Şebgir Dergisi 1. Sayı

Transkript

Şebgir Dergisi 1. Sayı
Atik Valideden Çıkarken
Kaan YILDIZ
Rüya İçinde Hayal: Evliya
Çelebi ile Kurgusal Bir Hasbihal
Hasan ŞAHİNTÜRK
Şiire Kadın Kalbi:Didem Madak
Zehra DEMİRKALE
Ozan Dede Korkut
ŞEBGİR’İN YOLCULUĞU BAŞLIYOR
Künye:
Dergi Sorumlusu:
Hasan ŞAHİNTÜRK
Genel Yayın Yön.:
Hasan ŞAHİNTÜRK
Dergi Genel Editörü:
Mehmet BORA
Redaktör:
Zehra DEMİRKALE
Kapak Tasarım:
Sait KÜÇÜK
Kalbini Takip Eden Adam:
Aamir Khan
Yelda ÜLKER
Deprem mi, Mukadderat mı?
Mehmet BORA
Kadir Kendini Niçin Öldürdü?-K.T. Andromakhov- 22
Bilet-Eray Kozaroğlu- 23
Çanakkale Ruhu-Selahattin Arpacı- 24
Kalbimin Aklı Evvelliği- Barbaros Kuzey- 27
Şiirler- 42
Kitabiyat-K.Kavuniçi- 46
İnci ÖĞRETMENOĞLU
Dergi Tasarımı:
Mehmet BORA
Yazım Kurulu:
Kaan YILDIZ
Sait KÜÇÜK
Yelda ÜLKER
K.T.ANDROMAKHOV
Eray KOZAROĞLU
Selahattin ARPACI
Barbaros KUZEY
Hasan ŞAHİNTÜRK
Zehra DEMİRKALE
Mehmet BORA
Serniviskar
İlayda Ş.YORULMAZ
T.TİNÂZÎ
K.KAVUNİÇİ
www.sebgir.com
[email protected]
fb/ sebgirdergisi
insta/sebgirdergisi
Şebgir, münzevi ve mütecessis fikir işçilerinden aldığı ilhamla, tüm şehir uykuda
iken sönmeyen masa lambasının aydınlığında sizler için
güzel şeyler hazırlama heyecanını uzun zamandır yaşıyor. Düşünüyor-taşınıyor ve
tartışıyor. Sizlerle konuşmak ve gecelerini, hecelerini paylaşmak adına gece yola çıkan kervan
misali, Şebgir; nihayet sizlerle buluşuyor. Uzun
süren düşünme, hazırlanma süreci içerisinde bir
avuç “Şebgir”in bir araya gelmesi ve uykusuz
geceler geçirmesiyle, oldukça mütevazi bu ilk sayısıyla “Şebgir”, sizlere ve dergi camiasına merhaba diyor.
Şebgirin elinde bir kandil, vardığı diyarlara
ışık saçmak için çıktığı uzun bir yolu var. Zeminini tarihin döşediği çakıl taşlarının oluşturduğu bu
yolda, fikirlerden inşa edilmiş, geceleri aydınlatan
sarı-turuncu sokak lambalarının yorgun tecrübesi ile, sanata, edebiyata, sinemaya, geçmişe,
bugüne ve geleceğe baktığı, uykuyu reddeden bir
çift gözü var. Şebgir’in gecesini gündüze katmış,
varlığını daha yaşanılabilir bir dünya için harcamaya meyilli bir dünya görüşü, “lambada titreyen
alevin üşümesine” razı olamayan kadifeden bir
kalbi, naif bir duruşu ve iyi temellendirilmiş her
fikre saygısı var. Şebgir’in geceyi uykusuz geçiren, kitaplardan duvarları görünmeyen odalarda
yaşam süren, gece gündüz açık olan kütüphane
köşelerinde ve kitap ile sözün sindiği her yerde
bir şekilde hep var olan, hep gördüğümüz fakat
ismini cismini, ses tonunu bilmediğimiz cümle Şebgiran’a bir hayranlığı ve bu ilk sayısıyla kadifeden gönlünden kopan samimi bir selamı var.
Atik
Valide’den
Çıkarken
Kaan YILDIZ
4
Geleceğe Dönüş 2’de, bizleri daha çocukken dahi çılgına
çevirebilmiş çok ilginç bir sahne vardır. Marty ve Doktor’un
zamanda bir kırılma yaşanmasıyla alternatif bir gerçekliğe
sıkıştıklarını anladıkları sahneyi kastediyorum. Doktor bir
tahtanın önünde Marty’ne sayı doğrusuna benzer bir plan
çizerek çılgınca bir şeyler anlatmaktadır... Çocukken bu filmi
izlemediyseniz yazık olmuş size...
Ancak benim burada anlatacağım zamanda yaşanılan bir
kırılma değil, daha çok geçmişe olan özlemin gelecek adına
yarattığı bir kaçış duygusudur.
Bu kaçış duygusu gentrification çağı öncesi doğan Kadıköy
ve Modalılarda pek sık görülürdü. Nitekim bazı insanlarda
zamanla bir kaçış duygusunun
ötesinde bir hastalığa sebep
olup, zavallı bireye hayaller
gördürmektedir. Bu hayaller
içinde bulunduğunuz mekânda, uzun yıllar önce orada yaşamış insanlarla ya da uzun süre
oraları aklından çıkaramamış
insanlarla temasa geçip onlarla
konuştuğunuzu zannetmenizi
sağlar. Çok yazık... Bu hastalığı
Kadıköy’e getiren kişinin Aynaroz’lu bir rahip olduğu söylenir.
Anlatılanlara göre bu rahip esasında bir Türkmen’miş. Kendisi Celali İsyanları esnasında
meşhur bir Osmanlı paşasını
okla vurup öldürünce dağlara
kaçmak zorunda kalmış. Sonra
bir yolunu bulup Anamur’dan
bir kayıkla yüze yüze Aynaroz’a
ulaşmış. Buradaki rahipler onu
çok iyi karşılamışlar. O da yörenin peynir ve şarabını çok
sevince burada kalmaya karar
vermiş ve rahip olmuş. Burada uzun bir vakit geçirdikten
sonra memleket özlemiyle artık ülkesine dönmeye karar
vermiş. Yola çıkmadan önce de
buradaki rahiplerden biri ona
hatıra olarak denizden çıkardığı parlak bir taşı hediye etmiş.
Bir gemiyle geldiği İstanbul’da,
Kadıköy’deyken ne yazık ki bu
parlak taşı bir kuyuya düşürmüş. Anlatılanlara göre bu taşın suda olması bu kuyudan su
5
içenlerde mezkûr hastalığı ortaya
çıkarmaktadır. Dediğim gibi ben
de bu hastalığı taşıyorum. Ancak
ortada üzülmemi gerektirecek bir
durum yok. Zamanla bu durumu
kabul ettim ve buna göre yaşamaya
başladım.
Bu hastalık üzerine olan bir deneyimi size aktarırsam beni daha iyi
anlayacaksınız. Hastalık kendini
daha çok eski ve güçlü bir anınızı yaşadığınız mekânlarda, tarihi
mekânlarda, ağaç kavuklarında,
mağaralarda, şehir dışında ufak
tepelerin arasında kendini göstermektedir. Sanrı veya kriz olarak
nitelendirebileceğim hastalık başlangıcı ise kendini daha çok bir geç
kalmışlık nöbeti ya da yoğun bir
kaygı ile gösterir. Çocukken anneannenizin köyünün yakınında
piknik yaptığınızı var sayıyorum.
Buranın bir piknik alanı olmadığını, sadece sizin ailenizle beraber
piknik yapmak için burada durduğunuzu var sayıyorum. Aynı
zamanda pikniğin sonlarına doğru
mahalden uzaklaşıp tepelere doğru yürüdüğünüzü düşünüyorum.
Belki biraz ileride bir mezarlık
dahi olabilir ama siz onu geride
bırakıyorsunuz. Tepelerden birine
çıkıp etrafınıza bakıyorsunuz ve
ıssızlığın ortasındasınız. Doğa hiç
de televizyondan görüldüğü gibi
değil. Yürüyüp giden tepelerin ve
uzun çayırların heybetinden korkuyorsunuz lakin bu saygınızdan
kaynaklanıyor, Grozny tadında.
Önünüzde uzanan muazzam bir
manzara var. Yeşil ve bozun çiftleşmesi, hemen üzerlerinde mavili
bir gri. Dalgalanan tepeler. Üstünüzden bir kartal geçebiliyor, çok
ciddiyim... Burası eviniz değil ama
sizi uzun süredir bekliyordu. Sanki ibadet eden birini rahatsız etmiş
gibi huzursuz da oluyorsunuz, artık gitmeniz gerekiyor. Gitmeniz
gerek, hatta geç oldu. Biraz sonra
anneniz sizi merak edecek, babanızın pek umurunda değil. Eğer
şimdi gitmezseniz sonsuza kadar
burada kalacaksınız. Giderken
korkunuz yavaşça geçmeye başladığından mutlusunuz, burada terk
edilip unutulacağınızdan da korkuyordunuz ayrıca ancak yeterli cesareti gösterip tepeye kadar çıktınız.
Burada, annenizin ve babanızın
olduğu dünya ne kadar da yabancı
gelmişti size öyle değil mi? Ancak
burayı özleyeceksiniz. Ne yazık ki
bir daha da gelemeyeceksiniz. Buradaki heyecan ile uçurumun kenarından bakarken yaşadığınız his
aynı. Giderken üzülüyorsunuz ama
evde hala açılmamış kinder sürpriz
yumurtaları hatırlayarak mutlu
olmaya çalışıyorsunuz. Konunun
çok dışına çıktım; toparlamak gerekirse burada yakaladığınız hüzün duygusu ile sanrı veya hayalleri görmeye başlamanızı sağlayan
duygu birbirinin aynısıdır.
Üniversitedeyken Edirnekapı’da
oturan bir arkadaşımdan not almaya gitmiştim. Bölgedeki tarihi
eserleri yeniden görmek bahanesiyle bir anda kendimi Güvercin
Pazarı’nın içinde buldum. Birbirinden farklı yüzlerce güvercin
yüzlerce lira veya YTL karşılığında
satılıyordu. Ancak kuşlardan çok
müşteriler ilgimi çekiyordu. Bu
adamlar hafta içi bu saatte ne yapıyorlardı? İşsizler miydi? İşsizlerse
bu kadar pahalı kuşları alacak parayı nereden ve nasıl buluyorlardı?
Kuş alabilecek paraları varsa neden
bu kadar kötü giyiniyorlardı? Kuş
giysiden daha mı önemliydi? Peki,
bu Anadolu kuşları İstanbul havasında nasıl yaşıyorlardı? Paçalı
kuş neden bu kadar kıymetliydi?
Güvercin Pazarı’nda yapılacak bir
arkeolojik kazıda ortaya neler çıkacaktı? Bizans döneminde de burası
kuş pazarı olmasın, kuş iskeletleriyle karşılaşmayalım? Bizans döneminde de Paçalı Güvercinler bu
kadar değerli miydi? Neyse efendim, buradan dışarı çıktım. Çıkmamla beraber inanılmaz bir şekilde terledim, gözlerim kararıyor,
diş etlerimin ve damağımın çekildiğini hissediyor, kulaklarımda tiz
bir ses duyuyordum yüksek perdeden... Sanki nefret edilen öğretmen
bilmediğiniz soru için sizi tahtaya
çıkarmıştı, çünkü evde eşiyle kavga
etmiş ve sinirini sizden çıkarmak
zorundaydı. Siz kurbandınız.
Bir anda kendimi bugün hala kısmen de olsa Güvercin Pazarı’nın
yanında duran Blakhernai Sarayı’nın önünde dururken buldum.
Saray daha yapım aşamasındaydı.
İçeri girdiğimde İmparator Alexios
Komnenos vardı. Heyecandan bacaklarım titremeye başladı. Daha
önce hiç Bizans İmparatoru görmemiştim. Bizzat sarayın yapımını
denetliyordu, etrafında uzun saç
ve sakallarıyla Norman ve Viking
korumalar vardı. Saç ve sakalları sarı veya kızıldı. Çok yapılı ve
uzun boyluydular. Nedense beni
fark etmediler ve böylece İmparatorun yanına yaklaşabildim. Kendisinin yanına geldiğimde kendi
kendine “Acaba zemini lamine
parke mi yapsak? Yatak odasını
halıfleks yaptıracağım zaten...” diye
mırıldanıyordu. İmparatora “Efendim, merhabalar” dedim. İmparator bana dönüp “Ooo merhabalar.
Türkçe konuşuyoruz bakıyorum
da Türk müsün sen?” diye sordu,
ben de “Evet efendim, Ankaralıyım” şeklinde inanılmaz saçma bir
cevap verdim. “Nasıl, sarayı beğendin mi? İyi oldu burayı yaptırdığım, arada bizim çocuklarla ava
çıkıyoruz” dedi. Bunu biliyordum
tabi, sarayın yapımında av da etkili
olmuştu. Böyle muhabbet ederken
bir anda bir çökme sesi duyuldu
ve herkes o tarafa yöneldi. Duvarlardan biri aniden çökmüştü. Etraf
aniden toza dumana teslim olunca
ben de nefes almak için kendimi
dışarı attım. Kapıda bir anda kısa
boylu, zayıf ancak kaslı bir yapıya
sahip, çekik mavi gözlü, sarı saçlı
birini gördüm. Elinde güzel bir yay
vardı. Legolas değildi tabi bu impa-
ratora çalışan Peçeneklerden biriydi. Hemen ilersinde de omzunda
Norveç Orman Kedisi taşıyan devasa bir Viking gördüm, elindeki
ciğerle besliyordu hayvanı. İsmi
kedi olsa da vaşak gibi bir şeydi bu.
Aklıma İstanbul’un tekir kedilerin
soyunun Norveç Orman Kedileri’ne dayandığı bilgisi geldi, Vikingler buraya gelirken yanlarında
kedileri de getirmişlerdi. Sonra bu
orman kedileri zamanla tekirlere
dönüşmüşlerdi. Tekirler diğer kediler gibi olmayıp bir tür canavardırlar. Bir tekiriniz varsa ona âşık
olursunuz ancak evde huzur yoktur. Yanına yaklaşıp, “Yahu bu hayvanı nasıl getirdin memleketinden
buraya” diye sordum. “Valla gemide yolculuk uzun oluyordu, oynarım diye yanıma almıştım, geldi
buraya kadar minnoşum” dedi.
“Minnoş mu?” diye sordum. “Evet,
beğenemedin mi?” dedi alınarak.
Sonrasında gitmek için arkamı dönünce bu sefer sarayı fevkalade yıpranmış hale buldum, birkaç dakika
içinde sanki 600 yıl geçmişti. İçeri
girince sarayın içini mahvolmuş
halde buldum. İçeride hayvanlar
vardı. Bir ahır olarak kullanılıyor-
7
du. Ardından fahişeleri gördüm, toplantım yoksa oturup bir çay
saray bir geneleve çevrilmişti. Dı- içerdik biliyorsun” dedi. Ben de
şarı çıktım, etraf çamur içindeydi. “Tamam hocam, kendinize iyi bakın” dedim. Sonrasına temiz hava
Biraz yürüdükten sonra bir çu- akımı geldiği için sağa döndüm
kurun içine düştüm ve kendimi ve yürümeye başladım, bakalım
Anemas Zindanları’nda buldum. burada neler var diye. Biraz yüZindan da çamur içindeydi ve rüdükten sonra hemen tepemde
yağmur suları tavandan damlı- bir kapak gördüm ve hiç zorlanyordu. Gözlerine mil çekilmiş madan kaldırdım. Kendimi bir
iki hanedan üyesi ve bir tane de anda Hacı İvaz Efendi Camisi’nin
hasta bir köpek vardı. Daha sonra içinde buldum. Lakin kimseyi raarka taraflarda bir mahkûm vardı. hatsız etmemek için çıktım, zaten
Hikâyesini bilmiyordum ama yü- ayakkabılarım aşağıda çamurlanzünden ona bir haksızlık yapıldığı mıştı. Sinan mı yaptı burayı kalfabelli olduğu. Gözü doymaz ikti- sı mı diye etrafa bakarak mekândar delisi korkaklardan biri onu dan dışarı çıktım.
buraya gömmüştü. Demek ki çalışkan, zeki veya cesur bir adam- Camiden çıkınca hemen karşımdı. Aklıma bir anda 1970 tarihli da arabalı tezgâhıyla balık satan
Waterloo filminde Demirdük’ü bir amca gördüm, selam verdim
canlandıran Christopher Plum- ve yoluma devam ettim. Pipo içen
mer’ın Napolyon’a bakarak “Seni bir levanten gördüm desem de
zincire vuracaklar, Prometheus görmedim. Bu çok yavan ve sıgibi. Ve büyüklüğünün anısı seni kıcı olurdu, iyi ki de görmedim.
kemirecek” deyişi geldi. Zama- Kapatın bunu. Siz sigara içen
nında Andronikos Komnenos’a bir mühendis gördünüz, gelecek
yaptıkları gibi belki bu adam da hafta nişanlanacak, yaza doğru
uyuz bir devenin sırtında bir eli da evlenmeyi planlıyor hepsi bu.
kopmuş, bir gözü kör edilmiş, dişi Levanten filan yok ortada. Sonra
ve saçları koparılmış yarı sakat bir Meryem Ana Ayazması’na girhalde İstanbul sokaklarında do- dim. Tanrım! Ne kadar da güzel
laştırılıp üzerine idrar boca edil- bir yerdi. Yolunuzu çevreleyen
dikten sonra Hipodrom’da katle- o kuru ağaçlar, o mermer levhadilecekti. Çok merak etmişimdir, lar… Şehri Avarlar kuşatırken
acaba Andronikos’un torunları, Bizanslıların dua ettikleri yer
Trabzon Rum İmparatorları bu burası mıydı? Hayır, karıştırıyor
katli nasıl hatırlıyorlardı. Bugün olmalıyım. Ayazmanın dışında
hala konuya dair Bibliothèque sarhoş bir adam gördüm. WilNationale’de mevcut bir orta- liam Butler Yeats tam karşımda
çağ tasvirinde görülenler tüyleri duruyordu! Malvasia Şarabı ile
ürpertmektedir. Dönüp tekrar sarhoş olmuş Sailing to Byzantibaktığımda bu adamı yerinde um’ı mırıldanıyordu, çabalarıma
bulamadım. Onun olduğu yerde rağmen beni fark etmedi. “BilgeAnja Ringgren Lovén tarafından ler durur tanrının kutlu ateşinde,
kurtarılmayı bekleyen bir zenci duvardaki altın mozaiklerdeki
çocuk vardı. Anlaşılan o ki adam gibi” dediğini duydum yanından
uzun süre önce ölmüştü. Yoluma ayrılırken. Dönüp Ayazma’nın
devam ettim. Biraz ileride elinde içine girmek için yürümeye başfenerle yolunu bulmaya çalışan lıyorum. Tam mekânın içine giMurat Belge’yi gördüm. Selam recekken arkamdan bir nara duvermemle beraber “Kaan’cım ku- yuyorum. Koşmaya başlıyorum,
sura bakma yetişmem gereken bir hızımı alamadığımdan bir yokuş
8
gelince duramıyorum aşağıya
düşüyorum. Yukarı bakınca surların yıkık dökük merdivenlerini görmüştüm. Yavaşça çıkmaya
başlıyorum. Tepeye çıkınca dışarıdan duvara tırmanmaya çalışan
kırmızı şapkalı Azap askerlerini
görüyorum. Çabaları hayranlık
uyandıran cinsten, lakin onlar
değil Yeniçeriler meşhur olacak
şehrin fethine dair yüzyıllar sonra. İşin çoğunu yapanlar da Azaplardı halbuki yazık… Azapların
arasında Kalenderi dervişlerini de
görüyorum, kılsız, tüysüz halde,
ellerinde borularıyla koşuyorlar.
Sonra hepsi birden kayboluyor
ve onlar yerine Yaşim Vatandaş’ın
1994 tarihli İstanbul’un Fethi’ni
anlattığı çizgi filmi gözlerimin
önünde canlanıyor. Bahsettiğim
çizgi filmi bu yazıyı okuyan kaç
kişi hatırlar bilmiyorum, hatta
birçoğunuz da izlememişsinizdir
ama bir nesli çok etkilemiştir. Fatih’in gecenin bir vakti İstanbul’a
gizlice girip Urban’ı kaçırışı, inanılmaz azmi, sıradışı projeleri...
Peki ya tarihi gerçeklik? Şimdi
bunu konuşmanın sırası değildi.
Yanımda bir anda bir turist bitiyor, “Bu insanlar nasıl olur da burada yaşarlar” diye soruyor bana
hayretle. Ben de “Yok, burada
yaşamıyorlar, onlar askerler sadece…” diye cümlemi bitirecekken
eliyle işaret edip “Çadırlara baksana” diyor. Gerçekten bir anda
karşımda artık yüzyıllar öncesinde değil günümüze geri döndüğümü anlayıp çadırları görüyorum.
Fakirlik, yoksulluk içinde verilen
bir yaşam mücadelesi. Bu soğukta nasıl donmuyorlar, bu kartonu
nereden nasıl toplamışlar, nasıl
yemek yapıyorlar, hiç hastalanmıyorlar mı? Nasıl yıkanıyorlar?
Bunları dememle beraber arkamı dönüp yürümeye başlıyorum.
Aşağı iniyorum ama basamaklar
çok dağılmış halde, dikkatle iniyorum.
Biraz ilerleyince daha önce İstanbul’u fethetmek isteyen Araplardan kaldığına inanılan mezarların yanında geçiyorum ve
tam karşımda İsmail Yağcı var!
Sevgili okur, sen İsmail Amca’yı
hiç duymamış olabilirsin ama
kendisi bana tarih sevgisini aşılayan kişidir. Onunla beraber çocukken Anadolu’yu adım adım
gezip sayısız türbe, medrese ve
cami gezdim. Çok şey öğrendim.
Anadolu’yu öğrendim. Öğrendim
diyemem gerçi, çünkü Anadolu
öğrenilemeyecek kadar zengindir.
İsmail Amca bir anda karşımda
duruyorum. Kendisi programı
sunarken bizlere iyilik, doğruluk,
çalışkanlık, paylaşmak, ağırbaşlılık ve mütevazılık üzerine sayısız
menkıbe anlatırdı. Programı o
gün izledikten sonra yarın daha
iyi bir insan olmaya karar verirdiniz. Çünkü İsmail Amca ile paylaştığınız bir şeyler vardı. Kendisi televizyonda gördüğünüz ve o
yaşlarda dahi samimiyetsiz olduğunu bildiğiniz şımarık insanlar
gibi değildi. Kendisi kapısı çalınacak komşuydu, çocuklara iyi davranan ve gereksiz yere onlara kızmayan dedenizdi. Yanına gitmeye
cesaret edemedim. O aynı adamdı
ama ben hayata dair olan bu kadar hayal kırıklığından sonra aynı
adam değildim. Bundan üç yıl
önce eve çok geç bir saatte sarhoş
bir halde gelmiştim. Gözlerimden yaşlar dökülüyordu, durmadan ağlıyordum. Kalbim kırılmıştı. Ne yapacağımı bilemeden
televizyonu açtım ve karşımda
İsmail Amca vardı. Çocukluğumu, o günleri hatırladım, İsmail
Amca’nın o çocuklukta nerede
durduğunu hatırladım. Daha çok
ağlamaya başladım. Televizyonu
kapatamamıştım ve ağlamaya devam ediyordum. Orada öylece ne
kadar durduğumu hatırlamıyorum. Çok yalnız olduğumu hissettim. Uzun süre önce kendimi
İsmail Amca’nın yanında bırakmıştım. Geri de dönememiştim
ve artık başka biriydim. Kötü biri
olmasam da dünyanın kötülüğü
beni kırmıştı.
Tekrar yukarı dönerek yürümeye
başladım. Sadece duvarları ayakta kalmış bir sinagog vardı. Ne
kadar yazık... Surlara çıktım ama
köşede öpüşmeye hazırlanan bir
çift vardı, onları rahatsız etmemek için aşağıya indim... Yavaş
yavaş kendime geliyordum. Hayaller bitmişti. Sisli bir hava vardı.
Arkadaşımdan notları alamamıştım. Yola çıktım. Otobüse bindim.
İnip tramvaya bindim. Geceleyin
Sultanahmet paketinden çıkarılmamış bir çikolataydı. Vapura
bindim. Boş olan vapurda çay içmeye başladım. Bir katarsis yaşarak temizlenmiştim. Yarın daha
güzel olacaktı.
9
RÜYA İÇİNDE HAYAL: EVLİYA ÇELEBİ İLE
KURGUSAL BİR
HASBİHAL
Hasan ŞAHİNTÜRK
Hele bir toplanın, izzet meclisinde bu ay seyyahların
piri, medar-ı iftiharımız, pek sevdiğimiz, adına yüzlerce
bilimsel çalışma ve bir o kadar da popüler anlamda
eser yazdığımız ama asla yeterli bulmadığımız; Avrupa Konseyi tarafından “dünyaya yön veren 20 kişiden
biri” olarak seçilerek bizi onure eden Evliya Çelebi var.
Meclisimize şeref verdi, o ayrı. Bir de anlattıklarıyla aklımızı başımızdan aldı. Bize teveccüh buyurdu ya koskoca
Seyyah-ı Âlem, onu hangi kelimelerle ifade edelim bilemedik. O yüzden ben hiç mi hiç sesimi çıkarmadan onunla yaptığımız hasbihalden hatırımda kalanları sizinle paylaşacağım, o kadar.
Lakin önce bir çift sözüm var size:
Elime kitap alıp okumaya
başladığımdan beri kesbettiğim
bir meleke var. Okumuş olduğum
kitapların yazarları veya kitapların
içerisindeki gerçek tarihi kişilerle
bir şekilde irtibat kurmak, onların
ruhi özelliklerini, fiziki özelliklerini daha derinlemesineöğrenmek
için çeşitli yollar denemek.Bu çok
mu gerekli demeyiniz, istirham
ederim; pek gerekli, gözümle, kulağımla, parmağımla, kalbimle var
olan tüm iletişim yöntemleriyle
insana dokunmak, zihnen ve kalben onu tamamlamak isterim. Bu
yüzden sevdiğim yazarlarla hep bir
irtibatlı olma halim mevcut. Mesela Cemil Meriç üstadımı, okuduğum kitaplarından sonra hep
merak ettim durdum. Nasıl konuşurdu? Ses tonu nasıldı? Jest ve
mimikleri, konuşurken kullandığı
eli, kolu, kaşı... Yahya Kemal nasıl
10
şiir okurdu? Ses tonu ne renkti?
Aziz İstanbul’u onun sesinden dinlesek ne de güzel olurdu... Sonra
internette, çeşitli dijital arşivlerde
birçoğuna erişebildim. Nasıl onları
hissettim size anlatamam... Yahya
Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Oğuz Atay, Nazım Hikmet, Necip
Fazıl ve daha birçokları için kendi
sesinden konuşmalarını ve şiirlerini dinleyebilir, hatta bazılarının video görüntülerini izleyebilirsiniz.
Tavsiyemdir o güzelim şiirleri bir
de yazarlarının sesinden dinleyin,
sesleriyle dokunun onlara. Mesela Sakarya’yı Necip Fazıl’ın kendi
sesinden, Aziz İstanbul’u Yahya
Kemal’in kendi, Rumeli Ağzının
etkileri sezildiği hoş sesinden dinlemek istemez misiniz?
İstersiniz, istersiniz...
Sonrasında sevdiğim yazarlar, şairler ve tarihe mâl olmuş her insan
için varsa video görüntüsü, yoksa
ses kaydı, o da yoksa fotoğrafı, yoksa resmi, o dahi yoksa minyatürünün peşine düştüm. Saydıklarıma
dair hiçbir şey yoksa mezarına kadar vardı bu iş. Eğer mezar yeri de
belli değilse..
İşte o zaman kafamda deli sorular...
Tarihin belki de en çok insana dokunduğu tarafını seviyorum. Tarihin, insana dokunduğu o yerde
belki de kendimden, kendi geçiciliğimden bir şeyler bulduğum
için boyutsuz bir sevgiye, hayali
varsayımlara veriyorum kendimi.
Lafı çok uzatmak istmem. Geçmişle olan irtibatımın insanlığı konusunda söyleyeceğim kifayetsiz sözler, varsa içimde bu hissiyata dair
on düşünce, onların arasından ifade edebildiğim bir düşünceyi dahi
karşılayamayacağından sözü kısa
kesiyorum.
Efendim malumunuz, Evliya Çele-
bi’nin elimizde kesin olarak doğruluğu kabul edilmiş bir görseli malesef yok. Video görüntüsü ve ses
kaydının olması da mümkün değil.
Bunların hiçbirinden hiçbir beklentim yoktu zaten. Ah bir mezar
taşı olsa idi...
Kafam da deli sorular...
Hiç olmazsa kabrini ziyaret eder
bir fatiha okur idik. Çoluğumuzu
çocuğumuzu ziyaretine götürür
medar-ı iftiharımızı gösterirdik.
Yolumuz düşmüş gibi yapıp geçerken uğruyordum kabilinden bahanelerle toprağına çiçekler ekerdik.
Her zaman uğrayamasak bile yanından yakınından geçerken, ama
onun orda olduğunu bilerek sağ elimizi kalbimizin üzerine koyar başımızı öne eğerek selam verirdik. Hiç
olmaz ise içimize tebdil-i mekan
aşkı düştüğünde, yola çıkmadan
bir Cuma günü kabrinin bir köşesine kıvrılır seyahatına peygamber efendimizi rüyasında görerek
çıkan bir seyyah’ın ruhuna dualar
gönderirdik. Tüm bunlarla beraber
gidip onunla konuşabilirdik. Ben
öyle yapardım eğer olsaydı. Gidip
onunla konuşurdum. Daha öncesinde birçok kişi ile yaptım bunu.
Aklımı üşüttüğümü falan düşünmeyin, Ahmet Hamdi Tampınar’a
sorsanız size; “mezarlıkların, şehirlerin ortasında, yaşanan zaman
ile ebediyet arasında aşılması çok
kolay bir köprü gibi adeta üçüncü
bir zamanı teşkil ettiğini ve ölülerin basit bu ikametgahlarından
sokağın bütün hayatına şahit olduklarını, zaten ramazan, bayram, kandil, büyük zaferler, sevinç
ve kederlerimizi, hepsini onlarla
paylaştığımızı.” söyler de diyecek
bir şey bulmazsınız. Şimdi buraya
Yahya Kemal’in mezarlıklarla ilgili
düşüncelerini de yazardım da bu iş
uzar diye başka bir zamana bırakıyorum bu bahsi.
Neyse efendim, Evliya Çelebi’nin
ne yazık ki ne zaman öldüğü de,
mezarının nerede olduğu da belli
değil. O halde biz de onunla has-
12
bhalimizi mezarının başına gitmeden, seyahatnamesi aracılığı ile
yapalım. Merak ettiğimiz ne varsa
soralım. Seyyahların piri de bizi
kırmaz yanıtlar elbet.
***
-Ahmet Hamdi Tanpınar: Kırmaz
Hasancım kırmaz sen sor hele,
canım Evliyam öyle Çelebi taifesindendir diye biraz nüktedandır
diye burnu havada değildir. Gelmiş
meclisimize oturmuş, sen sor o diyiversin ne istersen.
-Ben:Üstadım siz de mi buradaydınız ?
-Ahmet Hamdi Tanpınar: Burdayım elbet Evliya’dan ilham alan
cümle muhariran, seyyahan dahi
buradadır.
-Ben: Hayy Maşallah, çok muhabbetli bir meclis olacağa benziyor.
Ben o zaman hemen Seyyahların
Piri, pek değerlimiz Evliya Çelebimize hoş geldin diyeyim. Hoş geldin pirim. Safalar getirdin. Meclisimize şeref verdin.
ricasında dua eyledim. Sürekli
dervişlerle dostluk edip dünyadaki yedi iklim, dört bucağın tarifini
duydukça can ve gönülden seyahat
dileyip acaba dünyayı gezip kutsal yerlere, Mısır’a, Şam’a, Mekke
ve Medine’ye varıp yaratılmışların
yegane sebebi olan Peygamberimizin ravzasına yüz sürmek mümkün
olacak mı diye üzülüp süzülürdüm.
Bu sebeplerden içimdeki bu seyahat aşkından dolayı diyar diyar
gezmek ve gördüklerimi anlatmak
nasip oldu çok şükür.
-Evliya Çelebi: Hoşbulduk. Tuz, ekmek hakkı bilirsiniz deyu biz dahi
meclisinizde bulunmak istedik. Sualleriniz olursa elbet biz de cevap
vermeye çalışırız.
-Evliya Çelebi: Elbette! Yüce Allah, gezi ile birçok yeri görmeye
neden olan ben değersiz ve yoksul,
daima kusuru çok olan gezgin, insanoğlunun kölesi, özü sözü bir
Derviş Mehmet Zilli oğlu Evliya,
Her zaman Allah’tan yardım dileyip Furkan-ı kerim suresi ve yüce
Kur’an’ın ayetleri, bereketleri ile
bütün gönlümle yüce Allah’tan duada bulunarak, doğum yerim olan
İstanbul’daki evimde, yuvarlak yastığıma uyumak için yaslanmıştım.
1040 yılı Muharrem Ayının aşure
gecesinde (19 ağustos 1630) yarı
uyku durumunda iken, düşte kendimi Yemiş İskelesi yakınında helal
para ile yapılıp, duası kabul olan
Ahi Çelebi Camisi’nde gördüm.
Hemen caminin kapısı açıldı. Işıklı
caminin içi baştanbaşa silahlı asker ve aydınlık cemaat ile doluydu.
Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra salâvat-ı şerife okumaya
başladılar. Ben değersiz ise minber
dibinde oturuyor, bu nur yüzlü ce-
-Ben: Teveccüh buyurdunuz efendim. Elbette ilk sorum yaptığınız
seyahatlerle alakalı olacak. Pirim,
nereden kaynaklandı bu diyar diyar dolaşma haliniz?
-Evliya Çelebi: Şöyleki; Yazılarımıza başladığımız yerde yüce hizmetiyle şeref bulduğumuz büyük padişah, Bağdat Fatihi Sultan Murad
Han Gazi, Allah’ın rahmeti içinde
olsun. Zatlarının saltanatı zamanında, 30 Temmuz 1631 tarihinde yaya olarak İstanbul şehrinin
etrafındaki köy ve kasabaları nice
bahçeleri, bağları gezip seyrederken aklıma uzun seyahatler gelirdi.
Dünyayı nasıl dolaşabilirim diye
her an Allah’tan dünyada vücut
sağlığı ve seyahat, ahrette de iman
-Ben: Pirim, Sultan Murat Han
hazretlerini ben dahi çok severim
onunla ve sarayda geçirdiğiniz
günlerle alakalı sorular da soracağım lakin seyahatlere başlangıç
aşamanızla alakalı sorularla devam
etmek istiyorum. Güzel ülkemizde
yediden yetmişe herkes seyahatlere başlamadan evvel gördüğünüz
rüyayı merak ediyor. Rüyanızdan
bahsedebilir misiniz ?
maati hayranlıkla izliyordum. Hemen yanımda oturan cana bakıp:
-Sultanım! siz kimlerdensiniz ?
Yüce adınızı lütfediniz dedim.
O da:
-Aşere-i, Mübeşşere’den kemankeşlerin piri Sa’d İbni Ebu Vakkâs’ım deyince, hemen kutsal ellerini öptüm.
-Ey sultanım! Bu sağ yanda oturan,
ışığa bürünmüş güzel cemaat kimlerdir? dedim.
O da cami içinde bulunan bütün
cemaati birer birer bana anlattı.
Onların hangisine yüzümü çevirdiysem ellerimi göğsüme koyup
iyice baktım ve baktıkça can buldum. Birazdan şimdi peygamber
Hazretleri de Hasan, Hüseyin ve
On İki İmam ve bizden başka Muhammed Peygamberin cennetlik
olduklarını müjdelediği on iki kişi
ile gelecekler. Sabah namazının
sünneti kılınacak. Sonra sana “Ka-
met getir” diye buyururlar. Sonra
hemen mihrapta Hazreti Peygamber otururken elini öp, “Şefaat ya
Rasulullah!” de. Yardım rica et, diyerek Sa’d İbn Ebu Vakkas yanımda
oturup bana öğretti.
Baktım cami kapısından parlak bir
ışık parladı. Cami içi aydınlık iken,
ışık üzerine ışık oldu. Bütün sahabelerle peygamberlerin ve evliyaların ruhları ayakta hazır durdular.
Hazreti Peygamber yeşil sancağı
dibinde, yüzünde örtüsü ile, elinde
asası ve belinde kılıcı ile, sağında
İmam-ı Hasan ve solunda İmam-ı
Hüseyin olduğu halde göründü.
Mübarek sağ ayaklarını “Bismillah!” diyerek cami içine koydu.
Kutsal yüzünden örtüsünü açtı ve:
-Essel’amu aleyke ya ümmeti diye
selam verdiler. Bütün camide olanlar hep bir ağızdan:
-Ve aleykümü’s-selam Ya Resulullah ve Ya Seyyide’l-ümem diye
selâm aldılar.Daha sonra Peygamber efendimiz hemen mihraba geçerek sabah namazının iki rekat
sünnetini kıldılar. Selam verdikten
sonra bana bakıp sağ eli ile dizine
vurup:
-Kamet getir! dediler.
Ben de hemen Sa’d İbn Ebu Vakkâs’ın öğrettiği gibi segâh makamında kamet getirip tekbir ettim.
Hazreti Peygamber de segâh makamında hazin bir sesle Fatiha-i
Şerif ’i ve arkasından “Ve Vehbnâ..”
aşr-ı şerifini okudur. Böylece bütün cemaate imamlık etti. Kısacası
Sa’d İbni Ebu Vakkâs’ın öğrettiği
gibi görevimi tamamladım. Sonra
Hazreti Peygamber mihrapta ayak
üzere dururken, Sa’d İbni Ebu Vakkâs Hazretleri beni elimden tutup
Hazreti Peygamberin huzuruna
götürdü.
Hazreti Peygamber’e:
-Sadık âşıklarından seni özleyen
13
ümmetin Evliya kulun, şefaatini
rica eder dedi.
Bana da:
-“Kutsal ellerini öp.” dedi.
Ben o an ağlamaklı oldum. Hareti
peygamberin kutsal ellerine küstahça dudaklarımı kondurdum.
Onun görünüşünden “Şefaat Ya
Rasulullah” diyeceğime hemen
“Seyahat ya Rasulullah” demişim.
Hazreti Peygamber hemen gülümseyip:
-Allah, sağlık ve esenlikle şefaati,
seyahat ve ziyareti kolay etsin! diyerek “Fatiha” okudular. Bütün sahabe fatiha okudular. Bütün orada
bulunanların kutsal ellerin öptüm.
-Eselâmu aleküm ey kardeşler! deyip camiden çıktılar. Bütün sahabeler bana hayır duada bulundular
ve hepsi birden camiden çıkıp gittiler. Hemen Sa’d Hazretleri belinden
ok kutusunu çıkarıp benim belime
kuşattı ve tekbir getirip:
14
-Yürü! Ok ve yay ile gaza eyle. Allah seni koruyup esirgesin. Sana
müjde olsun ki, bu toplulukta ne
kadar ruhlar ile görüşüp kutsal ellerini öptünse, onların hepsini ziyaret etmen nasip olur, dünyayı gezer ve insanlar içinde tek olursun
dedi. Hak yolu elden koma, hile
ve kötülüklerden uzak dur, ekmek
ve tuz hakkın gözet, sadık dost ol,
yaramazlarla dost olma, iyilerden
iyilik,ülkenin güzel işlerini, yiyecek ve içeceklerini, topraklarının
arz ve tüllarını (enlem ve boylam)
öğren”diye öğütler verip alnımdan
öperek Ahi Çelebi Camii’nden dışarı çıkıp gittiler. Hakir şaşırıp uykudan uyandım.
“Aya bu benim rüyam mıdır? Yoksa gerçek halim midir? Yoksadoğru
rüyam mıdır?” diye türlü düşünceler ile iç rahatlığına ve gönülzevkine ulaştım. Daha sonra sabah erkenden değerli hocalardan rüyamı
tabir etmesini istedim. Onlar dahi
rüyayı hayırlı buldular ve önce İstanbul’dan başlamak üzere seyahate çıkıp gördüğüm yerleri yazmamı
istediler.
-Ben: Pirim, bir Kadir Gecesi Ayasoyfa Camisinde Kur’an okurken
Sultan IV. Murat Han’ın dikkatini çekip sizi yanına çağırıdığını
ve ondan sonraki süreç içerisinde
Saray’da belirli bir süre yaşadığınızı biliyoruz. Saray hayatınıza dair
çok renkli, güzel anlatımlarınız var
ama bende bir müverrih namzeti
olarak IV. Murat Hanı pek severim
ondan biraz bahsedebilir misiniz?
-Evliya Çelebi: Elbette Hasancan
elbette! Sultan Murat Han; uzun
boylu, iri ve şişmanvücutlu, yuvarlak güzel yüzlü, siyah sakallı, açık
kaşlı, beyazı çokela gözlü, geniş
omuzlu, ince belli, pazuları kalın
ve kutlu elleri aslanpençesi gibi idi.
Osmanlı devletinde böyle bir güçlü
yönetici,adaletli, isyancıların kanını içen, eşkıyayı kıran, asker sürücü, Rüstem gibi güçlü ve yiğit bir
padişah gelmemiştir. Bir gün harem hamamından dışarı Hasoda’ya
terleyipçıktığında herkese selam
verip:”Şimdi bir hamam faslı eyledim” dedikte herkes,”Sıhhat ve afiyet” dediler. Hakir,”Hünkar’ım pak
olup nur olmuşsunuz. Bugün artık
yağlanıp güreş etmeyin, zira içeri
haremde salavatsız güreşip damarınız kırılıp kuvvetiniz kalmamıştır.
“Ya kuvvetimkalmamış mıdır, gör
imdi” deyip bu hakiri hemenkemerimden kartal gibi kapıp bebe fırlağı gibi bu zayıfı başı üzerinde fır
fır çevirip dönderirken hakir, “Bre
Hünkar’ım bu duacın sakın yenme
ve koyuverip düşürme” dediğimde
hemen,”Kendini pek tut” dedi.“Bre meded hünkar, hemen Allah
tuta yoksa iş işten geçti” diyeferyat
edegördüm. Yine hakiri gürz gibi
çevirip,”Bre Hünkar’ım dönmeden gönlüm bulandı, kusacağım
geldi...”deyincegülrnekten güçsüz
kaldı ve bu şakadan hoşlanıp hakire 48 altın verdi.. Bir gürbüz er,
aslan gibi bir padişah ve bir yiğitti.
Bunlar kuvvetinin çokluğuna delildir. Özellikle Cenab-ı Hakk’ınn
nimetleriyle yetişmiş obur bir padişah idi. Bundan ziyade bizi de pek
severdi. Sarayda çok iyi vakitler geçirir idik. Fakat sonra ben sarayda
kalma durumum olmasına rağmen
içimdeki seyahat sevdasından ötürü ömrümü gezmeye, yeni yerler ve
insanlar tanımaya vakfettim.
vakit alır. Bu soruya şöyle cevap
vermek icab eder; “ .. Yerde gezin,
dolaşın... “ [Nemi, 69; Ankebut, 20,
Rum, 42] emrine uyarak yeryüzünü gezip dolaşıp,”Gecelerce ve gündüzlerceoralarda korkusuz gezin,
dolaşın” [Sebe, 18] ayeti üzere gece
gündüz dünya yüzünde yedi ikilimin dört köşesini yedi gezegen gibi
seyrettiğimiz dağlar, çöllerde, karada ve denizlerde çektiğimiz şiddetli
elemleri ve ömrümüz,” Yolculuk,
bir fersah da olsa cehennemden
bir parçadır” sözünce değerli ömrümüz nice geçti... Aile meselesine gelince, seyahat fikrine babam
razı değildi.Bir vakit pek sevgili
can dostum Okçuzade Ahmed Çelebi’nin Bursa gezisi için hazırlık
yapıp beni dahi davet etmesi üzerine, bu hakir de hemen o sırada
baba, anne, kardeş ve kız kardeşin
haberleri yokken 20 nefer dostlar
ile Eminönü’ne gelipbir Mudanya
kayığına binerek Bursa’ya gittik.
Bir ay üzerine Bursa’dan istanbul’a
dönünce artık beni tutamayacağını
anlayan babam seyahate çıkmama
izin verdi.
-Ben: “Yolculuk, bir fersah da olsa
cehennemden bir parçadır” dediniz. Pirim, biz sizin dünyayı diyar
diyar gezerken yüzünüzün hep
güldüğünü, çevrenize hep neşe saçtığınızı düşünyoruz. Yani kafamızdaki Evliya Çelebi ve yolları, hep
dikensiz, gülden ve papatyadan...
Yolculuklarınız esnasında sıkıntıya girdiğiniz, tehlikeler atlattığınız
oldu mu ?
-Evliya Çelebi: Olmaz olur mu hangi birini anlatayım. Karadeniz’de
gemimizle seyahat ederken fırtınaya yakalandık. 1050 Safer’inin dördüncü günü [26.05.1640] bizi denizin dalgaları dövmeye başlayıp üç
gün üç gece gök gürültüsü ve şimşek, hortum, salıntı, kırıntı, şimşek,
yıldırım ve yağmur ile karışık kar,
-Evliya Çelebi: Nereleri gezdiğimi tipi ve boran çekmekten gemicileisim isim saymaya kalksam uzun rin gemi üstünde durmaya güçleri
-Ben: Çok sağolun pirim, bizleri
dahi memnun eylediniz. Biraz da
seyahtlerinizden bahsetmeye ne
dersiniz? Bu seyahatfikrine ailenizin tepkisi ne oldu ve nereleri gezdiniz diye bir soru sorsam nasıl bir
cevap verir idiniz?
dermanlarıolmayıp her biri geminin birer köşesinde define bulmuş
gibi gözden kayboldular. Yolcuların
kimi kusmada, kimi tövbe istiğfar
edip kurbanlar, sadakalar ve adaklar adamada.
Hakir de; “Ey Allah’ın kulları, gelin
sizinle hep birlikte İhlas-ı Şerif suresini okuyalım. Ola ki Cenab-ı İzzet İhlas suresi hürmetine hepimizi
kurtara” dedim. Ama yine denizin
dalgası durmayıp yedişerleme tabir
ettikleri kum asla aman vermeyip
kâh göklere çıkıp bulutlara geminin direği dokunurdukâh denizin
dibine inip sanki cehennemdeki
gayya deresi ve en derin çukura inmiş olup dört tarafımızdaKaradeniz Bisütun Dağı gibi belli olurdu.
Sonunda anbarın kapağını açarak
anbardan ağır eşyaları tamamen
denize attık, yine kurtuluşa eremedik. Geminin kıçından dümen
iğneciği kırılıp dümen denize düşünce bütün denizciler ellerini dizlerine vurup yavaş sesle birbirleriyle helalleşmeye başladılar. Hemen
bu mahalde canı başı zinde, yarar
ve cesur gemiciler ellerine baltalar
alıp öncelikle gemi çarmıhlarının
iplerini kestiler. Sonra gemi direğine balta üşürüp bir anda direği
kestiler. Direk denize düşerken on
bir adamı ezip öldürdü. O merhumların ölülerini denize atınca
gemi içinde bir ağlama ve feryat
kopup herkes hayattan ümidini
keserek can pazarına düştüler. Bu
sırada bir sağanak da gelip gemiyi
baştan tarafa iki parça edince anbar
içinde saklanmış olan bütün yolcular ve esirler anbardan dışarı çıkıp
bağırıp çağırmaya başlayınca nice
adamlar helalleşti. Bazı gemiciler
soyunmaya başlayıp herkes bir tahta, kabak, varil ve fıçı şekilli eşyaları ellerine almaya başladılar. Sonra
binbir güçülke gemi paramparça
olurken bir sandala binebildim. Bazısı can ve başı ile yüzgeçlik ederek
bizim sandalımız üzere gelirken
Kıssahan Emir Çelebi gelip onu
kolundan yapışıp sandala alınca
15
daha başkaları da birer yolla bizim
sandala geliyorlar. Şunu anladık ki
bizim sandalımızın da insan çokluğundan ve yük ağırlığından suya
batması kesindir. Hemen yedi kişi
dal-kılıç olup gelen adamlara kılıç salladılar. Parçalanan gemiden
biraz açılıp gemiden nam u nişan,
ademoğlundan bir can belli olmaz
oldu. Can başımıza düşüp kâh gökyüzüne çıkardıkkâh yerin dibine
inerdik. Sandal içinden kavuklarımızla su dökmekten ve kışın sertliğinden güçsüz dermansız kaldık.
Yine Yasin•i şerif okuyarak, denize
su dökerekgideriz ama hepimiz hayatımızdan ümidimizi kesmişiz.Bu
hal üzere bir gün bir gece sandal
ile denizde gezip güz yaprağı gibi
tir tir titreriz. Aç ve çaresiz, ağlayıp inler, çıplak durumda Kadı Ali
Efendi ve Kıssahan Emir Çelebi’yi
zatülcenb hastalıkları tutup ölünce
Hüda’nın emri deyip denize attık.
Üçüncü gün öğle vaktinde Allah’ın
emriyle bir dalga gelip sandalı baş
aşağı etti. Hakir de baş aşağı denize düşüp can havliyle yüzgeçlikte
biraz ustalığımız olması sebebiyle
el kol atarak çabalamaya başladım.
Onu gördüm daha önce sandalımızın yanına gelen uzun ve geniş
anılan kovuş tahtası yanından geçerken hemen hakir hızlıdavranıp
el çabukluğu ile bu amansız Karadeniz’de boğulmaktanise bu levhayasarılayımdedim. Can havliyle
tahtaya sarılıp ne olursa olsun de-
16
yip can pazarında canbazlık edip
büyük levhaya yılan gibi sarıldım.
Sankidenizde Hazret-i Hızır’a rast
geldim ve sandal içinde olan yoldaşlanından haberim olmayıp kayboldular.Hakir bu hal üzere kâhsoğuktan kâh deniz dalgalarının
korkusundan Karadeniz’de yuvarlanıp debelenerek amansız dalgalarda canından bezmiş iken geri
tarafta denizde bir feryatkoptu.
Can havliyle geriye baktım. Meğer
benim bindiğim uzun kovuş tahtası üzerinde iki Gürcü kölesi, iki
Çerkez bakiresi ve bir Rus kölesi
büyük tahta üzerine binip yarasa
kuşu gibi sarılmışlar. “Ah bunlar
benim bindiğim tahtaya ağır yük
olup boğulmama sebep olurlar. Ah
berbat halim neye varır” deyip asabım bozuldu. Huda Kerim’dir diye
bu hal üzere denizde asla bir deniz
kıyısı belli değilama Huda’ya hamd
olsun hava biraz yumuşayıp dünyayı aydınlatan güneşin şiddetli
sıcaklığı da biraz fazlalaştı. Deniz
dalgası da birazcık azalmaya başlayınca gündoğusu rüzgarı bizi süre
süre Huda’ya hamd olsun üçüncü
gün göklere kadar çıkmış çok yüksek dağlar belli oldu. Denizin dalgaları bizi deniz kıyısına bırakınca
güçsüz dermansız, tozun toprağın
üzerine düştüğümü bildim. Başımızdan geçen maceranın başlangıcından gemi battığındansonra üç
gün üç gece aç, çaresiz ve muhtaç
sandal ile gezdik. Sandal sulara gö-
mülünce kovuş tahtasıyla bir gün
bir gece denizde gezip ikinci günün öğle vaktinde Nuh Peygamber
gibi Keliğra Sultan kayasına düşüp
kurtulduk. Keliğra Sultan Türbesi
dervişleriyle can sohbeti edip bize
Huda’nın hediyesi olan kölelerimizle bir oda verdiler. Böylece nice
badireler gibi bundanda Huda’nın
lütfü ile kurtulmuş olduk.
-Ben: Çok şükür ki kurtulmuşsunuz pirim, Allah sizi bizlere bağışlamış. O afeti atlatamasaydınız
eğer sizleri tanımayacak, meclisinizde bulunamayacaktık. “Yolculuk, bir fersah da olsa cehennemden bir parçadır”vecizesine neden
bu kadar önem verdiğinizi şimdi
daha iyi anlıyorum. Pirim sizinle saatler boyunca hasbihal etmek
bizleri ziyadesiyle memnun eder.
Lakin vaktimiz de daraldı. Sizi de
fazla sıkmadan, son üç sorum daha
olacak. Seyahatnamenizde ibret
verici, bizlerde hayret uyandıran
bazı tanıklıklarınız var. Devasa
hayvanlar, acayip insanlar, aklımızın alamayacağı olaylar…Bunlardan bahsedebilir misiniz?
-Evliya Çelebi: Size Hazar Denizi’nde rastladığım bir canavardan
bahsedeyim o vakit. Deniz kanarından giderken Hazar Denizi’nin
dalgasındandeniz kıyısına bir balık düşmüş, boyu tam 100 adım (1
adım 75 cm.) idi.İki başı var, biri
kuyruğu yerinde yılan başlı, biri
büyük başıki hamam kubbesi kadar var idi. Sanki resimlerde çizilen
ejderharesminin başına benzerdi.
Üst çenesinde 150 dişi var ve alt
çenesinde 140 dişi var. Her bir dişi
birer arşın uzunluğunda ve insan
baldırı gibi kalın dişleri,fil kulağı gibi kulakları ve yuvarlak sofra
büyüklüğünde gözleri var. Bütün
vücudu kunduz tüyü gibi tüylü bir
yaratık, acaip ve iri bir balık idi.
Bütün Bakü, Demirkapı ve Şamahı
halkı toplanıp seyrederlerdi. Hoca
Sarı Han adında Hazar Denizi gezgini: “Bu Hazar Denizi’ne mahsus
bir ejderhadır ki denizciler bubalığa pil-guş nehengi (timsah) derler.
Büyük balıklar bu balıkdan korkarlar.” dedi. Ancak gerçekte bu Hazar
Denizi kıyısında olan ibret verici
şey başka bir denizde yoktur. Hatta
deniz kıyısında o kadar deniz mahluku kabukları ve leşleri vardır ki
diller ile anlatılamaz, bir deniz yaratığınabenzerliği yoktur. Mısır’da
da böyle bir Timsah’a rastladım
onun hikayesini de artık başka bir
meclise anlatırım.
-Ben: Pirim, Hazerfen Ahmed Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi’yi biz
pek severiz, acaba kısaca onlardan
bahsedebilir misiniz? Onları gördünüz mü?
-Evliya Çelebi: Tabii ki gördüm, kısaca bahsederim elbette. Hazarfen
Ahmed Çelebi, ilk defa Okmeydanı
minberi üzereyıldız rüzgârı şidde-
tinde kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere göklere kanat açarak talim
etmişti. Sonra Sultan Murad Han,
Sarayburnu’nda Sinanpaşa köşkünde seyr ederken Galata kulesinin en tepesinden Ahmed Çelebi
lodos rüzgarıyla uçup Üsküdar’da
Doğancılar Meydanı’na düşmüştür.
Sonra Murad Han bir kese altın ihsan edip Hezarfen Ahmed Çelebi’yi
Cezayir’e sürmüştür. Orada öldü.
Murad Han “Her ne istese elinden
gelir” diye Ahmed Çelebi’den pekkorktuğundan sürmüştür. Lagari
Hasan Çelebi ise Murad Han’ın
Kaya Sultan adlı bir kızıdoğduğunda akika şenliği olduğu gece 50
okka baruttan yedi kollu bir fişeng
icat edip Sarayburnu’nda padişah
huzurundaderya üzere fişeğe bindi.
Yardımcıları fişeğe ateş edip Lağari,
“Padişahım seni Hüda’ya ısmarladım. İsa Peygamber ile konuşmayagideriz.” diye göklere yükselirken
dua edip Allah’a hamdlerederek
yanında olan fişenklere ateş edip
deniz yüzünü aydınlattı. Gök kubbede büyük fişeğin barutukalmayıp
yere inerken ellerindeolan kartal
kanatlarını açıp Sinanpaşa Kasrı
önünde denize düşüp yüzerek çıplak padişah huzurunda yer öpüp
“Padişahım, İsa Peygamber padişahıma selam eyledi” diyeşakalar
etti. Bunun üzerine bir kese altın ve
70 akçe ile sipahi zümresindenolup
Kırım’da Selamet Giray Han’a gidip
orada öldü.Rahmetli yakın dostu-
muz idi. Allah rahmet eylesin.
-Ben: Bizi pek memnun eylediniz
pirim. Her iki kişi de bu fakirin çoçukluk kahramanıydı. Onları sizden dinlemek beni çok mutlu etti.
Son iki sorum kaldı ilki; seyahatnameden başka bir kitabınız varmı?
Bir de hiç evlenmediniz mi?
-Evliya Çelebi: Evet, Şakaname diye
bir eserim daha vardır. Evlenme
konusuna gelince hiç evlenmedim.
Dünyayı gezmek için, yeni yerler
görmek için aileyi ayakbağı buldum hep. O yüzden kendime yakışan en çok sevdiğim sıfatlardan
birtanesi “Mücerred”dir.
-Ben: Son sorum pirim, nasıl sorsam bilemiyorum. Lakin sormam
gerekiyor. Şimdi günümüzde bazı
zevat sizin olayları çok abarttığınızı
veya gidip bizzat görmediğiniz yerleri anlattığınızı söylüyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz.
Ahmet Hamdi Tanpınar: Canım
Evliyam, müsade edersen bu soruya ben cevap vereyim. Hasancım,
“Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek
için değil,ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima karlı
çıkarım.” Bence siz de öyle yapın.
Göreceksiniz ki hiçbir zaman zararlı çıkmayacaksınız.
17
“Hayat beni
büyülüyor. Yazarken
hayatı sandığımdan
çok sevdiğimi, ona
hayranlık duyduğumu
anlıyorum. Aslında az
sonra ölecek birinin
gözleriyle dünyaya
baktığımızda hayatın
her yerinden şiirin
fışkırdığını görürüz,”
Şiire Kadın Kalbi
Zehra DEMİRKALE
Hayatın her yerinden şiir fışkırıyor,
görüyor musunuz?
Size bir kapı aralayacağım. Şiire
giden. Göğsünüzde atan kalbi
avuçlarınızda hissettiren. Hayatı
gözlerinizin önüne tüm gerçekliğiyle seren.
Didem Madak.
Önce anne. Füsun’un annesi. Okurunun şairi. Benim defolu kelebeğim.
Şiir dünyanın o en kadim sızılarını
kelimelere dönüştürmek için icat
edilmiştir. Şiirden önce kelimeler
bu kadar anlamlı ve içleri bu kadar dolu değildi. Şiir pek içsel bir
şey. Şairin okurun kalbine dokunması da bu yüzden. Kalpten kalbe
giden bir yol varsa eğer şiirdir o.
Ve Didem Madak bu yolu çok iyi
biliyordu. “Ama yazgısını yaldızlı
çokomel kâğıtları gibi / Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.” diyen
bir şairim var. Çokomel kâğıtlarını
simli ojeli tırnaklarıyla düzeltmeye çalışan her kadının bu dizelerle tanışması gerekmiyor mu sizce
de? Çokomel kağıtları… Düzeltmeye çalışırken yırttığımız, kader
gibi.
büyüsüyle bildiklerimizi parçalayıp aslında hiç bilmediğimiz
bir dünyaya götürür ya okuru
Didem Madak bunu yaparken
perdesizdir. Çıplaktır kelimeleri, abartıdan uzak, duyguları
taşkın, metaforları tam kıvamınSon yıllarda edebiyat çevrelerinde dadır. Öfkeleri, acıları, korkuadı sıkça zikredilir oldu şairin. ları, Füsun(gözbebeği, biricik evBirçoğumuz gibi ben de onu Ah’lar ladı), özlemleri, sitemleri ve daha
Ağacı şiiri ile tanıdım. Bazı şiirler birçokları kamçıdır Didem Madak
vardır. Okunduktan sonra artık şiirinde. Korkusuzdur dizeleri en
kitapta değil kalbinizdedir. Nereye çok da başkaldırıcı.
giderseniz gidin yol şiire çıkar. Bir
iki dizesinden tutunur hayatınıza, Aslı neyse sureti de oydu. Ruhunun
görünmez bağlar vardır artık karanlığını dahi sakınmadı dizearanızda. Benim Didem Madak’la leriyle avucumuza bıraktı. “Şiirlsüregelen ilişkim tam da böyle. erim ütüsüz ve buruşuk gezdirdBizim bir yolumuz var. Yolumuz- iğim ruhumun diyeti bence. Bu
da ağaçlar, nehirler, kuşlar ve en yüzden hepsi benden parçalarla
çok da imkânsız kuşlar var. Ah’lar dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’,
ağacına bağladığım çaputlarla kal- durup dururken bağıran şiirler.”
bimi kalbine düğümlediğim şair. Sesteş yaralarımız, saklılarımız
Sayfalarca söylesem sayfalarca var Didem Madak’la. Göz göze
sussam da hissettirdiklerini anlat- gelemedik belki ama samimi bir
maya hep eksik kelimelerim. Sait ah’ın ortağı olduk hep. SamimiyeFaik dünyayı sevginin kurtara- tle açtığı kollarına sığındık. Ah’lar
cağını söyler ya o güzelim hikâye- Ağacı, Grapon Kağıtları ve Pulbibsinde ben kurtuluşumuzu şiirde er Mahallesi’ni tanıyınca anladım:
görüyorum tabii bir kurtuluş söz Şiir ihtiyacı olanındır.
konusuysa. Bireysel tarihinizi
şiirden önce ve şiirden sonra diye Didem Madak tüm yüklemleriyle
ayırırsanız neden tercihimin şiird- birlikte zamanının öznesi olmayı
en olduğunu anlayacaksınız.
başarabilmiş kadınlardandı. Gitti.
‘Yüzünü güvercinlere’, yüreğini ve
Şiirin cinsiyeti yoktur ancak söz ah’larını okura emanet edip gitti.
konusu Didem Madak olduğunda Didem, gözbebeklerinden öpmek
durum bir nebze değişiyor. Didem istediğim caniçi şairim, sen gittikMadak şiirin kadın kalbidir. Şiirl- ten sonra “kaç şiir kaç kere sular
erindeki en güçlü ses anneliğidir. altında kaldı” bilmiyorum ama
Kadın sesiyle ve kadınca hassas- gördüğün, dokunduğun hissetiyetiyle; kadın olmanın, ataerkil tiğin gibi dünya, hala.
toplum içinde kadınlığın, üstüne
sinmiş tüm kimliklerinin dışavu- Ah!
rumuydu şiiri. Şiir tek bir mısranın
19
OZAN DEDE KORKUT
Sait KÜÇÜK
“Bir yiğidin kara dağ yumrusunca malı olsa yığar, derer,
talep eyler, nasibinden arttuğun yiyebilmez.”
Dede Korkut, bilinen ilk
Türk Ozanı. Orta Asya’da Kopuz,
Anadolu’da saz diye bilenen çalgının mucididir. Türk coğrafyasındaki bütün ozanların piridir.
manı 15. Yüzyıl sonlarıyla 16. Yüzyıl başları kabul edilir. Eser de 12
hikâye yer alır. Bunları derleyen,
anlatan, yazıya geçiren kimse bilinmez. Her hikâyenin sonunda bir
dilek ve mutluluk ortaklığını beOğuz Türklerinin milli ozanı olan lirterek olayı sonuçlandıran Ozan
Dede Korkut’un hikayelerinden ve Dede Korkut ortaya çıkar.
hakkındaki söylencelerden yola çıkılarak yaşamı M.Ö. 120 - M.S. 646
yılları arasında gösterilmektedir.
Dede Korkut’un eserleri 15.
yüzyıla kadar sözlü gelenek olarak
Oğuzların yaşamına ışık ağızdan ağıza, nesilden nesile antutan on iki destansı halk hikaye- latılmış olup 15. yüzyıl sonlarıyla
sinin düzücüsü ve anlatıcısı Dede 16. yüzyıl başlarında yazıya geçiKorkut adına yüzlerce bilim adamı rilmiştir. Yaşadığı yüzyıldan yazıya
bir çok araştırma gerçekleşmiştir. geçirildiği yüzyıla gelinceye kadar
Hikayelerinde geçen yer adlarının onun söylediği şiir kalıpları nesirtespiti sonucu Dede Korkut’un da leşmiş bir hal almıştır.
mensup olduğu Oğuz Taifesi’nin
Horasan’dan ayrılıp Bayındır-Han Ancak hikayeler içerisinde
önderliğinde Kars-Anı bölgesine varlık gösteren ve soylama olarak
geldiği, Kars-Kağızman Ağcakale- bilinen kıtalar incelendiğinde 7 hesi’ni “Yaylağ”, Iğdır-Sürmeli Kara- celi, sekiz heceli, 9 heceli, 11 heceli
kalesi’ni “Kışlağ” seçtikleri belirtil- 15 heceli mısralar varlığını korumektedir.
maktadır.
Dede Korkut hikayelerinden oluşan anonim derlemenin
adı: Kitabı-ı Dede Korkut alâ Lisan-ı Tâife-i Oğuzhân (Oğuz Halklarının Diliyle Dede Korkut Kitabı)
adıyla Dresden kitaplığında bulunan (Yarım kopyası da Vatikan kitaplığında ele geçen) tek yazmadır.
Eserin yazıya geçirilme za-
20
Kerem İle Aslı, Arzu İle
Kamber, Ferhat İle Şirin hikayelerinde bir çok şiir mevcuttur. Bunlar ister Dede Korkut’da olsun ister Kerem İle Aslı gibi hikayelerde
olsun hep karşılıklı söylemlerdir.
Bunlar Dede Korkut’da Soylama
olarak geçerken diğer hikayelerde
türkü olarak geçerler. Bu şiirlerin
SOYLAMA (İç Oğuza Dış Oğuza Asi Olup Beyrek’in SOYLAMA (Salur Kazan’ın Evinin Yağmalandığı
Öldüğü Boyu)
Boyu)
Hani öğdüğümüz bey erenler?
Dünya benim, diyenler?
Ecel aldı, yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı?
Gelimli gidimli dünya
Sonucu ölümlü dünya.
Bu kara yer bizi de yiyecektir,
En nihayet uzun yaşın ucu ölüm,
Sonu ayrılık!
Çığnam çığnam kayalardan çıkan su!
Ağaç gemileri oynadan su!
Hasan’la Hüseyin’in hasreti su!
Bağ ve bostanın zineti su!
Ayşe ile Fatma’nın nikahı su!
Şahbaz atların içtiği su!
Kızıl develerin gelip geçtiği su!
Ordamın haberini bilirmisin, desene bana
Kara başım kurban olsun suyum sana!
kalıpları daha çok 8 ve 11 heceli
olup Dede Korkut hikayelerindekilerle kıyaslandığında daha bir düzenledir.
Günümüzde ki ulusal şiirimizin bu hece sayılarının Dede
Korkut şiirinden geldiği düşünülebilir. Onun bazı şiirlerinin berceste
mısraları ise akıllarda kaldığı kadarıyla atasözü kimliğine bürünmüştür.
Dede Korkut Hikayelerinde Soylamalara gelindiğinde anlatım şöyle
başlar: “Dedem Korkut geldi, şadılık çaldı, boy boyladı, soy soyladı,
bu oğuznameyi düzdü, koştu böyle
dedi” Burada “boy boyladı” destan
söyledi, bir boyun hikayesini anlattı manasında, “soy soyladı” ise soyunu sopunu anlattı, kökünü araştırdı, manasındadır.
Girişteki anlatımın ardından Soylama söylenir. Soylama ise
bir türkü veya şiir demektir. Dede
Korkut’un hikayeleri türkülü hikayeler olup “kara hekat” veya “düz
hekat” denilen türküsüz hikayeler
değildir. Emrah ile Selvihan hikayesi gibi türkülü ve şiirlidir.
Dede Korkut’un yazdığı şiirler,
söylediği türküler bize onun hikayeleri aracılığı ile ulaşmıştır. Bunlar da Soylamalardır.
21
Kadir Kendini
Niçin Öldürdü?
Kasimir T. ANDROMAKHOV
“Mut verloren — allesverloren!
Da wäre es bessernichtgeboren.“*
(Cesaret kaybedildi, her şey gitti.
Doğmamış olmak daha iyiydi.-Goethe)
Yalnız yıldızların hatırladığı kadim
devirlerden beri çok şey söylendi
ve unutuldu. Unutmamak için
yazmaya başladık. Hikâyelerimizi,
şarkılarımızı, utanç ve gururumuzu, yalanlarımızı…
Bir yerde durmak gerekiyordu
belki de. Dijital dünyanın yapaylığı yerine mekaniğin epikliğini
korumak… Epik! Bu kelimenin
manasının ötesinde bir hissi
vardır. Kendine özgü. Bunu kalbimde sık hissederim. Mutluluğu
kendine dayatılan şeyler arasında,
günümüzde, durmadan dönen bu
atlıkarıncanın kör eden ışıklarının
ortasında bulduğunu sanan biri
bunu hissetmeyecektir. FlorianGeyer’in kara takımı ve yenilgisi
epiktir. Augustus’un lejyonlarına
yanması epiktir. Okyanusa yelken
açıp dönemeyen denizcileri anlatan balladlar epiktir. Okullarda
okutulan ucuz bayrak şiirleri değil.
Toplumun yaşam ve düşünüş
tarzından uzaklaştığınızda,
düşünce ve bakış açınız da
farklılaşıyor, dünyanız genişliyor,
aynı zamanda daralıyor.Gecenin
karanlığının aksine korkunç
22
olan zihin karanlığının içinden
gelen sözler hatıraları incitiyor.
Ucuz unvanlarla,YuriGagarin’in,
bir tane daha olmayacak o adamın -tıpkı tanrı gibi değil mi- ,
o meşhur sözünün ışığından
rahatsız olmayı marifet bilenler
mesela. “Burada Tanrı’yı göremiyorum.” İşte bu epiktir. Sizler
sadece kırıcısınız. Ah İsa ne kadar
haklıydın. “Ağızdan giren şey
insanı kirletmez. İnsanı kirleten
ağızdan çıkandır.” Ah İsa seni
dudaklarından öpmeli… Dünya
var olduğu sürece yaşayacak bir
adamın, benzersiz sözüdür bu.
Caesar’ın Zile’de söylediği gibi
tek. Bunu anlatmaya çalışmak ne
kadar acı.
İşte bu noktada çevrenizdekilerin sayısı azalmaya başlıyor ki;
dünyanın daralmasından kastım
budur.Topluma ve değerlere
yabancılaşmak zorunda kalmanın
getirdiği hüznü Ayasofya’ya bir turist gibi yürüyerek hissediyorum.
Rusça bir şarkıyı mırıldanarak
bakınıyorum etrafa. Bazen başka
bir dilde…
İlk kez görmüş gibi
davranıyorum. Hayatta bir amacı
bulunmadığı her hâlinden belli insanlara uzun uzun bakıp,
asla öğrenemeyecekleri şeyleri
düşünüyorum. Acı ve gerçek.
Erken ölenleri hatırlıyorum sonra.
Ah!-hatırlananlar eser verenlerdir.-Ah kafamın içi… Eve dönerken de kendimi saçını boyayan bir
kadından daha tuhaf olmadığıma
ikna ediyorum.
Bir yere ait olsaydım; bu, bir millet
yerine bir duygu olurdu elbette.
Zaten böyle de hissediyorum.
İnsanlığın bu güne kadar yarattıklarına -üretmek değil yaratmak;
otomobil ya da fasulye üretilir, eser yaratılır- bakınca insan
olmayı hissetmenin tek yolunun
onlar gibi yaratmak ve “öncekileri” öğrenip, onların bir şekilde
geçmişte kaldığına üzülmekle
beraber sonsuza kadar yaşayacak
olmalarını bilmenin epikliğini
hissetmek olduğunu anlıyorum.
“Belki beni anladın, belki anlamadın. Kesiyorum sözümü.”
Bilet
Eray KOZAROĞLU
Karanlıkla başladık. Karanlıkta bir nefes, alış verişi gibi
seyir etti hepsi. Merhaba ile aydınlanan yoldan yürüyen
kalemlerin sesi, ardında biraz mürekkep izi,
peki karanlığın kokusunu bilir misiniz?
Zifiri evrenin bir yerinde mavi bir
yamuk yumuk nokta, soluk ve bulut, bulut.
Beklemekle geçen zamanda değişen her şeyi anlatmak isteyen bir
merakla harmanlanmış bir yolculuk. Varmak değilse bile amaç, durulduğumuz yerde varılınır, arınılır
olunurmuş,öğrenmeye meyil ettik.
Dert edindiğimiz bilmeceleri çözmek için, manayı bulmak için, içe
baktıkça baktık ve bakındıkça iç
olduk, böyle güzelse, hiç olmaya
bir gidiş lütfen.
Nasıl?
Bir bilet, ancak ısrar ederim ki cam
kenarı olsun.
Koridor kenarı olunca bir de üstelik sağ sıradan bir koltuk kesilirse
adıma, solağım da ben. Sıkıntı olmasın muavine isterim. Kolum
çarpar maazallah, işi aksar. Düşündüm de ben hep sıkıntı yaratmayayım isterim.
Neden böyle?
Biletimi ver, yerimi belirle. Önünde bak kaderim. Sahi bu kadar basit mi, bir de merak ederim tercih
etmemek gerçekten bütün seçenekleri olası mı kılar.
Hayır, bunu anlatmayacağım, izlediğim filmlerden örneklerle de
açıklamayacağım. Bu başka bir
ahirin konusudur.
Teşekkür ederim.
Tuhaf!
Bence o kadar da değil.
Fakat merhaba,
Şöför, kocaman direksiyona göğsünü dayadığı anda hareketin saati için, içinde bir heyecan peyda
olanlar. Varmaklara alınacak yollara dikilen lambaların sönük ışıklarına her seferinde gözü dalanlar
ve fakat karanlığın en güzel tarafını
orada öğreneceğini düşleyenler...
Bileceksin talebeliğin şanına yarışır
garipliği. Vaadim budur size. Karanlık koyulaştıkça, parıldayan yıldızlar biraz. Belki biraz da bir araca
ihtiyaç duymaksızın yayan-lık hali.
Buyurun.
Halin yabanlığı ise meçhul yorgunluk ama hiçbir şey olma yolunda varlığını bilmek güzel.
Bana eşlik eder misiniz bu yolculukta?
BİR
Çaresiz ölümsüzlüğümüze anlam
Ölümlüğün taçlandığı hayatın yolu
Geçiyor arayışta anlam.
Önce duvarı taşa sürttü ilk insan
Çizdi, keşfetti aradı
Yürüdü.
Yuvarlandı, boğuştu, öldü doğduğu yerden insan.
Toprağa düşen baktı göğe,
İninde saklanan düşledi ardında vuran ay ışığının ötesinde,
Kuruldu düzen ihtiyaç belledi dost eline insan,
Ayrı ayrı dövüşürken ordular, menfaatlerinde boğuldu,
Mürekkeplere düştü göz yaşlar, lirik alfabeler ve lisan.
Hayallerini satıp sandal aldı han,
Kılıçtan geçtiğinde iyi bir şey için vebadan
Arayış bitmediği,
Geldi günümüze doğdun sen,
Şimdi keşfedeceğin ise boğuluşlarında ancak yeni bir şarkı
oluyor
Notaları yekten, sol anahtarına tutunan.
23
ÇANAKKALE
RUHU
Selahattin ARPACI
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.
Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi
başka kuvvetler alabilir.”
Mustafa Kemal Atatürk.
Çanakkale ruhu işte bu ruhtur.
Hem komutan olarak askerlerine bu şekilde hitap edebilmek ve
hem de askerler olarak da – hem
de ricat halinde olan – düşmandan kaçarken bu emir üzerine
durmak, mevzilenmek ve sonrasında ise bir kaç dakika sonra
öleceğini bile bile gözünü kırpmadan düşman üzerine saldırmaktır. Ve düşmanı bulunduğu
yerden bir adım daha beriye getirtmemektir.
Bu ruh nasıl oluşmuştur. Bunu
anlatmadan önce psikolojideki
“Öğrenilmiş acizlik” kavramını
incelemek gerekecektir.
Hayvanlar ve insanlar üzerinde
yapılan çeşitli deneylerde telkinin ve engellemelerin yeteneklere
ket vurduğu, bir başka deyişle deneğin yapabileceği işleri yapamaz
olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bildiğimiz gibi büyük balıklar küçük
deniz hayvanlarını yiyerek beslenmektedir. Araştırmacılar bir
havuza büyük bir balık ve küçük
deniz hayvanları koyarlar. Büyük
balık acıktıkça küçükleri yemeye başlar. Bir süre sonra havuzu
bir cam bölme ile ikiye ayırırlar.
24
Büyük balığı bir tarafta, küçük
deniz hayvanlarını diğer tarafta
bırakırlar. Büyük balık acıkınca
küçükleri yemek üzere harekete
geçer. Ancak cam bölme, büyük
balığın diğer tarafa geçmesine
izin vermez. Büyük balık her
denemesinde cam bölmeye çarparak başarısızlığa uğrar. Başarısızlığa rağmen 28 saat boyunca
küçük deniz hayvanlarına ulaşma çabasını sürdürür. Sonunda
ise, cam bölmenin diğer tarafına
geçemeyeceğini öğrenir ve denemekten vazgeçer. Cam bölme
kaldırıldığı halde büyük balık,
yeni bir denemeye girişmez.
Araştırmacılar, benzer bir deneyi pireler üzerinde de gerçekleştirirler. Bilindiği gibi, pireler
yüksek atlama yeteneğine sahip
hayvanlardır. Birkaç pireyi küçük
bir cam kavanoza koyup kapağını
kapatırlar. Pireler her zıplamada
kapağa çarpıp geri düşerler. Bir
süre denedikten sonra daha yükseğe atlayamadıklarını öğrenirler
ve denemekten vazgeçerler. Çünkü her seferinde kafaları kapağa
çarpıp acımaktadır. İşte bu duruma psikolojide “öğrenilmiş aciz-
lik” denilmektedir.
Şimdi de Çanakkale savaşlarının
öncesine, Osmanlı toplumuna
bir göz atalım: 26 Ocak 1699 yılında Kutsal İttifak adıyla birleşen Avusturya, Lehistan, Venedik devletleri ve daha sonra bu
birlikteliğe katılan Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlı
İmparatorluğu bu savaş sonunda
düşmanları ile Karlofça Antlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Karlofça Antlaşması, Osmanlı
İmparatorluğu’nun batıda büyük
çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Karlofça Antlaşması’ndan
sonra Osmanlı İmparatorluğu
kaybettiği toprakları geri alma
siyaseti izlemeye başlamıştır. Ve
bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğunda duraklama dönemi
biterken gerileme dönemi başlamıştır.
İşte bu tarihten Çanakkale savaşlarına kadar geçen sürede milletimiz savaşmaktan, yenilmekten,
evlatlarını ve topraklarını kaybetmekten dolayı yukarıdaki örneklerde yaşanan olaylardaki gibi
“Öğrenilmiş Acizlik” psikolojisine kapılmıştır. Hele de 1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi’nden ve sonra
da 1912-1913 Balkan Savaşları’ndan sonra artık Türk insanında bu
öğrenilmiş acizlik psikolojisinin
tipik özellikleri meydana gelmiştir.
Artık insanımız “ Biz artık savaşamayız.” , “Bizden bir şey olmaz!”,
“Batı güçlüdür.” , “Onlara karşı durulmaz.” , “ Onlara karşı durmaz ve
teslim olursak belki bize, çocuklarımıza bir şey yapmazlar.” gibi söz
ve davranışlarda bulunmaktadır.
Bu gibi davranışlar, toplumun
her kesiminde gözlenir olmuştur.
Hatta toplum öyle hale gelmiştir
ki %90’nına yakını Müslüman ve
Türk olan Selanik, -maalesef- şehir
eşrafı, belediye başkanı ve müftü
ile birlikte , “ Belki canımıza dokunmazlar”, “Nasılsa biz karşı koyamayız.” gibi acizlik ifade eden
düşüncelerle 200 kişilik Yunan
çapulcularına teslim edilmiştir.
Ve ne acıdır ki o sıralarda Selanik
civarında bulunan 25.000 kişilik
ordumuz da tek kurşun atmadan
Selanik’i yukarıda bahsettiğimiz
gibi teslim etmiştir. Bununla da
yetinilmemiş ordumuz silahlarını
da Yunan çetelerine teslim etmişlerdir. Ancak Yunan çeteleri şehri
teslim aldıkları günün gecesi kentte yaşayan pek çok Türk’ü aralarında Osmanlı askerleri de bulunmak
üzere katletmişlerdir.
İşte bu dönemde Mehmet Akif
Ersoy ve Mustafa Kemal Atatürk
milletin içinde bulunduğu bu
“Öğrenilmiş Acizlik” psikolojisinden kurtulması için cansiperane
çalışmışlardır. Büyük Atatürk’ün “
Bir Türk dünyaya bedeldir!” , “ Ne
mutlu Türk’üm diyene!” , “ Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”, “ Türk,
Öğün! Çalış! Güven!” gibi sözleri
milletteki acizliğin yerini cesaretin, kendine güvenin, yeniden dirilişin almasına yönelik sözlerdir.
Aynı psikolojinin milleti teslim
almak üzere olduğunu fark eden
milli şairimiz, Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinin tarihlerine baka-
25
cak olursak ,bunların çoğunlukla
1911-1912-1913 ve 1914 yıllarını
kapsadığını görürüz. Ve bunlar;
Safahat (1911 yılında), Süleymaniye Kürsüsünde (1912 yılında),
Hakkın Sesleri (1913 yılında), Fatih Kürsüsünde (1914 yılında),
Tüm bu şiirlere göz atacak olunursa; bu şiirlerin toplumsal meselelere çözüm üreten, toplumdaki öğrenilmiş acziyetten silkinip milletin
kendini kurtarmasına, kendine
dönmesine yönelik şiirlerdir. Bu şiirlerden bazı alıntılar;
- “ Yeis öyle bir bataktır ki; düşersen boğulursun! Ümmide sarıl
sımsıkı. Seyret ne olursun?”
- “Bir zamanlar, biz de Millet, hem
nasıl Milletmişiz. Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir? Öğretmişiz..
Kapkaranlıkken bütün afak-ı insaniyyetin. Nur olup fışkırmışız, taa
sinesinden zulmetin.”
- ‘’Allah’a dayandım! ‘’ diye sen çıkma yataktan... Ma’na-yı tevekkül
bu mudur? Hey gidi nadan! Ecda-
26
dını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki
yurdu? Üç kıt’ada, yer yer, kanayan
izleri şahid: Dinlenmedi bir gün
o büyük nesl-i mücahid. Alemde
‘’tevekkül’’ demek olsaydı ‘’atalet’’
Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu
millet? Çoktan kürenin meş’al-i
tevhidi sönerdi; Kur’an duramaz,
Nezd-i İlahi’ye dönerdi.”
- “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa,
emînim, budur ancak. Dünyâda
inanmam, hani görsem de gözümle. İmânı olan kimse gebermez bu
ölümle: Ey dipdiri meyyit, ‘İki el
bir baş içindir.’ Davransana... Eller
de senin, baş da senindir! His yok,
hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen
böyle değildin. Kurtulmaya azmin
neye bilmem ki süreksiz? Kendin
mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? Esbâbı elinden atarak
ye’se yapıştın! Karşında ziyâyoksa
sağından, ya solundan Tek bir ışık
olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan,
şaşkın adam, kalk! “
İşte bunlar gibi gönlü vatan millet
aşkı ile yanan ve şanlı mazideki gibi
bir milletin yeniden doğuşunun
sancılarıyla kıvranan kahramanlar
sayesinde bu millet özüne dönmüş,
öğrenilmiş acizlik sendromundan
kurtulmuş ve bunun sonunda BİR
ÇANAKKALE RUHU doğmuştur.
Daha doğrusu yüce Milletimizin
cevherinde olan bu ruhyeni bir can
bulup şahlanmıştır.
Bu ruhladır ki: Komutan ölmeyi
emredebilmiş. Ve yine bu ruhladır
ki asker hiç tereddüt etmeden bir
kaç dakika içinde öleceğini bilerek
saldırabilmiştir.
Şimdi de aynı bu ruha ihtiyacımız
vardır. Yüce Allah’ın selamı üzerinize olsun!
KALBİMİN AKLI
EVVELLİĞİ
Barbaros KUZEY
Ömür bir dengedir derdi rahmetli dedem. Küçükken çok kere duyardım ondan bu sözü. Kulağıma
küpe olacak yerde dengeler hep sol
tarafa kaydı bende. Bir şubat ayının
tuhaflığında Sunay Akın, “İnsan
Nuh’un gemisi gibidir” dedi. -Leyla
yanımda- sonra “onca kâşif, onca
seyyah asırlardır o gemiyi boş yere
arıyor, o gemi biziz” diye de eklediydi sanırsam. Yani içimizde, kuzu
da var, kurt da. Herhalde marifet
o kurdu içimizde bir yere hapsetmek. Dedem “Ömür bir dengedir”
derken o kurdun varlığını, içindeki
kurda sahip çıkamayan insanlara
aradabir göstermek şartıyla, dengenin sağlanabileceğini söylemiş
miydi, hatırlamıyorum. Gençlik
yıllarımda ise, Stephen Toulmin,
Cosmopolis: the hidden agenda of
modernity kitabıyla modernizmin
gelişimini ve postmodernizmin
sınırlarını çiziyordu. Cosmos ve
Polis arasında bir denge olmalı sonucuna varıyordum ben. Evrenin
ve toplumun paralelliğinden, dengesinden dem vuruluyordu yanlış
hatırlamıyorsam. Sonrasında Tanrı’nın Batı’da çarmıha gerilmesiyle
“Olguya duygusal
yaklaşırsan bilgiden,
duyguya olgusal yaklaşırsan
duygudan olursun”
İhsan Fazlıoğlu
“Hümanizm” vücut buldu. Kiliseler yakıldı, yıkıldı. İnsan, en değerli olandı. Tanrı’nın yerine, insan
merkeze alındı. Her şey insanlaştı. Böylece, insan endüstriyelleşti.
Denge tanrı aleyhine insan lehine
bozuldu. Yani, gökyüzünün etkisi
yeryüzü tarafından kırıldı. Dengenin bozulmasıyla dedem haksız
çıktı, kurtlar kuzuları yedi. Tarih
içerisinde hiç sağlanmış mıydı bilmiyorum ama dengeler bozuldu...
Doğu biraz daha şanslıydı(!) Yıkıp
yerine geçebilecekleridört farklı
nüshası bulunan kutsal bir kitabı ve
noksanlıkları bulunan bir tanrıları
yoktu en azından. Bu yüzden Doğu’da her şey yakılıp yıkıldı. Tanrı,
tüm noksanlıklardan münezzehdi. Çünkü Mülk suresinin 3. ve 4.
ayetini yalanyalacak bir göz bulunamamış, “Rahmân olan Allah’ın
yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak,
bir bozukluk görebiliyor musun?
Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir
bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana
dönecektir. (Mülk/3,4) ayetleri her
defasında haklı çıkmıştı. Doğu’da,
insan Tanrının tahtını yıkamamış
ama kendisini yakıp yıkmıştı. Bazı
insanlardengeleri Tanrı’ya dokunamadan bozmuştu. Neticede dengeler insanın eksikliğinden dolayı insan aleyhine bozulmuştu. Dedem
yine haksız çıkmıştı, kurtlar kuzuları yine yemişti. Dünyanın her
iki uçunda, yani doğusunda ve batısında yaşam için oldukça önemli
olan bir “denge”nin var olması gerektiği kesindi. Dedem bu konuda
haklıydı. Nuh’un gemisi meselemiz
de doğru. Ama bu “denge”yi sağlama konusundaki “dengesizliğimiz” de neyin nesiydi?Yoksa denge
“dengesizlik” miydi?
Benim de denge sorunum var.
Dünyadaki Doğu ve Batı gibi benim de sağım ve solum, bunlar arasında ise amansız bir savaşım var.
Solum, yani kalbim; sağım yani
aklım aleyhine tüm dengeleri ele
geçirmiş durumda. Yukarıda söylediğim gibi dengem sola kaymış
vaziyette. Dedeme kulak asmamışım pek. Nuh’un gemisi meselesinde ise ben hep saklı tuttum o
kurdu. Bazen dengeyi sağlamaya
çalıştığım oldu. O kurdu görenler
geçmişteki tüm kuzuluğumun canına okudular. Dengeyi sağlayamamak bana hüzün verdi. Hiçbir
şey kaybettirmedi, hep kazandırdı,
diyemeyeceğim. Çünkü imtihan
henüz bitmedi.
***
Bu durum bir güçlük bindiriyor
insanın omuzlarına. Güçlük...
Güçlük varsa güç de vardır. “Her
zorlukta bir kolaylık vardır.” Ah!
Canım benim beni ne de güzel teselli ediyor herbir zerren...
Ciğerparem, gözümün nuru, sol
tarafa yatmış olmak neden bu kadar zor?
Kolay olan dikkatimi çekmez,
öyle afilli bir cümle değil, sakınınız, “yeryüzünde çalım satarak
dolaşma! Unutma ki sen ne yeri
yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin” Kim o? Çalım satarak
dolaşan dengesi bozulmuş insan
kim? Karıncanın varlığına sığınalım. Karıncayı küçümsediğimden
değil, onu önemsediğimden. Onu
önemsediğim karıncanın umrunda mı? Onun belki değil ama “O”nun umurunda.
Karınca ile yürümek,
Ne güzel bir meziyet... Ah, becerebilseydik! Dileseydik”yokun yok
olduğundan...”
Ah benim akılsız kalbim, ne ararsın burada?
şekilde sana verilen o kalbi, tertemiz bir şekilde iade etmekten bahseden bir hikaye” olduğunu ? Yani
hayatın kalp olduğunu?
Duymadın mı?
Hiç hissetmedin mi Allah aşkına
söyle, bak “biz bizeyiz.”
Hadi onu geçelim hiç görmedin
mi?
-Hı?
Onu da almıyor değil mi?
Biraz “Bostan’a” girseydi, azcık
yahu azcık “Gülistan’da” dolaşsaydı.
Bak Allah’ın adını verdim. Söyle?
Bu hikâyeyi hiç görmedin mi?
“Yaşamayı, sevmeyi, öğrenmeyi”
yani “Leo Buscaglia’yı” onun da mı
Ruhum sen söyle?
kapağını açmadı?
Bu kadar mı ketumsun?
Hakikati nasıl da gizlemeyi başa- “Su üstüne yazı yazıldı” son deva
rıyorsun, ey sağ tarafımdaki “ben- o dedik onun da yüzüne bakmadı
den büyük ben”
değil mi?
Sen bu kadar büyüdün mü?
Bak “biz bizeyiz...”
Ah! Başımızı belaya sokacak. Hele
o diyaframdan konuşan hali varya,
Görmemiş olduğun, kalbimin ucu- dışarıdan kendisini “görebilse” ne
na bile gelmez. Bak aklımın ucuna kadar da “gurur duymazdı” ahvademiyorum. Çünkü benim kalbi- linden.
min akıl tahtaları eksik...
Ruhum, (burada ruhumla konuş“Eksik...”
muyorum yani cancağzım, konuştuğum kişiye “ruhum” diyorum) o
Böyle idare edeceğiz artık.
hikâyeyi görememiş olman mümkün değil.
Nasıl idare edeceğiz cancağzım,
nasıl?
Biliyorum... Biliyorum sen asla yalan söylemezsin bana. Ama ben o
“Böyle...”
hikâyeyi görmediğine ihtimal vermiyorum diyorum ya “gerçekten”
Aksayarak, çatlayarak, öksürerek, ihtimal vermiyorum.
yani sözü uzatmanın anlamı yok
“sızlayarak.”
Bak bu “gerçekliği” anlayasın diye
sana bir örnekle açıklayacağım.
Biliyorum sen de benim gibisin?
Bunu yapıyorum çünkü senin akıl
Gibisin gibi.
tahtaların eksik...
Aradığın nedir canparem, ciğerimin sızısı, derdi benim dermanım
olan, burada ne ararsın?
Bak! Bana yersiz yere, yerli yerinde konuşuyormuş hissi veriyorsun.
“Deveyi merkep pazarında bula- Böyle yapmanı sana sağ tarafımdamazsın” ne yazık ki bulamazsın...
ki “benden büyük ben” mi öğretti?
Söyle ona, en son yediği büyük
Ey benim ışığı sönmek üzere etra- lokma boğazında kaldığından beri
fına renkler saçan, yorgun kalbim, uslanmadı.
duydun mu “hayatın tertemiz bir Biliyorum iflah olmaz o.
28
Onu kendi başına bırakmak en iyisi, doktora kaç kere gittik. Odasının duvarları, ilaçlardan görünmüyor. Neden aksatıyor ilaçlarını hep?
En azından günde bir kaç satır...
Hani bir insana nasılsın dersin ya o
da sana çok sıradan bir cevap verir.
“İyidir. İyiyim. Koşuşturuyoruz.
Mücadele be..” Bak kalbime takıldı şimdi, aklıma değil; “iyidir” diyenler var, kimdir o iyi olan ? Kalbi
mi? Aklı mı? Ben mesela “iyidir”
dersem bir gün, bil ki kalbimi kas-
29
tediyorum. Benim aklım yok çünkü peynir ekmekle yedim onu. Bir
gece vaktiydi, yok yok güneş tam
tepedeydi. Neyse.
İşte o cevapları vermek bana çok
saçma geliyor biliyor musun? Yani
cancağzım “saçma” dedim ama sen
onu bilimselliği kanıtlanmamış teoeriler gibi algılama. Yani kalben
tasdik edilememiş diyelim biz.
Neden?
Elcevap: Çünkü “geçiştiriyoruz,
sana ne diyoruz, benim ahvalim
seni ilgilendirmez diyoruz, benim
sana gereksinimim yok, kendi başımın çaresine bakabiliyorum, hem
sen kim oluyorsun...” diyoruz.
Ha!Burada kabahat “Nasılsın?” sorusunu soranda, o soru öyle sorulmaz pek değerlim, o soru, “N a s ı l
s ı n” diye sorulur. Yani o soru için
ses tellerine ihtiyaç duyuyorsan
eğer “iyidir” cevabını hak edersin.
O soru kalbin derinliklerinden gelmeli ve sonunda “soru işareti” olmamalı.
-Soru işareti olmayan soru mu?
Bak bu beni çok güldürdü.
Sen burada mıydın? Sağ tafımdaki
“benden büyük ben.” Bir mecliste
yapılan konuşma hatasını anında
düzeltmeye çalışıp onu bir meziyet sanan insanlara benzedin iyice.
30
Sana birkaç söz ederdim de neyse...
Seninle uğraşmayacağım.
Ne diyordum?
Heh!
“Her defasında da mı? Yolda bir
kaç saniyelik karşılaşmalarda da
mı?”öyle deruni bir şekilde “n a s ı l
s ı n” diyeceğiz?
Eveeet. Hepsinde ruhum, hepsinde... Ses tellerinle soracaksan,
böyle sormayacaksan, Allah aşkına
sorma. Bak Allah’ın adını verdim.
Sorma...
İşte ruhum, soru işareti olmadan
sorulan bu “n a s ı l s ı n” sorusundaki halin nicedir? Senin için endişeleniyorum, bir şey olmayacak
olsa bile bombaların patlatıldığı bu
şehirde ne yaptığını merak ediyorum, seni önemsiyorum, demeyi
kastettiğim kadar “gerçek”, senin
bu hikâyeyi “görmüş” olduğuna
olan inancım.
Neden cevap vermiyorsun?
Biliyorum bana yalan söylemezsin,
sen benim kalbimsin, insanın kalbi
insana yalan söyler mi?
İnsan, kendisinden büyük olduğunu hissettiğinde yalan söyler.
Bak burada “sağ tarafıma” taş attım.
Ama umursamaz o. Bilirim safsata
sanır bunları. Hâlbuki bilmez “bilmediklerinden dolayı bildiklerini
okuduğunu” a şaşkın! A dengesini
yitirmiş, yeryüzünde çalım satarak
yürüyen ben...
Ah cancağzım, ah kalbim çok çekeceğiz bundan çook! Bizi ipe getirecek!
Anladım sen cevap vermeyeceksin.
Sükût ikrardandır deyip üzerine
gelmeyeceğim. Zaten aklımı peynir ekmekle yemişim ben. Bütün
iş sana kalmış, seni sıkıştırmayacağım şimdilik. Ama seni uyarıyorum her ne kadar aksine inansam
da bu hikâyenin bunca örneği etrafımızda iken, onu görmemiş olduğun bir gün anlaşılırsa eğer bunu
pahalıya ödeyeceksin. Ah benim
merdümgiriz, hastalıklı kalbim,
sen adaletli bir sultan gibi hüküm
sürersin ya bu büyüklü küçüklü
“ben”lerin ülkesinde, eğer bir gün
adaletten, yani vicdanından vazgeçersen,...
Eğer bir gün vicdan kuyuna attığım taş ses vermezse...
Yani kararısan...
Hepimiz yanarız!
Ortada ne kurt kalır ne kuzu, ne de
denge! Ne sağ ne sol, ne doğu ne
batı!
KALBİNİ TAKİP EDEN ADAM AAMİR KHAN
Yelda ÜLKER
32
“Kalbinde gerçek inanç ve
cesareti olan
her zaman kazanır.”
“Önemli olan kalbimizi takip edecek cesarete sahip olmak! Yaşayacak bir hayatımız var. Bu yüzden
kalbin ne hissediyorsa onu yap,
sonuçlarını düşünme...!” böyle diyordu Aamir Khan bir filminde,
Şebgir ekibi olarak biz de kalbimizi
takip ediyor ve sizlerle her ay farklı
bir sinema dünyasının kapılarını
aralıyoruz. İlk sayımızın sohbet
konusu son yıllarda Türkiye’de de
fan kulüpleri açılan, anında Türk-
çe’ye çevrilen ve çok konuşulan
Hint Filmleri ve tabii ki yalnızca
Hintli kızların değil Türklerin de
kalbini çalan Aamir Khan.
Hollywood’a kafa tutan ve dünyanın en büyük ikinci sinema devi
olan Hindistan, gerek konuları,
dansları ve şarkılarıyla gerekse
oyuncuların sempatik davranışlarıyla olsun film sektörüne meydan
okuyor. Hint sineması denildi-
ğinde akla ilk Bollywood gelse de
Kollywood, Tollywood gibi birçok
farklı yerel prodüksiyonların da
olduğunu unutmamak gerekiyor.
Hindistan’da konuşulan 400’ün
üzerindeki dil ve lehçe, film sektörüne de yansıyor. Ayrıca Hindistan’da okur yazarlık oranının düşük olmasından dolayı halk altyazı
okuyamamaktadır. Bu sebepledir
ki Hintçe haricinde, Bengali, Malalayam, Tamil ve Teluga dillerin-
33
de de filmler çekilmektedir. 1980’li
yıllarda günde 3 film çekerek Amerikan Sinemasına meydan okuyan
Bollywood, günümüzde de Hollywood’un koltuğunu hızla sarsıyor. Ekrana 3-3.5 saat boyunca bizi
kilitleyen Bollywood filmlerinin
bir kısmının da Türkiye’nin çeşitli
bölgelerinde çekilmekte olduğunu hatırlatmakta yarar var. Yani
her an Aamir Khan’ı, Shahrukh
Khan, Kajol, Kareena Kapoor gibi
Hintli sanatçıları İstanbul sokaklarında görebilirsiniz.
İlk sayımızda filmleri ve yaşam
tarzı ile gönüllerimize taht kuran
Aamir Khan’dan bahsetmek istedik. Bollywood’un Müslüman sinemacılarından Khan filmleri ile
tüm dünyada beğeniyle izleniliyor.
Yönetmen, oyuncu, yapımcı yani
10 parmağında 10 marifet olan sanatçı, filmleri ile adından sıkça söz
ettiriyor. Kariyerine 1973 yılında
amcasının filmi olan Yaadon Ki
Baaraat ile başlayan Khan, profesyonel kariyerine ise 12 yıl sonra
Holi filmi ile merhaba demiştir.
Bollywood filmleri müzik, dans,
görkemli kostümler ve büyük mekanlarda çekilen sahnelerinin yanı
sıra sosyal mesaj vermeleri ile de
dikkat çekiyor. Özellikle Aamir
Khan’ın filmleri hayatı sorgulatması, farkındalık uyandırması
açısından önemli yapımlar. Filmlerinde sistemi sıklıkla eleştiren
Khan’ın ilk kez yönetmenliğini
üstlendiği filmi Taare Zameen
Par (Yerdeki Yıldızlar) ile eğitim
sistemine açıkça meydan okuduğunu görebiliyoruz. 2009 yılında
gene eğitim sistemini eleştirdiği
3 Idiots filmi ile dünya pazarında en yüksek hasılata ulaşmayı ve
popülerliğine popülerlik katmayı
başardı. Dini kimliğini filmlerinde de sürekli vurgulayan Khan’ın,
verdiği mesajlarla Hollywood’un
Müslümanlar için yarattığı imajı
yıkmaya başladığını söyleyebiliriz.
Kültür ve inançlarını dünyaya du-
34
yurmaktan kaçınmayan ve bunun
için filmlerini kullanan Khan’ın
en ses getiren filminin 2006 yapımı Fanaa olduğunu söyleyebiliriz.
Filmde Hindistan ve Pakistan arasında kalan Keşmir bölgesindeki
Müslüman bir mücahidi canlandırıyordu.
Bollywood severlerinin de bildiği
gibi filmlerde cinsellik içeren sahnelere kolay kolay rastlayamazsınız. Bollywood filmleri sektörün
büyüklüğü bakımından Amerika’yı anımsatsa da masumiyet
bakımından Yeşilçam filmlerini
hatırlatmaktadır. Aşk üçgeninin
üstadı olan sektör, sevgiyi cinsellikten uzak bir şekilde anlatmayı
başarıyor. Hem cinselliği barındırmamasından hem de Bollywood filmlerinde
“İnsanlar bana sevgilerini
ve iyi dileklerini verdiler.
Çok mutluyum.
Eğer bakarsanız istediklerinizin sonu
yoktur. Ben, hayatta ne olursa olsun mutlu
olmamız gerektiğine inanıyorum.”
sıkça zengin kız-fakir oğlan, kör
sevgili, zengin ve kötü baba figürlerini kullanmasından dolayı
bizlere siyah-beyaz Türk filmlerini hatırlatıyor. Tabi Bollywood’un
bu tutucu tavrından Aamir Khan
filmleri de nasibini almış durumda. Khan, filmlerinde tutkulu bir
aşık, sevdiği kız için Azrail’e kafa
tutabilecek kadar asi ama sevgilisinin yanında şımarık bir çocuk olmaktadır. Khan, sevgilisine
kavuşma çabası içindeyken bile
muhakkak sosyal mesaj vermeyi
ihmal etmez. Sürekli gerçek aşkın
ne olduğunu soran ve sorgulatan
Khan: ‘ruh eşinizi bulduysanız
gerisinin önemi yoktur! Tüm kalbinizle ona gidin’ mesajına vurgu
yapar. Sürekli sevdiği kıza kur yapmak için dans eden Khan’ın şarkı
sözlerinde bile mesaj verme çabası devam etmektedir. Bize aşkı,
hayatı, yaşamı sorgulatan Khan
hala yaptığı filmler ile hayatımızı
doldurmaya devam ediyor. Mart
ayında doğan sanatçının doğum
gününü sizlerle kutlamak adına bu
ayki sayımızda kendisine yer verdik. Gönül ister ki Khan’ın filmlerini kendisi ile yüz yüze konuşsak.
Sanatçının yayınlattığı bir videoda
Türkiye’yi ziyaret etmek istediğini söylüyor. Kim bilir belki de bu
hayalimiz yakında gerçekleşebilir. Siz, siz olun Şebgir’i okumayı
unutmayın.
“Ben
kısıtlamaları
sevmiyorum
özgürlük
istiyorum ve
her seferinde
bu yüzden
bir film
yapıyorum.”
35
Deprem mi
Mukadderat mı?
Mehmet BORA
O gece karar vermişti her şeyi anlatmaya. Bense pek yazmaya değer
görmezdim. Böyle olacağını bilseydim daha bir itinayla dinlemeye,
sık notlar almaya özen gösterir, onu
daha çok anlatmaya teşvik ederdim.
Etmedim. Bu hikayede bazı kısımlar
boş kalabilir ancak o kısımlar aslında empati kurmak için iyi bir fırsat
olabilir...
Cemal, bana her şeyi o gece
anlatmaya karar verdi demiştim ya,
o gece onun için güneş doğmamıştı.
Sanki doğmamak için bin bir türlü
naz yapıyordu. Sabah gelmemişti.
İşte o gece insanlara ne kadar
güvenmesi gerektiğini de zihninde
sorgulamıştı. Belki “ben kimseye
güvenmezsem, bu insanlar bana
nasıl güvenecek” diye düşünmüş
olmalı ki, ben onun kadar insanlara
güvenen, sırrı olmayan ama sır
saklayan birini daha görmedim.
Her düşüncesini açık açık anlatır,
beyin fırtınasını insanların gözüne
gözüne sokardı. Elbette fikirlerinin
ne derece önemli olduğunun
farkındaydı ama “insan nesli fikir,
düşünce ve bunu diğer insanlara
anlatmayla gelişmiştir” derdi.
İşte o gece birçok muhakeme
yapmış,
kendini
yargılamış,
sorgulamış ancak kendinden
başkasını zerre sorgulamamıştı.
Hâlbuki o, sınırları olmayan ama
yedisinden yetmişine herkesin
sınırlar koyduğu bir çocuktu.
Sınırsızdı
ama
başkalarının
sınırlarına mahkûm yaşardı. O gece
bu muhakemeye sebep olan şey
babasıyla yaşadığı bir tartışmaydı.
Tartışmanın teferruatı belki mühim
değildir ama bana söylemedi. Belki
babasını suçlayacağımdan korktu.
Ben, konuşmalarının içinden bir
kaç satır yakalayıvermiştim ama
anladığımı elbette söylemedim.
Mahcup olmasın dedim. Ama ne
bileyim bir daha soramayacağım!
Keşke sorsaydım da hikâyenin o
kısmını tamamlayabilseydim.
Fakir babası, bir demir
fabrikasında ocak körüklüyor.
Annesinin çalışmasına zinhar
izin yok ancak bir de Cemal var.
Okula başlaması icap ediyor.
Babası başlatmasa zaten nüfus
kâğıdı olduğu için devletin
vereceği cezadan korkuyor. Bu yaz
okula başlayacağının heyecanını
‘iliklerine
kadar
hissettiğini’
anlatmıştı bana veya böyle bir
cümle kurmuştu.
1999 Eylül
ayında Kilis’e, amcasının yanına
gönderilecek çünkü İstanbul’dan
daha ucuza geçinebilirdi. Babası
ihtiyaçlarını
karşılamak
için
amcasına her ay düzenli para da
gönderecekti.
Bu karar alındığında mayıs
ayıydı. Annesi ondan ayrılmayı hiç
istemiyor ancak el mahkûm. Babası
da sürekli Cemal ve annesini
‘cennetten çıktığını iddia ettiği
bir hediyeyle’ ödüllendiriyordu.
Ödüllendiriyordu ya annesi yine
boynu bükük itaat ediyor, Cemal
ise dayanmaya çalışıyordu, elbette
annesinin de desteğiyle.
Cemal’in hikâyesi böyle
başlıyordu. Bitişi ise başlangıcından
çok daha trajik boyutlardaydı. O
yazın sonunda Cemal Kilis’e hiç
gitmedi. 17 Ağustos depremini
evlerinde yaşadılar. Artık hiç
olmayan evlerinde. Cemal artık
annesinden ayrılacağı günün
yaklaştığının farkında, uyumak
istemiyordu. Geçecek günleri
iki katı yavaşlatmak gayreti ile
gözünü kapatmak istemiyor ve
uykuya direniyordu. Birden bir
sallantı oldu. O sırada Cemal azar
azar uykuya dalmış, yarı uyur
vaziyetteydi. Artık uykusuzluktan
sallandığını zannetti. Sonra küt küt
katlar teker teker düşmeye başladı.
Vakit geceydi ama hava
güneşli bir günden daha parlak bir
ışıkla ışıldadı. Bir ışık huzmesi mi
gördü yoksa bir şeyler mi patladı.
Çok çabuk sürdü. Bir daha aynı ışığı
göremedi. Hatta bir kaç gün hiç
ışık görmedi. Gözlerini açtığında
annesinin kendisine siper olmuş
bedenini ve bedeninin altındaki
yaşam boşluğuna gömülü buldu
kendisini. Yaşıyordu. Defalarca
bağırdı
annesine.
İçeriden
babasının sesini duydu. Babası
hayatında ilk kez ona “Cemal’im”
diyordu. Cemal ise babasına cevap
vermedi sanki o sebep olmuş
gibi. Annesine bağırmaya devam
ediyordu. Bir süre sonra babasını
cevapladı: “Baba, annem uyuyor
galiba!”
Cemal için yolun başlangıcı
burasıydı. Babası için yeni bir
yaşam, annesi için de yolun sonu
gibi görünüyordu. Cemal’in o
günden sonra ne yapacağına
kimse karar veremezdi. Deprem
o yıl binlerce insanı suya ve
toprağa karıştırdı. Bedeninin alaka
bulduğu çamurun yarısı suyuna
yarısı toprağına pelesenk oldu.
Aradan geçen yıllar ne Cemal’in
acısını hafifletti ne de o evlerin
yıkılmasına sebep olan insanlara
karşı kin dolmasına engel oldu.
Okula, yaşamaya devam ettikleri
İzmit’te gitti. Babası da işine devam
etti. Cemal, o yıl ve ondan sonraki
her sene yaz-kış okurken çalışmaya
da devam etti. Buna mecburdu.
Babası ise hiçbir şey olmamışçasına
hayatına devam ediyordu sanki.
Cemal’i de önemsemiyordu.
Geçen yıllarda nerede
bir deprem duysa içi burkularak
haberlere bakıyor, enkaz altında
geçen günlerini aklına getiriyordu.
4 gün kalmıştı enkaz altında. Dört
asır gibi uzun dört gün. Ertesi
gün annesinin artık olmadığına
inandırmıştı kendisini belki de
doya doya sarılmaya çalışmıştı
enkazdan çıkarılana kadar.
Hukuk
mücadeleleri
başladığı zaman daha aklı
kesmiyordu
böyle
şeyleri.
Müteahhidin ne olduğundan dahi
haberi yoktu, zamanla öğrendi.
Öğrendi ve çarkın dişlilerini de
keşfetti. Birileri yapıyor, birileri
yapmış gibi yapıyordu binaları.
Kaynaşlı’da tuzla buz olan binaları
da birileri yapıyordu, İstanbul’da
tek çivisi düşmeyen binaları da...
Bir de villalar vardı yakınlarında.
Orada kimse ölmemişti. Köpek
kulübesi
bile
yıkılmamıştı.
Onların canı daha mı değerliydi
annesininkinden?
Onların
çocuklarının psikolojisi daha mı
önemliydi kendisininkinden?
Bu düşüncelerle yıllarını
yıllarına kattı. Sonunda cevabına
37
da yaklaşmıştı. Bir bakan asgari
ücretin yaşamak için yeterli
olduğunu söylediğinde kendi
kendine düşündüğü sözlerini
benimle paylaştı;: “Sağlam olmayan
bir evin kirası asgari ücret ile aynı
miktarda para ediyorsa o asgari
ücret elbette ölmek için yeterlidir.”
Çarkın ne kadar dişi vardı
kim bilir? Belki de onu ilgilendiren
insanın temel ihtiyaçlarından biri
olan barınma ihtiyacıydı. Eskiden
insanlar toprak mı alırdı? Bugün,
bu topraklar kimin? Ev sahipleri
kirayı artıracaklarını söylediğinde
babası da Cemal’e yeni ev bakma
talimatı vermişti. Daha ucuz
olmalı. Daha ucuz olursa yaşamak
için harcanan para da daha fazla
olabilir. Belki ayda bir kere et
yiyebilmesi için 50 lira daha ucuza
bir ev bulabilirdi.
Bir
evin
camında
“sahibinden kiralık” ilanını gördü.
38
Eve doğru yürürken “çok da
güzelmiş” diye düşündü kendince,
sanki orada oturacaklar. Halbuki
babası ve kendisinin kazandığı para
ile kirayı karşılayabilecekleri dahi
şüpheli. Babası asgari ücretliydi,
850 lira alıyordu. Cemal ise sağda
solda çalışıyordu. Kimi zaman
babasından fazla kazansa da
genelde kazandığı para ile elektrik
faturasını ancak ödeyebiliyordu.
Bu elektrik faturası da nerden
geliyor? Evde boş bir buzdolabı var
bir de geceleri ancak 2-3 saat açık
kalan lambalar. Televizyon bile
yoktu. Zaten her şey yıkılan evde
gitmişti. Cemal televizyon izlemeyi
bile unutmuştu artık.
Tam apartmanın kapısına
geldiğinde “Mülk Allah’ındır”
yazısı ile karşılaştı. “İnşallah evin
sahipleri bu yazıyı görmüştür”
diye düşünerek biri birinden kısa
biri birinden yüksek merdiven
basamaklarını tırmanıyor, bir
yandan da merdivenin yanındaki
paslanmış tırabzan demirlerini,
demirlerin üstüne sabitlenmiş yer
yer demir telle bağlanmış, yer yer
kırılmış ve kalanının tamamına
tahta kurdu girmiş kemirmiş
tırabzan tutamacına tutunarak
tırmandı. Evin kapısını çaldı,
dışarıdan görmüştü sahi, ev boş.
Telefonunda kontör yok. Olsa da
bol 8’li olan telefon numarasını
arayamaz, telefonunun 8 tuşu
basmıyor. Karşı dairenin kapısını
çaldı. Yaşlıca bir adam kapıyı açtı
ve Cemal’i şöyle tepeden tırnağa
doğru süzdü. Cemal, kendinden
emin eve bakmak istediğini
söyledi, amca suratını buruşturup
önce Cemal’e tekrar şöyle bir baktı,
sonra içeriden bir anahtar alarak
geldi.
Adam belli ki Cemal’i
potansiyel bir müşteri olarak
görmüyordu ama Cemal hangi
eve gitse aynı muameleyle
karşılaşıyordu. Cemal kirasını
sordu. Adam kısa bir müddet
düşündükten sonra ben kirayı
1000 lira düşünüyorum. Ödeyebilir
misiniz? diye sordu. Cemal ise ne
kadar aşağı çeksin? 500 lira olacak
hali yok ya! Ödeyebiliriz ama evi
beğenmedim. Girişi de çok kötü.
Dışarıdan bakınca hoş görünüyor
da içerisi rutubet içinde... Annem
kabul etme... Birden durakladı
ve hızlıca evden çıktı. Yalan
söylediğine mi yansındı, yoksa
annesini bu yalana ortak ettiğine
mi? Merdivenleri üçer beşer indi,
dışarı çıkınca dönüp birkez daha
kapının üzerindeki yazıya baktı;
“Mülk Allah’ındır”.
O gece düşündü durdu.
Sabaha kadar eve gitmedi. Ertesi
gün, gece denizin yakamozuna
daldığı bankta buldu kendisini.
Sahi bugün iş vardı, yeni taşınan
birinin evine 30 liraya eşya
taşıyacaktı. Ev de hayli uzaktaydı.
Kalktı ve koşar adımlarla yarım
saatte gideceği yere vardı. Kamyon
kapıda, ev sahibi onunla beraber
çalışacaklara çay ikram ediyordu.
Çok fazla eşyaları vardı. En çok
da gözü televizyonlara takıldı,
tam iki tane televizyon! İçinden
taşımak geçmedi ama 30 lira para
vardı işin ucunda. Eşyaları eski bir
evden alıp yeni bir eve götürdüler
ve boşalttılar. Akşam eve gittiğinde
bitkindi ama mutluydu. “Eğer
deprem olursa bu aile ölmeyecek”
diye düşünüyordu.
Ne düşünürse düşünsün,
insanların bunca kirayı nasıl
karşıladıkları düşüncesini aklından
atamıyordu. Hele de göz göre
göre, canlı canlı girilen tabutlara
yediklerinden içtiklerinden daha
fazla para verilmesi iyice kanına
dokunuyordu. Gazete de mi
okumuştu pek anımsamıyordu ama
Türkiye, sokakta yaşayan insanların
boş evlere oranla dünyadaki en
yüksek ortalamalardan birine
sahip olduğunu anımsıyordu. “Ev
çok ama evsiz de çoksa problem
nerede?” sorusunu bana yöneltti.
Ben, kaldım. 2000 lira kira verdiğim
evimde dinlediğim bu çocuk biraz
bana da sitem ediyordu. Hakikaten
sorun neredeydi? Derin ama kısa
bir düşünceye daldım ve gözlerimi
dalıp gittiği yerden kurtaran da
yine Cemal’in keskin sözleri oldu.
“Bir şeyin asgarisi varsa ille azamisi
de olması gerekmez mi? Otoyolda
yapılması gereken maksimum hız
limiti kaç? Peki ya minimumu
kaç?” Haklı. Otoyollarda -şu an net
olarak hatırlamıyorum, gerçi çok
sık değiştiriliyor ama- azami hız
sınırı 120, asgari 50 kilometre-saat.
Cemal devam ediyordu.
39
Bu devlet satılacak ekmek için
en düşük ve en yüksek fiyatları
belirlemiyor mu? Belirliyor. Yüzde
şu kadar buğday ekmek şu fiyattan
yüksek olamaz, bu fiyattan düşük
olamazdı. Doğru. Her şeyden
öte pazar günleri niçin berberler
kapalı? -Eh be çocuk, sadede gelDevlet her şeyi denetleyebiliyor.
Vergilerini de toplayabiliyor. Bir
tek istisna ev kiraları. Ev sahipleri
kirayı elden almak için kırk
taklayı peş peşe güvercin misali
atabiliyor. Bir de kiraya verecekleri
evin ne asgarisi ne azamisi var.
Şu depremden sonra evler teker
teker gezilip hasar tespit raporları
çıkarıldı. Evi hasarlı olan ama tamir
edemeyecek kadar fakir olanların
“kiradaki” evleri birdenbire sağlam
oluverdi ama o evleri de gidip
görenler vardı. Yahu şu kimselerin
yanına iki kişi daha ekle, azami
kira belirlesinler oraya!
Cemal doğru söylüyor.
Bunu öylesine boş boş düşünerek
ortaya salıyor ama asıl sıkıntısı bu
olduğu için kendi penceresinden
bakıyor pek tabii. Bu sistemin
aynısı Osmanlı Devleti zamanında
da uygulanırdı. Azami fiyat
sınırı! Kulağa hoş geliyor. Ayrıca
birilerinin çalışarak kazanamadığı
parayı birilerinin yattığı yerden
kazanması da hiç adil değil. Eh
vakti zamanında çok çalışmış da
almış, babası dedesi varlıklıymış
da bırakmış. Bedava isteyen mi
oldu? 1 aylık emeğin bedeli ile
dört duvarın bedelinin eşit olması
adil mi? Ömürden giden bir aylık
vakit, Azrail sana fazladan bir
dakika vermezken sadece sokakta
kalmamak için her aylık ömrünün
26 gününü harcaman ne kadar
adilane?
Cemal’in bütün derdi bu
değildi. Bir seferinde Soma’da
maden faciası olmuştu da onu da
epey kafaya takmıştı.
- Oradaki işçiler taşeronmuş,
taşeron ne demek?
- Devlet çalıştırılacak personeller
40
için bir kuruma ihale verir. O da
çalışacak adamları bulur getirir,
çalıştırır, iş takiplerini yapar.
-Peki, bu yaptığı iş için firma ne
kadar alır?
-Belli bir meblağ değil bu. 1000 kişi
çalışacaksa mesela şirket de devlete
1 milyon lira aylık olarak teklif
vermiş ve ihaleyi almışsa, devlet
ona ayda 1 milyon lira öder.
-Peki, aşağı yukarı bu mudur
fiyatlar?
-Muhtemelen. Emin değilim, hiç
ihaleye girmedim.
Ufak bir hesaplamaya
daldı. Sonra düşünceli şekilde
yere bakıp ağzından karamsar
bir şekilde dökülen sözcüklerle;
“Asgari ücretliymiş bu madenciler.
Bin kişiye asgari ücret veriliyorsa
800 bin lira yapar. Onları idare
için de 20 personel 5 bin lira
maaşla çalışıyorsa 100 bin lira
yapar. Şirketin sahibi her ay cebine
havadan 100 bin lira koyuyordur.
Güldüm ve “Eğer kendisine 100
bin lira para kalıyorsa o işe hayatta
girmez” dedim. Demez olaydım.
Çocuk bana neler anlatıyor, ben
ona ne söylüyorum.
Cemal’in
asıl
uğraşı
zaten evlerdi. Anlattıkları sizi
yanıltmasın. Onu kaygılandıran
evlerin fiyatları değildi, kalitesiydi.
Evler yaşanılabilir olmalı. Kibrit
kutusu gibi değil, kibrit kutusu
görünümlü tabut gibi hiç olmamalı.
Bir haberde görmüştü yine ne
kadar doğru olduğunu sorguladı
durdu. Yalova’da bir düzine binası
yıkılan ve hapishaneye girebilen
ender
müteahhitlerden
biri
hapisten çıkıp tekrar inşaat işine
girmiş. Hatta röportaj yapmışlar, o
da “insanlara söz verdim evlerini
teslim edeceğim” diyormuş. Buyur
burdan yak! Dünyanın başka
yerinde olsa çivi çakmasına izin
vermezler!
Çok yorgun görünüyordu.
Benden yardım almaya, kafa
karışıklıklarını gidermeye gelmişti
ama sorularını genelde cevapsız
bırakıyorum. Kendi kendine
cevaplarını buluyor ya, bu daha
iyi sanki. Oturduğu deri koltuktan
kalktı, tam arkasında duran
Amerikan mutfağın tezgâhına
raftan bir bardak koyup içine
sürahiyi devirerek su doldurdu.
Su doldurmadı, düşüncelerini
doldurdu o bardağa. Bardak taştı,
düşünceleri yerlere boşaldı. Her
yer düşünceden ıslandı. Bir dikişte
bardaktakileri içip bitirdikten
sonra hırçın bir şekilde bana
dönerek “Bu böyle ne zamana
kadar gidecek? Bu insanların
hepsi 99 depremini yaşadı.
Tekrar deprem olmayacağından
nasıl emin olabiliyorlar?” Ses
tonu düpedüz bana hesap sorar
mahiyetteydi. Haklıydı. Kafası
da karışıktı. İlk kez onu bu kadar
karamsar görüyordum.
Çok karamsar zamanları
olmuştu. Ne zaman akçeli işlerle
alakalı bir haber okusa veya izlese
bana soruyordu. “Sen gazetecisin,
iyi bilirsin; bu doğru mu?”
sorularına defalarca kez maruz
kaldım. Maalesef doğru. Senin
sefaletin kadar doğru.
Gitmem gerekiyor diyince
göndermek
istemedim.
Saat
geç oluyordu. Dün gece de eve
gitmemiş, çok uykusuz. Biraz
daha sohbet edince oturduğu
koltukta uyuyakalmış ve ben de
üzerine battaniye sermiştim. Sabah
kalktığımda üzerindeki battaniyeyi
katlayarak koltuğun bir kenarına
koymuş, evden çıkmıştı.
İki gün sonra tekrar
karşılaştım. Babasıyla kavga etmiş
ve -artık çok da önemi olmayanevi terk etmiş. “Zaten kendisi
de çok uzun kalamayacak” diye
ağzından kaçırdı. Sonra da anlattı.
Babası eve geldiğinde kızmıştı
ona, “hani ev bulacaktın ulan,
adam bizi kapıya koyacak” diye
bağırıp çağırmıştı, başka neler
söyledi bilmiyorum. Müthiş bir
sansür uyguladı kendisine. Sadece
bu kadarını söyleyebildi. Bende
kalmasını
istedim,
reddetti.
Nerede
kalacağını
sordum
mümkün olduğunca kibar bir
şekilde “çoktandır olmam gereken
yerde” dedi. Verdiği cevaptan
hiçbir şey anlamadım. Bana
bunları anlattıktan sonra bir daha
onu hiç görmedim. Son görenin
kim olduğunu ise bulamadım.
Bulamayınca çoktandır olması
gereken yerin neresi olduğunu
düşününce... Ah be çocuk! Bizim
sana ihtiyacımız vardı.
O, bu sistemin dişlilerinden
biri olmayı hep reddetti. Bu düzene
hizmet etmeyi hiç istemedi.
Onun yapısı bu şekildeydi. Bin
kişinin bir kişiyi beslemesini içine
sindiremiyordu. Herkes bir kişi
uyusun diye uykusundan oluyor,
iyi beslensin diye yemesinden
kısıyor, çocuğu yurt dışında en
iyi eğitimi alabilsin diye kendi
çocuğunun kaleminden kitabından
kısıyor ve o lüks arabasıyla dilediği
yerde dilediği zamanda olabilsin
diye özellikle ay sonuna doğru
otobüsünden bile feragat ediyor. Bu
hayat onun onaylayacağı bir hayat
değildi. Belki de dünyaya biraz geç
veya biraz erken geldi ama onun
zamanı bu zaman değildi.
Cemal’in kendisi gitmek
istedi ama onun sonunu yazan da
gerçekten kendisi miydi? Bu kararı
ona aldıran takdiri ilahi dedikleri
deprem miydi? Hayatın kanunu
dedikleri adaletsiz düzen miydi?
Yoksa başkalarının takdiri mi
canını burnuna getirmişti? Kim
bilir bana anlatmadığı parçaları
nasıl tamamlanacak? Bir deprem
daha bu bozulan düzeni değiştirir
mi yoksa taş üstünde taş kalmasa
da bu düzen böyle mi gider? Sistem
istediği gibi devam etsin. Cemal
gitti ya düzenin umurunda mıydı?
Çanakkale Geçilmez
BEYHUDE
Ah bir anlatabilsem beyhudedir bu beklemeler
Göçmen kuş mu zannettin sen gönlüm bırakıp gideni
Herkes sen gibi ehl-i vefa mı beklesin seneler
Anla artık dönmüyorsa istemiyordur o seni
Neye fayda verdi ki avuçlarını göğe dikmen
Yar deyip kapılarını gayrısına kilitlemen
Görmez misin hâlâ ecel celladı çökmüş başına
Yanlış bir sevdadır bu sendeki düşmüşsün ağına
Değer miydi bir ömür boyu beklemek kapılarda
Bak yine doğuyor güneş kuşlar ise ağaçlarda
Sayısız Nisan geçti dokunmadın bir güle bile
At hazanı üzerinden bahar var dışarılarda
Serniviskar
Çanakkale dediğin manasızdır sanma sen
Ordaki şehitlerdir tarihlere şan veren
Vatan toprağı için can ile serden geçen
Korkuyor bu kafirler tüyleri diken diken
Su üstü mayın dolu nusret toplar mayını
Bir yandan Elizabeth düşünüyor canını
Komayacağız yerde şehitlerin kanını
Korku bilmez bu millet artıracak şanını
Mehmedoğlu Seyyid’in mermiyi kaldırışı
Dünya durdu, dönmüyor seyreyliyor yarışı
Anlayacak kafirler bucağı ve karışı
Türküm başkaldırdı ki zaferdir haykırışı
Gaza, cihad nasib et Türk milletine ya Rab!
Anzak, Hindu, İngiliz... Hepsi harab ve bitab
Her renk, her dil, her kıta bilsin ki bu kutlu ab
Çanakkale suyu bu ne Rum dinler ne Arab
Anafarta, Dardanos, Boğalı, Seddülbahir
Türktedir bu topraklar dünyada evvel ahir
Kayboldu İngilizler bilinmiyor nerdedir
‘Çanakkale Geçilmez’ bu da açık gerçektir
Samet Mehmet Bora
Gerdanımdaki şarkılar
Ne zamandır yabancı kulaklarına.
Yaklaştıkça gri barut kokuyorsesin.
Kokuna aşinayım.
parmaklarının arasındaki silah olmak istiyorum,
dudaklarının arasında tek bir kanat olana kadar.
ve bir dilek tutup,bedenlerimizin her yerine kondurmak.
dilim...seni özlediğini söylemekten perişan ve diken diken damaklarım.
kesik kesik anıların,iki avucumda kalan bir damla su gibi,
içmek, içmek ve içmek istiyorum
,sesinin ve gözyaşlarının tadını hissederek.
kulağımın arkasına ellerinle sıkıştırdığın 3 parça saç telim,bugün ağır geliyor lakin.
sonu acı biten hikayeler bile ağır şimdilerde özüme.
kan değil de kadın kokusunu hissedebilen bir katilin vurulması bile aykırı yüreğime.
bu yüzden hafızama silah doğrultan bir adam lazım senaryomda,
senden öncesini yok edecek,ve kendisini var edecek ancak;
bütün barutlar kül olmuş kalbimde,
seni öldürecek tek kurşun kalmamış filmimde.
omuzlarıma en sevdiğin çiçeği ekmek istiyorum ,
Ki beni hep güçlü kılsın.
ama kokun hep çatlayan dudak yaralarımda,.
alkol sürüyorum ki yaralarıma kanasın , koksun sen diye.
kanatan acılarla yok olmaktansa,
kanayan yaralarımla seni var etmeye çabalıyorum.
fısıldayan rüzgarın hala taze,bence başarabilirim,
belki her saat başı buluşan akrep ve yelkovan olabilir,
ve aynı mezarlıkta bile kök salabiliriz...
sevgilim...
belki de biz...
bitmek bilmeyen bir sigara dumanı tüttüren 12 yaşındaki bir kız çocuğunun kalbini paylaşmalıydık.
İlayda Şükran YORULMAZ
el mundo’nun
en güzel “hatrına”
Seni, bana anlattırırsan eğer
Balı daha nasıl ballandırabilirim?
Sana şiir yazmaya kalkarsam eğer
Şiirsin sen, şiire nasıl şiir yazabilirm?
***
Sevgilim,
En dibine kadar saç uçlarının,
Kirpiklerinin, kaşlarının
Dudaklarının,
meleklerin barınağı yanaklarının,
yansıdığı tüm aynaların,
***
Elbet sisinde, sesinde, tınısında
Seher kuşlarının...
Karşılığında duyduğun tüm güzel şarkıların,
renginde, vaktinde, zamanlı zamansız
kalbinde açan tüm baharların,
***
Elinle, gözünle, sesinle, kadifeden gönlünle
dokunduğun,
senin için açılmış tüm, güzelliğinden
isimi verilememiş çiçeklerin,
***
kalbinin yollarında heba olmuş, odasında,
mum ışığı yalnızlığında,
ateşin en kızılında sevme hükmü verilmiş,
ipe çekilmekten ziyade
senin için ipe dizilecek, dizelere
müebbet yemiş
tüm mecnunluğumun,
şiirimin, sözümün, sızımın
yetmez ama kalbimin...
***
gördüğüm nesli kesilmiş tüm şehirlerin
duvarında, sokağında, lambasında,
kaldırımında, tepesinde, çukurunda
taşında, toprağında,
canında, cansızlığında,
***
yaşamında, mezarında,
sensizliğin, sessizliğin,
cehenneminde,
dualarında,
cennet vadeden semalarında,
açılan avuçlara düşen göz yaşlarında,
***
gülüşünde, gülüşünün duyulduğu
kulakların çırpınışında,
huzurunda,
huzursuzluğu sınır dışı eden
kısık gözlerinin dokunduğu
uçsuz bucaksızlığın sınırsızlığında,
***
hepsinde saydıklarımın, sayamadıklarımın...
senin için kalbimin çakıl taşlarında
kervan kervan yürüyen,
duyurabildiğim, onda birinde
kelimelerin,
kifayetsizliğinin
en canalıcılığında.
adının canında, cananında
Hepsinde, tamamında...
birer birer, kısım kısım,
zerre zerre, nokta nokta
bütün bütün, renk renk
...
İlhamını senden alan
Şiirler...
şiirlerin olduğu her yerde,
Sen,
Senin olduğu her zerrede
Aşk,
Aşkın olduğu her anda
Sana vurgun,
Aklımı başımdan alan
bir döngü var.
T.Tinâzî
K. KAVUNİÇİ KİTAPLIĞI
“Hep seni konuştuk.
Susunca seni sustuk.”
K. KAVUNİÇİ
Sevmek ne uzun kelime!
*
Derin deniz mavisi.
*
Ne zaman geleceksin?
*
Onüç Günün Mektupları.
Mektup. Duygusu en yüksek iletişim aracı.
Sevda Sözleri’nin şairi Cemal Süreya’nın eşi
Zuhal Tekkanat’a yazdığı mektuplar. Kitap
iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm On üç
Günün Mektupları’dır. Kalp ameliyatı olmak
içinhastaneye yatan eşi Zuhal Hanım’a hastanede
kaldığı süre boyunca her gün bir mektup yazar
Süreya. 12-24 Temmuz 1972 tarihlerinde kaleme
alınmıştır bu 13 mektup.
Cemal Süreya bu günler boyunca fırsat bulduğu
her anda kelimelere sarılmış ve Zuhal’ine
kelimeleriyle “ben varım, yanındayım” demiştir.
Ziyaret günlerinin en güzel hediyesiydi bu içli
zaman mektupları.
““Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok
seviyorum””
Gündelik yaşamın sıkıntıları içinde, bir yandan
yaşam kavgası verirken, bir yandan da bütün
boyutlarıyla şiiri yaşayan dar gelirli devlet
memurunun uzun bir aşk mektubu olarak
adlandırıyor bu mektupları Erdal Öz. Şiirin yanı
sıra düzyazıda da başarılı olduğunu gözler önüne
seriyor bu mektuplar aracılığıyla. Kelimelerinin
gölgesine sevgisini, aşkını, oğlu Memo’yu,
umutlarını, arzularını, öfkesini, derdini ekliyor ve
hepsine de Zuhal’i.
“Zuhal’im, hayat!
Hayatımsın.
Bunu bilmeni isterim.”
İkinci bölüm Cemal Süreya’dan Zuhal Tekkanat’a
Mektuplar adı altında bir araya getirilen
mektuptan oluşmaktadır. 20 Aralık 1967 – 8 Ocak
1978 tarihleri arasında gönderilen 24 mektup
bulunmaktadır. Bu bölümde yer alan mektuplar
ilk kez Varlık Dergisinin, 1994 yılı Ocak, Şubat,
Mart sayılarında üç bölüm halinde yayınlanmıştır.
Zuhal Tekkanat ve Cemal Süreya’nın evlilikleri
noktalanmıştır ancak ikilinin birbirine olan
sevgisi daimi olmuştur. Zuhal Hanım bu sevgiyi
şu şekilde dile getirmektedir: “Biz hiç ayrılmadık
/ Yazılmadı adlarımız mezar taşlarına” Evet,
hukuken ayrıldık, iki kere birleştik tekrar ama
ölene dek birlikteydik.
Mektuplar 1990 yılında Cemal Süreya’nın
ölümünden kısa bir süre sonra bizzat Zühal
Tekkanat tarafından kitaplaştırılması isteğiyle
Can Yayınları’na, Erdal Öz’e iletilir. Mektuplar
aynı yıl (1990) kitaplaştırılır.
47