19.10.2015

Transkript

19.10.2015
1
SÖYLEŞİ
Umut
Altınçağ’dan
yeni albüm
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:74
19 - 25 Ekim 2015
S16
basnews.com
Goran artık umut değil!
Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Süleymaniye kenti ve ilçelerinde geçtiğimiz hafta PDK binalarını hedef alan Goran yanlılarının saldırıları
sürerken, hareketin lideri Newşirwan Mustafa’nın ülke dışına çıktığı
ve halen dönmediği bildiriliyor. Hükümetten azledilen Goran’ın parti
içi kriz yaşadığı da gelen bilgiler arasında.
Başbakan Neçirvan Barzani, Goran üyesi 4 bakanla gerçekleştirdiği
görüşme ardından, Peşmerge Bakanı M. Seyid Qadir, Ekonomi ve Maliye
Bakanı Rêbaz Hemlan, Ticaret ve Kalkınma Bakanı S. Serdar Mehmud
ve Diyanet İşleri Bakanı Kemal Muslim’i görevden aldı. Kabinenin eksik
s02 - 03 - 04 - 05
üyelerinin yerine vekaleten atama yapılacağı bildirildi.
Kürd güçleri Rakka
operasyonuna hazır
Kürd güçleri Rakka operasyonu hazırlıklarını tamamladı.
Kürd güçlerinin, ABD’nin desteği ile birliklerini Rakka’ya
doğru kaydırdıkları öğrenildi.
s06 - 07
Mafyacılık - ırkçılık - fanatizm
Çatışma dönemi dersleri
MESUT YEĞEN
s09
BİLAL SAMBUR
s11
Barış ve demokrasiye bomba
AHMET ÖZER
s05
Doç. Arzu Yılmaz:
Goran
hayalleri
yıktı
s08 - 09
Ankara Katliamı
HAKAN TAHMAZ
s07
02
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim 22015
MANŞET
Newşirwan Mustefa ülkeyi terketti
K
ürdistan Bölgesel Yönetimi’nin
(KBY) Süleymaniye kenti ve bağlı
ilçelerde geçtiğimiz hafta PDK
binalarını hedef alan Goran yanlılarının
saldırıları sürerken, hareketin Lideri Newşirwan Mustafa’nın Kurban Bayramı’ndan
önce ülke dışına çıktığı ve halen ülkeye dönmediği bildiriliyor. Hükümetten azledilen
Goran’ın parti içi kriz yaşadığı öğrenildi.
KBY’de geçen hafta ekonomik kriz ile
devlet memurlarının maaşlarını alamamaları gerekçesiyle başlayan eylemlerin
Süleymaniye’nin Qelediz ilçesi ile diğer bazı
yerleşim birimlerinde şiddete evrilmesi
ve PDK binalarının yakılması ardından
ortaya çıkan kriz hali, KBY Başkanı Mesud
Barzani’nin tüm siyasi ve toplumsal kesimleri aklıselime davet etmesi, PDK’nin kararlı
tutumu ve YNK’nin de tehlikeyi sezip Goran
ile arasına mesafe koyarak stratejik anlaşma
çerçevesinde PDK’nin yanında yer alacağını
beyan etmesi ardından yumuşama işaretleri
gösterirken Goran Hareketi’nde dağılma
krizi başgösterdi.
Şiddet olaylarının sebebi olarak gösterilen Goran Hareketi, Cumartesi günü
gerçekleşen gösterilerin kendilerini bağlamadığı açıklamasının ardından hükümetten
çekilmeyip yasama döneminin sonuna
kadar parlamentoda kalma kararı aldı.
Kriz halinin devam etmesi ve suçlamaların
hedefi olmasına rağmen gittiği yurtdışı
gezisinden dönmemesi ‘Goran Hareketi
Genel Sekreteri Newşirwan Mustafa “kaçtı
mı?” sorusunu akıllara getirdi. Mustafa’nın
Kurban Bayramı’ndan önce çıktığı yurtdışı
gezisi bağlamında Almanya ve İngiltere’yi
ziyaret edeceği açıklanmıştı. Öte yandan
gırtlak kanseri olduğu iddia edilen ve
tedavi amaçlı ülke dışına çıktığı bildirilen
Mustafa’nın halen nerede olduğu bilinmezken, partisinin kaderinin sözkonusu olduğu
bir süreçte ülkeye dönmemesi ‘kaçtığı’yolunda yorumlarına neden oldu.
Bir taraftan 1500 kilometrelik bir alanda
IŞİD’e karşı büyük bir savaş, öte taraftan
Bağdat’ın ekonomik ambargosu, savaş
giderleri ve milyonlarca mülteciyi barındırmasından dolayı içine düştüğü ekonomik
kriz ve İran müdahalesiyle KBY’nin birçok
kent ve ilçelerinde maaşlarını alamayan
öğretmen ve memurun meşru talepleriyle başlayan, daha sonra Qeladiz ve diğer
bazı ilçelerde PDK ve hükümet binalarını
hedef alan şiddete evrilmesi ve ölüm ile
yaralanmalarla sonuçlanması mevcut
krizin tehlikeli boyutlara varmasına neden
olmuştu. Goran taraftarlarının Süleymaniye
bölgesindeki PDK binalarını ateşe vermesine rağmen başkent Erbil’de Goran Hareketi
binaları güvenlik güçleri tarafından korumaya alınmıştı.
Başta Maliye Bakanlığı olmak üzere
hükümette 4 bakanlığa sahip olan Goran
taraftarlarının ekonomik krizi bahane
ederek PDK binalarına saldırması, olayın
ardındaki esas faktörün memur maaşlarının
verilmemesi olmadığı, amacın sokak şiddeti
ile hükümeti devirme girişimi olduğu ve
bu girişimin de arkasında İran’ın olduğu
kuşkularına neden olmuştu.
Hükümet ortağı olmasına rağmen, taraftarlarını sokağa çıkaran ve parlamentoyu
kilitleyerek hükümeti iş yapamaz hale getiren Goran Hareketi hükümetten azledildi.
Şimdi gözler yeniden kurulacak hükümette.
4 Bakan ve Meclis Başkanı
görevlerinden azledildi
Bütün bu olumsuz gelişmeler yaşanırken
siyasi arenada da büyük bir hareketlenme
yaşandı. KBY Başkanı Mesud Barzani’nin
tarafları aklıselime davetinin ardından,
Başbakan Neçirvan Barzani, Goran üyesi 4
bakanla gerçekleştirdiği görüşme ardından, Peşmerge Bakanı Mistefa Seyid Qadir,
Ekonomi ve Maliye Bakanı Rêbaz Hemlan,
Ticaret ve Kalkınma Bakanı Samal Serdar
Mehmud, Diyanet İşleri Bakanı Kemal
Muslim’i görevden aldığını açıkladı. Bakanların yanı sıra Parlamento Başkanı Yusuf
Muhammed’in de görevinden azledildiği,
bu bakanların yerlerine vekaleten 4 yeni bakanın atanacağı duyurdu. Siyasi kulislerde
bunun doğruluğuyla ilgili çelişkili söylentilerin ortaya atılması ardından, BasHaber’e
konuşan Planlama Bakanlığı Yöneticisi
Zagros Fetah, olayı doğrulayarak Başbakan
Nêçirvan Barzani’nin boşalan bakanlıklara
vekaleten yeni isimlerin atanması talimatı
verdiğini söyledi.
Başbakan: Görevde kalmaları
mümkün değildi
Kürdistan Bölgesi Başbakanı Neçirvan
Barzani de gelişmelere ilişkin açıklamasında
‘saldırılar ve güvenlik nedeniyle 4 bakandan
görevi bırakmalarını istedim’ dedi. Başbakan Barzani, Goran üyesi bakanlarından son
olaylardan dolayı görevi bırakmalarını istediğini belirterek şunları söyledi: ”Son birkaç
gündür barışçıl olmayan ve siyasi krizi
derinleştiren bazı gösteriler gerçekleşti. Bazı
sorumsuz kesimler, Kürdistan Bölgesi’ndeki
huzur ortamını bozmak istedi. Ancak çok
küçük bir grubun bu çabası çoğunluğun
sağduyusu ile başarıya ulaşmamaştır.
Kürdistan Bölgesi çok hassas ve kritik bir
süreçten geçmektedir. Bir grubun rahatsızlığı anlaşılırdır. Bizi mutlu eden en önemli
şey Kürd halkı birlik mesajını tekrarlaması
olmuştur.” Barzani sözlerini şöyle sürdürdü: ”Geçtiğimiz hafta gerçekleşen gösteriler
hakkında açıkça şunları söyleyeyim; vatandaşlarımızın bazı şeylere tepki gösterme
amacıyla yaptığı barışçıl ve demokratik
gösteriler herkesin meşru hakkıdır. Ancak
bir vatandaş ve bu ülkenin Başbakanı olarak
Qeladizê, Kelar ve diğer ilçelerde gerçekleşen bazı gösterilerden çok rahatsızım. En
içten duygularımla bu gösterilerde haksız
yere şehit olanların ailelerine başsağlığı,
yaralılara da acil şifalar diliyorum. Bu tür
olaylar bizi parçalamak isteyenlere fırsat
veriyor. Düşmanlarımızı sevindiriyor. Bu ülkenin bir vatandaşı ve sorumlu kişisi olarak
bu hassas süreçte herkesi sağduyuya davet
ediyorum. Herkesi sorumsuz, halk arasına
fitne fesat düşüncelerden uzak durulmasını
istiyorum.”
Barzani, gelişen olaylar sırasında Peşmerge Güçleri’nin, memurların, öğretmenlerin
ve din görevlilerinin sağduyulu yaklaşmalarından dolayı teşekkür ederek şunları ifade
etti: ”Biz karşılıklı saygı ve güven temelinde
bu kabineyi kurmuştuk. Ama maalesef daha
önce demokrasi ve özgürlükler için güzel
sözler söyleyenler, 4 yıldır huzur ve istikrardan bahsedenler ittifağın dışına çıkmışlardır. Kürdistan’daki sorunları çok abartarak,
yanlış haberlerle körükleyerek bu sorumsuzluklarını en son raddeye ulaştırdılar.
Gösteriler o kadar amacından uzaklaştı ve
bölge istikrarını tehlikeye attı ki 4 bakandan
görevi bırakmalarını istemek zorunda kaldım. İşin esası bakanlıklarla çalışmalarımızda hiçbir sorun yaşamıyorduk. Ancak parti
başkanlarının tasarufunda hareket ettiler,
hükümet ortaklığına zarar verdiler. Görevde
kalmaları mümkün değildi.” Taraflar arası
yaşanan krizden rahatsız olduklarını belirten Barzani, ”Partimiz bu yaşanan son krizi
aşmak ve ara bir formül bulmak için elinden
geleni yapmaktadır. Ancak bulacağımız
çözümler başka krizlere vesile olmamalıdır.
Ben halkın başkanlık seçimine ilişkin görüş
belirtmesinden yanayım. Bu her vatandaşın
en temel hakkıdır. Eğer bu hak halka sunulmazsa seçilecek Başkan’ın sorgulama hakkı
elinden alınmış olacaktır.”
Peşmerge, memur ve çalışanların son
birkaç aydır maaş alamadıklarını ve bu durumdan kaynaklı bazı tepkilerin oluştuğunu
belirten Barzani ancak hükümet olarak uygun bir kaynak bularak bu sorunu çözeceklerin kaydetti: ”Benim en öncelikli amacım
Kürdistan Bölgesi’ni bağımsız bir ekonomiye kavuşturmaktır. Bazı siyasetçiler bunu
engellemek için ellerinden geleni ardalarına
koymadılar. Ancan biz tüm engellemelere
rağmen amacımıza ulaşacağız. Önümüzdeki
günlerde hükümeti oluşturmak için ikinci
adımı atacağız. Biz bu konuda halkımızın
birlik mesajını aldık onu uygulayacağız.”
YNK’nin tavrı
Olayların arkasında Goran Hareketi
olduğunu suçlaması yapılırken, İçişleri Bakanlığı Goran Hareketi’ne bağlı vekil ve bakanların Erbil’e girişini engelledi. Bütün bu
gelişmeler yaşanırken en çok merak edilen
konuların başında YNK’nin tavrının nasıl
olacağıydı. IŞİD’e karşı savaşta yaşamını
yitiren Tümgeneral Sefin Abdülmecid’in
kırkıncı gündönümünde YNK’nin tavrını
açıklayan Politbüro Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Mele Bextiyar; “Hiç kimse
PDK ile YNK’ye yurtseverliği öğretemez”
demesine karşın, YNK içinden ‘İkili yönetim
sistemi’ önerisi gelmesi ve bu önerinin de
bizatihi Politbüro Üyesi Saadî Pirê tarafından reddedilmesi, Goran Hareketi’nde
olduğu gibi YNK’nin içinde de gösterilerden
medet uman kliklerin olduğu yorumlarının
yapılmasına vesile oldu. YNK Genel Sekreter Yardımcısı Mele Bextiyar, açıklamasının
devamında bütün siyasi partilerle görüşmeye başladıklarını ve bu görüşmelerin devam
edeceğini, Goran Hareketi Genel Sekreteri
Newşirwan Mustefa’nın yurtdışından gelmesini beklediklerini, kendisinin gelmesi
durumunda sorunların daha da derinleşmeden çözmeye çalışacaklarını ve varsa,
yapılan yanlışların düzeltilmesi gerektiğini
söyledi. Bextiyar da ikili yönetime karşı
olduğunu ve bu anlayışın karşısında duracaklarını söyledi.
Goran: Hükümetten çekilmeyeceğiz
Öte yandan Perşembe gününden beri
Genel Sekreter Newşirwan Mustefa’nın
yurtdışından talimatla yetkilendirdiği Ömer
Seyid Ali başkanlığında yoğun toplantı zinciri gerçekleştiren Goran Hareketi Meclisi,
MANŞET
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
3
SÖYLEŞİ
Cuma günü sonuçlandırdıkları toplantılarının ardından yazılı bir
açıklamada bulunarak, hükümetten çekilmeyeceklerini beyan etti.
PDK’nin yoğunca eleştirildiği açıklamada, KBY Başkanı Mesud
Barzani’nin 19 Ağustos’tan beri yasal meşruiyetini kaybettiği gibi
sert ifadeler de yer aldı.
YNK’li Goran Azad:
Soruşturma sonucuna dek kimse suçlanmamalı
BasHaber’e konuşan YNK Milletvekili Goran Azad, sorunun
bu radeye gelmesinin kriz halkalarının üst üste binmesi ve bunun
halkta büyük bir tepkiye yol açmasından kaynaklandığını iddia etti.
“Savaş, Bağdat’ın mali ambargosu, ardından gelen Başkanlık krizi
üst üste binince, ekonomik darboğazdaki halkta büyük huzursuzluklar baş gösterdi” diyen Azad, olaylarla birlikte Parlamento
Başkanı’nın da görevinden azledilmesi ardından, artık Parlamento
Başkanı krizinin de var olduğunu savundu. İran’ın müdahalesi ve
Goran Hareketi’nin kışkırtmalarının daha çok medya üzerinden
işlendiğini dile getiren Azad, uluslararası temayüllerde, hata ulusal
meselelerde bile bu tür suçlamalar yapıldığı zaman, suçlamaların
haklılığını kanıtlayan güçlü delillerin olması gerektiği, aksi takdirde
gülünç duruma düşüleceğini dile getiren Azad, gerekli soruşturmalar neticesinde, ortaya çıkacak soruşturma sonucunda yasaların
öngördüğü işlemlerin yapılacağını, aksi durumda bunun istenmeyen sonuçlara yol açabileceğini söyledi. Temel hak olan gösteri
hakkı ile şiddet olaylarının ayırımının yapılması gerektiğinin altını
çizen Goran Azad, “son olayların da şiddete yöntemlerinin sorunları
daha içinden çıkılmaz hale getirdiğinin kanıtıdır ve biz YNK olarak
her çeşit şiddet yöntemlerini redediyoruz. Meşru hak talebinin de
demokratik yöntemlerle gerçekleştirilmesi taraftarıyız” dedi. Diğer
parça Kürdistanlı kesimlerin çözüm taleplerinin anlamlı olduğunu
da vurgulayan Azad şunları söyledi: “4 bakan ve Meclis Başkanı’nın
Başbakan Nêçirvan Barzani tarafından görevlerinden azledilmeleri
anti demokratik bir uygulamadır. Goran, Cuma günü hükümetten
ayrılmayacağını açıkladı. Sorunların çözümü için mevcut hükümetin devam etmesi ve bu olumsuz olaylardan da dersler çıkartılarak
krizlerin çözümüne odaklanılması gerekmektedir.”
Sağduyu çağrıları
Gösterilerin şiddete evrilmesi ve bütün kentlerde güvenlik tedbirlerinin had safhaya çıktığı günden beri hem Güney ve diğer parça
Kürdistan’dan hem de dünyadan sağduyu çağrıları gelmeye başladı.
YNK Genel Sekreter Yardımcısı Kosret Resul, krizle ilgili Kürd düşmanı karanlık ellerin Kürdistan’da varlıklarını sürdürmelerine izin
vermeyeceklerini ve Kürdistan Bölgesi’nin birlik ve beraberlik içerisinde bu sorunlarını aşacağını dile getirirken, PDSK Genel Sekreteri
Mihemed Heci Mehmud da tüm siyasi partilere çağrıda bulunarak,
olaylar kontrolden çıkmadan toplanmaları ve krizi çözmelerini istedi. Süleymaniye’nin Qelediz İlçesindeki olaylardan duyduğu kaygıyı
dile getiren Irak Türkmen Cephesi Milletvekili Aydın Maruf ise,
tarafları derhal masa başına geçip uzlaşmaya davet etti.
ABD ve BM’den uzlaşma çağrısı
KBY dışındaki diğer parçalardan siyasi parti, hareket ve siyasiler de ortak açıklamalarda bulunarak Güney’deki tüm partilere ve
özellikle olayların yatıştırılmasında sorumluluğu bulunan taraflara
sorumlu davranmaları çağrısında bulunulurken, dış dünyadan da
mesajlar gelmeye devam etti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark
Toner, Kürdistan Bölgesindeki tüm siyasi partilerin, IŞİD gibi gerçek bir düşmanları olduğunu görmeleri ve hep beraber o düşmana
karşı mücadele vermeleri gerektiğini söyledi. Toner, Kürdistan’daki
yaptığı açıklamada Kürdistan’ın istikrarına büyük bir önem verdiklerini ve Kürd partilerinden kısa süre içerisinde mevcut sorunlara
çözüm bulmalarını istediklerini açıkladı.
BM Sözcüsü Stéphane Dujarric de Kürdistan’daki gelişmelerden
haberdar olduklarını, bu vesileyle bir BM temsilcisini temaslarda
bulunmak için Erbil’e göndereceklerini ve bu temsilcinin raporu
doğrultusunda BM olarak resmi bir açıklama yapacaklarını belirterek, yaşananlardan dolayı üzgün olduklarını ve meselenin diyalog
kanalları ile çözülmesini umduklarını söyledi.
03
Barzani:
Kriz aşılacaktır
Demokrat Partili Başkan Barack
Obama yönetimindeki ABD’nin
Kürdistan’ın bağımsızlığı konusundaki pasif tutumunun aksine
daha önce defalarca Kürdistan’ın
bağımsızlığı konusunda destekleyici açıklamalarda bulunan Amerikan Cumhuriyetçi Parti lider ve
temsilcilerinin Barzani’ye destek
ziyaretleri devam ediyor.
ABD’nin Irak’taki üst düzey
askeri yetkilileri ve Bağdat ile Erbil
Başkonsolosları ile birlikte Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı
Mesud Barzani’yi ziyaret eden ve
gelecek seçimlerde iktidar olmaları
beklenen Cumhuriyetçi Parti yöneticileri Kürdistan’ın bağımsızlığının
ilanı durumunda gerekli desteği
vereceklerini açıklamışlardı.
Selahattin’deki Başkanlık
Ofisi’nde ABD Kongresi ve Senatosunun Cumhuriyetçi üyelerinden
oluşan Amerikan heyetini kabulünde konuşan KBY Başkanı Barzani,
Kürdistan’da yaşanan krizin çok
olumsuz bir etkisinin olamayacağını ve krizin aşılmaya çalışıldığını
söyledi. Peşmerge’ye verdiği destek
ve hava kuvvetleriyle kurulan
başarılı koordinasyondan dolayı
Amerikan halkı ve devletine teşekkürlerini ileten Barzani, Peşmerge
ile kurulan bu başarılı koordinasyon sayesinde şu ana kadar
hiçbir sivilin yaşamını yitirmemiş
olmasının bu işbirliğinin büyük bir
başarısı olduğunu söyledi. Kürdistan Peşmergesi’nin Kürdistan’daki
bütün etnik ve dini kesimlerin koruyucusu olduğunu da vurgulayan
Barzani, IŞİD tehlikesini bertaraf
etmesinin bunun göstergesi oldu-
ğunu söyledi.
“IŞİD’e karşı mücadeleye
yoğunlaşmalıyız”
Kürdistan’da ortaya çıkan krizin
ekonomik boyutuna da değinen
KBY Başkanı, Bağdat’ın KBY’ne
uyguladığı mali ambargo, dünya
ölçeğinde petrol fiyatının yoğun
düşüşü ve milyonlarca mültecinin
Kürdistan’a akın etmesiyle KBY’nin
de büyük bir ekonomik sorunla
karşı karşıya kaldığını vurgulayarak
Kürdistan’daki siyasi taraflara da
şöyle seslendi: “Kürdistan’ın ulusal
güvenliği ve bu bağlamda IŞİD’e
karşı mücadele tüm tarafların öncelikli görevi olmalıdır. Kürdistan
Bölgesi’ndeki siyasi kriz muhakkak çözüme kavuşturulacaktır ve
bu krizin Kürdistan’ın huzur ve
güvenliğine zarar vermesine izin
verilmeyecektir.”
Görüşmede, Cuhmuriyet Partili Amerikan heyeti üyeleri de
Peşmerge’nin IŞİD’e karşı verdiği
mücadelenin takdire şayan olduğunu, bunun yanı sıra Kürdistan’daki
gelişime şaşırdıklarını ve tüm
dünyanın KBY’ye önemli bir rol
yüklediğini vurguladı.
“Musul’da demografik
çeşitlilik korunmalı”
İsveç’in yeni Irak Büyükelçisi
Anika Mulian’i kabulünde de, yeni
görevinde kendisine başarılar
dileyen ve zor günlerde Kürdlerin
yanında olduğunu beyan eden İsveç
hükümetine bu dostane tavrından
dolayı memnuniyetini dile getiren
Barzani, görüşmede gündemdeki
konulara da değindi. Musul’un
IŞİD’den alındıktan sonra Ninova
bölgesinin demografik yapısının
değişebileceği konusunda kaygılarını dile getiren Barzani, operasyon
planlamasında bölgenin demografik yapısının göz önünde bulundurulması ve bu çeşitliliğin zarar
görmemesi için gayret gösterilmesi
gerektiğini belirtti. Rusya’nın
Suriye cephesinde IŞİD ve rejime
muhalif diğer gruplara karşı başlatmış olduğu hava operasyonlarının
bölgeye etkisi konusuna da değinen
Barzani, Rusya’nın hava operasyonlarını Koalisyon hava kuvvetleri ile
uyum içerisinde sürdürmesinin altını çizdi ve bu uyum ve işbirliğinin
Suriye’nin geleceğini göz önünde
bulundurularak sürdürülmesi
gerektiğini söyledi.
Mesrur Barzani: PDK’ye saldırılar planlıdır
KBY Genel Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, ekonomik sıkıntılar gerekçesiyle başlayan gösterilerin bazı bölgelerde PDK’ye saldırı şeklini alması
ve olaylardaki can kayıplarıyla
ilgili Twitter hesabından
yayınladığı mesajda Goran’ı
ve YNK asayiş birimlerini
suçladı. Goran Hareketi’nin,
PDK binalarına gerçekleşen
saldırıların sorumlusu olduğu
suçlamasında bulunan Barzani, saldırıların planlı olduğunu
söyledi. Süleymaniye, Halebce,
Germiyan ve Qeledize bölgelerindeki PDK binalarına karşı
gerçekleştirilen saldırıların
Goran’ın planlamasıyla gerçekleştiğini vurgulayan
Mesrur Barzani, Süleymaniye asayiş birimlerini de
saldırıları engellememekle suçladı. Güvenlik tedbirlerinin alınmamasından dolayı
biri PDK’li 5 vatandaşın yaşamını
yitirdiğini hatırlatan Barzani,
hayatını kaybedenlere başsağlığı
dileğinde bulunarak bu saldırıları
ve her türlü şiddet olayını kınadığını vurguladı.
PDK üyelerinin çeşitli saldırılara
maruz kaldığını belirten Barzani,
bu saldırıların son bulması gerektiğini, aksine bunun Kürd düşmanlarını cesaretlendirdiğini ve Kürdlerin bundan zarar edeceğini söyledi.
04
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim 42015
MANŞET
MANŞET
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
5
SÖYLEŞİ
Kürdistani parti ve siyasetçiler:
Güney’deki kriz bağımsızlık projesine zarar
Ülkede ortaya çıkan sorunların boyutlanması üzerine, Kürdistan’nın her yanından
Güney’deki krizin diyalogla çözüme kavuşturulmasıyla ilgili çağrılar da yükseliyor.
G
Azad Celikanî
üney Kürdistan’da IŞİD’e karşı büyük
bir savaş verildiği bir dönemde,
milyonlarca mültecinin trajedisi,
savaşın yarattığı ekonomik sorunlar ve Merkezi Bağdat Yönetimi’nin, Kürdistan Bölge
Yönetimi’ne (KBY) vermesi gereken yüzde
17’lik bütçe payını kesmesi ile yaşanan sorunlardan dolayı başlayan protesto eylemleri
şiddete dönüştü. Koalisyon ortağı olmasına ve
Maliye Bakanlığı koltuğunu elinde bulundurmasına rağmen Goran taraftarlarının
Süleymaniye bölgesinde PDK temsilciliklerine
saldırması ve yakması üzerine, hükümetten çıkarılması ve yeni hükümet çalışmaları giderek
içinden çıkılmaz bir karmaşaya neden oldu.
YNK’nin yeni hükümette yer alma konusunda sorunlar çıkarması yaşanan siyasi krizi
derinleştiriyor.
Ülkede ortaya çıkan sorunların boyutlanması üzerine, Kürdistan’nın her yanından
Güney’deki krizin diyalogla çözüme kavuşturulmasıyla ilgili çağrılar da yükseliyor.
Perşembe günü KADEP, ÖSP, PAK, PAKURD,
PDK-BAKUR ve Azadi Hereketi gibi siyasi
parti, hareket ve oluşum, ortak bir basın
açıklamasıyla sorunun çözümünde diyalogun
şart olduğu vurgulayıp, Güney Kürdistan
halkından da meşru gösteri hakkını kullanırken Kürdistan’ın bağımsızlığından rahatsız
olacak dış güçlerin kışkırtması gibi görünen
şiddet olaylarına prim vermemeleri istendi. BasHaber’e açıklamada bulunan çeşitli
parti ve örgüt liderleri Güney’deki sorunların
diyalog ve medeni yollarla çözülmesi çağrısında bulunarak, bu hassas dönemde herkesi
sorumlu davranmaya çağırdı.
Mustafa Özçelik (PAK Lideri):
Tepki neden sadece PDK’ye?
Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) Başkanı
Mustafa Özçelik, Güney Kürdistan federe devletinin tüm Kürdlerin umut sığınağı olduğunu
belirterek, yaşanan çatışmalı ortamın devam
eden bağımsızlık yürüyüşüne karşı bir operasyon olduğunu söyledi. Üç tehlike odağından
vurgu yapan Özçelik, IŞİD’in Kürd düşmanları
tarafından bağımsızlığı engellemek için kurulan kanlı bir örgüt olduğunu, ikincisi Bağdat
hükümetinin Kürdistan’a uyguladığı ekonomik abluka ve üçüncüsünün de Kürdistan’ın
bütün düşmanlarının siyasal, stratejik ve
diplomatik olarak yaratmış oldukları projeleri
olduğunu söyledi. Kürdistan’ın bağımsızlığını
engellemek için fiili bir saldırının gerçekleştiğini aktararak, parlamentoda 5 partinin de
temsilcisi olduğunu ve dolayısıyla tepkinin
sadece PDK’ye yönelmemesi gerektiğini söy-
ledi. Özçelik, şunları söyledi: “Partilere, sivil
kurumlara ve televizyon binalarına yapılan
saldırıları doğru görmüyoruz. Halkın kendi
sosyal, ekonomik sorunları için demokratik
tepki koyma hakkı var; ama şiddete yönelmeden yapmaları gerekiyor. Başkanlık sistemiyle
derinleşen bu krizler endişe vericidir.”
Adem Geveri (Azadi Hareketi):
Darbeci mantık kabul edilemez
Yaşanan her çatışmada veya herhangi bir
protesto gösterisinde Kürdlerin katledildiğini
belirten Azadi Hareketi Genel Sekreteri ve
HDP Van Milletvekili Adem Geveri, “Gerekçesi ne olursa olsun hiç kimse; hiçbir kurumu,
partiyi, hükümet mensubunu, medya çalışanlarını zor, şiddet ve silah kullanarak protesto
edemez, böyle bir hak yoktur” dedi. Güney’de
demokratikleşme yolunda büyük adımların
atıldığını dile getiren Geveri, “doğal olarak
orada demokratik yollarla hak talep etme yolu
varken, yakma yıkma, talan etme ve insanların
canına kıyarak eylem yapmak meşru değildir.
Herhangi bir halk isyanına karşı orada darbeci
mantıkla demokrasinin önünü tıkamak, bakanları azletmek, meclisin işleyişini tamamen
durdurmak gibi adımlar da demokrasi adına
kabul edilmeyecek gelişmelerdir” dedi. Bir an
önce sorunların çözüleceğine dair umutlarının
olduğunu belirten Geveri, bu olayların Kürdlerin geleceğine çomak soktuğunu söyledi.
Hemid Haci Derwêş
(Pêşverû Partisi Lideri):
Sorunlar aşılacaktır
Kürdistan İlerici Partisi (Pêşverû) Genel
Sekreteri Hemid Heci Derwêş ise Güney
Kürdistan’da yaşanan gelişmelerin Kürdlerde
derin kaygılara yol açmaması gerektiğini, her
ne kadar normal siyasi didişmeleri aşmış ve
can kayıplarına yol açmış olsa bile sorunun
aşılacağını söyledi. Ayrık da olsa dünyanın
süper güçlerinin IŞİD’e karşı mücadele yürüttüğünü, yerel düzlemde onların bu istemlerine
karadan en büyük katkıyı sunabilecek gücün
Kürdler olduğunu, dolayısıyla IŞİD’e karşı
mücadelenin en önemli ayaklarından biri
olan Kürdistan Bölgesi’nin böylesine bir krizle
zarar görmesinin bu güçlerin de işine gelmeyeceğini belirtti.
Sertaç Bucak (PDK Bakur Lideri):
PDK bürolarının yakılması darbedir
Kürdistan Demokratlar Platformu
(PDK-Bakur) Başkanı Sertaç Bucak, Güney
Kürdistan’da bir federe devletin olduğunu ve bu devletin bağımsızlığa doğru ciddi
adımlar attığını belirterek, 20 yıldan fazladır
5 kez seçime gidildiğini, Kürdistan’ın bir
parlamentosunun olduğunu ve 3 kez başkan
seçildiğini söyledi. Kürdlerin bölgede ciddi
bir güç olduğunu ve uluslararası güçlerin
de bunu gördüğünü belirten Bucak, IŞİD’e
karşı verilen mücadelede de, Ortadoğu’daki
dengede de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin
başarıdan başarıya koştuğunu dile getirdi.
Bucak, “Sayın Mesûd Barzani başta olmak
üzere bölgede ve dünyada Kürdistan Bölgesi
ciddi bir güç oldu. Savaşın henüz daha sona
ermediği ve Ortadoğu’da yeni gelişmelerin
yaşandığı dönemde çıkartılan bu fiili savunma
Kürdistan’a hiçbir şey kazandırmayacaktır”
dedi. Noşirvan Mustafa’nın ekonomiyi bahane
ederek Kürdistan’ın içişlerinde karışıklığa
neden olduğunu belirten Bucak, KDP bürolarına yapılan saldırıları, meydana gelen ölüm
haberlerini ve şiddet olaylarını Kürdistan için
bir darbe olarak yorumladı. Kürdistan zor
koşullar altındayken Goran Hareketi’nin ileri
sürdüğü taleplerin bugün için geçerli olmadığını dile getiren Bucak, “Halkın isyana teşvik
etmek Kürdistan’ın düşmanlarının ekmeğine
yağ sürmektir” dedi. Yaşanan bu gelişmelerden kaygı duyduklarını belirten Bucak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Herkes aklı estiği gibi
böylesi eylemlere girişirse bu Kürdlere zarar
verir diyoruz. Çok kaygılıyız. KBY bağımsızlığa
yürüyor ve Kürdlerin bin yıllık rüyası gerçekleşmek üzere. Dolayısıyla bu rüyayı kabusa
çevirmek kimseye yaramayacaktır.”
Sinan Çiftyürek (ÖSP Lideri):
Bu kışkırtmalar Goran’ı da etkiler
Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel
Başkanı Sinan Çiftyürek, Güney Kürdistan’ın
bağımsızlık sancısı çektiğini ve bu nedenle
Irak hükümetinin kendisine ambargo uyguladığını söyledi. Güney hükümetinin bağımsızlık yolunda ilerleyebilmesi için ekonomik
bağımsızlığı elde etmesi gerektiğini dile getiren Çiftyürek, ekonomik sorunların yanında
Mesud Barzani’nin başkanlığı meselesinin de
krize neden olduğunu söyledi. Barzani’nin Güney Kürdistan için önemli bir isim olduğunu
belirten Çiftyürek, “Eğer başkanlık meselesi
parlamentoda krize neden oluyorsa referanduma gidilebilir, bir kez daha halka başvurulabilirdi” şeklinde konuştu. Barzani karşıtlığı
üzerinden siyaset yapmanın doğru olmadığını
belirten Çiftyürek, Goran’ın haklı gerekçelerle
sokağa çıkan eylemcileri kışkırtmasını doğru
bulmadığını ve İran’ın organize ettiği bu
kışkırtmaların parlamentoda söz sahibi olan
Goran’ı da etkileyeceğini dile getirdi.
Teymur Mistewfi (PDK-İ Yöneticisi):
İran’ın parmağı var
Kürdistan Demokrat Parti İran (PDK-İ)
Politbüro Üyesi Teymur Mıstewfi de, Federe
Kürdistan Bölgesi’nin tüm Kürdler için büyük
ve değerli bir kazanım olduğundan dolayı
meydana gelen bu hadiselerden son derece
üzgün ve tedirgin olduklarını belirterek, bu
krizin çözüme kavuşmaması durumundan
bundan sadece Güney Kürdistan’ın değil bütün Kürdlerin olumsuz etkileneceğini söyledi.
Krizin muhatabı olan Güneyli tüm siyasi partilerin demokratik temayüller gereği toplanıp
bir an önce toplanıp bu sorunu ciddiye alıp
çözmeleri gerektiğinin altını çizen Mistewfi,
bütün Kürdistan’daki ve dünyanın en ücra
bölgelerindeki tüm Kürdlerin de biran
önce bu krizin giderilmesini istediğini
belirtti. Gösteri ve yürüyüş eylemselliklerinin her insanın en meşru hakkı
olduğu vurgusu yapan Mıstewfi, ‘bu hakkın kullanımında şiddet yöntemlerine
başvurulduğunda, meselelerin ne derece
tehlikeli boyutlara varabildiğini bizatihi
Güney Kürdistan’daki son olaylarda da
gördük” dedi. Özellikle IŞİD gibi bir bela
ile 1500 kilometrelik bir hatta büyük bir
savaşın verildiği bir dönemde bu olayların patlak vermesinin manidar olduğunun altını çizen Mistewfi, dost görünen
veya görünmeyen Kürdistan’a hakim
devletlerin de bundan medet umduklarını ve krizin boyutlanması için gayret
göstermiş olabileceklerini de sözlerine
ekledi. Özellikle İran’ın hadiselerin daha
da büyümesi için girişimlerinin olduğunu vurgulayan Mistewfi, böylesine
olağanüstü bir tarihi virajdan geçerken
Kürdlerin birbirlerine daha çok kenetlenerek bu ve benzeri tehlikeleri atlatarak
daha büyük kazanımlarla zafere ulaşabileceklerini ve kendilerinin de en büyük
temennisinin bu olduğunu söyledi.
Bradost Kemali (DAD Yönetim Kurulu Üyesi): Dış müdahaleye karşı
halkın iradesi
Suriye Kürd İnsan Hakları Örgütü
(DAD) Yönetim Kurulu Üyesi Bradost
Kemali de ekonomik ve siyasi krizlerin
ardından Güney Kürdistan’da meydana
gelen olayların olumsuz yansımalarını
Rojava’da da hissettiklerini dolayısıyla, orta doğuda mevcut şartlarda artık
Kürdistan parçalarının eskisine nazaran
çok daha iç içi ve birbiriyle bağlantılı
olduğunu ve bir parçadaki olumlu veya
olumsuz her türlü gelişmenin diğer parçaları da yeterince etkilediğini söyledi.
Sadece İran’ın değil diğer birçok komşu
ve dış gücün de Kürdler arası çatışmaları tetiklemek için sürekli çaba sarf
ettiklerini dile getiren Kemali, bütün her
şeye rağmen Güney Kürdistan’da anayasa ve hukukun varlığını işaret ederek,
“Anayasa ve hukuk, gereği gibi işletilirse
bu gibi krizlerin yaşanma olasılığı çok
azalır. Bunlar da yeterli olmasa en adil
yöntem, krize sebep olan konuların
halkın takdirine sunulmasıdır.” dedi.
Olağanüstü değişimlerin yaşandığı,
dünyaya yön veren büyük güçlerin akın
ettiği ve Kürdlerle işbirliği yapmak için
mekik dokuduğu, dolayısıyla Kürdler
için altın fırsatların ortaya çıktığı böylesi
bir zamanda Kürdlerin büyük emek ve
bedellerle biriktirmiş oldukları enerjilerini iç mücadelelerle harcamasının
akıl karı olmadığını vurgulayan Kemali,
Kürdler kendi iç birliklerini gerçekleştirmeleri durumunda eldeki kazanımları korumanın yanında, daha büyük
kazanımlar elde edeceğini ve bunun
önünün alınamayacağını söyledi. İnsan
Hakları aktivisti olduğu için bu konularda Güney’de yaşanan gelişmeleri de
gözlemleme şansı bulduğunu sözlerine
ekleyen Kemali, bu konuda yaşanan
gelişmelerin çok olumlu olduğunu
ve sekteye uğramaması durumunda
Ortadoğu’da demokrasi ve insan hak ve
özgürlüklerinin yeşermesinin merkezi
konumuna yükselebileceğini söyledi.
Arif Sevinç (HAK-PAR Bşk Yrd):
Barzani devam etmeli
Ortadoğu özelinde Kürdistan’ın çok
önemli bir dönemeçten geçtiğini dile getiren HAK-PAR Genel Başkan Yardımcısı Arif Sevinç, kaynayan Ortadoğu ve
Kürdistan’ın istikrara ihtiyacı olduğunu
söyledi. KBY Başkanı Mesud Barzani’nin
başkanlığının bir süre daha devam
etmesinin hem bağımsızlık yürüyüşüne, hem de mevcut gerginliğin bir an
önce ortadan kalkmasına katkı sağlayacağını ifade eden Sevinç, Başta İran
olmak üzere bölge devletlerinin Güney
Kürdistan’ın iç işlerine karışmalarını
ve Kürdleri birbirine kırdırma politikalarını kınadı. Sevinç şöyle konuştu:
“Ortadoğu’daki bütün bu savaş ve
siyaset hemgamesine rağmen, Kürd halkının yaşanan bu krizlerden demokrasi
ve özürlük çıtasını yükselterek aşacağı
inancımı sürdürüyorum.”
M. Emin Kardaş (T-KDP Başkanı):
Komşu ülkelerin parmağı var
Güney Kürdistan’daki gelişmeleri
üzüntüyle karşıladıklarını ve bunun
Kürdlere yakışmadığını belirten Türkiye
Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP)
Başkanı Mehmet Emin Kardaş, bu
yaşanan gelişmelerin Kürdlerin huzur
içerisinde kendi ülkelerinde yaşamalarını istemeyen düşmanlar tarafından
organize edildiğini söyledi. Kürdler birbirlerine sahip çıkmalıyken ve ülkesini
imar etmek için el birliğiyle çalışmalar
yapması ve bağımsızlık konusunda
ısrarcı olması gerekirken böyle durumlarla karşı karşıya kaldıklarını belirten
Kardaş, “Kürdlerin kendi ülkelerine
sahip olmasını istemiyorlar. Barzani gibi
köklü ve mücadeleci bir aileyi Kürdlerin
gözünden düşürmeye çalışıyorlar. TKDP
olarak Barzani’nin destekleyicisiyiz.
Bize bu konuda düşen bir görev varsa
bunu yerine getirmeye hazırız” dedi. Bu
olayları başlatanlar arasında Kürdlerin bağımsızlığını sekteye uğratmaya
çalışan komşu ülkeler olduğunu belirten
Kardaş, “Bu olay, Süleymaniye ile sınırlı
değildir” şeklinde konuştu.
İmam Taşçıer (DDKD Başkanı):
Gerginliğin nedeni komşu ülkeler
“Kürdler, yeni yeni Kürdistan’la tanışmışken bu tür olayların baş göstermesi
hepimizi kaygılandırıyor” diyen DDKD
Genel Başkanı ve HDP Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, Süleymaniye ile
Erbil arasında uzun zamandan beri bir
problemin olduğunu ve bu problemin
en azından IŞİD’e karşı verilen mücadelede sakinleştiğini söyledi. Kürdistan’ın
hiçbir ailenin mülkü olmadığını ve
tüm Kürdlere ait olduğunu belirten
Taşçıer, tarafların bilinçli davranması
gerektiğini, aksi halde Kürdistan’ın
bağımsızlığına zarar verilebileceğini dile
getirdi. Yaşanan gergin ortamda haklıhaksız aramak yerine Kürdlerin ulusal
çıkarlarını düşünmenin elzem olduğunu
ifade eden Taşçıer, “Kürdistan’daki bu
gelişmeler kaygı vericidir. Bakanların
azledilmesi de bir başka kaygı verici konudur. Kürdler bir an önce Kürdistan’da
bağımsızlıklarına ulaşması gerekiyor.
Eğer demokratik bir Kürdistan kurulursa sorunlar daha rahat halledilebilir”
şeklinde konuştu. Taşçıer de, Güney’de
yaşanan bu gerginliğin sebebinin başta
İran olmak üzere Türkiye, Irak ve Suriye
olduğunu dile getirdi.
05
Barış ve demokrasiye
bomba
AHMET ÖZER
Bu bomba Türkiye’de demokrasi ve barış isteyenlere. Bu bomba; adalet, hak, hukuk
isteyen, “artık yeter yapan hasabını versin” diyenlere. Bu bomba ‘Diyarbakır’ın, Roboski’nin,
Ermeneğ’in, Soma’nın, Suruc’un hesabı sorulsun’ diye toplananlara. Bu bomba aslında
hepimize.Hesap vermek yoksa demokrasi de
yoktur. Eğer Roboski’nin hesabı sorulsaydı Diyarbakır ve Suruç katliamları olmazdı; Suruc’un
hesabı sorulsaydı Ankara Garı Katliamı yaşanmazdı. Demokrasinin fazileti hesap sorulabilirliktir. Hiçbir şeyin yapanın yanına kar kalmamasıdır. Ama maalesef epey
bir zamandır bizim ülkemizde yapanın yanına kar kalıyor. Katliamların,
baskı ve zülmün, çalanın, çırpanın, hukuksuzluğun hesabı sorulmuyor.
Bu nedenle yüzbinler Ankara Garı’nda toplandı. Hesap vermekten korkanlar hesap vermek yerine bombayla susturma yoluna gidiyorlar. Peki
emellerine ulaşabilirler mi?
Hindistan’ın kurucu barışçı Lideri Mahatma Gandi şöyle der:
“Bazen vahşi katliamlar ve dayanılmaz zülüm karşısında yüreğim sıkışır, umudum kırılır, vazgeçme noktasına gelirim. Böyle zamnlarda hep
dönüp geçmişe, tarihe baktım. Tarihte zülüm karşısında doğruluk ve
hakikatın sonunda hep galip geldiğini; daima kazındığını, zalimlerin ise
daima sonunda kaybettiğini görünce yüreğim tekrar umutla dolar ve yürüyüşüme öyle devam ederim.” Bu katliamları yapanlar yılgınlık istiyor,
barış ve demokrasiden vazgeçmemezi, sesimizi kısmamızı istiyor. Ama
yağma yok. Demokrasi, barış, hak ve adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesi devam edecek. Bu uğurda şehit olanlar boşuna ölmüş olmayacaklar.
Sonunda kazananan mazlumlar, barış ve demokrasi olacak. Zülmedenler, katledenler hep kaybetti, kaybedecek. Dün olduğu gibi bügün de yarın da kaybedeceklerdir. Saldırının olduğu gün Ortadoğu medyasından
bir gazetecenin sorularına verdiğim cevaplar aynı zamanda bu saldırıya
ilişkin reel analizi de içerdiği için paylaşmak istiyorum.
Ankara’daki saldırı nedir, anlayış olarak Türkiye’de demokrasi güçlerine karşı cihad başlatılması diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Bu saldırı Suruç ve Diyarbakır mitinglerinde yapılan
saldırılara benziyor, onların devamı gibi. O saldırılar aydınlatılıp hesap
sorulsaydı belki de olmazdı. Çünkü demokrasi hesap sorma rejimidir.
Ancak bu ülkede şimdilerde demokrasiye karşı kim bir saldırı yapıyorsa
yanına kar kalıyor. Şimdilik. Bu da benzerlerini cesaretlendiriyor. Ayrıca
her gün birçok yere baskın yapan tutuklama yapan devlet güçleri bunu
neden önlememiştir? Bu soru herkesçe sorulmaktadır.
Rusya, PYD ile beraber Türkiye-Suriye sınırında bir güvenlik kuşağı oluşturup, cihatçıları nefessiz bırakacak. Ankara’da patlama bu kuşağın Türkiye’den kırılmasının bir denemesi midir?
Bu saldırıyı IŞİD ile bağdaştıranlar var. Eğer öyle ise bu dediğiniz
olabilir. Ama IŞİD’e meydan veren, onu zımnen destekleyen gene bu
hükümettir. Şimdi yaptığının karşılığını böyle ödüyor. Eğer öyleyse bile
neden Türkiye istihbaratı bunun önüne geçememiştir? Eğitime sağlığa
ve sosyal yardımlara göstermelik paralar ayrılırken MİT’in bu yılki bütçesi %36 oranında artırılarak 1,5 milyara yakın bir kaynak ayrıldı. O zaman
yüzlerce cana mal olan katliamları neden önleyemiyor, iş olduktan sonra
ilgli ilgisiz insanlar üstünde konuşarak teoriler üretiyor.
Saldırının hedefi seçimin engellenmesi mi ya da yapılmaması mı?
Başından beri seçimle ilgili üç senaryo olduğunu söyledik ve yazdık.
1- Hükümetin bu çatışma ortamında seçime gidip bir takım oyunlarla seçimi kazanması, ya da 2- Saldırıların dozunun artması halinde seçimin bir
yıl ertelenmesi 3- Üçüncü senaryo ise; çözüm sürecine geri dönüp barış
ortamında seçime gidilmesidir. Görünen o ki, birinci ya da ikinci senaryo
ihtimal dahilinde; üçüncü senaryo için hükümet hiçbir şey yapmıyor, yapmak istemiyor. Nitekim “PKK tek taraflı ateşkes ilan ediyorum” dediği
halde hükümet çok büyük zafer kazanmış gibi hiç oralı olmadı. Ateşkes
bir insanın bile daha az ölmesine yol açacaksa bundan daha iyi ne olabilir? Ne isteniyor? Daha fazla insan mı ölsün isteniyor? Nasıl olsa ölen
yoksul halk çocukları. Kılıçdaroğlu’nun sorduğu gibi “O bölgeye gidenler
arasında hiçbir tuzu kurunun çocuğu neden yok?” Sabah akşam vatan
deyip gezenler, cenazelerde boy gösterenler, şehit edebiyatı yapanlar neden orada sizin çocuklarınız yok? Bu yüzden mi bu savaşı bu kadar rahat
sürdürüyorsunuz?
Bundan sonra bu tür saldırıların devamı mümkün mü?
Mümkün. Daha grift provakasyonlar olabilir. Demokrasi güçlerinin
bunlara karşı dik durması esastır. Herkesin savaşa, çatışmaya karşı “Barış
hemen şimdi” diye ayağa kalkması ve gereği neyse onu yapması gerekir.
06
ROJAVA
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
BasHaber
ROJAVA
19 - 25 Ekim 2015
Rojava Peşmergeleri sınırda
A
Kürd güçleri Rakka
operasyonuna hazırlanıyor
A
Mehmet Salih Batırhan
BD’nin Ortadoğu’daki IŞİD ve diğer
İslamcı gruplara yönelik yüzeysel
operasyonları ve sonuç alıcı bir
strateji geliştirememesi Ortadoğu’da Rusya
ve İran’ın da karıştığı yeni ve karmaşık durum doğurdu. Cihatçı örgütlerin çiftliğine
dönüşen Suriye’de ABD’nin Beşar Esad’ın
kalması ya da IŞİD’in Suriye ve Irak’ta
bitirilmesi yönünde başarılı operasyonlar
gerçekleştirmemesi Rusya’nın öncülüğünü yaptığı, İran, Irak Suriye ve Lübnan
Hizbullahı’ndan oluşan Şii Mihverine kapı
aralayarak, bu güçlerin bölgeye yerleşmesine ve yeni siyasi dizayda aktif rol oynamalarına neden oluyor. Rusya bir yandan
askeri operasyon merkezleri kurarak
Suriye’deki cihatçı grupları bombalarken,
ABD ise iki yıldır Musul’da IŞİD’e yapacağı
operasyonu erteleyerek Rakka’ya operasyon
hazırlıkları yapmaya başladı. Başat gücünü
Kürdlerin oluşturacağı Rakka operasyonunun hazırlıklarının sona erdiği ve ABD’nin
desteklediği Kürd güçlerinin birliklerini
Rakka’ya doğru kaydırdıkları öğrenildi.
ABD yetkilileri son olarak Kürd güçlerine
50 tonluk mühimmat verdiklerini ifade
ederek operasyonun kısa bir süre içerisinde
başlatılacağına dair sinyaller verdiler. Bir
süredir Kürdistan Bölge Yönetimi ile Roj
Peşmergeleri’nin Rojava’ya geçişleri için de
PYD ve KBY arasında koordinasyonun sağlandığı ve Peşmergelerin Rojava sınırında
bekledikleri belirtildi. Bu bağlamdaki hazırlıklar için ABD ve Peşmerge yetkililerinin
YPG komutanları ile görüştükleri öğrenildi.
Salih Müslim:
Operasyona hazırlık yapılıyor
Rakka operasyonu hazırlıklarına ve
ABD’nin Kürd güçlerine yaptığı yardıma
dair değerlendirmelerde bulunan PYD
Eşbaşkanı Salih Müslim, ABD’nin Rakka
operasyonu için Kürd güçlerine 50 ton
silah yardımı yaptığını söyledi. IŞİD’e karşı
mücadele eden silahlı güçlerinin “Suriye
Demokratik Güçleri” adı altında birleştiklerini belirten Müslim, “Daha önce Özgür
Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte hareket
eden Ceyş el Suvar (Devrimciler Ordusu),
Burkan El Fırat, El Sanadid gibi güçler,
YPG ile aynı şemsiye altında birleşti. Bunun
adına da Suriye Demokratik Güçleri denildi. Bunlar, Raksa için hazırlık yapıyor. Silah
yardımı da bunlara yapıldı” dedi.
İran- Hizbullah- Şam ve Moskova’dan
ortak operasyonlar
Bu arada Hizbullah milisleri, İran askerleri ve Rusya savaş uçakları tarafından
desteklenen Suriye rejim güçleri, Halep’e
yeni saldırı başlattı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre Humus’ta rejim ve
müttefiklerinin saldırılarında da 31’i kadın
ve çocuk 72 kişi hayatını kaybetti. Suriye
Ordusu ile müttefiklerinin operasyonlarının
Halep kent merkezinden ziyade civarda
muhaliflerin elinde bulunan bölgeleri hedef
aldığını belirtti. Gözlemevi’ne göre rejim
güçleri üç köyü muhaliflerden geri aldı. 17
muhalif ölürken, rejim ve müttefikleri 8
kayıp verdi. Ordu birlikleri kuzeydeki İdlib
ile Hama kentlerine de yeni saldırı başlatırken, Rusya’nın da desteğiyle saldırıların
Ürdün sınırındaki Deraa ile başkent Şam’ın
etrafında da yoğunlaştığı bildiriliyor.
“Rusya PYD ile çalışmak istiyor”
Moskova’da bulunan gazeteci yazar Misto
Sino Rusya’nın Rusya’nın Suriye müdahalesinin yeni bir durum olmadığını Rusya’nın
öteden beri güçlü bir şekilde bölgede
bulunduğuna dikkat çekerek, IŞİD’in ABD
tarafından durdurulamaması ve 2 yıllık
operasyonlar sonucunda Suriye’deki cihatçı
grupların bitirilememesinin Rusya’nın elini
güçlendirdiğini kaydetti.
Rusya’nın PYD ile ilişkilerine de değinen
Sino, PYD’nin denge siyaseti izlediğini ifade
ederek hem Rusya hem de ABD ile ilişkiler
kurduğunu ve bunun sonucunda PYD’nin
IŞİD’i İdlib ve Azaz’dan çıkaracağını söyledi. ABD’nin Rakka operasyonu hazırlıklarına da değinen Sino “Rusya ve İran’ın da
ABD’nin hamlelerine karşı hamleleri var.
Humus ve Lazkiye civarı temizlenmeye
başlandı. Rusya, şu anda Akdeniz sahili ile
Şam arasında bağlantıyı kurmak amacıyla
operasyonlar yapıyor” dedi.
Uluslararası Af Örgütü:
Sivil yaşam alanlarına zarar veriliyor
Öte yandan Uluslararası Af Örgütü’nün
PYD ve YPG’nin Arap ve Türkmen sivillerin
yaşadığı bölgeleri kullanılamaz hale getirdiği şeklindeki raporuna Kobanê Yürütme
Meclisi Eşbaşkanı Fewziya Evdo’dan tepki
geldi. Af Örgütü’nün raporlarını yanlış kaynaklara dayandırdığını ve gerçeği yansıtmadığını aktaran Evdo, Rojava’daki, etnik
ve dini farklılıkları olan halkların barış
içerisinde yaşadıklarını söyledi. Rojava’daki
demokratik özerkliğe karşı olan tarafların
af örgütüne konuştuklarını ve gerçeği yansıtmadıklarını ifade eden Evdo, Rojava’nın
ve Suriye’nin halkların toprağı olduğunu
Kürd güçlerinin farklı etnik unsurlara mensup insanları IŞİD’e karşı tün koruduğunu
herkes tarafından bilindiğini söyleyen Evdo
raporun zamanlamasının manidar olduğunu ifade etti. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre IŞİD tehdidinden kaçmayarak
bölgelerde kalan kimi siviller ABD’nin hava
bombardımanına ve YPG’nin tehditlerine
maruz kaldı.
BD’nin öncülüğünü yaptığı
koalisyonun dışında İran
ve Rusya’nın da Suriye’deki
savaşa fiili olarak müdahil olması,
bölgede Suriye eksenli yeni bir soğuk savaş endişesi yaratıyor. Rusya
iki haftadır Akdeniz’deki Tartus
Limanı ve Hazar Gölü’nden havalanan uçaklar ve füzelerle kısmen
IŞİD ve ABD’ye yakın rejim muhalifi
grupları bombalıyor. Rusya ağrılıklı
olarak ABD ve Türkiye’nin desteklediği “ılımlı muhalifleri” hedeflerken,
diğer yandan da “Şii Mihveri” ile
Bağdat ve Şam’da operasyon odaları
kuruyor ve Kürd güçleri yanına
çekmeye çalışıyor.
Suriye’de mini bir dünya savaşı sürerken Kürdistan Bölge
Yönetimi’nin (KBY) başkenti Erbil
de diplomatik temaslara ev sahipliği
yapıyor. ABD’nin, KBY üzerinden
IŞİD’in merkezi olan Rakka’ya bir
operasyon hazırlığında olduğu
bildiriliyor. Öte yandan Irak Ordusu
ve Peşmerge Bakanlığı arasında
koordinasyon sağlanamaması ve
ABD’nin Irak’taki Şii milislere mesafeli durması Musul operasyonunun
şimdilik gündemden çıkmasına
neden olduğu ve önceliğin Rakka’ya
verileceği öğrenildi.
KBY’de bulanan Rojava Peşmergelerinin de Rakka operasyonuna
katılacakları ve bu amaçla hazırlıkların yapıldığı öğrenildi. ABD’li
askeri yetkililerin bir grup Peşmerge
komutanı ile birlikte Rojava’ya geçerek konuya dair YGP’li komutanlarla
görüştüğü öğrenildi.
Suriye ve Rojava’daki gelişmeleri,
Raka operasyonu için yapılan hazırlıkları BasHaber Gazetesi’ne değerlendiren Kobanê Kantonu Dışişleri
Sözcüsü İbrahim Kurdo IŞİD’e
yönelik kapsamlı bir operasyonun
yapılacağını ve bu operasyona Rojava Peşmergelerini de katılacağını
ve geçiş için sınırda beklediklerini
ifade etti.
Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan
tek gücün Kürdler olduğunu ifade
eden Kurdo, Kürdlerin IŞİD ile
mücadelesinin tüm dünya tarafından görülüp desteklendiğini belirtti. Rusya’nın Suriye’de IŞİD’e karşı
yaptığı operasyonlara da değinen
Kurdo, Kürdlerin IŞİD ve diğer
İslamcı gruplara karşı birlik olmaları ve milli bir ordu kurulması
gerektiğini etti. Öte yandan Kurdo,
sınırda bekleyen ve hazırlıklarını
tamamlayan Roj Peşmergeleri’nin
Rojava’daki Kürd güçlerine büyük
bir destek olabileceğinin altını
çizdi.
“Rusya’nın
ların Rojava’da kurulan
operasyonlarından
demokratik yapıya destek
verdiklerini ve kurdukları
memnunuz”
sistemin halklar tarafınRusya’nın Suriye’deki operasyonlarıdan benimsendiğini ifade
na da değinen Kurdo,
etti. Rojava’daki halkRusya’nın IŞİD ve El
ların kendi kendilerini
Nusra’yı bombalamayönettiklerini ve kendi
sından memnuniyet
meclislerini kurduklaİbrahim Kurdo
duyduklarını vurgularını vurgulayan Kurdo,
dı. Rusya’nın IŞİD ve
Girêspi’deki yönetim modiğer İslamcı grupları hedef seçtiğini delini örnek vererek; “Girêspî halkın
ve Kürdler ile iyi ilişkiler kurduğunu yüzde 20’sini Araplar oluşturuyor.
belirten Kurdo bu operasyonların
Diğer halklar da var. Herkesin kent
Kürdlerin IŞİD’e karşı mücadelesini meclisinde temsilcisi var ve kende etkileyeceğini ifade ederek şöyle
di kendilerini yönetiyorlar” dedi.
dedi: “Rojava IŞİD’den temizleKürdlerin Rojava’da kurdukları
nirken hiçbir uluslararası veya
yönetim modelinin yeni bir model
bölgesel güçle ilişkimiz yoktu. Ama
olduğunu ve tüm halklar tarafınbugün Rusya tüm ağır askeri gücü
dan beğenildiğini aktaran Kurdo
ile Suriye’deki IŞİD’i hedef alıyor.
“Kürdler Arap ve Türkmenleri göçe
Bu önemli bir durumdur. Rusya’nın
zorluyor” iddialarının gerçeği yanoperasyonları Suriye’de bulunan ve
sıtmadığını ve bunun yalan olduğuIŞİD’e karşı mücadele eden güçleri
nu vurguladı. Kürdlerin Rojava’daki
de büyük oranda etkileyecektir.”
demokrasi adımının Ortadoğu’yu da
Rusya’nın Kürdler ile iyi ilişkiler
etkilediğini vurgulayan Kurdo, “Biz
kuracağını da iddia eden Kurdo,
demokratik Suriye’nin bir parçasıIŞİD’in kısa bir sürede Suriye’den
yız. Demokrasi adımımız Ortadoğu
çıkarılacağını belirtti.
başta olmak üzere komşu ülkeleri de
etkileyecektir” dedi.
“IŞİD’i Rakka ve Cerablus’tan
çıkaracağız”
“Planları tutmadı”
Olası Rakka ve Cerablus operasAnkara’nın Rojava ve Suriye poliyonlarına değinen Kurdo, güçleritikalarına da değinen Kurdo, İslamcı
nin buna savaşa hazır olduğunu,
grupların Kürdlere saldırtıldığını,
bu kentlerin zamanı geldiğinde
Türkiye’nin Kürdlerin Rojava’daki
IŞİD’ten alınacağını açıkladı. Tüm
kazanımlarını ortadan kaldırmak
terörist örgütleri Suriye’den çıkariçin IŞİD’e destek verdiğinin tüm
maya kararlı olduklarını aktaran
dünya tarafından bilindiğini ve
Kurdo, Suriye halkının kendilerine
Türkiye’nin IŞİD’in kurulması
büyük destek verdiklerini ifade
sürecinin başında olduğunu söyledi.
ederek, Rakka ve Cerablus halkının
Türk yetkililerinin IŞİD’i Rojava ve
isteği üzerine buralara operasyon
Türkiye sınır hattına yerleştirdiğini
yapılacağını söyledi.
ve IŞİD’in teknik ve lojistik desteğini Türkiye’den aldığını ifade eden
“Rojava’da demokrasi var”
Kurdo, Türkiye’nin tampon bölge
Suriye ve Rojava’daki farklı etnik
kurma planının da gerçekleşemeyeve dini gruplar ile kurdukları ilişkiye ceğini, Rojava ve Suriye planlarının
de değinen Kurdo, Suriye’deki halkçöktüğünü açıkladı.
07
Ankara katliamı ve
derin toplumsal kırılma
HAKAN TAHMAZ
Ankara katliamı dünyada bir ilk.
Dünya, birçok kez “terör” saldırısı sonrası çeşitli barış veya terörü telin mitingine tanıklık etti. Ama ilk kez öncelikli tek
istemi ve çağrısı barış olan bir mitingde
katliam yaşandı. Bu mitingin çağrısını
yapanların ve örgütleyenlerin memleketin en yaygın ve köklü emek ve meslek
örgütleri oldukları, parlamento içi ve
dışı birçok siyasi çevrenin destekçi olduğunu aklımızdan çıkarmamak gerek.
Tarihimizin en büyük katliamı, ülkenin başkentinde gerçekleştirildi. Olası saldırının istihbarat raporlarının havada
uçuştuğu ve öncesinden birçok belirtisinin olduğu bir zaman
diliminde gerçekleşmiş olması konu etrafındaki tartışmayı
şiddetlendirdi ve toplumun gelecek kaygısını derinleştirdi. Bu
nedenle katliama toplumsal tepkinin dozajı yüksek ve yaygın
oldu. Bunun önünü almak için devlet aklı, tarihinde ilk kez
mağdurları sahiplendi.
Mağdur yakınlarının ve mücadele arkadaşlarının katliam
yerine karanfil bırakmalarına izin vermeyen devlet, bir gün
sonra önce Başbakan ve kabinesi daha sonraki gün Cumhurbaşkanı olay yerinde tören düzenledi. Bununla da kalınmadı
başka bir şey daha gerçekleşti. Devleti, savaş ve çatışma politikasına karşı uyaran mağdurlar “terör mağdurları” kapsamına
alındı. Katliamdan zarar görenlere devlet yardım edecek. Yaşamını yitirenlerin birinci derece yakınlarına kamuda iş olanağı tanınacak ve maaş bağlanacak. Bugüne kadar polis, asker ve
korucuların yararlandığı haklardan yaranacaklar.
Devlet, toplumun tepkisini mağdurlara kol kanat geriyoruz görüntüsü yaratarak törpülemeye çalışırken aynı zamanda
vakayı devletleştiriyor. Toplumsal tepkinin hedefini saptırmaya çalışıyor. Tarihimizin en büyük katliamındaki devlet ve
hükümetin sorumluluğunu örtmeye/gizlemeye çalışıyor. Hükümetin ve devletin eleştirilmesini yasakladı ve suç saydı. Başbakan, Cumhurbaşkanı milli birlik, kardeşlik çağrısı ve vurgusu yaparak saldırının kendisine yönelik olduğu safsatasını
yaygınlaştırma yoluyla faillerin ortaya çıkmasına mani oluyor.
Bu oyunu bozan HDP lideri Selahattin Demirtaş büyük
bir tehdit altında. Bunun bir nedeni vardır. Gerçeği bütün
çıplaklığı ile haykırmasıdır. O gerçek, Ankara katliamının
gerçekleşmesindeki devlet/hükümet sorumluğuna işaret etmesidir.Selahattin Demirtaş’ın “katil devlettir” ithamında en
küçük bir kuşkuya yol açacak geçmişe sahip olmayan devlet
yapısının, bu vaka öncesi de birçok olayda sabıkalı olması iddiayı güçlü kılıyor.Her şeyden önce devlet aklının eskisinden
farklı çalıştığını gösterir bir emare yok. 5-6 Eylül’de bizzat
MİT ve Özel Harp Dairesi’nin azınlık katliamı örgütlemiş bir
ülkenin yurttaşlarının şimdi başka türlü düşünmesini gerektirecek gelişmenin zerresine rastlanmıyor. Aksine kısa süre
önce yakılan HDP Genel Merkezi’nin varlığı, Diyarbakır, Suruç katliamlarının üzerindeki sis perdesi söz konusu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde tek bir vakada anlının
akıyla çıktığı vaki olmamıştır. Devlet gölgesi her vakada çok
fazla belirgindir veya bizzat devletin parmağı tetiği çektiği
kesindir. Örneğin Hrant Dink cinayetinde son aylarda ortaya
dökülen kanıtlar, güvenlik güçlerinin koruması altında cinayetin işlendiğini gün yüzüne çıkardı. Roboski katliamını soruşturan savcıların belgeleri devlet eliyle katliamın nasıl bir kin ve
öfkeyle gerçekleştirildiğini gösteriyor.
Ankara katliamı Türkiye için siyasal ve sosyal bir dönüm
noktasıdır. Artık katliamdan önce ve sonrası olacak. Devlet, yasaklarla, gizleyerek, koruyarak veya bizzat mağdurları
(HDP liderinin olduğu gibi) suçlayarak eski, çürümüş yapısını
korur ve Kürdleri geriye dönüşü olmayacak bir biçimde kaybeder.
Ankara katliamının toplumda yarattığı derin kırılmayı
sezememe hali ve gerekli toplumsal, siyasal değişim cesareti
gösterememek/tercih yapmamak felaketin habercisi olacaktır.
Devletin eski yoldan yürüme iradesi ve halklarımızın bunun
önüne geçme isteğinin baskılandırılması Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek önemli bir gelişme olacak.
08
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim 82015
SÖYLEŞİ
Akademisyen Arzu Yılmaz:
Bağımsızlık artık daha mümkün
KBY’deki gelişmeleri yakından izleyen Uluslararası siyaset uzmanı Arzu Yılmaz, Goran
Hareketi’nin ilk zamanlarda Kürd siyasetindeki
yarılmaya alternatif olmak hem PDK hem de
YNK’yi zorlayacak bir umut olarak ortaya çıkmasına rağmen, son olaylardaki tavrı ile hayal kırıklığı yarattığını ve artık pozisyonunu koruyamayacağını söylüyor. Kürdistan’da iç çatışmalara varan
Yeter Polat
Bağımsızlık hazırlıkları yapan
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde
son haftalarda yaşanan şiddetli gösteriler Rusya ve İran’ın
Suriye’ye müdahaleleri ile eş zamanlı gelişti. Bunun anlamı nedir?
Ortaya çıkan bu yeni gelişmeleri
siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesi
bugünün gündemi değildir. Hatırlarsanız
IŞİD’in Musul’a saldırısı ertesinde gerçekleşebilecek bir gündem haline gelmişti.
Hatta tarihler bile belirlenmişti; fakat son
1 buçuk yılda çok şey değişti. Dolayısıyla
bu bağlamda en azından Kürdistan’ın iç
politikası yönüyle baktığımızda en önemli
değişiklik Kürdistan’ın KDP veya Mesud
Barzani ile birlikte bağımsızlık ihtimali
bu son bir buçuk yılda çok ciddi bir siyasi
güç kaybına uğradı. Siyasi güç kaybına
uğramasının, Şengal’de Peşmerge’nin
yaşadığı yenilgi olduğu kadar Bağdat ile yapılan anlaşmadan kaynaklanan ekonomik
sorunlarla da ilgisi var. İran ve Rusya’nın
Suriye krizine müdahalesi ve IŞİD’in Musul
işgali sonrası özellikle İran’ın, Kürdistan’ın
iç siyasetinde daha etkili ve yön verici
pozisyonuyla da çok ilişkilidir. Başta ABD
olmak üzere, Türkiye ve İsrail istisnası
dışında o dönemde Kürdistan’ın bağımsızlığına destek veren hiçbir ülke yoktu. İsrail
bağımsızlığı destekleyeceğini söylemişti.
Türkiye’den de bağımsızlığa karşı çıkılmayacağına dair bir açıklama yapılmıştı. Son
noktada bugün yaşanan krizin dediğim gibi
çok daha geçmişe dayanan kırılma noktaları var. Özellikle 1998’de Kürdistan iç
siyasetinde bir güç paylaşımı, 2003’te tahkim edilen bir uzlaşmanın bozulmasından
tutun da; IŞİD’in Musul’a saldırmasına ve
daha sonrasında bugün Suriye bağlamında
Rojava Peşmergesi’nin Suriye Kürdistan’ına geçişine kadar kronolojik bir silsile
üzerinden takip edilmesi gereken meseleler
olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Kürdlerin bağımsızlık konusunda
ısrarcı oldukları görülüyor. Uluslararası dengeler ve şiddete varan
son protestolar dikkate alındığında KBY’nin bağımsızlıktan uzak-
şiddet eylemlerine rağmen Norşirvan Mustafa’nın
ülkeyi terkettiğini ve Goran’ın politik tercihleri ve
İran’ın etkisinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini söylüyor.
Kürdistan’ın bölünmesinin mümkün olmadığını, KBY ölçeğinde, sosyolojik olarak Kürd
tabanının birleşmeyi gündemine aldığını söyleyen
Yılmaz, uluslararası aktörlerin de bölünmüş bir
laştığı söylenebilir mi?
KBY’nin bağımsızlığı sadece bir zamanlama meselesiydi. Bunun kaçınılmaz olduğu
birçok akademisyen, diplomat ve uzman
tarafından söyleniyordu. Hangi bölgesel ve
uluslararası aktörün inisiyatifinde gelişeceğine bağlı olarak bir zamanlama problemi
yaşanıyordu. Bunun Irak ve Suriye’deki gelişmelerle de ilişkisi var. Bunun bir buçuk
yıl önce olmamasının en önemli nedenlerinden biri ABD’nin bu konuya olumlu
yaklaşmamasıydı. ABD’nin, geçtiğimiz
yıllarda Irak politikası net ve kesindi. Dolayısıyla da IŞİD’in Musul’a saldırmasıyla
birlikte Barzani’nin “hemen bugün olmazsa
da yarın ilan ederiz” şeklindeki bağımsızlık
açıklaması rafa kaldırıldı. Bu dönemde
İran karşı çıkmıştı; fakat şimdi yeni bir
süreç var. Bu yeni sürecin en önemli stratejilerinden biri şu: Birincisi İran artık P5+1
ülkeleriyle birlikte uluslararası sisteme
yeni bir entegrasyon sürecine girdi. İran’ı
Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı çıkan
en önemli bölgesel aktör olduğunu akılda
tutmak gerekir. İkincisi, Abadi Hükümeti,
Irak’ın birliği ve sürdürülebilir olmasa
bile uluslararası ve bölgesel aktörler için
bir zaman kazanma hükümetiydi. Öyle
görülüyor ki onun da sonuna gelindi. Abadi
Hükümeti’nden sonra ikinci bir hükümet
ihtimalini çok düşük görüyorum. Irak’ın
bütünlüğünün artık sürdürülemez olması
bağlamında Kürdistan’ın bağımsızlığı dünden daha çok yüksek bir ihtimal. İkincisi
ABD’nin Ortadoğu’daki planı değişmiş
görünüyor daha doğrusu değiştirmek
zorunda kaldı. ABD zamana yayan, hatta
IŞİD’in yenilmesinin uzun zaman alacağı
bilgisini paylaşan bir pozisyondaydı. Bütün
aktörlerin mümkün olanı test ettiği bir
süreç yaşadık. Rusya, Suriye’deki kontrolünün büyük bölümünü İran üzerinden
sağlıyordu, fakat İran’ın P5+1 ülkeleri ile
yaptığı anlaşma, Rusya’nın artık deyim
yerindeyse “iş başa düştü” saikiyle hareket
etmesini bir anlamda zorunlu kıldı. Bu da
bir domino taşı etkisi yaratarak ABD’nin
bugüne kadar ikircikli Suriye politikasında
daha net bir pozisyon elde etmesine neden
oldu. Bu net pozisyon tam olarak tarif edilmese de en azından Kürdler bağlamında
ABD’nin artık Ortadoğu’da Kürdleri IŞİD’le
Kürdistan değil, aksine Rojava’yı da içine alan güç
paylaşımına dâhil eden ve dolayısıyla Kürdistan’ın
birliğini temsil eden bir eğilim içinde olduklarını söylüyor. KBY’nin bağımsızlığının artık daha
mümkün olduğunu ifade eden Arzu Yılmaz,
bölgedeki gelişmeleri, Rusya ile İran’ın fiili olarak
dahil oldukları Suriye ve Rojava’daki gelinen aşamayı BasHaber’e yorumladı.
mücadelede “ortak” olarak gördüğü netleşmiş görünüyor. Örneğin NATO üyesi olan
Türkiye ile işbirliği bu kadar net bir şekilde
ifade edilmezken, Kürdlerle işbirliği daha
net bir şekilde karşılık buluyor. Hal böyle
iken, bu politik ortamda KBY’nin bağımsızlığı önümüzdeki günlerin en ciddi gündemlerinden biri olacaktır.
Kürdistan’a ziyaretiniz olmuştu,
sahadan nasıl izlemimlerle ayrıldınız?
Kürdistan’da dikkatimi çeken bir iki
nokta var paylaşmak istiyorum: Birincisi
çok açık ki ABD, KBY’nin bağımsızlığını
Rojava yönetiminin ABD ile işbirliğinden
bağımsız bir değişken olarak değerlendirmiyor. Yani ABD, KBY’nin bağımsızlığını Rojava yönetiminin de aynı anda
uluslararası alanda meşru bir aktör ve
Suriye’nin yeniden inşasında bir oyun
kurucu olarak formüle ettiğini görüyoruz.
Güney Kürdistan-Rojava denkleminde ele
alıyor. Bunun en önemli göstergelerinden
birisini Güney Kürdistan’da eğitilen Rojava
Peşmergeleri’nin Rojava’ya geçişi konusunda gösterdiği inanç olarak söyleyebiliriz. 5 bin kadar Rojava Peşmergesi’nin
Rojava’ya geçişinde büyük ölçüde mutabakat sağlanmış gibi. Dolayısıyla bu çerçevede referansımızı yeniden Irak üzerinden,
Süleymaniye ve Soran bölgesinde çıkan
kriz üzerinden okumak gerekirse şöyle
bir durumla karşı karşıya olduğumuzun
altını çizmek gerekiyor: Tıpkı 1995 yılında
Washington uzlaşmasında Yekitî ve PDK
arasında kurulan güç paylaşımı benzeri
ve bu kez Rojava’yı da içine dâhil eden
yeni bir Kürdistan ölçeğinde güç paylaşımı sürecinin içerisinden geçiyoruz. Öyle
görünüyor ki Goran bu güç paylaşımında
kendisine umduğu veya talep ettiği yeri
bulamayacağı gibi bir sıkıntı yaşıyor. Bu
bağlamda hiç şüphesiz hem başkanlık
konusunda, hem yaşanan ekonomik sıkıntılar konusunda ortaya atılan talepler ve
gösterilerin meşruiyeti tartışılmaz. Fakat
ülkenin içinde bulunduğu güvenlik krizi
hali hazırda Rojava’yı da içine alan yeni
bir Kürdistan için güç paylaşım süreci göz
önüne alındığında bu taleplerin haklılığına rağmen zamanlama açısından asıl
mevzunun buradan koptuğunu görmek
gerekiyor.
Medyada gelişmeler “maaşların
ödenmemesi” üzerinden yorumlandı. İçinde insanlarla birlikte
KDP binaları yakıldı. Maliye
Bakanlığı Goran Partisi’ne ait
ama gösteri ve saldırılar sadece
Süleymaniye’de PDK’ye yönelik
yapılıyor. Bunun anlamı nedir?
Goran, maalesef Güney Kürdistan ölçeğinde kendinden umulan politik performansı gösteremedi. Bu birçok uzmanın
ortaklaştığı bir konu. Özellikle iki yıllık
performansı göz önünde bulundurulduğunda bugün Barzani’yi tek adam olmakla
suçlayan Goran, aslında 2011-2012’den bu
yana Barzani’nin ya da KDP’nin gücünü tahkim eden bir pozisyon aldı. Bunu
yaparken açıkçası Yekitî’nin kendi içindeki
bunalımlarından faydalanarak -KDP ve
Yekitî’ye alternatif bir politik parti olmak
yerine- KDP’yle birlikte hareket
edip, Yekitî’nin yerini almak
gibi bir politik tercihte bulundu. Hal böyle iken bugün kalkıp da Barzani’nin
‘tek adamlığını’, ya da
KDP’nin Kürdistan
siyasetini domine etmesi
konusunda şikâyet
etmesini doğru bulmuyorum. Böyle bir hakkı da
yok. Dolayısıyla bu aynı
zamanda Maliye Bakanlığı
görevini yürüten
Goran’ın ekonomideki kötü
gidişattan
SÖYLEŞİ
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
9
SÖYLEŞİ
KDP’yi sorumlu tutmasının işaret ettiği çelişki de aslında bundan kaynaklıdır. Kürdistanlı bir arkadaşıma atıfla
şu örneği vermek istiyorum, arkadaşım şöyle demişti: “Süleymaniye’de
bir protesto varsa Türkiye bayrağı
yakılır, Hewlêr’de bir protesto varsa
İran bayrağı yakılır.” Bu bize şunu
gösteriyor, Süleymaniye’de olan
olayları, özellikle IŞİD’in Musul’a saldırmasından sonra İran’ın etkisinden
bağımsız değerlendirmek naiflik olur.
İran çok açık bir şekilde Kürdistan’ın
bağımsızlığına karşı olduğunu ve
KDP ile Barzani’ye karşı Goran’ı ve
Yekitî’yi destekleyen bir pozisyon
aldığı aleni bir gerçek. Hatta Peşmerge düzeyinde bile Peşmerge’nin bugün
tek bir parça olarak hareket edememesinin en önemli etkenlerden biri
de İran’dır. Hal böyleyken bu tutum,
çıkan krizin çok meşru ve haklı gerekçelere dayanmakla birlikte vardığı
kriz halinin, Goran’ın politik tercihleri ve İran’ın etkisinden bağımsız
değerlendirilemez.
Düşünün ki Güney Kürdistan’da
iç savaş ihtimalinin ortaya çıktığı
bir durumda, göstericilere sahip
çıkan Goran lideri Noşirvan Mustafa
Kürdistan’da değil.
Nerede Noşirvan Mustafa?
Almanya’ya gitmişti, şimdi de
Londra’da olduğu söyleniyor, Güney
Kürdistan’da olmadığı kesin. Şunun
için diyorum: Goran hem Yekitî’ye,
hem KDP’ye alternatif olabilecek,
bölünmeyi de bir anlamda engelleyebilecek, birçok aksaklıkları da
dönüştürebilecek, değiştirebilecek bir
umut olarak ortaya çıkmıştı. Ama bu
kriz gösteriyor ki Goran bu konuda
büyük hayal kırıklıklarına neden
olmuştur. Goran artık umut vermediği gibi bundan sonraki süreçte siyasi
pozisyonunu koruyamayacağı ve bu
gelişmelerin ardından büyük ölçüde
minimum düzeye inecek bir sonuçla
karşılaşacağız. Goran’ın bundan sonra
denklemde güçlü bir aktör olarak yer
alma yerine denklemden düşme riski
ile karşı karşıya olan bir siyasi aktör
konumuna düştüğünü görüyorum.
Süleymaniye’de ortaya çıkan
gelişmeler ışığında KBY’de
orta vadede iki idareli bir
yönetim biçimine geçileceğine dair senaryolara
katılıyor musunuz?
Evet istenen bu.
Tekrar etmek istiyorum: Bu yeni bir
gündem değil,
özellikle
IŞİD’in
Musul saldırısı ertesinde bölgelerin
büyük ölçüde KDP’nin kontrolüne
geçmesiyle birlikte gündemleşen bir
mevzu. 1998’deki güç paylaşımı bunun zeminiydi. Artık parametrelerin
değiştiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Bu mümkün değil artık. Birincisi, Kürd tabanı birleşmeyi gündemine
almışken, bir de Güney Kürdistan
ölçeğinde bölünme, sosyolojik olarak
mümkün değil. İkincisi, uluslararası
aktörler bugün bölünmüş bir Kürdistan değil, bilakis tam tersine Rojava’yı
da içine alan güç paylaşımına dâhil
eden ve dolayısıyla Kürdistan’ın birliğini temsil eden bir eğilimin içindedir.
İran tarafından organize edilen böyle
bir düşünce var. Ancak bunun hayat
bulma şansının, bugünkü konjonktürde mümkün olmadığını düşünüyorum.
ABD çok açık ve net biçimde
krizin aşılması yönünde çağrılar yaptı. Uluslararası konjonktürde Kürdistan’ın yeni
bir pozisyon alacağını söylediniz, buna paralel gelişmeler
var mı?
Şu anda çok açık bir şekilde uluslararası koalisyon güçleri bir MusulRakka operasyonuna hazırlanıyor.
Bu operasyonlarda öyle görünüyor
ki Kürdler ön cephede yer alacak. Ne
yazık ki aynı zamanda önümüzdeki
orta ve uzun vadede bir Kürd-Arap
çatışmasını tasdik edecek unsurlar
olarak karşımıza çıkacak. Kürdler, en
azından Güney Kürdistan için söylersek, bağımsız Kürdistan için Araplarla
çatışmayı göze alıyor.
Bağımsızlığın geçen yıldan daha
fazla olarak gündemde olduğunu
söyleyebilirim. Geçen yıl şöyle bir
fark vardı: Mesûd Barzani “Kesinlikle Kürdistan toprakları dışında
Peşmerge’nin çatışma içerisine
girmesi düşünülemez” diyordu ve
bu, bir kırmızı çizgiydi. Ama bugün
Kürdistan’ın bağımsızlığının destekleneceğini ve fakat KBY’nin bu kırmızı
çizgisinden feragat etmek zorunda
kalacağı veya bunun için zorlanacağı
bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı
düşünüyorum.
Kürdler arası bu gerilimin ucu
nereye uzanır?
Rojava-Güney Kürdistan arasındaki gerilim için şu bilgiyi hatırlatmak
gerekiyor: 2001-2002’de Soran bölgesindeki kısa süreli çatışma dışında
1998’den bu yana Kürd güçleri arasında silahlı çatışmanın yaşanmadığını,
yani Brakûjî’nin olmadığını not etmek
gerekiyor. Siyasi alanda Kürdler
arasında bir çatışmanın savunulacak
bir pozisyon olmadığının altını çizmek
gerekiyor. Böyle olunca siyasi rekabeti
eşgüdümlü ve uyumlu bir çalışmaya,
yani Kürd partileri arası bir müzakere
mekanizmasının oluşturulması gerekiyor. Kürdistan Ulusal Konferası’nı
hatırlatmakta fayda var, Kürdler
bunu beceremedi. ABD’nin geçen yıl
Duhok’ta gerçekleştirdiği toplantı,
geçtiğimiz ay Hewlêr’de gerçekleşen
Mesud Barzani-Salih Müslim arasındaki görüşmelerde de bunun artık kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu ortadadır.
Mesud Barzani geçenlerde Rojava’yı
ziyaret edeceğini söyledi, bu ve
Suriye’deki Peşmergeler’in Rojava’ya
geçişi çok önemli gelişmelerdir.
Kürdler arası iç savaş koşulları yok, peki uzlaşma olabilecek
mi, nasıl olacak?
Herhangi bir Kürd siyasi partisinin
Kürdler arası silahlı çatışmayı savunabileceği bir pozisyon asla yokken,
geriye kalan tek şey; uzlaşmanın,
birlikte eşgüdümlü hareket etmenin
mekanizmalarını yaratmaktır. Bu
mekanizmaların da oluşturulacağı
bir süreçten geçiyoruz. Bu bağlamda Türkiye’yi ele alacak olursak,
bu anlamda İmralı Süreci, aslında
Kürdler arasında giderek güçlenen
bir uzlaşma ve birlikte hareket etme
ağırlığına dâhil olmasıdır. Ne denmişti? Türkiye’nin hamiliğinde bir Kürd
barışı projesiydi İmralı Süreci. Ama
Türkiye, Kürdler içi barışı Türkiye’nin
genişlemesinin bir aracı olarak formülize etti. Kendisini Ortadoğu’daki
genişleme sürecinde yer almasının
mümkün olamayacağını gördüğü anda
da Kürdlerin birlikte hareket etmesine bir tepki olarak görmeye başladı.
Bu haliyle Türkiye’nin sınırlarının
ötesinde Kobanê krizi de Türkiye’nin
artık Kürdistan ölçeğindeki politikaları ilkesini kaybettiği bir eşik olarak
tarihe geçti artık. Dolayısıyla bugün
Kürdistan ölçeğinde yeniden yapılanmada Türkiye’nin bir aktör veya bir
oyuncu olduğunu düşünmüyorum.
Orta ve uzun vadede Türkiye’nin KBY
veya Rojava’yı tanımadan veya onlarla
uzlaşmadan ne Türkiye’nin Ortadoğu
politikasını yürütmesi, ne de KBY ve
Rojava’nın sürdürülebilir istikrara
kavuşması mümkün değildir. Şu an
Kürdistan ölçeğinde karılan kartlar
içerisinde Türkiye yok. Bu yeni güç
paylaşımının nasıl olacağı konusunda
Türkiye belirleyici bir aktör olarak yer almıyor. Fakat orta ve uzun
vadede illaki Türkiye bu sürece dâhil
olacaktır; ama bu politikasıyla ve bu
haliyle değil. Türkiye önce kendisinin ne olduğuna karar verecek. Bu
kararı verdikten sonra Kürdlerle nasıl
yaşayacağına karar verecek. Bu kararı
verdikten sonra da yeniden Kürdistan
ölçeğindeki sürece dâhil olup olmayacağını da göreceğiz. Bugün itibariyle bu anlattığım hikâye içerisinde
Türkiye yok.
09
Çatışma dönemi
dersleri
MESUT YEĞEN
Çatışmasızlık durumunun sona
ermesinin ardından ortalığın kan
gölüne döndüğü bu birkaç aydan
herkes için çıkarılacak dersler var.
İlk ders PKK’ye. Haziran’dan
bugüne yaşananlar, yürüyen çatışma
durumu, özyönetim ilanları, yürürlüğe konulan Devrimci Halk Savaşı
vs. hepsi birden tek bir şeyi gösterdi:
PKK’ye en ‘müzahir’ olanlar da dahil, Türkiye Kürdleri Türkiye devletine karşı ayaklanmak,
isyan etmek niyetinde değil. Türkiye devleti yaygın ve
sürekli bir biçimde Baas tipi bir devlet gibi davranmadıkça,
Kürd kitlelerinin Devrimci Halk Savaşı’na icabet edeceği
yok. Bu durumda Devrimci Halk Savaşı’nda ısrar etmek
PKK’ye çok da müzahir olmayan Kürdlerde bir ‘soğuma’
yaratırken, PKK’ye en müzahir olanların canının çok
yanmasından başka bir sonuç üretmiyor. PKK’ye düşen
ders bu.
Birkaç ders de devlet için var. Devletin payına düşen
ilk ders şu: Evet, Kürdler ayaklanmıyor, isyan etmiyor
ama PKK’ye (HDP’ye) de yüz çevirmiyor. Kürdlerin isyan
etmeye niyeti yok ama PKK-HDP hattının kalıcılaştırdığı
taleplerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan, dağdaki evlatlarından, kardeşlerinden vazgeçmeye de niyetleri yok.
Devletin payına düşen ikinci ders biraz daha ağır. Türkiye devleti Kürdlere karşı Baaslaşma ihtimalinin henüz
uzağında olmakla beraber devletin uzuvları, personeli zaman zaman ve yer yer Baas fotoğrafları vermekten geri kalmıyor. Çatışma bölgelerinde fetih orduları gibi davranan
Esadullah çeteleri, çocukları, yaşlıları katletmekten, ceset
sürüklemekten, güçsüzlere ‘Türkün gücünü göstermekten’
sakınmıyor. Bütün bu Baas manzaralarının çatışmasızlık
durumunun birkaç hafta sonrasında yaşanması, çatışmasızlıkla geçen senelerde oluştuğu düşünülen devlet Kürdler
barışmasının büyükçe bir balon olduğunu gösteriyor. Kürd
yurttaşlar bir kısım devlet personelinin nazarında halen
düşman, halen düşman.
Bir ders daha var devletin payına düşen. Çatışma
durumunun avdet etmesi sadece Kürdlere dair devlet (personeli) algısının pek değişmediğini göstermekle kalmadı,
çözüm süreci boyunca atılan reform adımlarının da kalıcı
olmayabileceğini gösterdi. Kürdçe konuşulmasına ve Kürdçe yayıncılığa karşı doksanlarda gösterilen huşunet devlet
personeli eliyle bölgeye geri döndü. Kürdçe konuşmayı
yasaklamak ve (eğer doğruysa) bir müddettir epey eskide
kaldığını düşündüğümüz Kürdistan isimlilerin yolculuktan
edilmesi gibi pespayelikler de yeniden başladı. Bütün bunlar övünçle duyurulan kimi temel reformların bile duruma
göre kullanılabilir olduğunu, bu itibarla çözüm süreci diye
bellediğimiz sürecin pek bir şeyi çözmediğini gösteriyor.
Bir ders de bu.
Bir de Suriye dersi var tabii ki devletin payına düşen.
Suriye’de işlerin Türkiye devletinin arzuladığından çok
başka biçimde seyretmeye başlamasının, YPG’nin Fırat’ın
batısına geçme ihtimalinin oluşmasının ardından başlayan
çatışmalarla beraber Suriye’de işler Türkiye için düzelmek
bir yana, daha da kötüleşti. Son üç ayın verdiği bir ders de
bu: Kürd meselesi bu kadar açık bir yara olarak kanamaya
devam ederken Suriye’den de başka yerlerden de uzak
durmak gerekiyor.
Biz yurttaşların payına düşen de bir ders var: Barış,
çözüm, her neyse, ancak biz gerçekten çok istersek ve
birbirimize karşı adil ve dürüst olursak, bu da yetmez
yakın olduklarımızı, devleti, PKK’yi, siyasi partileri, basını,
STK’ları bu işe zorlayabilirsek mümkün olacak. Devlete ve
birbirimize Kürdlerin kendi dillerinde eğitim görmesinin
de kendi kendilerini yönetmesinin de en tabii hakları olduğunu, PKK’ye de bu tabii hakları elde etmek için çatışmaya
değil siyasete ihtiyacımız olduğunu kabul ettirdiğimizde
mümkün olacak barış ya da çözüm.
10
HABER
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
BasHaber
HABER
19 - 25 Ekim 2015
Özyönetim ilanları
Yıkım ve sükünet kardeşliği!
G
Berfîn Mijdar
eçtiğimiz Haziran’da yapılan genel
seçimler sonrasında başlayan çatışma
süreci ile birlikte KCK, “Özyönetim
ilanı” çağrısında bulunmuş, Silopi ile start
alan ilanlar Nusaybin, Cizre, Batman, Bitlis,
Hakkâri, Gever, Varto, Bulanık, Erdemit,
Özalp, İpekyolu, Doğubayazıt, Sur, Silvan,
Lice ve İstanbul’un Gazi’de ve Gülsuyu
mahallerine yayılmıştı. Özyönetim ilanları ile
çatışmalar kent merkezlerine yayılmış, çıkan
olaylarda 113 sivil ile sayısı bilinmeyen polis/
asker ile YDHG üyesi yaşamını yitirmişti.
Barikatların kurulduğu, hendeklerin kazıldığı
mahallelerde yüzlerce ev ve dükkan yakılmış,
yoğun göçler yaşanmış, büyük maddi zararlar
meydana gelmişti. Bir ayı aşkın devam eden
olayların ardından durum sakinleşti.
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş
Başkanı Emine Ayna, Özyönetim’in özerklik ile eş değer olduğunu ve bölge halkının
bağımsızlığı değil devletle ortak yönetime
katılmak istediğini açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise, “Bu ülkede Türkiye
Cumhuriyeti’nin dışında bir devlet asla kabul
edilemez. Bu açıklamayı kimler yapıyorsa
ağır bir bedel öderler” diye yanıt vermişti.
2014 yerel seçimlerinde HDP/BDP’nin seçim
sloganı “Özyönetim ile özgür kimliğe” idi.
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da
Özyönetim’in meşru olduğunu ancak bunun
silahla yapılmasını tasvip etmediğini açıklamıştı. Ancak Özyönetim ilan edilen Silopi, Şırnak, Cizre, Varto, Gever, Silvan, Bismil, Sur,
Lice ve Nusaybin’de bu ilanlarla birlikte önce
silahlı gençler mahallelerde hendekler kazarak
barikatlar oluşturmuş, ardından devlet güçleri
sokağa çıkma yasağı ilan ederek mahallelerde
operasyonlara başlamıştı. Çıkan çatışmalarda
çoğu sivil onlarca insan hayatını kaybederken, evler, dükkanlar yakılmış, binlerce insan
göçerek, Özyönetim ilanlarına katılan DBP’li
belediye eş başkanları tutuklanmış bir çoğu da
görevden alınmıştı.
2011 yılının Temmuz ayında da DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk yaptığı basın açıklaması
ile Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik” ilan
etmiş, ardından çıkan ve iki yıl süren şiddet
olaylarında onlarca asker ve gerilla yaşamını
yitirmiş, ardından Tuğluk “keşke o açıklamayı yapmasaydık” demişti. 2014 yılında
gerçekleşen yerel seçimlerin hemen ardından
da Diyarbakır Belediye Eş Başkanı Gültan
Kışanak bölgede “Demokratik Özerklik” için
çalışmalara başladıklarını açıklamıştı.
KCK de Özyönetim ilanlarının ‘geç kalınmış
bir adım olduğunu ve ödenen bedellere rağmen geri adım atmayacakları’ açıklamasında
bulunmuştu.
Kürdistan’a ağır fatura
Özyönetim ilanları ardından meydana gelen
olaylarda 113 sivil ve sayısı belirsiz asker, polis
ve gerilla ile YGDH üyesinin yaşamını yitirdiği, onbinlerce sivilin göçmesi ve yüzlerce ev ile
dükkanın tahrip edilmesi ve onlarca siyasetçinin tutuklanması ardından devlet güçleri
mahallelere girerek, barikatları kaldırıp, hendekleri doldurdu ve yaşam nisbetten normale
döndü. Geride korkunç bir fatura bırakan
Özyönetim serüveninde yaşananları Şırnak
Baro Başkanı Noşirevan Elçi, HDP Şırnak
Milletvekili ve Hacı Lokman Birlik’in akrabası
Leyla Birlik, PDK Bakur Başkanı Sertaç Bucak
ve CHP eski parlamenteri ve TBMM Anayasa
Uzlaşma Komisyonu eski üyesi Rıza Türmen
BasHaber’e değerlendirdi.
“Özyönetim çatışmaların nedeni değil
sonucudur”
Özyönetimin ilk ilan edildiği Şırnak’ta
Baro Başkanı Noşirevan Elçi Özyönetim’in
haklı bir çıkış olduğunu savunuyor. Özellikle
yazın Rojava’dan cenazelerin 13 gün boyunca
geçişine izin verilmemesi ve Kürdistan’daki ormanların dağların ateşe verilmesini
Özyönetim sürecini hızlandırdığını savunan
Elçi, “Halk ve seçilmişler son dönemlerde muhattap bulamadı. Cenazelerin günlerce kapıda
bekletildiği dönemde halkın iradesi sayılan
seçilmişler durumu konuşacak bir muhattap
bulamadı. Nitekim orman yangınlarında da
aynı sorun yaşandı. Aslında Özyönetim çatışmaların nedeni değil sonucu olarak ortaya
çıktı” değerlendirmesinde bulunuyor.
Özyönetimin ilanlarının zamanlaması
konusunu ise Elçi, şöyle değerlendiriyor;
“Özyönetimin yaşamda gerçekten yer bulup
bulmayacağı çatışma sürecinden sonra belli
olacaktır. Barış Sürecinde ilan edilmiş olsaydı
belki çok daha uygulanabilir olurdu. Aslında
her iki tarafın kabulü ile geçerli olabiliecek bir
yönetim. Özyönetim sadece Kürdistan kentleri
için değil Türkiye geneli için gerekli bir yöntemdir. Ayrıca zamanlaması konusunda bir
sorun olduğunu zannetmiyorum çünkü HDP/
BDP’nin yerel seçim beyanlarında da özyönetime dair ibareler vardı. Bu durum her zaman
konuşulan ve tartışılan bir durumdu. Halkın
kendi yönetime karar vermesi demokratik
bir uygulamadır. Sırf özyönetim ilanlarına
katıldı diye belediye başkanlarının görevden
alınmasını, tutuklanmasını kabul etmiyoruz
çünkü Özyönetim devletin bölünmüşlüğü
demek değildir.”
“Anayasal değişiklik olmadan olmaz”
CHP eski parlamenteri ve TBMM Anayasa
Uzlaşma Komisyonu eski üyesi Rıza Türmen
ise Özyönetim için anayasal değişikliğin şart
olduğunu ve tek taraflı kabul edilemeyeceğini
söylüyor. Halkın kendisini yönetmesi, ihtiyaçlarına karar verecek ünitelerin oluşması için
öncelikle bu durumun tüm boyutlarıyla ele
alınması gerektiğini belirten Türmen, gerçek
ve katılımcı demokrasi için iki tarafın kabulu
ile Özyönetimin ilan edilebileceğini söylüyor.
Özyönetim ilanlarının “Kürdler bağımsızlık istiyor” olarak yorumladığını ifade eden
Türmen, durumun gerçek Ademi Merleziyetçi
sistemin konuşulmasına engel olduğu kanısında. Yanlış bir şekilde ilan edilen Özyönetim
tartışmalarının yanı sıra bir de belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması ve tutuklanması durumu var. Bu konu için de Türmen,
“Türkiye’deki baskıcı rejimin yansıması”
diyor. Seçilmişlere oy veren halkın iradesinin
hiçe sayıldığunı söyleyen Türmen, “Merkezi
yönetimin yerel yönetimlere dokunmaması
gerekiyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
“Kürd halkı için ulusal bir yönetim
biçimi değil”
PDK Bakur’un Başkanı Sertaç Bucak ise Özyönetimin Kürd halkı için ulusal bir yönetim
biçimi olmadığı kanısında. Bu şekliyle ilanının
kabul edilemeyeceğini vurgulayan Bucak, Tüm
Kürd halkının önce süreç hakkında bilgilendirilmesi ve halkın her kesiminin katılması
gerektiğini savunuyor. Bucak Özyönetime dair
şu eleştiride bulunuyor; “Eskiden Demokratik
Özerklik deniliyordu şimdi Özyönetim. Tüm
Kürd halkı tartışmaya katılmadan “biz ilan
ettik kabul edin” şeklinde yaklaşım ve şimdiki
haliyle ulusal bir yönetim biçimi olmadığını
gösteriyor. Bu bir siyasal taleptir. Çatışmalı
dönem içerisinde gündeme getirilmesi Kürd
halkının zararına oldu. Çatışmalı ortam bu işi
mahvettiği gibi artık halk Özyönetimi değil kazılan hendekleri, sokak aralarındaki mayınları
ve nasıl göç edebileceğini düşünüyor. Bu süreçte ortaya çıkan tablo ilerleyen dönemlerde
halkın bu yönetim şekline negatif yaklaşmasıyla sonuçlanacak ve kimse özyönetim şekline
itibar etmeyecek. Zamanlama ve ilan edilme
yöntemi yanlış oldu.”
“Özyönetim halkın kararıydı”
Son olarak HDP Şırnak Milletvekili Sibel
Bilir ise Özyönetimin halkın kararı olduğunu
söylüyor. HDP’nin yüzde 90’nın üzerinde oy
aldığı kentlerde 7 Haziran sonrası yaşanan
“devlet şiddetinin”, Kürdistan’da dağların ve
ormanların ateşe verilmesinin, Rojava’dan
gelen cenazelerin Kuzey Kürdistan’da toprağa
verilmesine engel olunmasının bu süreci
hızlandırdığını savunan Bilir, “Halk ‘irademiz
tanınmıyorsa gençlerimiz her gün gözaltına
alınıp tutuklanacaksa biz de devletin resmi
kurumlarını tanımıyoruz’ demek zorunda
kaldı. Çünkü 7 Haziran sonrasında Kürdistan
kentlerine dönük ciddi şiddet yönelimleri
oldu. Halk Özyönetimi ilan edip Özsavunmasını geliştirmeye mecbur kaldı” diyor. Özyönetim şeklinin son anda ortaya çıkmadığını
ve 2005 yılından bu yana tartışılır bir durum
olduğunu savunan Bilir, “HDP’nin, BDP’nin
ve DBP’nin beyannamelerinde de Özyönetim
modeline dair ibareler vardı. Ayrıca Türkiye
yerel yönetimler şartnamesine imza atmış bir
ülke buna rağmen Özyönetime yönelik hukuksuzca tutuklamaları ve yaklaşımları doğru
bulmuyoruz. Halkın iradesine saygısızlıktır.
Yeri geldiğinde talep edilecek bir durumdu. Ve
halk zamanı geldiği için bunu ilan etme gereği
duydu” değerlendirmesinde bulunuyor.
“Hacı’ya yapılanlar ne ilk ne de son”
Şırnak’ta yaşanan çatışmalar sırasında
öldürülen Hacı Lokman Birlik’in cenazesinin
polis panzerleri arkasında Şırnak sokaklarında
sürüklenmesine dair görüntü ve fotoğraflar
Kürdlerde infiale yol açmıştı. Başbakan Ahmet
Davutoğlu bu konuda soruşturma başlattıklarını söyledi. Hacı’nın yaralı ele geçirildikten
sonra öldürüldüğü, otopsi raporunda 28
kurşunla öldürüldüğünü ortaya çıkması savaş
hukukunun çiğnendiğini gösteriyor. Ana akım
medyada bu vahşet, bomba düzeneğine karşı
önlem şeklinde yorumlanmıştı. HDP’li Sibel
Birlik Hacı Lokman Birlik için de şöyle konuşuyor; “Hacı’ya yapılanlar ne ilk ne de sondu.
Kürd halkının 90’lı yıllardan bu yana yaşadığı
zulmün vüvut bulmul haliydi. Kürd halkını
korkutmak, iradesini kırmak ve sindirmek
için o fotoğraf görüntüleri servis ettiler. Bu
toplumsal infaali değil tam tersine mücadele
hırsını arttırdı. Hacı’ya yapılanlara sessiz
kalan herkes bu işin ortağıdır.”
11
Mafyacılık - ırkçılık fanatizm ittifakı
BİLAL SAMBUR
İki seçim arası savaş konsepti
H
DP’nin Diyarbakır mitingine 5 Haziran’da yapılan bombalı saldırının ardından gelişen çatışma,
katliam ve operasyonlarda 600’e yakın kişin hayatını
kaybettiği, yüzlerce kişinin gözaltına alındığı, binlerce kişinin
göçtüğü ve çok sayıda ev ile dükkanın yakılarak kullanılmaz hale getirildiği bildirildi. İki seçim arası meydana gelen
çatışmalı sürecin, seçimlerin kaderi ile ilgili olduğunu, şiddet
aracı ile tarafların seçimlerde üstünlük sağlamaya çalıştığını
vurgulayan siyasi gözlemciler, bir an önce savaş konseptinden
çıkılmaması halinde durumun daha da ağırlaşacağı uyarısında
bulunuyor. 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinden bu yana
yaşanan gelişmeleri hukukçu ve Baro Başkanları, BasHaber’e
değerlendirdi.
Öztürk Türkdoğan: Suriye politikasından kaynaklı
İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, 20 Temmuz’da
Suruç’ta başlayan süreçten bugüne kadar devam eden gözaltların, katliamların ve çatışmaların nedeninin Türkiye’nin Kürd
meselesine yaklaşımı ve Suriye politikası olduğunu söyledi.
“Bu gelişmeler bize Sadabat Paktı’ını hatırlatıyor” diyen Türkdoğan, Sadabat Paktı’nın Kürd inkarı üzerine şekillendiğini
ve o günden bugüne Irak, İran, Suriye ve Türkiye’nin Kürd
politikasında hiçbir şeyin değişmediğini dile getirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bedeli ne olursa olsun güneyde
bir devletin kurulmasına izin vermeyeceğiz” sözlerini hatırlatan Türkdoğan, “Bu politika böyle olunca, içeride ve dışarıda
Kürd karşıtı bir politika sürdürürseniz bu hep başa bela olur.
Türkiye, Kürd meselesinde demokratik yollarla siyasi çözümlü
bir strateji haline getirmediği sürece başı beladan kurtulmayacaktır. Ağır yaşam hakkı ihlalleri işlenmeye devam edecektir”
dedi.
Nuşirevan Elçi: HDP-AKP kavgasına dönüştü
7 Haziran seçimlerine kadar barış sürecinin ağır aksak işlese
de var olduğunu belirten Şırnak Barosu Başkanı Nuşirevan
Elçi, 7 Haziran seçimlerinde Kürdlerden oy almayan AKP’nin
tek başına iktidarını kaybetmesinin sorumlusunun Kürdler
olduğunu anladığını ve bu yüzden operasyonlar başlattığını
söyledi. Elçi, ‘kamu güvenliği yok’ bahanesi adı altında birçok
hak ihlali yapıldığını söyledi.
Türkiye halklarının bu çatışmalı süreci başlatanın AKP
olduğunu bildiğinin altını çizen Elçi, derhal barış sürecine geri
dönülmesi çağrısı yaparak sözlerini şöyle sürdürdü: “Kamu
güvenliği konusunda bir sıkıntı var diyorlar, eğer barış süreci
ilerleseydi bu tür sıkıntılar müzakereyle çözülebilecekti. Bunun sebeplerinden biri de barış sürecinde hükümetin takındığı
tutumdur. Yaşanan son süreçlerle birlikte ortaya çıkan tablo
gösteriyor ki bir Kürd-AKP, ya da HDP-AKP kavgası göze
çarpıyor.”
Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Silvan’da, Yüksekova’da
ve daha birçok yerde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının
AKP’nin politikalarının sonucu olduğunu belirten Elçi, “Özyönetim meselesinde de durum böyledir. Elbette özyönetimi,
demokratik özerkliği savunacaklardır, hatta şiddet gösterisi
olmadıkça bağımsızlığı da savunabilirler. İnsanlar ölüme terk
edildi. Günlük yevmiye ile ev geçindiren insanlar perişan hale
geldi. Cizre virane bir haldeydi. Yakılan, parçalanan arabalar.
Bunların hukukla hiçbir şekilde alakası yok” şeklinde konuştu.
Murat Timur: Yargı, siyasi kararlar veriyor
“Türkiye’nin en büyük sorunu Kürd sorunudur. Türkiye’de
Kürd sorunu 100 yıllık bir sorundur. Türkiye’de demokratikleşme yolunda ciddi sorunlar var. Farklı inançlara sahip
Türkiye içerisinde kendini ifade etme yönünde ciddi sıkıntıları
var” diyen Van Barosu Başkanı Murat Timur, Suruç katliamından bu yana 500’den fazla insanın yaşamını yitirdiğini belirtti.
Timur, “Bunların çok önemli bir kısmı sivil, sivillerin içerisinde de 30-40’a yakını çocuktu. 3 binden fazla insan gözaltına
alındı, halkın seçtiği belediye başkanları tutuklandı. Son iki üç
aylık tabloya baktığımızda ‘90’lı yıllarda dahi ortaya çıkmayan
sonuçlarla karşı karşıya kaldık. Bu anlamda artık halkların birlikte yaşam arzusunu güçlendirecek insani, vicdani ve ahlaki
yaklaşımlar göstermesi gerekiyor” dedi.
KCK’nin ateşkes ilan etmesinin son derece önemli bir mesaj
olduğunu belirten Timur, devletin de, hükümetin de savaş
konseptinden vazgeçmesi gerektiğini söyledi. İç Güvenlik
Paketi’nin ardından birçok sivil yurttaşın infaz edildiğini
belirten Timur, AKP’nin yargıyı eline geçirmesiyle de son
zamanlarda yargıda verilen kararların siyasi boyut taşıdığını
dile getirdi.
Tahir Elçi: Binlerce insan mağdur edildi
Sokağa çıkma yasaklarının yasal ve anayasal çerçevede
hukuka uygun olmadığını ve bu nedenlerden ötürü hem
idari mahkemeye, hem de Anayasa Mahkemesi’ne şikâyette
bulunduklarını belirten Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi,
sıkıyönetim uygulamalarından önce valilerin 100 bini aşkın
nüfusu olan merkezlerde yasaları çiğneyerek sokağa çıkma
yasaklarını uyguladığını dile getirdi. Sokağa çıkma yasaklarının insanları mağdur ettiğini söyleyen Elçi, “Örneğin Cizre ve
Silvan’da 4 gün gibi, 8 gün gibi sokağa çıkma yasaklarının ilanı
her açıdan toplumun sosyal yaşamlarını sıkıntıya düşürmüş,
insanları mağdur etmiştir” şeklinde konuştu.
Son zamanlardaki gelişmelerden dolayı sivil halkın ağır travmalar yaşadığını belirten Elçi, sivil ölümlerinin yaşanmasının,
yürütülen operasyonların halk tarafından tepkiyle karşılandığını belirtti. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının farklı
bir durum arz ettiğini dile getiren Elçi, Rojava’da Kürdlerin
elde ettiği başarıyı buradaki sivil insanlara katliamla, vahşetle
ve sistematik saldırılarla karşılık verdiklerini söyledi.
Şiddet, Ankara’da onlarca insanın
canını aldı, onlarca insanı yaraladı.
Son dört ay içinde yüzlerce insanın,
şiddet ve çatışma yüzünden hayatını
kaybettiği bir dönemi yaşadık. 10
Ekim Kanlı Cumartesi Katliamı,
ülkenin en vahşi terör eylemi olarak
tarihe geçti.
“Oluk oluk kan dökmekten,”
“dünyanın şah damarını kesmekten”
bahsetmeyi yiğitlik, kahramanlık ve gözü peklik olarak gören
mafyacılığın toplumsallaştırılması, şiddetin, yozlaşmanın
ve çürümenin varmış olduğu düzeyin vahametini ortaya
koymaktadır. Vatan ve milliyet adına oluk oluk kan dökmeyi
kendi hakkı ve imtiyazı gören mafyacılığın ve çeteciliğin,
popülerleşmesi ve sıradanlaşması, demokrasi, hukuk ve
özgürlük için çok ciddi bir tehdittir. Mafyacılığın milliyetçilik
adına oluk oluk kan dökmekten söz ettiği günümüzde, DAİŞ
adlı çete din adına yüzlerce insanın ölümüne neden olan
bir vahşete 10 Ekim’de imza attı. DAİŞ Çetesi, Ankara’da
“onlarca Komünist’in ve ateistin hayatını kaybetmesinden
duyduğu mutluluğu ve ölü sayısının artması için ettiği bedduaları” kendi sosyal medya platformlarında açıklıyordu. Millet
ve vatan düşmanı hainlerin kanını oluk oluk akıtmaktan söz
eden, onlarca Komünistin ölümünden mutlu olan mafyacı
ve DAİŞ’çi çetecilik, aslında birbirinin müttefikidir. Irkçılık,
fanatizm ve mafyacılığın iç içe geçtiği korkunç bir çürümeyi
Ortadoğu ve Türkiye yaşamaktadır. Demokrasi, hukuk ve
özgürlük pratiği gerçekleştirilemediğinde, kaçınılmaz olarak
mafya-milliyetçilik-fanatizm şeklindeki vahşi ittifak gerçekleşmektedir.
Mafyacılık-Irkçılık-Fanatizm ittifakı, Ortadoğu ve
Türkiye’de sürekli olarak hayali düşmanlar icat etmektedir.
Dini, vatanı, milleti, bayrağı, bağımsızlığı koruma adına hep
hayali düşmanlarla savaş içinde olduğunu söylemektedir.
Ülkeye, dine ve devlete karşı sürekli tuzak ve komplolar
kuran iç ve dış düşmanlardan bahsetmektedir. İç ve dış düşmanlara karşı savunmanın en kutsal görev olduğu insana ve
topluma empoze edilmeye çalışılmaktadır. Sürekli iç ve dış
düşmanlardan, ülkeye, devlete ve dine karşı kurulan komplolardan bahseden karanlık söylemlerin amacı, mafyacılığın,
çeteciliğin, fanatizmin ve ırkçılığın tek çıkış ve çözüm yolu
olduğunu insana ve topluma dayatmaktır. İnsan ve toplum
üzerine iktidar kurmak isteyen mafyacı, kabileci, çeteci yaklaşımlar, devlete ve siyasete böylece tahakküm edeceklerini
hesaplamaktadırlar.
Aslında ortada düşman olmadığı gibi, yerine getirilmesi
gereken kutsal bir görev de söz konusu değildir. Ortada olan,
kirli ve karanlık güçler arasında gerçekleşen vahşi bir güç ve
iktidar savaşından başka bir şey değildir. Ortadoğu’nun kan
gölüne çevrilmesinden ve 10 Ekim Kanlı Cumartesi Katliamından sorumlu olan, iktidar ve güç için vahşice mücadele
eden ırkçı, mafyacı ve çeteci anlayış ve yapılardır. Bütün
Ortadoğu’nun devlet, din ve milliyet adına mafyalaşması,
yozlaşması ve çürümesi, yaşadığımız bütün kötülüklerin
kaynağını oluşturmaktadır. Düşman dışarıda değildir. Bünyedeki çürüme ve yozlaşma, artık dış düşman kurgularıyla
maskelenmeyecek kadar açığa çıkmış bulunmaktadır.
10 Ekim Kanlı Cumartesi Katliamını sadece 1 Kasım seçimleri üzerinden okumak mümkün değildir. Kanlı Cumartesi Katliamı, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye, Kürdistan’a, Suriye’ye,
Irak’a, kısacası bütün coğrafyamıza çeteciliği, kabileciliği,
mafyacılığı ve fanatizmi oluk oluk kan dökerek egemen
kılma girişimidir. Her türlü ırkçılığa, fanatizme, kabileciliğe,
fanatizme karşı durmadan şiddete karşı durmak mümkün
değildir. Coğrafyamızda herkes kendi kabilesinin veya
çetesinin şiddetini savunmaktadır. Herkes kendi şiddetinin
milliyetçisi ve fanatiği olmuş durumdadır. İnsana düşmanlığı
esas alan bütün anlayışlardan ve asabiyetlerden arınmadıkça,
şiddet yerine barışı, mafyacılık yerine hukuku, baskı yerine
özgürlüğü, otoriteryanizm yerine demokrasiyi ikame etmek
mümkün olmayacaktır.
12
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim12
2015
HABER
IŞİD, Rojava’yı
destekleyenleri
hedef alıyor
A
nkara Katliamı’nın Suruç ve Diyarbakır saldırıları ile benzerlikler taşıdığı,
kullanılan bomba türünün benzerliği ve kimliği belirlenen saldırganların
aynı gruptan olduğunun ortaya çıkmasıyla,
eylemi IŞİD’in gerçekleştirdiği birçok kesim
tarafından kabul gördü. Hükümetin olaya
dair koyduğu yayın yasağına rağmen, birçok
gazete ve internet sitesi, bombacıların Suruç
ve Diyarbakır saldırıları ile bağlantılı kişiler
olduğunu ve daha önce birçok kez emniyet
birimlerine ihbar edildiğini yazdı. Saldırıyı
kimin yaptığı hakkında resmi bir açıklama
yapılmazken, Başbakan Ahmet Davutoğlu
IŞİD ve PKK’nin “kokteyl” bir saldırı gerçekleştirmiş olabileceğini dile getirdi. IŞİD’e
karşı mücadele eden YPG ve PKK’nin böyle
bir saldırıya ortak olmasının mantık dışı olduğunu söyleyen uzmanlar ise bu açıklamayı
failin saptırılması olarak değerlendirdi.
Kürdlerin Rojava ve Güney Kürdistan’da
IŞİD’e karşı verdiği savaş ve Ankara saldırısına hedef olan kitlenin Kürd ve sol kesimden
olmasının manidarlığının Davutoğlu’nun
açıklamasını çürüttüğü noktasında yapılan eleştirilere, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da dahil oldu. Demirtaş,
Davutoğlu’nun kafaları karıştırmak için bu
açıklamayı yaptığını dile getirerek, ‘IŞİD’in
devlet içinde çok sağlam bağlantıları var. Onları koruyan kollayan bir yapı var. Davutoğlu,
bunun ne kadar farkında bilmiyorum” dedi.
“IŞİD, Rojava’daki güçleri
destekleyenleri hedef alıyor”
Bu olaylar ve perde arkasında neler olabileceğiyle ilgili, Ortadoğu siyaseti üzerine
önemli çalışmalara imza atmış gazeteci yazar
Mete Çubukçu BasHaber’e değerlendirmelerde bulundu. IŞİD’in Türkiye’de hedef
aldığı insanların, Suriye’de kendisine karşı
mücadele eden gruplara destek verenler olduğuna dikkat çeken Çubukçu, bu tespitinin
de saldırıların direkt güvenlik güçleri veya
devlete yapılmadığından kaynaklandığını
dile getiriyor. Bir diğer nedenin ise İncirlik
Üssü’nün açılması olabileceğini belirten Çubukçu, Amerika’nın burayı yoğun bir şekilde
kullandığına ve TSK’nin de bu saldırılara
katılmasının önemli olduğunu söylüyor.
Türkiye’de IŞİD’in en büyük düşman olarak
bu insanları gördüğünü ifade eden Çubukçu,
“Özgür Suriye Ordusu ve Kürd güçlerinin
de aralarında bulunduğu örgütler Rojava’da
savaşarak, IŞİD’i en azından bulundukları
bölgeden geriye püsKürdtü. Şimdi de Rakka
operasyonlarının başlaması bekleniyor. Buradan bakıldığı zaman hem ideolojik olarak
hem de alanda, en büyük düşman olarak, bu
gruplar görünüyor. Türkiye’de ise Suruç’a,
Diyarbakır’a son olarak da Ankara’ya baktığımızda burada da bu güçlere yakın olan
ve bunları destekleyen grupları hedef alıyor.
Çünkü ne güvenlik kuvvetlerine ne resmi binalara saldırılmıyor. Yani devletin kendisini
hedef almak yerine Suriye’de kendi karşıtı
olan güçlerin buradaki destekçilerini hedef
alıyor” diyerek, saldırılarda bu grupların özel
olarak seçildiğini belirtiyor.
“Ankara saldırısı diyalog ihtimalini
düşündürecek”
Ankara’da yaşanan saldırı ile birlikte,
yaşanan toplumsal infialin Türkiye’de kutuplaşmaya neden olduğu ve yaşanan toplumsal travmanın da PKK ve Türkiye arasında
yükselen çatışma ortamını kaldıramayacağı gündeme geldi. PKK’nin yaptığı geçici
ateşkes çağrısının kalıcı olması gerektiğine
13
Ankara Katliamı’ndan insan öyküleri
Gazeteci Mete Çubukçu:
Özcan Şahin
HABER
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
13
SÖYLEŞİ
vurgu yapan uzmanlar, hükümetin de bu
çağrıya olumlu yanıt vermesiyle yeniden bir
diyalog süreci başlayabileceğini dile getirdi.
Ankara saldırısının, PKK ve devlet arasında
devam eden çatışmalara etkisini sorduğumuz
Çubukçu, dengelerin değiştiğini bunun da
böyle bir ihtimal yaratabileceğini söylüyor. Daha önce Türkiye’de barışı sağlamak
konusunda fırsatların değerlendirilmediğini,
Suriye üzerinden oluşan imkanlara karşı da
yanlış bir yaklaşım sergilendiğini ifade eden
Çubukçu, “Suriye üzerinden Türkiye’de barışı
sağlamak mümkündü ama Kobanê saldırısı
ve o dönemde yapılan açıklamaların neden
olduğu 6-8 Ekim olayları ve Türkiye’nin
Rojava’ya yaklaşımını göz önüne aldığımızda
bu ihtimal o zaman iyi değerlendirilmedi
ve ortadan kalktı. Kobanê’nin Türkiye’deki
yansımaları aynı zamanda buradaki çözüm
sürecini de sekteye uğrattı. Normalde aslında
Türkiye çözüm sürecini hızlandırıp, Suriye’de
kendi önünü daha rahat açabilirdi. Ama
bunu yapmadı ve bu olmayınca Suriye’deki
denklem bu süre içinde çok değişti ve son
olarak da Rusya’da işin içine girdi. Dolayısıyla Türkiye artık Suriye üzerinden bunu
yapmak istese bile çok zor” diyerek, PKK’nin
de hem Suriye’de IŞİD’e karşı savaşması hem
de Türkiye ile çatışmaya girmesinin güç kaybına neden olduğunu ve bunun da böyle bir
ihtimali düşündürebileceğini dile getiriyor.
“Türkiye Ortadoğu’da inisiyatifini
kaybetti”
Ankara saldırısıyla ilgili yapılan değerlendirme ve analizler Türkiye’nin Suriye politikasını referans alıyor. Türkiye’nin Ortadoğu
üzerindeki etkisini kaybettiği söylenirken,
stratejler Suriye politikası konusundaki
ısrarcı tutum ve Rojava politikasının buna
neden olduğunu ifade ediyor. Çubukçu da bu
konuda aynı fikirde olduğunu, Türkiye’nin,
Ortadoğu’da olanlar konusundaki belirleyici inisiyatifini kaybettiğini söylüyor.
Türkiye’nin, 4 yıl önceki pozisyondan geride
olduğunu söyleyen Çubukçu, “Türkiye’nin
Ortadoğu’daki rolü 2010’daki pozisyonunun çok altında artık Ortadoğu’nun bütün
ülkelerinde politika üretecek durumda değil.
Bunun tecrübesi de yok zaten. Özellikle
Rusya’nın da devreye girmesiyle birlikte,
Halep hattı ve Rakka’ya doğru giden ABD ve
YPG hattında, Türkiye yok. Bundan sonra
da olması zor görünüyor. Bundan sonra yakalaması zor olsa da ne olacağını kestirmek
biraz zor görünüyor. Nitekim bir yalnızlaşma
söz konusu ve bu yeni bir politika üretmek
zorunda bırakabilir” diyor.
Türkiye’nin Suriye konusunda yeni bir
politika üretmesinin uzun yıllar alacağını
söyleyen Çubukçu, yine de Suriye’de bir
rol alacağını ama bunun Suriye içinde bir
bölge niteliğinde olabileceğini belirtiyor.
Türkiye’de 2 milyon Suriyelinin bulunduğuna dikkat çeken Çubukçu, “Yani 2 milyon
Suriyeli’nin Türkiye’de olduğunu ve bu
işin içine bu kadar girildiğini göz önünde
bulundurduğumuzda rol oynayacağı kesin
görünüyor. Ama şu belli ki Suriye’de artık
birkaç bölge olacak, eğer muhtemel bir orta
bölge veya Sunni bölgesi olacaksa, bu bölgede, Müslüman ve seküler demokratik özellikleriyle, yani Arap ülkelerindeki bugünkü
durumdan önce, örnek almak istedikleri
Türkiye modeli özellikleri nedeniyle, Türkiye
yeni Suriye’nin orta bölgesinde önemli bir
rol oynayacaktır diye düşünüyorum” diyerek,
bunda radikal olmayan ve normal bir yaşam
sürmek isteyen kesimlerin etkili olacağını
ifade ediyor.
Torununun adını Barış koymuştu
A
Zerya Nergis
nkara Katliamı’nda yaşamını yitiren Fatma Esen,
hem zorluklar içindeki yaşamı hem de barışa adanmış
ömrüyle geride bıraktığı çocukları ve torunlarının
hafızalarında ‘barış şehidi’ olarak yer aldı. Oğlunun “Keşke
onun yerine ben orada olsaydım” dediği Fatma Esen’in uğruna
yaşamını yitirdiği barış mücadelesinde, söylediği son söz yine
’barış’ oldu.
Ankara’daki Barış Mitingi’ne yapılan bombalı saldırıda
yaşamını yitirenlerin her birinin geride bıraktığı koca bir
öykü kaldı. Kimisi daha yaşamının baharındayken hayalleri
ve umutlarıyla Ankara’ya barışı haykırmaya gitmişti. Kimisi
çocuk yaşta geleceğe dair kocaman hayaller kuran bedeni
çocuk yüreği kocaman, yaşadığı ırkçı baskılarla boğuşurken,
tek umudun, tek çözümün barış olduğunu anlamış ve gökyüzünü gördüğü son yer olan Ankara’ya ‘barış’ı ebeveynleri ile
birlikte haykırmaya gitmişti. Üniversitesi öğrencileri, işçiler,
yüreği yangın yeri analar, torunlar yitiren nineler, çocuklar, kadınlar, hayatlar, hayaller, isimler bir arada son kez taleplerini
dile getiriyorlardı. Ankara’daki katliamın ardından hayatların
yanı sıra hayaller de yok oldu, aileler yıkıldı. Çocuklar annesiz,
babasız kaldı. Anneler ve babalar çocuklarını yitirdi. 7’den 70’e
herkesi hedef alan Ankara saldırısının tanıkları büyük bir travma yaşıyor. Katliama tanık olanların hafızalarında, hayatları
boyunca unutmayacakları ve hatta belki bir kısmının atlatamayacağı travmaları yaşayacakları kanlı bir Ankara Cumartesi’si
kaldı. Büyük umutlar ve beklentilerle Ankara’nın yolunu tutan
binlerden geriye kalanlar, yüreklerinde büyük bir acı ile tek tek
evlerine döndüler.
“Barış istediği için öldürüldü“
Türkiye tarihinin en büyük katliamı olan olayda yaşamını
yitirenlerden Fatma Esen, geride büyük zorluklarla büyüttüğü
bir kız bir erkek iki çocuk acılı bir eş ve kendisini görmek için
ağlayan iki de torun bıraktı. 1990 yılında Siirt’tin Eruh İlçesinde köyleri boşaltılarak yakılan Esen ailesi, İstanbul’a göçmek
zorunda kaldı. İstanbul’da yaşam sıkıntısı ve büyük ekonomik
zorluklarla mücadele eden Esen ailesi barış mücadelesinde
sesini duyurmaya çalıştı. Memleketleri Siirt’te yaşadıkları
zorlukları başkaları yaşamasın diye çabalayan Fatma Esen,
henüz 39 yaşında iken Ankara’daki katliamda yaşamını yitirdi.
Eşinin çok istediği barış yolunda şehit olduğunu, sesi titreyerek
ve gözleri yaşlarla dolu bir şekilde dile getiren Mehmet Esen,
“Barış için gitti ve öldürüldü. Ne diyebilirim ki. Kürdler hep
barış diyor ama hep öldürülüyor. Eşimin bu hayatta en büyük
umudu barışın gelmesiydi. Tek istediği savaşın bir an önce
bitmesi idi. Sadece Kürdler için değil, Türkler için Aleviler için
herkes için gitti. Savaşa artık yeter demek bu kadar mı rahatsız
eder katilleri. Barış talebinden rahatsız oldular. Barış isterken,
barış için çırpınırken, barış mitingine giderken şehit düştü”
diyor.
“Adli Tıp’taki manzara vahşetti“
Eşinin cenazesini almaya giderken Adli Tıp’ta tam karşılaştığı manzaranın tam bir “vahşet” olduğunu kaydeden Esen,
“Çok sayıda ceset poşeti vardı. Parçalanmış cesetleri poşetlere
doldurmuşlardı. Bu manzarayı anlatabilmek çok zor. Vahşetti. Hepsi parçalanmıştı” diye konuşuyor. Adli Tıp’ta memur
ve görevlilerin kendilerine sıkıntı çıkardığını belirten Esen,
“Bize yaklaşımları kötüydü. Sorun çıkarıyorlardı. Cenaze hem
morgda, hem cenaze arabasında çok uzun süre bekletildi.
İşlemlerin hepsi çok uzun sürdü. Bizim zaten acımız çok büyük
iken onların yaklaşımları acımızı ikiye üçe katladı. Cenazemizi
alıncaya dek her yerde engellerle karşılaştık. Devletin polisi,
savcısı, hakimi her açıdan bize sıkıntı çıkardılar” diyor.
“Cenaze beklerken Ankara’da kutlama yapılıyordu“
Bombanın patladığı haberini alır almaz eşini aradığını ama
bir türlü düşüremediğini ifade eden Esen, “Patlama saat 10
gibi olmuş. Ben Akşam 5-6’ya kadar aradım ama kimse cevap
vermedi. Akşam hastane görevlileri Mersin’deki akrabalarımızı
arıyorlar. Cenazenin yakını Ankara’ya gelsin diyorlar. Haber
alana kadar bin defa öldük. Haber alınca daha beter öldük.
En kötüsü de biz cenazeyi almayı beklerken, orada tepemizde
havayi fişeklerin patlaması idi. Kutlama yapılıyordu. Türk bayrakları ile geziliyordu. Tekrar söylüyoruz. Eşim katledildi. Ama
biz barıştan vazgeçmeyeceğiz. Canımız yandı artık başkasının
canı yanmasın. Bizden bir parça gitti. Artık kimse ölmesin. Bu
son olsun” dileğini ifade ediyor.
“Annemin yerinde olmak isterdim“
“Benim annem bir melekti. Asla kalbinde küçücük bir kötülük hiç kimse için taşımazdı” diyen Fatma Esen’in oğlu Yusuf
Esen, “Askerler, polisler, gerillalar, Türk ve Kürd gençleri
daha fazla ölmesin diye gitmişti. Çünkü evlat kaybetmenin
çok acı bir şey olduğunu bir anne olarak hissediyordu. Ben
annemi kaybettim. Annemin yerine ben orada olmak isterdim.
Annemin ölmemesi için her şeyi yapardım. Çünkü geride dört
tane yetim bıraktı. O yüzden ben ölseydim hiç olmazsa onlara
bakacaktı” diyerek kendi çocuklarının da annesinin katledilmesiyle yetim kaldığını belirtiyor. 5 yaşındaki büyük oğluna
annesi tarafından Barış isminin verildiğine işaret eden Esen,
“Oğlum Barış, annemin yokluğunu fark ediyor ve patlamada
öldüğünü biliyor. Annem patlamada öldü diye sayıklıyor.
Geceleri uyuyamıyor. Ölümle daha 5 yaşında tanıştı. Durmadan soruyor. Cevap veremiyorum. Ama ölümün daha Annem
nerede diye ağlayarak soruyor. Cevap veremiyorum. Onu nasıl
cevap vereceğiz bilmiyoruz. Biz barış istedik ama onlar savaş
istiyor” diyor.
“Kiri temizlemek” ya da
sıradan kötülük
FERHAT KENTEL
Ankara katliamı, her geçen gün,
“insan” olanın daha çok içine işliyor.
Bu “insanlar” için memleket, gözleri
delen haksızlıklar ve adaletsizlikler
karşısında çaresizliğin acı dolu yurdu
haline geliyor.
Saf kötücül beyinlerin ürettiği
iddialarla boğuşmak tabii ki zor; üstelik
bu beyinler, düne kadar kurtulmak için
fellik fellik yardım dilendikleri, bugün
ise “kutsallaşmış” devletlerine, devletleşmiş reislerine halel
gelmemesi için her türlü taklayı atıyorlar...
97 insanın ölümü, yakınlarının ve onlarla aynı “barış” duygularını taşıyan insanların acısı karşısında, “kendi kendilerini
öldürdüler” diyen yaratıkları görmek ne kadar acı!
Bu memleket ne kadar çok yaşadı bu duyguyu. Ne kadar
çok dile getirildi bu acımasız ve aşağılık iddia... En azından
yakın geçmişe baktığımızda, 1 Mayıs 1977’de kullanılmaya başladı bu “solcular kendi kendilerini öldürdüler” hazır cümlesi...
(Lâf arasında: solculuğun o zamanki ve her zamanki halinin
hiç iç açıcı olmadığına şüphe yok; ama bu cümle, yakın geçmiş
bir zamanda da, kendi geçmiş kabızlıklarından adeta kirli bir
şeyden sıyrılmak ister gibi, takıntılı bir şekilde temizlik arayan
birileri tarafından da ısıtılıp kullanıldı.)
Bu memlekette, derin devletin Madımak katliamına karşı
becerdiği Başbağlar katliamı ya da içinden IŞİD gibi bir taşeronun geçtiği ve çok daha meçhul Reyhanlı katliamı gibi örneklerin dışında, neredeyse bütün toplu katliamlar hep Alevilere,
Kürdlere, solculara ya da barış isteyen insanlara yapıldı.
Maraş, Diyarbakır cezaevi, Fırat’ın ötesindeki faili meçhuller, Madımak, Roboski, Gazi, Gezi, Diyarbakır, Suruç... ve
Ankara...Ama kötücül ve ezberci beyinlerin mantıklarında ters
giden bir şeyler var sanki... Bu solcu milleti bu kadar çok kendi
kendine katliamdan fayda sağlasaydı, şimdiye kadar bin kere
iktidara gelmesi gerekmez miydi? Yoksa bu katliamlar bizzat
onları sürekli olarak, “yanlarında durursanız, ölürsünüz!”
mesajıyla marjinal kılmayı amaçlıyor olmasın?
Paris Komünü’nden beri, sağcı (ya da Stalinist, Pol
Pot türü solcu) devlet refleksi eşliğinde, korku salarak inşa
olunan, “demokrasinin fazla geldiği” iddia edilen bütün devlet
yapılarında ve bu devletlerin kontrol edebildiği toplumsal
kesimlerde, birilerinin “öldürülebilir yaratıklar” olduğu bilgisi
ve duygusu yaratıldı.
(Lâf arasında: geçtiğimiz günlerde, sahibinin sesi nadide
TV kanallarımızdan birindeki bir “Aparatçiklerden toplu
ve solo aryalar” programında 12 Eylül generallerine rahmet
okutacak bir sağcı mümtaz şahsiyet bu “demokrasi fazlası”
analizini yapabildi...)
TRT spikeri bir aklıevvel de (bu kelime, başkasını bulamadığım için burada sadece dolgu maddesi olarak duruyor)
Ankara’daki bomba patladığında, oradan sadece geçmekte
olan insanlar için üzülmüş: “Yani kurunun yanında yaş da yanmasın” diyormuş... (Lâf arasında: aslında, bombayı koyanları
tanıyormuşçasına konuşmuş bu şahsiyet. Sanki onlara “bir
dahaki sefere dikkatli olun; bizimkiler de öldü arada” demek
ister gibi...)
“Engin hoşgörü timsali Türklük” örneği bir sokaktaki
vatandaşın “Bir tane bile Türk bayrağı yoktu; ben onların
Müslüman olduklarına da inanmıyorum. Üzüldüm mü? Hayır
üzülmedim” şeklinde demeçlediği gibi, ölmelerinde, çıtır
çıtır yanmalarında, paramparça olmalarında hiçbir sorun
görülmeyen insanlar, bırakın “bizden” olmayı, insan olarak bile
görülemiyor bir türlü...
Çünkü, insanlık tarihinin ilk zamanlarından beri, “düzen”
şeklinde karşımıza çıkan bütün yapılarda, en bildik ve doğal
referanslardan semboller üretildi. İnsan bedeninin salgıladığı
ve temizlemeyi öğrendiği her şey; ter, sümük, sperm, dışkı
ya da sidik ötekileri tanımlamanın aracı oldu. “Ötekiler”,
temizlenmesi gereken “kir” olarak görülebildiği için kolayca
yok edilebildiler.
Aslında gayet “iyi” olup, “ilk insanların” referanslarıyla
kolayca “kötü” olabilen sıradan insanlar tarafından...
14
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim14
2015
ARAŞTIRMA
Frankfurter Zeitung
Almanya’nın asırlık
Kürdistan raporu
11
Reşad Ozkan
Nisan 1915 yılında “Frankfurter
Zeitung” gazetesinde Dr. M. Funck
imzası ile Kürdler ve Kürdistan hakkında oldukça geniş bir makale yayımlanmış.
Yazıda Kürd ve Ermeni halklarının günlük
hayatları ve Osmanlı devletiyle olan ilişkileri
genişçe yer almış. 1915 yılında yayınlanan
“Frankfurter Zeitung” gazetesi halen
Almanya’nın Frankfurt şehrinde “Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) adıyla çıkmaya
devam ediyor. Kürdistan’nın “oldukça canlı
bir yerleşim tarihi, geniş toprakları ve çok çeşitli etnik kökenlere sahiplik yaptığını yazan
yazar Funck’un haberi “Kürdistan Raporu”
başlığını taşıyor. Makaleyi BasHaber okurları
için çevirdik.
1914-1918 yıllarında Türk ordusunda
oldukça fazla Kürd askerinin görev yaptığını
yazan Funck, Kürdler’in geçmişleri ve nereden geldikleri, hangi soya dayandıklarının
Ermeniler’e kıyasla iyi bilinmediğini belirttip, şöyle devam ediyor: “Henüz Kürdler’in
yazılı bir tarihleri yok. Kürdler hakkında
bazı bilgileri Doğulu ve Yunanlıların dağınık
notlarından bulabiliyoruz. Bu notlara göre
Kürdler eski çağlardan beri şimdiki topraklarında yaşıyor. Büyük bir ihtimalle Kürdler,
Asuriler tarafından “Karda” olarak adlandırılan halkın devamıdır. Antik Farslar da
Kürdleri “Kurdraha” olarak adlandırıyorlardı. Bölgede gelip geçen çeşitli dönemlerde
hüküm süren güçler ve sonraki dönemlerde bölgede hüküm süren Selçuklular ve
Tatarlarla doğuştan tip ve karakterlerinden
hiç birşey kaybetmeden karışan Kürdler, günümüze kadar bağımsız, dağlı ve şakî olarak
kalmışlardır.
Kürdler’in İslamlaştırılmasıyle birlikte,
bunu takip eden bazı Ermeni dağlı kabileler
onlara karışıp Kürd nüfusunun büyümesine
neden olmuştur. Kesin olarak bilinen şey,
Kürdler’in damarlarında epeyce Ermeni kanı
dolaşıyor. Aynı Kürdler 20. yüzyılda Abdülhamid döneminde Ermeniler’in başına ifade
edilmeyecek kadar bela olmuşlardır.
Kürdlere soyları sorulduğunda sıkıntıya
girer ve değişik cevaplar verirler; Bazıları
Kürdistan‘ın asıl yerleşimcileri olduklarını, bir kesim kesin olarak atalarının İranlı
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Editör: Yeter Polat
Haber Merkezi: Çimen Gümüş, Özcan Şahin
Diyarbakır: Mustafa Turan, Emin Kan
Ankara: Salih Batırhan, Adem Özgür
olduğu söylerlerken, kabile reisleri ve çoğu
şeyhler ise Arap soyundan geldiklerini iddia
ederler.
Konuştukları dile göre Kürdler de Ermeniler gibi Hint-Aryan denilen büyük bir
aileden geliyorlar ve Arya dillerinin idiomu
olan Ermenice Grubu’dan kabul ediliyorlar.
Bugünkü Kürdler’in çoğu özellikle “Kurmanci” lehçeleriyle birlikte, Zazacayı da (özellikle
Batı-Kürdistan da, Dersim’de yaşayan Kızılbaşlar) konuşurlar. Bu konuşulan lehçelerde
oldukça fazla Türkçe, Farsça, Ermenice ve
Arapça kelimeler olmasına rağmen, kendilerini yetersiz, sınırlı bir şekilde ifade edebilmektedirler. Kürdler’in kendilerine ait bir
alfabeleri yoktur ve yazdıkları zaman (bu da
istisnai bir durum) da Arap alfabesini kullanırlar. Kabile resileri ve şeyhlerin oldukça
eğitimli oldukları göze çarparken, bunlar
daha çok Arapça, Türkçe ve Farsça‘yı tercih
ederken, büyük çoğunluğun ise ise yazılı bir
bilgisi yoktur. Bazı halk ağıtların/yazıların
dışında Kürdler’in sahip oldukları yazılı edebiyatları yok. Kürdler’in çoğu Sunnidir, ve bu
dinleri Hiristiyan haçlar ile birlikte paganizmin kalıntılarını içerir.
Bugün Ermenistan gibi Kürdistan da siyasi
bir bölünmeden başka bir şeyi ifade etmiyor. Oldukça geniş bir alanı kapsayan Kürd
toprakları yaklaşık olarak Erzincan-Erzurum-Ağrı, yani bir çizgi ile kuzeyde belirlenir
Ararat Gölü Urmiye-Kermanşah (İran) bir
çizgi ile ve Güney‘de ve Batı KermanşahKesari-Musul Diyarbakır-Harput-Erzincan
bir çizgi ile Doğu‘da, Rus, Fars ve Türk
topraklarının açısal sınırı içinde bulunuyor.
Bu sınır hatlarına, Ermenistan’ın bir parçası
da dahildir. Etnografik olarak Ermenistan ve
Kürdistan arasında keskin bir çizgi çizmek
pek mümkün değildir. Kürdler aşiret örgütlülüğü içinde yaşarlarken, Ermeniler ise,
kimi uzun sürede canlılık kazanmış imparatorlukların içinde meşruiyete dayalı bir ulus
oluştururlar.
Bu topraklarda yaşayan diğer halklar gibi,
Kürdler de, Asurlular, Persler, Makedonlar,
Part, Sasani, Arap, Moğol, Selçuklular ve
Osmanlıların egemenliği altında yaşamış ve
ülkeleri de Ruslar tarafından fethedilmiştir.
Ancak çeşitli imparatorlukların egemenliklerine rağmen izole edilmiş bir sekilde varlıklaİmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
İdare Müdürü: Esin Alp
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
rını sürdürebilen Kürd beylikleri kendilerini
koruyabilmiştir. Tarih bize Suriye‘de Eyyubi
hanedanlığının kurucusu olan Saladdin‘den,
I. Selim’in, Türkler’in Kürdistan‘ın fethine
yardımcı olan ve aynı zamanda Türk imparatorluğunun ilk genel tarihini yazan İdris’ten;
Kürd tarih kitabı Şerefname‘yi yazan Bitlis
Beyi Şerefhan‘dan bahseder.
16. YY‘da Sultan Selim, Kürdistan‘ı işgal
edip onu Safevi Şah’ı İsmail’den aldı. Selim
o zaman kan dökülmeden birçok Kürd kabile
reisini tarafına çekebildi. İmparatorluk ve
bölge yapılanması arasında İdris büyük rol
oynadı, başlarına atandı. Kürd bölgesindeki
siyasi beyliklerin başında aileden gelme ve
neredeyse tamamıyla bağımsız hareket eden
Kürd beyleri vardı. Bu beylikler vergi ve
savaş dönemlerinde Sultan‘a asker vermekle
yükümlü idiler. Ancak İstanbul’dan uzakta
olan bu beyliklerin, kötü iletişim ve kötü
bağlantılar da eklenince, kendilerini kanunlardan muaf tutarak ancak altındakilere karşı
ölüm ve yaşam hakkında karar veremekle
yükümlü görüyorlardı. Sultan bu durumu
kabul etmediği anlarda ise Kürd beyleri
İstanbul‘dan kendilerine gönderilen paşalara
karşı ortak direniş gösteriyorlardı. Zamanla
Sultan, imparatorluğun 19. YY‘ın yarısında itibaren sallantıya geçtiği dönemde,
otoritesini özellikle 1843 yılında Botan Beyi
Bedirxan’a karşı başlattığı askeri seferlerle
güçlendirdi. Bu askeri müdahalenin sonucunda Merkezi hükümet Kürdistan’ın çeşitli
bölgelerine valiler atamaya başladı. Bugün
bu valiler sadece itibari olarak bir otoriteye
sahiptirler.
Kürd ve Ermenileri sosyal yapısı
Kürdler siyasi ve toplumsal olarak aşiret
ve rayalar (yoksul halk) arasında bölünmüşler. Birinci grub kabilelerden meydana
geliyor: Başlarında feodal egemen rolünü
oynayan ağalar veya beyler var. Oldukça az
vergi öderler, düzenli askerlik yapmazlar ve
Hamidiye Alayları‘ndan oluşurlar. Bu alayların subayları da ağa ve beylerden seçiliyor.
Bu Kürd aşiret sınıfı tarım işlerinden nefret
ettikleri için, bu işi Ermeni ve Kürd rayasına
bırakıyorlar. Aşiretle kıyasyala, Kürd rayası
kabilelere sahip olmadıkları için vergi öder,
askerlik yapar ve Türk imparatorluğunda en
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
ARAŞTIRMA
BasHaber
19 - 25 Ekim 2015
15
SÖYLEŞİ
alt ve nefret edilen sınıfı oluştururlar.
İstastik yokluğundan dolayı Kürd nüfusu 3 milyon olarak tahmin edilebilir.
Bunun 2 milyonu Türkiye‘de, 700 bini
İran’da ve 300 bini de Rusya‘da yaşıyor.
Ermenilerle ilişkileri çok ilginçtir. Her
iki halk eski çağlardan bu yana birlikte
yaşamış olmasına rağmen, eski Ermeni
tarihçileri Kürdler’den hiç bahsetmezler. İlk kez Osmanlı egemenliğinden
beri Kürd-Ermeni ilişkileri hakkında
tarihsel kanıtlara rastlıyoruz. Küçük
Ermeni halkı, 5. YY‘da Hrıstiyanlaşmaları nedeniyle, izolasyona uğradılar ve
Müslüman fetihçilerin acısını çekmeye
başladılar. Kürdler, hararetli Müslümanlar olarak, Türkler tarafından
Hrıstıyan Ermeniler’in başına atandılar. Tarımsal işlerde çalıştırmakla
birlikte, Ermeniler, Kürd ağa ve beyleri
tarafından bazı hayırhalık muamelesi
de görüyorlar, evet, diğer feodal Kürd
kabilelerine karşı sömürülmesinler diye
bazen itinali bir şekilde korunuyorlardı.
Denilebilir ki Ermeniler kaderlerinden memnun idiler. Maddi olarak da
mutsuz değillerdi. Kürd ağalarına yıllık
haraç ödemelerine rağmen, sorunsuz
yaşayabilecek yeteri kadar paraları
kalıyordu.
20 YY’in başında
Kürdler ve Ermeniler
Ancak Abdülhamid hükümetinin
işbaşına gelmesi ve Türk hükümetinin
Kürdistan‘a doğru sert şekilde harekete
geçmesiyle, Hristıyan Ermeniler’in lehine olan gidişat değişti. Artık Kürdler’in
ağır çalışmaya ihtiyaçları kalmadı ve
oldukça geniş bir şekilde şakî aşiretlere karşı korumanın tadını almaya
başladılar. Bununla birlikte birçok
Ermeni büyük toprak ağasına dönüşüp
yoksul Kürd rayasını kendi hizmetleri
altına almaya başladılar. Bu dönem
Kürd rayası ile Ermeni ilişkilerinin en
iyi dönemi olarak kabul ediliyor. Ancak
Abdülhamid Ermeni sorununu örtbas
etmeye başlayınca büyük devletler ondan Berlin Anlaşması‘nda Ermenistan
için şart koşulan reformların yapılması
için sıkıştırmaya başlayınca, bu sefer
kör bir hararetle Kürdler‘e yönünü
çevirdi. Kürdler, Ermeniler‘in yavaş
ancak ilerleyen yükselişlerinden hoşnut
değillerdi ve bunun için Yıldız’da gelen
gizli salahiyetlendirmeye çok memnun
kaldılar. Sultan, Hamidiye Alayları‘nın
kurulmasıyle birlikte Kürd aşiretlerine, Ermeniler’e karşı istedikleri
gibi serbest haraket etme sinyalini
verdi. Hırsızlık olayları başladı, seyrek
cinayetler bunu izledi ve bu genele
yayılmaya başlandı. Müslümanların
dini fanatizmi öyle bir aşamaya geldi ki
mollalar gibi şeyhler de Abdülhamid’ın
sadık kulları olarak sözde Ermeniler’in,
Sultan‘a karşı başkaldırısına karşı
harekete geçttiler. Kısa bir sürede
cinayet ve hırsızlık, katliam ve talan
başladı. Devlet makamları da Kürdler‘e
yardımda bulunuyordu. 1894 yıllarında
Ermeni bölgelerini kana bulayan Van,
Diyarbakır, Trabzon ve İstanbul’daki
katliamlar, hala hafızalarda taze duruyordu: Böylece Abdülhamid, Ermeni ve
Kürd halkı arasında başlayan nefret ve
güvensizlikten istifade etmeye başladı.
Jön Türk Devrimi Kürdler ve Ermeniler arasında yeni ilişkiler getirdi.
Ermeni devrimcileri tarafından vaaz
edilen eşitlik, kamuoyu tarafından
takdir aldı. Gelecekte, Kürdler gibi
gerektiğinde Ermeniler’in de silah
taşımak hakkı yanı sıra kamu hizmetlerinde çalışma, özgürce seyahat etme
ve parlamentoya girme gibi haklarını
savunuyordu. Bilinçsiz, ancak canlı bir
zekaya sahip olan Kürdler ilk önce bunların ne anlama geldiklerini kendisine
sormaya başladı. Eğer güçlü olduğuna
emin değilse, geride durmayı tercih
eden Kürd, Ermeni’yi rahatsız etmekten vazgeçer. Ermeniler ise, birdenbire
silah taşımaya başladıkları için, çok
kibirlenip Kürdleri ‘eşkiya ve barbar’
olarak görmeye başladılar. “Çalınan
arazilerini” geri isteyip, Kürdler’in daha
önceden de yaptıkları keyifsiz suçlardan
dolayı cezalandırılmalarını talep etmeye başlar. Bu arada da Kürdistan’da
Pan-İslamizm’in propagandasını
yapmaya başlayan Türk-Fars vaazcıları
dolaşmaya başlar. Bunun sonucu da
Jön Türkler’in engellemek istemediği
yeni bir Ermeni soykırımı idi.
Kürdler çeteler halinde Ermeni
köylerine baskınlar yapmaya başladılar, Kürd rayaları da onların sürülerini
kaçırır. Buna karşı Ermeniler ise eski
fedailerin öncülüğünde toplanıp Kürd
ağalarına saldırıp, yağmalıyorlardı.
O zamandan beri Kürd aşiretleri ile
Ermeniler arasındaki ilişkiler kesildi.
İki taraf da iki düşman ordusu gibi
karşı karşıya geldi. İyi silahlanmış kimi
Kürdler kırsal alanda söz sahibi iken,
iyi örgütlenmiş Ermeniler ise şehirlerde
daha avantajlı idiler.
Ermeni ve Kürdler’in Osmanlı
makamları ile ilişkileri ise oldukça kötü
ve yetersiz idi. İki tarafın da şikayetleri
genellikle aynı idi. Yargıya itibar ve
güvenleri yok, mahkemelerin sadece
nufuzu güçlü olan kişilerle ilişkileri iyi.
Bütün davalar gereksiz bir şekilde uzun
sürüyor. Osmanlı mahkemeleri önünde
şahidlerin olağanüstü bir rolleri var ve
parası olan herkes kendisine bir şahid
temin edebiliyor. Tutuklanan kişiler
belli bir zamandan sonra, tutuklama
sebepleri belirtilmeden serbest bırakılıyor.
Mahkemeler yargının çok etkisiz
olduğunu kabul ediyor. Ancak yoğun
suçlar ve şikayetlerden dolayı zorlandıkları ve bu dağlık ülkede uygulanan
kanunların Fransız yasalarından
alındığını ve çok tesirsiz olduğuna dair
çaresizliklerini dile getiriyorlar. Ancak
gerçek nedenler başka şeylerden kaynaklanıyor. Özellikle hakimlerin kabiliyetsizlikleri, tarafgirlik ve tembellikleri
dışında, satın da alınabiliyorlar.
Jandarmada da durum aynı. Çoğunlukla yerel halktan geliyorlar ve onlara
çok az para ödeniyor. Herhangi bir
askeri disipline sahip olmadan, halkın
sıradan bir hizmetini yerine getirmekten acizler. Hükümet daha kısa bir
süre önce düzeni sağlamak için Avrupa
yakasından Anadolu’ya iyi egitilmiş
jandarma gönderdi.
Nihayet son olarak halk dayanılmaz
vergilere karşı çıkıyor, yol ve okul eksikliğinden dolayı hoşnutsuzluğunu dile
getiriyor. Bu şikayetler özellikle Kürdler
tarafından dile getirilirken, Ermeniler
ise 10 yıldan beri eğitim için kendi
paralarıyla birçok okul açmışlar.
Tüm bu uygunsuzluklara rağmen ne
Kürdler ne de Ermeniler Türk egemenliğini ve daha kötü olan Rus hakimiyeti
ile değistirme hevesine sahip değiller:
Birincisi din ve ruhlarını, sonuncusu ise
ulusal gururlarını yasaklıyor.
15
Çanlar kimin için çalıyor
SENNUR BAYBUĞA
‘Uzun gecelerin ve buzdan
ayazların mevsiminde oldu. Bir sabah
evimin bahçesindeki yasemin çiçek
açtı, soğuk hava onun aromasını içine
çekti; aynı gün erik ağacı da çiçek
açtı ve kaplumbağalar da uyandı. Bir
hata oldu ve kısa sürdü. Ama bu hata
sayesinde yasemin, erik ağacı ve kaplumbağalar bir gün kışın biteceğine
inanabildiler. Ben de:’
Böyle diyor Galeano, Yürüyen Kelimeler isimli kitabında. Latin Amerika faşist rejimlerinin tanıklığında bir ömür
geçiren, kelimelerin ve kısa cümlelerin şövalyesi. Duyan,
bilen gözü kulağı olan, hatta görmemezlikten gelmeye çalışan herkesin kendisi için bulabileceği bir yol var. Ankara’nın
orta yerinde, -bu ifadeden maksat cumhuriyetin mabedine
işaret etmek içindir yoksa sokaklarına çıkan genç yaşlı çocuk
demeden hedef haline getirilip öldürülen, sürüklenen,
çıplak bedenleri sokaklarda teşhir edilen insanların ülkesinden daha önemli bir yer değildir benim için- patlayan ve
bugünün resmi rakamı ile 100 kişinin öldüğü bu patlamadan
sonra hayata devam edebilmenin bir yolunu elbette bulacak
bu insanlar ve biz.
Yarın bir hafta olacak, ben Ankara’ya gitmedim,
gidemezdim. Biz patlamayı, ölenleri, kalanların tanımlamalarını, acılarını, kurtulma acısı ile ölmeme utancını yan
yana yaşamak zorunda bırakılan binlerce sevgilimizin acısını
okuyarak, dinleyerek anlamaya çalışan tarafta, şehirdeydik.
Ben şehirdeydim. Birkaç protesto gösterisi, birkaç intikam
yemini birkaç öfke ve ama sonsuz acının yarattığı ağır
tahribatlara tanıklık etmek dışında hiçbir yerde değildim.
Ne yazıldıysa okuyan taraftaydım, buradan yeni bir siyaset
çıkarmaya çalışanlardan değil, çektiğim acıları tarihle,
bilimle açıklamaya çalışan tarafta. Sonra eve kapandım
iki gün boyunca kesintisiz 24 saat geceli gündüzlü üçüncü
sınıf bir dizinin bilgisayardan tüm eski bölümlerini izledim,
izledim… Güneş çıktığında, kızımın grip olduğunu, okula
gidemediğini telefonla öğrendiğimde, acıktığımda belki duruşmam olduğunda çıktığım dışarıda tanıklığımdan kaçarak
yaşadım bir haftadır.
Ne bir umudun ve ne de umutsuzluğun pençesi değil
düştüğüm, herkes gibi belki. Biz kendini topluma anlatmakta ve belki de toplumu hakikaten anlamakta zorlanan
insanlar için, bir nevi tutunamayan ve hiçbir yerin hiçbir şeyi
olamayan insanlar için acının, acı gibi görünenin, öfkenin,
öfkeye benzeyenin, kızmanın, korkmanın, çekilmenin, olamamanın ve ölememenin ama yaşayamamamın da, kenardan izliyor gibi görünen ama aslında sahnenin orta yerinde
kimsenin göremediği zayıf çelimsiz ve belki gösterişsiz kız
olmanın içinde büyüyen dünyanın küçük bir oylumunun bile
dışarıda yer bulamamasının insanları olan bizlerin, artık şimdi diyorum sessiz çoğunluğun da diyebileceği sözler olacak.
Ne dünyayı güzellik kurtaracak derken öfke ile bağırabilen
ve ne de ölmüşlerin ve muhtemelen öleceklerin sessiz isyanı
içinde iken, bağırarak, misli karşılığının verileceğini haykıran insanın karanlık kararlılığını anlayamamanın başkalığı
var üstümüzde. Bizi hem karanlık ve hem aydınlığın adayı
yapan da bu belki.
Bu karanlığın içinden bir ışık çıkacak mı? Batıda, cumhuriyetin en büyük mabedinde insan yüklü bombanın patlamasına ve etleri dağılmış sevgililerimizin, dağılan etlerini,
dostlarını toplarken üzerlerine gaz sıkan ve insanlıktan çıkmanın nasıl bir şey olacağını tümümüze gösteren bu meşum
iktidar, memleketin doğusunda karanlık suratlı seri katilleri
ile öldürdüğü gençlerin gözlerini oyarken, biz ölmeyenler
ama ruhları paramparça iğdiş edilen sessizler topluluğu, bir
gün artık çıkacak insanlığın da kalmadığın görüp, oturduğumuz yerden yaradılışımıza sahip çıkarak hep birlikte sessizce
gürültüsüzce ayağa kalkacağız. Sessizce ayağa kalkacağız
ve fısıltıyla birbirimize diyeceğiz ki ‘buraya kadar, kış bitti,
buraya kadar kış bitti’ ve yürüyeceğiz, biliyorum. Kitaplar da
böyle yazıyor, tarihte böyle diyor, devrimler canları yanmış
insanların IŞİDir, bağıranlar sadece sabrımızı tüketir.
16
BasHaberSÖYLEŞİ
19 - 25 Ekim16
2015
MÜZİK
Umut Altınçağ’dan yeni albüm geliyor
D
sanatçısını yarattığını kaydeden Altınçağ,
“Dolayısıyla Avrupa’ya bizim gibi göç ettirilmiş, toprağından hikayelerinden koparılmış
insanları yadırgamıyorum. Çünkü yaşadıklarının müziğini yapmak zorundalar.”
Avrupa’da müzik yapmanın avantajlarının da olduğunun altını çizen Altınçağ,
dünya müziklerini tanıma konusunda avantaj sağladığını kaydederek, “Halkların kendi
enstürmanları ile müziklerini icra ettikleri
yerlere gittiğinizde bakıyorsunuz ki bu
tınılar birbirine yabancı değil. Bir sıcaklık
oluşuyor ve bunu kendi coğrafyanın enstürmanları ile karıştırıyorsun. Ortaya melez bir
şey çıkıyor. Başka halkların hikayelerini de
şarkılarda dinlemeye başlayınca kulakların
ve algıların açılıyor. Bu anlamıyla Avrupa’da
müzikal gelişim sanatçılar için bir avantajdır” diyor.
Çimen Gümüş
ersim katliamından bugüne gelen
suskunluğunun sesi olmaya çalışan
Sanatçı Umut Altınçağ, 10 yıl ara
verdiği müziğe yeniden dönüyor. Yaptığı
albümlerde bir dönemin en çok dinlenen
sanatçıları arasında yer alan Altınçağ, yeni
albüm çalışması ile sevenlerinin karşısına
çıkmaya hazırlanıyor.
Müzik öyküsü 12 Eylül’ün soğuk günlerinin ardından Dersim’de başlayan Sanatçı
Umut Altınçağ, ilk müzik çalışmalarına ateş
etrafında toplanan yaşlıların söylediği hikayeleri kilamlara dönüştürerek söylemesiyle
başladı. Yaşadığı Mazgirt’te köy ahalisine
söylediği şarkıları ve hüzünle sesiyle kısa
sürede civar köylerinde en çok dinlenen
kişilerine arasında yer alan Altınçağ, askeri
darbeden sonra Dersim Belediyesi tarafında
ilk defa organize edilen kültür sanat etkinlerine katılarak müzik çalışmalarına başladı.
Önerilmesi üzerine bu etkinliğe katılan ve
ilk olarak davul çalmaya ardında tiyatro ve
koro ile devam eden Altınçağ, teşvik üzerine
1991 yılında İstanbul’a giderek ilk albüm
çalışmasına başladı.
Çıkardığı ilk albüm “Umut Yüklü Bahar’ın“ yanı sıra Arif Sağ Müzik
Okulu’nda da müzik eğitimi alan Altınçağ, ikinci albümünün hazırlığını yaptığı
sırada söylediği Zazaca şarkılar nedeniyle
İstanbul’da hakkındaki suç duyuruları
ardından Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde
(DGM) yargılandı. Uzun bir süre davası devam eden sanatçı çareyi Avrupa’ya gitmekte
buldu. İkinci albüm hazırlığını yarıda bırakarak Avrupa’nın yolunu tutan sanatçı, bir
süre sonra ikinci albümü “Düşler Vadisi’ni“
de çıkardı. 2001 yılında en çok dinlenen sanatçılar arasına girmesini sağlayan üçüncü
albümü “Mevsimsiz Kar“ albümüne imza
atar. 2006 yılında yeni albüm çalışmaları
nedeniyle stüdyoya giderken trafik kazası
geçiren sanatçı, 10 yıldır müzik çalışmalarına ara vermiş. Geçirdiği uzun tedavi süreçlerinin ardından yeniden müziğe dönmeye
hazırlanan Umut Altınçağ, söz ve müziklerinin tamamının kendisine ait olacağı yeni
albümüyle sevenlerinin karşısına çıkmaya
hazırlanıyor.
Klamlarla gelen hikayeleri
kilamlarla aktarıyor
Umut Altınçağ, 12 Eylül döneminde geçen
çocukluğunu ve müziğe başlamasını şu
sözlere ifade ediyor: “O ara baktık, bütün
sazlar, ırmaklar, masallar susmuş. Dil içerde
kırılmış lal olmuş. Böyle bir çocukluk. Çok
değer verdiğim masal diyarındaki insanlar
duvar diplerine çekilmiş bıyıkları çekiliyor.
Bir taraftan dersimiz Türkçe’yi öğrenirken öbür taraftan yaşlılarının bağırtıları
geliyor. Çığlıklar birbirine karışıyor ve bu
hengame içerisinde sende susuyorsun. Ve
sözcükler kilamalara dönüşüyor” diyor. En
çok da şarkı söylemeyi çok seven annesinin
susmasının ardından kilamlara başladığını
aktaran Altınçağ, “Yabancı olduğumuz bir
durum değil bu susmalar. 38’den biliyoruz.
Kilamlardan bize kadar gelen. Bende kilamlarımla oraya gitmek istiyordum. Yolculuğum suskunluklara idi. Orada sözcüğün
ilk yalın haliyle çıkmasıyla gelip melodiye
değmesi idi.”
Altınçağ, yaşlıların 1938 Dersim katliamıyla ilgili hikayelerini ve darbeyi kilamlarla ifade ederken müziğinin yeşermeye
başladığını söyledi.
‘Doğanın armonisine
eşlik etmeye çalışıyorum’
Bir dönemin en çok dinlenen sanatçıları
arasında yer alan Umut Altınçağ, kendi mü-
Dersim’e konservatuvar
10 yıllık süreçte 5 albümlük eser biriktiğinin ve yakın zamanda ilk albümünü
çıkaracağını belirten Altınçağ, yasal süreçlerinin tamamlanmasından sonra ilk
fırsatta Dersim’e dönerek orada bir konservatuvar ve Açıkhava tiyatrosu kurmayı planladığını ifade etti. “Dersim’de bir
sanat ordusu yaratmak istiyorum. Vesile
olmak istiyorum. Minder onların her şey
onların olacak. Ben nefesim yetene kadar
bir şeyler söylemek istiyorum” diyor.
Dinleyicilerinden çok olumlu tepkiler
aldığını ve bu on yıllık zaman diliminde
üzerinde çok büyük bir psikolojik baskı
oluştuğunu kaydeden Altınçağ, “Bana
hep üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına
rağmen hala uzanıp dinleyebileceğimiz
şarkılar verdin diyorlar” diyor.
ziğini tarif etmek için herhangi bir arayışa
girmediğini belirterek, “isim koymak gibi
bir derdim olmadı. Doğanın var olan armonisine eşlik etmeye çalışıyorum. En büyük
orkestraya, en büyük söz dizilişine, kainatın
kendisine ondaki bütün seslere eşlik etmeye
çalışıyorum. Bu nedenle tarzımla ilgili
soruyu kendime hiç sormadım. Yarın da
sormayacağım. Bu eşsiz armoni içerisinde
sanatçıyım diyemiyorum. Sadece eşlik etme
çabadır benimkisi” diyor.
Herkes yaşadıklarının müziğini yapar
1996’dan bu yana Avrupa’da sürgün
hayatı yaşayan Altınçağ, Avrupa’nın insanı
kendi köklerinden ayrılmışlığı veya koparılmışlığı ile ilgili büyük sıkıntılar yaşandığını
belirtiyor. Başta sanatçılar olmak üzere
herkesin kendi toprağından kopması ve
yeni bir sayfa açarak adapte olmasının zorluklarına değinen Altınçağ, Kürd müziğinin
yaşadığı sıkıntıların başında kendi kültürel
dinamiklerinden kopması olduğunu kaydederek, yapılan şarkılarında günü kurtarmak
amacıyla yapıldığını ve bu nedenle kalıcı
eserlere dönüşmediğini vurguluyor. Altınçağ şöyle devam ediyor: “Bir albüm çıkıyor
üç gün sonra unutuluyor. Kalıcı değil çünkü
senin yaşamın değil. Kulaklarda ezbere
kalıyor, ruhen gidip içeri değmiyor. Kürd
müziği de bundan nasibini almış durumda”
dedi. Her toplumsal süreç ve zeminin kendi
“Biz dili değil dil bizi koruyor“
Zazaca müzik yapan sanatçıların özellikle
dil konusuna yanılgılı yaklaştıklarını aktaran Altınçağ, “dil konusunda ‘ben olmasam
bu dil ölür’ diyenler var. Bu başlı başına
sorundur. Sen olmasan da, o dil yaşar.
Tersine seni yaratan o dildir. Bazen böyle
bana göre ucuz laflar söyleyen insanları
görünce üzülüyorum. Diyorlar ki ’biz bu dili
korumak için şarkı söylüyoruz.’ Çok kızıyorum o dil olmasa sen türkü söyleyemezsin.
O dil seni koruyor sen onu korumuyorsun.
Tabiî ki kendi dilinde şarkılar söyleyeceksin.
Söylemezsen sen eksik bir sanatçı olursun.
O nedenle bence bu tersten anlaşılıyor” diye
şikayet ediyor.
“Her şeyin önünü tutmuş
sanatçılar var“
Avrupa’daki müzik kurumları ve sanatçılar arasında büyük bir iletişim problemi olduğunu kaydeden Umut Altınçağ,
“Sanatçılarımız yan yana gelmezler. Bu da
bu sistemin gerçekliğidir. O kadar çok ego,
birbirini duymama ve bencillik var ki herkes
birbirinin peşinde ve kimse mutlu ve huzurlu değil. Sunduğun projelere sadece bir
albüm daha gözüyle bakılıyor. O anlamda
sanatla ilgili ciddi bir gelişmenin olduğunu düşünmüyorum. Estetiksel ve eserin
içini doldurmaktan uzak, çok mekanikler”
dedi. Yeni jenerasyonun bu konuda umut
vaat ettiğinin altını çizen Altınçağ, “Herkes
kendi stüdyosunu kuruyor. Aşağıdan gelen
jenerasyonun ruh hali ve ilişkileri çok daha
geniş. Paylaşımları bir yere oturuyor. Ama
bunlara vicdanen ve sevgiyle destek olmak
gerekiyor. Çok yetenekli gençler tanıyorum.
Ama subaşlarını tutmuş bazı sanatçılarımız
var. Her şeyi kendileriyle başlatıp kendileriyle bitiren bir noktaya gelmişler. Gençlerin kendilerini ifade etme alanlarına izin
vermiyorlar. Müthiş bir doymamazlık var.
Kürd müziği bu anlamda bir kısır döngü
içerisinde gidip geliyor” şeklinde konuşuyor.

Benzer belgeler