelere ilişkin kesinlik yakın
zamanda gerçekleşmezse, özellikle enerji,
tedarik zinciri ve riskler konularında
şirketlerin planlama yapma ve harekete
geçme yetkinliğinin kesinlikle normal
olmayacağı görülüyor."
İklim Bildirim Liderleri
CDLI'de yer alan şirketler, piyasa talebine
yanıt vererek yıllık temelde daha yüksek
ortalama bildirim puanlarına ulaşıyor ve iklim
konusundaki hesap verebilirliklerini
iyileştiriyor. Bu yıl, iki şirket, Alman ilaç firması
Bayer ve İsviçre'nin tüketici yönelik ürünler
devi Nestle en yüksek karbon bildirim puanı
olan 100’e ulaştı.
CDLI'de Amerikan şirketleri
çoğunluktayken, Finlandiya, İspanya, Hollanda
HABERLER
şirketleri ile birlikte Almanya merkezli
şirketler bu ülkelerdeki şirket sayısı dikkate
alındığında oransal olarak daha fazla temsil
ediliyor. Fransa, Japonya ve İngiltere ise bu
ülkelerdeki şirket sayısı göz önünde
bulundurulduğunda oransal olarak daha
düşük temsil ediliyorlar.
İklim Performans Liderleri
CPLI'de yer alan şirketler iklim değişikliği
stratejisi hakkında uzun vadeli düşünme
eğilimi sergiliyorlar. Şirketlerin %85'i (CPLI
dışındaki şirketler arasındaki %60 oranına
kıyasla) üç yıldan daha fazla geri dönüş süreli
olarak emisyon azaltım faaliyetlerine yatırım
yaparken, CPLI şirketlerinin %55'i (CPLI
dışındaki şirketler arasındaki %29 oranına
kıyasla) iklimle ilgili riskleri on yıldan daha
uzun bir zaman diliminde ele alıyorlar.
Bildirimde ve performansta dünyadaki ilk
on şirket
İki indeksin birleştirilmesi sonucunda iklim
değişikliği bildirimi ve performansı açısından
dünyanın en iyi şirketleri aşağıda yer alıyor. İlk
on listesinde Alman şirketlerinin çoğunlukta
olduğu görülüyor. r
CPLI ve CDLI bakımından dünyanın ilk on şirketi
Şirket Adı
Ülke
Performans Bandı
Bildirim Puanı
İsviçre
A
100
Bayer
Almanya
BASF*
Almanya
Gas Natural SDG*
İspanya
Nestle*
BMW
Diageo*
Almanya
İngiltere
Nokia Group*
Finlandiya
UBS*
İsviçre
Allianz Group*
Panasonic*
Almanya
Japonya
A
A
A
A
A
A
A
A
A
100
99
99
99
98
98
97
97
96
*Karbon Bildirim Projesi İlk On Listesi’ne 2012'de girenleri göstermektedir
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
SANAT
SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM
FİLM FESTİVALİ
lki 2008 yılında gerçekleşen Sürdürülebilir
Yaşam Film Festivali, 2012 yılında yine
birbirinden ilginç filmlerle sürdürülebilirlik
konusunun farklı yönlerini irdeleyecek. 2012
Festivali, 29-30 Kasım tarihlerinde Beyoğlu'nda
bulunan İtalyan Kültür Merkezi’nde ve 1-2
Aralık tarihlerinde Karaköy'de bulunan Salt
Galata'da gerçekleşecek.
Bu seneki festivalde yine içinde yaratıcılık ve
çözüm barındıran birbirinden etkileyici
filmlerle, konuşmacılar ve müzisyenlerle
sürdürülebilirlik kavramına ve dünyaya
bütüncül bir bakış atacağız.
Günümüzde birçok birey ve kurum
tarafından çokça kullanılan sürdürülebilirlik
kavramının soyut ve yoruma açık boyutlarına
ışık tutan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali,
neyin sürdürülebilir olduğu veya olmadığına
dair dünyanın dört bir yanından örnekler
İ
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
sunarak gerçek hikayelerle ilham vermek
amacını taşıyor. Festivalin dikkate değer özelliği
sadece filmleri ve filmlerin içeriği ile sınırlı
değil. İzleyicileri, konuşmacılar ve müzisyenlerle
renkli etkinlikleri, bir buluşma zemini
oluşturma işlevi, sürdürülebilirlik hassasiyeti
bulunan destekçileri ve düzenleme süreci
açılarından da önemli bir örnek oluşturuyor.
Toplumun her kesimini bir araya getirerek
birleştirici ve kapsayıcı olmayı başaran
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde bir
çiftçiyi, bir iş adamını, öğrencilerini toplayıp
gelmiş bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte
yaşayacağı dünyadan endişeli bir anneyi,
akademisyenleri, aktivistleri yanyana otururken
ve fikir alışverişinde bulunurken görebilirsiniz.
Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam
Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve esnek
bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir kılmak
niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin “yaşamı
çoğaltacak” projeleri kolektif olarak hayata
geçirme amacıyla doğdu.
Tamamen sivil bir oluşum olan Kolektif, film
festivali gibi "sürdürülebilir yaşam" konusuyla
ilgili farkındalık arttırıcı çalışmaları
Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'nin vizyonunu
paylaşan bireyler ve organizasyonların desteği
ve katılımıyla sürdürüyor.
Web:
www.surdurulebiliryasam.org
Facebook:
www.facebook.com/surdurulebiliryasam
Twitter:
https://twitter.com/SYKolektifi
İletişim:
mailto:[email protected]
SANAT
Sürdürülebilirlik Tutkusu
Yönetmen: Eric G. Stacey
Yapım yılı: 2008 / Süre: 56' / Ülke: ABD
Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://www.landfallprods.com/
Bütün ekonomik faaliyetlerin, toplumsal
adaletin ve kültürel sürekliliğin; çevrenin
gözetilmesi üstüne kurulu olduğu bir
toplum düşünün. Gezegenin sağlığını
iyileştirmenin; küresel malî başarıyı ve
toplumsal istikrarı kolaylaştırdığı bir dünya
hayâl edin… Sizce hayâl mi? Portland/
Oregon’da on dört iş sahibi 1997 yılında bu
hayâli gerçekleştirdi. Bu on dört kişi, The
Natural Step (Doğal Adım) adı verilen bir
sürdürülebilirlik yaklaşımını benimsedi,
mevcut iş planlarına çevresel
sürdürülebilirlik çerçevesinden bakıp
ekonomik büyüme sağlarken aynı zamanda
Dünya’nın doğal sistemlerine karşı
sorumluluklarını yerine getirebilecekleri iş
alanları yaratmak üzere bir yolculuğa başladı.
Bu yolculukları süresince hepsinin içinde bir
Sürdürülebilirlik Tutkusu gelişti. Gelin; siz de
bu ilham verici öncülerin serüvenlerini,
önlerine çıkan engelleri ve hiç
beklemedikleri kazanımları; sürdürülebilir bir
dünya için geliştirdikleri eşsiz bakış açısını
kendilerinden dinleyin. Kendinize özgü
Sürdürülebilirlik Tutkusu’nu ateşlemek için
gereken ilhamı, motivasyonu ve gücü
içinizde hissetmeye hazır olun.
Su için Karbon
Yönetmen: Evan Abramson, Carmen Elsa López
Yapım yılı: 2011 / Süre: 23' / Ülke: ABD, Kenya
Dil: İngilizce, Türkçe altyazı
Film ana sayfa: http://www.carbonforwaterfilm.com/
Hayat nadide bir şeydir; ama suyun
nadide olmaması gerekir.
Kenya’nın Batı Eyaleti’ndeki kadınlar ve
kızlar, kaynatıp içilebilecek niteliğe
getirebilmek için, saatlerce kirli su ve
yakacak odun peşinde koşuyor. Kolera,
tifo ve su yoluyla bulaşan diğer
hastalıklar; içme suyunu, kirli sudan elde
etmeye mahkûm olan bu talihsiz
halkların yaşamını ve geçim kaynaklarını
tehdit ediyor.
Kirlenmiş içme sularını kaynatmak
zorunda olan Kenya’nın Batı Eyaleti’ndeki
bu kadınlar, yakacak odun bulabilmek için
eğitim ve kişisel güvenlikleri de dahil
olmak üzere her şeylerini gözden
çıkartıyor. Hızla azalan yakacak odun ise,
giderek kıymete biniyor.
Atık Dağı: Ampul Tuzağı
Yönetmen: Cosima Dannoritzer
Yapım yılı: 2010 / Süre: 53' / Ülke: İspanya, Fransa
Dil: İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca / Türkçe altyazı
Film Anasayfa: http://www.reelisor.com/project/id__304/
Bir zamanlar, ürünler evlâdiyelik yapılırdı. Neden
sonra, 1920’lerin başında bir grup iş adamının
zihninde bir şimşek çaktı: "Eskimeyen bir ürün,
ticarî bir trajedidir" (1928). Böylece Planlanmış
Eskime dediğimiz fikir doğmuş oldu. Kısa bir süre
sonra, bilhassa akkor ampulün yaşam süresini
kısaltmak üzere dünya ölçeğindeki ilk kartel
kuruldu. Yeniliğin ve parlak fikirlerin sembolü olan
ampul, böylece Planlanmış Eskime’nin ilk kurbanı
oldu.
1950’li yıllarda tüketici toplumun doğmasıyla bu
kavram bambaşka bir anlam kazandı. Tasarımcı
Brooks Stevens bunu şöyle açıklıyor: "Planlı
Eskime, bir şeyin biraz daha yenisine, biraz daha
iyisine, gerek duyulduğundan biraz daha sahip
olma arzusudur…" Büyüme odaklı toplumun yıldızı
parlamaya başladı, herkes istediği her şeye sahip
oldu, çöpler dağ oldu (tercihen Üçüncü Dünya'daki
yasadışı uzak çöplüklerde); ta ki tüketiciler isyan
edinceye kadar.
"Ampul Tuzağı" tüketim toplumunun ve
planlanmış eskimenin olumsuz yönlerini açığa
çıkartan bir belgesel.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
SANAT
Çöpün Tadına Bak
Yönetmen: Valentin Thurn
Yapım yılı: 2011 / Süre: 88'
Ülke: Almanya
Dil: Almanca, Fransızca, İngilizce, Japonca, İtalyanca / Türkçe altyazı
Film ana sayfa: http://tastethewaste.com/
İnanılmaz ama gerçek: Yiyeceklerimizin
yarısından çoğu çöpe gidiyor – çoğu çiftlik ile
mağaza arasındaki yolda; yani daha soframıza,
tabağımıza bile ulaşmadan önce! Avrupa’daki
evlerde, her yıl 200 milyar avroya eşdeğer yiyecek
çöpe atılıyor. Bu, dünyanın en büyük gıda şirketi
Nestlé’nin senelik cirosuna eşit! Avrupa’da çöpe
atılan yiyecekler, dünyadaki bütün aç insanları
ikişer kez doyurmaya yeter. Tarım için büyük
miktarlarda enerji, su, gübre ve zirai ilaç bir çırpıda
tüketiliyor. Tarla açmak için yağmur
ormanlarındaki ağaçlar kesiliyor; sera gazlarının
üçte birinden fazlası tarımdan kaynaklanıyor. Ne
zaman bir yiyecek çöplükte çürüse, küresel
ısınmadaki payı karbon dioksitten 25 kat fazla
olan metan gazı atmosfere karışıyor. Gıda israfını
yarı yarıya azaltmak bile, dünya iklimi açısından
otomobillerin yarısını ortadan kaldırmaya eşdeğer
bir yarar sağlayacak.
Film yapımcısı Valentin Thurn, bu israf üzerine
market çöplüklerinde uluslararası ölçekte bir
araştırma yaptı. Bu araştırma, çöplüklerde, bir
kısmı halen ambalajlı olan ve son kullanma tarihi
geçmemiş, tamamen yenebilir durumda olan çok
büyük miktarda yiyeceği belgeledi. Bu film bu
sorumsuzca israfın, küresel kıtlıktaki payının izini
sürüyor ve dünyanın dört bir yanında, bu akıl
almaz israfa son verme çabalarını inceliyor.
Havza: Yeni Batı için Yeni bir Su Etiği Arayışı
Yönetmen: Mark Decena
Yapım yılı: 2012 / Süre: 56'
Ülke: ABD
Dil: İngilizce, Türkçe altyazı
Film ana sayfa: http://watershedmovie.com/
Rocky Dağları Ulusal Parkı’nda kamış balıkçılığı
rehberi olan Jeff Ehlert, Colorado Nehri havzası
boyunca çok kullanılan bir deyişe atıfta bulunarak,
“Viski, içmek içindir. Su, savaşmak içindir,” diyor.
Dünyada üstüne en fazla baraj kurulmuş, kazılmış ve
yatağı değiştirilmiş nehir olan Colorado Nehri;
Amerika Birleşik Devletleri’nin batısı ve Meksika
çevresinde yaşayan otuz milyon insanın geçim
kaynağı olmaya çalışıyor. Ancak Colorado Nehri
Anlaşması olarak bilinen sulh anlaşması artık
yapabileceklerinin sınırına gelmiş durumda.
Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim
Yapım yılı: 2012 / Süre: 53'
Ülke: ABD
Dil: İngilizce, Türkçe altyazı
Film ana sayfa: http://topdocumentaryfilms.com/education-sustainable-future/
Sürdürülebilir bir eğitim, ileri bir toplumun
hayatî bileşenlerinden biri. Sürdürülebilir Bir
Gelecek için Eğitim filmi, okullardaki mevcut
uygulamaların toplumsal açıdan
sürdürülebilir olmadığını gösteren bir
belgesel. Film, insanın en yüksek potansiyelini
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ortaya çıkaran yeni bir eğitim sisteminde
toplumsal yönden bizi ilgilendiren noktaları
eleştirel bir yaklaşımla çözümlerken; diğer
yandan toplumsal becerilerin nasıl
beslenebileceğine dair yardımcı bazı eğitsel
yöntemleri ve eleştirel düşünme
Zaten çorak olan topraklarda yükselen sıcaklıklar
ve azalan yağmura rağmen, artan bir nüfusun
ihtiyaçlarını nasıl karşılayabiliriz? Şehirlerin, tarımın,
uğraşım (rekreasyon) alanlarının, yaban hayatının ve
yerel toplumların suya olan taleplerini nasıl
dengeleriz? Havza filminde; Ehlert, Colorado Nehri
havzasında yaşayan ve çalışan altı kişiyle söyleşiyor.
Bu insanların paylaştığı hikâyeler, yeni ve kaçınılmaz
bir su etiğini anlatıyor ve herkese yetecek birlikte var
oluşun yolunu gösteriyor.
Bu film, hayata tutkuyla sarılmış gönülden bir
çevreci olan Bradford Delano Smith (1958 – 2008)
anısına çekilmiştir.
tekniklerinin ayrıntılarına giriyor.
Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim,
çevrimiçi olarak ulaşılabilen, paylaşıma açık,
bağımsız bir yapım.
SANAT
Yeşil Kaplanın Uyanışı: Çin’de Yükselen Yeşil Hareket
Yönetmen: Gary Marcuse
Yapım yılı: 2011 / Süre: 78 ' / Ülke: Çin, Kanada
Dil: Çince ve İngilizce, İngilizce ve Türkçe altyazı Film Anasayfa: http://www.facetofacemedia.ca/page.php?sectionID=2
Çin'de yeni bir çevre yasasının yürürlüğe
girmesiyle bir çevre hareketi başladı ve
sıradan yurttaşlar Çin tarihinde ilk defa,
düşüncelerini açıkça söyleme ve hükümetin
kararlarını etkileme hakkına sahip oldu.
Aktivistler bu yeni hakkı derhal kullandı ve
bir nehri kurtardı. Başlattıkları hareket, Çin'i
dönüştürme gizil gücüne sahipti.
Aktivistlerin, çiftçilerin ve gazetecilerin
gözünden aktarılan bu film; başarıya ulaşmış
olağanüstü bir kampanyayı, Yangtze
Nehri’nin yukarı kısmında, güney batı Çin’in
yüksek dağlarında inşası planlanan bir baraj
projesini durdurmayı başaran çevre
hareketini konu ediyor.
Film, Çin sınırları dışında hiç görülmemiş
çarpıcı arşiv görüntülerine; hükümete yakın
çevrelerle ve Başkan Mao dönemindeki
kalkınma uğruna doğanın "fethedilmesi"
seferberliklerini hatırlayan tanıklarla yapılmış
çok sayıda söyleşiye yer veriyor. Milyonların
seferber edildiği bu süreçte Çin'in peyzajı
yeniden şekillendirilmiş, gölleri, sazlıkları,
ormanları ve yeşil alanları mahvolmuş, toz
fırtınaları kontrolden çıkmış ve bilim çaresiz
kalmıştı.
Yemeklerin Efendisi
Yönetmen: Richard Chisolm
Yapım yılı: 2011 / Süre: 65'
Dil: İngilizce, Türkçe altyazı Film ana sayfa: http://cafeteriaman.com/
Anahtar
Kafeteryacı, Baltimore’daki devlet okullarında
83,000 öğrenciye hizmet veren beslenme
programını ‘yeşilleştirme’ çabasını konu alan,
nelerin mümkün olduğunu sergileyen olumlu bir
girişimi ele alıyor. Aktivistlerin ve yurttaşların el
ele vererek öğrencilerin yemeklerini değiştirme
girişimini anlatan film, işlevsiz beslenme sistemine
çözüm getirmek için kime ve neye ihtiyaç
olduğunu gösteren etkileyici bir öykü.
Hazır ve işlenmiş yiyeceklerin yerine yerel
yetiştirilmiş, taze hazırlanmış gıdaları koymaya
Yönetmen: Mathieu Roy, Harold Crooks
Yapım yılı: 2011 / Süre:104'
Ülke: Fransa
Dil: Fransızca, Türkçe altyazı
Film ana sayfa: http://www.switchenergyproject.com/aboutfilm.php
Dünyamızı yaratan enerjiden, geleceğimizi
şekillendirecek enerjilere geçiş nelere mal
olacak? Ulaşım ve konut, yemek ve su,
iletişim, ışık, ısı ve soğutma; tüm çağcıl
yaşamımız enerjiye bağlı. Bir yüz yıldan
fazladır, bu enerji çoğunlukla petrol ve
kömürden sağlanıyordu. Çevresel etkiler ve
arza dayalı kaygıların etkisiyle ilgimizi
enerjideki diğer alternatiflere kaydırmaya
başladık. Bu geçiş sürecinin nasıl ilerlediğini
öğrenmek üzere enerji düşünürü Dr. Scott
Tinker'a katılın.
Dr. Tinker, kömürden güneşe, petrolden
biyo enerjiye kadar dünyanın önde gelen
enerji üretim sahalarını keşfe çıkıyor. Daha
önce hiç kimsenin girmediği mekânları
kamerayla ziyaret ederek hükümetin,
sanayinin ve akademinin uluslararası
öncülerinden merak ettiği sorulara cevaplar
alıyor. Dr. Tinker, enerjiyle ilgili en önemli
çalışan Tony Geraci, şehirdeki devlet okullarının
yemek yöneticiliğini yapan New Orleans’lı
karizmatik bir şef. Geraci’nin cesur vizyonu
kapsamında; okullarda sebze bahçeleri,
öğrencilerin tasarladığı mönüler, etsiz
Pazartesi’ler ve sınıflarda verilen beslenme
eğitimleri de bulunuyor.
Film, ana karakteri Tony Geraci’nin çevresinde,
reform çabalarının başarıya ulaşması için gerekli
olan farklı ve dinamik beşerî bileşenleri seyirciye
aktarıyor.
konuları araştırıyor: Eğer kömür temiz bir
enerji kaynağı değilse, niye kullanmaya
devam ediyoruz? Petrol daha da
pahalılaşacak mı? Tükenmesi mümkün mü?
Hidrolik çatlama ne kadar riskli? Nükleer
enerji ne kadar tehlikeli? Bu alternatif enerji
kaynaklarına geçiş sürecinde karşılaşılan en
büyük zorluklar neler? En gelecek vaat eden
çözümler neler?
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
Akkuyu Nükleer Santrali ve
HUKUKSAL GERÇEKLER
NÜKLEER SANTRAL İNşASıNıN HUKUKUMUZA UYGUN OLUP OLMADıĞıNı GöSTEREN EN öNEMLİ KANıT
SANTRALİN YARGıSAL DENETİMDEN KAÇıRıLMAK AMAcıYLA DEvLETLERARASı ANLAşMA İLE YAPıLMASıDıR.
A
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
kkuyu Nükleer Güç Santrali kurulumu ile ilgili olarak ulusal basında çok sayıda haber
yayınlandı. Ancak yaşanan hukuksal süreçler konusunda halen bilinmeyen pek çok şey var.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi olarak yaşanan hukuksal süreci okuyuculara
aktarmak için Çevre Hukuku Derneği’nden Avukat Arif Nihat Alpsoy ile görüştük.
NÜKLEER
ENERJİ
Siz bu süreçte santralin kurulmasını
engellemek adına hukuksal mücadele
verdiniz. Süreç nasıl başladı ve neler
yaşandı?
2007 yılı sonunda kurulan Çevre
Hukuku Derneğimiz kapsamında yapılan
çalışmalar esnasında, Türkiye Elektrik
Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi (TETAŞ)
Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli
mevkiinde Nükleer Güç Santrali (NGS)
inşası ve işletilmesi için “yarışma” adı
altında bir işlem yapmıştı. İşlemin ayrıntıları
incelendikten sonra konu dernek yönetim
kurulumuzda değerlendirilmiş ve bu işleme
karşı dava açılmasına ve davayı açmak,
avukatlığını yapma konularında tarafıma
görev verilmesine karar verilmişti.
Bu karar çerçevesinde ve kolektif
çalışmalarımız neticesinde yapılan işleme
karşı 20.04.2009 tarihinde Ankara 3. İdare
Mahkemesi Başkanlığında 2009/78E sayılı
dava açılmıştı. Bu davada usul işlemleri
bittikten sonra 21.12.2009 tarihinde
tarafların duruşmaya çağrılarak
dinlenmesine karar verilmişti. Ancak söz
konusu duruşma tarihinden önce TMMOB
tarafından, aynı işlemin yasal dayanağı
olan yönetmeliğe karşı açılan dava
kazanılmış ve TETAŞ Yönetim Kurulu
20.11.2009 tarihli ve 30-63 nolu
toplantısında söz konusu yarışmanın
iptaline karar vermişti. Derneğimizin açtığı
yasal süreç bu şekilde noktalanmıştı.
Davamız diğer pek çok STK, Meslek
Odaları ve CHP’nin yürüttüğü hukuki
mücadeleden birisiydi. Diğer hukuki
mücadelelerden farkı ise ilk defa nükleer
güç santrallerinin tüm yönleriyle yani,
ekonomik, ekolojik, demografik ve stratejik
yönleriyle ele alındığı bir davaydı. Bu
davada uluslararası alanda en son
yayımlanan makaleler ve raporlar delil
olarak kullanılmıştı. Bu raporlar sadece
çevre örgütleri tarafından hazırlanan
raporlar olmayıp devlet kuruluşları ve
üniversitelerin ortaklaşa hazırladığı, nükleer
santral işleten şirketlerin de katılımlarının
olduğu kimisi başka ülkelerde nükleer
santrallerin kapatılması için açılan
davalarda kullanılan çok sayıda güncel ve
resmi raporlardı.
Dava sırasında bu raporların içerdiği
GÜNÜMÜZDE ÜLKEMİZDE
YÜRÜTÜLEN ÇED RAPORU
HAZIRLAMA ÇALIŞMALARINA vE
bU RAPORLARIN DENETLENME
ŞEKİLLERİNE bAKILDIĞINDA CİDDİ
bİR SORUNLA KARŞI KARŞIYA
KALDIĞIMIZ AŞİKARDIR
Arif Nihat Alpsoy, Avukat
bilgilere karşı hiçbir cevap verilememiştir.
Bunun yanında nükleer atıkların meta yani
ticari eşya olduğu ve başkalarına para ile
satılabileceği davalı kurumca beyan
edilmiştir. İşlemin dayanağı olan 5710 sy.
yasadan önce yapılan ve o dönemde
görevde olan Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer tarafından gerçekleştirilen
vetonun “Cumhurbaşkanı’nın yanlış
bilgilendirilmesinden kaynaklandığı” ifade
edilmiştir.
İleri sürdüğümüz iddiaların hepsi
oldukça ciddi iddialar olup bir iptal
davasında ileri sürülmüştür. Bu
iddialarımızdan bazıları santralin maliyetine
yönelik olup alım garantisi verildiğinden bu
bedellerin ülkemiz insanından tahsil
edileceği ve ileri sürülen fiyatın oldukça
yüksek olduğu tarafımızca iddia edilmiştir.
Bu iddiaya ve sunduğumuz belgelere karşı
hiçbir cevap verilememiştir.
Aynı şekilde ABD de Californiya eyaleti
tarafından üniversiteler, nükleer santral
işleten şirketler ve devlet kuruluşlarınca
ortaklaşa hazırlanan raporlar, çeşitli
davalarda toplanan bilimsel çalışma
sonuçları sunularak santralin işletilmesi
halinde deniz hayatının ve balıkçılığın 1015 yıl içinde yok olacağı ortaya
konulmuştur. Bu hususta da hiçbir cevap
verilmemiş, iddialar gerekçe gösterilmeden
inkar edilmiştir.
Herhangi bir kaza durumunda şehrin
tahliyesinin, demografik sıkıntıların olacağı
yine bilimsel çalışmalar ile ileri sürülmüşse
de sadece inkar ile karşılaşılmıştır.
Temel olarak işlemi yapan kurumun söz
konusu santralin potansiyel tehlikelerine
hazır olmadığı, ciddi kaza olmasa dahi
santralin normal çalışması sırasında ortaya
çıkabilecek, çevrenin, dolayısıyla tarım,
balıkçılık gibi önemli ekonomik değerlerin
uğrayacağı zararın dikkate alınmadığı,
nükleer santralin söz konusu alanda
kurulması halinde yaşayacağı verim
kayıplarının, nihai fiyatların aşırı
yüksekliğinin göz ardı edildiği verilen
cevaplar ile ortaya çıkmıştır.
Nükleer santral inşasının hukukumuza
uygun olup olmadığını gösteren en önemli
kanıt santralin yargısal denetimden
kaçırılmak amacıyla devletlerarası anlaşma
ile yapılmasıdır.
Hukuki olarak santralin
yapılmaması için ne gibi
gerekçeler mevcut? Bildiğimiz
kadarıyla Anayasanın 90.
Maddesi, 244 sayılı Milletlerarası
anlaşma maddesi ve Viyana
Anlaşmalar Hukuku sözleşmesi
kapsamında değerlendirildiğinde
zaten santralin yapılmaması
gerekiyor. Bu konuda bilgi
verebilir misiniz?
Nükleer santral inşasının hukukumuza
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
NÜKLEER ENERjİ
YATIRIMLARINDA TEMEL
SORUN bU YATIRIMLARIN
DİĞER ENERjİ ÜRETİM
SİSTEMLERİNE KIYASLA
NEREDEYSE TAMAMEN SİYASİ
KARARLAR OLMASIDIR.
uygun olup olmadığını gösteren en önemli
kanıt santralin yargısal denetimden
kaçırılmak amacıyla devletlerarası anlaşma
ile yapılmasıdır. Anayasamızın 90. maddesi
çerçevesinde TBMM’de kabul edilen
anlaşma kanun haline gelerek bugün
yapılan işlemlerin yasal dayanağını
oluşturmaktadır. Bu işlemlerin yargı
denetimine tabi olduğu aşamalarda ise,
ilgili kurumların yaptığı işlemlerin, beyan
edilenlerin aksine yasalara aykırı olduğu ve
ülkemizi açıkça zarara uğratacağı için iptal
edildiği bellidir.
Nükleer enerji yatırımlarında temel
sorun bu yatırımların diğer enerji üretim
sistemlerine kıyasla neredeyse tamamen
siyasi kararlar olmasıdır. Enerji üretiminin
pek çok yolu bulunmaktadır. Ancak sahip
olduğu yıkıcı potansiyeller, nükleer silah
üretimi için taşıdıkları önem, kaza olmasa
dahi faaliyeti sırasında çevreye verdiği
ciddi zararlar ve karşılaştırılamayacak denli
yüksek maliyetleri ile nükleer enerji üretim
sistemleri ayrı bir konumda bulunmaktadır.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Nükleer santral inşasını ya da nükleer
tesis işletmeyi yasaklayan doğrudan
herhangi bir kanun ya da düzenleme
bulunmamaktadır. Kaldıki şimdiye kadar
ülkemizde üç adet deneysel çalışmalar için
kullanılmak üzere nükleer santral prototipi
inşa edilmiş ve çalıştırılmıştır. Bu prototipler
araştırma amaçlı olup oldukça düşük
düzeyli ve elektrik üretmeyen yapılardır.
Sözleşmede konu edilen nükleer güç
santralleri ise elektrik üretme amacını
taşıyan ve oldukça güçlü santrallerdir. Bu
nevi santralleri doğrudan yasaklayan ulusal
ya da uluslararası bir düzenleme yoktur.
Uluslararası yasalar nükleer santrallere
sadece enerji üretimi için izin vermekte ve
silah üretimi yapılmasına
karışmamaktadırlar.
Ancak santrallerin inşası, işletilmesi ve
işletmeden çıkarılması safhasında karşı
karşıya kaldığımız yükümlülükler ve
potansiyel tehlikelerin gerçekçi şekilde ele
alınması, teknik ve yasal tedbirlerin
alınması gereklidir. Hâlihazırda
NÜKLEER
hükümetimizin uygulamaya koyduğu ilk
yasanın 09.11.2007 tarihli 5710 sy.
Yasanın toplam 9 asıl ve 2 geçici
maddeden oluştuğu ve nükleer santral
yasasının içine yerli kömür yakıtlı
santrallerin teşviki hakkında maddeler
konulduğu hatırlanırsa bu ciddiyeti
göremediğimiz rahatlıkla söylenebilir. Bu
aşamalar dikkatle incelendiğinde nükleer
santrallerin başta anayasamızın 56.
maddesinde yer alan ve insanların sağlıklı
bir çevrede yaşama hakkını koruyan
maddesine aykırı olduğu görülmektedir.
Zira sunduğumuz delillerle kurulmak
istenen nükleer santralin çevre kirliliğine
yol açacağı, tarım, hayvancılık ve balıkçılığı
kesin olarak olumsuz yönde etkileyeceği,
insan sağlığı üzerine olumsuz etkileri
olacağı ortaya konmuştur.
Santralin çevreye vereceği zararın
sağlık ve ekonomik boyutlarının göz ardı
edilmesi bu işlemlere onay/lisans/izin
veren bürokratların eylem ve işlemleri
görevi kötüye kullanma suçlamasına konu
olabilecektir. Zira tüm süreç santralin ne
pahasına olursa olsun kurulması mantığı
üzerine yürütülmektedir. İlgili kurumlara
yapılan başvurular, gönderilen bilimsel
veriler ve raporlar dikkate alınmamaktadır.
İleride yapılan uyarışların gerçekleşmesi
halinde insan sağlığı, çevre kirliliği ve mali
alanda büyük sıkıntıların çıkacağı
muhakkaktır. Bu halde bu hususları
araştırmayan birimlerin ve kişilerin
sorumluluğu doğacaktır.
Bu aşamada soruyla doğrudan ilgili
olmasa da bilgi açısından Türk Ceza
Kanununda yer alan bazı maddelere dikkat
çekmek gereklidir. TCK 6/f(5) maddesinde
silah olarak kabul edilen nükleer ve
radyoaktif maddelerin 172/4 md.
gereğince santralin işletmesi sırasında
kaza sonucu yayılmasına neden olan
kişinin cezasının sadece 6 ay ila 3 yıl
arasında hapis cezası olduğunu bilmekte
fayda bulunmaktadır.
Günümüzde ülkemizde yürütülen ÇED
raporu hazırlama çalışmalarına ve bu
raporların denetlenme şekillerine
bakıldığında ciddi bir sorunla karşı karşıya
kaldığımız aşikardır.
ENERJİ
HUKUKUN GERÇEK ANLAMDA UYGULANMASI SADECE MADDELERDE YAZILI
OLAN PROSEDÜRLERİN TEK TEK YAPILMASI DEĞİL, MADDELERİN TAŞIDIĞI
AMACA UYGUN HAREKET EDİLMESİNİ ZORUNLU KILAR.
Şeffaflık Derneği tarafından düzenlenen
panelde, özellikle ÇED raporları
konusunda yapılan hukuksuzluklardan
söz etmiştiniz. Bu konu ile ilgili olarak
bilgi verebilir misiniz?
ÇED raporları herhangi bir tesisin
faaliyetini çevreye zarar vermeden yahut
minimum zararla işletmesi için hazırlanan
planlan teklifleridir. Bu plan tekliflerinin
başarılı olması hem inşa edilmek istenen
tesisin inşasını hem de çevrenin
korunmasını mümkün kılar ki her iki
koşulda ülkemiz değerlerinin ekonomik ve
çevresel anlamda korunmasını ve daha
fazla fayda sağlamasını olanaklı kılar.
Bu planların başarılı olmasının ve işe
yaramasının ilk koşulu ise gerçekçi
yaklaşımlardır. Bu gerçekçi yaklaşıma
sahip olmayan planlar sadece bir evrak
prosedürünü tamamlama amacına hizmet
eder. İşe yaramadıkları için çevrenin
kirlenmesini önleyemedikleri gibi olası
kirlenme ve kaza risklerinide arttırırlar. Bu
konuda bu planların doğru şekilde
hazırlanıp hazırlanmadığı büyük önem
taşımaktadır.
Nükleer santraller gibi doğrudan siyasi
otoritenin emir ve direktifiyle
gerçekleştitilmek istenen bu çaptaki
projede parası verilerek özel bir şirkete
hazırlatılan planların ne kadar şirket istek
ve ihtiyaçlarına aykırı olacağı ve aynı
planların amirleri tarafından işlerine
kolaylıkla son verilebilecek veya görev
nitelik yahut yerleri değiştirilebilecek
bürokratlar tarafından yeterince
incelenebileceği dikkate alınmalıdır.
Hukukun gerçek anlamda uygulanması
sadece maddelerde yazılı olan
prosedürlerin tek tek yapılması değil,
maddelerin taşıdığı amaca uygun hareket
edilmesini zorunlu kılar. Günümüzde
ülkemizde yürütülen ÇED raporu hazırlama
çalışmalarına ve bu raporların denetlenme
şekillerine bakıldığında ciddi bir sorunla
karşı karşıya kaldığımız aşikardır.
Hükümetin, bakanların doğrudan
desteklerini belirttikleri ve her şekilde
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
DEPREM bÖLGESİ OLDUĞU,
jEOLOjİK YAPININ NÜKLEER
SANTRALE UYGUN OLMADIĞI
SÖYLENEN vE YER LİSANSINI 40 YIL
ÖNCE ALMIŞ bİR ALANDA YAPILMAK
İSTENEN SANTRAL DE EĞER bİR TAbİ
AFET NEDENİYLE KAZA
GERÇEKLEŞİRSE bUNUN MALİ YÜKÜ
TÜMÜYLE ÜZERİMİZE KALACAKTIR.
yapılması için açıkça uğraş verdikleri
nükleer santral inşasında denetleyen
bürokratın aykırı bulduğu hususları ne
kadar ve ne ölçüde açıklayabileceği
ortadadır. ÇED raporu başvurularının
hemen hemen hepsi kabul edilmekte
ancak sonrasında dava açıldığında
mahkemece yapılan incelemeler
neticesinde pek çok onaylanmış ÇED
raporu iptal edilmektedir. O zaman şu
soruyu sormak herkesin hakkıdır. Bu
raporlar nasıl denetlenmektedir?
ÇED süreçlerinde halkın katılımı
toplantıları gerçekte büyük önem
taşımasına rağmen ülkemizde bir halkın
katılımı toplantısından tamamen aleyhte
karar çıksa dahi projenin uygulanmasına
yasal olarak engel oluşturmadığı açıkça
görülmektedir. Bu durum basına sıkça
yansıyan yerel halkın direnişinin,
eylemlerinin temelini oluşturmaktadır. Zira
insanların ata toprakları ve yaşam
alanlarının tahribini engellemek için
söyledikleri sözler dinlenmemektedir.
Bunca eyleme neden olan ÇED
raporlarının halkın katılımı toplantılarına
rağmen nasıl onay aldığı ise ayrı bir merak
konusudur.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Rusya Hükümeti ile gerçekleştirilen
anlaşma maddelerinde bedelsiz toprak
verilmesi, satın alma garantisi ve süreleri,
atık yönetimi ve santralin sökümü
konusunda ve benzeri konuda birçok
tutarsızlık ve yetersiz açıklama yer alıyor.
Siz anlaşmayı genel olarak nasıl
yorumluyorsunuz?
Anlaşmanın temel olarak iddianın
aksine enerji arz güvenliği veya nükleer
teknolojinin ülkemize yerleşmesi için değil
ne pahasına olursa olsun nükleer santralin
inşası için yapıldığı kanaatindeyim.
Devir anlaşmasını biraz açıklamak
gerekiyor. Yapılan anlaşma ile Rus
Devletine satılan bir toprak
bulunmamaktadır. Ancak inşaat ve işletme
süresince (İnşaatların 5-7 yıl arasında
süreceği işletmenin ise 60 yıl olarak
öngörüldüğü belirtiliyor) söz konusu alanın
tüm kontrolünün Rus tarafında olacağı
tereddütsüz olarak belirtilmektedir. Bu
alana sokulacak materyaller ve bu alana
girecek kişilerin kim olduğuna sadece Rus
tarafı karar verebilecek.
İşletmeden kaynaklanan nükleer
atıkların en az birkaç yıl süre ile santral
sahasında bekletilmesi teknik bir
zorunluluktur. Bu durum da geçici
depolama alanlarının kurulmasını gerektirir.
Asıl mesele ise nihai depolama alanlarıdır.
Anlaşma gereğince ortaya çıkan atıkların
Rus tarafınca alınacağına yönelik çeşitli
söylentiler olmasına rağmen anlaşmanın
12. maddesi incelendiğinde böyle bir
yükümlülük olmadığı ve Rus tarafının
sadece kendisi tarafından satılan yakıtların
atığını “yeniden işlemek üzere” (depolamak
üzere değil) alabileceği, bunun ayrı bir
anlaşmaya bağlı olduğunu belirtmektedir.
Yani sözleşmede nükleer atıkların nihai
depolama alanının Türkiyede
olmayacağına dair hiçbir madde olmadığı
gibi önceki işlemlerde de yer alan nihai
depolama alanlarının oluşturulması için
getirilen İşletmeden Çıkarma Hesabı ve
Ulusal Radyoaktif Hesabı isimli iki bütçenin
aynen korunduğu bellidir.
Satın alma garantileri ise, genellikle bir
yatırımın kolaylaştırılması, bir teknolojinin
nakli ve işletilmesi istenen bir tesisin
kurulumunu rahatlatmak amacıyla devlet
tarafından gerçekleştirilen bir destektir.
HES, RES ve diğer termik santrallere de
verilmektedir.
Nükleer enerjide ise, santralin Türk
devletinin malı olmaması ve ciddi tepkiler
nedeniyle inşasına ve işletmesine hazine
NÜKLEER
garantisi verilememektedir. Bunun yerine alım
garantisi verilmiş ve anlaşmanın 10.
maddesinde uzun uzadıya düzenlendiği
şekilde alım garantisi için belirlenen rakamın
içine tüm inşa, işletme vs. santrali kuracak
şirketin tüm masrafları hatta olası masrafları
dâhil edilmiştir. Bu şekilde şirket ilk yatırım
maliyetini kendisi yapacak ve 15 yıl
çalıştırdıktan sonra yapmış olduğu yatırımı
geri kazanacaktır.
Günümüzde Nükleer Santrallerin inşası
ve işletmesi için fon temin edilemediği
düşünüldüğünde (zira aşırı riskli yatırımlar
olarak kabul edilmektedir) Rus devletinin
sahibi olduğu iki şirket aracılığıyla
ülkemizde inşa edeceği santrallerin yatırım
ve işletme giderlerini dünyada hiçbir finans
kuruluşunun sunmayacağı koşullarda 15
yıl içinde tamamen karşılayacağı
görülmektedir.
Bulgaristan Belene örneğinde
yaşadıkları düşünüldüğünde bu
koşullardan daha iyi bir finansmanı
bulamayacağı açıktır.
Deprem bölgesi olduğu, jeolojik yapının
nükleer santrale uygun olmadığı söylenen
ve yer lisansını 40 yıl önce almış bir alanda
yapılmak istenen santral de eğer bir tabi
afet nedeniyle kaza gerçekleşirse bunun
mali yükü tümüyle üzerimize kalacaktır.
Anlaşmada çevrenin korunması adına
herhangi bir madde yer alıyor mu?
Yeterlilik anlamında anlaşmayı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Anlaşmada çevre koruma adına hiçbir
madde yer almıyor. ÇED raporunun
alınmasına dahi gerek olmadığı hakkında
bir karar çıkarılmasına rağmen ÇED raporu
süreci işletilmesi de ayrıca enteresan bir
durumdur.
Çevrenin korunması konusunda Rus
tarafına ve ülkemiz bürokrasisine
güvenmekten başka bir çare
bulunmamaktadır.
Anlaşmanın bu niteliği ile muhafaza
edilmesi ve santralin inşa edilmesi halinde
ülkemiz için çevre kirliliği, ekonomik sıkıntı
ve enerji bağımlılığı konusunda bugünleri
arar hale getirecek denli tehlikeli bir
anlaşma olduğu kanaatindeyim.
Nükleer santral inşasının
gerekçelerinden birini enerji üretim
çeşitliliği ve enerji bağımsızlığı
oluşturmaktadır. Nükleer santral gerçekten
enerji üretim çeşitliliği getirecektir. Çünkü
ülkemizde daha önce hiç kurulmamış,
kullanılmamıştır. Ancak sorun enerji
bağımsızlığıdır.
Şöyleki, halihazırda petrol ve doğalgaz
alanında Rusya’ya bağımlı durumdayız. Bu
doğalgazın küçümsenemez bir bölümü
Doğalgaz ile çalışan elektrik santrallerinde
kullanılmaktadır. Bunun yanında elektrik
üretimi alanındaki en önemli yatırımımızı da
Rusya ile yapmaktayız. İleride
devletlerarası bir sıkıntı olduğunda
Rusya’nın ülkemizi karanlığa gömmesi ve
sanayimizi durma noktasına getirmesi
hiçte küçümsenecek bir olasılık değildir.
Anlaşmada göz boyayacak şekilde
santralin işleten Rus şirketi tarafından
sigorta ettirileceği düzenlenmektedir.
Ancak sigorta primlerinin elektrik birim
fiyatına eklendiği yani sigorta prim
ENERJİ
bedellerinin halkımızın cebinden çıkacağı
söylenmemektedir.
Bunun yanında anlaşma gereğince ve
daha önce imzaladığımız uluslararası
anlaşmalar gereğince ülkemiz Paris
Sözleşmesi tarafı olup bu sözleşme
hükümlerince sigortalanmaktadır. Bu
sözleşmenin 9. maddesi Japonya
(Fukuşima) kazası karşısında yorum
gerektirmeyecek denli açıktır.
“Millî mevzuatla aksi gösterilmedikçe
işleten, silâhlı çatışma, tecavüz, iç harb,
isyan hareketi ve istisnaî karakterde vahim
tabiî bir âfet yüzünden doğacak nükleer bir
kazanın sebep olduğu hasardan mesul
değildir.”
Deprem bölgesi olduğu, jeolojik yapının
nükleer santrale uygun olmadığı söylenen
ve yer lisansını 40 yıl önce almış bir alanda
yapılmak istenen santral de eğer bir tabi
afet nedeniyle kaza gerçekleşirse bunun
mali yükü tümüyle üzerimize kalacaktır.
Böylesi bir durum oluşmadan kaza
meydana gelmesi halinde ise işleten
şirketin sorumluluğu 700 milyon EURO ile
sınırlıdır. Nükleer kazalarda bu sınırın
oldukça yetersiz olduğu herkes tarafından
kabul edilmiştir.
Ancak nükleer santraller gibi tehlikeli
bir tesisin sigortalanmasını ancak bu gibi
sınırlarla kabul eden sigorta şirketleri
karşısında şu an için yapılabilecek bir şey
bulunmamaktadır.
Sonuç olarak; nükleer santral,
harcanacak paraların büyüklüğü nedeniyle
hiçbir aksilik olmasa bile ekonomik bir
felaket olarak ülkemize zarar verecektir.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
Nükleer Santral
KAÇA PATLAR?
. Özgür Gürbüz, Gazetci, Yazar
T
ürkiye nükleer santral kurma
konusunda ısrarını sürdürüyor.
Halka rağmen ısrar sürüyor da
denebilir. Yapılan farklı
araştırmalar Türkiye'de halkın yüzde 6070'inin nükleer santral istemediğini ortaya
koyuyor. Bu birçok ülkede santral
planlarının çöpe atılmasına yetecek bir
orana işaret ediyor. 1978 yılında
Avusturya'nın Zwentendorf kentindeki
yapımı biten nükleer reaktör hiç
çalıştırılmadan kapatılmıştı. Nedeni ne
santral teknolojisinin eski, ne de
maliyetinin yüksek olmasıydı. Halk
istemediği için santralin kapısına hiç
açılmadan kilit vuruldu. Nükleer santralin
çalıştırılmasına hayır diyenlerin oranı halk
oylamasına katılanların yüzde 50,47'siydi.
Yaklaşık 30 bin oy farkla 730 megavat
(MW) gücündeki santrale ve planlanan
diğer reaktörlere “hayır” dendi. Bu
oylamanın ardından Avusturya hükümeti
ülkede fisyon reaktörleri kurulmasını
yasakladı. Yıl 1978. İlginçtir, dünyadaki ilk
büyük nükleer kaza 1979 yılında meydana
gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island)
kazasıydı. Kısmi çekirdek erimesiyle
sonuçlanan bu kazadan önce
Avusturya'nın böyle bir karar alması başlı
başına incelenmesi gereken bir konu.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Halk oylamalarının nükleer enerji
konusunda karar almak için bir yöntem
olarak kullanılıp kullanılamayacağı
tartışılan bir konu. Halk oylamasına karşı
çıkan en kuvvetli görüşlerden biri, dört
yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin
250 bin yıl radyoaktif kalacak atıkların
üretilmesi konusunda karar alma yetkisine
sahip olup olmadığı. Bu açıdan
bakıldığında, halkın büyük bir kesimine
danışılmış olsa da, bugün yaşayanların
henüz doğmamış insanların geleceğini
etkileyecek bir karara imza atmaları
tartışmalı. Doğada oy kullanamayan diğer
canlıların düşünceleri ise insan merkezli
bir toplumda zaten hiç dikkate alınmıyor.
Halk oylaması taraftarı karşı görüş ise,
10-20 kişiden oluşan bakanlar kurulu
yerine, milyonlarca insanın fikrinin alındığı
bir demokratik yöntemin uygulanmasının
daha akılcı ve kabul edilebilir olduğunu
öne sürüyor. Tartışmayı uzatmak mümkün
ama kısaca özetlemeye çalıştığım gibi
halk oylamasının nükleer enerji
konusunda “tek yetkili merci” olduğunu
söylemek mümkün değil. O halde nasıl
karar vereceğiz? Bu sorunun yanıtı da
kolay değil ama işin ekonomik yönünü
değerlendirmek, en azından nükleer enerji
için ödenecek maddi bedelin bir kısmının
NÜKLEER
KESİLEN bİR AĞACIN ORMAN
bAKANLIĞI'NIN FİYAT TARİFESİNDE
bİR bEDELİ OLAbİLİR ANCAK O
AĞAÇTA YUvASI OLAN bİR KUŞ İÇİN
bU bEDEL EMİN OLUN Kİ
YETERSİZDİR.
bugün yaşayanlar tarafından karşılanacak
olması nedeniyle üzerinde daha kolay
anlaşılır bir yöntem olabilir. Bu analizi,
sorunu tek başına çözemeyeceğini baştan
kabul ederek okumakta fayda var. Bir
ekonomik analiz içerisinde tüm sosyal
(dışsal) maliyetleri hesaba katmak zaten
çok zor. Kesilen bir ağacın Orman
Bakanlığı'nın fiyat tarifesinde bir bedeli
olabilir ancak o ağaçta yuvası olan bir kuş
için bu bedel emin olun ki yetersizdir. Bu
nedenle, sosyal maliyetler konusunu
başka bir yazıya bırakarak nükleer
santraller için düz bir maliyet hesabı
yaptığımı baştan belirtmeliyim.
İşe, Fukuşima'daki nükleer felaketten
sonra santral maliyetlerinin daha da
arttığını söylemekle başlayalım. Bu çok
normal. 1986 yılındaki Çernobil
kazasından sonra da reaktör tasarımları
ciddi bir değişikliğe uğramış, bu da doğal
olarak maliyetlere yansımıştı. Reaktör
tasarımlarındaki farklılıkları kabaca bağlı
bulundukları kuşaklara (nesil veya
jenerasyon da deniyor) göre
sınıflandırabiliriz. Şu anda en yeni kuşak
reaktörler 3+ olarak adlandırılıyor ve 4.
kuşak reaktörlerin ticari faaliyete geçmesi
içinse en iyimser tahminler 2030'ları işaret
ediyor. Bir reaktörün farklı bir kuşağa ait
olması, onun daha güvenli, daha
ekonomik ve nükleer silah yapımına neden
olacak teknik açıklara müsaade etmemesi
için bazı tasarımsal değişikliklere
uğradığını anlatır. En azından teoride bu
böyle. Yeni teknoloji ürünü nükleer
reaktörlerin, daha ucuza elektrik
üreteceği, daha az güvenlik problemiyle
karşılaşacağı ve daha kısa sürede
yapımının tamamlanacağı söylenir ancak
iş uygulamaya gelince durum dramatik
değişiklikler gösterebiliyor.
İlk Yardım Maliyeti
Nükleer santraller için önemli maliyet
kalemleri, içine yapım giderlerini de alan
ilk yatırım maliyeti, yakıt maliyeti, işletim
giderleri ve söküm bedeli olarak
sıralanabilir. ABD Enerji Enformasyon
İdaresi'nin (EIA) 2010 yılında nükleer
reaktörler için belirlediği ilk yatırım maliyet
ENERJİ
tahmini kilovat kurulu güç başına 3 bin
902 dolardı. Bir yıl sonra, 2011'de bu
tahminlerini 5 bin 339 dolara çıkardılar.
Nükleer reaktörlerin bir yılda ilk yatırım
maliyeti yüzde 37 arttı. 2012 yılında
Litvanya'da yapılması düşünülen ve
hükümetle muhalefeti birbirine düşüren
1350 MW’lık nükleer reaktör için verilen
teklif ise 8 milyar 640 milyon doları buldu.
Bu da kilovat kurulu güç başına ilk yatırım
maliyetinin 6 bin 400 dolara çıktığını
gösteriyor. EIA'nın 2010 rakamıyla,
Litvanya'daki fiyatı karşılaştırırsak bu iki
yılda yüzde 60'a varan bir artışa işaret
ediyor. Tüm elektrik üretim seçenekleri
için benzer bir eğilimin söz konusu
olmadığını göstermek adına güneş
enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik
panellerin yatırım maliyetine bakmakta
fayda var. EIA'nın aynı raporunda,
fotovoltaik paneller için kurulu güç
maliyetinin 2011'de yüzde 25 oranında
ucuzlayarak 6300'den 4075 dolara
gerilediği belirtiliyor. 2012'de fotovoltaik
paneller için bu fiyatın 1800-2300
bandında seyrettiğini de hatırlatalım.
Nükleer santrallerden üretilen elektriğin
maliyetinin yüzde 60 (bazı kaynaklar da bu
oran daha yüksek) oranında ilk yatırım
maliyetiyle ilişkili olduğu belirtilir. Ucuza
elektrik üretmek istiyorsanız ilk yatırım
maliyetini düşürmeniz gerekir ki, nükleer
santraller için bunun gerçekleştiğini
söylemek çok zor. Söküm maliyeti
reaktörden reaktöre değişse de Dünya
Nükleer Birliği (WNA) ilk yatırım maliyetinin
yüzde 9 ila 15'ine işaret etmektedir. Bu
bilgiler ışığında analizimizi Türkiye'ye ve
Akkuyu'da yapılması düşünülen nükleer
reaktöre çevirmekte fayda var. Türkiye ile
Rusya Federasyonu arasında 12 Mayıs
2010 tarihinde bir anlaşma imzalandı ve
Akkuyu sahası ihalesiz bir şekilde devlet
şirketi Rosatom'a verildi. Nükleer santral
kararını haklı çıkarmak için üretilen
teknoloji transferi yapacağız, enerjide
dışarıya özellikle de Rusya'ya bağımlıyız
şeklindeki sloganlar bu anlaşmayla
anlamını yitirdi.
Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde
reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer
Santrali için farklı bir finansman modeli
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
ÇİN'DE İŞÇİLİK MALİYETLERİNİN
UCUZ OLMASININ NÜKLEER
SANTRALLERİN DİĞER
ÜLKELERE KIYASLA DAHA UCUZA
MAL EDİLMESINE NEDEN
OLDUĞU bİLİNİYOR. bU
DURUMDA bİRKAÇ SEÇENEK
vAR. RUSLAR AKKUYU'DAKİ
REAKTÖRÜ YA ÇİNLİ İŞÇİLERE
YAPTIRACAK YA DA ÇALIŞACAK
İŞÇİLERE ÇİNLİ İŞÇİLERİN
ALDIĞI PARAYI vERECEK...
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
oluşturdu. Santralin mülkiyetini Akkuyu
NGS'ye verdi. Böylece 20 milyar doları
bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus
şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma
derdini ve onun faiz yükünü de. Bu
nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana
gelen ve yukarıda kısaca özetlemeye
çalıştığımız fiyat artışı Türkiye
Cumhuriyeti'ni çok da kaygılandırmadı.
Aslında kaygılandırması gerekiyor.
Türkiye'nin aksine fiyat artışları Rusları
etkiledi. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi
Vladimir İvanovski birkaç hafta önce
yaptığı açıklamada, 2013’te Mersin’de
temeli atılacak Akkuyu Nükleer Santrali’nin
maliyetinin artacağını söyledi. İvanovski,
“Maliyet 20 milyar dolardan 25 milyar
dolara çıkabilir” dedi. Anlaşmada Türkiye
tarafına ilk yatırım maliyetiyle ilgili bir
yükümlülük verilmediğinden olsa gerek (en
azından bizim bildiğimiz ve görebildiğimiz
kadarıyla) Enerji Bakanlığı bu açıklamaya
bir tepki vermedi. Akkuyu NGS yetkilileri
haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini
düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki
açıklamalarında yine 20 milyar dolar
rakamını telaffuz etmeye hatta daha
aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar
doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu
için ilk yatırım maliyeti, kW kurulu güç
başına 4116 dolar seviyesinde kalacak (20
milyar/ 4800 MW). ABD'de ilk yatırım
maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı
yönünde raporların geldiği şu günlerde
Rusya'nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir
soru işareti. Ana parayı devlet kasasından
alsalar ve faiz ödemeseler bile (faiz gelir
kayıplarını hesaba hiç katmadıklarını
düşünüyorum) bu rakamı tutturmak zor.
Çin'de yapımı süren AP-1000 tipi
reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına
3 bin 500 dolara geldiği yönünde haberler
var. Çin'de işçilik maliyetlerinin ucuz
olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere
kıyasla daha ucuza mal edilmesine neden
olduğu biliniyor. Bu durumda birkaç
seçenek var. Ruslar Akkuyu'daki reaktörü
ya Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak
işçilere Çinli işçilerin aldığı parayı verecek.
Üçüncü seçenek ise VVER-1200 modelinin
Batı’daki reaktörlere göre, bir şekilde daha
ucuza yapılacak olması. Peki ama nasıl?
Umarım bu sorunun yanıtını Enerji
Bakanlığı yetkilileri biliyordur.
Nükleer enerjinin bir sorunu da inşaat
tarihlerinin planlandığından uzun sürmesi.
Diyelim bir apartman yapacaksınız. Parayı
verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o
apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz.
Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el
sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın
artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla
para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun
size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni
nükleer reaktör yapan iki ülke var;
Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da
inşaatına 2005’te başlanan reaktörün
2009’da devreye girmesi bekleniyordu.
İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te
reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu
gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal
olması beklenen reaktörün maliyeti 6
milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı
süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı
oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra
başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda
bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar
bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği
gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6
milyarı gördü. Bu da başka bir risk.
Türkiye’de bir gecikme olursa bilin ki
Akkuyu NGS bunu fiyatlara yansıtmak ve
maliyeti oradan çıkarmak zorunda kalacak.
NÜKLEER
ENERJİ
Elektrik Fiyatları Yükselmek Zorunda
Anlaşmaya göre Türkiye'nin santralin
maliyetiyle ilgili yükümlülüğü dolaylı ve alım
garantisiyle sınırlı. Yap-İşlet-Sahip ol
(Build-Operate-Own / BOO) modeli gereği
Akkuyu NGS’nin ilk yatırım bedelini şirket
elektrik satışıyla karşılamak zorunda.
Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında
imzalanan uluslararası anlaşmanın 10.
maddesinin beşinci bendinde belirtildiği
gibi, TETAŞ, “Akkuyu NGS” adlı proje
şirketinden santralde üretilmesi planlanan
elektriğin ilk iki ünite (reaktör) için yüzde
70'ini ve diğer iki ünite için de yüzde
30'una tekabül eden sabit miktarlarını, her
bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma
tarihinden itibaren 15 yıl boyunca 12,35
ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan
(Katma Değer Vergisi dâhil değil) satın
almayı garanti etti. Akkuyu NGS, dört
reaktör faaliyete geçtiğinde santralin yılda
40 milyar kWs elektrik üreteceğini
söylüyor. Bu kapasite faktörünün yüzde
90'larda olacağı anlamına geliyor ki, daha
önce çalıştırılmamış yeni bir model (VVER1200) için çok iddialı. Bu rakamı esas
alırsak 15 yıl boyunca Akkuyu NGS'ye
ödenecek rakam 50 milyar doları bulacak.
Reaktörlerin planlandığı gibi peşi sıra
devreye girdiği varsayılırsa ilk reaktörün
devreye girmesinden 11 yıl sonra ilk
yatırım maliyeti kadar bir paranın Akkuyu
NGS'ye sadece alım garantileri karşılığında
ödenmiş olacağı anlamına geliyor. Bu
süetçe ödenecek işletme giderlerini, yakıt
maliyetini de hesaba katarsak ve inşaatta
hiç gecikme olmadığını varsayarsak 15
yıldan sonra ilk yatırımın geri dönüşünden
bahsedebiliriz. Şirketin alım garantisi
dışındaki üretimini piyasaya satması
halinde kâr etmesi bile mümkün (bütün bu
hesabı yaparken faizsiz para aldıkları ve
faiz getirisini hesaba katmadıklarını
düşünüyorum). Tabii bir şartla. Yatırım
maliyetinin söylendiği gibi, düşük
sayılabilecek 20 milyar dolar seviyesinde
tutulması gerekiyor. 15 yıllık sürenin
sonunda ise bizi daha ilginç bir süreç
bekliyor. Yılda 40 milyar kilovatsaat elektrik
üretecek bu santralin serbest piyasaya
elektrik satması gerekecek. Şu anda
PMUM'da oluşan fiyatların 7 dolar sent
KOMPLO TEORİLERİNİ HİÇ
SEvMEM AMA TÜRKİYE’DE
ELEKTRİĞİN YÜZDE 45'LERE
YAKINI DOĞALGAZ ÇEvRİM
SANTRALLERİNDEN
SAĞLANIYOR. TÜRKİYE'NİN bİR
NUMARALI DOĞALGAZ
TEDARİKÇİSİNİN RUSYA
OLDUĞUNU HATIRLATALIM.
civarında olduğunu anımsarsak, Akkuyu
NGS'nin kâr edebilmesi için fiyatların
serbest piyasada daha da yükselmesi şart.
Çünkü alım garantisinde verilen 12,35
sentin altında bir fiyattan piyasaya elektrik
satışı santralin kâr etmesini engelleyebilir.
Pazarlık masasında 12,35 sentlik fiyatın
belirlendiği tarihte sonuçları açıklanan Citi
Bank'ın araştırması bu iddiamın
emellerinden birini oluşturuyor.
“Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor"
başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli “Citi
Group” araştırmasında, beş ana risk
alanına dikkat çekiliyor. Planlama, inşaat,
elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve
nükleer atık sorunuyla miyadı dolan
santralin söküm işlemleri. Citi raporuna
göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti
kurulu kilovat güç başına 3 bin 400 - 4 bin
733 dolar arasında değişiyor. Raporda, bir
nükleer reaktörün zarar etmemesi için
üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada
en az 6,5 avro sentten (8-9 dolar sent)
satılması gerektiğine vurgu yapılmış.
Akkuyu için öne sürülen ilk yatırım
maliyetinin kilovat kurulu güç başına 4 bin
116 dolar olduğu hesaba katılırsa bu
raporda kâr edilmesi için belirtilen fiyat
şartının Akkuyu nükleer santrali için de
geçerli olduğu söylenebilir (Batı
standartlarında bir nükleer santral
yapılacaksa işçilik maliyetleri dışında fiyatı
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ENERJİ
NÜKLEER
TÜRÜ
kWs MALİYETİ (ABD sent)
Büyük Hidro (1 MW üstü)
5-10
Küçük Hidro (1 MW altı)
5-40
Rüzgar
5,2-16,5
Rüzgar Açıkdeniz
11,4-22,4
Rüzgar ev tipi (0,1-3 kw)
15-20
Biyokütle
7,9-17,6
Jeotermal
5,7-8,4
Güneş Çatı fotovoltaik paneli
22-44
Güneş fotovoltaik (santral tipi)
20-37
Yoğunlaştırılmış Güneş Termal
18,8-29
Dalga enerjisi
21-28
Tablo 1. Almanya’da 7 Mart 2012 tarihinde oluşan fiyatlar
Tablo 2. Yenilenebilr enerji kaynakları elektrik üretim maliyetleri
aşağı çekecek bir etken olmamalı). Dokuz
sent civarındaki fiyat şu andaki piyasa
fiyatının üzerinde ve raporda da belirtildiği
gibi üreticiye ciddi bir kar sağlamıyor.
Akkuyu NGS ya da Rosatom bu fiyatın
üzerinde ve sürekli elektrik satmak
isteyecektir. Tasarım ömrü 60 yıl olarak
belirtilen (dünyada henüz hiçbir reaktör bu
kadar uzun süre çalışmadı) reaktörün uzun
vadede daha çok kâr edeceğini hesaplıyor
da olabilirler. Komplo teorilerini hiç
sevmem ama Türkiye’de elektriğinin yüzde
45'lere yakını doğalgaz çevrim
santrallerinden sağlanıyor. Türkiye'nin bir
numaralı doğalgaz tedarikçisinin Rusya
olduğunu hatırlatalım. Doğalgaz fiyatlarının
biraz artması, elektrik fiyatlarının da
artmasına neden olur. İpler iyiden iyiye
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Rusya'nın elinde olacak. Bu senaryoyu
bozmak için ya ciddi miktarda gaz
sağlayacak yeni doğalgaz tedarikçileri
bulacaksınız ya da bambaşka bir yola
girip, hem enerjiyi verimli kullanacak hem
de yenilenebilir enerji kaynaklarından
elektrik üretmeye başlayacaksınız. Bunun
önündeki en büyük engel ise sorunun bir
numaralı kaynağı, Akkuyu'da kurulmak
istenen santral.
Nükleer ve Güneş
Farklı Dünyaların Oyuncuları
30 bin megavat güneş ve bir o kadar
da rüzgar kurulu gücüne sahip
Almanya'da, sistem artık farklı işliyor.
Güneşin veya rüzgarın çok olduğu
günlerde, bu kaynaklardan üretilen elektrik
miktarı o kadar artıyor ki, serbest piyasada
fiyatları oldukça düşebiliyor. Mart ayında
güneş enerjisinden elektrik üretim rekoru
kıran Almanya'da bu oldu. Talebin arttığı
gün ortasında güneş panelleri şebekeyi
elektriğe boğdu ve azami yük (peak load)
fiyatlarını aşağıya çekti. Spot piyasada
fiyatlar 3,5 avro sente kadar indi. Bu
durum başta nükleer olmak üzere,
esnekliği olmayan baz yük santrallerini
rahatsız ediyor.
Aslında rüzgar ve güneş gibi
yenilenebilir enerji kaynaklarıyla nükleer
arasındaki asıl kavga şebeke üzerinden
oluyor. Baz yük santrallerinin sayısının ve
öneminin giderek azaldığı akıllı şebekelerle
desteklenen bir modele uyum sağlamakta
en çok nükleer santraller zorlanıyor. Bir
nükleer santrali açıp kapamanız, nükleer
reaksiyonu durdurup yeniden başlatmanız
günler alabilir. Nükleer santraller yapı
itibariyle sürekli çalışmak, yakıt değişimine
kadar devamlı elektrik üretmek istiyor.
Yenilenebilir enerji ise doğası gereği daha
esnek. Diğer baz yük santrallerin nükleer
kadar sorunu yok. Onlar da oyunu böyle
oynamak istemiyorlar ama bir doğalgaz
santralini açıp kapatmak nükleer kadar zor
değil. Doğalgaz santrallerinin ilk yatırım
maliyetlerinin kW kurulu güç başına 1000
dolar seviyesine geldiği günlerde elektrik
üreticisi şirketler de bu durumdan çok
şikayetçi değil. Nükleerin karşılaştığı tek
sorun bu yeni sisteme “uyum” sorunu da
değil. Fiyat rekabetinde de nükleer enerji
zor günler yaşıyor. Tablo2 yenilenebilir
enerji kaynakları için farklı ülkelerden
derlenmiş üretim maliyetlerini gösteriyor.
Türkiye’de, hem işçilik hem de yenilenebilir
enerji potansiyellerin güçlü olması
nedeniyle (güneşlenme süresinin uzunluğu
gibi) bu rakamların daha aşağısında üretim
maliyetlerine ulaşmak da mümkün. Bir de
bu karşılaştırmayı nükleer santralin en
erken elektrik üreteceği tarih 2020’deki
yenilenebilir enerji fiyatlarıyla yapmak
lazım. Temiz enerjide teknoloji sürekli
geliştiği ve ilk yatırım maliyetleri hızla aşağı
çekildiği için aşağıdaki fiyatların da altında
rakamları görmek mümkün olacak.
Halihazırda 12,35 sentin altında üretim
yapabilen biyokütle, jeotermal, rüzgar gibi
NÜKLEER
enerji kaynaklarına o tarihlerde güneş
enerjisini ve hatta yakın bir tarihe kadar
adından dolayı espri konusu olan “dalga
enerjisini” de ekleyebileceğiz. Bugün “ucuz
nükleer” diye yola çıkanların yerinde olsam
o tarihlerde uzun bir yurt dışı seyahatine
çıkardım.
Söküm ve Atık Maliyetleri
Söküm maliyetinin ilk yatırım maliyeti
kadar gündeme gelmemesi, sökülme
işlemine reaktör yapıldıktan 40-60 yıl (hatta
daha geç) sonra başlanacak olmasından
kaynaklanıyor. Genelde devletler, işletmeci
firmadan söküm ve atık için gerekli parayı,
üretime geçtikte sonra yavaş yavaş
ödemesini ister. Türkiye'nin Rusya
Federasyonu ile yaptığı anlaşma da bu
temele dayanıyor ama özellikle nükleer atık
konusunda ciddi belirsizlikler görülüyor.
Atıkların Türkiye'de mi kalacağı, Rusya'nın
yasalarına rağmen oraya mı gönderileceği
belli değil. Akkuyu NGS A.Ş. Adlı Rosatom
bünyesindeki şirketin Türkiye'de “halkı
bilgilendirmek” için kurduğu internet
sayfasında aynen şu satırlar yazılı:
“Nükleer santralde kullanılacak tüm yakıt
Rusya’dan getirilecek. Atıklar da yine
Rusya’ya geri gidecek. Atıkları Türkiye
satın almak isterse, Türkiye’de de
kalabilecek”. Şirket, imza attığı uluslararası
anlaşmanın 10. maddesinin 9. bendiyle
çelişiyor. Bu maddede, “Proje Şirketi, ESA
çerçevesinde TETAŞ tarafından alınan
elektrik için kullanılmış yakıt ve radyoaktif
yakıt yönetimi hesabına 0.15 ABD
senti/kWh ve işletmeden çıkarma hesabı
için 0.15 ABD senti/kWh tutarında ayrı bir
ödeme yapar. ESA dışında satılan elektrik
için Proje Şirketi yürürlükteki Türk
kanunları ve düzenlemeleri uyarınca gerekli
ödemeleri ilgili fonlara yapacaktır” deniyor.
Kullanılmış yakıtlar Rusya’ya
götürülecekse, neden TETAŞ’a para
veriliyor? Nükleer atıklar (yakıt yerine
nükleer atık demek daha doğru olur) “bir
şekilde” Türkiye'de kalacaksa, Türkiye bir
de bunun için para mı ödeyecek? Bu
kadar önemli bir konunun, santrale beton
dökülme aşamasına gelindiği şu günlerde
bile çözülmemiş olması kaygı verici.
Atıkları satın alacaksak bunun da bir
maliyet kalemi olacağını ve tarihe
geçeceğimizi belirterek söküm
masraflarıyla ilgili bir hesap yapalım. Yılda
40 milyar kWs elektrik üretmesi beklenen
Akkuyu NGS’den üretilen her kWs için
0,15 ABD sentini söküm masrafları için
ayırması anlaşmada isteniyor. Santralin
verim kaybı, çalışmayacağı ayları da
hesaba katarsak 60 yılda 3 milyar dolara
yakın bir paranın bu fona ayrılacağını
söyleyebiliriz. Dünya Nükleer Birliği söküm
bedelinin ilk yatırım maliyetinin yüzde
15’ine denk düşebileceğini söylüyor. Bu da
tam 3 milyar dolara denk düşüyor. Siz de
fark etmişsinizdir ki, yatırım maliyetinin
gerçek yatırım maliyeti olup olmadığını,
santralin sökümünün hangi standartlara
uygun bir şekilde yapılacağını bilmeden bu
rakamın yeterli olup olmayacağı
konusunda bir yorum yapmak zor.
Santralin bazı parçalarının yüksek seviyeli
atık muamelesi göreceğini de biliyoruz.
Atıkların ne yapılacağı bile belli değilken,
sadece bu yüzdesel hesaba bakarak bir
tahminde bulunmak doğru olmaz. Maliyet
kadar bu belirsizlik de önemli. Elinizde 240
bin yıl radyoaktif kalan atıklar var ama
bunu ne yapacağınızı belirlememişsiniz.
Yakıt Maliyeti ve Kaza
Yakıt maliyeti nükleer santraller için
elektrik üretim maliyetinin yüzde 10 ila 15’i
arasında değişiyor. Farklı kaynaklarda farklı
rakamlar var ama bu yazıda bahsetmeye
çalıştığım diğer kalemlere göre yakıt
maliyetini tahmin etmek veya hesaplamak
daha kolay. Uranyum fiyatlarına endeksli
bir hesaplama yapmanız gerekiyor.
Fukuşima öncesi nükleer reaktör sayısının
hızla artacağını uman nükleer endüstri
uranyum fiyatlarının da aynı oranda
artacağını düşünüyordu. Sınırlı uranyum
rezervlerine ve madenlere de ilgi artmıştı.
Uranyum rezervlerinin sınırlı olması yeniden
işleme gibi yakıt maliyetini arttıran
yöntemlerin de daha sık gündeme
gelmesine neden olmuştu. Fukuşima
sonrası birçok ülkenin nükleerden çıkış
kararı alması bu eğilimi değiştirdi. Yakın
zamanda fiyatlarda çok ciddi bir artış
beklenmiyor. Yakıt konusunda bir başka
sorun yakıtın fiyatından çok yakıt
fabrikalarının belli ülkelerin tekelinde
olması ve her reaktör tipinin farklı yakıt
ENERJİ
HEM ÇERNObİL HEM DE
FUKUŞİMA’DA GÖRÜLDÜĞÜ
Gİbİ SADECE TEMİZLİK
ÇALIŞMALARININ TUTARI
bİLE 300-350 MİLYAR DOLARI
bULAbİLİYOR. bU NEDENLE
HİÇbİR SİGORTA ŞİRKETİ bİR
NÜKLEER SANTRALİ
SİGORTALAMAYA
YANAŞMIYOR.
çubukları kullanmasıyla ilgili. Tek
tedarikçiye bağımlılık burada “dışa
bağımlılık” konusunu gündeme getiriyor.
Bu aşamada değineceğim son konu,
kaza olması halinde ortaya çıkacak
maliyet. Hem Çernobil hem de
Fukuşima’da görüldüğü gibi sadece
temizlik çalışmalarının tutarı bile 300-350
milyar doları bulabiliyor. Bu nedenle hiçbir
sigorta şirketi bir nükleer santrali
sigortalamaya yanaşmıyor. Hiçbir özel
şirketin devlet desteği olmadan böyle bir
maliyetin altından kalkması da mümkün
değil. Nükleer kazadan sonra bir mucize
eseri hiç can kaybı yaşanmasa bile, yatırım
riski bu kadar büyük bir girişimin “normal
şartlarda” serbest piyasa koşullarında
gerçekleşmesini beklemek aslında bir
hayal. İlk yatırım maliyeti, faiz oranları,
inşaatın süresi gibi değişkenler nükleer
santrallerin elektrik üretme maliyetlerini
ciddi oranlarda etkileyebiliyor ancak bir
kaza olması halinde asıl fiyat ortaya çıkıyor.
Bırakın büyük çaplı bir kazayı, ufak bir
radyoaktif sızıntının gerçekleşmesi halinde
bile nükleer santral aylarca kapatılabilir.
(Belçika’da şu günlerde olduğu gibi)
İşletme riskinin sadece sağlık açısından
değil iktisadi açıdan da ne kadar riskli
olduğunu anlamak için bu faktörü
unutmamak gerek. Nükleer enerjinin şeffaf
ve serbest bir piyasanın oyuncusu
olmadığı açık. Sübvansiyonlar, sızıntı ve
kazaların boyutlarını gizleyecek denetime
kapalı otoriter rejimler nükleer enerji için
tercih nedenidir. Bu nedenle kaça patlar
sorusuna yanıtım kısaca “çok pahalıya”
olacak.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Kentsel Dönüşümü Nasıl Okumalı?
KENT YOKSULLARINI DIŞLAMANIN ÖTEKİ ADI:
KENTSEL DÖNÜŞÜM
. Mehmet Güzel,
[email protected]
SON ZAMANLARDA GÜNDEMDE ÖNEMLİ
bİR YER TUTAN KENTSEL DÖNÜŞÜM
PROjELERİNİ, OLASI bİR DEPREME
KARŞI DAHA SAĞLAM YAPILAR
OLUŞTURMA vE HER YÖNÜYLE
YAŞANAbİLİR KENT YARATMAYI
AMAÇLAYAN bİR PROjE OLARAK
TANIMLAMAMANIN YANI SIRA;
ZAMANLA DEĞER KAZANAN
MAHALLELERDE RANT ELDE ETMEK vE
bURALARDA YAŞAYAN KENT
YOKSULLARINI ŞEHRİN NİTELİKSİZ
ALANLARINA TAŞIMANIN vE KENTİN
NİMETLERİNDEN MAHRUM
bIRAKMANIN DİĞER ADI ŞEKLİNDE
OKUMAK DA MÜMKÜN.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
D
ergimizin ilk sayısında
gündemimizde yer alan ‘Kentsel
Dönüşüm’ konusunu ikinci
sayımızda mercek altına alıyoruz.
Bu yazımızda kentsel dönüşümün genel
çerçevesini çizerek, yakın zamanda
“Kentsel Dönüşüm Yasası” ile birlikte
hızlanacağa benzeyen dönüşümün
toplumsal, teknik, ekonomik boyutlarını
mercek altına aldık. İstanbul’da kentsel
dönüşüm denilince sıkılıkla gündeme gelen
Sarıyer’in Derbent Mahallesi örneği ile de
dönüşümün daha somut göstergelerini
çözümlemeye çalıştık.
Uzun süre “kentsel dönüşüm yasası”
olarak tartışılan “Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkında
Kanun”un 31 Mayıs 2012 tarihinde Resmi
Gazete’de yayınlanmasıyla yasal zemini
oluşturulan ve uygulama alanı daha da
genişletilen kentsel dönüşüm projelerinin,
canlı bir organizma olan kenti ve buralarda
yaşayan binlerce insanı fiziki, sosyal ve
ekonomik yönden nasıl etkileyeceği
konusu bizi soru işaretleriyle dolu bir
süreçle karşı karşıya bırakmaktadır.
Kentsel dönüşümün hangi amaçlarla ve
kimler için yapılacağı ve projelerin kabul
edilebilirliği konusundaki belirsizlik kentsel
dönüşüme eleştirel yaklaşmayı zorunlu
kılmaktadır.
Kentsel dönüşümde esas amaç, afet
riski taşıyan alanların ve gecekondu
mahallelerinin yaşanabilir alanlara
dönüştürülmesini sağlamak olması
gerekirken, yeni yasayla kentsel dönüşüm
amacının dışına çıkıyor. Maalesef kamu
yararının göz ardı edildiği kentsel
dönüşümden, rant yaratma ve ortaya
çıkan değeri paylaştırma aracı olarak
yararlanılmaktadır.
Kentsel dönüşüm hız kazanıyor
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar’ın yapmış olduğu son
açıklamalara göre kentsel dönüşüm Ekim
ayı itibariyle başlayacak. “Kentsel
Dönüşüm Yasası” kapsamında 5 Ekim’de
İstanbul, İzmir ve Kocaeli başta olmak
üzere 33 ilde aynı anda çok sayıda konut
ve işyerinin yıkılacağını belirten Bakan
Erdoğan Bayraktar, İstanbul’da yıkımın ilk
etapta 7-8 ilçede başlayacağını söyledi.
Bunun anlamı İstanbul’un çeşitli
mahallerinde dönüşüm adı altında artık
KENTSEL DÖNÜŞÜM
GÜNCEL
Fotoğraf: Mustafa Ayra
yıkımların başlama ihtimali çok yüksek.
Yıkımlarla birlikte dönüştürülecek alanlarda
yaşayan insanların projelerde nasıl
konumlanacakları merakla bekleniyor. Bu
noktada afet yasasıyla entegre bir şekilde
ilerleyecek olan kentsel dönüşüm
projelerinin özellikle binaları dönüştürürken
toplumsal dönüşümü nasıl sağlayacağını
ve sonuçlarının neler olacağını ise zamanla
göreceğiz.
Bizim kentsel dönüşümümüz
Kentsel dönüşüm; en yalın haliyle
fiziksel, sosyal ve ekonomik değişimlerden
dolayı sorun teşkil eden ve o çevrede
yaşayanlara sağlıklı yaşam alanları
sunmakta geri kalan bölgelerin yeniden
geliştirilmesiyle kente tekrar sosyal,
ekonomik ve fiziksel yönden uyum
sağlamasını amaçlayan bir müdahale
biçimi olarak tanımlanabilir.
Avrupa’da kentsel dönüşüm modelleri,
fiziksel açıdan savaşların kentleri tahrip
etmesi ve ağır sanayinin zamanla şehrin
dışına taşınmasıyla ortada kalmış alanların
dönüştürülmesi ihtiyacı ile ortaya çıkmış bir
süreci ifade eder. Türkiye’de ise yaşanan
deprem felaketinden sonra gündeme
gelmiş bir konudur. Ülkemizde kentsel
dönüşüm kavramı, özellikle 1999 Marmara
Depremi sonrasında kentlerin başta
deprem olmak üzere doğal afetlere
yeterince dayanıklı yapılardan oluşmadığı
gerçeğinin ortaya çıkmasıyla bir planlama
aracı olarak önem kazanmıştır. Ancak
kentsel dönüşüm, zamanla büyük kentlerin
içinde kalan yoksul gecekondu
mahallelerinin dönüştürülmesi, kentin
dışına çıkarılması ve buralarda oluşan
rantın paylaşılması aracına dönüşmüştür.
Modern toplumsal yaşamın
vazgeçilmez mekanı olan kentler, zamanla
yaşlanır ve yıpranırlar. Kentsel dönüşüm
denilen uygulamalar tam da bu noktada
devreye girer. Bütün dünyada özelikle
gelişmiş batı ülkelerinde farklı biçim ve
tekniklerde uygulama olanağı bulunan
kentsel dönüşümün sağlıklı ve
sürdürülebilir kentler için yaşamsal bir
zorunluluk haline geldiği sıklıkla
vurgulanmaktadır. Tüm dünyada
uygulanan kentsel dönüşüm projeleri,
uygulandıkları alan ve yöntem yönünden
farklı olmalarına rağmen; hepsinin amacı
KENTSEL DÖNÜŞÜM EN YALIN
HALİYLE FİZİKSEL, SOSYAL vE
EKONOMİK DEĞİŞİMLERDEN DOLAYI
SORUN TEŞKİL EDEN vE O ÇEvREDE
YAŞAYANLARA SAĞLIKLI YAŞAM
ALANLARI SUNMAKTAN GERİ
KALAN ALANLARIN YENİDEN
GELİŞTİRİLEREK KENTE TEKRAR
SOSYAL, EKONOMİK vE FİZİKSEL
YÖNDEN UYUM SAĞLAMAYI
AMAÇLAYAN bİR MÜDAHALE bİÇİMİ
OLARAK TANIMLANAbİLİR.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜM
toplumsal fayda, planlı ve sağlıklı
kentleşmedir.
Ancak Türkiye’de kentsel dönüşüm
projelerinin bu temel amaçlara hizmet
ettiğini, toplumsal, fiziksel ve ekonomik
boyutları başta olmak üzere bütün
yönleriyle kabul gördüğünü söylemek
oldukça güç. Bunun temel nedeni
dönüşüm projelerine karar veren
yöneticilerin, kentsel dönüşüme bakış
açısında ve dönüşümün hangi boyutunu
önemsediklerinde gizli. Mevcut kentin
yapısına, burada yaşayan insanların
fiziksel, sosyal ve ekonomik geleceği
üzerine ve buna bağlı olarak da kentin
bütün kültürel dokusuna etki eden kentsel
dönüşüm projelerinde yukarıda saydığımız
amaç ve kriterlerin fazlasıyla göz ardı
edildiğini söyleyebiliriz.
Dönüşmek istemeyenleri
“dönüştürmek” ne kadar mümkün?
Sürekli hayırlı bir yaklaşım olarak
sunulan “kentsel dönüşüm”, meslek
odalarından, siyasi partilerden, sivil
toplum kuruluşlarından ve en önemlisi de
projelerden birinci derecede etkilenecek
olan vatandaşlardan neden destek
görmüyor? Sulukule ve Balat’ta
yaşananlar en çarpıcı örnekler olarak
karşımızda duruyor. İnsanları tatmin
etmediği gibi yargıdan dönen bu projeler,
kentsel dönüşüm söylemine olan güveni
iyice sarsıyor. Çünkü somut örneklerde de
görüldüğü gibi kentsel dönüşümün,
mevcut şehrin yapısına, burada yaşayan
insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik
geleceği üzerine, buna bağlı olarak da
kentin bütün kültürel dokusuna yaptığı
etkileri gerçekçi olarak dikkate alınmıyor.
Ayrıca katılımcılığı dışlayan, kamu yararını
hiçe sayan, planlı, sağlıklı ve yaşanabilir bir
kentleşmeyi temel anlayış olarak
benimsemeyen projelerin hayata
geçirilmeye çalışılması toplumsal barış ve
adalet duygusunu her defasında derinden
yaralıyor. Meslek odaları, sivil toplum
kuruluşları, üniversiteler kentlerimizin afete
karşı büyük risk taşıdığı konusunda
hemfikir. Ancak bu riskli alanların
dönüştürülürken esas amacın riskleri
ortadan kaldırmaktan ziyade yeni rant
alanları yaratılmakta olduğunda ısrarlı.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Binalar mı, insanlar mı
dönüştürülüyor?
Kentsel dönüşümün toplumsal/insani
boyutuyla ilgili olarak uzmanların birleştiği
nokta: kentsel dönüşümün ekonomik,
sosyolojik, kültürel, tarihsel, siyasal ve her
şeyden önemlisi insani boyutları da içeren
bir konu olduğudur. Dolayısıyla, projeler,
dönüşümün gerçekleştirildiği alanlarda
yaşayanların daha sağlıklı, insanca
yaşanabilir bir yaşam alanı özlemini
dikkate almalı ve yıllarca yaşadıkları yerleri
yoktan var etmiş olan bu insanların
haklarına saygı göstermelidir. Bugün
yapılan ve uygulamaya geçirilen kentsel
dönüşüm projeleri ise söz konusu faktörleri
dikkate almamasının yanında, hem çevre
hem de insan açısından başka bir duruma
işaret etmektedir. Kentsel dönüşüm adı
altında gerçekleştirilenler, hakkaniyet
ölçüsünden uzak, ranta dayalı, insan
ihtiyaçlarını geri plana iten ve kamuya
yararı tartışmalı projeler olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Nasıl Bir Kentsel Dönüşüm Modeli?
Afet riskine karşı sadece fiziksel
yapının dönüştürülmesi ile
sınırlanamayacak kentsel dönüşümde,
başta sosyal/insani, ekonomik, kültürel,
hukuki ve teknik boyutlar birlikte
düşünülmediği için insanların kente
entegre edilmesinden çok kentten
dışlanması ve ötekileştirilmesi temel sorun
olarak dikkat çekiyor. Hal böyle olunca da
kentsel dönüşüm nerede uygulanmaya
kalkışılırsa orada büyük bir dirençle
karşılaşıyor.
Hiçbir dönüşüm modeli projeyi
uygulayacak taraflar olmadan hayata
geçirilemez. Kentsel dönüşüm sürecinde
karar verici ve uygulayıcı ötesindeki kamu
kuruluşları, özel kurumlar kadar bu sürece
kullanıcılar olarak halkın katılımının da
sağlanması kentsel dönüşümün başarıyla
sonuçlanmasının temelidir. Dönüşüm
projeleri her alanın, semtin, mahallenin
öznel koşulları ve özellikleri dikkate
alınarak kapsayıcı bir yaklaşımla ele
alınmalıdır.
Bütüncül planlamanın eksikliği, kamu
yararı gözetilmemesi ve rant elde etme
kaygısı, sağlıklı bir kentsel dönüşümün
önündeki engeller olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri,
insan odaklı yaklaşımlar geliştirerek,
yerelde yaşayanların sürdürülebilir bir
şekilde sosyal ve ekonomik gelişimine
katkı sağladığı ve bu güveni insanlara
verdiği zaman başarılı olabilir.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE HUZURSUZLUĞUN ADI:
DERBENT MAHALLESİ
Yıllardır bir gecekondu mahallesi olarak
varlığını sürdüren ve sürekli müdahale
edilmek istenen bir mahalle olan Sarıyer’in
Derbent (Çamlıtepe) Mahallesi bu günlerde
yeni bir kentsel dönüşüm projesi ile yine
gündemde. Ancak değişen pek fazla bir şey
yok. Derbent halkı projeye yine mesafeli,
yine tepkili, yine şüpheyle bakıyor. Çünkü
ortada bir proje var, ama projeden en fazla
etkilenecek mahalle sakinleri, projenin
kendilerine ne getireceğini, geleceklerini
maddi manevi nasıl etkileyeceğini tam olarak
bilmiyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş, geçtiğimiz aylarda ziyaret ettiği
Derbent Mahallesi'nde yaptığı açıklamalarla
kentsel dönüşümün başlayacağı sinyallerini
vermişti. Bu gelişmelerin ardından geçtiğimiz
günlerde ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi
tarafından ilk adım atıldı. Kentsel dönüşüm
alanı ilan edilen Derbent Mahallesi’ndeki
vatandaşların tahliye edilerek yeni binaların
inşa edilmesi için Büyükşehir Belediyesi ile
mahallede önemli bir paya sahip olan bir
kooperatif arasında protokol imzalanmasına
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden
onay çıktı. Peki, Derbent’te nasıl bir
dönüşüm yaşanacak? Derbentliler bu
durumu nasıl değerlendiriyor? Mahallelerinde
gündeme gelen dönüşüm projesini
değerlendiren vatandaşlar yeterince
bilgilendirilememekten ve projeye dahil
olamamaktan şikayetçi.
Mahallede bu sene başında gecekondu
ve mülkiyet sorununun çözümünde ortak
hareket etmek için kurulan Sınırlı Sorumlu
Çamlıtepe Mahallesi Yapı Kooperatifi ve
mahallenin önemli dayanışma mecralarından
biri olan Çamlıtepe Mahallesi Güzelleştirme
Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
etrafında toplanan vatandaşlar, meslek
odaları, hukukçular ve akademisyenlerle
birlikte hareket ederek dönüşüm planına
itirazda bulundular.
Derbentte yapılmak istenen
“gecekonduların dönüşümüne ilişkin imar
planına” çekincelerini verdikleri bine yakın
dilekçeyle belirten vatandaşlar, dönüşümün
kendilerini tatmin etmediğinde ısrarlı.
Vatandaşların hayatlarını yıllardır sürdürdükleri
konutların ve yaşam alanlarının dönüşümüne
ilişkin olarak hazırlandığı savunulan planda
izlenecek süreç, uygulama, hak sahipliği ve
önerilen konut alanları konusunda önemli
belirsizliklerin olduğu belirtiliyor. İşte
vatandaşların dönüşüm planıyla ilgili çekince
ve gerekçeleri:
Yasaya aykırı bir plan
Derbent sakinleri, askıya çıkan ve itirazda
bulundukları planın, pafta ve notlardan ibaret
olduğu ve bir plan raporu olmadığını,
kararların nasıl alındığına, karar almak için
hangi araştırmaların yapıldığına ve
uygulamanın nasıl gerçekleşeceğine dair
ipucu bulunmadığını belirterek, planın yasaya
aykırı olduğunu savunuyor.
Mahalle esnafı yok sayılıyor
Yapılan plan dâhilinde ticaret kullanım
alanı yer almamaktadır. Mevcut ticari
fonksiyonlar yok sayılmıştır. Şu an hali
hazırda mahallede çok sayıda esnaf
bulunmaktadır. Ancak planda esnaf varlığı
ekarte edilmekte, geleceklerine dair bir öneri
sunulmamaktadır. Mahallelerde gündelik
yaşamın önemli bir parçası olan esnafların
mahalleli ile kurduğu güçlü ekonomik ve
sosyal bağların nasıl sürdürüleceği
belirsizliğini koruyor.
Derbent’in değişen yüzü:
Kenar mahalleden, ‘değer’
kazanan mahalleye
40 yıl önce taksilerin yakınına
gitmekte tereddüt ettiği, patika yollarla ulaşılan, ucuz işgücü olarak
düşünülen yoksul insanların yaşamaya çalıştığı mahallere ne oldu da
bugün değere bindi? Asgari
koşullarda yaşamaları için temel
altyapı hizmetleri verilen, bir anlamda meşrulaştırılan bu ‘yığınlar’
bugün neden cefasını çektikleri yerlerden dışlanmak, başka semtlere
sürülmek isteniyor? Çünkü yıllar
önce göçle gelen ve sanayiye ucuz
işgücü olarak şehrin ücra noktalarına yerleştirilen insanlara bugün
fazla ihtiyaç kalmadı. Şehir büyüdü
ve onları içine aldı. Onların yaşadıkları yerler artık çok değerli merkezler
olmaya başladı. Bunlara en güzel
örneklerden biri de Derbent Mahallesi.
Gecekondulaşmanın 1980 ve
1990’lı yıllarda büyük boyutlara
ulaştığı Derbent, bugün İstanbul’un
kuzeye doğru genişlemesi, mahallenin hemen yanı başına metro istasyonunun açılması, Acıbadem
Hastanesi’nin yapılması, MESA Evleri ve Maslak finans aksına yakınlığı
ile 90’lı yılların sonlarından itibaren
değer kazanmış ve konum itibariyle
önemli bir rant alanı haline gelmiştir.
Sosyal ilişkiler ve
gündelik hayata müdahale
Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan’ın da
belirttiği gibi, mahalledeki sosyal ilişkilere ve
gündelik hayatın kurgusuna yönelik bir
çalışma yapılmamasından dolayı, önerilen
yüksek katlı yapı stoku ile bahçeli ve
çoğunlukla müstakil evlerde yaşamaya
alışmış mahallelinin nasıl uyum içerisinde bir
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜM
ÇOĞUNLUKLA YOKSUL İNSANLARIN YAŞADIĞI bU MAHALLEDE
SOSYAL vE İNSANI bOYUT YOK SAYILARAK bİR DÖNÜŞÜM NE
KADAR SAĞLIKLI vE MÜMKÜN OLAbİLİR?
yaşam süreceği ve sosyal ilişkilerini nasıl
etkileneceği konusunda bir öneri
bulunmamaktadır. Yakın çevrede var olan ve
olması muhtemel lüks konutlardan oluşan
kapalı sitelerle mahalleli için yapılması
öngörülen sosyal konutların nasıl bir arada
huzur içerisinde yaşayacakları sorusu da
yanıtsız bırakılmış.
Hazırlanan imar planlarının halkın
gelecekte nasıl bir yaşam süreceğine dair
düzenlemeleri geliştirmesi beklenir. Bu
düzenlemelerin açık ve anlaşılır bir şekilde
geliştirilmesi gerekir. Ancak Derbent’teki plan
birçok konuyu belirsiz bırakmaktadır. Bugüne
kadar yapılan uygulamalar gecekondularda
yaşayan mahalle sakinlerini memnun
etmemiştir. Çünkü gecekondu sorunu
bütünden koparılmış, yalnızca bina ve parsel
bazında çözüm üretilmeye çalışılmış, ancak
sağlıklı bir çözüme ulaşılamamıştır.
Hala çoğunlukla yoksul insanların
yaşadığı bu mahallede sosyal ve insani boyut
yok sayılarak bir dönüşüm ne kadar sağlıklı
ve mümkün olabilir? Projenin ayrıntıları
geldikçe bunu daha net görmeye
başlayacağız.
“Dışlanmak, sürülmek istemiyoruz”
Derbent’te yaşayanlar bulundukları yerin
değerlendiğinin farkında ancak, onların amacı
kar etmek, değerden pay almak değil.
Yıllardır yaşadıkları, bütünleştikleri
mahallelerinde yaşamaya devam etmek.
Dışlanmamak, sürülmemek, işgalci sıfatı ile
anılmamak. Dönüşüm planına itiraz ettikleri
gün görüşlerini aldığımız mahalle
sakinlerindeki ortak eğilim, projenin kendi
gerçeklerini yansıtmadığı yönünde.
“Biz işgalci değiliz”
Mülkiyet sorununu çözmek için
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Derbentliler tarafından kurulan Sınırlı Sorumlu
Çamlıtepe Mahallesi Yapı Kooperatifi’nin
Başkanı Aydemir Görmez, mahallerinde
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin ortak bir
gecekondu dönüşüm projesi hazırladığını
belirterek, “Bizim haberimiz geç oldu. Proje
bizi ilgilendiriyor ama içeriğini bilmiyoruz. Kaç
metrekare, ne olacak, ne bitecek? Belli değil.
Planın askı süresi dolmadan bine yakın
dilekçe ile itiraz ettik. Anladığımız kadarıyla
burada sermayenin, rantın çıkarını korumak
amaçlanıyor, halkın haklarından bahseden
yok. Biz dersimizi çalıştık, bilinçli bir şekilde
mahalleli olarak dayanışma halindeyiz.
Mimarlar, mühendisler, şehir plancıları ve
hukukçulardan görüş alarak hareket
ediyoruz” dedi.
“Ötelenmek İstemiyoruz”
Mahallelerinde insanca yaşamak
istediklerinin altını ısrarla çizen, Kooperatif
Başkanı Aydemir Görmez, “Ötelenmek
istemiyoruz. Sığıntı olmak istemiyoruz. Burası
bir mahalle, esnafı var, bakkalı var, sokağı
var, kahvesi var, biz toplu konutta, sitede
yapamayız. Derbent’ten gitmek bizi aşar.
Böyle bir çözümü konuşmuyoruz dahi.
Haklarımızı alana kadar kooperatif olarak
vatandaşlarla, derneklerle, hep birlikte
mücadelemizi sürdüreceğiz. Dönüşüm adına
doğru işler yapılmasına ve diğer mahallelere
de örnek olmak istiyoruz” diye konuştu.
“Sosyal devlet olmuş
kapitalist devlet”
Mahalledeki bir kahvehanenin önünde
yakaladığımız Ahmet Atay ise devletin
kendilerine sahip çıkmadığını belirterek,
“Devlet kimden yana bilmiyorum, sosyal
devlet olmuş kapitalist devlet” diyerek bir
Kooperatif Başkanı Aydemir Görmez
anlamda dönüşümdeki amaç ve niyetlerin ne
olduğunu özetliyor. 1974’den beri bu
mahallede yaşadığını söyleyen Ahmet Atay,
“Sadece bir keçi yolu vardı. Yolumuzu
kendimiz yaptık. Su yoktu, elektrik yoktu, biz
buraları yoktan var ettik. O yıllarda acaba
buradan bir gün minibüs geçer mi? diye
hayal kurardım; çünkü o günlerde buralara
bakan olmazdı. Bizi zamanla burada meşru
kılan da devletin kendisidir” diyor.
“Çözümün içinde biz de olalım”
Çözümün içinde olmak istediklerini
vurgulayan Ahmet Atay, “Biz bugün burada
çözüm istiyoruz. Derdimiz çözüm bizi
kapsasın, memnun etsin. Burada doğdum
büyüdüm, buradan gitmek asla istemiyorum.
Burada ölürüm. Bizim için buradan gitmek
yıkım olur. Kimle kaynaşacağım bu yaştan
sonra, bütün komşularım burada. Diyalog
kurmam mümkün değil, bunu da hesaba
katmak lazım. Ha diri diri mezara girmişim ha
KENTSEL DÖNÜŞÜM
mahallemden başka bir yere gitmişim.
Komşuluk, dayanışma biter. Buradan
gidenler de oldu ama onlar şimdi ağlıyor.
Kentsel dönüşüm, yaşanabilir olmalı, asla
boşaltım olmamalı, bizim razı olmadığımız bir
şeyi kabul etmiyoruz. Borçlandırma
olmamalı” dedi.
GÜNCEL
Meslek odaları kaygılı
ŞEHİR PLANCILARI ODASI:
“ PLANSIZ VE DENETİMSİZ YAPILAŞMA
POLİTİKALARI SÜRDÜRÜLÜYOR”
“Rantsal dönüşüm istemiyoruz”
Mahallelerinde daha önce yaşanan
yıkımlarda polisle karşı karşıya geldiği için
kendisine dava açıldığını belirten Ergün
Yakışır ise haklı bir mücadele verdiklerini ve
barınma hakkı için uğraştıklarını ifade ediyor.
Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüm
olarak tanımlayan Ergün Yakışır, “Dönüşüm
olacaksa bu mahalle için olmalı, dışarıdan
gelecek elit ve zenginler için olmamalı.
Büyükşehir Belediyesi’nin projesinde 4 konut
alanı var, bize düşen Derbent’in en kötü
yerleri, böyle olmamalı. Biz yıllardır buradayız,
bize layık görülen bu olmamalı. Kentsel
dönüşüm Sultançiftliği’nde olur,
Gaziosmanpaşa’da olur, çünkü oraya zengin
gitmez, rant olmaz orda. Güzelliğin paranın
olduğu yeri tercih ediyorlar. İnanın, bize layık
görülen toplu konutlardaki 65 metrekarelik
daireler gecekondudan daha kötü. Bu
mahallede yaşayan biri olarak 3+1 ev
istiyorum, önünde parkı, yaşam alanı olsun,
spor sahası olsun, çocuklarım nefes alsın.
Gerçek bir yaşam alanı istiyorum, Toplu
konutların olduğu Kayabaşı’na gittim, bir
tane ot yetişmiyor orada, ulaşım yok öyle
olacağına hiç olmasın.
Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”la ilgili
değerlendirmesini yayınladığı bir broşürle
kamuoyuna deklare eden TMMOB Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi, yeni yasa
ile mevcut plansız ve denetimsiz yapılaşma
politikalarının sürdürüleceğini belirtti.
Şehir Plancıları Odası, ülkemizdeki
yapıların önemli bir bölümünün afet riski
taşıdığını, risklerin ortadan kaldırılması için
acil önlemler alınması gerektiğinin tartışmasız bir gerçek olduğunun altını çizerken,
ancak yapılmakta olan düzenlemelerin
yanıltıcı ve riskleri azaltmaktan uzak olduğu
görüşünü savundu.
“Kentsel Dönüşüm Yasası” ile ilgili olarak
birçok noktanın vurgulandığı değerlendirmede, düzenlemenin şeffaflık içermediği ve esasa amacın farklı olduğu,
katılımcılığın göz ardı edildiği “yaşayanların
düşünceleri, sosyal ve ekonomik durumları,
kararlara katılımlarının dikkate alınmadığı”
ifadelerine yer verildi. Odanın yayınladığı
broşürde ayrıca şu çekincelere yer verildi:
“Rant kaygısı kamu yararının
önüne geçmemeli”
Ergün Yakışır
Yasa, kamu yararı yerine rant kaygısı
taşımaktadır. Rantı yüksek bölgelerde yer
alan ve gerçek mülkiyeti yurttaşlara ait olan
hastane, okul gibi kamu tesislerinin elden
çıkarılmasının önü açılacak. Parklar, okul ve
hastaneler, sosyal ve kültürel tesisler için
ayrılan alanlar azaltılacak, yaşam kalitesi
düşük, sağlıksız kent parçaları oluşturulacak, nefes almak zorlaşacak.
Anayasaya uygunluğu konusunda da
önemli eksikleri olan yasa ile temel barınma
hakkını savunmak zorlaşacak. Halkın ve
diğer ilgililerin bilgilenme, katılım ve itiraz
hakları ellerinden alınacak. Uygulanma aşamasında barınma hakkını savunanlar ve
dayatılan anlaşmaya karşı çıkanlar cezalandırılacak.
Projelere toplumsal katılım şart
“Oysa halkın güvenliğini ve mutluluğunu
gerçekten sağlayacak kamu yararına dönük
çözümler üretmek mümkün” görüşünü
savunan şehir plancıları odası şu önerilerde
bulunuyor:
“Her şeyden önce, proje uygulanırken,
katılım, şeffaflık, sağlıklı bilgi altyapısı gibi
demokrasi kültürünün vazgeçilmez bileşenleri ve yaşanabilirlik ilkeleri yok sayılmamalı.
Yasal düzenlemeler ve uygulamalarda
toplumsal barış ve adalet ilkesi gözetilmeli;
güvenli ve sağlıklı yapı üretimini düzenleyen
hukuk altyapı oluşturulurken, ilgili ve bilgili
tüm kesimlerin (konunun uzmanı
akademisyenler ve meslek insanları, meslek
odaları, hukukçular, siyasi partiler, bürokratlar, toplum temsilcisi örgütler, özel teşebbüs
temsilcileri ve yurttaşlardan davetli deneyimli
uzmanlar) birikim ve önerilerinden yararlanılmalı, ortak paydaşlar oluşturulmalı. Halk
yaşadığı yeri terk etmek zorunda bırakılmamalı, halkın projelere desteği sağlanmadan,
dönüşümün olamayacağı gerçeğiyle, projelerin tüm kesimleri kapsayan bir katılımla
hazırlanması ve azami mutabakat sağlanmalı.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Afet Yasasının
İlk KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ
AFET YASASI SONRASI HAZIRLANAN İLK DÖNÜŞÜM PLANI DERbENT İÇİN AÇIKLANDI. MAHALLE UZUNCA bİR ZAMANDIR KENTSEL
DÖNÜŞÜM İLE bİRLİKTE ANILIYOR; MAHALLELİ KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ MAHALLELERİNİN DIŞINA ATILACAKLARI, KOMŞULARINDAN
UZAKLAŞACAKLARI, İŞLERİNİ KAYbEDECEKLERİ bIR TEHDİT OLARAK GÖRÜYOR vE ÇEŞİTLİ bİÇİMLERDE DİRENİŞİNİ SÜRDÜRÜYOR.
.
Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan
MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama
[email protected]
Afet yasası sonrası hazırlanan ilk
dönüşüm planı Derbent için açıklandı.
Derbent, Sarıyer ilçesinde bir kooperatif ile
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin arazileri
üzerine kurulmuş bir gecekondu mahallesi.
Mahalle uzunca bir zamandır kentsel
dönüşüm ile birlikte anılıyor; mahalleli
kentsel dönüşümü mahallelerinin dışına
atılacakları, komşularından
uzaklaşacakları, işlerini kaybedecekleri bir
tehdit olarak görüyor ve çeşitli biçimlerde
direnişini sürdürüyor.
Hazırlanan plan incelendiğinde
teknik, sosyal ve ekonomik
çeşitli sorunlarla karşılaşılıyor:
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki
söz konusu planlar mahallede yapılmış
fiziki, sosyal ve ekonomik hiçbir çalışmaya
dayanmıyor. Oysa imar planları belde
halkının ihtiyaçlarını karşılamaya, sağlıklı ve
güvenli bir çevre oluşturmaya ve yaşam
kalitesini arttırmaya yönelik her hangi bir
karar geliştirmeden önce plan yapılacak
bölgenin ekonomik, demografik, sosyal,
kültürel, tarihsel, fiziksel özelliklerini
araştırmakla yükümlüdür; kararlar ancak
bu araştırmalardan elde edilen veriler
kullanılarak geliştirilebilir. Bütün bu
araştırmaların ve kararların geliştirilme
sürecinin paylaşıldığı alan ise plan
raporudur. Plan; pafta, rapor ve notlardan
oluşur. Oysa askıya çıkan ve alenileşen
yalnızca planın paftasıdır. Plan raporuna
ise ulaşılamamıştır. Mahalle içerisinde plan
kararlarına altlık oluşturacak kapsamda bir
çalışma yapılmadığı da bilinmektedir.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Sosyal, ekonomik ve inşa edilmiş çevreye
dair çalışma yapılmaksızın plan kararı
üretmek ancak boş araziler için geçerli
olabilir. İçinde yaklaşık 8000 insanın
yaşadığı mahalle boş bir arazi gibi
planlanmıştır ve bu durum planlamada
bugün gelinen nokta ile kesinlikle
uzlaşamaz!
Buna bağlı olarak değerlendirilmesi
gereken önemli bir mesele; plan sınırları
içerisinde ticaret kullanımının yer almıyor
oluşudur. Oysa mahallede çoğu ana aks
üzerinde olmak üzere 80’in üzerinde esnaf
iş yapmaktadır. Yanında çalışanlarla birlikte
yaklaşık 300 kişilik bir istihdama konu olan
esnaf varlığı bu plan ile yok edilmektedir.
Esnafın ortadan kalkmış olması mahallede
gündelik ihtiyaçların nasıl giderileceği
yönünde bir soruyu da ortaya
çıkarmaktadır. Esnaf ve mahalle arasındaki
güçlü ekonomik ve sosyal bağların yok
olacağı anlaşılmaktadır ve bu durum
mahalle yaşayanları için kabul edilemez
niteliktedir.
Gündelik Yaşam Yok Sayılmış
Yine plan raporu içindeki araştırmalarla
çözümlenmesi gereken mahalle
içerisindeki sosyal ilişkiler ve gündelik
hayatın kurgusuna dair her hangi bir
çalışma yapılmadığı, önerildiği anlaşılan
yüksek katlı yapı stoku ile bahçeli ve çoğu
müstakil evlerde yaşamaya alışmış
mahallelinin nasıl uyum içerisinde bir
yaşam süreceği ve sosyal ilişkilerini
sürdüreceği yönünde her hangi bir öngörü
KENTSEL DÖNÜŞÜM
bulunmamaktadır. Yakın çevrede var olan
ve olması muhtemel lüks konutlardan
oluşan kapalı sitelerle mahalleli için
yapılması öngörülen sosyal konutların nasıl
bir arada huzur içerisinde yaşayacakları da
yine yanıtsız bir soru olarak kalmaktadır.
Bu tartışmalı imar planlarının
uygulanmasına yönelik olarak da
Büyükşehir Meclisinden alelacele bir
protokol geçirildi ve Büyükşehir Başkanı
protokolü imzalamaya yetkili kılındı. Bu
protokole göre hiçbir çalışma yapılmaksızın
depreme dayanıksız ilan edilen
gecekonduların yer aldığı arazi sahibi
kooperatif ile büyükşehir belediyesinin
arazilerinin birleştirilerek bir inşaat alanı
yaratıldığı, bütün alan içerisinde doğu
yönündeki arazilerin –ki toplamın 1/3’ü
kadar, 1600 adet sosyal konut inşaatına
ayrılacağı, diğer alanların ise mülk sahibi
kooperatifin anlaşmalı olduğu yüklenici
firmaya devredileceği anlaşılıyor. Bu arada
geçici konutlar ve kiracılara yardım
paketleriyle bugüne kadar klasikleşen
mağduriyetlerin azaltılmasının hedeflendiği
görülüyor. Planda yer almayan esnafa,
neresi olacağı belirlenmemiş bir alanda
kiralık dükkân önerileceği satır aralarından
anlaşılıyor. Bu arada inşaatların ne zaman
biteceğine dair kesin bir hüküm
bulunmuyor. Yine yapılacak 1600 adet
sosyal konut için her hangi bir ödeme olup
olmayacağı da anlaşılmıyor. Protokolün
dilinden ve getirdiği hükümlerden anlaşılan
kooperatif, yüklenici firma ve büyükşehir
belediyesi bir süredir görüşme halindeler!
mahalleye verilmiş olsaydı, bugünlere
belirsizlik içerisinde gelinmemiş olacağının
altını çiziyor. Dahası, kooperatifin arazisine
yapılan MESA konutları inşa edilirken
mahallelilerle yapılan görüşmelerde
kooperatifin araziye dair başka bir talebinin
olmayacağı yönünde sözlü bir anlaşmadan
bahsediliyor. Bunları bırakalım; bu
mahalleyi kuran, yolunu, altyapısını kısmen
kendi imkânlarıyla getiren, ucuz işgüçleri
ile çevredeki iş kollarını besleyen, bugün
lüks konut sitelerine temizlik, güvenlik vs.
hizmetlerde bulunan bu insanlar; yani
sonuna kadar hak edilmiş bir yaşam
alanından bahsediyoruz. Ancak işgalci
şeklindeki hâkim dil muhtemelen artık
onların oylarına da ihtiyaç duymadığından
ve kentsel dönüşüme karşı genel
kamuoyundaki rızayı oluşturduğundan,
kurulu mahalleyi olduğu gibi içinde
yaşayanlarıyla beraber yok sayıyor ve
onlarla masaya oturmuyor! İktidar ve
sermaye ortaklığı denen şey tam da bu
olsa gerek! Bu yok saymanın neticesinde,
hem iktidarın –krize yöneldiğini
düşündüğüm- inşaat sektörüne
odaklanmış ekonomik büyüme senaryoları,
hem de -bireyselleşmiş bir tüketim
toplumunu hedefleyen- yeni orta sınıf
dinamiklerinin artık gecekondu
yaşayanlarını etkilemeye başlaması da
önem taşıyor.
GÜNCEL
Gecekondu İnsanına
İşgalci Gözüyle Bakmak Hatadır
Ekonominin dinamikleri bu kadar
belirleyici olduğunda üniversitelerde
yıllardır dile getirdiklerimizi tekrarlamak
anlamsızlaşıyor ama Afet Yasasının ilk
uygulaması olduğundan ve muhtemelen
takip eden uygulamalar da benzerleri
olacağından Derbent meselesiyle de ilgili
olan tespit ve önerilerimizi kısaca
hatırlatalım; gecekondu mahallesine işgal
toprağı, gecekondu insanına işgalci
gözüyle bakmak hatadır; varlıklarıyla
İstanbul kentini bugün geldiği ayrıcalıklı
konuma taşıyan bizzat gecekondu
insanlarıdır; kentiyle barışık
insanlar/topluluklar yaratmak onları
bireyselleştirip yabancılaştıran değil birlikte
eylemelerine imkân veren ve içine alan
uygulamalar ile mümkündür; bir kentsel
dönüşüm uygulaması ilgili alanda
yaşayanların sosyo-ekonomik ve kültürel
gerçekliklerinden bağımsız yapılamaz
(yapılırsa da Sulukule felaketi yenilenmiş
olur); insanları apartman dairelerine
sıkıştırıp bir de etraflarını kapalı sitelerle,
duvarlarla örmek uzun vadede hepimizin
sorunu olur; katılım ve demokrasi sermaye
ve iktidarın oyuncağı değildir; adalet mülk
üzerinden kurulduğunda yoksulun sonu
nice olur!r
Mahalleli Muhatap Alınmalı
Sanırım meselenin özünde mahallede
yaşayanların sürece müdahil olması
gereken bir grup olarak tanınmaması
yatıyor. Oysa bu mahalle uzun süredir
kentsel dönüşüm tartışıyor; neyin, nasıl
olması gerektiği yönünde fikirler üretiyor.
Kooperatif ve dernek, mahallesindeki
yapıların da insanların da durumunu biliyor,
insanların beklentilerini herkesten iyi
algılıyor. Oysa pazarlık masasına hiçbir
zaman davet edilmiyorlar çünkü mülk
sahibi değiller! Mahallenin yaşlıları,
arazilerin şimdiki mülk sahibi kooperatife
kendileri yerleştikten sonra verildiğini, o
dönemde kooperatife verileceğine
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
GÜNCEL
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Kentsel dönüşümde binalar yıkılınca
İNŞAAT ATIKLARI ne olacak?
S
ektörel Fuarcılık tarafından
düzenlenen "Kentsel Dönüşüm
Sürecinde Geri Kazanım ve Atık
Yönetimi" konulu panele Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel
Müdürlüğü Atık Yönetimi Dairesi Başkanı
Ahmet Varır, Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat
Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür
Çakır, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre
Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr.
Cevat Yaman ve DİSAN Genel Müdürü
Hayrettin Can katıldı.
Kentsel dönüşümün çevreye etkileri
Kentsel Dönüşüm sürecinde ortaya
çıkacak olan hafriyat ve inşaat yıkıntı
atıklarının çevreye zarar vermeden
toplanması, biriktirilmesi, taşınması, geri
kazanılması ve buna ilişkin teknik idari
esasların belirlenmesi konularının ele alındığı
panelin moderatörlüğünü MMG (Mimar ve
Mühendisler Grubu) Genel Başkan
Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür
yaptı.
Kentsel dönüşümün atık
bertaraf maliyeti 400 milyar dolar
MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem
Ekşi hükümetin çıkardığı kentsel dönüşüm
yasasının 2023 vizyonunda güvenli bir
gelecek, güvenli kentler oluşturulması
konusunda büyük öneme sahip olduğunu
söyleyerek, bu süreci etkin kullanmanın
önemine dikkat çekti. MMG olarak kentsel
dönüşüm sürecinde sağlıklı bir düzenleme
için yapıcı çalışmalar yaptıklarını kaydeden
Ekşi; “Bilim, teknoloji, imar, şehircilik,
deprem ve kentsel dönüşüm konuları
ışığında, katı atık konusunun özellikle de
kentsel dönüşüm sürecindeki katı atıklar ve
geri kazanımının, ülkemizde sağlıklı bir
çevre yapılanması, sürdürülebilir yaşam
sahalarının inşa edilmesi noktasında son
derece önemli” dedi.
Kentsel dönüşüm sürecinde mevcut
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
KENTSEL DÖNÜŞÜM
yapı stokunun yüzde 50’sinin geri
dönüşümünün sağlanacağını ifade eden
Ekşi, 400 milyar dolarlık bir yükün de
bununla birlikte geleceğini sözlerine ekledi.
Ülke için çok önemli bir kaynağın, bir neslin
bile tam olarak yaşayamadığı evlerini
dönüştürmek için harcanmasının kafalarda
soru işareti bıraktığını söyleyen Ekşi ayrıca;
“Bu süreci, çevre ve insan odaklı, insanı
merkeze alan bir yaklaşımla en iyi şekilde
başaracağımıza inanıyorum. MMG olarak
da dönüşümün son derece çevre ve insan
odaklı olması gerektiğini ve bu alt yapı
süreci içerisinde konuyu önemsiyoruz”
diyerek sözlerini noktaladı.
Atıkları düşünmediysek
dönüşüme hiç başlamayalım
Panelin moderatörü MMG Genel
Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ömer
Faruk Kültür, kentsel dönüşüm sürecinde
harcanacak olan 400 milyar dolarlık bir
kaynağın önemine vurgu yaparak şöyle
konuştu:
“GAP Projesinin bedeli 33 milyar dolar
ve henüz daha GAP Projesi bitmedi. Çevre
konusu çok ciddi bir iş olmakla birlikte, biz
yanlış bir kanı olarak çevre konularını
amiyane bir tabirle zurnanın son deliği
olarak telakki ediyoruz. Kentsel dönüşüm
sürecinde atıkları nasıl değerlendireceğimizi
ve nasıl düzenleyeceğimizi düşünmediysek;
bence bu işe hiç girmememiz gerekir”.
Yeni yönetmelik şart
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre
Yönetimi Genel Müdürlüğü Atık Yönetimi
Dairesi Başkanı Ahmet Varır, hafriyat ve
inşaat yıkıntı atıklarının düzenlenmesi ve
geri dönüşüm konusundaki yönetmeliğin
tam olarak ihtiyaçlara karşılık veremediğini
ifade etti, yeni bir yönetmelik çıkarılması
gerektiğini belirten Varır, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı olarak mevcut yönetmeliği tam
olarak yeterli bulmadıklarını dile getirdi.
Yılda 125 milyon ton hafriyat
bertaraf ediliyor
Türkiye’de her yıl 125 milyon hafriyat
toprağını yeniden kazanmaya ve üretmeye
çalıştıklarını belirterek, “Kentsel dönüşüm
çalışmalarıyla birlikte bu miktarda ciddi bir
artış olacak. İnşaat yıkıntı atıklarında son
durum ne diye bakacak olursak yıllık olarak
4 ila 5 milyon ton civarında bir atık
olduğunu düşünüyoruz” dedi. Varır ayrıca
yeni yönetmelik ve değişiklik taslağı
çalışmalarına başladıklarına dikkat
çekerken; “Mevcut yönetmeliğimiz bu yükü
kaldıracak durumda değil. Özellikle inşaat
yıkıntı atıklarının geri kazanımı konusunda
mevcut yürürlükte olan yönetmelik tabir-i
caiz ise birazcık soft kaldı. O noktada bu
yönetmeliği değiştirme planı içerisine girdik.
ÜLKE İÇİN ÇOK ÖNEMLİ bİR
KAYNAĞIN, bİR NESLİN bİLE TAM
OLARAK YAŞAYAMADIĞI EvLERİNİ
DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN HARCANMASI
KAFALARDA SORU İŞARETİ
bIRAKIYOR
Geri dönüp 37 maddeden oluşan, şu anda
taslak olduğu için 1-1, 1+ ve 5 ekten
oluşan bir çalışma yapılmış durumda.
Yönetmeliğin amacı hafriyat toprağından
başlayarak, inşaat yıkıntı atıklarına kadar
genel çevre politikaları çerçevesinde bu
atıkların çevreye zarar vermeden
toplanması, biriktirilmesi, taşınması, geri
kazanılması ve buna ilişkin teknik idari
esasların belirlenmesini kapsamaktadır”
diye sözlerini noktaladı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre
Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr.
Cevat Yaman, “İstanbul’da Hafriyat ve
İnşaat – Yıkıntı Atıkları” başlıklı sunumunda
önceki dönemde denetim ve idari yaptırım
yetkileri olmadığı için bu atıkların İstanbul’a
gelişigüzel atıldığını belirten Yaman, bugün
artık hafriyat atıklarının düzenli bir şekilde
depolandığını aktardı. Hafriyat ve inşaat
yıkıntı atıklarını taşıyacak kamyonların
Hafriyat Toprağı ve İnşaat/Yıkıntı Atıkları
Taşıma İzin Belgesi almaları gerektiğine
dikkat çeken Yaman; bu belgeyi alabilmeleri
için araçların belirli niteliklere sahip olması
gerektiğinin altını çizdi.
GÜNCEL
Fazla atık ekonomi için tehlike
Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat
Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Özgür Çakır, inşaat atıklarının genelinin
beton olduğunu, betonun yapısında ise
yüzde 80'lere varan bir seviyede "agrega"
adını verdikleri malzemenin bulunduğunu
belirtti. Agregaların doğal kaynak olduklarını
açıklayan Çakır, yakın gelecekten
agregaların tükenmesi durumunda inşaat
sektörünün zorlanacağını ifade etti. Kentsel
dönüşümün de başlanmasıyla yakın
gelecekte agregaların depolanmasının çok
mühim bir konu olduğunu belirten Çakır,
atık miktarının çok fazla miktarda olması,
sürdürülebilir bir büyümede ülke ekonomisi
için büyük problem yaratan bir durum
olduğunu söyledi. Geri kazanılmış
malzemelerin kullanılamadığı zaman,
bizlerin sürdürülebilir bir büyümeden
bahsetmemizin mümkün olmadığının altını
çizen Çakır, gelişmiş ülkelerin doğal
kaynaklarının olamamasına rağmen, geri
kazanılmış malzemeyi çok iyi
kullanabildiklerini söyledi.
Geri dönüşüm yıkımdan
önce başlamalı
DİSAN Başkanı Hayrettin Can ise geri
dönüşüme, binaların yıkımından önce
başlandığını, yıkılmadan önce tahtaların,
pencere ve kapıların, metal eşyaların,
kabloların ve tehlikeli maddelerin öncelikle
ayrıştırıldığını, ardından binanın sadece
beton yığınını parçalayarak, ve beton
parçalarından da agregaları ayrıştırarak
dönüşüme hazır hale getirdiklerini anlattı.
Geri dönüşüme hazırlanılan agregaların
elde edilmesinin zahmetli bir iş olduğuna da
değinen Hayrettin Can, geri kazanılmış atık
sahalarının daha fazla yapılması gerektiğinin
altını çizdi.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
Raporlama,
sürdürülebilirlik ajandasında yer almanın
pasaportudur!
. Serra Titiz, Mikado Sürdürülebilir
Kalkınma Danışmanlığı
S
ürdürülebilirlik ve sürdürülebilir
kalkınma kavramları hepimizin
gündemine yerleşmeye başladı..
Artan sosyal sorunlar ve doğal
kaynakların azalmakta olduğuna dair bilincin
yükselmesi, insanları bireysel ve toplu olarak
harekete geçmeye yöneltti. Artık neyi nasıl
sürdürdüğümüzü sorgular olduk; insan ve
doğa dengesini gözeten bir sürdürülebilirlik
anlayışının destekçisi olmaya başladık.
Bireylerden şirketlere, devletlerden
uluslararası ağlara, iyi-kötü uygulamalarla
sürdürülebilirlik gündemi sürekli güncel
kalıyor. Uzun süre de kalacağa benziyor.
2012, 2015 derken 2050, 2100 için gelecek
öngörüleri yapılıyor; kötü senaryolarla farklı
paydaşların dikkati çekilmeye çalışıyor, daha
çok paylaşım, şeffaflık ve işbirliği talebi
yükseliyor.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
ayrıştırmaları ve böylece sosyal yatırımı
teşvik etmeleri yine önemli tetikleyiciler
arasında yer aldı.
Sürdürülebilir kalkınma için özel
sektörün önemli bir rolü bulunuyor. Dünya
ekonomisinin yarısından fazlasını bugün
özel sektör yönetiyor. Özel sektörün
kaynaklarını nasıl geliştirdiği ve nasıl
kullandığı dünyamızın geleceği için hayati
önem taşıyor.
Bölgesel ya da sektör bazlı standart ve
endeksler geliştirilmeye devam ediyor.
Sorumlu şirket olma, çok boyutlu bir
yaklaşımı ve şeffaf ve hesap verebilir bir
yönetim anlayışını gerektiriyor.
Şirketlerin içeride kendi insanlarına,
dışarıda da topluma ve dolayısıyla dış
dünyaya karşı sorumluluklarını yerine
getirmeleri artık bir beklenti. Hatta bununla
da kalmayıp bu sorumluluğu daha da
ileriye taşıyarak sosyal amaç gütmeleri
beklenmeye başlandı. Özellikle yaygın etki
alanı olan şirketlerin kaynaklarını
toplumların gelişmesi ve kalkınması için
seferber etmeleri bekleniyor...
Global iş dünyası bugün
sürdürülebilirliğin yanısıra, sosyal yatırım,
sosyal etki, sosyal girişimciliği konuşuyor.
Var olan işini yönetirken toplumsal
kalkınmaya da hizmet eden şirketler takdir
ediliyor, sorumsuz davranışlar gözden
kaçmıyor.
Yeni sürdürülebilirlik anlayışına
şirketler nasıl cevap veriyor?
Dünyadaki trende baktığımızda
1970’lerde başlayan “aydınlanma” süreci,
2000’lerde doruğa ulaşarak yaygınlaşma
evresine geçti. Arada gerçekten samimi
olan azınlık haricinde, şirketler
sürdürülebilirlikle “ilgilenmeyi” çoğunlukla
önce yüzeysel olarak ele aldılar; bir iletişim
ve rekabet avantajı yaratma aracı olarak
değerlendirdiler.
2000 yılında yayınlanan ve gönüllü
girişimler olan Binyıl Kalkınma Hedefleri ve
Küresel İlkeler Sözleşmesi “sorumlu şirket
olma” bilincinin yaygınlaşmasında etkili
oldular. Bu girişimler kurumların bir
çerçeve çizerek yönetim süreçlerini elden
geçirmelerine yol gösterdiler. Başlangıç
için, iyi bir baz oluşturduklarını
söyleyebiliriz. Bu girişimler sayesinde insan
hakları, karbon ayakizi, etik satınalma gibi
kavramların yönetim süreçlerine girmesi
mümkün olabildi.
Dünya borsa endekslerinin
sürdürülebilirlik endeksleri oluşturarak
(Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi, 1999
- FTSE4Good, 2001), sorumlu şirketleri
MERCEK
Şirketlerin iş yapma şekillerini, finansal
performans yanısıra, sorumlu yönetim
anlayışının hakim olduğu ve ekonomik,
sosyal ve çevresel sorumlulukların yerine
getirildiği bir formata çevirmeleri gerekiyor.
Süreç yönetimlerinde kullandıkları
performans göstergelerinin kapsamını
sosyal ve çevresel göstergelerle
genişletmeleri gerekiyor.
ETİK, ŞEFFAF vE HESAP
vEREbİLİR bİR YÖNETİM
ANLAYIŞIYLA EKONOMİK, SOSYAL
vE ÇEvRESEL
SORUMLULUKLARIN YERİNE
GETİRİLMESİ ŞİRKETİN
KAPASİTESİNİ GELİŞTİRMESİNE,
İNOvASYON KÜLTÜRÜ
OLUŞMASINA, RİSKLERİNİ
AZALTMASINA, İTİbARINI
ARTIRMASINA, REKAbET
AvANTAjI YARATMASINA vE EN
ÖNEMLİSİ TOPLUM TARAFINDAN
“SOSYAL LİSANS” ALMASINA
HİZMET EDECEKTİR.
Şirketlerin iş kararlarına bu çok
boyutluluğu katmak, işin yönetiminde
çalışanların haklarının ve sağlıklarının
korunması, gelişimlerinin desteklenmesi,
etik satınalma ve etik pazarlama yapılması,
yerel halkın kalkınmasının desteklenmesini
beraberinde getirecektir.
Etik, şeffaf ve hesap verebilir bir
yönetim anlayışıyla ekonomik, sosyal ve
çevresel sorumlulukların yerine getirilmesi
şirketin kapasitesini geliştirmesine,
inovasyon kültürü oluşmasına, risklerini
azaltmasına, itibarını artırmasına, rekabet
avantajı yaratmasına ve en önemlisi
toplum tarafından “sosyal lisans” almasına
hizmet edecektir.
Bu çalışmaları yürüten şirketler
raporluyorlar. Raporlama, gönüllü bir
girişim olarak doksanların ortasında
başladı ama bugün Fransa, Danimarka,
İngiltere, Hollanda, Norveç, İsveç gibi
ülkelerde belli büyüklükte ve halka açık
şirketlerin çevresel ve sosyal beyanda
bulunmaları talep ediliyor.
Raporlama hızla yaygınlaşıyor; tüm
dünyada on bine yakın şirket raporluyor.
Türkiye’de ise raporlayan şirket sayısı otuz
civarında.
Bir iletişim ve değişim aracı olarak
Sürdürülebilirlik Raporlaması...
Bir kurumun sürdürülebilirlik stratejisi
yoksa raporlama yapacak alt yapısı da yok
demektir. Raporlama şirketin
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
RAPORLAMA YAPMAK ŞİRKETLER
İÇİN SÜRDÜRÜLEbİLİRLİK
“LİGİNDE” YER ALMAK İÇİN bİR
ARAÇ. bU ARACI ŞİRKETİN
GELİŞİMİ vE YENİ DÜNYANIN
bEKLENTİLERİNE DUYARLI
OLMASI İÇİN bİR FIRSAT OLARAK
GÖRMEK GEREKİYOR.
farklılaşmak için iyi bir stratejik araç haline
geldi.
• Geleceğin iş gündemine ve
modellerine uygun konumlanmak ve ona
uygun davranmak bu konuda geride
kalmış rakiplerle arayı açmak için iyi bir
yöntem..
sürdürülebilirlik stratejisinin bir aracı ve bir
çıktısıdır. Bir çalışmanın sonucudur.
Başarılı bir rapor, bir sistem çerçevesinde
yapılırsa mümkün olabilir.
Raporlama süreci, sürdürülebilirliğin iş
hedeflerinin şekillenmesine etki etmesini,
stratejik kararların alınmasında referans
noktası olarak hareket eder, kültüre
yerleşir.
Raporlama, stratejide hedeflerimizin ve
gerçekleştirdiklerimizin izlenmesi,
değerlendirilmesi ve paylaşımıdır.
Raporlama, yapıldığı söylenen kurumsal
sorumluluk çalışmalarının paydaşlarla
iletişiminin yapılmasıdır. Raporlama aynı
zamanda, performansımızı eleştiriye
açmanın, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin
bir aracıdır...
Raporlama sürekli devam eden bir
aktivitedir, yalnızca veri toplamaktan ibaret
değildir. Raporlama aşamasına gelinceye
kadar olan süreçlerin yönetilmesidir.
Unutmayalım ki, sürdürülebilirlik
raporlaması yaşayan bir süreçtir, raporun
yayınlanması veya iletişimiyle başlamaz ya
da bitmez...
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Raporlama, şirketin kurumsal
sorumluluk uygulamaları ve performansının
bir parçası/sonucu olmanın yanı sıra,
sürdürülebilirlik çalışmalarının paydaşlarıyla
iletişimini mümkün kılar...
Bir raporunuz varsa ve güvenilir bir
standart kullanılarak hazırlanmışsa size
pek çok kapıyı açabilir. Uluslararası borsa
endekslerine girebilir, uluslararası sorumlu
yatırım araçlarından faydalanabilir,
uluslararası sorumlu şirketler ağlarına dahil
olabilirsiniz.
Raporlamanın şirketlere getirileri
• Şirketler raporlama yaparak
sürdürülebilirlik ajandasında yerlerini alıyor,
duruşlarını ve geleceğe yönelik vizyonlarını
paylaşıyorlar.
• İtibarı artırıyor; dolayısıyla, müşterilere
karşı güvenirliliğin artması, çalışan
bağlılığının artması ve toplumda algının
olumlu şekilde yerleşmesi
• İzleme ve raporlama sistemi kurarak
günlük iş performansıyla sürdürülebilirlik
arasında bağ kurmak iyi bir yönetim ifadesi
olarak algılanıyor
• Şirketlerin rakipleri arasında
• Raporlama sayesinde şirketler eksi
ve artı yönlerinin daha çok bilincinde
olarak, hem geliştirmeleri gereken
yönlerine odaklanabilir hem de talepkâr iş
dünyasında konumunu güçlendirmek için
atılması gereken adımları daha rahat tespit
edebilirler.
• Oluşabilecek risklere karşı önceden
hazırlıklı olabilirler.
• Departmanlar arası iletişimi arttırıyor.
Hep birlikte sürdürülebilirlik bilinci
kazanmayı destekliyor.
• Raporlamanın sürdürülebilirlik
çalışmalarının kurumsallaşması ve
özümsenmesine olumlu etkisi bulunuyor.
• Toplumla ve paydaşlarla ilişkileri
kuvvetlendiriyor.
• Sosyal Yatırım Fonlarından
faydalanma imkanı yaratıyor.
Pek çok raporlama standardı
bulunuyor. Şirketin büyüklüğü, iş alanı,
kapsamına göre kullanacağı standart
değişim gösterebiliyor. Mevcut standartlar
birbiriyle konuşur hale geldi. Şirketlerin
ihtiyaçlarını gözeterek doğru standardı
seçmeleri gerekiyor.
Sonuçta, raporlama yapmak şirketler
için sürdürülebilirlik “liginde” yer almak için
bir araç. Bu aracı şirketin gelişimi ve yeni
dünyanın beklentilerine duyarlı olması için
bir fırsat olarak görmek gerekiyor.r
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
K urumsal yönetimin şeffaflık ilkeleri
doğrultusunda sürdürülebilirlik raporu
çıkarıyoruz.
Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre
adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı?
Türkiye’nin ilk özel sermayeli kalkınma
ve yatırım bankası TSKB olarak,
uluslararası standartlardaki sürdürülebilir
bankacılık anlayışımızla Türkiye’nin
ekonomik ve çevresel büyümesinde öncü
bankayız.
Sürdürülebilirlik yaklaşımımız
doğrultusunda finansal hedeflerimizle
birlikte ekonomik, çevresel ve sosyal
etkimizi dikkate alıyoruz. Kurumsal
yönetimin şeffaflık ilkeleri doğrultusunda
sürdürülebilirlik raporu çıkarıyoruz. Bu
alanda bir ilke imza atarak, 2009 yılında
Türk bankacılık sektöründe
‘Sürdürülebilirlik Raporu’ yayınlayan ilk
kurum olduk. 2009 da ilk GRI C, 2011 de
ilk GRI B onaylı raporları hazırlayan
bankayız.
Bu raporun hazırlanmasında hangi
süreçler/gelişmeler etkili oldu?
TSKB Kıdemli Genel Müdür Yardımcısı Orhan Beşkök
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
TSKB olarak, sürdürülebilirlik sürecimizi
uzun yıllar önce başlattık. 2006 yılında bu
süreç resmiyet kazandı. Aynı yıl, ‘Çevre
Yönetim Ekibini’ kurduk ve bu alandaki yol
haritamızı ve stratejimizi oluşturduk. Aynı
yılın sonunda, ISO 14001 Çevre Yönetim
Sistemi belgesi almaya hak kazanan ilk
Türk bankası olduk. Banka olarak,
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
faaliyetlerimizden kaynaklı tüm çevresel
etkilerimizi tanımladık, ölçmeye başladık ve
azaltmak amacıyla stratejiler kurguladık.
Bir banka olarak karbon ayak izimizin
boyutlarını belirledik. Çünkü karbon ayak
izimizi azaltabilmek için öncelikle düzenli
olarak ölçümlemeye başlamamız
gerekiyordu.
Türkiye’de o yıllardan itibaren
sürdürülebilirlik konusunu gündemine
taşıyan ilk bankayız ve bu alanda öncüyüz.
Bugün geldiğimiz noktada, kredilendirme
faaliyetinden dolayı oluşan çevresel ve
sosyal riski ölçecek uluslararası duyarlılıkta
bir risk modeli oluşturduk. 2006 yılından
beri incelediğimiz her projeye bu modeli
uyguluyoruz ve çıkan sonuçlara göre
gerekli önlemleri alıyoruz.
Dünyada 2000’li yılların başından
itibaren şirketlerin performanslarını
anlatırken “faaliyet raporlarının” yetersiz
kaldığı görülmüştür ve çözüm olarak
“sürdürülebilirlik raporlamasının” öne çıktığı
görülmektedir. Sürdürülebilirlik raporlaması
için Global Reporting Initiative formatlar
yayınlamıştır. TSKB olarak sürdürülebilirlik
konusunda global trendleri yakından
izlediğimiz için 2009 yılına geldiğimizde
kendimizi bu rapora hazırlama
sorumluluğunda hissettik. 2009 yılında ilk
sürdürülebilirlik raporumuzu hazırlayarak;
TSKB olarak sürdürülebilirlik stratejimizin
global trendlere paralel şekilde iklim
değişikliği, çevresel ve sosyal konulardaki
aksiyonlarımızı tüm paydaşlarımıza
transparan şekilde anlatmayı amaçlayarak
hazırladık.
Kurum içerisinde bu süreçte neler
yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar
gerçekleştirildi?
Raporu, Bankamızda sürdürülebilirlik
ve çevre konularından sorumlu olan
Mühendislik Bölümümüzün koordinasyonu
ile hazırladık. İklim değişikliği, çevresel ve
sosyal konularda yapmış olduğumuz tüm
çalışmalarımız ilgili bölümlerin de
desteğiyle rapora aktardık. Sürdürülebilirlik
stratejimiz ve çevre politikamız çok uzun
süreler öncesinde belirlenmiş olduğu için
raporlama ile tüm paydaşlarımıza bu
konuda neler yaptığımızı anlattık. Temel
performans ilkelerimizi saptadık. Ayrıca, ilk
raporumuzda TSKB olarak sürdürülebilirlik
raporlamasını periyodik olarak
yapacağımızın sözünü verdik.
Sürdürülebilirlik performansımızı
raporda çevre ve sürdürülebilir bankacılık,
kurumsal yönetim ve uyum, sosyal
sorumluluk ana eksenlerinde; paydaşlar,
kurumsal yapılanma, bankacılık, çevre,
insan kaynakları ve toplum açılarından ele
alıyoruz.
Raporun yayınlanması kurum içinde ne
gibi değişiklerin yaşanmasını sağladı?
Sürdürülebilirlik raporu ile bankada yeni
bir dönem başlatmış olduk. Artık sadece
faaliyet raporu değil, bir de sürdürülebilirlik
raporu hazırlamaya başlamıştık. İlk
raporumuzu GRI C onaylı yapmıştık.
Banka Üst Yönetimi olarak ilerleyen
yıllarda raporumuzun onay seviyesini
yükseltme kararı aldık. Dolayısıyla ikinci
raporumuz GRI B seviye onaylı oldu. İkinci
raporumuzda GRI B onayı alabilmek
paydaş anketi yapmamız gerekiyordu.
TSKB olarak, ilk kez tüm paydaşlarımız
düzeyinde bu anketi yapmamız ve
onlardan gelen yanıtlar, özellikle çevresel
ve sosyal konularda yaptıklarımızın
paydaşlarımız tarafından da onaylanıyor ve
takdir ediliyor olması bizleri çok mutlu ve
teşvik etti.
Raporun yayınlanması, kurumunuzun
dışında, gerek medya gerekse de hitap
ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki
yarattı?
Sürdürülebilirlik çalışmalarımız ve bu
çalışmaların sonucu olarak yayınladığımız
iki sürdürülebilirlik raporumuz, Bankamızın
finans sektöründeki halihazırda var olan
güvenilir ve öngörü sahibi duruşunu
destekleyerek, farklılaşmasını sağladı. Bu
alanda yaptığımız çalışmalar
sürdürülebilirlik kavramının Türk bankacılık
sektörü tarafından özümsenmesinde etkili
oldu.
TSKB’nin bu konuları iş süreçlerine
entegre etmesi ve sektöre öncülük etmesi,
örnek olarak görülen raporlarımız,
Bankanın bu alanda birçok platformda
MERCEK
sözcülük yapmasında etkili oldu.
TSKB olarak sahip olduğumuz
sürdürülebilirlik stratejimiz ve bunun
iletişimini yapmak üzere hazırladığımız
sürdürülebilirlik raporlarımız ile bu
konuların Bankada nasıl içselleştiğini
göstermektedir. Bu durum yerli ve özellikle
yabancı paydaşlarımızın büyük takdirini
kazanmaktadır.
Önümüzdeki süreçte de yaratılacak
değişimde ülkemize örnek olan ve katkı
sağlayan tüm tarafları teşvik edecek,
özellikle finans sektöründe sürdürülebilirlik
kavramını güçlendirme misyonuyla pozitif
yenilikler yaratmayı sürdüreceğiz.
Bu tarz çalışmaların, ileride daha
yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında
etkili olacağını düşünüyor musunuz?
Neden?
Mutlaka düşünüyoruz. Sürdürülebilirlik
konusu bir ihtiyaçtan doğdu. Bu konu
sadece sosyal sorumluluk alanı değildir.
Daha güçlü ekonomiler yaratmak, artan
ihtiyaçları karşılayacak reel büyümeleri
yakalayabilmek için bugüne kadar
yürütülen iş modellerinin iklim değişikliği
perspektifiyle yeniden yorumlanması
ihtiyacı sürdürülebilirlik konusunun ön
plana çıkmasını sağlamıştır. Dolayısıyla
reel sektörden finans sektörüne veya
servis sektörüne kadar artık iş yapış
şekillerimizi değiştirmeliyiz. Hazırladığımız
raporları değiştirmeliyiz.
Dünyada tüm sektörler tarafından
olağanüstü kabul gören sürdürülebilirlik
raporlamasının Türkiye’de de önümüzdeki
yıllarda çok ilgi göreceğini düşünüyoruz.
TSKB olarak, bu konulara olan yüksek
inancımızla, bugün olduğu gibi ileride de
çevreye duyarlı ve saygılı davranan
şirketlerin diğerlerinden farklılaşacağını
düşünüyoruz. Önümüzdeki dönemlerde de
çevre ve sürdürülebilir bankacılık
alanlarında Türkiye için örnek model
olarak, bu konulardaki farklı
çalışmalarımızla ilkleri gerçekleştirmeye
devam edeceğiz.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
S ürdürülebilirliğin bizim sektörümüzde
farklılaştırıcı bir rol oynadığını düşünüyoruz
ortaya koydu ve şeffaflığından ötürü Küresel
Raporlama İnisiyatifi’nin uluslararası
standartlarına göre A+ notunu aldı.
Güvensizliğin hakim olduğu bir dünyada bu
tip bir güven belgesinin paydaşlarımız
açısından da oldukça önemli olduğunu
düşünüyoruz.
Kurum içerisinde bu süreçte neler
yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar
gerçekleştirildi?
Ups Sürdürülebilirlik Raporu, Editör, Lynette Mclntire
Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre
adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı?
UPS olarak ilk kez 2003 yılında çevre
adına sürdürülebilirlik raporu hazırladık.
Bu raporun hazırlanmasında hangi
süreçler/gelişmeler etkili oldu?
Biz sürdürülebilirliği her zaman
kaynakların akıllıca kullanılmasının bir yolu
olarak gördük. Bu prensibimiz sebebiyle de
sorumluluğumuzu hep uzun vadeli olarak
düşündük. Örneğin, biz doğru yakıt tasarrufu
(ve buna bağlı olarak karbon salımını
azaltmak) ile ilgili çalışmalarımızı kapsamlı bir
şekilde raporluyoruz ki yakıt tasarrufu aynı
zamanda iyi bir finansal karar da. Aynı
zamanda sürdürülebilirliğin bizim
sektörümüzde farklılaştırıcı bir rol oynadığını
düşünüyoruz. Etkimiz ve yaptıklarımızla ilgili
olarak son derece şeffafız. Bunun anlamı
eğer biz pazarda, içinde bulunduğumuz
topluluklarda ve çalışma ortamımızda iyi bir
performans gösterip göstermediğimize
müşterilerimizin karar verebileceğidir. Bu yılın
raporu daha önce olmadığı kadar çok bilgiyi
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Rapor şirket içindeki ve tüm
coğrafyalardaki hemen hemen her birimin
sorumluluğunu gerektiriyor. Veri toplama
oldukça yoğun bir süreç. Gereken içeriğin
hazırlanması için Küresel Raporlama
İnisiyatifi’nin raporlama kriterlerini temel
alıyoruz ve aynı zamanda paydaşlarımızın
geri dönüşlerini bu sürece dahil ediyoruz.
Raporu tamamladığımızda güvenilirliliğini
arttırmak için raporun bizim bağımsız
denetimimiz yürüten Deloitte&Touch ve
Küresel Raporlama İnisiyatifi tarafından
kontrol edilmesini sağlıyoruz.
Raporun yayınlanması kurum içinde ne
gibi değişiklerin yaşamasını sağladı?
Geçen 10 yıl içinde rapor hem iç hem de
dış paydaşlar için resmi bir referans
dokümanı haline geldi. Rapor stratejimizi,
performansımızı, amacımızı ve gelişimimizi bir
listeliyor. Zayıf olduğumuz alanlarla, dikkat
etmemiz gereken ve gelişim göstermemiz
gereken noktaların altını çiziyor. İlk
raporumuzdan itibaren sürdürülebilirlik
şirketin bir stratejisi, davranış tüzüğü ve
politikası haline geldi. Şimdi sadece yakıt
tasarrufunu değil aynı zamanda karbon
etkisini de raporluyoruz ve bu durum yatırım
ve alternative yakıt araştırmalarını da
kapsayan karar verme süreçlerimizin hızını da
etkiliyor. Artık, tüm dünyada gönüllülük ve
hayırseverlik aktivitelerimizi de kapsamlı bir
biçimde raporlayabiliyoruz. Bu kadarı 10 yıl
önce aklımıza bile gelmezdi.
Raporun yayınlanması, kurumunuzun
dışında, gerek medya gerekse de hitap
ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki
yarattı?
Raporumuz şirketin yürüttüğü
operasyonlar ve çalışmak için nekadar iyi bir
seçim olduğuna dair harika bir kaynak. Aynı
zamanda lojistiğin sadece işiminizin kalbi
olmasının dışında topluma bir katkımız
olduğunu da belirtiyor. Örneğin karbon
salınımı azaltılmış gönderi, sera gazlarını
azaltma stratejisi ve çalışma liderlerine olan
yaklaşımlar gibi konuları karmaşık
programlara göre çok daha basit bir şekilde
anlatan infografiklerimize yönelik çok güzel
geri dönüşler aldık.
Bu tarz çalışmaların, ileride daha
yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında
etkili olacağını düşünüyor musunuz?
Neden?
Güvenilir bir sürdürülebilirlik raporu
şirketin çalışanlarını, kar ortaklarını,
müşterilerini ve topluluklarını nasıl bir
etkilediğiyle ilgili kapsamlı bilgi sunar. Biz
kendi durumumuzla ilgili olarak, tüm
dünyada doğal felaketlerden etkilenen
bölgelere yardım olarak ne yaptığımızdan,
çalışanlarımızın geçen sene 1.6 milyon saatlik
süreyi gönüllülük çalışmalarıyla
geçirdiklerinden, UPS çalışanlarına 2011
yılında ödenen 27.6 milyar dolardan ve yan
haklardan bahsedebiliriz. Bu bilgilerin çoğu
medyada pek yer almaz, ama aslında refah
paylaşımına çok önemli bir katkı sağlar.r
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
Öncelikli değerlerimizden biri yalnızca
ekonomik çıkarlarımızı gözetmek değil...
Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre
adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı?
Yüksel Holding Genel Koordinatorü , Tuna Aksel
Yüksel olarak Birleşmiş Milletler
Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne katılımımız
gereği, 2008 yılından itibaren her yıl
sürdürülebilirlik performansımızı
yayınlıyoruz. Bu raporlar Yüksel’in sadece
ekonomik performansını değil, aynı
zamanda topluma karşı sorumluluğunu ve
çevresel performansını da yansıtıyor.
Sürdürülebilirlik raporlamasına verdiğimiz
önem doğrultusunda 2011 yılında
raporlama kapsamımızı daha da
geliştirerek inşaat sektörünün GRI (Küresel
Raporlama Girişimi) ilkelerine uyumlu ilk
sürdürülebilirlik raporu olan Yüksel’ebilirlik
raporunu yayınladık. GRI ilkelerine uyumlu
olan Yüksel’ebilirlik, aynı zamanda
Türkiye’de bağımsız bir kuruluş tarafından
denetlenmiş ilk rapor olma özelliğine de
taşıyor.
Bu raporun hazırlanmasında hangi
süreçler/gelişmeler etkili oldu?
Yüksel olarak kuruluşumuzdan itibaren
öncelikli değerlerimizden biri yalnızca
ekonomik çıkarlarımızı gözetmek değil,
daima iş yaparken içinde bulunduğumuz
topluma ve tüm paydaşlarımıza karşı
sorumlu davranmak, bu ‘sorumlu iş
yapmak’ bilincini tüm çalışanlarımızla
birlikte sahiplenmek oldu. Bu bakış açısı ile
çıktığımız sürdürülebilirlik
yolculuğumuzdaki ilk somut adımımızı
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
2006 yılında Birleşmiş Milletler Küresel
İlkeler Sözleşmesi’ne (Global Compact)
imzalayan - ilk inşaat firması olarak attık ve
bu sözleşme kapsamında her yıl ilerleme
raporları hazırladık. İmzaladığımız bu
sözleşme çerçevesinde, insan hakları,
çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla
mücadeleden oluşan 10 temel ilkeyi daha
geniş kitlelere yayabilmek ve
paydaşlarımızda da sürdürülebilirlik bakış
açısını yaygınlaştırabilmek amacıyla
kurumsal sorumluluk vizyonumuzu bir
adım daha ileriye taşıdık ve inşaat
sektöründe ve faaliyet gösterdiğimiz
sektörlerin birçoğunda sürdürülebilirlik
raporu yayınlayan ilk şirket olduk.
Yüksel’ebilirlik raporumuzun hazırlık
aşamasında uluslararası arenadaki en iyi
örnekleri ve uygulamaları kendimize örnek
alarak sektörümüzün danışma noktası
olmayı hedefledik.
Kurum içerisinde bu süreçte neler
yaşandı? Rapor için ne gibi çalışmalar
gerçekleştirildi?
Sürdürülebilirlik çalışmalarımız
kapsamında ilk adımda iyileştirilmesi
gereken durumları ortaya koymayı
hedefledik, sonrasında ise gerekli
iyileştirmelerin yapılması ve olası tekrarların
engellenmesi için tedbirler aldık. Bu
doğrultuda, 2010 yılında çevresel
sürdürülebilirlik çalışmalarımız kapsamında
biyoçeşitlilik dengesinin korunmasına, atık
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
yönetimi ve enerji verimliliğine
gösterdiğimiz hassasiyet ile karbon ayak
izimizi saydırmaya başladık.
Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler
Sözleşmesi doğrultusunda her yıl
hazırladığımız ilerleme raporlarımızı bir
adım ileriye taşıyarak hazırladığımız
Yüksel’ebilirlik raporumuz ise bir sonraki
adımımız oldu. Raporumuzun hazırlanması
sürecinde Yüksel Holding’e bağlı 19
şirketin Kurumsal İletişim Departmanlarının
da desteği ile sürdürülebilirlik verilerimizi ve
hedeflerimizi belirledik.
Kurumsal iş anlayışımızı ve
sürdürülebilirlik yaklaşımımızı paydaşlarımız
ile paylaşmak amacıyla hazırladığımız
Yüksel’ebilirlik raporumuzun oluşum
aşamasında sürdürülebilirliğin ne demek
olduğunu, neden önemli olduğunu en üst
düzey yöneticilerimizden başlayarak tüm
Yüksel ailesi fertlerine anlatmak ve iş
süreçlerinde içselleştirilmesini sağlamak
amacıyla kurumiçi eğitim çalışmaları
organize ettik. Bu eğitimler sırasında
gördük ki sürdürülebilirlik kavramı Yüksel
çalışanları için çok da yeni değil…
Kurulduğumuz günden bu yana
sürdürülebilirlik adını koymadan da
topluma ve çevreye karşı duyarlılığımızı
çalışanlarımıza da aşılamış olduğumuzu
memnuniyetle fark ettik.
Raporun yayınlanması kurum içinde ne
gibi değişiklerin yaşamasını sağladı?
Yükselebilirlik raporumuzun
yayınlanmasının öncesinde organize
ettiğimiz kurumiçi eğitimlerimize
raporumuzun ardından da devam ettik.
Bunun yanı sıra Yüksel ailesi başta olmak
üzere paydaşlarımız ile iletişim halinde
olduğumuz kurumsal yayınımız Yüksel
Bülten’de de sürdürülebilirlik
çalışmalarımıza yer vererek konuyla ilgili
farkındalığı arttırmayı hedefledik.
2010 yılında başladığımız karbon ayak
izimizi hesaplama projemizi bir adım daha
ileriye taşıdık ve bu yıl Yüksel
kapsamındaki tüm toplantılarımızın yol
açtığı sera gazı emisyonlarını, karbon
emisyon azaltım projelerinin kredileriyle
denkleştirerek “karbon nötr”
gerçekleştiriyoruz. Bu çalışmada en önem
verdiğimiz proje ise Yüksel olarak 17 yıldır
devam ettirmekte olduğumuz kurumsal
sosyal sorumluk projemiz; Avrupa’nın ilk
üç yarışı arasında yer alan Yılmaz Sazak
Uluslararası Atletizm Yarışması’nı 2012
yılında karbon nötr olarak gerçekleştirmek
oldu. 17. Yılmaz Sazak Uluslararası
Atletizm Yarışması’nı karbon nötr olarak
düzenleyerek Avrupa’nın ilk karbon nötr
atletizm yarışına imza atmanın gururunu
yaşadık.
2012 yılı sonunda da Köprübaşı ve
Çobanlı projelerimiz ile karbon kredisi
satacak duruma gelerek doğaya olan
katkımızı arttırmayı hedefliyoruz.
Son olarak daha önce de belirttiğim
gibi 2006 yılında imzaladığımız Birleşmiş
Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’nde
imza koyduğumuz ilkelerin iş dünyasında
yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla,
birlikte çalıştığımız çözüm ortaklarımızın
da, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler
Sözleşmesi’ni imzalamamış olsalar dahi,
yaklaşımlarının bu çerçevede olduğunu
taahhüt etmelerini bekliyoruz. Bu konunun
ciddiyetle uygulanabilmesi için de
sözleşmelerimizi bu doğrultuda revize
etmek yönünde gerekli çalışmalarımızı hızla
yürütüyoruz.
MERCEK
sokuyor ve günümüz iş koşullarında
çevreye duyarlı şirketlerin uluslararası
kurumların gözünde farklılaştığını, bu
şirketlerin uluslararası kredi kurumları
tarafından da pozitif ayrımcılık ile takdir
edildiğini gözlemliyoruz. Bunun sonucu
olarak da hem bu kurumlar nezdinde, hem
de küresel iş yaşamında çevreye ve
topluma duyarlı şirketlerin itibarları daha
da yükseliyor…
Sürdürülebilir bakış açımızı tüm
paydaşlarımız ile paylaşmak konusunda
medyanın bize olan desteğini de asla
yadsıyamayız. Verdikleri geniş kapsamlı
haber destekleri ile özellikle iş dünyasında
sürdürülebilir iş ahlakını ve vizyonunu
yaymak konusunda bizlere destek oldular.
Bu tarz çalışmaların, ileride daha
yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında
etki olacağını düşünüyor musunuz?
Neden?
Bugün şirketler dünya üzerinde etki
alanı devletler kadar geniş olan büyük
oyuncular. Bizim ve umuyorum ki bizler
gibi sürdürülebilirlik faaliyetlerini başlatan
şirketlerin öncülüğünde, özel sektörün
sorumluluk farkındalığı hızla artacak. Doğal
kaynakların giderek azaldığı günümüzde
şirketlerde “kurumsal vatandaşlık”
bilincinin gelişmesi, devletlerin
yetişemediği noktalarda sivil inisiyatifin
devreye girerek elini taşın altına koyması
sürdürülebilir bir dünya için büyük önem
taşıyor.r
Raporun yayınlanması, kurumunuzun
dışında, gerek medya gerekse de hitap
ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki
yarattı?
Sektöründe bir ilk olan Yüksel’ebilirlik
raporumuzun Yüksel’in öncü rolünü bir kez
daha pekiştirdiğine inanıyoruz. Yeni iş
dünyası düzeninde topluma ve
paydaşlarınıza sağladığınız katkılar sizi
sektörünüzün önemli oyuncaları arasında
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MERCEK
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
Tüm iş süreçlerimizi sürdürülebilir kılmak
amacıyla yönetsel ve operasyonel alanda
çeşitli uygulamalar gerçekleştiriyoruz.
düzenli olarak kamuoyu ile paylaşıyoruz.
2011 yılında Türkiye’de enerji sektörünün
ilk sürdürülebilirlik raporunu yayımladık.
Global Reporting Initiative (GRI) tarafından
onaylanan raporda, 2009 ile 2010 yılının ilk
altı ayını kapsayan dönemde elektrik
üretimi, çevre, çalışanlar, paydaş kitlesi ve
sosyal sorumluluk alanlarında
sürdürülebilirlik anlayışıyla
gerçekleştirdiğimiz projeleri kamuoyuna
duyurduk. Raporun ikincisini bu yıl Kasım
ayında paylaşmayı planlıyoruz. İkinci
raporumuzda özellikle paydaşlarımızla
iletişim, iklim değişikliği, doğal kaynakların
korunması ve enerji verimliliği gibi
konularda yürüttüğümüz çalışmaları
aktaracağız.
Zorlu Enerji Genel Müdürü, Sinan Ak
Kurumunuz ilk olarak ne zaman çevre
adına sürdürülebilirlik raporu hazırladı?
Gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan
sürdürülebilir iş anlayışına paralel olarak,
2009 yılından bu yana Sürdürülebilirlik
Yönetimi Zorlu Enerji Grubu olarak stratejik
önceliklerimiz arasında yer alıyor.
Büyüme hedeflerimize de sürdürülebilir
iş anlayışımız yön veriyor. Grup olarak,
ulusal ve uluslararası enerji stratejileriyle
paralel bir bakış açısı ile, artan enerji
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
talebine, yerli ve yenilenebilir enerji
kaynaklarını kullanarak yanıt vermeye
öncelik veriyor ve yatırım alanlarımızı bu
doğrultuda belirliyoruz. 2011 yılı itibariyle,
toplam kurulu gücümüz içindeki
yenilenebilir enerji kaynaklarından üretim
payımız % 35’e ulaştı. Hedefimiz
önümüzdeki üç yıl içinde bu alandaki
yatırımlarımızın sayısını artırarak bu oranı
yükseltmek.
Yatırımlarımızın yanı sıra sürdürülebilirlik
konusunda yürüttüğümüz çalışmalarımızı
Bu raporun hazırlanmasında hangi
süreçler/gelişmeler etkili oldu? Kurum
içerisinde bu süreçte neler yaşandı?
Rapor için ne gibi çalışmalar
gerçekleştirildi?
Zorlu Enerji Grubu olarak, yerli ve
yenilenebilir kaynaklarla enerji üretimi
hedefimizi, sürdürülebilir yatırım anlayışıyla
hayata geçiriyoruz. Grubumuzun
büyümesinin başladığı 2008 yılından
itibaren tüm iş süreçlerimizi sürdürülebilir
kılmak amacıyla yönetsel ve operasyonel
alanda çeşitli uygulamalar
gerçekleştiriyoruz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK RAPORLARI
Sınırlı doğal kaynakların doğru
kullanımı, enerjide verimlilik, sürekli enerji
arzı ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi
öncelikli konular, şirketlerimizin
sürdürülebilir organizasyonlara
dönüşmesini kaçınılmaz kılıyor.
izimizi” hesaplıyoruz. Teknik birimlerimiz ve
sürdürülebilirlik stratejimizi uygulayan
ekiplerimiz, düşük karbonlu ekonomiye
geçişte karşı karşıya olduğumuz risk ve
fırsatları geleceğe yönelik stratejilere
dönüştürebilmek için çalışmalar yürütüyor.
Sürdürülebilirlik raporlaması ise tüm bu
hazırlık ve sürdürülebilir iş yapış biçiminin
başarıyla uygulanmasının ardından
gündeme gelen bir çalışma. Raporlama;
hazırlığına üst yönetimden başlayarak farklı
birimlerden çalışanların katıldığı, dinamik
bir süreç. Verilerin toplanmasından
yorumlanmasına, paydaş iletişimi,
ekonomik performans ve projelerin rapor
sunumuna uygun hale getirilmesi için çok
sayıda atölye çalışması ve toplantı
yapılıyor.
2012 yılı içinde tüm etkinliklerimizin
ayak izi karşılığında Türkiye’nin dört bir
yanında yeni ormanlar, yani karbon
emisyonlarımıza karşılık yutak alanlar
oluşturma kararı aldık. Fuar, toplantı gibi
kurumsal organizasyonlarımızın karbon
ayak izini detaylı şekilde hesaplıyor ve
karşılık gelen ağaç sayısından daha fazla
fidanı toprakla buluşturuyoruz. İlk olarak
Denizli’de 8.250 fidanlık bir orman kurduk.
Bunu, Arpaçay ve Tunceli’de tesis
edeceğimiz yeni ormanlar izleyecek. 2013
yılında ise çalışanlarımızın seyahatleri
nedeniyle oluşan karbon emisyonuna
karşılık olarak, ülkemize yeni ormanlar
kazandırmayı hedefliyoruz.
Sürdürülebilirlik konularının uygulama
tarafında oturmuş ve güçlü bir yapımız
olduğu için raporu oluşturmak da keyifli bir
süreç haline geliyor. Yıl içinde yapılanları ve
kaydedilen ilerlemeleri raporlayarak
paydaşlarımızın bilgisine açmak,
başarılarımızı olduğu kadar gelişmeye açık
yönlerimizi de şeffaflıkla paylaşarak
ilerleme hedeflerini anlatmak, raporun
önemli çıktıları.
Raporun yayınlanması kurum içinde ne
gibi değişiklerin yaşamasını sağladı?
Zorlu Enerji Elektrik Üretim A.Ş.,
ülkemizde ISO 14064-1 Sera Gazı
Emisyon Doğrulama Standardı belgesini
alan ilk enerji şirketi. Bu belge, iş yapış
anlayışımıza yön veriyor. 2011’de Zorlu
Enerji’nin faaliyetlerinden kaynaklanan
doğrudan CO2 emisyonlarımız % 11,
dolaylı CO2 emisyonlarımız ise % 3
oranında azaldı.
Diğer taraftan, doğal kaynakların
tasarruflu kullanımı konusunda aldığımız
kararlar sonucunda, 2011 yılında su
tüketimimizi % 9 oranında azalttık. 2011
yılında atıklarımızın % 39’unu geri
dönüşüm ve geri kazanım yöntemleriyle
bertaraf ettik. Bu çalışmalar
maliyetlerimizin kontrolüne de doğrudan
fayda sağladı.
2009 yılından bu yana “karbon ayak
Tüm bu çevresel, sosyal ve ekonomik
faydaların yanında, gerek hazırlık
sürecindeki katılımcı anlayış, gerekse
raporun paylaşımı sonrasında
çalışanlarımızdan alınan geribildirimler,
sürdürülebilirliğin kurum içinde
içselleştirilmesi adına çok olumlu katkılar
sağladı.
Raporun yayınlanması, kurumunuzun
dışında, gerek medya gerekse de hitap
ettiğiniz müşterilerde ne gibi bir etki
yarattı?
Medyanın sürdürülebilirlik konusuna
ilgisi giderek artıyor. Çünkü şirketler için
sürdürülebilirlik artık yalnızca çevresel ve
sosyal konuların yönetilmesi değil, çok
yönlü bir iş modeli. Özellikle halka açık
şirketlerin sürdürülebilirliği nasıl yönettiği,
medyanın yakın takibi altında.
Raporumuzun enerji sektörünün ilk
sürdürülebilirlik raporu olması, basının
ayrıca ilgisini çekti. Enerji üretiminde
sürdürülebilir bir yönetim anlayışı, doğal
kaynakların korunmasından kültürel
değerlere, yerel halkla iletişimden enerji
verimliliğine pek çok bileşeni barındırıyor.
Böyle olunca da medyanın her kesimini
ilgilendiren çeşitlilikte bir konu dağarcığı
MERCEK
oluşuyor. Bu süreçte raporu gönderdiğimiz
ve bir basın toplantısıyla ayrıntılı
anlattığımız medya mensuplarının
farkındalık ve bilgi düzeyinde artış
olduğuna şahit olduk.
Müşterilerimizde ise, sektörümüzde bu
alanda öncü olmamız nedeniyle oluşan
beğeni ve memnuniyeti gözlemleme şansı
bulduk. İkinci raporumuzu hazırlarken
müşterilerimizle birlikte diğer
paydaşlarımızın da görüşlerini alarak
katılımcı bir süreç yarattık.,
Bu tarz çalışmaların, ileride daha
yaşanılabilir bir dünyanın oluşmasında
etkili olacağını düşünüyor musunuz?
Küresel olarak tüm ülkeleri ve kurumları
ilgilendiren sürdürülebilirlik konularının
başında iklim koruma, doğal kaynakların
sorumlu kullanımı, iş sağlığı ve güvenliği,
insan hakları gibi konular yer alıyor.
Türkiye’de ise sürdürülebilirlik son
yıllarda, gerek ilgili regülasyonların
oluşturulmaya başlanması, gerekse başta
halka açık şirketler olmak üzere, özel
şirketlerin sürdürülebilirlikle ilgili stratejiler
geliştirmesi ile daha fazla gündem konusu
olmaya başladı. Şirketler gerek
paydaşlarından gelen talepleri, gerekse
iklim değişikliği gibi her geçen gün
dünyamızı daha fazla tehdit eden sorunları
göz ardı edemez hale geldi. Sorumlu iş
yapma modelleri oluşturmak artık sadece
gönüllü bir yaklaşım olmaktan çıkıp,
zorunluluk haline geldi.
Enerji sektörü günümüzde, tüm diğer
sektörler gibi, sürdürülebilirlik kavramını iş
anlayışına yansıtmadığı sürece, üzerinde
yaşadığımız, varlığımızı sürdüğümüz
dünyamızın sürdürülebilir olmadığının
bilincine vardı. Enerji verimliliği ve tasarrufu
konusunda sadece kurumlar olarak değil
7’den 70’e birey olarak da üzerimize ciddi
sorumluluklar düşüyor.
Global ölçekte sürdürülebilirlik bilinci
yaygınlaştıkça ve bu konuda yürütülen
projeler çoğaldıkça, daha yaşanabilir bir
dünyaya kavuşacağımıza inanıyorum.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ORGANİK
GIDA
Buyrun Çaylarrr!
Hem de ORGANİK
S
‘GEL TANIŞ OLALIM.’ YAvAŞ YAvAŞ bU
ÇAYI İÇER Gİbİ, GEL ŞU GÜNÜN
HAYHUYUNU bİR KENARA KOYALIM,
bİRbİRİMİZİ TANIYALIM. GEL, bİR
bARDAK ÇAY PAYLAŞALIM, bELKİ
ISINIRIZ ONUNLA vE
ARKADAŞLIĞIMIZLA.
GEL, HAYATI ISITALIM…
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
abah kahvaltılarımızın
vazgeçilmezi, dost sohbetlerinin
sıcaklığı, uykusuz gecelerin
arkadaşı, sınav telaşının parçası,
çalışırken bize eşlik eden, ince belli de mi,
kupada mı tartışmalarının nedeni...
Tiryakisi için illaki ince bellide tercih edilen,
tavşan kanı -biraz sevimsiz de olsamakbul olan kültürümüzün önemli bir
simgesi Çay...
Halk arasında bilinenin aksine tüm çaylar
Camelia Sinensis bitkisinin aynı
yapraklarının farklı işlemlerden geçmesi
sonucunda üretilir. Yeşil ve siyah çay
çeşidini birbirinden ayıran en önemli fark,
oksidasyon farkıdır. Yeşil yaprak
oksidasyona tabi tutulursa siyah çaya
dönüşür. Oksidasyon işlemi yapılmaz ise
yaprak işlenirken ve işlendikten sonra yeşil
kalır.
Hergün bardak bardak içtiğimiz çay,
hepimizin bildiği gibi ülkemizin cennet
bölgesi Karadeniz'den geliyor evlerimize,
bardaklarımıza... Anavatanı Çin olan ve
yaklaşık 5000 yıldır içilen çay, Çin’den
komşu ülkelere yayılmış ve bugün
itibariyle dünyanın her tarafında sudan
sonra en çok tüketilen ikinci içecek
konumuna gelmiştir.
Özellikle son yıllarda siyah çayın yanı
sıra hayatımıza giren farklı bitki çayları da
vardır. Adaçayı, papatya, kuşburnu,
ıhlamur, vb diğer bir çok bitkinin yaprak,
çiçek, tohum, kök ve kabuk gibi
kısımlarından elde edilen çaylarda
dünyamızda gittikçe artan bir miktarda
tüketilmektedir. Bitkisel çayların tüketilme
nedeni genellikle sağlık, rahatlatıcı ve
tedavi edici yönleri olmasına rağmen siyah
çay genellikle keyif, alışkanlık, tiryakilik,
misafir ağırlama v.b gerekçelerle
tüketilmektedir.
“Çay” denilince bir çoğumuzun aklına
demlikte demlenen siyah çay gelir... Ancak
çayın genel tanımı; sıcak sudaki infüzyonu
(demlenmesi) sonucunda lezzet, koku ve
renk veren her türlü içilebilir kurutulmuş
bitkidir. Çay latince ismi Camelia Sinensis
olan bitkiden üretilir. Bu bitkinin yeni
sürgün vermiş 2,5 yaprağı toplanarak, yaş
yaprak işleme fabrikalarında farklı
süreçlerde işlenerek 4 ana kategoride siyah, yeşil, oolong, beyaz- çay üretilir.
Oysa ki günlük hayatımızda belki
farkında olmadan bolca tükettiğimiz çayın
da sağlık açısından bir çok faydası olduğu
bilim insanları tarafından ifade edilmektedir.
ABD’li diyetisyen Mark Ukra'ya göre (Adı
Dr. Çay’a çıkan Çin asıllı Ukra’nın ailesi
200 yıldır çayla uğraşıyor.) kırmızı etin
GIDA
ORGANİK
DOĞU KARADENİZ bÖLGESİ'NDE YETİŞEN ÇAY FİDELERİMİZ KARLA bULUŞUYOR...
SONUÇTA HAŞERE YOK, İLAÇLAMA YOK... PESTİSİT YOK... DOLAYISIYLA ÇAYIMIZIN
TAMAMININ ORGANİK OLMA ŞANSI vAR.
kanser riskini azaltmanın en iyi yolu,
pişirmeden önce çayda bekletmek.
Alkolden önce içilen çay da karaciğerin
zarar görmesini engelliyor. Türk kültüründe
büyük yeri olan çayın faydaları saymakla
bitmiyor. Bu mucize bitki, kilo verdirici
özelliğinin yanı sıra, cilt ve saçlar içinde
çok faydalı. Ayrıca neredeyse hiçbir yan
etkisi bulunmuyor. Çay, kolestrolü
dengeliyor, şeker ve kalp hastalığı ile felç
riskini azaltıyor... Dünyada en çok tüketilen
içecek, doğal olarak su. Suyun hemen
ardındansa ikinci sırada çay geliyor. Tabii ki
tüm bu faydalarından istifade edebilmek
için her konuda olduğu gibi çayıda aşırıya
kaçmadan kontrollu tüketmek gerekiyor.
YENİ BİR KAVRAM “ORGANİK”
Çayın 5000 yıllık tarihine rağmen
organik terimi hayatımıza yeni girmiş ve
sorgulanmaya başlayan bir kavram olarak
çıkıyor karşımıza. Klasik tarımda kullanılan
zirai ilaç ve kimyasalların insan sağlığı
üzerindeki olumsuz etkisi bilinmekle
beraber organik tarımın asıl felsefesi,
toprağa hayat vermek ve eko-sistemin
çeşitliliğini denge içinde tutmak olarak
özetlenebilir... Bu denge zararlı mikro
organizmalara karşı yararlı mikro
organizmaları destekleyerek sağlanıyor.
Organik üretimde zararlı kimyasallar
kullanılmadığı için doğal sürece müdahale
edilmiyor ve dolayısıyla toprak korunuyor,
bu toprakta üretilen ürünler sağlıklı oluyor,
bu ürünleri tüketen canlılar zarar
görmüyor...
Organik ürünler diğerlerine göre biraz
daha pahalı, bunun nedeni doğal
ortamlarda yapay müdahalelere maruz
kalmadan yetişmiş olmaları. Bu üretim
şekli klasik üretim yöntemine göre daha
fazla zaman alıyor. Ayrıca talepleri
karşılayacak miktarda organik ürün üretimi
bulunmaması da fiyatının yüksek olmasının
bir diğer nedeni olarak sayılabilir. Organik
ürünler Uluslar arası sertifika sistemleri ile
sertifikalandırılıyor. Tüketicinin dikkat
etmesi gereken konu ise, organik diye
satın aldıkları ürünün ambalajı üzerindeki
sertifika sistemi sorgulamak.
ÇAYIN DA ORGANİĞİ OLUR MU?
Günlük hayatımızda elimizden hiç
düşürmediğimiz çay bardağını
düşündüğümüzde, yukarıda bahsettiğimiz
gibi sayısız faydasını gördüğümüzde, canlı
yaşamı ve çevrenin korunması açısından
organik üretimin önemini anladığımızda bu
soruyu sormadan duramıyor insan...
Organik çay olur mu?
Soruyu sorduğumuzda ise ülkemiz
adına yüz güldüren gelişmeler cevap
olarak çıkıyor karşımıza...
Dünyanın ilk organik çayının, Rize'de
organik üretim havzasına dönüştürülen
Hemşin ilçesinde 2009 yılında üretildiğini
öğreniyoruz mesela. Çaykur tarafından
2006 yılında gerçekleştirilen bir proje ile
Rize'nin 2 bin nüfuslu Hemşin İlçesi
organik tarım havzasına dönüştürülmüş ve
dünyanın ilk organik çayı 2009 yılında bu
bölgede üretilmiş. Hemşin ilçesinin organik
tarım havzası ilan edilmesi ile başlayan
projede devlet vatandaş iş birliği ile ilçede
organik tarımı engelleyebilecek etkenler
ortadan kaldırılmış. Üç yıllık süreçte
bölgede organik çay ekimi yapılmış ve
2009 yılında Hemşin ilçesinde Çaykur
tarafından organik çay fabrikası hizmete
girmiş. Üç yıl süreyle çay bahçelerini
organik üretim yapılabilir şekle getirmek
için çalışan 200 üretici, 120 ton yaş
organik çay üretmiş ve bunun karşılığında
Çaykur tesisinde işlenen 120 ton yaş
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ORGANİK
GIDA
organik çay yaprağından 20 ton kuru
organik çay üretilmiş.
Dünyada, üzerine kar yağan tek çay
olma özelliğini taşıyan Türk çayının
tamamının organiğe dönüştürülmesi
çalışmaları basında yer alırken, Türk
çayının Dünyadaki en makbul çay
olduğunu ögreniyoruz. Peki bu ne demek
oluyor... Araştırıp okuyunca anlıyoruz ki;
bu durum ülkemiz için büyük bir
fırsat...Çünkü bizim dışımızda hiçbir ülke
böyle bir imkana sahip değil. Başka
ülkelerde üretilen çaylar sıcak ve rutubetli
bölgelerde yetişiyor. Bu hava koşulları
bitkiye zarar verecek haşerelerin
oluşmasına zemin hazırlıyor, bu haşerelerle
mücadele için de bahçeler yıl boyunca
ortalama 15 kez ilaçlanıyor. Bu sebeple
yetişen çayda çok miktarda pestisit'e
(Pestisit, zararlı organizmaları engellemek,
kontrol altına almak ya da zararlarını
azaltmak için kullanılan madde ya da
maddelerden oluşan karışımlardır.
Potensiyel toksisiteleri nedeniyle canlılar
üzerinde bazı sorunlar yaratabilir.)
rastlanıyor. İşte bizim çayımızın farkı
burada ortaya çıkıyor... Doğu Karadeniz
Bölgesi'nde yetişen çay fidelerimiz karla
buluşuyor... Sonuçta haşere yok, ilaçlama
yok... Pestisit yok... Dolayısıyla çayımızın
tamamının organik olma şansı var. Sadece
kimyasal gübre kullanımını organik
gübreye çevirerek çayımızın tamamını
Amerikalı tarihçi yazar Katherine Branning
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
organik yapmak gibi çok büyük bir
imkana sahibiz. Klasik çay üretiminde
bahçelere dönüm başına yılda 6070 kg. azot gübresi atılıyor. Çay
fabrikalarında çay üretimi
sonu kalan artıklar organik
gübreye dönüştürülebiliyor
fakat bu üretim yetersiz
kalıyor. Çaykur azot gübresi
yerine kullanılabilecek
organik gübre üretimi
konusundaki ar-ge
çalışmalarını hızla yürütüyor.
Bu konuda olumlu sonuç
alındığı takdirde sadece
çayımız organik olmayacak, tüm
Karadeniz Bölgesi organik bölge
üretim sertifikası alabilecek. Mevcut
üretimimizle dış dünyaya açılmamız çok
zorken, Türk çayı Dünya pazarında
organik çay ile raflarda yerini alabilecek.
Elbette bu geçiş kolay olmayacak. Çay
bahçelerinin organik üretime hazırlanması
sürecinde, üreticilerin mağdur olmamaları
için devlet desteğine ihtiyaç olduğu kesin.
Ülkemiz adına bu avantajın iyi
değerlendirilmesini dilemek gerekiyor
sanırım...
Yazımı 30 yılı aşkın bir süre Türkiye'ye
düzenlediği seyahatlerine dair gözlemlerini
aktardığı "Yes, I Would Love Another Cup
of Tea" kitabını 2010 yılında yayınlayan
Amerikalı tarihçi yazar Katherine
Branning’in Türkiye ve Türk çayı hakkında
söylediği bir kaç cümle ile tamamlamak
istiyorum.
“Türkiye’de günün her saatinde bardak
bardak çay içebilirsiniz. Daha önce de
dediğim gibi benim gözümde bu bir
bardak çay Türkiye’yi temsil ediyor. Türk
çayı için tavşan kanı derler, siyah ya da
yeşil değil, kırmızıdır. Tıpkı her vatansever
Türk’ün damarlarında akan kan gibi. Tıpkı
göklerde gururla dalgalanan bayrakları gibi.
Eşsiz güzellikteki halılarındaki kırmızı yün
gibi, tıpkı ilkbaharda açan ateş kırmızısı
laleler gibi…Türk çayı sıcaktır. Anadolu
topraklarını ısıtan güneş gibi, içinizi ısıtan
coşkulu müzikleri gibi, yemekleri, şehirleri,
spor takımları, hayatlarının her anındaki
yaşama sevinci gibi…Türk çayı sadedir,
berraktır. Sütle beraber içilmez. Çayın sade
içilmesi gerekir. Berraktır, tıpkı bir Türk’ün
yüzü gibi. Her zaman anlaşılabilir, bir şey
saklamaz; komşulara gösterdikleri kalpleri
gibi berraktır. Türk çayı barışçıldır. Bir
bardak çay, nereye giderseniz gidin, size
ikram edilir; ofislerde, evlerde, iş
yerlerinde. Size ikram edildiğinde bir barış
mesajı ve jestini de size taşır. 13. yüzyılın
büyük şairi Rumi’yi hatırlatır; ‘Gel tanış
olalım.’ Yavaş yavaş bu çayı içer gibi, gel
şu günün hayhuyunu bir kenara koyalım,
birbirimizi tanıyalım. Gel, bir bardak çay
paylaşalım, belki ısınırız onunla ve
arkadaşlığımızla. Gel, hayatı ısıtalım…” r
KAYNAKLAR
http://www.caydunyasigazetesi.com/sektorel
http://www.lezzetvadisi.com/lezzet/cayin-bilmedigimizfaydalari.html
http://ekonomi.haberturk.com/makro-ekonomi/haber/743786hedef-5-6-bin-ton-organik-cay
http://www.dailymotion.com/video/x9mlgb_dunyanyn-ylkorganik-cayyny-urettik_news
http://www.haberci53.com/karadeniz/turk-cayi-organik-cayolarak-anilacak-h7082.html
http://www.biriz.biz/cay/organik/orgcayicin.htm
http://zaman.bg/katherine-branning-cay-turklerin-esas-ruhu/
YEŞİL BİNA
SERTİFİKA SİSTEMLERİ
Binalara
“NE KADAR YEŞİLSİNİZ?”
Sertifikası
. Çiğdem Yılmazer, Mimar
B
ugün sürdürülebilir / ekolojik /
yeşil / çevre dostu vb. pek çok
isim altında karşımıza çıkan
doğayla uyumlu yapılar, belirli
bazı kriterler doğrultusunda tanımlanıyor.
Yapının arazi seçiminden başlayarak
yaşam döngüsü çerçevesinde
değerlendirilmiş, bütüncül bir bakış açısıyla
sosyal ve çevresel sorumluluk anlayışıyla
tasarlanmış, iklim verilerine ve o yere özgü
koşullara uygun, ihtiyacı kadar tüketen,
yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmiş,
doğal ve atık üretmeyen malzemelerin
kullanıldığı katılımı, teşvik eden,
ekosistemlere duyarlı yapılar olması bu
kriterlerin en önemlileri.
Dünya’daki ulusal yeşil bina
konseylerinin deneyimi, yeşil binaların
yaygınlaşmasını sağlamanın en etkili
yollarından birinin bu binalara bir “yeşil
etiket” vermek olduğunu ortaya koymuş.
Bu etiketler sayesinde bir bina, birtakım
standartlar çerçevesinde “yeşil” olarak
tescil edilebiyor.
Bu standartlar aynı zamanda yeşil bina
tasarlamak isteyen mimar ve mühendisler
için kılavuz niteliği taşıyor. Sosyal
sorumluluklarını yerine getirdiklerini
kamuoyu ile paylaşmak isteyen şirketlere
de geçerli bir etiket sağlıyor. Yeşil
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
yapılaşmaya yönelmek şirketler için aynı
zamanda bir sosyal sorumluluk projesi
olarak da görülebiliyor.
Binaların ve yerleşimlerin, küresel
ısınmaya sebep başlıca sera gazı olan
CO2 salımının %40’ından sorumlu
olduğunu düşünürsek, mimarlar,
mühendisler, şehir plancıları ve en önemlisi
yönetmelikleri belirleyen yetki sahiplerine
büyük sorumluluklar düştüğü görülebilir.
Bina ve yerleşimlerin çevreye olan etkileri
salgıladıkları CO2 gazıyla da sınırlı değildir.
Aynı zamanda su kullanımının yaklaşık
%12’sinden, atıkların %65’inden ve elektrik
tüketiminin de %71’inden sorumludurlar.
Bu rakamların büyüklüğü aynı zamanda,
binaların ve yerleşimlerin çevreye olan
etkilerinin azaltılması konusunda büyük bir
potansiyelin olduğu anlamına geliyor.
Amerika’da yapılan bir çalışma, “yeşil”
veya “çevreci” olarak tabir edilen binaların
enerji tüketiminde %24-50, CO2 salımında
%33-39, su tüketiminde %40 ve atıklarda
%70’e varan bir düşüş sağlanacağını
ortaya koyuyor.
Yatırım ve maliyet açısından
bakıldığında da yeşil konulara yapılan
yatırımların uzun vadede yatırımcıya geri
döndüğü görülebiliyor. 2008 yılında
ABD’de yayınlanan sektör raporlarına göre
yeşil bina tasarım maliyetlerinde, sadece
%1 - %10 arası bir oranda artış olduğu
belirtiliyor.
YEŞİL BİNA
DEĞERLENDİRME SİSTEMLERİ
Günümüzde binaları çevresel etkilerine
göre değerlendiren pek çok sistem
geliştirilmiş ve geliştiriliyor. Bu sistemler,
yeşil dönüşüm sürecinde etkili bir araç,
önemli bir ilk adım olarak görülüyor.
Dünya’da birçok yeşil bina sertifika
sistemi mevcut. Bunlardan başlıcaları
1990’da İngiltere’de ortaya çıkan BREEAM
(Building Research Establishment
Environmental Assessment Method),
1998’de ABD’de ortaya çıkan LEED
(Leadership in Energy and Environmental
Design), 1998’de gelişmiş ülkelerin
biraraya gelmesiyle kurulan kurulan IISBE
(International Initiative for Sustainable Built
Environment), 2003’de BREEAM’den
uyarlanarak Avustralya’da oluşturulan
Greenstar, 2004’de Japonya’da ortaya
çıkan CASBEE (Comprehensive
Assessment for Building Environmental
Efficiency) ve 2009’da Almanya’da ortaya
çıkan DGNB (Deutsche Gesellschaft fur
Nachhaltiges Bauen).
SERTİFİKA SİSTEMLERİ
YEŞİL BİNA
BREEAM, bu yöntemi sayesinde farklı ülke ve coğrafyalara çok iyi
adaptasyon gösterebiliyor.
Bir binanın çevreye olan etkilerini basit ve ekonomik bir şekilde
değerlendirebilmek ve böylelikle bu etkileri azaltabilmek için 1990
yılında oluşturulan BREEAM, bu süreç içerisinde gelişip çok
kapsamlı ve detaylı bir metod haline gelmiş. Şimdiye kadar
dünyada 714.000 bina BREEAM sertifikası almak üzere kayıtlarını
yaptırmış ve 116.000 bina da sertifikalandırılmış.
BREEAM Puanlama Kategorileri
BREEAM’a göre puanlama 10 ana kategoride yapılıyor: Bina
Yönetimi, Sağlık ve İyi Hal, Enerji, Su, Arazi Kullanımı ve Ekoloji,
Ulaşım, Malzeme, Atıklar, Kirlilik, İnovasyon
Bu ana başlıkların da bulundukları ülkenin veya coğrafyanın
koşullarına göre ağırlıkları değişebiliyor. Örneğin Avrupa’da, Bina
Yönetimi’ne 12%, Sağlık ve İyi Hal’e 15%, Enerji’ye 19%, Ulaşım’a
8%, Su’ya 6%, Malzeme’ye 12.5%, Atıklar’a 7.5%, Arazi Kullanımı
ve Ekoloji’ye 10%, Kirlilğe 10% ve İnovasyon’a 10% ağırlık veriliyor.
Sertifika Dereceleri
BREEAM metoduna göre puanlama sonucu binalar farklı
derecelerde sertifikaya sahip olabiliyor:
- BREEAM Pass (Geçer),
- BREEAM Good (İyi),
- BREEAM Very Good (Çok İyi),
- BREEAM Excellent (Mükemmel),
- BREEAM Outstanding (Sıra Dışı)
Son yapılan araştırmalar BREEAM’ın ilk uygulandığı 1990
senesinden bu yana 4,5 milyon ton CO2 emisyon kazancı
sağladığını ortaya koyuyor, ki bu da İngiltere’deki 40.000 evin
toplam, ya da 750.000 evin ülke standardının üzerinde sağlamış
olduğu emisyon miktarına eşdeğer.
Bu sistemin puanlaması 6 kategoride yapılıyor:
- Sürdürülebilir Araziler (14 puan),
- Su Kullanımında Etkinlik (5 puan),
- Enerji ve Atmosfer (17 puan),
- Malzeme ve Kaynaklar (13 puan),
- İç Hava Kalitesi (15 puan),
Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik (LEED), ABD`deki
Çevre Dostu Binalar Konseyi tarafından geliştirilen bir dizi kriterden
oluşuyor.
- İnovasyon ve Tasarım (4 puan, +1 de tasarımda LEED sertifikalı
profesyonel kullanılırsa ekleniyor).
Farklı projeler için farklı LEED sertifika sistemleri geliştirilmiş:
- Sertifika / 26 - 32 puan,
- LEED-NC: Yeni inşaat ve renovasyon,
- Gümüş / 33 - 38 puan,
- LEED-EB: Mevcut binalar,
- Altın / 39 - 51 puan,
- LEED-CI: Binada yaşayanlar için iç tasarım,
- Platin / 52 - 69 puan.
- LEED-CS: “Core-and-shell”* projeleri,
- LEED-H: Evler,
LEED sertifikası, ABD`de USGBC’ye yapılan başvuru üzerine
sadece USGBC tarafından verilebiliyor.
- LEED-ND: Mahalle gelişimi
*Kaba inşaatı tanımlamak için kullanılan tabir.
Binalar dört ayrı alanda sertifika alabiliyorlar:
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
YEŞİL BİNA
SERTİFİKA SİSTEMLERİ
−Sosyal sorumluluk alındığının göstergesi olmaları,
−Yüksek standartlarda binalar yapılmak suretiyle ileriye dönük
dezavantajlı bir konumda olunmasının sağlanması,
Green Star, binaların tasarım ve yapımını düzenleyen, kapsamlı,
ulusal ve gönüllü bir çevresel etki değerlendirme sistemi.
Avustralya’daki ticari binaların %11’inin Green Star sertifikasına
sahip olması onu iş dünyası için kaçınılmaz bir hale getirmiş.
Green Star sertifika sistemi emlak piyasası için aşağıda sıralanan
faydaları sağlamak üzere oluşturulmuş:
- Ortak bir dilin oluşturulması,
- Yeşil binalar için standart bir ölçülendirme sisteminin
oluşturulması,
- Entegre ve bütünleşik tasarımın teşvik edilmesi,
- Çevre alanında liderlik yapanların tanınması,
- Binanın yaşam döngüsü analizi sonucu ortaya çıkan etkilerinin
belirlenmesi,
- Yeşil binaların avantajları ile ilgili toplumsal bilincin artırılması.
Green Star Sertifikalı Projelerin İşletmelere Sağladığı Avantajlar
−Daha düşük işletme maliyetleri,
−Yatırım maliyetlerinin kısa sürede amorti edilebilmesi,
−Kullanıcılar tarafından tercih edilmeleri,
−Daha kolay pazarlanabilmeleri,
−Üretkenlik alanında gelişme sağlamaları,
−Daha sağlıklı bir iş ve yaşam ortamı oluşturmaları,
−Rekabet güçlerinin artması.
Green Star Kategorileri
Green Star, bir projenin alan seçimi, tasarımı, uygulaması ve
bakımı sonucunda doğrudan ortaya çıkan çevresel etkileri
kapsayan dokuz kategori içeriyor: Yönetim, İç Mekan Çevre
Kalitesi, Enerji, Ulaşım, Su, Malzeme, Arazi Kullanımı ve
Çevrebilimi, Salınım, Yenilik
Her kategori, çevresel verimi arttıracak ya da arttırma
potansiyeli olan ölçütlere bölünmüş. Bir proje, o ölçütün şartlarını
sağladığı kadar puan alabiliyor. Toplanan puanlar sayesinde her
kategoride alınan puanlar belirleniyor.
Sonrasında ise o kategorinin ağırlığına göre bir yüzdelik
hesaplaması yapılıyor. Kategori ağırlıkları Avustralya’daki farklı
çevresel durumları yansıtabilmek için, eyalet ve alanlara göre
değişiklik göstermekte.
Belgelendirilmiş Green Star Sınıflandırmaları
4 Yıldızlı Green Star (Puan: 45-59) Çevresel sürdürülebilir
tasarım ve/veya yapıda “En iyi Tatbikatı”,
5 Yıldızlı Green Star (Puan: 60-74) Çevresel sürdürülebilir
tasarım ve/veya yapıda “Avustralya’daki Mükemmellik” örneğini, 6
Yıldızlı Green Star (Puan: 75-100) Çevresel sürdürülebilir tasarım
ve/veya yapıda “Evrensel Liderliği” simgeliyor.
- Çevrebilim
- Ekonomi
Binaların planlamasında ve değerlendirilmesinde kullanılmak
üzere kurulmuş bir sistem. Bir sınıflandırma sistemi olarak, tüm ilgili
sürdürülebilir yapı konularını içeriyor. Şartlara uyan projeler bronz,
gümüş ve altın kategorilerinde sınıflandırılıyor.
- Sosyal, Kültürel ve
Alman Sürdürülebilir Yapı Sertifikası, kaliteye önem veren bir
bakış açısı içeren, yapı planlaması ve değerlendirilmesi amacı ile
Alman Yeşil Bina Konseyi ve Ulaşım, İnşaat ve Kentsel İlişkiler
Birleşmiş Bakanlığı ortaklığında oluşturulmuş bir sistem.
- Arazi Yerleşimi
Net bir şekilde düzenlenmiş anlaşılır bir yapısı olan Alman
Sürdürülebilir Yapı Sertifikası, tüm ilgili sürdürülebilir yapı konularını
içeriyor. Değerlendirmeyi etkileyen altı madde şu şekilde belirtilmiş:
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Operasyonel Konular
- Teknik Konular
- Süreçler
Sertifika, projenin başlangıç noktasında belirlenen
sürdürülebilir yapı hedeflerinin bütünleşik tasarım prensipleri
doğrultusunda uygulanması üzerine kurulmuş. Böylelikle
sürdürülebilir yapılar, güncel teknolojiye göre tasarlanıp kalitelerini
bu yeni sertifika ile belgelendirebiliyor.
SERTİFİKA SİSTEMLERİ
YEŞİL BİNA
Ana Kriterleri
SERTİFİKANIN AVANTAJLARI
Sürdürülebilirliğe Olan Katkı: Sertifika,
bir yapının çevre ve topluma olan pozitif
etkilerini somut bir şekilde gösterebiliyor.
Maliyet ve Planlamadaki Kesinlik:
Sertifika sayesinde bir projenin erken
planlama aşamasında performans
hedeflerine ulaşılabilirliği büyük bir
kesinlikle ortaya konulabiliyor.
Risk Azaltma: Sertifika sayesinde inşaat
süresince bütünsel bir planlama teşvik
ediliyor. Böylelikle, planlama ve inşaat
süresince süreçler daha şeffaf ve net bir
şekilde takip edilebiliyor. En iyi
sürdürülebilir çözüm seçeneklerine
ulaşılırken, operasyon ve renovasyon
süresince doğabilecek riskler azaltılıyor.
Uygulamaya Yönelik Planlama Aracı: Bu
sertifika, uygulayanlar tarafından
uygulayıcılar için geliştirilmiş. Mal sahipleri
ve tasarımcıları sürdürülebilir yapılar
tasarlayıp uygulamaya geçirmeleri
yönünde destekliyor.
Yaşam Döngüsüne Odaklılık: Yapının
yaşam döngüsü üzerine kurulmuş sertifika,
bir binanın sürdürülebilirliğini
değerlendirme açısından kaçınılmaz olan
bu unsuru ele alıyor.
Avrupa Yapı Sektörüne Uygunluk:
Sertifika, Alman ve Avrupa yapı sektörüne
göre tasarlanmış. Sertifika sistemi
oluşturulurken hem yapı standartları hem
de piyasadaki enerji etkin yapılar göz
önüne alınmış.
Pazarlama Aracı: Yatırımcıların, mal
sahiplerinin ve kullanıcıların
sürdürülebilirliğe olan bağlılığını
belgelendiren sertifika, bir kalite simgesi
olarak dış ticareti desteklerken
yatırımcıların Alman emlak sektörüne olan
ilgilerini de arttırıyor.
Verimlilik: Sertifika yapıları bütünsel
olarak değerlendiriyor. Sistem, mal
sahipleri ve tasarımcılara birçok imkan
sağlıyor. Bu sertifika bir yapıyı, çevre
biliminin ötesine geçerek ekonomik,
sosyo-kültürel, işlevsel açılardan
performansını da göz önüne alarak
değerlendiriyor.
Esneklik: Sertifikanın sistemi, teknik ve
sosyal gelişmelere ve farklı uluslara göre
adapte edilebilme özelliğine sahip.
TÜRKİYE'DEN BİR ÖRNEK:
YEŞİL KONUT SERTİFİKA SİSTEMİ
Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği,
uzun zamandır Yeşil Konut Sertifika
Sistemi üzerinde çalışıyor. Üstte de sayılan
uluslararası değerlendirme sistemlerinin
Türkiye’deki kullanımına dair
kullanıcılardan gelen geribildirimler
(pahalılık, yoğun bürokrasi, ön koşulların
yarattığı “kılıfına uydurma” durumu…)
derneği bu yeni sistem üzerinde çalışmaya
yönlendirmiş. Sertifikaların, sertifikayı
oluşturan ülkenin ülkelerin kaynaklarına,
kültürlerine ve sistemlerine yönelik olması
Türkiye için de kendine özgü bir puanlama
sisteminin gerekliliğini doğurmuş.
Özellikleri
Yeşil Konut Sertifika Sistemi
tamamlandığında, yerel koşullara uygun,
Türkçe ve Türkiye’de uygulanmakta olan
standartlara referans verecek bir
değerlendirme sistemi olacak; ve sadece
Türkiye’deki profesyoneller geri bildirimde
bulunacağından versiyonları çok daha
gerçekçi bir şekilde revize edilebilecek.
Neden “Konut”?
Dernek, Türkiye’de yapılacak binalar
arasında tarihsel olarak bakıldığında
konutun her zaman en öncelikli ve önde
geldiğini saptamış.
Yeşil konut sertifikasının amacı, sağlıklı
toplumlar, yaşanabilir bir çevre ve gelişmiş
bir ekonomi yaratmak. Avrupa Birliği’nin
üzerinde çalıştığı 17 partnerle Avrupa
Birliği sertifikası göz önüne alınarak, LEED,
BREEAM, DGNB vb. uluslararası sertifika
sistemleri incelenmiş ve bir kılavuz, 8
başlık ve 49 konu altında bu sertifika
oluşturulmuş.
Yeşil konut dendiğinde incelenecek
kriterler ise şu başlıklar altında
toplanacak:
- Bütünleşik Yeşil Proje Yönetimi
- Arazi Kullanımı
- Su Kullanımı
- Enerji Kullanımı
- Sağlık ve Konfor
- Malzeme ve Kaynak Kullanımı
- Konutta Yaşam
- İşletme ve Bakım
Kullanıcıyı Sürece Dahil Eden Yaklaşım
Mayıs 2012’de sertifikanın Beta
versiyonu online ve dernek üyeleri ile sivil
toplum kuruluşlarının teknik komitelerine
açık olarak dernek websitesinde
yayınlanacak. Kullanıcı adı ve şifreyle
girilecek ve yetkililer geri bildirimlerini
belirtebilecek. Sertifikanın ortak akılla
şekillenmesine çok önem veriliyor.
Aralık 2012’de ise Yeşil Bina Konut
Sertifikası Sistemi yürürlüğe girecek.
Ayrıca şirketlerin taleplerine göre uzun
vadede, yerleşkeler ölçeğinde (LEEDNEIGHBOURHOOD ve BREEAMCommunities) ve var olan binalar için
sertifikalar üzerinde de çalışılabilecek.r
KAYNAKLAR
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&ID=24
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=25
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=27
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=26
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=28
http://www.cedbik.org/sayfalar.asp?KatID=3&KatID1=25&ID=29
http://www.ekoyapidergisi.org/25-ulusal-sertifika-sisteminin-betaversiyonu-hazir.htm
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
YEŞİL BİNA
PROJE
Sektöründe İlk
LEED GOLD Sertifikası
WILO TÜRKİYE YENİ bİNASIYLA, TÜRKİYE’DE vE AvRUPA’DA KENDİ
SEKTÖRÜNDE LEED GOLD SERTİFİKASI (ENERjİ vE ÇEvRE DOSTU TASARIMDA
LİDERLİK SERTİFİKASI) ALAN İLK FRMA OLDU.
T
ürkiye'de 20 yıldır faaliyet
gösteren, Alman pompa sistemleri
üreticisi WILO Türkiye, bölgesinin
lider ofisi olarak yeşil bina
konusuna da öncülük etti. WILO Türkiye
yeni binasıyla, Türkiye’de ve Avrupa’da
kendi sektöründe LEED Gold sertifikası
(Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik
Sertifikası) olan ilk firma oldu.
LEED GOLG SERTİFİKALI YEŞİL BİNA
OLMAK NE ANLAMA GELİYOR
Bu sertifika her şeyden önce yapının
çevre dostu olduğunu ve düşük enerji
tüketimi konusunda yapılan uygulamarı
belgeliyor. WILO Türkiye yeşil binasını
yaklaşık 11 milyon dolarlık yatırımla Orhanlı
- Tuzla’da inşa etti. Yapı, 9 dönümlük arsa
üzerine kurulu ve 8.000 metrekare kapalı
alana sahip.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Binanın enerji performansı, tesisat
mühendisliği konusunda Amerikan Isıtma
Soğutma İklimlendirme Mühendisleri
Derneği (ASHRAE) tarafından yayınlanan
standartlar ile karşılaştırıldı. Sonuçta enerji
maliyeti açısından yüzde 24 daha
tasarruflu bir proje ortaya çıkarıldı.
Binada enerjiyi maksimum tasarrufta
kullanabilmek için birçok sistem uygulandı.
Yüksek performanslı dış cephe izolasyonu
ve yüksek performanslı camlarla ısıtma ve
soğutmadaki kayıplar önlenirken, dim
edilebilir aydınlatma sistemleri ile ışık
seviyesi ihtiyaca göre ayarlanabilir olacak
şekilde planlandı. Bunun yanında hareket
ve varlık sensörleriyle gereksiz
aydınlatmanın önüne geçildi. Binanın
sıcak su ihtiyacı ise güneş panellerinden
karşılandı.
PROJE
YEŞİL BİNA
YÜZDE 50’YE ULAŞAN
SU TASARRUFU
Binalardaki şebeke suyu tüketiminde
peyzaj alanlarının etkisi düşünülerek
mümkün oldukça az su tüketen çalı, yer
örtücü bitkiler ve su ihtiyacı az olan karışık
çim çeşitleri tercih edildi. Damlama sulama
sisteminin kullanıldığı peyzaj alanlarında,
nem ölçer cihazı da sisteme dahil edilerek
daha verimli bir sulama sistemi hayata
geçirildi. Bu stratejilerle yalnızca peyzaj
alanlarında sağlanan su tasarrufu yüzde
50’ye ulaştı. Bina içi su tüketiminde ise
ıslak hacimlerde düşük debili klozetler,
susuz pisuarlar ve yüksek verimli, sensorlu
bataryalar kullanılarak şebeke suyu
kullanımından yüzde 50 tasarruf sağlandı.
GERİ DÖNÜŞÜMLÜ MALZEMELERLE
DOĞAL KAYNAKLAR KORUNDU
Binanın yapımında inşaat
malzemelerinden tasarruf eden
uygulamalar hayata geçirildi. Projede yer
alan inşaat maliyetlerinin yüzde 30’unu
geri dönüştürülmüş malzemelerden seçildi.
Böylece doğal kaynakların korunmasına da
katkı sağlandı.
TASARRUF VE VERİMLİLİK
UYGULAMALARI PROJE AŞAMASINDA
BAŞLADI
Binanın inşaat çalışmalarına
başlamadan önce hava ve su kirliliğini
önlemek ve toprak kaybının önüne
geçmek için ESC planı (Erozyon ve
Sedimentasyon Kontrol Planı) kapsamında
hazırlandı. Verimli toprağın kaybını
önlemek için şantiye giriş-çıkışlarında
araçlar yıkandı, akan toprak daha sonra
değerlendirmek için bir bölgede biriktirildi.
Yağan yağmurla birlikte toprağın şantiye
dışına çıkmasını engellemek için ise
geotekstil malzeme ile şantiye etrafı
çevrelendi. Çökelti havuzu oluşturuldu ve
rogar kapaklarında özel önlemler alındı,
suyun yağmur kanallarına filtre edilerek
geçişi sağlandı.
YEŞİL ALANLAR ARTIRILDI
Projede bitki örtüsü köreltilmiş
olduğundan siyah yüzeylerde ortaya çıkan
ısı alan etkisini en aza indirmek için birçok
tedbir uygulandı. Öncelikle saha içi araç
yollarında asfalt yerine beton tercih edildi.
Otoparklarda ise delikli taşlar kullanılarak
yeşil alanların artması sağlandı. Tüm bu
uygulamalar sonucunda, peyzaj
alanlarında ısı adası etkisinde yüzde 87
oranında düşüş yakalandı. Çatı alanlarında
ise, yansıtıcı etkisi yüksek olan beyaz
renkli TPO malzeme kullanıldı ve ısı adası
etkisi yüzde 76 oranında düşürüldü.
Ayrıca yine inşaat aşamasında
kaynakların ve çevrenin korunması
amacıyla atık yönetimi uygulamaları
başlatıldı. Şantiyeden çıkan atıklar, sahada
bir alanda toplanarak, atık değerlendirme
firmalarına iletildi. Kontrollü ve düzenli bir
çalışma planı izlenmesi sonucu, inşaat
sırasında çıkan atığın yüzde 93’ünün atık
tesislerinde yeniden değerlendirilmesi
sağlandı. Proje kapsamında günlük evsel
atıkların oluşumunu düşürmek için ise
atıklar farklı kaplarda ve bina içinde kolay
ulaşılabilir alanlarda toplandı. Bu arada
yerel ekonomiyi desteklemek ve yakıt
tüketimi kaynaklı çevre kirliliğini önlemek
için inşaat maliyetinin yüzde 59’unda yerel
malzemeler tercih edildi.
DAHA AZ KARBON SALINIMI İÇİN
BİSİKLET KULLANIMI TEŞVİK EDİLİYOR
Sanayi Bölgesinde yer alan WILO
binasında, bireysel otomobil kullanımından
kaynaklanan karbon salımını azaltmak ve
personelin ulaşımını sağlamak amacıyla
personel servisleri kullanımı tercih edildi.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
YEŞİL BİNA
PROJE
Bununla birlikte yakın çevreden gelen
çalışanlar için bisiklet kullanımını teşvik
etmek amacıyla binada bisiklet park
alanları ve duş alanları oluşturuldu.
GÜN IŞIĞI VE ÇEVRE MANZARASIYLA
ÇALIŞANLARA YÜKSEK MOTİVASYON
Binada çalışanların motivasyonunu
olumlu yönde etkileyecek; sağlıklı ve keyifli
bir yaşam alanı sunmak amacıyla
manzarası ve gün ışığından maksimum
fayda sağlanması hedeflendi. Çatıdaki
ilave ışıklıklar, gün ışığı aydınlık seviyesini
artırıyor. WILO’da gün ışığı alan yaşam
alanlarının aydınlık oranı yüzde 85’i,
manzara gören yaşam alanlarının oranı ise
yüzde 92’yi buluyor. Bu yüksek oranlar
sayesinde çalışanlar günün enerjisinden
mahrum kalmıyor.
BİNADA SAĞLIK ÖN PLANDA
Projenin inşaat aşamasında çalışma
şartları ve çalışanların sağlığı konularına
maksimum önem gösterildi. Yeşil binanın
yapım aşamasında birçok tedbir
uygulamaya alındı. Klima kanallarının
montajı sırasında çalışanların ağızları
maskelerle kapatıldı. İnşaatı devam eden
alanlar bitmiş alanlardan izole edilerek toz
taşınmasının önüne geçildi. İnşaat
sahasında çalışanlar için havalandırma
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
sağlandı. Verimli ve efektif bir çalışmayla
zaman yönetimi etkin bir şekilde uygulandı.
Yeşil binada iç mekânlarda kullanılan
yapıştırıcı, boya ve kaplama
malzemelerinin içeriğinde VOC (zararlı
uçucular maddeler) değeri çok düşük
ürünler kullanıldı. Böylece kısa ve uzun
vadede insan sağlığına zarar verecek
maddelerin solunmasının önüne geçildi.
Ofislerin zemin kaplamasında ise Amerikan
Halı Enstitüsü Carpet & Rug Institute (CRI)
tarafından test edilen doğa dostu Green
Label Plus (GLP) sertifikalı halılar tercih
edildi.
Binada fotokopi odaları, bağımsız bir
egzoz sistemi ile donatılarak binanın diğer
alanlarından ayrı olarak havalandırılan bir
alanda yer aldı. Binanın ana girişinde yer
alan özel paspaslar sayesinde tozun içeri
girmesi önlenerek içerideki havanın kalitesi
korunmasına önem verildi. Tüm klima
santrallerinde ise yüksek verimli filtreler
kullanıldı.
Tüm bu uygulamalar sonucunda,
binada ASHRAE standartlarına göre yüzde
30 daha fazla taze hava sağlandı. Kullanım
yoğunluğu yüksek olan toplantı odaları,
yemekhane gibi alanlarda ise
karbondioksit sensörleri kullanılarak hava
kalitesinin kontrol altında tutulması
amaclandı. Böylece personel için sağlıklı
bir çalışma ortamı sağlanıldı.r
MERCEK
İÇERDE ÇOCUK KALMASIN
MAHALLE KÜLTÜRÜ
ve SOKAK OYUNLARI
“İçerde çocuk kalmasın”
. Nilgün Kuzu, Branş öğretmeni (İTÜ),
Halk Oyunları ve Müzik
H
epimizin neredeyse hergün
bilinçli ya da bilinçsizce
söylediğimiz, en azından
okuduğumuz, birçoğumuz için
hayatının odağı, bir parçası veya
tamamıdır çocuklarımız. Burada uzun
uzun çocuk nedir, çocuk ne yapar gibi
tanımlamalara girmeyeceğim. Çünkü
hepimiz o yollardan geçtik. Çok iyi
biliyoruz ki çocuğu oyun büyütür ve
odağında içeriği değişse de daima oyun
vardır. Burada kendi oyun tanımlamamı
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
yapmak istiyorum ki; ilerleyen satırlarda
anlatmak istediklerime bir ayna tutsun.
Bence oyun; çocuğun fiziksel ve ruhsal
gelişiminde yüzde yüz etkili, kurallı veya
kuralsız gerçekleşen, fakat çocukların her
şekilde içinde bulunmaktan hoşlandığı
etkinlikler bütünüdür.Benim uzun
zamandır kafa yorduğum ve herkesin de
düşünmesi gerekliliğine inandığım bir
konu var ki o da değişen, dönüşen
mahalle oyunları. Çağımız tamam
teknoloji çağı ve elbette ki ona ayak
uydurmalıyız ama değerlerimizi yitirmeden
de ayak uydurabileceğimize, hatta
birbirine katarak, çoğaltarak belki de
ekleyerek daha anlamlı kılabileceğimize
inancım tam.
Oyunun birçok amacı vardır. Çocuk
oyun sayesinde herşeyden önce
düşünmeyi, kendi başına karar vermeyi,
sorumluluk almayı, işbirliği yapmayı ve
bana göre kilit noktalarından biri olan
paylaşmayı öğrenir.
İÇERDE ÇOCUK KALMASIN
MERCEK
Komşularımızın hal hatrını sormakla işe
başlayabiliriz. Ben bu iletişimlerin çorap
söküğü gibi ardışık bir şekilde geldiğine
inananlardanım.
Mesela yakar topu hatırlayalım; en az
dört kişiyle oynanır ki takım ruhu, bir
olma, galibiyet ya da mağlubiyeti
paylaşma gibi soyut öğretiler içerir. Hızla
gelen toptan kaçmak bazen de can almak
için topa doğru koşmak gerektiği için
sürekli bir hareketlilik hali vardır. Ayrıca
topun nereye gideceğini saptamak gibi
küçük hesaplar yapmayı gerektirir.
Demem o ki; bu oyunların öğretisi ve
getirisi saymakla bitmez.
Bilgisayar başında, çocukların
genellikle tek başına oynadıkları oyunlarla
mukayese kabul etmez bence. Bir
düşünün; bilgisayarda hazır kurgulanmış,
her zaman olmasa da zaman zaman
şiddet içeren, el ve kol dışında hiçbir
uzvun hareket etmediği, üstelik bağımlılık
yaratan…v.s. bu oyunların çocuklarımıza
getirisi ne olabilir ki?
Çocuklarımızın dışarıda
oynayabilmeleri için, bir alan bir
mahallemiz yok dediğinizi duyar gibi
oluyorum. Aslında ben de aynı şeyi
düşünüyorum. Kendi kendime mahalle
neden bu kadar önemliydi diye
sorduğumda aklıma; çocuklarımızı
sahiplenen, koruyup gözeten, birbirine
değer ve güven veren insan grubunun
yaşadığı, gözümüzün asla arkada
kalmayacağını bildiğimiz kişiler geliyor.
Günümüzde bırakın mahallemizdeki
insan grubunu yan komşumuzu dahi
tanımıyoruz. Aslında bu bir nevi kendimi
de ikna yazısıdır. Çünkü hiç
selamlaşmadığım bile insanların
çocuklarıyla çocuklarımı nasıl dışarı
gönderirim diye düşünüyorum? Bu yerini
bulmayan saçma bir kaygı da olabilir
bakalım yazının sonunda kendimi de ikna
edebilecek miyim?
Genel olarak hepimizde hemen hemen
her konuda geçmişe özlem, geçmişte
yaşananları günümüzde arama,
mukayese edip hayal kırıklığı yaşama
arayışı ve hatta kolaycılığı vardır. Biraz
bundan sıyrılmaya çalışmamız gerektiğini
düşünüyorum. Misal kalmayan mahalle
kültürüne üzülüp, hayıflanmayı bırakıp,
kendimize bir yol çizip, icraata geçmenin
zamanıdır bence.
Hemfikir olduğumuz bir konu var ki o
da genelde mahalle kültürü diye bir şey
kalmadığıdır. O halde mahalleyi oluşturan
parçalardan biri olan apartmanlarımıza
kafa yoralım. Benim derdim
çocuklarımızın oyun vesilesiyle dışarıya
açılıp, daha çok vakit geçirmeleri.
Dolayısıyla bazı kaygılarımızın üzerine
gitmeliyiz diye düşünüyorum.
Bir taraftan yok olan şeylere
ağlamaktan, aslında o şeyleri yok edenin
bizler olduğumuzu da göremiyoruz.
Aslında mahalle kültürünü, eski çocuk
oyunlarını bitiren bizler değil miyiz? Evet
bizleriz. Ama aslında bu da bir bedel.
Değişen dünyaya uyum sağlamak için
birşeyler yer değiştiriyor ya da yok oluyor.
Adana Ticaret Odası (A.T.O.) İnşaat
Meslek Komitesi Başkanı Halil Avcı A.A.
Muhabirine yaptığı açıklamada; “artık
yaşam tarzı değişiyor. İnsanlar
köşebaşındaki herhangi bir binadan değil,
içerisinde sosyal donatı alanları olan
sitelerden daire almak istiyor. Çünkü
geçmiş yıllarda kentler bu kadar kalabalık
değildi, herkes mahallede birbirini tanır
birbirinin çocuğuna gözkulak olurdu. Art
niyetli insanlar bulunmazdı” dedi.
Ben bu bilgilerden yola çıkarak sürekli
eskileri yad edip vakit kaybetmek yerine,
kendimizi mevcut duruma adapte edip,
ondan zevk almaya çalışmanın çok daha
mantıklı olduğu kanaatindeyim. Siteleri
düşünürsek eğer; zaten çocuklar
sitelerde çok kısa zamanda birbirleriyle
tanışıp, gruplaşırlar. Belki eski sıcaklık,
samimiyet yoktur ama o bizim bildiğimiz,
tanıdığımız duygular. Şimdiki çocukların
samimiyet anlayışları da onlara göre
şekilleniyor. Yani kıyaslayıp, gereksiz yere
kendimizi de, çocuklarımızı da
yormayalım.
Benim kafa yorduğum ve en çok
rahatsız olduğum durumlardan birisi de;
çağımızın en büyük götürüsünün-oyun ve
oyuncak için-, zehir gibi çalışan çocuk
beyinlerini tembelleştirmesi
gerçeği.Şimdilerde telleri kıvırarak yapılan
arabalar yerlerini uzaktan kumandalı
arabalara, bezden yapılan bebekler
yerlerini konuşan bebeklere, elle hareket
ettirilen trenler yerlerini son sürat giden
trenlere bırakmış durumdalar. Yani herşey
hazır. Herşey bir parmaklarının ucunda.
Herşey emeksiz, dolayısıyla da
heyecansız. Üstelikte hareketsiz.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MERCEK
İÇERDE ÇOCUK KALMASIN
Düşünsenize;
çocuklarımız aklımıza
gelebilecek her türlü spor
müsabakasını oturdukları yerden
gerçekleştiriyorlar. Yeterince koşmuyorlar,
zıplamıyorlar, hoplamıyorlar.Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı
Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükran Darcan
günde 10 kez sıçrama hareketi yapan
çocukların kemik yoğunluğunun
yapmayanlara göre yüzde 1.2 daha fazla
olduğunu belirterek “kemiklerin ve
kasların gerilmesini sağlayacak türde
hareketler kemik kazanımının iyi olmasını
sağlar.Kemik sağlığı için çocukların
bilgisayar ve televizyon karşısında
geçirdiği saatlerin azaltılması gerekiyor”
dedi. Hani eski toprak diye bir tabir vardır
ya işte tam da budur. Eskiler bilinçsizce
belki ama kemiklerine yatırım yapmışlar.
Hem de ne yaparak? Bol bol sokakta
oyun oynayarak.
Çocuk oyunları neden yok oluyor
sorusu kafamda dönüp duruyor. Tamam
şimdiye kadar bir çok sebebe değindik
ama Uzman Psikolog Çağla
Dörtlüoğlu’nun bir yazısı kafamda bir ışık
daha yaktı. Dörtlüoğlu; mahalle
kültürünün yok olmaya başlamasına
paralel olarak, çocukların da çocuk olma
vasıflarını kaybetmeye başladıklarına
dikkat çekiyor.”Çocuklar ilköğretim
hayatlarına başladıktan sonra okul,
etüdler, özel dersler, sosyal aktivitelerle o
kadar yoğun hale geldiler ki; sokağa çıkıp
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
oyun
oynamak onlar
için lüks haline geldi”
diyor. Kaba bir tabir olacak
ama çocuklarımızı yarış atı gibi
koşturuyoruz. Bu konuya çok uzun
uzun girmeyeceğim. Çünkü başlı başına
ele alınması gereken çok önemli bir konu.
Sadece yok olan şeylerde eğitim
sistemimizinde suçu olduğunu
düşünüyorum. Milli eğitim de bu durumu
farketmiş olacak ki; unutulmaya yüz
tutmuş çocuk oyunlarını kitap haline
getirmiş. Gelenekselleşmiş 151 oyunun
yer aldığı kitap tüm ilköğretim okullarına
ve öğretmen adaylarının yetiştiği eğitim
fakültelerine gönderilmiş. Bu çok umut
verici bir hareket bence. Bir koldan değil
birçok koldan yaygınlaştırmaya çalışırsak
daha başarılı oluruz gibi geliyor. Okulda,
sokakta ve hatta evde bu oyunların tadını
alan çocuklar teknolojik iletişime biraz
daha az zaman ayırarak ikili durumu
dengelemiş olacaklardır bence. Nedir bu ikili?
Hem oyun hem bilgisayar, televizyon v.s.
Aslında çocuk oyunlarıyla ilgili bir sürü
umut verici etkinlik düzenleniyor. Bu sene
İzmir Konak Belediyesi tarafından 4.
Sokak Oyunları Festivali gerçekleştirildi.
Konak Belediye’si başkanı Dr. Hakan
Tartan öncülüğünde gerçekleşen 2.
Uluslararsı Konak Çocuk Şenliği’nin
heyecanlı havasında sürecek olan 23
Nisan kutlamaları, 4. Sokak Festivali
etkinlikleriyle çocuklaru daha özgür bir
dünyaya taşıdı. Konak Belediye Başkanı
Tartan; şenlik ve sokak oyunlarıyla
çocukları sanal dünyanın içinden çekip
aldıklarını belirtti. Çocukların bu dünya
içinde sıkışıp kaldıklarına değinen Başkan
Tartan, Sokak Oyunları Festivaliyle
çocukların unutulan oyun ve oyuncaklarla
buluşacağını söyledi. Tartan” Sokakta eski
oyunlardan hiçbiri kalmadı ve tek başına
bilgisayar oynayan çocuklar var. Oyun
oynamak bir kültürdür. Biz bu oyunları bir
nebze olsun yaşatıp, çocuklarımıza
tanıtmayı ve unutanlara da hatırlatmayı
amaçlıyoruz” dedi.
Yine bu kez İstanbul’da özel bir okul 6
mayıs 2012 Pazar günü “Haydi çocuklar
sokağa, oyun oynamaya” adlı birbirinden
güzel ve değişik oyunun yer aldığı “Sokak
Oyunları Festivali” gerçekleştirdi.
Ayrıca Tema Vakfı “çocuklar içerde
kalmasın” isimli bir proje başlattı. Proje
kapsamındaki bilgilendirmeler ise şöyle:
Çocukların çevre dostu bir yaşam tarzı
benimsemesinde en önemli etkenlerden
biri de açık havanın bir öğretim aracı
olarak kullanılmasıdır. Araştırmalara göre;
doğal ortamlarda düzenli ve sürekli olarak
tekrarlanan pozitif deneyimler,
sürdürülebilir davranışlar ve yaşam tarzı
edinmede etkili olmaktadır. Yani çocuklara
yaşatılacak, açık hava deneyimleri, resmi
bazlı sınıf eğitimlerinden çok daha etkili
olabilir. Bu kapsamda öğretmenler okul
bahçelerinde ve yerel yeşil alanlarda ders
Bu güzel örnekleri çoğaltmak mümkün.
Çocukları önemseyen ve bu konuya kafa
yorup icraata geçen bir sürü beyin
mevcut çok şükür ki. Ben çocuklarımızın
bu konularda geleceğiyle ilgili endişeli
değilim. Çünkü ebeveynler çok bilinçli ve
teknoloji sayesinde çok da araştırmacı.
Eksiklikleri farkındalar ve dolayısıyla da
birşeyler yapma telaşındalar. Zaten
farkındalık en önemli adım, gerisi ortak
çabalarla gelecektir.
Geçmişten koparmadan, gelecekten
çalmadan bugünü yaşamaları için gerekli
zemini hazırlamalıyız çocuklarımıza ki,
aslında biz de kopmamış olalım. Biz de
bütünün birer parçası olduğumuz için
yiten şeylerin içinde biz de varız.
Dolayısıyla çocuklarımıza hatırlattığımız
şeyler bizim de unutmaya yüz tuttuğumuz
şeyler değil midir?r
BİR TERS
BİR DÜZ
EKOLOJİK PORNO
“DÜNYA ÇIRILÇIPLAK, KRAL ÇIPLAK, NESNELER APAÇIK.”
PEKİ YA bEN bUNU GÖRMEK İSTEMİYORSAM…?
. Özlem Bahadır, Y. Mimar
M
ite denen küçük canlılarla bu
denli içli dışlı yaşadığımızı yıllar
önce bir elektrikli süpürge
satıcısından öğrendim.
Satıcının stratejisi basitti : ‘düşman
yatağınızda’ sloganıyla önce sizi geriyor,
miteların yüzlerce kez büyütülmüş
fotoğraflarıyla basbayağı ürkütüyor, sonra
da işte bu makina sizi kurtaracak diyerek
malını pazarlıyordu. İsimlendirmeden ve
detayları bilme gereği duymadan mite’larla
yıllardır sürdürdüğüm seviyeli birlikteliğim o
gün bir daha düzelmemek üzere bozuldu.
Bayağı bir zaman yastığa başımı eğreti
koydum, halıya terliksiz basmaksa
kabusum oldu..
kahramanı görüntülü mite’lerın tüm eşkalini
bilmesem olmuyor muydu?
Satıcının umrunda bile değildi ama onu
neden apar topar yolcu ettiğimi merak
edecek olsa ona önerim bu kadar
gerçeklik acaba herkeste işe yaramıyor
hatta ters tepiyor olabilir mi diye bir
düşünmesi olurdu. evet, ben acaba bu
kadar gerçeklik istiyor muyum?
ekosistemdeki herşeyi tüm ayrıntılarıyla
bilmek ya da görmek istiyor muyum?
R&Sie deneysel işleriyle dikkat çeken
Fransız bir tasarım grubu. Singapur’daki
müze projeleri “Dusty Relief”(tozlu rölyef) in
en dikkat çekici özelliği kentteki havanın
kirliliğini görünür hale getirmesi. Özel bir
elektromanyetik dış kabuk sayesinde toz,
kir vs. birikip içimize çektiğimiz havayı
görünür kılıyor.
Tamam evrende yalnız değiliz, hatta
kendi bedenimizde bile..bunu biliyor
olabilirim ama aynı bedeni, hatta aynı
yastığı paylaştığım bu korku filmi
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
***
Olmuyor..Bu devirde olmuyor..Olumlu
ya da olumsuz herşey görülmeli ve
gösterilmeli..Gizli kalmış, kişiye özel
kalmış, mahrem kalmış hiçbir şey kalmasın
komutu almış gibiyiz. Herşey spot
altında..Çağın temel dinamiği bu.
Vücut Dünyası (Body Worlds)
sergisinde olduğu gibi derimizin altındaki
eti de, filmde öpüşen oyuncunun küçük
dilini de, tozu kiri pası da illa ki
göreceğiz..illa ki gösterecekler..
***
Doğada dolaşım halindeki parçacıkların
bilinçli olarak biriktirilmesi ve sergilenmesi
akla Baudrillard’ın “porno kültürü”
tanımlamasını getiriyor.
BİR DÜZ
Baudrillard’a göre pornonun gayreti,
cinselliğe dair acımasız ve mikroskobik
hakikati görmemizi sağlamaktan ibarettir.
Her şeye fazlaca yakından bakılır ve o
güne dek hiç görülmemiş olan şeyler
görülür. Hepsi fazlaca hakiki, hakiki
olamayacak kadar yakındır(1).
Çağımızın temel dinamiği, herşeyin
daha yakından görülmesi ve
gösterilmesidir.
Pornografi sıklıkla cinselliğe özgü bir
terim olarak algılansa da aslında bundan
çok daha fazlası. Kafası kesilen bir askerin
görüntüsü pornografiktir. Ölüm anı
görüntüleri, şiddet sahneleri kesinlikle
pornoya girer. Pornografi, bir çeşit dolaysız
anlatım türü aslında. Anlatılacak olan ima
edilmez, olduğu gibi gösterilir.
Sadece cinsellik, ölüm ya da şiddet
değil insanın görmek istemeyebileceği,
görmesinin kendisinde içgüdüsel bir
hareket başlatacağı düşünülebilecek pek
çok şey pornografiktir.
Söz konusu olan, o derece yakından
bakılması ahlaki açıdan tartışmalı bir çok
şeye –pek çok farklı gerekçeyle- fazlaca
yakından bakılması ve baktırılmasıdır.
Yani, kasaptan taze kestirilmiş eti giyip
sahneye çıkan lady gaga’nın görüntüsü de
pekala pornografiktir.
‘Mutlak baskı, biraz fazlaca verilerek
elimizdeki her şeyin alınmasıdır’ (1).
Zeynep Sayın, imgenin pornografisi
başlıklı kitabında pornografik imgelerin
zaman içinde duyuların gitgide
körelmesine sebep olmaları tehlikesine
dikkat çeker(2). Buna hiçbirimizin itirazı
olmaz sanırım.
İsteyen bakar, isteyen bakmaz
denebilir, aşırıya kaçmadan bir noktaya
kadar yaşama dahil edilmek istenebileceği
de düşünülebilir tamam ama pornografi
her zaman kişisel seçimlerimizle
hayatımıza dahil olmuyor ki.. farklı
biçimleriyle pornografiye maruz
bırakılıyoruz.
Baudrillard günümüzde genelleşmiş
iletişim ve enformasyon fazlasına karşı
simgesel alanı, zihnin muhakeme alanını
koruyan artık hiçbir şey olmadığını söyler
BİR TERS
ve durumumuzu gölgesini yitirmiş adama
benzetir:
‘üstüne düşen ışık karşısında
şeffaflaşmıştır ya da her yandan aydınlatılmış
olarak, korunmasız biçimde tüm ışık
kaynaklarından aşırı ışık almıştır. Teknikler,
görüntüler ve enformasyon da bizim her
tarafımızı aydınlatmakta ve biz ışığı kırıp geri
yansıtamıyoruz.’
Özellikle internet çağında bu sözlere
katılmamak elde değil. Bazen görmek ya
da bilmek istemeyebileceğimiz ne çok
şeye maruz bırakılıyoruz.
Bunların bir çoğu iyi niyetle yapılıyor.
“Mikropları göstermek istedik”,
“Başınıza gelebilecekleri göstermek
istedik”,
“Sigara içmeye devam edersen
morgda nasıl görüneceğini göstermek
istedik”
İyi niyetle de olsa, gerçeklik
sunumlarının bir korku ve endişe terörü
yaratabilecek olduğunu unutmamak lazım..
Çözelim derken bozuyor olabiliriz.. mesela
satıcının daha huzurlu uyku vaadiyle
yaptığı “düşman yatağınızda” temalı
tanıtımından önce uykularım daha
huzurluydu benim.
Amaç bilinçlendirmek, uyarmak,
duyarlılık kazandırmak olsa bile, her zaman
işe yaramıyor.
Herşeye rağmen havayı solunası,
dünyayı da yaşanası bulma hakkımı
istiyorum. Bana sorulmadan gösterilenler
hoşuma gitmiyor.
Ben şahsen bir doz cahil kalmak
istiyorum. Ya da saf..ne derseniz.r
KAYNAKLAR
(1) “Baştan çıkarma üzerine”, Jean Baudrillard, Ayrıntı
yayınları, 2005.
(2) “İmgenin pornografisi” Zeynep Sayın, Metis
yayınları, 2009.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
HABERLER
GÜNCEL
EYÜP BELEDİYESİ’NDEN
Prototip Yeşil Bina...
İ
kibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi'nin ilk sayısında sürdürülebilir ve
daha yaşanabilir şehirlerin oluşabilmesi
için bireysel çabaların ötesinde yerel
yönetimlerin projelerinin önemine değinmiştik ve bu kapsamda ilk olarak Gaziantep Belediyesi'nin çalışmalarına yer
vermiştik. Ne mutludur ki; bu içerikte birbiri
ardına proje haberleri aldık ve Eyüp Belediyesi'nin 1 Ocak 2012’de hayata geçen
“Yeşil Bina Sertifikasyon Sisteminin Kurulması” projesini sizlere aktarıyoruz.
Eyüp Belediyesi'nin “Yeşil Bina Sertifikasyon Sisteminin Kurulması” projesi binalarda enerji verimliliği sağlayacak
sertifikasyon sisteminin yaygınlaştırılmasını
hedefleyen örnek bir proje olarak karşımıza
çıktı.
İstanbul Kalkınma Ajansının desteği ile
Eyüp belediyesi liderliğinde ilerleyen projede, Eyüp Kaymakamlığı ortak, Çevre
Dostu Yeşil Binalar Derneği(ÇEDBİK) ise iştirakçi olarak yer almakta.
Projeyi Eyüp Belediyesi hayata geçiriyor fakat hedeflerinin büyük olduğunu gö-
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
rüyoruz. Projeyi hazırlayan ekip, özellikle
konutlarda enerji verimliliğini artırıcı çalışmaları ülke genelinde tanıtmak, toplumun
tümüne yaymak amacıyla yola çıktıklarını
ifade ediyor.
PROJENİN GENEL AMACI
Projenin amacı; enerji verimliliği sağlayacak bina sertifikasyon sisteminin yaygınlaştırılarak enerji verimliliğini artırmak
dolayısıyla İstanbul’un çevresel sürdürülebilirliğine ve küresel rekabet edebilirliğine
katkı sağlamak. Proje kapsamında genel
amacın yanı sıra özel amaçlarda bulunuyor.
Eyüp Belediyesi'nde çalışan 50 mimar ve
mühendisin, enerji verimliliğini sağlayacak
bina sertifikasyon sistemlerini öğrenmek
amacıyla aldığı eğitimin son gününe katılan
Eyüp Belediye Başkanı İsmail Kavuncu bir
ülkenin kalkınmasında enerjinin öneminin
altını çizerek, hayata geçen bu projenin sonunda inşa edilecek prototip binanın, uzun
yıllar bölge halkına hizmet edeceğini ve
Eyüp’te enerji verimliliği çalışmalarının merkezi olacağını söyledi.
GÜNCEL
10 aylık proje kapsamında; eğitimini tamamlamış olan mimar ve mühendisler çeşiltli semirnerler düzenleyerek site
yöneticilerinin, müteahhitlerin ve Eyüp halkının enerji verimliliği konusunda duyarlılıklarının geliştirilmesi sağlanacak.
ilçesindeki site yöneticileri ve müteahhit-
Projeyi daha geniş kitlelere ulaştırmak
için videolar çekilerek reklam olarak yayınlanacak. İnternet portalı üzerinden proje
çalışmaları ve destekçileri güncel olarak
duyurulacak. Enerji verimliliği, yenilenebilir
enerji kaynakları ve yeşil binaları tanıtan
bilgilere ücretsiz ulaşma imkânı sunulacak.
lık yaratılması sağlanması amaçlaniyor.
Projeye ait afiş, broşür ve el kitapçıkları
ilçe genelinde dağıtılarak konuya dikkatlerin çekilmesi ve proje tanıtımının en geniş
kitleye yayılması amaçlanıyor.
HABERLER
lere eğitimler verilerek binalarda enerji verimliliğinin artırılması hedefleniyor. Okullar
da geziler düzenleyerek öğrencilerin enerji
verimliliği ve yenilenebilir enerji hakkında
bilgi sahibi olması ve erken yaşta farkındaProje boyunca, enerji verimliliği, yenilenebilir enerji sistemleri ve enerji kimlik belgesi konularında halkın bilinçlendirilmesi ve
bilgi sahibi yapılması için eğitici dökümanlar ve materyaller hazırlanarak ilgili organizasyonlarda halka dağıtılacak.
Eyüp Belediye Başkanı Sn. İsmail Kavuncu EKB
Uzmanlığı Eğitimi’ni ziyareti sırasında.
PROJEDEN BEKLENEN SONUÇLAR
Projenin hazırlık aşamalarında yapılan
aratırma çalışmalarının sonucunda ortaya
EĞİTİM FAALİYETLERİ
Proje kapsamında eğitim ve tanıtım
faaliyetleri önemli bir yer tutuyor. Proje
ekibi, çalışmaları sadece Eyüp halkına
değil tüm İstanbul ve ülke geneline ulaşmayı hedefliyor.
Eyüp Belediyesi'nde çalışan mimar ve
mühendislere bina sertifikasyon sistemleri,
enerji yöneticiliği ve yenilenebilir enerji konularında verilen eğitimler ile, denetleyici
konumda olan belediyenin bilinçlendirilmesi sağlanıyor ve yenilenebilir enerji sistemlerinin kullanımının yaygınlaştırılmasına
katkıda bulunulması hedefleniyor.
Proje kapsamında verilecek
eğitimler aşadaki gibidir:
- Enerji Kimlik Belgesi
- Enerji Yönetimi
- Yenilenebilir Enerji Sistemleri
çıkan mevcut durum incelenmiş ve projenin gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkması
öngörülen sonuçlar aşağıda belirtilmiştir:
• Eyüp Belediyesi personeli, Enerji verimliliği ve bina sertifikasyon sistemlerini
öğrenip, mevzuatın gerektirdiği ilgili çalış-
Prototip bina inşa yeri keşif çalışmaları sırasında
maları uygulama kapasitesine sahip olacak.
• Enerji verimliliği yüksek seviyede bir
ör nek bina inşa edilerek halka sunulmuş
olacaktır. Bu bina öğrenci gezilerine, eğitimlere ve halkın gezip incelemesine açık
bir bina olacak.
• Eyüp ilçesine ve İstanbul’a modern
bir eser kazandırılmış olacak.
• Eyüp ve İstanbul halkının ve müteahhitlerin bilinçlendirildiği bu eğitimler ile bina
Prototip bina inşa yeri nde yapılan çalışmalar
sırasında
sertifikasyon sistemlerinin yaygınlaştırılmış
olacaktır. Bu çalışmalar sayesinde binalarda enerji verimliliği çalışmalarında da
PROTOTİP BİNA İNŞASI
Proje kapsamında, A sınıfı Enerji Kimlik
Belgesi alabilecek enerji performansına
sahip, yenilenebilir enerji sistemlerinin kullanıldığı bir prototip bina inşa edilecek. Bu
bina halka açık olacak ve içerisinde enerji
verimliliğini artırıcı faaliyetlerin tanıtımlarının
yer alacağı görsel ve yazılı dökümanlar sunulacak. Prototip Bina, enerji verimliliği
çalışmaları için bir eğitim merkezi olarak
değerlendirilecek. Bu bina içerisinde Eyüp
artış sağlanacak.
• Enerji verimliliği, yenilenebilir enerji ve
enerji kimlik belgesi konularını içeren el kitapçıkları basılacak ve prototip bina ziyaretçilerine dağıtılacaktır. Bu sayede enerji
verimliliği konusunda toplumsal bilincin
artmasına katkıda bulunulacak.
• Proje ve Prototip bina hakkında raporlar yayınlanarak proje sonuçları tüm
Türkiye genelinde yaygınlaştırılacaktır.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
PERMAKÜLTÜR
Barışın anahtarı
toprağa yakındır...
“İNSANıN GURURUNDAN vE ZEvK ARAYışıNDAN DOĞAN bİR şEY KÜLTÜR OLARAK DEĞERLENDİRİLEMEZ.
GERÇEK KÜLTÜR DOĞA’DA DOĞAR; SADE, ALÇAKGöNÜLLÜ vE SAFTıR.”
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
PERMAKÜLTÜR
. Didem Çivici, Permakültür Tasarımcısı ve
Sürdürülebilirlik Danışmanı
B
u satırlar, yaşamı boyunca insanlığa
“doğal tarım” yöntemini anlatmaya
çalışmış olan Masanobu
Fukuoka'nın sözleri. Japonya'nın
güneyinde küçük bir adada çiftçilik yapan bir
ailenin çocuğu olarak büyüyen ve bir gün
tüm dünya sistemlerinin, var olduğu
düşünülen fikir ve kavramların hiçbir işe
yaramadıklarının farkına varan bu adam
bizlere, Zen-Budist öğretisi olan “hiç bir şey
yapmama” hâlini tarım ve doğanın
kökenleriyle birleştirerek, kendi
deneyimleriyle sunuyor.
“Her şey insan bilgisinin
terk edilmesiyle başlar”
15 Eylül 2011. Bir kliniğin acil
bölümündeyim; sol koluma serum
bağlanmış, fazla su kaybından titreyen
bedenimi yatıştırmaya çalışırken, başucumda
duran anne ve babama daha birkaç saat
önce okuduğum Fukuoka'nın balıkçıl
hikâyesini anlatırken buluyorum kendimi:
Bir gece dolaşırken, limana bakan bir
tepenin üstünde yorgunluktan yere yığılır ve
uyumaya başlar. Uyku sersemliğiyle havanın
aydınlanmasını izlerken güneşin kendisini
göremediğini fark eder. O sırada uçurumun
aşağısında yukarı doğru bir esintiyle sabah
sisi ortadan kalkar ve bir gece balıkçılı çığlık
atarak uzaklara uçar. O an tüm şüpheleri son
bulur Fukuoka'nın ve sisle birlikte karmaşık
olan her şey kaybolur; ve şöyle derken bulur
kendini: Bu dünyada her şey boş...
… Ve o an hiçbir şey bilmediğini hisseder.
Her şey yalandır ve bunu duyumsadığı o
vakit ruhu hafifler ve berraklaşır. Kuşların
cıvıltılarını duyar, dalgaların parıltılarını görür
ve çevresinde var olan doğanın tüm güzelliği
bir anda “görünür”. Bu, cennettir; bu “gerçek
doğa”dır.
Fukuoka şöyle der:
“Eğer ölüm fikrinden kurtulmak isterseniz,
kendinizi bu tarafta yaşam olduğu
Masanobu Fukuoka
NE ZAMAN Kİ UZAKLAŞTIRDI
KENDİNİ ÖZÜNDEN, vAR OLUŞUN
TEMELİNDEN, “DOĞA”DAN, O ZAMAN
HASTALIKLAR SARDI bEDENİNİ vE
ŞİMDİ DE ONLARDAN İLAÇ vE
KİMYASAL bİLEŞİMLERLE
KURTULMAYA ÇALIŞIYOR.
düşüncesinden kurtarmalısınız. Yaşam ve
ölüm birdir.”
Ve ben, o gece o sedyede “gerçek
doğa”nın ışıltısıyla masallar anlatıyordum.
“Doğal tarım, tarımın hakikî ve asıl biçimi,
doğanın yöntemsiz yöntemi, Bodhidarma'nın
dingin yoludur”
Fukuoka'nın doğal tarım hikâyesi, Koçi
Vilayeti'ndeyken uzun zamandır
kullanılmamış ve sürülmemiş bir tarlanın
yanından geçerken sağlıklı pirinç fidelerinin
yabani otlarla iç içe karmaşık bir halde
görmesiyle başlar.
“Doğal tarım, insanın gereksiz işlem ve
müdahalelerinden arınmış bir doğa temeli
üzerine kuruludur. Doğayı, insan bilgisi ve
eylemiyle şekillenen yıkımdan kurtararak
eski haline getirmeye ve Tanrı'dan uzaklaşmış
insanlığı yeniden hayata döndürmeye
uğraşır.” diye söze başlıyor Fukuoka, Doğal
Tarımın Yolu kitabında.
Doğadan ayrı kalan insan, kibir tutulmuş ve
tüm hakikati yadsımaya başladı ve kendini
doğanın hükümdârı olarak bildi. Ne zaman ki
uzaklaştırdı kendini özünden, var oluşun
temelinden, “doğa”dan, o zaman hastalıklar
sardı bedenini ve şimdi de onlardan ilaç ve
kimyasal bileşimlerle kurtulmaya çalışıyor.
Bedenini ilaçlarla, toprağı ise kimyasal gübre
ve herbisitlerle dolduruyor.
Sonuç: Hastalıklar, Acı, Verimsizlik ve Kıtlık.
“Modern endüstriyel tarım ilâhî bilgeliği
arzular, ama bunun anlamını kavrayamadığı
için doğayı kullanmak ister. Saf doğal tarım
buna zıt olarak hiç-darbe okuludur. Hiçbir
yere gitmez ve zafer peşinde değildir. 'Hiç bir
şey yapmama'yı uygulamaya koymak, çiftçinin
başarmaya gayret etmesi gereken tek şeydir.
Tarımın nihaî hedefi mahsûl yetiştirmek değil,
insanların geliştirilmeleri ve
kusursuzlaştırılmalarıdır.”
İnsan, arzularının ve bitmek bilmeyen
isteklerinin altında ezilmekten hiç mi hiç
kaçınmıyor. Kutsal bir zanaat olan çiftçiliği
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
PERMAKÜLTÜR
köleliğe dönüştürmekten de hiç çekinmiyor.
Ancak 21. yüzyılın bu zamanında her şey
öylesine aşikâr ki, çevremize, hatta
önümüzdeki tabağımıza gelen yiyeceklere
dahi bakmak şu anda nasıl bir çıkmazın
içerisinde olduğumuzun kanıtı.
Kışın domates ya da hıyar yemeye
gerçekten ihtiyacım var mı? Ya da dünyanın
diğer ucundan getirilmiş tropikal bir
meyveye.
Farkında olamadığımız ve hakkında
kendimizi kandırdığımız bir gerçeklik var ve
Fukuoka kitabında buna değiniyor:
Biz doğayı bilemeyiz. İnsan hiçbir şey değil;
mükemmel şekilde devinen doğanın
içerisinde hiçbir şey değiliz ve buna olan
öfkemizle adeta yıkıp döküyoruz
etrafımızdaki her şeyi. Biz sadece doğayla
“birlikte” var olabiliriz. O'ndan farklı ya da
O'nun dışında değiliz. O'nu kurtaramayız ya
da O'na zarar veremeyiz. Kurtarmaya
çalıştığımız yine kendimiziz ve zarar
verdiğimiz şey de yine biziz. “Bilim” adını
verdiğimiz araştırmalar silsilesi bize yalnızca
insan bilgisinin ne kadar sınırlı olduğunu”
gösteriyor ve biz bunu yadsımak bir kenara
dursun, daha farkına bile varamıyoruz.
Açgözlülük hepimizi kör etmiş durumda,
yediklerimizin besin değerleri olması
gerekenin çok çok altında ve biz bu yapay
besinlere pek çok katkı maddesi ekleyerek
onları “tatlandırmaya” çalışıyoruz. “Gerçekten
neye ihtiyacımız var?” Belki de sormamız
gereken başlıca soru bu. Kışın domates ya da
hıyar yemeye gerçekten ihtiyacım var mı? Ya
da dünyanın diğer ucundan getirilmiş
tropikal bir meyveye. Fukuoka şöyle demiş:
“Araştırmacılar, araştırmacı olmadan önce
filozof olmalılar. İnsanın amacının ne
olduğunu, insanlığın ne yaratması gerektiğini
değerlendirmeliler. Doktorlar ilk önce
insanların yaşamak için temelde neye bağlı
olduklarını açığa çıkarmalılar.”
Bu durum maalesef sadece besinlerle de
ilgili değil, bu sürekli isteme hâli barınak ve
giyim gibi alanlarda da karşımıza çıkıyor.
İnsanoğlu tüm bu kargaşa ve mutsuzluktan
kurtulmak istiyorsa tüm hayatını doğayla bir
bütün oluşturarak devam ettirmeli.
Bizler için en yararlı besinler, doğduğumuz
ya da yaşadığımız topraklardan gelenlerdir.
Burada bir ahenk vardır; bir kimya, ilâhî bir
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
rezonans vardır. İnsanoğlu bunu
“modernleşme/uygarlaşma” nâmına unuttu
ve bir kenara attı. Şimdiyse kıtlık ve savaşlarla
uğraşıyor. Doğada savaş yoktur; orada tam
bir bütünlük ve tam bir denge vuk'u bulur.
Maddî çıkarlara dayanan bir dünya yaratılmış
durumda ve bu tüm insanlığın sonunu
hazırlıyor. Her şey kapitalist sistemin
uşaklığını yapıyor.
Üstâd'ın bahsettiği, ve 'İşte bu!' dediğim
başka bir konu da, benim de yaşamımda
özen göstererek tercih ettiğim organik tarım
ürünleri:
“... Organik tarım bile sadece bilimsel
tarımın başka bir çeşididir.” diyor. Ve burada
üzerinde durulması gereken, bu “doğal ürün”
denilen sektörün piyasadaki “yapay
ürün”lerden çok daha pahalı olması. Tam
tersi olması gerekirken, işin içerisine başka
hesapların karıştırılmasını benim de aklım
almıyor. Doğal ürünler hiçbir ilaç nevî bir
şeye gereksinim duymamalı ve çok az bakım
gerektirmeli. Bakın Fukuoka bu konuda ne
diyor:
“Eğer doğal gıda için yüksek bir fiyat talep
ediliyorsa, bu tüccarın fazladan kâr sağladığını
gösterir. Bundan da ötesi, eğer doğal gıda
pahalı olursa, lüks yiyecek hâline gelir ve
yalnızca zenginler tarafından tüketilebilir.”
'Modern' tarımın getirisi, doğal olmayan
ürünler bizi tatmin edebilir, ancak bizi hasta
eder. Bu ürünler nitrojen, fosfor ve potasyum
yığınından başka bir şey değiller ve etler ise
kimyasal madde ve hormon depoları.
Bedenlerimiz bu gıdalara bağımlı hâle geldi
ve bizler ise daima bu besinleri talep
ediyoruz. Ancak bu gıdalar, vücudumuz için
gerekli besini temin edemiyor ve biz de
takviye vitamin ve ilaçlara mahkûm oluyoruz:
Alın size başka bir sektör daha!
uğraşırlarsa uğraşsınlar, açılan yaraları
kapatamazlar.
3. İlke:Yabani otları temizlememek
Yabani otlar, toprak verimliliğini oluşturur
ve dengeyi sağlarlar.
4. İlke: Kimyasallara bağlı kalmamak
Toprağı sürmek ve sunî gübre kullanmak
hastalıklara neden olur; toprak her yıl bakım
ister. Doğa kendi haline bırakılırsa verim
artar.
Bu yaklaşım, şu anda tüm dünyada
uygulanmakta olan konvansiyonel tarımın
karşısında durarak, asıl olması gereken
yöntemin “hiç bir şey yapmama” olduğunu
savunuyor. Kendi çiftliğinde onlarca yıl
yetiştirdiği yarı-yabanî sebzeler, narenciyeler,
kış tahılı ve pirincin Japon yetkilileri
şaşırtacak düzeydeki verimiyle Msanobu
Fukuoka, doğal tarımın insanoğlu için en
uygun yöntem olduğunu yaşamı el
verdiğince anlatmaya çalışmış.
“Doğada yaşam ve ölüm var, ve doğa neşe
dolu. İnsan toplumunda yaşam ve ölüm var,
ve insan üzüntü içinde yaşıyor.”
Sanırım Üstâd bu cümlelerle özetliyor
farkı. Kutsal bir anlayış ile toprağa dokunmak
ve doğa ile birlikteliği kutlamak, yaşamlarımızı
taçlandıracak olan yegâne görev olmalı bizler
için.
“Tarım eskiden kutsal bir işti,” diyor
Fukuoka, ve çok haklı. Günümüzün doymak
bilmez ve kibirli toplumu, bırakın toprağın
nimetini anlamayı, yanından geçtiği ağacı dahi
önemsemeksizin beton yığınları dikmeyi
kendine görev edinmiş durumda. Her ne
kadar son yıllarda “doğaya dönüş” ve
kirlenme karşıtı eylemler çoğalmış olsa da,
bu girişimler çoğu zaman birer oyundan
öteye gidemiyor ve bir çözüm de
getiremiyor.
Masanobu Fukuoka, Doğal Tarım'ı dört ilke
ile sunuyor:
1. İlke: Toprağı İşlememek
Toprağın sürülmesi, bitki köklerinin
yayılması ve mikroorganizmaların, küçük
hayvanların ve yer solucanlarının aktiviteleri
gibi doğal yollardan, kendi kendine olur.
2. İlke: Kimyasal Gübre/Hazırlanmış
Kompost Kullanmamak
İnsanlar doğanın işine karışınca, ne kadar
“Eğer çiftçiler, zayıf ve 'geliştirilmiş' tohum
cinslerini kullanmayı bırakırlarsa, toprağı aşırı
miktarda nitrojenle takviye etmeyi
durdururlarsa ve güçlü köklerin gelişebilmesi
için sulama suyunu azaltırlarsa, hastalıklar
ortadan kalkar ve kimyasal püskürtmeye
gerek kalmaz.”
Ve böylesine bir eyleme başlamak için bir
“ekin sapı” kâfidir.r
Doğal Tarımın Dört İlkesi
Peki nasıl başlamalı?
ATIK
TÜKETİM TOPLUMLARI
MADENDEN ÇÖPLÜĞE
VE ÖTESİNE
HER GÜN SATIN ALACAĞIMIZ bELİRLİ MAL vEYA HİZMETLER
ARASINDAN SEÇİM YAPARKEN, ÇOĞU ZAMAN bUNLARIN ÇEvRE
ÜZERINDEKİ ‘AYAK İZLERİNİ’ DİKKATE ALMIYORUZ.
T
ükettiğimiz ve ürettiğimiz
neredeyse her şeyin çevre
üzerinde bir etkisi var. Her gün
satın alacağımız belirli mal veya
hizmetler arasından seçim yaparken, çoğu
zaman bunların çevre üzerindeki ‘ayak
izlerini’ dikkate almıyoruz. Ürünlerin raf
fiyatları çoğu zaman gerçek maliyetlerini
dahi yansıtmıyor. Bütün bunlara rağmen,
tüketimimizi ve üretimimizi daha yeşil bir
hale getirmek için yapabileceğimiz çok şey
var.
2011 Mayısı’nda New York’ta Beşinci
Caddede bulunan Apple Mağazasına
Apple’ın en son iPad2 ürününü satın
almak üzere tüm dünyadan insanlar akın
ediyordu. Gün içinde mağazaya ne kadar
ürün getirilirse birkaç saat içerisinde
satılıyordu. Beşinci Caddedeki mağaza en
şanslılarından biriydi. Dünya genelindeki
birçok Apple mağazası yalnızca sipariş alıp
ürünleri haftalar sonra teslim ediyordu.
Bu gecikmenin nedeni kötü bir ticari
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
planlama veya aşırı derecede başarılı bir
pazarlama kampanyası değildi. Bu
gecikme tamamen gezegenin diğer
tarafındaki bir seri felaketten
kaynaklanıyordu. iPad2’nin temel
parçalarından beş tanesi, 11 Mart 2011
depreminin meydana geldiği Japonya’da
üretiliyordu. Bu parçalardan bazılarının
üretimi kolayca Güney Kore veya
Amerika’ya kaydırılabildi, ancak dijital
pusula için bu mümkün olmadı. Dünyadaki
en önemli dijital pusula üreticilerinden biri,
Fukushima reaktörlerine 20 km’den daha
yakındı ve tesisini kapatmak zorunda kaldı.
Kaynaklar, üretim hatlarını
beslemek üzere akıyor
Birçok açıdan sıkı bir bağ içerisinde
olan dünyamızda birçok elektronik cihazın
yolculuğu çoğunlukla gelişmekte olan bir
ülkede bulunan bir madende ve
çoğunlukla gelişmiş bir ülkede bulunan bir
ürün geliştirme merkezinde başlıyor.
Günümüzde dizüstü bilgisayarların, cep
telefonlarının, otomobillerin ve dijital
fotoğraf makinelerinin üretimi için
neodimyum, lantan ve seryum vb. gibi
nadir toprak elementleri kullanılıyor.
Aslında birçok ülkede kaynaklar
bulunmasına rağmen, madencilik
maliyetlidir ve bazı durumlarda zehirli ve
radyoaktif etkileri de vardır.
Madenden çıkarıldıktan sonra ham
madde kaynakları genellikle bir üretim
tesisine taşınır ve burada çeşitli ürün
bileşenlerine çevrilir ve bu bileşenler de
daha sonra ürünleri oluşturmak üzere
monte edilmesi için başka tesislere
gönderilir. Bir cihaz satın aldığımızda, bu
cihazın farklı parçaları zaten dünya
etrafında dolaşmış ve bu yolculuğun her
aşamasında çevre üzerinde ayak izleri
bırakmıştır.
Aynı durum sofralarımıza koyduğumuz
gıdalar, yatak odalarımızdaki mobilyalar ve
araçlarımızda kullandığımız yakıt için de
geçerli. Birçok malzeme ve kaynak
TÜKETİM TOPLUMLARI
ATIK
Yaz aylarında güneye tatile giden
milyonlarca insan bu tatil bölgelerinde ilave
bir yüke yol açar. Seyahatleri sırasında
salınan sera gazı emisyonlarına ek olarak,
konaklama ihtiyaçları, inşaat sektörünün
malzeme kaynakları ve enerjiye yönelik
taleplerini arttırır. Yerel nüfusun mevsimsel
olarak yükselmesi, temizlik ve eğlence
amaçlı olarak kullanılmak üzere kurak yaz
aylarında kaynaklardan daha fazla
miktarda su çekilmesini gerektirir. Bu
mevsimsel nüfus artışı ayrıca daha fazla
atık su arıtımı, bu bölgelere daha fazla
miktarda gıda taşınması ve artan atık
miktarının yönetilmesi anlamına gelir.
HOLLANDA’DA STANDART bOYDA
bİR FİNCAN KAHvE HAZIRLAMAK
İÇİN YAKLAŞIK 140 LİTRE SU
GEREKİR. bU SUYUN bÜYÜK bİR
KISMI KAHvE ÇEKİRDEKLERİNİN
YETİŞTİRİLMESİ İÇİN HARCANIR.
DAHA ÇARPICI bİR RAKAM
vERMEK GEREKİRSE, bİR
KİLOGRAM bİFTEK ÜRETMEK İÇİN
YAKLAŞIK 15.400 LİTRE SU
GEREKİR.
topraktan çıkartılır, tüketilebilir bir ürüne
veya hizmete dönüştürülür ve nihai olarak
genellikle şehirlerdeki evlere gönderilir.
Örneğin, Avrupa’daki hanelere içme suyu
temini için su kaynağından gerekli
miktarda suyun alınması yetmez. Suyun
tüketime hazır hale gelebilmesi için, suyun
taşınması, depolanması, arıtılması ve
ısıtılması amacıyla altyapı ve enerji gerekir.
Aynı şekilde, bir defa ‘kullanıldıktan’ sonra,
bertaraf edilmesi için de altyapı ve enerji
gerekir.
Hollanda’da standart boyda bir fincan
kahve hazırlamak için yaklaşık 140 litre su
gerekir.Bu suyun büyük bir kısmı kahve
çekirdeklerinin yetiştirilmesi için harcanır.
Daha çarpıcı bir rakam vermek gerekirse,
bir kilogram biftek üretmek için yaklaşık 15
400 litre su gerekir. (Kaynak: Su Ayak İzi
Ağı (Water Footprint Network)
Her şey tüketim için
Tüketim seviyelerimizin ve tarzlarımızın
çevre üzerindeki etkilerinin bazıları ilk
bakışta görülemeyebilir. Cep telefonlarımızı
şarj etmek ve gıdalarımızı dondurmak için
gerekli elektrik üretilirken atmosfere
karbon dioksit emisyonları salınır ve bu da
iklim değişikliğine olumsuz yönde katkıda
bulunur. Taşımacılık sektörü ve sanayi
tesisleri sülfür oksitler ve nitrojen oksitler
vb. gibi insan sağlığı açısından zararlı hava
kirleticileri salar.
Çevresel etkilerimizin tam boyutu
konusundaki belirsizliğe rağmen, mevcut
kaynak kullanım seviye ve tarzımızın bu
şekilde devam edemeyeceği kesin. Durum
aslında oldukça basit; ekilebilir alan ve su
gibi hayati kaynaklarımız sınırlı miktarda
bulunuyor. Su kıtlığı, otlakların açılması için
ormanların kesilmesi veya sanayi tesislerin
çevreye kirletici yayması vb. gibi ortaya
çıkan bir yerel sorun kolaylıkla hepimizi
etkileyen, küresel ve sistemik bir soruna
dönüşebilir.
Kaynak tüketimimizin bir göstergesi de
Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint
Network) tarafından geliştirilen ekolojik
ayak izi değeridir. Bu değer, malların
üretilmesi ve CO2 emisyonlarının
soğurulması için kullanılan dolaylı alanlar
da dahil, dünya genelindeki toprak
kullanımı açısından ülkelerin tüketimlerini
hesaplıyor. Bu metodolojiye göre, 2007
yılında bir kişinin ayak izi 2,7 küresel
hektara karşılık geliyordu.
Bu değer, çevrenin üretim kapasitesini
tehlikeye atmadan tüketimimizi
sürdürebilmek için her birimizin
kullanabileceği alan olan 1,8 küresel
hektarın çok üzerindedir (Küresel Ayak İzi
Ağı, 2012). Gelişmiş ülkelerde bu fark
daha da yüksektir. Avrupa Çevre Ajansı
ülkeleri kişi başına 4,8 küresel hektarlık
alan tüketiyor; buna karşılık, kişi başına
kullanılabilecek ‘biyokapasite’ değeri
sadece 2,1 küresel hektardır (Küresel Ayak
İzi Ağı, 2011).
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ATIK
TÜKETİM TOPLUMLARI
Tüketim aynı zamanda
iş anlamına geliyor
Doğal kaynakları tüketme isteğimiz ve
ihtiyacımız madalyonun yalnızca bir yüzü.
İspanya’da yazlık inşa etmek, Hollanda’da
domates yetiştirmek veya Tayland’ta tatil
yapmak, inşaat işçileri, çiftçiler ve seyahat
acenteleri için iş, gelir ve nihayetinde
geçim kaynağı ve yüksek bir yaşam
kalitesi demek. Dünya genelindeki birçok
insan, daha yüksek bir geliri temel
ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına istiyor.
Ancak, burada ‘ihtiyaç’ olarak ifade edilen
şeyin tanımlanması kolay değildir ve bu
tanım büyük ölçüde kültürel algılara ve
gelir seviyelerine bağlı olarak değişir.
Maden üretimi, Çin’in İç Moğolistan
bölgesinde nadir toprak elementlerinin
üretildiği bir madende çalışan işçilere
sorulduğunda, aileleri için geçim kaynağı
ve çocukları için eğitim anlamına gelir.
Japonya’daki fabrika işçilerine
sorulduğunda, yalnızca gıda ve eğitim
değil, aynı zamanda Avrupa’da birkaç
haftalık tatil anlamına da gelir. Apple
mağazasına akın eden kalabalığa
sorulduğunda, nihai ürün kimisi için
mutlaka olması gereken profesyonel bir
cihaz, kimisi için ise bir eğlence cihazı
anlamına gelir. Aslında, eğlence ihtiyacı da
insani bir ihtiyaç. Çevre üzerindeki etkisi,
bu ihtiyacı nasıl karşıladığımıza göre
değişir.
Yolculuk çöpte son buluyor
Elektronik cihazların, gıda maddelerinin
ve içme suyunun yaptığı yolculuk
evlerimizde son bulmuyor.
Televizyonlarımızı veya fotoğraf
makinelerimizi modaları geçene kadar
veya uyumlu olmayan bir DVD oynatıcı
satın alana kadar kullanıyoruz. Bazı AB
ülkelerinde satın alınan gıda ürünlerinin
yaklaşık üçte biri çöpe atılıyor. Peki, henüz
satın alınmadan çöpe atılan gıdalar? 27
Avrupa Birliği üyesi ülke tarafından her yıl
2,7 milyar ton atık üretiliyor.
Peki, bu kadar atık nereye gidiyor?
Kısaca, gözümüzden uzaklara! Bu
atıklardan bazıları yasal veya kaçak olarak
küresel pazarlarda satılıyor. Sorunun uzun
yanıtı ise çok daha karmaşık. ‘Neyin’
atıldığına ve ‘nereye’ atıldığına göre
değişiyor. 32 Avrupa Çevre Ajansı
ülkesinde üretilen atıkların ağırlıkça üçte
birinden fazlası inşaat atıkları ve
molozlardır, yani ekonomik gelişmeyle
yakından bağlantılıdır. Dörtte birlik dilimi
ise maden ve ocak atıklarından meydana
geliyor. Tüm atıklar nihai olarak insan
tüketimine yönelik üretilmesine rağmen,
konutlardan kaynaklanan atıklar toplam
atık miktarının ağırlıkça onda birinden daha
düşük bir kısmına karşılık geliyor.
Atık bilgilerimiz de tüketim verilerimiz
gibi tam değil, ancak atık yönetimiyle ilgili
olarak yapmamız gereken daha çok şey
olduğu kesin. Ortalama olarak her bir AB
vatandaşı yılda 16–17 ton malzeme
kullanıyor ve bu miktarın çok büyük bir
kısmı er ya da geç çöpte son buluyor.
Kullanılmayan maden üretimi (örneğin,
maden pasaları) ve ithal edilen ürünlerin
ekolojik atıkları (doğal hali bozulan toplam
doğal malzeme miktarı) da dikkate alınırsa,
bu miktar kişi başına yaklaşık 40-50 ton
seviyelerine yükseliyor.
Katı atık depolama alanları, kullanım
ömrü sona eren araçlar, paketleme ve
paketleme atıkları ile ilgili AB direktifleri gibi
mevzuatlar, Avrupa Birliği’nin şehir
atıklarının büyük bir bölümünü katı atık
28 Avrupa ülkesinde piyasaya sürülen, toplanan ve geri
dönüştürülen/geri kazanılan/tekrar kullanılan atık elektrikli ve
elektronik cihazlar (WEEE), (kg/kisi, 2008 verileri)
Avrupa Birligi’nde WEEE ile ilgili özel bir mevzuat
yürürlüktedir. Bu direktif, tüketicilerin elektronik atıklarını
ücretsiz bir sekilde iade edebilecekleri toplama merkezlerinin
olusturulmasını öngörüyor. Bu merkezlerin amacı geri
dönüşüm ve/veya tekrar kullanım oranlarını yükseltmektir. Bu
mevzuatı tamamlayıcı nitelikteki, tehlikeli maddelerin
kısıtlanmasına ilişkin direktif uyarınca, elektrikli cihazlarda
bulunan kurşun, civa, kadmiyum ve altı değerlikli krom gibi
ağır metallerin ve polibromlu bifeniller (PBB) veya polibromlu
difenil eterler (PBDE) gibi alev geciktiricilerin daha güvenli
muadilleriyle degiştirilmesi gerekiyor.
Piyasaya Sürülen
Toplanan Toplam
Tekrar Kullanılan ve Geri Dönüştürülen
Özel Konutlardan Toplanan
Özel Evsel Atık Toplama Hedefi Yıllık: Kişi Başına 4 kg
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
TABLO KAYNAK: Eurostatatık veri merkezinden alınan
verilere dayalı olarak ETC/SCP tarafından derlenmiştir.
TÜKETİM TOPLUMLARI
depolama alanlarından yakma ve
dönüştürme tesislerine yönlendirmesine
yardımcı oldu. 2008 yılında AB’de katı
atıkların % 46’sı geri kazanıldı. Geri kalanı
ise yakma tesislerine (% 5) veya katı atık
depolama alanlarına (% 49) gönderildi.
Buradan nereye gidebiliriz?
Çevreye zarar veren şey tüketim veya
üretim değildir. Neyi, nerede ve ne kadar
tükettiğimizin ve nasıl ürettiğimizin neden
olduğu çevre üzerindeki olumsuz etkilerdir.
Yerel düzeyden küresel düzeye kadar tüm
kanun yapıcıların, işdünyasının ve sivil
toplumun tamamı ekonominin daha yeşil
bir hale dönüştürülmesine katkıda
bulunmalarıdır.
Yeni bir altın madeni tipi arıyoruz
Elektrikli ev ürünleri, bilgisayarlar,
aydınlatma ekipmanları ve telefonlar çevre
açısından tehdit oluşturan tehlikeli
maddelere ek olarak değerli metaller de
içerir. 2005 yılında piyasadaki elektrikli ve
elektronik cihazların toplam 450 000 ton
bakır ve yedi ton altın içerdiği tahmin
ediliyor. Londra Metal Borsası’nda bu
metallerin 2011 Şubat ayındaki toplam
değerleri sırasıyla 2,8 milyar Euro ve 328
milyon Euro olurdu.
Avrupa ülkeleri arasındaki önemli
farklılıklara rağmen, şu anda atılan bu
elektronik cihazların yalnızca küçük bir
bölümü toplanılıp yeniden kullanılıyor veya
geri dönüştürülüyor. ‘Çöpe atılan’ değerli
metallerin de küresel bir boyutu var.
Almanya her yıl Hamburg limanından
Avrupa Birliği dışına, ağırlıklı olarak Afrika
ve Orta Doğu’ya, yaklaşık 100 000
kullanılmış otomobil ihraç ediyor. 2005
yılında ihraç edilen otomobillerin yaklaşık
6,25 ton platin grubu metal içerdiği tahmin
ediliyor. AB’nin aksine, bu otomobilleri ithal
eden ülkelerin büyük bir çoğunluğunda
gerekli mevzuatlar ve kullanılmış
otomobillerin sökülmesi ve geri
dönüştürülmesi için yeterli olanaklar
bulunmuyor. Bu hem ekonomik kayıp
anlamına geliyor, hem de ilave bir maden
üretimi gerektiriyor. Aynı zamanda çevre
üzerinde, çoğunlukla da AB sınırları
dışında, aslında önlenebilecek olmalarına
rağmen önlenememiş zararlara yol açıyor.
Şehir atık yönetiminin iyileştirilmesi,
atıkların değerli bir kaynağa
dönüştürülmesi, sera gazı emisyonlarının
azaltılması da dahil çevreye verilen
zararların önlenmesi ve yeni kaynaklara
olan talebin düşürülmesi gibi önemli
faydalar sağlayacaktır.
Kağıt örneğini ele alalım. 2006 yılında
kentsel katı atıklardaki kağıtların yaklaşık
% 70’e yakını geri dönüştürüldü; bu da
ATIK
Teknolojik yenilikler birçok çözümü
beraberinde getiriyor. Temiz enerji ve temiz
taşımacılık çevre üzerinde daha düşük bir
olumsuz etki yaratabilir ve hepsi olmasa
da ihtiyaçlarımızdan bir kısmını
karşılayabilir. Ancak, teknoloji tek başına
yetmez. Çözümümüz, daha düşük
miktarda kaynak üretimi için yalnızca
malzemelerin geri dönüşümüne veya
tekrar kullanımına dayalı olamaz.
Kaynakları kullanmaktan kaçınamayız,
ancak bunları daha akıllı bir şekilde
tüketebiliriz. Daha temiz alternatiflere geçiş
yapabilir, üretim süreçlerimizi daha yeşil bir
hale getirebilir ve atıklarımızı kaynağa
dönüştürmeyi öğrenebiliriz.
YEREL DÜZEYDEN KÜRESEL
DÜZEYE KADAR TÜM KANUN
YAPICILARIN, İŞDÜNYASININ
vE SİvİL TOPLUMUN TAMAMI
EKONOMİNİN DAHA YEŞİL bİR
HALE DÖNÜŞTÜRÜLMESİNE
KATKIDA bULUNMALARIDIR.
tüketilen toplam kağıt ürünlerinin dörtte
birine karşılık geliyordu. Geri dönüşüm
oranının % 90 seviyesine yükseltilmesi,
kağıt talebinin üçte birinden fazlasını geri
dönüştürülmüş malzemelerden
karşılayabilmemizi sağlayacaktır. Bu da
yeni kaynaklara olan talebi düşürecek ve
katı atık depolama alanlarına veya yakma
tesislerine daha az miktarda kağıt atığının
yollanmasını ve dolayısıyla sera gazı
emisyonlarının azaltılmasını sağlayacaktır.
Daha iyi politikalar, daha iyi bir altyapı
ve destekleyici teşvikler kesinlikle gerekli,
ama bizleri ancak belirli bir yere kadar
götürebilirler. Yolculuğun son ayağı
tamamen tüketici tercihlerine dayanıyor.
Nihayetinde üretim tüketicinin talepleri ve
ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirliyor.
Geldiğimiz ortam ve yaşımız ne olursa
olsun, her gün belirli malları ve hizmetleri
satın alırken verdiğimiz kararlar, hangi
ürünlerin ne kadar üretileceğini belirliyor.
Perakendeciler de raflara dizilecek
ürünlerle ilgili bir o kadar söz sahibi
olabilirler ve tedarik zincirini destekleyici,
sürdürülebilir alternatiflere yönelik talepleri
çoğaltabilirler.
Süpermarket raflarının veya çöp
kutularının önüne geldiğimizde bir dakika
durup düşünmemiz, kişisel olarak
sürdürülebilir bir yaşama geçiş için iyi bir
başlangıç olabilir. Dünden kalanları atmak
yerine, bugün kullanabilir miyim? Bu
makineyi almak yerine birinden ödünç
alabilir miyim? Eski cep telefonumu geri
dönüşüm için nereye gönderebilirim?r
AÇA (Avrupa Çevre Ajansının) İşaretler 2012
raporundan alınmıştır.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MEVZUAT
2A VE 2B ARAZİLERİ
Bitirilmesi Gereken Bir Tartışma:
Başlatılması Gereken Bir Tartışma:
2
. Doç. Dr Yücel Çağlar
2000’Lİ YILLARDA, HER TÜRLÜ
KAMUSAL vARLIĞIN SATIŞI YOLUYLA
“HAZİNEYE” GELİR SAĞLAMA
POLİTİKALARI AĞIRLIK
KAZANMIŞTIR. bU KAPSAMDA
SİYASAL İKTİDAR DA, DEYİM
YERİNDEYSE, “YILANA
SARILIRCASINA” “2b ARAZİLERİNİ”
SATMA ÇAbASINA GİRMİŞTİR.
A ve 2B konusu basında çokça
yer aldı ancak genelde satış
bedelleri, kimlerin
yararlanabileceği, başvuru
süreçleri üzerinde çokça duruldu. Haliyle
kafalarda hala bir sürü cevaplanmamış
soru işareti kaldı. Bizde sorularımızı bu
konu üzerine hayli araştırma yapan Yücel
Çağlar’a yönelttik…
Öncelikle nedir bu 2A ve 2B arazileri? Bir
de sizden dinleyelim...
Bildiğiniz gibi, başta “orman”
sayılabilecek yerlerin tanımlanması ve
sınırlarının belirlenmesi olmak üzere
ormanlar ve ormancılıkla ilgili her türlü iş ve
işlem, 6831 sayılı Orman Kanunu’yla
düzenlenmiştir. İlk olarak 1956 yılında
çıkarılan bu yasanın 1. maddesinde
“orman” sayılacak ve sayılmayacak yerler
tanımlanmıştır. 2. maddesinde ise bu
tanımların dışında, önceleri “orman”
sayılmış yerlerden iken çeşitli gerekçelerle
artık “orman” sayılmayabilecek yerlere
açıklık getirilmiştir. Dayanağı 1961 ve 1982
Anayasalarının ilgili maddeleri olan bu
düzenlemenin, dolayısıyla şimdilerde
kısaca “2B” olarak anılan uygulamaların ilk
adımları sanıldığının tersine çok daha
önceleri, 1970’li yıllarda atılmıştır:
Söz konusu uygulamalar, 1961
Anayasasının ormanlarla ilgili 131.
maddesinin, 1971 yılında değiştirilmesi ve
1973 yılında çıkarılan 1744 sayılı yasayla
6831 sayılı Orman Kanunu’nun ilgili
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
2
A
B
maddelerinin bu doğrultuda yeniden
düzenlenmesiyle başlatılmıştır. Böylece,
1961 sonrasında Adalet Partisi’nin
girişimleriyle gündeme gelen uygulama,
farklı biçimlerde de olsa bugünlere değin
sürdürülmüştür. Ancak, 1982 Anayasasının
169 ve 170. maddeleriyle uygulamaya yeni
boyutlar kazandırılmıştır. 6831 sayılı
yasanın 2. maddesi de en son olarak 1986
yılında çıkarılan 3302 sayılı yasayla
değiştirilerek söz konusu madde, “A” ve
“B” olarak iki bende ayrılmıştır.
A
bendinde yapılan d zenlemeyle;
“Öncelikle orman içindeki köyler
halkının kısmen veya tamamen
yerleştirilmesi maksadıyla, orman olarak
muhafazasında bilim ve fen bakımından
hiçbir yarar görülmeyen aksine tarım
alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu
tespit edilen yerler ile halen orman rejimi
içinde bulunan funda ve makilerle örtülü
yerlerden tarım alanlarına
dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit
edilen yerler(in)” hukuksal olarak “orman”
sayılmaması olanaklı kılınmıştır.
Maddenin
B
bendiyle ise;
“31/12/1981 tarihinden önce bilim ve
fen bakımından orman niteliğini tam olarak
kaybetmiş yerlerden; tarla, bağ, bahçe,
meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep
fıstığı, çam fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları
veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta
kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen
araziler ile şehir, kasaba ve köy yapılarının
2A VE 2B ARAZİLERİ
MEVZUAT
toplu olarak bulunduğu yerleşim
alanları(nın)” “orman” tanımı dışına
çıkarılabilmesi sağlanmıştır. Nedenleri
kolaylıkla kestirilebileceği gibi, günümüze
değin “2B” içeriğindeki uygulamalara
ağırlık verilmiştir.
Bu uygulamaların tarihsel ve düzen
olarak üç evrede yürütülmüştür:
1) 1973-1982 dönemindeki
uygulamalar sırasında “orman niteliğini
yitirme” durumu için tarihsel sınır
“15.10.1961” olarak alınmış; bu yerlerin
“orman” sayılmaması için “su ve toprak
rejimine zarar vermemesi” ve “orman
bütünlüğünü bozmaması” koşulları
aranmıştır. Çalışmalar 6831 sayılı yasanın
7-12. maddelerine göre oluşturulan ve
çalışan orman kadastro komisyonları
tarafından yapılmıştır.
2) 1982-1987 döneminde uygulamalar,
31.12.1981 tarihsel sınır alınarak
yapılmıştır. Yine orman kadastro
komisyonları tarafından yapılan çalışmalar
sırasında “orman” saymamak için “su ve
toprak rejimine zarar vermemesi” ve
“orman bütünlüğünü bozmaması” koşulları
aranmamıştır.
3) 1987sonrasında ise, 1987 yılında
çıkarılan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun
4. maddesi uyarınca orman kadastro
komisyonlarının yanı sıra aralarında orman
mühendisi bulunmayan kadastro ekipleri
de “orman” sınırları dışına çıkarma işlemi
yapabilmiştir.
Öte yandan; “2A” uygulaması ise “hiç
olmadı” denebilecek boyutlarda kalmıştır.
2000’li yıllarda, her türlü kamusal varlığın
satışı yoluyla “Hazineye” gelir sağlama
politikaları ağırlık kazanmıştır. Bu
kapsamda siyasal iktidar da, deyim
yerindeyse, “yılana sarılırcasına” “2B
arazilerini” satma çabasına girmiştir.
Peki, neden böyle bir düzenlemeye gerek
duyuldu?
Ülkemizde “orman” sayılan yerlerin
içinde ve bitişiğinde, şimdilerde sayıları 7
milyon dolayına inmiş yurttaşlarımız
yaşamaktadır. Yerleşim yerlerinin ekolojik,
ekonomik ve alt yapısal koşulları bu
yurttaşlarımız geçinme olanaklarını
kısıtlamaktadır. Büyük ölçüde bu nedenle
bu yurttaşlarımızın çevrelerindeki orman
ekosistemleri ve ormancılık çalışmaları
üzerinde çeşitli olumsuz etkileri
olabilmektedir. Öte yandan, daha önceleri
tüm köylü nüfusun yaklaşık olarak yarısını
oluşturan bu kesim, öteden beri, siyasal
partiler için “oy deposu” olarak
görülmüştür. “Orman” sayılan yerlerin
hemen tümünün devlet mülkiyetinde
olması ve devletçilik düzeni içinde
yönetilmesi, siyasal iktidarlara ormancılık
düzeninden “orman köylüsü popülizmiyle”
yararlanmasını kolaylaştırmıştır. Ek olarak;
kırsal yerleşmelerdeki sınıfsal
tabaklaşmanın “keskin” sayılabilecek
boyutlarda olması ise, başta egemen
sınıflar olmak üzere kimi toplumsal
kesimlerin “orman” sayılan yerlerden arazi
edinme çabalarını, dolayısıyla bu
doğrultudaki taleplerini sürekli kılmıştır.
Ancak, 1980’den sonra, bu durum
büyük ölçüde değişmiştir: Özellikle kırsal
nüfusu ve etkinlikleri azaltıcı ekonomi
politikalarına ve hızlı kentselleşmeye koşut
olarak bu kez kentsel yapılaşmalar için
“orman” sayılan yerlerden arazi edinme
çabaları giderek öne çıkmıştır. Örneğin,
özellikle büyük sermayeli inşaat
şirketlerinin bu doğrultuda gizli-açık yoğun
baskıları gündeme gelmiştir. Bu baskıların
yanı sıra 2000’li yıllarda, her türlü kamusal
varlığın satışı yoluyla “Hazineye” gelir
sağlama politikaları ağırlık kazanmıştır. Bu
kapsamda siyasal iktidar da, deyim
yerindeyse, “yılana sarılırcasına” “2B
arazilerini” satma çabasına girmiştir.
En son 26 Nisan 2012 tarihinde
çıkarılan 6292 sayılı “Orman Köylülerinin
Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine
Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan
Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait
Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun”la
2A ve 2B arazilerinin “değerlendirilmesi”,
tümüyle yeniden düzenlendi.
Yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte
gerçekte neler değişmiş oldu?
Siyasal iktidar, kamuoyunda “2B
arazileri” olarak anılan yerleri rastgele
satarak, bir zamanlar öne sürdüğü gibi 25
milyar dolar sağlamayı varsayıyordu.
Bunca zamandır konu üzerinde
çalışıyorum ama ben bu hesaplamanın
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MEVZUAT
2A VE 2B ARAZİLERİ
nasıl yapıldığını bir türlü anlayamadım,
öğrenemedim.
Kamuoyunun olası tepkilerinin en aza
indirilebileceği düşünüldü sanırım?
2003 yılında yapılan kamuoyu
çalışmalarına ağırlıkla bu doğrultuda
olduğuna bakılırsa, belki. Ancak, bu
hesaplama doğru değildi. Zaten bir süre
sonra da bu beklenti 5 milyar dolar
dolayına indirildi.
Bir yandan siyasal iktidarın bir yandan
da “2B arazilerinin” satılmasına karşı
duranların çabaları konunun sürekli olarak
gündemde kalmasına yol açtı. Dolayısıyla,
bu kez de “2B arazilerini” herhangi bir yolla
işgal etmiş ve/veya herhangi bir yolla satın
alıp yapılaştırmış çevreler de “sorunun” bir
an önce “çözümlenmesini” bekler
olmuştur. Ancak, deyim yerindeyse
“kuyuya atılmış taşı çıkartmak” hiç de
kolay olmamıştır: 2003 yılında siyasal
iktidar bu doğrultuda çeşitli çabalara
girmiş; Anayasayı bile değiştirmeye
kalkışmış ve sonunda da bu yıl 6292 sayılı
yasayı çıkarmıştır.
öngörüldüğü gibi yaşama geçirilmeye
kalkışıldığında çeşitli ekolojik sorunlara
neden olabilecektir.
7) “Devlet ormanı” sayılan yerleri
orman yakma, tarla açma, yerleşme vb.
yollarla “ikibelik” duruma getirme
eylemlerini özendirebilecektir. Savları
s r lebilir.
ne
Ne yazık ki; bu olasılıkların tümünü
ayrıntılı olarak tartışabilme olanağına sahip
değiliz. Ama bu bağlamda, hiç olmazsa
TBMM’de grubu bulunan öteki siyasal
partilerce de büyük ölçüde desteklenen
6292 sayılı yasanın Anayasa aykırılıklarını
sergilemeyi gerekli görüyorum.
Evet, yasa yürürlüğe girdi; ne Ana
Muhalefet Partisi ne de öteki ilgili
kuruluşların herhangi bir iptal başvurusu
olmadı. Ama “yeni” bir anayasanın
hazırlanması gündemdedir. Bu durum göz
önünde bulundurulursa, 6292 sayılı
yasanın Anayasaya aykırılıklarının kısaca
olsa tartışılmasında yarar var…
Bildiğiniz gibi, Anayasanın 169 ve 170.
maddelerinde “orman sınırları dışına
çıkarılacak yerler” ile ilgili iki temel kurala
Bu yasayla ilgili olarak yapılabilecek
yer verilmiştir:
en genel de?erlendirme;
1) Yasa yalnızca “2B arazilerinin” değil
“2A arazilerinin” yanı sıra Hazineye ait
tarım yapılabilir arazilerin de satışını
olanaklı kılmaktadır;
2) Yasanın, adında geçen “Orman
Köylülerinin Kalkınmalarının
Desteklenmesi…” amacıyla uzaktan
yakından hiçbir ilişkisi yoktur;
3) Yasa, Anayasanın 169 ve 170.
maddeleri ile Anayasa Mahkemesi’nin
1989 ve 2002 yılında aldığı konuyla ilgili
kararlarına aykırıdır;
4) Yasa, temelde, “2B arazisi”
işgalcileri ve tüccarlarını “hak sahibi”
sayarak aklamakta; büyük inşaat
şirketlerine ve “kentsel dönüştürüm”
uygulamalarına “orman manzaralı arsa”
sağlamayı amaçlamaktadır;
5) Yasa, son derece anti demokratiktir
ve temel hukuk ilkelerine aykırıdır; yeni ve
içinden çıkılması neredeyse olanaksız
uygulamalara yol açabilecektir;
6) Yasanın getirdiği kurallar
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Bu kurallara g re daha nce
sayılan yerlerden iken;
orman
• “31.12.1981 tarihinden önce bilim ve
fen bakımından orman niteliğini tamamen
kaybetmiş yerler” ile
bu kuralına aykırı olarak çeşitli harcamalar
yapılabilecektir. Sözgelimi, bu gelirlerin;
“yüzde üçünü geçmemek üzere Bakanlar
Kurulunca belirlenecek miktarı, … yatırım
amacıyla kullanılmak üzere Vakıflar Genel
Müdürlüğü” hesabına ödenecek; “kalan
tutarın yüzde doksanını geçmemek üzere
Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenen orana
karşılık gelen bölümü” ise
• “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
bütçesinde afet riski altındaki alanların
dönüştürülmesinde kullanılmak üzere özel
ödenek” ve/veya
• Genel bütçenin (B) işaretli cetveline
gelir kaydedilecek tutarlar karşılığı,
“nakledilecek orman köylülerine ait
taşınmazların kamulaştırılması”, “2/A
alanlarının ıslah, imar ve ihyası, iskânı”,
“orman köylülerinin kalkınmalarının
desteklenmesi”, “2/A ve 2/B alanlarının en
az iki katı verimsiz orman alanlarının ıslahı”
ve “yeni orman alanlarının tesisi için”
kullanılmak üzere “gelir” olarak genel
bütçeye aktarılabilecektir. Böylece, 6292
sayılı yasayla Anayasanın 170.
maddesindeki “Ormanlar içinde veya
bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması,
ormanların ve bütünlüğünün korunması”
kuralıyla bağdaştırılamayacak harcamalar
yapılabilecektir.
2) “2A arazileri” orman köylüsü sayılan
herkese verilebilecektir:
Anımsayabileceğiniz gibi, Anayasanın
özellikle 170. maddesinde, dolayısıyla
• “bilim ve fen bakımından orman
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2.
olarak muhafazasında yarar görülmeyen
maddesinin “A” bendinde, ülkemizdeki
yerler(in)” “orman” sayılmaması olanaklıdır.
tüm “orman” sayılan yerlerin ormancılık
Ancak, yine Anayasaya göre bu
dışı amaçlarla kullanılabilmesine, “toprak
yerlerden “31.12.1981 tarihinden önce
reformu” gibi dağıtılabilmesine yol
bilim ve fen bakımından orman niteliğini
açabilecek kurallara yer verilmiştir. Bugüne
tamamen kaybetmiş yerlerin” ancak ve de
değin hemen hemen hiç uygulanmayan bu
yalnızca “ormanlar içinde veya bitişiğindeki
anayasal
ve yasal kurallar 6292 sayılı
köy halkının kalkındırılması, ormanların ve
yasayla
akıl
almaz bir kargaşa içinde, keyfi
bütünlüğünün korunması bakımlarından…”
ve
daha
da
önemlisi
Anayasanın 170.
değerlendirilmesi olanaklıdır. Bu bağlamda
maddesine aykırı olarak yaşama
sözü edilen “değerlendirme” sözcüğünün
geçirilebilecektir. Daha önce de belirttiğim
ise yalnızca “satış” olarak anlaşılamayacağı
gibi,
Anayasanın 170. maddesine göre;
açıktır.
“bilim ve fen bakımından orman olarak
ok boyutlu bir d zenleme olan 6292
muhafazasında yarar görülmeyen yerlerin”
sayılı yasayla;
yani “2A arazilerinin” ancak ve yalnızca
1) “2B arazilerinin” satışından elde
“orman içindeki köyler halkının kısmen
edilmesi düşünülen gelirlerle Anayasanın
veya tamamen bu yerlere yerleştirilmesi
2A VE 2B ARAZİLERİ
için” kullanılması ve bu amaçla da
gerektiğinde “Devlet eliyle anılan yerlerin
ihya edilerek bu halkın yararlanmasına
tahsisi” edilebilmesi olanaklı kılınmıştır.
Sözgelimi;
• Anayasanın 170. maddesinde sözü
edilen köylüler yalnızca “orman içindeki
köyler halkıdır”. Başka bir söyleyişle;
Anayasanın 170. maddesi, “orman kenarı
köylerini” kapsamamaktadır: 2000 yılı
verilerine göre “orman içi” sayılan köylerin
sayısı 2529 ve toplam nüfusları 7,3
milyondur. Buna karşılık “orman kenarı”
sayılan köylerin sayısı ise 4850 ve toplam
nüfusları ise 12,3 milyondur. Başka bir
söyleyişle; 6292 sayılı yasayla “2A
arazilerine” yerleştirilebilecek ve/veya bu
arazilerin “yararlanmalarına tahsis
edilebileceği” “köylü” sayısı, 2000 yılı
verilerine göre 7,3 milyondan 19,6 milyona
çıkarılmaktadır. Oysa “orman kenarı köy”
tanımı “orman içi köy” tanımına göre son
derece esnektir ve “gerektiğinde” kapsamı
daha da genişletilebilecektir.
• Anayasanın 170. maddesinde sözü
edilen işlem “2A arazilerinin”, yalnızca
“orman içi köyler halkının yararlanmalarına
tahsisi”dir. Oysa 6292 sayılı yasanın 7.
maddesinin 1. fıkrasının “a” bendine göre
bu arazilerdeki “taşınmazların tapu kayıtları
bedel alınmaksızın” geçerli sayılabilecek,
daha açık bir söyleyişle hukuksal olarak
mülk edinilebilmiş olacaktır.
Ek olarak, 6292 sayılı yasayla yapılan
düzenlemeler Anayasa Mahkemesi’nin
1989 ve 2002 tarihlerinde aldığı kararlara
da açıkça aykırıdır: Anımsanabileceği gibi,
Anayasa Mahkemesi bu kararlarında;
“Orman niteliğini yitiren yer, orman
toprağı olmakla devletindir. Bu nitelikte bir
yer ancak ihya edilerek Anayasa
doğrultusunda köylüye verilebilir, kişilerin
özel mülkiyetine geçirilemez. 170. madde,
açıkça orman sayılan yerlerin belirtilen
nedenlerle orman dışına çıkarılması
durumunda orman içindeki köyler halkının
kısmen ya da tamamen bu yerlere
yerleştirilmesinden önce devlet eliyle ihyayı
öngörmüştür... Orman köylüsünü korumayı
amaçlayan Anayasa'nın 170. maddesi,
orman sınırı dışına çıkarılan yerlerin orman
köylüsünün yararlanmasına ayrılmasını
öngördüğünden, orman köylüsü olup
olmadığı ayrımı gözetilmeden, iskân
suretiyle bu yerlerin tapusunu alan kişilere
bu yerlerin mülkiyetinin devri Anayasa'ya
aykırıdır." gerekçesine yer verilmiştir.
Kısacası, 6292 sayılı yasayla Anayasaya
aykırı uygulamalara dayanak sağlanmış
olmaktadır. Bu dayanaktan hareketle
yapılacak uygulamalarla çözümlenmesi
son derece güç ve kimileri de olanaksız
ekolojik, ekonomik, toplumsal ve siyasal
olumsuzluklar gündeme gelebilecektir.
Kentsel dönüşüm konusu bir süredir
ülke gündeminde yer alıyor. 2A ve 2B
arazileri ile ilgili yapılan değişikliklerin
kentsel dönüşüm çalışmaları ile nasıl bir
ilgisi var? Çünkü söz konusu yasal
düzenlemede TOKİ’ye de çeşitli yetkiler
veriliyor. Maliye Bakanlığı da bildiğimiz
kadarıyla 2A ve 2B arazi satış gelirlerinin
büyük bir kısmını “Kentsel Dönüşüm”
uygulamalarına aktarabilecek. Ayrıca
6292 sayılı kanunun 8. maddesinin 3.
Şıkkında “...birden fazla teklif olması
halinde, öncelik sıralaması TOKİ,
büyükşehir belediyeleri...” şeklinde
devam eden açıklamalar yer alıyor.
MEVZUAT
2b” KONUSU “bİTMİŞ
KAPANMIŞ” GÖRÜNEbİLİR
ANCAK YOL AÇAbİLECEĞİ
EKOLOjİK, EKONOMİK vE
TOPLUMSAL YIKIMLAR
GÜNDEME GELDİĞİNDE,
DEYİM YERİNDEYSE “İŞ
İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK”
Gerçekte Anayasanın söz konusu
maddelerine göre hiçbir ilişkisinin
olmaması gerekiyor ama var:
6292 sayılı yasanın 2. maddesinde
“Proje Alanı” tanımı yapılıyor. Maddenin “f”
fıkrasına göre “proje alanı”;
“2/B alanlarını ve proje bütünlüğünü
sağlamak amacıyla gerektiğinde bu
alanların dışında kalan yerleri de kapsayan
ve sınırları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,
Toplu Konut İdaresi Başkanlığı veya ilgili
büyükşehir ya da diğer belediyelerce
belirlenen ve Çevre ve Şehircilik
Bakanlığınca onaylanan gecekondu veya
kentsel dönüşüm projesi uygulanacak
alanları”
olarak tanımlanmıştır. Yasanın 8.
maddesinin 1. fıkrasında ise;
“…proje alanı belirlemek isteyen 2 nci
maddenin birinci fıkrasının (f) bendinde
belirtilen idareler tarafından bu alanın
sınırları tespit edilerek, alana ait uydu
fotoğrafları, varsa her tür ve ölçekteki plan,
parselasyon planı, mülkiyet bilgileri,
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MEVZUAT
2A VE 2B ARAZİLERİ
kadastral paftaları ve hâlihazır
haritalarıyla birlikte proje alanı sınırı
onaylanmak üzere belediyeler tarafından
valilikler aracılığıyla, TOKİ tarafından
doğrudan Çevre ve Şehircilik Bakanlığına
gönderilir. Bu alanlar, adı geçen Bakanlık
tarafından talebin intikal tarihinden itibaren
otuz gün içerisinde aynen veya
değiştirilerek onaylanır ya da reddedilir ve
teklif sahibi idareye bildirilir.”
kuralına yer verilmiştir. Bunların yanı sıra
maddenin 2. fıkrasında yer verilen tanım
ve kurallarla, TOKİ ile Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın her türlü keyfi uygulamasını
olanaklı kılmıştır. Dahası, maddenin sonraki
beş fıkrasıyla bu durum iyiden iyiye
pekiştirilmiştir. Sözgelimi, 5. fıkraya göre
“proje alanı” olarak belirlenip ilgili idareye
(Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ,
büyüksehir belediyeleri ve belediyeler)
devredilen yerlerde
“…her ölçekteki imar planları ve
değişiklikleri ile bu planlara dayalı olarak
yapılacak imar uygulamaları, parselasyon
planları, ifraz ve tevhit işlemleri proje alanı
sahibi idare tarafından…”
zorunlu kılınmakta; Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’na da bu planları onama yetkisi
verilmektedir. Bu arada, “proje alanı”
üzerindeki her türlü taşınmazın da anılan
Bakanlığa devredilebileceğini belirteyim.
Bu, çok açık söylüyorum; ancak diktacı
yönetimlere özgü uygulamalara dayanak
olabilecek bir düzenlemedir.
Bizler, gerçekleştirilen bu
düzenlemelerden nasıl etkileneceğiz?
bİLİNÇLİ bİR “ORMANSEvER”
İSENİZ EĞER, bU UYGULAMALARIN
ORMAN EKOSİSTEMLERİNİ YOK
EDİCİ EYLEMLERİ ÖZENDİRİP
YAYGINLAŞTIRAbİLECEĞİNDEN,
ÖRNEĞİN bU YIL OLDUĞU Gİbİ
ORMAN YANGINLARINI
“TETİKLEYEbİLECEĞİNDEN” DERİN
KAYGILAR DUYUP ÜZÜLECEKSİNİZ.
A ıktır ki, bu soruya verilebilecek
yanıt, s z konusu arazilerle ili?kinize,
yakla?ım bi iminize g re farklı
olacaktır:
Sözgelimi;
• “2B arazisi” işgalcisi iseniz eğer,
durumunuz en azından hukuksal olarak
aklanacaktır.
• İşgalcilerinden satın alınmış bir “2B
arazisine” ve/veya bu arazi üzerindeki
yapıların sahibi iseniz eğer ikinci kez satın
alma bedeli ödeyeceksiniz; üstelik bu
bedelin belirlenmesinde hiçbir söz hakkınız
olmayacak eğer konuyu yargıya taşırsanız
bu araziyi satın alma hakkını da
yitirebileceksiniz.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
• Bilinçli bir “ormansever” iseniz eğer,
bu uygulamaların orman ekosistemlerini
yok edici eylemleri özendirip
yaygınlaştırabileceğinden, örneğin bu yıl
olduğu gibi orman yangınlarını
“tetikleyebileceğinden” derin kaygılar
duyup üzüleceksiniz.
• İçten bir kamusalcı iseniz eğer kamu
varlıklarının parası olan herkese, dilim
söylemeye varmıyor ama gerçek,
söyleyeceğim; “peşkeş çekilmesi”
karşısında kahrolacaksınız.
• Gerçekten demokrat bir insansanız
eğer, siyasal iktidarın tam da yerel seçimler
öncesinde 6262 sayılı yasa uygulamalarıyla
yandaş belediyelere siyasal kazanımlar
sağlayabileceğini görecek ve Orhan
Gencebay’ın “batsın bu dünya” şarkısını
anımsayıp hüzünleneceksiniz.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
2B” konusu “bitmiş kapanmış”
görünebilir ancak yol açabileceği ekolojik,
ekonomik ve toplumsal yıkımlar gündeme
geldiğinde, deyim yerindeyse “iş işten
geçmiş olacak”
Sizce bu düzenleme ve uygulamaların
ne şekilde yapılması gerekirdi?
2A VE 2B ARAZİLERİ
Ortada iki boyutlu bir konu vardır:
Bir; “2B arazilerinin” değerlendirilmesi. İki;
“orman” sayılan yerlerin “orman içi köyler
halkının” yararlanmasına tahsis edilmesi.
Ancak, çok daha önce yapılması gereken
başka işler de var.
1) “Yeni” Anayasa hazırlanıncaya değin
“2B arazilerinin” satışı durdurulmalıdır:
4) “Orman” sayılabilecek ve
sayılmayabilecek yerlerin belirlenmesi ve
sınırlandırılması çalışmalarının ormancılık
biliminin gerekleri doğrultusunda
yapılabilmesi sağlanmalıdır.
• 6831 sayılı Orman Kanunu’nun
orman kadastrosu çalışmalarını
düzenleyen 7-12. maddeleri yeniden
düzenlenmelidir. Bu kapsamda; 6831 sayılı
yasanın 7. maddesi, orman kadastrosu
çalışmaları olabildiğince en kısa sürede
bitirilmesini, orman kadastro komisyonları
ve ekiplerinde ormancılık eğitiminden
geçmişlerin sayısal çokluğunu, karar
süreçleri demokratikleştirilebilmesini;
orman kadastro komisyon ve ekiplerinde
işlendirilecek personelin özlük hakları
iyileştirilmesini sağlayabilecek
düzenlemeler yapılmalıdır
• 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2.
maddesinin “A” ve “B” bentlerinde sözü
edilen yerlerin, 1983 yılında çıkarılan 2896
sayılı yasayla yapılan değişiklikte olduğu
gibi yalnızca “…devlet eliyle ihya edilerek
kısmen veya tamamen orman içi köyler
halkının yerleştirilmesi veya bu amaçla
değerlendirilmesi maksadıyla, orman
sınırları dışına” çıkarılmasını sağlayacak
biçimde düzenlenmelidir.
3) 6292 sayılı yasayla yürürlükten
kaldırılan 2924 sayılı Orman Köylülerinin
Kalkınmasının Desteklenmesi Hakkında
Kanun yalnızca “2B” uygulamalarıyla artık
“orman” sayılmayan yerlerin
“değerlendirilmesine” yönelik olarak
yeniden düzenlenmelidir. Bu çalışmalar
sırasında “orman köyü” sayılan
yerleşmelerin tümü değil; “bulundukları
yerlerde kalkındırılamayacaklarına” karar
verilenler ile “orman” sayılan yerlerin
güvenliği ve ormancılık çalışmalarının
etkenliği yönünden sorun yarattıkları
belirlenen yerleşmeler “öncelikli hedef
kitle” olarak kapsama alınmalıdır.
Bu ama la;
2) “Yeni” Anayasa yürürlüğe girinceye
değin aşağıdaki düzenlemeler yapılmalıdır:
• 6831 sayılı yasanın yukarıda
önerildiği biçimde yeniden düzenlenecek
2. maddesinin uygulanması sırasında
herhangi bir yerin “orman sınırları dışına
çıkarılabilmesi” kararının verilebilmesi için
de; açıkça tanımlanmış bir kamusal
yararının ençoklanması, başka
seçeneklerin bulunmaması durumlarında
ancak, “su ve toprak rejimine zarar
vermeme”, “orman bütünlüğünü
bozmama”, “çevresindeki orman
ekosistemlerinin tüm öğeleriyle kendisini
yenileyebilme gücüne zarar vermeme” ve
“ormancılık çalışmalarının etkenlik,
verimlilik ve kârlılık düzeylerini
düşürmeme” koşullarının eş zamanlı olarak
aranması sağlanmalıdır.
MEVZUAT
2b” KONUSU “bİTMİŞ
KAPANMIŞ” GÖRÜNEbİLİR
ANCAK YOL AÇAbİLECEĞİ
EKOLOjİK, EKONOMİK vE
TOPLUMSAL YIKIMLAR GÜNDEME
GELDİĞİNDE, DEYİM YERİNDEYSE
“İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK”
• 6831 sayılı yasanın 8-11. maddeleri;
“orman sınırları dışına çıkarma” kararlarına
yerel orman işletme müdürlükleri ile
TMMOB Orman, Ziraat, Harita ve
Kadastro, Çevre, Şehir Planlama
Mühendisleri Odaları başta olmak üzere
ilgili öteki demokratik kitle örgütlerinin de
itiraz edebilme olanağı getirilmelidir.
• 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun
2005 yılında çıkarılan 5304 sayılı yasayla
yeniden düzenlenen 4. maddesi
yürürlükten kaldırılarak kadastro ekiplerinin
orman kadastrosu, saptanan yanlışlıkların
düzeltilmesi vb çalışmaları da yapabilmeleri
engellenmelidir;
• 2009 yılında çıkarılan 5831 sayılı
Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
orman kadastrosu ile ilgili maddeleri
yürürlükten kaldırılmalıdır.
2B arazilerinin
de?erlendirilmesine gelince
Bu
arazilerin ülke genelinde gerek nitelikleri ve
gerekse kullanılma biçimleri aynı değildir.
Sözgelimi saptamalara göre 4,7 milyon
dönüm “2B arazisinin” % 4,7’si “yerleşim
yeri” ve % 33,2’si de “tarımsal amaçlarla”
kullanılmaktadır. Bu arazilerin % 62,2’sinin
ne durumda ve kimler tarafından nasıl
kullanılmakta olduğu ise tam olarak
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
MEVZUAT
2A VE 2B ARAZİLERİ
durumlarının iyileştirilmesi; somut olarak
da 2924 sayılı yasanın yaşama geçirilmesi
amacıyla kullanılmalı; bu amaçla, Türkiye
Ormancılık Kooperatifleri Merkez Birliği vb
ilgili demokratik kitle örgütleriyle işbirliği
yapılmalıdır.
2) Tarımsal amaçlarla kullanılmakta
olan “2B arazilerinin”, arazi kullanım
yetenekleri belirlenmeli; bu amaçla
Anayasanın 171. maddesi doğrultusunda
üreticilerin tarımsal kalkınma
kooperatiflerde örgütlenmeleri
özendirilmeli, kooperatiflerin etkinlikleri
çeşitli yollarla desteklenmeli; bu arazilerin
tarım dışı amaçlarla kullanılmasına izin
verilmemeli; tarımsal üretime uygun
olmayan “2B arazileri” yeniden orman
ekosistemleri oluşturmak amacıyla
değerlendirilmelidir.
belirlenmiş değildir. Çok daha önemlisi,
tüm “2B arazilerinin” nasıl kullanılması
gerektiği çok boyutlu irdelemelerle
belirlenip planlanmamıştır. Bu nedenlerle
“2B arazilerinin” değerlendirilmesine
yönelik uygulamalar kamu yararı
gözetilerek farklılaştırılmalıdır. Böylesi bir
yaklaşım yeğlendiğinde üç boyutlu bir
uygulama yapılmalıdır:
1) Yapılaşmış “2B Arazilerinin”
değerlendirilmesi sırasında kentsel ve
kırsal yerleşmeler, özellikle de köyler
arasında kamusal yararın
ençoklanabilmesi temelinde bir ayrım
gözetilmelidir. Bu kapsamda çevresel,
toplumsal ve ekonomik yönden sakıncasız
yerlerden özel kişi ve kuruluşların
kullanımdakileri, bulundukları yerlerin
benzer konumdaki ortalama arazi değişim
değerleri üzerinden kullanıcılara
satılabilmelidir. Bu yolla elde edilebilecek
gelirler ise, içinde bulundukları
yoksunluklar nedeniyle çevrelerindeki
orman ekosistemlerine zarar verdikleri
ve/veya ormancılık çalışmalarının etkenlik
düzeyini düşürdükleri belirlenen köylülerin
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
“ORMAN” SAYILAbİLECEK vE
SAYILMAYAbİLECEK YERLERİN
bELİRLENMESİ vE
SINIRLANDIRILMASI
ÇALIŞMALARININ ORMANCILIK
bİLİMİNİN GEREKLERİ
DOĞRULTUSUNDA YAPILAbİLMESİ
SAĞLANMALIDIR.
3) Yeniden orman ekosistemleri
oluşmuş ve oluşturulabilecek “2B
Arazilerinin” yeniden hukuksal olarak
“orman” sayılmasına yönelik girişimlerde
bulunmaktadır. Bu girişimlerin hukuksal
dayanakları güçlendirilmelidir. Yeniden
orman ekosistemi oluşturulabilecek
ve/veya oluşturulması gereken “2B
arazilerinde” ise yöre halkının da
katılımlarıyla hazırlanacak tümleşik havza
yönetim planları doğrultusunda çok amaçlı
ağaçlandırma çalışmaları yapılmalıdır. Bu
amaçla, uygun ekolojik koşullara sahip “2B
arazileri”, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun
57-67. maddeleri ile 4122 sayılı Milli
Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü
Seferberlik Kanunu’nun “Devletin Hüküm
ve Tasarrufu Altındaki Arazilerde Tespit,
Tahsis ve İzin “ başlığı altında yer verilen 4.
maddesi kapsamında sayılan kurum ve
kuruluşların çok amaçlı ağaçlandırma
çalışmalarına tahsis edilmelidir. Yerleşme
yerlerinin yakınlarındaki “2B arazilerinin”
ağaçlandırılması sırasında “kent
ormanlarının” ile gürültüyü, hava kirliliğini
önleyebilecek, yakındaki “devlet ormanı”
sayılan yerlerdeki orman ekosistemleri için
bir tür “güvenlik kuşakları” oluşturabilecek
yapıda orman ekosistemlerinin
2A VE 2B ARAZİLERİ
oluşturulması hedeflenmelidir.
Son olarak somut örnekler vermek
gerekirse, örneğin; İstanbul ya da Antalya
ya da başka illerde bu arazilerin
büyüklüğü ne kadardır?
Hemen s yleyeyim:Son saptamalara
göre, 4,7 milyon dönüm arazi artık
“orman” sayılmamaktadır; başka bir
söyleyişle “2B arazisidir”. İllere ve kimi
illerde de ilçelere göre dağılımı, bu
arazilerin kimler tarafından hangi amaçlarla
“yaratıldığını” açıklıkla ortaya koymaktadır:
• Tüm “2B arazilerinin” % 58’i sırasıyla;
Antalya, Mersin, Balıkesir, Ankara,
Adapazarı, Muğla, İstanbul, Bolu, Samsun
ve İzmir’de bulunmaktadır.
• İstanbul’daki toplam 258 699 dönüm
“2B arazisinin” % 45,7’si Tuzla, % 20,5’i
Pendik, % 16,3’ü Beykoz, % 9,1’i
Maltepe, % 5,4’ü Şile ve % 2,4’ü de
Ümraniye’dedir.
• Antalya’daki toplam 425 730 dönüm
“2B arazisinin” ise; % 19,3’ü Aksu, %
17,5’i Kaş, % 15,1 Kepez, % 7,1’i
Manavgat ile Serik, % 6,2’si Alanya, % 6’sı
Döşemealtı, %4,3’ü Konyaaltı, % 3’ü
Gazipaşa ve % 2,9’u da Demre’dedir.
Sanırım bu veriler “2B arazilerinin”
hangi amaçlarla “yaratıldığını” da açıklıkla
sergiliyor. Öte yandan, bu verilerden, “2B”
tartışmalarının duygusal “orman
popülizmine” indirgenmesinin ne denli
anlamsız ve büyük bir yanılgı olduğunu
ortaya koyuyor.
Herhalde söyleyecek bir “son
sözünüz” de vardır?
Olmaz olur mu, var:
Öncelikle artık
“bitmiş, kapanmış bir dosya” olarak
görülen konuyu duyarlılıkla gündemde
tuttuğunuz; henüz ayırtına bile varılmamış
“2A” uygulamalarına dikkat çekme fırsatı
verdiğiniz için size teşekkür ederim. Ama
bir sözüm daha var: “2B” konusu “bitmiş
kapanmış” görünebilir ancak yol
açabileceği ekolojik, ekonomik ve
toplumsal yıkımlar gündeme geldiğinde,
deyim yerindeyse “iş işten geçmiş olacak”.
Ayrıca bir de “2A” uygulaması var ki, bu
uygulamalar “2B”nin yol açabileceği
yıkımları da aratabilecektir. Çünkü “2A”,
temelde, ülkemizdeki “orman” sayılan 212
MEVZUAT
milyon dönümde uygulanabilecektir. Daha
açık bir söyleyişle, 212 milyon dönümdeki;
“…orman olarak muhafazasında bilim ve
fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen
aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde
yarar olduğu tespit edilen yerler ile halen
orman rejimi içinde bulunan funda ve
makilerle örtülü yerlerden tarım alanlarına
dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit
edilen yerler.” “orman” sayılmayabilecektir.
Bu uygulamalar, özellikle 6292 sayılı
yasada öngörüldüğü gibi ve “2A”
tartışmaları da “2B” tartışmaları gibi
yapıldığında deyimin tam anlamıyla, “ört ki
ölem…”r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
SAĞLIK
ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
DaLGa DaLGa
KİRLİLİK
S
DOĞADA GÜNEŞ, YILDIZ vE YILDIRIM
KAYNAKLI DOĞAL bİR MANYETİK
ALAN ZATEN MEvCUT.20. YY İLE
bİRLİKTE vAR OLAN bU DOĞAL
MANYETİK ALANA, İNSAN YAPIMI
CİHAZLARIN OLUŞTURDUĞU YAPAY
MANYETİK ALANLARINDA
EKLENMESİYLE TEHLİKE ÇANLARI
ÇALMAYA bAŞLADI. DOĞAL OLANDAN
YAKLAŞIK 1000 KAT DAHA FAZLA
OLAN YAPAY MANYETİK ALANLAR,
CANLI YAŞAMINI OLUMSUZ YÖNDE
ETKİLİYOR.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
abah erken uyanabilmek için
başucumuzda çalan cep
telefonumuza bakıp istemeyerek
yataktan kalkıp, kendimizi duşa
atıyoruz. Saçlarımızı kurutmak amacıyla
saç kurutma makinasının sıcak havasını bir
süre başımızın çevresinde gezdiriyoruz.
Televizyonu açıp, bir yandan kahvaltımızı
hazırlarken bir yandan sabah haberlerini
izlemeye koyuluyoruz. Mikrodalga fırında
ısıttığımız poğaçayı sallama çay eşliğinde
tüketirken, dizüstü bilgisayarı açarak
maillerimizi kontrol ediyoruz. Hızlı
hareketler ile evden çıkıp asansöre biniyor
ve en yakın durakta bizi isteğimiz yere
götürecek otobüsü beklemeye başlıyoruz.
Evet nihayet geldi. Tıklım tıklım dolu olan
otobüse biniyor her on kişiden en az
yarısının cep telefonunda sohbetlerine
dahil olarak yolculuğumuzu tamamlıyor, iş
yerimize ulaşıyoruz. Ne kadar yüksek bir
binada çalıştığımız, günümüzün en azından
sekiz saatini bu dev beton yığını içinde
geçirdiğimiz aklımızın köşesinden bile
geçmeden masamıza oturuyor, zeminden
ve tavandan usulca akan kablolar eşliğinde
işimizi yapmaya koyuluyoruz.
Buraya kadar herşey normal ve sıradan
gözüküyor... Normal olmayan ise; büyük
şehirlerde yaşayan ve çalışan bireylerin iş
günlerinde yaşadıkları bu çok sıradan gibi
gözüken rutin olaylar esnasında maruz
kaldıkları bir tehlike. Bu tehlikenin adı ise:
Elektromanyetik Dalgalar.
Özellikle son yıllarda günlük
yaşantımıza giren birbirinden üstün
teknoloji harikası ürünleri birçoğumuz
yoğun bir şekilde kullanıyoruz. Elbette ki
günümüze kadar yaşanan teknolojik
gelişmeleri karalayıp kötülemeyi
amaçlamıyoruz çünkü teknolojinin
kolaylıklarından bizler de yararlanıyoruz.
Fakat maruz kaldığımız tehlikenin
boyutunu ortaya koymak istiyoruz.
Ne kadar sıklıkla kullandığımızın farkına
bile varmadığımız elektronik cihazlar,
elektromanyetik alanlar yaratıyor. Ayrıca biz
kullanmadığımız halde bulunduğumuz
ortam nedeniyle maruz kaldığımız
manyetik alanlarda da günlük yaşantımızda
sıklıkla karşı karşıya kalıyoruz.
ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
SAĞLIK
manyetik alanlar, canlı yaşamını olumsuz
yönde etkiliyor.
Elektromanyetik Kirlilik Nedir?
İnsanoğlu 18. ve 19. yy’da tanıştığı
hava, toprak ve su kirliliği kavramlarıyla
yeni yeni barışırken günümüzde artık bir
de elektromanyetik kirlilik kavramıyla
tanışıyor. Bu kirlilik çeşidini diğerlerinden
ayıran ve korkutucu hale getiren en önemli
özellik ise, gözle görülemeyen, dokunarak,
soluyarak hissedilemeyen sinsi bir tehlike
oluşturması.
Elektromanyetik kirlilik, elektrik akımı
taşıyan kablolar, cep telefonu baz
istasyonları, radyo frekans dalgaları yayan
radyo ve televizyon vericileri, yüksek
gerilim hatları, trafolar, mikrodalga yayan
ev aletleri vb.nin yarattığı, insan ve diğer
canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratan
elektromanyetik dalgaların oluşturduğu
kirlilik.
Doğada güneş, yıldız ve yıldırım
kaynaklı doğal bir manyetik alan zaten
mevcut. Doğal manyetik alanlar, arıların
bulundukları konumu tespit etmelerine,
göçmen kuşların ve balıkların yön
bulmalarına yardımcı oluyor. 20. yy ile
birlikte var olan bu doğal manyetik alana,
insan yapımı cihazların oluşturduğu yapay
manyetik alanlarında eklenmesiyle tehlike
çanları çalmaya başladı. Doğal olandan
yaklaşık 1000 kat daha fazla olan yapay
GÜCÜ İSTER YÜKSEK, İSTER
DÜŞÜK OLSUN, bU DALGALARIN
İNSAN vÜCUDUNDA DOKULARIN
ISINMASINA vE KİMYASAL
DEĞİŞİMLERİNE NEDEN OLDUĞU
bİLİMSEL ARAŞTIRMALARLA
KANITLANMIŞ.
Gözle görülmeyen fakat varlığını cep
telefonumuz çalarken televizyon ya da
bilgisayarımızdaki karlanma ile hissettiren,
hatta gerilim hatlarına yakın uçan
helikopterlerin düşmesine bile neden
olabilen bu dalgaların, canlı yaşamı
üzerindeki etkilerini ölçmek amacıyla
birçok araştırma yapıldığı biliniyor.
Araştırmalar sonucunda, yasalar ile bu
alanlara sınırlamalar getirilmesine rağmen
uzun süreli elektromanyetik radyasyona
maruz kalmanın yaratacağı sağlık sorunları
tartışılmaya devam ediliyor. Gücü ister
yüksek, ister düşük olsun, bu dalgaların
insan vücudunda dokuların ısınmasına ve
kimyasal değişimlerine neden olduğu
bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış.
Elektromanyetik kirliliğin insanlar
üzerindeki bilinen en önemli etkileri,
bağışık sistemini zayıflatması, baş ağrısı,
halsizlik, mide bulantısı, sinirlilik hali
şeklinde sıralanıyor.
Elektromanyetik Alan Kirliliği
Yaratan Kaynaklar İkiye Ayrılıyor
1-Do?al EM Kaynakları:
Güneş, uzak
yıldızlar, yıldırımlar
2-Do?al olmayan EM kaynakları
• Elektrik akımı taşıyan yeraltı ve
yerüstü elektrik hatları
• TV ve bilgisayarlar,
• Elektrikli ev aletleri (Elektrikli süpürge,
saç kurutma, tıraş makinesi vb.)
• Mikro dalga fırınlar
• Radyo ve TV vericiler
• Telsiz haberleşme sistemleri,
• Kordonsuz telefonlar
• Hücresel telefon sistemleri ( GSM
Baz istasyonları.)
Son yıllarda kullanım oranı oldukça
artan cep telefonlarının zararları sürekli
tartışılıyor ve yoğun kullanıldığı için
zararlarının yüksek olduğu kabul görüyor.
Kullanım yaşının çok aşağılara indiği cep
telefonlarının kısa vadeli olumsuz etkileri
baş ağrısı, yorgunluk, uykusuzluk olarak
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
SAĞLIK
ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
sıralanırken, uzun vadede verebileceği
zararlar konusunda henüz kesin bir ifade
kullanılmıyor. Fakat sık sık basında yer alan
haberlere göre kansere bile neden
olabileceği tartışılıyor.
Kısa ve Uzun Vadede Belli Başlı
Etkileri Nelerdir?
Elektromanyetik alanlara maruz
kalmanın olumsuz etkileri frekansı, şiddeti,
uzaklığı, maruziyet süresi gibi birçok
faktöre göre değişkenlik göstermekle
birlikte, yapılan araştırmalarda;
• DNA üzerinde hasara,
• Beyin ve kulak fonksiyonlarını
etkileme,
• Bağışıklık sistemini zayıflatmaya,
• Uykusuzluk ve depresyona,
• Sperm sayısında azalmaya,
• Beyin tümörüne,
• Birçok kanser türünün gelişimine,
• Alzheimer hastalığına neden
olabileceği tespit edilmiş.
Yaşam Alanlarımızda
“Elektromanyetik Kirlilik”
Yaratan Eşyalar
Bebek Alarmı: Bebek alarmları eğer
kullanılmak zorundaysa beşikten en az bir
metre uzakta durmalı.
üretiyor. Televizyonun arkasındaki
radyasyon oranı önüne göre daha fazla.
Fakat manyetik alanların duvarları
geçebildiği unutulmamalı.
Alarmlı Saat ve Radyolar: Elektrikle
çalışan alarmlı saat ve radyoların yataktan
en az 1,5 metre uzakta olması gerekiyor.
Elektrikli Fırınlar: Elektrikli fırınlar
çalıştıkları sırada mikrotesla seviyesinde
hayli yüksek manyetik alan üretirler. Fırınlar
çalışırken mümkün mertebe makul
uzaklıkta durulması gerekiyor.
Elektrikli Tıraş Makinesi: Şarj edilebilir
tıraş makineleri pilli olanlara göre daha az
zararlı. Elektrikli olanlarda manyetik alan
üretiyor. Elektrikli tıraş makineleri yerine
jiletle tıraş olmak tavsiye ediliyor.
Fotokopi Makineleri: Ofislerde
kullandığımız fotokopi makineleri de
şiddetli manyetik alan ürettiğinden bu
makineler 50 cm’den daha yakında
durmamak gerekiyor.
Televizyon: Televizyonlar marka ve
modellerine göre farklı manyetik alanlar
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
KAYNAKLARI ARASINDA CEP
TELEFONU, KULLANIM YOĞUNLUĞU
NEDENİYLE EN bÜYÜK RİSK
GRUbUNA GİRİYOR. bU SEbEPLE
CEP TELEFONU KULLANIMINI
SINIRLAMAK, ALINACAK ÖNLEMLER
İÇİNDE İLK SIRADA YER ALIYOR.
Dizüstü Bilgisayar: Prize takılı
kullanılmadığı sürece ürettikleri
elektromanyetik dalga düzeyi düşüktür.
Yatak odası aydınlatması, saç kurutma
makinesi, saç şekillendirme aletleri,
mikrodalga fırınlar, bilgisayar oyun setleri,
elektrik süpürgesi, radyasyon yayan diğer
elektrikli aletler arasında yer alıyor.
Günümüzde bu makinelerin hayatımızdan
tamamen çıkaramayacağımız bir gerçek.
Fakat kullanım sürelerini sınırlamak ve
sadece gerekli hallerde kullanmak öneriler
arasında.
Korunmak İçin Öneriler
Elektromanyetik kirlilik kaynakları
arasında cep telefonu, kullanım yoğunluğu
nedeniyle en büyük risk grubuna giriyor.
Bu sebeple cep telefonu kullanımını
ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK
SAĞLIK
sınırlamak, alınacak önlemler içinde ilk
sırada yer alıyor. Bilim adamları, ihtiyatlılık
ilkesi gereği zararlı etkilerinin aksi
kanıtlanıncaya kadar cep telefonu
kullanımının sınırlandırılması, çocuklar ve
hamile kadınların cep telefonundan uzak
tutulması, kullanımı zorunlu ise kulaklık
aracılığıyla kullanımı, uzun süreli
konuşmalardan kaçınılmasını tavsiye
ediyor. Ayrıca telefonların vücuttan
olabildiğince uzakta taşınması da diğer
öneriler arasında.
Dünya Sağlık Örgütü, 16 yaşın altındaki
çocukların cep telefonu kullanmamalarını,
eğer çok gerekli ise kullanım sürelerinin
günde 10 dakikayı geçmemesini tavsiye
ediyor. Saç kurutma makinesini kısa süreli
kullanmak, yatak odasında televizyon,
bilgisayar, cep telefonu vs elektrikli cihaz
bulundurmamak alınacak önlemler
arasında sıralanıyor.
Elektromanyetik etkinin, kaynağa olan
mesafe ile ters orantılı olduğu ve dalga
üreten kaynaktan uzaklaştıkça etkisinin
azalıyor olması nedeniyle elektrikli cihazlar
çalışırken mümkün oldukça uzakta durmak
fayda sağlıyor.
Kullanılmayan cihazların fişten çekilerek
kapalı tutulması, kirliliğin azalmasında etkili
olacağı söyleniyor. Dizüstü bilgisayarları
fişe takılı değilken kullanmak, şarj olurken
ise mümkün olduğunca uzak mesafede
tutmak gerekiyor.
Elektromanyetik alanlar açısından
sağlıklı bir ortamda bulunduğumuzdan
emin olabilmek için ev ve ofisimizde ölçüm
yaptırmak, alınacak önlemlerin düzeyini
belirlemek için önemli bir adım.
Elektromanyetik Alan Ölçümleri
Türkiye'de Elektrik Mühendisleri Odası
(EMO), TÜBITAK ve üniversiteler,
elektromanyetik alan ölçümlerini
gerçekleştirmeye devam ediyor.
Elektromanyetik radyasyon konusunda her
ülke kendi standartlarına göre limit
değerler belirliyor. Avrupa Birliği’ne üye
ülkeler ve ABD dâhil olmak üzere birçok
dünya ülkesinde ortak olarak kabul gören
ve uygulanan sınır değerler de bulunuyor.
Bu sınır değerler Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) tarafından tanınan ve uluslararası
bir komisyon olan ICNIRP (International
Commission on NonIonizing Radiation
Protection - İyonize Olmayan
Radyasyondan Koruma Komisyonu)
tarafından, genel halk için günde 24 saat
maruz kalındığı kabulüyle belirlenmiş.
Yasalarla Sınırlama
Elektromanyetik kirlilik ile ilgili usul ve
esaslar 12.07.2001 tarih ve 24460 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
giren ‘‘10kHz.-60GHz. Frekans Bandında
Çalışan Sabit Telekomünikasyon
Cihazlarından Kaynaklanan
Elektromanyetik Alan Şiddeti Limit
Değerlerinin Belirlenmesi, Ölçüm
Yöntemleri ve Denetlenmesi Hakkındaki
Yönetmelik’’ hukuki dayanak oluşturuyor.
Yönetmeliğin 17’nci maddesinde; ‘‘Bu
yönetmelik kapsamındaki sabit
telekomünikasyon cihazlarının kurulması
işletilmesi ve kullanılması esnasında
yönetmelikte belirtilen hususlara uygunluk
kurum (Telekomünikasyon Kurumu)
tarafından denetlenir’’ hükmü mevcut.
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ, 16
YAŞIN ALTINDAKİ ÇOCUKLARIN
CEP TELEFONU
KULLANMAMALARINI, EĞER
ÇOK GEREKLİ İSE KULLANIM
SÜRELERİNİN GÜNDE 10
DAKİKAYI GEÇMEMESİNİ
TAvSİYE EDİYOR.
Bu yönetmeliğin 5. maddesi gereği;
GSM baz istasyonları ve her türlü telsiz
haberleşme iletim sistemini kapsayan
tesislerin kurulması ile ilgili sadece yer
seçimi konusunda görüş verme görevi İl
Çevre ve Orman Müdürlüğüne verilmiş.r
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
KİTAPLIK
YEŞİL YILDIZ
SAVUNMASIZ GEZEGEN
DÜÜNYA
Yayınevi: Orion Kitabevi
Yazar: Ertan Özçoban
Türkiye'de turizm alanında
uygulanmaya başlanan bir sosyal
sorumluluk projesini anlatan, Ersin
Özçoban'ın kitap haline getirilen yüksek
lisans çalışması olan kitap, Türkiye'nin ilk
Çevreye Duyarlı Tesis Belgesini almaya
hak kazanan Calista Luxury Resort
Hotel'de konaklayan turistlerle yaptığı
anketler sonucunda topladığı verileri
ortaya koyuyor. Aralarında İngiliz, Rus,
İtalyan, Alman, Fransız ve Türk turistlerin
bulunduğu yaklaşık 170 kişiyle yapılan
çalışma oldukça detaylı ve ilginç.
Peki, Calista Hotel'in Yeşil Yıldız belgeli
olması ziyaretçileri tarafından ne kadar
önemseniyor? Kitabın sonuç bölümünde
Ersin Özçoban şöyle anlatıyor: "Yeşil Yıldız
uygulamasının ve konaklama tesisinin
çevreye duyarlı olmasının, araştırmaya
katılanların satın alma kararını, toplam
%96 oranında etkilediği çarpıcı biçimde
ortaya konmuştur. Bu kadar yüksek bir
yüzde ile çıkan bu sonucun gerisinde,
Calista Otel'in resmi olarak Yeşil Yıldız
belgeli ve çevreye duyarlı bir konaklama
tesisi olduğunu, çalıştıkları acente ve tur
operatörlerinde etki yaratacak bir biçimde,
pazarlama stratejilerinde kullanmaları ve
bu uygulamayı genel yönetim
sistemlerinde başarılı bir biçimde
yürütmeleridir."
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
Yayınevi: Epos Yayınları
Yazar: John Bellamy Foster
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları.
Yazar: Bill Mc Kibben
Çeviren: Emel Anıl
Bir zamanlar bambaşka bir Dünya'da
yaşıyorduk. Masmavi denizleri, yemyeşil
ovaları, berrak suları, verimli toprakları,
derin ormanları, ulu dağları, bembeyaz
buzullarıyla tertemiz bir gezegendi Dünya.
Tanıdığımız ve hayran olduğumuz o
Dünya, şimdi o halde mi?
Yirmi yıl önce iklim değişimi
konusundaki ilk uyarılardan biri olan The
End of Nature'ı yazan Bill McKibben, bu
farklı gezegene başka bir isim veriyor:
Düünya (Eaarth). Kitapta önce bu yeni
dünyanın özelliklerini tespit eden
McKibben, Düünya'yı yaşanır bir yer haline
getirmek için yapmamız gerekenleri
anlatıyor. Yazara göre gündelik hayatımızı
ve yaşam biçimimizi de içeren çok temel
bir değişim yaratmalıyız. Üstelik hemen
harekete geçmek zorundayız.
Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre
yıkımının nedenleri ne biyolojiktir ne de tek
tek bireylerin tercihlerinin bir sonucudur.
Sorunun kökleri üretim ilişkilerinde,
teknolojik zorunluluklarda ve egemen
toplumsal sistemlerin ayırıcı özelliği olan ve
tarihsel olarak koşullanmış demografik
eğilimlerdedir. Öyleyse, çevre krizine çare
bulmak için ortaya atılan önerilerin
çoğunda görmezden gelinen ya da önemsiz görülen şey, çevrenin kötüleşmesinin
sadece küçük teknolojik temellerini kurcalamak değil, onun daha büyük toplumsal
temellerini eyleme geçerek dönüştürme
gerekliliğidir.
Yazar kitapta dünyada yaşanan krizin
bir doğa krizi olmaktan öte toplum krizi
olduğu ve karşı karışıya olduğumuz çevre
yıkımının başta gelen nedenlerinin toplumsal ve tarihsel olduğu argümanından yola
çıkarak çevre krizine çarenin toplumsal
temelleri dönüştürmek olduğunu ortaya
koymaktadır. Foster, kitabında bugün
çözüm olarak sunulan, çevre dostu
teknolojileri geliştirme, tüketimi azaltma,
geri dönüşüm gibi reçetelerin yeterli olmayacağını, önemli olanın egemen toplumsal
ilişkilerin dönüştürülmesi olduğunu savunmaktadır.
KİTAPLIK
ACAYİP HAVALAR
SÜRDÜRÜLEBİLİR
TESİS YÖNETİMİ
DÜNYAYI NASIL TÜKETTİK?
Yayınevi: Açık Radyo Kitapları
Çizer: Kate Evans
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
Yazar: Lester R. Brown
Bu kitap Dünyanın karşı karşıya kaldığı
en acımasız gerçeklerden biri, gıda arzının
talebi karşılamakta zorlanışı üzerine.
Nüfusumuz artıyor, iklimimiz değişiyor,
suyumuz azalıyor, tarım topraklarımız
çölleşme, erozyon ya da başka amaçlarla
kullanıma açılma gibi nedenlerle giderek
daralıyor. Bunların sonucunda da yazarın
deyişiyle “bir zamanlar her yerde artan
tahıl hasatları artık bazı ülkelerde azalıyor.
Bir zamanlar yükselen balık avcılığı şimdi
düşüşe geçiyor. Bir zamanlar her yerde
genişleyen sulak alanlar şimdi bazı kilit
gıda üretim bölgelerinde daralıyor.”
‘Dünyayı Nasıl Tükettik?’ dünyanın
bugünkü gıda arz talep eğilimlerini,
geçmişten günümüze tarımsal ve
demografik gelişimleri de göz ününe
alarak, doğa ile ilişkisi çerçevesinde
tartışıyor. Kısacası dünyanın bizi
beslemeye devam etmesi için insanlığın ne
yapması gerektiğini anlatıyor.
‘İklim değişikliği hakkında bilmek
istemediğiniz ama muhtemelen öğrenmek
zorunda olduğunuz her şey’ sloganı ile
Türkçe’ye uyarlanan kitap, küresel ısınma
konusunda tarihin ilk çizgi romanı olma
özelliğini taşıyor. Aslında kitabın imza attığı
‘ilk’ler bununla kalmıyor. Küresel iklim
değişikliği konusunda bizleri
bilinçlendirmeyi en önemli misyon edinmiş
94.9 Açık Radyo’nun ilk yayını bu. Diğer
ilklerin neler olduğu, Ömer Madra’nın
önsözünde anlatılıyor.
“Bir çevre eylemcisi olan çizer Kate
Evans, ikinci önsözü yazan George
Monbiot’un tanımıyla, “iklim değişikliği
hikâyesini anlaşılır, komik ve dokunaklı bir
şekilde anlatmayı başarıyor.”...
Evans, iklim değişikliğine yol açan ve
hızlandıran etkenleri; bunların arasındaki
ilişkileri, süreci yavaşlatmak ve durdurmak
için hepimizin yapması gerekenleri, teknik
bilgisi olmayan okurların bile kolaylıkla
anlayacağı bir uzatlıkla çiziyor ve yazıyor.
Monbiot’ya göre, “biyosferi hiç
umursamayan kişilere ulaşabilecek birileri
varsa o da Kate Evans ve bir de –bu kitabı
alıp okuması gerektiğini düşündüğünüz
birileri varsa- sizsiniz. Kitabını şu sözlerle
bitiriyor Kate Evans: “Bu kitabı, hayatını
değiştirmek için kullan, çünkü bundan
sonra olacaklar, senin şimdi yapacaklarına
bağlı...”
Yayınevi: Cinius Yayınları
Yazar: Evrim Veli Ay
Sürdürülebilir Tesis Yönetimi alanında
Amerika'daki başarılı uygulamaları iş
hayatında edindiği yılların tecrübesiyle
harmanlayan Evrim Veli Ay şunları
söylemekte: "Üniversite kampüsü
sürdürülebilirlik felsefesi için ideal bir
laboratuvar olarak düşünülmelidir. Bütün iş
süreçlerini bu kavram doğrultusunda
yeniden gözden geçirmiş ve günün
sonunda her çalışanın karbondioksit
salımının azaltılması yönündeki katkılarının
net bir şekilde belirlenebildiği bir
üniversitede bu yaşam felsefesi kusursuz
bir şekilde hayata geçirebilir."
Değişimin hayatımızın her alanında
yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. İyi bir fikirle
fark yaratmanın her geçen gün önem
kazandığı bir dönemde, Değişim Yönetimi
konusunda size her zaman yol gösterecek,
kolaylıkla kullanılabilen basit, somut ve
pratik önerileri okuyucularıyla paylaşıyor.
Binlerce kilometrelik yolculuk tek adımla
başlarmış.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
EKO
TASARIM
2
ÇILGIN, SIRADIŞI, ÇEVRECİ...
Karim Rashid ilginç bir seri tasarımı Punkalive için yapmayı kabul etti.
009 yılında kurulan Punkalive isimli Finlandiyalı tasarım şirketi, çok kısa bir zamanda ekolojik mobilya tasarımları ile dünyada
üne kavuştu. Kurulduğu günden bu güne hem kendi ülkelerinde hem de uluslararası pazarda üretmiş oldukları çevre dostu
ahşap mobilyalar ile tasarım profesyonellerinin ilgisini çekmeyi başardı. Firmanın Kerto ahşap denilen Fin Ladininden yaptıkları
lamine ahşap kaplamalı mobilyaların, tasarımı ve üretim yöntemleri ekoloji ve sürdürülebilirliği vurguluyor.
Mobilyaların üretildiği ahşap, fabrikanın 100 km çapındaki çevresinden elde ediliyor. Üretim esnasında ortaya çıkan atık talaş tekrar
kullanılarak mobilya parçaları yapımında kullanılıyor. Bölgeye elektrik sağlayan yerel elektrik firması fabrikadan çıkan ısıyı kentin ısıtma
sistemine aktararak bölgede yaşayanlar için önemli bir enerji tasarrufu sağlıyor. Bilgisayar kontrollü üretim sürecinde hiçbir atık madde
çıkmıyor. Bu sebeple tesisin karbon ayak izi yok denebilecek kadar düşük seviyelerde kalıyor.
Bir aile işletmesi olan Punkalive, birbirinden yetenekli tasarımcılardan oluşan ekibine en son olarak dünyaca ünlü endüstri tasarımcısı Karim Rashid'i dahil etti. Rashid ilginç bir seri tasarımı Punkalive için yapmayı kabul etti.
A
CANLI MÜCEVHER TAKARMIYDINIZ?
Bir sanat ve tasarım stüdyoyosu
Wearable Planter...
tlantada 2011 yılında kurulan Wearable Planter bir
sanat ve tasarım stüdyosu. Markanın ürettiği aksesuarlar insanları doğa ile yakınlaştıracak bir moda
anlayışı sunuyor. Atlantalı marka, bütün aksesuarlarını üç
boyutlu baskı yöntemiyle üretiyor. Bu teknoloji sayesinde
karmaşık form ve öğeleri kolaylıkla oluşturabiliyorlar. Her
parça, su geçirmez yapıda ve küçük bitkilerin yaşayabilmesine yetecek kadar bir toprak ile suyu barındırabilen bir
hazneye (minik saksı) sahip. Özellikle broş ve kolye ağırlıklı
üretim yapıyorlar. Bisikleti olanlar da Wearable Planter’da
bisikletleri için özelleştirilebilir ürünler bulabiliyor. Kullanıcılar
satın almak istedikleri her bir parça için, saksı rengini ve
bitkiyi seçebiliyorlar. Wearable Planter, her bir canlı
mücevherin, sahibinin ruh halini olumlu etkileyeceğine
inanıyor.
Stüdyo ekibi:” İnsanlar doğaya daha saygılı ve yakın olsalardı, hatta kalplerinin üstünde bir bitki taşımaya istekli olsalardı, dünya daha mutlu bir yer olurdu” diyorlar.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
TASARIM
B
EKO
MuTFAĞINIZDA SAĞLIKLI VE ÇEVRECİ BAMBuLAR
Harira, sebzelerin buharın doğallığı ile düşük yağlı, sulu ve
doğal bir şekilde pişmesini sağlıyor.
ambu bitkisinin estetik, dayanıklılık
ve antibakteriyellik gibi özelliklerini
birleştirerek hazırlanan buharla
pişirici Harira, sağlığımızı koruyan,
gıdaların besin değerini kaybetmeden
pişirilmesini sağlayan çevreci mutfak
gereci olarak dikkat çekiyor.
Harira, sebzelerin buharın doğallığı ile
düşük yağlı, sulu ve doğal bir şekilde
pişmesini sağlıyor. İki kısımdan oluşan
ürün, aynı anda iki ayrı gıdayı pişirme
imkanı da sunuyor. Buharın daha yoğun
olduğu alt katta pişmesi uzun süren
gıdalar, üst katta ise daha kolay pişen
gıdalar zaman kaybı olmaksızın aynı anda
pişirilebiliyor. Kullanımı son derece pratik
olan pişirici içine sığacağı bir tencereye
yerleştirilerek altta kalan bölüme su
ekleniyor.
Gıdaların ve özellikle de sebzelerin
besin değerlerini korumanın, en hafif ve en
sağlıklı yolunun buharda pişirme tekniği
olduğunu biliyoruz. Et, balık, meyve ve
sebzenin kokusu, lezzeti ve en önemlisi
lifleri buharda pişirildiğinde kızartma,
haşlama yada diğer tekniklere göre daha
iyi korunuyor. Ayrıca buharda pişirme
yöntemi ile pişirilen yemeklerin kalorisi de
düşük oluyor.
Bu PAMuK HEM ÇEVRECİ HEM DE RENKLİ...
D
Beyaz renkli pamuğa boya katkısıyla istenilen renkler
verildiği için doğal renkteki pamuk çeşitleri yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
oğu Akdeniz Geçit Kuşağı
Tarımsal Araştırma İstasyonu
Müdürlüğü’nce 12 yıllık çalışma
sonucunda üretilen renkli ve çevreci
pamuk çeşidi Türkiye için stratejik bir
ürün olan pamukta yeni bir dönemin
başlamasına neden olabilecek
özelliklerde...
12 yıl önce başlatılan çalışmayla, 3
renkte, çevreci, lif kopma mukavemeti ve
maddi getirisi yüksek pamuk çeşidi
üretmeyi başaran ekip, özellikle son
yıllarda doğal ürünlerin tercih edilmesi
nedeniyle tekstil için doğal renkli pamuk
elde ettiklerini ifade ediyor. Dünyada
doğal lifli pamuktan üretilen giysilerin
tercih edilmeye başlamasıyla birlikte
ekosisteme ve insan sağlığına duyarlı,
renkli pamuk çeşidi önemli hale gelmeye
başladı.
Beyaz renkli pamuğa boya katkısıyla
istenilen renkler verildiği için doğal
renkteki pamuk çeşitleri yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Doğal
renkteki pamukları yeniden tekstile
kazandırmak açısından önemli bir adım
olan çalışma ile elde edilen renkli pamuk
piyasadaki beyaz pamuktan çok daha
yüksek fiyata alıcı bulabilecek ve
üreticisine daha fazla kazandıracak,
ayrıca tekstilcileri de boya maliyetinden
kurtaracak.... Dolayısıyla doğal bir ürün
olacağı için tekstilciler için daha kazançlı
bir durum ortaya çıkacak. En önemlisi de
çevreye boya atıkları karışmadığı için
ekolojik bir ürün olma özelliğini taşıyor.
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
EKO
TASARIM
TASARIMIN SINIRLARINI ZORLAYANLAR...
T
“Türk malını markalaştırmak ve sürdürülebilir bir
kalkınma sağlamayı amaçlıyoruz.”
asarım ve ürün geliştirme
konusunda uluslararası platformda
hizmet veren Designnobis, ODTÜ
Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Öğretim
Üyesi Dr.Hakan Gürsu liderliğinde
kurulmuş bir tasarım ekibi. Sürdürülebilir
tasarım yaratımı merkezi olarak endüstriyel
tasarım, mimari, animasyon alanlarında 6
yıldır yaratıcı ve yenilikçi uygulamalar
ortaya koymakta. Designnobis Ayrıca bu
süreçte kazanmış olduğu 44’ü uluslararası
69 tasarım ödülü ile adından sıklıkla söz
ettiren bir tasarım markasıdır.
Ekip, tasarımın bir takım oyunu
olduğunu biliyor ve dinamik, çok sesli
sistemleri ile tasarım sürecinin
dinamiklerine uygun hareket ediyor.
Teknolojinin, kullanıcının satın alabileceği
ürün haline gelmeden katma değer
yaratmadığını vurgulayan Hakan
Gürsu,Türk malını markalaştırmak ve
sürdürülebilir bir kalkınma sağlamayı
amaçladıklarını belirtiyor.
Sürdürülebilir tasarım yaratımı merkezi
olan Designnobis tarafından tasarlanan
ekolojik sistemlerden ikisini paylaşıyoruz.
NaturWall
Naturwall, kullanılmış kahve ve çay
bardaklarını, çiçek saksısı olarak kullanan
çevreci bir dikey yeşil duvar. On veya daha
fazla plastik bardağın toplanıp metal bir
plaka sisteminin içine yerleştirilmesiyle
İkibin50 Sürdürülebilir Gelecek Dergisi
oluşan bu sistem, dekoratif olarak
kullanılmasının yanı sıra, yaşam alanlarında
duvar yerine ayırıcı görevi görüyor.
Bulunduğu yerdeki karbon miktarını
azaltmayı amaçlarken, plastik atıkların
yeniden kullanımını sağlayarak çevre
duyarlılığını da vurguluyor. Ürün, herkesin
kolaylıkla yapabileceği dekoratif ve düşük
maliyetli bir çözüm olarak iç mekanları
süslüyor.
DecoBrick
DecoBrick yapılar, kullanılmış plastik
içecek kaplarının doğa yararına kullanıldığı
dekoratif bir ürün. Milyonlarca kullanılmış
plastik çay, kahve bardakları ve ambalaj
parçaları düşünelim; bunlar koca bir yığın
halinde hayat döngüsünü tamamlamış
plastik atıklardır. ‘Bu kocaman atık yığınını
en verimli şekilde nasıl kullanabiliriz?’
sorusunun cevabı olarak ortaya çıkmış
olan DecoBrick, 4-6 parça kullanılmış
plastik ünitenin bir araya getirilerek basit
bir kalıp sisteminin içine yerleştirilmesiyle
oluşuyor. Ve her bir ünite kolayca 3
boyutlu bir tuğla sistemi yaratıyor.
DecoBrick çeşitli varyasyonlar ile her gün
yeniden yaratılabiliyor. Bina duvarları,
bahçeler ve daha birçok farklı alanda
kullanılabilen DecoBrick, plastik atıkların
tekrar kullanımının ötesinde bu atıkların
doğa yararına kullanımını vurgulaması
açısından önemli bir proje.

Benzer belgeler