mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162

Transkript

mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MART/NİSAN 2013/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X162
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni sayı ile merhaba. Bu sayımızın Başyazısını
Kürt hareketi ile devlet arasında yürütülen
görüşmeler, pazarlıklar ile ilgili son günlerde
yeniden gündeme gelen ve adına “çözüm süreci”
yada “İmralı süreci” denilen süreci değerlendiren,
bu sürecin bizler açısından ne anlama geldiğini
irdeleyen “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni
olmaz!” başlıklı yazıyı bulabilirsiniz. İlgiyle
okuyacağınızı umuyoruz.
18 Mart, politik tutsaklarla dayanışma günü.
Türkiye’de binlerce insan çoğu zaman sadece
fikirlerinden dolayı politik tutsak olarak
cezaevlerine kapatılıyor. Güncel sayfalarımızda
politik tutsaklarla dayanışmak ve devrimci
tutsakların mücadelesinin bizim de mücadelemiz
olduğunu göstermek amacıyla bir makaleye yer
verdik.
Kadın sayfalarımızı tahmin edeceğiniz gibi 8
Mart’a ayırdık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü yaklaşırken 2013 yılında kadınların
uğradığı şiddeti, eşitsizliği, ayrımcılığı irdeleyen
ve buna karşı kadınları özgürlük ve insanca yaşam
mücadelesine çağıran kapsamlı bir yazıya yer
verdik. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Panorama sayfalarımızda ilk olarak Katar’da
yapılan BM İklim Konferasından izlenimleri
bulabilirsiniz.
Aynı sayfalarımızın devamında “Paylaşım
dalaşında yeni bir emperyalist müdahale” başlıklı
yazıyı okuyabilirsiniz. Fransız emperyalistlerinin
11 Ocak 2013 tarihinden beri Mali’de “islamcı
terörizme karşı mücadele” adına resmen
yürüttükleri savaş ve yaşanan gelişmeler ele
alınıyor.
Sayfalarımızın devamında Tunus’ta “Arap Baharı”
adı verilen gelişmelerin ve gelinen aşamanın ne
olduğunu değerlendiren bir röportaja yer verdik.
İlgiyle okuyacağınızı tahmin ettiğimiz bir
diğer makale, bu sayımızda birinci bölümünü
yayınladığımız “Çin’de İşçi Sınıfının Durumu”
başlıklı makale.
Kavganın Doğrusu/Doğrunun Kavgası
sayfalarımızda, “Sosyalizme giden yol mu?”
başlıklı Arnavutluk Emek Partisi (AEP)
değerlendirmesine devam ediyoruz.
Yine bu sayımızda KÖZ dergisi ile troçkizm
konusunda bir kez daha yürüttüğümüz daha
kapsamlı bir tartışmaya yer verdik.
Son olarak bir okurumuzun Rosa Lüksemburg
Konferansından izlenimlerini okuyabilirsiniz.
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle....
YDİ Çağrı
Şubat 2013 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Savaşın kazananı - Barışın kaybedeni olmaz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜNCEL
18 Mart Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
YENİ KADIN DÜNYASI
EŞİTLİK - ÖZGÜRLÜK ve İNSANCA YAŞAM İSTİYORUZ.... . . . . . . . . . 12
PANORAMA
BM İklim Konferansları’nın “dayanılmaz hafifliği”!. . . . . . . . . . . . . 15
Paylaşım dalaşında yeni bir emperyalist müdahale! . . . . . . . . . . . 20
2
GÜNCEL
Tunus’ta “Arap Baharı” Yasemin Devrimi Üzerine
Görüşme Notları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
GÜNCEL
Çin’de İşçi Sınıfının Durumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
Sosyalizme giden yol mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
“Komünist KöZ” üzerine bir kez daha. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48
OKUR MEKTUBU
Berlin’de Rosa Lüksemburg Konferansı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 162 · Mart/Nisan 2013 •
ISSN 1301-692X162 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
2013
yılının ilk günlerinde medyada
MİT ile İmralı’da şimdi 15 yıldır
tutsak olan Abdullah Öcalan arasında görüşmeler
yapıldığı haberleri yayınlanmaya başladı. Yayınlanan
haberlere göre; MİT Müsteşarı Hakan Fidan, 2012’nin
son günlerinde İmralı’da iki gün geçirmiş ve Öcalan
ile müzakeresi tamamlanana kadar adada kalmayı
tercih etmiş ve nihayetinde Öcalan ile PKK’nın silah
bırakması konusunda anlaşmaya varmıştı! Haberle-
rin yayınlanmasının ardından AKP iktidarı MİT ile
İmralı görüşmelerinin arkasında durduğunu ilan
etti. Akabinde 3 Ocak’ta, Ahmet Türk ve Ayla Akat
İmralı’ya götürüldü. Öcalan’ın bu görüşmede verdiği
mesaj “barış” konusunda kararlı olduğu mesajıdır.
Şimdiye kadar T.C devleti ile PKK ve İmralı arasında
görüşmeler yürütüldü. En son Oslo görüşmelerinin
basına yansıması sonucu, görüşmeler tıkandı ve her
iki taraf savaşı yeniden yükseltti. İlk defa bu kadar
alenen bu görüşmelerin yapılması, her iki tarafın bu
işi bu kez biraz daha ciddiye aldığını gösteriyor. Zaten
gelinen aşamada PKK’nin en alt düzeyde kimi talep-
lerle kendisini sınırlaması ile AKP’nin Kürt sorunun
çözüm programı örtüşmektedir.
Kürt halkının yürüttüğü savaşın demokratik, milli
baskıya karşı çıkan ve Kürt ulusuna özgürlük isteyen haklı bir yönü vardır. PKK, milliyetçi reformist
bir örgüttür. Bu ama yürütülen mücadelenin haklı,
demokratik muhtevasının olmadığı anlamına gelmiyor. Bu savaşın gerçek sorumlusu T.C devletidir. Bu
savaşta elbetteki bütün devrimci, demokrat, sosyalist,
komünist güçlerin tarafı, Kürt halkının yanıdır. Biz bu haklı mücadeleyi destekledik, desteklemeye
devam edeceğiz.
Elbette bu savaşın son bulması,
barışın sağlanması arzulanan bir
şeydir! Bizler de böyle bir isteğin
canı gönülden taraftarıyız.
Bahsi geçen savaş; Kuzey
Kürdistan’da 29 yıldır süren bir
savaş, bahsi geçen barış ise, bu savaşın son bulması ile ulaşılmak istenen „barıştır.“
Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da iki taraf vardır: bir yanda hertürlü imkânlara sahip topyekün TC devleti, karşı tarafta ise
hertürlü zulüm ve saldırıya maruz
kalmış, kalmakta olan Kürt Ulusal
Hareketi ve Kürt halkı vardır.
29 yıldır yürüyen bu savaşta binlerce Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt faili meçhul (esasta belli) cinayetlerin kurbanı oldu. Köyler yakıldı, binlerce insan göç
ettirildi. Kürt halkı acılar yaşadı, bedeller ödedi. Hapishaneler tıka basa Kürtlerle dolduruldu.
Aslında bu savaş miyadını doldurmuştur. Çünkü 29
yıl önce ciddiye alınmayan „bir avuç çapulcu“ denen
PKK bu savaşla gelinen yerde, Kürt ulusunun varlığını ve kendisini kabul ettirmiştir. TC devleti „terör
örgütü“ olarak gördüğü PKK ve O’nun lideri Abdullah Öcalan ile bir masada „sorunu çözmek“ için oturma, alenen görüşmeler yürütme konumuna gelmiştir.
gündem
Savaşın kazananı Barışın kaybedeni olmaz!
3
gündem
Genellikle Kuzey Kürdistan’da bağımsız milletvekili
seçilen ve birleşerek TBMM’de BDP çatışı altında örgütlenmiş siyasi parti ile pazarlıklar yürütülür hale
gelmiştir.
Kürtler / PKK ne istiyor?
4
PKK kurulduğunda önüne „Bağımsız Birleşik Kürdistan“ hedefini koymuştu. Bu hedeften süreç içinde
vazgeçildi, sistem içerisinde bazı kültürel hakların
elde edilmesi noktasında konaklandı. Kuşkusuz Kürt
kimliğinin tanınması, anayasal güvenceye kavuşturulması, andaki duruma göre iyidir. Fakat kimi kazanımların elde edilmesi, Kürt ulusal sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Kürt ulusu ulusal baskı
altındadır. Ülkesi bölünmüş, parçalanmış ve sömürgeleştirilmiştir. Var olan « birlik » ler, gönüllü bir birlik değil, zoraki birliktir. Eşit ve özgür birlikten bahsedebilmek için, zoraki birliğin kaldırılması, ulusal
baskının son bulması, Kürt ulusunun kendi kaderini
özgürce tayin edeceği şartların yaratılmasını gerektirir. Bu olmadığı sürece ne ulusal baskı son bulur, ne
de eşit ve özgür birlik olur.
Öncesi bir yana TC devletinin kuruluşundan beri
Kürtlere karşı yürüyen 90 yıllık bu savaşta „kendi kaderlerini tayin etme hakkına“ ulaşamamış olsalar da,
talepler bir dizi değişikliğe uğrasa da, Kürt ulusu adına örgütsel olarak TC devletine dayatmak istedikleri
talepler şunlardır:
-Her insanın doğuştan varolan anadilini konuşma
hakkı, onunla eğitim görme hakkını taleplerinin en
başına koymuş durumdadır.
-Üzerinde yaşadıkları topraklarda Kürt kimliğinin
Anayasal hak olarak kabul görmesini en doğal hakları olarak istemektedirler;
-Yerel yönetimlerin yetkisinin genişletildiği, kendi
yaşadıkları alanlarda ekonomik sosyal ve kültürel
haklarının tanınması ve pratik uygulama hakkının
olması ve kabul görmesini istemektedirler;
-Eşitlik istemektedirler. Yani, aşırı merkeziyetçi birlik devleti yerine, yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif ve özerklik tanıyan bir yapı (devlet) örgütlenmesi
ve adalet istemektedirler.
-Bu arada TC zindanlarındaki binlerce Kürt’e özgürlük, Roboski/Uludere katliamının hesabının sorulması, faili meçhul cinayetlerin vb. aydınlanması,
yani adaletin sağlanmasını istiyorlar.
-Bütün bunlarda PKK / Kürtler adına konuşma ve
karar verme yetkisine sahip A. Öcalan’ın şartlarının
iyileştirilmesini istiyorlar.
Görüldüğü gibi onlarca yıldır, TC devleti ve onu
yönetenler için „ayrı bir çatı, ayrı bir devlet“ fobisi
istenilen talepler içinde yer almamaktadır. Talepler
başlangıca göre geri düzeyde de olsa, kendini demokrat diye vasıflandıran herkesin kabul etmesi gereken
haklı reform talepleridir.
Barış genel bir istek ama…
Evet, gelinen yerde görünürde büyük çoğunluk bu
savaşın sonlandırılmasından yana tavır takınıyor.
Fakat halklarımızın barış isteği ne yazık ki aynı
oranda değil. Savaşa ve barışa karşı tavırlar noktasında Kürtler ile Türk emekçiler henüz aynı yerde
durmamaktadırlar. Ateş düşen ocaklar, yürek yangısının, evlat acısının ne olduğunu herkesten iyi bilir.
29 yıldır süren bu savaşta en fazla acıyı, zulmü, açlığı
sefaleti yaşamış, işkenceye maruz kalmış, ölüm en
çok ona uğramış, en fazla zaiyatı Kürt halkı vermiştir.
Bunun için de barış isteği Kürt halkında daha güçlü
bir yere sahiptir. Fakat onun istediği haklı olarak ne
olursa olsun değil, onurlu bir barıştır. Türk halkının
kaybı daha çok cepheye sürülen sömürgeci TC devletinin emekçi evlatları askerlerdir. Cephede evlatların „telef“ olduğu düşüncesi Türk halkının içinde de
günbegün yayılmış, asker ölümlerini oya dönüştürme hesapları içindeki „ölüm tacirlerine“ rağmen, bu
savaşın sonlandırılması isteği Türk halkı içinde de
artmıştır, artmaktadır. Ancak yıllardan beri sürdürülen inkârcı imhacı devlet politikaları, „şehit cenazesi“ provokasyonları vb. sonucu Türk kesimi içinde
barışa hazır olmayan, onu teslimiyet olarak kavrayan
küçümsenmeyecek bir kesim de vardır. Ve bu kesim
hâlâ savaştan beslenen „vur kurtulcu“ faşistler tarafından provoke edilebilir bir kesimdir. Bu bağlamda
barış atmosferinin egemen kılınabilmesi için yapılması gereken epey iş vardır.
TC devleti ve AKP ne istiyor?
AKP, PKK ile devlet arasında yürüyen savaşı sonlandırmak istiyor. MİT ile İmralı görüşmelerinin arkasında AKP iktidarı açıkça duruyor. Her iki taraf da
sürecin baltalanmaması ve “barış”ın sağlanması konusunda kararlı olduklarını söylüyorlar. Egemen olan
burjuvazinin büyük çoğunluğunun isteği de bu savaşın artık bitmesidir. Savaştan doğrudan çıkarı olan,
bu savaşın sürmesinden çıkarı olan burjuvazinin
küçük bir kesimi bu savaşın sürmesinden yanadır.
Burjuvazinin diğer kesimleri yürüyen savaştan zarar
görüyor. AKP, Kürt burjuvazisinin büyük kesiminin
şemsiyesi altında yeralanlar barışa karşıdırlar. Çünkü bunlar için başından beri PKK ve onun militanları
“kalleştir”, “bölücüdür”, “çocuk katilidir” vs. Küçük
burjuvalar içinde “bana dokunmayan bin yaşasın”
zihniyetinde olanlar da boldur, fakat bunların ocağına “ateş” düştüğünde hem barışçı hem de saldırgan
olabilmektedirler. Az topraklı köylünün genel durumu budur. Kendi derdi kendine yeter, daha fazla dert
edinmek istememektedir.
Yani sözün kısası barış isteyenler de savaş isteyenler
de toplumun her kesiminde var.
AKP’nin bu savaş ve barış bağlamında nerede durduğu, ne yapmak istediği anda toplumu etkileyici
gücü gözönünde tutulduğunda çok önemlidir.
AKP hesaplarını en az iki üç dönem daha, seçimlerden tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayarak, iktidarda kalma
üzerine, bu arada başkanlık
sistemini geçirme hesapları üzerine kurmuştur.
Gelinen yerde savaşın
sürmesi bu hesaplar
açısından onun işine
gelmemektedir. Çatışmalı ortam hiç
te işine gelmediği
için hep “yeni açılımlar” peşindedir.
Bir
bakıyorsunuz
AKP Genel Başkanı
ve andaki Başbakan
T. Erdoğan “bu ülkede
Kürt sorunu yok, Kürt
vatandaşların sorunu var”
diyor, savaş kılıçını BDP milletvekillerinin üstlerinde sallarken
“dağdaki ile sarmaş dolaş olanların”
dokunulmazlığını kaldırma sevdalarına kapılıyor.
Diğer yandan ise “İmralı” (Abdullah Öcalan) ile görüşmelerin yapıldığını ve ilerlemenin kaydedildiğini
artık çekinmeden ilan edebiliyor.
AKP / Erdoğan bir yandan BDP’yi yerden yere
vurup, “terör örgütü PKK’nın uzantısı” yapabiliyor,
diğer yandan BDP ile İmralı’yı / Abdullah Öcalan’ı
kimin ziyaret edeceği konusunda pazarlık yürütüyor.
AKP / Erdoğan bir yandan KCK operasyonları ile
örgütlü Kürt hareketine darbe vurmak için binlerce
Kürdü zindanlara tıkayabiliyor, görüşmeler yaptıklarının üzerine bombalar yağdırırken, diğer yandan
gündem
artık bu savaş bitmelidir talebine cevap veren bir pozisyonda duruyor. Onun için adımlar atıyor. “Barış”
ortamının, çatışmasızlık ortamının gündeme getirilmesinin, bunun sağlanmasının bunu sağlayacak olana siyaseten de, oy olarak kazandıracağı küçümsenmeyecek bir getiri var.
Gelinen yerde PKK’nin / A. Öcalan’ın iyice geri
çektiği talepler Türk burjuvazisinin önemli bölümünün kabul edebileceği talepler haline gelmiştir.
Çünki “Kürt sorunu” bunlar için gelişmelerinin ve
bölgesel güç olarak emperyal yayılmacı isteklerinin
önünde engeldir. Engel olduğu kadar da güç kaybıdır.
Kürt sorunu aynı zamanda bunlar açısından Avrupa
Birliği’ne girmenin önünde siyasal bir engel olarak
ta durmaktadır. Barışçıl ortam sömürülerinin katmerleşmesi de demek olduğu için, bunların pusulası da barışa yöneliktir.
Gerçek dertleri Kuzey Kürdistan’daki savaşta, ölümler
ve yıkımlar değil, maksimum kârlarıdır.
Büyük Türk burjuvasinin savaştan
(özellikle
orduya
mal satanların bir
kesimi) çıkarı olanlar elbette barışa
sempatik bakmamaktadırlar. Bu tür
savaş ağaları her dönemde “vurarak” yok
etmenin hesapları içindedirler, çünki savaş durumu emekçiler açısından
yıkım olmasına rağmen bunlar için daha fazla zengin olmaları demektir. Bunun için barış taraftarı
değiller, bunun için her türlü provokasyona yatkın
oldukları gibi, barışa karşı da inançsızlık yayarken,
şahin rolünü elden bırakmazlar.
Gelişmekte olan, giderek büyüyen Türk-İslam sentezcisi orta burjuvazi de savaşın son bulmasını istemektedirler. Çatışma içindeki bir Kürt sorunu bunların büyüme rüyalarına engeldir.
Küçük burjuvalar cenneti olan Türkiye’de andaki
esen rüzgârın gücüne meyil edenler, savrulanların,
kaypakların bol olduğu gibi, “yüce Türk ulusunun”
çıkarlarını en iyi kendilerinin savunduğunu kabul
edenler de boldur. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”
Gelinen yerde
PKK’nin / A. Öcalan’ın
iyice geri çektiği talepler Türk
burjuvazisinin önemli bölümünün kabul edebileceği talepler haline gelmiştir. Çünki “Kürt sorunu”
bunlar için gelişmelerinin ve bölgesel
güç olarak emperyal yayılmacı
isteklerinin önünde engeldir.
Engel olduğu kadar da
güç kaybıdır.
5
gündem
BDP ile Anayasa konusunda “anlaşabiliriz” diyebiliyor…
AKP/Erdoğan titizlikle Roboski katliamının hesabını vermekten kaçınırken, İmralı görüşmelerinde
ilerlemeler kaydedildiğini söyleyebiliyor…
AKP / Erdoğan bir yandan “organik gazcı” eski
MHP’li İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in KCK operasyonlarını yürütmesine ve istediği oranda aşırıya
kaçmasına göz yumabiliyor, işi bittiğinde ve aşırılıkların ucu kendine dayandığında İdris’i görevden alıp,
niteliksel olarak ondan farklı olmayan eski 1 Mayıs
yasakçısı İstanbul Valisi Güler’i yeni İçişleri Bakanı
olarak atayabiliyor...
Yani günümüz “Padişahı” AKP genel
başkanı T.Erdoğan bir yandan
liberal büyük Türk burjuvazisinin çıkarlarının gerektirdiği adımları atarken,
diğer yandan herşeyin
kendi kontrolünde
olmasını istemekte
ve bu yönde dikkatli davranmaktadır.
AKP / Erdoğan’ın yeni Anayasada geçirmek istediği
iki önemli sorun var. Bunlardan biri Başkanlık sistemi bir diğeri ise yargı ile ilgili olanıdır. AKP gördü ki, yargı bütünüyle ele geçmeden rahatlayamaz...
Bunu defalarca herkesin gözüne sokarak gösterdiler.
Bunun için de AKP’nin yargı ile ilgili önerileri Yargıtay ve Danıştay birleştirilerek Temyiz Mahkemesi oluyor, üyelerin ¾ HSYK seçecek, ¼ ise Başkan,
HSYK’nın 22 üyesinin 16 sını siyasi güç (Meclis ve
Başkan) gerisi yargı içinden. Anayasa Mahkemesinin
17 üyesinin 9’u meclisten 8’ini ise Başkan seçecek…
Böylece siyasi güç yargının üzerinde tam egemen
olacak. Bu her ne kadar burjuva sisteminin lafta savunduğu “kuvvetler ayrılığı” anlayışına
ters de olsa, istenen budur. Böylece
AKP Anayasası geçtiğinde ve
T. Erdoğan Başkan olduğunda Yasama-Yürütme ve Yargı tek elde
toplanmış olacaktır.
O zaman gerçek Padişahımız (başına
mazallah birşeyler
gelmez ise) 2024’e
kadar tek karar verici ve uygulayıcı
merci olacaktır.
Bu yeni anayasa konusunda T. Erdoğan’ın
temennileri içinde yeralan “herkesi kucaklayan,
toplumsal mutabakat işlevini
tam anlamıyla yerine getirmelidir”
sözleri işin görüntüsüdür. Meclis Anayasa komisyonu tıkanmıştır, Mart 2013’te AKP kendi
taslağını meclise sunacaktır. Sorun elbette meclise sunmakla bitmiyor. Andaki meclis aritmetiğine
baktığımızda CHP ve MHP kesin olarak AKP taslağına karşıdır. Bir oylama sırasında AKP içinde ne
kadar fire verir anda bilinmeyen bilmecelerden biridir. Çünki taslaktaki Başkanlık sistemi, yargı ve etnik köken (Türkiye Türklerindir) meselesinde AKP
içindeki milliyetçiler olumsuz oy kullanabilirler. Bu
anlamda AKP’nin kendi anayasa taslağının 330 oyu
bulması ve referandum eşiğini yakalaması oldukça
güçtür. AKP hiç fire vermezse bile başka oylara ihtiyacı vardır. BDP henüz tavrını açıklamış değildir.
AKP / BDP flörtü başlamıştır ve sürmektedir. Tabii
bu arada AKP’nin başkanlık sisteminden, uzlaşma
AKP /
Erdoğan “ileri demokrasi” oyununda elinde
bulundurduğu güçlü kartları çok
iyi kullanmaktadır. AKP / Erdoğan’ın
demokrasiyle hiçbir ortak yanı olmadığını bir an olsun unutmak gaflete yol
Hesaplar…
Hesaplar ...
açar. Bunlara asla güvenilmez, çünTürkiye’nin önünde
ki bunlar Osmanlının torunları
3 seçim var, AKP hem
kendi tabanına ve hem
olduklarını her daim söyde oy almak istediği kesime
lemektedirler,..
ümit vermek zorundadır. Gö-
6
rünen o ki AKP’nin hesaplarının
merkezinde duran önümüzdeki üç seçimde başarı ile çıkmak.
AKP / Erdoğan’ın hesaplarından biri de; Mecliste
kendine destek verecek, anlaşabileceği, asgari müştereklerde uzlaşabileceği bir siyasal grup veya parti
ile yeni Anayasayı referanduma götürmektir. Bu yeni
Anayasa işini üç seçimin arasına veya herhangi birinin içine sıkıştırmak hesaplardan biridir. Bunun da
olmadığı şartlarda - ki bu büyük ihtimaldir - “Yeni
Anayasa” üçüncü seçimin – Parlamento seçimlerinin
ana konularından biri olacaktır. AKP “Biz Yeni Anayasa için her şeyi yaptık. Ama hiç kimse bize destek
vermedi. Yeni Anayasa için bize tek başımıza Anayasayı değiştirecek, en azından tek başımıza referanduma götürecek çoğunluğu verin! Propogandası ile
halka gidecek, böyle oy isteyecektir.
hem de bir nebzede olsa barışı başarabilirlerse uzun
vadeli umut olmak 2024’e kadar iktidarda kalmak,
yani yola devam etmek içindir… Ama oynadıkları
oyun o kadar tehlikelidir ki, kazanamazlarsa Kürt sorunu öncekiler gibi hem AKP yi hem de T.Erdoğan’ı
harcar, bitirir.
gündem
ile şimdilik vaz geçmesi, kendisini diğer bazı konularda Anayasa değişikliği ile sınırlaması, bu konuyu bir
dahaki döneme bırakması da mümkündür. Sonuç ne
olur birlikte yaşayacağız!..
AKP / Erdoğan kendileri için gerekli olan 330 desteğini BDP’den bulduğu ve garantiye aldığı takdirde Kürtlerin yukarda sıraladığımız taleplerine sıcak
bakabilir. Bu da geçici de olsa barış getirebilir. Ama
yukarda sıraladığımız demokratik talepler kâğıt üzerinde verilse bile uygulamada kaypaklıklar yaşanabileceği bilinçte tutulmalıdır!
AKP / Erdoğan “ileri demokrasi” oyununda elinde
bulundurduğu güçlü kartları çok iyi kullanmaktadır.
AKP / Erdoğan’ın demokrasiyle hiçbir ortak yanı olmadığını biran olsun unutmak gaflete yol açar. Bunlara asla güvenilmez, çünki bunlar Osmanlının torunları olduklarını her daim söylemektedirler,.. Bilinen
tarihi gerçekler, manipülasyona dayalı uygulamalar
bağlamında “Osmanlıda oyun çoktur”, deyimi hep
akılda tutulmalıdır. Bugün TC’de parlamenter örtülü kapalı faşizm bizzat AKP hükümeti araclığıyla uygulanmaktadır. Parlamento dışı muhalefet direnişi,
gaz ve copla bastırılmakta, ODTÜ buna en yakın örnek. Eş zamanlı operasyonlarla devrimciler, onların
avukatları sorgusuz sualsiz derdest edilebilmektedir.
En son Çağdaş Hukukçular Derneğinin ve KESK’in
başına gelenler örnektir. AKP’den olmayan belediyelere yapılan baskınların çetelesini tutamadık...
Türkiye’de T.Erdoğan ve AKP’si kendini kaptırmış
gidiyor ve anda O’na fren yapabilecek ne muhalefet ve
ne de herhangi bir kontrol sistemi mevcuttur.
Bütün bunlardan dolayı AKP / Erdoğan’ın savaş istememe yaklaşımlarının temelinde yatan iktidarlarını pekiştirmektir dersek yanılmayız.
Elbette AKP / Erdoğan savaşı sonlandırmak istemektedir. Bu savaşın açtığı tahribatın bilincindeler...
Ama bunların yapmak istedikleri barışın esas derdi
PKK’yı silahsızlandırmak ve teslim almaktır. En iyi
halde Kuzey Kürdistan’dan “kovmaktır”. “Çekilsinler, çekilirken birşey yapmayacağız” diyenlere inanmamalı, çünkü bunların dedelerinin Ermenilere
soykırım sırasında yaptıklarını hatırlamakta yarar
var. Bunlarla masaya otururken güçler dengesinin
bunların lehine olduğunu asla unutmamak gerekli. Bizce bunlar gerçek barışın da düşmanıdır. Ama
dertleri Kürt oyları olduğu için, dertleri kendi anayasaları ve başkanlık sistemi olduğu içindir ki böyle bir
oyunu oynamak zorunda kalmışlardır. Hem Kuzey
Kürdistan’da kaybettikleri oyları yeniden kazanmak,
CHP ve MHP nerede duruyor?
CHP yamalı bohça gibi, her telden sesin ayrı çıktığı
bir parti görünümünde. Kemalist miras “Ne mutlu
Türküm diyene” anlayışı bu parti içinde hâkimiyetini
korumaktadır. Başkanları Kılıçdaroğlu birşeyler değiştirmeye çalışıyor ama CHP’nin genetiğini değiştirmek anlamına gelen değişiklik çok zor. Şimdilik
yapılan idare- i maslahat. Partinin bütün kanatlarına
eşit mesafede görünerek parti birliğinin sağlanması
Kılıçdaroğlu’nun esas işi olarak görünüyor. Hal böyle
olunca da Kılıçdaroğlu’nun örneğin Kürt sorununda
istediği pek anlaşılmıyor. Kılıçdaroğlu CHP’yi değiştirmeye çalışıyor ama parti içindeki Kemalist kanat
buna direniyor. “Barış”ın sağlanması ve akan kanın
durması bağlamında hükümete kredi vereceğini
açıkladı. Utangaç bir şekilde barış yanlısı görünmelerine rağmen, yukarda aktardığımız Kürtlerin talepleri noktasında gizli saklı tavırlar içindeler... Ama
özellikle Emine Tarhan’ın başını çektiği grup Kemalist Türk devleti çizgisinde tavizkâr görünmüyor.
Kimlik ve yerel yönetimler konusunde CHP MHP ile
aynı ayardadır. 90 yıldır aynı türküyü söylemekten
bıkmamışa benziyorlar. AKP’yi güçlü kılan bir diğer
gerçek te CHP’nin yaptığı muhalefettir. Bunlardan ne
köy olur ne de kasaba demek anda en doğru olanıdır.
Umut yok, umutsuzluk çok.
MHP bilinen çizgisinde « tutarlı » ırkçılık ve faşistliğe devam etmektedir. Bunları en iyi dostu Doğu Perinçek’lerdir demek bizi yanıltmaz. Bunlar su katılmamış faşist milliyetçilerdir. Bunların bu savaşta ölü
tacirliği yaptığı, savaşla oylarını artırdığı gerçeğini
akılda tutmak lazım. Bizim derdimiz bunlardan çok,
solculuk adına bunların çizgisinde konaklayanlarladır. Bunlar ne istediklerini çok iyi biliyorlar... „Ya sev
ya da terk et“ bunların şiarıdır.
BDP ve Kürtler gerçekten barış istiyor!
Bizce Kürt halkı ve onların siyasi temsilcileri barışı
çoktan hak etti, onların istediği barışla AKP’nin istediği barış aynı şeyler değildir. BDP/PKK ve Apo
yakalanmış bir ivmeyi yeniden kaybetme kaygısı
içerisinde çok dikkatli davranmaktadırlar. Bunu en
7
gündem
iyi örneğini Paris‘te öldürülen 3 PKK‘lının Kuzey
Kürdistan’daki cenaze törenlerinde gösterdiler. Olay
çıkmayacak dediler ve olay çıkmadı. Ama PKK ve
Kürt hareketi içinde de barışı köstekleyecek provokasyonlara yatkın yeterli unsurun mevcut olduğunu
da unutmayalım. Nasıl ki, Türk hâkim sınıfları içinde savaştan nemalanan şahinler varsa, Kürt Hareketi
içinde de bu tür unsurlar mevcuttur.
Pazarlıklarda hem TC hem de Kürt Hareketi doğrudan PKK / Apo kararlı görünmektedir. Eskiden
kapalı kapılar ardında gizlice yapılan görüşmelerin
8
aksine görüşmelerin açık yapılması bu kararlılığın
mesajı olarak yansımaktadır. Hem Türk hem de Kürt
hassasiyetlerinin dikkate alınmasının nedeni yukarda açıkladığımız gibi özellikle Kürtlerin oyuna olan
ihtiyacın tezahürüdür.
Artık bilenen ve herkesçe kabul edilen Apo’nun
muhatap alınmasında Kürt Hareketinin Apo’dan
bağımsız hapishanelerde başlattığı ve ölümlerin göze
alındığı açlık grevlerinin Abdullah Öcalan’ın talimatıyla sonlandırılması önemli rol oynamıştır. Zaten
PKK-TC devleti görüşmelerinin açıklanması bunun
sonucu yeniden gündeme geldi. Sorun çözüldüğünde savaşı bitiren Apo daha da kahramanlaşacaktır.
Dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta da; PKK
içinde savaşmak isteyen kesim için Apo’nun devreden çıkarılması işlerine yarar. Bu anlamda Apo’nun
andaki hayatı AKP hükümetinin garantisi altındadır.
Çünki O’na daha ihtiyaçları var. TC’nin elindeki en
büyük kozdur. Barışın şartlarını dayatabilecekleri insan ellerindedir.
Süreçin kesilmesi AKP içinde herhangi bir suikast
veya Apo‘nun herhangi bir şekilde engellenmesiyle
gündeme gelebilir. Nerde duracağı belli olmayan bu
süreçe CHP doğrudan karşı çıkamamaktadır. Bu işte
başarı sağlandığı oranda MHP’nin oyları barajın altına bile inebilir. Önümüzdeki dönemde Paris’teki gibi
sürecin baltalanması yönünde provokasyonlar ve suikastlar yoğunlaşabilir. Bu tür suikastlarda en önemli
soru eylemin kimin işine yaradığı sorusudur!
Kürt sorunu yalnızca Türkiye’nin değil,
Ortadoğu’nun sorunu
Gelinen yerde bir bütün olarak Kürt sorunu artık
Ortadoğunun en önemli sorunlardan biri durumuna gelmiştir. TC burjuvazisinin hesapları sadece Kuzey Kürdistan değildir. Bunlar aynı zamanda hem
Irak’ta hem de Suriye’deki Kürtlerin hamisi olmak,
onların kontrolünü elllerinde tutmak uğraşındalar.
Dün aşağıladıkları Barzani‘yi devlet adamı statüsünde ağırlamaktadırlar. Çünkü Güney Kürdistan’daki
yeniden inşaada aslan payını Türk burjuvazisi yeme
peşindedir. Aynı şey Suriye’de sular durulduğunda
hesaplanmaktadır. Bunun için öncelikle kendi cephe gerisini sağlamlaştırmak istiyorlar. Yani Kuzey
Kürdistan’daki barış süreci yeniden şekillenen Ortadoğunun bir parçasıdır. Diğer yandan PKK yalnızca
Kuzey Kürdistan’la sınırlı bir güç değil. Suriye’de iç
savaştan yararlanarak çok önemli pozisyonlar elde
etti. Ortadoğuda aktör olmak isteyen Türk burjuvazisi için PKK ile savaşın sürdürülmesi – PKK’nin
savaşla yok edilemeyeceğinin artık açıkça görüldüğü
yerde - onun bu isteğine de terstir.
Evet, başlamış olan barış süreci umarız sekteye
uğramaz. Biz biliyoruz ki, süreçte taraflar eşit güçte
değiller, TC kendi pozisyonlarını dayatıyor, dayatacak, istediği yere getiremeyince süreci baltalayacaktır. Kürt hareketi ne kadar taviz verecek bunu birlikte
yaşayacağız...
Bize düşen en önemli görev, bu süreçte Kürt halkının yanında yeralmak, ama bugün pazarlığı yapılan barışın gerçekleşse bile, uzun vadeli olmayacağı,
emeğin sömürüsü devam ettikçe sınıflar arası barışın
mümkün olmayacağı gerçeğini haykırmaktır. Bizim
gerçekten istediğimiz barış sömürünün talanın, zulmün olmadığı adil bir düzenin sağlandığı demokratik halk cumhuriyetinde olacaktır. Bunun gerçekleşmesinin yegâne yolu DEVRİMDİR.
20.02.2013 ✓
gündem
18 Mart Politik Tutsaklarla
Dayanışma Günü
Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, egemen sınıflara karşı mücadelenin
yükseldiği her alanda politik tutsak sayısı giderek artıyor. Hapishaneler
sınıf mücadelesinin bir cephesi olarak hep var oldu, var olmaya devam
edecek. Ama aynı zamanda esas olarak teslimiyet değil, direniş kaleleri oldu
hapishaneler.
İ
nsanlık tarihi boyunca egemenler her zaman muhalifleri sindirmenin, teslim almanın yollarını
aradılar. Bunun için her türlü yöntem en acımasız
ve vahşi bir biçimde uygulandı. Ortaçağ karanlığından başlayarak geliştirilen, günümüzde
değişik şekillere bürünerek devam eden,
sindirme ve teslim
alma yönteminin bir
adıdır hapishaneler.
Hapishanelerin tarihi toplumların tarihi
kadar eski, toplumların gelişimine bağlı
olarak gelişen bir tarihtir. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği,
egemen sınıflara karşı
mücadelenin yükseldiği her alanda politik tutsak sayısı giderek artıyor. Hapishaneler sınıf mücadelesinin bir
cephesi olarak hep var oldu, var olmaya devam edecek. Ama aynı zamanda esas olarak teslimiyet değil,
direniş kaleleri oldu hapishaneler.
Özgürlük savaşçılarını sahiplenen işçi ve emekçi
yığınlar birçok ülkede tutsaklarla dayanışma örgütleri kurdular. Onların dışardaki sesi olmaya çalıştılar. 1922’de Komintern IV. Kongresi, 18 Mart’ı
Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü ilan etti. Ayrıca
Komintern IV. Kongresi, Uluslararası Kızıl Yardım
Örgütünün kurulmasını karara bağladı. Bu örgüt
daha sonra beyaz terörün saldırısına karşı çok önemli
kampanyalar düzenledi. Uluslararası dayanışmanın örgütlenmesinde, çok önemli
bir rol oynadı. O günden bu güne 18 Mart,
Uluslararası Politik
Tutsaklarla Dayanışma günü olarak anılır,
devrimci dayanışma
eylem ve etkinlikleri düzenlenir, günün
anlam ve önemi yaşatılır. Siyasi tutsakları
her alanda sahiplenme, onlarla dayanışma
içinde olmanın adıdır
18 Mart. 18 Mart’ta,
bir kez daha hapsedilen politik tutsakları hatırlayalım. Ellerimizi, yüreklerimizi ve sesimizi devrimci
tutsaklarla birleştirelim, dayanışmamızı yükseltelim.
Aynı zamanda 18 Mart, tarihsel anlamından dolayı geçmişin ve günümüzün sınıf mücadeleleriyle bağlantılıdır. 18 Mart 1848 tarihinde proletarya,
Prusya ordusuna karşı devrimci bir ayaklanma gerçekleştirdi. 1848 devrimleri, tüm Avrupa’yı etkiledi.
9
gündem
10
Prusya’nın başkenti Berlin’de, 18 Mart 1848’de halk
krala karşı özgürlük istekleriyle ayaklandı. Kral IV.
Frederik Wilhelm, halka anayasa hazırlama sözü verdi. Prusya’da halk kraldan istediğini almış ve isyan
amacına ulaşmıştı.
18 Mart 1871’de, proletaryanın ilk iktidar deneyimi
olan Paris Komünü kuruldu. 17 Mart gecesi, Paris’in
silahsızlandırılması ve Ulusal Muhafızlar’ın elindeki
topların alınması için müdahale başladı. Kısa sürede,
Parisli kadınlar karşı direniş örgütlemeye başladı.
Öncelikle kadınların, yaşlıların, çocukların Ulusal
Muhafızlarla birlikte, onurları için ölümü göze alma
kararlılıkları sonucu, Paris devrimi başladı… Paris’i
silahsızlandırmak için müdahale eden Fransız askerleri bir gece baskınıyla bunu gerçekleştirilmeye çalıştılar. Bu eylem, Parisli işçi kadınların olayı fark etmesiyle geri püskürtüldü. Çıkan çatışmalarda hükümet
güçleri Paris’ten sürüldü.
Paris Komünü, işçi sınıfının ilk iktidar deneyimidir. Komünarlar Paris’i bir buçuk ay boyunca yiğitçe savundular. Fakat 21 Mayıs 1871’de karşıdevrim
güçlerinin Paris’e girmesini engelleyemediler. Karşıdevrim Parisli işçilere karşı katliamlar düzenledi. 21
Mayıs’ı izleyen “Kanlı Mayıs Haftası” diye anılan bir
hafta içinde 30 bin komünar katledildi; 60 bin kadar
komünar zindanlara atıldı veya çalışma kamplarına
sürüldü. Paris Komünü, yenilmesine rağmen, dünya
işçi sınıfı tarihinin en önemli olaylarından biridir. O
işçi sınıfının kendi kendini yönetebileceğini ve burjuvazisiz bir iktidarın mümkün olduğunu gösteren ilk
deneyimdir.
Paris Komünü deneyinden etkilenilerek, 18 Mart’ın
Politik Tutsaklarla Dayanışma Günü ilan edilmesinin özel bir anlamı vardır. O günden bu yana her 18
Mart’ta tutsaklar ile dayanışmanın gereği olarak çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Dünyanın her tarafında politik tutsak sayısı günümüz koşullarında her
geçen gün artıyor. Birçok ülkede, binlerce mahkûm
ölüm hücrelerinde idam edilmeyi bekliyor. Yeni bir
dünya yaratmak isteyenler, insanlığın geleceği olan
sosyalizm / komünizm uğruna mücadele edenler,
egemen burjuvazinin saldırılarına maruz kalıyor.
İşçi ve emekçilere, politik örgüt ve kurumlara, insan
hakları savunucularına dizginsiz bir saldırı politikası
yürütülüyor. Ağır bedeller ödenerek kazanılan kimi
demokratik haklar, egemen burjuvazi tarafından geri
alınıyor. Irkçı gerici yasalarla, güçlendirdikleri militarizmle, ‘anti-terör’ yasalarıyla, demokratik hak ve
özgürlükler ortadan kaldırılmak isteniyor!Türkiye
hapishanelerinde Şubat 2013 itibarı ile 138 bin hükümlü ve tutuklu bulunmaktadır. Bu rakamlar günlük olarak değişiyor. Türkiye’de, Adalet Bakanlığı’nın
verilerine göre 370 hapishane bulunuyor. Devlet durmadan yeni hapishaneler inşa ediyor. Türkçe alfabede yer alan bazı harflere göre isimler veriliyor. A, B,
C, D, E, F, H, K, L, M, T ve özel tipte hapishaneler
var. İlçe hapishaneleri kapatılıyor ve yerine binlerce
mahkûm kapasiteli hapishaneler devreye sokuluyor.
Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, son altı yılda 126
ilçe hapishanesi kapatılmıştır.
Her gün yazılı ve görsel basında, kolluk güçlerinin
yaptığı “operasyon”ları ve kaç kişinin gözaltına alındığını okuyoruz. Yasalar değiştiriliyor, yenileniyor.
Reform adına yer yer kimi „suçlar“da hapis cezaları
iki katına çıkartılıyor. Yargı çok kolay tutuklama kararları veriyor. Hapishanelerde tutuklu ve hükümlü
sayısında bir rekor yaşanıyor. Hapishaneler tıka basa
dolu. Mahkûmlar genelde kötü koşullarda ve sağlıklı
olmayan ortamlarda yaşıyor. T.C. tarihinde mahkûm
sayısının 140 bine dayanması bir rekor olarak adlandırılıyor. Faşist cunta döneminde mahkûm sayısı
79 bindi. Ceza alıp kamu işlerinde çalıştırılan veya
cezaları ertelenen, para cezasına çevrilen kişiler, hapishanelerde olan mahkûm sayısına dâhil edilmiyor.
Türkiye’de nüfusun önemli bir bölümü mahkemelik.
Hapishanelerdeki politik tutsakların sayısı hakkın-
gündem
da net bilgiler yok. Politik tutsak sayısının 12-13 bin yen, sorgulamayan ve düşünemeyen bir toplum yacivarında olduğu tahmin ediliyor. Hapsedilenlerin ratmak istiyor! Bu zindanlar, bu duvarlar bunun içinbüyük çoğunluğu Kürtler. Hapishanelerde yaklaşık dir. Duvarların ardına kapatılan politik tutsakların
125 bin adli mahkûm var. Bu bağlamda söylenmesi şahsında, özgürlüğümüz, yarınlarımız teslim alıngereken çok şey var. Devlet sürekli olarak esas teh- mak istenmektedir. Türkiye hapishanelerinde binlerlikenin “terör” olduğunun propagandasını yapıyor. ce politik tutsak insanlık dışı, tecrit koşulları altında
Ama egemenlerin terör olarak nitelediği „suçlar“ yaşıyor. Sömürü ve baskı koşullarına karşı mücadedan yatan mahpusların oranı %10 bile değil. Kaldı lede, her yıl birçok insan tutsak düşüyor. Tutsaklar
ki, devlet kendisinden olmayanı, muhalif olanı, resmi hapishanelerde devletin baskı aygıtının saldırılarına
ideolojiyi savunmayanı, devrimcileri, sosyalistleri ve maruz kalıyor. Tutsaklar, dış dünyadan yalıtmayı hekısacası öteki olan herkese “terörist” damgasını vuru- defleyen tecrit, işkence ve keyfi uygulamalara maruz
yor! Hapishanelerdeki ‘suç’ oranlarına bakıldığında kalıyor. Siyasi tutsaklara yönelik uzun yıllara varan
esas tehlikenin ne olduğu ortaya çıkıhapis cezaları eklendiğinde, hapishaneyor. Hırsızlık, kapkaç, uyuşturuler ve siyasi tutsaklık sorununun
cu, fuhuş, mafya, tecavüz vb.
ne kadar yakıcı olduğu da orTürkiye’de, Adalet
esas tehlikeyi oluşturuyor.
taya çıkıyor. Hapishaneler
Bakanlığı’nın
verilerine
göre
Sistem pislik üretiyor.
her ülkedeki egemen
Sistem suç ürettiğine
sınıflara göre şekille370 hapishane bulunuyor. Devlet
göre, esas tehlike sisniyor. Hapishaneler
durmadan yeni hapishaneler inşa editemin ta kendisidir.
o ülkedeki devletin
yor.
Türkçe
alfabede
yer
alan
bazı
harflere
Bu tablo Türkiemekçiler üzerinye’deki rejimin, bir
göre isimler veriliyor. A, B, C, D, E, F, H, K, deki baskı araçlatutuklama rejimi
rından biridir. Bu
L, M, T ve özel tipte hapishaneler var. İlçe çerçevede
olduğunu gösteroluştuhapishaneleri
kapatılıyor
ve
yerine
binlerce
mektedir.
rulan hapishaneAKP hukukunda
ler
siyasi tutsakları
mahkûm kapasiteli hapishaneler devreye
da, daha önce olsindirmek ve teslim
sokuluyor. Adalet Bakanlığı’nın veriduğu gibi yasaların
almayı hedeflemekamacı özgürleştirmek,
tedir. Siyasi tutsakların
lerine göre, son altı yılda 126 ilçe
temel hak ve özgürlüközgürlük
mücadelesi, sıhapishanesi kapatılmıştır.
leri genişletmek ve koruma
nıf mücadelesinin tamamaltına almak değil; devlete sorlayıcı bir parçasıdır. Bu açıdan
gulanamayan bir kutsallık atfetmek
bakıldığında tutsaklık sorununu
ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden
sadece 18 Mart’la sınırlandırılamaz. Siyasi
topluma hâkim kılmaktır. T.C devleti, insanı esas tutsakların mücadelesi, toplumsal mücadelenin bir
almadığı için insanlar arasındaki eşitlik ilkesine de parçası olarak değerlendirmeli ve sahiplenmeliyiz.
fazla itibar etmiyor. Devletin dostları ve düşmanlaİnsanlığın kurtuluşu, insanın insanca yaşaması,
rı vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb. baskısız, sömürüsüz bir dünya kurulması için mücaDevlet, korku mitosundan beslendiği için kendi be- dele ederken esir düşen, ancak teslim olmayan tüm
kasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır. siyasi tutsakların mücadelelerini sahipleniyoruz.
Sonuç olarak; uygulamaya bakıldığında, Türkiye’de Politik tutsakları sahiplenmek, onlarla dayanışmada
uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. Poli- bulunmak, özgürlük mücadelesinin bir gereğidir. Öztik mahkûmlara düşman hukuku ve özel yasalar uy- gürlük ve yarınlarımız için mücadeleyi yükseltmeye,
gulanıyor. Politik mahkûmlar, yasalar önünde eşit politik tutsakları sahiplenmeye, dayanışmada budeğil. Adli mahkûmların infazı üçte iki iken, siyasi lunmaya çağırıyoruz. Ellerinizi ve yüreklerinizi tutmahkûmların infazı dörtte üçtür. Bu yasalara, poli- saklara uzatmaya çağırıyoruz. 18 Mart’ın çağrısıyla
tik mahkûmların yararlanmaması için özel maddeler özgürlük uğruna dövüşenleri, düşenleri, zindanlarda
konuyor.
yatan politik tutsakları selamlıyoruz.
AKP de kendinden önceki hükümetler gibi bilmeŞubat 2013 ✓
11
yeni kadın dünyası
8 Mart 2013: Taleplerimiz Değişmedi
B
12
EŞİTLİK - ÖZGÜRLÜK
ve İNSANCA YAŞAM
İSTİYORUZ...
aşbakan Erdoğan her fırsatta “üç çocuk” istediğini söyleyerek (hatta son zamanlarda iyice şahlandı, şimdilerde üç çocuk yetmez bize beş gerek diyor), hükümetin / devletin kadına bakış açısını ortaya
koymuş oluyor: Ev kadınlığı ve annelik. Zaten şu an
ev kadınlarının sayısı 12,2 milyonu buluyor. Başbakana kalsa, bu kadınların eve ve aileye mahkûm olma
durumlarında hiçbir
şey değişmeyecek!!!
Malum,
ekonomi
“tıkırında”, sermaye
büyüyor... iş gücüne ihtiyaç doğuyor,
dahası emperyalist
emeller var... savaşlar
falan … eh, kadınlara da çocuk doğurup
büyütmek düşüyor...
Açıkçası Başbakan,
Türk sermayesinin
ihtiyaçlarını
dile
getiriyor. Kapitalizmin geliştiği her yerde olduğu gibi ülkelerimizde de
kadınlar ister istemez çalışma hayatına yöneliyor ve
çalışma koşullarının zorluğuyla aile içindeki ikiliüçlü yüklerin üst üste bindiği koşullarda kadınların
çocuk yapma isteği de yıldırım hızıyla düşüyor. Bunun böyle olmasına da şaşılacak bir şey yok: Örneğin
bir çikolata fabrikasında 10-12 saat mesai demeden,
hafta sonu - gece vardiyası demeden, tamamen patronun keyfine göre ve hem de asgari ücrete çalışmak
zorunda kalan işçi kadınların bitkinlikten kocalarının yüzünü görmeye dahi takatleri kalmazken, tuzu
kuru Başbakanın “şimdi çocuk büyütmek kolay, bez
yıkamıyorsunuz” diye nutuk atması yüzsüzlük ötesi
bir şeye denk düşüyor...
Ancak, her zaman her şey Başbakanın isteğiyle olmuyor... Boş propagandayla da peynir gemisi yürümüyor. Hasta ve yaşlı bakımından çocuk bakımına
dek ailenin bütün yükleri kadınların omuzlarında olduğu sürece “çocuk teşvik programı”larının işlemediğini bugün Avrupa’nın bir dizi ülkesinde görüyoruz.
Örneğin Almanya’ya
bakalım,
kadınları çocuk doğurmaya teşvik edeceğiz
diye
milyonlarca
para döküp esasta
laf ürettiklerinden,
ama örneğin sıfırüç yaş grubu çocukların çocuk kreş ve
yuvalarında bakımı
için gerçek bir atılım
yapmadıkları için,
kadınlar bu teşvik
programlarına dudak büküp geçiyorlar... Yani ne kadar ekmek, o kadar
bebek!!!! Boş vaatlere kadınların karnı tok...
Başbakan da bunun farkına varmış, onun için son
zamanlarda “5 çocuk” talebiyle birlikte “akademisyen
kadınlar için İskandinavya modelini uygulayacağız”
lafları eder oldu. Önce burda “akademisyen kadınlar”ı
ayırdığını, yani en baştan ve hiç çekinmeden burjuva
kadınlara başka, işçi emekçi kadınlara başka politikalar uygulayacaklarını ilan ettiğini dikkate alalım.
Başka türlü de olamazdı zaten... İskandinavya’yı örnek alacakları laflarının ise, bugünün Türkiye gerçekliği göz önünde tutulduğunda Başbakan’ın alışılmış palavralarından öte bir şey olmadığı açıktır.
yeni kadın dünyası
Keşke alsa, nerde o günler! Almadığı ve alamayacağı
Başbakan bir dizi olayda olduğu gibi kendini hayal
çok açık.
dünyasına kaptırmış gidiyor. Başbakan TC’de kaİskandinavya ülkeleri olarak anılan Norveç, İsveç, dınların ekonomik fırsat eşitliği bağlamında dünyaDanimarka, Finlandiya ve İzlanda bugün kadın-er- daki yerini biliyor mu acaba? Bizce biliyor ve bilinçli
kek eşitliğinin birçok açıdan en gelişkin olduğu ül- olarak çarpıtıyor.
keler... Bu öyle bir fark ki, T.C. meclisine seçili kadın
milletvekili oranı % 9 iken, İskandinavya ülkelerinin Alın size rakamlar:
ortalamasında bu oran % 41,4 olarak belirleniyor. Bu Ekonomik fırsat eşitliği bağlamında basit bir karşıülkelerdeki hükümetlerdeki kadın temsilîyet oranı laştırma yaparsak çıkan sonuç şudur:
128 ülke değerlendirmesinde 100 puan üzerinden
ise % 47,5 ile parlamentodaki kadın oranından da
yüksek. Hatta bakanlarının yarısından fazlası ka- 90,4 puan alan İsveç listenin birincisi, Norveç 88,3
dınlardan oluşan Norveç ve Finlandiya hükümetleri puanla ikinci, 88,2 puanla Finlandiya üçüncüdür.
Türkiye ise 53,2 puanla 65. dir. Türkiye’nin İskandidünyanın iki yıldızı.
Bu ülkeler, toplumsal zenginlik, ekonomik gelir, de- nav ülkeleri seviyesine yaklaşması için ülkede devrim
mokratik özgürlükler ve kadınların çalışma koşulları olması gerekli. (Rakamlar, The Economist dergisinin
açısından Türkiye’den fersah fersah ilerideler. En baş- “Women’s economic opportunity 2012“-Raporunta kadınların ekonomik bağımsızlığı konusunda kar- dandır.)
Ücretler politikasında da kadın ile erkek
şılaştırılamayacak bir düzeydeler. İskandinavya
ücretleri arasındaki fark açığının en
ülkelerinde kadınların üretime katılım
Başküçük olduğu ülkeler arasında
oranı daha 1960’larda % 50 iken,
sayılıyorlar. Dünya Bankası vebu oran 1990’lardan itibaren %
bakan bir dizi
rilerine göre TC de erkek ve
80’lere varmış ve aşmış duolayda
olduğu
gibi
kenkadın ücretleri arasındaki
rumda. Yani “ev kadınlığı”
dini hayal dünyasına kapfark %20’dir.
oralarda az görülen veya
Bütün bu gelişkinliğe
geçici bir dönem için söz
tırmış gidiyor. Başbakan TC’de rağmen,
İskandinavya
konusu olan bir şey. Ve bu
kadınların
ekonomik
fırsat
eşitülkeleri kadın-erkek eşittabii ki, kadınların omuzliğinin
ve özgürlüklerin
larındaki çocuk bakıliği bağlamında dünyadaki yetam sağlanmış olduğu
mının yüklerinin önemli
rini biliyor mu acaba? Bizce
“cennet” değil şüphesiz.
ölçüde alınmış olmasıyla el
Oralarda da kapitalist sömüele gidiyor: Üç yaşından bübiliyor ve bilinçli olarak
rü söz konusu ve bizzat kendi
yük bütün çocuklara anaokulu
çarpıtıyor.
araştırmalarıyla ortaya koyduklahizmeti sunuluyor. Sıfır-üç yaş
rı üzere toplumsal kurum ve kuruluşçocuklarına da devlet ve özel kreşlerlarda olduğu kadar, aile ve diğer ilişkilerde
de bakım olanaklarını sağlamış durumdalar. Özellikle Danimarka, küçük çocukların bakımı de erkek egemenliğinin kalıntıları varlığını hâlâ sürkonusunda en ileri durumda. Finlandiya’yı dışta tu- dürüyor. Bunun en belirgin göstergesi olarak, örnetarsak, diğer bütün İskandinavya ülkelerinde küçük ğin kadına yönelik şiddeti henüz tümüyle bertaraf
çocukların % 70-90’ı kamusal bakım hizmetlerinden edebilmiş değiller... Ancak, yine de TC ile karşılaşfaydalanıyor. Kreş ve çocuk yuvalarında sunulan ba- tırılamayacak kadar ileride bir demokrasi, özgürlük
kım ve eğitimin kalitesinin sürekli yükseltilmesine ve eşitlik koşullarına ve kültürüne sahip durumdade özel önem veriyorlar. İskandinavya ülkeleri kaliteli lar. Durum böyleyken, Başbakan’ın gerici 3-5 çocuk
öğretim ve öğrencilerin başarılarını ölçen Pisa sına- propagandasını ‘İskandinavya’yı örnek alıyoruz’ pavında (OECD ülkelerinde yapılan yıllık araştırma) iyi lavrasıyla yaldızlaması, en iyi durumda kadın kitlelenot alan ülkelerin başında geliyor. OECD ortalaması riyle alay etmek anlamına gelmektedir.
Hayır, Başbakan’ın vizyonunda emekçi kadın kit500 iken TC ortalamanın altında 424 puanla katılan
ülkeler içinde sonuncu Meksika’dan öncedir. Başba- lelerinin ihtiyaçları nedir sorusuna yer yoktur. O serkanın uygulamayı istediği İskandinav modeli içinde mayenin ve onun devletinin ihtiyacına odaklanmış.
Kadınları çocuk doğurma makinası olarak algılıyor
yer alan Finlandiya ise 563 puanla liste birincisidir.
13
yeni kadın dünyası
ve onlara yeni nesil “Türkçük”ler doğurma görevini
yüklemeye çalışıyor.
Avrupa’da da yaygın olan bu ulusal nüfus çoğaltma
politikasının gerisinde dünya çapında giderek artan
milliyetçilik, militarizm ve yeni emperyalist savaşlara
hazırlık duruyor. TC devleti araştırmış, böyle giderse genç nüfusa sahip olma konumunu yitirecekmiş,
2050 yıllarına gelindiğinde nüfus artış oranıyla şu an
dünyanın 18.si olma durumunu koruyamayacakmış,
vesaire... Peki, nüfus azalsa ne olur? Bugün var olan
nüfusu doyurmaktan ve insanca yaşamı sağlamaktan
aciz bir sistemin böylesi hırslara kapılmasının ardında hiç de insani kaygılar yatmadığı açıktır. Yoksa
dünya nüfusu 6 milyara varmış durumda, yani insan
“kıtlığı” falan yok ortada... Ama tabii ki, “ille de Türk
olsun, benden olsun” bakış açısına sahip olanlar için
bir şey ifade etmez bu gerçeklik...
İşçi ve emekçi kadınların, dibinde milliyetçiliğin ve
emperyalist yayılmacılığın yattığı bir nüfus politikasına hizmet etmede hiçbir çıkarı yoktur. Başbakanın
ısrarlı isteğini karşılamak için 3 değil 5 çocuk için
kuluçkaya yatacak da değildir. Tam tersine!
Kadınların anne olmaktan öte geliştirebilecekleri
yetenekleri ve yaşam özlemleri vardır.
Doğurup doğurmayacağımıza, anne olacaksak ne
zaman ve hangi sıklıkta anne olacağımıza kendimiz
karar vermek istiyoruz. Çocuk doğuracaksak eğer,
bunu devlet-sermaye istediği için değil, çocuk sevgisi
için yapmak istiyoruz. Sevdiğimiz için ve sevebileceğimiz kadar çocuk! Bunun ötesinde bir görev-yükümlülük tanımıyoruz!
Erkeklere kölelikten kurtulmak, ekonomik olarak
bağımsızlaşmak istiyoruz. Çalışmak istiyoruz, ama
patronun sömürüsüne terk edilmiş bir esneklikle değil! İnsanca yaşamamıza izin veren ücretle ve çalışma
süresi belli iş istiyoruz. 6 saatlik işgünü, 5 günlük iş
haftası istiyoruz. Kadın ücretlerinin derhal arttırılmasını istiyoruz. Emeklilik ve sigortalılık haklarımızı istiyoruz.
Çocuklarımıza kaliteli, demokratik eğitim istiyoruz. Çocuk bakımı, yaşlı ve hasta bakımının kadınların omuzlarından alınmasını ve devlet tarafından
üstelenilmesini istiyoruz.
Ve her şeyden önce can güvenliğimizin sağlanmasını istiyoruz!!!
Kadınlar İçin Dünya Güvenlikli Bir Yer
Değil... Türkiye Hiç Değil!
14
Gün geçmiyor ki, bir kadının katledildiği ya da ağır
saldırıya uğradığı haberi almayalım. Haber olanlar
olaylar ki, erkek saldırganlığının en vahşi örnekleri oluyor... Kadınlara yönelik olağan şiddetin gerçek
boyutları ölçülebilmiş dahi değil. Ancak tahminler
yürütülebiliyor... Fakat biz biliyoruz ki kadınlar aile
içinde yoğun baskı ve şiddete maruz kalıyorlar ve bu
çok yaygın ve “olağan” bir görünüm sergiliyor. Kadına yönelik şiddete karşı özellikle kadın örgütlerinden
oluşan dar bir kesim sürekli olarak buna karşı direniş
ve mücadeleyi gündemde tutmaya çalışıyor, özellikle de kadın katillerinin cezalandırılmaları için davaların peşini izliyorlar... Kadın örgütlerinin bütün
kararlı ve son derece duyarlı mücadelesine karşın
kadınlara yönelik şiddetin sona ermesi için ne toplumsal duyarlılık yeterli ne de devlet görevini yerine
getiriyor. Gerçi AKP hükümeti yenice kadına yönelik
aile içi şiddetle mücadele yasası ve projesi gündeme
getirilmiş durumda, ancak bunun ne kadar hayat
bulacağını göreceğiz. Kâğıt üzerinde kalan yasalarla
hiçbir şeyin değişmeyeceği açıktır. Örneğin, 2005 yılında çıkan belediyeler yasasına göre 50 binin üzerinde olan belediyelerin sığınma evi açması gerekirken,
hali hazırda 2012 yılında 43’ü Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesinde, 27’si belediyelere ve 5’i de kadın kuruluşlarına ait kadın sığınma
evi vardır. Bunlar ne verdikleri hizmet açısından ne
de sayısal olarak yeterlidir. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Türkiye’de 1400 kadın sığınma
evinin açılması yasal zorunluluk olarak getirilmiş
olmasına karşın bu konuda gelinen nokta hâlâ budur.
Kaldı ki, kadın sığınma evi açmak da yetmiyor. Kadınların kendilerine şiddet ve işkence uygulayan aile
ortamlarından çıkıp bağımsızlaşması için en temel
koşul ekonomik bağımsızlıktır. Devlet ne kadınların
can güvenliğini sağlayacak ve ne de onlara gerekli
ekonomik ve sosyal yardımları sunabilecek durumdadır. Böyle bir niyeti de yoktur... Tam tersi, “üç çocuk yetmez, beş çocuk” şiarında ifade edildiği gibi,
AKP hükümeti kadınların en güvensiz ve en tehlikeli
ortam olan aile içinde tutsak kalmasını istemektedir. Bu bağlamda “kadının yeri ailedir” şeklindeki
muhafazakâr dünya görüşüyle, sermayenin-devletin
nüfus artış talepleri örtüşebilmektedir.
Sermayenin-devletin-ve toplumdaki erkek egemenliğinin olağan saldırganlıklarına karşı kendimizi savunmamızın bir tek yolu var: Örgütlenmek!
Eşitlik - özgürlük ve insanca yaşam istiyoruz!
Yaşasın 8 Mart!
Şubat 2013 ✓
panorama
PA NOR A M A
BM İklim
Konferansları’nın
“dayanılmaz
hafifliği”!
- DOHA/ KATAR -
G
enel olarak insanlık, özel olarak da BM, doğanın talanından, çevrenin kirletilmesinden ve de
iklim değişikliğinden kaynaklı sorunlara “gecikmeli”
bir müdahalede bulunmuştur. Bu gecikmede ne yazık ki komünistler de yerini almıştır. Sorunun varlığının yaygın biçimde bilinçlere çıkması, esas olarak
doğanın “isyanı”, “isyanları” olarak da adlandırılabilecek gelişmeler, buna ek olarak atom santrallerinden
kaynaklı radyasyon yayılması ve benzeri noktalar ve
bunlara karşı doğanın, çevrenin korunması için verilen mücadeleler sonucu olmuştur. 1980’li yıllarla karşılaştırıldığında, çevre sorunu artık günlük siyasetin
bir parçası olma durumundadır. Bu açıdan önemli bir
gelişme sözkonusudur.
Buna rağmen, kitlelerin iklim değişikliğinin insanlık için gerçek tehdit boyutlarını kavradığı anlamına
gelmiyor. Dünya emekçilerinin, iklim değişikliğinden en çok zarar görenlerin, egemenleri ciddi önlemler almaya zorlayabilecek, dayatabilecek güçte bir
uluslararası mücadelesi (ki, geçmişe göre çok ve yer
yer de militan mücadeleler yaşanmaktadır, ama hepsi
de esasta yerel mücadelelerdir) ve hareketi de ne yazık ki gelişmemiştir. Bunun da ötesinde kısaca ifade
edersek, işçi sınıfı önderliğinde, doğayı, çevreyi koruma ve de kurtarma mücadelesi ne yazık ki çok zayıf
durumdadır. Genelde egemen olan yaklaşım da “işçi
sınıfının başka işi mi yok” vb. tavırlarla sorunun küçümsenmesi yaklaşımıdır. Buna bağlı olarak çevreyi
koruma mücadelesinde orta tabakalar, çoğunlukla da
küçük burjuva kesim öne çıkmaktadır. Mücadelelerin komünistlerin ve işçi sınıfı önderliğinde yürütülmemesi durumu, gerçek çözüme giden yolu tıkayan
bir olgudur. Yine de verilen mücadeleler egemenlerin
bu konuyu gündemlerine almasına yol açmıştır.
BM İKLİM KONFERANSLARININ KISA
ÖZETİ...
Dünyanın egemenlerinin bu konuyu uluslararası düzeyde tartıştıkları en üst kurum BM’dir. BM 1980’li
yıllardaki gelişmeler, tartışmalar sonucunda 3-14 Haziran 1992 tarihlerinde Brezilya’nın Rio de Janeiro
şehrinde örgütlediği Çevre Zirvesi ile bu konudaki
BM merkezi toplantılarını başlattı. İklim konusunda
uluslararası ilk anlaşma da –BM İklim Çerçeve Anlaşması- karara bağlandı ve bu anlaşma 1994 yılında
yürürlüğe girdi. Buna bağlı olarak 1995’te 28 Mart – 7
Nisan tarihleri arasında Almanya’nın Berlin şehrinde
yapılan 1. İklim Konferansı, COP 1, yani sözkonusu
anlaşmayı imzalayanların konferansı ile BM İklim
Konferansları başlatıldı... Resmi adlandırmaya göre
şimdiye kadar 18 Konferans (COP 18) gerçekleştirilmiştir. 6. Konferans ise gerçekte iki konferans ol-
15
panorama
16
muştur. 13-24 Kasım 2000 tarihlerinde Den Haag/
Hollanda’da yapılan COP 6’da pazarlıklar uzlaşmayla
sonuçlanmayınca, tartışmalar bir dahaki konferansa
ertelendi. COP 6-2 ise 16-27 Temmuz 2001 tarihlerinde Almanya’nın Bonn şehrinde yapıldı. Zirve ya da
konferanslar arası dönemde yapılan toplantıların ise
sayısı belli değil... Böylesi toplantılar genelde kamuoyuna yansıtılmayan toplantılardır. Bu nedenle de
böylesi toplantılardan haberdar olabilmek için özel
çaba gerekiyor.
11 Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde yapılan iklim konferansında (COP 3) BM İklim Çerçeve
Anlaşması’na “Ek Protokoll” olarak kararlaştırılan
ve adı “Kyoto Protokolü” olarak bilinen anlaşma ise,
çevreyi koruma amacıyla atmosfere zehirli gaz salınımını azaltmak için yükümlülük getiren ilk uluslararası düzeydeki anlaşmaydı, anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre sanayileşmiş devletlerin 2008-2012 yıllarında
zehirli gaz salınımını 1990 yılı ölçümlerine/ verilerine göre % 5,2 oranında azaltması öngörülüyordu.
Azaltılmak istenen oranı, gerçekten iklim değişikliğini frenleyecek, atmosferin ısınmasını 2 derecenin
altında tutacak bir oran olarak kabul etsek bile, en
başta bu yükümlülüğün yerine getirilmesinin 15 senelik bir zamana yayılması, işin ciddiyetini bozuyordu. Anlaşmanın ne zaman ve nasıl yürürlüğe gireceği
konusundaki önkoşul ise, anlaşmayı imzalayanların
bu süreçte ciddi bir önlem almayacaklarına işaret
ediyordu. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi
için anlaşmayı imzalayan devletlerden en azından
55’inin anlaşmayı tasdik etmesi ve bu tasdik eden
devletlerin atmosfere salınan zehirli gazların toplam
%55’inden fazlasını salan devletler olması gerekiyordu. 2002 yılında imzacı devletlerin sayısı 55’i bulmuştu ama ikinci önkoşul yerine getirilmemişti. 5 Kasım
2004 tarihinde Rusya’nın anlaşmayı onaylamasıyla
bu ikinci önkoşul yerine getirilmiş ve Kyoto Protokolü 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmişti.
Bu durumda en azından Kyoto Protokolü’nü imzalayan sanayileşmiş denen ülkelerin 2012 yılı sonuna
kadar zehirli gaz salınımını 1990 yılına göre %5,2
oranında azaltmaları için zaman vardı. Dünya çapında %5,2’lik oran her devlet için de ayrı bir oranı
öngörüyordu.
Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesine bağlı olarak 28 Kasım – 9 Aralık 2005 tarihlerinde
Kanada’nın Montreal şehrinde yapılan konferanstan
itibaren COP 11 ve CMP 1 olarak iki raylı pazarlıklar
yürütülmeye başlandı. COP 11 ve devamında BM İk-
lim Çerçeve Anlaşması’nı imzalayan, CMP 1 ve devamındakiler de ise Kyoto Protokolü’nü imzalayan devletlerin toplantıları olma durumundalar. Pratikte ise,
ABD ve Kanada (Kanada Durban’daki konferanstan
(2011) sonra yükümlülüklerini yerine getirmediğinden ve bunun maddi olarak cezasını ödemek istemediğinden Kyoto Protokolü’nden çıkışını ilan etti)
dışındaki tüm devletler her iki anlaşmayı da imzalamışlardır.
Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkeleri içerdiğinden,
o dönem sanayileşmiş ülkeler içinde ele alınmayan
ama atmosfere zehirli gaz salınımında önemli yer
alan Çin, Hindistan, Brezilya vd. devletler herhangi
bir yükümlülük taşımıyordu. Protokolü imzalayan
ve onaylayan devletler ise 1997’den 2007’ye kadar,
hedefin çok altında kalan bir oranda zehirli gaz salınımını azaltarak kitlelere “bakınız biz bu işi ciddiye
alıyoruz” vb. demagojileri için kullanmanın ötesinde
herhangi ciddi bir önlem almadılar. 3-14 Aralık 2007
tarihlerinde Endonezya’nın Bali şehrinde yapılan iklim konferansında Kyoto Protokolü sonrası dönemde ne yapılacağı üzerine tartışıldı ve 2009 yılında
Kopenhag’da yapılacak konferansa kadar tüm devletleri içine alacak bir anlaşmanın sonuçlandırılması
konusunda tavır belirlediler.
Bu durum iklim değişikliğine karşı önlem almada
ne kadar “ciddi” olduklarına yorumlandı. Dağ fare
bile doğurmadı! Bu arada Kyoto Protokolü sonrası dönem için yürütülen tartışmalar, Kyoto Protokolü’nün
yükümlülüklerini kabul edenlerin 2012 yılı sonuna
kadarki görevlerinin üzerini örtmekten, dikkatleri
2012 yılı sonrasına çevirmekten başka önemli bir rol
oynamadı.
2009 yılında Kopenhag’da yapılan konferans gerçekte bir fiyaskoydu. COP 15/ CMP 5, bu konferansa
iklim değişikliğine karşı önlem alınacağı konusunda
umut bağlayanlar hayal kırıklığına uğradı. Hayal kırıklığına uğramayanlar esasta kapitalistlerden gerçek
bir çözüm beklemeyen ve onların herhangi bir konuda anlaşmalarının sadece ve sadece sözkonusu olan
tarafların ortak çıkarları olduğunda, ya da güç dengelerinde daha güçlülerin kendi çıkarlarını daha az
güçlülere dayatmasıyla mümkün olduğunu, bunun
da çözüm olmadığını düşünen, soruna sınıfsal temelde yaklaşanlar oldu. Biz dergimizin sayfalarında
Kopenhag’da da gerçek bir çözüm bulunmayacağını
konferanstan önce tespit ettik ve gelişmeler bu konudaki tavrımızı doğruladı.
2010 Cancun/ Meksika ve 2011 Durban/ Güney
rak adlandırılan rapordan bu yana egemenler açıkça
da kazanç hesapları yapmaktadırlar. Eğer “önlem
alınmazsa daha çok pahalıya mal olur” düşüncesi pazarlıklarda tarafların anlaşabilmeleri için öne sürülen açıklamaların başında geliyor.
Buraya kadar özetle anlattığımız durum, gerçekte BM’nin bu konferanslarında iklim değişikliğini
frenlemek, önlemek için ciddi hiç bir kararın ve önlemin alınmadığını, bunun da iklim felaketine gidişi
engellemede ne kadar dayanılmaz olduğunu göstermektedir. İklim felaketini engellemede BM çok hafif
gelmektedir... İklim felaketini engellemede alınacak
herhangi bir karar ya da önlemi olumlu görsek de,
işin özünün değişmeyeceği bizim için açıktır, mesele
bunu emekçi kitlelere kavratmaktır.
panorama
Afrika’da yapılan konferanslarda da ileriye doğru
özde farklı olan herhangi bir sonuç çıkmadı. Özellikle Kopenhag fiyaskosu sonrasında konferanslardan
beklentiler diplere çekildi ki, sonuçta konferansların
başarısız olduğu kitlelerden gizlenebilsin. Egemenlerin temsilcileri de medyaları da görüşmelerin bütünüyle son bulmamasını, yani bir konferansta, konuyu
bir dahaki konferansta görüşelim yönlü bir tavır belirlendiğinde, bunu kamuoyuna “başarı” olarak sunmaktadırlar.
Her şeyden önce iklim değişikliğini frenlemek, atmosferin ısınmasını 2 derecenin altında tutabilmek
için herhangi bir başarı sözkonusu değildir. İkincisi
ise sömürücü egemenlerin gerçekte bu konuda başarı
elde etme diye bir sorunu ya da yaklaşımı da yoktur.
Onlar için başarı, karlarını mümkün olduğunca yükseltmekten vazgeçmemek, zorunlu olunduğunda da
kayıpları mümkün olan en az oranda tutmaktır.
Emperyalistlerin, kapitalistlerin yenilenebilir enerji alanlarına yönelmelerinin temelinde yatan esas şey
yine kendi çıkarlarıdır. Fosil enerji kaynaklarının
günün birinde tükeneceği, ya da en azından kimi
güçlerin elinde yoğunlaşacağı onların bilincindedir.
Enerji, sanayileşmenin, bu temelde gelişmenin ve bunun sürdürülebilir hale gelmesinin en temel kaynağı,
dayanağı, gücü vb.dir... Ne ad verilirse verilsin enerjiye, enerji kaynaklarına sahip olunmadan dünyanın
paylaşımı için dalaşta da yer alınamaz, ya da dalaşta
kalınamaz.
Bu temelde de hem yenilenebilir enerji alanlarına
yönelmekteler, hem de atom enerjisi konusunda, andaki resmi atom güçleri bu alanda tekellerini sağlamlaştırmak için dalaş içindeler. Bunun en açık örneği
İran’a karşı tavırlarıdır. Farzedelim ki hiç bir devlet
atom silahı falan üretmesin. Buna rağmen atom enerjisi üretimi, uran vd. madenlerin çıkarılmasından, işlenmesine ve çöplerine kadar tüm süreç ve işlemlerde
atmosfere salınan zehir –bu ister radyasyon isterse de
başka isim altında olsun değişmez- dünyamızı, çevremizi, doğamızı yaşanmaz kılmaktadır. Demek ki,
egemenlerin iklim konferanslarındaki pazarlıkları
da, dünyamızı, çevremizi, doğamızı kurtarmak amacıyla yapılmamaktadır.
Gerçeklik özetle böyle olduğundan BM İklim
Konferansları’ndan da gerçek bir çözüm beklenemez.
Egemenler için alınabilecek önlemlerin temelinde de
kazanç hesapları var. Özellikle ekonomik ve mali hesabının ne olacağı konusunda görevlendirilen ve raporu yazanın soyadından dolayı “Stern Raporu” ola-
DOHA/ KATAR’DAKİ KONFERANS’TAN NE
ÇIKTI?
İklim değişikliğini önleme, frenleme konusunda ileriye doğru herhangi önemli bir karar, önlem çıktı mı
diye soruyu sorarsak, verilecek tek cevap: Hayır, hiç
bir şey çıkmadı! cevabıdır. Özellikle Kopenhag konferansından bu yana yaşanan gelişmelere bakıldığında, Doha konferansında önemli bir kararın ya da sonucun çıkmayacağı başından belliydi. Buna rağmen
konferanstaki gelişmelere kısaca bakmakta ve hakim
sınıfların sahtekarlığını bu somutta da ortaya koymakta yarar var.
BM İklim Konferansı (COP 18/ CMP 8) 26 Kasım
– 8 Aralık 2012 tarihleri arasında Katar’ın başkenti
Doha’da yapıldı. 7 Aralık’ta sona ermesi planlanmıştı ama bir gün uzadı... Gündemde esas olarak
Kyoto Protokolü’nün 2017’ye kadar mı 2020’ye kadar mı uzatılacağına karar vermek, Kopenhag’daki
konferansta sonuçlandırılmak istenen ama gerçekleştirilemeyen Kyoto Protokolü sonrası için anlaşmanın, Durban’daki karara göre 2015 yılına kadar
sonuçlandırılmak istenen ve tüm devletleri içeren
anlaşma taslağının görüşülmesi, teknoloji transferi
ve iklim finansmanı sorununun açıklığa kavuşturulması (Kopenhag’da gelişmekte olan ülkelere zehirli
gaz azaltımı ve uyum çalışmaları için öngörülen mali
destek (Yeşil İklim Fonu) bağlamında 2020 yılından
itibaren yıllık 100 milyar dolar destek için kimin ne
kadar kaynak sağlayacağı vb.nin somutlaştırılması
gerekiyordu.), emisyon haklarının ya da “salım ticareti” mekanizmasının 2013 yılından itibaren nasıl işleyeceği vb. sorunlar vardı.
Konferanstan önce BM İklim Raporu gibi Dünya
17
panorama
18
Bankası’nın ve kimi kurumların raporları da kamu- KYOTO PROTOKOLÜ ÖLDÜ YAŞASIN
oyuna açıklandı. Buna göre konferansta yer alan 194 KYOTO –2!
devletin temsilcileri ve yaklaşık 20.000 katılımcının Kyoto Protokolü’nün 2020 yılına kadar uzatılması
sözkonusu bu raporlardan haberdar olduğu -zaten kararı alındı ve bu karar medyanın ve konferansa
konferansta andaki durumun bilinciyle tartışılması katılanların bir kesimi tarafından, konferansın başaistendiğinden raporlar açıklanmıştı- açıktı. Rapor- rılı olduğunu kitlelere empoze etmek için kullanıldı.
larda iklim değişikliğiyle ilgili veriler, durumun –ki Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bu 2020’ye kadar
genelde durum olduğundan iyi gösterilmektedir- gi- uzatma kararı dışında da, gündemin esas konuları
derek kötüye gittiği, atmosfere zehirli gaz salınımının hakkında herhangi somut bir karar alınmamıştır.
2011 yılında rekor düzeye ulaştığı (2012 yılı verileri Kyoto sonrası dönem için 2015 yılında sonuçlandıdaha hesaplanmamıştır) açıklanmaktadır. Veriler- rılmak ve 2020 yılında yürürlüğe girmesi istenen
de, rakamlarda farklılıklar olsa da bu olgu değişme- anlaşma için “yol haritası” belirlendiği bilgisi verildi,
mektedir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ekonomi detayları açıklanmadı. Yeşil İklim Fonu bağlamında
Forumu’nun verilerine göre 2011 yılında atmosfere önceden söz verenler sözlerini yinelediler, somut olasalınan zehirli gaz miktarı 34 Milyar tondur. BM rak da Almanya’nın 2013 ve 2014 yılları için toplam
İklim Raporu’na göre 2000 – 2012 yılları dönemin- 3,6 Milyar Avro, İngiltere’nin ise toplam 2,2 Milyar
Avro’yu fona aktaracağı vb. sözler dışınde zehirli gaz salınımı oranı %20 kadar
da açığa kavuşturulan bir şey yok.
artmıştır. Eğer ciddi önlemler alınBM
2020 yılından itibaren 100 Milmazsa 2020 yılına kadar zehirİklim Raporu’nun
yar ABD dolarının kaynağı
li gaz salınımı miktarı 58
belli değil.
Milyar tona yükselecek.
olgu tespitlerinden biri,
Uzun sözün kısası
Bu durumda şimdiye
andaki
teknolojik
gelişmeyle
Kyoto Protokolü’nün
kadar salınım azaltma
2020 yılına kadar uzasözü veren devletler,
iklim değişikliğinin frenlenmesi,
tılması dışında ciddi
en yüksek oranda
kurtarılması için gerekli olan salıbir karar çıkmamışsözlerini yerine getirseler bile, atmosferin
nım azaltılmasının mümkün oldu- tır. Formel olarak ele
alındığında
kuşkuısınmasının 2 dereceyi
ğu,
bunun
için
yeni,
henüz
tam
suz ki kararların alıngeçmemesi için öngögelişmemiş teknolojiye ihtiyaç
masının ertelenmesi de
rülen 44 Milyar tondan
karardır. Fakat biz iklim
8 Milyar ton kadar fazlalık
olmadığı yönlü tespitdeğişikliğini frenlemek, kurhesaplanmaktadır. Bu hesaptir.
tarmak vb. açıdan gerekli olan
lara bağlı olarak da artık 2 derece
kararları tartışıyoruz. Bu temelde ele
yerine 3-5 derecelik tartışmalar, tahalındığında Kyoto 2 hiç yoktan iyidir. İyi de, biz
minler gündeme gelmiştir.
BM İklim Raporu’nun olgu tespitlerinden biri, an- daha az kötü olanı seçmek zorunda ve savunma dudaki teknolojik gelişmeyle iklim değişikliğinin fren- rumunda değiliz.
Ev sahibi Katar’ın konferans yöneticisinin uzatmalı
lenmesi, kurtarılması için gerekli olan salınım azaltılmasının mümkün olduğu, bunun için yeni, henüz günün son saatlerinde aceleye getirip dayattığı ve ititam gelişmemiş teknolojiye ihtiyaç olmadığı yönlü raz edenlere de karar alındıktan sonra söz verdiği bir
tespittir. Bu, doğrudur da! Mesele zaten teknolojinin prosedürle konferansın tamamen fiyaskoyla sonuçgeriliğinden kaynaklanmıyor. Egemenlerin, emper- lanması engellense de, iklim değişikliğini önleme açıyalist-kapitalistlerin çıkarlarından, dünyayı paylaşım sından Kyoto 2 dönemi Kyoto Protokolü’nün birinci
dönemine göre daha da kötüdür. Bunu açıklamak
dalaşından vb. vb. kaynaklanmaktadır.
Tekrar vurgularsak, konferansa katılanlar raporlar- için kimi olgulara daha yakından bakalım.
Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için 55 devda ortaya konan bu durumdan haberdardı. Konferans
sürecinde neler yaşandığını, kimlerin neyi tartıştığı- letin onayı ve bu devletlerin zehirli gaz salınımının
nı vb. detayları bir kenara bırakıp sonucuna bakarsak %55’inden fazlasını salan devletler olması gerekliydi. Kyoto 2’de ise önceki süreci uzatma sözkonusukarşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.
caktır ve dünyamız, öncelikle de dünyanın yoksulları
en büyük zararı görmeye devam edecektir.
Konferansta salınımı azaltmak için tartışmaktan
çok emisyon hakkı ya da “salım ticareti” olarak adlandırılan, gerçekte ise doğayı kirletme, zehirleme
hakkının nasıl kullanılacağı sorunu üzerine tartışıldı. AB kendi içinde özellikle Polonya ile tartıştı. Sorun uzlaşmayla ertelendi ama çözülmedi.
2013 yılı sonlarına doğru Polonya’nın Warşova şehrinde yapılacak olan COP 19/ CMP 9’da ertelenen
konular üzerine görüşmelere devam edilecek. En geç
2014 yılı sonlarında Güney Amerika’da (ülke belli
değil daha) yapılacak konferansta Kyoto sonrası anlaşmanın temel taşlarının belirlenmesi ve 2015 Mayıs
ayına kadar da taslağın son halinin bitirilmesi gerekiyor. COP 18/ CMP 8 sonuç itibariyle, çevreyi koruma,
iklim değişikliğini frenleme, kurtarma vb. noktalarda yine boş bir konferans olmuştur.
2015 yılında sonuçlandırılmak istenen anlaşmanın
durumunun ne olacağını kuşkusuz ki takip edeceğiz.
Fakat en iyi senaryoyu, yani tüm devletleri yükümlülük altına alma konusunda 2015 yılında anlaşılacak
ve 2020 yılında anlaşma yürürlüğe girecek senaryosunu kabul etsek bile, daha şimdiden söylenmesi gereken gerçeklik, 2020 yılında iklim değişikliği konusundaki durumun, bugüne göre daha kötü olacağıdır.
Bu tespit felaket tellallığı değildir! Tersine, gidişatın
kökten değiştirilmediği koşullarda iklim felaketinin
kendisini daha da şiddetli biçimde ve de giderek büyüyerek göstereceğinin haberidir.
Bu gidişata dur demek isteyenlerin doğayı koruma,
iklim değişikliğini frenleme, kurtarma mücadelesini,
dünyamızı yaşanır hale getirme mücadelesini, kapitalist-emperyalist sisteme karşı, sosyalizm-komünizm
için mücadeleye dönüştürmeleri gerekiyor. Dünyanın
egemenleri kendi karları, çıkarları için doğayı talan
edip iklimi zehirlemektedirler. Dünyanın ezilenlerinin de kendi çıkarları için bu sömürücülerin egemenliklerine son verip sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için
mücadele etmeleri gerekiyor. Sonuçta “Ya barbarlık
içinde çöküş, ya sosyalizm!” sloganı durumu en kısa
ve açık biçimiyle ortaya koymaktadır. Barbarlık içinde çöküşe karşı olanların sosyalizm için mücadele etmelerinden başka çıkar yol yoktur!
ÇAĞRI’mız her zaman olduğu gibi baskısız, sınıfsız, sömürüsüz bir Yeni Dünya İçin mücadeleyedir!
panorama
dur ama böylesi bir önkoşul yok. Bunun da ötesinde herhangi yeni bir salınımı azaltma yükümlülüğü
de getirilmiyor. Kyoto 2’nin öncekinden daha kötü
olduğu olgusu ise sadece salınımı azaltmada yeni
yükümlülüklerin olmaması değildir. Kanada 2011
yılında Durban konferansından hemen sonra Kyoto
Protokolü’nden çıkışını açıklamıştı. Kyoto 2’de ise
Rusya, Japonya, Yeni Zelanda vd. devletler yer almamaktadır. Kyoto 2’de yer alan devletler 27 devletli AB
ve artı 10 devlet olmak üzere 37 devlet yer almaktadır.
Sözkonusu bu devletlerin zehirli gaz salınımının
oranı -yine değişik kaynaklar farklı oran vermektedir- %13-16 arası bir orandadır. AB %20 oranında salınım azaltmayı taahhüt etmiştir ve anda bu hedefi
tutturduğu açıklanmaktadır. Yani eğer AB salınım
oranını yükseltmezse değişen bir şey olmayacaktır.
AB kendi içindeki anlaşmazlıklar nedeniyle sonuçlandıramadığı bu oranı %30’a yükseltmek için tartışmalarını önümüzdeki süreçte sürdürecek. Varsayalım ki bu toplam %13-16’lık oran %20 yerine %30
oranında azaltılsın. Bu durumda Kyoto 2’nin salınımı
azaltmadaki oranı %3,9 ile 4,8 arasında bir azaltma
olacaktır. Hiç yoktan iyidir. Ama bu oran andaki salınım oranına göredir, 1990 yılına göre değil.
Kyoto 2 devletleri kabul ettikleri yükümlülükleri yerine getirse bile, iklim değişikliğini engellemek
mümkün değildir. İklim değişikliğine yol açan, atmosferin zehirlenmesinin en büyük sorumluları
2020’ye kadar herhalükarda herhangi bir yükümlülükleri olmadan zehir salınımını sürdüreceklerdir.
Yukarıda bahsettiğimiz raporlardaki farklı verilere rağmen atmosfere zehirli gaz salınımının başını
çekenler Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ekonomi
Forumu’nun 2011 verilerine göre şunlardır: Çin, 8,9
Milyar ton; ABD, 6 Milyar ton; Hindistan, 1,8 Milyar
ton; Rusya, 1,6 Milyar ton ve Japonya, 1,3 Milyar ton.
2011 yılının toplam salınımının 34 Milyar ton olduğu
gözönüne alındığında, bu ilk beş sıradakiler 19,6 Milyar ton salınımı gerçekleştirmişlerdir. Bu ise kaba bir
hesapla %57,6 oranı tutmaktadır. Kyoto 2 devletlerinin toplam katkısı %16 olarak hesaplansa bile, bu ancak 5,4 milyar ton tutmaktadır. Bunun da %20’sinin
azaltıldığını kabul edelim. O zaman 1,088 Milyar ton
azaltılmış olacak. Yani 34 Milyar tondan 1,088 Milyar ton azaltılacak! Kısaca aktardığımız bu rakamlar,
hesaplar aslında durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Kyoto 2 durumu iyileştirmemektedir. 2013 yılından
2020 yılına kadar atmosferimiz daha çok zehirlenecektir, iklim değişikliği kötüleşmeye doğru yol ala-
24 Şubat 2013 ✓
19
panorama
Paylaşım
dalaşında yeni
bir emperyalist
müdahale!
- MALİ -
11
20
Ocak 2013 tarihinden beri Fransız emperyalizmi Mali’de “islamcı terörizme karşı
mücadele” adına resmen bir savaş yürütmektedir.
Resmen diyoruz çünkü, 11 Ocak 2013 tarihinden önceki aylarda da, medyaya yansıdığı kadarıyla Fransız
askerleri güçleri Mali’de “örtülü” savaş yürütüyordu... Emperyalistler tarafından Mali’ye askeri bir müdahalenin olasılığı, özellikle 2012 yılının son aylarında ön plana çıkmıştı.
Sözkonusu askeri müdahalenin doğrudan BM tarafından talep edildiği ve planlandığı da BM Güvenlik
Konseyi’nin aldığı kararlarda belgelidir. Sözkonusu
kararlarda ama esas olarak askeri müdahalenin 15
devleti içeren “Batı Afrika Devletleri Ekonomik Birliği” (ECOWAS) tarafından yapılması isteniyor ve en
son taslağı Fransa ve ABD tarafından hazırlanan ve
20 Aralık 2012 tarihinde alınan kararla (BM’nin 2085
/2012 sayılı kararı) ECOWAS’ın askeri müdahalede
bulunması onaylanmış, BM’nin diğer üye devletlerine de bu müdahaleyi destekleme çağrısı yapılarak
Mali’deki savaş uluslararası düzeyde “meşru” ilan
edilmiştir. Müdahalenin adını da kısaltılmış haliyle
AFISMA koydular! Açılımı “Mali’de Afrikalılarca
Yönetilen Uluslararası Destek Misyonu”. Buradaki
yönetmeyi komuta etme olarak da tercüme edebiliriz. Yani askeri müdahalenin komutası ECOWAS’da
İngiliz, ABD ve Alman
emperyalist devletleri Fransa’nın
Mali’ye müdahalesini ilk
selamlayanlardan ve desteklerini
ilan edenlerdendi. Onlara göre
“islamcı terörizm” sadece Afrika
için değil “Avrupa için de” “dünya
için de” tehlikeliydi ve Avrupa’nın
“komşusunda” “teröristlerin
üssü olabilecek bir gelişmeye izin
verilemezdi”!!!
olacak, diğer BM üyesi devletler de bu müdahaleyi
destekleyecek! BM’nin bu kararı son yıllarda giderek
çok daha açığa çıkan “taşeron savaşlar” yürütme siyasetinin de yeni bir belgesidir.
BM’nin 2085 sayılı kararında müdahale için herhangi bir zaman belirtilmemiş olduğundan ve de
ECOWAS devletlerinin müdahale için hazırlıklı olmamasına bağlı olarak müdahalenin 2013 yılı Eylül-Ekim aylarında –yağmur mevsimi de gözönüne
alındığından- gerçekleşebileceği yönlü tahminler
piyasayı kaplamıştı. Fransız emperyalistlerinin 11
Ocak’ta müdahaleyi resmen başlatması sözkonusu
bu tahminleri boşa çıkardı. Bu edim de taşeronların
hazır olmadığı bir durumda, emperyalistlerin kendi
çıkarlarını korumak için müdahaleden geri kalmayacağını gösterdi. Kuşkusuz bu, işin devamını taşeronlara devretmekle çelişmez.
İngiliz, ABD ve Alman emperyalist devletleri
Fransa’nın Mali’ye müdahalesini ilk selamlayanlardan ve desteklerini ilan edenlerdendi. Onlara göre
“islamcı terörizm” sadece Afrika için değil “Avrupa
için de” “dünya için de” tehlikeliydi ve Avrupa’nın
“komşusunda” “teröristlerin üssü olabilecek bir gelişmeye izin verilemezdi”!!! Buna bağlı olarak da
Almanya’nın Başbakanı Merkel: “Fransa anda hepimiz için zor olan bir askeri misyonu yerine getiriyor”
MALİ HAKKINDA KISACA...
Mali Cumhuriyeti, bölge olarak Batı Afrika’nın iç
devletlerinden biri. Komşuları Moritanya, Cezayir,
Burkina Faso, Nijer ve Guinea’dır. Alanı 1.240.192
km karedir ve dünya sıralamasında 23.dür. 22 Eylül
1960’a kadar Fransız emperyalizminin sömürgesiydi.
22 Eylül “Cumhuriyet Günü” adıyla ulusal tatil günü
olarak kutlanmaktadır. Resmen sömürge olmaktan
çıksa da, Mali de yeni-sömürgeciliğin kurbanlarından biridir. Bağımsızlık ilanından sonra belli bir süre
(1968’e kadar) Sovyetler Birliği’ne yönelmiş olmasına rağmen (kimileri bu dönemi “sosyalist deneyim”
olarak da adlandırmaktadır), 1992’ye kadar ordu
ülkenin düzenine damgasını vurmuştur. Sözkonusu
ordunun esasta resmi sömürge döneminde Fransız
emperyalizminin oluşturduğu, eğittiği ordu olduğu
da bilinçte tutulmalıdır. 1992’de parlamenter demokrasiye geçilmiştir. Yönetim biçimi yarı Başkanlık sistemidir. Mali’nin resmi dili Fransızcadır, başkenti ise
Güney Mali’de olan Bamako’dur.
Mali’nin devlet sınırları Afrika devletlerinin çoğunda olduğu gibi sömürgeciler tarafından çizilmiştir. Bu arada sözkonusu sınırlar içinde yaşayan milliyetlerin, milletlerin varlığı gözönüne alınmadığından
aynı millet ya da milliyetler de suni sınırlar tarafından bölünmüştür. Mali’nin nüfusu, bağlamında değişik kaynaklar
farklı rakamlar
vermektedir ve
bu rakamlar 14,5
Milyon ile 15,8
milyon arasında değişmektedir. Mali nüfusu
çok etnili, 30
civarında etnik
kökenli millet,
m i l l iyet lerden
olu ş m a k t a d ı r.
Sayısı en fazla
olanlar Bambara’lardır. Oranı %32-37 arası
ver i l mek ted i r.
“Fischer Weltalmanach 2012’nin
verilerine göre Bambara’ları %14 ile Fulbe (Peul), %9
ile Senufo ve Soninke, %8 ile Dogon, %7 ile Songhai ve
Malinke, %3 ile Diola, %2 ile Bobo, Oule ve Tuareg’ler
izlemektedir. Verilen bu oranların başka kaynaklarda
farklı verildiği olgusunu da yeniden vurguluyoruz.
Diğer etnik kökenlilerin sayısı daha azdır.
Nüfusun %85-90’ı kadar Müslüman, %10-15’i ise
farklı dinlerden oluşuyor. Hristiyanlar’ın sayısı (Katolik ve Protestan) % 2 ve Animist’lerin sayısı %1
olarak gösterilmektedir. Kimi yerli inançların da var-
panorama
tespitini yapıyordu! Bu yaklaşımlarına uygun olarak
da ABD, Almanya ve İngiltere değişik araçlarla ve
biçimlerde savaşta doğrudan yer aldılar. Savaşta yer
aldıktan sonra da, örneğin Almanya, parlamentoda
aldığı kararla hem savaşı destekleme, hem de Mali’ye
“Mali ordusunu eğitme” ve “lojistik destek” adına askeri gücünü yollama adımını resmileştirdi... Fransa
bile savaşı başlattıktan sonra parlamentoda sorunu
görüştü. BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararlara
onay veren Rusya ise 22 Şubat 2013 tarihinde “anti-terör girişimi”nde yani savaşta yer alacağına karar verdi. Fransa’nın Mali’ye askeri müdahalesi konusunda
şimdiye kadar takınılan tavırlarda emperyalist güçler
arasında önemli bir çatlak ses çıkmadı.
Emperyalistlerin temsilcilerinin ve borazanı medyanın kamuoyuna yansıttığı tabloya göre “islamcı terörizme karşı mücadele ve Mali’yi şeriatın ilan
edildiği bir devlet olma tehlikesinden korumak için”
bir “askeri müdahale” sözkonusudur. Fransa’nın Savunma
Bakanı Jean-Yves Le
Drian’ın deyimiyle: “Fransa,
çok, çok hızlı
müdahale etmeye yükümlüydü,
çünkü aksi halde
Mali yok olacaktı”! Mali’yi “yok
olmaktan kurtarmak için” yapılan bu müdahalede de “tüm
yardımsever
devletler” yerini
almaktadır! Bu
a n lat ı la n la r ı n
s a htek a rl ı ğ ı n ı
ortaya koymak
için, Mali hakkında kısaca bilgi verip askeri müdahaleye, savaşa gidiş sürecindeki gelişmelere bakalım.
21
panorama
lığını koruduğu ya da Müslümanlığın bu dinlerden
etkilendiği yönlü bilgiler de verilmektedir.
Amnesty International’in (AI) 2012 raporuna göre,
2011 yılında okur-yazarlık oranı %26,2’dir. Başka deyimle nüfusun dörtte üçü okuma-yazma bilmemektedir. Nüfusun 0-6 yaş kesimini gözönüne aldığımızda bu oran daha da yükselmektedir. Aynı kaynağa
göre yaş ortalaması 51,4 senedir. Başka kaynaklara
göre yaş ortalaması 48 senedir. İşsizlik oranı ise %30
civarında verilmektedir. Son 15 yıl içinde işsizliğin üç
kat arttığı söylenmektedir.
“Dünya Açlık Endeksi 2012”ye göre açlık oranı
%16,2’dir. Fakat açlık sınırı oranı burjuva medya tarafından çoğunlukla yoksulluk sınırı oranı olarak
gösterildiğinden gerçek açlık sınırı oranında olan insanların sayısı bilinmemektedir. %36 olarak gösterilen yoksulluk oranını
açlık sınırı oranı olarak
kabul etmenin önünde
hiçbir engel yoktur.
Mali’nin
yeraltı zenginlik
kaynak ları
açısından
zengin
olması, O’nun
dünyanın en
yoksul ülkeleri arasında
olmasını dıştalamıyor! BM’nin
ya da başka emperyalist kurumların istatistikleri her sene
başka ölçülerle değişse de,
Mali yer yer en yoksul 10, yer yer de
20 ülke arasında yer almaktadır. BM üyesi olarak
kabul edilen 194 devlet sayısını temel aldığımızda,
zengin devlet sayısının da bunun küçük bir oranı olduğunu bildiğimizde, Mali’yi yoksul devletlerin de
yoksul devletleri arasında saymak abartı olmayacaktır.
Mali’ye askeri müdahalede bulunulmasının esas
açıklaması, emperyalistlerin borazanlarının kamuoyuna empoze ettiği gibi “islami terörizm” değil,
Mali’nin yer altı zenginliklerini elde tutma, elde olmayanları da ele geçirme amacıdır. Mali’ye askeri
müdahalenin temelinde dünyanın yeniden paylaşımında enerji ve zenginlik kaynaklarına hakim olma
dalaşı vardır.
Mali Afrika kıtasının altın üreten 3. büyük devletidir. İhracatının %80’inden fazlası altın, %8,5’ini
ise pamuk ürünleri oluşturuyor. Ama emperyalistler
için en önemlisi üretilmemiş yeraltı zenginliklerinin
varlığıdır. Onlar için Altın’dan çok daha önemli olan
Uran vardır Mali’de. Fransız emperyalizmi atom
santrallerinin Uran ihtiyacının önemli bölümünü
Mali’de, Nijer sınırındaki Uran madenlerini talan
ederek karşılamaktadır. Mali’de varlığı tespit edilen
sadece Uran değildir. Mangan, Bakır, Gümüş, Boksit
(Alüminyumtaşı), Fosfat, Petrol, Doğalgaz gibi yeraltı
kaynaklarının varlığı da tespit edilmiştir. Son yıllarda tespit edilen bir şey de, sözkonusu bu kaynakların ton ya da litre vb. ölçülere göre varlığı, eskiden
varsayılandan çok daha büyük olduğudur.
Sözkonusu bu kaynakların bir
bölümü yıllardır talan edilirken (somutta Fransa,
Kanada, İngiltere ve
Avusturalya’nın
tekelleri tarafından), varlığı sonradan
tespit edilen
kaynakların
önemli bir
bölümü de
henüz
paylaşılmamıştır.
Tüm bunlara ek
olarak
Mali’nin
Çin ile ticaret ilişkileri de –anda öncelikle Mali’nin Çin’den ithalatı
önde gidiyor- gelişmektedir. Bu durum aslında Fransız emperyalizminin Mali’de
kendi egemenlik alanını koruma ve geliştirme amacını da, ABD, Almanya, İngiltere ve Rusya’nın “destek” adına savaşta yer almalarını da açıklamaktadır.
Paylaşılacak daha çok şey var ve savaşta yer alanlar
her halükarda pastadan pay alacaktır!
Mali’ye
askeri müdahalede
bulunulmasının esas açıklaması,
emperyalistlerin borazanlarının kamuoyuna empoze ettiği gibi “islami terörizm” değil, Mali’nin yer altı zenginliklerini
elde tutma, elde olmayanları da ele geçirme
amacıdır. Mali’ye askeri müdahalenin temelinde dünyanın yeniden paylaşımında
enerji ve zenginlik kaynaklarına
hakim olma dalaşı vardır.
22
GELİŞMELER VE SAVAŞ...
Burada özetle değineceğimiz gelişmeler, esasta 2012
Ocak ayından bu yana olan gelişmelerdir. Ama yer yer
gerekli olduğunda bu çerçevenin dışına da çıkacağız.
Bilinçlere çıkarmak istediğimiz bir nokta da Mali’deki durum hakkında, özellikle de sözkonusu edilen
yanlısı tavrıları nedeniyle Tuareg’lerin hemen hepsi
Libya’dan sürülmüştür.
Sözkonusu bu eski askerler (sayısı binlerce olarak
açıklanıyor) Kuzey Mali’ye, Azavad’a geldiklerinde
Mali merkezi devletine karşı –ki askeri olarak zayıf
bir devlettir Mali devleti, medyaya yansıyan bilgilere
göre silahlı çatışmalara girecek asker sayısı 2 ile 4 bin
arasındadır-, arazi alanı olarak Güney Mali’nin iki
katı olan ama nüfusun az olduğu Kuzey Mali’de mücadele etmenin olanaklı olduğunu gördüler. Kendisini Tuareg’lerin ve tüm Azavad bölgesinin temsilcisi
olarak gösteren ve Kasım 2010 tarihinde kurulduğu
söylenen “Azavad Milli Kurtuluş Hareketi” (MNLA)
17 Ocak 2013 tarihinde Nijer sınırı yakınlarındaki
Menka şehrini ele geçirdiğini ve şehri Mali’den kurtardığını ilan etti.
Bu arada kimi islamcı gruplar, örgütler de bölgede
öne çıkmaya, faaliyet göstermeye başladı. Yaşanan
çatışmalar, gelişmeler ertesinde Kuzey Mali merkezi
devletin kontrolü dışına çıkmıştı... Sözkonusu islamcı örgütlerle MNLA belli bir ortak davranış içinde
hareket ettiler ve kısa bir zamanda islamcı örgütler
MNLA’yı belli oranda etkisiz hale getirdiler... Bu
noktadan itibaren gerçekte neler yaşandığı, islamcı
örgütlerin kitlelere ne kadar baskı yapıp yapmadığı,
şeriatı ilan etmeye çalışıp çalışmadıkları konusunda
güvenilir kaynak olmadığından işin bu yanını geçiyoruz.
İslamcılarla MNLA arasındaki ilişki ya da çelişkiden bağımsız olarak Kuzey Mali merkezi devletin denetiminden çıkmıştı. Bu durum kimi ordu mensuplarını rahatsız etmiş ve sonuçta suçlu bulunmuştu:
Başkan Amadou Toumani Toure!
21 Mart 2013 tarihinde rahatsız olan ordu kesimi
Başkan’a başkaldırdı ve 22 Mart’ta, Başkan güvendiği
askerlerle güvenilir bir yere kaçabilse de, ordu Yüzbaşı Sanogo önderliğinde darbe yapmıştı! Yeni Başkan Sanogo anayasayı geçersiz ilan ederek tüm devlet
kurumlarının lağvedildiğini, Nisan ayında öngörülen başkanlık seçimlerini de iptal ettiğini açıkladı.
Darbenin nedeni “Başkanın Kuzey Mali’de teröristlere karşı kararlı bir mücadele” vermemesi olarak
açıklandı! Normal insan mantığıyla yaklaşıldığında,
ordunun darbe yapmasından sonra Kuzey Mali’yi yeniden kontrol altına almaya yönelik adımlar atması
gerekiyordu. Ama Ocak ayına kadar böyle olmadı!
Başta BM olmak üzere tavır takınan emperyalistler
darbeyi kınamış ve bir an önce “anayasal düzene geri
dönme” ve yönetimin sivillere devredilmesi yönlü
panorama
muhalif ve islamcı gruplar hakkında güvenilir haber
kaynaklarının -ne yazık ki- olmadığıdır. Bu durumda
takip edebildiğimiz kadarıyla varolan haberler içinde mümkün olduğu “kabul” edilebilir olanları seçme
durumundayız. Kuşkusuz ki bu durum her zaman
tespitlerimizde yanılma olasılığını barındırmaktadır.
Ama başka seçenek de yoktur. Tespitlerimiz andaki
verilere, haberlere dayanmaktadır. Veriler haberler
değiştiğinde veya olgular olduğu gibi aktarıldığında
tespitlerimiz de buna uygun değişecektir.
Askeri müdahaleye bahane edilen gelişmeler 2012
yılı Ocak ayında Tuareg’lerin milli haklarını elde etmek için Mali’nin Kuzey’ini kontrolü altına almaya
yol açan eylemleriyle başladı. Tuareg’ler sömürgecilerin Afrika’da belirledikleri devlet sınırlarının kurbanı olan, üzerinde yaşadıkları toprakların en azından
altı devlete bölündüğü, Mali somutunda da baskı altında kalan bir halk, millet. Tuareg’ler başta Mali ve
Nijer olmak üzere Burkina Faso, Nijerya, Cezayir ve
Libya’da yaşamaktadırlar.
1960 yılında Mali’nin bağımsızlığını elde etmesinden sonra Tuareg’ler milli hakları için birkaç kez
merkezi devlete karşı isyan etmiş ve isyanları kanla
bastırılmıştır. Tuareglerin taleplerinin neler olduğunu ortaya koyan belgeler ne yazık ki elimizde yok.
Ama verilen bilgilere göre esas talepleri özerklik olmuştur. Talepleri ister özerklik, isterse de ayrı devlet
talebi olsun, işin özü değişmiyor: Tuareg’ler milli baskıya karşı kendi kendini yönetmek istiyor! En basit
demokratik haklarını dile getirmektedirler.
Bu noktadan soruna baktığımızda sorunun kendisi
de, Tuareg’lerin talebi ve mücadelesi de yeni değildir.
Peki 2012 yılı Ocak ayında silahlı eylemlerle Kuzey
Mali’yi ele geçirmenin perde arkasında ne var? Belki
okurlarımıza inanılmaz gelebilir ama, Tuareg’lerin
zaten varolan taleplerine eklenen ve Kuzey Mali’yi
kontrollerine geçirmeye yol açan şey Libya’daki savaş
ve sonucu olmuştur.
Libya’da zaten Tuareg’ler yaşamaktadır. Mali somutunda da işsizliğin, yoksulluğun yoğunluğu Tuareg’lerin Libya’ya göçmesine yol açmıştır. Kaddafi
yönetiminin Tuareg’lerle ilişkileri iyi olduğundan ve
Tuareg’lerin de Kaddafi yanlısı olmalarından kaynaklanan bir ilişki sözkonusu olmuştur. Çoğu Tuareg Libya ordusunda da yer almış ve Libya’ya karşı NATO’nun/ emperyalistlerin yürüttüğü savaşta
Kaddafi’nin tarafında savaşmışlardır. Yenilgi, sözkonusu askerlerin ele geçirdiği silahlarıyla Mali’ye geri
dönmeye yol açmıştır. Bunun da ötesinde Kaddafi
23
panorama
24
talebi dile getirmiştir. 29 Mart’ta ECOWAS devreye
girmiş ve darbecilere anayasal düzeni sağlamak için
ültimatom verdi ve bunun yerine getirilmesi için
de üç günlük mühlet tanıdı. Aksi halde Mali’nin sınırlarının kapatılacağı, ticaretin dondurulacağı ve
Mali’nin Batı Afrika Merkez Bankası’ndaki hesaplarına el konacağı uyarısını yapmış ve buna uygun
da davranmıştır. 3 Nisan’da da Mali’nin ECOWAS’a
üyeliği düşürüldü.
Darbecilerin başı gelen tepkilerin baskısı altında
1 Nisan’da anayasal düzene yeniden geçildiğini ve
“demokratik seçimlerin” düşünüldüğünü açıkladı. 6
Nisan’da ise Sanogo ECOWAS tarafından ortaya konan “Çerçeve Anlaşması’nı kabul ederek yönetimi sivillere devretmeye evet dedi! Buna karşılık ECOWAS
yaptırımlarından vazgeçti. Sözkonusu bu planın yerine getirilmesi için de darbeye uğrayan Başkan Toure,
8 Nisan’da resmen istifa ettiğini açıkladı.
Azavad cephesinde ise Tuareg isyancıları kontrol
altında tuttukları bölgeyi 6 Nisan 2012 tarihinde Bağımsız Azavad olarak ilan ettiler. Bu ilana tepkiler
Azavad’ın Mali’nin bir parçası olduğu, böylesi bir bağımsızlığın gelecekte de tanınmayacağı yönündeydi.
Başkan ve başbakan atandı, istifa ettirildi, yeniden atandı vb. vb. fakat Mali’deki durum, anayasal
düzene geçiş bağlamında darbe öncesi duruma bile
dönemedi. Başkanlık seçimlerinin ise savaş durumu
elverirse yaz’dan önce yapılacağı açıklandı. Başkan ve
Başbakan atansa da ordu esas söz sahibi durumunda-
dır, ama ordunun kendisi de halkın kendisine karşı
mücadelesinin zayıflığı ve de emperyalist destekçileri
sayesinde düdük öttürmektedir...
11 Ocak 2013’e kadarki dönemde yaşanan gelişmeler içinde anlatmadığımız gelişmelerde iki noktaya
dikkat çekelim. Birincisi, yaşanan çatışmalar, güvensiz ortam, gıda su sıkıntısı vb. nedenlerle Ocak
– Temmuz 2012 döneminde 250.000 insanın komşu ülkelere kaçtığı, 105.000 insanın Kuzey Mali’de,
69.000 insanın da Güney Mali’de “iç kaçış” göçmen
durumunda olduğu yönlü bilgiler verildiği, Temmuz
– Aralık döneminde de
bu sayıların çoğaldığı
noktasıdır; ikincisi de
BM’nin savaşın esas hazırlayıcısı konumudur.
Mali’nin “birliğini, bütünlüğünü tesis etme”
adına, özellikle 20 Aralık
2012 tarihli 2085 sayılı
karar ile resmen askeri
müdahalenin yolu açıldı.
10 Ocak 2013 tarihinde
basına yansıyan haberlere göre islamcı gruplar
Güney Mali’de bulunan
(Kuzey Mali ile sınır)
Konna şehrine saldırıda
bulunmuş ve işgal etmişti. Aynı günün akşamı
atanmış Başkan Dioncounda Traore Fransa’dan askeri yardım istedi. 11 Ocak
günü daha bu haber basına bile yansımadan Fransız
emperyalistleri özel timlerle ve uçaklarla askeri müdahaleye başlamıştı bile. Bu durum bile savaşın önceden hazırlandığını ortaya koymaktadır. Tüm manipulasyonlara rağmen, şiddetli bir çatışma olmadan
ve empoze edilmek istenen duruma göre çok az sayıda ölüyle 28 Ocak’a kadar Konna, Goa ve Timbuktu
şehirlerinin ele geçirildiği açıklandı. Fransa askeri
müdahaleye 400 kadar askerle başladığını açıklamıştı, şimdi 4000 kadar askeri Mali’dedir. 5250 kadar da
ECOWAS’a üye olan ülkelerin askerleri var. 330 kadar
Alman askeri ve “AB ortak desteği” temelinde “logistik” ve “askeri eğitim” için gönderilen askerler bu
hesaplarda yok. Sonuçta Fransa asker sayısını azaltacağını, müdahalenin yönetimini BM’ye, ECOWAS’a
devretmek istediğini açıklasa da yuvarlak hesapla
10.000 kadar
loğa hazır görünmektedir, ama islamcı kesim değişik biçimlerde mücadeleyi sürdüreceğe benziyor. Bu
mücadele sadece Mali’de değil komşu devletlerde de
yansımasını buluyor. Örneğin Cezayir’de rehin alma
eylemi gibi eylemler de varlığını sürdürecektir.
Fransa Savunma Bakanı’nın: “Biz, bir tek direniş
yuvasını geriye bırakmayacağız.” tespiti ile Mali’nin
atanmış Başkanı’nın Fransa’yı kastederek “Birlikte
teröristleri son inlerine kadar avlayacağız!” taahhüdü
birleştiğinde Mali’yi işgal, AFISMA misyonunun kısa
sürede sona ermeyeceği garantilidir!
Kuzey Mali’deki şehirlerin üç hafta içinde ele geçirilmesinin bir şova da ihtiyacı vardı! Fransa Başkanı
François Hollande Mali’yi “ziyaret” etti... Timbuktu’ya
gitti! Medyaya Mali halkının Hollande’yi nasıl sevinçle kutladığı, Fransa’nın “kurtarıcı desteği” için
“Teşekkürler Fransa” ya da “Baba Hollande” gibi sloganlar atıldığı resimleri, haberleri yansıdı. Bu “kurtarıcılığa teşekkür” için de Hollande’ye bir küçük deve
hediye edildi! Eh Avrupalılar bu hediye ile alay geçtiler! Ama Hollande’ye esas “hediye”, UNESCO tarafından verildi...
Bilindiği gibi UNESCO, BM’nin bir örgütü! İlgili alanı da eğitim, bilim ve kültür olması gerekiyor.
UNESCO birçok emperyalist kurum gibi ödüller
de dağıtıyor! Örneğin BARIŞ ÖDÜLÜnü! Bu sene
UNESCO Barış Ödülü, Fransa Başkanı Hollande’ye
verildi! Açıklaması ise Fransa’nın “Afrika halklarına
gösterdiği destek!” somutta da Mali’ye askeri müdahalesidir! Yani emperyalist kurumlar savaşı ödüllendirmektedirler!
Evet, Mali’de emperyalistlerin ödüllendirdiği bir
savaş, işgal sözkonusudur. Savaşta ne kadar “teröristin”, askerin ve de sivilin yaşamını yitirdiği, savaş ve
işgalin ne kadar mali giderleri olduğu, olacağı ve de
bu savaşın Mali halklarına ne kadar zarar verdiğinin
hesabı, dökümü, işin tali yanıdır. Gerektiğinde bu da
yapılır elbette!
Meselenin esası ise dünyanın egemenlerine, emperyalist güçlere ve sisteme karşı, yerel gerici, işbirlikçi
güçlere karşı, dünyanın ezilenlerinin, halklarının, işçi
ve emekçilerinin mücadele cephesini yaratabilmektir. Mali’deki gelişmeleri kuşkusuz ki takip edeceğiz.
Gelişmelerin nasıl olacağından bağımsız, şimdiden
söylenmesi gereken şeylerin başında emperyalist müdahaleye, savaşa ve işgale hayır! Tüm işgalci güçler
Mali’den defolun! vb. tavrı gelmektedir!
26 Şubat 2013 ✓
panorama
askerle Mali işgal edilmiştir.
Fransa Savunma Bakanı ve Başkanı ilk başta müdahalenin birkaç haftalık bir harekat olacağını açıkladılar. Kısa süre sonra bu açıklama “gerekli olduğu
sürece müdahale sürecek” ifadesine dönüştü. Gerekli olduğuna ise kuşkusuz ki Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre karar verilecektir. Fransa’nın
BM’den Mavikasklı askeri güç talebinde bulunması
ise savaşın ve işgalin giderlerinden kurtulmak içindir
de!
Kuşkusuz ki ECOWAS’a devredilmek istenen görev
BM çatısı altında gerçekleşeceğinden, ECOWAS’ın
Mali’deki askeri gücü de Mavikasklı güç olarak gösterilebilir. Daha şimdiden ECOWAS asker sayısını
7-8 bine çıkaracağını açıklamıştır. Fransa geri plana
çekilecek.
Ayrıca işgalin mali giderlerinin karşılanması ve tek
devlete yüklenmemesi düşüncesiyle 29 Ocak 2013 tarihinde Etiyopya’nın Başkenti Addia Ababa’da yapılan “Bağışçılar Konferansı”nda 455,53 Milyon ABD
Doları ve miktarı açıklanmayan askeri malzeme/
silah vb. ve askeri eğitim malzemesi “bağışlandı”! Japonya savaşa en yüksek “bağışı” -120 Milyon Dolaryaparak katıldı! ABD 96 Milyon, Fransa 47 Milyon
ve Almanya 20 Milyon Dolarla en fazla “bağış” yapan
devletler oldu. Ayrıca Afrika Birliği (AU) ve Avrupa
Birliği (EU) birlik olarak da “bağış”ta bulundular.
Mali’ye askeri müdahale ve işgalin uluslararası karakterde olduğu, emperyalist bir müdahale olduğu
hem savaşın hazırlanmasında, hem de pratiğe geçirilmesinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunun Afganistan, Irak veya Libya’dan farkı, Mali devletinin
yönetiminin de bu askeri müdahaleden, savaştan
yana olmasıdır, emperyalistlerle ortak davranmasıdır. Tuareg’ler ve sözkonusu edilen islamcı grup ve
örgütleri –genelde de nüfusun azının olduğu Kuzey
Mali’yi- saymazsak, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı
Güney Mali’de egemenlere karşı halkın, ezilenlerin
mücadelesinin hemen hemen olmadığı bir durum
sözkonusudur.
Yaklaşık üç haftalık bir süreçte Kuzey Mali islamcı gruplardan da, MNLA’dan da geri alınmış, ama
sorunlar 11 Ocak’tan öncesine göre azalmamış, çoğalmıştır. İşgalci güçlerin sayısı ne kadar ya da hangi devletten olursa olsun, Mali’de daha uzun süre bu
müdahalenin devamı ve sonuçlarıyla uğraşılacaktır.
Ayrıca sözkonusu şehirlerin geri ele geçirilmesi, ne
MNLA’nın ne de islamcı grup ve örgütlerin varlığını ortadan kaldırmıştır. MNLA görüşmelere, diya-
25
güncel
Tunus’ta “Arap Baharı” Yasemin
Devrimi Üzerine Görüşme Notları
Ocak 2013 de Tunus/Hammamat’ta ETTAJDID
temsilcisi Bay Guediche Fethi ve Hatem Knechine ile
yapılan bir görüşmenin notlarını okurlarla paylaşmak istiyorum.
Bilindiği gibi Tunus Arap Baharı’nın “Yasemin
Devrimi” (17 Aralık 2010-14 Ocak 2011) ile başladığı
ilk ülkedir. Tunus, 162.155 km2 yüzölçümüyle Kuzey
Afrika’da yer alan bir ülkedir. Doğusu ve kuzeyinde
Akdeniz, güneydoğusunda Libya, batı ve güney batısında Cezayir bulunmaktadır. Ülkenin güney kısmını Büyük Sahra Çölü kaplar.. Tunus Cezayir ile
965 km, Libya ile 495 km sınıra sahiptir. Tunus genel
26
olarak bir tarım ülkesidir. Ülke topraklarının % 55’i
tarıma elverişlidir. Ancak bu alanın % 35’i ekilebilir topraklardan oluşmaktadır. Tunus, zeytincilikte
dünyadaki ilk 10 ülkeden biridir. Nüfusu 10 milyondur. Kişi başı yıllık gelir 4000,- Dolar civarındadır.
Fransa sömürgeciliğinden kurtuluş tarihi 20 Mart
1956’dır. İlk devlet başkanı 1957‘de iktidara gelen H.
Burgiba’dır.
Görüşme yaptığımız Guediche Fethi Bey 1994-1999
tarihleri arasında ETTAJDID (Yenileme Hareketin)
de milletvekilliği yapmıştır.
ETTAJDID (Yenileme Hareketi) Zine el-Abidine
Ben Ali ‘nin iktidarda olduğu/başkanlığı döneminde
legal alanda var olan az sayıda ‘muhalefeti’ temsil etmektedir. ETTAJDID Nisan 1993 de dağılan eski Tunus Komünist Partisinin kalıntılarından doğmuş bir
partidir. Bu partinin muhalefetinin faşist Ben Ali‘nin
çizdiği sınırlar içinde‚’izinli’ bir muhalefet olduğu bilinmelidir.
ETTAJDID (Yenilenme Hareketinin) ideolojik çizgisi vikipedia bilgilerine göre demokratik sosyalist
sekuler (laik) ve sol cumhuriyetçiliktir. Bir çeşit bizdeki
Ortanın Solu gibi bir şey. .. Bir
anlamda 1957-1987 yılları arasında başkanlık yapmış Tunus
Kemalisti Burgiba‘nın sol çizgisi, yani Türkiye’deki Ecevit
çizgisine denk düşmektedir..
Anda ALMASSA denen ittifak
içindeler ve 217 Delegeli Tunus
Kurucu Meclisinde 6 temsilcileri / delegeleri vardır.
Görüşme soru cevap şeklinde oldu.
Soru: - Kurucu mecliste kim
hâkim? Radikal İslamcılar temsil ediliyor mu?
Cevap: - 217 delegenin olduğu Tunus Kurucu Meclisinde en güçlü parti 89 delege
ile Rachid al-Ghannouchi’nin
başkanlığındaki Tunus İslamcılar Partisi
EN
NAHDA’dır. Bunlar Türkiye’deki AKP ayarında bir
partidir. Onun daha sağında radikal İslamcılar da
var mecliste.
Soru: - Tunus Devrimi nasıl gelişti?
Cevap: - İlk başta kadınlar, halkın yoksul kesimleri, laikler ayaklandı. İslamcılarla alakası olmayanlar
ayaklandı. 17 Aralık 2010‘da başlayan yoğun ayaklanma 14 Ocak 2011’de Ben Ali’nin devrilmesiyle du-
Soru: - Halk neden ayaklandı?
Cevap: - Devlet çalışmıyordu, İçişleri bakanı saf
dışı edilmişti, İslamistler ülkeye giremiyordu.. Devrimci romantizm vardı, kimin geleceği kimseyi ilgilendirmiyordu. İslamistlere Suudi Arabistan‘dan ve
Katar‘dan korkunç paralar akıyordu.. Esas ayaklanma
ekonomik ve yoksulluktan doğdu. Önce diğer şehirlerde başladı sonra Tunus’a (başkent) geldi. Hareketin
temeli 2008’de fosfat madenindeki işçiler tarafından
atılmıştı. Madenlerin olduğu bölgede 6 ay boyunca
sıkıyönetim vardı.. Özünde ayaklanmayı fosfat işçileri başlatmıştır. Ben Ali’nin gitmesinde İslamistlerin
rolü olmamıştır. Onların büyük güç olması Suudi ve
Katar’dan gelen paralarla satın alınarak sağlanmıştır. Tunus’taki UGTT (Tunus Genel İşçiler Birliği)
Sendikası ayaklanmada önemli rol oynamıştır. Bu
sendika tüm olanaklarını ayaklanma (nın hizmetine
sunmuştur.) için kullanıma açmıştır.. Ofislerin kullanılması, örgütlenme işleri buradan yapılmıştır. Ben
Ali Rejiminin baskısı altındakilere UGTT Sendikası
kapılarını açmıştır. Bu sendikada bağımsızlar, sollar
ve kendini gizleyenler vardı. Sendika yönetimi solcuların elindeydi. Bugün de öyledir, bu sendikada İslamistler yoktur.
Ben Ali Rejimi çöktü, çünkü Ordu ve Polis Ben
Ali’yi bıraktı / terk etti. Yeni gelenlerin içinde ilericiler vardı. Mesela İçişleri bakanı bunlardan biriydi.
14 Ocak 2011’deki geçici hükümete karşı aşırı solcular (Front Populer-Halk Cephesi- Eski Maocular/
Troçkistler anda Kurucu Mecliste 3 delegeleri var)
İslamcılarla işbirliği yaptılar. Eski Ben Ali Rejiminin
adamları da bunları destekledi.. 2 büyük yürüyüşle
Ben Ali’den sonra kurulan 2 hükümet de devrildi.
1959’da yapılan Anayasa ile modern laikler arasında uzlaşma ile devlet laik ilan edilmiş ve halkın
dini İslam olarak Anayasaya yazılmıştır. Anayasanın
tanıdığı imkânlarla demokrasi verilmiş, kadınlara
kürtaj vb haklar tanınmıştı. Devlet tüm dinlere aynı
uzaklıkta idi. (TC deki gibi tepeden inme yasalar..)
Tüm bunlar Kemal (Atatürk) hayranı Burgiba önderliğinde yapılmıştı. Burgiba Kemal hayranı olmasına
rağmen Kemal‘in yöntemini radikal olarak değerlen-
diriyordu.
Devrim/Ayaklanma sonrası yapılan ilk seçimlerde
İslamcılara dıştan gelen maddi yardımın dışında, çok
fazla bölünme olunca, parsayı İslamcılar topladı. İnsanlar yoksulluk, rüşveti vs duymuyordu. 150 listenin
olduğu bir seçimde maddi olarak güçlü olan İslamcılar kazandı.Katar’dan yayın yapan Aljazeera TV
imkânlarını İslamcılara sundu, yolu açtı.. Aljazeera
TV ile Tunus TV sürekli Ben Ali’nin rezilliğini montajlayıp sundular... İnsanlar Ben Ali’den kurtulalım da
ne olursa olsun diyordu, İslamcılar da bundan yararlandı.
güncel
ruldu. İslamcılar ayaklanma içinde yoktular. Onlar
Fransa ve İngiltere’de gizlice Ben Ali ile görüşüyorlardı. Bilindiği gibi 1959’da Burgiba döneminde yapılan Anayasa ile yasal haklar Fransa‘dakinden farklı
değildi. Anda bu haklar (var olan) hükümetteki İslamcılar tarafından geri alınmaya çalışılıyor.
Soru: - Ben Ali Burgiba’nın devamı, nasıl oldu da
Ben Ali iktidara geldi?
Cevap: - 80’li yıllarda ekonomik krizden dolayı
belirli ayaklanmalar olur. O dönemde Ben Ali askeriyede Gizli Servis şefidir. Burgiba yaşlanmıştı... Dönemin ABD- Başkanı baba Bush’un desteği ve zorlamasıyla Ben Ali iktidara getirilir.
Soru: - İslamcılar iktidarda, perspektif nedir?
Cevap: -Suudiler Tunus’ta aynı zamanda Salefileri
de destekliyor, bunların özel milisleri var ve bu milisler demokratlara, solculara ve laiklere saldırıyorlar.
Soru: - Bu Salefiler AL NAHDA’cılara da karşılar
mı?
Cevap: - İslamcılarda da birçok akım var, onlar da
bir bütün değiller. Karşı oldukları da var, Salefiler
içinde Cihadcılar da var. Anayasa için bir sürü kavga
var. İslamcılar şeriat istiyor. Demokratlar da şeriata
karşı.
Soru: - AL NAHDA/İslamcılar şeriat istiyor mu?
Cevap: - Açık değil, 1959 Anayasasının 1. Maddesini kabul ediyor. 148. Maddeyi de kabul ediyorlar..
Açık değil gizli oynuyorlar.. 1959 Anayasasında 27.
Madde sınırsız grev hakkıyla ilgili ve AL NAHDA bu
hakkı sağlık ve güvenlik alanlarında sınırlandırmak
istiyor. 1959 Anayasasında kadınlar eşit hakka sahip,
bunlar kadınları erkeklerin tamamlayıcısı olarak görüyorlar, tartışmalar sonucu geri adım attılar…
Soru: - Anayasa ne zaman oylanacak?
Cevap: - Normal olarak süre bitti, 23.10.2012’de
oylanması gerekliydi. Sürekli uzatarak zaman kazanmak istiyorlar. Bu arada devlet de kadrolaşmayı yoğunlaştırmış durumdalar. Kırsal alanda İslamcıların
27
güncel
28
güçleri pek yok. Daha çok şehirlerin yoksul kesimlerinde etkililer...
Demokratik kesim Anayasanın biran önce yapılıp
sonuçlandırılmasının peşinde. Hükümettekiler ise
oyalamaya çalışıyor. Muhalefet yeni seçimler yapılana kadar Adalet, İç ve dış İşleri bakanlıklarının bağımsız olmasını istemektedir.
* Bağımsız bilgiye özgürce ulaşma.
Durum kötü olmasına rağmen şimdilik hükümetin
kaybetmesi garanti değil. Muhalefet birliğini sağlam
tutamaz ise, hükümettekiler yeniden kazanabilir.
Hükümete yeniden dış destek söz konusu. Muhalefet seçimler öncesinde üç bakanlığın (İç-dış işleri ve
Adalet Bakanlığı) bağımsız olmasını istiyor.
Soru: -Kaç tane yeni Anayasa taslağı var.?
Cevap: - Anayasa tartışmalarında üç ittifak söz konusu.
Bunlar. 1.ittifak: AlJoumham + Nidaa Touness
(merkezci sekuler) + Al Massa (ETTAJDID) 2.ittifak:
Front Populare (PDM) Halk Cephesi 3. ittifak. İslamistler AL NAHDA
Tartışmalardaki gruplaşmalar/saflaşmalar böyledir.
1. ittifaktaki üçlü partiyi/bloğu İslamistler parçalama çabaları içindeler. Ben Ali artıkları da bu üçlünün
içindeler. Bunlar Ben Ali döneminde olanları reddediyor ve Burgiba’ya sahip çıkıyorlar... Burgibacıların
gücü bilinmiyor. Bu üçlü ittifakın kazanma ihtimali
var. Bunun için de İslamistler bu birliği kırmak istiyor. Hatta Burgibacıları Ben Alici diye yasaklama
yasası çıkarmak istiyor.
Soru. - Anlattıklarınızdan 14 Ocak 2011 geriye gidişin başlangıcı olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Doğru mu
anladık?
Cevap: -Bu sorunun cevabı finale bağlı. Demokrat muhalefet kesimi kazanırsa, daha ileri gitmenin
önü açılabilir. Kadınların şimdiye kadarki durumları ne olacak, onlar gidişata müsaade edecekler mi!
Ekonomik gelişmenin durumu belirleyecek.. Bireysel
özgürlükler gerçekleşecek mi? Uluslararası bazı antlaşmalarda Tunus’un imzası var, bunlar tanınacak
mı? Yoksa ret mi edilecek! Tüm bu vb. sorular cevap
bekliyor. Bunlar gidişatın yönünü belirleyecektir. Suriye ve Cezayir düşerse, bahar, uzun dönem sürecek
kara geceye dönüşür.
Soru: - Anayasa ve Referandum zaman açısından ne
kadar daha uzatılabilir?
Cevap:- En fazla 1 yıl. İslamistler seçime gitmekten
korkuyor. Tüm partilerden bakan alıp milli mutabakat hükümeti kurma önerisini muhalefet ret etti.
Çünkü hem ekonomik hem de politik olarak işler
kötüye gidiyor, muhalefet sorumlu olmak istemiyor.
İşler kötüye gittiği için de daha fazla uzatamazlar.
Düşüşü hükümet de hissediyor. Kriz çok büyük.
Açık oturumlarda açık olarak tartışılmaktadır. İşsizlik acayip artmış durumda. 400 bin işçi işe alınacağı
ilan edildi, ama 30 bin kişiye iş verildi. İleri sürülen
talepler
İş, Ulusal onur, Özgürlük ve demokrasi
Ben Ali zamanındaki eylemlerde ölü sayısı 60 idi.
Ben Ali’nin yıkıldığı 14 Ocak 2011 den bu yana ise
eylemlerdeki ölü sayısı 200 buldu. Katiller bulunsun
mahkemeye çıkarılsın denildi, ama olmadı. Sosyal
adalet gerçekleşmedi. Ben Ali gitmeden bir gün önce
300 bin işsize iş vaat etti. Bunlar 400 bin vaadinde
bulundular. Bugün işsizlik 1 milyonu buldu. Bunlar
(İslamistler) Ben Ali’nin son döneminden daha da geriye gittiler. Devrim sözde devrim oldu.
Talep * Bağımsız Yargı/Adalet
Soru: - Ordunun durumu nedir?
Cevap: - Anda savunma bakanlığı İslamistlerin
elinde değil. Ordunun % 70 yakını Cumhuriyetçi.
Anda ortadalar. Yasalara bağlı, tarafsız kalmak istiyorlar. O yüzden siyasetin belirlediği yöne giderler.
Bizim sorduğumuz sorulara verilen cevaplar böyleydi. Elbette onlar da bize bir dizi sorular sordular.
Örneğin: AKP ‘nin durumu nedir? Bunlar kendilerini Müslüman kardeşlerden ayırıyorlar mı? Gerçekten öyle mi? Türkiye’nin ekonomisi dıştan bakıldığında iyiye gidiyor, bu halka yansıyor mu? İsrail
Türkiye çatışmasında durum nedir? Türkiye ile Suriye arasındaki sürtüşmede halk ne düşünüyor? Kürtlerin durumu nedir? Vb sorular soruldu, bizler de dilimizin döndüğü kadar YDI Çağrı’daki çizgiyi onlara
anlatmaya çaba sarf ettik..
Görüşmeden karşılıklı memnuniyet ve teşekkürlerle ayrıldık.
Görünen o ki, Tunus’ta da gelişmenin nereye doğru
olacağı sorusu henüz cevaplanmış bir soru değil. Muhalefetin Burgibacı kanadının genel değerlendirmesi
ve muhalefetinin özü CHP ‘nin AKP’ne karşı yürüttüğü muhalefetle parallellik gösteriyor.
YDİ Çağrı Okuru
Ocak 2013 ✓
güncel
Çin’de İşçi Sınıfının
Durumu
I.Bölüm
Ön açıklama: 1976 yılında Mao Zedung’un ölümü ve 1978’deki modern revizyonizmin iktidarı
devralmasıyla bütünüyle Çin’de kapitalizmin restorasyonu çok hızlı bir şekilde gelişti. Her şeye Rağmen
Çin’in bürokratik-devlet kapitalisti bir sistemden “büyük güç olma yolundaki emperyalist bir güç”e
dönüşmesini 2007’de tespit etti. (HR, S:46, sf:52, 2. Konferans Raporu). Bu değerlendirme, 2009’da “Çin:
Büyük güç olma yolundaki emperyalist ülke” başlıklı makalede Çin ekonomik, siyasi, askeri ve
ideolojik olarak tüm alanlarda tahlil edilerek kanıtlandı. (Sayı:51, sf:3). Her şeye Rağmen 2011’de Çin’in
büyük güce gelişmesini kapanmış bir süreç olarak değerlendirdi ve “Çin’i emperyalist büyük güç olarak”
kabul etti. (Sayı:58, Sf:4, 3. Kongre Raporu). Aşağıdaki makalede ana konumuz Çin’de işçi sınıfının ve sınıf
mücadelesinin durumudur. Bu değerlendirmenin ağırlıklı olarak Almanca kaynaklara dayandığını en baştan
saptamak istiyoruz.
A
şağıdaki makalede ana konumuz Çin’de işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin durumudur. Bu
değerlendirmenin ağırlıklı olarak Almanca kaynaklara dayandığını en baştan saptamak istiyoruz.
Sayısal olarak dünyanın en büyük proletaryası
Çin’de yaşamakta ve mücadele etmektedir.
Çin’deki kadın ve erkek işçilerin günlük yaşamı kapitalist iş dünyası ve - anayasa, çalışma-ve sendika yasalarında kayıt altına alınmış - geniş kapsamlı bir hak
yoksunluğu, feci bir insan hakları durumu ve bizzat
geçerli hakların hiçe sayılması ile belirlenmektedir.
İşçiler, sermayenin ve onun devletinin, sosyal-faşist
diktatörlüğün tam karşısında duran ezilen, sömürülen sınıftır. Çinli kadın ve erkek işçiler kaderlerine
teslim olmuyorlar. Onların direniş eylemleri, grevleri, yürüyüş / gösterileri ve örgütlenmesi, özellikle son
on yıl içinde durmaksızın gelişti.
Dünya çapında emperyalist bir büyük güç haline
gelen Çin’in ekonomik gelişmesi hâlâ hızlıdır. Hemen
hemen 30 yıllık bir zaman dilimi baz alındığında,
Çin’in ekonomik dinamizmi ile karşılaştırılabilecek
hiçbir kapitalist ülke örneği yoktur. 2006’dan 2010’a
kadarki 11. Beş Yıllık Plan döneminde Çin, satın alma
paritesine göre ölçülen GSİÜ’de ekonomik güç olarak
dünya sıralamasında beşincilikten ikinciliğe çıktı.
Çin’in iktisadi büyümesi son 30 yıl içinde ortalama
% 10 civarında idi.
Dünya Bankası Kasım 2011’de, Çin’deki GSİÜ-büyümesi ile ilgili tahminini 2011 yılı için tahmin edilen % 9,1 den sonra, 2012 yılı için % 8,2 olarak yaptı.
(23.11.2011 tarihli Junge Welt adlı günlük gazete). Çin
ticaret hacminde dünya çapında ikinci sırada bulunmaktadır. Çin’in döviz rezervleri 2010 yılı sonu itibariyle 2,85 bilyon ABD-Doları tutmaktadır. “Çin’in
yurtdışındaki dolaysız yatırımları, mali sektör dışta
tutulduğunda 2009 sonunda toplam yaklaşık 172 milyar ABD-Doları buldu. Çin’in yurtdışındaki dolaysız
yatırımlarının toplam tutarı 2010’da geçen yılla karşılaştırıldığında 59 milyar ABD-Doları (+ % 36,3’e tekabül eder) oranında arttı.”1)
Çin’de zenginlik ile yoksulluk arasındaki farklar
aşırı derecede büyüktür ve makas giderek daha da
açılmaktadır. Nüfusun en zengin % 10’u özel servetin/varlığın % 40’tan fazlasına sahiptir; buna karşılık
en fakirler % 2’den daha azına sahiptir.2)
Sorumuz şudur: Çin’deki kadın ve erkek işçi ve
29
emekçilerin somut durumu nasıldır?
güncel
Dünya çapında en büyük işçi sınıfı
Çin’in 2010’da nüfusu 1,341 milyardır. Bunun yaklaşık 761 milyonu çalışanlardır.3) Her yıl yaklaşık olarak 9 milyon “yeni” çalışanlar hesap edilmekte veya
devlet tarafından planlanmaktadır. Karşılaştırmak
için: Aşağıdaki devletler / devletler topluluklarının
çalışanların sayısı birlikte ele alınsa bile: 27’lerin AB,
30
222,9 milyon, ABD 139 milyon, Rusya 75,8 milyon,
Japonya 62,57 milyon, Kanada 17 milyon ve Avustralya 11,25 milyon 4) buna rağmen Çin’deki çalışanların
sayısı daha da yüksektir.
ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü)’ya göre dünya
çapında yaklaşık 3.261 milyon insan çalışmaktadır.
Çinli emekçilerin dünya çapında tüm çalışanlarda
oranı yaklaşık % 25 civarındadır.
Çin’deki kadın ve erkek işçiler çeşitli tabakaları
kapsamaktadır: devlet işletmeleri, özel-devlet (ortaklığı - ÇN) işletmelerinin kadın ve erkek işçileri,
yerli ve yabancı “karışık” şirketlerin ve özel ve yabancı büyük holdinglerin işçileri ve kır proletaryası. Özel
sektör – 40 milyonun üzerinde özel işletme ve ‘bireysel’ şirket var – 7,8 milyonu son beş yıl içinde devlet
işletmelerinden işten çıkarılan işçiler olmak üzere,
toplam 160 milyondan fazla insanı çalıştırmaktadır.
Özel işletmelerdeki işçilerin sayısı, devlet işletmelerinde çalışan çalışanların sayısı gittikçe azalırken,
sürekli artmaktadır.5) “2001’e kadar devlete ait tüm
işletmelerin % 86’sı bütünüyle veya kısmen özelleştirilmiş idi.” 6)
----------1)
Wirtschaftdaten kompakt [Yoğun bir şekilde ekonomik veriler – Almanca - ÇN], 15. 07. 2011 tarihi itibariyle,
FAC’nin Pekin Elçiliği, www.peking.diplo.de
2)
www.amnesty.ch/de/aktuell/magazin/52/china-soziale-probleme,2008
3)
15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftdaten kompakt
4)
www.stockworld.de, 15.12.2011;ILO, 2009
5)
“Çin’in özel ekonomisi 160 milyon insanı çalıştırıyor”,
ÇHC’nin Ticaret Bakanlığı, 07. 02.
2011, german.mofcom.gov.cn;”Özel
işletmeler Çin’in işsizlik sayısını düşürüyor”, RIAnovosti, 2010, de.rian.
ru/business
6)
“All China Federation of Trade Unions” (=Tüm Çin Sendikalar
Birliği Federasyonu – ÇN) nun rolü:
Onun Çin işçileri için bugünkü önemi”, Bai Ruixue, “Working USA –
The Journal of Labor and Society”,
Volume 14. 03. 2011 (= Çalışan ABD
– İşçi ve Toplum ‘Dergisinin 14.03.
2011 tarihli sayısı’dan – ÇN), www.
forumarbeitswelten.de Kızıl Çin
döneminin, proletarya diktatörlüğünü uygulayan ve sosyalist
büyük sanayide çalışan işçi sınıfı
artık varlığını sürdürmemektedir. 19.yüzyılda İngiltere’deki sanayileşme-sürecinin birçok özellikleriyle
karşılaştırılabilir olan onun ‘ilk birikimi’yle, Çin’de
kapitalizmin gaddarca gelişmesi kırda yoksullaşmaya
ve gerçekten kırdan kaçışa zorlanmaya götürdü. Bu
ise Çin proletaryasının en fazla ezilen ve sömürülen
kesiminin, “göçebe işçilerin” doğum saati oldu. Onlar yaklaşık 242 milyon insandır.7) Çin devleti Hukou
(ikamet kayıt) sistemi ile kırdan gelen işçilere kentlerde oturma hakkı vermediğinden, onlar köyleri ile
kentlerdeki işyerleri arasında oradan oraya göç etmeye zorlanmış durumdadırlar.
Yaklaşık 761 milyon çalışanın 347 milyonu şehirlerde, 414 milyonu ise kırda çalışmaktadır. Kentlerdeki 347 milyon çalışanın 64 milyonu hâlâ devlete
ait işletmelerde çalışmaktadırlar. “Kentlerde devlet
işletmelerinde çalışanların sayısı 1998’den 2009’a kadar 90,58 milyondan 64,20 milyona geriledi ve onların toplam çalışanlar sayısındaki payı % 41,9’dan %
20,6’ya düştü; buna karşın limitet şirket ve anonim
şirketlerde çalışanların sayısı 8,94 milyondan 33,89
milyona çıktı; onların toplam sayıdaki payı % 4,1’den
7)
15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt
“Beyaz Kitap”, Çin Halk Cumhuriyeti
Devlet
Konseyi’nin Basın Dairesi, Eylül 2010, Pekin, german.china.org.cn
9)
Tüm sayılar 15. 10. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt’tan
10)
15. 07. 2011 tarihi itibariyle Wirtschaftsdaten kompakt
8)
koşullarında yatmaktadır.
Çin HC’nin Anayasası
Tek tek yasalara değinmeden önce iki merkezi noktayı baştan belirtmek istiyoruz. Birincisi: Emekçiler
için çok sınırlı sayıda ve kısıtlanmış olan hak yasalarla güvence altına alınmıştır. Hemen hemen bütün
sorunlarda bizzat yasaların içinde zaten az sayıda güvence altına alınmış hakların ortadan kaldırılmasına
izin veren istisnai düzenlemeler vardır. Bu anlamda
birçok hakların sadece kâğıt üzerinde varlığından
söz edilebilir ve bu hakların üzerinde yazıldıkları
kâğıt kadar bile değeri yoktur. İkincisi: Çinli parti ve
devlet bürokrasisinin diktatörlük sistemi tanınan az
sayıda hakların talep edilmesini bile işçiler için zorlaştırmakta ve imkânsız hale getirmektedir. Neden?
Çünkü Çin mahkemelerinde açılan davaların büyük
çoğunluğunda hak arayanın başarılı olma şansı yoktur.
Bütün yargılama erki sosyal faşist diktatörlüğün bir
parçası olup, sisteme karşı koşulsuz yükümlüdür. Bu
yargılama erki kendi “sınıfsal çıkarlarına” uygun olarak karar vermektedir. Eğer yasalarda işçiler lehine
değişiklikler yapılıyorsa, eğer davalarda tek tek işçilerin lehine kararlar çıkıyorsa, bu yalnızca emekçilerin
yoğun direnişinin egemenleri buna zorladığı içindir.
güncel
% 10,9’a; özel işletmeler ve tek kişilik firmalarda 32,32
milyondan 97,89 milyona, onların toplam sayıdaki
payı %15,0’dan % 31,5’a yükseldi.”8)
Toparlarsak bu, kentlerdeki çalışanların çoğunluğunun göçebe işçiler olduğu anlamına gelir. Göçebe
kadın ve erkek işçilerin özel durumunu makale dizimizin II. Bölümünde inceleyeceğiz.
Çin’de çalışanların % 45’i kadınlardır. Çalışanlar
yüzdesel olarak şu dallara ayrışmaktadır: Tarımda %
37, sanayide % 29 ve hizmet sektöründe % 35. Resmen
açıklanan işsizler 9,1 milyon (% 4,1) dur. 9) Ne var ki
bizzat Çinli uzmanlar bile bu sayıların ‘düzeltilmiş’
veriler olduğunu itiraf etmektedirler. İşsizlik oranı
verilen sayının çok üstündedir. “Çinli iş piyasası uzmanları kentsel işsizliğin % 10’nun üstünde olduğunu,
kırsal alanda ise 100 milyondan fazla “ iş bulamayan
işgücü” olduğunu tahmin etmektedirler.”10)
Çin’deki toplumsal zenginliğin kaynağının kimler
olduğunu bu veriler bilince çıkarmaktadır. Çin’deki
on yıllardır çok hızla büyümenin arkasında çalışma,
yüz milyonlarca Çinli emekçinin iş gücü durmaktadır. Onların acımasızca sömürülmesi ve Çinli egemenler ve yabancı tekeller / holdinglerin elde ettiği
ekstra- kârın azamileştirilmesi, son 30 yılda devasa
boyutlardaydı. Çin “mucizesi”nin gizemi her şeyden
önce Çinli kadın ve erkek işçilerin inanılmaz yoğunlukta azgınca sömürülmelerinde, posalarının çıkarılmasında ve onların feci yaşam ve çalışma
-----------
Çin HC’nin Anayasası
Sosyalizmin inşasından kapitalizme geri
dönüş aşaması
Çin KP’sinin parti-egemenleri propagandalarında,
Çin’in eskiden olduğu gibi halen de güya işçi sınıfının yönettiği “sosyalist” bir “devlet” olduğunu söyleyerek övünüyorlar. Bu Anayasada da böyle kayıt
altına alınmıştır. Bu yalanın Almanya’da da hâlâ taraftarları vardır. DKP(Alman Komünist Partisi), Sol
Parti ve KAZ(Komünist İşçi Gazetesi) gibi örgütler
Çin’i “Sosyalizmi Çin tipi inşa yolunda olan” toplum
olarak savunmaktadırlar. Birkaç Troçkist gruplar da
Çin’i “sosyalist” olarak savunuyorlar, ama onu aynı
zamanda “dejenere olmuş “ bir “işçi devleti” olarak
adlandırıyorlar. Bu nedenle de anayasa ve yaşanan
gerçeği kısaca ele almak gereklidir.
Kısaca tarihçe…
Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk, henüz geçici Anayasası Halk Siyasi Danışma Konseyi’nin 1. Genel
Toplantısı’nda (21.- 30.09. 1949) kararlaştırıldı. Bunu
1 Ekim 1949’da Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu izledi. Eylül 1954’de gözden geçirilmiş Anayasa kabul
edildi. Kültür Devriminden sonra yeni bir anayasa
hazırlandı ve Ocak 1975’te IV. Ulusal Kongre tarafından kabul edildi. Bu Anayasa’nın 1. maddesinde Çin
“halk devleti” olarak değil, bilakis işçi sınıfının önderlik ettiği ve işçi ve köylülerin ittifakına dayanan proletarya diktatörlüğünün sosyalist bir devleti “ olarak
tanımlanır. (Çin HC’nin Anayasası, 1975, Pekin, s.10)
1978’de Mao Zedung’un ölümünden sonra anayasa
yeniden gözden geçirildi ve Aralık 1982’de yeniden
karar altına alındı. Bu anayasa bugüne kadar geçerlidir. Ne var ki 1988, 1993, 1999 ve 2004 yıllarında
31
güncel
32
“reform ve açılış” revizyonist siyasetiyle gerçekleşen
somut gelişmelere “uyarlandı”.
Ülkenin egemenleri olan parti patronları 1975
Anayasasının birçok saptamalarını, bu arada bunların arasındaki Çin Halk Cumhuriyeti’nin “sosyalist
devlet” olarak adlandırılmasını da korudular. Oysa
buna karşın bir dizi özsel değişiklikler yapıldı. 1975
Anayasası’nda devletin “proletarya diktatörlüğü”
olarak nitelendirilmesi, 1982’de “halkın demokratik
diktatörlüğü” ile değiştirildi. Peyderpey ‘özel ekonomi’, yani ‘özel kapitalizm’ anayasanın parçası haline
getirildi.
Anayasadaki bu adım adım değişikliklere bir örnek:
1975’te 7. maddede şunlar deniyor:”Halk komünlerinin kolektif ekonomisinin gelişmesi ve mutlak
önceliğinin sağlanması koşulu altında halk komünlerinin tek tek üyeleri kendi özel kullanımları için küçük çaplı arazileri işleyebilir ve evsel yan zanaatı cüzi
kapsamda yapabilir, hayvancılık bölgelerinde kendi
özel kullanımları için cüzi miktarda hayvana sahip
olabilirler.”(S. 14-15)
5. maddede somut olarak şunlar belirtiliyor: “Devlet, tarım dışında çalışan tek tek emekçilere yasalar
çerçevesinde başkalarını sömürmeksizin bireysel olarak çalışma izini verir; bu çalışma kentlerde ve küçük
şehirlerde bina bloklarının örgütleri tarafından veya
kırsal halk komünlerinin üretim grupları tarafından
standartize düzenlenir. Aynı zamanda bu emekçiler
adım adım sosyalist kolektifleştirme yoluna yönlendirilmelidir.” (S.13) Bireysel çalışma ve belirli koşullarda
kendi gereksinimi için üretimin mümkün kılınması
burada apaçık bir şekilde yazılmıştır. Ama burada
bununla ilgili özsel olan şey başkalarını sömürmeksizin çalışmaktır. Toplumsal hedef olarak kolektifleştirme saptanmaktadır.
Peki, 1982 Anayasası ve onun “diğer
uyarlamaları”nda neler yapıldı? “Bireysel ekonomi”
etiketi altında adım adım kapitalist özelleştirmenin
ilerletilmesi ve buna yasal bir çerçeve vermek hedef
olarak konmaktadır. Bu, 11. maddenin çeşitli aşamalarla değiştirilmesiyle gerçekleşti. 1982’de ilk kez
bireysel ekonominin hakları anayasal hukuk olarak
sağlama alındı.
“11. Madde: Kent ve kırdaki emekçilerin bireysel ekonomisi, yasal hükümler çerçevesinde gerçekleştirilmesi halinde, ortak mülkiyet sosyalist ekonomisinin bir
tamamlayıcısıdır. Devlet bireysel iktisadın yasal haklarını ve çıkarlarını korur. Devlet, bireysel ekonomiyi
yönetir, destekler ve idari denetim vasıtasıyla kontrol
eder.” (www.verfassungen.net/re/ver182.htm)
1988 Anayasasına birinci ekte, daha sonra 11. maddeye yapılan şu ek ile kapitalist “özel iktisat” “tamamlayıcı” olarak kabul edilir: “Devlet yasal hükümler
çerçevesinde özel ekonominin varlığına ve gelişmesine
izin verir. Özel iktisat sosyalist ortak mülkiyet ekonomisinin bir tamamlayıcısıdır. Devlet özel iktisadın
yasal haklarını ve çıkarlarını korur ve özel ekonomi karşısında yönetim, denetim ve düzenleme uygular.” Amma velâkin bu hâlâ yeterli olmuyor! 1999’da
11. madde metni değiştirilir ve bu bağlamda “ortak
mülkiyet iktisadı” “sosyalist pazar ekonomisi” ile değiştirilir. 11. Maddenin 2. Paragrafı 2004’de şimdiye
kadarki son şeklini alır:”Devlet iktisadın kamusal olmayan sektörünün yasal haklarını ve çıkarlarını aynı
zamanda ekonominin bireysel ve özel sektörünün hak
ve çıkarlarını korur… devlet kamusal olmayan sektörün gelişmesini cesaretlendirir, destekler ve yönetir.”
Özel mülkiyet bütünüyle tanınır ve korunur. Dahası
devlet özel iktisadın “cesaretlendirilmesini” ve “desteklenmesini” kendisine anayasal görev olarak koyar. Der Spiegel dergisi, bununla Çin’deki sözüm ona
sosyalizmi kötüleyebildiğinden pis pis sırıtarak, ama
içeriksel olarak aslında doğru bir şekilde bu anayasa
değişikliklerini şöyle yorumluyor: “Alman Anayasasının tanıdığı gibi (en azından kağıt üzerinde! - HR)
özel mülkiyetin sosyal yükümlülüğü bununla devletin
özel yükümlülüğüne dönüşmüştü. Başka hiçbir ülkede şirket sahiplerine böylesine kur yapılmadı. Mülkiyet
Çin’de halktan daha fazla haklara sahiptir.”1)
2004’de 13. maddede yapılan değişiklik de Çin devletinin “kapitalist” mesaj verme bilincine uygundur:
“Vatandaşların yasal özel mülkiyeti dokunulmazdır.
Devlet, yasayla uyum içinde, vatandaşların özel mülkiyet ve miras haklarını korur.” Burada özel mülkiyet
ilk kez bireysel özel hak haline getirilmektedir. Bu
‘dokunulmaz’ dır ve ‘sınırsızca’ miras bırakılabilir ve
tabii alınıp satılabilir..
Anayasadaki değişiklikler revizyonist-kapitalist
parti burjuvazisinin denetimi altında kapitalizmin
“legalize edilmesi” ve özelleştirilmesinin teşvik edilen sürecini belgelemektedir. Kapitalizm elbette yasa
yoluyla kabul ettirilmemektedir. Hayır, yasalar sadece somut duruma, yani kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerine uyarlanmakta veya onlara “hukuksal” olarak
kapı açmaktadır.
Sonuçlar…
----------1)
“Kâr açgözlülüğü gaddarlıkta sınır tanımıyor”, Gabor
Steingart, 13. 06. 2006, www.spiegel.de
Temel Haklar
Anayasaya göre şu geçerlidir:
“35.madde: Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşları
konuşma, yayınlama, toplanma, örgütlenme, gösteri
yapma ve yürüyüşler düzenleme özgürlüklerinden yararlanma hakkına sahiptirler.” Vatandaşlar “inanç özgürlüğüne sahiptir”… Ve metne göre hatta “Çin Halk
Cumhuriyeti vatandaşlarının kişisel özgürlüğü dokunulmazdır.” Bunlar 2004’te “devlet insan haklarına
saygı duyar ve korur” cümlesi ile tamamlanmıştır.
Anayasanın metni çıkış noktası alındığında Çin’in
burjuva, demokratik siyasi bir sisteme sahip olduğu
varsayılabilir. Oysa bu çok yanlıştır.
Tabii ki burjuva dünyada anayasada tespit edilen
haklar uygulamada tırpanlanmakta ve sınırlandırılmaktadır. Bu genel bir olgudur. Bu Çin’de bizzat
Anayasa’da yapılmaktadır. Çin Anayasasında bir
maddede haklar kabul edilirken, bir diğerinde kaldı-
rılmaktadır.
Buna iki örnek 40. ve 41. maddedir: “Madde 40:
Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşlarının haberleşme
özgürlüğü ve haberleşmenin gizliliği yasal olarak korunmaktadır. Vatandaşların haberleşme özgürlüğü
ve gizliliğinin herhangi bir nedenle zedelenmesine, (şimdi dikkat! – HR) devlet güvenliği veya cürümlerin aydınlatılması nedeniyle kamu güvenliği organları veya savcılık organları için yasal olarak öngörülen
işlem uyarınca haberleşmenin sansür edilmesine izin
verilen olaylar dışında - hiçbir örgüt ve tek tek şahsın
hakkı yoktur.”
Neymiş! Yani devlet gerçekte her halükârda sansür
uygulayabilir. Egemenlerin işine gelmeyen her muhalif tutum, kamusal güvenliğin sorunu olarak ele
alınıp, buna uygun olarak sansürlenebilir. Pratik de
budur.
Devamında şunlar yazılıyor: “Madde 41:Çin Halk
Cumhuriyeti vatandaşlarının her devlet organı veya
devlet fonksiyoneri karşısında eleştiri getirme ve öneride bulunma hakkı vardır; onlar devlet organı veya
devlet fonksiyonerleri tarafından yapılan hak ihlali
veya yükümlülük ihmali nedeniyle ilgili devlet organı
nezdinde bir başvuru, dava açma veya suç duyurusunda bulunma hakkına sahiptir; (şimdi dikkat! - HR) ne
var ki olguların uydurulması veya çarpıtılması yoluyla
sahte suçlamalar ve iftiralar getirilmemelidir.”
Yani kadın ve erkek vatandaşların her ne kadar suç
duyurusunda bulunma, eleştirme veya dava açma
hakları varsa da, aynı zamanda bununla bizzat kendilerini suç işlemiş hâle getirebilirler. Yasa “devlet organına iftira atma” gerekçesiyle her an her eleştiriciye
karşı kullanılabilir.
Ama devlet aynı zamanda bu anayasa maddesiyle
kendi organ ve fonksiyonerlerini denetlemektedir.
Eğer keyfilik fazla ileri giderse, akraba-dost kayırıcılığı tabak gibi ortaya çıkarsa, eğer bunlarla egemenlerin çıkarları tehlikeye girerse, o zaman uygun önlemler alınır.
Devam edersek her ne kadar anayasa metni kimi
genel hakları içerse de, birbirleriyle karşılaştırıldıklarında vatandaşların devlet karşısındaki yükümlülükleri haklarına epey ağır basmaktadır.
Örneğin 52. maddede şunlar şart koşulmaktadır:
“Çin Halk Cumhuriyeti’nin vatandaşları anayasa ve
yasalara uymalı, devlet sırlarını saklamalı, kamu mülkiyetine saygı göstermeli, çalışma disiplinini uygulamalı, kamu düzenini korumalı ve toplumsal davranış
tarzlarına uymalıdır.” Tek başına bu 53. madde bile
güncel
Anayasa hukuku açısından bugünkü Çin, özel iktisadın “kamu sektörü” gibi aynı şekilde korunduğu
“ sosyalist pazar ekonomi” li bir ülke konumundadır.
Zaten uzun süreden beri devlet kapitalizmi uygulayan Çinli egemenler salt özel iktisadı ve onun korunmasını adım adım anayasada sağlamlaştırmakla
kalmadılar, aynı zamanda Çin’in sosyalist bir devlet
olarak değerlendirilmesini de adım adım yumuşattılar. Daha 1982’de anayasanın önsözünde şunlar yazıyordu: “Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin
sosyalist dönüştürülmesi tamamlanmıştır; insanın insan tarafından sömürülmesi sistemi ortadan kaldırılmış ve sosyalist sistem yerleşmiştir.” Bu pasaj 1993’de
şöyle değiştirildi:”Ülkemiz sosyalizmin başlangıç evresinde bulunmaktadır.” Ve 1999 bir kez daha yeniden
formüle edilir: “Ülkemiz daha uzun süre sosyalizmin
başlangıç evresinde bulunacaktır.” Güya insanın insan tarafından sömürülmesinin ortadan kaldırıldığı
yerleşmiş sosyalist sistemden (1982) bir aşama geriye “daha uzun süre sosyalizmin başlangıç evresine”
(1999) dönüş yapılmaktadır. “Özel mülkiyetin korunması” ancak “Sosyalist Pazar Ekonomisi” safsatası aracılığıyla “sosyalizm-örtüsü” ile örtülebilir. “Çin
tipi sosyalizm “ herhalde bu olsa gerektir?! Bu olsa
olsa acayip bir satir olur.
33
güncel
kuşkulu kadın ve erkek vatandaşları veya politikacıları takibat altına almaya, onlara zulmetmeye ve
onları terörize etmeye yeterlidir. Burada vatandaşların her yükümlülüğü iktidar sahiplerinin egemenlik
aracı haline gelmektedir. Hakları, çalışma zamanları,
izinleri vs. için mücadele eden devlete ait işletmelerin
işçilerine karşı Çin adliyesi günbegün bu 53. maddeyle “kamu düzenini bozanlar” olarak kovuşturma
yürütmekte ve onları bu madde uyarınca cezalandırmaktadır.
İşçilerin Anayasadaki Hakları
34
İşçi sınıfının durumu için grev hakkı, çalışma hakkı, izin hakkı veya eşit işe eşit ücret sınıf mücadelesinde merkezi demokratik haklardır. 1975 Çin
Anayasası’nda henüz “vatandaşların gösteri ve protesto yürüyüşleri yapma özgürlüğü ve grev hakkı vardır.”
(Sf. 32) deniyordu. Grev hakkı 1982’de Anayasadan
silindi. Sosyalist sistemin “proletarya ile şirket sahipleri arasındaki sorunları ortadan kaldırdığı” 11) iddiası bunun gerekçesi idi.
Yani Çin’de kapitalist dönüşümün küreselleştirilmiş kapitalizm aracılığıyla tamamlanmasına girişildiği bir zamanda ‘bizde sosyalizm vardır’ yaftasıyla
grev hakkı bir çırpıda silinmiştir. Bu baştanbaşa antidemokratiktir ve sosyal-faşist diktatörlüğün yasal bir
temel direğidir.
İçinde Çinli ve yabancı holdingler ve finans kapitalistlerin, işçiler karşısında istedikleri gibi at oynayıp cirit attıkları “sosyalist pazar ekonomisi”ni Çin
KP’si anayasaya bando-mızıka ile yazdırmıştır. Yani
bu parti sömürücülere tüm hakları vermekte ve sömürülen sınıfın elinden en temel hakkını almaktadır.
Kadın ve erkek işçiler grev hakkından yasal olarak
mahrum bırakılmaktadır. Onlar sadece böylesi bir
hak ile taleplerini güçlü ve mücadeleci bir şekilde gerçekleştirebilirler. Bu yasa daha en başından her türlü
direniş ve eylemi illegalize ediyor. 1975’te 27. maddede şunlar saptanır: “Vatandaşlar çalışma hakkı
ve eğitim hakkına sahiptirler.” (Sf:31) 1982’de anayasadaki çalışma hakkı küçük bir ifade değişikliği ile
ortadan kaldırılır: “42. madde: Çin Halk Cumhuriyeti
vatandaşlarının çalışmaya hem hakkı hem de yükümlülüğü vardır. Devlet çeşitli kanallarla istihdam
koşullarını yaratır, çalışmanın güvenliğini güçlendirir;
çalışma koşullarını iyileştirir ve üretim genişletilmesi
temelinde işin ücretlendirilmesini yükseltir ve sosyal
avantajları çoğaltır. Çalışma çalışabilir durumdaki her
bir vatandaşın şanlı yükümlülüğüdür. Kent ve kırdaki
devlete ait işletmeler ve kolektif iktisadın örgütlerindeki emekçiler ülkenin efendileri oldukları bilinciyle işlerini yapmalıdırlar. Devlet sosyalist çalışma yarışmasını destekler ve örnek ve ileri emekçileri ödüllendirir.“
Çalışma hakkı böyle küçük bir ifade değişikliği ile
böyle basitçe silinip süpürülür. Vatandaşların şimdi
artık sadece “çalışmaya hakkı” vardır. Bu ise her vatandaşın eğer iş bulursa, çalışabileceğinden başka bir
anlama gelmez. İlk anda anlamsızmış gibi görünse de
bu değişikliğin geniş kapsamlı sonuçları olan bir anlamı vardır. Çalışma hakkı, yani çalışacak somut bir
işe sahip olmak, hak olmaktan çıkmaktadır.
Bununla sosyalist ekonominin bir ilkesi yasal olarak da ortadan kaldırılmaktadır: Proletarya diktatörlüğünün devleti bütün vatandaşlarına çalışma hakkını - bu çalışacak somut bir iş anlamına gelir - garanti
eder.
--------11)
Uluslar arası Sendikalar Birliği, 2007, Sendikal Hakların Zedelenmeleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Çin, survey07.ituc-csi.org
Çin Anayasasında çalışma diğer yandan “şanlı yükümlülük” haline getirilmektedir. Ve devlete ait işletmelerdeki emekçilere onların “ülkenin efendileri”
oldukları güvencesi verilmektedir. Nasıl bir alay etmedir bu!
Vatandaşlar çalışmaya yükümlü kılınırken, devlet kendisini vatandaşlara uygun işyerlerini garanti
etmek yükümlülüğünden kurtarmaktadır. O alttan
almakta ve sırf sadece “istihdam için koşulları” yaratmaktadır. Doğal olarak bunun sonucu kadın ve erkek
işçiler arasında aşırı yüksek derecede işsizlik, kesinleşmiş rekabet ve kıt-kanaat geçindirecek ücretlerdir.
Dinlenme hakkı geçerli anayasada şöyle formüle
edilmektedir: “Madde 43:Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşları dinlenme hakkına sahiptirler. Devlet, emekçilerin dinlenmesi ve iyileşmesi için tesisleri geliştirir ve
işçi ve hizmetlilerin iş saatlerini ve izin düzenlemelerini tespit eder.” Bununla ilgili olarak Çin HC’nin iş yasasına baktığımızda, o zaman ikinci cümleyle burada
“dinleme hakkı”nın aslında devlet işletmeleriyle sınırlandığı hemen açıklığa kavuşur. Özel işletmelerde
neler olduğu devleti ilgilendirmemektedir. Dinlenme
hakkı çalışma zamanlarının düzenlenmesi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Devlet iş saatlerini ve izin düzenlemelerini “Çin HC’nin iş yasası”nda saptamaktadır.
İş Yasaları
12)
h t t p : // l e h r s t u h l . j u r a . u n i - g ö t t i n g e n . d e /
chinarecht/940705b.htm, Sf:15, [Göttingen-Üniversitesi,
Hukuk Kürsüsü, Çin Hukuku - ÇN]
çıkarlarını korumak, çalışma ilişkilerini düzenlemek, sosyalist pazar ekonomisine uygun bir iş düzeni
kurmak ve korumak ve ekonomik gelişmeyi ve sosyal
ilerlemeyi teşvik etmek için anayasa temelinde bu yasa
belirlenmektedir.”
Birinci bölümde “ genel kurallar” saptanmaktadır.
D(iğerlerinin). y(anında). burada şunlar söylenmektedir: “2.madde: Çin HC sınırları içindeki şirketlere ve
Çin HC sınırları içindeki bireysel iktisadın örgütlerine
(bundan sonra bunlara kısaca: işveren birimleri denecek) kendileriyle iş ilişkileri oluşturulan çalışanlara bu
yasa uygulanır. Resmi makamlar, kurumsal birimler,
toplumsal kuruluşlar ve kendileriyle iş sözleşmesi ilişkileri kurulan çalışanlar karşısında bu yasa uyarınca
uygulama yapılır.”
“İşveren birimlerinin” yükümlülükleri söz konusu
edilmeden önce, çalışanların hak ve yükümlülükleri
tespit edilir:
“3.madde: Çalışanlar eşit haklara sahip olarak istihdam edilme ve kendi mesleklerini seçme hakkına,
iş ücretini alma hakkına, istirahat/paydos zamanları
ve izin hakkına, meslek tekniği açısından eğitim alma
hakkına, sosyal sigorta ve sosyal hizmetlerden yararlanma hakkına, iş anlaşmazlıklarının ve diğer yasa
tarafından belirlenen iş haklarının düzenlenmesi için
başvuru yapma hakkına sahiptirler. Çalışan (kendisinin) iş yükümlülüğünü yerine getirmeli, mesleki
yeteneklerini yükseltmeli, çalışma güvenliği ve sağlık
yönetmeliklerine uymalı, çalışma disiplini ve mesleki
ahlâkını korumalıdır.”
Haklar böylesine genel saptandığında, belki bu ilk
bakışta çok iyi görülebilir! Görünürde işçiler metne
göre grev hakkı dışında iş dünyasındaki hemen hemen tüm gerekli haklara sahiptirler… Ama bu bir
yasal metninin nasıl yanıltıcı olabileceğine sadece bir
örnektir. Örneğin burada da çalışma hakkından söz
edilmemekte, bilakis çalışanların “eşit haklara sahip
olarak” “çalıştırılması “ gerekliliğinden bahsedilmektedir. “İşveren birimleri” işyerine geldiğinde tüm
kadın ve erkek işçileri “hak eşitliğiyle” sıkıp suyunu
çıkarabilir, sömürebilir, bizi fabrika/işletme kapısının
önüne koyabilir. Çalışanların yasa yoluyla “iş ücretini alma” hakkının kabul edilmesi iyidir iyi olmasına
ama bu pratikte gerçekten nasıl uygulanmaktadır?
Çin’de milyonlarca işçi yıllardır sadece kendilerinin
kıt-kanaat geçinmelerine yetecek ücretlerinin ödenmesine ulaşmak için her zaman ve yeniden mücadele
etmektedirler! Özellikle göçebe kadın ve erkek işçilerin ücretlerinin gasp edilmesi gündemdedir.
“Sosyal pazar ekonomisi” sloganıyla iş yasasıyla da
açıktan açığa kapitalizm yönünde diğer bir “resmi”
adım atılmaktadır. Sonunda kapitalist sömürü, hâlâ
sürekli olarak “Çin tipi sosyalizm”den söz edilse de,
legalize edilmektedir.
güncel
1987’den 1995 başına kadar devlete ait olmayan işletmelerde, özellikle de serbest ticaret bölgelerinde
çalışan işçiler pratikte her türlü haktan yoksundu.
Bugün hâlâ geçerli olan iş yasası 1995 başında yürürlüğe girdi. Ucuz iş gücü olarak hadsiz-hesapsızca
sömürülen tüm işçiler için bu yasa asgari bir iyileşme
getirdi. Devlete ait işletmelerde çalışan yaklaşık 100
milyon emekçi için ise bu yasa mutlak bir kötüleşme
anlamına geliyordu. O zamana kadar bunlar en azından güvenceli, işten çıkarılamaz (daimi) bir işyerine
sahiptiler. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesiyle ve
yeni iş yasasıyla bu güvence kaldırıldı.
Bu iş yasası işçiler ve devlet arasındaki yasal ilişkiler ile ilgili olarak değil, bilakis işçiler ile “Çin HC
sınırları içindeki şirketler ve bireysel iktisadın örgütleri” arasındaki ilişkilerde uygulanmaktadır (Madde
2). Bu yasanın anlamı üzerine Alman yayıncılar şu
yorumu yapıyorlar: “Bu yasa iş hukuku reformunu
sonuçlandıracak ve iş ilişkilerinin, iş sözleşmesine dayanma zorunluluğunu ve bununla da devlet işletmelerinin tüm iş ilişkilerinde, önceden orada var olan
devlet memuru türündeki devlet işçilerinin yasal ilişkisinin, iş sözleşmesi ilişkileri ile değiştirilmesini sonal
olarak kabul ettirecektir.” 12)
İş yasası 13 bölüm ve 107 madde veya paragraftan
oluşmaktadır. Yasama erki iş yasasının gerekliliğini
1. maddede şöyle gerekçelendirmektedir: “Çalışanların legal haklarını ve
-----------
İş Sözleşmeleri
3. Bölüm iş ve toplu iş sözleşmeleri için düzenlemeleri içermektedir. Bunlardan en önemlileri şunlardır:
“bir iş ilişkisinin kurulması için bir iş sözleşmesi yapılmalıdır.” “İş sözleşmesi” ”çalışan ile işveren birimi arasındaki bir iş ilişkisini kuran ve her iki tarafın hak ve
yükümlülüklerini açıklığa kavuşturan bir anlaşmayı
içerir”. Çalışanların en asgari haklarını korumak için
bu yasa hükmü sineye çekilebilir. Ne var ki bu bütünüyle değersiz bir durumdadır. Çünkü iş yasasının
35
güncel
bütününde, iş sözleşmesinin yapılmadığı hallerde istihdamın cezalarla veya yaptırımlarla tehdit edilmesi yoktur. Aslında hiç iş sözleşmeleri yapmamak için
tam da bu “yasal boşluk” Çinli ve yabancı kapitalistler tarafından tüm araç ve yollarla kullanıldı.
Bu apaçık gözler önünde olduğundan ve devlet
kadın ve erkek işçilerin sert protestolarının “uyum
içindeki iş ilişkileri” için bir tehlike oluşturmasından
çekindiği için 2008 yılında yeni bir “iş sözleşmesi
yasası” çıkarıldı. Süresiz iş sözleşmelerini engellemek amacıyla, bu yasa yürürlüğe girmeden önce milyonlarca işçi işten çıkarıldılar. Birinci maddede bu
yasanın hedefi şöyle ifade edilmektedir: “Bu yasa iş
sözleşmesi hukukunun iyileştirilmesine, sözleşme taraflarının hak ve yükümlülüklerinin saptanmasına,
çalışanların yasal hak ve çıkarlarının korunmasına ve
uyumlu ve dengeli çalışma ilişkilerinin yaratılması ve
daha da geliştirilmesine hizmet eder.” Bu, iş yasası ile
karşılaştırıldığında belirli bir iyileştirme getirmektedir. Bu yasada iş sözleşmesinin bulunmadığı hallerde
yaptırımlar getirildi. Aynı zamanda örneğin ücretin
zamanında ödenmemesi veya işten çıkarılma / atılma vs. de hangi tazminatların ödenmesinin zorunlu
olduğu düzenlendi. Egemenler bu yasayla kadın ve erkek işçilerin hoşnutsuzluğunu yatıştırmak istiyorlar.
Çalışma Zamanı ve Dinlenme / İzin
36
Anayasada gördüğümüz gibi devlet “işçi ve hizmetlilerin çalışma saatlerini ve çalışma kurallarını tespit
eder.” (Madde 43) Bu esas olarak iş yasası ile gerçekleşmektedir. İş zamanları ve dinlenme dördüncü bölümde düzenlenmektedir: “36. madde: Devlet, günlük
çalışma zamanını 8 saati ve haftalık ortalama çalışma
zamanını 44 saati aşmayacak şekilde düzenler.”;”38.
madde: İşveren birimi çalışana haftada en az bir dinlenme günü sağlamak zorundadır.”
Yani “sosyalizm”de haftada 6 günlük ve 44 saatlik
çalışma zamanı. Aynı zamanda bu saptama derhal
peşinden gelen paragrafta ortadan kaldırılır ve değerini yitirir. “39.madde: Eğer şirket üretim koşulları nedeniyle 36. ve 38. maddeye uyamazsa çalışma idaresi
bölümünün izniyle çalışma ve dinlenme(zamanı)için
başka bir yöntem seçebilir.”
Bununla böylece 36. ve 38. maddelerdeki hükümlerden yasa yoluyla sakınılmaktadır. “Çalışma idaresi
bölümü”ndeki parti ve devlet bürokratları ile iyi geçinen her şirket, yüksek miktarda rüşvet de vererek
39. madde uyarınca işçileri istediği kadar uzun süre
çalıştırabilir. Sermayenin gücü 41. maddeyle daha da
güçlendirilir. Kadın ve erkek işçilere karşı keyfilik deyim yerindeyse “yasal olarak” düzenlenmiştir.
“41. madde: Eğer işveren birimi, üretim ve işletmenin
ihtiyaçları gerekli kılıyorsa, sendika ve çalışanlarla pazarlık görüşmelerinden sonra çalışma zamanını uzatılabilir, fazla mesailer kural olarak günde bir saati
aşamaz; eğer özel nedenler iş zamanının uzatılmasını
gerekli kılıyorsa, çalışanların bedensel sağlığı sağlandığı sürece, günde 3 saate kadar, ama ayda 36 saati
geçmemek üzere fazla mesailer yapılabilir.”
Yani iş yasası 8-saatlik iş gününü bile garanti etmiyor; bilakis çalışma zamanının istenildiği gibi uzatılabilmesini öngörüyor. Öyle ki, somut iş gününde
11-saatlik çalışma süresi çok “normal”dir. Hafta sonu
yoktur ve çalışma günleri sabah erkenden gece geç
vakitlere kadardır.
Yıllık izin durum nasıldır? “45.madde: Devlet ödemeli bir yıllık izni öngörür. Aralıksız bir yıl süresince
çalışmış olan çalışanların ödemeli bir yıllık izin hakları vardır. Somut düzenlemeyi devlet konseyi yapar.”
Devlet işletmeleri için ödemeli bir yıllık izin öngörülmektedir, ama burada yılda en azından kaç izin
gününün zorunlu olduğu somut olarak tespit edilmemiştir. Başka işletmelerdeki yıllık izin süreleri hakkındaki veriler 7 ile 14 gün arasında değişmektedir.
Eğer birisi bütün bir yıl boyunca kesintisiz çalışmamış ise, onun ödemeli yıllık izin hakkı yoktur.
İş Ücreti
İş Yasası’nın 5. Bölümünde “ücret” ile ilgili olarak
şunlar deniyor: “46.madde: Ücretler işe / katkıya göre
dağıtım ilkesine uygun olmalıdır; eşit işe eşit ücret geçerli olmalıdır. Ücret seviyesi ekonomik gelişme temelinde yavaş yavaş yükselir. Devlet toplam ücret üzerinde makro bir denetim uygular.”
Burada da her şey, hiçbir somut ve bağlayıcılığı olmayan saptamalar içeren tumturaklı laf-ı güzaf. Eşit
işe eşit ücret evet çok iyidir! Ama hemen peşinden bu
ilke 47. maddede yine toz oluyor. “47.madde: İşveren
birimi, üretim ve işletmenin ekonomik verimliliğinin
özgüllüklerine uygun olarak yasa uyarınca özerkçe, bu
birimin ücret dağıtım biçimlerini ve ücret düzeyini belirler.” Yani neymiş? Her şey sermayeye ve holdinge
teslim ediliyor.
Ücretlerin ne kadar düşük veya yüksek olması gerektiği veya asgari ne kadar olmak zorunda olduğu
sorusu ağırlıklı olarak yanıtsız bırakılıyor. Ücretler
yeniden üretim, yani yaşam için gerekli her şey, beslenme, konut, çocuklar-ailenin geçimi, kültür, boş
“Eski Çamlar Bardak Oldu!”
“Şimdi sendika somut olarak ne iş yapar ve bunu nasıl yapar? Sun bununla ilgili olarak bize şunları anlattı: Sendika işçi sınıfının bir kitle örgütünü oluştururken, parti proletaryanın öncü örgütüdür. Bu nedenle
sendika örgütleri – fabrikadan çeşitli büyük üretim
tesislerine kadar – tüm alanlarda ilgili düzeyin parti
örgütünün önderliğinde çalışır. Sendikanın her şeyden
önce yerine getirmesi gerekli görevi, işçiler arasında
Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşüncelerinin
incelenmesini örgütlemek ve işçileri ideoloji ve siyasi
çizgi ile ilgili olarak eğitmektir. Şuanda tüm fabrika
Marks ve Engels’in ‘Komünist Partinin Manifestosu’nu
ve Lenin’in ‘Devlet ve Devrimi’ni inceliyor. İşçiler nöbetleşerek / sıra ile kısa yoğun kurslara katılıyorlar.
Bu süre içinde ücretlerini tam bir şekilde ödenmiş
olarak alıyorlar… Sendikalar işçilere onların üretici
işlerini iyi yapmalarında da yardım ediyorlar. Sendika, işçilerin yönetimi tüm alanlarda denetlemesini ve
ona(yönetime – ÇN) işinde destek olmasını sağlıyor.
Sendika elbette işçilerin yaşamı ile ilgilenmelidir. Sendikanın yeni seçilen komitesi, fabrikadaki sendika yönetim organı 24 üyeden oluşmaktadır. Onlardan birçoğu, başkan yardımcısı Yü Hsiao-ming de fabrikadaki
eski işlerinde çalışmaya devam etmektedirler. Sendika
Komitesinin bir başkanlık ve parti komitesinin bir yardımcı sekreterliği makamlarını üstlenmesine karşın,
Sun Tsung-jung eskiden olduğu gibi hâlâ işçi olarak
aldığı ücreti almaktadır. Fabrikanın önder yoldaşları
çok alçak gönüllüdürler… Bizler ne işçilere hükmeden
bir ‘menajer kesimi’, ne de bir ‘işçi aristokrasisi’ tarafından yönetilen bir sendika örgütü gördük. İşçiler,
fabrikanın gerçek efendileridirler.”
Bunlar Çin Devlet Sendikası (ACGB)’nın güncel
çalışmasının bir anlatımı değildir. Hayır, Peking
Rundschau, 10. 07. 1973 tarihli, 27. Sayısından 1) bir
alıntıdır. Evet, tüm hatalara veya geriye götüren darbelere karşın sosyalist Çin’de çalışanların çıkarlarını
temsil eden bir sendika vardı. Kadın ve erkek işçilerin
komünist partisi önderliğinde kendilerinin en özsel
gücünü nasıl uyguladıklarına ve bu bağlamda sendikanın hangi işleve sahip olduğuna: ideolojik-siyasi
eğitme, teorik eğitim ve aynı zamanda işletmedeki
işçilerin çıkarlarını güvence altına alma; bir örnektir
bu. Sendika aktifistleri üretimde çalışmayı sürdürdü-
ler ve kendilerinin yürüttüğü sendika çalışmasından
dolayı hiçbir maddi avantaja sahip olmadılar.
-------1)
“Çin HC’nin sosyalizmdeki yeni yaşamı – Çin üzerine
güncel
zaman için yetiyor mu? Kendisini iş yasası olarak adlandıran bir yasa için bunlar da ölçek olarak alınmamıştır.
birkaç başlıca olgular, 10 Soru ve cevap”, Rotfront (Kızıl
Cephe - ÇN) Yayınevi, Kiel, 1974/75, Sf: 122-124)
Ücret seviyesinin “ekonomik gelişme temelinde yavaş yavaş yükselmesi”, Çinli emekçilerin feci yaşam
gerçekliğinin – şayet gerçekleşirse – sadece yavaş
yavaş iyileşeceğini vaat etmektedir. Toplumsal zenginlik çabukça yükseklere tırmanmakta ve fakat bu
öncelikle devlet ile özel burjuvaziye yaramaktadır. Bu
değerleri yaratanlar, ücrete bağımlılar kıt-kanaat geçinebilecekleri ücretler almaya devam etmektedirler.
Ve ücretlerin yavaş yavaş arttırılması bile hiçbir şekilde garanti edilmemiş durumdadır.
Özel kapitalist holdinglerde çalışan 160 milyon kadın ve erkek işçi için 47. madde bağlayıcıdır ve onların ücretleri veya “ücret dağıtımının biçimleri” kapitalistler tarafından “ özerk olarak” belirlenir. (Yarı
özelleştirilmiş işletmeler burada hesaba katılmamıştır.)
48. maddede sadece yerel bir asgari ücret teminatı verilir. 48. madde: Devlet bir asgari ücreti garanti
eder. Asgari ücret için somut meblağlar PAS (Devlet
Kurumu)’ın Halk Hükümeti tarafından tespit edilir
ve Devlet Konseyine arşive konulmak üzere bildirilir.
İşveren biriminin çalışana ödediği ücret yerel asgari
ücretin altında olamaz.”
Ücretlerin nasıl ödenmesi gerektiği şöyle saptanır:
“50. madde: Ücret her ay para olarak bizzat çalışana
ödenmelidir. Çalışanın ücretinden kesintiler yapmak
veya temelsiz bir şekilde ödemeyi geciktirmek caiz değildir.” Bu da kulağa hoş geliyor! Fakat gerçek bununla
bütünüyle çelişki içindedir: Ödenmemiş, zamanında
ödenmeyen veya hiç ödenmeyen ücretler veya ücretten yapılan kesintiler son yıllarda yürütülen çoğu
grev ve iş mücadeleleri için en önemli nedenlerdir.
Sermaye İle Emek Arasındaki Çatışmalar
Önceden de söylendiği üzere grev hakkı yasal olarak
yoktur. O halde “iş ihtilafları” denilenler meydana
geldiğinde ne oluyor? Bununla 77. madde uğraşıyor:
“İşveren birimi ile çalışanlar arasında bir iş ihtilafı çıktığında, bu durumda taraflar yasaya göre uzlaşma ve
bir hakem işlemi başvurusu yapabilir veya dava açabilir; onlar (taraflar – ÇN) ihtilafı müzakerelerle ortadan kaldırabilirler. Hakem ve yargı işleminde uzlaşma
37
güncel
ilkesi uygulanır.” Grev-ve iş mücadeleleri yerine müzakereler öngörülmektedir. “Uyum içindeki çalışma
dünyası “ için bunun gerekli olduğu su götürmez!
Müzakereler, uzlaşma ve hakem işlemi eşit haklara
sahip iki taraf arasında yürümemektedir.
Sendika (bakınız bundan sonraki bölüm), bütünüyle iktidar aygıtının parçası olan bir devlet sendikasıdır. Kadın ve erkek işçilerin gerçek bir temsilcisi yoktur. Yani müzakereler sadece gerçeğin üstünü
örtme işlevini görmektedir. Uzlaştırma komisyonu,
çalışanların, “işveren birimi”nin ve sendikanın temsilcilerinden oluşmakta ve başkanlığı sendika temsilcisi üzerlenmektedir. Hakem komisyonu ise çalışma
idaresi, sendika ve “işveren birimi” temsilcilerinden
oluşmaktadır.
Nihayetinde işçilere sadece halk mahkemesi nezdinde dava açmak yolu kalmaktadır. Bu ise aslında
buna bağlı baskılara karşı direnmek için çok uzun
bir soluğu, yürekliliği ve cesareti gerekli kılmaktadır.
Ve önceden zaten söylendiği gibi “halk mahkemeleri” gerçekte neredeyse her zaman halka karşı karar
vermektedirler. Grev hakkı olmaksızın, işçiler çıkarlarını kabul ettirmek için ilkesel olarak hiçbir legal
olanağa sahip değildirler.
Sonuç: Çin devletinin yasaları tüm araçları kullanarak, emekçileri enternasyonal sermaye ve Çin
sermayesi için itaatkâr sömürü nesnesi olarak uslandırmaya ve yıldırmaya çalışmaktadır. Bu kanunlar
sosyal-faşist müdahale tarzlarını yasal dayanaklar
üzerine sağlamca oturtmakta ve ancak kimi asgari
demokratik hakları zoraki olarak kabullenmek durumunda kalmaktadırlar.
Örneğin “bağımsız sendikacı” olan, “Çin İşçi Bülteni” adlı yayın organını çıkaranı Han Dongfang haklı
olarak şöyle yorumluyor: “Bu yasalar, hükümet çok
aydınlandığından değil, bilakis sürekli ve geniş kapsamlı hak ihlallerine karşı işçi grevleri ve protestoları
böylece iş mücadelelerinin artarak sürmesini engellemek için hükümete yasa değiştirmekten başka tercih
bırakmadığındandır.” 13)
Direniş, grevler ve yürüyüşler/gösteriler örgütleme
son yıllarda sıçrayarak arttı.
Kadın ve erkek işçiler arasında kendi gücünün bilinci arttığından, egemenler küçük tavizler vermeyi
sürdürmek zorunda kalacaklardır. Ama aynı zamanda zapturapt sopasını sallayacaklar ve gelecek ayaklanmaları kanla bastırmaya çalışacaklardır.
Tüm Çin Sendikalar Birliği (ACGB) ve
38
Sendika Hakları
1995 İş Yasasında şu haklar ‘verilmektedir’: “Çalışanların, yasa gereğince sendikalara katılmak ve sendikalar örgütlemek hakları vardır. Sendika, çalışanların
legal haklarını temsil eder ve korur ve yasa uyarınca
bağımsız ve özerk faaliyet yürütür.” Ama burada söylenenler de sadece lafta kalıyor. Çünkü yalnızca bir
tek “çalışanlar-örgütü” yasal olarak tanınmaktadır,
o da Tüm Çin Sendikalar Birliği’dir. Sendikaya üye
olmak ancak Çin Sendikalar Birliği içindeki bir sendikada mümkündür.
Evet, bu bir haktır. Ama gerçekte bu bir zorunlu
üyeliktir. Çünkü ACGB’den bağımsız bir sendika
kurmaya veya örgütlemeye izin verilmez. Böylece
üyelik için üye olunacak örgütü seçme / tercih etme
olanağı da yoktur.
“Bağımsız ve özerk” sendikalarda örgütlenme
hakkının yasada kabul edilip kayıt altına alınması
demagojidir. Çünkü bu hakkın tek başına ve sadece
devletin yönlendirdiği ACGB içinde kullanılabileceği
dikte edilmektedir.
ACGB işçi sınıfının temsilcisi değil, bilakis revizyonist KP ve yeni burjuvazinin temsilcisi ve iktidar
aracıdır. Bu sahte sendika kadın ve erkek işçileri
kendilerinin az sayıda, var olan hakları konusunda
bile aydınlatma görevini yerine getirmemektedir.
Bu, gerçek sendika yasasına ve onun değişikliklerine
de yansımaktadır. Ekim 2001 tarihli güncel sendika yasasının 1.maddesinde esas görev olarak şunlar
saptanmaktadır: “Bu yasa Çin Halk Cumhuriyeti’nin
Anayasası ile uyum içinde sendikaların, devletin siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamındaki hakları ve yükümlülüklerini tespit etmekte ve onların sosyalist
modernleşmeye katkısındaki rolünü oynamaları için
yürürlüğe girmektedir.”
Bu birinci madde tüm yasanın belirleyici noktasıdır. Sendikaların görevi işçilerin çıkarlarının temsil
edilmesi değildir. “Sendikaların devletin siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamındaki “ konumu merkeze
konmaktadır. Yani Çin-revizyonist tarzı pazar ekonomisinde “sosyal ortaklık”.
---------13) “
Çin grev hakkı ve toplu iş sözleşmeleri yolunda mı?”,
Rosso Vinzenzo, Telepolis, 08. 07. 2008, www.heise.de/tp/
druck/mb/artikel/28/28258/1.html
Grev hakkı zaten daha 1982’de Anayasadan çıkarıldı. Şayet grev yapılırsa, o zaman ACGB’nin görevi
nedir? 27. maddede şöyle deniyor: “Bir şirketteki bir iş
bırakma veya işi yavaşlatma grevi olması durumunda,
ların çoğunu iç iş göçmenlerinin oluşturduğu büyük
üretim bölgelerindeki anlaşmazlıklarla ve kolektif eylemlerin çoğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Sadece az sayıda
göçebe iş güçlerinin kendi şirketlerindeki sendikaların
varlığının
---------
güncel
sendika şirket, kurum veya söz konusu grup ile yürütülen danışmada personeli ve çalışanları temsil eder;
personel ve çalışanların görüş ve taleplerini dile getirir
ve çözümler bulması gerekir. Şirket veya kurum, işletmedeki personel ve çalışanların makul talepleri temelinde anlaşmazlığın uzlaşma ile aşılmasına çaba göstermelidir.” 14)
Burası aslında fazla yorum gerektirmiyor. ACGB’nin
için öngörülen rol arabulucu rolüdür. Aman ha aman
işçileri kesinlikle mücadele etmeye cesaretlendirmemeli veya teşvik etmemelidir! En iyisi anlaşmazlığı
uzlaştırma yoluyla aşmalıdır! ACGB, “işletme tarafları - yani kapitalistler ve işçiler - arasında arabulucu
mercii” olduğundan kendi üyelerinin çıkarlarını savunmamaktadır.
10. madde ACGB’nin sendika tekelini sağlama alıyor. ACGB “birleşmiş ulusal örgüt” ilan ediliyor. Yasal olarak 25 üyeden itibaren sendika örgütleri kurmak mümkündür. Ama her sendika örgütü ancak
eğer bir seviye üstteki örgüt tarafından onaylanırsa o
zaman resmen tanınmaktadır. Her sendika örgütü ise
ACGB’ne bağlı olmalıdır. Yani ACGB’ne bağlı olmayan bir sendika mevcut olarak geçerli sayılmaz.
Uluslar arası Sendikalar Birliği (İGB) her yıl
“Çin’deki sendikal hakların ihlalleri hakkında yıllık Toplu Bakış” yayımlamaktadır. Bunda ACGB’nin
rolü şöyle değerlendirilmektedir: “Tüm Çin Sendikalar Birliği (ACGB) ülkenin biricik izin verilmiş sendika
örgütüdür. Onun rolü, üstteki yerel birliklerin alttaki
birlikleri denetlenmesi işlevinin ve her şeyden önce ihtilaflı iş sorunlarının açıklığa kavuşturulması yoluyla
‘uyumlu’ bir ‘toplum’ ve’ uyumlu’ bir ‘işyeri’nin ülke
çapında inşasının teşvik edilmesinin 2008 yılındaki
yasalarla pekiştirilmesiyle güçlendirildi” 15)
Sendika seçimleri hakkında şu bilgiler veriliyor:
“Sendika yasası sendika fonksiyonerlerinin bütün düzeylerde seçilmesini zorunlu kılmasına karşın, bu çoğu
kez bilinmemezlikten gelinmekte ve fonksiyonerlerin
çoğu atanmaktadır. Ayrıca seçilen adaylar ACGB’nin
taşra illeri düzeyindeki komisyonları tarafından
onaylanmalıdır. Prensip olarak işletme yönetimi ve
ACGB’nin yerel fonksiyonerleri tarafından kurulan ‘
kâğıt üzerindeki sendikalar’ eskiden olduğu gibi hâlâ
yaygındır ve birçok çalışanlar kendi işletmelerindeki
bir sendikanın varlığının hiçbir şekilde bilincinde değildirler. “ (agy)
Ve ACGB “iş anlaşmazlıkları ”nda nasıl davranmaktadır? “Tüm Çin Sendikalar Birliğinin (ACGB),
özel şirketlerin çoğunun yerleşmiş olduğu ve çalışan-
14)
Enternasyonal Sendikalar Birliği, Yıllık Toplu Bakış
2007, survey07.ituc-csi.org
15)
Enternasyonal Sendikalar Birliği, Yıllık Toplu Bakış
2011, www.ituc-csi.org/China
bilincindedirler ve çok daha azı yasal hakları zedelendiğinde sendikadan destek isteme durumundadır.”
(agy)
İGB’nin bu değerlendirmeleri Globalisation Monitor, China Labor Net vs. gibi bağımsız Çinli sendika
aktifistlerinin İnternet forumlarındaki birçok bilgiler
ile örtüşmektedir.
İGB’nin değerlendirmeleri anti-kapitalist bir bakış
açısından yapılmamıştır. Hayır, bunlar sarı, ‘sosyal
ortaklıkçı’ dünya çapında hareket eden bir sendika
birliğinin değerlendirmeleridirler. ACGB bu IGB’ye
göre bile haddinden fazla “sosyal ortaklıkçı”dır.
ACGB bir holdingde sendika şubeleri kurmak isterse, bu, onun kadın ve erkek işçilerin çıkarlarını temsil
etmek istediği anlamına gelmez. ACGB bu bağlamda
sadece işletmelerde Çin KP’nin siyasetini gerçekleştirmek ve işletmelerdeki işçileri denetlemek istemektedir.
Buna bir örnek verelim: “İlk adımda Wal-Mart henüz sendika şubelerinin kurulmasına karşıydı; bu durumda ACFTU (ACGB’nin İngilizcesinin kısaltılmışı
– HR) bizzat kendisi işçilerle bağlantı kurdu ve onları
sendikaları inşa etmek için harekete geçirdi. Bu aşamada işçiler demokratik seçimlerle sendika komiteleri
ve sendika başkanlarını belirlediler. Wal-Mart tavrını
değiştirip ACFTU’ya yöneldikten ve diğer geride kalan
işletmelerde sendikaların kurulmasını kabul ettiğini
açıkladıktan sonra ACFTU kendisinin eski politikasına, sendikalar kurulurken şirket yönetiminin onayını
almaya geri döndü. Diğer bir ifadeyle Wal-Mart mağazalarında sendika olarak yer almak hedefine ulaşır
ulaşmaz, işçileri doğrudan harekete geçirmeyi bıraktı.
ACFTU’nun birinci planda işçilerin çıkarları için çalışmadığına, bilakis aslında bizzat kendisini ve bunun
üzerinden ÇKP’ni işletmelerde pekiştirmek ile ilgilendiğine bir diğer kanıt şudur: Wal-Mart’a mağazalarda neden sendikalara izin verildiği sorulduğunda bir
Wal-Mart sözcüsü şöyle cevap veriyor:’Çin sendikaları
batıdaki sendikalardan ilkesel olarak farklıdırlar. …
39
güncel
Sendika kendisinin hedefinin işverenlerle işbirliği yapacağını ve çatışma aramayacağını vurguladı.’ ACFTU için bizzat kendi varlığı, ÇKP’nin önderlik iddiası
işçilerin çıkarlarından daha önemlidir. O gerçekte bunun için mücadele ederken, işçileri savunduğu yalanını ileri sürebilmektedir.” 16)
Sonuç: Sendika Yasası “uyum içinde” bir “toplum”
ve “uyum içinde ” bir “işyeri” için ACGB’nin konumunu ve onun arabuluculuk rolünü “sağlamaktadır”.
ACGB bir devlet sendikasıdır. Bu, onun holdinglerde
ve fabrikalarda örgütlenme ve “çıkarları temsil etme”
işini belirlemektedir. Kadın ve erkek işçilerin çıkarlarının savunulması açısından o hiçbir işe yaramaz..
Makalemizin ikinci bölümünde Çinli kadın ve erkek işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını, aynı zamanda onların devlete, sermayeye ve zorunlu sendikaya karşı direniş ve grevlerini konu edineceğiz.
İşçiler geniş bir cephe içinde kaderlerini kendi ellerine almakta ve kendi örgütlerini yaratmaktadırlar.
-------16)
“’Tüm Çin Sendikalar Birliği’nin Rolü: Çinli işçiler
için onun bugünkü önemi”, Bai Ruixue, “Working USA –
The Journal of Labor and Society” (ABD’de Çalışma – İşçi
ve Toplum Gazetesi – ÇN) de yayınlandı, 14. 03. 2011 tarihli sayı, www.forumarbeitswelten.de
40
Açıklama:
Bu makale dizisinde üzerinde durduğumuz yazarlar ve onların pozisyonlarının kategorize edilmesi ile
ilgili olarak onların siyasi olarak farklı farklı konumlandıklarını saptamak istiyoruz.
Her ikisi de Assoziation A Yayınevi’nde
“gongchao’nun dostları” (gongchao: iş mücadelesi/işçi
hareketi) tarafından çıkarılan iki kitapta, Çin’deki
işçi sınıfı hakkında bilgi verici, önemli tahliller, sosyolojik uzun süreli gözlemler ve raporlar yayımlanmaktadır: “Dagonmei, Çin’in dünya pazarı fabrikalarından işçiler anlatıyorlar”, Pun Ngai,Liwanwei , 2006
ve “İkinci Kuşağın Yolo koyuluşu” Pun Ngai -Ching
Kwan Lee, v.d., 2010.
‘Hongkong
Uygulamalı
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü’nde kadın profesör olan Pun Ngai yazılarında Kızıl Çin’i ve kapitalist Çin’i epeyi ayrımcı bir
şekilde tahlil etmektedir. O her ne kadar bir komünist olmasa da, yine de Mao’nun Çin’indeki kadın ve
erkek işçilerin sınıfsal durumunun objektif olarak
bugünkü Çin’den özsel olarak farklı ve daha iyi olduğunu anlatmaktadır. Bu ise kitabın önsözünde wild-
cat (Almanya’da yayınlanan anarko sendikalist bir
dergi - ÇN) ‘a açıktan açığa sempati duydukları belli
olan, anti-Maoist, anti-Stalinist “gongchao’nun dostları” nın şu serzenişini getiriyor: Bu tahlillerin gücü
somut sömürü deneyimlerinin ve bunların arkasında
duran sömürü koşullarının anlatımında yatmaktadır.
Ama yer yer de Maoist sınıf egemenliğinin hissedilen
küçümsenmesinde… olduğu gibi zaafları vardır.”
Böylece “gongchao’nun dostları” Çin’deki işçi hareketine “yeni –Maoist grupların sosyalist-milliyetçi ve
devlet odaklı pozisyonlarının dışında bir sınıfsal solun
biçimlenmesini” ‘diliyorlar’. 17)
Labournet sitesinde de Çin’li yazarların zengin verileri / bilgileri içeren güncel yazıları yayımlanmaktadır. Örneğin Au Loong Yu (China Labour Net’in
çıkardığı Hongkong’daki Globalization Monitor’un
elemanı) veya Bai Ruixue (China Labour Net’te yazar) gibi yazarlar. Onlar sadece bugünkü gerici Çin
rejiminin karşıtları değildirler. Onlar burjuva demokrasisinin ateşli savunucuları, anti-komünisttirler
ve “maoizm”i insan düşmanı olarak mahkûm etmekte ve bir bütün olarak sosyalist Çin’i reddetmektedir.
Ne var ki onlar 1949’dan 1976’ya kadar ile 1978’den
bugüne kadarki işçilerin durumu arasındaki açıktan
açığa farkları bütünüyle görebilecek tespit edebilecek
kadar da “objektif”tirler. Onların değerlendirmesine
göre durum şöyle görünmektedir: “Kısaca: Mao döneminde işçiler en az “ hoşnut olmayan” sınıf idiler ve
bu aslında büyük bir oranda belirgin iş mücadelelerinin yokluğunun ve her şeyden önce özerk işçi örgütleri
kurulması çabalarının yokluğunun da açıklamasıdır.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki ilk
yıllarda yerel ekonomik grevler, aynı zamanda ‘kültür
devrimi’ sırasında da vardı. Ama bunlar çok küçüktü.
Onlar siyasi olsalar bile, parti önderi Mao Zedung’dan
veya bir bütün olarak partiden siyasi bağımsızlığa
ulaşmayı, daha sonraları söz konusu olduğu gibi, başaramadılar.” 18)
----------17)
“İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı”, Sf.: 17
“Çin’de bugün iş direnişi 1989-2009”, Au Loon Yu,
Bai Ruixue, 24. 01. 2010, www.labournet.de, “Arbeitswelten China-Deutschland”, (Çin-Almanya iş dünyaları - ÇN
) başlığı altında.
18)
(HERŞEYE RAĞMEN, s.:59-2012, Sf. 3-14,
Almanca’dan çevrilmiştir.) ✓
Arnavutluk’taki Devrim ve Arnavutluk Emek Partisi
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Almanya’da yayınlanan ML dergi “Trotz Alledem” (Her şeye Rağmen)’in 61.
sayısından (Eylül 2012) çevrilmiştir.
✒
Sosyalizme giden yol mu?
-Tezler Halinde Değerlendirme- II
VIII. AEP ve Çin KP:
Modern Revizyonizme Karşı Mücadelede
Müttefikler mi?
58.
AEP 6. Parti Kongresi Kasım 1971’de gerçekleşti.
Devletin adı daha hâlâ ‘Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ olmasına ve kitleler, sosyalizmin inşası için
proletarya diktatörlüğünün olmazsa olmaz ön koşul
olduğu doğrultusunda henüz yeterli eğitilmiş olmamasına rağmen, 6. Parti Kongresi raporunun daha
girişinde “sosyalist toplumumuz” dan söz edilmektedir. (Enver Hoca, Arnavutluk Emek Partisi Merkez
Komitesi’nin Faaliyeti Üzerine Rapor, VI. Parti Kongresi, sf: 3, Tiran, 1972, Alm.)
VI. Parti Kongresi’nde Sovyetler Birliği’nde kapitalizmini restorasyonunun deneyimlerinden yola çıkılarak ve bizzat Arnavutluk’taki revizyonist tehlikeler
dikkate alınarak önemli kararlar alındı: Kadroların
rotasyonunun gerekliliği; tüm kadroların dolaysız
üretime katılımı; kadroların kitlelerin denetimine
tabi kılınması ve işçiler ve kooperatif köylüleri karşısında hesap verme yükümlülüğü; taban örgütü partinin temelidir; sosyalizmi kitleler inşa eder, parti
bilinci (kitlelerin) içine taşır; liberalizme karşı mücadele, keskin ideolojik-siyasi mücadelelerin gerekliliği:
Örneğin: tarımda kooperatifin daha yüksek tipleri
için (kooperatifte devlet fonları, ücretleri devlet sektöründeki ücretlere eşitleme) mücadele; İşçi-köylü
denetimini tüm branşlara genişletme (bilim ve ordu
içinde de); bunun parti kontrolü ile birbirine karıştırılmaması (Örneğin işletme ve kooperatiflerde komünist ve partisizlerden oluşan denetim grupları fonksi-
yonerleri geçici olarak görevlerinden alabiliyorlardı);
eğitim grupları için MELS’in düzinelerce eserlerinin
çıkarılması.
59.
VI. Parti Kongresi döneminde Arnavutluk SHC ile
Çin HC arasındaki ilişkiler dışa karşı örnek, proleter enternasyonalist ilişkiler olarak gösteriliyordu. Bu
ilişkiler konusunda AEP’nin VI. Parti Kongresi’nin
Raporunda şöyle deniyordu:
“Bizler, onların başında büyük önderi, Arnavut
halkının çok değerli dostu başkan Mao Zedung olmak
üzere Çin Halk Cumhuriyeti’nin 700-milyon halkı ve
Çin Komünist Partisi gibi müttefik yoldaşlar ve dostlara sahip olduğumuz için gurur duyuyoruz. Büyük
devrimci Arnavut-Çin dostluğu, Arnavutluk ve Çin
arasındaki Marksizm-Leninizmin öğretilerine ve proleter enternasyonalizmine dayanan ve emperyalizme,
revizyonizme ve tüm gericilere karşı ortak mücadelede
çelikleşmiş kardeşçe birlik ve tüm yönlü işbirliği tüm
kanıtlama sınavlarını geçmiş ve her iki ülkeye de başarılar ve zaferler kazandırmıştır. Partimiz ve halkımız
Çin halkının onun şanlı KP ve başkan Mao Zedung önderliği altında büyük proleter kültür devrimi ve sosyalizmin inşasında eriştiği parlak zaferlerden olağanüstü
bir sevinç duymaktadır ve onlar (partimiz ve halkımız
– ÇN) bu zaferleri bütünüyle candan selamlamaktadır. Çin Komünist Partisi’nin 9. Parti Kongresi, başkan
Mao Zedung’un devrimci ve proleter çizgisinin dönek
Liu Şao-Şi’nin gerici burjuva çizgisine karşı belirleyici
tarihi zaferini taçlandırdı ve onayladı; proletarya diktatörlüğünün pozisyonlarını daha da pekiştirdi, mücadeleci devrimci ruhu bir üst kademeye çıkardı ve Çin
41
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
halkı ve onun sosyalist geleceği için parlak perspektifler
açtı.” (VI. Parti Kongresi, sf: 49-50)
Dışa karşı yukarıdaki gibi kopmaz birlik deklare
edilirken, Çin ile kopuştan sonra Arnavutluk’ta yayınlanan Enver Hoca’nın anılarından öğreniyoruz ki,
onların (AEP’lilerin – ÇN) Çin KP’nin siyasetine ağır
eleştirileri varmış. Örneğin Hatıra Defterine 31 Temmuz 1970 tarihli kayıtta “Çinliler revizyonistlerle aşna-fişneliğe girmişler. Uyanık Olmalı!: Böylece Çinliler
rezil bir rol üstlendiler; onlar hainlerin itibarlarını geri
vermek istemekte ve bize yalan söylemeye çalışmaktadırlar” (Enver Hoca, Çin Üzerine Düşünceler, Siyasi
Günlükten Bölümler, cilt 1, Tiran 1979, sf: 533/534,
Alm.,) denmektedir. Kruşçof-revizyonizmine karşı
mücadelede yapılan aynı, Marksizm-Leninizm ile çelişen yöntemsel hatalar, Çin KP’nin hatalarına karşı
mücadelede daha aşırı olarak yinelenmektedir.
IX. Üç Dünya Teorisi ve AEP – Çin KP ve
Mao Zedung’a karşı Mücadelede AEP
42
60.
AEP VII. Parti Kongresi Kasım 1976’da yapıldı.
VI. ile VII. parti kongresi arasında dünya MarksistLeninist hareketinde en önemli gelişme, “Üç Dünya
Teorisi”nin ortaya çıkışı ve buna karşı tavır sorunudur. Çin KP içinde, Deng Hsiao Ping çevresindeki
açık sağcı, revizyonist kanat ile (revizyonistler tarafından “dörtlü Çete” olarak karalanan) Jiang Qing,
Zhang Chunqiao, Yao Wenyuan, Wang Hongwen
gibi önder kadın-erkek yoldaşların da içinde bulunduğu ‘sol kanat’ arasında, Nisan 1976’da Deng Hsiao
Ping’in kısa süreli olarak yeniden iktidardan uzaklaştırılması ile sonuçlanmış gibi görünen, ama Mao
Zedung’un ölümünden sonra en şiddetli bir şekilde
yeniden patlayan ve süren bir iktidar mücadelesi söz
konusudur.
Çin KP tarafından geliştirilen anti-Marksist “Üç
Dünya Teorisi”, ABD ve sosyal-emperyalist Sovyetler
Birliği’ni iki süper güç olarak adlandırarak bunları ‘1.
dünya’ ilan etti. Üç Dünya teorisi emperyalist ülkelerin büyük bir kesimini ‘ikinci dünya’ ilan ederek,
onlara olası müttefikler olarak göstererek, hedef tahtası olmaktan çıkardı. Sözüm ona üçüncü dünyadaki
birçok gerici rejimler dünya devrimci sürecinin faal
müttefikleri ilan edildiler. Her ne kadar AEP bu teorinin açık karşı-devrimci pozisyonlarından kendini
ayırsa da, bu teorinin örneğin ‘süper güçler’in tüm
halklar için dünya çapında baş düşman olarak sap-
tanması vs. gibi bazı yanlış temel tezlerini bizzat kendisi savundu. Bu kendisini “Üç Dünya Teorisi”nden
yarım-yamalak ayırma VII. Parti Kongresi Raporunda da devam etti.
Çin KP hakkındaki tavır ile ilgili olarak bu raporda
şunlar tespit edilmiştir:
“Arnavutluk komünistleri ve halkı, kardeş Çin halkının Çin Komünist Partisi’nin önderliği altında,
Çin’deki sosyalist devrim ve sosyalist inşada proletarya diktatörlüğünün sağlamlaştırılması, anavatanın
güçlendirilmesi ve ilerletilmesi için yürütülen sınıf
mücadelesinde kazandığı başarıları sonsuz bir sevinçle karşılamaktadır. Büyük Proleter Kültür Devriminin
zaferi, Liu Şao-şi, Lin Biao, Deng Siaoping’in karşıdevrimci tertiplerinin yerle bir edilmesi, Çin’de devrimci bir durum yaratmış ve sosyalizmin ve proletarya
diktatörlüğünün mevzilerini sağlamlaştırmıştır. Çin
halkının şanlı devriminde ve sosyalizmin inşasında kazandığı tarihi zaferler, yeni Halk Çin’inin yaratılması
ve onun bugün dünyada sahip olduğu büyük itibar,
büyük devrimci Mao Zedung yoldaşın adına, öğretilerine ve önderliğine doğrudan bağlıdır. Bu mükemmel
Marksist-Leninistin eseri, proletaryanın devrimci teorisinin ve pratiğinin zenginleştirilmesine yapılmış bir
katkıdır.” (Enver Hoca, AEP VII. Parti Kongresi’ne
Raporu, Tiran 1976, sf: 207-208; Türkçesi: Yeni Bir
İdeolojik Saflaşmanın Temelini Oluşturan AEP, Belgeler, Partizan Yayınları No: 8, Şubat 1980, sf: 79)
Mao Zedung resmen ve tüm dünya kamuoyu önünde “mükemmel Marksist-Leninist” olarak göklere
çıkarılırcasına övülürken, şimdi Enver Hoca’nın iç
değerlendirmelerinden öğreniyoruz ki, Enver Hoca
daha o zamanlar bütünüyle başka, olumsuz bir değerlendirmeye sahipmiş. Çin Üzerine Düşünceler’de
Mao Zedung’un ölümü vesilesiyle 09 Eylül 1976’da
şunlar söyleniyor: “Düşünür ve filozof olarak, Çin halkının devrimci demokrat önderi olarak Mao Zedung
tarihsel bir şahsiyettir; oysa tarih ve Çin’deki durumun
Marksist-Leninist tahlili, onun her ne kadar kapsamlı
bir kültüre sahip bir filozof olsa da, ama bir MarksistLeninist olmadığını açıklığa kavuşturacaktır.
O (Mao – ÇN) Konfüçyus v. d.nin eski Çin felsefesinden çok derinden etkilenmişti. Ve eklektik olan onun
eserinde Marksizm-Leninizm sadece bölük-pörçük ilkeler ve düşünceler biçiminde yer buldu.” (Düşünceler,
cilt II, sf: 284-285, Alm., altını çizen HR)
Çin’de “Marksist” olmayan birinin önderliğinde
güya sosyalizmin nasıl inşa edildiği Enver Hoca’nın
bir gizidir. Bu değerlendirmeyi yapmasına karşın, de-
61.
VII. Parti Kongresi’nde “sosyalist toplumun tam inşasının yeni anayasası” onaylandı ve “Arnavutluk Sos63.
yalist Halk Cumhuriyeti” ilan edildi. Yeni Anayasada
AEP’nin VII. ve VIII. Parti Kongreleri arasında
şunlar saptandı: “Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhu- hem Arnavutluk SHC ile Çin HC arasındaki ilişkiriyeti, tüm emekçilerin çıkarlarını temsil eden
lerde hem de AEP’nin çizgisinde esaslı ve teve savunan proletarya diktatörlüğümelli değişiklikler vardır. 7 Haziran
Ennün bir devletidir.” Bu teorik
1977’de Zeri i Populit’te “Devolarak doğru bir iddiadır;
rimin Teori ve Pratiği”
ver Hoca “Çin Üzeama anayasa metni ile
başlığıyla yazı kurulurine Düşünceler” deki kendi iç
ülkenin yaşam gernun bir makalesi yanotlarında,
pratikte
1970’den
itibaren,
çeği arasında bilinyınlandı. Bu mace çıkarılması zokalede kamuoyu
Çin HC’nin dış politikasını eleştirmekten
runlu olan kimi
önünde ve isim
başlayıp, Çin KP’nin “Zikzaklı rotası” hakmerkezi çelişkivererek “sözde
kında
dert
yanmaktadır.
Yetmişli
yılların
orler vardır:
‘Üç Dünya Teo- Bu devletrisi’
“ne doğrutasından itibaren bu içteki eleştiriler, Çin’in
teki ‘proletarya
dan saldırıldı.
“Arnavutluk karşısındaki ekonomik yüküm- Üç Dünya teorisi
d i k t a t ö r l ü ğ ü ’,
‘halk demokrasi“Devrim için tek
lülüklerini tam olarak yerine getirmedisi diktatörlüğü’ ile
bir
görev bile tespit
ği” ve “iktisadi baskı” uyguladığı
herhangi bir özsel farka
etmeyen, tersine devvs. yönüne yönelmektesahip değildi.
rim görevlerini unutan”
- Arnavutluk – muazzam
bir teori olarak eleştirildi.
dir.
ilerlemelere rağmen – Avrupa’nın
“Üç Dünya Teorisi”ne bir dizi
en geri ekonomilerinden biriydi. O sırada Çin
doğru, Marksist-Leninist eleştiri getirildi; ne
HC’ne bağımlılık ilişkisi çok büyüktü.
var ki Üç Dünya Teorisinin bazı kavramları ve tezleri
- Sistemde Faaliyet Raporunda kısmen adlandırılan bu teorinin parçaları olarak bütünüyle reddedilmedi.
ve buna karşı mücadele yürütülen birçok bürokratik Çin’de revizyonistler, aynı Sovyet revizyonistlerinin
görünümler vardı.
1961’de gösterdikleri reaksiyonu gösterdiler. Onlar da
- Bu devlette “sosyalist toplumun tam inşası” dan ekonomik ilişkilerin kesilmesiyle tehdit ettiler. AEP,
söz etmek çok abartılı ve yanıltıcıdır.
“Üç Dünya Teorisi”nin karşı-devrimci görüşlerine
karşı eleştiriyi kendi basınında ve uluslar arası alanda
62.
sürdürdü. Çin KP’nin tehdidinin peşini bunun pratiEnver Hoca “Çin Üzerine Düşünceler” deki kendi ğe geçirilmesi izledi:
iç notlarında, pratikte 1970’den itibaren, Çin HC’nin
7 Temmuz 1978’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin
dış politikasını eleştirmekten başlayıp, Çin KP’nin Dışişleri Bakanlığı Pekin’deki Arnavutluk Sosyalist
“Zikzaklı rotası” hakkında dert yanmaktadır. Yet- Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği’ne, Çin hükümemişli yılların ortasından itibaren bu içteki eleştiriler, tinin şu kararının bildirildiği resmi bir nota verdi:
Çin’in “Arnavutluk karşısındaki ekonomik yüküm- “Arnavutluk’a ekonomik ve askeri yardım durdurulur
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lülüklerini tam olarak yerine getirmediği” ve “iktisadi baskı” uyguladığı vs. yönüne yönelmektedir. (Bkz:
Düşünceler, cilt II, sf: 110, Alm.) Bundan dolayı 7.
Parti Kongresi Raporunda vurgulanan şeyler şaşırtıcı değildir. Arnavutluk “İdeolojik ve siyasi tutumun,
iktisadi, kültürel ve siyasi ilişkiler için bir engel olamayacağı” (Enver Hoca, AEP VII. Parti Kongresi’ne Raporu, Tiran 1976, sf: 201; Türkçesi: Enver Hoca, AEP
VII. Parti Kongresi’ne Raporu, Koral Yayınları:19,
Kasım 1976, İst, sf:173) görüşünü savunmaktadır.
✒
vamen hâlâ Mao Zedung önderliğindeki Çin’in kızıl
olduğundan ve Çin’in onun önderliğinde Arnavutluk
HC’ne “enternasyonalist ruhla yardım ettiğin” den vs.
(Düşünceler, cilt II, sf: 286, Alm.) söz etmektedir. Ulusal kurtuluş hareketinin devleti olan Arnavutluk’ta
da bu devletin kuruluşundan başlayarak “proletarya
diktatörlüğünün bir biçimi” olarak görüldüğü düşünüldüğünde bu sır çözülmektedir.
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ve bu tarihe kadar Arnavutluk’ta çalışan ekonomik
ve askeri uzmanları geri çekilir” (Arnavutluk Emek
Partisi MK ve Arnavutluk Hükümetinin Çin Komünist Partisi MK ve Çin Hükümetine 29 Temmuz 1978
tarihli Mektubu, “8 Nentori” Yayınevi, Tiran, 1978,
Türkçesi: Halkın Kurtuluşu Yayınları - 13, Ağustos
1978, sf: 5’den Alıntı)
Bu adıma AEP, 29 Temmuz 1978’de “Arnavutluk
Emek Partisi MK’nin ve Arnavutluk Hükümeti’nin
Çin Komünist Partisi MK’ne ve Çin Hükümeti’ne
“ bir “Mektup”u ile cevap verdi. Bunun içinde “Çin
HC ve KP’nin ikiyüzlü ve düşmanca tavrı” en keskin bir şekilde mahkûm edilir ve şunlar tespit
edilir:“Arnavutluk Emek Partisi Merkez Komitesi ve
Arnavutluk Hükümeti, Sosyalist Arnavutluk’a yardım
ve kredilerin gaddarca kesilmesini, büyük devlet konumundan hareketle yapılmış bir gerici eylem olarak,
içeriği ve biçimiyle Çin’in de eskiden mahkûm etmiş olduğu Tito, Kruşçof ve Brejnef’in gözü dönmüş, şövence
yöntemlerini yineleyen bir eylem olarak tüm dünya
kamuoyu önünde teşhir eder.” (agy, Türkçesi: agy, sf:
6) Bu, Arnavutluk SHC ile Çin HC ve AEP ile Çin KP
arasındaki “kardeşsel ilişkiler”in resmen kopmasıydı.
64.
Bu resmi kopuştan üç ay sonra AEP 1978’de
Tiran’da “bugünkü dünya gelişmesinin sorunları”
üzerine “bilimsel bir toplantı” düzenledi. (Bugünkü
dünya gelişiminin sorunları, AEP Merkez Komitesi
nezdindeki Marksist-Leninist Araştırmalar Enstitüsü, Tiran, 1978) Bu bilimsel toplantıda Çin revizyonizmi üzerine tartışılır ve şunlar tespit edilir: “Çin
revizyonizmi, ancak kısa bir süre önce açıktan ortaya
çıkmış olan bir akımdır, ama o derin köklere sahip çok
eski bir anti-Marksist akımdır. O şu anda devrim ve
sosyalizm davası ve halkların özgürlüğü ve bağımsızlığı için çok büyük bir tehlikedir.” (age. sf: 67, Alm.) Bu
değerlendirme ne kadar doğru olursa olsun, bu değerlendirmenin ancak Çin HC ile ilişkilerin bizzat Çin
HC tarafından koparılmasından sonra yapıldığı olgusu unutulmamalıdır. Bu, AEP’nin pragmatik (faydacı) ve anti-Marksist yaklaşımının kanıtıdır.
44
65.
Çin KP’nin revizyonizmine kamuoyu önünde
yapılan teorik eleştirinin bir sonraki adımı Enver
Hoca’nın “Emperyalizm ve Devrim” kitabıyla (Tiran,
1979) geldi.
Bu adım her şeyden önce Çin KP ile muğlak bir he-
saplaşmadır. Enver Hoca’nın Kitabı “Emperyalizm ve
Devrim” kitabının III. Bölümünde “Mao Zedung Düşüncesi: Anti-Marksist bir teori” (Alm., sf: 445, Türkçesi, Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Yıldız
Yayınevi:1, sf: 275) başlığı altında, AEP’nin pratikte
Ekim 1978’deki “Bilimsel Konferans”a kadar kamuoyu önünde Çin KP’nin ve Mao Zedung’un çizgisi ile
ilgili savunduğu her şey bütünüyle ve temelden revize edilmektedir. Şimdiye kadar göklere çıkarırcasına
övülen “Büyük Proleter Kültür Devrimi” şimdi “Mao
Zedung’un bir çağrısıyla ortaya çıkan kaos halinde bir
patlama” olarak karalanmakta; “ne bir devrimdi, ne
büyüktü, ne de kültüreldi ve özellikle zerre kadar proleter değildi. İktidarı ele geçirmiş olan bir avuç gericiyi
tasfiye etmek amacıyla yapılan tüm Çin çapında bir
saray darbesiydi.” (Alm., sf: 452-454, Türkçesi, age, sf:
279-281); şimdiye kadar Arnavutluk basınında büyük
Marksist-Leninist olarak göklere çıkarırcasına övülen Mao Zedung şimdi birden artık ”Marksist-Leninist değil”di. “Görüşleri” birden “eklektik” (Alm. sf:
460, Türkçesi, sf: 285) idi. Mao Zedung güya AEP’nin
yeni çizgisine göre “proleter bir sınıf partisinden yana
değildi; bilakis sınıfsal sınırları olmayan bir partiden
yanaydı.” (Alm., sf: 461, Türkçesi, age, sf: 285) vs.
Burada Mao Zedung’un gerçek görüşlerinin ilkel bir
şekilde E. Hoca tarafından tahrif edilmeleri ve çarpıtılmaları sayısızdır.
AEP’nin Çin KP’ne karşı polemikten şimdiye kadar
neden kaçındığı sorununa ilişkin “özeleştiri” de bütünüyle inandırıcı olmayan bir tarzda şunlar söylenmektedir: “(bunun nedeni) … Onun (AEP’nin) böyle
bir polemiği sürdürmekten korkması değil, bu parti
(ÇKP – ÇN) ve Mao Zedung’un yanlış, anti-Marksist
yolu hakkında onun (AEP’nin) elindeki verilerin eksik
olması ve kesin sonuçlar çıkarmaya olanak vermemesidir.” (Emperyalizm …, Alm., sf: 449, Türkçesi, age,
sf: 277) Gerçekte Çin-Arnavutluk ilişkilerindeki biricik yeni olgu iktisadi anlaşmaların (Çin tarafından)
fesih edilmesi ve 7 Temmuz 1978 tarihi itibariyle Çinli uzmanların Arnavutluk’tan geri çekilmesi idi.
Kamuoyu önünde Çin KP’nin tüm politikasının
AEP tarafından revizyonist olarak yeni değerlendirilmesi bu adımla birlikte gerçekleşti. Bu davranış, Çin
KP’ne ve Mao Zedung’a bu yeni, yoğun eleştirinin arkasında, revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in
savunulması yerine “milliyetçi-yurtsever” bir motivasyonun bulunduğunu daha berrak bir şekilde göstermektedir. Zaten bazı noktalarda önemli hatalara
sahip olan 7. Parti Kongresi’nin çizgisi böylece yeni
66.
AEP’nin Kasım 1981’deki VIII. Parti Kongresi, VII.
Parti Kongresi’nden sonra revize edilen AEP’nin bu
yeni çizgisini onayladı ve pekiştirdi. Bu çizgi artık
Marksist-Leninist olarak değerlendirilemez. AEP
kendi kendine şöyle methiyeler düzüyor: “ Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz öğretisine partimizin
sınırsız sadakati, bu öğretiyi ülkenin koşullarına ve
karmaşık uluslar arası ilişkilere yaratıcı tarzda uygulama yeteneği, pek çok iç ve dış düşmanların saldırı
ve çarpıtmalarına karşısında onun ilkelerinin saflığını savunma kararlılığı, halkımızın tüm başarı ve zaferlerinin temeli olarak kalmaktadır.” Ve bu “yeni bir
deneyimin nedeni” olarak ortaya konmaktadır: “Bu
nedenledir ki ülkemizde devrim ve sosyalizmin inşası
hiçbir zik-zak hatlar veya gerilemeler tanımadı; bilakis
daima ileri gitti ve sürekli zaferler kazandı. Arnavutluk örneği, proletarya diktatörlüğü tarihinde yeni bir
deneyimdir; sosyalizm ve Marksizm-Leninizmin teori
ve pratiğine değerli bir katkıdır.“ (Enver Hoca, AEP
8. Parti Kongresine Rapor, Tirana, sf: 128, Türkçesi:,
Enver Hoca, Arnavutluk Emek Partisi 8. Kongresine
Sunulan Rapor, Özgürlük Yayınevi, Nisan 1982, sf:
54) Çekilmez, yanlış bir kendi kendini övgüye dayanan bu ‘teori’, diyalektik materyalizm ile ve Arnavutluk HC ve AEP’nin gerçek tarihi ile hiçbir bir ilgisi
olmayan değerlendirmeleri aktarmaktadır. Aynı zamanda Enver Hoca’yı Marksizm-Leninizmin ustaları
ile aynı seviyeye koymanın gülünççe çabalarıdır. Diğer taraftan bu, AEP’nin kendisinin yanlış çizgisinden geri dönüşünün neredeyse imkânsız olduğunu
da kanıtlamaktadır. Revizyonist yozlaşma tam istim
üzerindedir.
67.
VIII. Parti Kongresi’ne Rapor’da AEP’nin Çin revizyonizmine karşı mücadelesi şöyle değerlendirilir:
“Partimiz Çin revizyonizmine, Çin KP’nin ideolojisine, siyasetine, tavır ve eylemlerine karşı büyük,
açık ve ilkeli bir mücadele yürütmüştür.” (Enver
Hoca, AEP VIII. PK’ne Rapor, Tirana, 1981, sf: 283,
Türkçesi: K. Demirkapı, AEP Değerlendirmesi, Dönüşüm Yayınları, Kasım 1991, İst, sf: 113; age. sf:115)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
XI. Revizyonist Yoldaki AEP
Olgu bunun tam tersidir.
Bu mücadele ne büyük, ne açıktan ne de ilkelere
bağlı olarak yürütüldü. Bu mücadele, ancak Çinli revizyonistlerin Arnavutluk HC’nin ulusal çıkarlarına
doğrudan dokunduğunda yürütüldü. “Partimiz, iyi
dostluk ilişkileri sürdürdüğü Çin Komünist Partisi ve
Çin devletinin bu anti-Marksist yolunun fark etmek
için belirli bir zamana gereksinim duydu.” (Age, sf:
286, Türkçesi, age, sf:116)
Dışa karşı sahtekârca Marksizm-Leninizm temelinde enternasyonalist ilişkiler değerlendirmeleri yapılırken, içerde E. Hoca’nın başka şeyler düşündüğü
ve not defterine yazdığı olgudur. Bunun biraz geç
farkına varmak vs. ile değil, bilakis pragmatik (faydacı), milliyetçi motiflerle ilgisi vardır. “Önce yoldaşlar
arasındaki tartışmalar gibi ilkeli bir mücadele yürüttük. Oysa bu mücadele Çin’in anti-Marksist tutumları
nedeniyle giderek keskinleşti.” (Age, sf:286, Türkçesi,
age, sf:116) Olgu ise şöyledir: Mao’nun “Marksist değil” olarak, Çin KP’nin çizgisinin “revizyonist” vs.
olarak değerlendirildiği, AEP tarafından yürütülmüş
olduğu belgelenen tek bir iç tartışma yoktur. Bu değerlendirmeler ancak Çin HC ile Arnavutluk-SHC
arasındaki kopuştan sonra ortaya çıkmaktadır.
AEP, sadece kendisinin düşman olarak tanımladığı
veya onun düşman olarak değerlendirdiği partilere
karşı açık ve kamuoyu önünde bir eleştiri getirmiştir. Bu Marksist-Leninist, ilkeli bir tutum değildir.
“Arnavutluk Emek Partisi’nin mücadelesinin önemi,
iki efsaneyi alaşağı etmesinde yattı: Sosyalizmin inşa
edildiği ülke olarak Çin efsanesi ve çağımızın Marksizm-Leninizmi olarak Mao Zedung Düşüncesi efsanesi.” (Age, sf:286/287, Türkçesi, age, sf: 116) Olgular şunlardır: 1. Bunlar efsane ise, o zaman AEP bu
“efsaneler”in yaratılmasında baş aktörlerden biri idi.
2. Çin’de “sosyalizmin inşası” bir efsane değil, bilakis
en azından aynı Arnavutluk’taki ‘sosyalizmin inşası’
gibi bir olgudur. Bu her iki halk-demokratik devletler
arasında “Sosyalizmin inşası” konusunda özsel hiçbir
fark yoktur. 3. “Zamanımızın Marksizm-Leninizmi
olarak Mao Zedung-Düşüncelerini”, AEP’den önce,
örneğin TKP/ML’in I. Parti Kongresi Belgelerinde
görüleceği gibi, kimi küçük Marksist-Leninist partiler reddetmişti. 4. AEP’in Çin KP ve Mao ZedungDüşünceleri konusundaki kendisinin imal ettiği efsanenin yıkılışı, içeriksel-nitelik bakımından Sovyet
modern revizyonistlerinin saldırılarından sadece nüansta farklıdır.
✒
bir parti kongresi olmaksızın demokratik olmayan,
Marksist olmayan bir yöntemle bütünüyle revize edildi.
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
46
68.
VIII. Parti Kongresi’nden hemen sonra AEP-Önderliğinde, Siyasi Büro’nun yıllardır üyesi, Arnavutluk HC’nin başbakanı, AEP’nin kurucu kadrolarından biri, “AEP-Hiyerarşisi”nde pratikte Enver
Hoca’nın arkasında bulunan Mehmet Şehu’nun “gizemli ölümü” gerçekleşti... “İkinci adam” 1981 Aralık
ayının ikinci yarısında ortalardan kayboldu. Sonra
kendisinin yatağında kafasına bir kurşun sıkarak intihar etmiş bulunduğu resmen açıklandı.
1983’de Tiran’da çıkan kitabı “Titocular”da, Enver
Hoca, onu bir “poli ajan” yaptı: Önce İngiliz-Yugoslav, sonra ABD, daha sonra Sovyet ajanı ve sonra aynı
anda hepsinin ajanı. Enver Hoca’ya göre o “Titoist
İstihbarat Teşkilatlarının bir numarası” idi. (Enver
Hoca, Titoistler”, Tiran, 1983, Alm.,)
Enver Hoca’nın komik anlatımlarına göre “Mehmet
Şehu, oğlunu çevresinde altı, yedi tane kaçak savaş
suçlusu bulunan bir ailenin kızı ile nişanladı… Parti
hemen müdahale etti; nişan bozuldu, Mehmet Şehu
yoldaşlar tarafından bu kaba siyasi hatadan dolayı
eleştirildi.” Bütün yoldaşlar “Mehmet Şehu’nun özeleştirisi hakkındaki hoşnutsuzluklarını ifade ettiler;
ondan böylesi bir hatanın kaynağının nerde yattığı
üzerine esaslı düşünmesini ve ortaya çıkarmasını talep ettiler.” Onun hatasının cezası olarak “ sadece kadro dosyasına ağır bir ihtar verilmesi istendi.” (age, s:
699, Türkçesi: K. Demirkapı, AEP Değerlendirmesi,
Dönüşüm Yayınları, sf:155-156, 1991, Ist.) M. Şehu,
Siyasi Büro toplantısı arifesinde güya Yugoslav ajanları merkezinden (UDB) “kendisinin ilişki adamı Fecor Şehu üzerinden… ‘Enver Hoca her ne pahasına
olursa olsun toplantıda bile öldürülmelidir, Mehmet
Şehu’nun kendisi de öldürülse bile” diyen ültimatomu”
(age, sf: 698-699; Türkçesi: age, Sf: 157) iletmesi için
Mehmet Şehu’ya gönderdi.
Resmi açıklamaya bakılacak olursa o (M.Şehu –
ÇN) gece intihar etti. “Hazırlamakta olduğu suçun
belki ortaya çıkarılmış olabileceği görüşündeydi…
kendisine ait bir plan düşündü ve onu uyguladı… intihar etmeye karar verdi… bununla böylece geçmişini kaybetmez ve ailesi zarar görmezdi.” (age, sf: 700;
Türkçesi: sf: 158)
Şehu’nun ölümünden yaklaşık bir yıl sonra birçok
parti ve devlet fonksiyonerleri tutuklandı ve gizli yargılamalar sonucu mahkûm edildiler. Bunlar arasında
M. Şehu’nun karısı Fikret ve onun oğulları, savunma bakanı Kadri Hazibu ve Mehmet Şehu ile akraba
olmayan içişleri bakanı Fecor Şehu, dışişleri bakanı
Nesti Nase vs. vardı. Hepsi, M. Şehu yönetiminde
CİA, UDB ve KGB hesabına bir devlet darbesi hazırlamış olan ajanlar ilan edildiler. AEP-tarihinde, egemen çizginin hemen hemen tüm siyasi karşıtlarının
yurtdışının – her şeyden önce Yugoslavya’nın - ajanları olduğunun açıklanması, olgu olarak bir gelenektir.
XII. “Enver Hoca Öğretisi”nin
Kutsallaştırılması
69.
Ekim 1983’de AEP tarafından bir “Arnavutluk
Emek Partisi ve yoldaş Enver Hoca’nın Marksist-Leninist teorik düşüncesi üzerine bilimsel konferans”
organize edildi. Pratikte bu, “Enver Hoca yoldaşın
öğretilerini” Marksizm-Leninizm’e büyük katkı olarak değerlendiren ve onu Marksizm-Leninizm’in bir
ustası rütbesine terfi ettiren bir konferanstı.
70.
Nisan 1985’te Enver Hoca, 76 yaşında kalp yetmezliğinden öldü. Daha kendisi yaşarken, artık bedenen
ve zihnen yönetemeyecek durumda iken, parti yönetimi pratikte Ramiz Alia tarafından üstlenilmişti. Ne
var ki, bu nöbet değişikliği Enver Hoca görünürde
parti önderliğinden almaksızın yapıldı. Bu yalnızca
Enver Hoca somutunda AEP tarafından yaratılmış
olan inanılmaz derecede bir kişiye tapma kültü ile
açıklanabilir bir olgudur.
Kasım 1986’daki IX. Parti Kongresi Enver Hoca’sız
ilk parti kongresidir. Bu parti kongresinde “Enver
Hoca’nın öğretileri “partinin genel çizgisinin temeli” (Ramiz Alia, AEP IX. PK.’ne Rapor, 1986 Tiran,
s.7, Türkçesi: Ramiz Alia, AEP IX. Kongre Raporu,
Sun Yayıncılık, Ist, Aralık 1989, sf: 11) ilan edilir.
VIII. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisi IX. Parti Kongresi’nin Raporunda daha da geliştirilir. Parti
kongresinden sonra ekonomik yaşamın demokratikleştirilmesi adına yabancı sermayeye ve özelleştirmelere kapılar açılır. Kapitalizmin restorasyonu hızla
ilerler. 1991’de Arnavutluk SHC’nin resmi sonu geldi.
XIII. Toparlama
* Ulusal Kurtuluş Savaşındaki AEP:
AEP yabancı işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşı
içinde Arnavutluk’un bağımsızlığından, ulusal egemenliğinden yana en tutarlı bir şekilde tavır takınan
siyasi güç olarak doğmuştur.
Modern Revizyonizme karşı Mücadele İçinde:
- AEP, milliyetçi, hegemonyacı tutumların
Arnavutluk’un bağımsızlığını tehlikeye düşüren Yugoslavya KP’ne karşı doğru tavır takındı.
Arnavutluk’un bağımsızlığını tehdit eden Tito-revizyonizmi karşısındaki düşmanlık Arnavutluk siyasetinde sonuna kadar kırmızı çizgi olarak kalmıştır.
- AEP, Kruşçof-revizyonizmine karşı, o Yugoslavya
KP’nin itibarını iade ettiğinde yönelmiştir.
Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadelede
AEP’nin SBKP’ne eleştirisi ancak Kruşçof revizyonistlerinin Arnavutluk HC ile iktisadi ilişkileri kestiğinde ve uzmanlarını geri çektiğinde, ilk olarak
kamuoyu önünde yürütülmüştür. Yani açık eleştiri
ancak Arnavutluk HC’nin ulusal çıkarlarına direkt
olarak saldırıldığında yapılmıştır.
- Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadelede ideolojik olarak 1957 ve 1960 Moskova Deklarasyonları
komünist dünya hareketinin Marksist-Leninist genel
çizgisi olarak savunulmuştur. Bu eklektik belgeler
dünya hareketi içinde nesnel olarak SBKP-20. Parti
Kongresi’nin revizyonist çizgisinin uluslar arası alanda ML-teorinin ilerletilmesi olarak tanınması rolünü
oynamıştır.
Emperyalizm ve ‘Üç Dünya Teorisi’ ile İlgili Tavrında:
AEP oldukça geç bir dönemde de olsa karşı devrimci üç Dünya teorisini ret etmiş, doğru eleştiriler
getirmiştir. Ancak bu teorinin temel taşlarından biri
olan “Süper güçler teorisi” AEP tarafından da sonuna
kadar savunulmuştur.
Çin Devrimi ve Mao Zedung’un Değerlendirmesinde:
Çin devrimi ve Mao Zedung’un AEP tarafından
değerlendirilmesi, Çin HC ile ekonomik ilişkilerin
kopmasından sonra 180 derecelik bir değişime uğramıştır.
Kruşçof-revizyonizmine karşı mücadeledekine
benzer bir şekilde, bu mücadele ancak siyasi karşıt,
düşman olarak değerlendirildiğinde, ancak o zaman
Sosyalizmin İnşası Sorunları:
Buradaki teorik ana sorun, halk demokrasisi diktatörlüğünün “proletarya diktatörlüğü”nün bir biçimi
olarak deklare edilmesinde, bunun sonucu olarak
aşikâr bir şekilde yanlış olan “sosyalizmin inşası”nın
ulusal kurtuluş hükümetinin 1944’de iktidarı ele almasıyla başlatılmasında yatmaktadır. Ne var ki bu
hata tek başına AEP mahsus değildir. Bu, 1948’den
sonra komünist dünya hareketinin genel çizgisiydi.
Bu hata asla düzeltilmedi ve AEP’nin siyaseti ile Arnavutluk SHC’nin sonuna kadar sürdü.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
* AEP’nin Komünist Dünya Hareketi içindeki Yeri
ve Tutumu:
kamuoyu nezdinde yürütülmüştür.
AEP’nin Mao Zedung’a ve Çin KP’ne eleştirisi içeriksel-niteliksel olarak Sovyet revizyonistlerinin maoizme eleştirisinden özde farklı değildir.
✒
Bu parti kendisini 1948’e kadar siyasi güç olarak
Ulusal Kurtuluş Cephesinin (daha sonra Demokratik
Cephe) arkasına saklamıştır.
Leninist Partinin Temel İlkelerinde:
- Demokratik merkeziyetçiliğin, tartışmanın ve
parti içinde karar almanın propaganda edilmesi
ve uygulamasında “parti her zaman haklıdır” antiMarksist ilkesinin AEP içinde kabul ettirmenin güçlü
eğilimleri vardı.
- Parti içindeki sınıf mücadelesinin gerekliliğinin
AEP tarafından doğru bir şekilde altı çizilmektedir.
Çin KP’nin genel kural olarak “parti içinde iki çizginin sürekli olarak varlığı” teorisine karşı AEP tarafından ikna edici bir şekilde polemik yürütülmüştür. Ne var ki AEP bu polemikten temelde yanlış bir
sonuç geliştirmiştir: Marksist-Leninist parti içinde
iki çizgi olamaz. Bu mekanik ve idealist görüş bizzat
AEP pratiği tarafından çürütülmüştür.
- Mao ile ilgili kişiye tapmaya karşı doğru bir şekilde karşı çıkılmıştır. Ama bizzat AEP’nin kendisi
kişiye tapmadan muaf değildir. Enver partidir’den
başka bir anlama gelmeyen “Enver-Parti” yanlış sloganı AEP’nin ana sloganlarından biriydi.
Sonuç:
AEP kendisinin 8. Parti Kongresi’ne kadar, çizgisinde
kısmen önemli, ilkesel hatalar da olan ML bir partiydi.
VIII. Parti Kongresi’nden sonra yanlış, revizyonist Hocacı bir çizgi ile revizyonist yozlaşma yolunda bulunan ML bir partidir. Revizyonist gelişme süreci IX.
Parti Kongresi ile tamamlanmıştır. ✓
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Komünist KöZ” üzerine
bir kez daha
D
ergimizin 158. sayısında, “Troçkizm Üzerine”
yazı dizimizin son bölümünde yarı Troçkist
olarak değerlendirdiğimiz “Komünist KöZ”e kimi
noktalarda eleştirel notlar yöneltmiştik. Bu eleştirel
notlarımızın bir bölümüne, “Komünist KöZ Gazetesinin 28. sayısında bir cevap yazısı yayınlandı. Bu sayımızda KöZ Gazetesinin kimi eleştirilerimize tavır
takındığı yazısı üzerinde durmak istiyoruz.
Eleştiri Yöntemi Nasıl Olmalı?
48
Eleştiri, doğru ve gerçek olanı bulmak için girişilen
bir diyalog süreci, bir fikir alışverişidir. Karşı tarafın öne sürdüğü fikirleri olduğu gibi almadan, onları
bütünlüğü içinde bağlarından koparmaksızın kavramadan, peşin hüküm ve önyargıyla yapılan „eleştiri“
gerçeği bulmaya hizmet edemez. Herhangi bir konuda eleştiri yapanların önce konuyu etraflıca araştırmaları, asgari düzeyde de olsa bilgi sahibi olmaları
gerekir. Olay ve olguların gerçek yüzlerini ortaya
çıkartmak ve doğrulara ulaşmak için ML-bilimin
de kabul ettiği diyalektik yöntemin temel alınması
önemlidir. KöZ’ün cevap yazısına baktığımızda, kimi
eleştirilerimizi anlamadığını, görüşlerimizin önemli
bir bölümünden haberdar olmadığını görüyoruz.
Şöyle yazıyor KöZ: “Bu çerçevede hem KöZ’ün genel çizgisini eleştiren hem de Troçkizm dosyasında dile
getirdiği Troçkizm eleştirisinin kendilerince yetersizliklerini ortaya koyan bir eleştiri yayınladılar.”(Bkz.
KöZ sayı 28, sf.11, Aralık 2012. Aksi belirtilmedikçe,
KöZ’den Yapacağımız bütün alıntılar adı geçen derginin 28. sayısı, sf.11-12’dendir.) Öncelikle bizim yazdıklarımızın iyi anlaşılması gerekir. Biz, dergimizin
158. sayısında aynen şunu söyledik: “Biz bu yazımızda KöZ’ün savunduğu temel görüşlerinin bir analizinden ziyade, kimi noktalarda savunduğu görüşlerine
eleştirel notlar yöneltmek istiyoruz.” (Bkz. YDİ Çağrı, sayı 158, sf.49) Dizi yazımızın son bölümünde,
KöZ’ün “genel çizgisini eleştiren” bir yazı yazmadık. KöZ’ün savunduğu görüşlerin kimi noktalarına
eleştirel notlar yönelttik. Kuşkusuz KöZ’ün savunduğu görüşlerin daha çok eleştirilecek yanları var. Ama
KöZ yazarı, kimi noktalarda çizgilerine yönelttiğimiz
eleştirileri, “genel çizgi”lerine yönelen eleştirilere dönüştürüyor. Devam ediyor KöZ yazarı:
“Kuşkusuz sol içerisinde birbirini oportünist olarak
gören akımların birbirleriyle eylem ve mücadele birliği yapmasında bir sorun yoktur. Ancak söz konusu
durumda her iki cenahtan da birbirini her daim karşı
devrimci olarak gören akımlar söz konusudur.” KöZ
bu satırları yazarken – biz kendi somutumuz için konuşuyoruz - doğru yazmıyor. KöZ’ün iki cenah olarak adlandırdığı cenahlardan biri içinde (anti Troçkist cenah içinde) herhalde biz de varız...
Ne Stalin’in kendisi ne de biz Troçki ve Troçkizmi
‘her daim karşı devrimci’ olarak değerlendirmedik.
ML olmamak eşittir karşı devrimci olmak demek
değil. Troçki hiçbir zaman tutarlı bir Bolşevik, bir
ML olmadı. Fakat birinci dünya savaşı içinde ML
pozisyonlara yakın, Enternasyonalist, devrimci bir
tavır içinde idi. Ekim devrimi öngününde devrimci
pozisyonda idi. O’nu Bolşevik Parti’nin programını
ve tüzüğünü en azından lafta kabul ederek Bolşevik
Partisi’ne katılmaya götüren de bu konum idi.
Troçkizmin işçi sınıfı hareketi içinde devrimci bir
akım olmaktan çıkıp, karşı devrimci bir akıma dönüşmesi 1920’li yılların sonlarına kadar süren bir süreç içinde gerçekleşmiştir. O’nu karşı devrimci kılan
Sovyetler Birliği’ne karşı giriştiği pratik yıkıcı eylemlerdir.
Bugünkü Troçkizm, kimi açık provokatör, işbirlikçi grupları dışında, ‘sol’ hareket içinde yer alan, yer
yer gerçek Bolşevik olma iddiasını ileri sürenleri de
içinde barındıran, ortak ideolojik noktaları anti Stalinizm olan, bütünü hakkında karşı devrimci değerlendirmesi yapmadığımız oportünist akımlardan biridir. Temel niteliklerinden biri merkezciliktir. Anti
Stalinizm adına getirdikleri kimi ‘eleştiriler’ açık
burjuva anti-komünizminin komünizme saldırıları
Bir kez daha Troçkizmin özelliklerinin ne olduğunu anlatalım. Troçkizm, iradeci subjektivizmdir.
Troçkizm, “proleter devrim” teorisini savunma adına köylülüğün önemini ve devrim mücadelesinde
oynadığı rolü inkâr etmektedir. Kendi içinde tutarlı
bir dünya görüşü olmayan Troçkizm, Marksist görüşlerle, çeşitli türden oportü­nist görüşlerin karman
çorman bir devşirmesidir.Troçkizmi belirleyen bir
başka unsur ilkesizlik ve pragmatizm (faydacılık) Marksizm-Leninizmi Savunma Kıstasımız
Sadece Stalin’e Yaklaşım Sorunu
dır. Troçki’nin ilkesizliği kendini geDeğildir
rek ideolojik siyasi alanda, gerekKöZ devam ediyor: “Tıpkı Troçse örgütsel alanda “sentrizm”
Marksizmkistlerin soruna Troçki’ye
(merkez­cilik) şeklinde gösLeninizme
düşman
olan
sahip çıkmak yahut saygı
termektedir. Troçki’nin
göstermek çerçevesinen önemli özellikleTroçkizm tüm temel sorunlarda
de yaklaştıkları gibi,
rinden biri onun ilMarksizm-Leninizme karşı reviz­
Çağrı da başkalakesiz olması, bugün
rı gibi, Troçki’yi ve
söyle­diğinin tersini
yonizm ile birleşmektedir. Bolşevik
yarın aynı bağnazörgütlenmeyi reddeden Troçkizm parti Troçkizm’i merkezci
oportünist çizgisi ve
lıkla savunabilmesi­
içinde hizip özgürlüğünü savunma, her tasfiyecilikle ilişkisi
dir. Marksizm-Lenibağlamında ele alnizme düşman olan
türlü oportünist unsurla aynı parti
mıyor. Bunun yerine,
Troçkizm tüm temel
içinde bir arada barınmayı savuonları Stalin ve onun
sorunlarda Marksizmnan ilkesiz birlik taraftarıdır.
temsil ettiği çizgiye dair
Leninizme karşı reviz­
tutumları üzerinden ele alıyonizm ile birleşmektedir.
yor.” Hayır, eksik söylemiş Köz.
Bolşevik örgütlenmeyi reddeden
Biz “Stalin ve onun temsil ettiği çizTroçkizm parti içinde hizip özgürlügiye dair tutumları” değil yalnızca; Lenin ve
ğünü savunma, her türlü oportünist unsurla
aynı parti içinde bir arada barınmayı savunan ilkesiz Lenin in temsil ettiği çizgiye dair tutumları da değerlendirmede tabii ki temel alıyoruz. Ve zaten bunlar
birlik taraftarıdır.
bir ve aynı çizgi. Sorun oportünist akımlardan TroçŞöyle diyor KöZ:
“Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi Troçkizm’i Oportü- kist olanı ile Marksizm-Leninizm arasında. KöZ’ü
nizmin Bir Türü Olarak Ele alamıyor.” KöZ bir iddia utangaç ya da yarı Troçkist kılan ML akımın en
ileri sürüyor ama iddiasını ispatlama gereği duymu- önemli temsilcilerinden birini ML görmemesi. Sorun
yor. Nereden çıkıyor bu? Bu kadar yanlış bir iddia, burada. Bu bağlamda evet Stalin’e karşı tavır ML’e
bu kadar belge ortada iken nasıl ileri sürülebiliyor? karşı tavırda turnusol kâğıdı rolü oynuyor. “DolayıDergimizin 153. sayısında (sf. 59) Troçkizmin özel- sıyla da aynı kıstasa göre KöZ’ü de tastamam değilse
liklerinin ne olduğunu uzun uzun anlattık. Söyle- de, ‘yüzde 50 Troçkist’ olarak değerlendirmektedir.”
diklerimiz açık ve net. “Troçkizm’i Oportünizmin Bir Biz yüzde vermedik. Yarı lafı burada matematik bir
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Troçkizmin Özellikleri Nedir?
Türü Olarak Ele” almıyoruz iddiası boş bir iddiadır.
KöZ’ün 153. sayıda yazdıklarımızı okumadığını varsayalım. Ama KöZ’ü eleştirdiğimiz 158. sayıda, Troçkizm, Marksizmi savunma adına konuşan oportünist
akımlardan biridir” diyoruz. (Bkz.YDİ Çağrı, sayı
158, sf. 53) KöZ’e önerimiz, yazdıklarımızı okumaları
ve söylemediğimiz, savunmadığımız görüşleri bize
mal etmemeleridir.
KöZ, “Troçkizmi merkezci oportünizmin bir türü
olarak ele alama”dığımızı söylüyor. Biz Troçkizmi
çok genel olarak ele alındığında tabii ki merkezci oportünizmin bir türü olarak ele alıyoruz. Fakat
o kadarla kalmıyoruz. Merkezci oportünizm pratik
siyasette kimi zaman karşı devrimci hale de geliyor!
1930/1940’ların Troçkizminde olduğu gibi. KöZ bu
gelişmeyi yok sayıyor.
✒
ile örtüşmektedir. Yani “her iki cenahtan da birbirini
her daim karşı devrimci olarak gören akımlar” içerisinde biz yokuz. KöZ, öncelikle bizim neyi savunup,
savunmadığımızı doğru anlaması gerekiyor. KöZ’ün
savunmadığımız kimi görüşleri bize mal ederek
“eleştiri” getirmesi, görüşlerimizi kavramadığını, anlamadığını gösteriyor.
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
deyim değildir, kimi Troçkist görüşleri de savunma
anlamındadır, SB’nde sosyalizm inşası deneyimine
yaklaşımının Troçkist akımın yaklaşımı ile aynı olması anlamındadır. Tabii KöZ Troçkizmden kendini
Troçki ve Troçkizmi oportünist akımlardan biri olarak değerlendirmesi ile ayırıyor. Ona ‘Troçkist değil’
dememizin nedeni budur. Yarı- Troçkizm değerlendirmesi, onun anti-Troçkist tavrının tutarsızlığı, ML’e
getirdiği kimi eleştirilerin Troçkizmin cephaneliğinden alınmış olmasını ifade eden bir değerlendirmedir. “Tıpkı Troçkistlerin muhatap yahut muarızlarını
Stalin’e ilişkin duruş ve görüşlerine göre ele aldıkları
gibi, Çağrı da herkesi bir kefesinde mutlaka Stalin’in
durduğu bir teraziyle tartmak istemektedir”. Terazimizde kefede duran ML’in bilimidir. Troçki bağlamında, dünya üzerinde tek başına da olsa sosyalizmin inşasına çalışan Sovyetler Birliği’ne karşı pratik
tavırdır vs.
Ölçümüz ve kıstasımız yok mu(ş!)?
50
KöZ, “Daha önemlisi ve esaslı olan ise şudur: Çağrı’nın
‘öteki yüzde 50’yi ölçmek ve tarif etmek için bir ölçüsü
ve kıstası yoktur” diyor. Yüzde vermediğimizi yukarda açıkladık. “Öteki yüzde 50’yi ölçmek ve tarif etmek
için bir ölçüsü ve kıstası”mızın olmadığını söyleyen
KöZ yanılıyor. Kıstaslarımız var. Ortaya koyduğumuz
kıstaslar, esasta Dünya Komünist Hareketinin unsurlarının Marksizm-Leninizm ile revizyonizmin aktüel olarak çatıştığı bazı temel noktalarda takınması
gereken tavırlar, ayrım çizgileridir. Bu kıstaslar, esas
olarak uluslararası hareket için kıstaslardır. Bunun
ötesinde her ülkenin sınıf mücadelesinin sorunları
ile ilgili olarak belirleyici aktüel konularda da takınılan tavırları irdeliyoruz. Somut olarak Marksizm-Leninizm adına konuşan güçleri belli temel noktalarda
sorguluyoruz. Ülkelerimizin Bolşevikleri, bundan 30
yıl önce daha 1983’te Marksizmin-Leninizmin güncel
kıstaslarının ne olduğunu şöyle tespit ettiler:
“—Marx, Engels, Lenin, Stalin’i MarksizmLeninizm’in klasikleri olarak kabul etmek;
—Kruşçev modern revizyonizmine karşı çıkmak;
Kruşçev tipi modern revizyonizmi, şimdi çökmüş olan
Rus sosyal-emperyalizminin ideolojik dayanağı olarak
kavramak ve mahkûm etmek;
—Kruşçev modern revizyonizmine karşı ideolojik
mücadelenin tamamlanmamış olduğunu, bu mücadele içinde çok önemli hata ve sapmalar bulunduğunu,
bu mücadelenin tamamlanmasının bugün de önümüzde görev olarak durduğunu kabul etmek;
—”Üç Dünya Teorisi”ni karşı-devrimci bir teori olarak mahkûm etmek; “Üç Dünya Teorisi”nin köklerine
ve tüm varyasyonlarına karşı mücadeleyi görev olarak
kabul etmek;
—Mao Zedung’un değerlendirmesinde, hem onun
Marksizm-Leninizm’in beşinci klasiği olarak değerlendirilmesine ve hem de 1957 sonrası için revizyonist
genel değerlendirilmesine karşı çıkmak; Maoizmi,
Leninizm’den bir sapma olarak red ve mahkum etmek;
—Arnavutluk Emek Partisi’nin 1978 sonrası çizgisinin revizyonist olduğunu tespit ve bu çizgiyi mahkum
etmek;
—Dünya Marksist-Leninist Hareketi’nin birliğini
sağlamak için, bugün Dünya Komünist Hareketi’nin
ortak bir platform temelinde birleştirilmesi çalışmasının kavranacak esas halka olduğunu; gerek uluslararası alanda, gerekse tek tek ülkelerde Marksist-Leninist Hareket’in birliğini sağlamanın yönteminin açık
ve kamuoyu önünde ilkelere dayalı ideolojik mücadele
olduğunu kabul etmek;
—”Leninist Parti Öğretisi”ni, bugün özellikle de bu
öğretinin partinin nasıl yaratılacağına ilişkin “İki Aşamalı Parti Öğretisi” alanını evrensel bir öğreti olarak
savunmak;
—Marksizm-Leninizm’in yöntemsel önermelerine, özellikle “teori-pratik uyumluluğu” ve “özeleştiri”
yöntemlerine sıkıca bağlı olmak.” (Bolşevik Parti İnşa
Öğretisi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, Ocak
1997, İstanbul, sf.184-185)
Biz, her dönemde Marksizm-Leninizmin devrimci
özünü savunanların Marksist-Leninist olarak değerlendirilmesi gerektiğini; yine her dönemde Marksizm-Leninizmin devrimci özünü savunma”nın ne
anlama geldiğinin içeriğinin revizyonizme-oportünizme karşı mücadelenin gerekleri göz önüne alınarak somut olarak açıklanması, doldurulması gerektiğini tespit ediyoruz. Her dönemde somut olarak tespit
edilmesi gereken Marksizmin güncel kıstasları elbette
Marksist-Leninist bilim temelinde yükselmelidir. Bu
kıstasların Marksizm-Leninizmin her üç alanındaki
temel görüşleriyle çelişmemesi ve onlara uygun olması gerekir. Tespit edilmesi gereken güncel kıstaslar,
oportünizme / revizyonizme karşı mücadele içinde
Marksist-Leninistleri bir program etrafında birleştirmenin bir aracıdır. Her dönemde tespit edilen güncel kıstasların kabulü ve bu kıstaslar doğrultusunda
çalışma yapılacağının açıklanması, dünya MarksistLeninist hareketinin parçası olarak görülmenin ilk
ön şartıdır. Güncel olarak tespit edilen kıstasların
Şöyle yazıyor KöZ: “Çağrı’nın da KöZ’ün Troçki ve
Troçkizm’i bu referansların, yani somut olarak Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre belgelerinde en
billur ifadesini bulan kıstasların mihengine vurarak
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Temel Aldığımız Referanslar Nedir?
değerlendirmesini anlaması mümkün değildir. Çünkü
onların mihenk taşı da başka yerdedir. Ama kullanmaktan özenle imtina ettikleri bu referansları büsbütün rafa kaldırmaya cüret edemedikleri için de, KöZ’ü
de mutlak biçimde mahkûm etmeyip, ‘yarı-Troçkist’
olarak itham etmektedirler.”
Bizim referanslarımız ilk dört kongre ile sınırlı
değil. Bizim referanslarımız Komintern bağlamında
onun bütün kongrelerinde aldığı kararlardır. Bunlar
bizim için Marksist-Leninist Dünya Hareketinin ortak kararlarıdır. Yalnızca onlar değil, bir dizi KEYK
kararı da bizim referanslarımızdır bu bağlamda. KöZ
ile bu bağlamda aramızdaki temel fark da budur. KöZ
kendi kafasında Komintern’in 4. Kongresi ertesinde,
ilk dört kongreden saptığı vb. teorisini kabul etmiştir.
Bu Troçkistlerin temel iddialarından biridir. Gerçek
ise, Komintern’in genel çizgisinde, doğrultusunda
Dördüncü Kongreye kadar olan dönemle sonrası arasında bir kopukluğun sapmanın vs. söz konusu olmadığıdır. Aynı temel doğrultu üzerinde gelişen, yetkinleşen, taktik konularda zenginleşen bir çizgidir söz
konusu olan. Sorun şudur ki, merkezi çizgideki bu
gelişme ve yetkinleşme tek tek seksiyonların da otomatikman aynı yetkinliğe kavuşması anlamına gelmiyor. Biz, referanslarımızın ne olduğunu açık olarak
yazıyoruz. Dergimizin 158. sayısında KöZ’e somut
sorular sorduk. Lenin sonrası dönemi inkâr eden,
bir dizi olumlu gelişmeyi görmeyen KöZ’ün yaklaşımı idealisttir. KöZ’ün görevi söylem düzeyinde
değil, gerçek anlamda 1924 sonrasını araştırmaktır.
Komintern’in yalnızca ilk dört kongresi referans olarak alınıyorsa, Beşinci, Altıncı ve 7. Kongre kararlarının incelenmesi ve ilk dört kongre ile nasıl çeliştiğini
ortaya koymak KöZ’ün görevidir. Sadece Komintern
kongreleri değil, Lenin sonrasını tufan olarak değerlendirenlerin görevi, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin inşasını ve hangi konularda Lenin öğretisi ile
çeliştiğini açıklama görevleri var. Bunun yapılmadığı
yerde, söz konusu olan yalnızca ispatlanmayan (bizce
ispatlanması da mümkün olmayan) iddialardır...
✒
herhangi birinde esasta yanlış pozisyonda duran ve
bu yanlış pozisyonunu temelli eleştirilere, ilkeli ideolojik mücadeleye rağmen savunanlar ve bu anlamda
hatalarını düzeltme imkânı görülmeyenler, MarksistLeninist, dünya Marksist-Leninist hareketinin parçası vb. olarak değerlendirilemezler. Bugün modern
revizyonizme ve her türden oportünizme karşı Marksizm-Leninizmin savunulmasının aktüel gerekleri ve
dünya Marksist-Leninist hareketinin durumunu göz
önüne alarak, otuz yıl önce ML olmanın kıstaslarını
tespit etmemizin nedeni budur.
KöZ yazarı devam ediyor: “Bir başka deyişle,
Stalin’i usta kabul etmemek yarı-Troçkist yaftasını hak
etmek için yeterlidir; ama Çağrı bakımından Leninizm ve Bolşevizm’in tarifini yapmak üzere doğrudan
doğruya Leninizm’den ve Bolşevizm’den aldıkları bir
kıstas yoktur. Onların biricik ölçüsü ‘Stalin’e ilişkin
tutum’dur… İlginçtir ki muhtelif Troçkist çevrelerin
ölçüsü de aynıdır!” Kıstaslarımızın olduğunu, tek
kıstasımızın Stalin’e karşı takınılan tavır olmadığını ve güncel kıstasların ne anlama geldiğini yukarda açıkladık. Doğrudan doğruya Leninizm ile ilgili
kıstasımızın olmadığını yazan KöZ gene yanılıyor.
Marksist olmanın en genel kıstası nedir? Proletarya diktatörlüğü konusunda tavır... Dünyadaki tek
proletarya diktatörlüğü bütün eksiklik ve hatalarına
rağmen Troçki’nin düşman ilan ettiği Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği idi. Troçkistler bu devleti yıkma faaliyetleri yürüttüler. Bizim ölçülerimizi
“muhtelif Troçkist çevrelerin ölçü”leri ile aynılaştırmak sapla samanı birbirine karıştırmaktan başka
bir şey değildir.”Tıpkı DİP ve Marksist Bakış’ın KöZ’ü
kendilerince anti-Stalinist olarak görmedikleri için
ciddiye almadıkları gibi, Çağrı da KöZ’ü Stalin’i kendileri gibi görmediği için tam komünist olmamakla itham etmektedir.” KöZ’ü komünist değil, devrimci bir
grup olarak değerlendiriyoruz. Yarı Troçkist değerlendirmemiz, devrimci olmadığı anlamına gelmiyor.
Devrimci olmanın kıstasları ile komünist olmanın
kıstasları bir ve aynı kıstaslar değildir. Devrimci olmanın kıstasları; sistemle uzlaşmamak, sisteme karşı
mücadele etmek vb. dir. Biz kimi başkalarının tersine
KöZ’ü ‘ciddiye ‘ alıyoruz!
KöZ, Marksizm-Leninizm bilimini temel
alıyor mu?
KöZ’ü eleştirdiğimiz yazıda, KöZ’ün ML isimlendirmesini kullanmadığını belirttik. KöZ yazarı,
ML isimlendirmesini kullanmadıkları yönünde
getirilen eleştirinin doğru olmadığını ama “Marksizm-Leninizm kavramının içini Çağrı ve benzerleri
gibi doldurmadığı”nı yazmaktadır. KöZ yazarının
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
52
bu söylemi üzerine yeniden dönüp temel belgelerine lerin ve tüm eğilimlerin köklerinin maddi üretici güçbakma ihtiyacı duyduk. KöZ’ün temel belgesi, “Amaç lerin durumunda yattığını kanıtlayarak, toplumsal
ve İlkelerimiz” broşürüdür. Bu broşürde KöZ, amaç- ekonomik formasyonların, oluşma, gelişme ve çökme
larını, ilkelerini ve varılacak hedeflerini açıklamak- sürecini kapsamlı ve çok yönlü inceleme yolunu göstadır. Temel bir belgede Marksizmin-Leninizmin te- termiştir. İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, fakat
mel alınacağı ve referanslarının Marksizm-Leninizm insanların, özellikle insan kitlelerinin güdülerini neolduğu yönünde bir söylem yoktur. Kimi belgelerde yin belirlediğine, birbirleriyle çelişen düşünce ve çabaevet birbirinden bağımsız Marksizm, Leninizm kav- ların çatışmalarının nereden kaynaklandığına, İnsan
ramları kullanılmaktadır. Örneğin “Bolşevizm Def- toplumlarının tüm kütlesi içindeki bu çatışmaların
terleri” başlıklı kitapta sadece bir yerde Marksizm- toplamının neyi anlattığına, insanların bütün tarihLeninizm terimi kullanılmaktadır. Bu anlamda “ ML sel davranışlarının temelini oluşturan maddi yaşamın
isimlendirmesini KöZ’ün kullanmadığı”şeklindeki üretimin koşullarının neler olduğuna, bu koşulların
genel tespitimizin hatalı bir tespit olduğunu belirt- gelişme yasasının ne olduğuna –tüm bunlara Marks
mek istiyoruz.
dikkat çekmiş ve bütün muazzam çeşitliliği ve
KöZ, ML isimlendirmesini yer yer
çelişkililiği içinde yasalara bağlı tekil
fakat sadece söylem düzeyinde
bir süreç olarak tarihi bilimsel
1848’de
Komükullanıyor.
tarzda araştırmanın yoluKöZ yazarı, Marknu gösterdi. “ (Lenin,
nist Manifesto yazıldığında,
sizm-Leninizm kavage, sf. 32) Lenin,
Marksizm egemen bir ideoloji değildi.
ramının içeriğini
Marksizmi böyle
Komünist
Manifesto,
Marksizmin
temelleÇağrı gibi dolduranlatıyor. KöZ ise
madıklarını yazıMarksizmi
sarinin atılmasında çok önemli tarihsel bir belyor. Marksizmgedir. Kuşkusuz Marks ve Engels’in 1948 öncesi dece „Komünist
Leninizm
işçi
Manifesto“da orKomünistler
Birliği
içerisinde
yürüttükleri
sınıfının bilimitaya konulan göçalışma da vardır. Marksizmin hâkim olmadir. Marksizm-Lerüşlerle sınırlıyor.
ninizm bütünlüklü
K
ö
Z
,
dığı dönemde, Marks ve Engels, “sosyalist”
bir teoridir. KöZ,
Komintern’in
ilk
olduğunu iddia eden akımlarla ideolo“Marksizm’i kendini
dört kongresini refejik hesaplaşma içerisine girdiler.
Komünist Manifesto’yla
rans aldığını tekrarlayıp
takdim eden siyasal akım
duruyor. KöZ’ün bu söyçerçevesinde kavradığını “söyleminden yola çıkarak, KöZ’ü
lüyor. Evet, Manifesto ilk program
eleştirdiğimiz yazıda bir yorum yaptık.
ilanıdır. Temeldir. Ama Marksist akımı bununla sı- Bu yorum şudur: “KöZ ilk dört kongreden sonra önnırlandırmak sığlaştırmaktır. Bu, 1848 sonrası mu- derlik boşluğunun oluştuğunu iddia ediyor! KöZ’ün bu
azzam hazineyi, en başta da burjuva devlet aygıtı- savunusu diyalektiğe ve bilime aykırıdır. Lenin’in ölünın devralınamazlığı, parçalanmak, yeni bir aygıt mü ertesinde, „gerisi tufandır“ anlayışını savunuyor
oluşturulmak zorunda olunduğu tezlerinin Marksist KöZ. Lenin sonrası dönem araştırılmadan, Sovyetler
akımın ayrılmaz parçası olduğunun unutulmasıdır. Birliği’nin nerden nereye geldiği kavranmadan, yüzeyMarx ve En­gels, bi­lim­sel sos­ya­liz­min te­mel taş­la­rı­ sel bir takım tespitler yapmak, kendilerine „komünist“
nı ortaya koydular. “Marksizm, Marks‘ın görüşlerinin diyenlere yakışmıyor.” Yaptığımız yorum bu. KöZ, bu
ve öğretisinin sistemidir.” (Lenin, “Karl Marx” Lenin, yorumumuzu kendi kendimize “tahayyül ettiği”miz
Seçme Eserler, cilt 11, s 24; İnter Yayınları, İstanbul, bir yel değirmenine saldırı olarak niteliyor. Gerçekte
1997) „Marksizm, birbiriyle çatışan tüm eğilimlerin bu yorumumuz doğrudur. Çünkü KöZ’ün eleştirdibütününü inceleyerek, bunların kaynağını toplumun ğimiz yaklaşımında Marksizm darlaştırıldığı gibi,
çeşitli sınıflarının tam olarak saptanabilir yaşam ve Leninizm de darlaştırılıyor. Leninizm, emperyalizm
üretim koşullarında görerek, bazı “egemen” düşünce- ve proleter devrimleri çağının Marksizmidir. Lenilerin seçimi ya da yorumlanmasında subjektivizmi ve nizm, proleter devrimin teorisi, taktiği, proletarya
keyfiliği ortadan kaldırarak ve istisnasız tüm düşünce- diktatörlüğünün teorisi ve taktiğidir. Emperyalizm
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kın! Ne Yapmalı’ya bakın! Bir Adım İleri İki Adım
Geri’ye bakın! Zimmerwald’a bakın! Komünist
Enternasyonal’in kurulmasındaki rolüne bakın!
Stalin’de ‘Zafer sarhoşluğuna kapılanlar’ da yazdıklarına; son yazılarında yazdıklarına ve partinin
pratiğine bakın!
Bunlar keramet sahibi kişiler değil; fakat teorik seviyeleri, ideolojik sağlamlıkları, siyasi berraklıkları
genelin çok üzerinde olan Komünistler. Ne yazık ki
bunlar o kadar kolay yetişmiyor!
1848’de Komünist Manifesto yazıldığında, Marksizm egemen bir ideoloji değildi. Komünist Manifesto, Marksizmin temellerinin atılmasında çok önemli
tarihsel bir belgedir. Kuşkusuz Marks ve Engels’in
1948 öncesi Komünistler Birliği içerisinde yürüttükleri çalışma da vardır. Marksizmin hâkim olmadığı
dönemde, Marks ve Engels, “sosyalist” olduğunu
iddia eden akımlarla ideolojik hesaplaşma içerisine
girdiler. Bu ideolojik mücadele Marks ve Engels’in
eserlerinde şekillendi. 1864’te Birinci Enternasyonal
kurulduğunda Marksizm işçi sınıfı hareketi içinde sosyalizm adına konuşan diğer akımlardan daha
güçlü değildi. Marksizm henüz kendini bilimsel sosyalizm olarak kabul ettirmiş değildi, işçi sınıfı hareketi içinde, bazıları kendinden daha güçlü olan ve
sosyalizm adına konuşan bir dizi akımla yarışmak
durumundaydı. Marksizm’in egemen hale gelmesi,
diğer “sosyalist” olduğunu iddia eden akımlarla ideolojik mücadele içerisinde şekillendi.
Daha sonraki gelişmede de Lenin, Marksizm’i Rusya’daki oportünist-revizyonistlere karşı mücadele
içinde geliştirdi. Bunun temeli, Marksizm’in gelişmesinde belirleyici bir rol oynayan Menşevizm’in
öncelikle Rusya’da ortaya çıkmış olmasıdır. Kuşkusuz Lenin sadece Rusya’daki oportünist-revizyonist
akımlarla hesaplaşmadı. Lenin, Emperyalizm, Devlet
ve Devrim, Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky ve Sol Radikalizm adlı eserlerinde, öncelikle
uluslararası oportünizmle hesaplaştı. KöZ, Komünist
Manifesto’yu ve Komintern’in ilk dört kongresinde
şekillenen çizgiyi temel aldığını söylüyor ve şöyle diyor: “Lenin’in Toplu Eserleri’ni değil, onun da içinde
yer aldığı Komünist Enternasyonal kongrelerinin benimsediği karar ve tezleri esas alıyoruz.” Söylenenler
açık değil mi? Komünist Manifesto dışındaki Marks
ve Engels’in eserleri KöZ için referans değil! Lenin’in
eserleri kendi deyimleri ile “Toplu Eserler”i referans
değil! Referans aldıkları iki şey var. Komünist Manifesto ve Komintern’in ilk dört kongresi. Sorulacak
✒
var olduğu sürece Leninizm geçerlidir. Çünkü Leninizm yalnızca Rus devriminde uygulanan taktikler
ve kullanılan sloganlardan ibaret değildir. Leninizm
tüm dünya proleter devriminin ve sosyalizmin inşasının bilimidir. Leninizmde hiçbir zaman mücadele
biçimleri, sloganlar, örgüt biçimleri mutlak olmamıştır. Leninizm emperyalizm döneminin tahliline
dayanır. Onu tahlil eder, yorumlar, genelleştirir ve
sonuçlar çıkarır. İşte bu sonuçlar Leninist partinin
temel dayanaklarıdır. Leninist parti, emperyalizmin tahlili üzerinden çıkan sonuçları kendine esas
alır. Stratejisini, taktik platformunu ve buradan da
mücadele, örgütlenme ve çalışma biçimini belirler.
Leninizm, Komintern’in ilk dört kongresiyle bitmedi. Sonrasında dünyanın ilk sosyalist inşa deneyimi
var. KöZ’ün 1924 sonrasını reddetmesi, sosyalizmin
kazanımlarını ve inşasını ret etmesi ne ile açıklanır?
1924 sonrasında hiç mi olumlu bir şey yok? Bu yaklaşımın bilimsellikle, diyalektikle hiçbir ilgisi yok ama
idealizmle ilgisi var.
Şöyle devam ediyor KöZ:
“O nedenle ‘Marx - Engels’in eseri olan Manifesto’dan
değil, Marx ve Engels’in de içinde yer aldığı Komünistler Birliği örgütünün kolektif bir programatik belgesi
olarak Komünist Parti Manifestosu’ndan söz ediyoruz. O nedenle Lenin’in Toplu Eserleri’ni değil, onun
da içinde yer aldığı Komünist Enternasyonal kongrelerinin benimsediği karar ve tezleri esas alıyoruz. Bir
kopuş noktasını tarif ederken de Lenin’in hastalığına
(zira Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin tamamı Lenin’in ne yazık ki yaralı olduğu dönemde gerçekleşmiştir) ya da ölümüne değil, örneğin
Komünist Enternasyonal’in (Lenin’in yer almadığı
ilk, Troçki’nin yer aldığı son kongre) Beşinci Dünya
Kongresi’nde gündeme gelen revizyona dikkat çekiyoruz. Troçki’yi ve Troçkizm’i eleştirirken de bu konunun
altını çizmeye dikkat çekmemiz tesadüf değil.”
Biz evet Marks ve Engels’e Lenin’e ve Stalin’e özel
önem veriyoruz. Gerçek onların kolektif hareket içinde de oynadıkları özel roldür. Gerçek durum şudur
ki, bu insanlar kolektif hareket içinde kolektifin genelinin önünde, ilerisinde olmuşlar, yer yer kolektifi
ikna edemedikleri yerde, onların kendi tecrübeleri ile
deyim yerinde ise kafayı duvara vurarak kendi yanlarına gelmesini bekleme durumunda ve zorunda kalmışlardır...
Marx ve Engels için Gotha ve Erfurt Programlarına
kenar notlarına bakın!
Lenin için, Nisan Tezlerindeki durumuna ba-
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
soru şudur: Marksizm denilince akla sadece Komünist Manifesto mu geliyor? Leninizm denilince akla
sadece Komintern’in ilk dört kongresi mi geliyor?
Marksizm-Leninizm bir bütündür. KöZ bu yüzden
Marksizm-Leninizm bilimini referans aldığını söylemiyor, söyleyemiyor. KöZ’ün bu yaklaşımının Marksizm-Leninizm ile hiçbir ilgisi yoktur.
Modern Revizyonizm Adeta Gökten
Zembille mi İndi?
Yeni Dünya için Çağrı, “Stalin’in ölümüyle birlikte
modern revizyonizmin adeta gökten zembille iner gibi
SBKP ve SSCB’nin başına musallat olduğunu” düşünmüyor. KöZ bu iddiada. Çağrı’nın modern revizyonizmin gökten zembille indiğini savunduğu, usta ilan
edilen komünistlerin hikmeti ile vs açıkladığı ispatlanamaz boş bir iddiadır. Dergimiz sayfalarında modern revizyonizmin egemen hale gelmesi bağlamında
epey yazı yazdık. KöZ’ün bu yazıları okumadığından
yola çıkarak bir kez daha şunları belirtelim. Bizim
modern revizyonizmi idealist bir tarzda XX. Parti
Kongresi ile ‘Stalin’in ölümünden sonra’ ‘aniden’ başlattığımız; Stalin döneminde yapılan hataları görmediğimiz suçlamaları sıkça gelmektedir.
Biz, Kruşçev revizyonizminin “aniden” “gökten
zembille inmiş” gibi ortaya çıkıp, iktidarı ele geçirdiğini savunmadık, savunmuyoruz. Kruşçev revizyonizmini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önemli
mevziler elde eden modern revizyonizmin bir türü,
devamı olarak gördük, görüyoruz. XX. Parti Kongresi SBKP içinde revizyonist gelişmenin parti içinde
kesin egemenliğini ilan ettiği kongredir. Revizyonizmin egemenliği bir süreç, XX. PK. bu süreç içinde
egemenliğin açıkça ilan edildiği bir duraktır.
Komintern Kongreleri ve Kimin Neyi
Savunduğu Sorunu
54
Şöyle diyor KöZ: “Bu bakış açısıyla elbette Komünist
Enternasyonal’in tez ve kararları üzerinde durmaya
hacet yoktur.” (...) “Stalin’in damgasını vurduğu dönemin dahi o kongrelerin tez ve kararlarına kıyasla
değerlendirilmesi gereklidir.” Stalin’i savunmak; Komünist Enternasyonal’in tez ve kararları üzerinde
durmayı da gerektirir. Biri ötekini dışlamaz. Çağrı,
işçi sınıfının uluslararası örgütlenmesini konu alan
bir yazı dizisini 35. sayıdan itibaren yayınlamaya başladı. Birinci Enternasyonal’den başlayarak, Üçüncü
Enternasyonal’e kadar tüm gelişmeleri okuyucularına aktardı. Komintern’in tek tek kongreleri, Kong-
re öncesi yaşanan gelişmeleri ele alarak inceledi.
“Stalin’in damgasını vurduğu” dönemin kongreleri
de incelendi. Bu yazdıklarımız belgelidir. KöZ, internet sayfamızda söz konusu yazı dizisini inceleyebilir.
Şimdi KöZ’e soruyoruz? Siz, Komintern kongrelerini,
alınan kararları ve kongreler arasında yaşanan gelişmeleri araştırdınız mı?
KöZ, ya yazdıklarımızı anlamıyor ya da işine geldiği gibi kimi nakaratları tekrarlayıp duruyor. Şöyle
yazıyor KöZ yazarı:
“Bununla birlikte, Çağrı yazarı kendince abdestinden o kadar emin ki, güya KöZ’ün Komünist
Enternasyonal’in mirasına sahip çıkmadığını ispat etmek isterken baltayı ayağına vuruyor:
“… KÖZ ne Bolşevizmi ne de Komünist
Enternasyonal’in ilk dört kongresinde şekillenen çizgiyi savunmuyor. Mesela Komintern 2. Kongresinde
“Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” bağlamında
ortaya konan çizgiyi KÖZ savunduğunu iddia edebilir
mi?”(Bu alıntı bizim yazıdan bn)
Bununla birlikte bu sorunun peşinden Çağrı KöZ’ün
Komünist Enernasyonal’in ilk 4 kongresindeki tez ve
kararlarla nerede nasıl ters düştüğünü gösterme zahmetine bile gerek görmüyor. Hatta ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu’ hakkındaki tezlerden söz etmişken,
KöZ’ün tutumunu bu bakımdan irdeleyip iddiasını
kanıtlama ve kendisini bu aynada inceleme zahmetine
girmiyor.”
KöZ, yazımızdan eksik bir alıntı yapıyor ve alıntı
yapılan paragrafın son cümlesi, can alıcı cümlesi atlanıyor. Köz’ün aktarmadığı yerde deniyor ki; “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” hakkındaki tezlerden
söz etmişken, KöZ’ün tutumunu bu bakımdan irdeleyip iddiasını kanıtlama ve kendisini bu aynada inceleme zahmetine girmiyor.” Yukarda yazımızdan yaptıkları alıntının son cümlesi şöyledir: “Bu bağlamda
TKİP için yazdıklarımız KöZ içinde geçerlidir. “ (Bkz.
Sayı 158, sf. 54)
Troçkist örgütlerin büyük bölümü „Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz“ sloganını kullanıyor. KöZ
ise „Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşiniz!“ şiarını atıyor. Ulusal sorun ve sömürge sorunun proleter
devrimle birleştirilmesi ve kaynaştırılması sorunu
Lenin, Stalin ve Komintern tarafından teorik planda
çözümlendi ve buna uygun bir siyaset geliştirildi. Komintern II. Kongresi’nde, ulusal sorun üzerine tartışma yürütüldü ve bu kongrede Lenin’in sunduğu tezler
temelinde sorun tartışılarak önemli kararlar alındı.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kongreye sunar. Sunuşu aynı zamanda komisyonun
raporuyla birlikte yapar. (Bkz. “Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde Ulusal ve Sömürgesel Sorun
Komisyonu’nun Raporu” Lenin Seçme Eserler, cilt 10,
sayfa 262-268)
Yönergelerde;
- Eşitlik talebinin gerçek anlamını sınıfların ortadan
kaldırılması talebinde bulduğu;
- Ezen ve ezilen ulus ayrımı yapılmasının mutlaka
gerektiği;
- Kapitalizm şartlarında ulusların eşit şartlarda barış içinde bir arada yaşamasının mümkün olmadığı;
- Komünist Enternasyonal’in ulusal ve sömürgesel
sorunda siyasetinin temelinde bütün ülke ve uluslardan işçe ve emekçi yığınların burjuvazi ve toprak beylerinin iktidarını yıkmak için devrimci mücadelelerde
birleştirilmesinin yattığı;
- Bütün dünyada burjuvazinin Sovyet iktidarına saldırdığı, bu şartlarda Sovyet iktidarı ile dayanışmanın
ezilen ulusların kurtuluşu için mutlak bir gereklilik
olduğu;
- Ezilen ulusların ulusal hareketi ile Sovyet Rusya’nın
ittifakını gerçekleştirecek bir siyaset izlenmesi gerektiği;
- Federasyonun bütün uluslardan emekçilerin birliğini sağlamak için elverişli bir geçiş biçimi olduğu;
- Rusya’daki deneyimin derslerinin incelenmesi gerektiği;
- En burjuva demokratik rejimlerin bile ulusların
kendi kaderini tayin hakkı konusunda sahtekârca tavır takındıklarının teşhirinin gerektiği;
- Proleter enternasyonalizminin:
1. Bir ülkenin proleter mücadelesinin çıkarlarının,
dünya çapındaki mücadelenin çakırlarına tabi olmasını,
2. Burjuvaziyi yenen ülke proletaryasının enternasyonal kapitalizmi yenmek için en büyük ulusal
fedakârlıklara hazır olmasını talep ettiği;
- Geri kalmış, feodal-patriyarkal, ya da patriyarkal köylü karakteri taşıyan ülke ve uluslarda, bütün
komünist partilerin buralardaki devrimci özgürlük
hareketini destekleme yükümlülüğüne sahip olduğu,
bu desteğin biçiminin söz konusu ülkelerin Komünist
Partileriyle birlikte belirlenmesi gerektiği;
- Ezilen ulusların emekçileri içinde -yüzyıllarca kölelik sonucu haklı olarak oluşan- güvensizliği ortadan
kaldırmak için onların ulusal duygularına karşı özenli
davranmak gerektiği; Proletarya ile bütün ülkelerin
ve milletlerin emekçi kitlelerinin birliği sağlanmak-
✒
sorun, sömürgeler genel sorunu haline geldi. “Bütün
ülkelerin işçilerinin birliği” siyaseti, emperyalizm
koşullarındaki değişime göre (sömürge ve bağımlı
ülkelerdeki hareketlerin gelişme eğilimi göstermesi,
emperyalizme darbe vurması vb.) “Bütün ülkelerin
işçilerinin ve ezilen halkların birliği” siyasetine dönüştü. Bu siyaset çok açık olarak gelişmiş ülkelerdeki
proletarya hareketi ile sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı ortak bir cephede birliğini sağlama siyasetidir. Bu siyaset uygulanmadığı sürece ne gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın,
ne de sömürge ve bağımlı ülkelerin ezilen halklarının
emperyalizmden kopuşu gerçekleşecektir. Bu nedenle
doğru şiar “Bütün ülkelerin işcileri ve ezilen halklar
birleşiniz!” şiarıdır. KöZ’ün savunduğu görüşlerin
Komintern’in II. Kongresinde karara bağlanan tezlerle hiçbir ilgisi yoktur. KöZ bu bağlamda açıkça Troçkist pozisyondadır.
KöZ yazarı diyor ki; KöZ sayfalarında en çok durulan konuların başında, Komintern II. Kongresinde
„bu tezlerin ortaya çıkış süreci ve akıbeti gelmektedir.“
Troçkizm dosyasında da „bilhassa bu konuya dikkat“
çekildiğini anlatıyor yazar. Devam ediyor yazar. Komintern II. Kongresinde, Milliyetler ve Sömürgeler
Sorunu konusunda Yönergeler’in esas mimarının
Hintli Roy olduğunu anlatıyor. Böylece KöZ, Lenin’in
oynadığı belirleyici rolü bir kalem darbesi ile arka
plana atıyor. Referansı Roy olan KöZ, V. Kongre’de
Roy’un II. Kongre kararlarına aykırı davranıldığı için
eleştiriler getirdiğini iddia ediyor! Burada söylenenler
Troçkizm dosyasında da söylenmektedir. Dergimizin
64. Sayısında Komintern II. Kongresi’nde tartışılanın
ne olduğu hakkında şunları yazdık:
“Milliyetler
ve
Sömürgeler
Sorunu
konusunda
Yönergeler.
Milliyetler ve Sömürgeler sorunu İkinci Kongrenin
gündeminde çok önemli bir yer tutar. Bu konuda sunulan tezlerin ve tamamlayıcı tezlerin tartışmaları iki
güne yakın sürer. Lenin kongre öncesinde kongreye sunulacak tezlerin ilk taslağını kaleme alarak tartışmaya sunar. (Bkz. “Ulusal ve Sömürgesel Soruna İlişkin
Tezlerin İlk Taslağı”, Lenin, Seçme Eserler cilt 10, sayfa
254-261)
Lenin kongre çalışmaları sırasında da “Ulusal Sorun
ve Sömürgesel Sorun Komisyonu” çalışmalarına aktif
olarak katılır. Bu komisyon kongre tarafından seçilen
ve kongredeki tartışmaların ışığında kongreye sunulan
karar tasarısına son şeklini veren bir kurumdur. Lenin
bu komisyonun sözcüsü olarak tezlerin son biçimini
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
sızın kapitalizme karşı nihai zaferin mümkün olmadığı vurgulanır.” (Bkz. Tutanak, Alm. sayfa 224-232)
(Daha geniş bilgi için bkz: Çağrı, sayı: 64)
Görüldüğü gibi belirleyici rolü oynayan Roy değil,
Lenin’dir. KöZ Lenin’i değil, Roy’u referans almaktadır.
Komintern IV. Kongresinde sömürge sorunu üzerine de tartışılır. IV. Kongre’de, sömürge sorunu bağlamında ortaya konulan yönergeler, esas olarak II.
Kongre’de ortaya konulan temel tezlerle uyum içindedir. (Bkz. Kemalist Devrim, H. Yeşil, Dönüşüm
Yayınları, Eylül 2000 İstanbul, sf. 113)Yine bu yönergeler daha sonra VI. Kongre’de kabul edilen programdaki tespitlerin bir ön hazırlığı gibidir. Komintern V. Kongresi’nin gündeminde, sömürgeler sorunu
tartışması yoktur.
Komintern Beşinci Kongresi, Dördüncü Kongre’den
sonraki dönemde olan gelişmeleri, özellikle de 1923
güzünde Avrupa’da yenilgiyle sonuçlanan ayaklanma
deneyimlerini değerlendirir. Gerek objektif durumu
gerekse komünist partilerin ve işçi hareketinin durumunu göz önüne alan Beşinci Kongre “Önümüzdeki tüm tarihi dönemin tayin edici sorusu proleter
kitlelerin ve onun komünist öncülerinin örgütlenme
derecesidir” tespitini yapar. Objektif durum ne kadar
iyi olursa olsun, eğer bu objektif durumdan devrimi
zafere götürmek için yararlanacak seviyede bir örgütlülük yoksa komünist öncü ile kitleler arasında sağlam bağlar yoksa devrimin zafere ulaştırılamayacağı,
yenilgiyle sonuçlanan ayaklanma girişimlerinde bir
kez daha görülmüştür. Şimdi artık devrimci dalganın
belli bir geri çekilme sürecinde olduğu bir durumda,
tüm komünist partiler, ileriki kavgalara daha iyi hazırlıklı olmak için örgütlenme düzeylerini yükseltmelidirler. Beşinci Kongre bu görüşler temelinde tüm
komünist partiler için “Bolşevikleşme” şiarını, dönemin şiarı olarak ortaya atmıştır.
KöZ, Manabendra Nath Roy’u referans aldığı için,
Roy’un Beşinci Kongre’de “KEYK’in bu ikinci kongre
kararına aykırı hareket ettiğini göstermek için yaptığı eleştiriye dikkat” çektiğini iddia ediyor! Eleştirinin ne olduğu ve hangi konularda İkinci Kongre’nin
kararlarına aykırı hareket edildiğini ortaya koyamıyor KöZ. Peki, KöZ’ün referans aldığı Roy kimdir?
Roy Hint kökenli bir devrimcidir. Komintern İkinci Kongresi’ne Lenin tarafından davet edilmiştir.
1929’da Komintern ile ilişkisi kesilmiştir. 1930’da
Hindistan’a dönen Roy, hümanist çalışmalara koyulmuştur. Bir dönem komünist olan; sonra komünist
mücadeleyi terk edip, hümanist demokratlığa soyunan Roy, KöZ’ün referans aldığı bir kişidir.
KöZ, “Politik metinler yerine kimi tarihsel
kişilikler”in temel alındığını ve bunun sonucu olarak
oportünizme kapı aralandığını iddia ediyor! KöZ’ün
anlamadığı şey şu: Biz kişiyi, kişilikleri değil, o kişilerin isimlerinde (haklı olarak!) somutlaşmış, onların
isimleriyle bütünleşmiş, siyasi teori ve pratiği esas alıyoruz.
KöZ İdealizmi Savunuyor
Devam edelim... Şöyle yazıyor KöZ: “Söylenenlerden
ve onların evrensel kapsamından ziyade, söyleyeni ve
söylendiği zamanı esas alan bakış açısıyla, ‘somut şartlar’ tılsımlı formülü oportünist manevraların maymuncuğu haline gelir.” Zaman ve mekândan bağımsız
bir doğru / gerçek vs. savunusu bu. Bunun adı felsefi idealizm. İdealizm, zaman ve mekânı objektif bir
gerçeklik değil de, insan görüşünün biçimleri olarak
kabul eder. Materyalizm bilincimizden bağımsız objektif gerçeği, yani hareket halindeki maddeyi temel
veri, çıkış noktası olarak kabul eder. Materyalizm,
zaman ve mekânın objektif gerçekliğini de kabul
eder.Tabii ki Marksizmin yaşayan devrimci ‘ruhu’ somutun diyalektik materyalist tarzda çözümlenmesi,
bir başka deyimle “somutun somut tahlili”dir! Evet,
bu anlamda somut şartlar belirleyicidir. Bu bağlamda sorun somut şartların tahlili adına söylenenlerin
gerçekten somut şartların diyalektik materyalist çözümlemesi olup olmadığıdır.“Böylece yeni şartların
hüküm sürmekte olduğunu söyleyip, ‘yeni dönemin
yeni koşullarına göre’ yeni yönelimlerin benimsenmesini mazur göstermek mümkün hale gelir.” Eğer iddia
edilen yeni şartlar gerçekten de yeni ise ve bunlar gerçekten de yeni yönelimler gerektiriyorsa, komünizm
adına anda var olana sahip çıkıp yeni olanı yapmamak aymazlıktır. ‘Ortodoks Marksistler’in Lenin’e
karşı tavrı bu idi. KöZ’ün bu bağlamdaki referansı
materyalizm değil idealizmdir.
KöZ şöyle devam ediyor: “Bu tür oportünist arayışlar peşinde olanların KöZ’ün pek çoklarının da sözüm
ona sahip çıktıklarını iddia ettikleri belgeleri, doktrinerlik ve dogmatiklik sataşmalarından ürkmeden, oldukları gibi benimseyip yayınlayarak kendine referans
olarak almasını kabul etmesi elbette mümkün değildir.” İlginç olan şudur: Çağrı’nın sahiplendiği siyasi
akım Kuzey Kürdistan / Türkiye solunda Komintern
belgelerini en çok yayınlayan, bunlar üzerine en çok
tartışan akımdır! KöZ, kendi yaptıklarının dışında,
“İlginçtir ki, Mustafa Suphilerin katledilmesinden
sonra iş başına gelen TKP merkez komiteleri, TKP’nin
programına ve kuruluş amaçlarına rağmen, Kemalist
hareketin kuyruğuna takılmış veya Kemalist rejimin gerici politikaları karşısında devrimci bir tutum
göstermemiştir. Hatta 1927 tevkifatında olduğu gibi,
TKP kendi genel sekreteri (Vedat Nedim Tör) eliyle
polise teslim edilerek tasfiye edilmiş yahut ‘desantralizasyon’ kılıfları altında tasfiyeye tabi tutulmuştur.”
KöZ’ün bu tespitleri doğru olmasına doğru ama
KöZ, Mustafa Suphi döneminde de Kemalistlerin yanlış değerlendirildiğini de görmek zorunda.
Mustafa Suphi’ler de ne yazık ki, Mustafa Kemal’i
ve Kemalistleri onların olduğundan daha devrimci
görmüş, onlara karşı tedbirsiz davranmıştır. Yani,
sonraki TKP’nin Kemalizmin kuyruğuna takılması ‘gökten zembille inmemiştir.’ Mustafa Suphi
TKP’sinin Kemalistlere karşı hayırhah tutumunun
ilerletilmesidir yapılan. KöZ, Çağrı’nın “Stalin’in
ölümüyle birlikte modern revizyonizmin adeta gökten
zembille iner gibi SBKP ve SSCB’nin başına musallat
olduğunu”düşündüğünü yazmıştı. Bu eleştiriye yukarda cevap verdik. Mustafa Suphi sonrası, TKP’nin
Kemalistlerin kuyruğuna takılması ve Kemalist rejimin gerici politikaları karşısında devrimci bir tutum
göstermemesi, ‘gökten zembille” inen bir durum mudur?
“Çağrı Marksizm-Leninizm’i ‘Stalin’e sahip çıkma’
olarak ele aldığı gibi, Mustafa Suphi önderliğinde-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
TKP, Mustafa Suphi ve Sonrası
ki TKP’nin programatik çizgisine sahip çıkmayı da
‘Mustafa Suphi’ye sahip çıkma’ olarak algılamakta ve
savunmaktadır. ‘Mustafa Suphi mi, Şefik Hüsnü mü?
Stalin’e sahip çıkıyor musunuz, çıkmıyor musunuz?’
kısır kıyaslamasının ardında sorunun asıl politik özü
de rafa kalkmaktadır.” Stalin’i savunmanın neden
Marksizmin-Leninizmin güncel bir kıstası olduğunu
yukarda açıkladık. Fazla söylenecek lafı olmayanlar
döne döne aynı lafları tekrarlayıp duruyor. KöZ’de
aynen böyle yapıyor.
Programatik çizgi bağlamında, TKP’nin 1920
Programı ile 1926 eylem programı arasında belirleyici önemde bir fark yoktur. Pratik ise giderek daha
fazla Kemalizmin ilerici yanının abartılarak onun
arkasına takılmak yönündedir. Bu bağlamda evet
SB’nin Kemalist TC ile iyi ilişkileri / ki bu devlet siyaseti açısından doğrudur / TKP ile Kemalist Türkiye
arasındaki ilişkilere taşınmıştır. Bu yanlıştır.
KöZ yazarı şöyle devam ediyor:
“Mustafa Suphi / Şefik Hüsnü dönemleri arasındaki
çizgi farkının ardında daha önemli bir başka sorunun
üzeri örtülmektedir: Şefik Hüsnü döneminden itibaren
TKP’nin çizgisindeki revizyonu TKP yöneticileri kendi
kendilerine mi yapmıştır? Eğer bir revizyon söz konusu ise (ki düpedüz öyledir) o esnada toplanan ve daha
önce TKP programını da onaylamış olan Komünist
Enternasyonal Kongresi, bu revizyonizmi gözden mi
kaçırmıştır? Gerek İbrahim Kaypakkaya’nın gerekse
de sonrasında Şefik Hüsnü revizyonizmini teşhis edenlerin herhangi birinin sormadığı ve KöZ’ün de ısrarla
sormakta olduğu sorulardan biri budur. Sanırız Çağrı
yazarını da başkaları gibi asıl rahatsız eden de budur.”
Biz bu sorudan hiç rahatsız değiliz. Bu soruyu
KÖZ’den çok önce sorup cevaplandırdık. Komünist
Enternasyonalin, Kemalizme hayırhah yaklaştığını,
O’nu uluslararası alanda haklı olarak emperyalizmden uzak tutmaya çalıştığını, bunun TKP politikasına yansımasının felaketli sonuçları olduğunu ortaya
koyduk. Haziran 1997’de ortaya koyduğumuz tezler
şöyledir:
“Kürt milli meselesinde Komünist Enternasyonal’in
ve TKP’nin tavırları hakkında tezler...
Komünist Enternasyonal (Komintern), ulusal ve sömürgeler sorununa yaklaşımda proleter dünya devrimini çıkış noktası olarak almıştır.
Somut siyaset belirlemede ezen ulus ezilen ulus ayrımı yapmıştır.
Ulusal hareketleri ulusal devrimci ve ulusal reformist hareketler olarak ikiye ayırmış ve desteklenecek
✒
başkalarının yaptıkları çalışmaları görmezden geliyor.
Şöyle yazıyor KöZ yazarı:
“‘Geliştirmek ve daha ileri bir seviyeye taşımak’ elbette kulağa hoş gelen sözlerdir. Ama önce bunu kimin
ve nasıl yaptığı konusuna bakmak ve ilerlemenin ölçüsünü neye göre kimin tayin ettiğini görmek gerekir. Bir kongre tarafından alınan bir kararın o kongrede
tayin edilmiş bir merkez komitesi veyahut KEYK gibi
bir yürütme organı tarafından kendilerine göre değiştirilip daha ileri bir nitelik kazandığı iddiasıyla tasdik
edilmesi kabul edilebilir mi? Asıl önemli soru budur.”
Eğer bir dünya komünist partisi olursa ve tek tek
komünist partileri, o dünya Partisinin seksiyonları
olursa, olur! Tek doğru olan da bu olur böyle bir durumda. Aksi komünizm adına herkesin kendi komünizminin olacağını savunmaktır! Milli komünizm
saçmalığı yani!
57
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
58
olanın ulusal devrimci hareketler olduğunu açıklamıştır. Bir ulusal hareketin devrimci olmasının temel
kıstasları Komintern’e göre, bu hareketin genel olarak
emperyalizme yönelmesi, emperyalizmi zayıflatması
ve bu ulusal hareketin önderliğinin komünistlerin
işçi sınıfını ve köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri
devrimci temelde aydınlatılmasına ve örgütlenmesine engel olmamasıdır.
Komintern, ulusal hareketlerin Sovyet devletiyle ittifak halinde emperyalizme karşı mücadele vermesi
için çaba sarf etmiştir.
Bu çıkış noktaları temel alındığında, Komünist Enternasyonal ve TKP’nin Kuzey Kürdistan’daki Kürt
isyanları bağlamında takınması gereken tavır şu olmalıydı:
-Ulusal reformist oldukları açık olan Kemalistlerin
Kürt ulusal hareketini bastırma siyasetine karşı çıkmak,
-Kürt isyanlarının ulusal baskıya karşı çıkan demokratik içeriğini tespit etmek, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmak,
-Kürt isyanlarının kimi emperyalistler ve
Türkiye’de kemalist diktatörlüğe karşı, daha geri bir
programla mücadele eden burjuva-toprak ağası klikleri tarafından kullanılmaya çalışılmasını teşhir etmek ve komünist alternatifi ortaya koymak,
-Komintern’in Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki seksiyonu olan TKP, Kürt isyanları bağlamında Marksist-Leninist ilkelerden yola çıkarak pratik siyaset
geliştirme görevine sahipti. O, Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki devrim partisi olarak, bu devrimin baş
düşmanı Kemalist iktidarı hiçbir şart altında desteklememeliydi. Kürt ulusal isyanlarının gerici genel değerlendirmesi şartlarında bile, hiçbir şekilde Kemalist
diktatörlüğün bu isyanları bastırmasına pratik destek
ve onay verme hakkına sahip değildi. Böyle bir destek
tavrı, Türk şövenisti, burjuva kuyrukçusu bir tavırdır.
6) TKP’nin Kürt isyanlarına ilişkin, Komintern tarafından da eleştirilmeyen ve bazı hallerde (Örneğin
Şeyh Said isyanı...) merkezi olarak açıkça onaylanan
pratik tavrı ise şöyle olmuştur.
-Kürt isyanlarının her seferinde esasta İngiliz emperyalizminin bir oyunu ve Türkiye’de iç gericiliğin
emperyalizmle bağ içinde Kemalist Türkiye’ye karşı
ayaklanmaları olarak değerlendirilmiştir.
-Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkı somut olarak bu isyanlar bağlamında gündeme getirilmemiş,
savunulmamıştır.
-TKP, pratik olarak Kemalist diktatörlüğün Kürt is-
yanlarını kanla bastırmasını desteklemiştir.
7) TKP’nin (ve Komintern’in) bu tavrı, hem
Komintern’in ulusal ve sömürgeler sorunundaki genel
çizgisiyle, hem de TKP’nin programıyla çelişmektedir.
Bu somutta, Komintern açısından proleter enternasyonalizminden bir sapmadır. TKP açısından açıkça
sosyal-şövenist bir siyaset anlamına gelmektedir.
8) Bu yanlış tavrın temelinde, Komintern açısından
Kemalist diktatörlüğün dış siyasetteki görece bağımsız
ve Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkisini temel alan tavırlarının çıkış noktası alınması yatmaktadır.
9) İbrahim Kaypakkaya’nın isyanlar hakkında takındığı tavır, Komünist Enternasyonal ve TKP’nin
tavrıyla çelişen ve fakat doğru Marksist-Leninist olan
tavırdır.” (Bkz. Kazanımları Ve Hataları İle İbrahim
Kaypakkaya (Genel Değerlendirme), Yeni Dünya İçin
Çağrı Yayınları, sf. 223-224, 1998 İstanbul)
Görüldüğü gibi bundan on altı yıl önce, Kürt milli
meselesinde Komünist Enternasyonal’in ve TKP’nin
tavırları hakkındaki tezlerimizi ortaya koyduk. Ne
diyor KöZ? Komintern Dördüncü Kongresinden
sonra bir kopuş yaşanmış! Komintern Beşinci Kongresinde benimsenen çizgi, Şefik Hüsnü ve TKP’nin
çizgisi ile uyumlu imiş! Bu bağlamda on altı yıl önce
şunları yazdık:
“Komünist Enternasyonal ve Kemalist Türkiye
27) Proleter dünya devriminin merkezi örgütü olan
Komünist Enternasyonal (Komintern), sorunlara tek
tek ülkelerdeki devrim bakış açısıyla değil, proleter
dünya devriminin genel çıkarları bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Proleter dünya devriminin genel çıkarları açısından, Komintern’in varolduğu yıllarda, bütün
dünyada tek sosyalist devlet olan Sovyetler Birliği’nin
yaşatılması, onun saldırılara karşı savunulması temel sorundu. Komintern’in bu tavrı, birçok burjuva
ideologu yanında sosyalist, komünist olma iddiasında
olan birçokları tarafından da, Komintern’in Sovyetler
Birliği’nin dış politikasının bir aracı olduğu şeklinde
suçlanmıştır. Bu suçlama, gerçekte, Sovyetler Birliği
gibi bir üssün yaşatılmasının proleter dünya devrimi
açısından muazzam önemini ve bunun merkezi görev
olduğunu kavramayan bir saldırıdır.
28) Komintern’in haklı ve doğru olarak Sovyetler
Birliği’nin yaşatılmasını merkeze koyan merkezi siyaseti, tek tek ülkelerde bire bir alınıp uygulandığında,
ülke devriminin geliştirilmesinin çıkarlarıyla çelişebilir. Bu yüzden, tek tek ülkelerde Komintern seksiyonlarının görevi, Komintern’in merkezi siyasetini ülkeye
bir bir uygulamak biçiminde olamaz. Her ülkede, Ko-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
hareket etmiştir.” (Bkz. age. sf. 221-222) Yıllar önce ortaya koyduğumuz tezler bunlar.
Devam edelim. KöZ yazarı şöyle diyor:
“Komünist Enternasyonal’in 1924’te toplanan Beşinci Dünya Kongresi’nde oylanıp benimsenen ve
Manuilsky’nin sunduğu ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler
Sorunu Komisyonu’nun Raporu’, Türkiye’de Kemalistleri, Çin’de Kuomingtangcıları destekleme tutumunu
tasdik eden KEYK çizgisini onaylamış ve kural haline
getirilmesini sağlamıştır.”
KöZ’ün burada gözden kaçırdığı şudur: Bu destek
şartlı bir destektir... 1924’te emperyalistlerin doğrudan işgaline karşı bir savaştan yeni çıkmış henüz
iktidara doğru dürüst yerleşmemiş bir milli burjuva
iktidarını emperyalist dünyadan mümkün olduğunca uzak tutmaya yönelik bir siyaset geliştirmek gayet
doğrudur. Kemalist Türkiye’nin SB’ne karşı bir saldırı
üssü haline gelmemesi için ona destek vermenin yanlış bir yanı yoktur. Aynı şekilde 1924’te Çin’de milli
burjuvazinin önderliğindeki bir örgüt konumunda
olan ve anti komünist olmayan Komintang’a destek
vermek siyaseti de doğrudur. Yanlış olan bu siyaset
değildir. Bu doğru siyasetin gerekçelendirilmesinde
yer yer milli burjuvazinin ilericiliğinin sınırları yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu siyaseti ülkelerinde
uygulayan Komintern seksiyonları da yer yer milli
burjuvaziyi destek siyasetini, bağımsız sınıf siyasetinden vaz geçmek biçiminde uygulamıştır. Bu görüldüğü noktada merkezi müdahaleler olmuş, yanlışlar
düzeltilmeye çalışılmıştır. Bütün bunları KöZ görmüyor, görmek istemiyor. 1925’de Türkiye’de Kemalist iktidarın ve Çin’de Komintang’ın sınırlı ve şartlı
desteklenmesinin objektif şartları, temelleri vardır.
Burada esas sorun bu ülkelerdeki KP’lerin siyasetlerinin ne olduğu sorunudur.
KöZ, Şefik Hüsnü’nün revizyonist çizgisine karşı
mücadele edilirken, “meseleyi şahsi bir sorun olarak ele
almamak gerektiğine ve bu revizyonizmin uluslararası
düzlemdeki karşılığına dikkat çekmeyi önemse”diğini
söylüyor. Meseleyi “şahsi bir sorun olarak ele” alan
kim? KöZ, kişilerin isimlerinde somutlaşmış, onların
isimleriyle bütünleşmiş teori ve pratiği görmüyor. Bizim somutumuzda da biz Şefik Hüsnü revizyonizmini kişiye vb. bağlamadık. Bu çizginin Komintern’in
olası hataları ile bağını da araştırdık. Yukarda uzun
uzun anlattık. Onun için geçiyoruz.
Devam ediyor KöZ ve şöyle diyor:
“Aksine Mustafa Suphi’ye sahip çıktığını iddia edenlerin Mustafa Suphi’ye mi TKP’ye mi sahip çıktıkları-
✒
mintern Seksiyonlarının temel görevi, o ülkede devrimi gerçekleştirmektir. Sovyetler Birliği’ne yapılacak en
büyük destek budur.
Örneğin: Komintern, İkinci Dünya Savaşı’nın öngününde, Sovyetler Birliği’ne Hitler Almanya’sının saldırısını erteleyen “Almanya Sovyetler Birliği Saldırmazlık Paktı’nı selamlamış, savunmuştur. Fakat bu, hiçbir
şekilde örneğin Almanya’da devrimin başdüşmanının
Nazi Alman devleti olduğu ve onun yıkılması mücadelesinin esas mesele olduğu gerçeğini değiştirmez. Sovyetler Birliği’nin Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktı, Alman komünistlerine Nazilerle saldırmazlık paktı
yapma yükümlülüğü getirmez; tam tersine, Sovyetler
Birliği’ne en büyük destek ancak Almanya’da devrim
mücadelesi yükseltilerek verilebilir.
29) Komintern, Kemalist Türkiye’ye öncelikle onun
uluslararası alanda oynadığı olumlu rol açısından
yaklaimış; Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Kemalist diktatörlüğe karşı proletarya önderliğinde bir devrim olasılığının küçük olmasından da yola çıkarak, Kemalist
Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı bir saldırı üssü olmamasını onun değerlendirilmesinde çıkış noktası almıştır. Komintern, bu yaklaşımı dolayısıyla, Kemalist
diktatörlüğün içte oynadığı karşıdevrimci rol üzerinde
fazla durmamıştır. Kemalist diktatörlük, Komintern
tarafından merkezi düzeyde hiçbir dönem faşist bir
diktatörlük olarak da değerlendirilmemiştir. Kemalist diktatörlükle, onun andaki esas alternatifi olan
diğer burjuva-feodal klikler arasındaki iktidar dalaşını Komintern, bu bakış açısıyla (Kemalist) devrim ve
ilericilikle, karşıdevrim ve gericilik; bağımsızlıkla emperyalizme uşaklık, burjuvaziyle feodalizm arasında
çatışma olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirme,
bir yanıyla doğru olmasına rağmen, Kemalizme karşı
işçi sınıfı, köylülük ve emekçilerin eğitilmesi açısından,
Kemalizmin ilerici, devrimci, antiemperyalist yanını
abartan bir rol oynayarak zararlı olmuştur. Yine bu
bakış açısıyla, Kürt ulusal ayaklanmalarında var olan
haklı ulusal yan, ulusal baskıya karşı çıkan yan da yeterince ortaya konmamıştır.
30) Komintern’in Türkiye seksiyonu olan TKP, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de Kemalist iktidarın proletarya önderliğinde bir devrimle yıkılması yönünde bir
siyaset doğrultusunda çalışacak yerde, Komintern’in
Kemalizm karşısındaki genel siyasetini bire bir uygulamaya çalışmış, pratikte aslında sınıf uzlaşmacısı ve
Kemalizm kuyrukçusu bir siyaset geliştirmiştir. Bunun
sonucunda, çok uzun yıllar Türkiye komünist hareketi
sürekli Kemalizm’den etkilenmiş ve onun kuyruğunda
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
nı, Şefik Hüsnü revizyonizmini mahkûm ederken onun
arkasındaki uluslararası iradeyi de sorgulamaya hazır
olup olmadıklarını ortaya koyma zarureti vardır.”
KÖZ’ün buradaki ‘teklik’ iddiası yalnızca 1924
sonrasını yozlaşmış ilan eden tüm Troçkist akımlar karşısında boş iddia olarak kalmıyor. KöZ, döne
döne aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Biz Mustafa
Suphi’nin ismi ile somutlaşmış ve onun ismi ile bütünleşmiş TKP’nin teori ve pratiğini ele alıp inceliyoruz. Ne diyor KöZ? Şefik Hüsnü revizyonizminin
arkasında Komintern var! Güya KöZ, Şefik Hüsnü revizyonizminin arkasında duran “uluslararası iradeyi” (yani Komintern’i) sorguluyormuş! Komintern’in
Dördüncü Kongre sonrasını inkâr eden ve hiç bir
olumlu gelişmeyi görmeyen sadece KöZ değil, her
renkten Troçkist geçinen örgütlerin savunduğu bir
görüştür bu. KÖZ’ün görüşüne göre Şefik Hüsnü’nün
çizgisi birebir Komintern çizgisidir! Bu ama gerçek
değildir. Beşinci Kongrede Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu konusunda daha önceki çizgiden bir uzaklaşma da söz konusu değildir. Yukarıda Komintern’in
uluslararası arena için savunduğu kimi görüşlerin,
TKP tarafından KK/T’de bire bir uygulanmaya kalktığını ve bu siyasetin yanlış sonuçlara yol açtığını
örnekleri ile birlikte ortaya koyduk. Güya bu konu
“Çağrı bakımından bu konu en çetrefilli konulardan
biri haline gelmekte” imiş! KöZ’ün deyimiyle bu “çetrefilli” konuyu yıllar önce araştırıp ortaya koyduk ve
sonuçlarını devrimci kamuoyuna da yayınladık. Eğer
KöZ’ün yıllar önce yaptığımız değerlendirmelerden
haberi yoksa veya okumadı ise, yukarda kaynağını
verdiğimiz değerlendirmelerimize bakabilir. KöZ,
Çağrı’yı eleştirecekse öncelikle Çağrı’nın ne dediğini, neyi savunduğunu bilmek zorundadır. Biz KöZ’ü
eleştirirken öncelikle KöZ’ün ne dediğini belgelerine bakarak inceliyoruz, okuyoruz. Aynı yöntemi
KöZ’den de bekliyoruz.
Komintern’in Dağıtılması Sorunu
60
Bu bağlamda Komintern’in dağıtılması hakkındaki
görüşlerimizi geniş olarak ele aldığımız Çağrı 160.
sayıya bakılabilinir. Burada bir kez daha KöZ’ün görüşleri üzerinde durmayı gerekli görüyoruz. KöZ yazarı şöyle diyor:
“Çağrı’nın da başka pek çokları gibi üzerinden atladığı başlıca sorulardan biri de odur. Bu konu Komünist Enternasyonal Dünya Kongrelerinden biri
tarafından tayin edilmiş KEYK tarafından ikame
edilmesi ve bir dünya kongresiyle kurulan Komünist
Enternasyonal’in KEYK kararıyla tasfiye edilmesi konusunda tekrar karşımıza çıkmaktadır.”
KEYK kararıyla tasfiye, bu kararın doğruluğu yanlışlığından bağımsız olarak, ‘bütün önemli seksiyonların onayı ile’ oldu! KöZ bir yandan kolektivizmi savunur görünüyor, diğer yandan ama kolektif kararlar
alındığında - kararı yanlış bulduğundan - yakınıyor!
Şefik Hüsnü revizyonizminin hâkim hale gelmesi
ile, Komintern Beşinci Kongresinde onaylanan çizgi
ve Komintern’i dağıtmaya yol açan süreç aynı anda
başlamış!!! 1925! Ah bu Stalin! Devam ediyor KöZ yazarı. “Daha önemlisi bu Beşinci Kongre’de KEYK’in iki
kongre arasında izlediği oportünist çizgi onaylanmakla kalmamış, KEYK’in bir bakıma Komünist Enternasyonal Kongrelerini ikame etmesini sağlayacak yol
da açılmıştır. Sonuçta bir kongre ile kurulan Komünist Enternasyonal’in bir kongre ile değil KEYK kararı
ile tasfiye edildiği göz önünde bulundurulursa bu esas
önemli dönüm noktasına işaret etmektedir.”
Yine aynı gerekçe! Kongre yapılsa idi, dağıtılmayacak mıydı? Kongreyle dağıtılmış olması halinde, KöZ
buna karşı çıkmayacak mıydı? Kuşkusuz Kongre yapılmamış olması, Kongresiz dağıtılmış olması, bizzat
Komintern’in kendi tüzüğüne, kurallarına aykırıdır.
Ve eleştirilmelidir. Fakat bu esas sorun değildir. Komintern aslında ikinci dünya savaşı şartlarında, bir
dünya partisi olmaktan çoktan çıkmıştır. Operasyonel önderlik işlevi kalkmıştır ortadan. Bu durumda
dağıtılma kararı, var olan durumun açıklanmasıdır.
KöZ şöyle devam ediyor: “Bu noktada da KöZ’ün
Komünist Enternasyonal’i kuranlarla tasfiye edenlerin bir süreklilik içinde olduğunu savunmanın izaha
muhtaç (esasen izahı mümkün olmayan) bir çelişki olduğu hakkındaki tespitiyle hesaplaşmak zorunda kalıyor. Burası açıkçası Çağrı yazarının yüz yüze kaldığı
en sancılı konuların başındadır.”
Çağrı, KöZ’ün aksine Komünist Enternasyonal
Kongrelerini, iki Kongre arasında yaşanan gelişmeleri ve Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu
Kararlarını inceledi ve bu incelemenin sonuçlarını devrimci kamuoyuna da yayınladı. Komünist
Enternasyonal’i kuranlar da, dağıtanlar da evet aynı
Leninist çizginin savunucusu ve uygulayıcısı idiler.
Komintern, Dünya Komünist hareketinin ortak kararı ile dağıtılmıştır. Hiçbir seksiyon Komintern’in dağıtılmasına karşı çıkmamıştır. Komintern’in 31 seksiyonu Komintern’in dağıtılma önerisini onaylamıştır.
Kalan seksiyonlar ise görüşlerini savaş koşulları yüzünden bildirmeyi başarmamışlardır. Komintern’i
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tirilmesinde hızlandırıcı bir rol oynadı.
İkinci dünya savaşı şartlarında Komintern’in merkezi yönlendirmesi önemli ölçüde ortadan kalkmıştı. Bir yandan kâğıt üzerinde Moskova merkezli bir
enternasyonal parti vardı; diğer yandan gerçekte her
biri kendi başına hareket eden, merkezle bağları iyice
zayıflamış ulusal partiler vardı. Bir merkezden yönetilme, gerçek durum bu olmadığı halde, uygulanması
zorunluluk olan antifaşist cephe siyasetinin uygulanmasının engellenmesi için burjuvazi tarafından kullanılıyordu. Bu durumda KE’in dağıtılması doğru bir
karardı.
Bizce bu kararın gerekçelendirilmesinde yapılan,
tek tek seksiyonların artık merkezi bir yönetime ihtiyaç kalmayacak bir şekilde yetkinleşmiş oldukları gerekçesi yanlıştı. KöZ nedense gerekçeleri tartışmanın
yanından bile geçmiyor! Buna gerek de duymuyor.
Öyle ya Komünist Enternasyonal, komünizme varana kadar dağıtılamaz olan bir örgüttür! Öyle olunca
dağıtma en baştan yanlıştır. Gerekçeleri filan tartışmaya gerek yoktur! ‘Teori gri, hayat yeşildir’! Daha
doğrusu rengârenktir! Hayat KöZ’ün burada yaptığı
gibi uydurulmuş ilkelere sığmayacak kadar renklidir.
KöZ, Komintern’e katılmanın 21. koşulunu alıntılıyor ve şöyle diyor:
“Burada her şey çok nettir: Komintern dağıtılamaz!
Komünizm bütün dünyada egemen olana kadar kurulmuş bir örgüttür Komintern. Zaten o öyle olduğunu tüzüğünde açıklamıştır!” KöZ, Komintern’e katılmanın 21. koşulunda yazılanları tersten okuyor.
21. koşulda yazılmayanları yazılmış gibi gösteriyor.
Komintern’e katılmanın 21. koşulu şöyledir:
“21. Komünist Enternasyonal tarafından konulan
koşulları ve ilkeleri temelden reddeden parti üyelerinin partiden çıkartılması gerekir.
Aynı şey olağanüstü parti kongresi delegeleri için de
geçerlidir.” (bkz. “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sf. 34, Birinci Baskı, Ekim 1979)
Koşulun bu maddesinde, ‘konulan koşulları ve ilkeleri” reddeden parti üyelerinin partiden çıkartılacağı söyleniyor. Aynı kriterlerin ‘olağanüstü parti
kongresi delegeleri için de’ geçerli olduğu belirtiliyor.
KöZ, 21. koşulda yazılanların açık ve net olduğunu,
Komintern’in dağıtılamayacağı sonucuna varıyor!
21. koşulda yazılanın ne olduğunu açıkladık ama
KöZ hayalinde canlandırdığı bir sonuç çıkarıyor.
Bununla yetinmiyor KöZ, Komintern’in “Komünizm
bütün dünyada egemen olana kadar kurulmuş bir
örgüt” olduğunu, “Zaten o öyle olduğunu tüzüğünde
✒
kuranlarla, dağıtanların aynı çizginin sürdürücüleri
olduğunu savunmak “sancılı” bir konu değildir. Çağrı, yüzeysel değil, somut belgeler temelinde konuşmaktadır. Çağrı, araştırma, inceleme sonucu görüşlerini ortaya koymaktadır. Önerimiz KöZ’ün de böyle
yapmasıdır.
KöZ diyor ki; “dünya partisinin kapatılması konusu
ancak en yüksek karar organının kararını gerektirir.”
Savaş koşulları içerisinde bir kongre toplama imkânı
yoksa ne yapılacak? Tabii ki Komintern’in en yüksek
organı kongredir. KöZ, Komintern İkinci Kongresinde kabul edilen tüzük hükmünü hatırlatıp duruyor.
Komintern’in dağıtılma gerekçeleri, savaş koşulları
KöZ’ün hiç dikkate almadığı gerekçelerdir. KöZ yazarı devam ediyor:
“Kaldı ki Komünist Enternasyonal’in bir dünya
kongresi kararıyla tasfiye edilmesi dahi meşru değildir. Zira bir dünya partisinin kongrelerinin de üzerinde kurumlar vardır: bunlar o dünya partisine üye
olmak için şart koşulan ve savunmak üzere bağlılık
ifade etmek gereken temel belgelerdir. Örneğin bu partinin (sonradan pek çok modern revizyonistin yaptığı
gibi) isminin değiştirilmesi, kimliğini belirleyen ilke ve
esaslarının değiştirilmesi vb. tasarruflar esas olarak
revizyon kabilinden düzenlemelerdir. Dünya devrimine önderlik etmek amacıyla, Leninist bir dünya partisi
olarak kurulmuş olan Komünist Enternasyonal’in yerine bir komünist irtibat bürosunun (Kominform tastamam böyle bir kurumdur) kurulması da bu kabilden
bir revizyon olarak görülmek gerekir.”
İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Komintern
tasfiye edilemez? Neden? O dokunulmaz bir kutsal
inek mi! KöZ bir yandan Komintern tüzüğüne atıf
yaparak, Komintern’in dünya kongresi kararı ile dağıtılmadığını, KEYK’in Komintern’in dağıtılması
için üye partilere yaptığı çağrının tüzük ihlali olduğunu savunuyor! Diğer yandan Komintern, dünya
kongresi kararı ile dağıtılsa bile bunun meşru olmadığı söylüyor!
Komintern olması gereken ‘ideal’ örgütlenme biçimidir. Ama işçi sınıfının öncü örgütlerinin enternasyonal örgütlenmesinin tek biçimi değildir. Söylenen
de ‘olmalıdır’ şeklinde bir tespittir. Gerçek durum ne
başlangıçta bu idi, ne de gelişme içinde tam olarak bu
oldu. Başlangıçta kurucular içinde RKP tek gerçek
Leninist parti idi. Diğerleri kendilerini sosyal demokrasiden ve merkezcilikten ayıran, fakat henüz Leninist temellere tam olarak oturmuş partiler değillerdi.
Komintern, üye partilerin Leninist partiler haline ge-
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
açıklamıştır!”diyor. Komintern tüzüğünün birinci
maddesi şöyledir:
“Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, değişik ülkelerin
proleterlerinin, kapitalizmi yıkma, proletarya diktatörlüğünü ve sınıfların tümden ortadan kaldırılmasına ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin
gerçekleştirilmesine yönelecek bir uluslararası Sovyetler Cumhuriyetini kurma hedefiyle girişecekleri ortak
eylemleri örgütlemek için kurulmuştur.” (bkz. “III.
Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sf. 25, Birinci Baskı, Ekim 1979) Tüzüğün birinci maddesinde, Komintern’in amacı ve hedefinin ne
olduğu ortaya konuluyor. Komintern’in bütün dünyada komünizm egemen hale gelene kadar, kurulmuş
bir örgüt olduğu, komünizm egemen hale gelmeden
Komintern’in faaliyetine son verilemeyeceği görüşleri
Komintern’in değil, KöZ’ün görüşleridir. KöZ, kendi
görüşlerini Komintern’e mal etmeye çalışıyor! Komintern belgelerinde ve tüzüğünde, Komintern amacını ve varılması gereken hedefi açıklamıştır. KöZ’ün
savunduğu ile Komintern tüzüğünde söylenen farklı
şeylerdir. KöZ, bu tavrıyla komünistler için her örgütün ihtiyaçlara imkânlara somut hareketin andaki
durumuna şartlara bağlı olan mücadele araçları olduğunu kavramayan anti marksist bir konumdadır. O
bu kafayla Birinci Enternasyonal’i dağıtan Marks ve
Engels’i de eleştirebilir. Neden eleştirmiyor acaba?
Birinci Enternasyonal tüzüğünde “İşçi sınıfının kurtuluşu, ancak işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirebilir” önerisiyle başlamaktadır. Tüzükte burjuva
partileri, komplocu tekke örgütlenmeleri ve reformcu
hareketler ile Enternasyonal İşçiler Birliği’nin farklılıkları vurgulandıktan sonra, işçi sınıfı hareketinin
hedefi; “… her çeşit köleliğin, tüm toplumsal sefaletin,
manevi alçalmanın ve siyasal bağımlılığın temelinde
yatan emekçinin üretim araçlarını yani geçim kaynaklarını tekelinde tutanlara olan ekonomik bağımlılıktan kurtulmak” biçiminde saptanmaktadır. “Her
siyasal hareketin bu hedefe varmak için bir araç” olduğu açıklanmaktadır. (Daha geniş bilgi için Çağrı sayı
35’e bakılabilinir.) KöZ’ün mantığı ile hareket edersek, birinci Enternasyonal kurulduğunda amaç ve hedeflerini belirlemişti. Kölelik ortadan kaldırılmadı.
Toplumsal sefalet ve siyasal bağımlılık devam etti.
Emekçiler, üretim araçlarını elinde tutanlar tarafından sömürüldüler. Birinci Enternasyonal belirlenen
hedeflerine varmadan kendini feshetti. KöZ’e göre;
birinci Enternasyonal’in de dağıtılmasının yanlış olması gerekir! Belirlenen hedeflere ve amaçlara ulaş-
mak için, kurulan uluslararası birlikler birer araçtır.
Bu araçlar dokunulmayan ve kutsal sayılan araçlar
değildir. KöZ’ün kavramadığı tam da budur.
Engels 12 Eylül 1874’de Sorge’ye yazdığı bir mektupta Birinci Enternasyonal’i şöyle değerlendiriyordu:
“Senin istifanla birlikte (Engels’in kastettiği Sorge’nin
Genel Konsey Başkanlığı’ndan istifasıdır. / BN) eski Enternasyonal artık bütünüyle kapanmış, sona ermiştir.
Bu iyidir de. O bütün Avrupa’da henüz yeniden uyanan işçi hareketine birlik ve her türlü iç polemikten kaçınmayı dayatan ikinci imparatorluk dönemine aitti.
Bu dönem proletaryanın ortak kozmopolitik çıkarlarının ön plana geçebildiği bir momentti. Almanya, İspanya, İtalya, Danimarka daha yeni harekete geçmişti
veya başlayan harekete katılmıştı. Hareketin teorik
karakteri bütün Avrupa’da –yani gerçekte kitleler içinde– 1864’de henüz hiç net değildi, Alman komünizmi
henüz işçi partisi biçiminde yoktu, Proudhonizm kendi özel aptallıklarını egemen kılabilmek için henüz
çok zayıftı, Bakunin’in yeni düşünceleri daha onun
kafasında bile yoktu, İngiliz sendikalarının şefleri bile
tüzüklerde dile getirilen programatik ilkeler temelinde harekete katılabileceklerini açıklama durumundaydılar. İlk büyük başarı bütün fraksiyonların safça
birlikte yürümesini parçalayacaktı. İlk büyük başarı
Komündü. Komün aslında, Enternasyonal onun için
parmağını bile kıpırdatmış olmasa ve bu noktada haklı olarak sorumlu tutulmuş olsa da, Enternasyonal’in
düşünsel çocuğu idi. Enternasyonal Komün sayesinde
Avrupa’da bir moral güç haline gelince, gürültü başladı. Her eğilim başarıyı kendisi için sömürmek istiyordu. Kaçınılmaz olan dağılma geldi. Eski kapsamlı
program temelinde çalışmayı sürdürmeye hazır olan
tek gücün –Alman komünistlerinin– gücünün artmasına duyulan kıskançlık Belçikalı Proudhonistleri Bakuninci maceracıların kollarına itti. Lahey Konferansı
gerçekte sondu, her iki taraf açısından da. Enternasyonal adına bir işlerin yapılabileceği tek ülke ABD idi
ve talihli bir önsezi ile yönetim oraya aktarıldı. Şimdi
orada da prestij tükendi ve ona yeniden hayat vermek
için gösterilecek her çaba gerçekte aptallık ve güç kaybıdır. Enternasyonal 10 yıl boyunca Avrupa tarihinin
bir tarafına –geleceğin olduğu tarafına– egemen oldu
ve yaptıklarına gururla bakabilir. Ancak o eski biçimiyle artık zamanını doldurdu. Eski tipte, içinde bütün ülkelerin proleter partilerinin ittifakını gerçekleştiren bir enternasyonal için, 1849-1864 yılları arasında
yaşadığımız gibi işçi hareketinin genel bir bastırılması
gereklidir. Şimdi proleter dünya böyle bir durum için
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yanlış bir yaklaşımdır. Adı Dünya Komünist Partisi
olan bir örgüt, eğer Dünya Komünist Partisi’nin işlevini görmüyorsa, o örgüt neden dağıtılamaz? Adı
ML, Komünist vs. olan bir parti, sadece ismi öyle ise
ve onu değiştirme imkânı kalmamışsa o neden dağıtılmasın?
Komintern’in dağıtılma gerekçeleri, o günün
koşullarında bir bütün olarak ele alınması gerekir.
Komintern’in dağıtılması, 1940’lı yıllardaki genel durum, faşizmin birçok ülkede güçlenmesi ve savaş koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır. KöZ, “Açıktır ki, göze çarpan birinci ana tema, o
sırada sürmekte olan dünya savaşının ‘ikinci emperyalist paylaşım savaşı’ olduğuna dair tek bir kelime
yoktur.” diyor. KöZ diyor ki; Çağrı, Komintern’in dağıtılma gerekçesini açıklarken, Stalin’in Reuter muhabiri ile yaptığı roportajdan yararlanıyor. Ama diyor
KöZ, Stalin’in Reuter muhabiri ile yaptığı röportajda,
dünya savaşının “‘ikinci emperyalist paylaşım savaşı’
olduğuna dair tek bir kelime yoktur.” Bütün dünyada
halklar, başta Sovyet halkları olmak üzere, Nazizmin
dünya egemenliğini kurmasına karşı, özgürlüğü için
savaşıyor, KöZ’de bundan tek kelime yok! Anti Hitler koalisyonu içinde gönülsüz de olsa yer alma durumunda kalan emperyalistlere bakıp, ikinci dünya
savaşının emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu ilan ediyor! KöZ, devam ediyor:
“Bunun yerine ‘kudretli anti-Hitler koalisyonu içinde iç içe geçen özgürlüksever ülkeler’ ile ‘Hitlerciler’
arasında cereyan eden bir savaş söz konusudur. Bir
yandan bu tespite dair en ufak bir itirazda bulunmayıp, bir yandan da emperyalizm ve proleter devrimleri
çağının dolayısıyla bu çağ boyunca emperyalistler arası paylaşım savaşlarının kaçınılmaz olduğu hakkındaki Lenin’in emperyalizm tahliline sahip çıkma iddiasını sürdürmek mümkün müdür?” Evet mümkündür.
Yalnızca mümkün değil, zorunludur! Lenin birinci
dünya savaşı içinde de haklı ulusal kurtuluş savaşları
da olduğunu ve fakat bunların belirleyici olmadığını
vs. ortaya koymuştur!
“KöZ’ün sorduğu sorulardan biri budur. Cevabı
olumsuzdur. Tasfiye bildirisinin ve Çağrı’nın Komünist
Enternasyonal’in kapatılmasını açıklarken sarıldıkları mazeretin ardındaki revizyonist tespit şudur: Komünist Enternasyonal’in kurulduğu zamanki koşullarla
tasfiye kararının alındığı dönemdeki koşullar esaslı
olarak değişmiştir. Artık bir emperyalist paylaşım savaşı değil, ‘Hitlercilere karşı özgürlüksever ülkelerin
savaşı’ söz konusudur;” KöZ, ikinci dünya savaşının
✒
çok büyümüş, çok genişlemiştir. Öyle inanıyorum ki,
bir sonraki Enternasyonal –Marx’ın yazdıkları bir kaç
yıl etkisini gösterdikten sonra– doğrudan komünist
olacaktır ve bizim ilkelerimizin üzerinde yükselecektir.” (Marx-Engels, Eserler, Almanca, cilt 33, sayfa
641-642, Dietz Verlag, Berlin, 1976)
1876’da, 1. Enternasyonal kendini feshetti. Birinci Enternasyonal’in dağıtılması, işçi sınıfının artık
enternasyonal bir örgüte ihtiyacı kalmadığı vb. anlamına gelmiyordu. Yalnızca, artık içinde sosyalizm
adına konuşan tüm akımların yeraldığı ve çok gevşek bir örgütlenme biçimine sahip bir örgütlenmeden çok, pratikte mücadele içinde bilimsel sosyalizm
olduğunu ortaya koyan Marksizmi açıkça temel alan
ve daha sıkı bir merkezi örgütlenme modeline sahip
bir enternasyonal örgüte ihtiyaç vardı.1889’da II.
Enternasyonal kurulana dek proletaryanın uluslararası bir örgütü yoktu. I. Enternasyonal ile II. Enternasyonal arasında geçen dönem, bir anlamda, uluslararası proletaryanın örgütlenmesi açısından yeni,
I. Enternasyonal’den değişik tipte bir enternasyonal
örgütlenmenin hazırlık dönemi oldu.
KöZ, şöyle devam ediyor:
“Onların (yani Çağrı’nın bn) Komünist
Enternasyonal’in tüzüğüne, kuruluş bildirgesine, Komünist Enternasyonal’e üye olmak için şart koşulan
kriterlere vb. gönderme yapmasını beklemek abestir.
Zira bunların Çağrı açısından bir ehemmiyeti yoktur.
O, ML olmanın biricik referansı olarak kabul ettiği
Stalin’in konu hakkındaki değerlendirmesini kendi
sadakatinin kanıtı olarak ortaya koymakla ve tasfiye
kararının metnini bu kararın doğruluğunun bir kanıtı
olarak göstermekle yetiniyor.”
KöZ, Çağrı’nın bu belgelere gönderme yapmasını
beklemenin “abes” olduğunu söylüyor! Bu KöZ’ün
bir iddiası. Ama bu iddianın ispatlanacak bir yönü
de yok. KöZ ve tüm Troçkist örgütler, Stalin’in adını
duyunca irkiliyorlar! Referansları Troçki olanlardan
başka bir tavır da zaten beklenemez. KöZ gibi konuşmadığımız için, Komintern belgelerine, tüzüğüne,
21 koşula gönderme yapmamızı beklemediklerini
söylüyorlar. Ama gerçekler inatçıdır. Pratik KöZ’den
çok daha fazla Komintern belgelerini, kongrelerini
incelediğimizi ve bunların sonuçlarını da devrimci
kamuoyuna yayınladığımızı gösteriyor. ML olmanın
kıstaslarını yukarda açıkladığımız için burada yeniden üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz.
Bu alıntıda KöZ, bir örgüt biçimini değişmez ilke
haline getiren bir yaklaşıma sahiptir. Bu bütünüyle
63
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
64
belirli bir noktadan itibaren emperyalistlerarası dünya paylaşım savaşı olmaktan çıktığı tespitinin yanlış
olduğunu savunuyor. Aslında İkinci Dünya savaşı
emperyalistler arası bir dünya savaşı olarak başladığında da bu savaş içinde yer yer çok güçlü ulusal kurtuluş ve devrimci yönler de vardı. Örneğin Çin Halkı
komünistler önderliğinde Japon işgaline karşı savaş
yürütüyordu; Örneğin Nazizmin işgal altına aldığı
ülkelerde Nazi işgaline karşı haklı bir savaş vardı.
Avusturya’da komünistler önderliğinde direniş vardı vb. Ve fakat bu yan henüz belirleyici değildi. Nazi
imparatorluğunun SB’ne saldırısı ve Sovyet halklarının SBKP önderliğinde savaşın esas unsuru haline
gelmesi ile birlikte artık ikinci dünya savaşının niteliğinde bir değişme oldu. Evet emperyalistlerin kendi aralarındaki çatışmanın, emperyalistlerin dünya
hegemonyası için birbiriyle savaşması yanı da vardı
ve fakat artık bu yan belirleyici olmaktan çıkmıştı.
KöZ’ün anlamadığı tarihsel gerçek budur.
“Öte yandan ‘düşman kendi ülkemizde’ demek her
ülkedeki komünistin ödevi olmaktan çıkmış gibi görünmektedir; aksine ‘özgürlük sever ülkelerde antiHitler koalisyonuna zarar vermeme’ ödevi kendini dayatmaktadır. Böyle olduğunda her komünist partinin
öncelikli ödevi ‘kendi ülkesindeki burjuva diktatörlüğünü bir Sovyet cumhuriyeti ile taçlanmak zorunda
olan bir proleter devrimiyle alaşağı edilmesine önderlik etmek’ olmaktan çıkmıştır.”
Proleter devrim proleter devrim yapacağız demekle olsaydı şimdiye kadar dünya çoktan komünist
olurdu. İkinci dünya savaşı sırasında işgal edilmiş
ülkelerde proleter devrimciler eğer gerçekten proleter devrim diye ciddi bir dertleri varsa önce işgalin
kaldırılması savaşının en ön saflarında savaşmak, bu
savaşa önderlik etmeye çalışmak zorunda idiler. Antifaşist, anti işgal savaşı idi gündemde olan. Halkın
komünistler olsa da olmasa yürütmeye hazır olduğu
ve yürüttüğü savaş bu idi. ‘Proleter devrim’ isteyen
önce bu savaşı, bu savaş içinde yer alan herkesle birlikte yürütmek zorunda idi.
Devrim kitlelerin işidir. Masa başında ilkeler koyup
hayatın bu ilkelere uymasını bekleyenlerin, uymadığında hayıflananların değil, kitlelerin hazır olduğu
bizzat yürüttüğü devrimlere ya önderlik ermeye çalışacağız ve onları bu şekilde ilerletmeye çalışacağız, ya da devrimler hep bizim dışımızda gelişecek!
Sorun budur. İkinci dünya savaşı içindeki parti ve
kitlelere devrim yapmadıkları için eleştiri getirmek,
Komintern’i antifaşist cephe siyaseti nedeniyle sapma
ile suçlamak, sol çocukluktur yalnızca.
“Ama öte yandan bu tasfiye gerekçesinin argümanları ile Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalizm’i destekleme
ve sözüm ona ‘anti emperyalist’ mücadeleye köstek olmamak için TKP’nin tasfiye edilmesine varan tasfiyeci
oportünizm ile, ‘anti-Hitler koalisyonuna zarar vermemek’ için Komünist Enternasyonal’i tasfiye etmek
arasındaki akrabalık ilişkisi üzerinde düşünmek ve bu
çelişkinin üstesinden gelmek Çağrı ve benzerlerinin sorunudur.”
Anti Hitler koalisyonu gerekli ve zorunlu mu idi?
Soru budur. KöZ bu soruya cevap vermelidir. Bizim
cevabımız nettir! Anti Hitler koalisyonu, bütün dünya halklarına olağanüstü acılar yaşatan (Yalnızca
SB’deki insan kaybı minimum rakamla 20 milyon!)
Savaşta Nazi imparatorluğunun askeri olarak en kısa
zaman içinde yenilmesi, savaşın mümkün olan en
kısa zamanda sonlandırılması için mutlak gereklilikti. Ve anti Hitler koalisyonu evet savaşı sonlandırmada olumlu bir rol oynadı. Olgu budur.
Şimdi KÖZ ayrı düşünüyorsa onu ortaya koymalıdır! Ve eğer Komintern’in gerçek anlamda olmayan
‘Moskova’dan yönetme’ iddiası anti Hitler koalisyonunun kurulmasının önüne engel olarak çıkarılıyorsa, evet bu onun dağıtılmasının gerekçelerinden biridir. Bunda ne var? Neresi yanlış? Bir şey yanlış ilan
edilmekle yanlış olmuyor. KöZ gerçeklerden uzak,
gerekçesiz iddialarla siyaset yapıyor.
Naziler tüm savaş makinaları ile Sovyetler Birliği’ne
yüklenmişlerdi. 1942’de 240 Alman tümeninin
179’u SSCB’ye karşı Doğu Cephesinde savaşıyordu.
Bunlara, İngiltere ve ABD ile diplomatik ilişkilerini muhafaza eden ve resmi olarak savaşa girmeyen
Franko’nun İspanya’sına mensup tümenlerin de aralarında bulunduğu Nazi Almanya’sı ile müttefik ülkelerin birliklerini de eklemek gerekir. SSCB’ye karşı
savaşan toplam 240 tümen vardı. SSCB, İngiltere ve
ABD ile anti-Hitler koalisyonu oluşturmak için uğraşıyordu. Görünürde anti-Hitler koalisyonu oluşturulmuştu ama müttefikler Nazilere karşı ikinci bir cephenin açılmasına andaki durumda yanaşmıyorlardı.
SSCB bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu.
İngiliz ve Amerikalı müttefikler tarafından
SSCB’ye karşı, özellikle de ikinci cephenin açılması
konusunda, açık ya da gizli gerçek anlamda birçok
provokasyona giriştiler. SSCB bu dönemde Avrupa’daki savaşın tüm ağırlığını tek başına üstlenmişti.
Avrupa’daki ikinci cephe, İngiliz ve Amerikan birliklerinin Fransa’ya çıkarma yapmasıyla açılmalıydı.
KöZ, bolşevizmi, sadece bu ilk dört kongre karar-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
KöZ’ün Suskun Kaldığı Konular
larında yazılanlar olarak algılıyor. Başkalarını değerlendirirken kendilerinin deyimiyle “bu mihenge
vurarak değerlendirme tutumunu savun”uyor. Bu
mihenge vurarak getirdiğimiz kimi eleştirilerde suskunluğun nedeni ne acaba? KöZ’e 158. sayıda getirdiğimiz ve cevap vermedikleri kimi eleştirilerimiz
şöyleydi: KöZ’ün sosyalizmin inşası ile ilgili görüşleri, demokratik devrim/sosyalist devrim hakkındaki
görüşleri, efsaneler hakkındaki yaklaşım, Moskova
duruşmaları hakkında söylenenler, güya Lenin’in
Stalin’e getirdiği iddia edilen “milliyetçilik” eleştirisi,
bugün dünyanın her tarafında kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu anlayışı, Leninist parti modeli vb konularda KöZ suskunluğa bürünmeyi tercih
etmektedir. Şöyle devam ediyor KöZ: “Ne var ki, bu
referansların mihengine vurarak KöZ’ün söylediklerini ve yaptıklarını eleştirebilecek bir başka odak yoktur.
“ KöZ boşuna böbürleniyor. KöZ’ü eleştiriyoruz ve
kendi çizgilerine güvenenlerin görevi eleştirilerimize
cevap vermek olmalıdır. Biz başka “odak”lar adına
değil, kendi adımıza konuşuyoruz. KöZ’ü eleştirdik,
eleştirmeye de devam edeceğiz. KöZ yazısını şöyle
sonlandırıyor:
“Bu bakımdan Çağrı ile KöZ arasındaki tartışma
bazı metinler üzerinde bir teorik tartışma değil, bu yürüyüşün gereği olan ayrım çizgilerini çekme ödevinin
bir gereği ve ifadesidir.” Bu yazının bizim açımızdan
olumlu olan yanı, küfre başvurmadan tartışmasıdır.
Bu da ama bugünkü solumuz açısından küçümsenmeyecek bir olumluluktur. Biz de ‘birleşmeden’ ve
belki birleşebilmek için, ayrım çizgilerinin en kesin
hatlarla çekilmesi amacıyla tartışmaktan, açık ve kamuoyu önünde tartışmaktan yanayız.
Marksizm-Leninizm zafere, Troçkizm yenilgiye götürür.
✒
Başlangıçta ikinci cephenin 1942’de açılması ön görülmüştü. Ama müttefik emperyalistler hep yan çizdi. Onlar savaşın kimin lehine gelişeceğini beklediler. Savaşın seyri SSCB lehine gelişince ikinci cepheyi
açtılar. Onlar aynı zamanda, Nazilerin yenilmesi ve
SSCB’nin Avrupa halklarını özgürleştirmesini istemiyorlardı. Nazi barbarlığına karşı en büyük bedeli ödeyenlerin Kızıl Ordu ve SSCB halkları olduğu
unutulmamalıdır. Batılı müttefikler Fransa’da ikinci cephe açılması görevlerini sözlerine sadık kalarak
1942’de gerçekleştirmiş olsalardı, 20 milyonu aşan
Sovyet kaybı daha az olabilirdi.
İşte tarihsel gerçekler böyle. Emperyalist burjuvazi bile Stalin’in Nazilere karşı oynadığı rolü kabul
ederken, kendilerine „komünist“ diyenler, Stalin’in
önderliği altında kazanılan zaferi anlatmaktan kaçınıyor, küçümsüyor. Kızıl Ordunun komutanlığını
yapan, Sovyet halklarına önderlik eden, Nazi sürülerini Berlin’e kadar kovalanmasında doğrudan rol
oynayan Stalin’dir. Stalin önderliğindeki kızıl ordu
ve Sovyet halkları ölümüne tarihsel bir zafer kazandı.
Anavatan savaşında 20 milyon Sovyet vatandaşı yaşamını yitirdi. Anavatanın savunulması savaşında, ön
saflarda çarpışan 600 bin parti üyesi öldü. Moskova
önlerine kadar dayanan, Nazi sürülerine karşı verilen savaşta, gösterilen kahramanlıklar, ölümüne yürütülen bir savaş, romanlara, filmlere konu oldu. Bu
kahramanlık, sosyalist bilincin, sosyalist anayurdu
koruma, tarihte bir ilk olan proleter devlete karşı ölümüne bir bağlılık idi. Bu savaşta Stalin’in önderliği
ete kemiğe bürünmüş tarihsel bir olgudur. Bu tarihsel olguya rağmen, KöZ Sovyet halklarının ölümüne
yürüttüğü mücadeleyi küçümsüyor. Bu zafer, evet 20
milyon Sovyet vatandaşının, en ön saflarda da komünistlerin hayatı pahasına, Sovyetler Birliği’nde barbar
Nazi ordularının gerçekleştirdiği muazzam yıkım
pahasına kazanılan bir zafer oldu.
Fakat sonuçta emperyalizm, Sosyalizmin İkinci
Dünya Savaşı öncesindeki biricik kalesini yıkma hedefine varamamakla kalmadı. Aynı zamanda bir dizi
ülkede daha proletaryanın önderliğinde halk demokrasili devletler kuruldu. Bunlar emperyalizmin pazarı dışına çıktılar. Sovyetler Birliği’nin önderliğinde
emperyalist dünyaya karşı ondan kopmuş ayrı bir
dünya oluşturdular.
Ocak 2013 ✓
Not: Komintern kongre değerlendirmeleri, Çağrı
sayı 55, 62, 63, 64, 66, 67, 69, 70, 73, 75, 76, 77, 78, 79,
80, 81, 83, 85. sayılarında yayınlandı. Ayrıca Faşizm
Nedir? Sosyal Demokrasi Nedir? H. Yeşil, Dönüşüm
Yayınları, 1994, İstanbul ve 3. Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar, Belgeler I-II, Dönüşüm
Yayınları, Mayıs 1992, İstanbul’dan çıktı. Bu broşürlerde, Komintern kararları ve yürütülen tartışmalar
hakkında bilgi verilmektedir.
65
✒
okur mektubu
A
66
Berlin’de Rosa Lüksemburg
Konferansı
lmanya’da yayınlanan “Junge Welt” isimli sol
günlük gazete tarafından her yıl Berlin’de düzenlenen Rosa Lüksemburg Konferansının on sekizincisi 12. Ocak’ta yapıldı.
Bu yıl da Almanya’daki hemen her türden Sol’un katılıp yayın masaları açtığı bu konferansa Almanya’nın
çeşitli yerlerinden gelen 2000’e yakın insan katıldı.
Bu yılki konferansın genel başlığı “Kim Kimden
Korkuyor”, “Düşman Soldadır” şeklinde idi.
Bu yılki konferansta da, bundan öncekilerde olduğu gibi gençler için paralel bir tartışma programı
vardı. Konferansın bu bölümünde işletmelerde çalışan gençler ve sendikaların gençlik temsilcilerinin
ağırlıkta olduğu forumlarda “İşçi Gençliği 2013: Nasıl
Mücadele etmemiz gerektiğini öğrenelim” ana başlığı
altında deneyimler aktarıldı, tartışmalar yürütüldü,
2013’teki sendikal mücadelelerde ileri sürülmesi gereken temel talepler tespit edildi. Bu bağlamda gençler
açısından özellikle taşeron işin devreden çıkarılması,
geçici genç işçilerin kalıcı işçiler haline geçmeleri için
mücadelenin önemi vurgulandı.
Konferansın “Kim kimden korkuyor” başlıklı ilk
bölümünde değişik ülkelerden gelen temsilciler, ülkelerindeki durum ve mücadeleler üzerine bilgi verdiler.
Şili KP MK üyesi ve Şili Sendikalar Birliği’nin
(CUT) Kamu Hizmetleri bölümünün koordinatörü
Carlos Insunza Rojas Şili’de gelişen öğrenci hareketinin önemine dikkat çekti. Şu anda en yoğun mücadelelerin bu alanda yaşandığını, hareketin güzel yüzü
konumunda olan genç kadın devrimcinin Şili KP
üyesi olduğunu, Şili KP’nin oldukça güçlü olduğunu
vs. anlattı. Konuşması revizyonist Şili KP’ne bir güzelleme idi. Bu yıl yapılacak seçimlerde bütün Sol’un
Halk Cephesi içinde birleşeceğini ve kazanma şansının olduğunu anlattı. Şili’de 1973 darbesi ve ertesinde
yaşananlardan bir ders alındığına dair en küçük bir
işaret yoktu konuşmasında. Seçimler sonucunda iş
başına gelinmesi halinde sosyalizme yürüyebileceklerini düşündüklerini anlattı.
Küba Genç Yazarlar ve Sanatçılar Birliği başkanı,
Küba KP‘nde kültür bölümünün yöneticisi ve Küba
Parlamento üyesi Luis Morlote Küba’da Yeni Ekono-
mik Politika gereği daha önce devlete ve kolektiflere
ait toprakların önemli bir bölümünün köylülere dağıtılmış olduğu, bunun ülkede yiyecek ihtiyacını karşılamak için gerekli olduğunu, hiçbir şekilde sosyalizmden vazgeçmek vs. anlamına gelmediğini anlattı.
Görünen o ki, sosyalizm konusunda bol laf edilmesine rağmen, bireysel köylü ekonomisi hâlâ kolektif
üretimden daha verimli! Bu ne biçim sosyalizmse
artık!
Kültür bağlamında Luis Morlote, Küba’da kültürün, kapitalist ülkelerin tersine tüketim, daha fazla
tüketim üzerine kurulu olmadığını; bu bağlamda
gençlerin sosyalist Küba’ya sahip çıktıklarını anlattı.
Bu Küba’da bugün ABD dolarının da resmi para olarak yeniden geçerli olduğu ve bir sürü genç kadının
ve erkeğin turistlere vücutlarını dolar karşılığı, belki
yurtdışına çıkma imkânı karşılığı sunduğu vs. bilindiğinde sorunları görmeyen, pembe tablolar çizen,
kendi kendini kandıran bir yaklaşımdı.
Morlote’den sonra, Kolumbiya’da uzun süre hapiste
kalan, daha sonra ölüm tehditleri nedeniyle yurtdışında yaşamak zorunda kalan Kolumbiyalı gazeteci /
yazar Hernando Calvo Ospina ülkesinde 50 yıla yakın süredir bir iç savaş yaşandığını; bu savaşta ABD
emperyalizminin “uyuşturucuya karşı savaş” adı
altında egemen sınıfların arkasında yer aldığını, bu
savaşın boyutlarının tahmin edilmeyecek kadar büyük olduğunu anlattı. Latin Amerika’da diğer ülkelerdeki darbeler sonrası öldürülen ve kaybedilen insan sayıları ile karşılaştırma içinde Kolumbiya’daki
kayıpların çok daha büyük olduğunu anlattı. FARC
ile hükümet arasında şimdi yürüyen barış görüşmelerinden gerçek anlamda bir barış çıkacağını düşünmediğini, ülkede sosyal adaletin barışın ön şartı olduğunu anlattı. Andaki durumda sivil direniş hareketinin
oldukça güçsüz olduğunu, gerçek tek güçlü muhalefetin silahlı muhalefet olduğunu, aslında muhalefet için
silaha sarılmaktan başka yol bırakılmadığını anlattı.
Bu tespite Kolumbiyalı öğrencilerden itirazlar geldi. Bir öğrenci “barışçı yürüyüşlerle sesini duyuran”
bir Halk Cephesi muhalefetinin varlığından söz etti.
Buna Ospina’nın tavrı “umarım öyledir” şeklinde
okur mektubu
bir eylem.
Yürüyüş:
Her yıl olduğu gibi, Konferansın ertesi günü –
Ocak ayının ikinci Pazarı - Rosa Lüksemburg-Karl
Liebknecht- Lenin (LLL) yürüyüşü yapıldı. Daha
önce bu yürüyüşe katılan küçük Troçkist ve “sol”
sosyal demokrat gruplardan bir bölümü, bu yıl hemen Almanya’daki bütün devrimci ve reformist sol
grupların bir türlü yer aldığı bu yürüyüşü bölmeye
kalktılar. Alternatif bir yürüyüşe çağrı yaptılar. Gerekçeleri LLL-yürüyüşünde “Stalin ve Mao Zedung
gibi kitle katillerinin!!!” resimlerinin taşınması idi!
Onlar bu tavırları ile bir yandan burjuvazinin kaba
antikomünizminin ne ölçüde yardakçıları olduklarını, diğer yandan ağızlarından hiç düşürmedikleri o
“demokrasi savunuculuğu” nun nasıl bir sahtekârlık
olduğunu gösterdiler. Aslında Lüksemburg’un bir
komünist olduğundan bile haberi olmayan, onu bir
liberal demokratmış gibi görüp gösteren bu küçük
dükkâncıkların LLL-yürüyüşünden ayrılıp alternatif
yürüyüş yapmaya kalkmaları kötü olmadı. Boylarının ölçüsünü gördüler. LLL-yürüyüşü her zamanki
büyüklüğünden bir şey kaybetmedi.
Yürüyüş her zaman olduğu gibi RL ve bir dizi komünistin, devrimcinin mezarı başında bitti.
Revizyonistlerin “sessiz saygı” gösterisi her zaman
olduğu gibi, komünistlerin Enternasyonali hep bir
ağızdan ve değişik dillerde söylenmesi ile ”bozuldu.”
RL ona layık olan şekilde anıldı.
Yürüyüş sonrası, yine revizyonistlerin bir provokasyon olarak mezarlığa “Stalinizm kurbanları”nı
(!) anma için koydukları taşın başında devrimcilerle,
revizyonistler ve polisler arasında kısa bir itiş kakış
oldu. Burada revizyonistlerle polisler el ele devrimcilere karşı bir taşı korudular! Anti Stalinizm kılığındaki antikomünizm revizyonizmin de turnusol
kâğıdı aslında!
Yürüyüşün ve RL mezarının başındaki eylemin ardından, mezarlığın dışında AMLP bir miting yaptı.
Mitingde AMLP başkanı konuşmasında Antikomünizmi teşhir etti, burjuvazinin bütün yalanlarına
rağmen gerçek sosyalizmin insanlık için tek alternatif olduğunu ortaya koydu. Bu mitingde Her Şeye
Rağmen dergisi adına da bir kadın arkadaş konuştu.
RL’un komünist mirasına sahip çıktığımızı ortaya
koydu. Sözlerini RL’un “Ya barbarlık içinde yok oluş.
Ya sosyalizm”le kapadı.
Berlin’den bir YDİ Çağrı okuru
19. 02. 2013 ✓
✒
oldu.
Konferansın siyasi tutuklularla dayanışma bölümünde, geçen yıl, on yıllardan beri süren dayanışma
hareketi sayesinde ölüm hücresinden çıkarılan Amerikalı devrimci siyah yazar / gazeteci Mumia Abu
Cemal’in sözlü mesajı coşku ile karşılandı.
Ardından ABD’den bir dizi eski mahkûm kendi
deneyimlerini anlattılar. Hapis sisteminin her türlü
muhalif sesi bastırmak için nasıl kullanıldığını ortaya koydular.
Daha sonra Fransa’da yaşayan Latin Amerikalı gazeteci yazar Hernando Chao Cervantes’in Don Kişot’unu aslında devrimci bir roman olarak yorumlayan bir okuma, açıklama yaptı.
Le Monde Diplomatique adlı gazetenin yayın sorumlusu ve ATTAC kurucularından İgnacio Ramonet ise medyanın özellikle Latin Amerika’da oynadığı rol üzerinde durdu. Örneklerle sol hükümetlerin iş
başına geldiği ülkelerde medyanın nasıl esas muhalefet rolünü üzerlendiğini ortaya koydu.
Konferansın “Düşman Soldadır” başlıklı bölümünde Hamburg’dan gazeteci Susan Witt Stahl; birçok
göçmen davasının savunucusu avukat Gabriele Heinecke, Sol Partinin Thüringen eyalet parlamentosundaki fraksiyonunun başkanı Bodo Ramelow, Almanya Komünist Partisi (DKP)’nin başkan yardımcısı
Patrik Köbele ve Antifa-hareketinden bir temsilci bir
tartışma yürüttüler. İlginç olan şu idi: Konuşmacıların tümü aslında gelinen yerde devletin faşist örgütlenmelerini düşman olarak görmediği, tersine onları
kullandığını örnekler vererek savundular. Devlet için
düşmanın solda olduğunun net olarak ortada olduğunu savundular. Bu eski pozisyonlara göre kuşkusuz bir ilerleme. Daha önceki dönemde devlet ile kapitalizm ile faşizmin bağı görülmüyor, faşizme karşı
mücadele genelde açık faşist örgütlere karşı mücadele
olarak kavranıyordu. Şimdi gelinen yerde, özellikle
Türklere yönelik cinayetleri işleyen NSU adlı Nazi
örgütünün devletin “Anayasayı Koruma Örgütü” ile
polis örgütü ile izleri örten egemen siyaset ile bağlarının ortaya döküldüğü yerde, sol adına konuşanlar
devleti de eleştiriyorlar! Faşizmin kapitalizmin bir
ürünü olduğunu söylüyorlar. Bu dediğim gibi bir ilerleme. Fakat hâlâ bir türlü Almanya’da da faşizmin
bizzat kapitalizmden ve onun devletinden kaynaklandığını söylemeye dilleri varmıyor.
Rosa Lüksemburg Konferansı herhalde Alman
Solu’nun, bu arada fakat dünya yüzünde de solun bir
bölümünün durumunu kavramak açısından önemli
67
8 MART 2013: DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
TALEPLERİMİZ DEĞİŞMEDİ:
EŞİTLİK,
ÖZGÜRLÜK
VE İNSANCA
YAŞAM İSTİYORUZ!
21 MART 2013: NEWROZ PîROZ BE!
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
HALKLARIN
KARDEŞLİĞİ İÇİN
TEK YOL DEVRİM!

Benzer belgeler

Bir - Yeni Dünya İçin Çağrı

Bir - Yeni Dünya İçin Çağrı Demokratik Kongresi (HDK) üzerine kapsamlı bir değerlendirme yazısını bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarımızda Kürtçe dili üzerine ve Kürtçenin uğradığı yasaklar üzerine “Yasaklı bir dilin öyküsü” ...

Detaylı