AYLIK SİYASİ GAZETE Temmuz 2009/07 • FİYATI 2,00 TL (KDV

Transkript

AYLIK SİYASİ GAZETE Temmuz 2009/07 • FİYATI 2,00 TL (KDV
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Temmuz 2009/07 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X135
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
devam ediyor. Bu durumdan sendika
konfederasyonları da birinci derecede
sorumlu. İşçi konfederasyonları işçileri
krizin nedenleri üzerine aydınlatıp
bu nedenlere karşı mücadeleye
sevkedeceklerine, krizin sonuçlarına
ilişkin bir iki açıklamayla ve hükümete
yaptıkları akıl hocalığı ile günü
kurtarmaya çalışmaktadırlar. Böylece
geniş kitlelerin şaşkınlık ve çaresizlik
içerisinde uyutulmalarına katkıda
bulunmaktadırlar. Buna karşı mücadele
de sınıf bilinçli işçilerin görevidir.
Değerli okuyucu,
egemen sınıfların arasındaki iktidar
mücadelesinin kızıştırılarak devam ettiği
bir süreçten geçiyoruz. Başyazımızda
ve başka yazılarımızda bu konuyu
irdeledik. İşçi sınıfı ve emekçiler olarak
bu konuda egemen sınıfların şu ya da
bu kanadının kuyruğu haline gelmemek,
gelişmeler karşısında kendi sınıf
tavrımızı oluşturmak esas tavrımızı
oluşturuyor.
Ekonomik kriz de yaz aylarında tüm
sıcaklığını korumaya devam edecek. Son
dönemde açıklanan ekonominin rekor
daralmasına ilişkin rakamlar, işçi ve
emekçilerin üzerine daha ne kadar yük
bineceğinin de habercisi aynı zamanda.
Değerli okurlar bütün bu olup bitenler
karşısında aslında ayaklanmış olması
gereken geniş emekçi kitleler -bu
sayımızda da yer alan bazı küçük
direniş ve grevleri dışta tutarsakhala suskunluğunu sürdürmeye
Değerli okuyucu,
önümüzde sıcak yaz ayları duruyor.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da gazetemiz
Ağustos ayında çıkmayacaktır. Tüm
okurlarımızı yaz aylarını sınıf içindeki
mücadeleyi geliştirmenin yanısıra -ve
tabi ki tatilin de yanı sıra- eğitimimizi
geliştirmek için değerlendirmeye
çağırıyoruz.
Eylül sayımızda tekrar bir arada olmak
umuduyla...
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI •
Özür
Bir önceki sayımızda, TÜMTİS Genel
Başkanı Kenan Öztürk ile yaptığımız söyleşiye yazdığımız önsözde; “İşçilerin yeni taşeron firma olan MPO’da da sendikaya üye
olmalarının önüne engel çıkarılmayacak.
TÜMTİS bu yeni işyerinin kendi işkollarında
olup olmadığı temelinde durum tespiti yaptırdıktan sonra işçiler sendikaya kayıtlarını
yaptıracaklar.” Tespiti yapılıyor. Bu tespit
“işçiler limana sendikalı olarak girmişlerdir”
olacaktı. Yine söyleşi içinde “Bu öneri üzerine
biz, IMP yetkilileri ile görüştük.” denen yerde
IMP’i MIP olacak. Düzeltir özür dileriz.
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
- kitapçılarda -
GÜNDEM
Kayıkçı kavgası ve değişimin yönü… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı nereye kadar?. . . . . . . . . . . . 4
Mayın yasası çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
AKP’nin önünü kesmede yeni umutlar, Göle yeni mayalar! . . . . . . . . 6
İki ilginç araştırma sonucu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Türkiye neden AİHM’e kızıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
AB Parlamento seçimleri üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
TC BM Güvenlik Konseyi Başkanlığını devraldı. . . . . . . . . . . . . . 10
"Türkiye’den Obama geçti" başlıklı yazıda gördüğüm sorun üzerine.... . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Patronlara destek ve teşvik, çalışanlara açlık ve fedakarlık.... . . . . . . EK:1
Zafer Akansel işçilerinin oldu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2
Direnişteki işçilerle söyleşiler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Hükümetin krizden çıkış programı. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Adalet Sarayı’nın görünmeyen yanı: "ADALET!" . . . . . . . . . . . . EK:5
15-16 Haziran’ın yıldönümünde DİSK’ten basın açıklaması. . . . . . . EK:5
General Motors sizlere ömür!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Amnesty International 2009 Raporu’nda Türkiye. . . . . . . . . . . EK:7
Kamu Emekçileri: “TİS yoksa Grev var!”. . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Bülten dağıtanlara polis saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . EK:7
Kore yarımadasında gerginlik tırmanıyor!. . . . . . . . . . . . . . . EK:8
GÜNCEL
“Türkiye’den Obama geçti” başlıklı eleştiri yazısı üzerine. . . . . . . . . 11
Rejimin garantisi kim olacak?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Savaş yükseltiliyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Güney Kürdistan petrolu akmaya başladı!. . . . . . . . . . . . . . . . 13
YENİ KADIN DÜNYASI
Erkek şiddeti AİMH’de mahkum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
DESA direnişi sona erdi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
PANORAMA
Seçimler ve gelişmeler...- İRAN -. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
Seçimlerden yine ANC çıktı - GÜNEY AFRİKA -. . . . . . . . . . . . . . 16
BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferansı’ndan - CENEVRE- . . . . . . . . . . . . 17
OKUR MEKTUBU
Amnesty İnternational Almanya yıllık toplantısı yapıldı. . . . . . . . . 18
Sadece ekonomik kriz yok! Bir de insan hakları krizi var. . . . . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 135 · Temmuz 2009 • ISSN 1301-692X135
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
2
gündem
Kayıkçı kavgası ve değişimin yönü…
Türkiye’de bu yaşananlar aynı zamanda hala
gerçek iktidar olan ordu merkezli bürokrat
Kemalist burjuvazinin iktidarının, anda
AKP tarafından en iyi şekilde temsil edilen
büyük burjuvazinin liberal kanadı tarafından
önemli ölçüde geriletildiğini, ama dalaşın
her şeye rağmen tüm hızıyla sürdüğünü
göstermektedir.
AKP ve Gülen’i Bitirme Planı’
Özel sermayeli büyük burjuvazi ile
statükocu ordu merkezli Kemalist
bürokrat burjuvazi arasında yürüyen
iktidar dalaşı yeni gelişmelerle daha
da kızışıyor.
Bunun en son örneklerinden birisi
son dönemde gündemi işgal eden,
Taraf Gazetesi'nin “AKP’yi ve Gülen’i
Bitirme Planı” başlığıyla yayınladığı
“İrticayla Mücadele Eylem Planı”
başlıklı belge idi. Belge ilkönce Askeri
Savcılık tarafından incelenmeye
alındı ve ilk yapılan açıklamada, belgenin altında bulunan Kurmay Albay
Dursun Çiçek’e ait imzanın albayın
diğer imzalarına benzediği, fakat
belge fotokopi olduğundan kesin bir
kanaate varılamadığı savunuldu.
Daha sonra yapılan açıklamada, belgenin fotokopi olması nedeniyle kanıt oluşturamayacağı ve bu nedenle
soruşturmanın durdurulmasına karar verildiği açıklandı. Bu karar üzerine soruşturmayı devralan İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı Dursun
Çiçek’i sorguladıktan sonra terör örgütüne üye olma suçlamasıyla Albay
Çiçek’in tutuklanmasına karar verdi.
Ancak bu arada ne olduysa aradan 18
saat geçtikten sonra Albay Çiçek’in
serbest bırakıldığı haberi verildi.
İster belge gerçek olsun ve bir darbe
planı gerçekten yapılmış olsun, isterse belge sahte olsun ve AKP ile ordunun arasını kızıştırmak için ortaya
atılmış olsun, her iki durumda da bu
olay egemenler arasında yürüyen iktidar dalaşının bütün hızıyla devam
ettiğini açıkça gösteriyor.
Kafalarda onlarca soru bırakan bu
olay henüz kapanmış değil. (Belgenin
içeriği ve sonrasındaki tartışmalar için www.ydicagri.org adresindeki “Gelişigüzel Notlar” bölümüne
bakınız.)
Askere Sivil Yargı Yolu
Bu olayla bağı kurulan bir diğer gelişme ise askere sivil yargı yolunu
açan yasa değişikliğinin meclisten
onaylanarak geçmesi oldu.
Yapılan değişikliklerle askerlerin
sivil mahkemelerde yargılanmaları-
nın önü açılırken, sivillerin ise savaş
ve sıkıyönetim halleri dışında askeri
mahkemelerde yargılanmalarına son
verildi. Avrupa Birliği kriterlerini
içeren 'Türk Ceza Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yasası'na,
Genel Kurul'da iki yeni hüküm eklendi. Önce, savaş ve sıkıyönetim dışında, sivillerin askeri mahkemede
yargılanması her şartta kaldırıldı.
Buna göre sivillerin, askeri mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir
suçu, tek başına veya asker kişilerle
işlemesi durumunda, soruşturmaları
sivil savcılarca yapılacak ve yargılamaları da sivil mahkemede olacak.
Ardından da bazı suçları işleyen askeri personelin sivil mahkemede yargılanmalarının yolu açıldı. (Kaynak:
trt.net.tr)
Avrupa Birliği yasalarına uyum
çerçevesinde reform olarak değerlendirilen bu gelişme, CHP ve MHP
gibi muhalefet partileri tarafından
önce mecliste onaylanmasına rağmen, sonrasında “geceyarısı operasyonuyla oyuna getirildik biçiminde”
değerlendirilerek karşı çıkmalarına
yol açtı. Burjuva anlamda da sosyaldemokratlıkla alakası olmayan CHP
bu konuda da ikiyüzlüce davranarak
gerçek niteliğini bir kez daha ortaya
koydu: CHP bir yandan 12 Eylül
darbecilerinin yargılanmasını talep
ederken, diğer yandan darbecilerin
sivil yargı tarafından yargılanabilmesinin önünü açan bu yasayı her yola
başvurarak engellemeye çalışıyor.
Türkiye’de bu yaşananlar aynı zamanda hala gerçek iktidar olan ordu
merkezli bürokrat Kemalist burjuvazinin iktidarının, anda AKP tarafından en iyi şekilde temsil edilen büyük burjuvazinin liberal kanadı tarafından önemli ölçüde geriletildiğini,
ama dalaşın her şeye rağmen tüm
hızıyla sürdüğünü göstermektedir.
Bu iktidar dalaşı aynı zamanda
Türkiye’de yaşanan faşizmin çözülmesi ve onun yerine burjuva demokrasisinin yerleşmesi sürecinin
bir dışavurumudur. Bu gelişmeler bu
sürecin sancısız ve pürüzsüz olmayacağını, daha birçok olaya tanık olacağımızı gösteriyor.
Bu gelişmeler karşısında biz
işçilerin tavrı ne olmalıdır?
Andaki Kemalist ordu odaklı bürokrat burjuvazinin faşist düzeninin sürmesini istemediğiz açıktır. Peki buna
karşı burjuva demokrasisinin en kötüsü bile andaki faşizmden daha iyi-
dir deyip AKP hükümetinin peşine
mi takılacağız. Hayır. İşçi sınıfının
egemenlerin herhangi bir kanadının
peşine takılması sözkonusu olamaz.
Çünkü burjuva demokrasilerinin en
ilerisi de son tahlilde, sermayenin
işçi sınıfını ve emekçi kesimleri sömürmek için bir diktatörlüktür.
Geniş halk kesimleri için gerçek
anlamda demokrasi, ancak işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilecek
demokratik halk devrimi ile kurulacak olan işçilerin, köylülerin
devrimci diktatörlüğü iktidarı ile
kazanılacaktır.
Ezilen milyonlar için gerçek anlamda hak verilmez, alınır. İşçilerin,
emekçilerin, köylülerin yaşamlarının
değişmediği bu kayıkçı kavgasında
tüm ezilenler sadece kendi taraflarında olmalı, kendi çıkarları için mücadele etmelidirler.
Özel sermayeli büyük burjuvazi ile
Kemalist bürokrat burjuvazi arasında
yürüyen iktidar dalaşını kazanan
kim olursa olsun, egemenlerin değişik kanatlarının işçi ve emekçilere
verebileceği sömürüden başka bir şey
yoktur. Bu iki gerici kanat arasındaki
mücadele esasta sömürüden kimin
daha fazla pay alacağı mücadelesidir.
İşçiler, emekçiler egemenlerin şu veya
bu kesiminin kuyruğuna takılmadan, bağımsız sınıf mücadelesi yürütmeli, ekonomik ve siyasi talepleri
birleştirerek, hayatın her alanında
örgütlenmeli, uzun vadede sermayenin iktidarının yıkılması mücadele
vermelidirler.
Ekonomik krizlerin, sömürünün,
baskıların, yoksulluğun, ulusal baskının, cins baskısının, çevre katliamının vb. olmadığı yeni bir dünya
işçilerin, emekçilerin sınıf mücadelesi ile yaratılacaktır.
Kapitalist sistemin yıkıntılarından
doğacak yeni dünya mücadelesine
katıl, örgütlen!
4 Temmuz 2009 √
3
gündem
İktidar dalaşında yeni hamleler
İ
4
Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı
nereye kadar?
lginç bir memleket bizimkisi.
“Burası Türkiye” her şeyin mümkün olabildiğini anlatan bir deyim. Anayasa’sında diğer şeylerin
yanında TC’nin bir “hukuk devleti”
olduğu yazıyor. Fakat ülkenin çoğunluk partisi açıkça Türkiye’nin bir
“hukuk devleti” olmadığını, “kanun
devleti” olduğunu ve bunu değiştirmek istediğini programına yazıyor.
Aslında “kanun devleti” de değil.
Çünkü sonuç olarak kanunlar da
yargıçların paşa keyiflerine göre yorumladıkları metinler. Türkiye bir
ağır ceza hakiminin “terör”ün içeriğinin nasıl doldurulması gerektiği
konusunda görüşünü açıklarken,
“Kanun koyucunun bu konuda ne
düşündüğü heyetimizi ilgilendirmez” anlamında sözleri karar gerekçesine yazabildiği bir ülke. Yani
hukuk konusunda Türkiye ne bir hukuk ne de bir kanun devleti. Olsa olsa
bir keyfi yargıçlar ve savcılar devleti.
İlginç olan şu ki “hukukun evrensel
ilkeleri” (kastedilen tabii burjuva hukuku- yani temelinde üretim araçları
üzerinde özel mülkiyetin dokunulmazlığı ve korunması olan, sömürünün, sömürü sisteminin korunması
olan hukuk) hep bu keyfi yargıçlar
ve savcılar sistemi kendi aleyhlerine
işlediğinde, aleyhine işleyenlerin
aklına geliyor. Birden hukuk savunucusu kesiliyorlar. İşte Ergenekon
davası. Boğazlarına kadar her türlü
hukuksuzluğun içine batmış olanlar,
birden “suçsuzluk karinesi” ilkesinin
savunucusu kesiliyorlar. Çetecilerin
çeteci olarak adlandırılmasının hukuksuzluğu üzerine ahkam kesiyorlar. İşte Deniz Feneri davası. Burada
da Deniz Feneri adlı “yardım örgütü” üzerinden topladıkları paraları, AKP’ye yakın bir TV kanalına
aktaran, ya da cebe indirenlerin
savunucuları yürüyen bir davanın
sonucunun beklenmesi gerektiğini,
kimseye haksızlık edilmemesi için
“soruşturmanın gizliliği ilkesi”ne ve
“suçsuzluk karinesi” ilkesine uyulması gerektiğini savunuyorlar. Yok
özde birbirlerinden farkları. Her
ikisinin de hukuk savunusu, kendisi
için hukuk savunusudur.
Türkiye’de hukuk egemenlerin iktidar mücadelesinde birbirlerine karşı
kullandıkları bir araç. Türkiye’de hukuk siyasileşmiş bir hukuktur. Yüksek
Yargının esası (Sayıştay, Danıştay,
Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi) ve
bir dizi ağır ceza mahkemesi ideolojik Kemalist kesimin denetiminde
yönetici Kemalist devlet elitinin iktidarını (ki bu önemli ölçüde aynı za-
Yine bilindiği gibi A. Gül 2007 22 Temmuz
seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığa seçildi.
Bunun için milletvekilliği düştü. Böylece Anayasa’nın
öngördüğü “yasama dokunulmazlığı” zırhı da ortadan
kalkmış oldu.
manda kendi öz iktidarları) koruma
mücadelesi yürütüyor. Yüksek Yargı
siyasileşme süreci içinde bugünkü
AKP hükümetine karşı parlamentoda muhalefetin yürütemediği siyasi
mücadeleyi yer yer onlarla birlikte,
yer yer onların adına da yürütüyor.
İşte türban konusundaki Anayasa
Mahkemesi kararı; işte Danıştay’ın
aldığı bir dizi yürütmeyi durdurma
kararları vb. Yargının orta ve alt kesimi ise birçok kurum gibi bölünmüş
ve önemli ölçüde ideolojik Kemalist
kesimin kontrolünden çıkmış durumda. Bu kesim hükümetten aldığı
siyasi destekle de örneğin Ergenekon
davası gibi bir davayı gündeme getirebiliyor. Türkiye tarihinde ilk kez
kimi sivil savcılar yüksek general eskilerini ve kimi muvazzaf subayları
sorguya çağırıp, sorgulayabiliyor.
Siyasi Hukuk’un son bir örneğini
Cumhurbaşkanı A. Gül hakkında
alınan bir kararda yaşadık.
Bilindiği gibi Fazilet Partisi yöneticileri hakkında açılmış bir “Kayıp
Trilyon” davası vardı. Partinin mali
sorumluları ile birlikte başta Erbakan
olmak üzere değişik parti yöneticileri
de evrakta sahtecilikle suçlanmıştı.
Dava milletvekili dokunulmazlıkları
olanlar dışındaki sanıkların beraatları ile sonuçlanmıştı.
Abdullah Gül de suçlanan yöneticiler arasında idi. Abdullah Gül
milletvekili olarak dokunulmazlığa sahip olduğu için 8 yıl boyunca
yargılanamamıştı.
Yine bilindiği gibi A. Gül 2007
22 Temmuz seçimlerinden sonra
Cumhurbaşkanlığa seçildi. Bunun
için milletvekilliği düştü. Böylece
Anayasa’nın öngördüğü “yasama dokunulmazlığı” zırhı da ortadan kalkmış oldu.
Fa kat O cumhurbaşkanı olarak, cumhurbaşkanı için Anayasa
madde 105’de öngörülen bir başka
zırha büründü: “Sorumsuzluk hali”.
Buna göre Cumhurbaşkanı yalnızca
“vatana ihanetten dolayı” ve “millet meclisi üye tam sayısının en az
üçte birinin (183 milletvekili) teklifi
üzerine” ve “en az dörtte üçünün
(413 milletvekili) vereceği kararla”
suçlandırılabiliyor!
Fakat ne gam, Anayasa Anayasadır,
savcı/ yargıç hükmü başkadır ve geçerli olan savcı yargıç hükmüdür
sonuçta. Gül’ün cumhurbaşkanlığını önlemek için 364 cinliğinin
mucidi “Yargıtay Onursal Başsavcısı”
(Şu görevsiz göreve bakın! Böyle bir
makam ancak Türkiye’de bulunur!)
Kanadoğlu, Gül’ün cumhurbaşkanı
olması halinde yargılanmasının gerekeceğini, sorumsuzluğun geriye
işlemeyeceğini, geçmişteki davalar
dolayısıyla cumhurbaşkanının yargılanmasının gündeme geleceği fetvasını verdi. Eh “onursal” olanı bu
fetvayı verirse, tabii ki savcının biri
de görevden vazife çıkartıp, Gül’ün
sahtecilikten yargılanması için dava
açılması talebinde bulunur. Nitekim
Ankara’da bir Cumhuriyet savcısı
dava açılması için müracaatta bulundu. Ankara cumhuriyet başsavcılığı önüne gelen bu talebi görüştü ve
içerik olarak şu kararı aldı:
“A n a y a s a’y a
göre,
Cumhurbaşkanları -geçmişte işledikleri iddia edilen suçlar için decumhurbaşkanı oldukları sürece
yargılanamaz. Eğer cumhurbaşkanlarının yargılanmasını istiyorsanız,
Anayasa’da gerekli düzenlemeyi
yapın.”
Hukuk devletiyiz ya, bu karara hemen itiraz geldi. İtiraz Sincan Birinci
Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görüşüldü. (Neden Sincan Birinci Ağır
Ceza Mahkemesi diye sormayın; herhalde en uygun olanı o idi!)
Şimdi Sincan Birinci Ağır Ceza
Mahkemesi’nin kararı açıklandı.
Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanı Osman Kaçmaz tarafından kaleme alınan kararda şöyle
deniliyor:
“Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve
yasalarında herkesin yargılanmasının kural olduğu, dokunulmazlığın
ise bir istisna olup bu kişiler yasalarda tek tek belirlenmiş ve bunların
dışında hiç kimseye yargılanmama
zırhı tanınmamıştır.
Şüpheli Abdullah Gül ve arkadaşları hakkında Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı soruşturma yapmış şüp-
heli Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi
Kayseri Milletvekili olması sebebiyle
dosyası fezleke ile Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne sunulmak üzere
Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.”
Karar açıkça Anayasa’daki “cumhurbaşkanı vatana ihanet dışında
bir suçla” suçlanamaz hükmünü yok
sayıyor. Ama ne gam!? Ne de olsa
“Yargı bağımsız” ! Bu bağımsızlığı da
yasalardan ve anayasadan da bağımsızlık olarak anlayıp uygulayan çok
sayıda savcı ve yargıç var!
Bu karar hakkında tabii egemen
sınıfların iktidar dalaşının tarafları
değişik tavır takındılar.
Burada tabii yasal düzlemde bu kadar net olan bir konuda böyle bir karar çıkmasının nasıl mümkün olabildiği sorusu çıkıyor. Bunun ötesinde
bir de neden şimdi sorusu çıkıyor.
Birinci sorunun cevabını aslında yukarıda verdik. Burası Türkiye ve burası bir hukuk devleti değil. Hukuk
siyasetin içinde, ta göbeğinde. A.
Gül’ün evrak sahteciliğinden yargılanmaktan kaçan biri olarak gösterilmesi, halk kitleleri gözünde küçük
düşürülmesi, mümkünse evet istifaya
zorlanması iktidar mücadelesinde
AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması
(daha doğrusu iktidar yürüyüşünün
durdurulması) açısından uygun ve
elzemdir. O halde bunun hukuksal
kılıfı bulunmalıdır, bulunmuştur.
Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi bu
bağlamda bir görevi yerine getirmiştir yalnızca. Zamanlamaya gelince:
Karar tam da A. Gül’ün Kürt Sorunu
hakkında bu sorunun Türkiye’nin en
önemli sorunu olduğu ve mutlaka çözülmesi gerektiği; çözüm için fırsatların kaçırılmaması gerektiği yönlü
açıklamalarının ertesine rastlamıştır. Türkiye’de yargının nasıl işlediğini bilenler açısından kuşkusuz bu
rastlantı bir tesadüftür. Savcılar yukarıda da ortaya konduğu gibi daha
Gül Cumhurbaşkanı seçilmeden
önce harekete geçirilmişlerdir ve karar ancak şimdiye yetiştirilebilmiştir.
Bu anlamda bu rastlantı tesadüftür.
Fakat bu rastlantı deyim yerindeyse
Gül’ün Kürt sorununda çözüm yanlısı tavrı nedeniyle örneğin MHP tarafından “vatana ihanet”le suçlandığı
vb. bir ortamda cuk oturmuştur.
Bu meselenin çözüldüğünü vb.
kimse düşünmesin. Önümüzdeki
dönemde de Sincan 1. Ağır Ceza
Mahkemesinin aldığı bu karar
hep yeniden gündeme gelecek,
getirilecektir.
10 Haziran 2009 √
gündem
Kavga büyük-rant büyük!
A
KP hükümeti ile muhalefet
arasında dört hafta süren büyük tartışma ve kavgalara neden olan Suriye sınırındaki mayınlı
arazinin temizlenmesiyle ilgili yasa
tasarısı 4 Haziran’da Meclis Genel
Kurulu'nda 91 ret oyuna karşılık 255
kabul oyuyla yasalaştı.
Mayın tartışmasında toplumun bilincine çıkan gerçekler şunlar:
* Türkiye-Suriye sınırında gömülü
mayın tutarı resmi rakamlara göre
615.145. Mayınlar 1957-1959 arasında
döşenmiş. Mayın döşenen arazinin
boyu 510 kilometre, eni de ortalama
350 metre. Bu mayınlar şimdiye kadar binlerce köylünün ölmesine,
yaralanmasına yol açmış. Gelinen
yerde bir dizi kayma vb. nedeniyle
eldeki Genelkurmay mayın döşeme
haritaları fazla bir işe yaramıyor.
* Buna ek olarak, Türkiye-Irak sınırında 42 kilometre uzunluğunda
bir bölgede 75.115 adet, Türkiye-İran
sınırında 109 kilometre uzunluğundaki alanda 191.428 adet ve TürkiyeErmenistan sınırındaki 17 kilometre
uzunluğundaki hatta ise 21.984 mayın var.
Yunanistan ile Bulgaristan yani
“NATO müttefiklerimiz”le ortak sınırlardakiler temizlenmiş.
Bunun yanında, Türkiye’de askeri
depolardaki anti-personel mayınların sayısı 2,5 milyon. Ne kadarı
Ergenekon depolarında bilinmiyor!
Yukarıda dökümü yapılanlar toprağın altındaki rakamlarla birlikte
yaklaşık 3,5 milyon adet mayın ediyor. “Dört yanı düşmanlarla çevrili”
ve “Türk’ten başka dostu olmayan”
bir ülkenin güvenlik paranoyasının
bir resmidir bu. Tabii bunun altında
bu mayınları üreten ve satan tekellerin, bunların satın alımına aracılık
eden işbirlikçilerin muazzam karı ve
rantı var.
* Mayın gelinen yerde bütün dünyada ret edilen bir silah, savaş aracı.
2003 Eylül ’ünde Ottawa’da bir
“Mayın Yasağı Anlaşması” imzalandı.
Türkiye bu Ottawa Anlaşması’na 2004
Mart ayında taraf oldu. İmzayı attıktan sonra, 1 Mart 2008’e dek stoktaki
2,5 milyon mayını imha edeceğini
taahhüt etti. Bu taahhüdünü yerine
getirmedi. Bugüne dek imha edilen
mayın sayısı birkaç bini geçmiyor.
Süreyi geçeli bir yıldan fazla oldu.
Aynı anlaşmanın 5. maddesi toprak
altındaki mayınların 1 Mart 2014’e
dek temizlenmesini öngörüyor. Yani
Türkiye attığı imza ile 1 Mart 2014’e
kadar toprak altındaki mayınları söküp imha edeceğini taahhüt etmiş
durumda.
* Hü kümet, Genel Kurmay’a
bu mayınları sökme konusunda
ne düşündüğünü soruyor. Genel
Mayın yasası çıktı
Nasıl olur da bu “milli iş” yabancı bir şirkete
verilirmiş! Neden ordu yapmıyormuş! Bu vatana
ihanetmiş filan diye geliyor ilk salvolar.
Kurmay’dan aldığı cevap, o çok şanlı
TC Silahlı Kuvvetlerinin kendi döşediği mayınları kendi imkanları ile
temizleyemeyeceği şeklinde oluyor.
Ordu hükümete bu temizlik işinin
NATO’ya bağlı bir kuruma verilmesini öneriyor. (Söz konusu kurumun
bu işi kaça yapacağı, bunun rantının
Türkiye ayağının ne kadar olacağı,
bunu kimlerin yiyeceği konusunda
bir bilgi ve bunu şimdilik sorgulayan
da yok.)
* Hükümet bunun üzerine tam bir
tüccar zihniyetiyle bu temizleme işini
ihaleyle bir özel şirkete vermeyi, bu
işi yapacak özel şirkete de temizlenen
arazinin 44 yıllık kullanım hakkını
vermeyi öngören bir yasa taslağı hazırlayarak meclise sunuyor. Ve kıyamet kopuyor!
Nasıl olur da bu “milli iş” yabancı
bir şirkete verilirmiş! (Çünkü özel
bir şirkete vermek de fakto bir yabancı şirkete vermek anlamına geliyor. Çünkü bu işi Türkiye’de yapacak
özel Türk firması yok!) Neden ordu
yapmıyormuş! Bu vatana ihanetmiş
filan diye geliyor ilk salvolar.
Bu salvoları hükümet ordunun “biz
yapamıyoruz” açıklamasını açıklayarak savuşturuyor!
Ardından bu Mayın Temizleme
işine talip olan firmalar arasında
bir İsrail firmasının da olduğu ve
hükümetin işi bu firmaya vermek
istediği ve hatta bu konuda anlaşmaların çoktan yapılmış olduğu haberleri ve bu haberlere bağlı yorumlar
yayılmaya başlıyor. Ondan sonra
daha büyükçe bir kıyamet kopuyor.
“Memleketi Yahudilere satıyorlar”
kampanyası başlıyor; “memleketin
Yahudilere satılmaması” konusunda,
açık ırkçı, antisemit önyargılar temelinde de oldukça geniş bir koalisyon
oluşuyor. CHP’sinden, SP’sine; en
azılı ulusalcısından, en azılı dincisine geniş bir cephe oluşuyor. Ortak
nokta antisemitizm. Aslında vatan,
vatan toprağının satışı filan hikaye.
Nazım’ın dediği gibi onlar için vatan
“cüzdanları”ndan başka bir şey değil
gerçekte. Rahatsız oldukları da rantın -eğer hükümet gerçekten de söz
konusu firma ile anlaşmış ise veya
anlaşırsa - yalnızca anlaşma yapılan
tekel ile, onun AKP içindeki ortakları tarafından yenecek/paylaşılacak
olmasıdır. Ve yenecek rant görünen
odur ki, hiç te küçük bir rant değildir.
Söz konusu işletme hakkının 44 yıllı-
ğına mayınları temizleyecek firmaya
devredilmesi öngörülen ve 50 yılı aşkın süredir tarım yapılmamış olduğu
için örneğin organik tarım açısından
çok verimli olduğu söylenen (söylenen diyoruz, çünkü mayınların araziyi ne ölçüde zehirlediği ölçülmüş
değil henüz) arazinin yüzölçümü
216 kilometre kare. Bunun 186 kilometre karesi Hazine’ye, geri kalanı
ise Devlet Demiryolları ile başka
kuruluşlar ve vatandaşlara ait. 186
kilometre karelik bir alan. Hiç küçük
değil. Kısaca 44 yıllık kullanım hakkının verilmesi önerisinin gerisinde
oldukça büyük bir rant vardı. Ve bu
rantın büyüklüğü verilen tepkilerin
ve büyüklüğünü yürütülen antisemit
kampanyanın boyutlarının büyüklüğünü de beraberinde getirdi. Bu
kampanyaya karşı AKP yöneticileri,
en başta da Erdoğan yasa taslağını
savunmaya çalıştılar. Muhalefetin
işin mahiyeti ve maliyeti konusunda
hiç bir bilgiye dayanmadan afaki bir
“istemezük kampanyası” yürüttüğünü, “vatan toprağını satma” suçlamalarının iftira olduğunu, bir İsrail
firması ile anlaşılmış olduğu şeklindeki iddiaların doğru olmadığını vb.
savundular.
Uzun süren tartışmalar, kavgalar
sonunda kabul edilen yasanın süreci
şöyle işleyecek:
* NAMSA formülü temizleme işinde
ilk seçenek olarak belirlendi. Yasaya
göre, mayın temizleme işi öncelikle
Milli Savunma Bakanlığı tarafından
davet usulüyle yaptırılmaya çalışılacak. Bu formül, Genelkurmay'ın
da istediği şekilde NATO kuruluşu
NAMSA'ya temizleme işini alabilme
yolunu açacak.
* Bu yolla temizleme işi yaptırılamazsa, 2. aşamada Maliye Bakanlığı
hizmet satın almak suretiyle ihaleye çıkacak. İhalenin şartnamesinin hazırlanması, muayene ve kabulünde oluşturulacak komisyonda
Genelkurmay Başkanlığı da olacak.
* Bu yöntemden de sonuç alınamaması halinde, Yap-İşlet-Devret
modeli devreye girecek. Buna göre,
mayın ihalesi, temizlenecek alanların tarımsal amaçlı kullanım hakkı
karşılığı gerçekleştirilecek. Gerekli
görülen hallerde temizlenecek mayınlı alanlar bir bütün olarak ya da
kısımlara ayrılmak suretiyle ihale
edilebilecek.
*Maddeye eklenen yeni hükme
göre, kanunun uygulanması sırasında ihaleyi yapan bakanlığının
bilgi, belge, teknik ve personel gibi
talepleri diğer kamu kurum ve kuruluşları tarafından öncelikle ve
ivedilikle karşılanacak. Böylece
Genelkurmay Başkanlığı'nın elinde
bulunan mayınlı arazilere ilişkin haritalar da ilgili bakanlığın talebi halinde verilecek.
Üzerine en fazla tartışılan ve “vatan
toprakları satılıyor” “vatan hainliği”
“Vatan toprakları Yahudilere peşkeş
çekiliyor” vb. suçlamalarına temel
olan şık, çıkan kanunda üçüncü alternatif olarak sunulan şık. Yani, ihale
ile, mayınları temizleme karşılığı arazilerin tarımsal amaçla 44 yıla kadar
özel firmalara kullandırılması. Bir
tür 'Yap-İşlet-Devret'. Daha doğrusu
'Temizle-İşlet-Devret' formülü. İhale
ise bu 44 yıllık süreyi en fazla kısaltmayı teklif etme esasına dayanacak.
Mayınların temizlenmesi süresi ise
en fazla 5 yıl olacak. Muhalefetin çıkış noktası pratikte bu üçüncü yolun
izleneceği, AKP’nin niyetinin “vatanı
satmak” olduğu, bunun ön anlaşmalarını zaten yapmış olduğu vb.vs.
Bu suçlamalar AKP’nin içinde de
belli ölçülerde yansımasını bulduğu
için, birçok AKP milletvekili meclis
oturumlarına katılmadı ve AKP yasanın çıkarılmasında bayağı zorlandı.
AKP’nin zorlanarak da çıkardığı yasa
sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Muhalefet şimdi umudunu önce
Cumhurbaşkanının bu yasayı iptal
etmesine bağladı. Ki bunun olmayacağından, bunun olmaması halinde
cumhurbaşkanının da vatan hainliği
hanesine bir eksi daha yazılacağından yola çıkmak gerekir. Kaldı ki,
cumhurbaşkanının iptali halinde de
-AKP’nin bu yasayı çıkarmaktaki
kararlılığı, ve Genelkurmayı’nda bu
yasaya karşı olmadığı bilindiğindeyasanın aynen bir kez daha cumhurbaşkanına gönderileceğinden yola
çıkmak gerekir. Yani cumhurbaşkanının bu yasayı imzalamaması beklentisi gerçek bir beklenti olmaktan
çok, onu vatan hainliğine imza atan
Çankaya noteri olarak adlandırıp,
cumhurbaşkanlığından indirmek çabalarına yeni bir gerekçe sağlamanın
bir aracı olarak kavranmalıdır.
Bunun olmaması halinde ise sırada
en yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi
vardır. Nitekim yasa çıkar çıkmaz
CHP yasayı Anayasa Mahkemesi’ne
götüreceğini açıkladı. MHP de bu
noktada CHP ile aynı konumda.
Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü
yapısından yola çıkıldığında, şimdi
çıkmış olan ve Anayasa mahkemesi
yolunda olan bu yasanın iptali şaşırtıcı olmayacaktır.
3 Haziran 2009 √
5
gündem
AKP’nin önünü kesmede
yeni umutlar
İki ilginç
Göle yeni mayalar! araştırma sonucu
Türkiye Partisi diğerleri gibi cekler, caklar partisidir.
Ve fakat bu cekler caklar içinde yeni bir şey yok.
Yalnızca söyleyen farklı. Bu parti tutar mı? Neden
tutsun? Hangi ihtiyaçtan doğdu bu parti? Hangi talebe
cevap? AKP’nin iktidara yürümesini durdurmak
isteyen güçlerin AKP’yi nasıl olursa olsun zayıflatmak
ve durdurmak istek ve ihtiyacından gayrı?
Y
6
erel seçimlerde AKP’nin
oylarının biraz gerilemesi,
AKP’nin seçimler yoluyla iktidardan uzaklaştırılması konusunda
gelişen umutsuzluğu biraz da olsa
azalttı. Bunun yanında yerel seçimler sonrasında yapılan geniş kabine
değişikliğinin AKP içinde belli bir
hoşnutsuzluk yaratmış olması da,
ondan belli kopmaların olabileceği
hesaplarını yine gündemleştirdi. Bu
ortamda Merkez Sağ’da AKP’nin alternatifini arama/yaratma planları
yine canlandı. Bu cümleden olarak
önce Mayıs ortasında yapılan genel kurulda Demirel’in mutemedi
Hüsamettin Cindoruk DP’nin başkanlığına seçildi. İddia Merkez Sağ’ı
DP saflarında toplayarak, AKP’ye giden merkez sağ oylarını geri almak!
Bunlar bırakalım merkez sağı DP etrafında toplamayı, DP’yi bile bölenler
olarak tarihe geçmeye aday. Nitekim
Cindoruk’un DP başkanlığına aday
olması ertesinde, o DP’nin ağır toplarından Aydın Menderes tarafından
Ergenekon’a yakın olmakla suçlandı.
Cindoruk’un DP başkanlığına gelmiş
olmasını bir umut, yeni bir başlangıç
vb. olarak değerlendirenler yanılıyor.
DP’ye dönüşen DYP’yi yüzde onların
altına iten gelişme, bu partinin devlet
partisi haline gelmiş olmasının belgelenmesi ve ona AKP’nin şahsında
devlete uzak durur görünür bir alternatif çıkması idi. Eski Demirel’in eski
mutemedi eski Cindoruk’un devletçi
tavırları ile alternatif olacaklarını
düşünmeleri, hesaplamaları hesap
hatasıdır. Devlet katında muteberlik,
halk katında muteberlik anlamına
gelmiyor.
DP’deki başkan/yönetim değişikliğinin ardından 25 Mayıs’ta miting
havasında geçen şaşalı bir toplantı
ile yeni bir partinin, ismi “Türkiye
Partisi” olan Partinin kuruluşu ilan
edildi.
AKP’nin kurucuları içinde yer
alan, bir zamanlar Erdoğan, Gül ve
Arınç ile birlikte, AKP’nin en öndeki
dörtlüsü içinde yer alan Devlet eski
Bakanı ve Başbakan eski Yardımcısı
Abdüllatif Şener, partinin kuruluş
dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na verdi.
Şener’in kurduğu parti ile Türkiye’de
yasal olarak faaliyet gösteren partilerin sayısı da 61’e yükseldi.
Partinin kurucuları arasında
AKP’den ayrılan Yozgat Milletvekili
Mehmet Yaşar Öztürk ile kimi
eski DYP ve DP yöneticileri de
bulunuyor.
Devlet eski Bakanı ve Başbakan
eski Yardımcısı Abdüllatif Şener ve
ekibinin kurduğu Türkiye Partisi,
AKP’den ayrılan Yozgat Milletvekili
Mehmet Yaşar Öztürk’ün de yer alması nedeniyle Meclis’te temsil edilecek. Şener’in partisi ile birlikte
Meclis’te temsil edilen siyasi parti
sayısı yeniden 7 oldu.
Bir sandalye ile Meclis’te temsil
edilecek olan Türkiye Partisi’nin
önümüzdeki süreçteki hedefi ise
Meclis’te grup kurmak olacak.
Türkiye Partisi’yle birlikte ise yeniden temsil edilen parti sayısı 7’ye
çıktı. TBMM’de, AKP, CHP, MHP
ve DTP’nin yanı sıra DSP 11, ÖDP
1 milletvekili ile temsil ediliyor.
Meclis’teki son sandalye dağılımı
şöyle: AKP: 338, CHP: 97, MHP: 69,
DTP: 21, DSP: 11, Bağımsız: 6, ÖDP:
1, Türkiye Partisi: 1, Boş: 6.
Türkiye Partisi diğerleri gibi cekler, caklar partisidir. Ve fakat bu
cekler caklar içinde yeni bir şey yok.
Yalnızca söyleyen farklı. Bu parti
tutar mı? Neden tutsun? Hangi ihtiyaçtan doğdu bu parti? Hangi talebe
cevap? AKP’nin iktidara yürümesini
durdurmak isteyen güçlerin AKP’yi
nasıl olursa olsun zayıflatmak ve durdurmak istek ve ihtiyacından gayrı?
Peki ama bu ihtiyaca cevap olur mu?
Bizce olmaz. En iyi halde merkez partisi olma iddiasında olanlar arasında
yeni bir küçük parti olur. Sonuçta
eğer diğerleri ile birleşmezse- ki kimi
medyanın da cilalaması ile iddialı
görünüyor, en azından ilk seçimlere
kadar kimseyle birleşmeye niyetli filan görünmüyor- AKP’ye gitmeyen
merkez sağ oyların yeni bir böleni
olur.
8 Haziran 2009 √
H
aziran ayı başında iki ilginç
araştırmanın sonuçları kamuoyuna yansıdı.
Birincisi “Radikalizm ve Aşırıcılık”
başlıklı bir araştırma.
İngi ltere Dışişleri Ba ka nı
Dav id Mi liba nd 'ı n Ba hçeşehir
Üniversitesi'ni ziyaretinde yapılan
anlaşma kapsamında bir araştırma
gerçekleştirildi. Prof. Dr. Yılmaz
Esmer tarafından gerçekleştirilen
"Radikalizm ve Aşırıcılık " araştırması örnekleme yöntemiyle yüz
yüze yapılan görüşmelerle yapıldı.
Aralarında Şanlıurfa, Trabzon,
İstanbul, İzmir, Konya, Malatya,
Balıkesir'in de bulunduğu 34 ilde
bin 715 kişi üzerinde gerçekleştirilen
araştırma bu ayın başında tamamlandı. Söz konusu araştırmanın sonuçları Bahçeşehir Üniversitesi'nde
düzenlenen konferans ve basın toplantısı ile değerlendirildi.
Araştırmayı Prof. Esmer, İngiltere
Büy ük elçiliği müsteşarı Giles
Portman’ın da katıldığı bir basın toplantısıyla medyaya tanıttı.
İngiltere Büyükelçiliği Müsteşarı,
araştırmanın amacını “her iki ülkedeki ılımlılara görüşlerini ifade edebilecek bir platform sunmak istedik.
Aşırılık nedir bunu tanımlamak istedik." sözleriyle belirtti. Aslında konuşulanların profili hiç de “ılımlılar”ın
söz konusu olmadığını gösteriyor.
Sonuçları nasıl buldukları yönündeki bir soruyu yanıtlayan Portman,
"Müthiş ilginç. Birçok bakımdan
halkın kafasının karışık olduğunu
gördük. Özellikle AB ile ilgili çelişkiler söz konusu. Çok olumsuz değerlendirmeler yapılırken insanların
AB'ye üye olmayı istediğini gördük.
İngiltere'nin pek sevilmeyen bir ülke
olduğu ortaya çıktı. Biraz sürpriz
bu. Hayal kırıklığı yaşadım. Hemen
British Council'deki arkadaşlarla
neden böyle bir sonuç çıktı diye
bir değerlendirme yaptık. İngiltere,
Türkiye'nin AB üyeliğini en çok
destekleyen ve bunu her platformda
dile getiren bir ülkedir." ifadelerini
kullandı.
Araştırmayı yapan Prof. Dr. Esmer
ise, soruları cevapladı. Esmer, araştırmaya göre Türkiye'de dindarlığın
artmadığını söyledi. AK Parti iktidarı döneminde dindarlığın arttığı
görüşüne katılmayan Esmer, "Biraz
daha belirginleşmiş olabilir ama benim tespitlerime göre dindarlık artmadı." dedi. Türkiye'de son 20 yılda
bazı değişiklikler olsa da temel değerlerde büyük değişiklik yaşanmadığını belirten Esmer, "Dindar olanlar
birden dinsizleşmedi ya da dinsizler
bir anda dindarlaşmadı. Pek çok şey
aynı gidiyor." şeklinde konuştu.
Mahalle baskısının artıp artmadığı
konusunda ise daha önce yaptığı bir
araştırma olmadığı için bir karşılaştırma yapamayacağını söyleyen
Esmer, "Yakın çevreden baskı geliyor
mu? Konu komşu, bakkaldan falan
dindar olduğu ya da laik olduğu için,
mezhebinden dolayı baskı görüp görmediği konusunda çok büyük bir rakam çıkmadı. Yüzde 5, yüzde 3 gibi
rakamlar çıktı. Bu rakamlar önemli
gibi görünmüyor ama 50 milyon insanın yüzde 5'i 2,5 milyon yapar. Bu
da çok önemli bir sayıdır." ifadelerini
kullandı. Halkın aşırı İslam'ı benimsemediğini düşünen Esmer, bunun
toplum için bir tehdit olarak görüldüğünü dile getirdi.
Araştırmaya göre ABD'ye karşı büyük bir düşmanlık söz konusu. Anti
ABD duygular hakim. AB'ye üye
olunmasını isteyenlerin oranı yüzde
57. İstemeyenler ise yüzde 27'lik kesim. Araştırmaya katılanların yüzde
25'i AB'nin ne olduğu konusunda yeterli bilgiye sahip değil. Etnik ve dini
çeşitliliği zenginlik olarak görenler
fazla. Ancak hoşgörü sorunu var. En
istenmeyen kesim eşcinseller. Yahudi
komşu istemeyenlerin oranı yüksek.
Yani homofobi ve antisemitizm oldukça yaygın. Araştırmaya katılanların yüzde 72'si içki içen bir komşu
istemiyor.(Burada tabii soruda “içki
içme”nin ne anlama geldiği önemli.
Böyle büyük bir oran herhalde içki
içen= sarhoş olarak kavrandığında
anlaşılır.) Hıristiyan komşu istemeyenlerin oranı ise yüzde 52.
(Antisemitizm, Hristiyan düşmanlığından daha yaygın) Yüzde 67'si ise
nikahsız yaşayan komşular istemiyor. (Burada da bu oranın diyelim
bundan 20 yıl önce filan ne olduğunun bilinmesi ilginç olur.) Araştırma
PKK’lılar en sevilmeyen kesimi oluşturuyor. Halkın yüzde 82'si PKK'yı
Türkiye için ciddi bir tehdit olarak
görüyor. (Bu kadar yoğun medya
bombardımanında bu sonuç şaşırtıcı
değil. Tabii yine soruların nasıl sorulduğu, nasıl kavrandığı da önemli)
Halkın yüzde 83'ü PKK'ya karşı geniş
çaplı bir askeri harekatın iyi olacağını
düşünüyor. (Bu soru adeta saldırı
için bir kamuoyu araştırması gibi bir
soru. Zaten büyükelçilik müsteşarı
araştırmanın çıkış noktasının iki ülkenin de “terörizme karşı mücadele
sorunu olması” olduğunu belirtiyor
basın toplantısında. Hal böyle olunca
araştırmanın bu bölümündeki soruların bu bizimde olması da araştırmanın ruhuna uygun)
gündem
Türkiye'de kendisini herhangi bir
sebeple ayrımcılığa uğradığını düşünenlerin oranı yüzde 18. Konuştuğu
anadil nedeniyle devletten ayrımcılık gördüğünü söyleyenlerin oranı
yüzde 8. Yüzde 9'u ise farklı etnik
gruba mensup olduğu için devletten
ayrımcılık gördüğünü belirtti. Laik
görüye sahip oldukları için devletten
ve toplumdan ayrımcılık gördüğünü
düşününler ise sadece yüzde 6'lık bir
kesim. (Bu kesim fakat medya üzerinden kamuoyunu önemli ölçüde
etkileyen, evet belirleyen kesim.)
İkinci araştırma Prof. Dr. Füsun
Üstel ve Doç. Dr. Birol Caymaz’ın
gerçekleştirdiği, İstanbul Üniversitesi
Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi
ve Açık Toplum Vakfı tarafından
desteklenen “Seçkinler ve Sosyal
Mesafe” başlıklı çalışma. Bu araştırma da Haziran ayı başında basın
ve sivil toplum örgütleri temsilcilerine verilen bir resepsiyonla tanıtıldı. Prof. Füsun Üstel ve Doç. Dr.
Birol Caymaz yaptıkları sunumda,
araştırmanın “prestijli” orta öğretim
ve yüksek öğretim kurumlarından
mezun, orta-üst gelir grubundan,
iyi meslekî pozisyonlara sahip, kendisini cumhuriyetçi-laik değerlerin
taşıyıcısı olarak gören kesimlerin
Türkiye siyasetinin temel problemlerine yönelik algı ve temsillerinden
hareketle Lozan azınlıkları, Kürtler
ve İslami kesimlerle kurdukları ilişkinin biçimini ve mesafe boyutunu
ele almakta. Araştırmanın amacı ise,
hedef kitlenin ayrımcılık ve ötekileştirme söylemini tespit etmek, bu söylemin bu kesimin sosyal ve ekonomik
statüleri ve son dönemdeki iç ve dış
siyasal dönüşümlerden nasıl etkilendiğini ortaya koymak.
Verilen bilgilere göre araştırma,
temmuz-aralık 2008 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’den
18-25, 25-45 ve 45 yaş üstü yaş dilimlerinde 21’i kadın toplam kırk kişi ile
görüşülerek yapılmış. Araştırmanın
yapıldığı dönem, cumhurbaşkanlığı
krizi, 367 kararı, 27 Nisan muhtırası, AKP’nin 22 Temmuz seçim zaferi, DTP’nin Meclis’e girmesi, sınır
ötesi operasyon kararının alınması,
Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve
Yayınevi Katliamı gibi siyasi yönden
çalkantılı, toplumun kutuplaştığı
bir dönem. Prof. Üstel ve Doç Dr.
Caymaz, araştırmanın bu döneme
denk gelmesinin öngörülmediğini,
hatta bir yanıyla olumsuz bir tesadüf
olduğunu vurguluyorlar. Ancak bu
araştırma açısından bir olumsuzluk
değil. Çünkü tam da gerilimli ortamlar bireylerin gerçek yaklaşımlarının
görülmesi açısından daha doğru sonuçlara varılmasını mümkün kılan
ortamlar. Araştırma tam da bu orta
ve orta-üst gelir grubundan eğitimli
kesimlerin- isterseniz son dönemde
oldukça yaygın kullanılan “Beyaz
Türkler de diyebilirsiniz- önemli bir
bölümünün, esen laiklik ve milliyetçilik rüzgârının aktörleri olarak ortaya çıktığını da gösteriyor.
Gayrı Müslim azınlıklar
Araştırmanın önemli bulgularından
biri, bu kesimde gayrimüslimlere
yönelik “ötekileştirme” söyleminin
azalması oldu. Bundaki ana etken,
ayırımında “merkez”in, taşralı, mütedeyyin, köylü çevrece ele geçirilmeye başlamasının, kentli, yüksek
kültürlü azınlık gruplarının ülkeden
“gitmiş” olmasına bağlanması. Laik
seçkinler eski İstanbul’a özlemle ve
sayılarının tıpkı onlar gibi azaldığı
vunuyorum ama biliyorum ki ibadethanelerin açılmasını iyice şeye bırakırsak her yerden Kur’an kursları
pörtleyecek.
B. (39): Ayırımcılık yapılıyor ama
ayırımcılık yapan, uygulayan kişiler
kesinlikle Kemalist veya ulusalcı değiller, kesinlikle değiller.
Kürtler
Görüşmecilerin Kürt sorunu üzerine verdikleri cevaplar, Kürtler
lümü ise Kürtlere kültürel haklar
verilmesi konusunda olumlu görüş
taşıyor. Onarıcı pragmatik önlemler
olarak kültürel hakların sağlanmasına yönelik bu olumlu yaklaşım,
bu kesimin Batılı ülkelerdeki gözlemlerine dayanıyor. Kültürel haklardaki bu olumlu bakış, iş DPT’nin
Meclis’teki varlığına geldiğinde yerini açık bir ötekileştirmeye ve redde
bırakıyor. Çoğuna göre DTP meşruiyeti sorunlu, PKK ve Öcalan’la ilişkisi tehlikeli, bulunan ve kapatılması
gereken bir parti. İşte Kürtlerle ilgili
mülâkatlardan birkaç örnek:
B. (34): Çünkü [Kürtler] o kadar
tembeller ki kendi önlerindeki çiçeği
ya da börtüyü böceği bile sulamayı
bilmedikleri için hiçbir zaman gelişemezler. Sürekli ağlarlar devlet diye.
Devlet senin neyine yardım etsin?
P. (34): Kimlik sorunu... Söyleyeyim
mi... Yüzyıllarca oradaki insanlar beraber yaşamışlar, hiçbir sorun olmamış. Neden son zamanlarda çıkıyor?
Kesinlikle yabancı kaynaklı ve kesinlikle bunun içinde çıkarları var.
N. (51): İnsan mutluysa anadilde
eğitim olsa da bu ülke bitmez. Bir
şeylerini tatmin edeceksin adamların yani.
AKP
Görüşmecilerin Kürt sorunu üzerine verdikleri
cevaplar, Kürtler üzerindeki yoğun milli baskının da
bu kesim tarafından yok görüldüğünü gösteriyor. Kürt
sorunu bu kesimde yabancı –emperyalist- güçlerin
Türkiye’nin içini karıştırmak için çıkardıkları,
yarattıkları bir sorun olarak görülüyor. Bu konuda
ana belirleyici, Kürt kimliğinin inkârına dayalı resmî
tarih ve devlet söylemi.
düşüncesiyle azınlıklara romantik bir
yakınlık hissetmekteler. Dolayısıyla
ülkede kalan azınlıklar, korunması
ve kollanması gereken değerli objeler
olarak yeniden kurgulanmış. Bu kesimde “en yakın arkadaşlar arasında
azınlıkların da bulunması” adeta bir
prestij konusu. Ancak buna rağmen
azınlıklarla kurulan ilişkide gayrimüslimlerin devlet kaynaklı haksızlık ve ayırımcılığa uğradığı bu
kesimde de kabul edilmiyor. Gayri
Müslimlere yönelik ayrımcılık devletin değil, dincilerin edimiymiş gibi
görülüyor.
Bu bağlamda görüşmelerden bazı
ilginç tavırları aktarıyoruz:
B. (34): Yani biz hiç takılmıyoruz
ki böyle şeylere. Sen Ermenisin, sen
Musevisin, sen şusun, sen busun,
biraz... [Gayrimüslimlerin yaşadığı
sorunlar hakkında] Yani ne bileyim,
herkesle beraber okuduk. Hiç böyle
bir şey yoktu. Herkes birbirleriyle beraberdi. Yani bir tek farkımız vardı,
din dersine girmezlerdi o kadar.
L. (31): Onlara [azınlıklara] da
ibadethane açılması gerektiğini sa-
üzerindeki yoğun milli baskının
da bu kesim tarafından yok görüldüğünü gösteriyor. Kürt sorunu bu
kesimde yabancı –emperyalist- güçlerin Türkiye’nin içini karıştırmak
için çıkardıkları, yarattıkları bir sorun olarak görülüyor. Bu konuda ana
belirleyici, Kürt kimliğinin inkârına
dayalı resmî tarih ve devlet söylemi.
Görüşmecilerin Kürt sorununun
sebepleri üzerine dillendirdikleri
ikinci argüman ise meselenin bir
kimlik sorunu değil, devletin bölgeyi
ekonomik olarak ihmal etmesi ve
Kürtlerin bölgedeki rant ekonomisinden sağladıkları çıkarların bir sonucu olması. Deneklerden bir kısmı
eğitimli Kürtlere kuşkuyla bakarken,
geri bırakılmışlığın neden olduğu
sorunların kaynağının, eğitimsiz,
cahil bırakılmış, tembel Kürtlerin
kandırılabilme potansiyeli olduğunu
düşünüyor. “Çocuk Kürtler” olarak
adlandırılan bu algıya göre devlet
bu insanların elinden tutmadığı için
bu insanlar örgütler ve uyuşturucu
mafyası tarafından kullanılabiliyor.
vs. Görüşmecilerin büyük bir bö-
AKP beyaz Türklerin algısında açıkça
bir tehdit olarak görülüyor. AKP takiyeci/şeriatçı bir parti bu kesimin
algısında. Yaşam tarzları, dünyayı
algılama ve yorumlama biçimleri ile
kendilerini Cumhuriyet’in değer ve
kazanımlarının taşıyıcısı olarak gören yerleşik seçkinler, “yeni gelenleri”
“orada olmayı hak etmemiş işgalciler
olarak görüyorlar. “Kendi devletleri”
nin elden gideceği korkusu içindeler.
Kadrolaşmanın zaten hep olduğu,
ama “kendilerinden” olduğu için
bunu sorun olarak algılamadıklarını söylüyorlar. Görüşmecilerin genel eğilimi ise partinin kapatılması
yönünde. Görüşülen kişilerin küçük
bir bölümü ise mevcut hükümete
karşı olumsuz bakışa rağmen ülkede
bir rejim sorunu olmadığını düşünüyor. Cumhuriyet Mitingleri’ne yoğun
katılım gösteren katılımcıların bu
kararlarında rejim kaygısı ön planda.
Mitinge katılanların arasında emekli
subayların varlığı ise onlar için önemsiz bir ayrıntı. Ancak katılımcılar
“Yeniden milli mücadele” ve “Ordu
göreve” gibi pankartları paylaşmadıklarını, basının yanlış yansıttığını
düşünüyorlar. Ergenekon davası ise
katılımcılarda kafa karışıklığı yaratmış gibi. Kimine göre bu dava
AKP’nin cumhuriyet kadrolarıyla hesaplaşmasından ibaret. Ergenekon’un
arkasında darbe varsa bunu asla desteklemeyeceğini söyleyenler olduğu
gibi, ya darbe ya şeriat diye sorulursa
tereddütsüz darbeyi destekleyeceğini
ifade edenler de var. Görüşmelerden
bazı örnekler ise şöyle:
A. 40): Atatürk’le ilgili herhangi bir
şey, küçük bir anekdot olabilir, küçük
7
gündem
8
bir resim olabilir, internetten gelen,
doğruluğu bile belli olmayan bir anı
bile olabilir, gözlerimizin dolmasına
neden oluyor.
D. (32): Cumhuriyet balosunda görmek istemem adamı [Gül’den bahsediyor], orada beyaz Türklüğüm çıkar,
elim ayağım oynar.
K. (31): Anti-demokratik olsa da
burada zor kullanma hakkı vardır
Silahlı Kuvvetler’in. Bu silahlı kuvvetler para-militer olabilir, gerilla
şeklinde olabilir, devletin kolluk
kuvveti olabilir.
B. (39): Başından beri Ergenekon
olayı beni gülümsetti sadece. Adı da
çok komik zaten.
Araştırmacıların sonuçları
“Seçkinler ve Sosyal Mesafe” araştırmasının analiz bölümünde sonuçların yekpare, blok bir davranış ve
algılama biçimi çıkarmaktan ziyade,
Atatürkçülük- Kemalizm-Ulusalcılık
anlayışları temelinde her pozisyonun kendi içinde gösterdiği çeşitliliğe dikkat çekiliyor. AKP hükümeti,
Kürt sorunu, AB üyeliği üzerinden
kurgulanan tehdit algısı oluşturulan
kolektif kimliğin ana yapı taşları.
Kimlik olgusunun dinamik değil
statik bir olgu olarak ortaya çıktığı,
kimliksel çeşitliliği algılamada ise
ciddi bir körlük olduğu belirtiliyor.
Değişime ve toplumun dinamizmine
kapalı hayat algısı, seçkinlerde var
olan “Biz ve Onlar” ayrımının ana
kaynağı. Bu bakışın temel nedeni
prestijli okullarda eğitim görmüş
olmaktan ziyade, 12 Eylül rejiminin milli eğitimi hoşgörüsüzlük ve
ötekileştirme üzerine kuran ırkçı,
milliyetçi zihniyetinin içselleştirilmesi olduğu belirtiliyor. (Bu tabii
bizzat araştırmacıların Türkiye’deki
ırkçı milliyetçi zihniyeti 12 Eylül’le
başlatan bir yanlış anlayışına işaret
ediyor.) Görüşmeciler, kendi hayat
tarzlarına uygun ve yakın coğrafyalarda yaşayan azınlıklara romantik
ama yüzeysel bir yakınlık beslerken,
gayrimüslimlerin “görünmezliği”
ve uğradıkları ayırımcılıkla yüzleşilmiyor. Çünkü azınlıklar azalan
rekabet gücü ile bu kesim üzerinde
endişe yaratmıyor. Kürtler ise, bu beyaz Türklerin nezdinde, hem yaşam
tarzı, hem de sosyal çevre olarak,
azınlıklara göre, çok daha yabancı.
Kimlikler konusunda ikircikli, çelişkili duygular besleyen katılımcılar,
Kürt sorununu komplo teorileriyle
açıklamaya yatkın. Katılımcıların
önemli bir bölümünde “askerî çözümün çözümsüzlüğü” konusunda
görüş birliği var. Yaşam tarzına müdahale ve muhafazakârlaşma konusunda yaşanan büyük korku ise AKP
ile ilişkilendiriliyor. “Militan laiklik”
anlayışına sahip kesimler, AKP ve tabanının yükselişini devrimlerin başarısızlığı olarak görme eğiliminde;
bu ise grupta özgüven kaybına neden
oluyor.
Bu araştırmanın tümüne internet
üzerinden ulaşabilirsiniz.
10 Haziran 2009 √
Türkiye neden AİHM’e kızıyor?
Adalet, herkese eşit uygulanır düşüncesi yaygındır
toplumda. Ama Türkiye’de hukuk karanlıkları
aydınlatma yerine, üzerini örten bir işlev görmeye
devam ediyor.Söylendiği ve yazıldığı gibi Türkiye’de
gerçek anlamda bir burjuva hukuku yoktur.
A
İHM (Avrupa İnsan Hakları
M a h k e m e s i ) , Av r u p a
Konseyi tarafından 1950 yılında kuruldu. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi sistemi, emperyalist dünyada insan hakları alanında şimdiye dek yaratılan en etkili koruma
mekanizmalarından biri olarak görünüyor. BM İnsan Hakları Yüksek
Komiseri Louise Arbour, AİHM’in
2008 yargı yılının açılışı dolayısıyla
yaptığı konuşmada AİHM’in, “bütün dünya bakımından bir model
oluşturduğunu” söylerken şu gerçeği
dile getiriyor: AİHM, İzlanda’dan
Vlodivostok’a kadar uzanan 800 milyon insanın yaşadığı bölgede, ulusal
hukuk sistemlerinin yetersiz kaldığı durumlarda, bireylerin hak ve
özgürlüklerini -bunlar emperyalist
sistemin özüne yönelik biçimde kullanılmadığı, sistem içi kaldığı sürece
ve ölçüde- koruyor. Aynı zamanda,
Avrupa kamu düzeninin bir parçası.
Verdiği kararlarla Avrupa’da bir ortak hukuk alanı yaratıyor.Avrupa
Konseyi’nin andaki durumda 47
üyesi var. Avrupa Konseyi’ne üye
bütün ülkeler, AİHM’i en yüksek
uluslararası mahkeme olarak kabul
etmiştir. Türkiye’de AİHM’i en yüksek mahkeme olarak kabul etmiştir.
Anayasa’nın 90. maddesi bu yüzden değiştirilmiştir. Anayasa’nın bu
hükmü ile uluslararası anlaşmalar
yasa hükmünde kabul edilmiştir. İç
hukuktaki yasalar ile usulüne göre
yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmalar arasında farklı hükümler
olması halinde, uluslararası anlaşmaların uygulanacağı kabul edilmiştir. Kabul etmiştir ama AİHM’de
sicili kötü olan ülkelerden bir tanesi
de Türkiye’dir. Türkiye, 2008 yılında
AİHM’e giden davalarda 5,7 milyon
avro tazminata mahkûm edilmiştir.
Türkiye bu miktarla 47 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Adalet
Bakanlığı verilerine göre AİHM’e işkence nedeniyle yapılan başvurular
sonucunda 2002-2008 yılları arasında Türkiye 13.6 milyon TL tazminata mahkum olmuştur. Türkiye,
Rusya ile birlikte AİHM’in en çok
cezalandırdığı ülkedir.
AİHM’in Türkiye ile ilgili aldığı kararların çoğu Türkiye’de egemenlerin
önemli bölümünün hoşuna gitmiyor.
Bu bağlamda Türkiye’den Türk hukukuna/ devletine karşı bireysel bir
çok şikâyetin yanında, egemenlerin
bir dizi kurumunun AİHM’in kararlarına yönelik bir dizi şikâyeti de var.
Türkiye, mahkemenin insan hakları
sözleşmesini çöküşe götürdüğünü
iddia ederek AİHM’de reform çağrısı yaptı! Türkiye, AİHM hakkındaki görüşlerini, Avrupa Konseyi
daimi temsilcisi, büyükelçi Deryal
Batıbay’ın ağzından, Strasbourg’da
düzenlenen Avrupa Konseyi Daimi
Delegeler Komitesi toplantısında
ifade etti. Türkiye, AİHM’in kazanç
kapısı gibi görüldüğünü, iç hukuk
yolları tüketilmeden yapılan başvuruların kabul edildiğini, mahkeme
kararlarının birbiri ile çeliştiğini,
mahkemeye başvurmak için ön koşul olan altı aylık sürenin dikkate
alınmadığını ve mahkemeye yapılan
başvurular konusunda masraf alınmadığı şeklindeki şikayetlerini belirtti. Yani Türkiye resmi bir sözcüsü
ağzından AİHM’den şikayetleniyor.
Haklı mı?
AİHM büyük bir iş yükü altında
eziliyor. Şu anda AİHM’de 97 bin
300 bekleyen dava var. AİHM’in
daha etkili çalışmasını sağlayacak
reformlara gereksinmesi olduğu açık.
Bu amaçla reformları içeren ve sözleşmede değişiklik yapan 14. protokol hazırlandı. Türkiye dahil, bütün
üye devletlerce onaylanan protokol,
sadece Rusya tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe girmedi.
Bu nedenle uygulanamayan reformların Avrupa Konseyi Delegeler
Komitesi kararı ile yürürlüğe konulması düşünüldü. Türkiye önce buna
karşı çıktı. Sonra kabul etti.
Türkiye’nin AİHM ile ilgili eleştirilerinde haklı olduğu noktalar var.
Ancak, AİHM’e yönelik kimi doğru
eleştiriler getiren Türkiye’nin kendi
iç hukuk düzenine, işleyişine ve bunun yanında bir de AİHM siciline
de bir göz atmak gerekir. Türkiye’nin
kendi iç hukuk düzeni ve işleyişi
gerçekte burjuva anlamda demokratik hukukla da ancak kağıt üzerinde bir ilgisi olan bir hukuktur.
Hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı,
Türkiye’de hukukun yasalardan bağımsızlığı, yüksek yargının hukuku
istediği gibi bükmesi anlamında bir
bağımsızlık olarak kavranmakta ve
uygulanmaktadır. AİHM siciline
gelince; AİHM’de bekleyen 97 bin
300 davadan yüzde 28’i Rusya’ya,
yüzde 11’i Türkiye’ye, yüzde 9’u
Romanya’ya, yüzde 8.5’i Ukrayna’ya
ait. 2008 yılında verilen 1543 karardan 264’ü Türkiye, 244’ü Rusya’nın
mahkumiyeti ile sonuçlanmış. Son
on yılda Türkiye aleyhine 1676 ihlal
kararı çıkmış. Türkiye bu rakamla
birinci durumda.
Son 10 yılın (1998-2008) istatistiklerine göre, 47 devlet arasında
Türkiye yaşam hakkını en çok ihlal
eden devlet (63 esastan ihlal, 114 etkin soruşturma eksikliğinden ihlal),
en çok işkence ve kötü muamele yapan devlet (161 ihlal), en çok birey
özgürlüğünü hukuka aykırı olarak
sınırlayan devlet (329 ihlal), en çok
haksız yargılama yapan devlet (513
ihlal), en çok düşünce özgürlüğünü
ihlal eden devlet (166 ihlal), en çok
toplantı özgürlüğünü ihlal eden devlet (26 ihlal), en çok özel mülkiyeti
ihlal eden devlet (446 ihlal).
Bu veriler karşısında, herhalde
AİHM’deki reformun yetersizliğinden en son söz etme hakkında sahip
olanlardan biri Türkiye olabilir.
Türkiye ile ilgili bu olumsuz tablonun değişik nedenleri var. Yasa
değişiklikleri kısmen olumlu olsa
bile, uygulamalardaki yanlışları ortadan kaldıramıyor. Anayasa’nın
90. maddesinde yapılan değişiklikle,
Türkiye’nin AİHM kararları ile yasalar arasında çıkacak uyuşmazlıklarda
AİHM kararlarının esas alınacağını
kabul etmesi de uygulamada köklü
bir değişiklik getirmedi. Örneğin,
düşünce özgürlüğüne getirilen sınırlamalarla ilgili TCK maddeleri sürekli
değişiyor. Ama hala AİHM’den aynı
ihlal kararları çıkmaya devam ediyor.
Bunun en önemli nedeni, bireysel hak
ve özgürlükleri Türkiye’nin kendi
değer sisteminin bir parçası olarak
görmemesi, bunların ne kurumlar ne
de halk tarafından içselleştirilmemiş
olması, demokrasi bilincinin gelişmemiş, yerleşmemiş olmasıdır.
Adalet, herkese eşit uygulanır
düşüncesi yaygındır toplumda. Ama
Türkiye’de hukuk karanlıkları aydınlatma yerine, üzerini örten bir işlev
görmeye devam ediyor. Söylendiği ve
yazıldığı gibi Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuva hukuku yoktur.
Burjuva hukuku bireyin özgürlüğünü ön planda tutar. Türkiye’deki
hukuk ise, bireyin özgürlüğünü değil, devleti koruma ve kollama görevini ön planda tutmaktadır. Yargıçlar
da zaten devleti koruma ve kollama
görevlerine sahip olduklarını açıklıyorlar. Böylelikle TSK ile aynı amaç
doğrultusunda hareket edildiği ortaya çıkıyor. Yargı, devleti ve ülkeyi
kurtarma ve Kemalist kalıpları temel
alarak karar veriyor. Adalet bilinci,
adaleti gerçekleştirmekle yükümlü
olanlar tarafından içselleştirilemiyor.
Yasalar eşit uygulanmadığı için, adil
bir yargılama da yapılamıyor. Verilen
yanlış kararlar, Strasbourg’dan geri
dönüyor. Yasaların değişmesi, yenilenmesi yetmiyor. Aynı zamanda
kafaların da değişmesi gerekiyor.
Gerçek anlamda hukukun uygulanması yürütülecek mücadeleye bağlıdır. Görev bu alanda da mücadeleyi
geliştirmektir.
17 Haziran 2009 √
AB Parlamento
seçimleri üzerine...
H
aziran ayı başında Avrupa
Birliği üyesi devletlerde değişik günlerde yapılan AB
Parlamento seçimleri 7 Haziran’da
tamamlandı.
Seçimlerin en dikkat çeken özelliği
kuşkusuz -ulusal devlet seçimleri ile
karşılaştırıldığında- olağanüstü düşük olan katılım oranı. AB çapında %
43 olan katılım oranı kimi ülkelerde
ve özellikle yoksulluğun ve işsizliğin
çok büyük boyutlarda olduğu bölgelerde % 20’lere kadar düşüyor.
Bu açık olarak AB içinde seçmenin
tek tek ülke seçimlerine, henüz sahiplenmediği AB seçimlerinden daha
fazla önem ve değer verdiği anlamına
geliyor. AB parlamentosu hakkında
seçmenin tavrı adeta “olmasa da olur”
tavrı. Bu pasif direnme tavrı bir yanı
ile yanlış, çünkü bugün AB üyesi ülkelerde uygulanan yasaların % 70’e
yakını ya doğrudan AB parlamentosunda yasalaşıyor, ya da onun onayını
almak zorunda. Diğer yandan fakat
AB parlamentosuna fazla önem vermeme tavrının haklı bir yanı da var:
Çünkü AB’nin bir çeşit ortak merkezi hükümeti işlevine sahip kurumu
“Avrupa Komisyonu”nun seçiminde,
oluşturulmasında ve denetiminde
AB parlamentosunun belirleyici bir
rolü yok. Komisyon üyeleri belirlenmiş bir anahtar temelinde ulusal
devlet hükümetleri tarafından belirlenip gönderiliyor. Parlamentonun
“onayı” ise ulusal devlet hükümetleri
arasında yürüyen at pazarlıkları temelinde sağlanıyor.
Seçim sonuçlarının gösterdiği
ikinci bir gerçek şu:
Bir bütün olarak ele alındığında
AB parlamento seçimleri Sosyal
Demokrat partiler için büyük bir yenilgi ile sonuçlandı. Ekonomi ve sosyal siyasetleri ile “muhafazakar” partilerden özde bir farkları kalmayan
sosyal demokrat (ve sosyalist) partiler
bir çok ülkede, örneğin Almanya’da,
örneğin Av ustur ya’da, örneğin
İngiltere’de tarihlerinin en düşük
oy oranlarını elde ettiler. Burada bu
partilerin iyice sağa kaymalarının
seçmen nezdinde bu partileri büyütmediği, tersine küçülttüğü görüldü.
Olağanüstü düşük katılım da tabii
bu partilerin bu seçimlerdeki büyük
yenilgilerinde rol oynuyor. Bu partiler artık kendi geleneksel seçmenlerini sandık başına götüremiyorlar.
Muhafazakarlarla sosyal demokratların programları arasında farkların
iyice silindiği bir ortamda da orijinali dururken, neden takliti seçilsin
sorusu çıkıyor ortaya.
Bir bütün olarak ele alındığında
geleneksel muhafazakar partiler
AP’nun büyük arayla en güçlü grubunu oluşturacak oy oranı ile seçimin
galibi oldular. Fakat gerek aldıkları
mutlak oy sayısı, gerekse oy oranları
ele alındığında bu seçim zaferinin
abartılacak bir yanı yok. Aslında geçen seçimlerle karşılaştırıldığında bir
yerinde sayma, hatta birçok ülkede
az miktarda gerileme söz konusu.
Seçim zaferini getiren muhafazakarların kazanmasından çok, esas rakipleri olan Sosyal Demokratların çok
daha büyük oranda oy kaybetmesi.
Yani muhafazakarlar büyük partiler
arasında kaybedenler içinde daha az
kaybeden oldukları için seçim kazanmış oldular.
Yine bir bütün olarak ele alındığında Avrupa’da siyasette var olan
geleneksel sağ (muhafazakar) ve sol
(sosyalist, sosyal demokrat) merkez
“halk partileri” bölünmesinde ilk
kez bu iki kesimin toplam oy oranı
% 60’ların altında seyrediyor. Bu seçimler bu anlamda büyük partilerin
küçüldüğü, küçüklerin ise büyüdüğü
seçimler olarak geçecek tarihe.
Fakat yaşanan büyük ekonomik
krize rağmen “küçüklerin büyümesi”
oyların küçük sol partilere yönelmesi
şeklinde olmadı. Kimi radikal söylemli, kendine sosyalist yer yer komünist diyen sol sosyal demokrat parti-
lerin aldığı oylarda -genelde- kayda
değer bir artış yaşanmadı. Büyüyen
belli ölçülerde Yeşiller ve bunun dışında yer yer açık ırkçı, faşist partiler
ve milliyetçilik temelinde AB karşıtı
sağ güçler oldu. Bir bütün olarak ele
alındığında sağ bu seçimlerden güçlenerek çıktı.
Seçimlerden bir de sürpriz çıktı:
Korsanlar Partisi. Söz konusu Parti
2006 yılı başında önce İsveç’te
“Korsanlar” isimli bir internet sitesini yürütenler tarafından kuruldu.
Temel talebi internette her türlü
elektronik bilgi ve belgeye ulaşımın
serbest olması. Söz konusu sitede örneğin yeni çıkan tüm müzik kasetleri,
Avrupa Parlamentosunda temsil
edilen fraksiyonlar
EVP-EDP (Hristiyan
Demokrat- muhafazakar)
gündem
taban olduğunu gösteren bu partilerin sahip çıktığı talepler önümüzdeki
dönemde diğer partilerin programlarına da girecektir.
2009
AB
Parlamento
seçimlerinin,11 Haziran itibarıyla
AB resmi sitesinde verilen “geçici
genel sonuçlar” listesine göre durum
şöyle:
Türkiye’nin AB üyeliği görüşmeleri açısından ortaya çıkan yeni
AB Parlamentosu bileşimi, AB
Parlamentosunda oldukça büyük bir
çoğunluğun Türkiye üyeliğine karşı
olduğunu gösteren bir tablo çiziyor.
Türkiye’de demokratikleşme umudunu AB üyeliğine endeksleyen
“liberal”lerimiz için kötü haberdir
bu.
Bu arada yeni AB Parlamentosu
kurucu toplantısını yaptı. Yeni parlamentonun üyeleri yemin ederek
parlamenter sıfatını resmen de kazandılar. Türkiye açısından ilginç
olan bir de -Türkiye kökenli- türbanlı bin kadın parlamenterin bu
Yeni AB Parlamentosunda temsilci
sayısı
264
SPE (Sosyal Demokrat)
161
ALDE (Liberal Demokrat)
80
KVEL-NGL (Kendine sosyalist
komünist diyen sol)
32
Yeşiller-EFA
53
UEN (Ulusalcı Muhafazakarlar)
35
Diğerleri (*)
111
Toplam
736
(*) Bunların önemli bölümü AB konusunda kuşkucu yaklaşan ve bir bölümü
ülkelerinin AB'den çıkmasını savunan değişik partiler- yelpaze açık Faşist
ırkçı partilerden, kendiliğindenci sol gruplara, kadar uzanıyor. Bunların ayrı
Fraksiyon (lar) oluşturup oluşturmayacakları henüz belli değil
filmler vb. yayınlanıyor, isteyen herkesin kullanımına açılıyor. Buna tabii
medya tekelleri çok kızıyorlar. Siteyi
yasaklamak için onlarca dava yürüyor. İsveç’in ardından Avusturya,
Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere,
İtalya, Hollanda, Rusya, Finlandiya ve
Çek Cumhuriyetinde de “Korsanlar
Parti”leri kuruldu. Yeşillerin ortaya
çıktığı dönemdeki gibi, yerleşik burjuva partileri bu yeni partileri pek
ciddiye almadılar. Fakat Korsanlar
Partisi 2009 AB seçimlerinde İsveç’te
% 7,1 oy aldı. Soruşturmalar bu
partinin özellikle internet kullanıcısı gençler arasında tanındığını
ve onlardan oy aldığını gösteriyor.
Kuşkusuz bu partiler de Yeşiller gibi
sistem içi partiler ve geleneksel “halk
partileri”nin yerini alamaz. Fakat internet ortamında sansüre karşı özellikle genç insanlar arasında geniş bir
AB parlamentosunda yer alması.
Mahinur Özdemir isimli 26 yaşındaki Türkiye kökenli bir Belçikalı,
Belçika Hristiyan Demokrat Parti
listesinden seçilerek AB Parlamenteri
oldu. Mahinur Özdemir şu anda AB
Parlamentosunun tek türbanlı üyesi.
Bundan rahatsız olan faşist Valon
Partisi milletvekillerinin parlamentoya türbanlı girilmesinin yasaklanmasını talep eden önerisinin başarı
şansı sıfır. Türkiye’de parlamentoya
türbanlı giren kadın milletvekili
Merve Kavakçı’nın başına gelenler
hatırlandığında, AB parlamentosunda türbanlı -Türkiye kökenli- bir
kadın milletvekilinin yemin töreninde epeyi alkış alması, ilginç bir
olay ve AB ile Türkiye arasındaki laiklik anlayışı ve uygulaması arasındaki farkın da ilginç bir örneği.
11 Haziran 2009 √
9
gündem
TC BM Güvenlik Konseyi
Başkanlığını devraldı
"Türkiye’den Obama geçti"
başlıklı yazıda gördüğüm
sorun üzerine...
Okurumuzun bu eleştirisine verdiğimiz yanıtı Yeni İşçi Dünyası sayfalarımızdan sonra 11. sayfada bulabilirsiniz.. YDİ / Çağrı
“A
T
10
ürkiye, 1 Ocak 2009’da iki
yıllığına geçici üyesi olduğu
Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin (BMGK) başkanlığını
1 Haziran’dan itibaren bir aylığına
üstlendi. Türkiye’nin BM Daimi
Temsilcisi Baki İlkin, görevi dönem
başkanı Rusya Daimi Temsilcisi’nden
devraldı.
Bu T.C. açısından bir ilk. Şimdi
Türkiye’nin başkanlığını devraldığı
BMGK’nin gündeminde önümüzdeki
kısa dönemde uluslar arası alanda
kriz alanları olanlar oldukça önemli
şu sorunlar var:
KUZEY KORE: Kuzey Kore’nin
nükleer test denemesi ve kendisine
tepki gösteren ülkelere "Gerekirse
savaşırız" tehdidinde bulunması,
BMGK’nın öncelikli görevleri arasında yer alacak. Dış işleri Bakanı
Davutoğlu, Kuzey Kore yönetimini,
"provokatörce" davranmakla ve dünyayı yeni bir küresel krize sürüklemekle suçlamıştı. Kuzey Kore konusunda ABD ile aynı pozisyonda olan
Türkiye, Rusya’nın ortaya koyduğu
yeni uzlaşma önerisiyle ilgili olarak
diğer üyelerle temas halinde olacak.
Türkiye dönem başkanlığı boyunca
"Kuzey Kore’ye Yaptırımlar Komitesi
Başkanlığı" görevini de yürütecek.
SRİ LANKA: Sengal Sri Lanka’nın,
Tamil Kaplanları Kurtuluş örgütüne
karşı elde ettiği askeri başarı sonrası
bu ülkede beklenen olası gelişmeler
bir diğer önemli gündem maddesi
olarak GK’nin gündeminde olacak.
LTTE’nin askeri yenilgisi, Tamil sorununun çözümü anlamına gelmiyor. Şimdi bütünüyle toplama kamplarında esir edilmiş, ve yıllardır bağımsızlık için savaşan bir halk söz
konusu.
ORTADOĞU, IRAK VE İRAN:
İsrail-Filistin anlaşmazlığı, Suriyeİsrail görüşmelerinin yeniden başlatılması, Lübnan sorunu da BMGK’nın
önemli gündem maddeleri arasında
yer alıyor. Irak ve İran’da kapsamlı
şekilde BMGK’nun gündemindeki
maddeler arasında. Bu konularda
AKP hükümeti arabulucu rolüne
hazır.
KAFKASYA: Geçen yıl Rusya ile
Gürcistan arasında patlak veren savaş ve Kafkasya’daki genel sıkıntı,
Türkiye-Ermenistan ve AzerbaycanErmenistan arasında birbirine paralel yürütülen görüşmeler, Türkiye’nin
dönem başkanlığı sırasında ele alınacak konular arasında yer alıyor.
Gürcistan' la Abhazya arasındaki ateşkesi gözlemlemekle görevli
1993 yılında kurulan BM Gürcistan
Gözlem Misyonu'nun görev süresinin bu ay içinde uzatılması gerekiyor.
Ancak geçen yaz ki Rusya Gürcistan
savaşından sonra Abhazya'nın bağımsızlığını tanıyan Moskova, kısaca
UNOMIG denen bu görev gücünün
ismine itiraz ediyor. Gürcistan yerine
Abhazya denmesini istiyor. Gürcistan
ise buna karşı çıkıyor. Burada bir tarafta Türkiye'nin son derece iyi ilişkiler içinde olduğu Gürcistan var.
Üstelik Türkiye Abhazya'nın bağımsızlığını da tanımadı. Diğer tarafta
yine Türkiye'nin iyi ilişkiler içinde
olduğu ve düşmanlığını kazanmanın
gayet olumsuz sonuçları olabileceği
bir diğer komşusu Rusya var.
KIBRIS: Kıbrıs, Balkanlar ve dünyanın değişik bölgelerindeki sorunlar
da BMGK toplantılarında gündeme
gelebilecek.
Dönem başkanlığı aslında pek
fazla işlevi olan bir görev değil. Daha
çok Türkiye açısından bir ilk olması
nedeniyle sembolik bir değeri var.
BMGK ‘de kararlar 5 daimi üyenin
(ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, ÇHC)
aralarındaki pazarlıklar temelinde
alınıyor. Bu beşlinin kendi aralarındaki pazarlıklarla üzerinde anlaşmadıkları bir kararın GK’den çıkması
mümkün değil. Çünkü bu beş daimi
üyenin her birinin veto hakkı var. Bu
beşli ortak bir noktada buluşurlarsa
dönem başkanının işi kolay. Uzlaşma
yoksa dönem başkanı arayı bulmaya
çalışıyor ama buna rağmen uzlaşılamıyorsa, karar çıkarmak yerine, başkanlık açıklaması yapılması gibi alternatif yollara başvuruluyor. Ancak
başkanlık açıklamasının yaptırımcı
bir rolü vb. yok.
7 Haziran 2009 √
BD’nin Türkiye’den taleplerinin bir bölümü,
Türkiye’nin burjuva demokrasisi yönünde atması gereken
kimi kaçınılmaz adımları (örneğin
tarihle yüzleşmek, örneğin Kürtlere
eğitim imkanı -ki bundan anlaşılan
ana dilde eğitim dışında bir şey değildir-, Heybeliada’da ruhban okulunun açılması) içeriyor. Diğer bölümü
ise, ABD’nin uluslararası stratejisine
uygun olarak Türkiye’ye de bu stratejiye uygun adımlar atma çağrısıdır ki
bunlar Türk burjuvazisinin de önemli
bölümünün çıkarlarına uygun adımlardır. Ancak ABD’nin bu isteklerinin önemli bölümü Türkiye’nin egemen bürokratik Kemalist eliti için
kabul edilemez taleplerdir. (Örneğin
Kıbrıs sorunu, tarihle yüzleşme, ana
dilde eğitim, şimdi Ermenistan sınırını açma). Bu yüzden Obama’nın
ziyareti bütün olarak değerlendirildiğinde, iç iktidar mücadelesi açısından AKP siyasetine destek veren bir
ziyarettir.
Emperyalizmde belirleyici olan
çıkarlardır. Çıkarların gerektirdiği
siyaset belirlenir ve uygulanır. Bu sadece ABD açısından değil, Türkiye
açısından da böyledir. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına
rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir.
Kendi siyaseti ile emperyalistlerin
siyasetinin çatıştığı noktada kendi
siyasetinin mücadelesini vermektedir. Türkiye Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bölgesel güç olma
yolunda emin adımlarla ilerliyor.
Ortadoğu’da emperyalistlerin sağlam
dayanağı olan Türk devletini yıkacak
güç, sosyalizmin yolunu açacak olan
işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.”
Paragrafları bir bütün olarak ele
aldım daha rahat anlaşılsın diye...
Son paragrafta iki düşünce iç içe
verilmiştir. Birincisi ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa düşülmüş,
ikincisinde devrime giden yolun
belirleyiciliğinde başka bir yanlışa
düşülmektedir.
“Türkiye emperyalizme bağımlı
bir ülke olmasına rağmen bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi
öz siyasetine sahiptir. Kendi siyaseti ile emperyalistlerin siyasetinin
çatıştığı noktada kendi siyasetinin
mücadelesini vermektedir. Türkiye
Ortadoğu’da emperyalist emellere
sahip bölgesel güç olma yolunda
emin adımlarla ilerliyor. Ortadoğu’da
emperyalistlerin sağlam dayanağı
olan Türk devletini yıkacak güç, sosyalizmin yolunu açacak olan işçilerin, köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.”
“Türkiye emperyalizme bağımlı
bir ülke olmasına rağmen bölgesel
çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahiptir.” Bağımlı bir ülke
kendi bölgesinde “bölgesel çıkarları
doğrultusunda kendi öz çıkarlarını” emperyalist güçlere rağmen
yapamaz ve uygulayamaz. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle
bir çatışmayı göze alması gereklidir. Emperyalist çıkarlar pazar ve
çıkar ilişkileri üzerine kuruludur.
Bu anlamda “kendi öz çıkarlarını”
savunduğu noktadan itibaren emperyalist büyük güçlerin hakimiyet
alanlarında pay kapacaktır. Bağımlı
olan bir ülkenin böyle bir paylaşımda
bulunarak bu büyük güçlerle bir paylaşım dalaşına girmeyi göze alamaz.
Onun için emperyalist dünyada bir
ülke pay kapacak noktaya gelmişse
artık bağımlılıktan bahsedilemez.
Dünyanın her alanı küreselleşmiş
bir dünyada emperyalist çıkarlara
açık hale gelmiştir. Dünyanın öbür
ucundan askeri ve ekonomik gücüyle
gelip bölgede konaklayan bu emperyalist güçler bağımlı bir ülkenin
bölgesel güç olmasına izin vermez.
Çünkü bağımlı olan ülkede bu büyük
güçlerin sömürü alanıdır. Şimdi sömürü alanı olan bir ülkenin bölgesel
güç olmasına izin vermez. Buradaki
“bölgesel güç olma” durumu onun
dünyadaki paylaşımda aldığı yerle
ilgilidir. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle çıkar ilişkileri var ama
onlarla çelişkileri de vardır. Bu anlamda Türkiye bağımlılıktan çıkarak
kapitalist politikalarla bölgesel çıkarları gereği bu alanda paylaşımdan
pay kapmaktadır.
Diğer bir nokta bağımlılık ilişkileri
içinde olan bir ülkenin emperyalist
güçlerin bulunduğu alanlarda yayılmacı politikalar geliştirmesi onun
emperyalist güçlerle gelecek dönemde
daha fazla çelişkiler yaşayacağı anlamına gelir. Sizin de belirttiğiniz gibi
“Kendi siyaseti ile emperyalistlerin
siyasetinin çatıştığı noktada kendi
siyasetinin mücadelesini vermektedir.” Bu mücadele bağımlı ülkelerin
göze alacağı bir mücadele olamaz. Bu
anlamda daha net politikalar belirlemeliyiz. Başarılar diliyorum.
10.06.09
Bir YDİ Çağrı okuru
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Hükümetin krize karşı önlemleri:
Patronlara destek ve teşvik,
çalışanlara açlık ve fedakarlık...
Kriz Paketleri
Bütün dünyada burjuvazinin içinde
bulunulan krizden çıkış adına “ekonomik kurtarma paketleri” açmasının ardından, Türkiye’de de önceleri
varlığı inkar edilen, daha sonra boyutları küçük gösterilmeye çalışılan
fakat gizlenmesi mümkün olmadığı
durumda krize karşı ardı ardına paketler açılmaya başlandı.
Bu paketleri kabaca özetlersek, bir
yandan halkın parasıyla patronlara
büyük paralar aktarılıp büyük olanaklar yaratılırken, diğer yandan
memur maaşlarında ve asgari ücretin tespitinde görüldüğü gibi milyonlarca işçi ve emekçiden dişlerini
sıkmaları bekleniyor.
Patronların kriz karşısındaki ikiyüzlülüğüne ne demeli?
Düne kadar devletin elini ekonomiden çekmesini isteyenler, şimdi
devletin onları kurtarmasını talep
ediyorlar!
Eğer devlet kapitalistleri kurtarmazsa, işsizliğin ve yoksulluğun artacağını söylüyorlar.
AKP hükümeti krize karşı ilk
başlarda takındığı “kriz bizi teğet
geçti” aldatmaca tavrını her ne kadar “biz kriz bizi hiç etkilemez demedik, en az biz etkileniriz dedik”
laflarıyla kurtarmaya çalıştıysa da,
hayatın gerçekliği bu açıklamanın
geçersiz olduğunu kanıtlamada fazla
gecikmedi. En son İkinci Dünya
Savaşından beri ekonomide yaşanan
en büyük daralma Türkiye’nin krizden en az etkilenen değil en çok etkilenen ülkeler arasında olduğunu gösterdi. Daha önce 2009 için hükümet
tarafından yapılan % 3,6’lık ve IMF
tarafından yapılan %5,1’lik daralma
öngörüsüne karşılık gerçek durum
şöyle çıktı karşımıza:
Haziran’da yapılan açıklamaya
göre Türkiye ekonomisi yılın ilk çeyreğinde % 13.8 daralma ile Letonya
(% 18) ve Estonya (% 15.1)’dan sonra
ekonomisi en çok daralan üçüncü
ülke oldu (Türkiye’yi yüzde 13.6
ile Litvanya, yüzde 10.2 ile Tayvan,
yüzde 10.1 ile Singapur izliyor). Bu
aynı zamanda Türkiye için de İkinci
Dünya Savaşından bu yana yaşanan
en büyük rekor daralma!
Bu resmi açıklamalar olmadan da
Kapitalizmi saldırısının odağına oturtmayan bir
“krize karşı mücadele” işçilere sunulan bir lapadan
başka bir şey değildir.
milyonlarca emekçi zaten krizin derinliğini bütün yönleriyle yaşıyorlardı. Milyonlarca emekçi işinden
aşından olup gelecek umudu elinden
alınarak sokağa atılırken, milyonlarcası da sefalet ücretine ve kölelik koşullarına boyun eğmeye razı olmak
zorunda kalıyordu.
‘İşçileri ve emekçileri kandır ve
uyut, durumu idare et’ politikası
Şimdiye kadar yapılan bütün öngörüleri boşa çıkaran rekor küçülmeye
rağmen işçiler ve emekçiler kandırılmaya ve uyutulmaya devam ediliyor.
Onlara deniyor ki bu küçülme açılan
paketlerden öncesine ait, şimdi ise
açılan paketlerle durum hızla iyiye
gidecektir. Önce “dünyada kriz var,
bizde yok” yalanı, sonra “bizde de
var ama en az etkilenen biz olduk”
yalanı, şimdi de “rekor küçülme bir
gerçek ama açılan paketlerle durum
iyiye gidiyor”… Kandır kandırabildiğin kadar, uyut uyutabildiğin kadar!
AKP hükümeti kendinden önceki hükümetlerden en azından bir
noktada hiçbir farkının olmadığını
gösterdi, göstermeye de devam ediyor. O da her dönemde sömürenlerle
sömürülenler arasındaki çelişmede
hep sömürenlerin yanında yer almasıdır. Kapitalist kriz karşısında
da o kendinden öncekiler gibi “halktan al kapitalistlere ver” politikasını
uyguluyor.
Bundan bir süre önce açılan “teşvik
ve istihdam paketi”nin temel yaklaşımı, patronlar ne kadar kar ederlerse, istihdam o kadar artar, işçilerin
de durumu o kadar iyileşir yaklaşımıydı. Zaten tuzu kuruların gözünde
işçilerin emekçilerin durumu kötü
de değildir. Erdoğan’a göre “Para yok
diye bir şey yok.” Erdoğan gibi tuzu
kuruların gözünde işçilere emekçilere düşen ellerindeki paraları piyasaya sürmeleridir, alış verişe çıkmalarıdır ! Öyle ya Erdoğan döneminde
en düşük memur maaşı 1.200 liraya
çıkmış! Bozdur bozdur harca. Ye ye
bitmez !
Oysa Türk-İş’in bundan bir süre
önce, Mart ayında uluslararası normlara göre yaptığı araştırmada, açlık
sınırı 744,65 TL, yoksulluk sınırı ise
2 bin 425,55 TL olarak açıklanmıştı.
En son yapılan açıklamaya göre ise
milyonlarca işçinin aldığı asgari ücret brüt 693 TL, vergi ve prim olarak
146,52 TL kesildikten sonra ise işçiye
ödenen net 546,48 TL ! Ye ye bitmez!
Bugün açılan „kurtarma
paketleri”nin maliyeti işçilerin,
emekçilerin daha yoğun sömürülmesi, daha yoksullaşması biçiminde
ödenecektir. Ve bugünün „kurtarma
paketleri“ ilerdeki daha büyük ekenomik krizlerin, çöküşlerin mayası
olacaktır.
Ekonomik daralma işçileri,
emekçileri ve yoksulları
vuruyor…
K ESK Genel Sek reter Emira li
ŞİMŞEK, krizin başlamasından bu
yana reel kayıpların %30’u aşmasına
rağmen kamu emekçilerine yapılan
% 4,5’luk zammı protesto eden basın
açıklamasında emekçiler açısından
durumu şöyle ortaya koyuyor:
“Kriz derinleşiyor. Siyasi iktidarın
% 3,5’luk büyüme hedefiyle hazırladığı bütçe çoktan iflas etti. Bugün
açıklanan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
verisine göre 2009’un ilk çeyreğinde yaşanan küçülme % 13,8. Bu
küçülme gelişmekte olan ülkeler
arasında yeni bir rekor. İşsizlikteki
artış durdurulamıyor, emekçiler
günden güne yoksullaşıyor. BETAM
direktörü Prof. Dr. Seyfettin Gürsel
ücretlerdeki reel kaybın 2009 sonunda %15’leri geçeceğini tahmin
ediyor. Emekçilerin krizin başından
bu yana uğradığı reel kayıpların %
30’ları aştığı bu koşullarda siyasi iktidar kamu emekçilerine % 4,5 zam
yapacak. Kriz paketleri adı altında
sermaye kesimine teşvik üzerine teş-
vik yağdıran, halkın parasını krize
yol açan patronlara aktarmakta beis
görmeyen, işsizlik fonunda toplanan emekçi birikimlerini şirketlerin
kasalarına aktaran AKP iktidarının
kamu emekçisine yapacağı bu zam
iktidarın yandaş konfederasyonlar
KAMUSEN ve MEMURSEN ile geçtiğimiz yıl beraberce sahneledikleri
“Toplu Görüşme” komedisinin doğal
sonucudur.”
O halde bir şey açık: Krize karşı
mücadele, krizsiz yaşaması mümkün
olmayan kapitalizme, ücretli emek
sistemine karşı, kapitalist sisteme
alternatif olan sosyalizm hedefiyle
yürütülmelidir. Ve bu bağlamda sınıf bilinçli işçiler, sendikaların krize
karşı mücadeleyi, krizin kimi görüntülerine karşı mücadele sınırları içine
hapis etmek isteyen sendika ağalarının sahte mücadele çizgilerinin karşısına, kendi devrimci çizgileri ile
çıkma görevine sahiptir.
Bu bağlamda DİSK-KESK-Türk İş
gibi işçi ve emekçi konfederasyonları
krize ve sonuçlarına karşı ortaya koydukları eylem programlarında, krizin
kaynağından ve krizden kurtulmak
için asıl kapitalizme karşı mücadele
etmek gerektiğinden tek kelime ile
bile söz etmiyorlar.
Eğer krize karşı mücadelede bugün
krizin kaynağı olan kapitalizm saldırı hedefi olarak gösterilmeyecekse,
bu ne zaman yapılacaktır?
Kapitalizmi saldırısının odağına
oturtmayan bir “krize karşı mücadele” işçilere sunulan bir lapadan
başka bir şey değildir.
Derinleşen krizin işçi ve emekçiler
açısından felaketli sonuçları giderek
artan bir biçimde kendini hisettirmeye devam ediyor. Aslında objektif
gelişme işçileri barikatlara çağırıyor.
Fakat hareket’in cılızlığı ne yazık ki
sürüyor. Var olan ve uzun zamandır
süren az sayıda işçi katılımlı direniş
ve grevler olması gerekenin çok çok
gerisinde.
Bu konuda sınıf bilinçli işçilere çok
büyük görevler düşüyor:
İşçi sınıfının kandırılmasına ve
uyutulmasına izin vermeyelim, onu
derin uykusundan uyandıralım, kapitalizme karşı mücadelede örgütlenmeye çağıralım.
Temmuz 2009 √
EK:1
Zafer Akansel işçilerinin oldu
Direnenler yalnızca atılan işçiler değildi. Aynı
zamanda çalışan işçiler de her türlü baskıya,
zorluğa göğüs gererek kader birliği yaptılar.
Direnen yalnızca işçiler değildi. Onların eş
ve çocukları da, eşlerini ve babalarını yalnız
bırakmadı. Bu direnişte işçilerin direnişi
patronların baskısı karşısında gerileme bir yana,
daha da kararlı bir biçimde gelişerek sürdü.
M
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ersin Limanı bilindiği
gibi 2007’de özelleştirilerek, burada örgütlü olan
Liman-İş’in de örgütlenmesine son
verilmişti. Özelleştirmeye karşı bir
süre direnen Liman-İş, çalışan
üyelerini vardiya sonrası A kapısı
önünde bir araya getirerek pasif
bir direniş sergilemişti. O dönem
Liman-İş’in üyesi olduğu Türk-İş
bu eyleme destek vermemişti. Bu
ihanet, dönemin Liman-İş Şubesi
tarafından eleştirilmişti. Bu direniş daha sonra liman işçilerinin
de onayı alınarak, sonlandırıldığı
sendika tarafından açıklanmıştı.
Ve Mersin limanı 36 yıllığına,
11.05.2007 tarihinde MIP (Mersin
Uluslararası Limanı İşletmeciliği
A.Ş.), PSA International ve AKFEN
Holding ortaklığına kiralanmıştı.
MIP ilk işi sendikal örgütlenmeyi dağıtmak oldu. Limana bir
daha sendikanın girmemesi için,
taşeronlaştırmayı yoğunlaştırarak
işçilerin kazanılmış haklarını yok
etmek ve kölece çalışma koşullarını
dayatmak oldu. İşçilerin çalışma
koşulu tamamıyla patronların insafına kalmış, 8 saatlik çalışma
EK:2
neredeyse hayal olmuştu. Limanda
taşeron bir firma olan Akansel,
yükleme, boşaltma ve nakliye işini
yapan bir firma olarak faaliyet yürütüyor. Burada çalışanların durumu da giderek çekilmez bir hal
alıyor. Çalışan işçilerin ifadesiyle
kölelik koşullarını aratmıyordu.
Bu kölece çalışma koşullarına
yer yer işçilerden gelen tepkiler
ise, patronun işten atma vs. saldırısı ile karşı karşıya kalıyordu.
Bu koşullarda Akansel işçileri, bu
haksızlıklara karşı ancak örgütlü
mücadele ettiklerinde başaracaklarını düşünerek sendika arayışına girmiş ve kendi işkollarında
örgütlü olan TÜMTİS’e müracat
ederek örgütlenmek istediklerini
bildirmişlerdi.
Bu aşamadan itibaren TÜMTİS
yöneticileri büyük çoğunluğu ilk
defa bir sendika ile buluşan işçiler ile, deyim yerinde ise gecelerini gündüzlerine katarak onlara
sendikanın önemini anlatarak
sendikaya üye olmaları için ikna
ederek üye yaptılar. Bu işyerinde
çoğunluğu sağlayan TÜMTİS bakanlığa başvuruyor. İşçilerin sen-
İÇİNDEKİLER
İŞÇİ DÜNYASI
Patronlara destek ve teşvik, çalışanlara açlık ve fedakarlık...
EK:1
Zafer Akansel işçilerinin oldu
EK:2
Direnişteki işçilerle söyleşiler...
EK:3
Hükümetin krizden çıkış programı
EK:4
Adalet Sarayı’nın görünmeyen yanı: "ADALET!"
EK:5
15-16 Haziran’ın yıldönümünde DİSK’ten basın açıklaması
EK:5
General Motors sizlere ömür!
EK:6
Amnesty International 2009 Raporu’nda Türkiye
EK:7
Kamu Emekçileri: “TİS yoksa Grev var!”
EK:7
Bülten dağıtanlara polis saldırısı protesto edildi
EK:7
Kore yarımadasında gerginlik tırmanıyor!
EK:8
dikaya üye oldukları patronun
kulağına gittiğinde, patron da
harekete geçiyor. Harekete geçen
sadece Akansel patronu değil, üst
patron olan MIP’de Akansel patronuna destek sunarak sendikanın Limana girmesini engellemek
için her türlü desteği sunuyordu.
İşçilerin sendikaya üye olmasını
engelleyemeyen Akansel patronu,
5 Ocak tarihinde 61 işçinin işine
hemen son verdi. Patron attığı bu
işçiler ile diğerlerine de gözdağı
vererek geri kalanların sendikadan
istifa edeceklerini düşünüyordu.
Ve fakat patronun bu planı ters
tepti. Önce atılan işçiler 5 Ocak
tarihinden itibaren Liman A kapısı
önünde direnişe geçti. Direnenler
yalnızca atılan işçiler değildi. Aynı
zamanda çalışan işçiler de her
türlü baskıya, zorluğa göğüs gererek kader birliği yaptılar. Direnen
yalnızca işçiler değildi. Onların
eş ve çocukları da, eşlerini ve babalarını yalnız bırakmadı. Bu direnişte işçilerin direnişi patronların baskısı karşısında gerileme bir
yana, daha da kararlı bir biçimde
gelişerek sürdü. Yapılan bütün basın açıklamalarına çalışan işçiler,
A kapısı önüne gelerek atılan işçilerin yanında oluklarını gösterdiler. “Sendika hakkımız söke söke
alırız” sloganları atarak bu işte
geri dönüşün olmayacağını dosta
düşmana gösterdiler. TÜMTİS
yöneticileri başta Genel Sekreter
Gürel Yılmaz olmak üzere, örgütlenme sekreteri Cafer Kömürcü,
örgütleme uzmanı Savaş Gürkan
ve diğer yetkililer sabah sat 6’da
işçilerle direniş çadırında buluşup, akşam saat 18.00’de çalışan
işçiler ile buluşup evlerine gittiler.
İşçilerle toplantılar yapıp onların
sorunlarını dinleyip, onlarla beraber kararlar alıp uyguladılar.
TÜMTİS’in bu direnişteki pratiği
gerçekte sınıf sendikacılığı açısından övgüye değerdi.
Liman işçilerinin direnişine
Mersin’deki emek ve demokrasi
güçleri de küçümsenmeyecek destek verdiler. Bu direnişi kırmada
başarılı olamayan patron direniş
karşısında çılgına dönerek, işçileri
silahlı olarak tehdit etmeye kadar
işi vardırdı. Bu silahlı tehdit karşısında gerekli dersi alan patronun
imdadına polis yetişti. Polis işçilerin eylemi terk etmesi için sürekli
tehditler savurdu. Gazlı ve coplu
saldırıda bulundu. Tüm bu ve benzeri baskılar işçiler tarafından kararlı bir şekilde geri püskürtüldü.
Patronun baskısı yalnız bununla
sınırlı değildi. Patron; mücadeleyi
bölmek ve engellemek için işçileri;
Türk, Kürt, Arap, Alevi-Sünni,
Hak karili, Mersinli, Adanalı,
Bitlisli diye de bölmeye çalıştı.
Tüm bunlar da boşa çıkarıldı.
Limandaki bu direniş uluslararası alana da taşındı. TÜMTİS’in
üyesi olduğ u “U luslar Arası
Taşıma İşçiler Federasyonu (ITF)
bu direnişin başarıya ulaşması için
her türlü desteği vererek, ITF Kara
Taşımacılığı Bölümü Temsilcisi
Mac Urata Mersine gelerek direnişe destek verdi.
Patronun birkaç defa direnişi
kırmak için dışarıda işçi getirip
çalıştırma planları sürekli geri
püskürtüldü. Sendikanın sürekli
görüşme isteğine patron hep kulak tıkadı. En son 72 işçiyi daha
işten atıp, polis denetiminde içeri
işçi sokma girişimi de polisin işçilere saldırmasına rağmen geri
püskürtüldüğünde, işçiler aileleri
ile birlikte MIP ana binası önünde
oturma eylemi başlattı. Artık sendika ile görüşmekten başka çaresi
kalmayan MIP yöneticileri sendika ile görüşmeye başladılar. Bu
görüşmelerde patron önce bütün
işçileri alamayacağını söylüyor. Bu
sendika tarafından geri çevrildiğinde ve işçilerin kararlı duruşu
karşısında patron geri adım attı.
Sendikanın “tek bir işçi kalsa dahi
direniş çadırını terk etmeyeceğiz”
kararlığı karşısında, bütün işçilerin tekrar işe alınacağı sözü bizzat
MIP tarafından verildi. İşçilerin
büyük çoğunluğu sendikalı olarak,
MPO denilen bir taşeron firmaya
alındı. En son geri kalan 4 işçi de
22.06.2009 tarihinde limana girdi.
İşçiler “Limana sendika girecek
Direnişteki işçilerle söyleşiler...
Önce bu direnişi sonuna kadar sürdüren bütün
arkadaşlarıma canı gönülden teşekkür ederim.
Direnişin ilk günlerinde tereddütlüydük. İçimizde
başaracağımıza dair bir his vardı ve başardık.
YDİ Çağrı: Direnişin 156. gününde zaferle çıktınız. Duygunuzu
alabilir miyim?
Battal Yalçın: Bizlerin sendika
ile ilk buluşmamız işyerimizdeki
kötü çalışma koşullarından dolayı
bir arayış içerisindeydik. Sırada
TÜMTİS ve onun çok değerli yöneticileri ile tanıştık. Sendikaya
üye olmamızın akabinde kapı dışarı edilmemizle birlikte direnişe
başladık. Çok değerli sendika üyelerimizle bu güne kadar geldik.
İşçilerin tamamı işbaşı yaptı. Kalan
son 4 kişi de en kısa zamanda işbaşı yapacak.
Gerçekte iyi bir mücadele verdik.
Mersinde yaşanabilecek mücadelenin en iyi örneği idi. İşçiler olsun,
sendika yöneticilerimiz olsun, başkanlarımız ile birlikte, kitle örgütleri, dernekleri ile birlikte burada
iyi bir dayanışma örneğini yaşadık. Bu mücadele, sendikanın ne
demek olduğunu bilmeyen çoğu
işçilerimize, sendikayı öğretti. Bu
direniş bizim için bir okul oldu. İyi
ki 5 ay direnmişiz. Bu direniş sürecinde okuldaymış gibi çok şeyler öğrendik. Direnmenin ne demek olduğunu öğrendik. Bir nevi
zincirleri kırdık. Esas mücadele
içerde, mücadele bundan sonra
başlıyor. 48 yaşındayım ilk defa
sendika ile tanıştım. Sendikalı bir
hayat bizim için olmazsa olmazlardandı. Direne direne kazanacağız
dedik ve kazandık.
YDİ Çağrı: Teşekkür ediyorum,
mücadelenizde başarılar.
Batta l Ya lçın: Bende Y Dİ
Çağrı’ya ve şahsınıza bize verdiğiniz destekten dolayı teşekkür
ederim.
YDİ Çağrı: 156 gündür direniyorsunuz. Direnişteki kararlılığınız yalnız Mersine değil, tüm
Türkiye’ye örnek oldu. Duygularını
alabilir miyim?
Hamdin Ermiş: Ben öncelikle haklarımızı patronlardan
bize nasıl alacağımızı öğreten,
TÜMTİS’in yönetici kadrosuna
önce teşekkür ediyorum. Bizlere
sadece ekmeğimizi büyütmeyi öğretmediler, Bizlere aynı zamanda
hayatta onurlu duruşunu da öğrettiler. Bu direniş boyunca o kadar
çok şey yaşadık ki, insan nereden
anlatmaya başlayacağını bilmiyor.
Burada TÜMTİS sadece Akan Sel
deki çalışanların ekmeğini büyütmedi, Demokratik kitle örgütlerini bir araya getirmeyi de başardı.
Birlikte mücadele etmeyi de öğretti. Sadece Limanda köle şartlarında çalışan işçileri değil, Liman
dışında çalışan işçileri de uyardı.
YDİ Çağrı: Teşekkür ederim
Hamdin Ermiş: Bende bize vermiş olduğunuz destekten dolayı
teşekkür ederim.
YDİ Çağrı: 156 gün süren onurlu
bir direniş sergilediniz. Bu direnişte öğrendiğiniz çok şey oldu.
Kararlı bir mücadele yürüttünüz.
Duygularını alabilir miyim?
Reşat Döner: Önce bu direnişi
sonuna kadar sürdüren bütün arkadaşlarıma canı gönülden teşekkür ederim. Direnişin ilk günlerinde tereddütlüydük. İçimizde
başaracağımıza dair bir his vardı
ve başardık. Bütün arkadaşlar
elele vererek yaşadığımız kölelik şartlarına son vermek istedik
ve bunu başardık. Çok sevindik.
Çok üzüldüğümüz günler oldu,
çok da sevindiğimiz günler oldu.
Arkadaşlarımız, çocuğuyla, annesi, babası ile bu mücadeleyi sürdürdük. Bize destek sunanlara da
çok teşekkür ediyoruz. Polisin bize
son saldırısı bir anlamda bir kazanç
oldu. MIP’nin önünde oturma eylemi yaptık. Bütün arkadaşlar bu
işi başarmaya odaklanmıştı. Ve sonunda başardık. Bu zaferimiz bütün Türkiye’ye armağan ediyoruz.
Direne direne kazanacağız dedik
ve halaylarla da Limana girdik.
YDİ Çağrı teşekkür ederim
YDİ Çağrı: 156 gün direndiniz ve
başardınız. Belki son yıllarda atılan
işçilerin hepsinin tekrar işbaşı yapmasıyla, Türkiye'de bir ilki başardınız. Duygularını alabilir miyim?
Metin Yalçın: Patronların siyasilerle birleşerek limana sendika
sokmayarak işçileri kölelik koşullarında çalıştırma arzularını örgütlenerek boşa çıkardık. Bu direniş sürecinde Emniyet güçleri olsun, sayın valimiz olsun, direnişimizi kırmak için ellerinden geleni
arkalarına koymadılar. Ama biz de
156 gün direndik. Patron, siyasiler
de anladılar. Şu an hepsi teker teker geri adım atıyorlar. Mücadele
burada bitmedi, devam edecek.
Haklarımız ve gururumuz için
savaştık, kazandık. Daha tam kazandık da sayılmaz. Mücadelemiz,
savaşımımız devam edecek. Bunu
patronlar ile işçiler arasında bir
savaş olarak değerlendiriyorum.
Bizi yalnız bırakmayan herkese
teşekkürler.
YDİ Çağrı: 156 gündür hem dışarı da, hem de içerde direnerek
örnek bir direniş sergilediniz. Bu
kararlı direniş sonucu işten atılan
bütün arkadaşlarınız işine geri
döndü. Bu süreçteki duygularını
alabilir miyim.
Mehmet Kızıltay: Vallahi bu
süreçteki duyguları anlatmak öyle
kolay değil. Burada anlatılamaz
duygular yaşadık. 2007 Mayıs
ayında Liman özelleştirildiğinde
Limanın boşaltma yükleme işi
taşeron bir firma olan Akansel’e
verildi. Akansel’e girdiğimizde her
altı ayda bir zam yapılacak diye
anlaşmıştık. Servis verilecek dediler, servisi verdiler. Ama 2 ay sonra
servisi ortadan kaldırdılar. Zam
yapma zamanı geldiğinde, bu fiyattan yukarı çıkamayız, ister çalışın ister çalışmayın diyerek bize
kapıyı gösterdiler.
Sonradan bir iki direndik. Bunun
üzerine ancak prim usulü çalışabileceğimizi söylediler. Onu da
kabul ettik. İlk ay primi verdiler,
akabindeki aylarda onu da tekrar
kaldırdılar. Tekrar ilk başladığımız maaşla çalışmaya başladık. Bu
koşullara artık daha fazla katlanamazdık ve sendikalaşmaya karar
verdik. TÜMTİS ile irtibata geçtik.
Bütün arkadaşlar gidip sendikaya
üye olduk. Sendikaya üye olduktan sonra, üye olduğumuz patronun kulağına gitti. Beni iki üç defa
büroya çağırdılar. Bana iyi şeyler
de teklif ettiler. Bu işin şeref namus meselesi olduğunu söyledim.
Kabul etmeyince 11 portif operatifi arkadaşımıza işten çıkarılma
tebligatı geldi. Bizim dışımızda 50
işçi arkadaşımıza daha çıkış verildi. İlk etapta 61 arkadaşımızın
çıkışı verildi. 5 Ocak'tan itibaren
de direnmeye başladık. Tuttuğunu
koparan çok iyi bir sendikamız var
yanımızda. Biz onların bize verdiği
güçle bugüne geldik. Bu direniş
boyunca, sabah işimize geliyormuş
gibi limanın önüne geldik. Çalışan
arkadaşlarımızı işlerine sloganlar
ile uğurladık. Akşam saat 17.30 da
çıkan arkadaşlar ile buluşup tekrar sloganlar atarak dağılıyorduk.
156 gün böyle geçti. Hakikaten
çok iyi bir sendikamız var. Gürel
başkan evinden ayrı burada bizimle oldu. Bizden evvel sabahları
buradaydı. Bizimle beraber aynı
karavanada yemek yedi. Bir yere
gitmeyerek akşama kadar bizimle
bekledi. Bu bize müthiş moral veriyordu. Direndik ve başardık. Çok
mutluyum.
YDİ Çağrı: Teşekkür ederim
Mehmet Kızıltay; Ben de teşekkür ederim.
YDİ Çağrı/Mersin
24.06.2009 √
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
başka çare yok!”, “Direne direne
kazanacağız!” dediler ve kazandılar. Son 4 işçinin de limana girmesiyle beraber atılan işçiler tekrar
sendikalı olarak işlerine döndüler.
İşten atılan işçilerin tekrar hepsinin işlerine geri dönmesi son yılların bir ilk örneğidir. Bu olumlu
durumda kuşkusuz sendikanın
dönen manevralar karşısında yerinde doğru tavırlar takınması ve
işçilerin kararlı bir şekilde sendika
ile hareket etmesi belirleyici bir rol
oynadı.
İşçiler, bu kazanımın bir başlangıç olduğunu, mücadelenin içerde
de devam edeceğini gevşemeye yer
olmadığını söylüyorlar. Patronun
içerdeki her türlü manevralarına
karşı hazırlar.
Bu kararlılık sonucu Akansel
patronu Yargıtay’daki davasını
geri çekerek, sendika ile toplu iş
sözleşmesi için masaya oturmaya
hazır olduğunu bizzat sendikaya
bildirdi.
T Ü M T İS ’ i n bu e y lemdek i
olumlu pratik tavır ve davranışları
şu tavırlarla kendini gösteriyordu:
“Bizim hedefimiz, sendikamızın
gerçek bir sendika gibi, işçilerin
özgür iradesiyle seçilmiş yöneticilerin hiçbir ayrıcalık taşımadığı,
üyelerin yöneticileri denetlediği ve
istemediği anda geri çekebildiği,
mücadeleci bir sendikal anlayışın
yaşama geçirilmesidir. Sorunun
kaynağı basit bir koltuk kavgası,
kişisel anlaşmazlık değil bakış açıları arasındaki uzlaşmazlıktır.”
Direnişteki işçiler, 9 Haziran’da
Limana kaçak işçi sokulmasına
karşı direnince polisin saldırısına
maruz kalmışlardı. Aynı zamanda
D kapısında da kaçak işçi sokulması engellenmişti. Emniyet her
iki olayı bahane ederek, 194 işçi ve
sendika yöneticileri aleyhine, “gösteri ve toplantı kanununa” muhalefet ettikleri gerekçesi ile dava
açtı. Emniyette işçilere sorulan
sorulardan biri de “Sizi sendikaya
zorla mı üye ettiler?” oluyor. İşçiler
verdikleri ifadelerinde hiçbir zorla
karşılaşmaksızın sendikaya üye
olduklarını belirtmişler. İşçiler
yalnızca patronun baskısı ile karşı
karşıya değil, devletin de baskısı
ve soruşturmaları ile karşı karşıya.
İşçilerin böyle bir sendikada üye
olması bunları rahatsız ediyor ki
böyle bir soru sorabiliyorlar.
Biz Yeni Dünya için Çağrı olarak işçilerle direnişin başından itibaren beraber olduk. Desteğimizi
sunduk. İşçilerle çeşitli konularda
sohbet ettik. Onlara burjuvazinin
sınıf karakterini bizzat çalışma koşulları ve direnişte yaşadıklarından yola çıkarak anlattık. Burjuva
sisteminin alternatifi olan sosyalizmin işçiler ve emekçiler için nasıl bir yaşam sunacağını işçilerin
anlayacağı bir dille anlattık.
Direnen Akansel işçileri kazandı.
Mücadele devam ediyor
24.06.2009 √
EK:3
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:4
Hükümetin krizden
çıkış programı
ütün dünyada “Krizden
çıkış” adına hükümetler
program üzerine program
ilan edip, paket üzerine paket açıyorlar. Bu paketlerin hepsinin temel özelliği krizden çıkışın yolu
olarak devletin özel sektöre kaynak aktarması, iflasın kaçınılmaz
olduğu hallerde “sistem için gerekli” görünen firmaların geçici
olarak bizzat devlet tarafından
üzerlenilmesi.
Türkiye’de de kabine değişikliği ertesinde Haziran ayı başında
Hükümetin “teşvik ve istihdam
paketi” adındaki krizden çıkış
programı açıklandı. Erdoğan yaptığı basın toplantısında Program
hakkında şu bilgileri verdi:
"Dünya ekonomisinin kendi
kendine bu krizden çıkamayacak.
Bu nedenle ülkeler art arda mali
önlem paketlerini devreye aldılar.
Böylece üretim ve istihdamdaki
daralma yavaşladı. Ancak para
politikası önlemleri tek başına
yeterli olmuyor. Küresel ekonominin bu yıl yüzde 1,3 daralması
bekleniyor.
Türkiye de artık küresel bir aktör haline geldi. Türkiye'nin böyle
bir krizden etkilenmemesi mümkün değildi. Biz 'krizden etkilenmeyiz' iddiasında bulunmadık.
Türkiye'nin aldığı tedbirlerle en
az seviyede etkileneceğini ifade
ettim. Bunu 'teğet geçecek' diye
ifade ettim. Diğer ülkelerde iflaslar gündemi meşgul ederken, ülkemizde bankacılık sektöründe ciddi
sıkıntı yaşanmadı.
Daha önce Hong Kong hapşırdığında Türkiye ağır grip geçiriyordu. Geçmişe göre daha sağlıklı
bir yapıya sahibiz. Uyguladığımız
politikalarla krizin etkisi düşük
kaldı. 'Bize bir şey olmaz' düşüncesinde olmadık. Krizin etkisini
sınırlandırmak için ilk andan itibaren tedbirler aldık. 60'tan fazla
değişik tedbirlerin olumlu sonucunu aldık.
Yeni teşvik sistemi çalışması
yeni yatırımları desteklemek amacıyla hazırlandı. Ülkenin rekabet
gücünü artıracak ve bölgesel gelişmişlik farklarını en aza indirecek
yatırımlar desteklenecek.
Sistemi üç gruba ayırdık. Büyük
proje yatırımları için 12 sektör
belirledik.
Kara taşıtı, tekstil, konfeksiyon,
deri sektörü, madencilik, tıbbi
aletler, ilaç, elektronik, hava aracı,
makine imalatı, demiryolu, liman,
transit boru hattı taşımacılığı ve
kimya sektörleri desteklenecek.
Tutarı 250 milyon lira olan ya-
Açıklanan ve bizzat başbakan tarafından
“maliyeti” – bundan anlaşılması gereken devlet
eliyle emekçilerden toplanan veya borçlanılarak
patronlara aktarılacak paraların/kaynakların
miktarıdır- “ucu açık” olarak adlandırılan “teşvik
ve istihdam” paketi, gerçekte bütün emperyalist
dünyadaki paketler gibi, patronlara devlet desteği
paketidir.
tırım projelerini, büyük yatırımlar olarak destekleyeceğiz. Transit
boru hattıyla taşımacılık da büyük
yatırımlar olarak teşvik edilecek.
Madencilik yatırımları büyük
yatırımlar kapsamına alınacak.
Elektronikte de katma değeri
yüksek büyük proje yatırımlarını
teşvik edeceğiz. Büyük proje yatırımları için kurum ve gelir vergisi
indirimi, bölgelere ve büyük proje
yatırımlarına farklı uygulanacak.
Altyapısı mevcut olan hava araçlarındaki makine imalatlarını destekleyeceğiz. SSK priminde işveren
hissesi belli süre Hazine tarafından karşılanacak. Az gelişmiş bölgelerde yatırımların kredi faizinin
bir bölümü karşılanacak.
İllerimizi dört bölgeye ayırdık. Şimdi bölgesel olarak ele
aldık. Ağırlıklı olarak Doğu ve
Güneydoğu bölgelerinin yer aldığı
üçüncü ve dördüncü bölgede tarım ve tarıma dayalı imalat sanayi,
konfeksiyon gibi emek yoğun sektörler teşvik edilecek. Turizm, sağlık ve eğitim yatırımları da desteklenecek. 81 ilin tamamı yeni teşvik
sisteminden faydalanacak.
Yatırımcılar elde edecek leri
kârdan yüzde 20 yerine birinci
bölgede yüzde 10, ikincide yüzde
8, üçte yüzde 4, dörtte yüzde 2 kurumlar vergisi ödeyecek. İndirimli
kurumlar vergisi oranlarından
yararlanma süresi, bölgelere ve
yatırım büyüklüğüne göre değişecektir. Az gelişmiş bölgelere yatırım yapanlar, daha uzun süreyle
bu imkandan faydalanacaktır.
Yatırım yapanlar sağladıkları yeni
istihdam için SSK işveren primini
birinci bölgede iki yıl, ikinci bölgede üç yıl, üçüncü bölgede beş yıl,
dördüncü bölgede 7 yıl boyunca
ödemeyecek.
Üçüncü ve dördüncü bölgelerde
yatırım yapanların kullandıkları
TL kredi faizinin üçüncü bölgede
3 puanını, dördüncü bölgede 5 puanını Hazine’miz karşılayacak. Bu
oranlar döviz cinsi krediler için sırasıyla 1 ve 2 puan olarak belirlendi.
Kredi faiz desteğinin üst limitleri,
AR-GE ve çevre yatırımları için
300 bin lira, diğer yatırımlarda ise
500 bin lira olacaktır. Büyük proje
yatırımları ile bölgesel ve sektörel
bazda belirlenmiş yatırımlar, yatırım yeri tahsisi desteğinden de
faydalanacaktır.
Bölgesel farklılıkları gidermek
üçüncü ve dördüncü bölgelerde istihdamı artırmak amacıyla tekstil,
konfeksiyon ve hazır giyim, deri
ve deri mamulleri sektörlerinde
birinci ve ikinci bölgelerde üretim
yapan girişimcilerimize yeni bir fırsat sunuyoruz. Bu kapsamda 2010
yılı sonuna kadar birinci ve ikinci
bölgeden üçüncü ve dördüncü böl-
geye taşınacak firmaların en az 50
istihdam sağlamak koşuluyla 5 yıl
süreyle SSK işveren pirimi Hazine
tarafından karşılanacak, bu firmalara kurumlar vergisi yüzde 20
yerine yüzde 5 olarak uygulanacak
ve nakliye masrafları da tarafımızdan karşılanacak. Teşvik paketini
kriz ortamını fırsata çevirmek için
yürürlüğe koyuyoruz. Bu sistemden 2010 sonuna kadar başlayacak
yatırımlar yararlanacak.
İstihdam da aktif işgücünün
desteklenmesi çalışmasını uygulamaya geçiriyoruz. İşsizlere 6 aya
kadar iş imkanı oluşturacağız. Bu
çerçevede 120 bin işsizin okulların ve sağlık kurumlarının bakım
oranım, çevre düzenlemesi gibi
işlerde istihdamını hedefliyoruz.
Vasıflı işgücü ihtiyacı için mesleki
eğitim faaliyetleriyle 200 bin işsize
kurs verip meslek edinme imkanı
getirilecek. 10 bin işsize girişimcilik eğitimi verilerek destek olunacak. Lise ve üstü eğitim alan 100
bin gencin stajyer olarak istihdam
edilmesi sağlanarak iş bulmalarının önünü açıyoruz. Bu çerçevede
6 ay destek sağlayacağız. Sosyal
güvenlik primleri de 6 ay devlet
tarafından karşılanacak.
İstihdam şurası toplanıp uzun
vadeli istihdam politikası oluşturulacak. Bu paketle 500 bin kişiye
istihdam imkanı oluşturuyoruz.
Kredi garanti sistemini de başlatıyoruz. Bu sistemden ve bununla
birlikte yıllık cirosu 25 milyon liranın altında ve en fazla 250 çalışanı olan KOBİ'ler yararlanacak.
30 Haziran 2008'den önce takibe
düşmüş borcu olmaması şartı aranacak. KOBİ'ler bu sistemle yeni
krediler sağlayabilecek. Sistemde
iki yıl boyunca sağlanacak krediler
için uygulanacak. Kredinin yüzde
65'ine Hazine'nin desteğiyle kefalet
verilecek, kredi riskinin yüzde 35'i
bankalarla üstlenecek. İlk etapta
kredi garanti kurumlarına 1 milyar
lira kaynak aktarılacak. Bu kaynağa karşılık 10 milyarlık krediye
kefalet sağlanmasını bekliyoruz."
Basın toplantısında soruları da
yanıtlayan Erdoğan paketin maliyeti ile ilgili bir soruya:
"Burada k i ma liyet durumu
buna katılımlarla ilgili bir süreç.
Açıklanan paketin maliyetinin ucu
açık. Ne kadar müracaat olursa,
ona göre maliyeti belirlenir. Ancak
biz maliyeti karşılamakta kararlıyız. İstihdam paketinin maliyeti
1 milyar TL'yi bulabilir.” diyerek
cevap verdi.
IMF ile ilgili bir soruya ise
Erdoğan’ın verdiği cevap şöyle:
“IMF ile görüşmeleri şu anda
da devam ettiriyoruz. Görüşmeler
noktasında sıkıntı yok. İlk başladığımız andan itibaren IMF'ye
karşı önerilerimizi verdik, onlardan bize bazı yeni teklifler geldi.
Biz tekrar bazı öneriler sunduk.
Geçen Mayıs'tan bu yana yaklaşık
13-14 ay geçti, süreç devam ediyor.
Adalet Sarayı’nın
görünmeyen yanı:
"ADALET!"
K
artal Adliye Sarayı inşaatının yapımında, çoğunluğu Kürt emekçilerinden
oluşan 500’e yakın çalışanı bulunuyor. Kartal Adliye Sarayı’nın
yapımı, AKP Ağrı Milletvekili
Cemal Kaya’nın da ortak olduğu
Şira Elektrik İnşaat Taahhüt
Limitet Şirketi tarafından yapılmaktadır. Adliye Sarayının; önden
görünümü, yandan görünümü,
üstten görünümü fotoğraf larla,
burjuva medyada övünç kaynağı
olarak gösterilmektedir. Yalnız
şantiyenin içten görünümü ve burada çalışanların durumu burjuva
medyada görünmez, gösterilmez
gizlenir. Çünkü övünülecek bir
yanı yoktur. Çoğu gurbetçi işçilerden oluştuğu için işçiler şantiyede
çadırdan barakalarda kalıyorlar.
Barakalar yazın sıcak, kışın ise
soğuk oluyor. Kışın bir dezavantajı da elektrikli ve odun sobalarıyla ısınma sağlandığı için yangın çıkma olasılığı yüksek. Bir iki
defa küçük çaplı yangınlar olması
üzerine, barakalarla ilgili şikayetler olmasına rağmen kulak arkası
edildi. Ne de olsa kendileri kalmıyor bu barakalarda. Yemeklerde de
aynı sorunlar var. Günlük üç öğün
yemek veriliyor. Yemekler kötü çıkıyor. Kötü çıkan yemeklere dikkat
çekmek için boykot girişimlerinde
bulunmamıza rağmen, yemekler
düzelmedi. Düzelmemesinin sebebi, örgütlü bir direniş gösteremeyişimiz. Birde dışarıdaki işsizliği
bildiklerinden, Ali gider Mehmet
gelir anlayışı hakim ne de olsa
kendileri yemiyor bu yemekleri. İş
güvenliği ise baret (kask) takmaktan ibaret. Baret takmayana 50 TL
para cezası veriyorlar. Verdikeri üç
kuruş para, onu da nasıl alırımın
hesabını yapıyorlar. Bu durumda
iş güvenliği bahane kar şahane
anlayışı hakim. Her an kafamıza
yüksekten bir şeylerin düşme tehlikesi var. Yüksekte çalışanlar için
ve aşağıda çalışanlar için herhangi
bir güvenlik önlemi yok. Elektrik
akımına kapılma riski yoğun olan
ortamlarda çalışıyoruz.
Şantiyenin içi yazın tozdan, kışın
çamurdan geçilmiyor. Ücretlerimiz
ise düzenli ödenmiyor. Verilen üç
kuruş para, o da parça parça ya
da iki üç ayda bir ödeniyor. Çoğu
sefalet ücreti olan asgari ücretle
çalıştırılıyor. Ödemeler düzenli olmadığından dolayı bir çok arkadaş
işten çıkmak zorunda kaldı. Bu da
dolaylı yollardan işçi çıkartmanın
yollarından biri. Yine ödemelerini
alamayan taşerona bağlı işçiler yol
kapama eylemi yaparak sorunlarına dikkat çekmeleri üzerine,
devletin polisi olay yerine gelerek
patronlardan yana tavır alıp eylemi sona erdirdi. Burjuva medya
mensupları eylemi görüntülemek
için geldiğinde bir arkadaşın TV’ye
konuşmak istemesi üzerine arkadaşı işten attılar. Haklarını aramak isteyen birçok arkadaş gibi.
Çalışma saatlerimiz işe başlama
08:00, akşam paydos 18:00 olmak
üzere dokuz saat üzerinden çalışıyoruz. İşe girerken haftalık 45 saat
olarak sözleşmeye imza attığımız
kağıtların onlar için önemi yok.
Bunun için bize fazla mesai ücreti
ödenmesi gerekirken bir de bizden
mesai saatlerine uymadığımız için
ücretlerimizin kesileceğini söylüyorlar. Ödemelerin gecikmesini,
ödeme almadıklarını, ülkede kriz
olduğunu, seçimden sonra düzelecek gibi yalanlarla oyalamaya çalışıyorlar. Burjuva yalanları. Adalet;
karlarına kar katan burjuvaziden
yana işleyince adaletin terazisi
bu düzende dengede durmasının
olasılığı yok. Ancak gerçek adalet proletaryanın iktidarı koşullarında olacaktır. Bunun için ise
Marksist-Leninist Komünist Parti
öderliğinde devrim saflarında örgütlenmekten gerekir. Haydi devrim için örgütlenmeye.
Haziran 2009
YDİ Çağrı okuru √
15-16 Haziran’ın
yıldönümünde DİSK’ten
basın açıklaması
İ
şçi sınıfı hareketinin tarihinde en önemli olaylardan
biri 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişidir. Aradan 39 yıl
geçmesine rağmen sınıf hareketi
yeni 15-16 Haziranlar yaratamadı. 15-16 Haziran seviyesine
çıkılamadı.
15-16 Haziran İşçi Direnişinin
39. yıldönümünde çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Bu etkinliklerden biri de DİSK tarafından Unkapanı’da yapılan basın
açıklaması idi.
Saraçhane’de toplanan 150 civarında işçi, Unkapanı’da bulunan Bölge Çalışma Müdürlüğü
önüne yürüdü. Burada DİSK
Bölge Temsilciliği tarafından basın açıklaması yapıldı.
Yürüyüş ve basın açıklaması
sırasında; “AKP yasanı al başına
çal!, Yaşasın sınıf dayanışması!,
İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız!,
İş ekmek yoksa, barış da yok!,
Direne direne kazanacağız!,
İnadına sendika, inadına DİSK!,
Kurtuluş yok tek başına, ya hep
beraber, ya hiçbirimiz!” sloganları atıldı.
Yürüyüş ve basın açıklamasına
Nakliyat-İş üyeleri, Genel-İş üyeleri flamalarıyla katıldılar. 15-16
Haziran işçi direnişinin anıldığı
basın açıklamasına katılım çok
düşüktü.
15-16 Haziran’ı yeniden yaratmak için işçiler, emekçiler kendi
güçlerinin farkına varmalı, bilinçlenmeli, örgütlenmeliler.
Kendisi için sınıf haline gelmiş
işçi hareketinin önünde hiçbir
güç duramaz! Görevimiz uyuyan devi uyandırma, örgütleme
çalışması olmalıdır.
YDİ Çağrı okurları olarak yürüyüşe flamalarımızla katıldık.
Basın açıklaması sonrası Yeni
İşçi Dünyası Haziran sayısını
dağıttık.
15-16 Haziran işçi direnişi
yolumuzu aydınlatıyor!
16 Haziran 2009 √
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Biz ülkemizin menfaatini zedeleyecek anlaşmaya 'evet' diyemeyiz.
Akşam belli mutabakata yaklaşıp,
yarın başka önerilerle gelinince
buna 'evet' diyemeyiz. Siyasi noktada bir içerik taşıyorsa ona hiç
olumlu bakamayız. İşin siyasi neticeleri oluşuyorsa kararı biz veririz. Bunu kendilerine çok açık
söyledik. Bu ay sonuna kadar bazı
karşılıklı görüş alışverişlerini yeni
ekonomi koordinasyonu yapacak,
netiyeceyi göreceğiz. Henüz kesilip
atılmış bir şey söz konusu değil,
görüşmeler sürüyor.
Piyasa oyuncularının bir kısmı
beklenti içine girebilir ama hükümetin oyuncuları 'IMF varsa var,
yoksa yok' noktasında olmamalıdır. Son 14 ayda bizim piyasa oyuncuları IMF ile ayakta durmadı.”
ÖT V indirimi bağ la mı nda
Erdoğan
“ÖTV indirimine yönelik çalışma sürüyor. Bazı sektörlerde
sıçrama çok ciddi oldu. Şu anda bu
sektörleri arkadaşlarımız tek tek
inceliyor. Bunların içinde devam
kararı alınacak olanlar var, alınamayacak olanlar var. Örneğin otomotivde yerli üretimde üç vardiya
çalıştığını söyleyen patronlar var.”
diyen Erdoğan, İşçi! Ve Patron
örgütlerinin birlikte başlattıkları
“kriz varsa çare de var” kampanyası bağlamında da “Kriz varsa,
çare de var' kampanyasını destekliyoruz. 'Harcayacak para yok' diyenler yanılıyor. Kusura bakmayın
arkadaşlar para var. Para yok diye
bir şey yok. Biz gelince en düşük
memur maaşı 660 liraydı şimdi
1.200 liraya çıktı." tavrını takındı.
Açıklanan ve bizzat başbakan
tarafından “maliyeti” – bundan
anlaşılması gereken devlet eliyle
emekçilerden toplanan veya borçlanılarak patronlara aktarılacak
paraların/kaynakların miktarıdır“ucu açık” olarak adlandırılan
“teşvik ve istihdam” paketi, gerçekte bütün emperyalist dünyadaki paketler gibi, patronlara devlet desteği paketidir. Bu paketin
sermayeye önemli avantajlar sağlayan üçayağı bulunuyor. Buna göre;
Kurumlar ve gelir vergisi indirimi
uygulanacak. Patron hissesi belirli
bir süre Hazine tarafından karşılanacak. Yatırımcıya yatırım alanı
devlet tarafından sağlanacak.
Paketin temel yaklaşımı, patronlar ne kadar kar ederlerse, istihdam
o kadar artar, işçilerin de durumu
o kadar iyileşir yaklaşımıdır. Zaten
tuzu kuruların gözünde işçilerin
emekçilerin durumu kötü de değildir. Erdoğan’a göre “Para yok diye
bir şey yok.” İşçilere emekçilere
Erdoğan gibi tuzu kuruların gözünde düşen ellerindeki paraları
piyasaya sürmeleridir, alış verişe
çıkmalarıdır! Öyle ya Erdoğan döneminde en düşük memur maaşı
1200 liraya çıkmış! Bozdur bozdur
harca. Ye ye bitmez!
8 Haziran 2009 √
EK:5
General Motors sizlere ömür!
Bir diğer ABD'li otomotiv şirketi Chrysler da
(Daha önce Daimler ile birleşmiş, fakat Daimler
daha sonra bu birleşmeden geri çekilmişti) Mayıs
başında iflas koruma başvurusunda bulunmuş,
daha sonra da İtalyan otomotiv devi Fiat ile
ortaklık anlaşması imzalamıştı.
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
G
EK:6
eneral Motors yirminci
yüzyıla damgasını vuran
en büyük otomotiv tekeli,
çok değil bundan üç yıl önceye dek
en büyük tekeller listesinin ikinci
sırasında yer alan bir emperyalist
tekel, bir “dev”di. Şimdi bu “dev”
ABD devleti tarafından “if las
koruma” kapsamına alındı. Bu
General Motors’un dünyanın en
büyük özel otomotiv tekeli olarak
çöküşü, sonu demek. İflas koruma
kapsamında ABD hükümeti 30
milyar dolar vereceği GM'in yüzde
60'ına sahip olacak.
Bu ABD tarihindeki üçüncü
en büyük, imalat sektöründe ise
en büyük iflas anlamına geliyor.
“İf las koruma” yasası çerçevesinde işlemler süresinin 60-90
gün arasında sürmesi bekleniyor.
Şimdiye kadar hükümetten 20
milyar dolar yardım alan GM 30
milyar dolar daha alacak ve şirketin 60'ının kontrolü hükümete geçecek. Otomobil İşçileri Sendikası
(UAW) yeni GM'de yüzde 17,5
hisse sahibi olacak. Kanada hükümetinin yüzde 12, GM Tahvili
sahiplerinin ise yüzde 10 hissesi
bulunacak. Bu arada, GM kreditörlerinin çoğu, hükümetin borca
karşılık yeni GM'den hisse alma
teklifini kabul etti.
Hükümet, borçların azaltılması,
istihdam maliyetlerinin düşürülmesi ve fabrika kapatmalar için
şirkete 2 Haziran’a kadar süre tanımıştı. Geçen yıl 30 milyar dolardan fazla zarar açıklayan GM,
iflas koruma sürecinde, ABD dışında GM’ şirketlerinde çalışan
işgücünün yüzde 34'ünü temsil
eden 21 bin kişiyi işten çıkarmayı
ve bayi sayısını da 2 bin 600'e düşürmeyi planlıyor. Sürecin başarılı
olması durumunda, GM daha az
işgücü, daha az fabrikayla daha
küçük bir şirket kuracak. ABD'de
11 tesis kapatılacak, 3 fabrikada da
üretim durdurulacak. Yeni şirket,
4 çekirdek birimi olan Chevrolet,
Cadillac, Buick and GMC'ye
dayanacak.
Bir diğer ABD'li otomotiv şirketi
Chrysler da (Daha önce Daimler
ile birleşmiş, fakat Daimler daha
sonra bu birleşmeden geri çekilmişti) Mayıs başında iflas koruma
başvurusunda bulunmuş, daha
sonra da İtalyan otomotiv devi
Fiat ile ortaklık anlaşması imzalamıştı. Chrysler'in iflası da sonuçta
ABD Hazinesi tarafından finanse
edildi. Fakat boyutları açısından
GM’in yeniden organize edilmesi
çok daha büyük ve karmaşık sınav.
Ortakları GM'le birlikte yürüttükleri projeleri devam ettirmek istiyor. GM'in en büyük rakibi olan ve
dünya liderliğini kaptırdığı Toyota,
Califonia'da ortak oldukları fabrikada GM ile birlikte çalışmaya devam etmek istediğini duyurdu.
Obama hükümetinin yeni GM'in
yüzde 60 hissesini kontrol etmesi,
borcunu yarı yarıya indiren ve
sendika ile yaptığı anlaşmayla işgücü maliyetini azaltan Japon
Toyota'nın rekabet gücü karşısında
tam anlamıyla bir kumar.
Fakat kumar nasıl olsa ABD
halk ının ve ABD’nin sömürdüğü halkların parasıyla oynandığı için kumarbazlar rahat ve
oynadıkları kumarı da işçilerin,
emekçilerin çıkarına bir iş olarak
gösterebiliyorlar.
General Motors'un künyesi
Merkezi: Detroit
Çalışan sayısı: 244 bin 500
Bulunduğu ülke sayısı: 140
Üretim yaptığı ülke sayısı: 34
Markaları: Buick, Cadillac,
Chevrolet, GMC, GM Daewoo,
Holden, HUMMER, Opel, Pontiac,
Saab, Saturn, Vauxhall ve Wuling
Satış: 2008'de 8.35 milyon adet
otomobil ve kamyon sattı.
Pazar: En büyük pazarı ABD.
Onu Çin, Brezilya, İngiltere,
Kanada, Rusya ve Almanya takip
ediyor.
İşbirlikleri: Chrysler, Daimler,
BMW ve Toyota ile ileri teknoloji a lanında işbirliği var.
Toyota, Suzuki, Çin'den Shanghai
Automotive Industry, Rusya'dan
AVTOVAZ ve Renault ile ortak
araç üretiyor.
100 yılın kısa öyküsü
16 Eylül 1908: Buick ve Oldsmobil'in
katılımıyla GM kuruldu. Bir sonraki yıl Cadillac da bu şirkete
katıldı.
1910: Şirketin kurucusu William
Crapo Durant, bankacılardan oluşan bir komitenin zorlamasıyla
şirket başkanlığından ayrılmak
zorunda kaldı.
1912: Cadillac elektrikle çalışmaya başlayan modeli geliştirdi.
Tüketiciler büyük kolaylık sağlayan bu modeli çok sevdi.
1915: Düşük maliyetli modelleriyle Ford'la çekişen Chevrolet,
GM ile birleşti.
1921: GM'in Amerikan otomobil pazarındaki payı yüzde 12'ye
ulaştı.
1923: Alfred P. Sloan Başkan
oldu. Şirket 1920'li yıllarda farklı
tüketici grupları için farklı üretim
stratejileri geliştirdi.
1925: İngiliz Vauxhall Motors'u
aldı. Almanya, Fransa, Brezilya ve
Arjantin'de operasyonlara başladı.
1929: Alman otomobil üreticisi
Opel'in yüzde 70'i satın alındı.
İkinci Dünya Savaşı'nda Alman
hükümetinin ele geçirdiği Opel
sonradan tekrar GM'e devredildi.
1937: Ülkedeki en büyük işverenler arasına girince sendikaların da
hedefi oldu. Büyük bir grev sonrası
UAW sendikası ile ilk anlaşmasını
imzaladı.
1937: Tasarım biriminin başına
getirilen Harley J. Earl, Amerikan
otomobillerinin görünümünü
değiştirdi.
1942: İkinci Dünya Savaşı nedeniyle sivillere yönelik üretimini
durdurdu ve ordunun kullandığı
araçları üretmeye başladı.
1948: Cadillac modellerinde
kanatçıkları ilk kez kullanmaya
başladı.
1954: Amerikan otomobil pazarındaki payı yüzde 54'e ulaştı. 50
milyonuncu otomobil üretildi.
1959: Tasarımın başına geçen Bill
Mitchell keskin kenarlı modellerle
yeni bir çağ başlattı.
1962: Otomobil ve kamyon pazarında payı yüzde 51'de kaldı.
Şirketin bölünmesi için çağrılar
yapıldı.
1964: V-8 motorlu Pontiac
Tempest'in GTO versiyonu kaslı
otomobil dönemini başlattı. Ford
ve Chrysler de kendi kaslı otomobillerini üretmeye başladı.
1965: Güvenlik açıklarından
bahseden bir kitap yazarı hakkında araştırma yaptırdığı ortaya
çıkan şirket başkanı kamuoyu
önünde özür diledi.
1975: GM, emisyonu azaltan katalitik dönüştürücüleri kullanan
ilk otomobil üreticisi oldu.
1977: Enerji krizi tüketiciyi küçük arabalara yöneltti. GM de
Sedan modellerini küçültse de
1980'lerde pazar payı da gerilemeye başladı.
1980: Pazar payı 10 yılda yüzde
45'den yüzde 35'e geriledi. İç pazardaki düşüş nedeniyle 59 yılda
ilk kez zarar etti.
1985: Toyota ile kurulan ortaklık doğrultusunda Califonia'da
C he v role t Nov a ve Toyot a
Corolla'nın üretimi başladı.
1989: Avrupa'da genişleme planları doğrultusunda Saab hisselerinin yüzde 50'sini satın aldı. Ancak
marka sayısını artırmanın maliyeti
giderek büyümeye başladı.
1990: UAW sendikası ile imzalanan yeni sözleşmeler ABD deki
işgücü maliyetlerini az miktarda
arttırdı.
1995: GM Başkanı John G. Smile,
GM'in idari yapısında değişiklikler
yapmak üzere çalışma başlattı.
1996: 1 milyar dolar harcanan
elektrikli EV1 modelleri sonradan
geri çağrıldı ve imha edildi.
1998: 7 hafta süren geniş çaplı
grevler şirketin kârını ve pazar payını olumsuz yönde etkiledi.
1999: Hummer markası satın
alındı. H1 modelinin yanı sıra
2002'de H2 ve 2005'te H3'ten oluşan
daha küçük modeller çıkarıldı.
2002: SUV modellerine yatırıma hız verildi. Satışların düşmesi sonrasında bile yeni modeller
çıkarıldı.
2005: Yatırımcıların emeklilik ve
sağlık sigortası yükümlülüğü endişeleri nedeniyle Ford ve GM'in
yatırıma ilişkin kredi notları
düşürüldü.
2008: Hazine 19 Kasım'da GM'in
kurtarma planını reddetti. Bush
yönetimi aralıkta GM'e 13.4 milyar dolarlık kredi verdi.
2009: GM nisan ayında ABD'deki
işgücünü 38 bine indireceğini duyurdu. Yeni CEO Fritz Henderson
iflasın büyüyen bir olasılık olduğunu söyledi.
8 Haziran 2009 √
Amnesty International
2009 Raporu’nda Türkiye
Kamu Emekçileri:
“TİS yoksa Grev var!”
Yine de bu gibi raporların da, Türkiye’nin dışarıda liberal
burjuvazinin gözünde nasıl göründüğünü görme açısından
olduğu gibi, egemenleri de belli ölçülerde tavır takınmaya
zorlama açısından yararı var.
U
“orantısız” bulundu.
Raporda, Adana Valiliği’nin
izinsiz gösterilere katılan çocukların ailelerinin yeşil kartlarını iptal
edileceği ve Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışma Vakfının yardımlarının kesileceğine yönelik duyurusunun “toplu cezalandırma”
anlamına geldiği ve herkesin sağlık hizmeti alma ve yeterli yaşam
standardı hakkını ihlal ettiği görüşü dile getirildi.
Gösterilerin yeterli gerekçe gösterilmeden yasaklanması ve izinsiz
gösterilerde orantısız güç kullanılması eleştirilen raporda, geçen yıl
işkence ve kötü muamele vakalarının arttığı ve kolluk kuvvetlerinden şikayetçi olanların genellikle
karşı suçlamalara hedef olduğu
öne sürüldü.
Karakolda ve cezaevinde yapılan işkence ile öldürülen Engin
Çeber’e de değinilen raporda, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali
Şahin’in Çeber’in ailesinden özür
dileyerek bir ilke imza attığı ifade
edildi.Raporda, “sorumluluk ve bir
hatanın telafisine yönelik” bu adımın diğer ülkelerce örnek alınması
temennisine yer verildi.
Türkiye’de “Yüksek güvenlikli F
tipi” hapishanelerde koşulların düzeltilmesine ilişkin uygulamalarda
halen bir ilerleme sağlanamadığı
tespitinin de yer aldığı raporda,
adil yargılamaya yönelik ihlallerin
de özellikle terörle mücadele yasalarına muhalefetten yargı karşısına
çıkarılanlar açısından sürdüğü görüşüne yer verildi.
Raporda, insan hakları ihlallerine ilişkin soruşturmaların
aksaklıklarla dolu olduğu ve bu
soruşturmaların sonucunda yargıya yansıtılan vakaların yetersiz
seviyede bulunduğu da savunulurken, resmi insan hakları koruma
mekanizmalarının yetersiz kaldığı
belirtildi.
Kısacası Türkiye’nin insan hakları konusundaki karnesi – bir liberal burjuva örgütü olan Amnesty
İnternational’in Raporunda da
- kırıklarla dolu. Kuşkusuz bu
alandaki kırıklar bu raporda sayılanlardan çok daha fazla. Yine de
bu gibi raporların da, Türkiye’nin
dışarıda liberal burjuvazinin gözünde nasıl göründüğünü görme
açısından olduğu gibi, egemenleri
de belli ölçülerde tavır takınmaya
zorlama açısından yararı var.
Haziran 2009 √
B
üro Emekçileri Sendikası
(BES) üyesi yargı emekçileri
15 Haziran’da Türkiye’nin
d ör t bi r y a n ı nd a
Ad a le t
Bakanlığı’nı toplu İş sözleşmesi
yapmaya çağırdı.
Mersin’de de BES üyeleri Adalet
Sarayı önünde “Grev ve Toplu İş
sözleşme hakkı” için bir araya
geldi. “Toplu sözleşme hakkımız,
grev silahımız! Direne direne kazanacağız!” sloganlarının atıldığı basın açıklamasını BES Şube başkanı
Yusuf Kaya okudu. Açıklamada
hükümet; “Ülkemiz tarafından
usulüne uygun olarak imzalanmış
olan Uluslararası Sözleşmelere ve
bunlarla birlikte Anayasamızın
90. maddesine göre var olan Toplu
İş Sözleşmesi imzalama hakkımızı tanımayan AKP iktidarını
son kez uyarıyoruz.” diyerek hükümeti toplu sözleşme yapmaya
yanaşmaması durumunda “Kamu
Emekçileri tarafından örgütlenen
en büyük ve en kitlesel grev dalgasıyla karşı karşıya kalırsınız.” diyerek uyardı.
Açıklamada “Memur-Sen ve
Türkiye Kamu-Sen üyelerinin bu
iki sendikanın hükümetin yanında
olan tutumundan rahatsız olduklarının belirtildiği açıklamada;
“Biliyor ve inanıyoruz ki, Memur
Sen ve Türkiye Kamu Sen üyeleri
de bizim haklı mücadelemizi destekliyorlar. Gerçekleri görüyorlar.
Bu yıl, bize dönük tüm karalama
kampanyalarına rağmen, Memur
Sen ve Türkiye Kamu Sen üyesi
kamu emekçilerinin de yürekleri
bizimle birlikte atacak” denildi.
Yıllardır Adalet Bakanlığı’nda
biriken sorunları ne bu hükümet,
ne de bundan önceki hükümetler
tarafından çözüm yönünde hiçbir
çalışma yapılmadı. Adalet dağıtan
bu kurumda adalet yok.
Açıklamada; “Mücadelemizin
merkezine, grev ve toplu sözleşme
yapma hakkını koyan bir sendika
olarak, toplu sözleşme hakkımızın
engellenmesi halinde grev yapacağız.” denildi.
17 Haziran 2009
YDİ Çağrı Mersin √
Bülten dağıtanlara polis
saldırısı protesto edildi
8
Haziran Pazartesi günü Kızıl
Bayrak ’tan iki devrimci,
işçi bülteni dağıtmak üzere
Esenyurt Kemalpaşa Mahallesinde
bulunan Sabra Tekstil fabrikası
önüne gittiler. Burada patronun
özel korumaları ve fabrika’daki
güvenliklerin saldırısına uğradılar. Bunun üzerine 9 Haziran Salı
günü tekrar Sabra Tekstil önünde
bülten dağıtmak üzere gidildiğinde
Sabra patronunun özel korumaları
iki işçinin üzerine mermi yağdırdı, birine üç, diğerinin göğsüne
de bir kurşun isabet etti. Edinilen
bilgiye göre işçiler Bakırköy Devlet
Hastanesinde yoğun bakımda
yatıyorlar. 9 Haziran’da saat
18.00’de yaşanan saldırıyı protesto
etmek için Esenyurt’tan devrimci
kurumlar arabalarla fabrikanın
bulunduğu yere gittiler. Yaklaşık
yüzelli kişilik grup sloganlarla
fabrikanın önüne yürüdü. Atılan
sloganlar şöyleydi: “İşçiler saflara
hesap sormaya”, “Faşizmi döktüğü
kanda boğacağız”, “Sabra Tekstil
patronu hesap verecek” vs. Sabra
önünde işçileri bekleyen polis kitlenin önünü kesti ve provokatif tavırlar sergiledi. Kısa süreli çatışma
yaşandı. Direnişle karşılaşan 6-7
tane polis havaya ateş açarak geri
çekilmek zorunda kaldı. Basın
metni okundu sloganlar atıldı.
Ardından gelen polis takviye ekip
otosu 4 kişiyi gözaltına aldı.
9 Haziran 2009 √
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
luslararası Af Örgütü’nün
405 sayfalık 2009 raporu,
İngi ltere’nin başkenti
Londra’da düzenlenen toplantıyla
açıklandı.
Raporun “Avrupa ve Orta Asya”
başlığı altında 3,5 sayfa ayrılan
Türkiye bölümünde, iktidardaki
AKP aleyhine “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle
Anayasa Mahkemesi’nde açılan ve
kapatılmama yönünde sonuçlanan
davaya yer verildi ve DTP için de
ülkenin birlik ve bütünlüğüne
karşı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle benzeri bir davanın açıldığı
hatırlatıldı.
Uluslararası Af Örgütü ayrıca
Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde başörtüsünün serbest
bırakılmasını öngören Anayasa
değişikliğini iptal etmesini de
eleştirdi. Raporda, üniversitelerde
başörtüsü yasağını kaldırılması
amacıyla TBMM’de kabul edilen
Anayasa değişikliğinin “devletin
laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle” mahkemece iptal edildiği
belirtildi, “Fakat bu karar, başkalarının insan haklarına dayanan din
ve inanç özgürlüğünün sınırlanma
ihtiyacını yeterince açıklayamamıştır” denildi.
“Aşırı ulusalcı Ergenekon yapılanmasının” yargılanmasına da
değinilen raporda, “çığır açan soruşturma kapsamında hazırlanan
iddianamede üst düzey emekli subaylar dahil devlet kurumlarıyla
bağlantılı örgütün seçimle gelmiş
hükümeti siyasi cinayetler ve şiddeti teşvik gibi yöntemlerle devirme planı yapmakla suçlandığı”
aktarıldı. Soruşturmada yöntemde
yapılan kimi hatalara dik kat
çekildi.
“Terörle mücadele” kapsamında
gelişen bazı olaylarda “taciz, fiili
saldırı ve mülke saldırı dahil olmak üzere belirsiz kişiler ve grupların Kürt kökenli Türk vatandaşlarını hedef alan” saldırılarda artış
görüldüğü belirtilerek, Balıkesir’in
Ayvalık ilçesine bağlı Altınova beldesinde birkaç gün süren olaylar
buna örnek gösterildi.
İfade özgürlüğüyle ilgili Türk
Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinde yapılan değişikliğin yeterli olmadığı savunulan raporda,
diğer bazı maddelerin de ifade
özgürlüğünü kısıtladığı belirtildi.
Raporda, mahkemelerin sık sık
internet sitelerini kapatması da
EK:7
Haydutlar kapışması
Kore yarımadasında
gerginlik tırmanıyor!
Temmuz 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
K
EK:8
ore Demok rat i k Ha l k
Cumhuriyeti’nin (Kuzey
Kore) resmi haber ajansı
KCNA 25 Mayıs’ta şu haberi geçti:
“KDHC 25 Mayıs günü bilim
adamlarının ve teknikerlerinin ısrarla istedikleri doğrultuda, ülkenin kendini savunması için atom
silahlanmasının güçlendirilmesi
amacına yönelik tedbirlerden biri
olarak başarılı bir yer altı atom
testi gerçekleştirdi. Bu test ülkenin
ve ulusun bağımsızlığını ve sosyalizmi korumaya hizmet edecek,
Kore yarımadasında ve yakın çevrede barış ve güvenliği Songun’la
güvence altına alacaktır.”
“Songun” Kore dilinde “Askeri
olan önceliklidir” kampanyasının
kod adı. Songun bugün
Kuzey Kore’de sosyalizm adına
sosyal faşist bir yönetim sürdüren
bürokratik elitin güncel
temel sloganı. Uygulamada bu
bir yandan askerlerin bu bürokratik elit içinde, dolayısı ile devlet
ve toplumda belirleyici konumda
olması anlamına geliyor. Bunun
yanında askeri gerekliliklerin öncelikli olarak yerine getirilmesi
anlamına geliyor. Askeri güçlülük
devletin yaşaması için temel direk.
Bu yüzden 2006 yılı Ekiminde gerçekleştirilmiş olan ve Kuzey Kore’yi
Atom silahına sahip devletler listesine katan testten sonraki bu başarılı yeni test Kuzey Kore açısından
“hayati” önemde idi. Rus kaynakları, bu yeni testte patlatılan bombanın gücünün ilkinden çok daha
fazla olduğunu, hemen hemen
Hiroşima veya Nagazaki’ye atılan
bombaların gücüne eşit olduğunu
(20 kiloton tnt) bildiriyor.
Kuzey Kore şimdi artık elinde
atom bombası olduğunu ve atom
bombası üretebilecek durumda
olduğunu gösteren bu testle yetinmedi. Aynı zamanda üç gün üst
üste üç yakın ve menzilli füze denemesi yaparak, bu bombayı taşıyabilecek taşıyıcı füze sistemlerini
geliştirdiği mesajını verdi.
BM Güvenlik Konseyi derhal
toplanarak, Kuzey Kore’nin atom
denemesini ve füze denemelerini
mahkum etti. Fakat bu iki yüzlü
mahkumiyetlerin ve ardından gelen ambargo vb. “ceza”ların fazla
yaptırımcı bir gücü yok. Aslında şu
an atom silahına sahip olan devletlerin, atom silahı tekelini ellerinde
tutmayı hak olarak görmelerinin
de ne mantıki, ne hukuki, ne de
ahlaki bir temeli var. Atom silahlarının bütünüyle yok edilmesi
için bu silahların yok edilmesine
en başta en büyük atom güçleri
kendilerinden başlamalılar. Kuzey
Kore’nin bugün elindeki atom silah
ve taşıyıcı füze sistemi açısından
gerçek anlamda tehdit edebileceği
tek güç Güney Kore. Güney Kore
ise doğrudan ABD koruyuculuğu
altında. Kuzey Kore’nin yaşamak
için desteğine muhtaç olduğu Çin
anda bölgede kaçınılmaz olarak
ABD’nin de gireceği bir savaş istemiyor. Bu durumda Kuzey Kore’nin
atom testi ve füze denemelerinin
bir tek fonksiyonu var: içte sosyal
faşist yönetimin iktidarını sağlamlaştırmak, güçlülük gösterisi,
yığınların antiemperyalist ulusalcı
söylemlerle avutulması, dışa dönük
olarak ise Kuzey Kore’ye yönelik
olası bir askeri müdahale konusunda caydırıcılık. Bunun yanında
tabii bir de Atom silahlanmasının
durdurulması pazarlığı üzerinden
ABD ile doğrudan görüşmelerin
sağlanması, pazarlık marjının
yükseltilmesi var. Ki anda bu son
fonksiyon bana en önemlisi olarak
görünüyor. Sosyal faşist yönetim
askeri gücünü acilen ihtiyacı olan
dış kredi vb.ni karşılamada pazarlık aracı olarak kullanmak için gösteri yapıyor. Görünen o ki, bunda
başarılı da olacak. Sonuç olarak
Kuzey Kore’nin atom silahlanma-
sında güçlenmesi yalnızca batılı
Atom güçlerini değil, Rusya’yı ve
güncel olarak Kuzey Kore’nin en
büyük destekçisi konumunda olan
Çin’i de rahatsız ediyor. Bu yeni
denemenin ertesinde - ambargo
ve cezalandırma karar ve tehditlerinin yanında - Kuzey Kore ile
pazarlıkların yürütülmesi normal
gelişme olacaktır. Kuzey Kore’nin
atom silahlanması bağlamındaki
gelişmelere kısaca göz atmak bunun böyle olduğunu gösterir.
Kuzey Kore Atom Programı konusunda kısaca
Kuzey Kore 1985 yılında -biraz
da o zaman esas destekçisi konumundaki Rusya’nın zorlaması ileAtom silahlanmasını engelleme
anlaşmasına imza koydu.
1992 yılında ABD atom silahlarının Güney Kore’den çekilmesi ertesinde Güney Kore ile Kuzey Kore
arasında Kore yarımadasını “atom
silahlarından arındırılmış bölge”
ilan eden anlaşma imzalandı.
1993’de Kuzey Kore BM’e bağlı
“Enternasyona l Atom Enerji
Örgütü” müfettişlerinin Atom reaktörlerini denetlemesini ret etti
ve 1992 anlaşmasını iptal etme
tehdidinde bulundu.
Bunun üzerine ABD ile Kore
arasında zorlu pazarlıklar yürüdü.
Bu pazarlıklar temelinde 1994’de
Cenevre Çerçeve anlaşması imzalandı. Kuzey Kore bu anlaşmada
Atom silahlanması programını
durdurmayı ve atom silahlanmasını engelleme anlaşmasına bağlı
kalmayı taahhüt etti ve enternas-
yonal kontrollere izin vereceğini
açıkladı. Buna karşı ABD Kuzey
Kore’deki Atom reaktörlerinin
grafit temelinde işleyen hafif su
reaktörlerine dönüştürülmesi için
teknik destek sağlamayı taahhüt
etti. Ayrıca bu reaktörler çalışmaya
başlayana kadar Kuzey Kore’nin
enerji ihtiyacı için gerekli petrol
akımının sağlanacağı konusunda
anlaşıldı.
2002 yılında ABD başkanı Bush,
“terörizme karşı enternasyonal
mücadele” çerçevesinde Kuzey
Kore’yi de “haydut devletler” kategorisi içine aldı. 2002 Ekim’inde
ABD Kuzey Kore’nin Atom silahı
programını yeniden aktif leştirdiğini ilan ederek petrol akımını
durdurdu. Bunun üzerine Kuzey
Kore 10 Ocak 2003 tarihinde Atom
silahlanmasını engelleme anlaşmasından çıktığını açıkladı. Ayrıca
aynı yılın Mayıs ayında Kore yarımadasının atom silahlarından
arındırılmış bölge olduğunu ilan
eden anlaşmayı da iptal etti.
10 Şubat 2005’te Kuzey Kore kullanılabilir atom silahına sahip olduğunu açıkladı ve test yapacağını
açıkladı. Ayrıca yürüyen görüşmelerden de çekildi ve atom silahlanmasını güçlendireceğini açıkladı.
5 Temmuz 2006’da Kore DHC
altı füze testi yaptı. Bunlardan biri
Taepedong 2 tipinde atom başlığı
taşıyabilecek bir füze idi. ABD
kaynakları bu füzenin menzilinin
Alaska’ya ulaşabileceği bilgisini
verdiler. Ancak test başarılı olmadı. Füze atıldıktan bir dakika
kadar sonra düştü.
3 Ekim 2006’da Kore DHC, bir
atom silahı testi yapacağını açıkladı. Açıklamada ABD’nin Kore
DHC’ne karşı uyguladığı baskı
sonucu KDHC’nin bu adımı atmaya zorlandığı belirtildi. KDHC
kaynaklarına göre bu test 9 Ekim
2006’da başarıyla gerçekleştirildi.
(Batılı kaynaklar bu testin pek
başarılı olmadığı, yer altında takriben 1 milton tnt’ye eşit ve kontrolsüz bir patlama olduğu bilgisini
verdiler.) BM Güvenlik Konseyi 14
Ekim 2006’da bu testi mahkum
eden, KDHC’ne bir dizi talep getiren, bunların yerine getirilmemesi
halinde bir dizi yaptırım öngören
bir karar aldı. Pratikte atom silahı
testi KDHC’nin pazarlık gücünü
arttırdı.
Şimdi yeni test ertesinde de benzer gelişmeler beklenmelidir.
Yeni olan ABD de başkanın değişmiş olmasıdır. Doğrudan ikili
görüşmeler pazarlıklar Bush döneminde olduğundan daha olasıdır.
Yeni test bir anlamda da ABD dış
politikasının da KDHC tarafından
test edilmesidir.
2 Haziran 2009 √
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 135’in İşçi Eki ·Temmuz 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros
Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
“Türkiye’den Obama geçti”
başlıklı eleştiri yazısı
üzerine
N
isan ayı içinde Türkiye’ye
resmi bir ziyarette bulunan ABD Devlet Başkanı
Obama’nın yaptığı ziyareti konu edinen “Türkiye’den Obama geçti” başlıklı yazımız 133. sayımızda yayınlandı. Bu yazıda gördüğü bir sorunu
eleştiren bir okurumuzun eleştirisi
üzerinde durmak istiyoruz.
Okurumuz yazıdan iki paragraf
alıntı yapmakta ardından;
“Paragrafları bir bütün olarak ele
aldım daha rahat anlaşılsın diye...
Son paragrafta iki düşünce iç içe verilmiştir. Birincisi ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa düşülmüş, ikincisinde
devrime giden yolun belirleyiciliğinde
başka bir yanlışa düşülmektedir.”
Demektedir.
“Türkiye’den Obama geçti” başlıklı yazımızda, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke olmasına
rağmen, Ortadoğu’da bölgesel çıkarları doğrultusunda kendi öz siyasetine sahip olmasını, kendi siyaseti ile
emperyalistlerin siyasetinin çatıştığı
noktada kendi siyasetinin mücadelesini vermesini, Ortadoğu’da bölgesel güç olma yolunda ilerlemesi
tespitini okurumuz “ülkenin ekomik tahlilinde yanlışa” düşme, “devrime giden yolun belirleyiciliğinde
başka bir yanlışa” düşme olarak
adlandırmaktadır.
“Bağımlı bir ülke kendi bölgesinde
“ bölgesel çıkarları doğrultusunda
kendi öz çıkarlarını” emperyalist
güçlere rağmen yapamaz ve uygulayamaz. Bu anlamda emperyalist büyük güçlerle bir çatışmayı göze alması
gereklidir.”
“Onun için emperyalist dünyada bir
ülke pay kapacak noktaya gelmişse
artık bağımlılıktan bahsedilemez.”
Okurumuza göre; bağımlı bir ülke
kendi bölgesinde kendi öz siyasetine
sahip olamaz. Kendi öz siyasetine
sahip olabilmesi için emperyalist büyük güçlerle çatışmayı göze alması
gerekir. Bağımlı bir ülke emperyalist
dünyada pay kapacak seviyeye gelmişse bağımlı olmaktan çıkmıştır.
Eleştiri konusu olan Türkiye’nin
emperyalizme bağımlılığının ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım:
Türkiye’nin bağımlılığı yarı sömürge tipi bir bağımlılık değildir.
Türkiye mali alanda, enerji alanında,
sanayide ileri teknoloji alanında, orta
derece gelişmiş bir kapitalist ekonomi
olarak, gelişmiş emperyalist ekonomilere bağımlıdır.
Bağımlılık işbirlikçi tekelci büyük
burjuvazinin kendisi açısından belirleyici önemde olan özel çıkarları,
bağımlı olduğu emperyalist büyük
güçlerin belirleyici önemdeki çıkarları ile çatıştığı noktada, kendi özel
çıkarlarını o güçlere rağmen ve gerekirse o güçlere karşı savunabilecek
bir yapıda olmaması anlamında bir
bağımlılıktır.
Türkiye’nin bağımlı olması, Türk
hakim sınıflarının bağımsız hareketi
olmayacağı, onların kendi hesapları, siyasetleri olmadığı, bunların
emperyalistlerin çıkarları için çatışmadığı, Türk egemenlerinin hiçbir
hareket alanı olmayan emir erleri olduğu anlamına gelmiyor.
Tü rk iye’n i n ba ğ ı m l ı ol ma sı,
Ortadoğu’da haydutluk yapmasının, ezen konumda olmasının,
Ortadoğu’da emperyalist emellere
sahip olmasının engeli değil. Türk
devleti içte ve dışta sömürgeci, ezen
konumundadır. Kürt ulusunun ayrılma hakkının gaspı, Ermeni soykırımı, Kuzey Kıbrıs’ın işgal altında
olması, Antakya’nın ilhak edilmesi,
Bosna’da, Afganistan’da Türk askerinin olması vb. bağımlılığın “emperyalistler emir verir, Türk hakim
sınıfları yapar” şeklinde bir bağımlılık olmadığının örnekleridir.
Bağımlı ülkelerin emperyalistlerin
kendi aralarındaki çelişmelerinden
yararlanarak bağımsız hareket etme
alanları vardır. Bu alan ülkenin ekonomik, askeri gücünün gelişmişliğine
bağlı olarak genişler.
Türk hakim sınıf larının hareket
alanı bugün oldukça geniştir.
Bush döneminde ABD ile Türk
devletinin çeşitli noktalarda siyasetlerinin, çıkarlarının çatıştığını
gördük, yaşadık. İran’la Türk devletinin girdiği ilişkiler, yaptığı enerji
anlaşmaları, Irak işgali, Kürt sorunu,
Kıbrıs sorununda çelişmeler yaşandı.
Filistin bağlamında, ABD, AB’nin
karşı çıkmasına rağmen “Hamas’sız
çözüm olmaz” tavrını takınan Türk
egemenleri Hamas ile diyaloğa girdi.
vs. vs.
Bu nedenlerle biz okurumuz gibi
meseleyi, “bağımlı bir ülke kendi öz
siyasetine sahip ise o zaman bağımlı
olamaz.” “Kendi öz siyasetine sahip
ise, o zaman bağımlı olmaktan çıkmıştır” ikilemi içinde, dar, mekanik
olarak meseleyi kavramıyoruz.
Okurumuzun diğer bir yanlışı da
şudur:
“Bu anlamda emperyalist büyük
güçlerle çıkar ilişkileri var ama onlarla çelişkileri de vardır. Bu anlamda
Türkiye bağımlılıktan çıkarak kapitalist politikalarla bölgesel çıkarları
gereği bu alanda paylaşımdan pay
kapmaktadır.”
Okurumuz Türkiye’nin emperyalist büyük güçlerle çıkar ilişkileri,
çelişkileri olduğunu kabul etmekte,
fakat bağımlı bir ülkenin kendi çıkarları olabileceğini, kendi öz siyaseti olabileceğini kabul etmediği
için Türkiye’yi bağımlı olmaktan
çıkarmakta, onun kapitalist politikalarla Ortadoğu’da bölgesel çıkarları gereği paylaşımdan pay kaptığını
savunmaktadır.
Türkiye kapitalist olmasına rağmen, ezen emperyalist/ezilen bağımlı
ülke kategorisi içinde ele alındığında,
kaderi son tahlilde bağımlı olunan
emperyalist güçler tarafından belirlenen bağımlı bir ülkedir. Türkiye
emperyalist ülkeler kategorisi içinde
değildir. Son tahlilde ciddi bir çıkar
çatışmasında, son sözü söyleyecek
olacak olan büyük emperyalist güçler olacaktır.
30 Haziran 2009 √
Rejimin garantisi
kim olacak?
Ordu hiçte rejimin güvencesini polise
bırakmaya niyetli değil. Albay Çiçek’in
Genelkurmaya rağmen tutuklanıp serbest
bırakılması, savaşın daha da kızışacağını
gösteriyor. Bu ülkede ‘demokrasi’ böyle işliyor.
Siz bunu faşizm olarak okuyun.
B
iz bugüne kadar görev değiş
tokuşlarında törenlere alışmıştık. Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar, Genelkurmay başkanları … görevlerini kendinden
sonrakine devrettiğinde törenler
yapılır, biz de televizyonların karşısında onları izlerdik. Her gelen,
gidenin yaptıklarını öve öve bitiremez, onun izinde yürüyeceği üzerine söz verir.
Bu seferki devir teslim öyle olmadı. Görevi devredenler hiçte
devretmeye niyetli olmadıklarını
gösterdiler. Okuyucu ne demek istiyorsun saadete gel demeden konuya girelim. Bu güne kadar “rejimin güvencesi” olan ordu görevini
bundan böyle “demokratik rejimin
güvencesi” olan polise bıraktı. Bu
açıklama herhangi bir yetkiliden
değil, başbakandan geldi. Ne de
olsa artık darbeler dönemi sona
ermişti, ordu görevi devretmeliydi.
Ama bu seferki görev değiş tokuşu
öyle övgülerle değil tehditlerle oluyor. Önce Genelkurmay Başkanı
arkasına generallerini alarak, orduya karşı yürütülen asimetrik
psikolojik savaş tehditlerine papuç
bırakmayacakları açıklamalarını
yaparak herkesin ayağını denk alması gerektiği yollu tehditler savurdu. Arkasından AKP "bir gece
yarısı operasyonu ile" mecliste
“artık askerin sivil mahkemelerde
yargılanacağı” yönünde karar
aldı. Ardından, Kurmay Albay
Dursun Çiçek, Ergenekon soruşturması kapsamında örgüt üyeliği
suçlamasıyla İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığında, sorgulandı ve tutuklandı. 30 Haziran'da toplanan
MGK toplantısı ertesinde Çiçek bir
günlük cezaevi ziyareti ertesinde
avukatlarının itirazı üzerine tekrar
serbest bırakıldı.
İşte son günlerdeki iktidar dalaşı
böyle yürüyor. Yerleşik kemalistler
öyle kolay kolay iktidarlarını terk
etme niyetinde değil. Bu görev değiş tokuşu da bu anlamda öyle bildiğimiz törenlere benzemeyeceğe
benziyor.
Ordu hiçte rejimin güvencesini polise bırakmaya niyetli değil. Albay Çiçek’in Genelkurmaya
rağmen tutuklanıp serbest bırakılması, savaşın daha da kızışacağını
gösteriyor. Bu ülkede ‘demokrasi’
böyle işliyor. Siz bunu faşizm olarak okuyun. Seçilmişlerin görevi
her zaman bir noter görevinin dışına çıkmamıştır. İktidarın gerçek
sahibi olan ordu ve bürokrat burjuvazi iktidarları tehlikeye girdiğinde
hemen devreye girmiştir. 1950’ye
kadar tek başına idare ettikleri bu
ülkeyi, 1950’den sonra 3 darbe ve
muhtıralarla bugüne kadar yönetmişlerdir. Sicilinin kabarıklığı hiç
de bu ordudan aşağı olmayan polisin bu ‘demokratik rejimi’ nasıl
koruyacağını hep beraber göreceğiz. Bize göre bunların yaptıkları
yapacaklarının garantisidir.
Bunların sözünü ettikleri ‘demokratik rejim'in adı, işçilerin
emekçilerin daha fazla baskı altında
tutulması, işsizlik, yoksulluk, açlık
ve sefaletten başka bir şey değil.
Kürt ulusunun en küçük demokratik bir hak talebinin dahi şiddetle, kanla bastırılmasıdır. Kısaca
faşizmdir.
01.07.2009 √
11
halkların kardeşliği için
“Kürt sorununda çok iyi şeyler olacak"
K
12
Savaş yükseltiliyor…
ürt sorununda ilginç gelişmeler yaşanıyor. AKP’nin (başta
Gül ve Erdoğan’ın) Kürt meselesinin çözümünde çok önemli bir
fırsat yakalandığı bunun kaçırılmaması gerektiği vb. açıklamalarına “bilinen şüpheliler”den (CHP+SHP+açık
Ergenekoncular+ulusalcı “sol!” dan)
bilinen ve beklenen “vatan satışı”, “vatan hainliği” suçlamaları temelinde
ilk tepkiler geldikten sonra, herhalde
olası bir “çözüm”ün rantını tek başına AKP’ye yedirmemek kaygısı ile
olsa gerek, “muhalefet”ten de “yeni
açılım”lar gelmeye başladı. CHP’nin
yeni umudu Kılıçdaroğlu hemen hemen Gül ile aynı kelimeleri kullanarak Kürt meselesinin Türkiye’nin
çözüm talep eden en önemli meselesi
olduğunu açıkladı. Baykal belediye
başkanlığı seçimlerinde kazanan
CHP’lileri kutlama gezilerine Kuzey
Kürdistan’ın kimi illerine yaptığı geziyle devam etti. Bu gezide CHP’nin
çözüme her türlü katkıyı yapmaya hazır olduğu mesajlarını vb. verdi. Tabii
“çözüm”ün ön şartı olarak PKK’nin
kayıtsız koşulsuz silahları bırakması,
teslim olmasını dayatarak. Yine de
tabii CHP’nin de gelinen yerde “Kürt
sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur” çözüm için “herkes elini taşın altına koymalıdır”, “CHP buna
hazırdır” vb. deme noktasına gelmek
zorunda kalmış olması önemlidir.
Burada “söyleyene değil söyletene”
bakmak gerekir. Söyleten en başta
kuşkusuz şimdi 25 yıllık savaşta salt
askeri yöntemlerle bastırılmasının,
yok edilmesinin mümkün olmadığını pratikte ispatlayan PKK’nin
silahlı mücadelesiyle başını çektiği
Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesidir.
Fakat yalnızca bu değil. İçinde bulunulan konjonktürde sorunun değişik
aktörlerinin tavırları da CHP gibi
partileri de “yeni şeyler söyleme”ye
zorluyor. En başta ABD’nin yeni
Ortadoğu planı içinde Türkiye’ye
biçtiği rol, bu plan içinde PKK’ye artık Türkiye’ye karşı silahlı mücadele
örgütü olarak bir rol öngörülmemesi
onun bu rolünün tasfiyesi konusunda
açık ve kesin tavrı, buna bağlı olarak
AKP-ABD-Irak İşbirlikçi YönetimiGüney Kürdistan Yönetimi arasındaki bu yöndeki anlaşmalar, Türk
Genel Kurmayı’nın kimi “siyasi önlemler” e (!) yeşil ışık yakan tavrı vb.
bunda rol oynuyor. Diğer yandan
aleyhindeki uluslararası gelişmelerin
farkında olan PKK’nin zaten uzun
süredir esasta Türk devleti tarafından muhatap alınmak için yürüttüğü
silahlı mücadele yönteminin gelinen
yerde amaca uygun olmadığını gördüğüne dair açıklamaları, kendini
gelinen yerde İran’dan kaynaklı şeriat tehlikesine karşı bir araç olarak
tanıtma yönündeki açıklamaları vb.
de “yeni şeyler söyleme”ye iten faktörler arasında. Yani sorunun tüm
aktörlerini kapsamına alan bir hareketlenme söz konusu.
Gül’ün sözünü ettiği ve ısrarla
vurguladığı “kaçırılmaması gereken fırsat”ın arka planında emperyalistlerle, onların Irak ve Güney
bütün bilgilerin açıkça gösterdiği
gibi, (baskını gerçekleştiren korucu
takımı, baskın sırasında Jandarmaya
“teröristler köye saldırdı çatışıyoruz”
bilgisini veriyor; köy korucu köyü
olarak zaten PKK hedefi olan bir köy;
baskında bilinçli olarak PKK eylemlerinde kullanılmış olan silahlar kullanılıyor vs. vs.) savaşı kışkırtmak
için düzenlenmiş bir provokasyon
eylemiydi. Eylemde geride eylemin
Gül’ün sözünü ettiği ve ısrarla vurguladığı
“kaçırılmaması gereken fırsat”ın arka planında
emperyalistlerle, onların Irak ve Güney Kürdistan’daki
işbirlikçileriyle, bu arada belki PKK’nin belli
kesimleriyle ve Genel Kurmay’la AKP arasında, hangi
pazarlıkların yattığını bilemeyiz. Fakat yürüyen
savaşın durdurulması konusunda ciddiye alınması
gereken yeni bir şeyler olduğu kesin. Ve savaşın rantını
yiyen ve bu yüzden savaşın son bulmasını istemeyen
kesimler de bunun farkında.
Kürdistan’daki işbirlikçileriyle, bu
arada belki PKK’nin belli kesimleriyle ve Genel Kurmay’la AKP arasında, hangi pazarlıkların yattığını
bilemeyiz. Fakat yürüyen savaşın
durdurulması konusunda ciddiye
alınması gereken yeni bir şeyler olduğu kesin. Ve savaşın rantını yiyen
ve bu yüzden savaşın son bulmasını
istemeyen kesimler de bunun farkında. Farkında oldukları için de
savaşı sonlandırmamak, tersine yükseltmek için her şeyi yapıyor, her yolu
deniyorlar. Mardin’deki 44 kişinin
öldüğü korkunç katliam, şimdi sızan
PKK eylemi olmadığını söyleyen tanık kalmış olması; AKP’nin İçişleri
Bakanı’nın Kürt meselesi konusunda
ortamı sertleştirmekten yana olmadığı için, eylemin PKK eylemi olmadığı bilgisini alır almaz medya ile
paylaşması vb. bu büyük provokasyonun boşa çıkmasını beraberinde
getirdi.
Fakat savaş rantçıları bu başarısızlıktan yılmadılar. Provokasyonlar devam ediyor. Bu bir yandan ordunun
savaşı hem TC sınırları içinde gerillalara karşı eylemleri arttırması, hem
de Güney Kürdistan’ı bombalamayı
sıklaştırması biçiminde, diğer yanda
ise ordu güçlerine karşı özellikle mayınlı saldırıların artması biçiminde
oluyor. Mayın patlamalarının tümü
PKK’ye mal ediliyor. Ve her mayın
eylemi ertesinde savaş tırmanıyor,
tırmandırılıyor.
Bir yandan yürüyen savaşın sonlandırılması için umutların arttığı,
diğer yandan fakat bu umutları boşa
çıkarmak için savaşın sertleştirilmesi
için ortam yaratmaya yönelik savaş
ve provokasyon eylemlerinin arttığı
hassas bir dönemden geçiyoruz.
Koma Civakên Kurdistan (KCK)
Yürütme Konseyi Başkanlığı, “Kürt
sorununun barışçıl yollardan çözülmesi” için 13 Nisan’da ilan ettiği çatışmasızlık sürecini 15 Temmuz’a kadar
uzattı ve bu süreci 1 Eylül’e kadar da
uzatabileceğini açıkladı. Bu bugüne
kadarki çizginin ve tavrın sürdürülmesi demek. KCK açıklamasında
dikkat çekildiği gibi aslında devlet
içindeki kimi güçler çatışmasızlık sürecini baltalamak için ellerinden geleni yapıyor ve yapacaklar. KCK’nin
çatışmasızlık süreci açıklamasının
bu kesimler için hiçbir anlamı yok.
Diğer yandan içinde bulunduğumuz
ortamda Türkiye/Kuzey Kürdistan
işçi sınıfı hareketinin TC devletinin,
ya da devlet içindeki savaş rantçısı
kesimlerin PKK’nin ilan ettiği bu
çatışmasızlık ortamında PKK/KCK
güçlerine saldırmasını engelleyecek
bir hareketliliği, barışı zorlayacak
bir hareketliliği de yok. Bunun kısa
vadede ufukta görünmediği bir ortamda, savaş rantçıları saldırılarına
devam edecekler, PKK de “kendini
koruma” ve bu çerçevede misilleme
eylemlerine devam edecektir.Yani
önümüzde adı “çatışmasızlık süreci”
olan çatışmalı bir dönem var.
A. Öcalan’ın 21 Mayıs görüşme
notlarında söylediği:
“Birçok operasyon yapılıyor. Meşru
savunma çok önemlidir. Bir böcek
bile kendini savunmak için çırpınır.
Bir gül dahi kendini savunmak için
etrafında dikenler oluşturur. Benim
meşru savunma ile ilgili görüşlerimi
DTP’den Kandil’e kadar kimse yanlış
anlamamalıdır. Ben meşru savunma
derken kendilerini savunmasınlar
demiyorum, hatta kendi savunmalarını kırk kat daha da büyütebilirler. Ben çatışmasızlık derken ‘Meşru
savunma yapmayın’ demiyorum.”
sözleri aslında 1 Haziran ertesi için
PKK’nin yeni bir şey söylemeyeceğinin işareti: Çatışmasızlık ortamı,
ama bunun yanında meşru savunma
ve PKK’nin muhatap alınması için
silahlı eylem opsiyonunun kullanılması. Yani şimdiye kadarkine devam.
halkların kardeşliği için
Bu ise Türk tarafındaki savaş rantçısı
kesimin işini kolaylaştıran bir tavır.
Bu arada DTP’nin üzerindeki baskılar da artıyor. DTP her geçen gün
daha fazla PKK’yi açıkça terörist
örgüt olarak adlandırarak kendini
PKK’den ayırmaya zorlanıyor. “Şehit
cenazeleri“ bağlamında taziyeler,
başsağlığı dilekleri, “biz şiddetin siyaset aracı olarak kullanılmasına
karşıyız“, “barış isteyen herkes elini
tetikten çekmelidir“ vb. açıklamalar yetmiyor. DTP‘den parti olarak
PKK‘yi terörist ilan etmesi isteniyor
ve bekleniyor. Bir yandan yoğun
ideolojik baskılanma, diğer yandan
DTP içinde görece radikal görünen
kanada doğrudan saldırılarla, DTP
bölünmeye çalışılıyor. DTP’ne yönelik gözaltı ve tutuklamalar ve açılan
son dava bu çerçevede görülmelidir.
Diyarba k ır Cumhuriyet
Başsavcı lığ ı’nda özel yet k i li 5
Cumhuriyet Savcısının yürüttüğü
soruşturma kapsamında hazırlanan
148 sayfalık iddianame, Diyarbakır
6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul
edildi. Burjuva medyada büyük gürültüyle yayınlanan iddianame güya
DTP’nin bir bölümünün PKK’nin
legal Türkiye örgütü olarak çalıştığını ispata çalışıyor. Bu dava da kuşkusuz DTP’nin kapatılması davası
için yeni bir argüman olarak kayda
geçilmiştir.
DTP‘ye yönelik saldırılar objektif
olarak Kürt sorununda “çözümsüzlük“ yanlılarının işini kolaylaştıran
tavır ve eylemlerdir. (Burada kullandığımız tüm çözüm ve çözümsüzlük kavramları sistem içi çözüm ve
çözümsüzlük olarak okunmalıdır.
Aslında Kürt sorununun sistem içi
çözümü gerçek bir çözüm olmayacaktır. Gerçek çözüm, Kürt ulusunun
Kendi Kaderini Tayin Hakkına sahip
olduğu ve bunu kendi özgür iradesi
ile kendisinin özgür bir ortamda bir
referandumla nasıl kullanacağına
kendisinin karar vereceği işçilerin
köylülerin demokratik diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir ortamda
mümkündür. Sistem için çözüm şu
anda önce savaşın durduğu bir ortam
olarak okunmalıdır.) Bu saldırılar
Kürtlere verilen, size hiç bir şekilde
kendinizi legal siyaset içinde doğrudan ifade etme imkanı vermeyeceğiz
mesajıdır. Aslında dağa ve çatışmaya
çağrıdır.
Saldırılar bu bağlamda DTP’ye yönelik olanlarla da sınırlı değil. Son
olarak KESK te yine Kürt sorunu
bağlamında doğrudan saldırı hedefleri içine alındı. 28 Mayıs’ta İzmir,
İstanbul, Ankara, Van ve Manisa’da
düzenlenen operasyonlarda çoğunluğu öğretmen 40’a yakın kişi gözaltına alındı.
Bu da sendikalara yönelik, Kürt sorununda demokrasiyi savunmak size
yasak mesajıdır. Ve hepsi ortamı germeye, savaş ortamını sertleştirmeye
yönelik eylemler.
10 Haziran 2009 √
Güney Kürdistan petrolu
akmaya başladı!
Güney Kürdistan yönetimi ile Türkiye’nin petrol
alanında yatırım yapan burjuvazisinin bir bölümü
arasındaki ilişkiler, görüldüğü gibi “aşiret reisleri
ile görüşmeyiz” ilkelliği içinde olan kimi “yüksek”
bürokratın hayal bile edemeyeceği boyutlarda.
“K
ürt
s or u nu”nu n
“çözüm”ü üzerine hara ret l i ta r t ışma la r ı n
yürütüldüğü bir ortamda, Güney
Kürdistan’da ‘Kürdistan Bölgesel
Yönetimi’ Haziran ayı başında tarihi bir adım atarak yıllar sonra bölgeden ilk petrol ihracını gerçekleştirdi. Güney Kürdistan’da çıkarılan
ve şimdi Türkiye/Ceyhan üzerinden
dünya pazarına sunulacak petrolü çıkaranlardan biri de Çukurova Grubu
bünyesindeki Genel Enerji isimli şirket. Güney Kürdistan-Irak ve Türkiye
ekonomisi için önemli boyutlara
sahip olan ihracat, Erbil’de yapılan
uluslar arası bir basın toplantısı ve
törenle dünyaya tanıtıldı. Törene,
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani
ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi
Cumhurbaşkanı Mesut Barzani'nin
y a n ı sı r a Kü rd i st a n B ölge sel
Yönet imi Başba ka nı Neçir va n
Barzani, Tabii Kaynaklar Bakanı Dr.
Ashti Hawrami ve Güney Kürdistan
Bölgesel Yönetimi Bakanlar Kurulu
Danışmanı Dr. Khaled Salih ile Taq
Taq petrollerini arama ve üretme
yetkisine sahip DNO, Addax ve
Genel Enerji şirketlerinin temsilcileri
katıldı. Barzani ve Talabani temsili
olarak bölgedeki petrolün dünyaya
yayılmasını sağlayacak vanayı birlikte çevirdiler. Onlar Erbil’de temsili
olarak vanayı çevirirken, aynı anda
Kurmala’da gerçek vana açılıyordu.
Henüz Irak’ta Petrol Yasası Federal
Hükümet Meclisi’nden çıkmadı.
Buna rağmen Kürdistan Bölge yönetimi kimi petrol tekelleri ile yaptığı anlaşmalar temelinde, ABD ve
Türkiye’nin de onayını aldığı açık
olan adımı atarak, Takwe ve Taq
Taq sahalarındaki petrolü dış satıma
sundular. Kürdistan Bölge Yönetimi
bunu yaparken petrol gelirinin paylaşımında şu anahtarı kullanıyor:
- Şirketler ihraç edilen petrol gelirlerinin yüzde 12'sini elde edecek.
- Şu anda Kürt Bölgesi'nde 30'a yakın petrol şirketi faaliyet gösteriyor.
- Kürdistan Yönetimi, petrol gelirlerinden yüzde 17 pay alacak.
-Gelirin % 71 i ise Irak Merkezi
Yönetimine aktarılacak.
Petrol yasası çıkmadan böyle bir
paylaşımın öngörülüp ilan edilmesi,
Güney Kürdistan yönetiminin gelirin büyük bölümünü merkezi yöne-
time aktarma kararı ve açıklaması,
kuşkusuz bu adımın şimdilik büyük
kavgalara yol açmadan atılabilmesinin temellerinden biri. KYB’nin kurucusu Talabani törende yaptığı konuşmada altını çizerek Irak’ın petrol
zenginliğinin “hiçbir etnik grubun
siyasi ve ekonomik çıkarına kullanılmayacağını” vurguladı.
Talabani Irak'ı oluşturan tüm kesimlerin ülkenin zenginliğini adil biçimde paylaşmayı öğrenmesi gerektiğini belirterek, yabancı şirketlerle
imzalanan petrol anlaşmalarının
Irak anayasasına uygun olduğunu
vurguladı. Irak Başbakanı Maliki'nin
de törene katılmamasına tepki gösteren Talabani, "Maliki ve Kürt yönetimi siyasi olarak uzlaşmalı. Maliki
Kürtlerle bu heyecanı paylaşmalıydı.
Bugün bu ihracatın başlaması, Kuzey
Irak petrolü hakkında yapılan haksız
suçlamaları da ortadan kaldırıyor.
Bütün bunları söyleyebilmek için yaşayabilmek bile çok önemli. Burada
yaşayan halk bunu görmek için çok
fazla kan ve gözyaşı döktü. Kürdistan
petrolünden tüm Irak yararlı çıkacak. Kuzey Irak petrolü hiçbir etnik
grubun siyasi ve ekonomik çıkarına
kullanılmayacak. Irak'ın zenginliklerini paylaşmayı herkes öğrenmeli.
Parlamentoda demokrasiyi, insan
haklarını ve ticaret alanlarındaki
özgürlükleri geliştirmek için altyapı
oluşturmaya çalışıyoruz" dedi.
Törende yapt ığ ı konu şmad a
Kü rd i s t a n B ölge s el Yöne t i m i
Başbakanı Neçirvan Barzani, "bir
başka ülkede bu olay tipik bir ekonomik ve teknik bir başarıdır. Kürdistan
Bölgesi içinse bu, yakın geçmişten
dramatik bir ayrılık. Bunun Irak'ın
çıkarına olduğundan kimse şüphe
duymamalı. Daha barışçıl bir geleceğe katkıda bulunmalıyız. Bugün
Kürdistan Bölgesi ve tüm Irak için
bir adım atmak istiyoruz" dedi.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi
Cumhurbaşkanı Mesut Barzani ise,
bugünün Kürt ulusu için bir milat olduğunu belirterek, "Bu miladın altına
imza atan Kürt yönetimini büyük bir
minnetle kutluyorum. Irak petrolü
tüm Iraklılarındır. Bağdat yönetimi
görecektir ki, Kürtler herkesten daha
adil olacak. İnşallah, Kürt Hükümeti
Irak'ın geleceği için çok daha büyük
anlaşmalara imza atacaktır" diye ko-
nuştu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi
Doğal Kaynak lar Bakanı Ashti
Hawrami Irak tarihinde ilk kez Kürt
halkının, bölgenin doğal kaynakları
hakkında karar verdiğini belirterek,
"Petrol lanetini ardımızda bırakıyoruz. Sınır ötesi işbirliklerinin ve istikrarın hüküm süreceği bir döneme
giriyoruz. Artık birbirimiz için tehdit
değil, partneriz" diye konuştu.
Şimdi Güney Kürdistan’dan yapılan petrol ihracatında çok önemli
bir rol oynayan “Genel Enerji”
Çukurova Grubu'nun (M.Emin
Karamehmet) çoğunluk hissesine
sahip olduğu bir şirket. 2003‘te yüzde
70’i Karamehmet’e, yüzde 30’u da
Mehmet Sepil’e ait olarak kurulmuş.
Genel enerji, 6 sahada arama izni
olan şirketlerde yüzde 20-44 arasında
hissedar. Ortak olduğu şirketler şunlar: Addax (Kanada), DNO (Norveç),
Petoil (Türkiye), KEPCO (Bölgesel
Kürt Yönetimi), Heratege (Kanada).
2003 yılında ilk kez Kuzey Irak’taki
sahaları için 25 yıllık sözleşme imzalayan Çukurova Grubu ortaklığı
Genel Enerji, Taq Taq’a, Takwe sahasını da ekledi. Yalnızca Taq Taq’tan
günde 40 bin varil petrol üretiliyor.
Türkiye’nin günlük üretimi 42 bin
varil civarında. Yani yalnızca bu
alandan üretilen petrol Türkiye’nin
günlük petrol üretimine eşit.
Türkiye’nin 260-270 milyon varil
üretilebilir petrol rezervine karşılık,
Taq Taq’ta tespit edilen üretilebilir
petrol rezervi 750 milyon 1 milyar
varil civarında.
2006 yılında yüzde 55 Genel Enerji,
yüzde 45 Addax ortaklığı ile kurulan
Taq Taq Opetating Company Ltd.
(TTOPCO), 8 Ağustos 2007 tarihli
Bölgesel Petrol Kanunu’na göre arama
ruhsatlarını genişletti. Genel Enerji,
2009 Mart ayında Kuzey Irak’ta yeni
açılan petrol arama sahalarında ortaklık hisseleri aldı.
Hisselerinin yüzde 100’üne sahip
olduğu Taq Taq Petroleum Refinery
(TTPRC) şirketini kuran Genel
Enerji, Kürdistan Bölgesel Yönetimi
ile 26 Şubat 2008 tarihinde rafineri
kurmak üzerine de bir sözleşme imzaladı. Buna göre, TTPRC günlük işletme kapasitesi 60 bin varillik, 750800 milyon dolar yatırımla bir rafineri kurma izni de aldı. Bu rafineri
Irak’a petrol ürünü satacak.
Güney Kürdistan yönetimi ile
Türkiye’nin petrol alanında yatırım
yapan burjuvazisinin bir bölümü arasındaki ilişkiler, görüldüğü gibi “aşiret reisleri ile görüşmeyiz” ilkelliği
içinde olan kimi “yüksek” bürokratın
hayal bile edemeyeceği boyutlarda.
Ve görünen odur ki, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Başbakan R.Tayyip
Erdoğan’ın kürt sorununun çözümü
konusunda sözünü ettiği “tarihi
fırsat”lar arasında, Güney Kürdistan
yönetimi ile ticari anlaşmalarla da
desteklenen, karşılıklı çıkara dayanan sıkı işbirliği de var.
5 Haziran 2009 √
13
yeni kadın dünyası
Erkek şiddeti AİHM’de mahkum
T
14
ürkiye kadına yönelik şiddetin
en yaygın yaşandığı ülkelerin
başında geliyor. Sadece kadınlara değil çocuklara da çok yaygın
olarak şiddet uygulanıyor. Medyaya
yansıyan haberlere bakmak, toplumdaki erkek şiddetinin boyutlarını
görmeye yetiyor.
Özellikle son aylarda kadın katliamları ve kadına yönelik cinsel şiddet iyice tırmandı. Güçlünün her
zaman güçsüzü ezdiği bu kapitalist
sistemde buna bir de toplumdaki erkek şovenizmi eklenince bu toplum
kadınlar için iyice yaşanmaz hale
geliyor. Kuşkusuz şiddetin bu kadar
yaygın yaşanabilmesinin bir sebebi
var. Kağıt üzerindeki yasalarda kadın
erkek eşitliğinden dem vuran devlet,
pratikte içte bunun gereklerini yerine getirmiyor. Bırakalım şiddete
karşı tutarlı bir mücadele yürütmeyi,
bizzat devletin kendisi bütün kurumları ile kadına yönelik erkek şiddetini
körüklüyor. Özellikle cinsel taciz ve
tecavüz olaylarında polis, mahkeme,
savcılık gibi devlet kurumlarının
tavrı adeta bu suçları teşvik edici
nitelikte.
Nasıl mı?
İstanbul Beyoğlunda bir bara müşteri olarak giden S.D. bar çalışanı ve
onun bir arkadaşı tarafından üç saat
boyunca tecavüze uğramasına ve
üzerinde sperm izleri bulunmasına
rağmen tecavüz eden kişi tutuksuz
yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. İnsanın aklına bulursanız yargılarsınız demekten başka bir şey
gelmiyor!
Tekirdağ'da jandarmanın yol kontrolü sırasında durdurduğu araçta
kimlikleri olmadığı için jandarma
E.F.S. (13) ile babası M.S.'yi karakola
götürüyor.
E.F.S. babasının kendisine tecavüz
ettiğini ve zorla fuhuş yaptırdığını
söylüyor. Jinekolojik muayeneden geçen E.F.S'nin bakire olmadığı öğrenililiyor. Jandarma M.S.'yi savcılığa
sevk ederken savcılık babayı serbest
bırakıyor!
Ankara'da E.T. (30) 6 kişinin bir
bağ evinde kendisine tecavüz edip,
çantasındaki 150 TL ile cep telefonunu gasp ettiklerini öne sürerek şikayetçi oluyor. Yakalanan şüpheliler
tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılıyor.
Diyarbakır'da öğretmen olarak görev yapan Z.T.(30), aynı okulda hizmetli E.B.'nin (40) kendisine tecavüz
ettiğini iddia ederek, polise başvuruyor. Tecavüz ve şantajla suçlanan
E.B. yapılan sorgulamasının ardından adliyeye sevk ediliyor. Fakat delil
yetersizliği nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.
Bu örnekleri daha da çoğaltmak
mümkün. Aşağıda aktaracağımız
Nahide Opuz örneğinde görüldüğü
“Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle
yetişmiş bir toplumda kadına yönelik şiddet
olağan bir şey olarak görülüyor. Kadına yönelik
şiddetin olağan görülmesi ne yazık ki kadınlar
arasında da oldukça yaygın.
gibi şiddeti uygulayanların ciddi bir
yaptırımla karşılaşmamaları bir yana
şiddete maruz kalan kadınların korunmamasıyla şiddeti uygulayanlar
daha da pervasızlaşıyor.
AİHM'de açtığı davay ı kazanan Nahide Opuz'un memleketi
Diyarbakır'da 1999-2005 arasında
59 davanın 46'sında mahkeme, haksız tahrik nedeniyle faillere indirim
uyguladı.
Bianet’in günlük gazetelerde yer
alan kadına yönelik şiddet olaylarını
derleyerek oluşturduğu çeteleye göre
bir ay içerisinde tam 22 kadın erkekler tarafından katledildi. Bu katliamların başında boşanmak istemek, evlilik teklifini reddetmek, kıskançlık,
yemek yapmamak, aldatmak, fuhuş
yapmak vs. gibi gerekçeler geliyor.
Aldatmak ve fuhuş yapmak gibi suçlamalar çoğu zaman aslı olmayan,
kişinin gerçekleştirdiği suçu hafifletmek amacıyla ortaya attığı yalanlar
oluyor. Kadına yönelik şiddet sözkonusu olduğunda başvurulan ‘tahrik
indirimi’ gibi uygulamaların yaygın
bir şekilde uygulandığı bilindiğinde
bu tür iftiralara neden başvurulduğu
daha iyi anlaşılıyor.
“Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle yetişmiş bir toplumda kadına
yönelik şiddet olağan bir şey olarak
görülüyor. Kadına yönelik şiddetin
olağan görülmesi ne yazık ki kadınlar arasında da oldukça yaygın.
Fakat bu şiddete dur diyen az sayıdaki örgütlü, devrimci muhalif kadının yanısıra, Nahide Opuz gibi mahkemelerin şiddeti uygulayan erkeği
koruyan açık pratiğine rağmen yaşadığı şiddeti kabul etmeyen, mücadele
yürüten ve bu mücadelesini Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine kadar
taşıyan kadınlar da var. Nahide
Opuz o kadınlardan bir tanesi.
İşte öyküsü:
1995 yılında evlendiği ve üç çocuk
sahibi olduğu kocası H.O. tarafından
fuhuşa zorlanıyor, kocasının sürekli
olarak şiddetine ve tehditlerine maruz
kalıyor. 1995 ve 1998 yılları arasında
kocası hakkında şikayette bulunması
üzerine, kocası tarafından şiddetli
bir şekilde dövülmesinin yanısıra,
arabayla ezme, bıçakla yaralama gibi
şiddet biçimlerine maruz kalıyor.
İşlediği bu ağır suçlara ve tıbbi raporlara rağmen, koca hakkında yeterli
delil bulunmadığı gerekçesiyle önce
dava açılmıyor, daha sonra yapılan
duruşmalar sonucunda üç ay hapis
cezası alıyor. Fakat bu da para cezasına çeviriliyor. Devlet tarafından
korunmayan Nahide Opuz kocasının yoğun baskıları üzerine davayı
geri çekmek zorunda kalıyor. Nahide
Opuz annesi ile birlikte 2002 yılında
İzmir'e kaçmaya çalışırken kocası
kendilerini buluyor ve arabada an-
nesini tabancayla vurarak öldürüyor.
Adam öldürme suçundan ömür boyu
hapse mahkum olan H.O. 2008'de
'şartlı tahliye' hakkından yararlanarak serbest kalır kalmaz Nahide
Opuz’u tehdit etmeye devam ediyor.
Bu gelişme üzerine Nahide Opuz savcılığa başvurarak 'hayatının tehlike
altında bulunduğunu' bildirmesine
rağmen gerekli önlemler alınmadığı
gibi sadece H.O.'nun ifadesine başvurulmakla yetiniliyor. Nahide Opuz,
herhangi bir koruma önlemi alınmadığı için Diyarbakır'ı terk etmek
zorunda kalıyor ve başka bir şehirde,
başka bir kimlikle yaşamaya başlıyor.
Her gün öldürüleceği korkusuyla yaşıyor ve can güvenliği halen sağlanmış değil.Nahide Opuz, Türkiye’de
yaptığı başvurulardan sonuç alamayınca 2002 yılında AİHM’e başvuruyor. AİHM 'yaşam hakkının ihlal
edildiği', 'şikayete rağmen işkencenin
engellenmediği' ve 'kadına yönelik
negatif ayrımcılık yapıldığı' kararıyla
Türkiye’yi 36 bin 500 Euro tazminata
mahkum etti. AİHM’in Türkiye'yi bu
kez aile içi şiddete uğrayan bir kadını
korumadığı gerekçesiyle mahkum
etmesi bir ilki oluşturuyor.
AİHM'in Türkiye'yi mahkum ettiği hak ihlalleri bugün de devam
ediyor. Yani TC devleti bugün de
Nahide Opuz somutunda mahkum
olduğu bir suçu işlemeye devam ediyor. Nahide Opuz bugün de tehdit
altında olduğu halde devlet güçleri
ona sahip çıkmıyor, onu korumuyor. Bu erkek egemen devletin olağan erkek egemen tavrıdır. Nahide
Opuz’un hakkını burjuva yasaları
çerçevesinde de sonuna kadar arayan
ve sonuçta TC devletinin mahkum
edilmesine yol açan tavrı örnek alınması gereken bir tavırdır.
Bu örneklerin çoğaltılması ancak
şiddetin kader olmadığının ve hiç
kimsenin bir başkasına şiddet uygulama hakkının olmadığının emekçi
kadınların bilincine çıkarılması ile
mümkündür.
Haziran 2009 √ √
DESA direnişi sona erdi
Sefaköy’deki DESA fabrikasından
sendikal çalışma yürüttüğü için atılan Emine Arslan’ın 352 gündür yürüttüğü direniş, yargıtay kararının
ardından sona erdi. Yargıtayın patrona ‘ya işçilerin geri alınması yada
12 aylık sendikal tazminat ile 4 ay
boşta geçen süre de dahil olmak üzere
tüm hakların ödenmesi’ şeklindeki
çift yönlü kararı yine patronun işine
yaradı. Patron göstermelik 3 işçiyi
geri işe alırken 15 işçinin de tazminatlarını ödeyerek işten attı. Bunlar
içerisinde Emine Arslan da bulunuyor. Para için değil, sendikalı olarak
işe geri dönmek için direndiklerini
söyleyen Emine Arslan mücadelenin
devam edeceğini belirtti.
Yargıtayın bu kararı, bir kez daha
devletin patronların devleti olduğunu ortaya koyarken, aynı zamanda
işçi sınıfının sendikal haklarının garantisinin de ancak kendi iktidarları
olan sosyalizm ile mümkün olduğunu göstermiş oldu.
Haziran 2009 √
panorama
PANOR AM A
Seçimler ve
gelişmeler...
- İRAN -
1
2 Haziran 2009 tarihinde
İran’da cumhurbaşkanlığı için
seçimler yapıldı. Seçimde dört
aday vardı. Sözkonusu dört aday da
Anayasayı Koruma Konseyi tarafından “İslam Cumhuriyetine sadık” kişiler olarak değerlendirilip bu
Konsey’den izin alan kişilerdir.
Buna rağmen ama seçimlerden
önce özellikle Batı basını –buna belli
ölçüde Hürriyet gazetesi gibi Türkiye
basını da katıldı– öyle bir propaganda yaptı ki, sanki Mir Hüseyin
Musevi rejimde “değişimin” adayı ve
seçimin kesin galibidir. Hürriyet gazetesi 10 Haziran tarihli nüshasında
“seçim değil devrim” başlığını atıyordu. Adayların düşünce, yaklaşım
farklılıkları benzer olduğu koşullarda seçim propagandasında kişisel
saldırılar, suçlamalar öne çıkıyor.
Türkiye’de son yerel seçimlerde de
bunu yaşadığımız gibi, İran’daki seçim propagandasında da benzeri durum yaşandı.
Musevi yeşil rengi sembolü haline
getirerek Obama gibi “değişim”den
bahsetti. Basın da bunu “yeşil değişim” diye kitlelere empoze etti.
“Reformcu” kesimin adayı olarak
lanse edilen Musevi, Humeyni döneminde yaklaşık 8 sene başbakanlık yapan biri. Ahmedinejad’a yönelttiği en büyük eleştirisi, “gereksiz
provokasyon tavırlarıyla İran’la diğer ülkeler arasında gerginlik yarattı” biçimindedir. Bunun ötesinde
Ahmedinejad’a “sen yalancısın” demiştir. Kitlelere yönelik tavırda ise
özellikle gençlerin ve kadınların
oyunu almak için kimi yasaları değiştireceği sözünü vermiştir.
Kısaca özetlenirse Musevi dış politikada genelde gerginlik yaratmayan
bir siyaset, özelde de ABD ile ilişkileri düzeltme ve nükleer program
bağlamında şeffaflığı sağlama yönlü
siyaseti temsil ettiğini açıklarken,
içte de “İslam cumhuriyetini yalanlardan temizlemek” gerektiğini ve
kimi yasaları değiştirme vaadi veren
bir “reformcudur”.
Cumhurbaşkanlığı için izin verilen adayların islama sadakati sayesinde seçimlere katıldığı olgusu ve
“değişimin” sembolü olarak gösterilen Musevi’nin savunduğu görüşlere
bakıldığında, sözkonusu olanın, sistem içinde bir “değişim” isteminden
başka bir şey olmadığı görülecektir.
Kuşkusuz ki İran’da egemenler arasında iktidar dalaşı vardır. Kitlelerin
bu sisteme karşı hoşnutsuzluğu da
inkar edilemeyecek düzeydedir. Buna
rağmen ama, Musevi gibilerinin yönetime gelmesi de sistemden özde
bir şey değiştirmeyecektir. Kararlar
gerçekte ne Cumhurbaşkanı ne de
Meclis tarafından verilmektedir.
Musevi ile Ahmedinejad arasındaki
dalaş, esasında İran’da devlet erkini
gerçekte elinde tutan Mollaların iktidar dalaşının kamuoyuna yansımasıdır. Bu dalaş “muhafazakar” ve “reformcu” adı altında yürüyen ve yeni
olmayan bir dalaştır. Kısa sürede de
biteceğe benzemiyor.
Bu dalaşın pratik göstergelerinden biri de seçim propagandası
sürecinde takınılan tavırlardır.
Örneğin Musevi’yi açıkça destekleyen Rafsancani, seçimlerden önce
yayınladığı bildiride “Ahmedinejad
seçimi kazanırsa hile var demektir. O halde halk sokağa dökülür.”
(Hürriyet, 12 Haziran 2009) diyerek
Ahmedinejad lehine olacak seçim sonucunu kabul etmeyeceğini ilan ediyordu. Yine “reformcular” arasında
sayılan Hatemi’nin de Musevi’yi
desteklediği bilgisi medya tarafından
yaygınlaştırılıyordu.
Musevi’nin Humeyni döneminde
başbakanlık yapan biri olduğunu
bir kenara bıraksak bile Hatemi ile
Rafsancani’nin İran’da yöneticilik
yaptıkları, bugün de cumhurbaşkanlığından daha yüksek kurum
olan dini kurum içinde yer aldıkları
olgudur. Bu olgulara bakıldığında
“muhafazakar” kesime karşı “reformcu” kesimin “kurtarıcı” olarak
gösterilmesinin kitlelerin bilincini
karartmaktan ve onları sistem içine
hapsetmeye çalışmaktan başka bir
şey olmadığı açıktır.
Seçim sonucu ve protestolar
Seçimden önce Musevi lehine yaygınlaştırılan tahminlere göre %60 civarında oyla Musevi önde gidiyordu.
Rafsancani “Ahmedinejad seçimi
kazanırsa hile var demektir” diyerek
kitleleri sokağa dökmeye hazırlarken,
Musevi ve yanlıları “resmi sonuçların tahminlere ters düşmesi halinde”
halkı tepki göstermeye çağırıyordu.
Bu tavırların seçimlerden önce ve
seçim sonuçlarının henüz bilinmediği koşullarda takınıldığı gerçeğine
bakıldığında, protestoların yaşanacağına da kesin gözüyle bakılıyordu.
Ahmedinejad da muhalefetin kendisine karşı “kadife devrim” peşinde
olduğunu açıklıyordu.
Verilen bilgilere göre 46,2 milyon
seçmenin yaklaşık %85’i seçime katıldı. Bu katılım oranı herhalükarda
yüksek bir katılım oranıydı. Seçim
yetkililerinin açıklamasına göre
Ahmedinejad %62,6 oy oranıyla seçimi kazandı. Musevi’nin oy oranı
ise %33,75 olarak verildi.
İran’ın dini lideri Hamaney,
Ahmedinejad’ın seçim zaferini kutlarken, Musevi’yi provokasyon yapmaması konusunda uyardı. Fakat
Musevi bu uyarıya uymadı ve seçim
sonucunu kabul etmediğini açıklayarak, sonuçların iptal edilmesini talep
etti. Bu arada seçimden önce hazırlanan atmosferle taraftarlarını protestoya çağırdı.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra başlayan protesto eylemlerinde, protestocularla kolluk güçleri
arasında çıkan çatışmalarda 17 kişinin öldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı haberi verilen haberler arasındadır. Batılı medya her ne kadar
göstericileri “barışçıl gösterici” olarak göstermeye çalışsa da, gerçekte
göstericiler arasındaki bir kesim hiç
de “barışçıl” değil. Sorun tabii ki onlar için “reformcuları” desteklemek
olduğundan gerçeği çarpıtıyorlar.
Böylece aslında tartışılması gereken
esas sorunun üzeri örtülüyor. Sorun
kimin barışçıl olup olmadığı, kimin
saldırgan olduğu meselesi değildir.
Sorun, protestocuların gerçekte neyi
amaçladığı, ne için sokaklara çıktığı
sorunudur.
Yönetimin medyaya koyduğu yasak
sonucu, İran’da son günlerde gerçekte
neler yaşandığı konusunda güvenilir hiç bir bilgi yok. Protestocuların
gerçek sayısı bilinmiyor. Kimine
göre 200-300 kimine göre binlerce…
Buna rağmen ama, protestocuların
geneli Ahmedinejad’a karşı Musevi
yanlısı kesim ve seçimin sonucunu
kabul etmeyenlerdir. Bu arada sözkonusu protestoları sisteme karşı kinini göstermek için bir araç olarak
kullanmaya çalışan kesimlerin olma
ihtimali olsa da, bu genel durumu değiştirmiyor. Sonuçta, yürüyen kavga,
sistemi olduğu gibi korumaya çalışanlarla, sistem içi değişiklik isteyenler arasında yürümektedir. Bunların
“barışçıl” mı, “şiddet yanlısı” mı olduğu belirleyici değildir.
Protesto eylemlerinde yaşanan öldürmeler, yaralamalar, tutuklamalar
ve konan yasaklar ise ABD ve AB’nin
kimi ülkeleri tarafından İran yönetimine karşı kullanılmaya çalışıldı.
Dinci faşist rejimin protestolara
karşı suskun kalması zaten beklenmiyordu. Protestolara karşı tutumda
her devletin yaptığı gibi, eylemleri
kontrolü altına almaya çalıştı ve evet
birçok insanı da katletti. Bu gerçeğe
rağmen beklenenden daha az ölçüde
şiddete başvurduğu da olgudur.
Bunu tespit etmemiz İran molla rejimini temize çıkarmak için değildir.
Hayır! Onlardan baskı ve zulümden,
katliamdan başka bir şey beklemiyoruz. Bu tespitimiz, demokrasicilik
oyunu oynayan emperyalistlerin
sahtekarlığını ortaya koymak içindir.
15
panorama
Örneğin, en son olarak AlmanyaFransa ortaklığında gerçekleştirilen
NATO 60. yıldönümü kutlamalarına
karşı protesto eylemlerine karşı alınan önlemler ve eylemcilere yönelik
gerçekleştirilen saldırılar –öldürme
olayı dışında– İran’ın yaptıklarından
geri kalan yanı yoktu. Strasbourg’ta
pencerelere “Barış” yazılı pankartlar
asmanın bile yasaklandığı gerçeği
unutulmadı daha! Burjuvazinin temsilcilerinin insan hakları ve kitleler
için demokrasi konusunda birbirlerine söyleyecekleri hiç bir laf yoktur.
Al birini vur ötekine!
İnsan hakları ve demokrasi konusunda yeniden burjuvazinin riyakarlığını yaşarken, yasaklara rağmen
protestolar değişik biçimlerde sürdü,
sürüyor. Protestoların son bulmaması ve dini lider Hameney’in seçim
sonuçlarına itirazın resmi yollarla
yapılması gerektiğini, bunun sokaklarda olmayacağını açıklaması sonucunda, resmen seçim sonuçlarının
gözden geçirilmesi başvurusu yapıldı. Ahmedinejad dışındaki adaylar, Musevi, Kerrubi ve Rızai toplam
646 usulsüzlük hakkında şikayette
bulundu.
Sonuçta Hamaney, önce seçimlere
hile karışmadığını açıkladığı ve yaşananlardan protestocuların mesul
olduğunu, olacağını ilan ettiği halde,
hile yapılıp yapılmadığının kontrol
edilmesi talimatını verdi. Anayasayı
Koruma Konseyi 50 kentte 3 milyon
civarında sahte oy kullanıldığını açıkladı. Buna rağmen bu sahtekarlığın
seçimin kaderini belirleyen önemde
bir hile olmadığına, “büyük usulsüzlük” yapılmadığına karar kıldı.
Buna bağlı olarak İçişleri Bakanlığı,
Ahmedinejad’ı kuracağı yeni kabine
ile 26 Temmuz-19 Ağustos tarihleri
arasında Meclis’te yemin etmeye
çağırdı.
Anayasayı Koruma Konseyi se-
çimin yinelenmeyeceği konusunda
kararlı görünüyor. Yine de seçimde
oyların paylaşımı konusundaki kesin
sonuç ortaya konmamıştır. Bu yazı
yazılırken bu sonucun kesinleştirilmesi için öngörülen “beş günlük”
süreç daha dolmamıştı. Protestoların
da son bulmadığı bilinçte tutulursa, bu dalaşın biraz daha süreceği
söylenebilir.
İran’da bu gelişmeler yaşanırken ABD’nin Beyaz Saray sözcüsü
Gibbs’in “Bazı şeyleri başardıklarını
düşünüyorum. Dikkatleri İran’da
olup bitenlere çevirdiler. İran’da değişimin başlangıcını görüyoruz.”
(Hürriyet, 24 Haziran 2009) yönlü
açıklama ile İran’daki genel grev
çağrılarını desteklemediklerini söylemesi, muhalefetin şimdilik daha
ileri gitmemesi gerektiğine de işaret
etmektedir.
ABD’nin İran’da muhalefeti güçlendirmek için yıllardır çalıştığı gizli
değildir. En son 2006 yılında önceki
harcamalara 75 Milyon dolar daha
eklediği açıkça kamuoyuna yansıyan
bir gerçeklik. Musevi’nin Londra ve
Paris’teki danışmanlarına para ödenip ödenmediği belli değil. Fakat
2001 yılında “İran’da Demokrasi
için Koalisyon” (CDI) adlı kuruluşu
kuran ABD’li Leeden ile 1980’li yılların ortalarından beri iyi arkadaş
olduğu medyaya yansıyan bilgiler
arasındadır.
G el i şmeler, A h me d i nejad ’ı n
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmayı sürdüreceği, protestoların şimdilik dineceği, muhalefetin daha da
güçlenmek için çabasını fazla gerginlik yaratmadan sürdüreceği ve her
fırsatı yeniden değerlendirmeye çalışacağı yönündedir. “Muhafazakar”lar
ile “reformcular” arasındaki hesaplaşmanın yeniden yaşanacağı açıktır. Ne
zaman ve nasıl olacağını göreceğiz.
25 Haziran 2009√
Seçimlerden yine
ANC çıktı
- GÜNEY AFRİKA -
G
16
üney Afrika’da parlamento
seçimleri 22 Nisan 2009
tarihinde gerçekleşti. 400
koltuk için yarışan partilerin sayısı
irili ufaklı bir düzineden fazlaydı.
Seçimlerden önce yapılan tahminlere
göre Afrika Ulusal Kongresi (ANC)
seçimin galibi olacak ve ANC Lideri
Jakob Zuma ise meclis tarafından
başkanlığa seçilecekti.
Gerçekten de bu yönlü tahminler
doğru çıktı. 22 Nisan’da seçimlere
katılım %77 olarak verilirken, ANC
oyların %65,9’unu alarak seçimi büyük farkla kazandı. İkinci sırada yer
alan Demokratik Birlik (DA) oyların
%16,7’sini aldı.
2007 yılı sonlarında Zuma’nın
Zuma’nın “halktan biri”, “halka yukardan bakmayan”
biri olarak kabul edilmesi ona belli bir puan
kazandırsa da; gerçekte Zuma’nın nasıl bir politika
izleyeceği net değildir.
ANC liderliğine seçilmesi sonrası
dönemde Mbeki taraftarlarının
ANC’den ayrılarak kurduğu Halkın
Kongresi (COPE) ise oyların 7,4’ünü
alarak meclisteki üçüncü güçlü parti
oldu. Mecliste yer alan diğer dokuz
partiden bazılarının sadece birer
milletvekili var.
6 Mayıs’ta Mecliste yapılan seçimle
Zuma, 277 oy alarak başkanlığa seçildi. Zuma karşısında başkanlığa
aday olan COPE adayı ise 47 oy aldı.
Böylece Zuma Güney Afrika’nın yeni
başkanı oldu.
Seçimin yapılması ANC’nin bölünmeden dolayı da oy kaybederek
üçte ikilik çoğunluğu az farkla elinden kaçırması, Güney Afrika’daki
sorunların en az sorunlu olanlarıdır.
Varolan birkaç soruna değinirsek
durum aşağıdaki gibidir.
ANC Güney Afrika’da Apartheid’a
karşı mücadelede önder rolünü kitlelere kabul ettirmiş ve Apartheid sistemine son verilmesi sonrası dönemde
de, mücadele dönemindeki kredisini
hâla tümüyle tüketmemiştir. Buna
rağmen ama gerek Mandela yönetiminde gerekse de sonraki yönetimlerde –örneği Mbeki yönetiminde–
Güney Afrika’nın siyah halkının,
yoksulların sorunları önemli ölçüde
çözülmemiştir. ANC’nin kendisi yiyicilik, rüşvetçilik, adam korumacılık vb. burjuva sistemin pisliklerine
bulaşmıştır.
Bunun sonucunda ortaya siyahlar
arasında bir zengin orta tabaka çıkmış ama milyonlarca yoksul siyahın
sorunları sürüncemede bırakılmıştır.
Bir cephe örgütü olan ANC içinde yer
alan Güney Afrika Komünist Partisi
(SACP) ve sendika birliği COSATU
özellikle Mbeki yönetimi döneminde
dışlanma durumundaydı. SACP
ve COSATU ise Zuma’yı destekleyerek ANC liderliğine seçilmesini
sağladılar. Zuma’nın liderliğinde
ANC’nin “sola kaydığı” yönlü görüş
savunulmaktadır.
Fakat SACP ve COSATU tarafından desteklenen Zuma ise rüşvet yemekten, dolandırıcılıktan, kara para
aklamaktan ve tecavüzden dolayı
mahkemeye verilmişti. Seçimlerden
yaklaşık iki hafta önce savcılık sözkonusu davayı durdurdu ve böylece Zuma’ya başkanlık koltuğuna
oturma yolunu açtı. Medyaya yansıdığı kadarıyla Zuma da sözkonusu
düzenin pisliklerine bulaşan diğer
ANC önderlerinden farklı değildir.
Buna rağmen ama Güney Afrikalı
siyahlar, seçim günü sandık başına gidip ANC’ye oy vermeyi görev olarak,
Apartheid’a karşı zorlu mücadeleyle
kazanılmış hakkı korumanın onurlarını koruma olarak ele aldıklarından oylarının çoğunluğunu ANC’ye
vermişlerdir. Gerçekte ANC’nin
anda aldığı oylar, bugün savunulan
siyasetin ya da son yıllarda halk için
yapılanların ürünü değil, hayır, ırkçı
sisteme karşı mücadelenin mirasıdır.
Irkçı sistemin siyah halka bıraktığı yoksulluk, açlık, hastalık, evsizlik, susuzluk vb. miraslarla mücadelede ise ANC yönetimi iyi bir sınav
vermemiştir. Zuma’nın “halktan
biri”, “halka yukardan bakmayan”
biri olarak kabul edilmesi ona belli
bir puan kazandırsa da; gerçekte
Zuma’nın nasıl bir politika izleyeceği
net değildir.
Kime konuşursa ona uygun laflar
ediyor. Yani evsizlere yönelik konuştuğunda yönetimin ev yapma planı
hakkında konuşuyor vaat veriyor, ya
da toprak reformu konusunda konuşuyor, aynı biçimde yabancı yatırımcılara, liberal burjuvazinin temsilcilerine yönelik konuştuğunda da
onlara ülkede garantiler vaadediyor,
ekonomi siyasetinde bir şey değiştirmeyeceğini açıklıyor vb. vb.
Zuma kesimlere göre şerbet dağıtsa
da, başkan olarak ülkede varolan
kimi temel sorunlarla karşı karşıyadır. Zuma’nın ve ANC’nin geleceği ise
esas olarak sözkonusu sorunların çö-
panorama
zümüne bağlıdır. Milyonlarca insan
için ev yapmak, onları barakalarda
yaşamaktan kurtarmak. İşsizliğin
%25lerde seyrettiği koşullarda iş
yeri sağlamak, işsizliği önemli ölçüde düşürmek. Toprak reformunu
derinleştirmek ve özellikle kadın
erkek arasında toprak dağılımında
eşit davranmak. Eğitim ve sağlık alanında şimdiye kadarkinden çok daha
fazla yatırım yapmak ve özellikle de
hastaların tedavisi ve ilaç ihtiyaçlarını gidermek vb. vb. sorunlar öne
çıkan önemli sorunlardır. Tüm bunlara tabii ki yolsuzlukla, adam kayırmacılıkla, kriminellerle mücade de
eklenmektedir.
Zuma’nın ANC lideri ve başkan olması Güney Afrika “solu”nda umut
yaratsa da, sözkonusu umutların boş
olduğu şimdiden açıktır. Zuma’nın
başkanlığında bu sorunlara ne kadar
çözüm getirileceğini süreç gösterecektir. Fakat SACP’nin 1 Mayıs 2009
vesilesiyle yaptığı değerlendirmede
ANC’nin seçimleri kazanmasını
“işçilerin ve yoksulların zaferi” olarak göstermesinin haklı hiç bir yanı
yoktur.
Sözkonusu açık lamada SACP,
COPE veya Demokratik Birliği
(DA) eleştirirken açıkça Zuma’nın
sav u nucu luğ u nu yapma k tad ı r.
Bunun da ötesinde SACP ANC’yi
burjuvaziye karşı korunması gereken bir birlik olarak savunmaktadır.
Bunu da halkın iktidarını, örgütlerini kurma, sağlamlaştırma ve evet
sosyalizmi inşa etme adına yapmaktadır. Yanlış yapmaktadır.
ANC çoktan burjuva sistemin, kapitalizmin örgütü, egemenlerin çıkarlarını koruyan siyasetin uygulayıcısı olmuştur. ANC’den ayrılanların
COPE’yi kurması gerçekte ANC’deki
gelişmelerin bir ürünü olmuştur.
Sözkonusu gelişmeler ise kimin hangi
burjuva kesimin temsilciliğini yapma
konumuna geldiği meselesidir. ANC
önderliği sözkonusu olduğunda gidenler de kalanlar da burjuva sistemin, kapitalizmin savunucularıdır.
Böylesi bir durumda SACP sosyalizmi savunma adına ANC kuyrukçuluğu yaparak işçilerin, yoksulların çıkarlarına hizmet etmekten çok
uzaklarda duruyor. Hem SACP hem
de COSATU işçilerin, yoksulların
çıkarlarını savunmak istiyorlarsa en
başta ANC’nin 1994’ten bu yana uyguladığı burjuva siyasete karşı mücadele etmelidirler. ANC’den bağımsız
olarak hareket edip işçileri, yoksulları halkın iktidarını kurmak için
önkoşul olan devrim için örgütlemelidirler. Aksi halde ne halk iktidarı ne
de sosyalizm kurulabilir.
Güney Afrika’nın işçilerinin,
emekçilerinin, yoksullarının sınıf
düşmanı sadece beyaz burjuvazi değildir. Beyazıyla siyahıyla tüm burjuvazidir düşman. Görev gerçek bir
Marksist-Leninist partiyi yaratmak,
devrim için mücadele etmektir!
25 Haziran 2009 √
BMÖ Irkçılık Karşıtı
Konferansı’ndan
- CENEVRE-
2
0 Nisan -24 Nisan 2009 tarihleri arasında Cenevre’de yapılan Birleşmiş Milletler Örgütü
Irkçılık Karşıtı Konferansı üzerine
yürüyen tartışmalar, gerçekte ırkçılığın kimler tarafından yapıldığını bir
kez daha gözler önüne serdi.
Konferansın kendisi, adı üzerinde,
ırkçılığa karşı olma adına düzenlenen ve ırkçılığa karşı dilek ve temennilerin içinde yer aldığı bir sonuç bildirgesi yayınlayan BMÖ konferansı.
Böylesi toplantıların, zirvelerin ya
da konferansların sonuç bildirgesi
genelde toplantılar öncesinde hazırlanır. Toplantılarda eğer önemli çelişki yoksa her şey güllük gülistanlık
olarak tanıtılır; yok eğer önemli çelişkiler var ve sonuç bildirgesi istendiği gibi ortaya konmamışsa çelişkiler öyle ya da böyle kamuoyuna da
yansımaktadır.
BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferansı
somutunda sadece tartışmalar yaşanmadı, kimi devletler toplantıya
katılmayı bile reddetti. Yani kibarcası başta İsrail ve ABD olmak
üzere Hollanda, İtalya, Polonya,
Luksemburg, Kanada, Avusturalya,
Yeni Zelanda ve Almanya gibi devletler BMÖ konferansını boykot
etti. Boykotun açıklaması ise gerçekten gülünçtü: “Sonuç bildirgesinde İsrail’e tek yanlı eleştiri yapılıyordu”… Konferans öncesinde bu
durum ortadan kaldırıldığı yerde
boykotun açıklaması değişiyor ve
Ahmedinejad’ın toplantıya katılacağı
ve bir konuşma yapacağı; sözkonusu
konuşmada büyük olasılıkla İsrail’e
karşı tavır takınacağı ihtimali gözönüne alınarak konferansa katılmayı
reddediyorlardı. “Konferansın İsrail
karşıtı açıklamaların yapılacağı bir
podyuma” dönüştürülmesi çegincesi
Almanya’nın boykot tavrının açıklaması oluyordu.
İsrail ve ABD’nin boykot açıklaması ise 2001 yılında Durban’da yapılan BMÖ Irkçılık Karşıtı Konferans
dönemine kadar uzanıyor. Buna göre
sözkonusu konferans belgesinde
İsrail’e “tek yönlü eleştiri yapılıyor”
ve siyonizm ırkçılık olarak damgalanıyordu. Bu ise İsrail ve ABD tarafından taşınacak bir şey değildi.
Sonuçta bir cümleyle ifade edilirse,
bu devletlerin konferansı boykot
nedeni esasında İsrail’e yönelik eleştiri ve siyonizmin ırkçılık olarak
gösterilmesidir.
Konferansı boykot etmeyen birçok devlet de aslında Ahmedinejad’a
meydanı bırakmamak için, ya da
Fransa’nın temsilcisinin dediği gibi,
konferans eğer Yahudi karşıtı platforma dönüşürse konferansı terk
ederiz yönlü açıklamalar yaparak
konferansa katıldı. AB dönem başkanlığı yapan Çek Cumhuriyeti ise
Ahmedinejad’ın konuşmasını protesto ederek konferanstan çekildi.
Konferans öncesi ve sürecinde takınılan tavırlara “tiyatro” demek zor,
çünkü böylesi bir tanımlama tiyatroya hakaret olur. Rahatlıkla kullanılabilecek tanımlama sahtekârlıktır.
Evet bunların tümü sahtekârlık
yapıyor.
2001 yılında Durban’da kimi Arap
ülkelerin İsrail’in Filistin’i işgali ve
Filistinli Arap halkına yönelik uygulamalarının ırkçılık olduğu konusunda bir tavır takınılmasını talep
etmesi ve Siyonizmin ırkçılık olarak
tanımlanması üzerine konferansı
terk eden ABD ve İsrail’in tavırlarının Siyonizmi savunma noktasında
ırkçı olduğu; Siyonizmin ırkçılık olduğunu söylemenin Yahudi düşmanlığı olmadığı gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılırken, Ahmedinejad gibi
dinci faşistin, evet Yahudi düşmanının konferansa katılması bahane olarak kullanılmıştır.
Konferansın sonuç bildirgesi üzerine pazarlıklar sıkı biçimde yürütülmüş ve 60 sayfalık sonuç bildirgesi 17
sayfaya indirilmiştir. Bunun sonucu
olarak İngiltere temsilcileri, kendilerinin “protesto noktalarının” “kırmızı hatlarının” silindiğini ve konferansa katılmalarının önünde engel
kalmadığı yönlü açıklama yapmıştır.
Beklendiğinden daha erken, konferansın son günü yerine ikinci
günü onaylanan sözkonusu sonuç
bildirgesi, konferansı boykot eden
Almanya’nın da onayladığı bir belge
durumundadır. Konferansın ikinci
günü sonuç bildirgesinin onaylanması bile Ahmedinejad’a karşı tavır
olarak gösterildi. Bir an önce kurtarılmak isteniyordu sonuç bildirgesi.
Sözkonusu belge 143 maddelik dilek ve temennilerden oluşuyor ve bağlayıcılığı yoktur. İsrail ve
ABD’nin tüm değişikliklere rağmen
sonuç bildirgesini onaylamaması
ise, medyaya yansıdığı kadarıyla bu
sonuç bildirgesinde 2001 yılında
Durban’da yapılan konferansa atıfta
bulunulması ve takınılmış tavrın
doğru görülmesiymiş…
60 sayfadan 17 sayfaya indirilen sonuç bildirgesinde silinenler nelerdir?
Herhalükarda İsrail ile ilgili eleştiri
ve İsrail’in adı silinmiştir. Dinlerin
aşağılanmasına karşı çıkılan tavır
silinmiştir.
İsrail ve Ahmedinejad polemiğine
kurban giden en önemli noktalardan
biri ise Afrika devletlerinin köleliğin
tazminatının talep edilmesi olmuştur. Afrikalı kimi ırkçı karşıtı aktifistlerin takındığı tavırlar sömürgeci
beyazların, emperyalistlerin ırkçılığına yeniden parmak basıyordu.
Afrika kökenli Hollandalı Leeuwin
adlı aktifist: “Durban senin hükümetine dokunuyor kardeş. Çünkü o
kölelik üzerine konuşmak istemiyor.
Bu yüzden buraya, Cenevre’ye gelmiyor. Ama bu dokunmak (ağrıtmak)
zorundadır. Bunun için uğraşıyoruz.” (Der Spiegel, 18/2009 Almanca)
derken, Martinik’li aktifist Malsa ise:
“Arapların, İsraillilerin, Avrupalıların
ve ABD’lilerin bir ortak yanları var.
Onlar bizim, kölelerin torunları
hakkında konuşmak istemiyorlar.
Ahmedinejad sirki bu yüzdendir.”
(aynı yerden) diyerek Amerika kıtasındaki Afrikalı kölelerin tarihine
dikkat çekiyordu.
Sonuç bildirgesi taslağındaki değişiklikler Mart ayı ortalarında yapılmış olduğu ve konferansın bitiminden önce belgede bir şey değiştirilmediği halde sözkonusu belgeyi
desteklediğini açıklayan Almanya,
AB’nin ortak boykot yönünde tavır
takınması için uğraşmış, sonuçta
başaramayınca yanlız boykot tavrını
takınmıştır.
Sözkonusu boykotçu devletlerin
İsrail’i desteklediği ve Siyonizmi ırkçılık olarak görmediği takındığı tavırlarla ortadadır. İsrail yetkilileri ise
bunu fırsat bilip Siyonizmi eleştiren
herkesi otomatikman Yahudi düşmanı olarak damgalamaktadır. Perez,
BMÖ Konferansı’nı bile “Cenevre’de
başlayan konferans, ırkçılığın kabulü
ile aynı anlama geliyor.” biçiminde
değerlendirmektedir. Bunun da ispatı
Ahmedinejad’ın konferansa katılıp
konuşmasıdır. Perez Ahmedinejad’ın
konuşmasına bakmadan “Yahudi
soykırımını reddediyor” değerlendirmesi yapmaktadır. Oysa sözkonusu konuşmasında Ahmedinejad
soykırımı reddetmiyor, soykırımın
kötüye kullanılmasından bahsediyordu. Kuşkusuz ki Ahmedinejad’ın
kendisi dinci faşist, anti-semit. Fakat
bu ırkçıya karşı takınılan tavırlar,
sözkonusu tavrı takınanların da ırkçılığını belgeliyor sadece. Al birini
vur ötekine!
BMÖ ırkçılığa karşı konferansının gösterdiği gerçeklik, ırkçılığa
karşı gerçek bir mücadelenin böylesi emperyalist kurum ve kuruluşlar tarafından verilemeyeceğidir.
Milliyetçiliğe, ırkçılığa, şovenizme
karşı mücadele, kapitalizme karşı
yürütülmek zorundadır. Kapitalizm
varolduğu sürece ve ölçüde, kapitalizmin kaçınılmaz yolarkadaşları da
varolacaktır.
24 Haziran 2009 √
17
okuyucu mektubu
A
18
Amnesty İnternational Almanya
yıllık toplantısı yapıldı
mnest y İnternat iona l
Almanya Seksiyonu’nun yıllık toplantısı 30–01 Haziran
2009 tarihleri arasında Saarbrücken
şehrinde yapıldı. Saarbrücken,
Saarland eyaletinin başkenti ve
Fransa’ya komşu bir şehir. 180 bin
kişinin yaşadığı Saarbrücken, doğal
güzelliği ve yeşil alanlarla çevrilmiş
bir şehir olarak göze çarpıyor. Bu
şehirde fuar ve kongre toplantıları
da yapılıyor. Ayrıca bir tane de üniversite bulunuyor. Yıllık toplantıya
Amnesty gruplarının gönderdiği delegeler ve çağrılı misafirler katıldı.
Katılım sayısı 600 civarındaydı. 29
Mayıs akşamı katılımcılar gelmeye
başladı. Toplantının organizesi çok
iyi bir şekilde yapılmıştı. Herhangi
bir aksaklık göze çarpmıyordu.
30 Mayıs Cumartesi günü toplantının açılışı yönetim kurulu sözcüsü
Stefan Kessler tarafından yapıldı.
Divan, tutanakçılar ve seçim komisyonunda yer alacaklar tespit edildi.
Toplantı gündemine son şekli verildi.
Yönetim Kurulu ve Amnesty gruplarının hazırladığı karar tasarılarının
nasıl görüşüleceği üzerine tartışıldı.
Çalışma grupları ve geniş oturumda
ele alınması gereken karar tasarıları
belirlendi. Yönetim Kurulu’nda yer
almak isteyen adaylar tespit edildi.
Toplantının organizasyon komitesi
katılımcılara tanıştırıldı. Mali durum hakkında kısaca bilgi verildi.
Eski yönetimin görevinin artık sona
erdiği söylendi.
Cumartesi Günü saat 11.30’da
“İnsan Hakları Sınırsızdır” parolası
altında bir yürüyüş yapıldı.Tüm katılımcılar sarı bir tişört giydi ve tişörtün üstünde Amnesty İnternational
yazıyordu.Her katılımcının elinde
bir sarı balon ve balonun ucunda bir
kart vardı. Balonun üzerinde “Ben
nereye istersem oraya uçarım” yazısı vardı. Balonun ucuna iliştirilen
kartta ise “insan haklarının sınırsız”
olduğuna vurgu yapıyordu. Yürüyüş
kolu şehir merkezinden geçerek St.
Johanner Markt meydanına vardı.
Belediye başkanı Charlotte Britz ve
Amnesty İnternational adına konuşmalar yapıldıktan sonra, katılımcıların ellerinde bulunan tüm balonlar
gökyüzüne doğru salındı.
Bu yıl yıllık toplantının Saarbrücken
şehrinde yapılmasının yürüyüş parolası ile bir bağı vardı. Saarbrücken,
Fransa sınırında yer alan bir şehirdi.
İnsan haklarının sadece bir ülkeye
özgü olmadığı ve sınırsız olduğu
vurgusu yapılıyordu. Aynı zamanda
halklar arasına sınırlar konulmasının doğru olmadığı belirtiliyordu.
Bu anlamda balonun üzerinde yer
alan “ben nereye istiyorsam oraya
uçarım” yazısının bir anlamı vardı.
Havaya salınan balonların ucuna
iliştirilen kartların Fransa tarafına
düşeceği ve insanların bu kartları
okuyacağından yola çıkılıyordu.
Yürüyüş ertesinde yapılan oturumlarda karar tasarıları üzerine
tartışıldı. Akşam “karanlığa karşı”
Amnesty konseri yapıldı. Roger
Willemsen, genel olarak insan hakları ve Guantanamo esirleri üzerine
sunum yaptı. Alman Dili ve Edebiyatı,
rilmesi de pandomimin konusu içerisindeydi. Konserin ardından salon
ışıkları söndürüldü ve katılımcıların
ellerinde ışıklı lambalar yanmaya
başladı. Karanlıkları aydınlatmak
için mücadele ve örgütlenmekten
başka bir yolun olmadığını da görmek gerekir. Konser dinleyicilerin
alkış ve tezahüratları ile sona erdi.
31 Mayıs Pazar günü öğleden önce,
ülke komisyonlarının toplantıları
yapıldı. Amnesty bünyesinde her
ülke için çalışan gruplar var. Kimi
Andaki durumda Türkiye’de bulunan
mülteciler hakkında da bilgi verildi. Ne yazık ki
Türkiye’nin insan hakları karnesi iyi değil. Bu
yüzden de birçok insan hakları raporlarına konu
oluyor. Avrupa Birliği yolunda bir adım ileri,
iki adım geri siyaseti uygulanıyor. Bu siyaset
uygulandığı sürece Türkiye hakkında birçok
rapor yazılmaya devam edilecektir.
Sanat Tarihi ve felsefe öğrenimi gören Roger Willemsen, 1990’lı yıllarda
da televizyonda program yapıyordu.
Şu anda da çeviri ve editörlük yapıyor. Roger Willemsen aynı zamanda
Amnesty İnternational elçisi olarak da biliniyor. Wolfram Schmıtt
Leonardy ve Dimitri Maslennikov
Çello ve Piyano eşliğinde harika
bir müzik sunumu yaptılar. Josef
Michael Kreutzer (JOMI) pandomim gösterisi yaptı. JOMI vücut dili
ve pandomim üzerine Paris’te eğitim almış bir doçent. Hücrede ki bir
mahkûmun yaşamı, askeri eğitim
alan bir askerin rap rap yürüyüşü
ve silahlarını acımasızca ateşlendi-
ülke komisyonlarına enternasyonal misafirler çağrılmıştı. Türkiye
Komisyonuna, Mehmet Desde misafir olarak davet edilmişti.
Mehmet Desde, Türkiye’de hapishane ve yargılama süreci hakkında
bir sunum yaptı. Sunumdan sonra
birçok soru soruldu ve sorulara cevap verildi. Ayrıca Türkiye’de genel olarak insan hakları ve işkence
hakkında sunum yapıldı. Andaki
durumda Türkiye’de bulunan mülteciler hakkında da bilgi verildi. Ne
yazık ki Türkiye’nin insan hakları
karnesi iyi değil. Bu yüzden de birçok insan hakları raporlarına konu
oluyor. Avrupa Birliği yolunda bir
adım ileri, iki adım geri siyaseti uygulanıyor. Bu siyaset uygulandığı sürece Türkiye hakkında birçok rapor
yazılmaya devam edilecektir.
Öğlen sonu yapılan oturumda
10 y ı ld ı r A m ne s t y A l m a ny a
Seksiyonu’nun genel sekreterliğini
yapan Barbara Lochbihler veda konuşmasını yaptı. Amnesty Almanya
Seksiyonu genel sekreterliğine seçilen
Monika Lüke yaptığı konuşmada, geçen 10 yıl genel sekreterlik görevini
başarı ile yapan Barbara Lochbihler’e
teşekkür etti. Hukukçu olan yeni
genel sekreter, yeni dönemde yapılacak çalışmalar hakkında bilgi verdi.
Almanya Seksiyonunun genel sekreteri yıllık toplantılarda değil, özel bir
komisyon tarafından seçiliyor. Yıllık
toplantılarda genel sekreter dışındaki
yönetim kademesi seçiliyor.
Amnesty Almanya Seksiyonu’nun
yıllık toplantısına çağrılan misafirler delegelere tanıtıldı ve konuşma
yapmaları için kürsüye çağrıldılar.
Mehmet Desde’de yaptığı kısa konuşmada, “davet için teşekkür ettiğini,
Türkiye’den gelmediğini ama yedi
yıl zorunlu olarak Türkiye’de rehin
tutulduğunu, bundan böyle sessiz
bir şekilde köşesine çekilip beklemeyeceğini, insan hakları ihlallerine,
işkenceye ve hukuksuzluklara karşı
mücadele edeceğini, bu anlamda da
Amnesty ile birlikte çalışmak istediğini söyledi. Bu sözler dinleyiciler
tarafından alkış aldı.
Amnesty’nin 2016 yılına kadar izleyeceği stratejik plan hakkında bilgi
verildi. Bu plan sonuçlandırılmış bir
plan değil. Bu yüzden Ağustos 2009
yılında Antalya’da yapılacak bir toplantı ile bu plan üzerine tartışılacak.
400 kişinin Antalya’da yapılacak toplantıya katılması bekleniliyor.
1 Haziran’da öğleden önce son oturum yapıldı. Genel sekreter dışında
yönetim kademesi içerisinde yer
alanların seçimi yapıldı ve sonuçlar
açıklandı. Çalışma komisyonlarının
sonuçları açıklandı. 2010 yılında yapılacak yıllık toplantı üzerine konuşuldu. Üç gün süren toplantı sona
erdirildi.
Bu toplantıyı izleyen bir YDİ Çağrı
okuru olarak gözlemlerimi yazdım.
Amnesty İnternational liberal burjuvazinin bir kurumu olarak faaliyet
gösteriyor. Kendi alanında iyi işler de
yapıyor. İmkânlar ölçüsünde bu kurum içinde çalışmak ve insan haklarının her alanda hayat bulması için
mücadele etmek gerekiyor.
Almanya, Saarbrücken’den bir
YDİ Çağrı okuru
15 Haziran 2009 √
okuyucu mektubu
A
Sadece ekonomik kriz yok!
Bir de insan hakları krizi var
mnest y İnternat iona l
Genel Sekreteri İrene Khan
Londra’da düzenlediği bir
basın toplantısı ile “sadece ekonomik
kriz yok, birde insan hakları krizi
var” başlığı altında ülkeler raporunu
açıkladı. Basın toplantısında açıklanan kimi veriler, kapitalizmin barbarlığını ortaya koyuyor. Kimi gerçekler tespit ediliyor ama “dünyanın,
başka bir tür liderliğe, politikaya ve
ekonomiye ve az sayıdaki ayrıcalıklar için değil, herkes için uygun bir
çözüme ihtiyacı” olduğu da vurgulanıyor. Kapitalizm koşullarında bu isteğin yerine getirilmesi mümkün değil. Çünkü kapitalizm, büyük insanlığı değil küçük bir azınlığın dünyayı
barbarlığa götürmesi için çalışıyor.
Kriz, kapitalizmin yol arkadaşıdır.
Bugün batan bankalar ve şirketler
için kurtarma planları devreye sokuluyor. Yoksullar yararına kurtarma
planları hazırlandığını duydunuz
mu?
Uçurum dengeleri giderek açılıyor. Küçük bir azınlık karlarına kar
katarken, büyük insanlık yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Dünya
Bankası son on yılın tüm kazanımlarının kaybedildiğini, geçen yıl gıda
krizinden etkilenen 150 milyon insanın üzerine, bu yıl 53 milyon kişinin
daha yoksullukla karsı karsıya olacağını açıkladı. Uluslararası Çalışma
Örgütü (ILO) verileri 18 ila 51 milyon
kişinin bu yıl içinde işlerini kaybedebileceğini öngörüyor. Hızla yükselen
gıda fiyatları daha fazla açlık ve hastalığa, zorla tahliyelere ve daha fazla
evsizliğe, yoksulluğa yol açıyor. Son
yılların sefahatinin insan hakları
üzerindeki tam etkisini belirtmek
için çok erken olsa da, ekonomik
krizin insan hakları açısından maliyetinin ve sonuçlarının resmi daha
da karartacağı açık. Milyarlarca insan güvensizlik, adaletsizlik ve aşağılamalar sonucu mağdur oluyor.
Bu bir insan hakları krizidir. Kriz,
gıda, iş, temiz su, arazi ve barınacak
yer yokluğu ve aynı zamanda artan
eşitsizlik, güven yokluğu, yabancı
düşmanlığı, ırkçılık, şiddet ve baskı
nedeniyle oluşuyor. Artan eşitsizlik,
yoksulluk, yabancılaşma ve güvensizlik. Durumu protesto eden insanların sesleri kaba kuvvetle bastırılıyor.
Başka bir deyişle; eşitsizlik, adaletsizlik ve güven yokluğuna dayalı bir
barut fıçısı üzerinde oturuyoruz ve
fıçı patlamak üzere. Afrika’nın birçok bölümünde desteklenen ekonomik büyümeye rağmen, milyonlarca
insan yoksulluk seviyesinin altında
yaşıyor. Latin Amerika, ulusal ekonomileri büyüyor ama topluma sağlık hizmeti, temiz su, eğitim ve yeterli
barınma hakları sağlanamıyor.
Dünya nüfusunun çoğunluğu bugün şehirlerde yaşıyor. Bu insanların en az bir milyarı ise hayatlarını
varoşlarda sürdürüyor. Yani, üç şehirliden biri asgari temel hizmetlerle
ya da hiçbir hizmet olmadan, güvensizliğin, şiddetin ve zorla tahliyenin
günlük tehdidi ile yetersiz barınma
koşullarında yaşıyor. Kenya’nın
Nairobi şehir nüfusunun yüzde altmışı varoşlarda yaşıyor, bunlardan
bir milyonu da Afrika’nın en büyük
varoş bölgesi olan Kibera’da. 150 bin
kadar Kamboçyalı arazi anlaşmazlıkları, arazi gaspları, tarım sınaî
ve şehirsel yeniden gelişim projeleri
sonucu zorla tahliye riski ile karsı
karsıya yaşıyor. Küreselleşme sonucu
ortaya çıkan eşitsizlik sadece gelişmekte olan ülkelerde yaşayanlarla
sınırlı değil. Ekonomik İşbirliği ve
Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Ekim
2008 raporunun gösterdiği gibi, sanayileşmiş ülkelerde de “son on yıllarda
ekonomik gelişme yoksullardan çok
zenginlerin çıkarına olmuştur.”
Dünyanın en zengin ülkesi olan ABD,
sabit yoksulluk ve artan gelir eşitsizliği açısından 30 OECD’ye üye ülke
arasında 27. sıradadır. Brezilya’da
bulunan Rio de Janiero’nun varoşlarındaki (favelas) şehirli yoksuldan, Avrupa ülkelerindeki Roman
topluluklarına kadar, kirli gerçek
açıkça ortadadır. İnsanlar, devletlerin, şirketlerin ve özel sektörün de
desteğiyle birçok kişinin ayrımcı,
yabancılaştıran, yoksun bırakan açık
ve örtülü politikalar sebebiyle yoksullar. Dünya çapında yoksulların
çoğunun kadın, göçmen, etnik ve
dini azınlıklar olması yalnız tesadüf
değildir. İnsanları, arazilerinden ve
doğal kaynaklardan yoksun bırakma
ve yoksullaştırma konusunda şirketler ve devletler arasındaki danışıklı
dövüşün açık bir örneği de yerli toplulukların durumudur. Bolivya’da,
Chaco bölgesinde yaşayan çok sayıda
yerli Guarani ailesi Amerika Ülkeleri
İnsan Hakları Komisyonu’nun (InterAmerican Commission on Human
Rights) köleliğe benzer esaret olarak
tanımladığı şekilde yaşıyor. Eşitsizlik
adalet sisteminin içine kadar uzanıyor. Fakat yoksul insanların haklarını savunmalarını, hükümetler
ya da şirketler tarafından gerçekleştirilen ihlaller için mahkemelerde çözüm aramalarını sağlamak
üzere benzer bir çaba bulunmuyor.
Yoksulların Hukuki Güçlendirilmesi
Üzerine BM Komisyonu’na göre,
dünya nüfusunun üçte ikisine yakını
adalete anlamlı sayılabilir bir erişime
sahip değil. Uluslararası Para Fonu
(IMF) ve Dünya Bankası tarafından
on yıl öncesine kadar öncülük edilen Yapısal Uyum Politikaları, hem
gelişmekte olan hem de gelişmiş
ülkelerde sosyal güvenlik ağlarını
yok olma noktasına getirdi. Yapısal
Uyum Politikaları, ülkeler İçerisinde
pazar ekonomisini destekleyecek ve
ulusal pazarları uluslararası ticarete
açacak koşullar yaratmak üzere tasarlanmıştı. Bu politikalar, hükümetlerin pazar yararına ekonomik ve
sosyal haklardaki yükümlülüklerini
ortadan kaldırdı. Eğitim ve sağlık
gibi alanlarda Dünya Bankası ve IMF
tarafından desteklenen ücretli sistem, genellikle bu hizmetlere en ağır
yoksulluk koşullarında yasayanların
erişimini imkânsız kıldı. Ekonomik
kriz ve artan işsizlikle birlikte birçok
insan, yalnızca gelir kaybı ile değil
aynı zamanda, zor zamanlarda onları destekleyecek güvenlik ağına
sahip olmayan bir sosyal güvenlik
sistemiyle karşı karşıya kaldı.
2008 yılı sonu itibariyle beş milyon insanın gıda yardımına ihtiyaç
duyduğu Zimbavye’de hükümet gıdayı politik muhaliflerine karsı silah olarak kullandı. Kuzey Kore’de
gıda yardımı yetkililer tarafından,
insanlara baskı yapmak ve insanları
aç bırakmak için kasten kısıtlandı.
Sudanlı silahlı güçler tarafından
yürütülen “Kavrulmuş Yeryüzü”
kontrgerilla harekâtının taktikleri ve
hükümet destekli Janjawid milisleri,
Darfur'daki insanların hayatlarını
kaybetmelerine neden olmanın yanı
sıra; geçim kaynaklarından da yoksun
bıraktı. 2008 yılında gıdaya ulaşım
hakkının en kabul edilemez şekilde
çiğnenmesine dair örneklerden birisi
de, Nergis Kasırgası sonrasında hayatta kalan 2,4 milyon insanın acilen
ihtiyaç duydukları uluslararası yardıma üç hafta boyunca geçit vermeyi
reddeden Miyanmar hükümetiydi.
Üstelik hükümet kendi kaynaklarını,
referandumun kendisinden bile daha
kusurlu olan bir anayasayla ilgili referandumu ilerletmek için harcadı.
Gittikçe pahalılaşan gıda fiyatlarına
ek olarak, ihracat güdümlü ekonomilerin yavaşlaması, ekonomik korumacılık fikrinin ortaya atılmasına ve
yüz binlerce göçmen veya yabancının
isten çıkarılmasına sebep oldu.
Yalnız 2008 yılında, yolda boğulan sayısız insanın haricinde 67 bin
kişi Akdeniz’den Avrupa’ya tehlikeli
yolları göze alarak geçti. Yasadışı
Göçmenlerin İadesi üzerine Avrupa
Birliği (AB) Yönergesi sonucu, göçmenleri, uzun süreli gözaltı süreçleri
ve sınır dışı işlemleri de dâhil olmak
üzere belirsiz bir gelecek bekliyor.
İspanya gibi bazı AB üyesi ülkeler
göçmenleri iade edebilmek ve daha
ilk aşamada çıkışlarını durdurmak
için Afrika ülkeleri ile karşılıklı anlaşmalar imzaladılar. Moritanya’dan
izinsiz ayrılmak suç olmadığı ve yakalanan kişilerin ülkeden ayrılma
niyeti kanıtlanmış olmadığı halde,
Moritanya gibi ülkeler bu anlaşmaları, keyfi tutuklama ve herhangi bir
yasal başvuru yolu olmaksızın çok
sayıda yabancıyı sınır dışı etmek için
kullanıyor. Daha çok insan, gittikçe
belirsizleşen koşullarda yaşamaya
itildikçe sosyal gerilim de artıyor.
2008 yılının ırkçılık ve yabancı düşmanlığı açısından en ağır olaylarından biri Mayıs ayında Güney
Afrika’da meydana geldi. On binlerce
insan Zimbabwe’deki politik şiddet
ve yoksulluk sonucu Güney Afrika’ya
sığındı. Bu sığınma esnasında 60
kişi öldürüldü, 600 kişi yaralandı ve
on binlerce kişi yerlerinden edildi.
İnsanlar artan gıda fiyatlarını ve sert
ekonomik koşulları protesto etmek
için sokaklara döküldüğünde, birçok
ülkede barışçıl protestolar dahi sert
bir şekilde bastırıldı. Tunus’ta yapılan grev ve protestolarda iki kişi öldürüldü. Eylemleri düzenlediği iddi
edilen 200 kişi adli takibata uğradı,
bazıları uzun süreli hapis cezalarına
çarptırıldı. Zimbabwe’de, muhalifler,
insan hakları aktivistleri ve sendikacılar saldırıya uğradı, kaçırıldı, tutuklandı ve öldürüldüler. Kamerun’da
şiddetli gösteriler sırasında 100 kadar protestocu vurularak öldürüldü
ve çok daha fazlası da hapsedildi.
Birçok ülkede İnsan hakları aktivistleri, gazeteciler, avukatlar, sendikacılar ve diğer sivil toplum liderleri
baskı altında tutulup, tehdit ediliyor,
saldırıların hedefi olup, haksız sebeplerle soruşturmalara konu ediliyor.
Hükümetler, politikalarının eleştirilmesini engellemeye çalıştıkça medya
sansürü de giderek artıyor. Bu, gazetecilerin zaten birçok ülkede karsı
karsıya oldukları tehditlerin artması
anlamına geliyor. 2006’dan beri 14
gazetecinin öldürüldüğü Sri Lanka,
en kötü sicillerden birine sahip. İran
internette ifade özgürlüğüne yönelik baskıları artırdı. Mısır ve Suriye
blok yazarlarını mahkûm etti. Çin,
Pekin Olimpiyatları’na doğru medya
kontrolünü gevşetti, fakat hemen
sonrasında internet siteleri engelleme
ve başka tür sansür uygulamalarını
kapsayan eski alışkanlıklarına geri
döndü. Malezya Hükümeti seçimlere
doğru eleştirilerden korkarak iki saygın muhalif gazeteyi kapattı.
Yukarda yapılan tespitler İrene
Khan’ın basın toplantısında yaptığı
konuşmanın satır aralarında söylediği kimi olgu tespitleridir. Olgu tespitlerini yapmak iyidir, ama çözüm
önerileri ortaya konulmadığı sürece,
bu tespitler akademik tespitler olarak
kalacaktır. Yaşadığımız gezegeni yaşanmaz kılan kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalistlerden yaşanabilir bir
dünya talep etmek boş bir çabadır.
Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir. Görev yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmektir.
Haziran 2009
Bir YDİ Çağrı okuru
19
Tüm Katliamların Hesabı
Devrimle Sorulacak!