Şebgir Dergisi 1. Sayı
Transkript
Şebgir Dergisi 1. Sayı
Atik Valideden Çıkarken Kaan YILDIZ Rüya İçinde Hayal: Evliya Çelebi ile Kurgusal Bir Hasbihal Hasan ŞAHİNTÜRK Şiire Kadın Kalbi:Didem Madak Zehra DEMİRKALE Ozan Dede Korkut ŞEBGİR’İN YOLCULUĞU BAŞLIYOR Künye: Dergi Sorumlusu: Hasan ŞAHİNTÜRK Genel Yayın Yön.: Hasan ŞAHİNTÜRK Dergi Genel Editörü: Mehmet BORA Redaktör: Zehra DEMİRKALE Kapak Tasarım: Sait KÜÇÜK Kalbini Takip Eden Adam: Aamir Khan Yelda ÜLKER Deprem mi, Mukadderat mı? Mehmet BORA Kadir Kendini Niçin Öldürdü?-K.T. Andromakhov- 22 Bilet-Eray Kozaroğlu- 23 Çanakkale Ruhu-Selahattin Arpacı- 24 Kalbimin Aklı Evvelliği- Barbaros Kuzey- 27 Şiirler- 42 Kitabiyat-K.Kavuniçi- 46 İnci ÖĞRETMENOĞLU Dergi Tasarımı: Mehmet BORA Yazım Kurulu: Kaan YILDIZ Sait KÜÇÜK Yelda ÜLKER K.T.ANDROMAKHOV Eray KOZAROĞLU Selahattin ARPACI Barbaros KUZEY Hasan ŞAHİNTÜRK Zehra DEMİRKALE Mehmet BORA Serniviskar İlayda Ş.YORULMAZ T.TİNÂZÎ K.KAVUNİÇİ www.sebgir.com [email protected] fb/ sebgirdergisi insta/sebgirdergisi Şebgir, münzevi ve mütecessis fikir işçilerinden aldığı ilhamla, tüm şehir uykuda iken sönmeyen masa lambasının aydınlığında sizler için güzel şeyler hazırlama heyecanını uzun zamandır yaşıyor. Düşünüyor-taşınıyor ve tartışıyor. Sizlerle konuşmak ve gecelerini, hecelerini paylaşmak adına gece yola çıkan kervan misali, Şebgir; nihayet sizlerle buluşuyor. Uzun süren düşünme, hazırlanma süreci içerisinde bir avuç “Şebgir”in bir araya gelmesi ve uykusuz geceler geçirmesiyle, oldukça mütevazi bu ilk sayısıyla “Şebgir”, sizlere ve dergi camiasına merhaba diyor. Şebgirin elinde bir kandil, vardığı diyarlara ışık saçmak için çıktığı uzun bir yolu var. Zeminini tarihin döşediği çakıl taşlarının oluşturduğu bu yolda, fikirlerden inşa edilmiş, geceleri aydınlatan sarı-turuncu sokak lambalarının yorgun tecrübesi ile, sanata, edebiyata, sinemaya, geçmişe, bugüne ve geleceğe baktığı, uykuyu reddeden bir çift gözü var. Şebgir’in gecesini gündüze katmış, varlığını daha yaşanılabilir bir dünya için harcamaya meyilli bir dünya görüşü, “lambada titreyen alevin üşümesine” razı olamayan kadifeden bir kalbi, naif bir duruşu ve iyi temellendirilmiş her fikre saygısı var. Şebgir’in geceyi uykusuz geçiren, kitaplardan duvarları görünmeyen odalarda yaşam süren, gece gündüz açık olan kütüphane köşelerinde ve kitap ile sözün sindiği her yerde bir şekilde hep var olan, hep gördüğümüz fakat ismini cismini, ses tonunu bilmediğimiz cümle Şebgiran’a bir hayranlığı ve bu ilk sayısıyla kadifeden gönlünden kopan samimi bir selamı var. Atik Valide’den Çıkarken Kaan YILDIZ 4 Geleceğe Dönüş 2’de, bizleri daha çocukken dahi çılgına çevirebilmiş çok ilginç bir sahne vardır. Marty ve Doktor’un zamanda bir kırılma yaşanmasıyla alternatif bir gerçekliğe sıkıştıklarını anladıkları sahneyi kastediyorum. Doktor bir tahtanın önünde Marty’ne sayı doğrusuna benzer bir plan çizerek çılgınca bir şeyler anlatmaktadır... Çocukken bu filmi izlemediyseniz yazık olmuş size... Ancak benim burada anlatacağım zamanda yaşanılan bir kırılma değil, daha çok geçmişe olan özlemin gelecek adına yarattığı bir kaçış duygusudur. Bu kaçış duygusu gentrification çağı öncesi doğan Kadıköy ve Modalılarda pek sık görülürdü. Nitekim bazı insanlarda zamanla bir kaçış duygusunun ötesinde bir hastalığa sebep olup, zavallı bireye hayaller gördürmektedir. Bu hayaller içinde bulunduğunuz mekânda, uzun yıllar önce orada yaşamış insanlarla ya da uzun süre oraları aklından çıkaramamış insanlarla temasa geçip onlarla konuştuğunuzu zannetmenizi sağlar. Çok yazık... Bu hastalığı Kadıköy’e getiren kişinin Aynaroz’lu bir rahip olduğu söylenir. Anlatılanlara göre bu rahip esasında bir Türkmen’miş. Kendisi Celali İsyanları esnasında meşhur bir Osmanlı paşasını okla vurup öldürünce dağlara kaçmak zorunda kalmış. Sonra bir yolunu bulup Anamur’dan bir kayıkla yüze yüze Aynaroz’a ulaşmış. Buradaki rahipler onu çok iyi karşılamışlar. O da yörenin peynir ve şarabını çok sevince burada kalmaya karar vermiş ve rahip olmuş. Burada uzun bir vakit geçirdikten sonra memleket özlemiyle artık ülkesine dönmeye karar vermiş. Yola çıkmadan önce de buradaki rahiplerden biri ona hatıra olarak denizden çıkardığı parlak bir taşı hediye etmiş. Bir gemiyle geldiği İstanbul’da, Kadıköy’deyken ne yazık ki bu parlak taşı bir kuyuya düşürmüş. Anlatılanlara göre bu taşın suda olması bu kuyudan su 5 içenlerde mezkûr hastalığı ortaya çıkarmaktadır. Dediğim gibi ben de bu hastalığı taşıyorum. Ancak ortada üzülmemi gerektirecek bir durum yok. Zamanla bu durumu kabul ettim ve buna göre yaşamaya başladım. Bu hastalık üzerine olan bir deneyimi size aktarırsam beni daha iyi anlayacaksınız. Hastalık kendini daha çok eski ve güçlü bir anınızı yaşadığınız mekânlarda, tarihi mekânlarda, ağaç kavuklarında, mağaralarda, şehir dışında ufak tepelerin arasında kendini göstermektedir. Sanrı veya kriz olarak nitelendirebileceğim hastalık başlangıcı ise kendini daha çok bir geç kalmışlık nöbeti ya da yoğun bir kaygı ile gösterir. Çocukken anneannenizin köyünün yakınında piknik yaptığınızı var sayıyorum. Buranın bir piknik alanı olmadığını, sadece sizin ailenizle beraber piknik yapmak için burada durduğunuzu var sayıyorum. Aynı zamanda pikniğin sonlarına doğru mahalden uzaklaşıp tepelere doğru yürüdüğünüzü düşünüyorum. Belki biraz ileride bir mezarlık dahi olabilir ama siz onu geride bırakıyorsunuz. Tepelerden birine çıkıp etrafınıza bakıyorsunuz ve ıssızlığın ortasındasınız. Doğa hiç de televizyondan görüldüğü gibi değil. Yürüyüp giden tepelerin ve uzun çayırların heybetinden korkuyorsunuz lakin bu saygınızdan kaynaklanıyor, Grozny tadında. Önünüzde uzanan muazzam bir manzara var. Yeşil ve bozun çiftleşmesi, hemen üzerlerinde mavili bir gri. Dalgalanan tepeler. Üstünüzden bir kartal geçebiliyor, çok ciddiyim... Burası eviniz değil ama sizi uzun süredir bekliyordu. Sanki ibadet eden birini rahatsız etmiş gibi huzursuz da oluyorsunuz, artık gitmeniz gerekiyor. Gitmeniz gerek, hatta geç oldu. Biraz sonra anneniz sizi merak edecek, babanızın pek umurunda değil. Eğer şimdi gitmezseniz sonsuza kadar burada kalacaksınız. Giderken korkunuz yavaşça geçmeye başladığından mutlusunuz, burada terk edilip unutulacağınızdan da korkuyordunuz ayrıca ancak yeterli cesareti gösterip tepeye kadar çıktınız. Burada, annenizin ve babanızın olduğu dünya ne kadar da yabancı gelmişti size öyle değil mi? Ancak burayı özleyeceksiniz. Ne yazık ki bir daha da gelemeyeceksiniz. Buradaki heyecan ile uçurumun kenarından bakarken yaşadığınız his aynı. Giderken üzülüyorsunuz ama evde hala açılmamış kinder sürpriz yumurtaları hatırlayarak mutlu olmaya çalışıyorsunuz. Konunun çok dışına çıktım; toparlamak gerekirse burada yakaladığınız hüzün duygusu ile sanrı veya hayalleri görmeye başlamanızı sağlayan duygu birbirinin aynısıdır. Üniversitedeyken Edirnekapı’da oturan bir arkadaşımdan not almaya gitmiştim. Bölgedeki tarihi eserleri yeniden görmek bahanesiyle bir anda kendimi Güvercin Pazarı’nın içinde buldum. Birbirinden farklı yüzlerce güvercin yüzlerce lira veya YTL karşılığında satılıyordu. Ancak kuşlardan çok müşteriler ilgimi çekiyordu. Bu adamlar hafta içi bu saatte ne yapıyorlardı? İşsizler miydi? İşsizlerse bu kadar pahalı kuşları alacak parayı nereden ve nasıl buluyorlardı? Kuş alabilecek paraları varsa neden bu kadar kötü giyiniyorlardı? Kuş giysiden daha mı önemliydi? Peki, bu Anadolu kuşları İstanbul havasında nasıl yaşıyorlardı? Paçalı kuş neden bu kadar kıymetliydi? Güvercin Pazarı’nda yapılacak bir arkeolojik kazıda ortaya neler çıkacaktı? Bizans döneminde de burası kuş pazarı olmasın, kuş iskeletleriyle karşılaşmayalım? Bizans döneminde de Paçalı Güvercinler bu kadar değerli miydi? Neyse efendim, buradan dışarı çıktım. Çıkmamla beraber inanılmaz bir şekilde terledim, gözlerim kararıyor, diş etlerimin ve damağımın çekildiğini hissediyor, kulaklarımda tiz bir ses duyuyordum yüksek perdeden... Sanki nefret edilen öğretmen bilmediğiniz soru için sizi tahtaya çıkarmıştı, çünkü evde eşiyle kavga etmiş ve sinirini sizden çıkarmak zorundaydı. Siz kurbandınız. Bir anda kendimi bugün hala kısmen de olsa Güvercin Pazarı’nın yanında duran Blakhernai Sarayı’nın önünde dururken buldum. Saray daha yapım aşamasındaydı. İçeri girdiğimde İmparator Alexios Komnenos vardı. Heyecandan bacaklarım titremeye başladı. Daha önce hiç Bizans İmparatoru görmemiştim. Bizzat sarayın yapımını denetliyordu, etrafında uzun saç ve sakallarıyla Norman ve Viking korumalar vardı. Saç ve sakalları sarı veya kızıldı. Çok yapılı ve uzun boyluydular. Nedense beni fark etmediler ve böylece İmparatorun yanına yaklaşabildim. Kendisinin yanına geldiğimde kendi kendine “Acaba zemini lamine parke mi yapsak? Yatak odasını halıfleks yaptıracağım zaten...” diye mırıldanıyordu. İmparatora “Efendim, merhabalar” dedim. İmparator bana dönüp “Ooo merhabalar. Türkçe konuşuyoruz bakıyorum da Türk müsün sen?” diye sordu, ben de “Evet efendim, Ankaralıyım” şeklinde inanılmaz saçma bir cevap verdim. “Nasıl, sarayı beğendin mi? İyi oldu burayı yaptırdığım, arada bizim çocuklarla ava çıkıyoruz” dedi. Bunu biliyordum tabi, sarayın yapımında av da etkili olmuştu. Böyle muhabbet ederken bir anda bir çökme sesi duyuldu ve herkes o tarafa yöneldi. Duvarlardan biri aniden çökmüştü. Etraf aniden toza dumana teslim olunca ben de nefes almak için kendimi dışarı attım. Kapıda bir anda kısa boylu, zayıf ancak kaslı bir yapıya sahip, çekik mavi gözlü, sarı saçlı birini gördüm. Elinde güzel bir yay vardı. Legolas değildi tabi bu impa- ratora çalışan Peçeneklerden biriydi. Hemen ilersinde de omzunda Norveç Orman Kedisi taşıyan devasa bir Viking gördüm, elindeki ciğerle besliyordu hayvanı. İsmi kedi olsa da vaşak gibi bir şeydi bu. Aklıma İstanbul’un tekir kedilerin soyunun Norveç Orman Kedileri’ne dayandığı bilgisi geldi, Vikingler buraya gelirken yanlarında kedileri de getirmişlerdi. Sonra bu orman kedileri zamanla tekirlere dönüşmüşlerdi. Tekirler diğer kediler gibi olmayıp bir tür canavardırlar. Bir tekiriniz varsa ona âşık olursunuz ancak evde huzur yoktur. Yanına yaklaşıp, “Yahu bu hayvanı nasıl getirdin memleketinden buraya” diye sordum. “Valla gemide yolculuk uzun oluyordu, oynarım diye yanıma almıştım, geldi buraya kadar minnoşum” dedi. “Minnoş mu?” diye sordum. “Evet, beğenemedin mi?” dedi alınarak. Sonrasında gitmek için arkamı dönünce bu sefer sarayı fevkalade yıpranmış hale buldum, birkaç dakika içinde sanki 600 yıl geçmişti. İçeri girince sarayın içini mahvolmuş halde buldum. İçeride hayvanlar vardı. Bir ahır olarak kullanılıyor- 7 du. Ardından fahişeleri gördüm, toplantım yoksa oturup bir çay saray bir geneleve çevrilmişti. Dı- içerdik biliyorsun” dedi. Ben de şarı çıktım, etraf çamur içindeydi. “Tamam hocam, kendinize iyi bakın” dedim. Sonrasına temiz hava Biraz yürüdükten sonra bir çu- akımı geldiği için sağa döndüm kurun içine düştüm ve kendimi ve yürümeye başladım, bakalım Anemas Zindanları’nda buldum. burada neler var diye. Biraz yüZindan da çamur içindeydi ve rüdükten sonra hemen tepemde yağmur suları tavandan damlı- bir kapak gördüm ve hiç zorlanyordu. Gözlerine mil çekilmiş madan kaldırdım. Kendimi bir iki hanedan üyesi ve bir tane de anda Hacı İvaz Efendi Camisi’nin hasta bir köpek vardı. Daha sonra içinde buldum. Lakin kimseyi raarka taraflarda bir mahkûm vardı. hatsız etmemek için çıktım, zaten Hikâyesini bilmiyordum ama yü- ayakkabılarım aşağıda çamurlanzünden ona bir haksızlık yapıldığı mıştı. Sinan mı yaptı burayı kalfabelli olduğu. Gözü doymaz ikti- sı mı diye etrafa bakarak mekândar delisi korkaklardan biri onu dan dışarı çıktım. buraya gömmüştü. Demek ki çalışkan, zeki veya cesur bir adam- Camiden çıkınca hemen karşımdı. Aklıma bir anda 1970 tarihli da arabalı tezgâhıyla balık satan Waterloo filminde Demirdük’ü bir amca gördüm, selam verdim canlandıran Christopher Plum- ve yoluma devam ettim. Pipo içen mer’ın Napolyon’a bakarak “Seni bir levanten gördüm desem de zincire vuracaklar, Prometheus görmedim. Bu çok yavan ve sıgibi. Ve büyüklüğünün anısı seni kıcı olurdu, iyi ki de görmedim. kemirecek” deyişi geldi. Zama- Kapatın bunu. Siz sigara içen nında Andronikos Komnenos’a bir mühendis gördünüz, gelecek yaptıkları gibi belki bu adam da hafta nişanlanacak, yaza doğru uyuz bir devenin sırtında bir eli da evlenmeyi planlıyor hepsi bu. kopmuş, bir gözü kör edilmiş, dişi Levanten filan yok ortada. Sonra ve saçları koparılmış yarı sakat bir Meryem Ana Ayazması’na girhalde İstanbul sokaklarında do- dim. Tanrım! Ne kadar da güzel laştırılıp üzerine idrar boca edil- bir yerdi. Yolunuzu çevreleyen dikten sonra Hipodrom’da katle- o kuru ağaçlar, o mermer levhadilecekti. Çok merak etmişimdir, lar… Şehri Avarlar kuşatırken acaba Andronikos’un torunları, Bizanslıların dua ettikleri yer Trabzon Rum İmparatorları bu burası mıydı? Hayır, karıştırıyor katli nasıl hatırlıyorlardı. Bugün olmalıyım. Ayazmanın dışında hala konuya dair Bibliothèque sarhoş bir adam gördüm. WilNationale’de mevcut bir orta- liam Butler Yeats tam karşımda çağ tasvirinde görülenler tüyleri duruyordu! Malvasia Şarabı ile ürpertmektedir. Dönüp tekrar sarhoş olmuş Sailing to Byzantibaktığımda bu adamı yerinde um’ı mırıldanıyordu, çabalarıma bulamadım. Onun olduğu yerde rağmen beni fark etmedi. “BilgeAnja Ringgren Lovén tarafından ler durur tanrının kutlu ateşinde, kurtarılmayı bekleyen bir zenci duvardaki altın mozaiklerdeki çocuk vardı. Anlaşılan o ki adam gibi” dediğini duydum yanından uzun süre önce ölmüştü. Yoluma ayrılırken. Dönüp Ayazma’nın devam ettim. Biraz ileride elinde içine girmek için yürümeye başfenerle yolunu bulmaya çalışan lıyorum. Tam mekânın içine giMurat Belge’yi gördüm. Selam recekken arkamdan bir nara duvermemle beraber “Kaan’cım ku- yuyorum. Koşmaya başlıyorum, sura bakma yetişmem gereken bir hızımı alamadığımdan bir yokuş 8 gelince duramıyorum aşağıya düşüyorum. Yukarı bakınca surların yıkık dökük merdivenlerini görmüştüm. Yavaşça çıkmaya başlıyorum. Tepeye çıkınca dışarıdan duvara tırmanmaya çalışan kırmızı şapkalı Azap askerlerini görüyorum. Çabaları hayranlık uyandıran cinsten, lakin onlar değil Yeniçeriler meşhur olacak şehrin fethine dair yüzyıllar sonra. İşin çoğunu yapanlar da Azaplardı halbuki yazık… Azapların arasında Kalenderi dervişlerini de görüyorum, kılsız, tüysüz halde, ellerinde borularıyla koşuyorlar. Sonra hepsi birden kayboluyor ve onlar yerine Yaşim Vatandaş’ın 1994 tarihli İstanbul’un Fethi’ni anlattığı çizgi filmi gözlerimin önünde canlanıyor. Bahsettiğim çizgi filmi bu yazıyı okuyan kaç kişi hatırlar bilmiyorum, hatta birçoğunuz da izlememişsinizdir ama bir nesli çok etkilemiştir. Fatih’in gecenin bir vakti İstanbul’a gizlice girip Urban’ı kaçırışı, inanılmaz azmi, sıradışı projeleri... Peki ya tarihi gerçeklik? Şimdi bunu konuşmanın sırası değildi. Yanımda bir anda bir turist bitiyor, “Bu insanlar nasıl olur da burada yaşarlar” diye soruyor bana hayretle. Ben de “Yok, burada yaşamıyorlar, onlar askerler sadece…” diye cümlemi bitirecekken eliyle işaret edip “Çadırlara baksana” diyor. Gerçekten bir anda karşımda artık yüzyıllar öncesinde değil günümüze geri döndüğümü anlayıp çadırları görüyorum. Fakirlik, yoksulluk içinde verilen bir yaşam mücadelesi. Bu soğukta nasıl donmuyorlar, bu kartonu nereden nasıl toplamışlar, nasıl yemek yapıyorlar, hiç hastalanmıyorlar mı? Nasıl yıkanıyorlar? Bunları dememle beraber arkamı dönüp yürümeye başlıyorum. Aşağı iniyorum ama basamaklar çok dağılmış halde, dikkatle iniyorum. Biraz ilerleyince daha önce İstanbul’u fethetmek isteyen Araplardan kaldığına inanılan mezarların yanında geçiyorum ve tam karşımda İsmail Yağcı var! Sevgili okur, sen İsmail Amca’yı hiç duymamış olabilirsin ama kendisi bana tarih sevgisini aşılayan kişidir. Onunla beraber çocukken Anadolu’yu adım adım gezip sayısız türbe, medrese ve cami gezdim. Çok şey öğrendim. Anadolu’yu öğrendim. Öğrendim diyemem gerçi, çünkü Anadolu öğrenilemeyecek kadar zengindir. İsmail Amca bir anda karşımda duruyorum. Kendisi programı sunarken bizlere iyilik, doğruluk, çalışkanlık, paylaşmak, ağırbaşlılık ve mütevazılık üzerine sayısız menkıbe anlatırdı. Programı o gün izledikten sonra yarın daha iyi bir insan olmaya karar verirdiniz. Çünkü İsmail Amca ile paylaştığınız bir şeyler vardı. Kendisi televizyonda gördüğünüz ve o yaşlarda dahi samimiyetsiz olduğunu bildiğiniz şımarık insanlar gibi değildi. Kendisi kapısı çalınacak komşuydu, çocuklara iyi davranan ve gereksiz yere onlara kızmayan dedenizdi. Yanına gitmeye cesaret edemedim. O aynı adamdı ama ben hayata dair olan bu kadar hayal kırıklığından sonra aynı adam değildim. Bundan üç yıl önce eve çok geç bir saatte sarhoş bir halde gelmiştim. Gözlerimden yaşlar dökülüyordu, durmadan ağlıyordum. Kalbim kırılmıştı. Ne yapacağımı bilemeden televizyonu açtım ve karşımda İsmail Amca vardı. Çocukluğumu, o günleri hatırladım, İsmail Amca’nın o çocuklukta nerede durduğunu hatırladım. Daha çok ağlamaya başladım. Televizyonu kapatamamıştım ve ağlamaya devam ediyordum. Orada öylece ne kadar durduğumu hatırlamıyorum. Çok yalnız olduğumu hissettim. Uzun süre önce kendimi İsmail Amca’nın yanında bırakmıştım. Geri de dönememiştim ve artık başka biriydim. Kötü biri olmasam da dünyanın kötülüğü beni kırmıştı. Tekrar yukarı dönerek yürümeye başladım. Sadece duvarları ayakta kalmış bir sinagog vardı. Ne kadar yazık... Surlara çıktım ama köşede öpüşmeye hazırlanan bir çift vardı, onları rahatsız etmemek için aşağıya indim... Yavaş yavaş kendime geliyordum. Hayaller bitmişti. Sisli bir hava vardı. Arkadaşımdan notları alamamıştım. Yola çıktım. Otobüse bindim. İnip tramvaya bindim. Geceleyin Sultanahmet paketinden çıkarılmamış bir çikolataydı. Vapura bindim. Boş olan vapurda çay içmeye başladım. Bir katarsis yaşarak temizlenmiştim. Yarın daha güzel olacaktı. 9 RÜYA İÇİNDE HAYAL: EVLİYA ÇELEBİ İLE KURGUSAL BİR HASBİHAL Hasan ŞAHİNTÜRK Hele bir toplanın, izzet meclisinde bu ay seyyahların piri, medar-ı iftiharımız, pek sevdiğimiz, adına yüzlerce bilimsel çalışma ve bir o kadar da popüler anlamda eser yazdığımız ama asla yeterli bulmadığımız; Avrupa Konseyi tarafından “dünyaya yön veren 20 kişiden biri” olarak seçilerek bizi onure eden Evliya Çelebi var. Meclisimize şeref verdi, o ayrı. Bir de anlattıklarıyla aklımızı başımızdan aldı. Bize teveccüh buyurdu ya koskoca Seyyah-ı Âlem, onu hangi kelimelerle ifade edelim bilemedik. O yüzden ben hiç mi hiç sesimi çıkarmadan onunla yaptığımız hasbihalden hatırımda kalanları sizinle paylaşacağım, o kadar. Lakin önce bir çift sözüm var size: Elime kitap alıp okumaya başladığımdan beri kesbettiğim bir meleke var. Okumuş olduğum kitapların yazarları veya kitapların içerisindeki gerçek tarihi kişilerle bir şekilde irtibat kurmak, onların ruhi özelliklerini, fiziki özelliklerini daha derinlemesineöğrenmek için çeşitli yollar denemek.Bu çok mu gerekli demeyiniz, istirham ederim; pek gerekli, gözümle, kulağımla, parmağımla, kalbimle var olan tüm iletişim yöntemleriyle insana dokunmak, zihnen ve kalben onu tamamlamak isterim. Bu yüzden sevdiğim yazarlarla hep bir irtibatlı olma halim mevcut. Mesela Cemil Meriç üstadımı, okuduğum kitaplarından sonra hep merak ettim durdum. Nasıl konuşurdu? Ses tonu nasıldı? Jest ve mimikleri, konuşurken kullandığı eli, kolu, kaşı... Yahya Kemal nasıl 10 şiir okurdu? Ses tonu ne renkti? Aziz İstanbul’u onun sesinden dinlesek ne de güzel olurdu... Sonra internette, çeşitli dijital arşivlerde birçoğuna erişebildim. Nasıl onları hissettim size anlatamam... Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Nazım Hikmet, Necip Fazıl ve daha birçokları için kendi sesinden konuşmalarını ve şiirlerini dinleyebilir, hatta bazılarının video görüntülerini izleyebilirsiniz. Tavsiyemdir o güzelim şiirleri bir de yazarlarının sesinden dinleyin, sesleriyle dokunun onlara. Mesela Sakarya’yı Necip Fazıl’ın kendi sesinden, Aziz İstanbul’u Yahya Kemal’in kendi, Rumeli Ağzının etkileri sezildiği hoş sesinden dinlemek istemez misiniz? İstersiniz, istersiniz... Sonrasında sevdiğim yazarlar, şairler ve tarihe mâl olmuş her insan için varsa video görüntüsü, yoksa ses kaydı, o da yoksa fotoğrafı, yoksa resmi, o dahi yoksa minyatürünün peşine düştüm. Saydıklarıma dair hiçbir şey yoksa mezarına kadar vardı bu iş. Eğer mezar yeri de belli değilse.. İşte o zaman kafamda deli sorular... Tarihin belki de en çok insana dokunduğu tarafını seviyorum. Tarihin, insana dokunduğu o yerde belki de kendimden, kendi geçiciliğimden bir şeyler bulduğum için boyutsuz bir sevgiye, hayali varsayımlara veriyorum kendimi. Lafı çok uzatmak istmem. Geçmişle olan irtibatımın insanlığı konusunda söyleyeceğim kifayetsiz sözler, varsa içimde bu hissiyata dair on düşünce, onların arasından ifade edebildiğim bir düşünceyi dahi karşılayamayacağından sözü kısa kesiyorum. Efendim malumunuz, Evliya Çele- bi’nin elimizde kesin olarak doğruluğu kabul edilmiş bir görseli malesef yok. Video görüntüsü ve ses kaydının olması da mümkün değil. Bunların hiçbirinden hiçbir beklentim yoktu zaten. Ah bir mezar taşı olsa idi... Kafam da deli sorular... Hiç olmazsa kabrini ziyaret eder bir fatiha okur idik. Çoluğumuzu çocuğumuzu ziyaretine götürür medar-ı iftiharımızı gösterirdik. Yolumuz düşmüş gibi yapıp geçerken uğruyordum kabilinden bahanelerle toprağına çiçekler ekerdik. Her zaman uğrayamasak bile yanından yakınından geçerken, ama onun orda olduğunu bilerek sağ elimizi kalbimizin üzerine koyar başımızı öne eğerek selam verirdik. Hiç olmaz ise içimize tebdil-i mekan aşkı düştüğünde, yola çıkmadan bir Cuma günü kabrinin bir köşesine kıvrılır seyahatına peygamber efendimizi rüyasında görerek çıkan bir seyyah’ın ruhuna dualar gönderirdik. Tüm bunlarla beraber gidip onunla konuşabilirdik. Ben öyle yapardım eğer olsaydı. Gidip onunla konuşurdum. Daha öncesinde birçok kişi ile yaptım bunu. Aklımı üşüttüğümü falan düşünmeyin, Ahmet Hamdi Tampınar’a sorsanız size; “mezarlıkların, şehirlerin ortasında, yaşanan zaman ile ebediyet arasında aşılması çok kolay bir köprü gibi adeta üçüncü bir zamanı teşkil ettiğini ve ölülerin basit bu ikametgahlarından sokağın bütün hayatına şahit olduklarını, zaten ramazan, bayram, kandil, büyük zaferler, sevinç ve kederlerimizi, hepsini onlarla paylaştığımızı.” söyler de diyecek bir şey bulmazsınız. Şimdi buraya Yahya Kemal’in mezarlıklarla ilgili düşüncelerini de yazardım da bu iş uzar diye başka bir zamana bırakıyorum bu bahsi. Neyse efendim, Evliya Çelebi’nin ne yazık ki ne zaman öldüğü de, mezarının nerede olduğu da belli değil. O halde biz de onunla has- 12 bhalimizi mezarının başına gitmeden, seyahatnamesi aracılığı ile yapalım. Merak ettiğimiz ne varsa soralım. Seyyahların piri de bizi kırmaz yanıtlar elbet. *** -Ahmet Hamdi Tanpınar: Kırmaz Hasancım kırmaz sen sor hele, canım Evliyam öyle Çelebi taifesindendir diye biraz nüktedandır diye burnu havada değildir. Gelmiş meclisimize oturmuş, sen sor o diyiversin ne istersen. -Ben:Üstadım siz de mi buradaydınız ? -Ahmet Hamdi Tanpınar: Burdayım elbet Evliya’dan ilham alan cümle muhariran, seyyahan dahi buradadır. -Ben: Hayy Maşallah, çok muhabbetli bir meclis olacağa benziyor. Ben o zaman hemen Seyyahların Piri, pek değerlimiz Evliya Çelebimize hoş geldin diyeyim. Hoş geldin pirim. Safalar getirdin. Meclisimize şeref verdin. ricasında dua eyledim. Sürekli dervişlerle dostluk edip dünyadaki yedi iklim, dört bucağın tarifini duydukça can ve gönülden seyahat dileyip acaba dünyayı gezip kutsal yerlere, Mısır’a, Şam’a, Mekke ve Medine’ye varıp yaratılmışların yegane sebebi olan Peygamberimizin ravzasına yüz sürmek mümkün olacak mı diye üzülüp süzülürdüm. Bu sebeplerden içimdeki bu seyahat aşkından dolayı diyar diyar gezmek ve gördüklerimi anlatmak nasip oldu çok şükür. -Evliya Çelebi: Hoşbulduk. Tuz, ekmek hakkı bilirsiniz deyu biz dahi meclisinizde bulunmak istedik. Sualleriniz olursa elbet biz de cevap vermeye çalışırız. -Evliya Çelebi: Elbette! Yüce Allah, gezi ile birçok yeri görmeye neden olan ben değersiz ve yoksul, daima kusuru çok olan gezgin, insanoğlunun kölesi, özü sözü bir Derviş Mehmet Zilli oğlu Evliya, Her zaman Allah’tan yardım dileyip Furkan-ı kerim suresi ve yüce Kur’an’ın ayetleri, bereketleri ile bütün gönlümle yüce Allah’tan duada bulunarak, doğum yerim olan İstanbul’daki evimde, yuvarlak yastığıma uyumak için yaslanmıştım. 1040 yılı Muharrem Ayının aşure gecesinde (19 ağustos 1630) yarı uyku durumunda iken, düşte kendimi Yemiş İskelesi yakınında helal para ile yapılıp, duası kabul olan Ahi Çelebi Camisi’nde gördüm. Hemen caminin kapısı açıldı. Işıklı caminin içi baştanbaşa silahlı asker ve aydınlık cemaat ile doluydu. Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra salâvat-ı şerife okumaya başladılar. Ben değersiz ise minber dibinde oturuyor, bu nur yüzlü ce- -Ben: Teveccüh buyurdunuz efendim. Elbette ilk sorum yaptığınız seyahatlerle alakalı olacak. Pirim, nereden kaynaklandı bu diyar diyar dolaşma haliniz? -Evliya Çelebi: Şöyleki; Yazılarımıza başladığımız yerde yüce hizmetiyle şeref bulduğumuz büyük padişah, Bağdat Fatihi Sultan Murad Han Gazi, Allah’ın rahmeti içinde olsun. Zatlarının saltanatı zamanında, 30 Temmuz 1631 tarihinde yaya olarak İstanbul şehrinin etrafındaki köy ve kasabaları nice bahçeleri, bağları gezip seyrederken aklıma uzun seyahatler gelirdi. Dünyayı nasıl dolaşabilirim diye her an Allah’tan dünyada vücut sağlığı ve seyahat, ahrette de iman -Ben: Pirim, Sultan Murat Han hazretlerini ben dahi çok severim onunla ve sarayda geçirdiğiniz günlerle alakalı sorular da soracağım lakin seyahatlere başlangıç aşamanızla alakalı sorularla devam etmek istiyorum. Güzel ülkemizde yediden yetmişe herkes seyahatlere başlamadan evvel gördüğünüz rüyayı merak ediyor. Rüyanızdan bahsedebilir misiniz ? maati hayranlıkla izliyordum. Hemen yanımda oturan cana bakıp: -Sultanım! siz kimlerdensiniz ? Yüce adınızı lütfediniz dedim. O da: -Aşere-i, Mübeşşere’den kemankeşlerin piri Sa’d İbni Ebu Vakkâs’ım deyince, hemen kutsal ellerini öptüm. -Ey sultanım! Bu sağ yanda oturan, ışığa bürünmüş güzel cemaat kimlerdir? dedim. O da cami içinde bulunan bütün cemaati birer birer bana anlattı. Onların hangisine yüzümü çevirdiysem ellerimi göğsüme koyup iyice baktım ve baktıkça can buldum. Birazdan şimdi peygamber Hazretleri de Hasan, Hüseyin ve On İki İmam ve bizden başka Muhammed Peygamberin cennetlik olduklarını müjdelediği on iki kişi ile gelecekler. Sabah namazının sünneti kılınacak. Sonra sana “Ka- met getir” diye buyururlar. Sonra hemen mihrapta Hazreti Peygamber otururken elini öp, “Şefaat ya Rasulullah!” de. Yardım rica et, diyerek Sa’d İbn Ebu Vakkas yanımda oturup bana öğretti. Baktım cami kapısından parlak bir ışık parladı. Cami içi aydınlık iken, ışık üzerine ışık oldu. Bütün sahabelerle peygamberlerin ve evliyaların ruhları ayakta hazır durdular. Hazreti Peygamber yeşil sancağı dibinde, yüzünde örtüsü ile, elinde asası ve belinde kılıcı ile, sağında İmam-ı Hasan ve solunda İmam-ı Hüseyin olduğu halde göründü. Mübarek sağ ayaklarını “Bismillah!” diyerek cami içine koydu. Kutsal yüzünden örtüsünü açtı ve: -Essel’amu aleyke ya ümmeti diye selam verdiler. Bütün camide olanlar hep bir ağızdan: -Ve aleykümü’s-selam Ya Resulullah ve Ya Seyyide’l-ümem diye selâm aldılar.Daha sonra Peygamber efendimiz hemen mihraba geçerek sabah namazının iki rekat sünnetini kıldılar. Selam verdikten sonra bana bakıp sağ eli ile dizine vurup: -Kamet getir! dediler. Ben de hemen Sa’d İbn Ebu Vakkâs’ın öğrettiği gibi segâh makamında kamet getirip tekbir ettim. Hazreti Peygamber de segâh makamında hazin bir sesle Fatiha-i Şerif ’i ve arkasından “Ve Vehbnâ..” aşr-ı şerifini okudur. Böylece bütün cemaate imamlık etti. Kısacası Sa’d İbni Ebu Vakkâs’ın öğrettiği gibi görevimi tamamladım. Sonra Hazreti Peygamber mihrapta ayak üzere dururken, Sa’d İbni Ebu Vakkâs Hazretleri beni elimden tutup Hazreti Peygamberin huzuruna götürdü. Hazreti Peygamber’e: -Sadık âşıklarından seni özleyen 13 ümmetin Evliya kulun, şefaatini rica eder dedi. Bana da: -“Kutsal ellerini öp.” dedi. Ben o an ağlamaklı oldum. Hareti peygamberin kutsal ellerine küstahça dudaklarımı kondurdum. Onun görünüşünden “Şefaat Ya Rasulullah” diyeceğime hemen “Seyahat ya Rasulullah” demişim. Hazreti Peygamber hemen gülümseyip: -Allah, sağlık ve esenlikle şefaati, seyahat ve ziyareti kolay etsin! diyerek “Fatiha” okudular. Bütün sahabe fatiha okudular. Bütün orada bulunanların kutsal ellerin öptüm. -Eselâmu aleküm ey kardeşler! deyip camiden çıktılar. Bütün sahabeler bana hayır duada bulundular ve hepsi birden camiden çıkıp gittiler. Hemen Sa’d Hazretleri belinden ok kutusunu çıkarıp benim belime kuşattı ve tekbir getirip: 14 -Yürü! Ok ve yay ile gaza eyle. Allah seni koruyup esirgesin. Sana müjde olsun ki, bu toplulukta ne kadar ruhlar ile görüşüp kutsal ellerini öptünse, onların hepsini ziyaret etmen nasip olur, dünyayı gezer ve insanlar içinde tek olursun dedi. Hak yolu elden koma, hile ve kötülüklerden uzak dur, ekmek ve tuz hakkın gözet, sadık dost ol, yaramazlarla dost olma, iyilerden iyilik,ülkenin güzel işlerini, yiyecek ve içeceklerini, topraklarının arz ve tüllarını (enlem ve boylam) öğren”diye öğütler verip alnımdan öperek Ahi Çelebi Camii’nden dışarı çıkıp gittiler. Hakir şaşırıp uykudan uyandım. “Aya bu benim rüyam mıdır? Yoksa gerçek halim midir? Yoksadoğru rüyam mıdır?” diye türlü düşünceler ile iç rahatlığına ve gönülzevkine ulaştım. Daha sonra sabah erkenden değerli hocalardan rüyamı tabir etmesini istedim. Onlar dahi rüyayı hayırlı buldular ve önce İstanbul’dan başlamak üzere seyahate çıkıp gördüğüm yerleri yazmamı istediler. -Ben: Pirim, bir Kadir Gecesi Ayasoyfa Camisinde Kur’an okurken Sultan IV. Murat Han’ın dikkatini çekip sizi yanına çağırıdığını ve ondan sonraki süreç içerisinde Saray’da belirli bir süre yaşadığınızı biliyoruz. Saray hayatınıza dair çok renkli, güzel anlatımlarınız var ama bende bir müverrih namzeti olarak IV. Murat Hanı pek severim ondan biraz bahsedebilir misiniz? -Evliya Çelebi: Elbette Hasancan elbette! Sultan Murat Han; uzun boylu, iri ve şişmanvücutlu, yuvarlak güzel yüzlü, siyah sakallı, açık kaşlı, beyazı çokela gözlü, geniş omuzlu, ince belli, pazuları kalın ve kutlu elleri aslanpençesi gibi idi. Osmanlı devletinde böyle bir güçlü yönetici,adaletli, isyancıların kanını içen, eşkıyayı kıran, asker sürücü, Rüstem gibi güçlü ve yiğit bir padişah gelmemiştir. Bir gün harem hamamından dışarı Hasoda’ya terleyipçıktığında herkese selam verip:”Şimdi bir hamam faslı eyledim” dedikte herkes,”Sıhhat ve afiyet” dediler. Hakir,”Hünkar’ım pak olup nur olmuşsunuz. Bugün artık yağlanıp güreş etmeyin, zira içeri haremde salavatsız güreşip damarınız kırılıp kuvvetiniz kalmamıştır. “Ya kuvvetimkalmamış mıdır, gör imdi” deyip bu hakiri hemenkemerimden kartal gibi kapıp bebe fırlağı gibi bu zayıfı başı üzerinde fır fır çevirip dönderirken hakir, “Bre Hünkar’ım bu duacın sakın yenme ve koyuverip düşürme” dediğimde hemen,”Kendini pek tut” dedi.“Bre meded hünkar, hemen Allah tuta yoksa iş işten geçti” diyeferyat edegördüm. Yine hakiri gürz gibi çevirip,”Bre Hünkar’ım dönmeden gönlüm bulandı, kusacağım geldi...”deyincegülrnekten güçsüz kaldı ve bu şakadan hoşlanıp hakire 48 altın verdi.. Bir gürbüz er, aslan gibi bir padişah ve bir yiğitti. Bunlar kuvvetinin çokluğuna delildir. Özellikle Cenab-ı Hakk’ınn nimetleriyle yetişmiş obur bir padişah idi. Bundan ziyade bizi de pek severdi. Sarayda çok iyi vakitler geçirir idik. Fakat sonra ben sarayda kalma durumum olmasına rağmen içimdeki seyahat sevdasından ötürü ömrümü gezmeye, yeni yerler ve insanlar tanımaya vakfettim. vakit alır. Bu soruya şöyle cevap vermek icab eder; “ .. Yerde gezin, dolaşın... “ [Nemi, 69; Ankebut, 20, Rum, 42] emrine uyarak yeryüzünü gezip dolaşıp,”Gecelerce ve gündüzlerceoralarda korkusuz gezin, dolaşın” [Sebe, 18] ayeti üzere gece gündüz dünya yüzünde yedi ikilimin dört köşesini yedi gezegen gibi seyrettiğimiz dağlar, çöllerde, karada ve denizlerde çektiğimiz şiddetli elemleri ve ömrümüz,” Yolculuk, bir fersah da olsa cehennemden bir parçadır” sözünce değerli ömrümüz nice geçti... Aile meselesine gelince, seyahat fikrine babam razı değildi.Bir vakit pek sevgili can dostum Okçuzade Ahmed Çelebi’nin Bursa gezisi için hazırlık yapıp beni dahi davet etmesi üzerine, bu hakir de hemen o sırada baba, anne, kardeş ve kız kardeşin haberleri yokken 20 nefer dostlar ile Eminönü’ne gelipbir Mudanya kayığına binerek Bursa’ya gittik. Bir ay üzerine Bursa’dan istanbul’a dönünce artık beni tutamayacağını anlayan babam seyahate çıkmama izin verdi. -Ben: “Yolculuk, bir fersah da olsa cehennemden bir parçadır” dediniz. Pirim, biz sizin dünyayı diyar diyar gezerken yüzünüzün hep güldüğünü, çevrenize hep neşe saçtığınızı düşünyoruz. Yani kafamızdaki Evliya Çelebi ve yolları, hep dikensiz, gülden ve papatyadan... Yolculuklarınız esnasında sıkıntıya girdiğiniz, tehlikeler atlattığınız oldu mu ? -Evliya Çelebi: Olmaz olur mu hangi birini anlatayım. Karadeniz’de gemimizle seyahat ederken fırtınaya yakalandık. 1050 Safer’inin dördüncü günü [26.05.1640] bizi denizin dalgaları dövmeye başlayıp üç gün üç gece gök gürültüsü ve şimşek, hortum, salıntı, kırıntı, şimşek, yıldırım ve yağmur ile karışık kar, -Evliya Çelebi: Nereleri gezdiğimi tipi ve boran çekmekten gemicileisim isim saymaya kalksam uzun rin gemi üstünde durmaya güçleri -Ben: Çok sağolun pirim, bizleri dahi memnun eylediniz. Biraz da seyahtlerinizden bahsetmeye ne dersiniz? Bu seyahatfikrine ailenizin tepkisi ne oldu ve nereleri gezdiniz diye bir soru sorsam nasıl bir cevap verir idiniz? dermanlarıolmayıp her biri geminin birer köşesinde define bulmuş gibi gözden kayboldular. Yolcuların kimi kusmada, kimi tövbe istiğfar edip kurbanlar, sadakalar ve adaklar adamada. Hakir de; “Ey Allah’ın kulları, gelin sizinle hep birlikte İhlas-ı Şerif suresini okuyalım. Ola ki Cenab-ı İzzet İhlas suresi hürmetine hepimizi kurtara” dedim. Ama yine denizin dalgası durmayıp yedişerleme tabir ettikleri kum asla aman vermeyip kâh göklere çıkıp bulutlara geminin direği dokunurdukâh denizin dibine inip sanki cehennemdeki gayya deresi ve en derin çukura inmiş olup dört tarafımızdaKaradeniz Bisütun Dağı gibi belli olurdu. Sonunda anbarın kapağını açarak anbardan ağır eşyaları tamamen denize attık, yine kurtuluşa eremedik. Geminin kıçından dümen iğneciği kırılıp dümen denize düşünce bütün denizciler ellerini dizlerine vurup yavaş sesle birbirleriyle helalleşmeye başladılar. Hemen bu mahalde canı başı zinde, yarar ve cesur gemiciler ellerine baltalar alıp öncelikle gemi çarmıhlarının iplerini kestiler. Sonra gemi direğine balta üşürüp bir anda direği kestiler. Direk denize düşerken on bir adamı ezip öldürdü. O merhumların ölülerini denize atınca gemi içinde bir ağlama ve feryat kopup herkes hayattan ümidini keserek can pazarına düştüler. Bu sırada bir sağanak da gelip gemiyi baştan tarafa iki parça edince anbar içinde saklanmış olan bütün yolcular ve esirler anbardan dışarı çıkıp bağırıp çağırmaya başlayınca nice adamlar helalleşti. Bazı gemiciler soyunmaya başlayıp herkes bir tahta, kabak, varil ve fıçı şekilli eşyaları ellerine almaya başladılar. Sonra binbir güçülke gemi paramparça olurken bir sandala binebildim. Bazısı can ve başı ile yüzgeçlik ederek bizim sandalımız üzere gelirken Kıssahan Emir Çelebi gelip onu kolundan yapışıp sandala alınca 15 daha başkaları da birer yolla bizim sandala geliyorlar. Şunu anladık ki bizim sandalımızın da insan çokluğundan ve yük ağırlığından suya batması kesindir. Hemen yedi kişi dal-kılıç olup gelen adamlara kılıç salladılar. Parçalanan gemiden biraz açılıp gemiden nam u nişan, ademoğlundan bir can belli olmaz oldu. Can başımıza düşüp kâh gökyüzüne çıkardıkkâh yerin dibine inerdik. Sandal içinden kavuklarımızla su dökmekten ve kışın sertliğinden güçsüz dermansız kaldık. Yine Yasin•i şerif okuyarak, denize su dökerekgideriz ama hepimiz hayatımızdan ümidimizi kesmişiz.Bu hal üzere bir gün bir gece sandal ile denizde gezip güz yaprağı gibi tir tir titreriz. Aç ve çaresiz, ağlayıp inler, çıplak durumda Kadı Ali Efendi ve Kıssahan Emir Çelebi’yi zatülcenb hastalıkları tutup ölünce Hüda’nın emri deyip denize attık. Üçüncü gün öğle vaktinde Allah’ın emriyle bir dalga gelip sandalı baş aşağı etti. Hakir de baş aşağı denize düşüp can havliyle yüzgeçlikte biraz ustalığımız olması sebebiyle el kol atarak çabalamaya başladım. Onu gördüm daha önce sandalımızın yanına gelen uzun ve geniş anılan kovuş tahtası yanından geçerken hemen hakir hızlıdavranıp el çabukluğu ile bu amansız Karadeniz’de boğulmaktanise bu levhayasarılayımdedim. Can havliyle tahtaya sarılıp ne olursa olsun de- 16 yip can pazarında canbazlık edip büyük levhaya yılan gibi sarıldım. Sankidenizde Hazret-i Hızır’a rast geldim ve sandal içinde olan yoldaşlanından haberim olmayıp kayboldular.Hakir bu hal üzere kâhsoğuktan kâh deniz dalgalarının korkusundan Karadeniz’de yuvarlanıp debelenerek amansız dalgalarda canından bezmiş iken geri tarafta denizde bir feryatkoptu. Can havliyle geriye baktım. Meğer benim bindiğim uzun kovuş tahtası üzerinde iki Gürcü kölesi, iki Çerkez bakiresi ve bir Rus kölesi büyük tahta üzerine binip yarasa kuşu gibi sarılmışlar. “Ah bunlar benim bindiğim tahtaya ağır yük olup boğulmama sebep olurlar. Ah berbat halim neye varır” deyip asabım bozuldu. Huda Kerim’dir diye bu hal üzere denizde asla bir deniz kıyısı belli değilama Huda’ya hamd olsun hava biraz yumuşayıp dünyayı aydınlatan güneşin şiddetli sıcaklığı da biraz fazlalaştı. Deniz dalgası da birazcık azalmaya başlayınca gündoğusu rüzgarı bizi süre süre Huda’ya hamd olsun üçüncü gün göklere kadar çıkmış çok yüksek dağlar belli oldu. Denizin dalgaları bizi deniz kıyısına bırakınca güçsüz dermansız, tozun toprağın üzerine düştüğümü bildim. Başımızdan geçen maceranın başlangıcından gemi battığındansonra üç gün üç gece aç, çaresiz ve muhtaç sandal ile gezdik. Sandal sulara gö- mülünce kovuş tahtasıyla bir gün bir gece denizde gezip ikinci günün öğle vaktinde Nuh Peygamber gibi Keliğra Sultan kayasına düşüp kurtulduk. Keliğra Sultan Türbesi dervişleriyle can sohbeti edip bize Huda’nın hediyesi olan kölelerimizle bir oda verdiler. Böylece nice badireler gibi bundanda Huda’nın lütfü ile kurtulmuş olduk. -Ben: Çok şükür ki kurtulmuşsunuz pirim, Allah sizi bizlere bağışlamış. O afeti atlatamasaydınız eğer sizleri tanımayacak, meclisinizde bulunamayacaktık. “Yolculuk, bir fersah da olsa cehennemden bir parçadır”vecizesine neden bu kadar önem verdiğinizi şimdi daha iyi anlıyorum. Pirim sizinle saatler boyunca hasbihal etmek bizleri ziyadesiyle memnun eder. Lakin vaktimiz de daraldı. Sizi de fazla sıkmadan, son üç sorum daha olacak. Seyahatnamenizde ibret verici, bizlerde hayret uyandıran bazı tanıklıklarınız var. Devasa hayvanlar, acayip insanlar, aklımızın alamayacağı olaylar…Bunlardan bahsedebilir misiniz? -Evliya Çelebi: Size Hazar Denizi’nde rastladığım bir canavardan bahsedeyim o vakit. Deniz kanarından giderken Hazar Denizi’nin dalgasındandeniz kıyısına bir balık düşmüş, boyu tam 100 adım (1 adım 75 cm.) idi.İki başı var, biri kuyruğu yerinde yılan başlı, biri büyük başıki hamam kubbesi kadar var idi. Sanki resimlerde çizilen ejderharesminin başına benzerdi. Üst çenesinde 150 dişi var ve alt çenesinde 140 dişi var. Her bir dişi birer arşın uzunluğunda ve insan baldırı gibi kalın dişleri,fil kulağı gibi kulakları ve yuvarlak sofra büyüklüğünde gözleri var. Bütün vücudu kunduz tüyü gibi tüylü bir yaratık, acaip ve iri bir balık idi. Bütün Bakü, Demirkapı ve Şamahı halkı toplanıp seyrederlerdi. Hoca Sarı Han adında Hazar Denizi gezgini: “Bu Hazar Denizi’ne mahsus bir ejderhadır ki denizciler bubalığa pil-guş nehengi (timsah) derler. Büyük balıklar bu balıkdan korkarlar.” dedi. Ancak gerçekte bu Hazar Denizi kıyısında olan ibret verici şey başka bir denizde yoktur. Hatta deniz kıyısında o kadar deniz mahluku kabukları ve leşleri vardır ki diller ile anlatılamaz, bir deniz yaratığınabenzerliği yoktur. Mısır’da da böyle bir Timsah’a rastladım onun hikayesini de artık başka bir meclise anlatırım. -Ben: Pirim, Hazerfen Ahmed Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi’yi biz pek severiz, acaba kısaca onlardan bahsedebilir misiniz? Onları gördünüz mü? -Evliya Çelebi: Tabii ki gördüm, kısaca bahsederim elbette. Hazarfen Ahmed Çelebi, ilk defa Okmeydanı minberi üzereyıldız rüzgârı şidde- tinde kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere göklere kanat açarak talim etmişti. Sonra Sultan Murad Han, Sarayburnu’nda Sinanpaşa köşkünde seyr ederken Galata kulesinin en tepesinden Ahmed Çelebi lodos rüzgarıyla uçup Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na düşmüştür. Sonra Murad Han bir kese altın ihsan edip Hezarfen Ahmed Çelebi’yi Cezayir’e sürmüştür. Orada öldü. Murad Han “Her ne istese elinden gelir” diye Ahmed Çelebi’den pekkorktuğundan sürmüştür. Lagari Hasan Çelebi ise Murad Han’ın Kaya Sultan adlı bir kızıdoğduğunda akika şenliği olduğu gece 50 okka baruttan yedi kollu bir fişeng icat edip Sarayburnu’nda padişah huzurundaderya üzere fişeğe bindi. Yardımcıları fişeğe ateş edip Lağari, “Padişahım seni Hüda’ya ısmarladım. İsa Peygamber ile konuşmayagideriz.” diye göklere yükselirken dua edip Allah’a hamdlerederek yanında olan fişenklere ateş edip deniz yüzünü aydınlattı. Gök kubbede büyük fişeğin barutukalmayıp yere inerken ellerindeolan kartal kanatlarını açıp Sinanpaşa Kasrı önünde denize düşüp yüzerek çıplak padişah huzurunda yer öpüp “Padişahım, İsa Peygamber padişahıma selam eyledi” diyeşakalar etti. Bunun üzerine bir kese altın ve 70 akçe ile sipahi zümresindenolup Kırım’da Selamet Giray Han’a gidip orada öldü.Rahmetli yakın dostu- muz idi. Allah rahmet eylesin. -Ben: Bizi pek memnun eylediniz pirim. Her iki kişi de bu fakirin çoçukluk kahramanıydı. Onları sizden dinlemek beni çok mutlu etti. Son iki sorum kaldı ilki; seyahatnameden başka bir kitabınız varmı? Bir de hiç evlenmediniz mi? -Evliya Çelebi: Evet, Şakaname diye bir eserim daha vardır. Evlenme konusuna gelince hiç evlenmedim. Dünyayı gezmek için, yeni yerler görmek için aileyi ayakbağı buldum hep. O yüzden kendime yakışan en çok sevdiğim sıfatlardan birtanesi “Mücerred”dir. -Ben: Son sorum pirim, nasıl sorsam bilemiyorum. Lakin sormam gerekiyor. Şimdi günümüzde bazı zevat sizin olayları çok abarttığınızı veya gidip bizzat görmediğiniz yerleri anlattığınızı söylüyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz. Ahmet Hamdi Tanpınar: Canım Evliyam, müsade edersen bu soruya ben cevap vereyim. Hasancım, “Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil,ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima karlı çıkarım.” Bence siz de öyle yapın. Göreceksiniz ki hiçbir zaman zararlı çıkmayacaksınız. 17 “Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz,” Şiire Kadın Kalbi Zehra DEMİRKALE Hayatın her yerinden şiir fışkırıyor, görüyor musunuz? Size bir kapı aralayacağım. Şiire giden. Göğsünüzde atan kalbi avuçlarınızda hissettiren. Hayatı gözlerinizin önüne tüm gerçekliğiyle seren. Didem Madak. Önce anne. Füsun’un annesi. Okurunun şairi. Benim defolu kelebeğim. Şiir dünyanın o en kadim sızılarını kelimelere dönüştürmek için icat edilmiştir. Şiirden önce kelimeler bu kadar anlamlı ve içleri bu kadar dolu değildi. Şiir pek içsel bir şey. Şairin okurun kalbine dokunması da bu yüzden. Kalpten kalbe giden bir yol varsa eğer şiirdir o. Ve Didem Madak bu yolu çok iyi biliyordu. “Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi / Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.” diyen bir şairim var. Çokomel kâğıtlarını simli ojeli tırnaklarıyla düzeltmeye çalışan her kadının bu dizelerle tanışması gerekmiyor mu sizce de? Çokomel kağıtları… Düzeltmeye çalışırken yırttığımız, kader gibi. büyüsüyle bildiklerimizi parçalayıp aslında hiç bilmediğimiz bir dünyaya götürür ya okuru Didem Madak bunu yaparken perdesizdir. Çıplaktır kelimeleri, abartıdan uzak, duyguları taşkın, metaforları tam kıvamınSon yıllarda edebiyat çevrelerinde dadır. Öfkeleri, acıları, korkuadı sıkça zikredilir oldu şairin. ları, Füsun(gözbebeği, biricik evBirçoğumuz gibi ben de onu Ah’lar ladı), özlemleri, sitemleri ve daha Ağacı şiiri ile tanıdım. Bazı şiirler birçokları kamçıdır Didem Madak vardır. Okunduktan sonra artık şiirinde. Korkusuzdur dizeleri en kitapta değil kalbinizdedir. Nereye çok da başkaldırıcı. giderseniz gidin yol şiire çıkar. Bir iki dizesinden tutunur hayatınıza, Aslı neyse sureti de oydu. Ruhunun görünmez bağlar vardır artık karanlığını dahi sakınmadı dizearanızda. Benim Didem Madak’la leriyle avucumuza bıraktı. “Şiirlsüregelen ilişkim tam da böyle. erim ütüsüz ve buruşuk gezdirdBizim bir yolumuz var. Yolumuz- iğim ruhumun diyeti bence. Bu da ağaçlar, nehirler, kuşlar ve en yüzden hepsi benden parçalarla çok da imkânsız kuşlar var. Ah’lar dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, ağacına bağladığım çaputlarla kal- durup dururken bağıran şiirler.” bimi kalbine düğümlediğim şair. Sesteş yaralarımız, saklılarımız Sayfalarca söylesem sayfalarca var Didem Madak’la. Göz göze sussam da hissettirdiklerini anlat- gelemedik belki ama samimi bir maya hep eksik kelimelerim. Sait ah’ın ortağı olduk hep. SamimiyeFaik dünyayı sevginin kurtara- tle açtığı kollarına sığındık. Ah’lar cağını söyler ya o güzelim hikâye- Ağacı, Grapon Kağıtları ve Pulbibsinde ben kurtuluşumuzu şiirde er Mahallesi’ni tanıyınca anladım: görüyorum tabii bir kurtuluş söz Şiir ihtiyacı olanındır. konusuysa. Bireysel tarihinizi şiirden önce ve şiirden sonra diye Didem Madak tüm yüklemleriyle ayırırsanız neden tercihimin şiird- birlikte zamanının öznesi olmayı en olduğunu anlayacaksınız. başarabilmiş kadınlardandı. Gitti. ‘Yüzünü güvercinlere’, yüreğini ve Şiirin cinsiyeti yoktur ancak söz ah’larını okura emanet edip gitti. konusu Didem Madak olduğunda Didem, gözbebeklerinden öpmek durum bir nebze değişiyor. Didem istediğim caniçi şairim, sen gittikMadak şiirin kadın kalbidir. Şiirl- ten sonra “kaç şiir kaç kere sular erindeki en güçlü ses anneliğidir. altında kaldı” bilmiyorum ama Kadın sesiyle ve kadınca hassas- gördüğün, dokunduğun hissetiyetiyle; kadın olmanın, ataerkil tiğin gibi dünya, hala. toplum içinde kadınlığın, üstüne sinmiş tüm kimliklerinin dışavu- Ah! rumuydu şiiri. Şiir tek bir mısranın 19 OZAN DEDE KORKUT Sait KÜÇÜK “Bir yiğidin kara dağ yumrusunca malı olsa yığar, derer, talep eyler, nasibinden arttuğun yiyebilmez.” Dede Korkut, bilinen ilk Türk Ozanı. Orta Asya’da Kopuz, Anadolu’da saz diye bilenen çalgının mucididir. Türk coğrafyasındaki bütün ozanların piridir. manı 15. Yüzyıl sonlarıyla 16. Yüzyıl başları kabul edilir. Eser de 12 hikâye yer alır. Bunları derleyen, anlatan, yazıya geçiren kimse bilinmez. Her hikâyenin sonunda bir dilek ve mutluluk ortaklığını beOğuz Türklerinin milli ozanı olan lirterek olayı sonuçlandıran Ozan Dede Korkut’un hikayelerinden ve Dede Korkut ortaya çıkar. hakkındaki söylencelerden yola çıkılarak yaşamı M.Ö. 120 - M.S. 646 yılları arasında gösterilmektedir. Dede Korkut’un eserleri 15. yüzyıla kadar sözlü gelenek olarak Oğuzların yaşamına ışık ağızdan ağıza, nesilden nesile antutan on iki destansı halk hikaye- latılmış olup 15. yüzyıl sonlarıyla sinin düzücüsü ve anlatıcısı Dede 16. yüzyıl başlarında yazıya geçiKorkut adına yüzlerce bilim adamı rilmiştir. Yaşadığı yüzyıldan yazıya bir çok araştırma gerçekleşmiştir. geçirildiği yüzyıla gelinceye kadar Hikayelerinde geçen yer adlarının onun söylediği şiir kalıpları nesirtespiti sonucu Dede Korkut’un da leşmiş bir hal almıştır. mensup olduğu Oğuz Taifesi’nin Horasan’dan ayrılıp Bayındır-Han Ancak hikayeler içerisinde önderliğinde Kars-Anı bölgesine varlık gösteren ve soylama olarak geldiği, Kars-Kağızman Ağcakale- bilinen kıtalar incelendiğinde 7 hesi’ni “Yaylağ”, Iğdır-Sürmeli Kara- celi, sekiz heceli, 9 heceli, 11 heceli kalesi’ni “Kışlağ” seçtikleri belirtil- 15 heceli mısralar varlığını korumektedir. maktadır. Dede Korkut hikayelerinden oluşan anonim derlemenin adı: Kitabı-ı Dede Korkut alâ Lisan-ı Tâife-i Oğuzhân (Oğuz Halklarının Diliyle Dede Korkut Kitabı) adıyla Dresden kitaplığında bulunan (Yarım kopyası da Vatikan kitaplığında ele geçen) tek yazmadır. Eserin yazıya geçirilme za- 20 Kerem İle Aslı, Arzu İle Kamber, Ferhat İle Şirin hikayelerinde bir çok şiir mevcuttur. Bunlar ister Dede Korkut’da olsun ister Kerem İle Aslı gibi hikayelerde olsun hep karşılıklı söylemlerdir. Bunlar Dede Korkut’da Soylama olarak geçerken diğer hikayelerde türkü olarak geçerler. Bu şiirlerin SOYLAMA (İç Oğuza Dış Oğuza Asi Olup Beyrek’in SOYLAMA (Salur Kazan’ın Evinin Yağmalandığı Öldüğü Boyu) Boyu) Hani öğdüğümüz bey erenler? Dünya benim, diyenler? Ecel aldı, yer gizledi, Fani dünya kime kaldı? Gelimli gidimli dünya Sonucu ölümlü dünya. Bu kara yer bizi de yiyecektir, En nihayet uzun yaşın ucu ölüm, Sonu ayrılık! Çığnam çığnam kayalardan çıkan su! Ağaç gemileri oynadan su! Hasan’la Hüseyin’in hasreti su! Bağ ve bostanın zineti su! Ayşe ile Fatma’nın nikahı su! Şahbaz atların içtiği su! Kızıl develerin gelip geçtiği su! Ordamın haberini bilirmisin, desene bana Kara başım kurban olsun suyum sana! kalıpları daha çok 8 ve 11 heceli olup Dede Korkut hikayelerindekilerle kıyaslandığında daha bir düzenledir. Günümüzde ki ulusal şiirimizin bu hece sayılarının Dede Korkut şiirinden geldiği düşünülebilir. Onun bazı şiirlerinin berceste mısraları ise akıllarda kaldığı kadarıyla atasözü kimliğine bürünmüştür. Dede Korkut Hikayelerinde Soylamalara gelindiğinde anlatım şöyle başlar: “Dedem Korkut geldi, şadılık çaldı, boy boyladı, soy soyladı, bu oğuznameyi düzdü, koştu böyle dedi” Burada “boy boyladı” destan söyledi, bir boyun hikayesini anlattı manasında, “soy soyladı” ise soyunu sopunu anlattı, kökünü araştırdı, manasındadır. Girişteki anlatımın ardından Soylama söylenir. Soylama ise bir türkü veya şiir demektir. Dede Korkut’un hikayeleri türkülü hikayeler olup “kara hekat” veya “düz hekat” denilen türküsüz hikayeler değildir. Emrah ile Selvihan hikayesi gibi türkülü ve şiirlidir. Dede Korkut’un yazdığı şiirler, söylediği türküler bize onun hikayeleri aracılığı ile ulaşmıştır. Bunlar da Soylamalardır. 21 Kadir Kendini Niçin Öldürdü? Kasimir T. ANDROMAKHOV “Mut verloren — allesverloren! Da wäre es bessernichtgeboren.“* (Cesaret kaybedildi, her şey gitti. Doğmamış olmak daha iyiydi.-Goethe) Yalnız yıldızların hatırladığı kadim devirlerden beri çok şey söylendi ve unutuldu. Unutmamak için yazmaya başladık. Hikâyelerimizi, şarkılarımızı, utanç ve gururumuzu, yalanlarımızı… Bir yerde durmak gerekiyordu belki de. Dijital dünyanın yapaylığı yerine mekaniğin epikliğini korumak… Epik! Bu kelimenin manasının ötesinde bir hissi vardır. Kendine özgü. Bunu kalbimde sık hissederim. Mutluluğu kendine dayatılan şeyler arasında, günümüzde, durmadan dönen bu atlıkarıncanın kör eden ışıklarının ortasında bulduğunu sanan biri bunu hissetmeyecektir. FlorianGeyer’in kara takımı ve yenilgisi epiktir. Augustus’un lejyonlarına yanması epiktir. Okyanusa yelken açıp dönemeyen denizcileri anlatan balladlar epiktir. Okullarda okutulan ucuz bayrak şiirleri değil. Toplumun yaşam ve düşünüş tarzından uzaklaştığınızda, düşünce ve bakış açınız da farklılaşıyor, dünyanız genişliyor, aynı zamanda daralıyor.Gecenin karanlığının aksine korkunç 22 olan zihin karanlığının içinden gelen sözler hatıraları incitiyor. Ucuz unvanlarla,YuriGagarin’in, bir tane daha olmayacak o adamın -tıpkı tanrı gibi değil mi- , o meşhur sözünün ışığından rahatsız olmayı marifet bilenler mesela. “Burada Tanrı’yı göremiyorum.” İşte bu epiktir. Sizler sadece kırıcısınız. Ah İsa ne kadar haklıydın. “Ağızdan giren şey insanı kirletmez. İnsanı kirleten ağızdan çıkandır.” Ah İsa seni dudaklarından öpmeli… Dünya var olduğu sürece yaşayacak bir adamın, benzersiz sözüdür bu. Caesar’ın Zile’de söylediği gibi tek. Bunu anlatmaya çalışmak ne kadar acı. İşte bu noktada çevrenizdekilerin sayısı azalmaya başlıyor ki; dünyanın daralmasından kastım budur.Topluma ve değerlere yabancılaşmak zorunda kalmanın getirdiği hüznü Ayasofya’ya bir turist gibi yürüyerek hissediyorum. Rusça bir şarkıyı mırıldanarak bakınıyorum etrafa. Bazen başka bir dilde… İlk kez görmüş gibi davranıyorum. Hayatta bir amacı bulunmadığı her hâlinden belli insanlara uzun uzun bakıp, asla öğrenemeyecekleri şeyleri düşünüyorum. Acı ve gerçek. Erken ölenleri hatırlıyorum sonra. Ah!-hatırlananlar eser verenlerdir.-Ah kafamın içi… Eve dönerken de kendimi saçını boyayan bir kadından daha tuhaf olmadığıma ikna ediyorum. Bir yere ait olsaydım; bu, bir millet yerine bir duygu olurdu elbette. Zaten böyle de hissediyorum. İnsanlığın bu güne kadar yarattıklarına -üretmek değil yaratmak; otomobil ya da fasulye üretilir, eser yaratılır- bakınca insan olmayı hissetmenin tek yolunun onlar gibi yaratmak ve “öncekileri” öğrenip, onların bir şekilde geçmişte kaldığına üzülmekle beraber sonsuza kadar yaşayacak olmalarını bilmenin epikliğini hissetmek olduğunu anlıyorum. “Belki beni anladın, belki anlamadın. Kesiyorum sözümü.” Bilet Eray KOZAROĞLU Karanlıkla başladık. Karanlıkta bir nefes, alış verişi gibi seyir etti hepsi. Merhaba ile aydınlanan yoldan yürüyen kalemlerin sesi, ardında biraz mürekkep izi, peki karanlığın kokusunu bilir misiniz? Zifiri evrenin bir yerinde mavi bir yamuk yumuk nokta, soluk ve bulut, bulut. Beklemekle geçen zamanda değişen her şeyi anlatmak isteyen bir merakla harmanlanmış bir yolculuk. Varmak değilse bile amaç, durulduğumuz yerde varılınır, arınılır olunurmuş,öğrenmeye meyil ettik. Dert edindiğimiz bilmeceleri çözmek için, manayı bulmak için, içe baktıkça baktık ve bakındıkça iç olduk, böyle güzelse, hiç olmaya bir gidiş lütfen. Nasıl? Bir bilet, ancak ısrar ederim ki cam kenarı olsun. Koridor kenarı olunca bir de üstelik sağ sıradan bir koltuk kesilirse adıma, solağım da ben. Sıkıntı olmasın muavine isterim. Kolum çarpar maazallah, işi aksar. Düşündüm de ben hep sıkıntı yaratmayayım isterim. Neden böyle? Biletimi ver, yerimi belirle. Önünde bak kaderim. Sahi bu kadar basit mi, bir de merak ederim tercih etmemek gerçekten bütün seçenekleri olası mı kılar. Hayır, bunu anlatmayacağım, izlediğim filmlerden örneklerle de açıklamayacağım. Bu başka bir ahirin konusudur. Teşekkür ederim. Tuhaf! Bence o kadar da değil. Fakat merhaba, Şöför, kocaman direksiyona göğsünü dayadığı anda hareketin saati için, içinde bir heyecan peyda olanlar. Varmaklara alınacak yollara dikilen lambaların sönük ışıklarına her seferinde gözü dalanlar ve fakat karanlığın en güzel tarafını orada öğreneceğini düşleyenler... Bileceksin talebeliğin şanına yarışır garipliği. Vaadim budur size. Karanlık koyulaştıkça, parıldayan yıldızlar biraz. Belki biraz da bir araca ihtiyaç duymaksızın yayan-lık hali. Buyurun. Halin yabanlığı ise meçhul yorgunluk ama hiçbir şey olma yolunda varlığını bilmek güzel. Bana eşlik eder misiniz bu yolculukta? BİR Çaresiz ölümsüzlüğümüze anlam Ölümlüğün taçlandığı hayatın yolu Geçiyor arayışta anlam. Önce duvarı taşa sürttü ilk insan Çizdi, keşfetti aradı Yürüdü. Yuvarlandı, boğuştu, öldü doğduğu yerden insan. Toprağa düşen baktı göğe, İninde saklanan düşledi ardında vuran ay ışığının ötesinde, Kuruldu düzen ihtiyaç belledi dost eline insan, Ayrı ayrı dövüşürken ordular, menfaatlerinde boğuldu, Mürekkeplere düştü göz yaşlar, lirik alfabeler ve lisan. Hayallerini satıp sandal aldı han, Kılıçtan geçtiğinde iyi bir şey için vebadan Arayış bitmediği, Geldi günümüze doğdun sen, Şimdi keşfedeceğin ise boğuluşlarında ancak yeni bir şarkı oluyor Notaları yekten, sol anahtarına tutunan. 23 ÇANAKKALE RUHU Selahattin ARPACI “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir.” Mustafa Kemal Atatürk. Çanakkale ruhu işte bu ruhtur. Hem komutan olarak askerlerine bu şekilde hitap edebilmek ve hem de askerler olarak da – hem de ricat halinde olan – düşmandan kaçarken bu emir üzerine durmak, mevzilenmek ve sonrasında ise bir kaç dakika sonra öleceğini bile bile gözünü kırpmadan düşman üzerine saldırmaktır. Ve düşmanı bulunduğu yerden bir adım daha beriye getirtmemektir. Bu ruh nasıl oluşmuştur. Bunu anlatmadan önce psikolojideki “Öğrenilmiş acizlik” kavramını incelemek gerekecektir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan çeşitli deneylerde telkinin ve engellemelerin yeteneklere ket vurduğu, bir başka deyişle deneğin yapabileceği işleri yapamaz olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bildiğimiz gibi büyük balıklar küçük deniz hayvanlarını yiyerek beslenmektedir. Araştırmacılar bir havuza büyük bir balık ve küçük deniz hayvanları koyarlar. Büyük balık acıktıkça küçükleri yemeye başlar. Bir süre sonra havuzu bir cam bölme ile ikiye ayırırlar. 24 Büyük balığı bir tarafta, küçük deniz hayvanlarını diğer tarafta bırakırlar. Büyük balık acıkınca küçükleri yemek üzere harekete geçer. Ancak cam bölme, büyük balığın diğer tarafa geçmesine izin vermez. Büyük balık her denemesinde cam bölmeye çarparak başarısızlığa uğrar. Başarısızlığa rağmen 28 saat boyunca küçük deniz hayvanlarına ulaşma çabasını sürdürür. Sonunda ise, cam bölmenin diğer tarafına geçemeyeceğini öğrenir ve denemekten vazgeçer. Cam bölme kaldırıldığı halde büyük balık, yeni bir denemeye girişmez. Araştırmacılar, benzer bir deneyi pireler üzerinde de gerçekleştirirler. Bilindiği gibi, pireler yüksek atlama yeteneğine sahip hayvanlardır. Birkaç pireyi küçük bir cam kavanoza koyup kapağını kapatırlar. Pireler her zıplamada kapağa çarpıp geri düşerler. Bir süre denedikten sonra daha yükseğe atlayamadıklarını öğrenirler ve denemekten vazgeçerler. Çünkü her seferinde kafaları kapağa çarpıp acımaktadır. İşte bu duruma psikolojide “öğrenilmiş aciz- lik” denilmektedir. Şimdi de Çanakkale savaşlarının öncesine, Osmanlı toplumuna bir göz atalım: 26 Ocak 1699 yılında Kutsal İttifak adıyla birleşen Avusturya, Lehistan, Venedik devletleri ve daha sonra bu birlikteliğe katılan Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu bu savaş sonunda düşmanları ile Karlofça Antlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Karlofça Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun batıda büyük çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Karlofça Antlaşması’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu kaybettiği toprakları geri alma siyaseti izlemeye başlamıştır. Ve bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğunda duraklama dönemi biterken gerileme dönemi başlamıştır. İşte bu tarihten Çanakkale savaşlarına kadar geçen sürede milletimiz savaşmaktan, yenilmekten, evlatlarını ve topraklarını kaybetmekten dolayı yukarıdaki örneklerde yaşanan olaylardaki gibi “Öğrenilmiş Acizlik” psikolojisine kapılmıştır. Hele de 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden ve sonra da 1912-1913 Balkan Savaşları’ndan sonra artık Türk insanında bu öğrenilmiş acizlik psikolojisinin tipik özellikleri meydana gelmiştir. Artık insanımız “ Biz artık savaşamayız.” , “Bizden bir şey olmaz!”, “Batı güçlüdür.” , “Onlara karşı durulmaz.” , “ Onlara karşı durmaz ve teslim olursak belki bize, çocuklarımıza bir şey yapmazlar.” gibi söz ve davranışlarda bulunmaktadır. Bu gibi davranışlar, toplumun her kesiminde gözlenir olmuştur. Hatta toplum öyle hale gelmiştir ki %90’nına yakını Müslüman ve Türk olan Selanik, -maalesef- şehir eşrafı, belediye başkanı ve müftü ile birlikte , “ Belki canımıza dokunmazlar”, “Nasılsa biz karşı koyamayız.” gibi acizlik ifade eden düşüncelerle 200 kişilik Yunan çapulcularına teslim edilmiştir. Ve ne acıdır ki o sıralarda Selanik civarında bulunan 25.000 kişilik ordumuz da tek kurşun atmadan Selanik’i yukarıda bahsettiğimiz gibi teslim etmiştir. Bununla da yetinilmemiş ordumuz silahlarını da Yunan çetelerine teslim etmişlerdir. Ancak Yunan çeteleri şehri teslim aldıkları günün gecesi kentte yaşayan pek çok Türk’ü aralarında Osmanlı askerleri de bulunmak üzere katletmişlerdir. İşte bu dönemde Mehmet Akif Ersoy ve Mustafa Kemal Atatürk milletin içinde bulunduğu bu “Öğrenilmiş Acizlik” psikolojisinden kurtulması için cansiperane çalışmışlardır. Büyük Atatürk’ün “ Bir Türk dünyaya bedeldir!” , “ Ne mutlu Türk’üm diyene!” , “ Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”, “ Türk, Öğün! Çalış! Güven!” gibi sözleri milletteki acizliğin yerini cesaretin, kendine güvenin, yeniden dirilişin almasına yönelik sözlerdir. Aynı psikolojinin milleti teslim almak üzere olduğunu fark eden milli şairimiz, Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinin tarihlerine baka- 25 cak olursak ,bunların çoğunlukla 1911-1912-1913 ve 1914 yıllarını kapsadığını görürüz. Ve bunlar; Safahat (1911 yılında), Süleymaniye Kürsüsünde (1912 yılında), Hakkın Sesleri (1913 yılında), Fatih Kürsüsünde (1914 yılında), Tüm bu şiirlere göz atacak olunursa; bu şiirlerin toplumsal meselelere çözüm üreten, toplumdaki öğrenilmiş acziyetten silkinip milletin kendini kurtarmasına, kendine dönmesine yönelik şiirlerdir. Bu şiirlerden bazı alıntılar; - “ Yeis öyle bir bataktır ki; düşersen boğulursun! Ümmide sarıl sımsıkı. Seyret ne olursun?” - “Bir zamanlar, biz de Millet, hem nasıl Milletmişiz. Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir? Öğretmişiz.. Kapkaranlıkken bütün afak-ı insaniyyetin. Nur olup fışkırmışız, taa sinesinden zulmetin.” - ‘’Allah’a dayandım! ‘’ diye sen çıkma yataktan... Ma’na-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan! Ecda- 26 dını, zannetme, asırlarca uyurdu; Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şahid: Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücahid. Alemde ‘’tevekkül’’ demek olsaydı ‘’atalet’’ Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet? Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi; Kur’an duramaz, Nezd-i İlahi’ye dönerdi.” - “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’ Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın! Karşında ziyâyoksa sağından, ya solundan Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! “ İşte bunlar gibi gönlü vatan millet aşkı ile yanan ve şanlı mazideki gibi bir milletin yeniden doğuşunun sancılarıyla kıvranan kahramanlar sayesinde bu millet özüne dönmüş, öğrenilmiş acizlik sendromundan kurtulmuş ve bunun sonunda BİR ÇANAKKALE RUHU doğmuştur. Daha doğrusu yüce Milletimizin cevherinde olan bu ruhyeni bir can bulup şahlanmıştır. Bu ruhladır ki: Komutan ölmeyi emredebilmiş. Ve yine bu ruhladır ki asker hiç tereddüt etmeden bir kaç dakika içinde öleceğini bilerek saldırabilmiştir. Şimdi de aynı bu ruha ihtiyacımız vardır. Yüce Allah’ın selamı üzerinize olsun! KALBİMİN AKLI EVVELLİĞİ Barbaros KUZEY Ömür bir dengedir derdi rahmetli dedem. Küçükken çok kere duyardım ondan bu sözü. Kulağıma küpe olacak yerde dengeler hep sol tarafa kaydı bende. Bir şubat ayının tuhaflığında Sunay Akın, “İnsan Nuh’un gemisi gibidir” dedi. -Leyla yanımda- sonra “onca kâşif, onca seyyah asırlardır o gemiyi boş yere arıyor, o gemi biziz” diye de eklediydi sanırsam. Yani içimizde, kuzu da var, kurt da. Herhalde marifet o kurdu içimizde bir yere hapsetmek. Dedem “Ömür bir dengedir” derken o kurdun varlığını, içindeki kurda sahip çıkamayan insanlara aradabir göstermek şartıyla, dengenin sağlanabileceğini söylemiş miydi, hatırlamıyorum. Gençlik yıllarımda ise, Stephen Toulmin, Cosmopolis: the hidden agenda of modernity kitabıyla modernizmin gelişimini ve postmodernizmin sınırlarını çiziyordu. Cosmos ve Polis arasında bir denge olmalı sonucuna varıyordum ben. Evrenin ve toplumun paralelliğinden, dengesinden dem vuruluyordu yanlış hatırlamıyorsam. Sonrasında Tanrı’nın Batı’da çarmıha gerilmesiyle “Olguya duygusal yaklaşırsan bilgiden, duyguya olgusal yaklaşırsan duygudan olursun” İhsan Fazlıoğlu “Hümanizm” vücut buldu. Kiliseler yakıldı, yıkıldı. İnsan, en değerli olandı. Tanrı’nın yerine, insan merkeze alındı. Her şey insanlaştı. Böylece, insan endüstriyelleşti. Denge tanrı aleyhine insan lehine bozuldu. Yani, gökyüzünün etkisi yeryüzü tarafından kırıldı. Dengenin bozulmasıyla dedem haksız çıktı, kurtlar kuzuları yedi. Tarih içerisinde hiç sağlanmış mıydı bilmiyorum ama dengeler bozuldu... Doğu biraz daha şanslıydı(!) Yıkıp yerine geçebilecekleridört farklı nüshası bulunan kutsal bir kitabı ve noksanlıkları bulunan bir tanrıları yoktu en azından. Bu yüzden Doğu’da her şey yakılıp yıkıldı. Tanrı, tüm noksanlıklardan münezzehdi. Çünkü Mülk suresinin 3. ve 4. ayetini yalanyalacak bir göz bulunamamış, “Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir. (Mülk/3,4) ayetleri her defasında haklı çıkmıştı. Doğu’da, insan Tanrının tahtını yıkamamış ama kendisini yakıp yıkmıştı. Bazı insanlardengeleri Tanrı’ya dokunamadan bozmuştu. Neticede dengeler insanın eksikliğinden dolayı insan aleyhine bozulmuştu. Dedem yine haksız çıkmıştı, kurtlar kuzuları yine yemişti. Dünyanın her iki uçunda, yani doğusunda ve batısında yaşam için oldukça önemli olan bir “denge”nin var olması gerektiği kesindi. Dedem bu konuda haklıydı. Nuh’un gemisi meselemiz de doğru. Ama bu “denge”yi sağlama konusundaki “dengesizliğimiz” de neyin nesiydi?Yoksa denge “dengesizlik” miydi? Benim de denge sorunum var. Dünyadaki Doğu ve Batı gibi benim de sağım ve solum, bunlar arasında ise amansız bir savaşım var. Solum, yani kalbim; sağım yani aklım aleyhine tüm dengeleri ele geçirmiş durumda. Yukarıda söylediğim gibi dengem sola kaymış vaziyette. Dedeme kulak asmamışım pek. Nuh’un gemisi meselesinde ise ben hep saklı tuttum o kurdu. Bazen dengeyi sağlamaya çalıştığım oldu. O kurdu görenler geçmişteki tüm kuzuluğumun canına okudular. Dengeyi sağlayamamak bana hüzün verdi. Hiçbir şey kaybettirmedi, hep kazandırdı, diyemeyeceğim. Çünkü imtihan henüz bitmedi. *** Bu durum bir güçlük bindiriyor insanın omuzlarına. Güçlük... Güçlük varsa güç de vardır. “Her zorlukta bir kolaylık vardır.” Ah! Canım benim beni ne de güzel teselli ediyor herbir zerren... Ciğerparem, gözümün nuru, sol tarafa yatmış olmak neden bu kadar zor? Kolay olan dikkatimi çekmez, öyle afilli bir cümle değil, sakınınız, “yeryüzünde çalım satarak dolaşma! Unutma ki sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin” Kim o? Çalım satarak dolaşan dengesi bozulmuş insan kim? Karıncanın varlığına sığınalım. Karıncayı küçümsediğimden değil, onu önemsediğimden. Onu önemsediğim karıncanın umrunda mı? Onun belki değil ama “O”nun umurunda. Karınca ile yürümek, Ne güzel bir meziyet... Ah, becerebilseydik! Dileseydik”yokun yok olduğundan...” Ah benim akılsız kalbim, ne ararsın burada? şekilde sana verilen o kalbi, tertemiz bir şekilde iade etmekten bahseden bir hikaye” olduğunu ? Yani hayatın kalp olduğunu? Duymadın mı? Hiç hissetmedin mi Allah aşkına söyle, bak “biz bizeyiz.” Hadi onu geçelim hiç görmedin mi? -Hı? Onu da almıyor değil mi? Biraz “Bostan’a” girseydi, azcık yahu azcık “Gülistan’da” dolaşsaydı. Bak Allah’ın adını verdim. Söyle? Bu hikâyeyi hiç görmedin mi? “Yaşamayı, sevmeyi, öğrenmeyi” yani “Leo Buscaglia’yı” onun da mı Ruhum sen söyle? kapağını açmadı? Bu kadar mı ketumsun? Hakikati nasıl da gizlemeyi başa- “Su üstüne yazı yazıldı” son deva rıyorsun, ey sağ tarafımdaki “ben- o dedik onun da yüzüne bakmadı den büyük ben” değil mi? Sen bu kadar büyüdün mü? Bak “biz bizeyiz...” Ah! Başımızı belaya sokacak. Hele o diyaframdan konuşan hali varya, Görmemiş olduğun, kalbimin ucu- dışarıdan kendisini “görebilse” ne na bile gelmez. Bak aklımın ucuna kadar da “gurur duymazdı” ahvademiyorum. Çünkü benim kalbi- linden. min akıl tahtaları eksik... Ruhum, (burada ruhumla konuş“Eksik...” muyorum yani cancağzım, konuştuğum kişiye “ruhum” diyorum) o Böyle idare edeceğiz artık. hikâyeyi görememiş olman mümkün değil. Nasıl idare edeceğiz cancağzım, nasıl? Biliyorum... Biliyorum sen asla yalan söylemezsin bana. Ama ben o “Böyle...” hikâyeyi görmediğine ihtimal vermiyorum diyorum ya “gerçekten” Aksayarak, çatlayarak, öksürerek, ihtimal vermiyorum. yani sözü uzatmanın anlamı yok “sızlayarak.” Bak bu “gerçekliği” anlayasın diye sana bir örnekle açıklayacağım. Biliyorum sen de benim gibisin? Bunu yapıyorum çünkü senin akıl Gibisin gibi. tahtaların eksik... Aradığın nedir canparem, ciğerimin sızısı, derdi benim dermanım olan, burada ne ararsın? Bak! Bana yersiz yere, yerli yerinde konuşuyormuş hissi veriyorsun. “Deveyi merkep pazarında bula- Böyle yapmanı sana sağ tarafımdamazsın” ne yazık ki bulamazsın... ki “benden büyük ben” mi öğretti? Söyle ona, en son yediği büyük Ey benim ışığı sönmek üzere etra- lokma boğazında kaldığından beri fına renkler saçan, yorgun kalbim, uslanmadı. duydun mu “hayatın tertemiz bir Biliyorum iflah olmaz o. 28 Onu kendi başına bırakmak en iyisi, doktora kaç kere gittik. Odasının duvarları, ilaçlardan görünmüyor. Neden aksatıyor ilaçlarını hep? En azından günde bir kaç satır... Hani bir insana nasılsın dersin ya o da sana çok sıradan bir cevap verir. “İyidir. İyiyim. Koşuşturuyoruz. Mücadele be..” Bak kalbime takıldı şimdi, aklıma değil; “iyidir” diyenler var, kimdir o iyi olan ? Kalbi mi? Aklı mı? Ben mesela “iyidir” dersem bir gün, bil ki kalbimi kas- 29 tediyorum. Benim aklım yok çünkü peynir ekmekle yedim onu. Bir gece vaktiydi, yok yok güneş tam tepedeydi. Neyse. İşte o cevapları vermek bana çok saçma geliyor biliyor musun? Yani cancağzım “saçma” dedim ama sen onu bilimselliği kanıtlanmamış teoeriler gibi algılama. Yani kalben tasdik edilememiş diyelim biz. Neden? Elcevap: Çünkü “geçiştiriyoruz, sana ne diyoruz, benim ahvalim seni ilgilendirmez diyoruz, benim sana gereksinimim yok, kendi başımın çaresine bakabiliyorum, hem sen kim oluyorsun...” diyoruz. Ha!Burada kabahat “Nasılsın?” sorusunu soranda, o soru öyle sorulmaz pek değerlim, o soru, “N a s ı l s ı n” diye sorulur. Yani o soru için ses tellerine ihtiyaç duyuyorsan eğer “iyidir” cevabını hak edersin. O soru kalbin derinliklerinden gelmeli ve sonunda “soru işareti” olmamalı. -Soru işareti olmayan soru mu? Bak bu beni çok güldürdü. Sen burada mıydın? Sağ tafımdaki “benden büyük ben.” Bir mecliste yapılan konuşma hatasını anında düzeltmeye çalışıp onu bir meziyet sanan insanlara benzedin iyice. 30 Sana birkaç söz ederdim de neyse... Seninle uğraşmayacağım. Ne diyordum? Heh! “Her defasında da mı? Yolda bir kaç saniyelik karşılaşmalarda da mı?”öyle deruni bir şekilde “n a s ı l s ı n” diyeceğiz? Eveeet. Hepsinde ruhum, hepsinde... Ses tellerinle soracaksan, böyle sormayacaksan, Allah aşkına sorma. Bak Allah’ın adını verdim. Sorma... İşte ruhum, soru işareti olmadan sorulan bu “n a s ı l s ı n” sorusundaki halin nicedir? Senin için endişeleniyorum, bir şey olmayacak olsa bile bombaların patlatıldığı bu şehirde ne yaptığını merak ediyorum, seni önemsiyorum, demeyi kastettiğim kadar “gerçek”, senin bu hikâyeyi “görmüş” olduğuna olan inancım. Neden cevap vermiyorsun? Biliyorum bana yalan söylemezsin, sen benim kalbimsin, insanın kalbi insana yalan söyler mi? İnsan, kendisinden büyük olduğunu hissettiğinde yalan söyler. Bak burada “sağ tarafıma” taş attım. Ama umursamaz o. Bilirim safsata sanır bunları. Hâlbuki bilmez “bilmediklerinden dolayı bildiklerini okuduğunu” a şaşkın! A dengesini yitirmiş, yeryüzünde çalım satarak yürüyen ben... Ah cancağzım, ah kalbim çok çekeceğiz bundan çook! Bizi ipe getirecek! Anladım sen cevap vermeyeceksin. Sükût ikrardandır deyip üzerine gelmeyeceğim. Zaten aklımı peynir ekmekle yemişim ben. Bütün iş sana kalmış, seni sıkıştırmayacağım şimdilik. Ama seni uyarıyorum her ne kadar aksine inansam da bu hikâyenin bunca örneği etrafımızda iken, onu görmemiş olduğun bir gün anlaşılırsa eğer bunu pahalıya ödeyeceksin. Ah benim merdümgiriz, hastalıklı kalbim, sen adaletli bir sultan gibi hüküm sürersin ya bu büyüklü küçüklü “ben”lerin ülkesinde, eğer bir gün adaletten, yani vicdanından vazgeçersen,... Eğer bir gün vicdan kuyuna attığım taş ses vermezse... Yani kararısan... Hepimiz yanarız! Ortada ne kurt kalır ne kuzu, ne de denge! Ne sağ ne sol, ne doğu ne batı! KALBİNİ TAKİP EDEN ADAM AAMİR KHAN Yelda ÜLKER 32 “Kalbinde gerçek inanç ve cesareti olan her zaman kazanır.” “Önemli olan kalbimizi takip edecek cesarete sahip olmak! Yaşayacak bir hayatımız var. Bu yüzden kalbin ne hissediyorsa onu yap, sonuçlarını düşünme...!” böyle diyordu Aamir Khan bir filminde, Şebgir ekibi olarak biz de kalbimizi takip ediyor ve sizlerle her ay farklı bir sinema dünyasının kapılarını aralıyoruz. İlk sayımızın sohbet konusu son yıllarda Türkiye’de de fan kulüpleri açılan, anında Türk- çe’ye çevrilen ve çok konuşulan Hint Filmleri ve tabii ki yalnızca Hintli kızların değil Türklerin de kalbini çalan Aamir Khan. Hollywood’a kafa tutan ve dünyanın en büyük ikinci sinema devi olan Hindistan, gerek konuları, dansları ve şarkılarıyla gerekse oyuncuların sempatik davranışlarıyla olsun film sektörüne meydan okuyor. Hint sineması denildi- ğinde akla ilk Bollywood gelse de Kollywood, Tollywood gibi birçok farklı yerel prodüksiyonların da olduğunu unutmamak gerekiyor. Hindistan’da konuşulan 400’ün üzerindeki dil ve lehçe, film sektörüne de yansıyor. Ayrıca Hindistan’da okur yazarlık oranının düşük olmasından dolayı halk altyazı okuyamamaktadır. Bu sebepledir ki Hintçe haricinde, Bengali, Malalayam, Tamil ve Teluga dillerin- 33 de de filmler çekilmektedir. 1980’li yıllarda günde 3 film çekerek Amerikan Sinemasına meydan okuyan Bollywood, günümüzde de Hollywood’un koltuğunu hızla sarsıyor. Ekrana 3-3.5 saat boyunca bizi kilitleyen Bollywood filmlerinin bir kısmının da Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde çekilmekte olduğunu hatırlatmakta yarar var. Yani her an Aamir Khan’ı, Shahrukh Khan, Kajol, Kareena Kapoor gibi Hintli sanatçıları İstanbul sokaklarında görebilirsiniz. İlk sayımızda filmleri ve yaşam tarzı ile gönüllerimize taht kuran Aamir Khan’dan bahsetmek istedik. Bollywood’un Müslüman sinemacılarından Khan filmleri ile tüm dünyada beğeniyle izleniliyor. Yönetmen, oyuncu, yapımcı yani 10 parmağında 10 marifet olan sanatçı, filmleri ile adından sıkça söz ettiriyor. Kariyerine 1973 yılında amcasının filmi olan Yaadon Ki Baaraat ile başlayan Khan, profesyonel kariyerine ise 12 yıl sonra Holi filmi ile merhaba demiştir. Bollywood filmleri müzik, dans, görkemli kostümler ve büyük mekanlarda çekilen sahnelerinin yanı sıra sosyal mesaj vermeleri ile de dikkat çekiyor. Özellikle Aamir Khan’ın filmleri hayatı sorgulatması, farkındalık uyandırması açısından önemli yapımlar. Filmlerinde sistemi sıklıkla eleştiren Khan’ın ilk kez yönetmenliğini üstlendiği filmi Taare Zameen Par (Yerdeki Yıldızlar) ile eğitim sistemine açıkça meydan okuduğunu görebiliyoruz. 2009 yılında gene eğitim sistemini eleştirdiği 3 Idiots filmi ile dünya pazarında en yüksek hasılata ulaşmayı ve popülerliğine popülerlik katmayı başardı. Dini kimliğini filmlerinde de sürekli vurgulayan Khan’ın, verdiği mesajlarla Hollywood’un Müslümanlar için yarattığı imajı yıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Kültür ve inançlarını dünyaya du- 34 yurmaktan kaçınmayan ve bunun için filmlerini kullanan Khan’ın en ses getiren filminin 2006 yapımı Fanaa olduğunu söyleyebiliriz. Filmde Hindistan ve Pakistan arasında kalan Keşmir bölgesindeki Müslüman bir mücahidi canlandırıyordu. Bollywood severlerinin de bildiği gibi filmlerde cinsellik içeren sahnelere kolay kolay rastlayamazsınız. Bollywood filmleri sektörün büyüklüğü bakımından Amerika’yı anımsatsa da masumiyet bakımından Yeşilçam filmlerini hatırlatmaktadır. Aşk üçgeninin üstadı olan sektör, sevgiyi cinsellikten uzak bir şekilde anlatmayı başarıyor. Hem cinselliği barındırmamasından hem de Bollywood filmlerinde “İnsanlar bana sevgilerini ve iyi dileklerini verdiler. Çok mutluyum. Eğer bakarsanız istediklerinizin sonu yoktur. Ben, hayatta ne olursa olsun mutlu olmamız gerektiğine inanıyorum.” sıkça zengin kız-fakir oğlan, kör sevgili, zengin ve kötü baba figürlerini kullanmasından dolayı bizlere siyah-beyaz Türk filmlerini hatırlatıyor. Tabi Bollywood’un bu tutucu tavrından Aamir Khan filmleri de nasibini almış durumda. Khan, filmlerinde tutkulu bir aşık, sevdiği kız için Azrail’e kafa tutabilecek kadar asi ama sevgilisinin yanında şımarık bir çocuk olmaktadır. Khan, sevgilisine kavuşma çabası içindeyken bile muhakkak sosyal mesaj vermeyi ihmal etmez. Sürekli gerçek aşkın ne olduğunu soran ve sorgulatan Khan: ‘ruh eşinizi bulduysanız gerisinin önemi yoktur! Tüm kalbinizle ona gidin’ mesajına vurgu yapar. Sürekli sevdiği kıza kur yapmak için dans eden Khan’ın şarkı sözlerinde bile mesaj verme çabası devam etmektedir. Bize aşkı, hayatı, yaşamı sorgulatan Khan hala yaptığı filmler ile hayatımızı doldurmaya devam ediyor. Mart ayında doğan sanatçının doğum gününü sizlerle kutlamak adına bu ayki sayımızda kendisine yer verdik. Gönül ister ki Khan’ın filmlerini kendisi ile yüz yüze konuşsak. Sanatçının yayınlattığı bir videoda Türkiye’yi ziyaret etmek istediğini söylüyor. Kim bilir belki de bu hayalimiz yakında gerçekleşebilir. Siz, siz olun Şebgir’i okumayı unutmayın. “Ben kısıtlamaları sevmiyorum özgürlük istiyorum ve her seferinde bu yüzden bir film yapıyorum.” 35 Deprem mi Mukadderat mı? Mehmet BORA O gece karar vermişti her şeyi anlatmaya. Bense pek yazmaya değer görmezdim. Böyle olacağını bilseydim daha bir itinayla dinlemeye, sık notlar almaya özen gösterir, onu daha çok anlatmaya teşvik ederdim. Etmedim. Bu hikayede bazı kısımlar boş kalabilir ancak o kısımlar aslında empati kurmak için iyi bir fırsat olabilir... Cemal, bana her şeyi o gece anlatmaya karar verdi demiştim ya, o gece onun için güneş doğmamıştı. Sanki doğmamak için bin bir türlü naz yapıyordu. Sabah gelmemişti. İşte o gece insanlara ne kadar güvenmesi gerektiğini de zihninde sorgulamıştı. Belki “ben kimseye güvenmezsem, bu insanlar bana nasıl güvenecek” diye düşünmüş olmalı ki, ben onun kadar insanlara güvenen, sırrı olmayan ama sır saklayan birini daha görmedim. Her düşüncesini açık açık anlatır, beyin fırtınasını insanların gözüne gözüne sokardı. Elbette fikirlerinin ne derece önemli olduğunun farkındaydı ama “insan nesli fikir, düşünce ve bunu diğer insanlara anlatmayla gelişmiştir” derdi. İşte o gece birçok muhakeme yapmış, kendini yargılamış, sorgulamış ancak kendinden başkasını zerre sorgulamamıştı. Hâlbuki o, sınırları olmayan ama yedisinden yetmişine herkesin sınırlar koyduğu bir çocuktu. Sınırsızdı ama başkalarının sınırlarına mahkûm yaşardı. O gece bu muhakemeye sebep olan şey babasıyla yaşadığı bir tartışmaydı. Tartışmanın teferruatı belki mühim değildir ama bana söylemedi. Belki babasını suçlayacağımdan korktu. Ben, konuşmalarının içinden bir kaç satır yakalayıvermiştim ama anladığımı elbette söylemedim. Mahcup olmasın dedim. Ama ne bileyim bir daha soramayacağım! Keşke sorsaydım da hikâyenin o kısmını tamamlayabilseydim. Fakir babası, bir demir fabrikasında ocak körüklüyor. Annesinin çalışmasına zinhar izin yok ancak bir de Cemal var. Okula başlaması icap ediyor. Babası başlatmasa zaten nüfus kâğıdı olduğu için devletin vereceği cezadan korkuyor. Bu yaz okula başlayacağının heyecanını ‘iliklerine kadar hissettiğini’ anlatmıştı bana veya böyle bir cümle kurmuştu. 1999 Eylül ayında Kilis’e, amcasının yanına gönderilecek çünkü İstanbul’dan daha ucuza geçinebilirdi. Babası ihtiyaçlarını karşılamak için amcasına her ay düzenli para da gönderecekti. Bu karar alındığında mayıs ayıydı. Annesi ondan ayrılmayı hiç istemiyor ancak el mahkûm. Babası da sürekli Cemal ve annesini ‘cennetten çıktığını iddia ettiği bir hediyeyle’ ödüllendiriyordu. Ödüllendiriyordu ya annesi yine boynu bükük itaat ediyor, Cemal ise dayanmaya çalışıyordu, elbette annesinin de desteğiyle. Cemal’in hikâyesi böyle başlıyordu. Bitişi ise başlangıcından çok daha trajik boyutlardaydı. O yazın sonunda Cemal Kilis’e hiç gitmedi. 17 Ağustos depremini evlerinde yaşadılar. Artık hiç olmayan evlerinde. Cemal artık annesinden ayrılacağı günün yaklaştığının farkında, uyumak istemiyordu. Geçecek günleri iki katı yavaşlatmak gayreti ile gözünü kapatmak istemiyor ve uykuya direniyordu. Birden bir sallantı oldu. O sırada Cemal azar azar uykuya dalmış, yarı uyur vaziyetteydi. Artık uykusuzluktan sallandığını zannetti. Sonra küt küt katlar teker teker düşmeye başladı. Vakit geceydi ama hava güneşli bir günden daha parlak bir ışıkla ışıldadı. Bir ışık huzmesi mi gördü yoksa bir şeyler mi patladı. Çok çabuk sürdü. Bir daha aynı ışığı göremedi. Hatta bir kaç gün hiç ışık görmedi. Gözlerini açtığında annesinin kendisine siper olmuş bedenini ve bedeninin altındaki yaşam boşluğuna gömülü buldu kendisini. Yaşıyordu. Defalarca bağırdı annesine. İçeriden babasının sesini duydu. Babası hayatında ilk kez ona “Cemal’im” diyordu. Cemal ise babasına cevap vermedi sanki o sebep olmuş gibi. Annesine bağırmaya devam ediyordu. Bir süre sonra babasını cevapladı: “Baba, annem uyuyor galiba!” Cemal için yolun başlangıcı burasıydı. Babası için yeni bir yaşam, annesi için de yolun sonu gibi görünüyordu. Cemal’in o günden sonra ne yapacağına kimse karar veremezdi. Deprem o yıl binlerce insanı suya ve toprağa karıştırdı. Bedeninin alaka bulduğu çamurun yarısı suyuna yarısı toprağına pelesenk oldu. Aradan geçen yıllar ne Cemal’in acısını hafifletti ne de o evlerin yıkılmasına sebep olan insanlara karşı kin dolmasına engel oldu. Okula, yaşamaya devam ettikleri İzmit’te gitti. Babası da işine devam etti. Cemal, o yıl ve ondan sonraki her sene yaz-kış okurken çalışmaya da devam etti. Buna mecburdu. Babası ise hiçbir şey olmamışçasına hayatına devam ediyordu sanki. Cemal’i de önemsemiyordu. Geçen yıllarda nerede bir deprem duysa içi burkularak haberlere bakıyor, enkaz altında geçen günlerini aklına getiriyordu. 4 gün kalmıştı enkaz altında. Dört asır gibi uzun dört gün. Ertesi gün annesinin artık olmadığına inandırmıştı kendisini belki de doya doya sarılmaya çalışmıştı enkazdan çıkarılana kadar. Hukuk mücadeleleri başladığı zaman daha aklı kesmiyordu böyle şeyleri. Müteahhidin ne olduğundan dahi haberi yoktu, zamanla öğrendi. Öğrendi ve çarkın dişlilerini de keşfetti. Birileri yapıyor, birileri yapmış gibi yapıyordu binaları. Kaynaşlı’da tuzla buz olan binaları da birileri yapıyordu, İstanbul’da tek çivisi düşmeyen binaları da... Bir de villalar vardı yakınlarında. Orada kimse ölmemişti. Köpek kulübesi bile yıkılmamıştı. Onların canı daha mı değerliydi annesininkinden? Onların çocuklarının psikolojisi daha mı önemliydi kendisininkinden? Bu düşüncelerle yıllarını yıllarına kattı. Sonunda cevabına 37 da yaklaşmıştı. Bir bakan asgari ücretin yaşamak için yeterli olduğunu söylediğinde kendi kendine düşündüğü sözlerini benimle paylaştı;: “Sağlam olmayan bir evin kirası asgari ücret ile aynı miktarda para ediyorsa o asgari ücret elbette ölmek için yeterlidir.” Çarkın ne kadar dişi vardı kim bilir? Belki de onu ilgilendiren insanın temel ihtiyaçlarından biri olan barınma ihtiyacıydı. Eskiden insanlar toprak mı alırdı? Bugün, bu topraklar kimin? Ev sahipleri kirayı artıracaklarını söylediğinde babası da Cemal’e yeni ev bakma talimatı vermişti. Daha ucuz olmalı. Daha ucuz olursa yaşamak için harcanan para da daha fazla olabilir. Belki ayda bir kere et yiyebilmesi için 50 lira daha ucuza bir ev bulabilirdi. Bir evin camında “sahibinden kiralık” ilanını gördü. 38 Eve doğru yürürken “çok da güzelmiş” diye düşündü kendince, sanki orada oturacaklar. Halbuki babası ve kendisinin kazandığı para ile kirayı karşılayabilecekleri dahi şüpheli. Babası asgari ücretliydi, 850 lira alıyordu. Cemal ise sağda solda çalışıyordu. Kimi zaman babasından fazla kazansa da genelde kazandığı para ile elektrik faturasını ancak ödeyebiliyordu. Bu elektrik faturası da nerden geliyor? Evde boş bir buzdolabı var bir de geceleri ancak 2-3 saat açık kalan lambalar. Televizyon bile yoktu. Zaten her şey yıkılan evde gitmişti. Cemal televizyon izlemeyi bile unutmuştu artık. Tam apartmanın kapısına geldiğinde “Mülk Allah’ındır” yazısı ile karşılaştı. “İnşallah evin sahipleri bu yazıyı görmüştür” diye düşünerek biri birinden kısa biri birinden yüksek merdiven basamaklarını tırmanıyor, bir yandan da merdivenin yanındaki paslanmış tırabzan demirlerini, demirlerin üstüne sabitlenmiş yer yer demir telle bağlanmış, yer yer kırılmış ve kalanının tamamına tahta kurdu girmiş kemirmiş tırabzan tutamacına tutunarak tırmandı. Evin kapısını çaldı, dışarıdan görmüştü sahi, ev boş. Telefonunda kontör yok. Olsa da bol 8’li olan telefon numarasını arayamaz, telefonunun 8 tuşu basmıyor. Karşı dairenin kapısını çaldı. Yaşlıca bir adam kapıyı açtı ve Cemal’i şöyle tepeden tırnağa doğru süzdü. Cemal, kendinden emin eve bakmak istediğini söyledi, amca suratını buruşturup önce Cemal’e tekrar şöyle bir baktı, sonra içeriden bir anahtar alarak geldi. Adam belli ki Cemal’i potansiyel bir müşteri olarak görmüyordu ama Cemal hangi eve gitse aynı muameleyle karşılaşıyordu. Cemal kirasını sordu. Adam kısa bir müddet düşündükten sonra ben kirayı 1000 lira düşünüyorum. Ödeyebilir misiniz? diye sordu. Cemal ise ne kadar aşağı çeksin? 500 lira olacak hali yok ya! Ödeyebiliriz ama evi beğenmedim. Girişi de çok kötü. Dışarıdan bakınca hoş görünüyor da içerisi rutubet içinde... Annem kabul etme... Birden durakladı ve hızlıca evden çıktı. Yalan söylediğine mi yansındı, yoksa annesini bu yalana ortak ettiğine mi? Merdivenleri üçer beşer indi, dışarı çıkınca dönüp birkez daha kapının üzerindeki yazıya baktı; “Mülk Allah’ındır”. O gece düşündü durdu. Sabaha kadar eve gitmedi. Ertesi gün, gece denizin yakamozuna daldığı bankta buldu kendisini. Sahi bugün iş vardı, yeni taşınan birinin evine 30 liraya eşya taşıyacaktı. Ev de hayli uzaktaydı. Kalktı ve koşar adımlarla yarım saatte gideceği yere vardı. Kamyon kapıda, ev sahibi onunla beraber çalışacaklara çay ikram ediyordu. Çok fazla eşyaları vardı. En çok da gözü televizyonlara takıldı, tam iki tane televizyon! İçinden taşımak geçmedi ama 30 lira para vardı işin ucunda. Eşyaları eski bir evden alıp yeni bir eve götürdüler ve boşalttılar. Akşam eve gittiğinde bitkindi ama mutluydu. “Eğer deprem olursa bu aile ölmeyecek” diye düşünüyordu. Ne düşünürse düşünsün, insanların bunca kirayı nasıl karşıladıkları düşüncesini aklından atamıyordu. Hele de göz göre göre, canlı canlı girilen tabutlara yediklerinden içtiklerinden daha fazla para verilmesi iyice kanına dokunuyordu. Gazete de mi okumuştu pek anımsamıyordu ama Türkiye, sokakta yaşayan insanların boş evlere oranla dünyadaki en yüksek ortalamalardan birine sahip olduğunu anımsıyordu. “Ev çok ama evsiz de çoksa problem nerede?” sorusunu bana yöneltti. Ben, kaldım. 2000 lira kira verdiğim evimde dinlediğim bu çocuk biraz bana da sitem ediyordu. Hakikaten sorun neredeydi? Derin ama kısa bir düşünceye daldım ve gözlerimi dalıp gittiği yerden kurtaran da yine Cemal’in keskin sözleri oldu. “Bir şeyin asgarisi varsa ille azamisi de olması gerekmez mi? Otoyolda yapılması gereken maksimum hız limiti kaç? Peki ya minimumu kaç?” Haklı. Otoyollarda -şu an net olarak hatırlamıyorum, gerçi çok sık değiştiriliyor ama- azami hız sınırı 120, asgari 50 kilometre-saat. Cemal devam ediyordu. 39 Bu devlet satılacak ekmek için en düşük ve en yüksek fiyatları belirlemiyor mu? Belirliyor. Yüzde şu kadar buğday ekmek şu fiyattan yüksek olamaz, bu fiyattan düşük olamazdı. Doğru. Her şeyden öte pazar günleri niçin berberler kapalı? -Eh be çocuk, sadede gelDevlet her şeyi denetleyebiliyor. Vergilerini de toplayabiliyor. Bir tek istisna ev kiraları. Ev sahipleri kirayı elden almak için kırk taklayı peş peşe güvercin misali atabiliyor. Bir de kiraya verecekleri evin ne asgarisi ne azamisi var. Şu depremden sonra evler teker teker gezilip hasar tespit raporları çıkarıldı. Evi hasarlı olan ama tamir edemeyecek kadar fakir olanların “kiradaki” evleri birdenbire sağlam oluverdi ama o evleri de gidip görenler vardı. Yahu şu kimselerin yanına iki kişi daha ekle, azami kira belirlesinler oraya! Cemal doğru söylüyor. Bunu öylesine boş boş düşünerek ortaya salıyor ama asıl sıkıntısı bu olduğu için kendi penceresinden bakıyor pek tabii. Bu sistemin aynısı Osmanlı Devleti zamanında da uygulanırdı. Azami fiyat sınırı! Kulağa hoş geliyor. Ayrıca birilerinin çalışarak kazanamadığı parayı birilerinin yattığı yerden kazanması da hiç adil değil. Eh vakti zamanında çok çalışmış da almış, babası dedesi varlıklıymış da bırakmış. Bedava isteyen mi oldu? 1 aylık emeğin bedeli ile dört duvarın bedelinin eşit olması adil mi? Ömürden giden bir aylık vakit, Azrail sana fazladan bir dakika vermezken sadece sokakta kalmamak için her aylık ömrünün 26 gününü harcaman ne kadar adilane? Cemal’in bütün derdi bu değildi. Bir seferinde Soma’da maden faciası olmuştu da onu da epey kafaya takmıştı. - Oradaki işçiler taşeronmuş, taşeron ne demek? - Devlet çalıştırılacak personeller 40 için bir kuruma ihale verir. O da çalışacak adamları bulur getirir, çalıştırır, iş takiplerini yapar. -Peki, bu yaptığı iş için firma ne kadar alır? -Belli bir meblağ değil bu. 1000 kişi çalışacaksa mesela şirket de devlete 1 milyon lira aylık olarak teklif vermiş ve ihaleyi almışsa, devlet ona ayda 1 milyon lira öder. -Peki, aşağı yukarı bu mudur fiyatlar? -Muhtemelen. Emin değilim, hiç ihaleye girmedim. Ufak bir hesaplamaya daldı. Sonra düşünceli şekilde yere bakıp ağzından karamsar bir şekilde dökülen sözcüklerle; “Asgari ücretliymiş bu madenciler. Bin kişiye asgari ücret veriliyorsa 800 bin lira yapar. Onları idare için de 20 personel 5 bin lira maaşla çalışıyorsa 100 bin lira yapar. Şirketin sahibi her ay cebine havadan 100 bin lira koyuyordur. Güldüm ve “Eğer kendisine 100 bin lira para kalıyorsa o işe hayatta girmez” dedim. Demez olaydım. Çocuk bana neler anlatıyor, ben ona ne söylüyorum. Cemal’in asıl uğraşı zaten evlerdi. Anlattıkları sizi yanıltmasın. Onu kaygılandıran evlerin fiyatları değildi, kalitesiydi. Evler yaşanılabilir olmalı. Kibrit kutusu gibi değil, kibrit kutusu görünümlü tabut gibi hiç olmamalı. Bir haberde görmüştü yine ne kadar doğru olduğunu sorguladı durdu. Yalova’da bir düzine binası yıkılan ve hapishaneye girebilen ender müteahhitlerden biri hapisten çıkıp tekrar inşaat işine girmiş. Hatta röportaj yapmışlar, o da “insanlara söz verdim evlerini teslim edeceğim” diyormuş. Buyur burdan yak! Dünyanın başka yerinde olsa çivi çakmasına izin vermezler! Çok yorgun görünüyordu. Benden yardım almaya, kafa karışıklıklarını gidermeye gelmişti ama sorularını genelde cevapsız bırakıyorum. Kendi kendine cevaplarını buluyor ya, bu daha iyi sanki. Oturduğu deri koltuktan kalktı, tam arkasında duran Amerikan mutfağın tezgâhına raftan bir bardak koyup içine sürahiyi devirerek su doldurdu. Su doldurmadı, düşüncelerini doldurdu o bardağa. Bardak taştı, düşünceleri yerlere boşaldı. Her yer düşünceden ıslandı. Bir dikişte bardaktakileri içip bitirdikten sonra hırçın bir şekilde bana dönerek “Bu böyle ne zamana kadar gidecek? Bu insanların hepsi 99 depremini yaşadı. Tekrar deprem olmayacağından nasıl emin olabiliyorlar?” Ses tonu düpedüz bana hesap sorar mahiyetteydi. Haklıydı. Kafası da karışıktı. İlk kez onu bu kadar karamsar görüyordum. Çok karamsar zamanları olmuştu. Ne zaman akçeli işlerle alakalı bir haber okusa veya izlese bana soruyordu. “Sen gazetecisin, iyi bilirsin; bu doğru mu?” sorularına defalarca kez maruz kaldım. Maalesef doğru. Senin sefaletin kadar doğru. Gitmem gerekiyor diyince göndermek istemedim. Saat geç oluyordu. Dün gece de eve gitmemiş, çok uykusuz. Biraz daha sohbet edince oturduğu koltukta uyuyakalmış ve ben de üzerine battaniye sermiştim. Sabah kalktığımda üzerindeki battaniyeyi katlayarak koltuğun bir kenarına koymuş, evden çıkmıştı. İki gün sonra tekrar karşılaştım. Babasıyla kavga etmiş ve -artık çok da önemi olmayanevi terk etmiş. “Zaten kendisi de çok uzun kalamayacak” diye ağzından kaçırdı. Sonra da anlattı. Babası eve geldiğinde kızmıştı ona, “hani ev bulacaktın ulan, adam bizi kapıya koyacak” diye bağırıp çağırmıştı, başka neler söyledi bilmiyorum. Müthiş bir sansür uyguladı kendisine. Sadece bu kadarını söyleyebildi. Bende kalmasını istedim, reddetti. Nerede kalacağını sordum mümkün olduğunca kibar bir şekilde “çoktandır olmam gereken yerde” dedi. Verdiği cevaptan hiçbir şey anlamadım. Bana bunları anlattıktan sonra bir daha onu hiç görmedim. Son görenin kim olduğunu ise bulamadım. Bulamayınca çoktandır olması gereken yerin neresi olduğunu düşününce... Ah be çocuk! Bizim sana ihtiyacımız vardı. O, bu sistemin dişlilerinden biri olmayı hep reddetti. Bu düzene hizmet etmeyi hiç istemedi. Onun yapısı bu şekildeydi. Bin kişinin bir kişiyi beslemesini içine sindiremiyordu. Herkes bir kişi uyusun diye uykusundan oluyor, iyi beslensin diye yemesinden kısıyor, çocuğu yurt dışında en iyi eğitimi alabilsin diye kendi çocuğunun kaleminden kitabından kısıyor ve o lüks arabasıyla dilediği yerde dilediği zamanda olabilsin diye özellikle ay sonuna doğru otobüsünden bile feragat ediyor. Bu hayat onun onaylayacağı bir hayat değildi. Belki de dünyaya biraz geç veya biraz erken geldi ama onun zamanı bu zaman değildi. Cemal’in kendisi gitmek istedi ama onun sonunu yazan da gerçekten kendisi miydi? Bu kararı ona aldıran takdiri ilahi dedikleri deprem miydi? Hayatın kanunu dedikleri adaletsiz düzen miydi? Yoksa başkalarının takdiri mi canını burnuna getirmişti? Kim bilir bana anlatmadığı parçaları nasıl tamamlanacak? Bir deprem daha bu bozulan düzeni değiştirir mi yoksa taş üstünde taş kalmasa da bu düzen böyle mi gider? Sistem istediği gibi devam etsin. Cemal gitti ya düzenin umurunda mıydı? Çanakkale Geçilmez BEYHUDE Ah bir anlatabilsem beyhudedir bu beklemeler Göçmen kuş mu zannettin sen gönlüm bırakıp gideni Herkes sen gibi ehl-i vefa mı beklesin seneler Anla artık dönmüyorsa istemiyordur o seni Neye fayda verdi ki avuçlarını göğe dikmen Yar deyip kapılarını gayrısına kilitlemen Görmez misin hâlâ ecel celladı çökmüş başına Yanlış bir sevdadır bu sendeki düşmüşsün ağına Değer miydi bir ömür boyu beklemek kapılarda Bak yine doğuyor güneş kuşlar ise ağaçlarda Sayısız Nisan geçti dokunmadın bir güle bile At hazanı üzerinden bahar var dışarılarda Serniviskar Çanakkale dediğin manasızdır sanma sen Ordaki şehitlerdir tarihlere şan veren Vatan toprağı için can ile serden geçen Korkuyor bu kafirler tüyleri diken diken Su üstü mayın dolu nusret toplar mayını Bir yandan Elizabeth düşünüyor canını Komayacağız yerde şehitlerin kanını Korku bilmez bu millet artıracak şanını Mehmedoğlu Seyyid’in mermiyi kaldırışı Dünya durdu, dönmüyor seyreyliyor yarışı Anlayacak kafirler bucağı ve karışı Türküm başkaldırdı ki zaferdir haykırışı Gaza, cihad nasib et Türk milletine ya Rab! Anzak, Hindu, İngiliz... Hepsi harab ve bitab Her renk, her dil, her kıta bilsin ki bu kutlu ab Çanakkale suyu bu ne Rum dinler ne Arab Anafarta, Dardanos, Boğalı, Seddülbahir Türktedir bu topraklar dünyada evvel ahir Kayboldu İngilizler bilinmiyor nerdedir ‘Çanakkale Geçilmez’ bu da açık gerçektir Samet Mehmet Bora Gerdanımdaki şarkılar Ne zamandır yabancı kulaklarına. Yaklaştıkça gri barut kokuyorsesin. Kokuna aşinayım. parmaklarının arasındaki silah olmak istiyorum, dudaklarının arasında tek bir kanat olana kadar. ve bir dilek tutup,bedenlerimizin her yerine kondurmak. dilim...seni özlediğini söylemekten perişan ve diken diken damaklarım. kesik kesik anıların,iki avucumda kalan bir damla su gibi, içmek, içmek ve içmek istiyorum ,sesinin ve gözyaşlarının tadını hissederek. kulağımın arkasına ellerinle sıkıştırdığın 3 parça saç telim,bugün ağır geliyor lakin. sonu acı biten hikayeler bile ağır şimdilerde özüme. kan değil de kadın kokusunu hissedebilen bir katilin vurulması bile aykırı yüreğime. bu yüzden hafızama silah doğrultan bir adam lazım senaryomda, senden öncesini yok edecek,ve kendisini var edecek ancak; bütün barutlar kül olmuş kalbimde, seni öldürecek tek kurşun kalmamış filmimde. omuzlarıma en sevdiğin çiçeği ekmek istiyorum , Ki beni hep güçlü kılsın. ama kokun hep çatlayan dudak yaralarımda,. alkol sürüyorum ki yaralarıma kanasın , koksun sen diye. kanatan acılarla yok olmaktansa, kanayan yaralarımla seni var etmeye çabalıyorum. fısıldayan rüzgarın hala taze,bence başarabilirim, belki her saat başı buluşan akrep ve yelkovan olabilir, ve aynı mezarlıkta bile kök salabiliriz... sevgilim... belki de biz... bitmek bilmeyen bir sigara dumanı tüttüren 12 yaşındaki bir kız çocuğunun kalbini paylaşmalıydık. İlayda Şükran YORULMAZ el mundo’nun en güzel “hatrına” Seni, bana anlattırırsan eğer Balı daha nasıl ballandırabilirim? Sana şiir yazmaya kalkarsam eğer Şiirsin sen, şiire nasıl şiir yazabilirm? *** Sevgilim, En dibine kadar saç uçlarının, Kirpiklerinin, kaşlarının Dudaklarının, meleklerin barınağı yanaklarının, yansıdığı tüm aynaların, *** Elbet sisinde, sesinde, tınısında Seher kuşlarının... Karşılığında duyduğun tüm güzel şarkıların, renginde, vaktinde, zamanlı zamansız kalbinde açan tüm baharların, *** Elinle, gözünle, sesinle, kadifeden gönlünle dokunduğun, senin için açılmış tüm, güzelliğinden isimi verilememiş çiçeklerin, *** kalbinin yollarında heba olmuş, odasında, mum ışığı yalnızlığında, ateşin en kızılında sevme hükmü verilmiş, ipe çekilmekten ziyade senin için ipe dizilecek, dizelere müebbet yemiş tüm mecnunluğumun, şiirimin, sözümün, sızımın yetmez ama kalbimin... *** gördüğüm nesli kesilmiş tüm şehirlerin duvarında, sokağında, lambasında, kaldırımında, tepesinde, çukurunda taşında, toprağında, canında, cansızlığında, *** yaşamında, mezarında, sensizliğin, sessizliğin, cehenneminde, dualarında, cennet vadeden semalarında, açılan avuçlara düşen göz yaşlarında, *** gülüşünde, gülüşünün duyulduğu kulakların çırpınışında, huzurunda, huzursuzluğu sınır dışı eden kısık gözlerinin dokunduğu uçsuz bucaksızlığın sınırsızlığında, *** hepsinde saydıklarımın, sayamadıklarımın... senin için kalbimin çakıl taşlarında kervan kervan yürüyen, duyurabildiğim, onda birinde kelimelerin, kifayetsizliğinin en canalıcılığında. adının canında, cananında Hepsinde, tamamında... birer birer, kısım kısım, zerre zerre, nokta nokta bütün bütün, renk renk ... İlhamını senden alan Şiirler... şiirlerin olduğu her yerde, Sen, Senin olduğu her zerrede Aşk, Aşkın olduğu her anda Sana vurgun, Aklımı başımdan alan bir döngü var. T.Tinâzî K. KAVUNİÇİ KİTAPLIĞI “Hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk.” K. KAVUNİÇİ Sevmek ne uzun kelime! * Derin deniz mavisi. * Ne zaman geleceksin? * Onüç Günün Mektupları. Mektup. Duygusu en yüksek iletişim aracı. Sevda Sözleri’nin şairi Cemal Süreya’nın eşi Zuhal Tekkanat’a yazdığı mektuplar. Kitap iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm On üç Günün Mektupları’dır. Kalp ameliyatı olmak içinhastaneye yatan eşi Zuhal Hanım’a hastanede kaldığı süre boyunca her gün bir mektup yazar Süreya. 12-24 Temmuz 1972 tarihlerinde kaleme alınmıştır bu 13 mektup. Cemal Süreya bu günler boyunca fırsat bulduğu her anda kelimelere sarılmış ve Zuhal’ine kelimeleriyle “ben varım, yanındayım” demiştir. Ziyaret günlerinin en güzel hediyesiydi bu içli zaman mektupları. ““Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum”” Gündelik yaşamın sıkıntıları içinde, bir yandan yaşam kavgası verirken, bir yandan da bütün boyutlarıyla şiiri yaşayan dar gelirli devlet memurunun uzun bir aşk mektubu olarak adlandırıyor bu mektupları Erdal Öz. Şiirin yanı sıra düzyazıda da başarılı olduğunu gözler önüne seriyor bu mektuplar aracılığıyla. Kelimelerinin gölgesine sevgisini, aşkını, oğlu Memo’yu, umutlarını, arzularını, öfkesini, derdini ekliyor ve hepsine de Zuhal’i. “Zuhal’im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim.” İkinci bölüm Cemal Süreya’dan Zuhal Tekkanat’a Mektuplar adı altında bir araya getirilen mektuptan oluşmaktadır. 20 Aralık 1967 – 8 Ocak 1978 tarihleri arasında gönderilen 24 mektup bulunmaktadır. Bu bölümde yer alan mektuplar ilk kez Varlık Dergisinin, 1994 yılı Ocak, Şubat, Mart sayılarında üç bölüm halinde yayınlanmıştır. Zuhal Tekkanat ve Cemal Süreya’nın evlilikleri noktalanmıştır ancak ikilinin birbirine olan sevgisi daimi olmuştur. Zuhal Hanım bu sevgiyi şu şekilde dile getirmektedir: “Biz hiç ayrılmadık / Yazılmadı adlarımız mezar taşlarına” Evet, hukuken ayrıldık, iki kere birleştik tekrar ama ölene dek birlikteydik. Mektuplar 1990 yılında Cemal Süreya’nın ölümünden kısa bir süre sonra bizzat Zühal Tekkanat tarafından kitaplaştırılması isteğiyle Can Yayınları’na, Erdal Öz’e iletilir. Mektuplar aynı yıl (1990) kitaplaştırılır. 47