bülten 90 indir - Bilim ve Sanat Vakfı

Transkript

bülten 90 indir - Bilim ve Sanat Vakfı
Bülten’den
Merhaba,
Bilim ve Sanat Vakfı’nın 30. yılındaki ilk Bülten’le huzurlarınızdayız. Yenilenmenin verdiği dingin bir enerjiyle hazırladığımız
Bülten 90, Ocak - Nisan 2016 tarihleri arasındaki faaliyetlerin
değerlendirmelerini içeriyor. Programlarımıza dair değerlendirme yazılarını yepyeni bir formatta beğeninize sunuyoruz.
1990’daki ilk merhabamızdan bugüne Bülten serencamımızı
BÜLTEN
Ocak-Nisan 2016
Yıl 27 Sayı 90
da sayfalarımız arasında bulacaksınız.
Baharı geride bıraktık. Bilim ve Sanat Vakfı’nda geçtiğimiz
dönem bahar seminerleri, araştırma merkezlerimizin hazırladığı yuvarlak masa toplantıları, atölyeler ve paneller gibi
Yayın Kurulu
Serhat Aslaner, Neslihan
Demirci, Faruk Deniz, Özgür
Dikmen, Eyüp Süzgün,
İsa İlkay Karabaşoğlu
akademik toplantıların yanında, Turgut Cansever Hocamızın 7.
Tasarım
Zeyd Karaaslan
Mizanpaj
Nurgül Orhan
ve İletişim Çalışmaları Çalıştayı’na ev sahipliği ettik. “2015’te
vefat yılı münasebetiyle düzenlediğimiz “Bir Şehir Kurmak ve
Yeni Bir Gündem İnşa Etmek” başlıklı panel de faaliyetlerimiz
arasında yerini aldı. Ayrıca alanında bir ilki gerçekleştiren Medya
Türkiye Ekonomisi” ve “2015’te Türk Dış Politikası”, iz bırakan diğer panel başlıklarıydı. Ayrıntılar, ilerleyen sayfalarda
okuyucusunu bekliyor.
Baskı
Şenyıldız Matbaacılık
Bilim ve Sanat Vakfı’nda Nisan ayından itibaren Yurtdışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın katkılarıyla 2016 Uluslararası
Gümüşsuyu Cad. No: 3, Kat: 2
Öğrenciler İhtisas Programı seminerleri başladı. Programın ilk
Topkapı - İstanbul
dönem seminerleri tamamlandı.
Sertifika No. 11964
Tel: (212) 483 47 91
Yaz döneminde 18-24 yaş arasındaki gençlere yönelik, Gençlik
ve Spor Bakanlığı destekli yeni bir projenin müjdesini de verelim.
11 Temmuz – 1 Ekim 2016 tarihleri arasında sürdürülecek
Vefa Cad. No. 41
34134 Vefa İstanbul
Tel 0212. 528 22 22 pbx
Faks 0212. 513 32 20
[email protected]
Sinemaya Genç Adımlar belgesel sinema atölyesi, İstanbul Şehir
Üniversitesi ortaklığı ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Marmara Medya Merkezi teknik desteği ile yürütülecek.
twitter.com/bisavorgtr
Mola sayfalarımızda Ramazan ikliminden iki yazı; Refik Halid
facebook.com/bisavorgtr
Karay’dan bir gazete fıkrası ve Tanpınar’ın Mahur Beste’sinden
youtube.com/bisavorgtv
www.bisav.org.tr
tadımlık parçalar, umarız bir anlığına da olsa, bizi edebiyatın
mümbit ülkesine götürür. Vefat yıldönümü vesilesiyle bugünlerde hasretle andığımız Cahit Zarifoğlu’nun Avrupa seyahati
sırasında tuttuğu günlüğünden 1967 yılında Almanya’nın Calw
Ücretsizdir. Dört ayda bir yayınlanır.
Kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir. Yayınlanan yazıların
sorumluluğu yazarına aittir.
şehrindeki notlarına yer verdik.
Hayırlı bayramlar. Güz döneminde buluşmak dileğiyle.
Hayırda kalın.
BSV Bülten
90. SayIya UlaştI
Ocak 1990 sayı: 1
Allah’ın rahmeti ve selamı üzerinize olsun. Hepinizin bildiği gibi şu ana kadar faaliyetlerini
değişik kuruluşların salonlarında sürdüren vakfımız Ekim 1989 tarihinden itibaren yeni
merkezine taşındı. Bu adım hem sürdürdüğümüz faaliyetleri bir çatı altında toplayabilme
hem de tasarlanan faaliyetlerin alt yapı çalışmalarını hızlandırma imkânı sağladı.
Böylece, uzun süredir düşünülen bülten çalışmasının hazırlıklarını hızlandırdık. Gerekli
teknik donanımı hazırladık ve her ay çıkarmayı tasarladığımız bültenin ilk sayısını sizlere
ulaştırma imkânına kavuştuk.
Mayıs-Haziran 1992 sayı: 23
Peygamber Efendimiz (sav.) aynaya baktığında, “Allah’ım suretimi güzelleştirdiğin gibi içimi de güzelleştir” diye dua edermiş. Yeni kavuştuğu çehresiyle bülten için de aynı duayı
edelim istiyor ve katkılarınızı bekliyoruz.
Şubat 1994 sayı: 33
Biçim açısından yenilenmiş bir bültenle karşınızdayız. Yeni sayfa düzenini ve kapak stilini
beğeneceğinizi umarız.
Vakfımızın çalışmalarından sizi haberdar etmek amacıyla bu sayı yeni bir sayfa açıyoruz.
Cumartesi sohbetlerinde bazı toplantıların özetlerini bulacaksınız.
Ramazan Bayramınızı şimdiden tebrik eder “bayram içre bayramlar” diliyoruz.
Ocak-Şubat 1997 sayı: 38
95’in baharında sizlere son kez ulaşmıştık. Bizim de tahmin etmediğimiz kadar uzun bir
fasıladan sonra yine sizlerleyiz.
Bu zaman süresince Bülten değişik bir hüviyete bürünebilir mi, bürünmeli mi, evrim geçirip dergi mi olmalı yoksa devrim geçirip bambaşka bir şey mi olmalı arayışları bu fasılanın
sebebi hikmetidir.
Elinizdeki bu sayımız firakın nihayete erdiğinin müjdecisidir. Bülten yine bülten olarak
kalıyor.
Mart-Nisan 2000 sayı: 47
Sürdüregeldiğimiz seminerler ve yayınlarımızın Bülten de dahil olmak üzere aylık olma ve
ardından doğruyu eyleyebilme gayretlerimizin bir ifadesi olmasını arzu ediyoruz.
Haydi bazı hususları kendimize layık addettiğimizi varsayalım, ama doğruyu eyleyebilme
gayretlerimizin yetersiz kaldığı da aşikar.
Önümüzdeki sayı hasbihalimize kaldığımız yerden devam etme ümidiyle.
Ocak-Nisan 2006 sayı: 60
BSV Bülten’in 60. sayısı ile karşınızdayız. Bu sayı ile birlikte on altı yılı geride bırakmış
oluyoruz.
Elinizdeki bu Bülten ile birlikte yedinci kez tasarım değişikliğine gitmiş oluyoruz. Biçim ile
öz arasındaki hassas dengenin farkında olarak içeriği, insanda hoşa giden bir duygu, bir
etki uyandıracak şekilde sunduk. Bu teşebbüste isabet kaydedip kaydetmediğimizi elbette okuyucularımızın hüsnünazarlarına bırakıyoruz.
Mayıs-Ağustos 2009 sayı: 70
BSV Bülten’in Ocak 1990’da başlayan yolculuğunun 70. sayısı ile karşınızdayız. Bu sayı,
çoğunlukla, Türkiye’de soru(n)ların uykuya daldığı yaz rehaveti mevsiminde yapılan faaliyetleri kapsıyor. Bu dönemde yapılan Yuvarlak Masa Toplantılarında 50’den fazla ilim
adamı, akademisyen ve sanatçı ağırladık.
Bilim ve Sanat Vakfı’nın 16-17 Ekim 2009 tarihinde başlayacak 40. Dönem seminerlerinin heyecanını yaşarken, bir kez daha, kapımızın ve gönlümüzün bilgiyi dert edinen,
talep eden her kuşaktan kişiye açık olmaya devam edeceğini bir not olarak bu sayfalara
kaydediyoruz...
Ocak-Nisan 2014 sayı: 84
BSV Bülten’in, Bilim ve Sanat Vakfı’nın Ocak-Nisan 2014’te düzenlediği faaliyetleri kapsayan 84. sayısı ile karşınızdayız.
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Mimar Turgut Cansever Vefatının
7. Yıldönümü Münasebetiyle Yâd Edildi
Muhakkik mimar Turgut Cansever’in 7. vefat yılı münasebetiyle Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen ve koordinatörlüğünü Halil İbrahim
Düzenli’nin yaptığı “Bir Şehir Kurmak ve Yeni Bir Gündem İnşa Etmek” isimli panel Yunus
Uğur, Aynur Can ve Mehmet Öğün’ün katılımıyla gerçekleştirildi. Bir anma programı olmanın
ötesinde, en önemli meselelerimiz arasında yer alan şehirlerimizin Turgut Cansever vesilesiyle yeniden gündeme taşınması hedefini taşıyan panelde, Cansever’in ilmi çalışmalarının
şehircilik çalışmaları açısından önemi üzerinde duruldu.
Medya ve İletişim Çalışmaları Çalıştayı
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi bünyesinde 1-2 Nisan 2016 tarihlerinde “Türkiye’de Bir Akademik Alanın Doğuşu: Medya ve İletişim Çalışmaları” üst başlıklı
bir çalıştay düzenlendi. Çalıştayda, Türkiye’de medya ve iletişim çalışmalarının akademi
bünyesinde müstakil bir alana dönüşme çabalarının ilk evresi olarak değerlendirebilecek
1950-1980 dönemi ile 1950 öncesi dönemin tecrübe ve bilgi birikimini merkeze alan çeşitli tebliğlere yer verildi. Çalıştayın odağını ise, Türkiye’de medya ve iletişim çalışmalarının
düşünce kaynakları, kuramsal ve metodolojik problemleri, bu alanda üretilen bilginin niteliği
ile onun entelektüel-toplumsal karşılığı ve bu süreçte rol alan akademisyenler oluşturdu.
2016 Bahar Dönemi Seminerleri Yapıldı
Bilim ve Sanat Vakfı’nın geleneksel hale gelen seminerlerinin 53. dönemini geride bıraktık.
Tarih, Siyaset, Sinema, Eğitim, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Teori, Felsefe, Din, Edebiyat,
Sanat, İktisat, Müzik, Mimari gibi farklı disiplinlerden 32 seminerin yer aldığı 2016 Bahar
Dönemi Seminerleri 5 Mart-9 Nisan tarihleri arasında altı haftalık bir süreç olarak gerçekleşti.
5
HAVADİS
TALİD Türkiye’de İslami İlimler:
Tefsir ve Kur’an İlimleri I-II çıktı!
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi (TALİD) Türkiye’de İslami İlimler üzerine yapılan çalışmaların hâsılasını ortaya koymayı hedefleyen bir seri üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Serinin
ilk ayağını oluşturan sayılar, Tefsir ve Kur’an İlimleri başlığıyla iki cilt halinde yayınlandı. Serinin
devamını, hâlihazırda çalışmaları sürdürülen ve yine “Türkiye’de İslami İlimler” üst başlığıyla
yayınlanacak olan Hadis, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf başlıklı sayılar oluşturacak. Raflarda yerini
alan Tefsir ve Kur’an İlimleri sayıların sunuş yazıları, içindekiler ve makale özetlerine www.
talid.org sitesinden ulaşabilirsiniz.
Öte yandan TALİD’in önceki 17 sayısının tüm makalelerini web sitesine kısa bir üyelik
işleminin ardından PDF olarak indirebilirsiniz. Eski sayı ve makaleler aynı şekilde derginin
academia.edu hesabında da online olarak sunulmaktadır: https://bisav.academia.edu/talid
Hayal Perdesi 50 ve 51. Sayıları Çıktı
The Hateful Eight kapaklı 50. sayıda Özcan Alper ve Faruk Hacıhafızoğlu ile yapılan söyleşiler
yer alıyor. 2015 yılında Türk sinemasının genel görünümü tematik, sektörel ve istatistiki
olarak inceleniyor. Portre sayfalarında son olarak Gençlik filmiyle gündeme gelen Paolo Sorrentino var. Ayrıca Hayal Perdesi yazarları 2015’te izledikleri en iyi filmleri sizler için sıralıyor.
Coen Kardeşler’in kapak olduğu 51. sayıda Celil Civan yönetmenlerin sinemasındaki tekrarlayan
temaların izini sürüyor. Dergide Atalay Taşdiken, Cevdet Erek ve Esme Madra ile gerçekleştirilen söyleşiler bulunuyor. Oscar 2016 sayfalarında ise aday olan filmler, Akademi’nin
filmlere yaklaşımı ve ödüllerin Amerikan siyasetiyle ilişkisi değerlendiriliyor.
2015’te Türk Dış Politikası Paneli
Küresel Araştırmalar Merkezi tarafından 2015 yılı Türk dış politikasının değerlendirilmesi
amacıyla düzenlenen panel 19 Aralık Cumartesi günü vakıf merkezimizde gerçekleşti. Alana
dair tespit ve analizlerin paylaşıldığı panelin oturum başkanlığını Doç. Dr. Mesut Özcan
üstlenirken Prof. Dr. Gülnur Aybet, Doç Dr. Emre Erşen ve Doç. Dr. Şaban Kardaş konuşmacı
olarak katılım sağladı.
6
HAVADİS
Sözlü Tarih Projesi Hedefe İlerliyor
Bilim ve Sanat Vakfı ile İstanbul Şehir Üniversitesi ortaklığı ve İstanbul Kalkınma Ajansı’nın
desteğiyle 1 Eylül 2015’te başlayan ve 31 Ağustos 2016’da sona erecek olan Sözlü Tarih
Araştırmaları Veritabanı ve İstanbul’un Mekansal ve Kültürel Çeşitliliğine Yönelik Uygulama Örnekleri
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
(STA) projesinde sekiz ay geride kaldı.
BİSAV’da alanında uzman dört hocayla gerçekleştirilen dört haftalık eğitim programına ilgi
yoğundu. İstanbul, İstanbul Bilgi ve İstanbul Şehir Üniversitelerinden sekiz akademisyen ve
bir kütüphane uzmanı ile toplanan Danışma Kurulu’nun sunduğu teklif ve tavsiyeler proje
ekibi tarafından uygulanmaya başladı.
Projenin önemli bir hedefi olan sözlü tarih veritabanı oluşturma çabası ile daha sonraki sözlü
tarih görüşmelerine örnek teşkil edecek sözlü tarih çekimleri başladı çalışmalar sürüyor.
Proje için birçok üniversite ve araştırma kurumu tarafından kullanılan uluslararası “DSpace
Sistemi” kuruldu. BİSAV’ın yaptığı sözlü tarih görüşmeleriyle farklı kurum ve kişilerin yaptığı
sözlü tarih görüşmeleri veritabanına dahil ediliyor. Ayrıca sözlü tarih çalışmalarıyla ilgili kitaplar,
tezler ve makaleler de bu veritabanında kayıt altına alınıyor. İstanbul’un mekansal ve kültürel
çeşitliliğini yansıtacak en az 30 kişiyle yapılacak görüşmelerin büyük bir kısmı tamamlandı.
2016 BİSAV Uluslararası Öğrenciler İhtisas
Programı Başladı
Bilim ve Sanat Vakfı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın katkılarıyla 2016
Uluslararası Öğrenciler İhtisas Programı’nı başlattı. Program kapsamında ülkemizde yükseköğrenim gören uluslararası öğrencilerin akademik, sosyal ve kültürel donanımlarının
güçlendirilmesi, ilgi ve çalışma alanlarına ilişkin yeni olanakların sunulması, toplumumuz
ve kültürümüzle manevi bağlarının kuvvetlendirilmesi, mezuniyetleri sonrasında ülkemizle
kalıcı ve sürdürülebilir ilişkilere sahip olmalarının sağlanması amaçlanmaktadır. Programın 16
Nisan’da başlayıp 4 Haziran’da bitecek olan ilk döneminde toplam 40 saat olmak üzere 11
seminer yer alıyor.
Hayal Perdesi’nin 52. Sayısı Raflarda!
Yeni Ahit kapaklı Mayıs-Haziran sayısında Hitchcock/Truffaut, Kor, Annemle Geçen Yaz
ve Hatıraların Masumiyeti filmlerinin eleştirileri var. Dergi sayfalarında yönetmen Senem Tüzen ile ilk uzun metraj filmi Ana Yurdu üzerine yapılan bir söyleşi yer alıyor. Bu
sayıda Uzaktan Kumanda’da ise House of Cards dizisi üzerinden Amerika’da siyasetin
toplumla, ahlâkla ve medyayla ilişkileri sorgulanıyor.
7
HAVADİS
Sinemaya Genç Adımlar Projesi Başlıyor
“Sinemaya Genç Adımlar” belgesel sinema atölyesi projesi başlıyor. 11 Temmuz – 1 Ekim
2016 tarihleri arasında düzenlenecek atölye kapsamında 18-24 yaş arası 20 kişilik bir
grupla teorik ve pratik derslerden oluşan bir program yürütülecek. Gençlerin teorik ve pratik
eğitimlerine paralel olarak profesyonel yönetmenlerle birlikte oluşturulacak ekiplerle sinema
tarihiyle ilgili belgeseller çekilmesi öngörülüyor. Ayrıca proje kapsamında Bilim ve Sanat
Vakfı’nda genelin katılımına açık film gösterimleri ve söyleşi programları gerçekleştirilecek.
T.C. Gençlik ve Spor Bakanlığı Gençlik Projeleri Destek programı kapsamında desteklenen
proje, 1 Haziran 2016 - 1 Ekim 2016 tarihlerinde Bilim ve Sanat Vakfı tarafından İstanbul
Şehir Üniversitesi ortaklığı ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Marmara Medya
Merkezi teknik desteği ile yürütülecek.
‘’Tarih Araştırmalarında Yaklaşım, Yöntem
ve Kaynaklar’’ Seminer Serisi Başladı
Türkiye Araştırmaları Merkezi bünyesinde “Tarih Araştırmalarında Yaklaşım, Yöntem ve
Kaynaklar” başlığıyla güncel bilgi, yaklaşım ve yöntemleri belirli konular ve örnekler çerçevesinde tartışmayı hedefleyen yeni seminer dizisine başlandı. Serinin ilk ayağında Osmanlı
tarihçiliği, şehir tarihi perspektifinden “Bir Osmanlı Şehrini Çalışmak” başlığıyla Yunus Uğur
nezaretinde katılımcılarla birlikte tartışıldı. Osmanlı şehir tarihi çalışmalarından örnekler 10,
17, 24 ve 31 Mart 2016 tarihlerinde düzenlenen dört oturumla ele alındı.
Serinin ikinci ayağında Osmanlı tarihçiliği diplomasi tarihi perspektifinden “Osmanlı Diplomasisini Çalışmak” başlığıyla Zahit Atçıl nezaretinde 6, 13, 20 ve 27 Nisan 2016 tarihlerinde
dört oturum halinde katılımcılarla birlikte değerlendirildi.
Dîvân 38 Çıktı
Dîvân Dergisi’nin 38. sayısı İslam bilim ve ahlâk felsefesinden modern Türkiye’de beşerî
bilimlerin tarihine; Taşköprizade’den Rifat Osman’a farklı konulardan ve alanlardan makaleler
ve değerlendirme yazılarını okurlarına sunuyor. 38. sayı dört telif makale, yedi kitap değerlendirmesinden müteşekkil. 38. sayı ve önceki sayılardaki makaleler için www.divandergisi.
com adresini ziyaret edebilirsiniz.
Hazırlayan: Birol Şanlı
8
HAVADİS
Dîvân 39 Çıktı
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
İşraki hareket kavramından Deleuze’ün Bergson’la arasındaki fikrî münasebetine,
Türkiye’de asker anılarından XV. Kahire’sinde şer’î siyasete, Şihabüddin Yahya
Sühreverdi’den Ali Gazzali’ye uzanan bir düşünce yolculuğu tasarlanarak hazırlanan
Dîvân’ın 39. sayısı okurlarının ilgisini bekliyor. Bu sayı üç telif makale, bir araştırma notu
ve yedi kitap değerlendirme yazısından müteşekkil. Dergi hakkında ayrıntılı bilgi ve eski
sayılardaki makaleler için: www.divandergisi.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
Ekonomi ve Siyasette İstikrar Arayışları Paneli
2015 yılı Türkiye ekonomisine dair gelişmeler, Küresel Araştırmalar Merkezi’nin “2015’te
Türkiye Ekonomisi: Ekonomi ve Siyasette İstikrar Arayışları” başlığıyla düzenlediği panelde
tartışıldı. 26 Aralık Cumartesi günü vakıf merkezimizde gerçekleşen panelin oturum başkanlığını Doç. Dr. Lokman Gündüz yaparken Prof. Dr. Burak Saltoğlu, Doç. Dr. Cevdet Akçay
ve Mustafa Mente konuşmacı olarak yer aldı.
SAM’ın Yeni Program Serisi:
‘’Türkiye’de Sanatın Kuralları’’
Sanat Araştırmaları Merkezi, Aralık ayında yeni bir program serisine başladı. Türkiye’de Sanatın Kuralları üst başlığıyla hazırlanan seri, Türkiye’de sanatsal üretimi sosyolojikleştirmek
ve yeni gelişmeleri yakalamak üzere, bugüne kadar edebiyat, sinema gibi dar odaklarla
sınırlanan ya da kültür sosyolojisi başlığı altında ucu açık anlatıların gölgesinde kalan konuyu
sanat sosyolojisi bağlamında ele almayı hedefliyor. Teorik bir çerçeve içinde pratiği odağa
alarak edebiyattan sinemaya, tiyatrodan müziğe kadar, “Türkiye’de, sanat alanının yazıya
dökülmemiş prensipleri nelerdir, bunlar kime, neye göre ve kim(ler) tarafından belirlenir”
gibi sorulara yanıt arayan seri, sanat alanındaki farklılaşmalara, değişim ve dönüşümlere
sosyolojik bir perspektifle yaklaşıyor.
Faaliyetler
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI
Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı • Ertan Kardeş 23 Ocak 2016
KAM
TEZAT
Türkiye’de Piyasa Aklı-Muhafazakârlık İlişkisi: AK Parti Dönemi • Abdurrahman Babacan 13 Şubat 2016
İran’ın Basra Körfezi Siyaseti • Bilgehan Alagöz 2 Nisan 2016
ÖZEL ETKİNLİK
KALKINMAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK
Kamu Hizmet Kapasitesi-Politik İstikrar İlişkisi • Mustafa Çelen 9 Ocak 2016
Sosyal Güven, Bürokrasi ve Refah Devleti • Nurullah Gür 27 Şubat 2016
Türkiye’de Tasarruf Eğilimi: Nereye Gidiyoruz? • Mevlüt Tatlıyer 16 Nisan 2016
KÜRESEL SİYASET VE ADALET KONUŞMALARI
Adalet Kavramına Bir Giriş • Ahmet Okumuş 20 Şubat 2016
İslam Siyaset Düşüncesinde Adalet Fikri • Hızır Murat Köse 26 Mart 2016
ETKİN YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-25
Yönetmek Ne Etmektir? • Mustafa Özel 16 Nisan 2016
ORTADOĞU KONUŞMALARI-27
Enerjide Değişen Dinamikler ve Türkiye’ye Etkileri • Mert Bilgin 19 Mart 2016
PANEL
2015’te Türk Dış Politikası
Oturum Başkanı: Mesut Özcan, Konuşmacılar: Emre Erşen, Gülnur Aybet, Şaban Kardaş 19 Aralık 2015
2015’te Türkiye Ekonomisi: Ekonomi ve Siyasette İstikrar Arayışları
Oturum Başkanı: Lokman Gündüz, Konuşmacılar: Cevdet Akçay, Burak Saltoğlu, Mustafa Mente 26 Aralık 2015
9
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Ertan Kardeş
Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı
Değerlendirme: İbrahim Enes Aksu
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Kitap-Makale Sunumları toplantı dizisinin
Ocak ayı konuğu, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr.
Ertan Kardeş’ti. 2015’te yayımlanan Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı (İletişim
Yay., 2015) başlıklı kitabı üzerinden politik olanın indirgenemezliği konusu
‘‘
Kardeş’e göre Hegel,
savaşı, devletlerin
ekseninde bir konuşma yapan Ertan Kardeş, sunumunu üç ana sorunsal etrafında kurguladı. İlk olarak politik felsefedeki kadim bir ayrım olan politika ile
politik olan ayrımına değinen Kardeş, ikinci olarak politika ve şiddet dolayımı
üzerinde durduktan sonra konuşmasını savaş ve politika arasındaki ilişkiyi
anlatarak bitirdi.
egemenlik haklarını
Konuşmasına başlarken Carl Schmitt’in düşüncesini realizm olarak nitelendiren
yorumlama tarzı olarak
Kardeş, bu kavramın ne Ortaçağ’da epistemoloji ve ontoloji tartışmalarındaki
değerlendirdiği için,
realizm ne de uluslararası ilişkilerdeki realizm olduğunu söyledi. Kardeş, bu
ebedi barışın uluslararası
düzende düzenleyici
olduğunu iddia eden
Kantçı ekole karşı
çıkmış oldu.
’’
ikisinden ayrı bir realizm tanımı yaparak politik felsefe tarihi içerisinde N. Machiavelli, T. Hobbes, C. von Clausewitz, G. Sorel vb. isimleri de barındıran bir
hat çizdiğini belirtti. Kitabında Hegel’den nispeten daha az bahseden Kardeş’in
konuşmasının ana figürlerinden biri de Hegel’di. Özellikle savaş bahsinde,
Hegel’de wirklichkeit yani fiili olan meselesi ile Schmitt’teki realizmin örtüştüğü
noktalar üzerinde durmaya çalıştı.
Konuşmanın girişinde bahsi geçen üç sorunsaldan biri olan politika ile politik olan
ayrımı birçok filozofta farklı şekillerde de olsa, rastlanılan bir ayrım olduğunu
söyledikten sonra Kardeş, bütün bu filozofların ayrımlarından yola çıkarak,
insanın varoluş modu/tavrı politik olan diye nitelendirilirse politika da insanın
etkinlik modu/tavrı olarak nitelendirilir gibi ortak bir tanıma ulaştığını aktardı.
Schmitt’ten aktardığı üzere Kardeş, politik olana ilişkin iki temel ayrımdan birinde
politik olanın asla ekonomik, ahlâki, estetik veya dini olana indirgenemeyeceğini
ama bu değişik alanların her birinden politik olanın fışkırabileceğini söyledi.
Fakat o andan itibaren de tekrar eski hâline dönemeyeceğini belirten Kardeş,
10
ekonomik bir mücadeleden politik bir kavga doğduktan sonra, o mücadelenin
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
mancada şiddet anlamına gelen gewalt kelimesini zikredip, bu kelimenin hem
KAM
politik olanın kendi dinamikleri içerisinde ilerleyeceğini söyledi.
İkinci sorunsal olarak politika ve şiddet meselesinden bahseden Kardeş, Algüçler ayrılığındaki yasama erki anlamında hem de tarihte şiddetin rolü derken
kullandığımız şiddet kelimesi ile aynı anlamda kullanıldığından bahsetti. Şiddet
ve politika ilişkisinde iki temel anlayışın var olduğundan bahseden Kardeş, bunlardan ilkinin bu iki kavramı birbirini tamamen dışlayan unsurlar olarak gören
liberal ekol olduğunu, diğerinin ise şiddet ile politikayı birbiriyle eş tutmasa da,
bu ikisi arasındaki dolayımları görmeye çalışan realist ekol olduğunu söyledi.
Schmitt’i, Hegel’i ve hatta Max Weber’i de bu ikinci ekole dahil eden Kardeş,
son kertede bütün politik felsefe geleneklerinin saf tahakkümle meşru şiddet
arasında bir kavramsal açı yaratmaya çalıştığından bahsetti.
Üçüncü sorunsal olarak savaş ve politika ilişkisinden bahseden Kardeş, öncelikle savaş tabirinden neyi kastettiğini açıklayarak, savaşı ne metaforik bir
anlamda ne de Hegel’deki çatışma kavramının yerine kullandığını söyledi. Bu
sorunsalda savaş, iki muharip güç arasında gerçekleşen etkinliği ifade eder.
Meseleyi Hegel ve Clausewitz hattında değerlendirmek isteyen Kardeş, buna
girmeden evvel J. J. Rousseau’nun Hobbes’u hedef alarak belirttiği savaş, savaş
hâli - savaş hukuku ayrımı yapmanın ve savaşı doğada veya insanlar arasında
aramak yerine, savaşın devletler arasında olduğunu kavramanın gerekliliğinden
bahsetti. Yani, Rousseau neredeyse bütün doğal hukuk teorileriyle hesaplaşarak Hegel’in ve Clausewitz’in yaptığı gibi 19. yy’daki savaş teorilerine alan
açmış oldu. Hegel’in Alman Anayasası metninin Schmitt’in anayasa teorisinde
temel olduğunu dile getiren Kardeş, metinde sürekli olarak geçen Westphalia
süreci tabirini vurguladı. Buradan kastının ise kendisi bir kriz düşünürü olan
ve 20. yy’da yaşamış olan Schmitt’in kafasındaki en normal düzenin 17.yy ile
19.yy’ın sonunu kapsayan dünya düzeni olduğunu ve bunun bozulmasının
yeni bir dünya nomosu getirdiğinden söz etti.
Hem Clausewitz hem Hegel hem de Rousseau’daki savaş anlayışına bakıldığında
ise savaşların birbirlerini tanıyan ve dolayısıyla egemenlik hakkı olan iki devlet
arasında olduğunu belirten Kardeş, Hegel’in anlattığı dört egemenlik alametinden
birinin savaş ilanı olduğunu söyledi (diğer üçü ise yasama, yürütme ve yargı).
İki haklı yapının karşı karşıya gelip oluşturduğu çatışmanın, savaşı bir üçüncü
hak hâline getirdiğini; fakat böylece savaş esnasında iki tarafın da egemenlik
hakkını nefyettiklerini/olumsuzladıklarını ve savaş sonunda kazanan tarafın
egemenliği yeniden tesis ettiğini belirtti. Bu durumun bir nevi “olumsuzlamanın olumsuzlamasıyla gelen bir olumlu yeniden kuruluş süreci” olduğunu da
ekledi. Dolayısıyla Kardeş’e göre Hegel, savaşı, devletlerin egemenlik haklarını
yorumlama tarzı olarak değerlendirdiği için, ebedi barışın uluslararası düzende
düzenleyici olduğunu iddia eden Kantçı ekole karşı çıkmış oldu.
Son bir not olarak Kardeş, içinde politik olanın bastırıldığı bu dünyanın bir
nevi bir işletmeye döndüğünü ve bu bastırmanın kendisine mutlaka başka
11
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
şekillerde bir çıkış yolu arayacağını söyledi. Sınırsız şiddet olarak ifade edilen
şeyin de bu çıkış yollarından biri olduğunu dile getirdi. Kendisi her ne kadar
politik kuruluşların eninde sonunda geleceğine inansa da bunun yakın gelecekte
gerçekleşmesini beklemediğini ifade etti, politik olanın bastırılması sonucu
olarak ortaya çıkan sınırsız şiddet dediğimiz vakanın ise bu politik kuruluşlar
gelene kadar artarak devam edeceğini de vurguladı.
Abdurrahman Babacan
Türkiye’de Piyasa Aklı ve Muhafazakârlık
İlişkisi: Ak Parti Dönemi
TEZAT | 13 Şubat 2016
Değerlendirme: Volkan Uzundağ
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin TEZAT konuşmaları programının Şubat ayı
konuğu “Türkiye’de Piyasa Aklı ve Muhafazakârlık İlişkisi: AK Parti Dönemi”
başlıklı doktora teziyle Abdurrahman Babacan’dı. Kuramsal ve pratik olmak
üzere iki temel bölümden oluşan tezin birinci kısmı “piyasa aklı” kavramını
ve “muhafazakârlığı” teorik açıdan ele almaktadır. Pratik kısım ise Türkiye’de
muhafazakârlık ve piyasa aklı ilişkisini belli bir tarihsel çerçeve içinde sunarak
Ak Parti özelinde incelemektedir.
Sunumuna tezinin başlığında da geçen ‘piyasa aklı’ ifadesiyle başlayan Babacan,
kavramın zihinsel tasavvurumuzla ilişkili olduğunu söyledi. Buna göre, piyasa bir
düşünce, anlama, algılama biçimi olup, tasavvur ve tahayyül dünyasıyla ilişkili
bir kavramdır. Dolayısıyla Babacan, piyasa kavramını teknik ve ekonomik bir
meseleden daha fazlasını içeren bir kavram olarak ele almaktadır. Söz konusu
yaklaşım ise 19. yüzyıl Batı Avrupası’nın bir hediyesi olmuştur. Yani piyasa Batı
Avrupa merkezli olarak üretilmiş bir tür zihniyet/ felsefi yaklaşımdır. Ardından
muhafazakârlığa değinen Babacan’a göre, onun Fransa kökenli bir ideoloji
olarak düşünebileceğini, fakat Türkiye özelinde daha çok Edmund Burke’ün
İngiliz evrimci geleneğinden gelen muhafazakârlığının benimsendiğini ifade
etti. Söz konusu muhafazakârlık, II. Dünya savaşı’ndan sonra Anglo-Amerikan
12
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
bir çerçeveye bürünmüş ve zamanla Thatcher’cı bir çizgiye gelmiştir.
Tezin temel yaklaşımını göreceğimiz “Türkiye’de piyasa ve muhafazakârlık”
başlıklı üçüncü kısım ise meselenin pratik veçhesini oluşturmaktadır. Bu bölüm
için çeşitli holding başkanı ve CEO’larla, bazı vakıf ve dernek başkanlarıyla birebir
görüşmeler gerçekleştirilerek yapıldığını söyleyen Babacan, bu görüşmelerle
varmak istediği noktanın sosyo-ekonomik düşüncemizi anlamaya çalışmak
olduğu ifade etti. Türkiye’de piyasa ve muhafazakârlık arasında gönüllü bir
ilişkiden bahsedilebileceğini söyleyen Babacan, çok partili dönemin başlamasıyla birlikte liberalizmle muhafazakârlığın yakın bir ilişkiye girdiğinden bahsetti. Söz konusu dönemde Türk tipi muhafazakârlık ortaya çıkmıştır. Türk tipi
muhafazakârlıkla kastedilen, teokratik boyutlardan arınmış, kültürel bir takım
öğelerle ifade edilen; dinle kurduğu ilişkiyi de bu boyutta tanımlayan ve kuran
bir muhafazakârlıktır. Bu tip bir muhafazakârlık ise liberalizmle girilecek ilişkiyi
kolaylaştırmış ve ortaya ciddi anlamda pragmatik ve eklektik bir yapı ortaya
çıkarmıştır. Bu yapı da liberal dönüşümü mümkün kılmıştır. Araştırmanın kişiler
yerine kurumsal yapılara odaklandığını belirten Babacan, bu minvalde Aydınlar
Ocağı’nı incelediğini ve burada çok net bir ekonomizm, kalkınma ve Batı dünyası
vurgusu görüldüğünden bahsetti. Türkiye’de ana akım muhafazakârlık ise bir
sentez fikrine dayanmaktadır: Teknik ile kültürün, maddiyat ile maneviyatın
sentezi. Kısaca, Türk tipi muhafazakârlık kendisini Anglo-Amerikan tipi muhafazakârlığa yaslayan ve bu konuda da son derece pozisyonel konum alışlara
açık bir muhafazakârlıktır. Bu daha çok yeni muhafazakârlık ve yeni sağın ortaya çıktığı Özal dönemiyle bu biçimi almıştır. Babacan’a göre Özal, liberal aklı
‘‘
Türk tipi
muhafazakârlıkla
kastedilen, teokratik
boyutlardan arınmış,
kültürel bir takım
öğelerle ifade edilen;
dinle kurduğu ilişkiyi
de bu boyutta
tanımlayan ve kuran bir
muhafazakârlıktır.
’’
Türkiye’ye getiren ve onu kurumsallaştırmış kişidir. Başka bir ifadeyle, ülkeye
ilk olarak iktisadi liberalizm girmiştir; yani Türkiye’deki liberalizm ilk aşamada
siyasi değil, iktisadi liberalizmdir. Fakat ikisi arasında zorunlu bir ilişki söz konusudur. Liberal akıl bütüncül bir özgürlük fikrine dayanmaktadır: Ekonomik ve
siyasi özgürlük. Özal’la gelen en büyük yenilik, ekonomizm olarak adlandırılan,
ekonomi merkezli bir düşünüşün inşa edilmiş olmasıdır. Eş deyişle, artık bir
şeyin öneminin, onun faydalı olup olmamasına göre belirlendiği bir düşünce
tarzı. Özal, Türkiye modernleşmesinin ana akımı olan bürokratik modernleşmeyi
kaldırmış ve yerine iktisadi rasyonalizme dayalı ticari ve mali bir modernleşme
getirmiştir. Yeni ahlâk düşüncesi ise piyasa ilişkileri tarafından belirlenmiştir.
Babacan’a göre Türkiye’de muhafazakârlık zihniyet olarak kapitalizme, piyasaya
çok yakın olmuştur. “Parayla ilişkiye girdikten sonra kültürel normlar bozuldu,
değişti” türünden bir anlayışı pek doğru bulmadığını belirten Babacan, problemin
ana kaynağının zihniyet düzlemleri, yani tasavvur kodlarıyla ilişkili olduğunu
belirtti. Piyasa aklı kendini toplumdaki ekonomi-politik akla hâkim kılmış ve bu
durum ise, belki de Türkiye tarihinde ilk kez gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle,
1980 öncesi Türkiye’de olmayan şey insanların zihin dünyalarında belirleyicilik
kazanmasıdır. Bu durum, örneğin Demokrat Parti döneminde görülmemiştir.
Babacan, bilindiği üzere, Özal’ın o dönemde Anadolu sermayesini teşvik ettiğini
ve ihracat odaklı bir ekonomiye geçiş yaptığını belirterek, bunu sadece Özal’a
mal etmemek gerektiğini, çünkü o dönemlerde ülke sosyolojisinin buna son
13
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
derece müsait olduğunu söyledi. Daha sonra ise Milli Görüş’ün Adil Düzen
projesinin bir düzen oluşturamadığını, çünkü projenin nasıl gerçekleştirileceğine dair pratik anlamda bir şey sunmadığını söyleyen Babacan, dolayısıyla
da bu proje bir slogandan öteye geçememiştir. Babacan’a göre, Türkiye’de
İslamcı siyaset hiçbir zaman muhafazakâr siyasetten ayrı olmamış, sorunlu
dönemlerde seküler devletle kurulan ilişki daima muhafazakârlık üzerinden
kurulmuştur. Örneğin, İslamcı siyaset 28 Şubat’ta muhafazakârlığa sığınmış,
bu da İslamcılıktaki muhafazakâr bakiyeyle alâkalı olmuştur. Bu noktada, 28
Şubat’ın bir kırılma sayılmaması gerektiğini belirten Babacan, “eskiden çok
mücahittik, şimdi çok müteahhidiz” gibi bir yaklaşımı doğru bulmadığını, bunun
söylemden öte bir geçerliliğinin olmadığını söyledi. “Ak Parti ise, bu sosyolojinin
devamının bir ürünüdür. Ak Parti’nin hatası ise bu yapıyı kurumsallaştırmak
olmuştur. Sonuç olarak da, İslam’ın bir piyasa dini olduğu türünden iddialar
yaygınlaşmıştır ve bu durum piyasa merkezli bir zihniyete uyumu göstermiştir.”
diyen Babacan, bu zihniyeti İslamcıların kanaat önderlerinin, cemaatlerinin
veya kurumsal yapılarının içselleştirilmesinin ise çok anlaşılabilir bir durum
olmadığını söyleyerek sunumunu noktaladı.
Bilgehan Alagöz
İran’ın Basra Körfezi Siyaseti
TEZAT | 2 Nisan 2016
Değerlendirme: Kemal Tarçın
Küresel Araştırmalar Merkezi, 2 Nisan Cumartesi günü TEZAT konuşma serisi
çerçevesinde Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nden Dr.
Bilgehan Alagöz’ü misafir etti. Alagöz, 2014 yılında tamamladığı “İran İslam
Cumhuriyeti Dış Politikasında Etkili Bir Unsur Olarak Güvenlikleştirme Siyaseti:
2003 Irak Savaşı Sonrası İran’ın Basra Körfezi Politikası” başlıklı doktora tezi
üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Sunumuna uluslararası ilişkiler disiplininde
alan araştırmalarının yeterince yer almadığına dair bir eleştiriyle başlayan
Alagöz, teorinin yanında tarih bilgisinin de önemine dikkat çekti. Ortadoğu’yu
ele alan çalışmalarda alanın kuramına ve kavramsal yapının ihmal edildiğini
14
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
ve uzmanlarının da bölgenin tarihsel ve sosyolojik bilgisine yeteri kadar eğilmediklerini sözlerine ekledi.
Tezinin konusunu genel bir çerçevede değerlendirirken bölgenin dış politikasının
anlaşılması için Basra Körfezi’ni anlamanın gerekliliğine ve Türkiye’de bu alanda
yapılan çalışmaların eksikliğine değinen Alagöz, Körfez’in İran dış politikasında
ciddi bir yer tuttuğuna işaret etti. Basra Körfezi’nin stratejik önemi, Körfezdeki
Arap ülkeleri için de meseleyi hayati bir yere taşıyor. Bu çerçevede körfez, İran
ve Arap ülkelerinin sinir uçlarından birini oluşturuyor.
Tezinin İran dış politikasıyla ilgili detaylarına değinmeden evvel kuramsal
tartışmalarını özetleyen Alagöz, disiplin içerisindeki kuruculuğu sebebiyle
realizmin mevcut gerçekliği açıklama kapasitesini ele aldı ve bu çerçevede
kısa bir eleştiri sundu. Güvenlik meselesinin erken dönemlerden beri realist
yaklaşım çerçevesinde ele alınmasına rağmen Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
realist güvenlik anlayışına çeşitli eleştiriler getirilmeye başlanmıştır. Avrupa’nın
bölgeselleşme eğilimindeki artış realizm ve konstrüktivizmi eklektik bir çerçevede ele alan Kopenhag Okulu’nun yaklaşımını ortaya çıkarmıştır. Bir güvenlik
sorununun temelinde gerçekten varoluşsal bir tehdit mi vardır, yoksa çeşitli
süreçler mi bir meseleyi varoluşsal tehdit haline getirir? Kopenhag Okulu’nun
güvenlik meselesine getirdiği eleştirinin temelinde bu soru vardır. Ancak bu
yaklaşım daha çok Avrupa tecrübesinin ışığında geliştirilmiştir. Alagöz ise bu
yaklaşımın dünya üzerinde başka bir bölge için ele alınıp alınamayacağını sormuş ve bu soruyu İran üzerinden cevapladı. Alagöz’e göre bu tartışma İran’ın
Basra Körfezi siyasetinde açıklayıcı bir rol oynayabilir.
Sunumunun ikinci kısmında daha çok İran’ın gerek kendi kamuoyuna gerekse
bölgesel ve küresel aktörlere yönelik ortaya koyduğu güvenlikleştirme siyasetini ele alan Alagöz, 1979 İran İslam Devrimi’yle gerek Ortadoğu’da gerekse
dünyada ciddi kırılmaların yaşandığını dile getirdi. Devrim’in ilk zamanlarından
başlayarak İran’ın gerek tarihsel gerekse coğrafi olarak sürekli tehditlerine işaret
edilmiştir. Şiiliğin geçmişi bu çerçevede, Kerbela gibi olaylar üzerinden İran siyasal
kimliğiyle önemli ölçüde mezcedilmiş ve İran’ın güvenlikleştirme siyasetinin
düşünsel zemini hazırlanmıştır. Bunun yanında toplumsal hafızada 10. ve 11.
yüzyıllardaki Arap istilalarının ve Emevilerle yaşananların canlı tutulması da bu
zeminin önemli bir parçasıdır. Yakın döneme gelindiğinde 19. yüzyıl sonu ve
20. yüzyıl başında İran üzerindeki İngiliz ve Rus emperyal rekabeti de önemli
bir yer tutar. Şah rejiminin ortaya çıkışı da Birinci Dünya Savaşı sonrasında
emperyalizme direnişi müteakiben olmuştur. Bu çerçevede Basra Körfezi ve
buradaki petrol potansiyeli önemli bir yer tutar. 1953’te Musaddık hükümetinin Amerika ve İngiltere işbirliğiyle devrilmesi, İran petrollerinin Musaddık
tarafından millileştirilmesi sonucunda olmuştur. Bu çerçevede daha sonraları
Şah’ın Amerika’yla iyi ilişkiler geliştirmesi, Şah karşıtlığını tırmandırmış ve 79
devrimine giden yolu açmıştır.
Çeşitli yıllarda güvenlikleştirme siyasetinin izlendiğine ve İran’ın Suudi Arabistan’ın petrol araması gibi aktiviteleri kendisi için ciddi güvenlik problemi olarak
gördüğüne değinen Alagöz’e göre bilhassa İran-Irak Savaşı, güvenlikleştirme
15
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
siyasetinin zeminini sağlamlaştırmıştır. Savaşla birlikte dış tehdit algısının
daha da keskinleştiğini ekleyen Alagöz, İran’ın yeni rejimi için bir nevi kurtuluş
savaşı olarak görüldüğünü ifade etti. Bu durum da Basra Körfezi’nde İran’dan
başka bütün devletlerin tehdit olarak görülebileceği algısına katkı sağlamıştır.
Hatta Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın kuruluşu da İran’ın körfezdeki hamlelerine
karşı olmuştur. Bu da güvenlikleştirme siyasetlerinin birbirini nasıl beslediğinin
açık bir örneği olarak görülebilir.
Her ne kadar farklı güvenlik sektörlerinden bahsetmek mümkün olsa da
Basra Körfezi özelinde askeri güvenliğin öne çıktığı gözlenebilir. Zira körfez,
silahlanmanın en yoğun yaşandığı yerdir ve genel itibariyle silahlanma yarışı
İran ve Suudi Arabistan arasındadır. Bu derece yoğun bir silahlanmanın siyasal
söylemleri ve dolayısıyla güvenlikleştirme meselesini de daha hassas hâle
getirdiğini ifade eden Alagöz, zaman zaman ülkelerin güvenlikleştirme siyasetlerinde ton düşürdüklerini ve böylelikle doğrudan çatışma riskini azaltmayı
tercih ettiklerini söyleyerek sunumunu sonlandırdı.
Mustafa Çelen
Kamu Hizmet Üretme Kapasitesi
ve Siyasi İstikrar
ÖZEL ETKİNLİK
KALKINMAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK | 9 Ocak 2016
Değerlendirme: İbrahim Akıl
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Kalkınmayı Yeniden Düşünmek serisinin ikinci
toplantısı Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü
öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Çelen’in sunumuyla devam etti. Söze
kamusal mal kavramının tanımıyla başlayan Çelen, kavramsal çerçeveyi özel
sektörde üretilmeyen ve devlet tarafından kamu için üretilmesi gereken mal
ve hizmetler olarak çizdi. Kamusal mallar, özel mal piyasası için tamamlayıcı
niteliktedir ve hem seçmen davranışlarını hem de siyasi partilerin seçim
stratejileri ve idari politikalarını belirleyici özellik taşır. 19. yy öncesi sadece
16
savunma ile ilgili meselelere konuyken, 19. yüzyıldan itibaren kamusal mal
kavramının anlamı genişlemiştir. O zamandan günümüze kadar olan dönemde
eğitim, sağlık gibi sektörlerde üretilen hizmetler de kamusal mal alanına gir-
KAM
mektedir. Tüm bunların beraberinde ortaya çıkan, kamusal malların finansmanı
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
sorunudur. Finansman devlet bütçesi ile sağlanırken bütçenin kaynağını da
vergiler oluşturmaktadır.
Çelen sözlerine, genişleyen kamu hizmetlerine paralel olarak vergilerin de
farklı alanlarda arttığını belirterek devam etti. Modernizm öncesi dönem için
devletlerde ortalama vergi yükü yaklaşık yüzde 3-5 iken bu rakamın modernizm sonrası yüzde 30’lara kadar yükseldiğini belirten Çelen, bu durumun
kaynak aktarım mekanizmasını da etkilediğini söyledi. Bu bağlamda siyasi
iktidarın vergilendirme ve kamu malları tercihleri aracılığıyla kaynak dağılımı
belirlenmiş, bir anlamda kaynak tahsisi ve vergi dağılımı siyasi iradeye göre
şekillenmiş oluyor.
Demokrasilerdeki klasik sağ-sol yaklaşımlarına da değinen Çelen, bu bağlamda
sağ görüşlü partilerde vergi ve kamu mallarıyla gerçekleşecek ekonomik güç
dağılımını çok fazla değiştirme eğilimi görülmediğini, buna karşın sol görüşlü
partilerin toplumsal ve ekonomik güç dengesini kamu malları ve vergilendirmeyle değiştirme eğiliminde olduklarını belirtti. Bunlara örnek olarak sağ
partiler daha çok asayiş, hukuk, adalet gibi alanlarda kamusal mal yaratmaya
çalışırken sol partiler çoğunlukla gelir dağılımını etkileyecek eğitim, sağlık
ve sosyal yardım gibi alanlarda kamusal mal üretmeye çalışırlar. Bu durum
karşısında rasyonel bir davranış gerçekleştirmesi beklenen seçmen kitleleri
kendi faydalarını maksimize etmek isteyeceklerinden, kendi sosyo-ekonomik
durumlarına göre seçim yapacaklardır.
Sözlerine bütçe programlarının geliri yeniden dağıtma aracı olduğunu vurgulayarak devam eden Çelen, üretim faktörlerinin piyasadan aldığı payla oluşan
gelir dağılımının vergi ve kamu mallarıyla şekillenen bütçeyle yeniden dağıtıldığını söyledi. Bu durum iktidarın siyasi bir kararıdır ve bunun neticesinde
farklı sosyal sınıflar farklı dağılımlarla vergilendirilmiş olur. Bütçe dengesi, kamu
mallarıyla ve vergi kaynağı denkliğiyle sağlanır ki artan vergi, siyasi istikrar
için bir anlamda oy kaybı iken, artan kamu malları oy kazancı olarak okunabilir. Bu anlamda siyasi partiler açısından kısa dönemde bütçe açıkları iktidar
vesilesi gibi görünürken aslında bu durumun uzun vadede sürdürülemeyeceği
de aşikârdır. Koalisyon yönetimi dönemlerinde kamu mallarının oluşumu ve
bütçeye yansımasının bakanlıkların paylaşımıyla ilişkili bir durum olduğunu
söyleyen Çelen, koalisyon dönemlerinde bakanlıkların sayısının artmasına
bağlı olarak harcamaların da arttığını belirtti. Yalnız, kamu harcamalarındaki
artış, karar mekanizmasındaki düzensizlikten dolayı kamu mallarının da bir o
kadar artması anlamına gelmiyor elbette.
Bu noktada 2002 öncesi dönemlerde fazla olan bakanlık sayılarının azaldığına işaret eden Çelen, 2002 sonrası dönemde bütçenin milli gelir içindeki
payı azalsa da, kamu hizmet üretme kapasitesinin arttığını söylüyor. Bunun
önemli sebeplerinden birinin, koalisyon dönemlerinde bütçe üzerindeki ağır faiz
17
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
yükleri olduğunu vurgulayan Çelen, “2002 sonrası borçların ve faizin azalması
sayesinde 2002 dönem sonrası vergi yükü çok fazla artmamıştır.” dedi. Son
dönemde uygulanan politikalarla vergilerin yükü dolaylı vergilere kayıyor ve bu
OECD ülkelerinin tam tersine vergilerin üçte ikisini oluşturuyor. Son 14 yıllık
dönemde iktidarın ürettiği eğitim, sağlık ve alt-orta sınıfa yönelik kamu malları
dolaylı vergilerle finanse edilmesiyle gelirin yeniden dağıtıldığını söyleyen Çelen,
bu durumun başarılı tablonun sebeplerinden biri olduğunu belirtti. Çelen, sözlerini gelecek iktidarlar için kamu hizmeti üretme kapasitesinin arttırılmasının
kitlelere hitap etmekte önemli bir faktör olacağının altını çizerek tamamladı.
Nurullah Gür
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Sosyal Güven, Bürokrasi
ve Refah Devleti
ÖZEL ETKİNLİK
KALKINMAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK | 27 Şubat 2016
Değerlendirme: Ferdi Çil
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Kalkınmayı Yeniden Düşünmek serisinin
üçüncüsünde kalkınma konusu tartışılmaya devam edildi. Bu çerçevede Merkez’in Şubat ayı konuğu Medipol Üniversitesi Ekonomi ve Finans Anabilim Dalı
öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Nurullah Gür’dü. Bu konuda araştırmaları
bulunan Gür, kalkınmayı bürokrasi ve refah devleti ile ilişkilendiren bir sunum
gerçekleştirdi.
18
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Nurullah Gür, konuşmasına güven kavramının literatürdeki kullanımını vererek başladı. Buna göre, güven kavramı pek çok alanda kullanıldığı için birçok
tanımı vardır. Mesela; mübadeledeki tarafların, birbirlerinin olası zayıflıklarını
istismar etmeyeceklerine karşılıklı olarak emin olmalarıdır. Güvenin başka
bir tanımı ise; birinin bir başkasına bilerek veya bilmeden zarar vermeyeceği
yahut diğerinin çıkarına göre hareket edeceği duygusudur. Güven, bireysel
güven ve sosyal güven olarak ayrılabilir. Bireysel güven; anneye, babaya,
amcaya, arkadaşa, iş yerindeki işçiye duyulan güven gibidir. Sosyal güven
ise toplumda doğrudan tanımadığımız diğer fertlere yönelik güvendir ki bu,
ülkelerin gelişimi ve kalkınması için çok gerekli bir husustur. Bu açıdan sosyal
güven daha önemlidir. Ekonomi geliştikçe aile fertlerinden veya etnik grubumuzdan bir yerde ayrışmamız ve başka insanlarla sosyal, ekonomik ve siyasi
aktivitelere girmemiz gerekir. Küçük bir şirketin ilk etapta sosyal güvene pek
ihtiyacı yoktur. Aile ve tanıdıklar çevresinde konumlandığından bireysel güven
yeterlidir. Profesyonelleşmek, ithalat-ihracat yapmak veya kurumsallaşmak
isteniyorsa aile yapısının dışına çıkılması gerekir.
Gür’e göre, sosyal güven meselesi ekonomi geliştikçe daha da önemli hâle gelir.
Danimarka toplumunda bireylerdeki sosyal güven olgusu %68, Türkiye’de ise
%10 civarındadır. Diğer taraftan Danimarka’da bir şirket kurmak için gereken
süre 1-5 gün arasında iken Türkiye’de veya gelir düzeyi düşük olan ülkelerde
bu süre 300-350 güne kadar çıkabilmektedir. Yine Danimarka’da bir şirket
kurmanın maliyeti yaklaşık 450 dolarken bu rakam Türkiye’de yaklaşık 1200
dolardır. Burada gerekli bürokratik işlemlerin fazlalığı ve işlem maliyetleri
ekonomiyi, dolayısıyla kalkınmayı da etkilemektedir. İnsanlar arasında güven
yoksa devreye bürokrasi girer. Düzenlemeler daha baskın hâle gelir. Zaman
israfı ve mali külfetler ortaya çıkar. Diğer taraftan karşılıklı güvenin sağlandığı
toplumlarda kurumlar daha etkin çalışır. Devletin temel kurumlarının bu güven
artışında rolü çok büyüktür. Devlet kurumlarının kalitesi ve işlevselliği arttıkça
sosyal güven de güçlenir. Bürokrasinin hakim olduğu yerde yolsuzluğa temas
etmek kaçınılmazdır; bürokrasi beraberinde yolsuzluğu getirir. İnsanların
birbirine güvenmesi burada çok önem arz etmektedir; çünkü güvenin bulunduğu ortamlarda bilgi paylaşımı artar, yolsuzluğa yönelim perçinlenir. Sosyal
güvenin sağlam olduğu bölgelerde kayıt dışı ekonomi de azdır. Buradaki asıl
mesele, eğer kişilerde yandaki dükkânın veya rakibinin vergi kaçırmadığına
ya da başka insanların bir ürünü vergi ödeyerek satın aldığına dair bir güven
varsa, o ürünü kayıt dışı bir şekilde almazlar ve üretmezler. Mesela toplumun
ihtiyaç duyduğu kan bağışında birbirini modellemekteki gibi, toplum çoğunlukla
kan bağışı yapma davranışı sergiliyorsa kişi, topluluk psikolojisiyle kan bağışı
yapmaya yönelir. Ancak toplumda bu yönde bir eğilim yoksa kişi de “Zaten
kimse yapmıyor. Ben niye yapayım?’ diye düşünebilir. Böyle bir durumda vergi
ahlâkının seviyesi düştükçe gittikçe düşer. Yanlış bir davranış normal hâle gelir.
Gür, konuşmasına “Refah devletin mantığı, adil şekilde vergi toplamak ve
bu vergiyi ortak alanlara, daha çok da dar gelire sahip insanların alanlarına
harcamaktır.” sözleriyle devam etti. Ancak bu mekanizma suistimal edilmeye
açıktır. İnsanlar toplanan verginin hak etmeyen yerlere gittiğini düşünürlerse
vergisini ödemez; böylece refah devlet mekanizması tıkanır. Bürokrasiyi ve
devleti etkileyen başka bir faktör, koalisyon yapma eğilimidir. Mesela kuzey
ülkelerinde koalisyon eğilimi vardır, buralarda istikrar da vardır. Koalisyon
yapanlar birbirlerine güveniyorlarsa koalisyon yapmak mantıklıdır. Eğer böyle
bir durum söz konusu değilse en mantıklı yol, tek partili hükümettir.
Gür’e göre güven kolay kaybedilen ve zor kazanılan bir duygudur. Güvenin belli
bir kısmının kalıtsal olduğu, yapılan çalışmalarla ortaya çıkarılmıştır. ABD’deki
bir çalışmada 2. ve 3. nesil göçmenlerin, atalarının yurdundaki güven seviyeleri
ile paralel oranda güvenilir oldukları sonucuna varılmıştır. Devlet, işini doğru
yapmayanı ciddi şekilde cezalandıran bir sistem kurabilse bu olumsuz durum
gelecek nesile aktarılmayacaktır. Diğer taraftan böyle bir durum işini doğru
yapanı da örselemektedir. Devlet, sınırlarını kesin çizgilerle belirlemelidir. Sistem,
19
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
suiistimal mahal vermemeli ve devleti kandırmaya çalışanlara ciddi yaptırımlar
uygulanmalıdır. Diyelim ki polis, trafikte bir aracı durdurduğunda vatandaşta
polisi ikna ederek cezadan kurtulma düşüncesi oluşuyorsa vatandaş o ilişkiyi
kullanıyor demektir.
Güven duygusuna eğitim açısından bakmak gerekirse öğreten odaklı ülkelerde,
toplumda güven duygusu zedelenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğitim
programında grup çalışmasının yer aldığı, öğrenciyi düşünmeye sevk eden ve
problemlerin beraberce aşılmasına dayanan eğitim sistemlerinde öğrencilerin
güven duygusunun arttığı ortaya çıkmıştır. Grup çalışması yapmaya teşvik
edilen çocuklara küçük yaşlardan itibaren sorumluluk ve güven duygusu
kazandırılmış olur.
Güvensiz bir ortamda iş yapmanın bir de işlem maliyeti vardır. Zaman maliyeti
ise apayrı bir unsurdur. Burada birkaç soru sorulabilir: “Devlet nasıl yapılanmalı
ki buna bir çözüm bulunsun? Devlet, sosyal güvenin oluşmamasına katkıda mı
bulunuyor? Devlet neden bu sosyal güveni arttırıcı önlemler almamaktadır?
Politikacılar neden böyle bir sistem kurma çabasına girmiyorlar? Acaba bu
bile bile lades midir?” gibi sorular karşımıza çıkabilir. Sosyal güveni artırmak;
devletin kurumlarının daha sağlam hâle getirilmesi ve hukukun daha işlevsel
düzeye çıkarılmasına bağlıdır. Sosyal güven sağlandığı zaman kalkınmaya,
ilerlemeye katkı sağlanacağı ise aşikârdır.
Mevlüt Tatlıyer
ÖZEL ETKİNLİK
KALKINMAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK | 16 Nisan 2016
Türkiye’de Tasarruf Eğilimi:
Nereye Gidiyoruz?
Değerlendirme: Nurullah Gür
İstanbul Medipol Üniversitesi Ekonomi ve Finans Bölümü Öğretim Üyesi Mevlüt Tatlıyer, Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Kalkınmayı Yeniden Düşünmek
toplantı serisinin dördüncü toplantısında “Türkiye’de Tasarruf Eğilimi: Nereye
Gidiyoruz?” başlıklı bir sunum yaptı. Tatlıyer, Türkiye’de özel tasarruf düzeyinin
20
2000’li yıllarla birlikte önemli bir düşüş trendine girdiğinin altını çizdi. 2001
yılında % 25.5 olan tasarruf düzeyi, 2014 itibariyle % 11.7’ye kadar gerilemiştir. Yatırımlarda aynı dönemde görülen artış ise Türkiye’de tasarruf açığının
KAM
oluşmasına neden olmuştur. Tatlıyer, Türkiye’deki mevcut tasarruf oranlarının
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
yatırımları ve ekonomik büyümeyi destekleme konusunda çok yetersiz kaldığını
belirtmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de tasarrufların son dönemde neden düşme
eğiliminde olduğunun ortaya konulması, sorunun çözümüne yönelik politika
önermelerinde bulunmak için önem arz etmektedir.
Tatlıyer’e göre, tasarruf oranının azalmasının altında yatan ilk neden, 2000’li
yıllarda bankacılık sektörünün vermiş olduğu kredilerdeki hızlı artıştır. Kredi
hacminin ciddi biçimde genişlemesi hane halklarının çok daha kolay borçlanabilmesinin önünü açarak tasarruf yapma eğilimini ve tasarruf düzeyini
azaltmıştır. Tatlıyer, Türkiye’de tasarruf oranını düşüren diğer faktörün ise,
ekonomide azalan belirsizlikler olduğunu belirtti. Tatlıyer, Türkiye’de enflasyonun tek haneli rakamlara inmesinin gelecekle ilgili belirsizlikleri azaltarak
tasarrufları düşürmüş olabileceğini ileri sürdü. Belirsizlikleri azaltarak tasarrufların düşmesine neden olabilecek bir diğer faktör ise sosyal güvencedir.
Gelişmiş bir sosyal güvenlik kurumunun bulunduğu ülkelerde bireylerin ihtiyati
olarak tasarruf etmelerine pek fazla gerek kalmayacaktır. Buna göre Türkiye’de
2000’li yıllarla birlikte hızla genişleyen evrensel sağlık sigortası, yaygın işsizlik
maaşı, makul ölçülerde emeklilik maaşı, yoksullara yardım gibi sosyal devlet
uygulamaları bu minvalde tasarruflar üzerinde negatif yönlü bir etkiye sahip
olmuştur. Tatlıyer, 1990’lı yıllarda Türkiye ekonomisinin oldukça kaotik bir görünüm sergilemesinin, verilen kamu bütçesi açıklarının ve bankacılık sektörünün
oldukça kötü bir durumda olmasının, tasarruf düzeyinin bu süreçte düşmesini
engellediğini ve hatta tasarrufları artırdığını, 2000’li yıllarla birlikte ise istikrarın
sağlanması sonucunda da ertelenmiş tüketim dalgasının vurmasıyla birlikte de
tasarrufların azaldığını söyledi.
Tatlıyer’in ortaya koyduğu analize göre tasarruf düzeyinin düşmesine neden
olduğu düşünülen faktörler haddi zatında olumsuz gelişmeler değil; bilakis
-özellikle sosyal devlet uygulamalarının yaygınlaşması ve enflasyonun tek haneli
rakamlara düşürülmesi gibi- oldukça iyi gelişmelerdir. Bu açıdan, denilebilir
ki her ekonomik ve toplumsal platonun kendine has şartları bulunmaktadır
ve bugünün Türkiye’sinde tasarruf oranını istenilen düzeye çekebilmek için
günün şartlarına uygun politikalar üretilmesi gerekmektedir. Tasarruf düzeyini yükseltebilmek için direkt olarak halka yönelik bilinçlendirme ve bireysel
emeklilik sistemi (BES) gibi teşvik çalışmaları yapılabileceği gibi, akıllı iktisat
politikalarıyla istenilen sonuçların elde edilmesine çalışılabilir.
Ancak tasarrufları artırmaya çalışmanın hiç de kolay bir süreç olmayacağını
dillendiren Tatlıyer’e göre, öncelikli olarak bilinçlendirme ve teşvik çalışmaları
ancak marjinal düzeyde işe yaramakta, hangi iktisat politikalarının asıl etkiyi
sağlayacağı sorusu ise havada kalmaktadır. Bu noktada, bankacılık sektöründe
devam edegelen kredi genişlemesini yavaşlatma ve hatta durdurma -muhtemeldir ki- tasarruf oranlarını yukarıya taşıyacaktır; fakat bu uygulama ekonomi
21
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
üzerinde çok ciddi bir tahribata yol açabilir. Bu nedenle çok dikkatli olunması
gerektiğini vurgulayan Tatlıyer, nihai tahlilde, tasarruf düzeyini yükseltmenin
yolunun bankacılık sektörünü düzenlemekten geçtiğini belirterek sunumunu
tamamladı.
Ahmet Okumuş
Bir Kavram Olarak Adalet
KÜRESEL SİYASET VE ADALET KONUŞMALARI
20 Şubat 2016
Değerlendirme: Hüseyin Etil
Küresel Araştırmalar Merkezi, geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde Küresel Siyaset
ve Adalet Konuşmaları başlıklı yeni bir tartışma dizisi başlattı. Programda
merkezi bir kavram olan adaletin bir dizi konuşmayla etraflıca değerlendirilmesi öngörülüyor. İki alt bölüm hâlinde gerçekleştirilecek olan konuşmaların
ilk bölümünde kavramın tarihsel ve teorik arka planı, geçmişten günümüze ele
alınış biçimleri; ikinci bölümünde ise küresel siyaset içinde adalet kavramının
‘‘
Klasik nizam-ı âlemde
şeylerin doğal yerlerine
meyletmeleri, aynı
zamanda herkesin
hayrına olanı da
gösterir.
’’
vuku buluş tarzları irdelenecektir. Serinin ilk konuşmacısı, Şehir Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi öğretim üyelerinden, Bilim ve Sanat Vakfı
başkanlığını yürüten Yrd. Doç. Dr. Ahmet Okumuş’tu.
Ahmet Okumuş, “Bir Kavram Olarak Adalet” başlıklı sunumunda adalet kavramının
tarihsel dönüşümlerini ana hatlarıyla ele aldı. 19. yüzyılla birlikte görece geriye
düşmüş olsa da, esasen kadim bir bahis olan adalet mevzuu, Okumuş’a göre,
beşerin âlemdeki yerine ilişkin ilk söyleyişlerde karşımıza çıkmaktadır. Klasik
dönemde adalet, tarafların payını istediği, “Benim payım nedir?” diye sorduğu
bir erdemdir. Okumuş, adalet kavramını klasik siyaset tasavvuruna bağlayan
hususun da burası olduğunu hatırlattı. Buna göre, klasik siyaset, ‘doğru yer
ilmi’ anlamına gelir. Şeylerin ideal konumuyla ilgilenen kadim siyaset anlayışı
bu yüzden topografik bir imaj çizer. Bu imaj kimin nerede duracağını gösterir.
Topografik siyaset düşüncesi, her şeyin doğal yerine meylettiği klasik kozmoloji anlayışından esinlenmiştir. Klasik nizam-ı âlemde şeylerin doğal yerlerine
meyletmeleri, aynı zamanda herkesin hayrına olanı da gösterir. Adaletin paylamasıyla doğru yerin gösterilmesi bu nedenle üst üste biner. Okumuş’a göre
22
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
bu fikriyatın klasik dönemdeki tipik ismi Platon’dur. Platon, doğru düzen olarak
adalet anlayışının ilk örneğini verir. Bu örneklik aynı zamanda model olarak
adalet anlayışının da güzel bir temsilidir. Platon’un Devlet’i, orta zamanların
büyük varlık zinciri, Marx’ın sınıfsız toplumu, model olarak adalet geleneğinin
farklı dönemlerdeki ifadeleridir. Topografik imaj uzun yıllar boyunca adalete
ilişkin sezgilerimizin ve idare etme tavrımızın temel referansı olmuştur. Buna
karşın adalete dair pratik duyumsamamız sanki bunun aksini söyler. Bu modelin ileri sürdüğü gibi, bizim tecrübemiz, önce adaleti idrak edip sonra onun
tesis edilmesini izlemez; aksine önce adaletsizliği duyumsarız, sonra tamir
ve tashih yoluna gideriz. Bu nedenle ilk hâl, olsa olsa masumiyet olabilir. Yani
“adalet, adaletsizlik ve ikâmesi” değil, “masumiyet, adaletsizlik ve ikâmesi”
şeklinde bir yol izleriz.
Okumuş, doğru yer fikrine dayanan adalet anlayışının modernlikle birlikte
sarsıldığını söyledi. Klasik adalet tasavvuru, tarihsel-sosyolojik bir dizi hadisenin sonucu olarak ortadan kaybolmuşa benziyor. Artık biz, sosyal hareketliliğin ilkece kabul edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Bunun yanında zihniyet
planında modern bilim oluştu, klasik kozmolojide ise derinden revizyonlar
gerçekleşti. Tarihsel-sosyolojik ve zihinsel devrimlerle peyderpey doğal yer
ve doğal hiyerarşiler fikrini makul kılan ne varsa zayıfladı. Bu gelişmeler neticesinde adalet kavramı artık başka bir anlamda kullanılıyor. Kavramlar tarihi
üzerine çalışanlar, birkaç yüzyıldır kavramların semantiğinin dönüştüğünden
ve yeni semantiklerin ortaya çıktığından bahsediyorlar. Koselleck, bu olguyu
“kavramların zamansallaşması” şeklinde ifadelendiriyor. Topografik imajdan
zamansal imaja geçişle birlikte açıklık, olumsallık, belirlenmemişlik ima eden
yeni semantikler gelişmiştir. Günümüzdeki demokrasinin tanımsızlığı, adaletin beklenti ufkuna havale edilmesi gibi olgular bu durumun tezahürüdür.
Peki, bu olgu adalet teorisi açısından ne gibi sonuçlar doğurmaktadır? Yer
gösteremiyorsak ütopyalara yüzümüzü mü döneceğiz? Adalet, ütopyalarda
‘‘
Doğal yer fikrinin geçerli
olmadığı, kavramların
zamansallaştığı,
olumsallığın evetlendiği
ve ahlâki-siyasi
kavramların Mutlak’tan
uzaklaştığı aşamada,
adaletin hakikatle
rabıtası da kopmuştur.
’’
yeni bir siyasi janra olarak devreye girmiş ve yeni imkânlar sunmuştur. Ancak
ütopyalar bile, doğru yer kavrayışını kendilerine özgü tarzda sürdürmüşlerdir.
Doğal yer anlayışı terk edildiğinde, model olarak adalet yaklaşımı şaibeli hâle
gelir. Adaleti düzen tasarımında çizen yaklaşımların yerini; usuli, prosedürel
çizimler aldı; işin ve oyunun kurallarını gösterme, yer göstermenin önüne
geçti. Adalet vizyonları yeni dönemde hakikat olarak sunulmaz. Hakikat yerine
makuliyet fikri öne çıkmaktadır.
Metodolojik ve epistemolojik sonuçlardan başka, doğru yer anlayışının zayıflaması birtakım ahlâki ve siyasi sonuçlara da neden oldu. Doğru yer, o yerle
iliştirilmiş erdemleri ihtiva eder. Yeriniz neyse o yer için hususi erdemler vardır.
O erdemler o yerde bulunanın hayrınadır. Bu nedenle yöneticilerin erdemi ile
savaşanların erdemi farklıdır ve bu farklılık olumludur. Ama adalet, erdemlerin
şahı olduğu için herkeste bulunması gerekir. Ancak bu erdem anlayışı ve ona
bağlı adalet anlayışı yukarıda andığımız gelişmeler neticesinde değişmiştir.
Adalet giderek karakter özelliği olmaktan çıkarak sosyal kurumların erdemine
dönüşmüştür. Sonuçta adalet kimseye yerini ve o yerin erdemlerini göstermekle
23
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
ilgilenmez; fakat herkesin kendi yerini bulma hakkını hukuken teminat altına
almakla ilgilenir. Yeni kavrayış açısından ‘senin için iyi olan şudur’ tavrı oldukça
paternalisttir. Bu bakımdan adalet, yeni durumda kimseye neyin iyi olduğunu
söylemekle değil; herkesin herhangi bir iyiyi seçme, benimseme ve terk etme
hakkıyla ilgilenir. Bir diğer önemli dönüşüm de bu bağlamda açığa çıkmaktadır.
Yeni dönemde adalete dair erdem ve iyi fikrinden çok, hak ve haklar mefhumunun merkezileştiğini görüyoruz. Hareket özgürlüğü kabul edildiğinden dolayı
kimseyi bir yere hapsetmek ilkece mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde
hakları içermeyen adalet vizyonunun karşılık bulması neredeyse imkânsızdır.
Son olarak Okumuş, klasik adalet tasavvurunda yaşanan dönüşümün liyakat
üzerinde yarattığı sonuçlara değindi. Herkesin layığını bulması anlamında klasik
liyakat anlayışı, klasik adalet tasavvuru açısından çok merkezi bir temadır. Klasiklerin kadim liyakat sorunu, doğal yer fikrinin ortadan kalkmasıyla bambaşka
bir hâl aldı. Okumuş, konuşmasının sonunda, doğal yer fikri sarsıldığı için artık
kimsenin kendi yetenekleri üzerinde hak iddia edemez olduğunu belirterek
sözlerini noktaladı.
Hızır Murat Köse
İslam Siyaset Düşüncesinde
Adalet Fikri
KÜRESEL SİYASET VE ADALET KONUŞMALARI
26 Mart 2016
Değerlendirme: Habil Sağlam
Küresel Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen Küresel Siyaset ve Adalet
Konuşmaları’nın ikincisi, İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim
üyesi Yrd. Doç. Dr. Hızır Murat Köse’nin katılımıyla gerçekleştirildi. Konuşmasına
İslam siyasi düşünce tarihinde adalet meselesi etrafında yazılmış çok sayıda
metnin her birinden bahsetmenin mümkün olmadığını belirterek başlayan Köse,
bu duruma gerekçe olarak tarihsel süreçte adalet üzerine tartışmaya elverişli
bir vasatın oluşmamasını gösteren ve İslam tarihini bütünüyle bir ‘zulümler
tarihi’ şeklinde sunan yaklaşımları hatırlatarak bu türden okumalara şüpheyle
24
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
yaklaşılması gerektiğini ifade etti. Köse, bir kavramın canlılığını ölçmenin onun
metinler içerisindeki canlılığıyla ölçülebileceğini, siyasi düşünce tarihimizde
adaletin de her daim karşılaşılan bir kelime olduğunun altını çizerek adalet
kavramının sistematik biçimde ele alınmamış oluşu ile yokluğu arasındaki farka
işaret etti. Konuşmanın başlığı olan “İslam Siyaset Düşüncesinde Adalet Fikri”
ifadesi üzerinde duran Köse, İslam ve siyaset gibi genelleyici ifadelerinin bu
şekilde bir araya getirilmesinin oluşturduğu zorluklara dikkat çekerek sosyal
bilimler literatürü üzerinden İslam’da siyaset meselesini konuşmanın da bir
başka temel problemi teşkil ettiğini belirtti. Adalet ve türevi kelimelerin Kuran’da çok defa geçtiğini fakat bu ifadelerin hemen hemen hepsinin bugünkü
anladığımız anlamıyla siyasetle ilgili olmadığını belirten Köse, adalet kelimesinin yaratılıştaki adalet, hukuki anlamda adalet, eşler arasındaki adalet, borcu
yazmada adalet, şahitlik etmede adalet gibi farklı şekillerdeki kullanımları
bulunduğunu belirttikten sonra Köse, İslam siyaset düşüncesinin ana metinlerindeki kullanımlarına geçti.
Hızır Murat Köse’nin konuya örnek olarak üzerinde durduğu ilk metin Necmeddin-i Dâye’nin Mirsadü’l-ibad adlı eserinin siyaseti konu alan beşinci bölümüydü.
Siyasetten bahseden bu tasavvufi metinde, padişaha adaletle ilgili nasihatlerde
bulunulduğunu belirten Köse, literatürde sufilerin siyasete menfi baktığına ilişkin
genel bir kanı olduğunu hâlbuki Necmeddin-i Dâye’nin bu metninde belirgin bir
siyaset tasavvuruyla karşılaşıldığını söyledi. Necmeddin-i Dâye, bizim siyaset
olarak bildiğimiz tedbirü’l-medineyi anlatırken kanunların menşeini tabiî ve va’zî
olarak ikiye ayırıyor. Va’zî olanlar, bir iradenin vaz ettiği kanunlardır. Bunun
bizdeki karşılığı ibadattır; bunu tedbirü’l-nefs gibi görüyor. Tedbirü’l-menzil ise
nikah ve muamelat ile ilgili işlemlerdir. Hadleri ise tedbirü’l-menzil çerçevesinde
değerlendiriyor ve bunların tamamının ilm-i fıkh şemsiyesi altında bulunduğunu söylüyor. Adalet müsavattan ibaret olduğunu, müsavatın da beraberlik
‘‘
İbn-i Haldun adaleti
tartışmaz; çünkü
metninin tamamında
farklı vesilelerle adalet
meselesi üzerinde durur.
Zulüm için bir bahis
açmıştır; ‘Zulüm umranı
harap eder’ der.
’’
olduğunu belirtiyor. Kesret alemi ise vahdet aleminin bir yansımasıdır. Eflatun’u
bu şekilde kullanıyor. “Adalettir vasattır, adalet itidaldir.” diyor. Klasik felsefenin
tasnifiyle insanın üç kuvvesi olan kuvveyi natıka, gazaviyye ve şehvetten üç
erdem çıkartıyor: Hikmet, şecaat ve iffet. Bunların ifrat ve tefritleri var. Hikmetinki kurnazlık ve ahmaklık, şecaatinki deli cesareti ve korkaklık, iffetinki
de azgınlık ve isteksizlik. Burada itidali sağlıyorsanız Necmeddin-i Dâye’ye
göre bu dengenin adı adalettir. Adaletin ifratının tefritinin olup olmadığı ise
tartışılmıştır; genel kabul, olmadığı yönündedir. Eski Yunan’dan gelen klasik
erdem ve adalet anlayışının bizde aldığı şekil anahatlarıyla bu şekildedir.
Turtûşî üzerinden söyleyecek olursak İslam düşüncesinde bir ahkâm ve siyaset ayrımı yapılmıştır. Ahkâm hükümler; siyaset ise bunun takibi, kontrolü,
cezalandırma vb. işlemlerdir. Bir kanun ve ahkâm var, buna sürekli eklemeler
yapılıyor denilebilir. Fıkıh var, fıkhın içinden siyaseti işaret eden Ahkâmü’s-sultaniye gibi eserler çıkmış; ama ortada tek bir ahkâm ve belli bir yasa koyucu var.
Bu, yasayı açmaya yahut yasaların bıraktığı boşlukları doldurmaya eğilimli bir
siyaset anlayışıdır. Dolayısıyla Ahkâmü’s-sultaniye kitaplarında adalet kelimesini
siyasi manâsıyla çok fazla görmüyorsunuz. Ahkâm zaten o işlevi görüyor. Bu
25
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
yüzden İslam siyaset düşüncesinde adaleti çalıştığımızda, Maverdî bunu açıkça
tartışmadığı için bu konuya yer veren İbn-i Cem’a’ya gitmek durumundayız.
İbn-i Cem’a adalet-ihsan ilişkisine bakar ve adaleti memleketin ruhu şeklinde
tasavvur eder. Adalet sayesinde mamurluk olur, şükür adalet sayesinde gerçekleşir. Yönetici adaleti ile Allah’a şükretmiş olur. İbn-i Cem’a küfrün adil olup
bu şekilde yaşayabileceğini de söylüyor.
Siyasetle ilgili metinler de kendi içerisinde tasnif edilebilir. İnsanın kendisiyle
olan ilişkisini tedbirü’l-nefs ve ahlâk çerçevesinde ele alan Necmeddin Dâye
ve Kınalızâde gibi isimlerin ardından insanın insanla olan ilişkisine geçildiğinde
burada siyasetnamelerden, Ahkâmü’s-sultaniyelerden, Nasihatü’l-mülk gibi
eserlerden oluşan başka bir literatür söz konusudur. Bu tarz metinlerin ilki
Tahir bin Hüseyin’e aittir; oğlu Abdullah’a yazdığı altı sayfalık bir mektuptur.
Erken bir tarihte yazılmış olmasına rağmen kavramların son derece oturmuş
olduğu, yoğun bir metindir. Mektup, oğluna takvalı olmasını öğütleyerek başlar. Raiyyeyi korumasını nasihat ettikten sonra “(...) sana adalet lazımdır,” der.
Beş vakit namaza ve sünnete riayet etmesini söyler. Ardından istihare gelir;
bu kavram, bir karar verirken Allah’tan yardım dilemek, ona dua etmek ya da
istihare namazı olarak da kabul edilebilir. İktisadın rüşt’e, rüştün tevfik’e, onun
da saadet’e götüreceğini anlatır. Mahmut siyaset (övülmüş siyaset) ibaresini
kullanıyor. “Fukara ve miskinlere bakacaksın.” der; sosyal adalet bakımından
bu da ilginçtir. İsrafa kaçmadan ihtiyaçları karşılamakla yükümlü olduğunu,
fakat insanoğlu için maddi tatminin imkânsızlığından ötürü harcamalarında
dikkatli davranması gerektiğini söylüyor. Bu aslında modern siyasetin meşruiyet krizlerinden biri olarak görülen vaatleri yerine getirememe meselesiyle de
ilişkilendirilebilir. Adaleti üçe ayırır: Malda adalet, sözde adalet ve fiilde adalet.
Malda adalette, gelir-gideri uygun şekilde alma ve dağıtma hususu. Sözde
adalet ile âlimlerle olan ilişkisinde dikkat etmesi gereken inceliklere işaret
ediliyor, fiilde adalet ise ceza ile ilgili konuları kapsıyor.
Turtûşî ise adaleti ikiye ayırır: Birincisi ilahi adalet, ikincisi şibih (adalete benzeyen), yani ıstılahî. Istılahı ise üzerinde uzlaşılan şey olarak anlatıyor. Nebevi
adalet şeriata dayalı, esasını şeriattan alan adaletken diğeri akla dayanır.
Siyaset, kaynağı açısından akıldan yahut vahiyden gelmesine göre, amaç
26
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
açısından ise sadece dünyayı yahut hem dünyayı hem ahireti hedeflemesi
şeklinde tasnif ediliyor.
İbn-i Haldun adaleti tartışmaz. Çünkü zaten metninin tamamında farklı vesilelerle adalet meselesi üzerinde durur. Zulüm için bir bahis açmıştır; “Zulüm
umranı harap eder.” der. İtidalle ilgili bir diğer bahis vardır. Siyasetteki sertlik
meselesiyle ilgili bu bölümde sultanın şefkatine dikkat çekiliyor. Siyaset, yapı
itibariyle riskli bir alan olduğu için bu noktada itidali tavsiye etmektedir. Bu
bağlamda yöneticilerin de fazla zeki olmaması gerektiğini söylüyor, hayat orta
yollu olduğu için dâhinin topluma kendi seviyesini dayatmasının itidali bozup
zulmü doğuracağını söylüyor.
Köse, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Adaletin bir tanımını yapmaya
çalışmadım. Allah’ın Adl ismi var, bir nizam ve inayeti var. Bizler onun içerisinde
yaşıyoruz. Kelâmi mezheplerin çıkışını da etkileyen, Emevilerle birlikte başlayan
‘zalim sultan’ meselesine ve sultan zulmederse bu zulmün kime atfedileceği
etrafındaki kelâmi tartışmalara hiç girmedim. Bütün bu konuştuklarımızın yaşadığı bir dünya vardı ve o dünya şu anda yok. Bu yüzden bu metinlere nüfuz
edebilmek de zorlaşıyor. Sözü edilen dönemlerde herkese hakkının verilmesi
esasına dayanan bir nizam ve bu nizamın işlemesi esasına dayanan bir anlayış
hâkimken bugün değişmeye dayalı bir anlayış hüküm sürüyor.”
Mustafa Özel
Yönetmek Ne Etmektir?
Değerlendirme: Melih Torlak
ETKİN YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ 25 | 16 Mayıs 2016
Etkin Yönetim Söyleşileri’nin yirmi beşincisi Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr.
Mustafa Özel ile “Yönetmek Ne Etmektir?” başlığıyla gerçekleşti. 2016 yılında
Küre Yayınları’ndan çıkan Yöneticilik Dersleri kitabı çerçevesinde Özel, tecrübe ve
bilgi birikimini dinleyicilerle paylaştı. Özel, geniş bir katılımcı kitlesiyle kitabının
temel çerçevesini kendi tanıklıkları dâhilinde tartıştı.
Söyleşiye kendi hayatından örneklerle başlayan Özel, mezuniyet sonrası
akademik alanda çalışmak istediğini ancak bunun mümkün olmadığını, çok
istememesine karşın kariyerine İstanbul Bankası’nda bankacı olarak başladığını ifade etti. Üç yıl çalıştıktan sonra askerlik görevini yapan Özel, Türkiye
Dış Ticaret Derneği’nde göreve başladı, ardından Faysal Dış Ticaret Şirketinde
Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulundu. Ardından Sabri Ülker’in yanında
danışman olarak göreve başladı. Yabancılar ile iletişim sağlamasında Sabri Bey’e
yardımcı olarak yanında bulundu. Özel, daha sonraki yıllarda başka şirketlerde
yapacağı danışmanlık işlerinde kullandığı bilgilerin yarısını Sabri Bey’den öğrendiğine dikkat çekti. İşlerin sistemli şekilde nasıl yapıldığına, otoritenin güç
kullanmadan nasıl oluşturulduğuna, itimadın büyük işleri nasıl da tetiklediğine
şahit olan Özel, Ülker ile çalışan işletme sahiplerinin çekleri imzalayıp alınan
mal karşılığında üzerini doldurması için Sabri Bey’e göndererek kendisine büyük
27
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
bir itimat gösterdiklerine vurgu yaptı. Özel’e göre dürüstlük değeri üzerinde
yükselen bu güven ilişkisi, Ülker’in büyümesine ciddi katkılar sağlamıştır.
Özel’in ifadesiyle “Her büyük yöneticinin bir ağırlık noktası vardır. Vehbi Koç’un
ağırlık noktası ‘önce hesabını bilmek’tir. Bir işe girişmeden önce o işle ilgili
olumlu-olumsuz tüm hesaplamaları görmek ister, sadece kâr eden bir projeye
inanmaz, mutlaka olumsuz olabilecek yönlerinin de hesaplanmasını isterdi.
Sakıp Sabancı’nın ağırlık noktası ise, ‘önce adamını bulmak’ idi. Sektördeki en
tecrübeli kişiyi bulup transfer eder ve tam yetki ile donatırdı. Patron olmasına
karşın Sakıp Bey, tecrübeli çalışanın karşısında önünü ilikler, saygıda kusur
etmezdi.” Yönetim gurusu Jim Collins de kitaplarında ‘önce adam, sonra yol’
diyerek Sakıp Bey’i tasdik etmektedir.
Özel’e göre danışmanlığın %90’ı hava işi, %10’u ise bilgi işidir. Kişileri/kurumları
‘‘
’’
havaya sokmak olumlu bir iştir. Şirketlerin dışardan olumlu havaya ihtiyaçları
vardır. Danışmanlık yaptığı bir şirkette, Adrian J. Slywotzky’nin Kâr Bölgesi kitabının birinci bölümünü şirket yöneticileri ile beraber okumaya başlamış, Özel’in
Luther, ‘Para insanın
çıkardığı notlardan çok daha fazlasını şirket yöneticileri ortaya çıkarmışlar. Bunu
şeytanla anlaşmasıdır’
gören yöneticiler, kitabın geri kalan bölümlerini de beraber okumaya devam
der. Goethe’ye göre kâğıt
etmişler. Eflatun, “Filozoflar bileyi taşı gibidirler; kendi başlarına faydalı olama-
para, devletin şeytanla
anlaşmasıdır.
yabilirler ancak siz ona sürtündükçe daha keskin hâle gelirler, işlersiniz.” der.
Gazali’yi hem siyasi hem de ekonomik olarak okursak liderliğin Tanrı’ya öykünmek olduğunu söyleyen Özel’e göre, düzeni sağlaması açısından olumlu
ancak büyüklenmeye ve kibire yol açması açısından olumsuz bir durumu
ifade etmektedir. Son on yıl içinde çok sayıda roman okuduğunu ifade eden
Özel, söyleşi içinde zaman zaman büyük romancılara da atıflar yaptı. Büyük
romancıların günümüz insanları ve kurumları hakkında, birkaç asır öncesinden
yazdıklarıına vurgu yaptı. Özel’e göre büyük romancılar geleceğin tarihini yazarlar: “Büyük romancılar hepimizin hikâyesini yazmışlardır. Roman kurguya
dayanır, sosyal bilimler daha fazla kurguyla dolu olmasına rağmen nesnel ve
bilim olduğunu iddia eder. Yine de romanlar daha merttir. Goethe, büyük bir
iktisatçıdır. Modern dönemin siyasi liderleri, işin farkında olmadan iktisadi kişi
28
ve kurumlar (paraya hükmedenler) tarafından yönlendirilmektedirler. Luther,
‘Para insanın şeytanla anlaşmasıdır.’ der. Goethe’ye göre kâğıt para devletin
şeytanla anlaşmasıdır. Cervantes’e göre, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, ilişkiler
KAM
o kadar bozulmuş ki hakikati ancak bir deli söyleyebilir. Don Kişot kitabı, ciddi
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
arka planı olan bir eserdir. Bu konuda Goethe ise, ‘en dalgacı geçinen kişi
hakikate en yakın olandır,’ der.”
Özel’e göre, üç aşamalık liderlik süreci vardır: FB (Fenerbahçe), CB (Cimbom),
SB (Siyah-Beyaz). İyi liderler Fenerbahçelidir (FB), yani Farklı Bakan kişilerdir.
Alparslan, Osman Gazi, Bill Gates bunun güzel örnekleridir. Organizasyon
büyüdükçe tek bir girişimci yeterli olmadığından birden farklı bakışın yer aldığı
organizasyonlara geçiş olmalıdır. Bunun için, farklı bakan kişinin ödüllendirildiği
bir yönetim ikliminin oluşturulduğu Cemiyetçi Bakış (CB) olmalıdır. Sonrasında
ise Stratejik Bakış (SB) gereklidir; yani “rakibini hesabını hesaba katarak hesap
yapma” olayıdır. 1982 yılında Metin Erksan’ın senaryosunu yazıp yönettiği
Preveze’den Önce adlı belgeselde, Preveze S,avaşı öncesinde Hayreddin Barbaros Paşa, Andrea Dorya’nın Osmanlı’nın nasıl hareket edeceğini düşünerek
hazırladığı savaş planını tahmin ederek bu planı alt edecek bir savaş planı
hazırlamış, böylece stratejik bir üstünlük elde etmiş ve savaşı kazanmıştı.
Söyleşinin son dakikalarında Özel, güçlü sosyolojik analiz yapabilmesi neticesinde anlattığı anılar ile Cem Yılmaz’ın çağdaş bir yönetim filozofu olduğunu
söyledi. Özel, aile şirketlerin talihsizliğinin ‘köylü’ olmalarından kaynaklandığına
vurgu yaptı: “Köyde her şey (tarla, sapan vs.) mülkümüzdür. Dolayısıyla şirketleri de mülk gibi görüyoruz.” Özel, MÜSİAD’a (Müstakil Sanayici ve İşadamları
Derneği) sürekli olarak şu tavsiyeyi yaptığını ifade etti: “Sermayeyi servete
dönüştürmeyin. Şirketler değil hisseler mülkünüzdür.”
Mert Bilgin
Enerjide Değişen Dinamikler
ve Türkiye
Değerlendirme: Volkan Uzundağ
ORTADOĞU KONUŞMALARI 27 | 19 Mart 2016
Küresel Araştırmalar Merkezi Ortadoğu Konuşmaları toplantı serisinin Mart ayı
toplantısında İstanbul Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümünden Prof. Dr. Mert Bilgin “Enerjide Değişen Dinamikler ve Türkiye” başlıklı
bir sunum yaptı. Bilgin, sunumuna enerji konularına dair muhakkak bilinmesi
gereken ilk kavram olarak enerji güvenliğinin ne anlama geldiğini açıklayarak
başladı. Buna göre, genellikle arz güvenliği olarak anlaşılan enerji güvenliği
yaklaşımı, aslında anlamı daha geniş kapsamlı kavramı açıklama konusunda
yetersiz kalmaktadır. Enerji güvenliği, arz güvenliğiyle olduğu kadar talep güvenliğiyle de ilgilidir. Arz güvenliği enerji miktarı, fiyat, zaman ve konum olmak
üzere dört önemli faktöre bağlıdır; talep güvenliği ise daha çok enerji ihracatçısı
ülkeleri, üretilen enerji kaynağını bu faktörler açısından hedefe ulaştırılmakla
29
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
ilgilidir. Bunun yanında doğal olaylar, ekolojik etkiler, teknik aksaklıklar gibi arz
ve talebi etkileyen birçok etken de söz konusudur.
Enerji güvenliğinde diğer bir önemli mesele de küresel ısınmanın sebebi olarak
görülen karbon salınımıdır. Bilgin’e göre bu konuda, diğerlerine oranla çok daha
önceden sanayileşmeye başlayan gelişmiş ülkelerin bugünkü şartlarına göre
belirlenen Kopenhag ve Kyoto kriterleri, geç sanayileşen Türkiye gibi ülkelerin
işini zorlaştırmakta ve onlar için adaletsiz bir durum üretmektedir.
Kavramsal analizin ardından meselenin tarihsel analizine geçen Bilgin, tarih
boyunca yoğun olarak kullandığımız enerji türü ile içinde bulunduğumuz yaşamın
sosyo-ekonomik yapılarının karşılıklı olarak birbirini etkilediğini ve belirlediğini
söyledi. Bu noktadan bakıldığında ise enerji dönüşümü kavramından söz edilebilmektedir. Enerji dönüşümünde, bir önceki enerji kaynağı ile bir sonraki arasındaki
ayrımı, ikincisinin sebep olduğu çok önemli askeri, ekonomik, sosyolojik ve siyasi
dönüşümlere bakılarak yapılmaktadır. Örnek vermek gerekirse Avrupa Birliği’nin
kurulmasından önceki savaşlar bir açıdan kömür savaşları, Avrupa Birliği’ni de
kuruluşu itibariyle bir kömür birliği olarak düşünmek mümkündür. Petrolün donanmayı daha etkin bir hâle getireceğini düşünen Churchill’in kararının kömürden
petrole geçişte önemli rolü olmuştur. Bunun sonucunda petrolün yaygın enerji
kaynağı hâline gelmesiyle de petrole sahip coğrafyalardaki ülkeler arasında bütün
bir ekonomik-siyasi ilişkiyi etkileyen bir ağ oluşmuştur. Petrolün mal üretiminde
kullanılmasıyla oluşan yeni sistem ise insanların günlük hayattaki alışkanlıklarını
ciddi anlamda değiştirerek kültürel dokuyu etkilemiştir. Bilgin’e göre, sonuç olarak
görülmektedir ki enerji meselesi, sadece devletlerarası ilişkileri belirleyen politik
bir meseleden ibaret değil, bütün hayata yayılan ciddi etkilere sahip bir meseledir.
Bilgin, petrol döneminden sonra ne olacağına dair yapılan tahminlere de değindi:
“Her bir enerji dönüşümünde ortak bir husus söz konusudur: Daha çok karbon,
daha az hidrojen içeren yakıt türünden daha az karbon, daha çok hidrojen içeren
yakıtlara geçiş.” Peki, bu sürecin sonucunda, Karadeniz’de de bulunan tamamen
hidrojen bazlı yakıtların kullanılması söz konusu mudur? Bilgin’e göre bu konuya
dair çalışmalar varsa da şu an için gereken yüksek teknoloji, masraf ve güvenlik
gibi sebeplerden ötürü yakın zamanda mümkün görünmemektedir. Fakat en
azından şimdilik ufukta petrolün yerini doğal gazın alacağı ufukta görünüyor. Öte
30
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
yandan bir de nükleer enerji realitesi söz konusudur. Nükleer enerjinin başlatıcısı
olan Amerika, 1950’lerde mevcut petrol kaynağının kendilerine yetmeyeceğini
öngörerek nükleer üretime yönelmiştir.
18-19. yüzyılların kömür, 20. yüzyılın petrol ve nükleer enerji dönemi olduğunu
söyleyen Bilgin, 21. yüzyılın ise doğal gaz yüzyılı olacağı tespitinde bulundu.
Burada önemli hususlardan biri de, her ne kadar doğal gaz en kritik kaynak olsa
da kömürden nükleer enerjiye, biyo-yakıttan rüzgâra, bir enerji çeşitliliğinin söz
konusu olmasıdır. Peki, madem doğal gaz gelecekteki en kritik kaynaksa bunun
Türkiye’ye ne gibi yansımaları olacaktır? Rusya tartışmasız doğal gaz piyasasının en büyük üreticisidir ve Avrupa’ya da büyük miktarlarda doğal gaz ihraç
etmektedir. Bilgin, buradan yola çıkarak Türkiye’nin Rusya ile Avrupa arasında
taşıyıcılık rolü üstlenip bu durumdan avantajlı çıkacağı şeklinde bir genellemeye
gidilmesinin doğru olmadığını belirtti. Böylesi bir yaklaşımda Avrupa Birliği’nin
enerji konusunda Rusya’ya mutlak bir bağımlılık durumunda bulunmadığı gerçeği
gözden kaçırılmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalara bakılırsa Almanya, Fransa,
İtalya gibi ülkeler enerji üretiminde o kadar çok çeşitliliğe gitmişlerdir ki bu ülkeler
için herhangi bir kaynak alternatifsiz değildir. Doğal gaza bağımlılık, kaynaklarda
çeşitlilik sağlayabilecek teknolojiden mahrum olan Doğu Avrupa devletlerinde söz
konusudur. Fakat, bu ülkeler de Rusya ile ciddi bir sorun yaşamamış ve şimdiye
kadar -2009 yılı hariç- gaz akışında ciddi bir kesinti olmamıştır. Tam tersine, bu
durum, en büyük gelir kaynağı Avrupa’ya sattığı doğal gaz olduğu için Rusya
açısından önemli bir sorundur.
Rusya söz konusu olduğunda, enerji kaynaklarını kullanarak siyasi nüfuz alanı
kurmaya çalışan ülkelerden bahseden Bilgin, Rusya’nın, enerji akışını tekeline
‘‘
18-19. yüzyılların kömür,
20. yüzyılın petrol ve
nükleer enerji dönemi
olduğunu söyleyen
Bilgin, 21. yüzyılın
ise doğal gaz yüzyılı
olacağı tespitinde
bulundu. Burada önemli
alabilmek amacıyla Orta Asya’da çıkan doğal gazı da bölgedeki ülkelerden satın
hususlardan biri de,
alıp Avrupa’ya sattığını söyledi. Fakat son dönemde Çin’in de oyuna girmesiyle
her ne kadar doğal gaz
Türkmenistan ve Azerbaycan gibi bazı ülkeler Rusya’nın nüfuz alanından çık-
en kritik kaynak olsa
mıştır. Yine Venezuela, Brezilya, Suudi Arabistan, Malezya gibi ülkeler de doğal
da kömürden nükleer
kaynaklarını kullanarak bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
enerjiye, biyo-yakıttan
Doğal gazın yanında, oyunu değiştirecek bir faktör daha devreye girmiştir: Kaya
gazı. 1961’den beri az miktarda ve pahalı maliyetlerle, kimyasal teknikler kullanılarak üretilen bu kaynağın üretiminde son dönemde Amerika, sahip olduğu
teknolojiyi güçlendirerek ciddi miktarlarda kaya gazı üretmeye başlamış, hatta
enerji ihraç eden bir ülke hâline gelmiştir. Bu da enerji arzını artırmış ve petrol
fiyatlarını düşürmüştür. Bunun sonucu olarak da, daha önce belirttiğimiz yüksek
enerji fiyatları üzerinden siyasi nüfuz alanı üretmeye çalışan ülkelerin çıkarları
bundan olumsuz olarak etkilenmiş; söz konusu ülkelerin stratejik alanları daralmış
ve ekonomilerini kötüleşmiştir. Bu daralma da, söz konusu ülkeleri, özellikle de
Rusya örneğinde olduğu gibi, dış politikada agresif davranmaya itmiştir. Bilgin,
bu durumun yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebileceğini söyleyerek
sunumunu tamamladı.
rüzgâra, bir enerji
çeşitliliğinin söz konusu
olmasıdır
’’
31
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Mesut Özcan, Şaban Kardaş, Emre Erşen, Gülnur Aybet
2015’te Türk Dış Politikası
Değerlendirme: Muhammed Yasir Okumuş
PANEL | 19 Aralık 2016
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği “2015’te
Türk Dış Politikası” başlıklı panelde 2015 yılı içerisinde yaşanan gelişmelerin
Türk dış politikasına etkileri ele alındı. Başkanlığını Dışişleri Bakanlığı Diplomasi
Akademisi Başkanı Doç. Dr. Mesut Özcan’ın yaptığı programın panelistleri,
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim
Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Şaban
Kardaş, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erşen ve Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülnur Aybet’ti.
Panelin ilk konuşmacısı Şaban Kardaş, Ortadoğu’da son yıllarda değişen bölgesel
eğilimlere, bu değişim çerçevesinde Türk dış politikasının ana meselelerine ve
önündeki engellere değinen Kardaş, bölge ölçeğindeki yapısal tektonik kaymaların yansıması sonucunda bölgede Türkiye’ye bakışın değiştiğini belirtti. Türk
dış politikasının ve bunun iç politikaya izdüşümlerinin sağlıklı değerlendirmesi,
büyük ölçüde bölgedeki gelişmelerin ve Türkiye’nin değişen imajının göz önüne
alınmasına bağlıdır.
Kardaş’a göre, Ortadoğu’daki dönüşümü beş boyut üzerinden incelemek mümkündür. Bunlardan ilki, devlet sınırlarının giderek daha ciddi biçimde tartışmaya
açılmasıdır. Bölgedeki gelişmelerin temelinde yatan önemli unsurlardan birisi,
modern ulus-devlet sisteminin yapı taşı niteliğindeki olan devlet sınırlarının
tanınmasının ve korunmasının sorgulanmasıdır. Sınırlar hem Suriye-Irak örneğinde olduğu gibi devlet kontrolünden çıkarak buharlaşmakta hem de yeni
otorite mekanizmalarının ortaya çıkmasıyla anlamını kaybetmektedir.
İkinci boyut, sınırlar konusundaki gelişmelerle de bağlantılı olarak egemenlik
ve devlet otoritesi kavramının zedelenmesini içermektedir. Suriye, Irak ve
32
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Libya’da devlet otoritesi, yok denecek kadar azdır. Bu durum ulus-devlet
sistemine önemli bir meydan okuma alanı açmaktadır. Devlet egemenliğinin
zayıflamasının bir sonucu niteliğindeki üçüncü boyut, ulus-altı kimlik ve aktörlerin güçlenmesidir. Devlet otoritesinin zayıflaması farklı kimlik ve ideolojilerin
görünürlüğünü artırmasına, bununla beraber farklı aktörlerin güçlenmesine
sebep olmaktadır. Dördüncü boyut, sosyo-ekonomik alanda yaşanan olumlu
gelişmelerin siyasi dönüşümleri olumlu etkileyeceği yönündeki teorik varsayımların çökmesidir. Ekonomik yapılarda gözlemlenen kısmi iyileşmelerin siyasi
düzlemde hiçbir olumlu etkiye neden olmadığı görülmektedir. Beşinci boyut
ise, güvenlik boşluğunun doğmuş olmasıdır. Son dönemde çatışma dinamikleri ve parçalanma eğilimleri öne çıkmış, buna bağlı olarak da askeri söylem
güçlenmiştir. Bunun arkasında yatan sebep, büyük ölçüde devrimci ve karşı
devrimci retoriğin güçlenmesidir. Devrim hareketleri karşı devrim girişimleri
ile karşılaşmış, başarısızlığa uğramış, bölge karşılıklı bir mücadeleye sahne
olmuştur. Bu tarz gerilimleri yönetebilecek yerel bir mekanizmanın yoksunluğunun yanısıra, ABD’nin başını çektiği batı eksenli uluslararası kamuoyu da
bir irade gösterme eğiliminde değildir.
Konuşmasının sonuna doğru Kardaş, Ortadoğu’da zeminin giderek kayganlaşmasının değişen ittifaklar dönemine girildiğini gösterdiğini ve kalıcı çıkar ittifakı
arayışlarından ziyade, esneklik ekseninde bir dış politikanın bölge düzeyinde
önemli sonuçlar doğurabileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede, belirli konulardaki
politikalar gözden geçirilebilir, alternatif araçlar kullanılabilir, geri adımlar atılabilir.
Bununla beraber yumuşak güç araçlarının etkisini yitirdiği şu günlerde, makro
ve mikro düzeyde caydırıcı gücün önemi artmaktadır. Bütün zorlu şartlara
rağmen içinden geçtiğimiz süreç Türk dış politikası açısından oldukça öğretici
bir tecrübedir. Bu süreçten çıkarılacak dersler Türk dış politikasının gelecekteki
‘‘
Kardaş, Ortadoğu’da
zeminin giderek
kayganlaşmasının
değişen ittifaklar
dönemine girildiğini
gösterdiğini ve
kalıcı çıkar ittifakı
arayışlarından ziyade,
esneklik ekseninde
bir dış politikanın
bölge düzeyinde
önemli sonuçlar
doğurabileceğini
ileri sürdü.
’’
kapasite inşasına katkıda bulunacaktır.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin 2015 yılındaki seyrini masaya yatıran Emre Erşen,
uçak düşürme hadisesinden sonra ortaya çıkan krizin bir yandan sürpriz olduğunu, diğer yandan da şaşırtmadığını belirtti. Rus hava kuvvetlerinin birkaç defa
Türkiye sınırlarını ihlal etmesinin ulusal egemenlik meselesi olarak algılanması
ve Ortadoğu’da -özellikle Suriye’de- farklı çıkarların bulunması böyle bir krizin
habercisi olarak değerlendirilebilirdi. Öte yandan iki ülkenin 2000-2015 yılları
arasında giderek gelişen dinamik ilişkileri göz önüne alındığı zaman böylesi bir
krizin yaşanabileceği beklenmemekteydi.
Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler ekonomi ve enerji alanlarındaki ortaklıklar
ile gelişme eğilimi göstermiş, bölgesel çıkarlar ve politikalar söz konusu olduğu
zaman ise farklılaşmalar ve çatışmalar görülmüştür. İkili ilişkilerde bütüncül bir
yaklaşımdan ziyade konu odaklı bir kompartmanlaştırma stratejisi izlenmiş, bu
strateji belirli alanlarda fayda sağlamasına rağmen ilişkilerin geneli açısından risk
arz etmiştir. İki ülke Karadeniz’de, Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde, Kıbrıs
meselesinde ve PKK ile ilişkilerde farklı yaklaşımlar benimsemişlerdir. Dahası,
Türkiye NATO üyesi bir ülkedir ve bu sebeple Rusya’nın rakibi konumundadır.
33
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Bu açılardan bakıldığı zaman siyasi bir krizin çıkmasının hiç de uzak bir ihtimal
olmadığı görülebilmektedir.
Erşen, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin küresel, bölgesel ve ulusal olmak
üzere üç boyutta değerlendirilebileceğini söyledi. Küresel açıdan, NATO karşısında
zemin kaybeden Rusya’nın büyük devlet olma iddiasını kanıtlama ihtiyacı önem
arz etmektedir. Bu ihtiyacın giderilebileceği coğrafya da eski Sovyet ülkeleri
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ukrayna’daki tutumu dolayısıyla uluslararası
arenada ciddi tepki gören Rusya, Suriye politikası ile tekrar güç kazanmaya ve
imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Bölgesel açıdan bakıldığı zaman, Suriye’nin
Rusya’nın Ortadoğu’daki tek müttefiki olduğu görülmektedir. Akdeniz’de kıyısı
‘‘
Özellikle 2003’teki Irak
işgali sonrasında artan
PKK terörü dolayısıyla
bulunan Suriye üzerinden güneye açılan Rusya, buraya yaptığı müdahale ile
zemin kaybeden ortağı Esed’e ve rejimine -deyim yerindeyse- kan vermiştir.
Suriye müdahalesinin ulusal boyutu, siyasi ve ekonomik olarak darboğazda
bulunan, küresel radikalizm ile muhatap olmak zorunda kalan Rus devletinin
iç politikada kendisine alan açmaya, meşruiyet zemini bulmaya, rahatlamaya
çalışmasıdır.
kendi meseleleri
Rusya, Suriye’yi bölgede Türkiye’den daha önemli bir partner olarak görmektedir.
üzerine eğilen Türkiye’yi
Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki savları Rusya’nın büyük güç olma iddiası önünde
anlamakta zorluk çeken
engel teşkil edebilecek niteliktedir. Nitekim Rus savaş uçağının düşürülmesi,
NATO, 2007 yılındaki
tezkere süreci ile
Türkiye’nin kendine has
güvenlik sorunları ve
kaygıları bulunduğunun
farkına varmıştır.
’’
Rusya’nın bu imajına zarar veren belki de en önemli olaydır. Bu iki durum bir
arada düşünüldüğü zaman Rusya’nın Suriye’de gerilimi tırmandırmak suretiyle
alan kazanmak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye bu süreçte hesaplı
bir risk almış ancak ekonomik bağımlılık yolu ile dış politikadaki sorunları
aşma politikası Rusya özelinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşanan kriz iki
taraf açısından son on beş yıldır devam eden romantizmin bir nevi sonunu
getirmiştir. Toplumsal algıların bozulmasına bakılırsa bundan sonraki süreçte
ilişkilerin eskisi gibi yakın olmayacağını söylemek abartılı sayılmaz.
Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini ele alan Gülnur Aybet ise ilişkilerin dönüşümü
hakkındaki değerlendirmesinin ardından Arap Baharı sonrası dönemini
masaya yatırdı. NATO yalnızca güvenlik ihtiyacının sonucunda doğmuş bir
kuruluş olmaktan ziyade, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasındaki dönemde
Batı dünyasının değerlerini meşrulaştıran ve koruyan bir yapı olarak karşımıza
34
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
çıkmaktadır. Böylesi bir yapı içerisinde, hiçbir zaman tam manasıyla Batılı
sayılmayan Türkiye’nin yer almasının sorgulanmamış olmasının arkasında
güvenlik ihtiyacı bulunmaktadır. Bu açıdan Türkiye, NATO açısından Sovyetler
Birliği’nin Ortadoğu’ya ulaşmasını engelleyen, Avrupa’da askeri denge sağlayan, Soğuk Savaş sonrasında barış misyonlarına destek veren, fonksiyonel
bir müttefik olmuştur.
Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun misyonu değişime uğramıştır. Post-komünist ülkelere teknik destek veren, demokratik normları yansıtan, insani
yardım ve müdahalelerde bulunan NATO’da eksen, kolektif savunmadan kolektif güvenlik anlayışına kaymıştır. Bunun bir sonucu olarak yaklaşık yirmi yıl
boyunca Birleşmiş Milletler’in askeri kanadı gibi hareket eden NATO, 11 Eylül
2001’de ABD’deki terör saldırıları sonrasında, bu defa belirli bir hudut sınırı
içinde kalmaksızın, tekrar kolektif savunma pozisyonuna dönmüş, Afganistan
ve Irak gibi NATO’nun sınırları dışında bulunan ülkelere savunma amacıyla
operasyonlar düzenlemiştir. İzlenen politikalar sonucunda üye ülkeler arasında
iki farklı anlayış ortaya çıkmıştır: NATO’nun bölgesel savunmaya odaklanması
gerektiğini düşünenler ve küresel bir strateji dâhilinde hudutsuz olması gerektiğini düşünenler. Ukrayna krizi ile bölgesel savunmanın önemi anlaşılmış
ve bu anlayış benimsenmiştir.
NATO’ya üye ülkeler içerisinde Türkiye, içe dönük bir portre çizmiştir. Özellikle
2003’teki Irak işgali sonrasında artan PKK terörü dolayısıyla kendi meseleleri
üzerine eğilen Türkiye’yi anlamakta zorluk çeken NATO, 2007 yılındaki tezkere
süreci ile Türkiye’nin kendine has güvenlik sorunları ve kaygıları bulunduğunun
farkına varmıştır. Türkiye’nin özellikle Libya’daki iç savaş sürecinde olası bir
dış müdahalenin NATO üzerinden yürütülmesi savı uluslararası kamuoyunda
kabul görmüş, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle süreçte söz sahibi olmasının önünü
açmıştır. 2007 yılı itibariyle Türkiye ile NATO, fonksiyonel ortaklık sürecini
geride bırakarak stratejik-bölgesel ortaklık oluşturmuşlardır. Türkiye’nin NATO
açısından öneminin artmasıyla beraber NATO, farklı öncelikleri ve ilişkilere sahip, dış politikada kâr-zarar hesabı yapabilen, ilkesel kararlar veren bir Türkiye
imajıyla karşılaşmıştır. Bunun sonucu olarak da Türkiye zaman zaman NATO
tarafından ‘kötü ortak’ ilan edilmiştir.
Suriye iç savaşı NATO’nun güçsüzlüğünü göstermesi açısından önem arz etmektedir. Zira Rusya’nın Libya tecrübesinden sonra takındığı tavır, NATO’nun
Suriye’de hareket edebilme yeteneğini sınırlandırmıştır. Soğuk Savaş sonrasında
seyirci pozisyonunda bulunan Rusya’nın Suriye’deki varlığı, NATO açısından
bir sorun teşkil etmektedir. Suriye’nin geleceği konusunda NATO’nun önünde
cevaplandırılması gereken ciddi sorular bulunmaktadır. Rusya’nın varlığı göz
önüne alınarak hangi yerel aktörlerin destekleneceği, yeni rejimin Esed’i
barındırıp barındırmayacağı, bu sorulardan bazılarıdır. Suriye krizi süresince
Türkiye’nin NATO ile ilişkileri bütün olumsuz söylemlere rağmen gelişmiştir.
Türkiye’nin transatlantik müttefikleri ile farklı önceliklerinin bulunması, kısa
vadeli ve değişken ittifakların kurulmasının önünü açmaktadır.
35
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Cevdet Akçay, Burak Saltoğlu, Mustafa Mente
Ekonomi ve Siyasette İstikrar
Arayışları
PANEL | 26 Aralık 2015
‘‘
Türkiye ekonomisinin
en önemli yapısal
sorunlarından birisi
ekonomideki iniş
çıkışların fazla olmasıdır.
Bu durum, Türkiye’nin
Sharpe oranının
düşmesine neden
olmakta ve diğer
ekonomik parametreleri
de etkilemektedir.
’’
36
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Değerlendirme: Ahmet Murat Ermiş
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 2011 yılından beri düzenlediği yıllık ekonomi
değerlendirme panellerinin beşincisi, T.C. Merkez Bankası’ndan Doç. Dr. Lokman
Gündüz’ün moderatörlüğünde Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Burak Saltoğlu, Koç Finansal Hizmetler ve Yapı Kredi Bankası
Başekonomisti Doç. Dr. Cevdet Akçay ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Genel
Sekreteri Mustafa Mente’nin katılımıyla gerçekleşti. Panelde iktisadi ve siyasi
konjonktürün, özellikle de Türkiye ekonomisinin durumu ele alındı.
Prof. Dr. Burak Saltoğlu, konuşmasına Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu
değerlendirerek başladı. “Dünya ekonomisinin son 20 yılda yaşadığı en kritik
olguya finansallaşma diyebiliriz.” diyen Saltoğlu, çok fazla kredinin dağıtılmasının ve bunun getirdiği ‘hormonlu’ büyümenin geri dönüşümünün yaşandığını
vurguladı. Yarın ne olacağını tahmin etmenin kolay olmadığını, böyle bir durumla
daha önce karşılaşılmadığını belirtti. Saltoğlu’na göre büyümenin arkasında
finansallaşma ve borçlanma süreci var; borçluluk gerek hane halkı gerek
kamu kesimi gerekse özel sektör tarafında daha fazla ileriye gidemiyor. Bunun
sonucunda da finansallaşma tıkanıyor. Borçluluktan ve kredi kanallarındaki
yavaşlamadan, demografik yapıdaki sıkıntılardan, ülkeler arasındaki politik
yetersizliklerden ve tepkisel olarak finansal düzenlemelere gelen baskılardan
dolayı ekonomiler büyüyemiyor. Peki, bu durum geçici mi, kalıcı mı? Gelinen
nokta itibariyle modellediğimiz ekonominin gerçekleri sanal bir şekilde abartılmaktadır. Türkiye de bundan -ister istemez- gerek algıların gerek beklentilerin
değişmesi sebebiyle olumlu veya olumsuz açıdan etkilenebilecektir. Piyasaların durumu Türkiye ekonomisinin önüne fırsatlar sunuyor olsa da, küresel
büyümenin tıkanması Türkiye ekonomisinin kendi içine dönmesine neden
olabilir. Bu da beraberinde bazı sorunları getirecektir. Türkiye, bu şartlarda
kamu finansmanı ve diğer avantajlarla gelebilecek olası kısa dönemli şokları
atlatabilecek cephaneye sahiptir.
“Türkiye açısından çok önemli bir problem kısa vadede görünmüyor.” diyen
Saltoğlu, “sadece tüketim ile büyüyoruz” eleştirisinin doğru olmadığını belirtti
ve özetle şu hususları dile getirdi: 1987-2000 arasında ortalama tüketim,
milli gelirin %69’unu oluşturuyordu ve şu ana dek bu rakam değişmedi. Tüketimle büyüme kötü; hep tüketimle büyüyen bir ekonomiye sahibiz. Dış ticaret
açığı kısmen kötüleşmişti. Kamu ve yatırım tarafında da kötüleşmeler var;
özel sektör yatırımları önceki döneme oranla düşük seyretmektedir. Türkiye
ekonomisi dünya ekonomisi ile aynı yönde hareket ettiğinden orta vadedeki
temel amaç, büyüme oynaklığını ve belirsizliğini azaltmak olmalıdır. Son 20
yıl boyunca ortalama % 4- 4.5 oranında büyüyoruz ama bunu 4.5- 5 civarında
bir standart sapma ile elde ediyoruz. Bu olgu, gelişmekte olan ülkelere oranla
yüksek bir salınım oluşturmaktadır. Türkiye ekonomisinin en önemli yapısal
sorunlarından birisi ekonomideki iniş çıkışların fazla olmasıdır. Bu durum,
Türkiye’nin Sharpe oranının düşmesine neden olmakta ve diğer ekonomik parametreleri de etkilemektedir. Bu açıdan özel sektör yatırımlarının ve ithalatın
oynaklığı çok yüksektir. Bunların nedenlerinin ve etkilerinin belirlenip gerekli
reformların yapılması gerekmektedir. Türkiye ekonomisin yapısal problemlerinin
aşılabilmesi için ekonomiyi büyük bir resim içerisinde görmek, gerek finansta
gerek üretimde gerekse sanayileşmede topyekûn hareket etmek, çözüm yolları olarak öne çıkıyor. Büyüyebilmek için sermaye piyasalarının geliştirilmesi
gerektiğine değinen Saltoğlu, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli perspektifinde
çok ciddi potansiyele sahip olduğunu belirtti. Ekonomi ile politika arasındaki
iletişimin iyileştirilmesi gerektiğini söyledi.
İkinci panelist Mustafa Mente, konuşmasında Türkiye’nin küresel ekonominin
bir parçası olduğunun ve çevre pazarlardaki durumun Türkiye’yi etkilediğinin
üzerinde durdu. “Tekrar jeopolitiğe döndüğümüz bir dönemi yaşıyoruz.” diyen
Mente, çok sayıda jeopolitik belirsizliğin bulunduğunu vurguladı. Konuşmanın
ana hatlarını şöyle özetleyebiliriz: Ortadoğu, Kuzey Afrika, Güney Asya gibi birçok
bölgede sıkıntılar var, bu durum daha fazla şiddete ve piyasa mekanizmasının
çalışmamasına neden olmaktadır. Türkiye’nin çevresinde çok fazla çatışma
bölgelerinin bulunması, risklerini artırıyor. Ancak, enerji fiyatlarının çökmesi
cari açığın iyileşmesini, enflasyonun düşmesini sağlıyor ve bu durum büyümeye pozitif biçimde yansıyor. Fakat diğer açıdan baktığımızda, pazarlarımızın
emtia depremi nedeniyle içinde bulunduğu durumun bize risk oluşturduğu
gerçeği söz konusu. Asıl önemli nokta, üretim yapımızdır. Yeni nesil bilişim
ve dönüşüm noktasında biraz geride kalındı. İnovasyon ve üretim noktasında
sıkıntılar var.” dedi. Hükümetin hazırladığı bir yıllık programı bu açılardan değerlendiren Mente, reform koordinasyon ve izleme kurulu oluşturulmasının
olumlu etkilerinden bahsetti: “Esnek çalışma, özel istihdam büroları, kıdem
tazminatı gibi ikinci nesil reformlar kapsamındaki taahhütler olumludur, kamu
ise çok büyüdüğünden finansmanında sıkıntı yaşanabilir. İş hayatının önünü
rahatlatan reformlar açısından Türkiye’nin uzun süredir aksadığı düşünülürse,
tekrar bu tarz vurguları görmek sevindiricidir.” Ancak mali kural bulunmadığını
söyleyen Mente, bunun da etraftaki jeo-politik risklerden ötürü elimizi daraltmak istemememizden kaynaklandığını belirtti. İş dünyasında AB ile ilişkilerin
heyecan yarattığını da konuşmasında vurguladı.
Panelin son konuşmacısı Doç. Dr. Cevdet Akçay, konuşmasına Türkiye’de
büyüme ve kur ile ilgili çok yanlış bir algının yerleştiğini belirterek başladı.
37
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
‘‘
Akçay, Ağustos 2014’ten
beri petrol fiyatlarının
‘oyun değiştirici’ olarak
devreye girdiğini, bu
durumdan bazı ülkelerin
yarar sağlayacağını ve
bazı ülkelerin ise zarar
göreceğini dile getirdi.
’’
38
KAM
Küresel
Araştırmalar
Merkezi
Bütün gelişmekte olan ülkelerin aynı olmadığını ve kendilerine has özelliklerinin bulunduğunu söyleyen Akçay, Ağustos 2014’ten beri petrol fiyatlarının
‘oyun değiştirici’ olarak devreye girdiğini, bu durumdan bazı ülkelerin yarar
sağlayacağını ve bazı ülkelerin ise zarar göreceğini dile getirdi: “Türkiye, yarar
sağlayan ülkelerden biridir. Fakat enflasyonun düşmemesinin ve büyüme
rakamlarının yükselmemesinin sebebi kur oynaklığıdır. Kurun hem düzeyinin
hem de volatilitesinin (oynaklığının) artması Türkiye’nin rekabetçi gücünü
artırmamakta, aksine hiçbir işe yaramamaktadır. Ancak şirketler bu durumdan fena halde etkilenmektedir. Şirketlerin olumsuz etkilenmeleri bankalara
yansıyacak ve bu kısır döngü oluşturacaktır.” Büyüme konusuna da değinen
Akçay, büyümenin bir reçetesi olmadığını belirterek büyüme için teknik detay
konuşacak durumda bulunmadığımızı söyledi. “Büyüme modeli kavramını
Kuzey Kore dışında dünyada artık uygulayabilecek ülke yoktur. Büyüme için üç
şey yapılması gerekir: İnsan kaynağına yatırım yaparak emek piyasanızı esnek
tutmaya çalışmak, yatırımcıya uygun ortam sağlamak, ehil insanların iş başında
durduğu sinyalini sürekli global piyasalara ve iç piyasalara vermektir. Büyüme
ancak üretimle gerçekleşir, tüketimle ve ithalatla büyüme gerçekleşmez.”
Türkiye’nin problemini anlatabilmek için Hindistan örneğini kullanan Akçay,
Hindistan merkez bankasında bütün atamaların devlet tarafından yapıldığını
ama bağımsızlığını kimsenin sorgulamadığını söyleyerek şu hususların altını
çizdi: “Gelişmekte olan ülkelerde bağımsızlığı sorgulanan tek merkez bankası
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’dır. Destek olması gereken kurumların
bazılarından gelen eleştirilerin elle tutulur yanı yoktur. Fiyat istikrarı hedeflemesinin yanına finansal istikrar hedeflemesini de koyarak TCMB, kalkınmacı
merkez bankasına dönüşmüştür. Merkez bankası amaç fonksiyonunu esneterek
yeni ortama uyum sağlamak için araçlarını zenginleştirmiştir. Küreselleşmenin iktisadi anlamı, elinizdeki araç sayısının azaltılması ve bunun gönüllü
olarak kabul edilmesidir. Bu durumda elinizdeki tek araç beklenti yönetimidir;
beklenti yönetimini iyi yapılması hâlinde, ticaret ve finans kanalları lehinize
çalışacaktır.” Hindistan örneği üzerinden devam eden Akçay, Hindistan’da var
olan karışıklıkları ve merkez bankası yapısının pek bilinmediğini söyledi. Hindistan’ın halkla ilişkilerini dünyanın her yerindeki ılımlı ve zeki Hintlilerin, Batı
dünyasının ve İngiltere’nin yaptığını, bu yüzden mevcut durumun hiçbir yerde
okunmadığını belirtti. Bizim halkla ilişkilerimizi yürütenlerin ise pek başarılı
sayıkmadıklarından bahsetti. Konuşmasında enflasyona da değinen Akçay,
enflasyon azaltılamazsa paranın reel değer kazanmasının önlenemeyeceğini
ve nominal değer kaybının hiçbir işe yaramayacağını ifade etti.
Hazırlayan: Neslihan Demirci
Fotoğraflar: Çocuk Vakfı ve Zarifoğlu Ailesi Aile Arşivi
Yaşamak’tan
CALW 1967. yağmaya başlayınca taşköprünün üzerindeki minyatür
Mola
katedralde ben ve yüzünde hep bir pembelikle o finli. Küçücük bir oda kadar
olan ve renkli vitrayların loşlaştırdığı ve aslında pek sevimli olması gereken
bu küçücük alana bu bunaltan atmosferi yerleştirmeyi nasıl başardılar
diye duvara yaslanıyor kendimi uçurumlardan atar gibi geçmiş Avrupa
zamanlarına atılıyor anlamaya çalışıyorum. Ve anlıyorum ki durmuştur. Ruh
akmamaktadır bu koca medeniyetin içinde. İnsanda kan yerine herhangi
bir sıvı dolaştırır gibi imkansız bir sıhhatsiz bir şeydir diyorum bu küçücük
kasabada bile gerçek uzantıları olan yavrularını buralara kadar yaymış
Avrupa medeniyeti. Evet insan büyük. Bir yanlış üzerinde toplum halinde bu
dahiyane duruş, fakültelenmeler, makul ve sinsice tavizler, asırlarca süren
hayvani çırpınmalara , sonucunda büyük büyük azaplar olan nefsi özgürlük
ilanlarına , ve alt-hayvana yaltaklanmalara o artistce giydirişler, yüzyıllarca
süren katlanmalar.
Bu nedir soruyorum ve bilmiyor.
Mermerdeki yazıyı okuyorum.
Başımda kalpaklarımla geçerdim o eski çağ aslanlarını
Buğday başakları olgun meyvalarıyla atlarımın ayakları
39
MOLA
Doludizgindim gurbetlerde.
Hiç anamı özlemedim.
Kadın kız dolanmaz heybemde.
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Dışarda köprünün üzerinde hızlı hızlı çocuklar mı geçiyor, kapının uzak
aralığında yağmur ince ışıklı çizgilerle duruyorken geçiyorlar, birikmeden,
ilgilenmeden kendi kentlerinde dönüp bakmasak bile. Hayret durup bakıyor
yüzüme o finli. Dalgın ve ancak yüzümde düşünebiliyor gibi. ‘Tenimiz
açılıyordu önce Türkistan’dan bu yana ve bakışlarımız mavileşiyordu.’ Elinden
tutarak aydınlığa çıkmak yağmura rağmen bir çayevine akmak istedim.
Yavaşça uydu.
Bir hangar dolusu güvercin
Viyana önlerine gidiyor gibi
Bir usta nakışlarını oyuyor
Gövdelerimizin içinden geçen mermere
‘dedenin dedesinin dedesi…
çıkık elmacık kemikleriyle çekik gözleriyle
ve müslümandılar.
Zulüm dolu Rus ve Çin yüklenmesi
etinle evinle döllerinle ölülerinle bize benzeyin değişin demekteydiler bize
Ya da ölün sarılmadan birbirinize
mezarsız ve tersyüz edilmiş ölümlerle
yatağınızda denizde boğulur gibi
tarlanızda mahzene basılıp boğdurulur gibi
uykunuzda toprak altında kalır gibi
ve bohçalarınızı açamadan.
Ne baş örtüleri işlemişti genç kızlar
Nerede o başlarını eğip yıldırım gibi koşan çocuklar.
40
MOLA
Ürkütülen hayvanlar evin besini tanrı gibi emanetleri tarlalar
Ulu çınarların altında binlik ihtiyarlar.
Boyuna alıyor değiştiriyor ayırıyor öldürüyor ve öldürüyorlardı. Güçlü
bir motora bağlı hafif oynak bir teker gibi başıboş korkunç bir hızla
dönüyordu varlığımız. ‘Yine de çözülmediler’ der babam, ‘bir çözülselerdi
mahvolmuştuk, imansız ne yapardık’ der babam hâlâ , Helsinki’de o eski
günlerden anlatırken ve dedem anlatırken sürgünlerin başlayışını :
O lokmayı ağzına koyarken geri dön
O adımını geri al
O sevincini durdur
O çocuğundan geri dur
O kadından geri kal
Geç kaldın öl.
Şimdi sen başla. Gibi bir hayattan arta kalanların başlattığı göçle bütün
Kafkasya ve göç ederken doğan göç ederken ölenlerle, Urallar Almanya
hatta İtalya ve nihayet Finlandiya. Küçük bir krallığın hayatı kadar sürdü göç.
Binbir ocak yaktık yollarda
Binbir yatak serdik ovalara binbir çadır kurduk
Binbir çocuk binbir hayvan binbir açlık binbir ev hatırası
Ah evimizin sokak başında görünüşü
Daha kapıdan girerken ısınan sırtımız
Binbir üzüntümüzü ananın o kolaylaştıran tutuşu
Yolda doğan çocukların bile gördüğü aynı düş
Tam iki nesil sonra, yolu başlatanlar uzun ak sakallarından tutarak ilk
defa göçebeliğe son verdiler ve yerleştiler: tenimiz açılıyordu. Yerleşmişler
boyuna yeni gelenlere yardımcı olmuşlar yeni bir Türkistan’da gibi ve yeni
gelenlerin acılarını azaltmaya çalışarak ve hep müslüman kalarak. Ve
karışarak finli kadınlarla. Ve kızlarına müslüman damatlar seçerek. Fakat
tenimiz açılıyordu elmacık kemiklerimiz eriyordu bakışlarımız mavileşiyordu.
Biraz yerleşince camii inşa edilmiş. Dedem imamıdır şimdi. Sonra babam
imam olacak dedem ölünce. Böyle gelenekleşmiş.
Sarışın, ipek saçlı, koyu mavi gözlü ve birazdan Cawl’den ayrılmak için
eşyalarını toplamaya giderken çabucak geçen birkaç satırın sonunda. Duyar
gibi olurum ılık ve gülümseme dolu sesini müslümanca selam verip selam
alışını.
Yaşamak, Akabe Yayınları, 1980, s. 21-24
(Metnin imlâsına uyuldu.)
41
MOLA
Faaliyetler
MAM
YUVARLAK MASA TOPLANTILARI
TEZGÂHTAKİLER
Felsefe: İnformel Mantık Bağlamında Budist Mantık • İsmail Latif HACINEBİOĞLU 2 Ocak 2016
İslami İlimler: Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji • Mehmet Bulğen 9 Ocak 2016
Felsefe: Farabi’nin Siyaset Felsefesi: Kökenleri ve Özgünlüğü • Şenol Korkut 16 Ocak 2016
Felsefe: Marksizm ve Felsefe: Karl Korsch Üzerinden Bir Okuma • Hasan PEKDEMİR 13 Şubat 2016
İslami İlimler: Kelâmın Tümel Bir Disiplin Olarak İnşası • Hayrettin Nebi Güdekli 5 Mart 2016
Felsefe: Din Felsefesi Açısından İlahi Mükemmellik • Münteha Beki 12 Mart 2016
İslam Düşüncesi: Ali Kuşçu’nun İlahiyat Anlayışı • M. Fatih Soysal 9 Nisan 2016
Felsefe: İbni Sina ve Descartes’ta Kendini Bilme • Burak Şaman 16 Nisan 2015
TOPLANTI DİZİLERİ
Türk Müziği Konuşmaları 5
Musıkiden Müziğe Osmanlı Türk Müziği: Gelenek ve Modernlik • Cem Behar 26 Aralık 2016
Türk Müziği Konuşmaları 6
İslam Medeniyetinde Musıki • Fazlı Arslan 30 Ocak 2016
Türk Müziği Konuşmaları 7
Osmanlı Maarifinde Musıki • Erhan Özden 26 Mart 2016
PANEL
42
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Turgut Cansever’in 7. Vefat Yıldönümü Münasebetiyle
Bir Şehir Kurmak ve Yeni Bir Gündem İnşa Etmek • 20 Şubat 2016
ÇALIŞTAY
Türkiye’de Bir Akademik Alanın Doğuşu: Medya ve İletişim Çalışmaları Çalıştayı, 1-2 Nisan 2016
İsmail Latif Hacınebioğlu
İnformel Mantık Bağlamında
Budist Mantık
Değerlendirme: Melike Nur Özdemir
TEZGÂHTAKİLER-FELSEFE | 2 Ocak 2016
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin
Ocak ayındaki ilk konuğu İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr.
İsmail Latif Hacınebioğlu’ydu. Kitabı çerçevesinde gerçekleştirdiği sunumda
Hacınebioğlu, Batı felsefesi ile Doğu felsefesini ve bu felsefe geleneklerinde
formel ve Budist mantık çalışmalarını karşılaştırarak inceledi.
Hacınebioğlu, konuşmasına Budist mantığı informel mantık felsefesi içerisinde değerlendirdiğini belirterek başladı. Konuşmacıya göre informel mantık,
gelişimini formel mantığa ve dolayısıyla Aristoteles’e borçlu olduğumuz bir
alandır. Bu bağlamda formel mantığın oluşum ve şekillenme süreçlerinden
bahsederek konuşmasına devam eden Hacınebioğlu, İslam felsefesi geleneğini de kapsayan Batı felsefesinin günümüze kadar geçirdiği aşamaların
Aristoteles’e ve onun formel mantığına göre konumlanan düşünce akımları
üzerinden okunabileceğini ifade etti. Doğu düşünce geleneğinde ise Çin ve
Hint olmak üzere iki ana düşünce damarının bulunduğunu, bu medeniyetlerde
gerçekleşen tartışmaların Doğu felsefesi diye isimlendirilebilecek bir tartışma
alanına zemin hazırladığını ekledi.
Bugün Aristoteles mantığı hakkında konuşulmasını mümkün kılan nedenlerin;
bu geleneğe ait yazılı metinlerin varlığı, gelenekte çeşitli ekolleşmelerin görülmesi, bu ekoller arasında diyalektik bir ilişkinin sürmüş olması ve problemlerin
temelini teşkil eden kavramların yapılan tartışmaların ışığında belirgin hâle
getirilmesi olduğunu belirten Hacınebioğlu, aynı süreçlerden doğudaki felsefi geleneklerin de geçtiğini vurguladı. Doğu felsefesinin varlığından şüphe
‘‘
Budist düşünürlerin
hakikat hakkında
söylediklerinin genel
çerçevesi şu şekilde
çizilebilir: Dış dünyanın
gerçekliği insanın kendi
kurgusudur. Dolayısıyla
bu kurgu gerçek hakikati
temsil etmemektedir.
’’
eden görüşlerin konuya dair incelikli bir literatür taraması yapılmamasından
kaynaklandığını belirten Hacınebioğlu, bu coğrafyalarda gözden kaçmayacak
kadar köklü bir yazılı geleneğin bulunduğuna dikkat çekti.
Hacınebioğlu’na göre Batı felsefesini, hakikatin bilinebilirliğinden kuşku duyan
Sofist gelenek ile bu görüşün karşısında duran Sokratik geleneğe dayanan,
diğer bir deyişle, tarihi seyri bu iki dinamiğe indirgenebilecek bir düşünce çizgisi şeklinde tanımlamak mümkündür. Bunlara benzer tartışmaların yaklaşık
olarak aynı tarihlerde Hint ve Çin coğrafyalarında da başladığı görülmektedir.
Hacınebioğlu’na göre Budist mantığın temel düşüncesini kavramak açısından,
43
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
‘‘
madde ve içerik tartışmalarında Aristoteles mantığının durduğu yeri hatırlamak
önemlidir. Aristoteles mantığı, düşüncenin formel kısmına vurgu yapar. Bu
Budist düşünürlerin
mantığa göre, bir kavramın formel tanımının yapılması düşünme sürecinin ilk
hakikat hakkında
basamağını oluşturur ve önermeler doğruysa, sonuç da zorunlu olarak doğru
söylediklerinin genel
kabul edilir. Hint felsefi geleneğinde öne çıkan bir ekol olan Nyaya mantığı da
çerçevesi şu şekilde
benzer şekilde katı bir formalizmi benimsemiştir. Aristoteles mantığının İslam
çizilebilir: Dış dünyanın
felsefesindeki izlerine Sufi yaklaşımlardan gelen eleştirilerin bir benzerini Budist
gerçekliği insanın kendi
kurgusudur. Dolayısıyla
bu kurgu gerçek hakikati
temsil etmemektedir.
’’
mantığın Hint felsefesine ve özellikle de Nyaya mantığının katı formalizmine
karşı geliştirdiğini görmek mümkündür. Budist filozoflara göre Nyaya mantığı
aşırı realizmiyle gerçekliği boğmuş, sınırlamış ve anlaşılmaz hâle getirmiştir. Bu
açıdan Budist mantığının Nyaya mantığına bir karşı çıkış olduğunu ve özellikle
hakikat konusu etrafında şekillendiğini söylemek mümkündür.
Budist düşünürlerin hakikat hakkında söylediklerinin genel çerçevesi şu şekilde
çizilebilir: “Dış dünyanın gerçekliği insanın kendi kurgusudur.” Dolayısıyla bu
kurgu gerçek hakikati temsil etmemektedir. Hacınebioğlu’na göre Budist filozoflar
gerçek hakikatin var olduğunu açık bir şekilde kabul etmekle birlikte, insanın
zaaflarından dolayı bu hakikati kuşatmaya muktedir olmadığını da belirtmektedirler. O hakikatle ancak bütünleşilebilir. İnsanın kavramları, tanımlamaları
hakikati betimleyemeyecektir; çünkü kullandığı dil eksiktir. Wittgenstein’ın
dilin bir oyundan ibaret olduğu söyleminin Budist mantık metinlerinde de
geçtiğini belirten Hacınebioğlu, Budist mantıkta, Aristoteles felsefesinin üç
temel ilkesine yönelik itirazların da yer aldığına işaret etti. Ancak bunların tarihi açıdan Hint felsefi ekolündeki düşünürlere karşı geliştirildiğini varsaymak
gerekir. Bu üç ilkeden özdeşliğe getirilen itiraza göre, insan, bir şeyin o şey
olduğunu bilebilecek zihinsel yetiye sahip değildir, çünkü bir şey ancak o şey
olunduğunda bilinebilir. Şu halde kendisi dışında herhangi bir şey hakkında
konuşan insanın sözleri yeterli ve geçerli olamayacaktır. Özdeşlik ilkesinin bir
açılımı olan çelişmezlik ilkesinin de reddedilişi ile birlikte kavramsallaştırmaya
genel olarak itiraz edilmiş olur; çünkü bu iki ilke, bir kavramın anlaşılabilmesi
için zorunludur. Tüm bunlar Budist mantıkta, zihnin özgürleştirilmesi veya
zihnin kalıplarına itiraz edilmesi olarak ifade edilmiştir. Aristoteles mantığının
dış dünya gerçekliğini temellendiren üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkesi de Budist
44
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
filozofların eleştirilerinden payını alır. Öyle ki Budist mantığa göre bir kalem
aynı zamanda bir kuş, kuş aynı zamanda bir dağ olabilmekte ve böylece dış
dünya gerçekliği sarsılmaktadır.
Budist mantığın bir diğer özelliği, kavram realizmine yönelik eleştirisi ve nominalizmidir. İnsanoğlu, varlık alemine burada kurulu olan senaryoyu anlamak
ve bu kurguyu yıkıp yerine yenisini inşa etmek için gelmiştir. Yeniden inşayı
gerçekleştirmek için zihinde mevcut bulunan tüm dinamiklerin, kavramsallaştırmaların ve metodolojilerin yıkılması gerekir. Burada felsefi bir sistematiğin
olduğunu görmek mümkündür: Kurguların, kavramların ve dolayısıyla düşüncenin yeniden inşası, yani argümantasyon. Budist mantıkta düşünce süreçlerine aksiyomatik bir cümleyle başlanmaz. Kişi kendine ait kavramlarla, akıl
yürütmelerle, tasdik yöntemleriyle bir önermeyi yeniden inşa etmelidir. Diğer
bir deyişle, bir önermenin tasdiki, kişisel bir meseledir. Ancak bunu yaparken
dış dünya bilgisini öncelememelidir. Bu anlamda kategoriler, örneğin zaman
ve mekân kategorileri, Budist mantıkta ölçü olarak kabul edilmemektedir.
Bir cümlenin aksiyomatik değeri, onun zamandan ve mekândan bağımsız bir
şekilde ispatının yapılabilmesidir. Kişinin bilgiye ulaşabilmesi ancak kategoriler
içerisindeki tercihlerinin farkında olması ve zihinsel faaliyetini takip etmesiyle
mümkündür.
Son olarak Budist felsefe geleneğindeki münazara meselesine değinen Hacınebioğlu, bu gelenekte “kişinin haklı olması” biçiminde bir ispat yönteminin
bulunmadığını ve hakikatin dillendirilmesinin, muhatabın tasdikinden bağımsız
bir şekilde hakikati ispat ettiğini belirterek konuşmasını nihayete erdirdi.
Mehmet Bulğen
Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji
Değerlendirme: Merve Aktan
TEZGÂHTAKİLER-İSLAMİ İLİMLER
9 Ocak 2016
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin
Ocak ayındaki ikinci konuşmacısı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden
Mehmet Bulğen’di. Bulğen, kısa bir süre önce yayınlanan ve doktora tezinin
yanısıra yurtdışında gerçekleştirdiği çalışmaları da ihtiva eden Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji adlı eserinden hareketle gerçekleştirdiği sunumda,
hem Antik Yunan’dan günümüze atomculuğun serüvenini hem de bu süreçte
gelişen kelâm atomculuğunu klasik ve yeni ilm-i kelâm şeklinde tasnifleyerek
ele aldı. Öncelikle Demokritos atomculuğunun ortaya çıkışını ve bunun kelâm
ilmindeki yansımalarını değerlendiren Bulğen, ardından klasik kelâmın varlığı
anlamlandırmada kullandığı temel kavramlardan biri olan atomculuğun esaslarına
temas etti. Bulğen, konuşmasını modern dönemde yaşanan bilimsel gelişmelerle şekillenen atomculuktan, bu atomculuğu temel alan kuramlardan ve bu
kuramlar ışığında bütüncül bir evren modeli inşa etme uğraşlarının sürdüğü
45
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
günümüz kozmolojisinde kelâmın ortaya koyduğu hudus delilini anlamlı bir
boyuta taşımanın imkânından bahsederek tamamladı.
Bulğen’e göre insanoğlunun evrenin başlangıcı ve sonu ile yapısı ve işleyişine dair
kadim soruları, Sokrates öncesi dönemde sistematik bir hüviyete kavuşmuştur.
Bu dönemde ulaşılmış nihai doğa teorisi kabul edilen ve savunuculuğunu Leucippus, Demokritos gibi filozofların yaptığı atomculuk, varlığı bir bütün olarak
ele alarak değişim ve çokluk gibi kavramları inkâr eden Parmenides ve Elea
okullarına bir karşı çıkıştır. Bulğen, düşünce ve ruh da dahil, var olan her şeyin
‘‘
bölünemeyen temel parçacıklardan oluştuğunu iddia eden bu atomcu görüşün
iki icadının üzerinde bilhassa durdu. Bunlardan ilki, evrende var olan atomların
hareketlerini mümkün kılacak var-olmayan bir şeye, hareketin kendisini akta-
Atomculuğun klasik
racağı boş bir mekâna yani boşluk kavramının varlığına dair akli çıkarsamadır.
dönem kelâmında 400
Bu bağlamda boşluktan yoksun bir hareketin mümkün olmadığını söyleyen
yıl boyunca işlendi, Antik
atomcular, düşünce tarihinde ilk defa boşluğu yoklukla özdeşleştirerek ona
Yunan’ın aksine, marjinal
ontolojik ve kozmolojik bir statü kazandırmışlardır. İkincisi ise atomların ezelden
bir teori olarak kalmayıp
ebede bizatihi sahip oldukları ve hiçbir zaman yitirmedikleri hareket, katılık,
hemen hemen tüm
dizilim gibi birincil nitelikler ile bu niteliklerin ortaya çıkardığı görüngülerden
kelâm fırkalarınca kabul
ibaret olan ve varlığa kavuşmayan ikincil nitelikler ayrımıdır. Bulğen’e göre
gören tutarlı bir sistem
hareketin birincil nitelik olarak kabulü ve atomların sürekli bir düşüş hâlinde
hâlini aldı.
olduğu görüşü, evrenin işleyişinin daima birleşme ve ayrışma hâlindeki son-
’’
suz sayıda atomla, Tanrı’ya gerek kalmadan açıklanmasını sağlamıştır. Zira
deneyimlediğimiz bu düzenli âleme de sonsuz tesadüfler içerisinde yer vardır.
Klasik atomculuğun Platon, Aristoteles, Stoacılar, Hristiyan teologlar ve kilise
babaları gibi Orta Çağ’ın hemen hemen tüm felsefi ve dini sistemleri tarafından eleştirildiğini ifade eden Bulğen, bu bağlamda özellikle Aristoteles’in
üzerinde durdu. Aristoteles’e göre boşluğun olduğu yerde hareket sonsuz bir
hıza kavuşacak, uzay ve zamanın da bu süreksiz harekete bir süreksizlikle
uyum sağlaması gerekecektir ki bu da onun kapalı evren düşüncesi içerisinde
mümkün değildir. Ayrıca bu teori, teleolojik düzen veya gaye gibi bir açıklamaya
yer vermeksizin âlemi açıklaması hasebiyle oldukça materyalist bulunarak
tepkileri üzerine çekmiştir.
Peki kelâm niçin bu denli katı bir materyalist sistem üzerine inşa edilmiştir?
46
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Konuşmasının devamında kelâm alimlerinin atomculuğu tercih etme gerekçeleri
üzerinde duran Bulğen, buradaki temel motivasyonun tevhid ilkesi olduğuna
dikkat çekti ve evreni tanrılardan arındıran klasik atomculuğun içindeki “saatli
bomba” olan boşluk kavramının, kelâmcılar açısından yoktan yaratma ilkesinin
oturtulabileceği bir zemin olarak görüldüğünü ifade etti. Atomculuğun klasik
dönem kelâmında 400 yıl boyunca işlendiğine, Antik Yunan’ın aksine, marjinal
bir teori olarak kalmayıp hemen hemen tüm kelâm fırkalarınca kabul gören
tutarlı bir sistem hâlini aldığına dikkat çeken Bulğen, atomculuk ile kelâm
arasındaki ilişkisinin tek taraflı olmadığının altını çizdi. Başlangıçta teolojik
ilkelerle belli bir şekle bürünen atomculuğun, sonraki süreçte kelâmcıları özel
bir perspektif olan vesilecilik görüşüne yönelttiğini vurguladı.
İslam dünyasında atomculuk 12. yüzyıldan sonra çeşitli sosyal, felsefi ve
dini etkenlerle gözden düşmüş olsa da düşünce geleneğinde bu görüşe geri
dönüşler daima yaşanmıştır. Bu bağlamda Bulğen, anahtar kavram olarak
süreksizliği kullanan ve evrendeki her şeye dair bir açıklamayı mümkün kılan
kelâm atomculuğu ile günümüz kozmolojisini ve kuantum fiziğini ilişkilendirdiği
tezindeki esas amacının, temel kaidelerini koruyarak bu sistemi yeniden inşa
etmek olduğunu belirtti. Modern dönemdeki gelişmeler bugün bu ilişkileri
kurmayı kolaylaştırmıştır. Örneğin yaratma, gerek Aristoteles kozmolojisinde
gerekse İslam felsefesinde evrenin dışından içine doğru gerçekleşen bir süreçtir
ki bu görüş, evrenin genişlediğinin ve maddenin derinliklerinde muazzam bir
oluş ve bozuluşun süregeldiğinin tespitiyle zayıflamıştır. Evreni açıklamak için
gökyüzüne değil, maddenin derinliklerine bakmak gerektiği şeklindeki anlayışın
kelâmda birebir karşılık bulduğuna dikkat çeken Bulğen, kelâmcının her bir
zerreyi sürekli yaratan bir Tanrı tasavvuru olduğunu vurguladı. Bu tasavvura
göre yaratma, maddenin derinliklerinde belirsiz bir biçimde sürer. Arazların
da uzay ve zamanın da süreksiz olduğu bir evrende, var olduğu anda yokluğa
düşen bir varlık kendi kendini yeniden yaratamaz. Bu sebeple onu yeniden
varlığa çıkaracak bir varlığa muhtaçtır. Kelâmcıya göre bu Varlık, Tanrı’dır.
Konuşmasının son kısmında Bilim Devrimi ve sonrasındaki gelişmelerle şekillenen Modern Atomculuk Teorisi’ne değinen Bulğen, kronolojik bir anlatıyla
Demokritos’un atomculuğunu hristiyanlaştıran Gassendi’nin, deneysel kimyanın mucidi olan ve simyadan kimyaya geçişi sağlayan Lavoisier’in, atom-altı
parçacıkları keşfeden Thompson’ın, enerjinin süreksiz ve ayrık yapıtaşlarıyla
emilip soğrulduğunu ortaya koyan Planck’ın, kuantum fiziğinin süreksizliğine
dayanarak hidrojen atomundaki elektronun davranışlarını açıklayan Bohr’un
çalışmalarından kısaca söz etti. Kuantum fiziğine ve genel görelilik kuramına,
modern kozmolojinin temelini oluşturmaları açısından ayrı bir önem atfeden
Bulğen, temel karakteristiği süreksizlik, ayrıklık ve belirsizlik olan, tek bir
elektronun davranışını tahmin etmenin imkânsızlığını ileri süren ve her alanı
parçacıklaştırmaya çalışan kuantum fiziği ile sürekliliğe ve determinizme dayanan, evreni makro ölçekte inceleyerek cisimlerin yüksek hızlarda kazandıkları
göreli yapıyı, uzay ve zamanın mutlak olmayıp bükülebilirliğini esas alan genel
görelilik kuramı arasındaki çelişkilere dikkat çekti. Bulğen’e göre bütüncül bir
47
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
evren modeline dair kuramlarda uzay ve zamanın süreksizliğinin kabul edilmesi
yani varlığın arasına yokluğun girmesi büyük bir problemdir. Çünkü böyle bir
sistemde zaman yokluğa düştüğünde diğer maddi parçacıklar da yokluğa düşecek, bu durumda ortada bir evren kalmayacak ve evrenin dışından bir gücün
onu yeniden varlığa getirmesi gerekecektir. Bu bağlamda Bulğen, uzay-zamanın
sonlu yapıtaşlarından oluştuğu gösterildiği takdirde hudûs delilinin modern bir
yaklaşımını ortaya koymanın mümkün olacağını ifade ederek sözlerini noktaladı.
Şenol Korkut
Farabi’nin Siyaset Felsefesi:
Kökenleri ve Özgünlüğü
TEZGÂHTAKİLER-FELSEFE
16 Ocak 2016
Değerlendirme: Mehmet Hakan Vaizoğlu
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı serisinin Ocak ayındaki üçüncü konuğu, Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Şenol Korkut’tu. Korkut, yakın
zamanda yayınlanan Farabi’nin Siyaset Felsefesi kitabı çerçevesinde bir sunum
gerçekleştirdi.
Şenol Korkut’a göre Farabi, siyaset kelimesini bugün anlaşıldığı şekliyle politika
bilimi olarak değil, ‘yönetim tarzı’ anlamında kullanmıştır. Farabi’nin siyaseti de
içine almak suretiyle kullandığı çatı terim ise ilm-i medeni’dir. Bu terim, çağdaş
medeniyet tartışmalarıyla ilgili olmaksızın ‘şehre ait ilim’ anlamına gelmektedir.
Yunan siyaset felsefesinin klasik metinlerini kullanma tarzıyla Farabi, diğer
İslam filozoflarından ayrılmaktadır. Farabi’nin siyasetle ilgili eserleri arasında
el-Medinetü’l-fazıla, es-Siyasetü’l-medeniyye, et-Tahsilü’s-sa’âde, et-Tenbîh ‘alâ
sebili’s-sa’âde bulunur. es-Siyasetü’l-medeniyye ve el-Medinetü’l-fazıla’nın siyasi
otoritesi filozof-peygamberken, et-Tahsilü’s-sa’âde’deki siyasi otorite filozof-kraldır.
Korkut’a göre, Farabi’nin bu açıklamalarından filozof-peygamberin otoritesinin
filozof-kralınkinden üstün tutulduğu sonucu çıkarılabilmektedir. Erdemli şehirin
kurucu faili filozof-peygamberdir. Bu şehirlerin sürekliliğini sağlayacak siyasi
48
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
otorite ise filozof-kraldır.
Siyaset epistemolojisi üzerine de yoğunlaşmış olan Farabi, nazari siyasetin külli
önermeleri bulunduğunu, bunların yeri ve zamanına göre uygulanması gerektiğini
savunur. Siyasetin iradi alanı günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak değişebilir.
Siyasi otorite külli kaidelere bakıp bunları tikel olaylara uygulayacaktır. Farabi,
nazari siyasetin ürettiği burhani/tümel/külli bilgileri gündelik olarak değişen
durumlara uygulayabilmesi için siyasi otoriteye bir epistemik yeti yüklemiştir.
Taakkul yetisi veya fikri erdem olarak da isimlendirilen bu yeti, külliyi tikele
getirme becerisidir. Geçici olaylardan üretilen pratik siyasi bilgi, Farabi’ye göre
ilm-i medeninin burhani bilgisi değildir.
Farabi’nin tasnifine göre siyaset, derece olarak ilm-i medeninin altında yer
almaktadır. Siyasetin altında ise ahlâk ve onun altında da ev ekonomisi/idaresi
anlamına gelen tedbirü’l-menzil bulunur. İslam tarihinde ilk defa Farabi, kelâmı
ve fıkhı siyaset ilminin yardımcı ilimleri olarak niteleyip ilm-i medeninin altına
yerleştirmiştir. Kelâmcı, erdemli dini dışarıdan gelecek olan saldırılara karşı
savunup zayıf düşen inancı canlandırarak, fakih ise yasa çıkararak veya var
olan yasaları yenileyerek ilm-i medeniye yardımcı olacaklardır.
Farabi’ye göre insan eksik bir yaratılışa sahiptir ve iradi olarak kendini mükemmelleştirmeye yönelir. Allah’ın evrene verdiği düzen insanda kırılmaktayken,
erdemli şehir kurulduğunda düzen kemale erecektir. Erdemli şehirin kurucusu,
filozof-kraldan üstün olan ve muhayyile yetisi taşıyan filozof-peygamberdir.
Muhayyile yetisi herkeste bulunabilmesine rağmen, faal akılla ittisal etme yetisi
yalnızca peygamberlere verilmiştir. Faal akılla ittisali bulunan peygamberler,
‘‘
İslam tarihinde ilk defa
Farabi, kelâmı ve fıkhı
siyaset ilminin yardımcı
ilimleri olarak niteleyip
oradan külli bilgileri alıp duyusal alana dönüştürürler. Filozof-peygamber bu
ilm-i medeninin altına
özelliği ile insanların fiillerine filozof-kraldan daha çok etki etmekte ve bu tesir
yerleştirmiştir.
gücü sayesinde de erdemli şehiri kurabilmektedir. Erdemli şehir kurulduktan
sonra yakini/burhani felsefe toplumun bir parçası olmaktan çıkarsa helâk olma
tehlikesi doğar. Toplum, içerisinden bir filozof-kral çıkararak erdemli şehirin
devamlılığını sağlamak zorundadır. Farabi, filozof-kralı imam olarak da isimlendirir ki buradaki kullanım Sünni ve Şii perspektiflerden bağımsızdır. İmam,
matematik ve fiziği olduğu kadar nazari erdem, fikri erdem, ahlâki erdem ve
’’
ameli erdemi de milletlere öğretebilen filozof-kraldır.
Erdemli şehirin idaresinde birtakım sınıflar da bulunur. En üstte güçlü hitabet
ve cihat yapabilme yeteneklerine sahip olması beklenen filozof-kral vardır. Söz
konusu cihat, nimet devşirme veya fetih için gidilen yere kültür ve dil götürme
maksadıyla değil, buralarda adalet, mutluluk ve iyiliği tesis etmek için yapılır.
Filozof-kralın altında, fakih ve kelâmcılardan oluşan din hizmetkârları yer alır.
Bir altta mücahidun (askerler) sınıfı bulunur. Onların altında da teknikerler,
maliyeciler vs. vardır.
Korkut’a göre Farabi’nin kullandığı şehir (medine) mefhumunun Antik Yunan’daki
polise karşılık gelip gelmediği tartışmalıdır. Platon’un “ideal devlet” dediği düzen, beş bin kırk kişiden oluşurken Aristo’nun önerdiği ideal devlet, herkesin
49
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
birbirini tanıyabileceği kadar küçük bir kasabayla sınırlıdır; aksi halde yasayı
uygulamak güçleşecektir. Farabi’nin medinesinde ise çok daha fazla kişi bulunur
ve bu anlamda Grek polisinden daha büyük ve kapsamlıdır.
Farabi, erdemli şehirin karşısına cahil şehiri konumlandırmıştır. Korkut’un
ifadelerine göre cahil şehirin halkı arasında, çatışma ve mücadelenin egemen
olduğu bir doğal durum söz konusudur. Farabi bu doğal durumdan çıkmak için
aralarında sözleşme, aynı atadan gelme, ortak başkan, kültür ve dil birlikteliğinin
de bulunduğu on çıkış yolu önermektedir.
Hasan Pekdemir
Marksizm ve Felsefe: Karl Korsch
Üzerinden Bir Okuma
TEZGÂHTAKİLER-FELSEFE
13 Şubat 2016
Değerlendirme: Ali Tarık Altunç
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Şubat ayındaki ilk konuğu, Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu
Yönetimi Bölümü’nden Ar. Gör. Hasan Pekdemir’di. Pekdemir, Marksizm ve
felsefe ilişkisini Karl Korsch üzerinden incelediği sunumunda Korsch’un yaşam
öyküsüne, Marksist düşünce içindeki konumuna ve Marksizm’e yönelttiği
eleştirilere değindi.
Pekdemir, konuşmasına Korsch’a ait makalelerin Vefa Saygın Öğütle editörlüğünde derlenen Bir Proleter Devrim Teorisyeninin Yazıları kitabının ismindeki
nüansa vurgu yaparak başladı. Bu adlandırmanın Korsch’un Marksist düşünce
geleneğindeki kritik konumuna işaret ettiğini düşünen Pekdemir’e göre Korsch’u Marksist bir yazar olarak tanımlamak yetersizdir; o tam anlamıyla bir
“proleter devrim teorisyeni”dir.
Korsch’un yaşam öyküsünü, düşüncelerini şekillendiren önemli bir faktör olarak
ele alan Pekdemir, Korsch’un hayatıyla ilgili şunları aktardı: Korsch, 1886 yılında
Almanya’nın küçük bir kasabasında orta sınıf bir ailenin oğlu olarak dünyaya
geldi. Babası, Leibniz’in teorileri üzerine kapsamlı bir eser kaleme almış bir
50
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
isimdi. Hukuk fakültesini bitiren Korsch, fakülte yıllarında Marksist değildi,
kendini Kantçı olarak tanımlıyordu. Üniversiteden mezun olduktan sonra İngiltere’ye gitti ve orada Marksizm’in iradi yönüne vurgu yapan ve devrimin eğitim
yoluyla gerçekleşeceğini düşünen Fabian Topluluğu ile ilişki kurdu. Pekdemir’e
göre Fabian Topluluğu’ndaki eğilimin etkisi, Korsch’un Almanya’ya döndükten
sonra yazdığı yazılarda açık bir şekilde görülmektedir. Fakat Korsch daha sonra
bu etkiyi üzerinden atmış ve 1930’dan itibaren devrimci bir düşünce çizgisine
sahip olmuştur.
Korsch’un “Marksizm ve Felsefe” isimli makalesini Ekim Devrimi, Almanya
Devrimi, Macaristan Devrimi ve bu devrimlere karşı devrimlerin yapıldığı bir
ortamda yazdığını belirten Pekdemir, makalenin şu iki temel soru üzerine bina
edildiğini ifade etti: “Marksizm’in işçi sınıfı üzerinde en devrimci dönemde dahi
yeterli etkiyi gösterememesinin sebebi nedir? Marksizm’in anlattığı bütün
nesnel şartlar mevcutken devrim niçin gerçekleştirilememiştir?” Bu soruları
cevaplarken sorumluluğu işçi sınıfına yüklemek yerine, Marksizm’e yüklemeyi
tercih etmesi Korsch’u diğer Marksist yazarlardan ayırmaktadır. Pekdemir’e
göre, Korsch bunu yaparken Marksizm’in toplumsal araştırmalarda kullandığı
yöntemi bizzat Marksizm’in kendisine uygulamıştır.
Pekdemir’e göre “Marksizm ve Felsefe” makalesindeki amaç, Marksist bir
felsefe kurmak değil, Marks ve Engels’in düşünceleri ile onların takipçilerinin
görüşlerini ayrıştırarak Marksizm’in felsefeyle ilişkisini ortaya koymaktır. Biri
felsefeyi hasıraltı eden, diğeri ise onu dini bir konuma yükselten, birbiriyle
uzlaşmaz iki Marksist görüş bulunduğunu düşünen Korsch, her iki görüşe de
karşı çıkar. Hegel’in “Felsefe, kendi çağını düşüncede kavrayıp yakalamaktır.”
tanımını alıntılayan Korsch, Marks ve Engels’in tam anlamıyla bunu gerçekleştirdiğini düşünmektedir. Korsch’a göre bu iki düşünür sanat, hukuk, din,
felsefe ve kültür gibi toplumun üst yapısal kurumlarını göz ardı etmemiş, aksine
bunları iktisat ve politika zeminlerinde anlamaya çalışmışlardır. Bu kurumları
sığ bir pozitivist anlayışla reddetmek yerine, toplumsal birer gerçeklik olarak
görmüşlerdir. Marks ve Engels’in yaptığı kendi felsefelerini oluşturmak değil,
topluma işçi sınıfının gözüyle bakmak ve işçi sınıfının tarihsel pratik hareketine
kuramsal bir çerçeve sunmaktır.
Pekdemir konuşmasına Korsch’un Marksizm’e dair yaptığı zamansal ayrıma
değinerek devam etti. Bu ayrıma göre üç dönemden oluşan Marksizm’in birinci dönemi, Marks’ın Hegel’in hukuk felsefesine yönelik eleştirisini yazdığı
1843 ile Marksist manifestonun yazıldığı 1848 tarihlerini kapsar. Bu zaman
dilimini Marksizm’in Hegelci dönemi olarak tanımlayan Korsch, Althusser’in
“genç Marks-olgun Marks” ayrımına karşı çıkmakta ve bu dönem ile sonraki
dönemler arasında bir süreklilik olduğunu savunmaktadır. Korsch’a göre bu,
felsefeyle ilişkinin çok yoğun olduğu fakat bu ilişkinin anti-felsefe biçiminde
yürütüldüğü bir dönemdir. İkinci dönem ise Marks’ın en çok okunan eserlerini yazdığı 1848-1900 yılları arasını ihtiva eder. Korsch’a göre Marksizm’de
deformasyonun yaşandığı bu dönemde devrimci pratik sekteye uğramış ve
bilimsel söylem hakim hale gelmiştir.
51
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Üçüncü dönem, 1919 yılında ilan edilen 3. Enternasyonal’le başlar. 1917 yılında
Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi tüm Alman Marksistlerinde olduğu gibi,
Korsch’ta da büyük heyecan uyandırmıştır. Bu evreyi Marksizm’in yeniden inşa
dönemi olarak tanımlayan Korsch, pratik eylemlerin gerektirdiği arınmanın
buradan gerçekleşmesini, teorinin devrimci özünün ise tekrar açığa çıkmasını
beklemektedir. Fakat gelişmeler Korsch’un beklediği gibi olmamış, zamanla
Sovyet Rusya’ya muhalif bir tutum sergilemeye başlayan Korsch nihayet
partisinden ihraç edilmiştir.
Pekdemir’e göre bu ihraç, Korsch’u Marksizm’e karşı daha eleştirel bir tutum
almaya yönlendirmiştir. Korsch bu aşamadan sonra daha çok ideoloji sorununa
yoğunlaşmıştır. İdeoloji ile bilinci birbirinden ayıran Korsch; ideolojiyi ters yüz
edilmiş bilinç, bilinci ise gerçekliğin saptırılmamış hâli olarak tanımlamaktadır.
Korsch’a göre işçi sınıfı iktidarı ele aldığında bir ideolojik diktatörya kurmak
zorundadır. Çünkü sadece nesnel koşulların ortadan kaldırılması devrimin
amacına ulaşması için yeterli değildir; saptırılmış bilinçlerin de yok edilmesi
gerekir. Korsch ideolojik diktatörya kavramını, Sovyetler’de ortaya çıkan
proleterya diktatörlüğü kavramına karşıt bir kavram olarak belirler. Korsch’a
göre bu ideolojik diktatörya, proleterya diktatörlüğü gibi işçi sınıfının üzerine
kurulmayacak, işçi sınıfının burjuvazi üzerine kuracağı bir diktatörya olacaktır.
Marks’ın felsefesinin, klasik Alman felsefesinin sadece sonuçlarıyla değil bu
felsefenin koşullarıyla da taban tabana zıt olduğunu aktaran Pekdemir, sunumunu Marks’ın bu zıtlığı ifade eden ünlü cümlesiyle noktaladı: “Filozoflar
yalnızca dünyayı anlamaya uğraştılar, aslolan onu değiştirmekti.”
Hayrettin Nebi Güdekli
Kelâmın Tümel Bir Disiplin
Olarak İnşası
TEZGÂHTAKİLER-İSLAMİ İLİMLER
5 Mart 2016
Değerlendirme: Melike Nur Özdemir
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı serisinin
52
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Mart ayındaki ilk konuğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Ar. Gör.
Hayrettin Nebi Güdekli oldu. Güdekli, doktora tezi çerçevesinde gerçekleştirdiği
sunumunda sekizinci yüzyılda kelâmın tek tek teolojik problemlere çözüm bulan
bir çalışmadan sistematik bir disipline dönüşüm sürecini ele aldı.
Kelâm ilminin inşasını iki evrede incelediğini belirterek konuşmasına başlayan
Güdekli, bu iki evreyi sınırlandıran tarihlere değindi. Buna göre kelâmi düşüncenin
başlangıcı, hicri birinci asrın son çeyreğine rastlar ve Mutezili kelâmının
kurucusu sayılan Ebu Huzeyl’in fikir sahnesine çıktığı hicri ikinci asrın yarısına kadar devam eder. İkinci evreyi ise Cahız’ın vefatı sonlandırır. Güdekli,
kendisinden önceki kelâm tarihçilerinin isimlendirmesine sadık kalarak ilk
evreyi kelâmın başlangıç dönemi, ikincisini ise tümelleşme dönemi şeklinde adlandırdığını ifade etti ve bu dönemlere ilişkin tahlilleriyle kelâmi
‘‘
İdrak gücünün beş
duyu ve akıl olarak
tespit edildiğini
çeşitli rivayetlerden
düşüncenin doğuşunu ve zamanla geçirdiği değişimi mercek altına aldı.
örneklerle açıklayan
İlk olarak, erken dönemde kelâmi düşüncenin şekillenmesinde rol oynamış
Güdekli, iki farklı
tarihi olaylara değinen Güdekli, Hakem Olayı’nın ardından Haricilerin büyük günah meselesini gündeme getirmeleriyle birlikte iman ve küfür gibi
kavramların mahiyetlerinin tartışılmaya başlandığını belirtti. Güdekli’ye
göre, kaynağını bir insanın fiilinden alan bu tartışmalar zamanla iman-amel
ilişkisine ve ardından amelin kökenine dair tartışmalara evrilmiş, nihayet
insanın iradesinin olup olmadığı meselesine dayanmıştır. Burada Tanrı’nın
iradesi de söz konusu edilmiş, Tanrı hakkında ortaya konulan çeşitli önermelerle Tanrı’nın sıfatlarına dair yeni bir tartışma alanı açılmıştır. Sıfatlar
konusunda, teşbih ve tenzih olmak üzere iki ana yaklaşımdan bahseden
Güdekli, konuşmasında bu yaklaşımlara mensup kişilerin çeşitli ifadelerine
de yer verdi. Güdekli’ye göre erken dönem kelâmi düşüncenin odaklandığı
tüm bu konular iki başlık altında toplanabilir: insanın iradesi sorunu ve
teşbih-tenzih meselesi. Güdekli, kelâm ilminin inşa sürecinin ikinci evresini
bilgi edinme yolunun
birbirinden farklı iki varlık
tarzına işaret ettiğini,
dolayısıyla burada bilgi
teorisiyle ontolojinin
eşzamanlı gelişimini
gözleyebileceğimizi
bildirdi.
’’
Mutezili kelâmının bir ekol olarak ortaya çıkmasıyla başlatır. Bu bağlamda
Mutezili kelâmının, erken dönemin iki ana problemi üzerinde şekillendiğini
vurgulayan Güdekli, Mutezili kelâmındaki beş esastan ikisinin, adalet ve
tevhid esaslarının, erken tarihlerde ve bahsedilen iki problemin kavramlaştırılması neticesinde belirlendiğini ifade etti.
Ardından kelâm ilminin bir disiplin olarak teşekkülü üzerinde duran Güdekli,
kavram, önerme, kıyas ve yargıların erken dönemde de gözlenebildiğini, ancak tümelleşme döneminde ele alınan problemlerin ve bunların çözümünün
erken dönemden farklılık arz ettiğini söyledi. Güdekli’ye göre ilk dönemde
üzerinde durulan sorunlar daha çok Müslüman toplumu ilgilendiren ve
naslara başvurularak çözüme kavuşturulabilen tikel meseleler olmuştur.
Mutezili kelâmın kurucusu Ebul Huzeyl’le birlikte Müslüman olmayan
kimselerle diyaloga girilmiş ve çözümünde naslara başvurmanın yeterli
görülmediği nispeten daha evrensel problemler, yani tümel meseleler
gündeme gelmiştir. Kelâmi önermelerin problem alanlarını naslardan
almalarına rağmen, ikinci dönem kelâm alimlerinin problemleri çözerken
nasları kullanmayışını iki açıdan değerlendiren Güdekli, ilk olarak, “nasların
53
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
bilgi değeri yalnızca inananlar için geçerlidir” görüşünün bu dönemde
kabul edildiğini ifade etti. Diğer yandan, nasların bilgi kaynağı olarak kullanılmasının ancak bilgisel meşruiyetleri temin edildiği takdirde mümkün
olduğunu bildiren konuşmacı, Mutezili kelâmının özellikle bu ilke üzerine
temellendiğini vurguladı.
Kelâm ilminin yalnızca Müslümanlara yönelik bir disiplin olarak ele alınmaması ve kelâmi önermeleri doğrularken naslarla yetinilmemesi, bir
önermenin doğrulanışında başvurulacak kaynakların araştırılmasına, diğer
bir deyişle, insanın idrak gücünün incelenmesine yol açmıştır. Bu dönemde
idrak gücünün beş duyu ve akıl olarak tespit edildiğini çeşitli rivayetlerden
örneklerle açıklayan Güdekli, iki farklı bilgi edinme yolunun birbirinden
farklı iki varlık tarzına işaret ettiğini, dolayısıyla burada bilgi teorisiyle
ontolojinin eşzamanlı gelişimini gözleyebileceğimizi bildirdi.
Güdekli, konuşmasının ilerleyen kısımlarında, kelâm ilminde kullanılan
yöntemin gelişim sürecine değindi ve soru-cevap formunda bir tartışma
tekniğinin başlangıçtan itibaren disipline hakim olduğunu belirtti. Ancak
bu diyalektiğin içinde bir kıyas düşüncesinin de bulunduğunun altını çizen
Güdekli, henüz tercüme faaliyetlerinin başlamadığı erken tarihlerde dahi bir
akıl yürütme tekniğinin izlenebildiğini vurguladı. Erken dönemde kurulan
kıyasların geçerlilik ilkesini yerine getirdiğini ancak tümel olmadığını ve
bu yönüyle ikinci dönemde kurulan kıyaslarla farklılık arz ettiğini söyledi.
Tümelleşme sürecini halk-mahlûk kavramlarından hudûs kavramına geçişle
örnekledi.
Konuşmasının sonunda kelâm ilminin bir teoloji mi yoksa bir doğa bilimi mi
olduğu sorunsalına yer veren Güdekli, kelâmı bütünüyle teolojiye indirgenemeyen fakat aynı zamanda doğa biliminden ibaret sayılmaması gereken
bir ilim olarak ele aldığını ifade etti. Güdekli’ye göre teoloji, kelâmın nihai
gayesini oluşturmakla beraber, kelâmcıların uğraşları, vahyi temellendirmek
veya teoloji yapmakla sınırlandırılamaz. Güdekli, “Mevcutların bütününe
ilişkin bir konuşma biçimi geliştiren kelâmcı, tümel bir disiplinin erbabıdır.”
diyerek konuşmasını sonlandırdı.
54
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Münteha Beki
Din Felsefesi Açısından İlahi
Mükemmellik
Değerlendirme: Emre Akbaş
TEZGÂHTAKİLER-FELSEFE
12 Mart 2016
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Mart ayındaki ikinci oturumunda Ankara Üniversitesi Din
Felsefesi Anabilim Dalı’ndan Dr. Münteha Beki konuk edildi. Beki, yakın zamanda
tamamladığı ‘’Mükemmellik ve Ontolojik Kanıt’’ başlıklı doktora tezinden hareketle yaptığı sunumuna, çalıştığı konunun genel çerçevesini anlatarak giriş yaptı.
Tezinde Tanrı’nın mahiyeti ile varlığı arasındaki ilişkinin mümkün olup olmadığını
mükemmellik kavramı açısından ele almaya çalıştığını ifade etti.
Beki, konuşmasının ilk kısmında, Tanrı hakkında dini ve felsefi beklentilerimizi
karşılayabilecek makul ve tatmin edici bir tasavvurun ancak mükemmellik kavramıyla ortaya konulabileceğini belirtti. Felsefi teolojide farklı Tanrı tasavvurları
olsa da, mükemmellik kavramında uzlaşıldığına dikkat çeken Beki’ye göre, bu
kavramı Tanrı hakkında oluşturulabilecek bir tasavvurun çıkış noktası olarak
kabul etmek mümkündür. Beki, teizmde Tanrı’ya atfedilen “her şeyi bilme, her
şeye gücü yetme ve ezeli olma” gibi niteliklerin özünde de mükemmelliğin yer
aldığını vurguladı. Tanrı-alem ilişkisini açıklamaya yönelik ilk neden ve yaratma
görüşlerine değinen Beki, bu kavramların Tanrı’nın mahiyeti ve tabiatı hakkında
vereceği bilginin doğrudan değil, dolaylı olacağının altını çizdi. Bu bağlamda bizleri doğrudan bir Tanrı tasavvuruna ulaştırabilecek ve Tanrı’nın hem tabiatı hem
de mahiyeti hakkında tatmin edici bir tanım yapmamızı sağlayabilecek kavram
mükemmeliktir. Beki’ye göre, mükemmeliğin tatmin edici olmasını sağlayan yönü,
bu kavramın rasyonel sezgilerimizle bağdaşması ve kapsayıcılığıdır.
Beki, mükemmelliğin niçin makul olduğunu açıkladıktan sonra, çalışmasında kullandığı kavramsal çerçeveyi tanımladı. Bugüne kadar oluşturulmuş Tanrı anlayışlarının merkezinde yer alan mutlaklık, sonsuzluk ve azamilik kavramlarını semantik,
metafizik ve epistemolojik açıdan değerlendirdiğini ve bu kavramlarla mükemmelik
arasındaki ilişkileri ortaya koymaya çalıştığını belirtti. Sözü geçen kavramları tek tek
açıklayan Beki, mutlaklıktan yola çıkarak bir tasavvur oluşturduğumuzda Tanrı’yı
her şeyden soyutlamak zorunda kaldığımıza ve bu durumun ona iyi özellikler
atfetmemizi engellediğine dikkat çekti. Tanrı’nın ne olmadığına dair söylemlerin,
onun ne olduğunu anlama konusunda bize bir yarar sağlamayacağını da sözlerine
ekleyen Beki’nin sonsuzluk kavramına getirdiği eleştiri ise, insanın sonsuzluğu
idrak etmede çektiği güçlükle ilişkili. Beki’ye göre, düşünce yapısı sınırlı olan insan,
55
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
sonsuzluğun içini dolduramaz. Bu yüzden sonsuzluk, her ne kadar Tanrı hakkında
bir fikir veriyorsa da, sıkıntılı bir kavramdır ve bizi Tanrı’nın mükemmelliğine götürmez. Ancak mükemmellik yine de içerisinde sonsuzluğu barındırır. Azamilik
ve mutlaklık kavramlarına da değinen Beki, Tanrı’nın herkesten ve her şeyden
daha üstün olması anlamında kullanılan azamilik kavramının kavrayış kolaylığı
sağladığını, buna karşın mutlaklık kavramıyla bir tezat oluşturduğunu ifade etti.
Zira mutlaklık Tanrı’ya sınırsız bir güç ya da sınırsız bir bilme atfederken, azamilik
belirlenmiş bir üst sınırın varlığını çağrıştırır. Bu durum ise ciddi bir karmaşaya
yol açar. Beki, bu kavramların nihayetinde bizi, Tanrı’nın sıfatlarına ve mahiyetine
ilişkin tatmin edici olmayan, sınırlı bir tasavvurla baş başa bıraktığını vurguladı.
Beki, konuşmasının ilerleyen bölümlerinde, kavramsal çerçevesini oluşturduğu
mükemmelliğin nasıl tanımlanacağına değindi. Ona göre, bir varlığın mükemmel
olabilmesi için tüm unsurlarını ya da niteliklerini bir arada taşıması ve mükemmellik
içeren nitelikler barındırması gerekir. Hangi niteliklerin mükemmellik taşıdığına
da rasyonel sezgilerimizle karar verilebiliriz.
Beki, konuşmasının son kısmını ontolojik kanıtı nasıl temellendirebileceğimiz
meselesine ayırdı. Saint Anselmus’un kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen
varlık teorisini açıklayan Beki, teorinin bazı sorunlu kısımlarının bulunduğuna
dikkat çekti ve kendisini en fazla tatmin eden yaklaşımın Descartes tarafından
ortaya konulduğunu belirtti. Beki’ye göre Descartes’ın mükemmel varlık fikri, Tanrı
fikrine tekabül eder. Tüm mükemmel nitelikler gibi varlık niteliği de mükemmel
varlıkta zorunlu olarak bulunur. Buradan da “Tanrı vardır” düşüncesine ulaşmanın
mümkün olduğunu belirten Beki’nin sunumunun ardından toplantı soru-cevap
bölümüyle nihayete erdi.
M. Fatih Soysal
Ali Kuşçu’nun İlahiyat Anlayışı
TEZGÂHTAKİLER-İSLAM DÜŞÜNCESİ
9 Nisan 2016
Değerlendirme: Büşra Nur Dambasan
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Nisan ayındaki ilk konuğu Amasya Üniversitesi İlahiyat
56
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fatih Soysal oldu. Soysal konuşmasında, daha
çok pozitif bilimlere dair yaptığı çalışmalarıyla tanınan Ali Kuşçu’nun kelâm
konularını ele aldığı Şerhu Tecrîdi’l-Kelâm eserinden hareketle Kuşçu’nun ehli
sünnet kelâmı ile girdiği eleştirel diyaloğu gündeme getirdi.
Konuşmasına Ali Kuşçu’nun bu eseri hakkında yeterli bir literatürün neden
bulunmadığı sorusunu, iki açıdan ele alarak başlayan Soysal, ilk olarak, şerh
ve haşiye türünde eserleri çalışmanın, ilmi anlamda bir karşılık bulmayacağı
kaygısından bahsetti. Soysal’a göre klasik dönem kelâm ilim geleneğinde ismine rastlandığı halde ancak Cumhuriyet döneminin etkisiyle adını duymaya
başladığımız Ali Kuşçu’nun, ekseriyetle astronomi ve matematik alanlarında
çalışmalar yaptığı düşüncesinin, onu kelâm ilmi geleneği içerisinde ele almamıza
engel teşkil eden ikinci sebep olduğunu belirtti. Buna karşın Soysal, Nasiruddin
et-Tûsî’nin Tecrîdü’l-Akāid adlı eseri üzerine yazdığı şerhin Ali Kuşçu’nun en
önemli eseri sayılabileceğini ve bu nedenle bir kelâmcının Ali Kuşçu’yu dikkate
alması gerektiğini vurguladı.
Konuşmasının devamında Soysal, Ali Kuşçu’yu Nasiruddin et-Tûsî’nin söz konusu eseri hakkında yazmaya yönlendiren sebepler üzerinde durdu. Soysal’a
göre, nasıl ki Nasiruddin et-Tûsî Fahreddin er-Razi’yi ilmi açıdan tenkit etmiş
ve onunla İmamîye-i İsnâ’aşer’îyye düşüncesi merkezinde hesaplaşmışsa, Ali
Kuşçu da bu eseriyle Tûsî’yi eleştirmiştir. Sünni bir anlayışa sahip olan Kuşçu’nun şerh ettiği bu metin, Şia düşüncesini temel alarak yazılmış olmasına
rağmen, esere dair yaptığı eleştiriler salt mezhep temelli olmamıştır. Kuşçu,
ilmi tenkitlerini ileri sürerken özellikle belirli delillere dayanmaya dikkat etmiştir.
Meseleleri şerh ederken kendinden önceki mütekellimlerin eserlerinden alıntılar
yaparak bunları cem eden Kuşçu, buradan farklı düşüncelere varmaktadır. Buna
‘‘
Allah’ın sıfatları
meselesinde Eş’ariler
ve Maturidiler arasında
sıklıkla tartışılan Tekvin
sıfatı konusunda Eş’ari
düşünceyi benimseyen
örnek olarak Kuşçu’nun Seyyid Şerif ve Sadeddin Taftazani’nin metinlerinden
Kuşçu, fiili sıfatlara
iktibas ettiği noktaları bir metinde birleştirip meseleye yeni bir çerçeve ka-
gelindiğinde bunların
zandırması dile getirilebilir. Kuşçu’nun iktibaslar yapsa da, gerek gördüğünde
ezeli olduğunu belirterek
“ekûlü” ifadesini kullanarak kendi müstakil tahkiklerini de belirttiğini ifade eden
Maturidi çizgiye intikal
Soysal, bu sebeple şerhteki alıntıların kaynağını ve nedenini bilmeden yapılan
etmektedir.
okumaların yanıltıcı olabileceğini vurguladı.
Soysal, Semerkant kökenli olduğunu bildiğimiz Kuşçu’nun her meselede
aynı mezhebin prensiplerini benimsemediğinin altını çizdi ve kelâm alanındaki belli başlı meselelerden örnekler vererek bu duruma açıklık getirdi. İlk
olarak Allah’ın sıfatları meselesinde Eş’ariler ve Maturidiler arasında sıklıkla
tartışılan Tekvin sıfatı konusunda Eş’ari düşünceyi benimseyen Kuşçu, fiili
’’
sıfatlara gelindiğinde bunların ezeli olduğunu belirterek Maturidi çizgiye intikal
etmektedir. Kulların fiilleri tartışmasında ise Eş’ari kelamına tabi olan Kuşçu,
Eş’ari görüşlerini Tûsî’ye karşı delil olarak kullanır. Bu tartışma, fiilin oluşması
için gerekli şartlar yerine geldiğinde fiilin oluşmasının zorunlu olup olmadığı
üzerine yürütülmüştür. Tûsî’nin şartlar gerçekleşmişse fiilin zorunlu biçimde
oluşacağını iddia ettiğini belirten Soysal, Fahreddin er-Razi, Seyyid Şerif ve
Taftazani gibi Kuşçu’nun selefi bazı alimlerinse bu durumda fiilin oluşumunu
zorunlu kabul ederek Tûsî’yi eleştirdiklerini nakletti. Kuşçu’nun, nihai noktada
57
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
selefleriyle aynı düşünceleri paylaşsa da delillerinin yeterli olmaması gibi başka
bir takım hususlarda kendilerini eleştirdiğini vurguladı.
Soysal, son olarak kelâm düşünce geleneğinde Fahreddin er-Razi, Seyit Şerif,
Taftazani ve Ali Kuşçu gibi âlimlerin her ne kadar temel metinlerinde Eş’ari
kelâmı sunsalar da, yaptıkları tahkiklerin bazı noktalarında diğer görüşleri de
kabul ettiklerine şahit olduğunu belirtti. Buradan hareketle, genel görüşün
aksine, ulemanın sadece belirli noktalara odaklanmakla yetinmeyerek farklı
çerçevelerin yorumlarını da dikkate aldıklarını vurgulayarak sözlerini tamamladı.
Burak Şaman
İbn Sina ve Descartes’ta
Kendini Bilme
TEZGÂHTAKİLER-FELSEFE
16 Nisan 2016
Değerlendirme: Sümeyye Sel Odabaş
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Nisan ayındaki ikinci konuğu 29 Mayıs Üniversitesi
Felsefe Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Burak Şaman’dı. Kendisi, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Ana Bilim Dalı’nda hazırladığı “Ruh ve Beden Ayrımı
Açısından İbn Sina ve Descartes’ta Bilginin Kesinliği” başlıklı doktora tezini
merkeze alan bir sunum gerçekleştirdi.
Şaman, öncelikle tezini tarihsel bir hesaplaşmadan ziyade felsefi bir düşünme
faaliyeti olarak değerlendirdiğini belirtti. Ardından, hem Antik Yunanca ve
Latinceye ait kavramların yardımıyla hem de Aristo metafiziğinden yaptığı
alıntılarla “İbn Sina ve Descartes’ta Kendini Bilme” başlığını aydınlatmaya
çalıştı. Bilginin kesinliği meselesini ruh-cisim (beden) ayrımı temelinde ele
alırken bizlere kesinliğin imkânına dair yeni bir bakış açısı sundu. Şaman,
kesinlik bahsinin ancak ve ancak aracısız bir bilmeyle mümkün olabileceğini
savundu ve bu tür bir bilmenin benin bilgisiyle yani “kendini bilme” sayesinde
gerçekleşebileceğinin altını çizdi.
Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde Şaman, İbn Sina ve Descartes’ın “kendini
58
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
bilme” ve “benin bilgisi” meselelerine verdikleri örnekleri kıyaslayarak “düşünüyorum” demenin bir çıkarımdan ziyade, kendi üzerine düşünmeyi mümkün
kılan bir bilinç hâli ve bir tür farkındalık olarak değerlendirilebileceğine dikkat
çekti. Bu bağlamda Descartes’ın “cogito ergo sum” (düşünüyorum o halde
varım) sözü ile İbn Sina’ya ait bir düşünce deneyi olan “uçan adam” örneğini
bir arada ele aldı. İbn Sina’nın “uçan adam” metaforuna getirdiği yorumda
Şaman, kişinin kendisini bedensel ve cismani olandan tamamen soyutlayarak
havada asılı kaldığı durumda dahi varlığından bir şekilde haberdar olacağını
ifade ederek benin bilgisinin ve kendilik bilincinin önemini vurguladı. Benzer bir
okumayı Descartes’ın Meditasyonlar kitabı için de yaptığının altını çizen Şaman,
“Her şeyden şüphe edebilirim ancak şu an şüphe eden bir benin varlığından
şüphe edemem.” düşüncesinin üzerinde durdu. Şaman, her iki düşünme bi-
‘‘
Şaman, kesinlik bahsinin
ancak ve ancak aracısız
bir bilmeyle mümkün
olabileceğini savundu
çiminin de bizleri bir tür “kendini bilme” kesinliğine ulaştırdığını vurguladı ve
ve bu tür bir bilmenin
her şeye eşlik eden bilinç hâlinin “kendini bilmek” üzerinden okunabileceğini
benin bilgisiyle yani
belirtti. Bu bağlamda, özellikle Descartes söz konusu olduğunda, “cogito
“kendini bilme” sayesinde
ergo sum”un bir çıkarım değil de, bir bilinç hâli olduğunu savundu. Şaman bu
gerçekleşebileceğinin
minvalde “Düşünüyorum o halde varım” yargısının kendini bilme bilincinin bir
altını çizdi.
getirisi olduğunu ifade etti.
Şaman, Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir” dizeleriyle
başladığı sunumunu, İbn Sina ve Descartes’ın bilginin kesinliği meselesine dair
ortaya koydukları düşüncelerin “kendilik bilinci” üzerinden değerlendirilebileceğine ilişkin savını destekleyecek örneklerle zenginleştirdi ve soru-cevap
’’
faslının ardından program nihayete erdirildi.
Cem Behar
Musıkiden Müziğe: Osmanlı/Türk
Müziği: Gelenek ve Modernlik
Değerlendirme: Betül Babacan
TÜRK MÜZİĞİ KONUŞMALARI 5
26 Aralık 2015
Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Sanat Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa
düzenlediği Türk Müziği Konuşmaları üst başlıklı toplantı dizisinin beşinci programında, İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Cem Behar misafir edildi.
Behar, Musıkiden Müziğe Osmanlı/Türk Müziği: Gelenek ve Modernlik kitabı üzerine,
kitabın yazılış süreci ve içeriğini ana hatlarıyla özetleyen bir sunum gerçekleştirdi. Bu kitabın, esasen kendisinin daha evvel yazmış olduğu, aralarında bir
anlatım birliği bulunmayan fakat tematik bir birlik sağlanan metinlerinin bir
araya gelmesiyle oluşmuş bir derleme eser olduğuna dikkat çekti.
“Musıkiden müziğe” başlığının ironik karakterini dile getirerek söze başlayan
Behar, “Biri Latince söylenip Avrupa üzerinden Osmanlı’ya geçmiş; diğeri kadim Grekçe’den Arapça’ya çevrilip oradan Osmanlı’ya gelmiş, kökü itibariyle
-kadim Yunanca’dan gelen- musa’yı imleyen iki kelime arasında bir geçişten
bahsetmek ne anlama gelir?” sorusunu tartışarak bu kelimelerin 19. yy.’daki
59
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
ideolojik tahavvüller sonucu birbirinden farklılaşmış pratikleri çağrıştırdığını
aktardı. Behar, bir tarihçi olarak şimdiye dek tarihi yazılmamış bir hususun,
Osmanlı Türk musıkisinin tarihini yazma teşebbüslerinin 1986-87 yıllarına
isabet ettiğini ve o yıllardan 2005 yılına değin yazdığı makalelerin bir kısmını
derleyerek temelde üç ana bölümden oluşan kitabın hazırlandığını ifade etti.
Kitabın ilk bölümünde üç biyografi mevcut. Biri, 17. yy.’dan Ali Ufki Bey’in
hikâyesi. Kendisi 1630’larda Tatarlar ve Lehler arasında yapılan savaşlardan
‘‘
Behar, Türk musikisinin
19. yy.’da açığa çıkan
tüm modernleşme/
batılılaşma eğilimlerine
rağmen altın çağını
yaşadığını ve bu anlamda
diğer sanatlardakinin
aksine, benzer bir
dönüşüm geçirmeyerek
kendini Cumhuriyet’e
değin muhafaza ettiğini
vurguladı.
’’
birinde esir alınıp Türkiye’ye getirilmiş. Asıl ismi Wojciech Bobowski’dir, daha
sonra ihtida ederek Ali Ufki Bey adını alıyor. 1650’lerde birçok eseri notaya
alarak bugüne kadar gelebilmelerine vesile olmuş, ayrıca birkaç eserin Türkçe
edisyonunu yapmış. Ali Ufki Bey’in yedi dil bildiği ve tercümanlık yaptığı
rivayet ediliyor. Behar, Ali Ufki Bey’in 17. yy.’da Avrupa’da artan şarkiyatçı
merak sonucu Türkiye’ye gelen, aralarında Antoine Galland’ın da olduğu çok
sayıda şarkiyatçıya Türkçe öğrettiği ve vefatından sonra birçok el yazması
eserinin Fransa’ya ve İngiltere’ye götürüldüğünü kaydetti. Kitapta yer bulan
ikinci biyografi, Fransız sefaretnamesinde görevli Charles Fanton’a ait. Behar,
Fanton’un İstanbul’da görevli olduğu sürede önemli musıkişinaslarla beraber
bulunarak -kendisi de musiki icra ediyordu- Türk musıkisi hakkında staj raporu
niteliğinde 120-150 sayfalık bir risale yazmış. Behar, bu risalenin neredeyse üç
asır boyunca (1980’lere kadar) Bibliotek Nasyonel arşivinde gömülü kaldığını,
Türkçe’ye kendisinin çevirerek 1987’de yayımladığını aktardı. Kitaptaki üçüncü
biyografi ise, klasik usul ney üstadı Hayri Tümer’e ait. Neyzen Hayri Tümer’in
esasen Ankara radyosunda müşavirmiş. Tümer’in Türk Neyzenliğinin tarihinde
dönüm noktası sayılabilecek 1950’li yıllarda klasik ekolün önemli bir temsilcisi
olduğunu vurguladı. Hayri Tümer, ney öğretme metodu üzerine “Hz. Mevlana
ve Ney” başlığıyla 25 sayfalık bir risale kaleme alıyor.
Kitabın ikinci bölümünde, ilk bölümdeki iki biyografiyle bağlantılı iki metin yer
aldığını ifade eden Behar, üçüncü bölüme Kaynaklar adını vererek Türk musıki
tarihi çalışması için üç kategorideki kaynakları bir araya getirdiğini ifade etti.
Behar bu bölümde, Londra’da British Library, Fransa’da Bibliotek Nasyonel
gibi namütenahi sayıda el yazması eser bulunduran yabancı kütüphanelerden
derlediği evraklarla birlikte, Arap harflerinden farklı alfabelerle yazılmış, örneğin
60
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Karamanlı Rumlarının kaydettiği metinleri de incelediğini aktardı. Osmanlı Türk
musıki geleneğinde güfteler kayıt edilirken müziğin sözlü aktarımından oluşan
farklılıklara da değindi.
Behar’a göre kitabın sonunda yer alan iki metin, başlığın işaret ettiği dönüşümü de açıklıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden çeşitli sanayi-i
nefiseyi (mimari, resim, heykel, dekoratif sanatlar, müzik, tiyatro, vb.) gözden
geçirerek Türk musikisinin 19. yy.’da açığa çıkan tüm modernleşme/batılılaşma
eğilimlerine rağmen altın çağını yaşadığını ve bu anlamda diğer sanatlardakinin aksine, benzer bir dönüşüm geçirmeyerek kendini Cumhuriyet’e değin
muhafaza ettiğini vurguladı. “Musikiden Müziğe” imasının temel aksını, Ziya
Gökalp’in Türkçülüğün Esasları metninde yer alan iki sayfalık milli musıki ile ilgili
anlatıya dayandıran Behar, bu ideolojik darbeden sonra Osmanlı Türk musikisinin kaçınılmaz olarak inkıta’a uğradığını ve bir anlamda yön değiştirerek
istikameti şaşırdığını ve dolayısıyla bugün ortaya çıkan Türk sanat musikisinin
gelenektekinden farklı bir yerde durduğunu belirtti. Konuğumuz, bizzat musiki
formuna, janrlara müdahale edilerek uygulanan bu kırılmanın teknik boyutlarına
da değinerek sunumunu sonlandırdı.
Fazlı Arslan
İslam Medeniyetinde Musiki
Değerlendirme: Mehmet Hakan Vaizoğlu
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Sanat Araştırmaları
TÜRK MÜZİĞİ KONUŞMALARI 6
30 Ocak 2016
Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği Türk Müziği Konuşmaları üst başlıklı toplantı
dizisinin altıncı oturumunda İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk Din
Musikisi Anabilim Dalı’ndan Doç. Dr. Fazlı Arslan misafir edildi. Toplantıda Arslan, İslam medeniyetinin nazari musiki birikimine ve Türk müziğindeki teorik
tartışmalara dair bir sunum gerçekleştirdi.
Arslan, ilk olarak Ziryab’ın müzik çalışmalarına değindi. Aslen Afrika kökenli
sanatçı, 822 senesinde Endülüs’e göç etmiş ve 850’lerde vefat etmiş. Ne yazık
ki Ziryab’ın günümüze ulaşmış bir bestesi veya yazma eseri bulunmamakta,
hakkındaki bilgilerimiz tarih kitaplarından gelmektedir. Ziryab, yaşadığı dönemde
Endülüs kültürüne yön vermiş, yeme-içme alışkanlıklarını, hatta giyim-kuşam
tarzlarını, saç tarama şekillerini etkilemiştir. Adına Kurtuba’da konservatuar
kurulan ve halen Flamenko müziğinin atası olarak kabul edilen Ziryab, udun
tel sayısını arttırmış ve mızrabını değiştirmiştir. Binlerce şarkı bestelediği
rivayet edilir ancak zamanında nota kullanılmadığı için eserleri kaybolmuştur.
Arslan’a göre Ziryab’ın ardından 13. yüzyıla kadar İslam müziğinin kilometre
taşları el-Kindi, Farabi ve İbn Sina’dır. İslam bilginlerinin müzik alanında ortaya
koydukları eserlerin astronomi, matematik, coğrafya, dini ilimler, felsefe, mantık
gibi diğer ilim alanlarında yazdıklarından geri kalır hiçbir yanı yoktur.
61
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Sunumunda Arslan, el-Kindi ve İbn Sina’dan ziyade Farabi’ye dair detaylardan
söz etti: Farabi, elimize ulaşan müzik teorisi eserinin girişinde, mantık ilminden birtakım meselelere yer verdiği geniş bir yazı kaleme almıştır. Bu yazıda
özellikle dörtlü ve beşli tetrakordal aralık hesaplamalarını, bunların bir araya
getiriliş yöntemlerini, akustik ve ses fiziği teorisini işlemiştir. Ayrıca döneminde
bilinen enstrümanlarla ilgili son derece detaylı bilgiler vermiştir.
İslam medeniyetinde İbn Sina’nın ardından yaklaşık 13. yüzyıla değin iki asırlık
‘‘
Ziryab’ın ardından 13.
yüzyıla kadar İslam
müziğinin kilometre
taşları el-Kindi, Farabi
ve İbn Sina’dır. İslam
bilginlerinin müzik
alanında ortaya koydukları
eserlerin astronomi,
matematik, coğrafya, dini
ilimler, felsefe, mantık
gibi diğer bilimlerde
yazdıklarından geri kalır
hiçbir yanı yoktur.
’’
62
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
bir dönemde dikkate değer bir müzik eserinin ortaya konulmadığının altını çizen
Arslan, müziğin helal ya da haram oluşuna dair risaleler mevcut olmakla birlikte
önceki dönemlerde meydana getirildiği minvalde teorik çalışmaların bu yıllarda
kesintiye uğradığını belirtti. 13. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise, karşımıza
astronomi ve matematik eserleriyle meşhur Nasreddin Tusi’nin müzik alanındaki
çalışmaları çıkmaktadır. Musiki, genel olarak telif (kompozisyon) ve ika (ritim)
olarak ikiye ayrıldığından, Tusi de bunlara ilişkin tanımlar geliştirmiştir. Mesela
aralıklar konusunu ele almış, kulağa en hoş gelenleri zikretmiştir.
Arslan, müzik sahasında çalışmalarda bulunan bir diğer önemli ismin Safiyuddin
Urmevi olduğunu ifade etti. Urmevi’nin makam ve usulleri daireler içerisinde
anlattığı Kitabü’l-Edvar’ı, sonraki dönemlerde kaleme alınacak eserlere de ismini
vermiştir. Doğu müziğinde 17 perdeli ses sistemini icat eden de Urmevi’dir.
Diğer sistemlerle karşılaştırıldığında daha mantıklı ve kullanışlı olduğu düşünülen
17’li perde, yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmüş ve yakın zamanlara kadar
bağlamalarda kullanılmıştır. Urmevi nüzhe ve munni (veya muğanni) isimli iki
adet saz da icat etmiştir.
Kutbettin Şirazi’nin risalesi de Urmevi’nin 17 perdeli ses sistemini takip eder.
Şirazi, müzik notalamada birtakım yeni nüanslar geliştirmiş, nota sonlarında
kullandığı bu yeni nüans terimleri, Batı müziğinde üç asır sonra uygulanmaya
başlanmıştır. Şirazi’nin yaptığı, aslında, Kur’an’ın tecvid ve tilavetindeki ses
nüanslarını müzik notalarına aktarmak olmuştur. Urmevi’den sonra gelenler de
notasyon ve ses sisteminde onu takip ve tekrar etmişlerdir. Sonraki dönemlerde ortaya konulan eserler, yeni adlandırılan makam ve usul isimlerine yer
vermek suretiyle yerel hususiyetleri işlemişlerse de büyük ölçüde Urmevi’den
yararlanmışlardır.
Arslan, Osmanlı son döneminde yaşayan Kantemiroğlu’na kadar çizginin bu
şekilde devam ettiğini belirterek konuşmasını tamamladı.
Erhan Özden
Osmanlı Maarifinde Musiki
Değerlendirme: Özge Uslu
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Sanat Araştırmaları
TÜRK MÜZİĞİ KONUŞMALARI 7
26 Mart 2016
Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği Türk Müziği Konuşmaları üst başlıklı toplantı
dizisinin yedinci oturumunda İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk Din
Musikisi Anabilim Dalı’ndan Yrd. Doç. Dr. Erhan Özden 2013 yılında tamamladığı “Osmanlı Maarifinde Musiki” başlıklı tez çalışması kapsamında bir sunum
gerçekleştirdi.
Konuşmasına ses, seda ve ahengin musikideki en önemli unsurlar olduğunu
söyleyerek başlayan Özden, Osmanlı son döneminde Türk müziğine hizmet
etmiş Şerif Muhittin Targan’a ait ferahfeza makamı saz semaisini ney ile icra
etti. Makamların insanlar üzerinde bıraktığı etkilerin kişilerin fıtratına, ruhsal ve
fiziksel durumuna göre değişkenlik gösterdiğine değinen Özden, ezanların günün
saatine göre farklı makamda okunduğu hatırlattı. Mesela ferahfeza makamının
günün belirli saatlerinde insanda latif bir duygu uyandırdığını, kendisinin de icra
ettiği eseri seçerken bunu göz önünde bulundurduğunu belirtti.
Özden, Osmanlı Maarifi’nde musikiyi konuşmadan önce Türklerin musiki geleneğinden bahsetti. 11. yüzyılda resmi olarak Anadolu’ya ayak basan Türklerin
Mezopotamya’dayken bugün hâlâ Çin, Japon ve Kore geleneksel musikisinde
kullanılan pentatonik ses sistemini kullandıkları bilgisini verdi. İran, Arap ve Bizans
kültürleriyle komşu olarak yaşamaya başlayan Türkler, kültürel etkileşimlerle
geldikleri coğrafyanın onlara sunduğu çeşitlilikten etkilenerek farklı bir motifsel
‘‘
Enderun Mektebi’nin
Osmanlı musiki eğitiminin
sacayaklarından biri
olduğu bilinen bir
gerçektir. Enderun’da
eğitim, Seferli Koğuşu
adı verilen odalarda,
dışarıdan gelen hocalar
yahut sarayın hocaları
tarafından verilir.
’’
musiki arayışına girmişlerdir. Meşrebin, dini algıların ve özellikle coğrafyanın
musıki sistemi üzerindeki etkisinin çok önemli olduğunu vurgulayan Özden,
Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra makamsal musikiye geçişlerindeki temel
dinamiklerin kaynağını İslamlaşmadan aldığını ifade etti. Türkler, Müslüman
olduktan sonra diğer sanat dallarında olduğu gibi musikide de büyük değişimler yaşamışlardır. 13. ve 14. yüzyıllarda Osmanlı’nın güçlenmesiyle beraber de
nev’i şahsına münhasır bir musiki ortaya çıkmış ve musiki geliştikçe eğitim de
profesyonelleşmiştir.
Bu dönemde nota ve müzik kitaplarının kullanılmayışı musiki eğitiminin araştırılması hususunda büyük bir kaynak problemi oluştursa da, Enderun Mektebi’nin
Osmanlı musiki eğitiminin sacayaklarından biri olduğu bilinen bir gerçektir. Enderun’da eğitim, “Seferli Koğuşu” adı verilen odalarda, dışarıdan gelen hocalar
63
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
yahut sarayın hocaları tarafından verilir. Hocanın karşısında dizlerinin üzerine
oturan öğrenciler dizlerini döverek meşk ederler. Osmanlı’da birçok kurumda
musiki eğitimi Enderun’daki gibi meşk metoduyla gerçekleştirilir. 16. yüzyılın
sonlarında Osmanlı devlet görevlisi olan Leh asıllı Ali Ufki’nin hatıratından verdiği bir anekdotla Osmanlı’da nota kullanımı bulunmadığını anlatan Özden, bu
dönemde musiki eserlerinin nağmesiyle, sedasıyla, nüanslarıyla ezberde tutulduğunu ve dolayısıyla musiki eğitiminin de tamamen ezbere dayandığını belirtti.
Özden’e göre nota pek çok açıdan kolaylık sağlasa da binlerce eserin ezberde
olması kişinin taksimlerini mükemmelleştirmesine vesile olur. Enderun’daki bu
profesyonel müzik, burada yetişen musikişinasların tekkelerde hoca olmasıyla
halka yaklaşır. Tekkeler insanların toplanıp sadece zikir yaptıkları bir yer olmaktan
ziyade, sanatsal faaliyetlerin yürütüldüğü, musikiyle birlikte tezhip ve ebru gibi
birçok sanatın eğitiminin de verildiği yerlerdir.
Musiki eğitiminin sürdürüldüğü bir diğer kurum da mevlevihanelerdir. Osmanlı’nın
konservatuarı sayılabilecek Mevlevihanelerde Osmanlı musikisine çok büyük
hizmetler vermiş İsmail Dede Efendi ve Zekai Dede gibi önemli musikişinaslar
yetiştirilmiştir. Mevlevihane’de eğitim liyakate dayalıdır. Kim iyi icra yapıyorsa
onun hoca olduğu mükemmeliyetçi bir eğitim sistemidir. Bir mevlevi dervişinin
enstrüman temelinde bir tek sesi hakkıyla çıkarabilmesi için altı ay ila bir yıl
kadar ses üzerine çalışması gerekir ki mevlevi musiki eğitiminde iyi bir sesin iyi
bir müziği doğurduğu kabulü esastır.
Osmanlı’da en katı ve ciddi musıki eğitiminin ise mehteranlara verildiğini belirten
Özden, kökeni İslamiyet öncesi Türk devletlerine dayanan mehterde enstrüman ve
ses sistemi bağlamında dönemden döneme büyük değişimler yaşanmış olsa da
değişmeyen ve şimdiki askeri bando eğitiminde de yansımasını görebileceğimiz
tek şeyin talimlerindeki muazzam disiplin olduğunu sözlerine ekledi. Osmanlı’da
verilen eğitimde öğrencilerin musikiyle erken yaşlarda tanıştırıldığını ifade eden
Özden, en erken tanışmanın çocuklar sıbyan mekteplerine başladığı esnada
düzenlenen âmin alaylarında söylenen ilahilerle gerçekleştirildiğini aktardı. Daha
sonraki eğitim basamaklarında rüşti ve idadi mekteplerde haftada bir saatlik çok
geniş olmayan musiki eğitimi varken sultanilerde piyano, keman ve lavta gibi
sazların eğitimleri verilmiştir. Ayrıca, Osmanlı Maarif Nezareti kurulduktan sonra
64
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
açılan ve bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak bildiğimiz Sanayi-i
Nefise mektebinin İnas bölümünde kadınlar için musiki eğitimleri tertip edilmiştir.
Konservatuar kavramının tarihçesine ve Osmanlı’nın ilk resmi konservatuarı olan
Darülelhan’ın (Nağmelerin Kapısı) kuruluşundaki dinamiklere de kısaca değinen
Özden, konuşmasının devamında Cumhuriyet’le birlikte musiki eğitiminin geçirdiği
değişimlere dikkat çekti. Özden’e göre, Cumhuriyet’ten sonra uygulanan musiki
eğitim politikası tamamen Batı müziğine yönelmiştir. O dönemde Türk musikisi,
“Temsil gücü zayıf, muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmaktan hayli uzak, ilkel
bir musiki” olarak lanse edilmiş ve yıllarca yasaklanmıştır. Günümüzde ise Milli
Eğitim müfredatında Türk müziğine ayrılan yerin Batı müziğiyle eşitlenmesine
yönelik çalışmaların umut verici olduğunu belirten Özden, para ve ranttan ziyade
“iyi” müziği konuşmaya başladığımızda müzik adına profesyonel manâda çok
daha güzel işler yapılabileceğini ifade ederek konuşmasını tamamladı.
Turgut Cansever’in 7. Vefat Yıldönümü Münasebetiyle
Bir Şehir Kurmak ve Yeni Bir Gündem
İnşa Etmek
PANEL
Değerlendirme: Merve Aktan
20 Şubat 2016
Muhakkik mimar Turgut Cansever’in 7. vefat yılı münasebetiyle Bilim ve
Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen ve
koordinatörlüğünü Halil İbrahim Düzenli’nin yaptığı “Bir Şehir Kurmak
ve Yeni Bir Gündem İnşa Etmek” isimli panel; Yunus Uğur, Aynur Can ve
Mehmet Öğün’ün katılımıyla gerçekleştirildi. Bu panelin yalnızca bir anma
programı olmadığını, en önemli meselelerimiz arasında yer alan şehirlerimizin
Turgut Cansever vesilesiyle yeniden gündeme taşınması için uğraşıldığını
ifade ederek panelin açılışını yapan Düzenli, yedi yıl önce Anlayış dergisinin
kapağındaki “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” başlığına atıfla, Cansever’in
ilmi çalışmalarının şehircilik açısından önemini vurguladı. Düzenli, panelin
genel çerçevesinin “Cansever, kendini hangi meselelere memur etmiştir
ve nasıl bir mesuliyet şuurundadır?” soruları etrafında çizildiğini belirterek
sözü “Şehir İnşasının Süreçleri Üzerine” adlı konuşmasını yapmak üzere
Yunus Uğur’a bıraktı.
Uğur, sunumunun başlangıcında, bazı çevrelerde “teorileri uygulamadan uzak,
ilkesel ve hayalperest” bir portre çizilen Turgut Cansever’in hakkındaki bu
yanlış algıyı değiştirmek gibi bir gayesi olduğunu ifade etti ve sunumunun
ilk kısmını, özellikle 1999 depremi sonrasında Cansever ve ekibinin yaptığı
çalışmalara ayırdı. Ardından Cansever’in kavramlar hususunda zihnî arka
planını büyük oranda şekillendiren Osmanlı şehirlerinin inşa süreçlerine
değinen Uğur, konuşmasını Turgut Hoca’nın iş yapma ilkelerini Osmanlı
şehirleriyle nasıl irtibatlandırabileceğimize dair açıklamalarla tamamladı.
65
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
1999 yılında yaşanan deprem felaketinin ardından Aralık ayında pek çok
düşünür, sosyolog, ilahiyatçı, jeolog, mimar ve hukukçuyla birlikte kolları
sıvayan Cansever bir toplantı dizisi tertip etmiştir. Durumun ciddiyetinin
değerlendirildiği bu toplantılarda, devletin ve bizatihi kendilerinin hukuki,
dini ve insani sorumlulukları belirlenmiş ve atılacak adımlara dair stratejik
planlar oluşturulmuştur. Şubat ayı itibariyle yeni şehirler kurma fikri üzerine
yoğunlaşan ekipteki uzmanların çeşitliliğine ve çalışmalarının sistematikliğine
dikkat çeken Uğur, Cansever’in kurulacak şehri gün be gün zihninde nasıl
inşa ettiğini açıkladı: İlk adımda durum tespiti, ardından hukuki sorunlara
ve mimarlık meselelerine ilişkin prensiplerin konuşulması, son olarak yeni
şehirlerin konumuna ve detaylı şehir planlarının oluşturulmasına yönelik
uygulama esaslarının belirlenmesi. Uğur, bu sürecin ilkesel çerçevesini dört
ayrı başlık altında topladı. İlki, bir şehrin felsefi anlamı, tasavvuru, imgesi,
odak noktaları gibi meselelerin tartışıldığı bilme ve anlama aşaması; ikincisi,
‘‘
insanın ve toplumun ihtiyaçlarını anlamaya yönelik çözümlerin üretildiği,
biyososyal alanların inşa edildiği hayata geçirme aşamasıydı. Uğur, bu kısımda
Cansever’in şehircilik açısından üzerinde en çok durduğu meselelerden biri
Uğur’un değindiği son
olan güzelliğin altını çizdi. Cansever’e göre, güzel bir dünya kurmanın yegâne
mesele ise, Cansever
yolu güzelliği yaygınlaştırmak ve herkes için ulaşılabilir kılmaktır ki bu amaca
tarafından sıkça
ulaşmak için belirlenen standartlar üçüncü adımı oluşturur. Uğur, sanatsal
kullanılan tevarüs ve
bilgi ile mimari zevke ve zihniyete sahip baş mimarlar tarafından ortaya
süreklilik kavramları
konulan standartları yerel koşullara uygun hâle getirecek yerel mimarların
oldu. Zira şehirlerde
ve ustaların eğitimini ise çerçevenin son kısmı olarak ele aldı.
yeni alanlar yaratılırken
oradaki kültürün
üstleneceği rehberlik
rolü Cansever için
oldukça değerlidir.
66
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
’’
Konuşmasının devamında, kendi çalışmalarını da yoğunlaştırdığı Osmanlı
şehirleşmesinin esaslarına değinen Uğur, şehir bağlamında düşünüldüğünde
fetih hadisesinin bir şenlendirme, ihya ve inşa faaliyeti anlamlarına da geldiğinin
altını çizdi. Uğur’a göre fethedilen bir şehrin öncelikle mülkiyeti belirlenmekte
ve yerleşik halkın durumuna göre yeni nüfusların iskânına başlanmakta,
ardından şehir kanunnamesi hazırlama, alınacak vergi/cizye miktarına karar
verme, kadı ve subaşı atama gibi resmi işler tamamlanıp külliye, bedesten,
çarşı, tekke gibi odaklar inşa edilerek mahalleler kurulmaktadır. Belirli bir
nüveye sahip olan şehirde yeni oluşturulan yaşam alanlarının birbirinden
uzak olduğuna ve böylece şehir merkezinde yoğunluğun azaltıldığına dikkat çeken Uğur, benzeri bir düşünceyi Cansever’in şehir içi ve şehirler arası
kademelendirme şeklinde kavramsallaştırdığını vurguladı.
Uğur’un değindiği son mesele ise, Cansever tarafından sıkça kullanılan
tevarüs ve süreklilik kavramları oldu. Zira şehirlerde yeni alanlar yaratılırken
oradaki kültürün üstleneceği rehberlik rolü Cansever için oldukça değerlidir.
Onun bu anlayışına örnek olarak Osmanlı’da kanunnamelerin hazırlanması
gösterilebilir. Buna göre kanunnameler şehirdeki nüfus yapısı, mal varlığı, örf
ve adetler öğrenilerek hazırlanırdı; diğer bir deyişle, var olan insan dokusu ile
yaşayış biçimi tevarüs edildikten sonra Osmanlılaştırılma gerçekleştirilirdi.
Cansever’in Osmanlı şehir kurma süreçlerinden de esinlenerek oluşturduğu
fikir ve ideallerini bugün anlamlı hale getirebilecek ve uygulamaya koyabilecek durumda olduğumuzu vurgulayan Uğur’un sözlerini tamamlamasının
ardından Cansever’e ait “Yıkıcı depremden etkilenecek Zeytinburnu ilçesi
nüfusunu safhalar halinde yeni şehirlere yerleştirme projesi”nin video gösterimi gerçekleştirildi ve panele Aynur Can’ın konuşmasıyla devam edildi.
Can, “Güzel Şehrin Esaslarını Aramak” başlığı altında güncel sorunlarımızdan, güzele açılan kapılardan ve güzel şehri biçimlendirmenin esaslarından
bahsettiği konuşmasının başında, hocası Turgut Cansever’i kendi gözünden
şu sözlerle tanımladı: “O, hem bir mütefekkir hem ressam ve neyzen bir
sanat adamı hem depremi kendine dert edinen ve bizatihi uygulamacı olarak
uğraşan bir mimar hem 70’li yaşlarından sonra bilgisini toplumla paylaşmaya başlayan bir ilim adamı hem güzel şehrin esaslarını arayan yalnız
‘‘
Güzel şehirlerin aynı
zamanda güzelliklere
açılan kapılar olduğunu
ifade eden Can, böylesi
bir şehrin esaslarını
mahremiyet, nispetler ve
denge, uyum ve ahenk,
şeffaflık ve kuşatıcılık
şeklinde sıraladı.
’’
bir kahraman hem de ülkedeki entelektüel sermayenin biriktirdiklerinden
dışlanarak tek başına kalmasına rağmen şehir gibi çok disiplinli bir alanı
çalışmaya cesaret edebilmiş bir hakikat eridir.”
Üniversitelerin uzun yıllar şehirle ilgili meselelere uzak kalmasının teori ile
pratik arasındaki mesafeyi gitgide açtığını belirten Can’a göre, Batı medeniyetinin temel kabul ve doğrularıyla olumlanmış tek yönlü kent kavrayışımız
ile Osmanlı şehrini güzel kılan özgün tavırdan uzaklaşarak nasıl yaşadığımız
ya da nasıl mutlu olduğumuz üzerinden kendimize ait bir şehir fikri ortaya
çıkaramayışımız, hâlen üstesinden gelmeyi başaramadığımız sorunlardır. Can,
farklı uzmanlık sahalarının desteğini gerektiren şehir çalışmalarını gerçekleştirecek disiplinlerin kendi aralarındaki aşılmaz mesafelerin ve hayatımızın
her alanına hakim olan biçimsel taassupların interdisipliner çalışmalara fırsat
vermediğini belirterek, bunları da alanın güçlükleri içerisinde değerlendirdi.
Can’a göre şehir, mahallesinde veya apartmanında yaşadığımız yer, nüfus
kümelenmesi, üretim biçimlerinin değiştiği özel bir ortam, ihtiyaçlarımızı
karşılayan işlevsel bir alan, insanların birbirleriyle karşılaşma ihtimalinin
yüksek olduğu renkli bir mekan, varlıkla ilgili tasavvurumuzu nakşettiğimiz ve
siluette görünür kıldığımız bir çerçeve iken; güzel, estetik biliminin araştırma
konusu, bir değer, bir his ve estetik hazdır. Güzel şehirlerin aynı zamanda
güzelliklere açılan kapılar olduğunu ifade eden Can, böylesi bir şehrin esaslarını mahremiyet, nispetler ve denge, uyum ve ahenk, şeffaflık ve kuşatıcılık
67
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
‘‘
Öğün, fetihlerin ardından
başlayan ihya ve inşa
sürecini planlı bir şekilde
işleten atalarımızın özgün
ve mimari açıdan son
derece başarılı şehirleri
vücuda getirdiklerinin
altını çizdi.
’’
şeklinde sıraladı. Can, şehrin yüce sıfatlarla tanımladığımız bir parçasıyla
geliştirdiğimiz ilişkinin mimari biçimlendirme anlamında farklılaşmasının, o
nispetin değerini de etkilediğine dikkat çekti ve haddi aşmamanın, terbiye
eden Rab ile toprak olan insanın arasında, sonsuzluk ile faniliğin dengesini
kurmanın, Cansever’in ifadesiyle, “meleklerin de yaşadığı şehirler” inşa
etmenin önemini vurguladı.
Güzel şehrin inşasında kuşaklar arası ve mimari dokular arası uyumu
sağlamanın, tarihi sürekliliği korumanın, mahremiyet bağlamında iç-dış,
ev-sokak-şehir ilişkisini belirli sınırlar içerisinde kurmanın, şeffaf bir yönetim
anlayışı benimsemenin ve insanların sürece katılımına imkan tanımanın
gerekliliğinden bahseden Can’ın altını çizdiği bir diğer mesele, toplumsal
talepler doğrultusunda davranmanın önemi oldu. Bugün ülkemizde hep
daha fazla konut yapımına yönelik talebi, göçle oluşan yeni kentli figürün
ihtiyaçlarını süzmek için yeterli zamana ve deneyime sahip olmamasına
bağlayan Can’ın sunduğu çözüm önerisi, entelektüel sermayenin(?) iyi, güzel, faydalı özdeşliğini içerisinde barındıran -yatay ve ufki şehir örneğinde
olduğu gibi- güzel mekânlar oluşturması ve bu modelleri halkla paylaşması
yönündeydi. Can, ne istediğimizi bildiğimiz takdirde, güzel bir şehre giden
yolun açık olduğunu vurgulayarak konuşmasını noktaladı.
Panelin son konuşmacısı Mehmet Öğün, “Şehri Mesele Edinmek” isimli
sunumuna Osmanlı döneminde Bursa’nın “mimari güzelliğini, merkezinden
son bulduğu sınırlara kadar hiçbir kalite farklılığı göstermeyen şehirleşmesini,
fakirlerin oturduğu çöküntü bölgelerine dahi imkan tanımayan standartlar
düzenini ve merkezini caminin teşkil ettiği mahallelerde yaşanan hayatın
ortaklığını” gözler önüne seren bir fotoğrafla başladı. Bu düzen ve dayanışmanın tesadüf eseri olmadığını vurgulayan Öğün, fetihlerin ardından
başlayan ihya ve inşa sürecini planlı bir şekilde işleten atalarımızın özgün
ve mimari açıdan son derece başarılı şehirleri vücuda getirdiklerinin altını
çizdi. Öğün’e göre, bu şehirlerdeki güzellik, “seyredilen değil, yaşanılan bir
güzellik”ti; zira “Osmanlı hiçbir zaman siluet denen şeyi önemsememiş,
bunun yerine şehre eklenecek herhangi bir unsurun mevcuda ne katacağına,
yaşantıyı nasıl etkileyeceğine” dikkat etmişti. Osmanlı’nın yenilgiler tatmaya
68
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
ve topraklar kaybetmeye başladığı 1700’lü yıllarda hayatı yaşama algısında
da bir değişim yaşandığına dikkat çeken Öğün, doğrudan hayata ve gerçeğe
dair özellikler taşıyan mimari yaklaşımın yerini “zerafet, hoşluk ve süsleme
ile insanları cezbetme” anlayışının aldığını ve bu hızlı dönüşümde özellikle
Avrupa seyahatlerinin payının büyük olduğunu belirtti. Öğün, bu başkalaşma
sürecine uzun süre direnen şehir dokusunun maalesef gelinen son noktada
(durdurulamayan göçlerin sonucunda artan nüfus yoğunluğunun da etkisiyle) neredeyse bitik bir hâl aldığını ve kendine has özelliklerini tamamen
yitirdiğini ifade etti.
Bu noktadan itibaren Cansever’in gündeme getirdiği yeni şehirler kurma
projesinin üzerinde duran Öğün, mevcut olanla vakit kaybetmek yerine
sıfırdan yeni şehirler inşa etmenin daha akılcı olacağı inancıyla ve adım adım
uygulamaya geçirilebilecek bir organizasyon şemasıyla başlanan projenin
birtakım bürokratik engeller yüzünden bir türlü hayata geçirilemediğini belirtti. Buna karşın, zaman içinde Cansever’in de paylaştığı, “dikey gelişimden
vazgeçme ve ufki şehirler inşa etme” fikrinin siluet tartışmalarıyla birlikte
gündeme geldiğini söyleyen Öğün, bu bağlamda önemli bir noktaya temas
etti: Ufki şehrin de bizim geliştirdiğimiz, bize ait yapılarla ele alınmadığı
takdirde bozuk şehirleşmenin bir başka versiyonunu ortaya koyacağına
ilişkin düşüncelerini dile getiren Öğün, konuşmasının bundan sonraki kısmını
örnek planlar sunarak sürdürdü.
Yaşantı zenginliğinin ve bütünlüğünün, komşuluk ilişkilerinin ve doğaya ait
öğelerin hiçe sayıldığı, geometrinin dayatmacı zihniyetin aracı hâline geldiği
birçok rasyonel görünümlü yatay şehir örneği veren Öğün, bir zamanlar
çok katlı yerleşimi örnek alarak düştüğümüz yanlıştan yeni bir yanlışa
sürüklenmememiz gerektiğini önemle vurguladı. Öğün, son olarak modern
şehrin yolları üzerinde durdu ve “Bir yerlere ulaşmak için yaptığınız yollar,
sizi ulaşmak istediğiniz yere ulaşmaktan alıkoyan engellere kolaylıkla dönüşebiliyor.” sözleriyle modern zamanlardaki arabayla bağlantılı yaşamın
insanı mahkum kıldığı duruma dikkat çekerek sunumunu nihayete erdirdi.
69
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Türkiye’de Bir Akademik Alanın
Doğuşu: Medya ve İletişim
Çalışmaları Çalıştayı
Değerlendirme: Esme Karaköse
ÇALIŞTAY
1-2 Nisan 2016
‘‘
Arlı, 1950
sonrasındaki yenilikleri
değerlendirirken
temel paradigmanın
yanı sıra hangi
kavramların nasıl
dolaşıma girdiğine ve
ne şekilde kullanıldığına
odaklanılması gerektiğini
önemle vurguladı.
’’
70
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, Nisan ayında “Türkiye’de
Bir Akademik Alanın Doğuşu: Medya ve İletişim Çalışmaları” çalıştayına ev sahipliği yaptı. Çalıştay, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd.
Doç. Dr. Hediyetullah Aydeniz’in koordinatörlüğünde Aralık 2013’te başlatılan
Türkiye’de Medya ve İletişim Çalışmaları Atölyesi’nin faaliyetleri çerçevesinde tertip
edildi. Yaklaşık üç yıl çalışmalarını sürdüren atölyede, Osmanlı’dan günümüze
Türkiye’de medya ve iletişim çalışmalarına zemin hazırlayan birincil kaynaklar
üzerinden temel kavram ve yaklaşımların tespit edilmesi, medya sahasında
ortaya çıkan çok boyutlu gelişmelerin değerlendirilmesi, medya ve iletişime
dair akademi bünyesindeki ilk kurumsallaşma girişimlerinin ve ilk akademik
çalışmalarının incelenmesi hedeflenmişti.
Çalıştayda sekiz tebliğ, bir tecrübe paylaşımı ve bir de genel değerlendirme
olmak üzere toplam on oturum gerçekleştirildi. Bu oturumlardaki tartışmaların odak noktasını ise, Türkiye’de medya ve iletişim çalışmalarının akademi
bünyesinde müstakil bir alana dönüşmesine yönelik faaliyetlerin başlangıç
aşaması olarak değerlendirilebilecek 1950-1980 yılları arası dönem ile 1950
öncesine ait deneyim ve bilgi birikimi oluşturdu.
Çalıştayın açılış konuşmasında, Hediyetullah Aydeniz, atölyenin iki yıllık çalışma
sürecine ve bu süreçteki kazanımlarına kısaca değindi. Ardından sözü Yrd. Doç.
Dr. İshak Arslan’a bıraktı. İletişimin hem zanaat hem sanat hem de akademik
bir faaliyet olarak tarihsel sürecin oluşumuna şahitlik ettiğini vurgulayan ve
üstlendiği bu görevin önemine dikkat çeken Arslan, Bilim ve Sanat Vakfı çatısı
altında düzenlenen bu çalıştayın alanında bir ilk olması açısından bilhassa
değerli olduğunu ifade etti.
Açış konuşmalarının ardından tebliğ sunumlarına geçildi. İlk oturumun konuşmacısı İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç.
Dr. Alim Arlı, “Sosyal Bilimlerde Paradigma Dönüşümü ve Türkiye Örnekleri
(1945-1980)” başlıklı tebliğinde, II. Dünya Savaşı’nın ardından sosyal bilimlerde
Amerika Birleşik Devletleri kökenli yeni teorilerin yükselişini ve bu durumun
Türkiye’deki yansımalarını değerlendirdi. Sosyal bilimlerin yöntemsel bir açılıma ihtiyaç duyduğunu belirten Arlı’ya göre mevcut tartışmalar epistemolojik
ve metodolojik olarak kritik edilmeli ve yeni okuma biçimleri geliştirilmelidir.
Sosyal bilimlerin 1945 sonrası süreçte Talcott Parsons’ın “Sistem Teorisi” ve
modernleşme teorilerinin etkisiyle egemen model hâline geliş serüvenini zamansal ve mekânsal açıdan ele alan Arlı, sosyal bilimlerin kelime haznesinde
yaşanan büyük değişimin yeni algısal şemalara ve teorilere zemin hazırladığını
belirtti. Bu paradigmatik ve dilsel dönüşümle birlikte disiplinlerin meşruiyet
alanı kazandığının ve üniversitelerin disiplin temelli örgütlendiğinin altını çizen
Arlı, 1950 sonrasındaki yenilikleri değerlendirirken, temel paradigmanın yanısıra hangi kavramların nasıl dolaşıma girdiğine ve ne şekilde kullanıldığına
odaklanılması gerektiğini önemle vurguladı. Arlı, konuşmasının son kısmında,
Türkiye’nin kendisini gelişmekte olan, az gelişmiş ya da modernleşen ülkeler arasında konumlandırmak için Amerikan sosyal bilimler oryantasyonuyla diyaloğa
geçerek yepyeni bir özel dil geliştirdiğine değindi ve sözü ikinci oturum için
Sabahattin Zaim Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Alev
Erkilet’e bıraktı.
“İkinci Dünya Savaşı Sonrası Süreçte Bilgi-Siyaset İlişkisi ve İletişim Çalışmaları”
isimli sunumuna bilgi-siyaset ilişkisini ele alarak başlayan Erkilet, hedeflerini
gerçekleştirme gayesiyle iktidarın ya meşru şiddet tekeline başvurduğunu ya
da bilgi aracılıklı bir güdümlemeye yönelerek toplumu kontrol altında tuttuğunu
ifade etti. Erkilet’e göre bilgi ve siyaset ilişkisi, bilimin doğrudan toplumsal
gerçekliğe müdahale ederek gerçekleştirdiği etkinlikler ile söylem üretme faaliyetleri çerçevesinde inşa edilmekte ve uygulanmaktadır. Erkilet, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra sosyal bilimlerdeki ana akımın Amerikan menşeli bilim
anlayışı olduğunu ve bu bağlamda sosyal bilimlerin propaganda, manipülasyon
ve problem çözme merkezli bilgi üretimine hizmet ettiğini belirtti. Erkilet’e göre
bu üç kavram, üretilen bilginin doğrudan “toplumun kılcal damarları”na nüfuz
etmesini sağlama arayışının bir sonucudur ve ABD’de, II. Dünya Savaşı’ndan
sonra oluşan yeni dünya sistemiyle birlikte etkin bir biçimde kullanılmaktadır.
Sosyal bilimlerin Türkiye’de söylemsel tartışmalara mahkûm edildiği ve akademinin gerek bilgi üretme gerek toplum mühendisliği anlamında zayıf kalmıştır.
Erkilet, Batı’da üretilen kurumsal bilginin söylem bazındaki tüketicisi olmanın
ötesine geçilemediğini ifade ederek tebliğini sonlandırdı.
Çalıştayın üçüncü oturumunda Hediyetullah Aydeniz, “Türkiye’de Medya ve
İletişimin ‘Akademikleşmesi’ (1950-1980)” başlıklı tebliğini sundu. Türkiye’de
medya ve iletişim alanının uluslaşma kavramı çerçevesinde geliştiğini belirten
Aydeniz; matbaa, ilk Türkçe gazete Vakayi-i Mısrîye ve radyo arasında iki yüzyıllık
bir tarihsel tecrübe yaşandığına dikkat çekti. 1914’te Ahmet Emin Yalman’ın
Columbia Üniversitesi’nde hazırladığı “The Development of Modern Turkey
As Measured By It’s Press” [Modern Türkiye’nin Gelişmesinin Basın Yoluyla
Ölçülmesi] başlıklı teziyle birlikte basının ilk kez gelişme ve kalkınma ölçütü
olarak akademik bir çalışmada ele alındığının altını çizen Aydeniz, üstelik
bunun tarihsel gelişimimiz bakımından oldukça erken bir dönemde gerçekleştiğini ifade etti. Ardından, üniversite bünyesinde bilgi üretiminin de İstanbul
71
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
‘‘
Anık, ideolojik
düşüncelerin bilimsel
kriter olarak kabul
görmesini ve bilimsel
çalışmaların belirli bir
ideolojik rota düzleminde
değerlendirilmesini
iletişim bilimin önündeki
en büyük engel olarak
gördüğünü ifade etti.
’’
72
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Gazetecilik Enstitüsü’nün kurulmasıyla ancak
1950’lerde mümkün olduğuna dikkat çekti ve bu enstitünün, sektörün talebi
doğrultusunda gazetecilik mesleğini icra edecek profesyonellerin eğitimi için
kurulduğu bilgisini verdi. Modern toplumda medyanın konumu ve kurumsal
varlığına değinen Aydeniz’e göre, “iletişim” olgusu ve kavramı üniversite bünyesinde müstakil bir akademik disiplindir ve “dördüncü kuvvet” olan medya,
hem siyasal meşruiyetin kaynağı hem de toplumsal örgütlenmeye güç veren
asli unsurdur. Medyanın Türkiye’deki konumu ise, tarihsel ve kurumsal bağlam
içerisinde, modernite ve yeni siyasal-toplumsal örgütlenmeyle birlikte başlayan
bilginin toplumsallaşma ve ticarileşme süreçleri dikkate alınarak tartışılmalı ve
Batılı toplumlarla mukayesesi de bu zeminde gerçekleştirilmedir. Son olarak
modernleşme sürecinde medya ve iletişim alanına dair ilk yayınların ve ilk akademik çalışmaların siyasal, ekonomik, toplumsal düzlemdeki etkilerine işaret
eden Aydeniz, Türkiye’de habercilik alanında dönemin etkin ve yetkin isimleri
olan ilk kuşak hocaların teoride ve pratikte nasıl bir yol izlediklerinden ve bu
isimlerin ortaya koydukları çalışmalarla topluma nasıl sirayet ettiklerinden
bahsederek sunumunu noktaladı.
Çalıştayın dördüncü oturumunda söz alan Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cengiz Anık, “İletişim Biliminin Bilimselliği” isimli bir
sunum yaptı. Konuşmasına, kavramsal ve kuramsal zeminde gerçekleştirilen
çalışmalarda izlenen ve izlenmesi gereken rota arasındaki farklılıklara vurgu
yaparak başlayan Anık, nitelikli eserlerin ortaya çıkışını mümkün kılan koşulların
hangi ölçütlerle değerlendirilmesi gerektiğine değindi. İdeolojik düşüncelerin
bilimsel kriter olarak kabul görmesini ve bilimsel çalışmaların belirli bir ideolojik
rota düzleminde değerlendirilmesini iletişim bilimin önündeki en büyük engel
olarak gördüğünü ifade eden Anık, Türkiye’deki akademisyenlerin ideolojik
kaygılarla taraflardan birinde yer almak zorunda bırakıldıklarını belirtti. Anık,
ülkemizde iletişim alanında hazırlanan tezlerin büyük çoğunluğunun bir “küpür
arşivi” ya da “kurum envanteri” olmaktan öteye geçemediğine, bu türden çalışmalarda popüler sözcük tanımlarının, hiçbir yöntem hassasiyeti taşımayan
televizyon programı kayıtlarının ve köşe yazılarının akademik metin olarak
aktarıldığına dikkatleri çekti. Ülkemizdeki akademik kurumların disipline katkı
sağlayacak düzeyde metinler üretmediğini ifade eden Anık, konuşmasının son
kısmını nitelikli çalışmalara ulaşmak için izlenmesi gereken yolun esaslarına
ayırdı: Bilimsel eserler değerlendirirken öncelikle ortaya konulan sorunsalın
dayandığı aksiyom tespit edilmeli, ardından çalışmanın tahkikat, soruşturma
ve muhakeme enstrümanları etrafında belirli bir sıra ve disiplin içerisinde
yürütülüp yürütülmediği incelenmelidir.
“Kavram Haritası: Matbûat Tarihindeki İlk Metinler Üzerinden Medya ve İletişim
Çalışmalarıyla İlişkili Kavramlar Üzerine Bir Çalışma” başlıklı beşinci oturumda
Hediyetullah Aydeniz ile birlikte tebliğlerini sunan isimler Marmara Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nden Yusuf Ziya Gökçek ve İstanbul Üniversitesi yüksek lisans
öğrencisi Esme Karaköse oldu. Türkiye’de yaklaşık bir asırlık aralarla kurumsal
olarak gündemimize giren matbaa (1727), gazete (1828’de Vakayi-i Mısrîyye),
radyo (1927), televizyon (1968) ve internetle (1993) genişleyen medya ve
iletişim alanının tarihsel süreç dikkate alınarak birincil metinler üzerinden
çalışılması gerektiğinin dile getirildiği bu oturumda konuşmacılar, Türkiye’deki
tarihsel tecrübeyi süreli yayınların başlangıç evresinden itibaren kavramlar
düzeyinde okumanın önemine ilişkin bir sunum gerçekleştirdiler.
İlk olarak sözü alan Aydeniz, medya eğitimi ve iletişim çalışmaları alanında
Türkiye’deki kurumsal yapının enstitü ve yüksek okul düzeyinde 60, fakülte
düzeyinde ise 20 yıllık bir kurumsal tecrübeye sahip olduğunu, buna karşın
çalışmalara kaynaklık eden ve referans olarak gösterilen literatürün büyük kısmının tercümelere dayandığını belirtti. Özellikle 1965 öncesindeki yaklaşımları
ortaya koyan Türkçe metinler ile günümüzde yazılan eserler arasında aktarım
bağının yok denecek kadar az olduğunu ifade eden Aydeniz, akademisyenlerin
ve öğrencilerin çalışmalarını ikincil kaynaklar üzerinden gerçekleştirmek zorunda
kaldıklarını, bu nedenle araştırdıkları dönemin toplumsal, siyasal, kültürel ve
tarihsel boyutlarını ele almayan kısır bir okuma yaptıklarını vurguladı. Vakayi-i
Mısrîye’den başlayan ve Osmanlı matbûatını da kapsayan, kendisinin “Kayıp
Yüzyıl” olarak nitelendirdiği dönemin, geniş perspektifli bir okumaya tabi
tutulması gerektiğine dikkat çekti. Aydeniz’e göre, birincil kaynaklar üzerinden yürütülecek bir çalışmayla Osmanlı’dan günümüze medya ve iletişim
alanını inşa eden temel kavram ve yaklaşımların yeni gelişmelerin ışığında
bağlantılandırılması alana büyük bir katkı sağlayacaktır. Oturumun ilerleyen
kısımlarında ise, akademik bir uğraş ve bilgi üretim alanı olarak medya ve
iletişim çalışmaları bağlamında değerlendirilen kavramların tespit edilmesi, bu
kavramların metinlerdeki anlam karşılıklarının çıkarılması ve kullanımlarındaki
sürekliliğin ya da değişimin izlenmesiyle medya ve iletişim çalışmalarındaki
modernleşme tecrübemizin ortaya konulabileceği belirtildi. Kavramsal dönüşümün Osmanlı’dan günümüze medyanın toplumsal ve kültürel seyri üzerinden
betimlendiği oturum, mukayeseli bir tahlil için kavram haritası oluşturmanın
gerekliliği vurgusuyla nihayete erdi.
Çalıştayın altıncı oturumunda Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim
üyesi Yrd. Doç. Dr. Yusuf Özkır, “Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Sürecinde
Gazetecilik Anlayışı ve Gazetecilerin Beklentilerinin İstanbul Üniversitesi
Gazetecilik Enstitüsü’nün Kuruluşu ve Medya Eğitimine Etkisi” başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. Özkır, konuşmasının başlangıcında, II. Dünya Savaşı’nın
ardından Türkiye’nin hem tercih ettiği politik yaklaşımın bir sonucu olarak hem
de siyasal ve toplumsal ihtiyaçlara cevaben pek çok alanda kurumsallaşmaya
gittiğini ifade etti ve demokratikleşme süreciyle birlikte yaşanan siyasi gelişmelerin iletişim alanında da izlenebildiğine dikkat çekti. Özkır, siyasi yapıdaki
‘‘
Aydeniz, Vakayi-i
Mısrîye’den başlayan
ve Osmanlı matbûatını
da kapsayan, kendisinin
‘Kayıp Yüzyıl’ olarak
nitelendirdiği dönemin,
geniş perspektifli bir
okumaya tabi tutulması
gerektiğine dikkat çekti.
’’
73
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
değişimlerden doğrudan etkilenen gazeteciliğin durumuna örnek olarak Tek
Parti döneminden miras kalan Basın Birliği’nin kapatılıp yerine İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin kurulması, dönemin politik kültürünü yansıtan Hürriyet
Gazetesi’nin yayın hayatına katılması ve Gazeteciler Sendikası’nın faaliyete
geçmesi gibi gelişmeleri gösterdi. Bunlara ek olarak Özkır, Hürriyet Gazetesi’nin
yayın politikasıyla medyanın yeniden şekillenmesinin, gazeteciliğin meslekî
örgütler bazında ivme kazanmasının ve 1950’de Gazetecilik Enstitüsü’nün
kurulmasıyla gazetecilik alanının doğrudan akademik bir çehreye bürünmesinin,
demokrasiye uyum sürecinde etkili olduğunu vurguladı. Özkır, bu bağlamda,
Türk gazeteciliğine önemli yenilikler getiren Sedat Simavi’nin hem meslekî
örgütlenmenin sağlanmasında hem de gazetecilik alanının akademiye taşınmasında önemli bir role sahip olduğunu ifade etti ve bu örnek isim üzerinden
basının demokratik yaşama geçişte üstlendiği birey-vatan bilinci inşa etme
misyonunu gerçekleştirmek için fiilen faaliyet gösterdiğinin altını çizdi. Özkır,
medya-siyaset ilişkisi ile gazeteciliğin akademiye taşınma süreci göz önüne
alındığında gazeteciliğin diğer disiplinler gibi siyasal sistemlerle doğrudan
bağlantılı olduğunu belirterek sözlerini tamamladı.
74
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Çalıştayın yedinci oturumunun konuşmacıları ise, Yusuf Ziya Gökçek ve Ömer
Faruk Özcan idi. “Ahmet Emin Yalman: Türkiye’de Basın Tarihi ve Değerlerine
Öncü Bakış” başlıklı tebliğlerinde, medya ve iletişim çalışmalarına ilişkin tarih
yazımında ülkemizin en önemli isimlerden biri olan Ahmet Emin Yalman’ın
1914’te tamamladığı “The Development of Modern Turkey As Measured By
It’s Press” başlıklı tezine yoğunlaştılar. Söz konusu çalışmanın yayınlandığı
dönemin ruhuna dair saptamaların da yapıldığı sunumda ilk sözü alan Gökçek,
Yalman’ın tezinde bilimsel bir gayeyle yola çıkmadığını, daha ziyade modern
Türkiye’deki ıslah çalışmalarını duyurma ve bu çalışmaları basın üzerinden
değerlendirme kaygısıyla hareket ettiğini vurguladı. Gökçek’e göre, Türk basın
tarihini masaya yatıran Yalman’ın, gazetecilik öncesi dönemin iletişim kanallarını da haberleşmeye dahil etmesi, gazetecilik dönemine ilişkin tüm yapısal
gelişmeleri kurumsal alanla irtibatlandırarak incelemesi, dinin mekânsallığı
ve modernleşme mekanizmasının kurulması gibi bazı meseleleri (örtük bir
biçimde de olsa) ele alması onun çalışmalarının özgünlüğünü göstermektedir.
Konuşmanın ikinci kısmında söz alan Özcan ise, Türkiye’deki modernleşme
süreci ile basın-haberleşmede yaşayan gelişmelerin paralelliğini çalışmasında
ortaya koyan Yalman’ın dönemin ruhunu başarıyla yansıttığını belirtti. Ayrıca Jön
Türk reform hareketinin basın yoluyla güç kazandığına ve modernliği taşıyan
unsurun basın olduğuna dair tespitlerde bulunan Yalman, oldukça erken bir
öngörüyle basının evrensel bir kültür oluşturma işlevini de göz ardı etmemiştir.
Yalman’ın tezinden alıntılarla zenginleşen oturum, bu çalışmanın hem kendi
dönemindeki hem de gelecekteki devlet-basın-akademi ilişkisine dair fikir
vermesi bakımından büyük bir değere sahip olduğu vurgusuyla sonlandırıldı
ve çalıştayın ilk günü böylece tamamlanmış oldu.
Çalıştayın ikinci gününde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
öğretim üyesi Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, “Akademinin Yeşilçam’a Bakışı (1950 ve
Sonrası)” başlıklı sunumunda yaşayan bir tarih olarak tecrübelerini katılımcılarla
paylaştı. Bugüne kadar Türk düşünce, siyaset ve sinema tarihi üzerine birçok
çalışma yapan Kayalı, ülkemizdeki akademi camiasının Türk sinemasına yukarıdan bakma tavrından kurtulamadığını ve Yeşilçam’ı anlayamadığını belirterek
konuşmasına başladı. Bir dönem, tamamen uzak durdukları Batılı düşünce
dünyasına kapılarını ardına kadar açan akademi çevresinin kendi geçmişine
sırtını dönmekten geri durmadığının altını çizen Kayalı’ya göre, düşüncemizin
Batılı metinler üzerinden şekillendiğinin emarelerini kendi çalışmalarımızda
doğrudan tespit etmek mümkündür.
Kayalı, Türkiye’de iletişim alanında yapılan çalışmaların sosyolojik bir temele
dayanmayan interdisipliner yapısının iletişim alanında uzmanlaşmayı dar bir
çerçeveye hapsettiğine dikkat çekti ve bu konudaki örnekleri sinema üzerinden
verdi. Türkiye’de ilk sinema eserlerinin alanın içinden bir bakış açısıyla oluşturulmadığını, akademinin sinemaya yönelik tavrının fakülteler kurulmadan
önce elitist bir çabayla tiyatro üzerinden geliştiğini dile getiren Kayalı, Türk
sinemasının kat ettiği mesafeyi ve geçirdiği dönüşümü Muhsin Ertuğrul, Halit
Refiğ ve Metin Erksan tarafından kaleme alınan erken döneme ait metinlerin
ışığında değerlendirdi. Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan ve Yılmaz Güney gibi
sinemacıların filmlerinden örneklerle sinemanın gelişim sürecini değerlendiren Kayalı, Türk sinemasının geçmişte yaşadığı ve bugün yaşamakta olduğu
sorunları dikkatle irdelemenin, zihinlerimizde geleceğin sinemasına ilişkin bir
fikir oluşturabileceğini vurguladı. Kayalı, sunumunu sinemanın tarihsel dönüşümüne dair bir “Türkiye Fotoğrafı” çizerek tamamladı.
Çalıştayın son kısmı ise, Tecrübe Paylaşımı Özel Oturumu’na ayrıldı. Bu oturuma
Türkiye’de iletişim alanında doktora tezi hazırlayan ilk beş kişiden, nam-ı diğer
“ilk beşler”den biri olan Prof. Dr. Oya Tokgöz telekonferans yöntemiyle bağlanarak 1960-1970 döneminin koşullarını ve kendi yüksek lisans, doktora ve
doçentlik tezlerinin hazırlık safhalarını çalıştay katılımcılarıyla paylaştı. Sunumların tamamlanmasının ardından genel değerlendirme ve tartışma bölümüne
geçildi. Son olarak, tebliğci ve katılımcıların değerlendirmeleri alınarak çalıştay
ve atölye konuları çerçevesinde Türkiye’de medya ve iletişim çalışmalarının
tarihsel tecrübesi, günümüzdeki durumu ve gelecekte izlenmesi muhtemel
rota ile bu hususta atılması gereken adımlar masaya yatırıldı. Çalıştay verimli
tartışmalarla nihayete erdi.
‘‘
Kayalı, Türkiye’de
iletişim alanında yapılan
çalışmaların sosyolojik
bir temele dayanmayan
interdisipliner yapısının
iletişim alanında
uzmanlaşmayı dar bir
çerçeveye hapsettiğini
vurguladı.
’’
75
MAM
Medeniyet
Araştırmaları
Merkezi
Hazırlayan: Serhat Aslaner
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Fotoğraf : Refik Halid Karay’ın objektifinden Eyüp Sultan (Karay Ailesi Aile Arşivi)
Mola
76
Şişli’de Ezan Sesi
Birinci Cihan Harbi’nin son yılınının son aylarında yazıp o zamanki Zaman
gazetesinde tefrika ettirdiğim İstanbulun İç Yüzü* adlı romanda - bu
eser, roman tekniğinden tamamile mahrum idi, fakat devrin gerçek
tiplerine geçit resmi yaptırması ve hayat tarzlarını belirtmesi bakımından
güvenilir bir vesika idi – Şişli semtinden bahsetmiştim:
“Pencereyi açtım, balkona çıktım. Örtülü bir kış sabahı. Gökte değişiksiz
sedefi bir aydınlık; ne pembe bir çizgi, ne mavi bir yırdık, ne minareler,
ne medrese damları, ne kale duvarları veya su bentleri, kemerler…
Şişli’nin çırçıplak yarı ikmal edilmiş araları arsalarla fasılaya uğrayan
zevksiz bir mahallesi… Şimdi kulağıma bu alaca karanlığın içinden bir
temcit yahut ezan sesi gelse, gözüme şöyle, uzaktan eski İstanbulun
bir parçası görünse ne kadar memnun olacağım. Gurbette, yabancı
diyarlarda kalmış gibiyim; yerime, evime, membaıma dönmek arzusunun
bir açlık gibi içimi bayılttığını duyuyorum. İstanbul’un içinde İstanbul’u
arayarak ve artık bulamayacağımı pek iyi anlayarak hıçkıra hıçkıra
ağlamak istiyorum.”
MOLA
* Refik Halid Karay’ın bahsettiği kitabı İstanbulun Bir Yüzü’dür.
O devirde zenginleşerek İstanbul’un mescitli minareli kenar
mahallelerinden moda semt Şişli’ye taşınan bir kadın ağzından yazılmış
bu satırlar ezan işitmek, ezan dinlemek ihtiyacını gayet doğru tasvir
ediyordu. Nitekim aynı ihtiyacı yıllardan sonra aynı yerde ben de
duymakta idim:
Erken kalktığım günler, durgun havalarda kulağıma ezan sesi
gelmemesi çocukluk ve gençlik hatıralarımın canlanmasına mani oluyor,
marş makinesi işletilemeyen bir otomobil gibi dimağımı hareketsiz
bırakıyordu. Biz buralarda, Teşvikiye ve Feriköy camilerinin uzağında,
iman ve ananeye adeta yüz çevirmiş bir vaziyette idik; ne görüyor, ne
işitiyorduk, mazimiz, ruh terbiyemizi hatırlatacak sesten, manzaradan
tamamile ırak düşmüştük.
Bu bayram sabahı idi, alaca karanlıkta ilk defa kulağıma tatlı bir ezan
nağmesi geldi; yarım asır önceki iç tadı, iç ezgisile uyanıyordum. Neler
düşündüm, ne hatıralara daldım… Şişli camiini yapan ve bu işe ön ayak
olan hemşerilere şükran! Ruhaniyetsiz koca bir semte nihayet nur
inmeğe başladı. O güzel, lüzumlu eseri en iyi şekilde tamamlamalıyız.
Refik Halid Karay
Akşam, 22 Ağustos 1947
77
MOLA
Faaliyetler
SAM
TOPLANTI DİZİLERİ
TÜRKİYE’DE SANATIN KURALLARI
Atölyeden Kayıt Dışı Notlar • Ahmet Albayrak 26 Aralık 2016
Sanatın Kuramı: Hem Var Hem Yok • Ömer Lekesiz 13 Şubat 2016
Bir Mekân Yaratmak: Tiyatro Medresesi • Celal Mordeniz 26 Mart 2016
Türk Sinemasında Ahmet Uluçay Kanunları • Murat Pay 9 Nisan 2016
HAYÂL-İ ZÎ-RUHTAN SİNEMAYA
Toz Ruhu • Nesimi Yetik ve Betül Esener 8 Ocak 2016
Tepecik Hayal Okulu • İlker Berke 27 Şubat 2016
Neden Tarkovski Olamıyorum • Murat Düzgünoğlu 18 Mart 2016
YUVARLAK MASA TOPLANTILARI
KIRKAMBAR ÖZEL ETKİNLİK
Kış Uykusu’na Yatan Karakterler: Kış Uykusu Filminin Karakter Analizi
• Hasanali Yıldırım 9 Ocak 2016 -13 Şubat 2016
KIRKAMBAR KİTAP
19. Yüzyıl Alman Düşüncesinde Hölderlin • Ömer Behiç Albayrak 27 Şubat 2016
78
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
KIRKAMBAR TEZ MAKALE SUNUMLARI
Yahya Kemal’de Manzaranın Fethi • Habil Sağlam 16 Nisan 2016
TÜRK MÜZİĞİ KONUŞMALARI
Musikiden Müziğe Osmanlı Türk Müziği: Gelenek ve Modernlik • Cem Behar 26 Aralık 2015
İslam Medeniyetinde Musiki • Fazlı Arslan 30 Ocak 2016
Osmanlı Maarifi’nde Musiki • Erhan Özden 26 Mart 2016
Ahmet Albayrak
Atölyeden Kayıt Dışı Notlar
Değerlendirme: Havva Yılmaz
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi Türkiye’de Sanatın Kuralları
TÜRKİYE’DE SANATIN KURALLARI 1 | 26 Mart 2016
üst başlığıyla yeni bir program dizisine başladı. Toplantı dizisinin birinci oturum
konuğu Atölyeden Kayıt Dışı Notlar başlıklı sunumuyla Doç. Dr. Ahmet Albayrak’tı. Albayrak, sözlerine program dizisinin konseptine uygun olarak Türkiye’de
sanata tanıklık etmek veya buradaki sorunların çözümüne dair ufak ipuçlarını
görebilmek için güncel sanat ve resim alanındaki bazı deneyimlerini paylaşacağını belirterek başladı. Tecrübelerini ikiye ayıran Albayrak, ilkinin İstanbul ve
çeperiyle diğerininse Anadolu’yla ilgili olduğunu ifade etti.
Bu anlamda kendi hikâyesinden bahseden konuğumuz, klasik bir ifadeyle çok
küçük yaşta başladığı resim sanatıyla birlikte sanat alanına giriş yaptığını söyledi.
Aile içinde birçok ressam ya da resim öğretmeni bulunmasının yanı sıra, resim
uğraşını pratik bir noktaya getirmeyen aile üyelerinin bile bir şekilde resimle
ilgili yeteneğini kullandığını, aile meclisinde sanatın, resmin sık sık konuşulup
‘‘
Albayrak, Türkiye’de
sanata tanıklık etmek
veya buradaki sorunların
çözümüne dair ipuçlarını
görebilmek için güncel
tartışıldığını belirtti. Büyük ölçüde gurbetçi olan ailenin bir çok üyesinin sanatsal
sanat ve resim alanındaki
boya fabrikalarında çalışmasının çocuk yaşta, yurt dışından getirilen sanatçı
bazı deneyimlerini
boyası denilen tüp boyalar, akrilikler, yağlı boyalar, kalemler, kağıtlar, tuvallerle
paylaştı.
veyahut o zamanlar Türkiye’de basılı olmayan büyük müzelerin kataloglarıyla
haşır neşir olma fırsatını kendisine sunduğunu da ekledi.
Fen lisesi mezunu olmasına rağmen radikal bir kararla güzel sanatlar fakültesinde okumayı tercih ettiğini belirten Albayrak, 2003 yılında Erciyes Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun olmuş. Albayrak’a göre
’’
üniversite o dönem (1999-2003) hem fakülte olarak çok yeterli olamayan,
hem de İstanbul’a kıyasla sanat ortamından uzak, bir sergi görmenin çok zor
olduğu, sanat haberleriyle ilgili tartışmaların yaşanmadığı, sanat malzemesinin
bulunamadığı bir durumdaymış. Dolayısıyla, öğrenciler için Sezer Tansuğlardan,
Kaya Özsezginlerden öğrenildiği kadarıyla işin merkezi olarak İstanbul hep
temel hedef olmuş.
Bu noktada, “sanatçı iyi bir okulda okursa sanatçı olabilir” fikrinin Anadolu’da
neredeyse 2008’lere kadar sürmüş temel görüş olduğuna dikkati çeken Albayrak, bir sanatçı adayının Türkiye’de belli bir başarıyı elde etmek veya önemli
bir sanatçı olmak için o dönemlerde Hacettepe, Marmara ve Mimar Sinan gibi
belirli üniversitelerin diplomasını edinmesi gerektiğini söyledi. Bu kesiti neden
79
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
2008 olarak belirlediği sorusunu; 1990 doğumlu kuşağın işin içine girmesi,
sosyal medyanın başat bir öğe olması, internetin tamamen yaygınlaşması, eski
kuşağın kurumlardan emekli olması ve biraz da küresel yayınların artmasının
etkisinin olabileceğini ifade etti.
Bu çerçevede bir başka yaygın kabulün modernistlik, daha doğrusu “sanat her
zaman yeniyi önermeli” şeklinde ifade bulan avangardlık anlayışı olduğunu
söyledi. Eğitim düzeyi artıp yüksek lisans, doktora gibi ihtisas eğitimine gelindiğinde bu durumun özellikle şart koşulduğunu belirtti. Eskiye dair her şeyin
reddedilmesinin, klasik estetik argümanların tamamen terk edilmesinin ve yeni
bir şey üretilmesinin beklendiğini ifade etti. Bu yeni bir şeyden kastın mesela
resim bölümü için bir-iki yıl öncesinden söz edilecek olursa resim yerine video
çekmek olabileceğini, bu çerçevede hurdalıklarda gezmek, sanayi ürünleriyle,
çok yeni malzemelerle uğraşmak gerekebileceğini söyledi. O dönemlerin
fuarlarına, sergilerine bakınca malzemeyle ve malzemenin morfolojisiyle çok
yoğun bir şekilde uğraşıldığının görülebileceğini ekledi. Özellikle bu tavrın
kısmen sorunlu bir serüven geçirdiğinin şu an herkesçe kabul edildiğini belirtti.
İlk sergi oluşturma deneyimini Bayburt Baksı Müzesi için, Proje4L Güncel Sanat
Müzesi’nde açılan bir sergide gerçekleştiren Albayrak, mekân nasıl okunur ve
düzenlenir, bağlamsal olarak sergi nasıl kurgulanır, izleyici sergiye dolaşım
kanallarıyla nasıl yerleştirilebilir gibi konuları, usta ve çırak mekanizması
üzerinden bu deneyimi sırasında öğrenmiş. O dönemlerde aslında sanatçıdan
beklenenin görünüşte profesyonel bir şekilde süreci yönetmesi iken işlerin
pratikte usta-çırak ilişkisi şeklinde yürütüldüğünü belirten konuğumuz, bunun
geleneksel olarak asırlardır süren bir ikililik deneyimi olduğunu öne sürdü.
Albayrak bu defa sanatçı olarak yer aldığı bir başka sergide Irak savaşının etkisiyle, ilkokul 1. Sınıf okuma fişlerini Amerikan ulusal marşına çevirdiği bir iş
gerçekleştirmiş. Bu işe paralel olarak sunduğu mekânsal yapıtı ile kendi deyimiyle
sanat ortamına girişinin sergisi olan 23. Günümüz Sanatçıları Sergisi’ne seçilme
fırsatını yakalamış. 2004’te Akbank Sanat’ın organize ettiği sergi, Diyarbakır’a
taşınınca kendisine politik anlamda da bir takım tecrübeler kazandırmış. O
zamanki sanat ortamının etkisi ve bazı çevrelerce fişleri Kürtçe yazma teklifleri
alan Albayrak, konuşmasında, bu tür direktiflerin ve olguların artık tamamen
80
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
erozyona uğradığının bilincine sanat ortamında çok geç varıldığını da ekledi.
Nihayetinde teklifi kabul etmemesini olmasını fişlerini bu şekilde sığ bir politik
bir sürece, daraltılmış bir anlama indirgemek istemediğini ve asla güdümlü bir
üretim yapmayacağını da söyledi. Fişlerin kendisi için mekânı kodlamayla ve
oluşturmayla alâkalı bir karşılığı olduğunu, kendi yapıtlarında yer alan dili etnik
kimlik olarak görmediğini, modernizmin okumalarıyla da bağlantılı olarak evlere
bakış-dönüş bağlamında hafızasında anlam bulduğunu ifade ederek açıkladı. Bu
anlamda, kendi habitusundan yola çıkarak çalışmalarının merkezine koyduğu
uzak, mekân, nefes, iyileştirme, umut gibi kavramlardan bahseden Albayrak,
eğiliminin bireyin kendi yaşadığı yerle ilgili bir mit yaratması anlamında biraz
modernist bulunabileceğini, ancak belirli bir sorun etrafında şekillenmedikçe
sanattan söz edilemeyeceğini hatırlattı. Sanatın ve ortamın en büyük sorununun da belki çok daha fazla sanat aramakla ilgili olduğunu belirten Albayrak,
bu açıdan mutlulukla olmakla ilgili sorunun çok daha fazla mutluluk istemek
olması gibi bir çelişkinin Türkiye’de de yaşandığını ifade etti. Nicelik çoğaldıkça
sanatın kendisinin yitirildiği tespitinde bulundu.
İşin diğer yanında sanatın yönetilmesiyle ilgili birçok sorun olduğunu belirten
Albayrak, “sanatımız, kültürümüz gelişmiyor” tarzı kalıplaşmış yargılardan
hoşlanmasa da özellikle Anadolu’da sanat eğitimi ve kurumların sanatsal
politikalara karşı siyasi yaklaşımındaki sorunları kendisinin de sertçe eleştirmeye başladığını ifade etti. Yönetim kurumlarından üniversitelere kadar birçok
alanda, çeşitli engelleme biçimleriyle karşı karşıya kaldığı tecrübelerden örnekler
veren konuğumuz, özetle, sansür gibi doğrudan müdahaleleri kast etmediğini
ancak sanat anlayışındaki sorunlar nedeniyle kısa sürede bütün heyecanını
yitirmesine neden olan problemlerle karşılaştığını anlattı. Sansürün sadece
bir sonuç olduğunu belirtti.
Küratörlerin sanat piyasasına etkisi ile ilgili gelen soruyu başlı başına bir mesele olarak değerlendiren Albayrak, başarılı küratörlük kurumunun eleştirilen
bir kurum olduğunu hatırlatarak eskiden Bedri Baykam’ın sanatçıların aslında
birbirinin aynı olduğu, küratör ne derse onu yaptığı şeklindeki iddialarını hatırlattı.
Eskiden gerçekten de klişe bir küratörlük mekanizmasından söz edilebileceğini,
belli bir küratörün belli sanatçılarla çalıştığını ama son dönemde bunun biraz
değiştiğini ifade etti. Nihai olarak sanatçıların bir “ağ” üzerinde olduğunu ve
bu ağın mekanizmasında küratörlerin çok önemli bir katkısı olduğunundaunutulmaması gerektiğini vurguladı. Türkiye’de etkili bir orta kuşak sanatçı
olgusunun mevcut olmamasının da bu anlamda sıkıntıya sebebiyet verdiğini
belirtti. Buradan yola çıkarak gelen çeşitli sorular üzerinden, Gezi olaylarının
Türkiye’deki sanat alanına etkisi, yurt dışında algılanışı, ‘muhafazakâr sanat’
tartışmaları, sponsorluk mekanizmalarının işleyişi gibi birçok konuya örnekler
üzerinden temas edildi.
81
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Ömer Lekesiz
Sanatın Kuramı: Hem Var Hem Yok
Değerlendirme: Sevda İnce
TÜRKİYE’DE SANATIN KURALLARI | 13 Şubat 2016
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Türkiye’de Sanatın
Kuralları program dizisinin ikinci oturum konuğu sanat eleştirmeni ve yazar Ömer
Lekesiz’di.
‘‘
Batı dışı geleneğe ait
zorunlu bir modern
olarak durduğu yerin
düşünme biçiminin
farklı olması gerektiğini
ancak nasıl olmalı
sorusunu henüz netliğe
kavuşturamadığını
söyleyen Lekesiz, böylesi
bir çifte acziyet hâli
içerisinde konuşacağını
hatırlatarak öncelikle
sanat nedir? sorusuna
odaklandı.
’’
82
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Lekesiz sözlerine sanat kuramı anlamında henüz netleşmiş bir zemin üzerinde
konuşulamayacağını belirterek başladı. Yaşadığımız kültür ve dil devrimi nedeniyle
kesilmiş bağların bu konuları geçmişe atıflarla tartışmayı engellediğini söyledi.
Mesela bu meseleleri çalışmış kuşağımıza en yakın kişi olan Rıza Tevfik’e bile
ulaşabilecek bir durumda olmadığımızı, çoğunluğumuzun henüz Kamus-ı Felsefe’yi
okuyabildiğini sanmadığını ifade etti. Bu durumun kendisini aciz bıraktığını söyledi.
Sanatı kuramla beraber tartışmak söz konusu olunca daha çok Hegel, Kant, John
Berger, Heidegger, Gaston Bachelard , Terry Eagleton gibi isimlere başvurduğumuzu,
kendi çabasının ise hususen bu gibi isimlerin ortaya koyduğu kavrayışı kırmak
olduğunu ekledi. Batı dışı geleneğe ait biri ve ‘zorunlu bir modern’ olarak durduğu
yerin düşünme biçiminin farklı olması gerektiğini ancak ‘nasıl olmalı’ sorusunu
henüz netliğe kavuşturamadığını söyleyen Lekesiz, böylesi bir çifte acziyet hâli
içerisinde konuşacağını hatırlatarak öncelikle ‘sanat nedir’ sorusuna odaklandı.
Lekesiz, sanatı “kendisi olmak nedeniyle kendisi olan şeydir” şeklinde tanımlayarak
sanatın dışında sanatı tanımlamanın mümkün olmadığını belirtti. Kuram kelimesini,
Prof. Dr. Yalçın Koç’un Theologia’nın Esasları: Felsefe’nin ve Teoloji’nin Nazariyatı Üzerine
Bir İnceleme kitabından alıntı yaparak açıklayan Lekesiz, nazariyat ile kastedilenin
“manzara esnasında seyretmek” manâsına geldiğinin altını çizdi.
Yalçın Koç’un tanımladığı manâda nazariyat kavramından bahsedeceğini belirten
Lekesiz, theoria dediğimiz şeyin kendi lisanımız, düşünme tarzımız içerisinde yer
almadığını ifade etti. Bizim dilsel paradigmamıza dâhil olan şeyin nazariyat olduğunu, rü’yet yahut raina yerine nazar kelimesinin seçilmiş olmasının da önemli
olduğunu, çünkü nazarın hem dış hem de iç görüyü birlikte işletmesi bakımından
eşyaya nüfuz etmenin en emin yollarından biri olduğunu söyledi. Dolayısıyla, kuramın bugün Türkiye’deki manâsını araştırmaktan çok; teori, kuram ve nazariyat
düzeyinde bizim nasıl bölünmüş bir bilinç içinden düşündüğümüzü tespit etmemiz
gerektiğini söyledi. Bu konuyla ilgili soru işaretlerini giderdikten sonra aslında
nazariyat (parantez içinde kuram) üzerinde düşünmemiz gerektiğini ifade etti.
Türkiye’de kuram üzerine konuşmuş, Nermin Uygur başta olmak üzere (Kuram,
Eylem, Bağlamı adlı kitabıyla), Takıyyeddin Mengüşoğlu’ndan, İsmail Turan’a kadar
konuşmuş olan herkesin, Tanpınar dâhil, theorianın içinden konuşmuş olduğunu
öne sürdü. Tanpınar’daki bazı küçük İslami unsurları da bir kenara koyarsak bize
dayatılan kuram bilgisinin aslında Batı teorisini içselleştirmemizden, bu minvalde
düşünmemizden ibaret olduğunu söyledi.
Bu noktada, “ihanet” olarak gördüğü bir hususa dikkat çeken Lekesiz’e göre,
Tanpınar aslında Şebüsteri’yi, İbn’i Arabi’yi, Feridüddin Attar’ı, vahdet-i vücûd ve
vahdet-i şuhûd felsefesi içinde bulunan birçok ismi çok iyi okumuş olmasına rağmen
bunlardan tek kelime bahsetmeksizin, bu metinlerden yola çıkarak kendi telâkkisini
kurmaya çalışmış, bu temel metinlerdeki gibi “an” mefhumu üzerine düşüncesini
inşa etmiştir. Yani Tanpınar, tam da batılılaşma sürecinde, Batı felsefesiyle eski
nazariyatımıza bir istikamet açma, yeni bir geçit bulma kapımızı kapatmak suretiyle
bize ihanet etmiştir. Lekesiz’e göre, kaynaklarını ve referanslarını çok net bir şekilde
ortaya koyabilse belki bugün bizler bu çelişkinin içerisinde yoğruluyor olmayacaktık.
Örneğin bugün bizler görme ve görmenin özellikleri dediğimizde John Berger’den
ya da Gözün Vicdanı’nından başlamayacaktık. Ya da mekân dediğimizde Gaston
Bachelard’dan yola çıkmayacaktık.
Bu bağlamda, “Türkiye’de sanat kuramı var mı?” sorusunun cevabının olumsuz
olduğunu belirten Lekesiz, bunu kurma çabasındaki hiçbir emeği küçümsemek,
göz ardı etmek istemediğini ancak bu zamana kadar ortaya konulanın maalesef
kendimize özgü yepyeni bir düşünsel berzaha ulaşmamıza imkân tanımadığını
anlattı. Yine bu nedenle, İhsan Fazlıoğlu’nu paranteze alarak, kim, hangi düzeyde
ele alıyorsa alsın, neticede hemen hemen herkesin körlerin fili tanımladığı gibi
san’a ve sanat kuramı tanımı yaptığını ifade etti.
Batılı anlamda neye teveccüh edeceğimizi ya da neyi tevarüs edeceğimizi belirlememiz gerektiğini ifade eden Lekesiz, bu nedenle Batı’yla rekabetimizin söz konusu
olmadığını ama Batı’dan alınacak şeyin hangi değerler üzerine, neden alınacağı, yeni
olarak neyin ortaya konulacağının başlı başına bir sorun olduğunu söyledi. Dahası,
buna ilişkin üretimlerin daha çok yine batı tarafından gerçekleştiriliyor olduğunun
çelişkisine dikkat çekti. Örnek olarak sinemada Batı’nın kazandığı ivmeyle özellikle Avatar, Matrix, Inception gibi filmlerde görme ve rüyayı yönetme temalarının
işlenmesi yavaş yavaş bize ait olabilecek malzemeyi de batılı bir idrak ve batılı bir
felsefe üzerinden okumak zorunda kalmamıza sebebiyet verdi.
Hâl böyle olunca nazariyat ya da kuram konusunda belki de sadece Sezer Tansuğ’un
meseleye biraz temas edebildiğini, bazı şeyleri içi acıyarak itiraf etmek durumunda
kalsa da bazı metinlere temellük etmiş olmasının önemli olduğunu söyledi. Bununla
birlikte bizde kuram denilince akla gelen ilk şeyin edebiyat olduğunu çünkü özellikle
söz konusu kültürel değişimle alfabeyi kaybetmenin bizi zoraki bir modernlik sürecine
soktuğunu, şartlanmışlık içerisinde düşünmeye ve bakmaya mecbur edildiğimiz
için o şartlanmışlığı kırabilmenin tek yolu olarak edebiyatın ön plana çıktığını, yani
83
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
kendimizi ifade etme biçimimiz edebiyat üzerinden yürüyebildiği için edebiyatla baş
başa kaldığımızı belirtti. Ebru, hat gibi geleneksel sanatların yakın zamana kadar
merdivenaltı faaliyeti olarak yürütüldüğünü, Yunus Emre’nin de şiirlerini derlemiş,
Din ve Sanat gibi bir çalışmanın sahibi Burhan Toprak’ın Hamit Aytaç’a ifade ettiği
gibi bu sanatların ve ilgililerinin yok olmasının beklendiğini söyledi.
Özetle, böylesine bir idrak ve böylesine bir bakış ile maalesef derli toplu bir sanat
kavramından söz etmenin mümkün olmadığını açıkladıktan sonra, ne yapmak lazım
sorusuna odaklanan Lekesiz, yeni bir bakış açısı, yeni bir algı, yeni bir dil üreterek
konuya dâhil olmamız gerektiğini ifade etti. “Biz berzahlar içinde yaşayan, berzahlar
yoluyla kendilerine yeni bir yol, yeni geçitler açan bir zihniyete sahibiz. Üstelik İbn
Arabi’nin ‘kıyısı olmayan deniz diye tanımladığı hayal ürünleri konusunda en fazla
birikime sahip toplumuz. Yani Hint, İran, Mezopatamya’daki milletlerin özellikle
bize bıraktığı armağan hayal üzerine yapılmış olan şeyler” diyen Lekesiz, bunları
Eagleton’ın ya da Bachelard’ın ortaya koyduğu kuram bilgisini reddetmeden, onu
içimize çekmek suretiyle onun üstüne çıkarak yapabileceğimizi söyledi. Bu minvalde,
hadislere referansla yeni bir perspektif için başlangıç mahiyetinde önerilerde bulunan Lekesiz, bu işin cesaret istediği vurgusuyla sunumunu tamamladı. Program,
soru-cevap faslıyla sona erdi.
Celal Mordeniz
Bir Mekân Yaratmak: Tiyatro
Medresesi
TÜRKİYE’DE SANATIN KURALLARI 2 | 26 Mart 2016
Değerlendirme: Betül Sezgin
Türkiye’de Sanatın Kuralları program serisinin üçüncü oturumunda Sanat
Araştırmaları Merkezi “Bir Mekân Yaratmak: Tiyatro Medresesi” başlığı ile
Celal Mordeniz’i ağırladı. Mordeniz kurucusu olduğu “Tiyatro Medresesi”ni*
merkeze alarak yönetmen-oyuncu-seyirci ilişkisine dayanan bir mekânın
serencamını anlattı.
Mordeniz Tiyatro Medresesi’nin kuruluş hikâyesini anlatarak konuşmasına
84
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
başladı. 2006 yılında minimal bir grupla yaz aylarında iki hafta süren toplantılarla başlanan yolculukta hem fikri okumalar hem de fiziksel aktivitelerin
yapıldığını söyledi. Zamanla toplanılan mekânın getirdiği çeşitli sıkıntılar nedeni ile daha yerleşik bir yere taşınma hayallerinin başlar. Mordeniz, arkadaşı
* Tiyatro Medresesi hakkında bilgi edinmek için linke bakabilirsiniz:
http://www.tiyatro medresesi.org/TR/
Erdem Şenocak ile İzmir Şirince’de bir alana mimari olarak medreseyi andıran
bir yapı inşa ettirir. Mekânın şehirden uzakta bir yerde kurulmasının nedeni de
medresenin şehrin gürültüsünden uzak, inzivaya çekilme anlayışı ile paralellik
göstermesini sağlamaktır. Geleneksel medrese mimarisinde yapılan bu mekânda
sadece tiyatro değil; felsefe, edebiyat, müzik, dans vs. üzerine de etkinlikler
yapılmaktadır. Mordeniz buranın sadece taştan bir yapı olmadığını, belli bir
organizasyonu içerdiğini ve fikri alt yapısının olduğunu söyledi.
Tiyatro Medresesi’nin, tiyatro camiasının ihtiyacından ve kendi ihtiyaçlarından
dolayı kurulduğunu söyleyen Mordeniz, bu ihtiyaçların yaz aylarında yaptıkları
küçük çalışmalar neticesinde ortaya çıktığını belirtti. Mordeniz’in anlattığına
göre, gerçekleşen bu toplantılar esnasında yapılan performans aktivitelerinin
ve teorik okumaların neticesinde, katılımcıların düşünme biçimlerinde değişmeler meydana gelmiştir. Biçimsel olarak yaşanan bu değişme Mordeniz ve
arkadaşlarını daha kalabalık bir kitleye, “etkileyici bir şekilde nasıl ulaşabiliriz”
sorusunu sordurmuş ve Tiyatro Medresesi’nin düşünsel temelleri atılmıştır.
Ayrıca kamu kurumlarında görülen kısıtlayıcı etkilerin sanatçıların üretkenliklerine engel olması da Tiyatro Medresesi’nin kurulma nedenleri arasında
yer almaktadır. Tiyatro Medresesi bu manâda bir alternatif sunma amacını
da taşımaktadır.
Belli bir noktadan sonra mekân içerisinde bir cemaat oluşmaya başlamıştır,
fakat burada bir okullaşma söz konusu değildir. Asıl söz konusu olan, sanatçının
“yaratmak” için ihtiyaç duyduğu atmosferin oluşmasıdır. Tiyatro Medresesi’ne
gelen oyuncular tıpkı medrese talebeleri gibi kalabalıktan uzakta, kendini dinleyebilme olanağı sağlayan bir hava içindedirler. Burası eğimtime elverişli, inzivaya
çekilmenin mümkün olduğu, karşılaştırmanın yapılabildiği ve yeni araştırmaların
‘‘
Tiyatro Medresesi;
eğitimin sağlandığı,
inzivaya çekilmenin
mümkün olduğu,
karşılaştırmanın
yapılabildiği ve yeni
araştırmaların ortaya
çıktığı bir yerdir.
’’
ortaya çıktığı bir yerdir. Medrese mimarisinde büyük alanlardan küçük alanlara
geçişleri sağlayan revakların oluşturmuş olduğu “açıklık” Mordeniz’e göre çok
önemlidir. Yaptıkları medresede de küçük odalardan ortadaki büyük alana
ulaşımı sağlayan revakların olmasını özellikle istemişlerdir. Çünkü bu revaklar
“alanlar arasında geçişi” işaret etmektedir; şehir içi ve dışı, kalabalık ve inziva
arasındaki geçişler gibi. Maksat, oyuncuların bu geçişi yaşayabilmesini, şehrin
sersemletici hızından uzaklaşılabilmesini sağlamak istemişlerdir.
Mordeniz konuşmasında bir mekânın tasarlanmasının insan ilişkilerinin tahayyülünden geçtiğini belirtti. İnsanların aralarında kurduğu ilişkiye göre mekân
şekillenmekte, bu durum tiyatroda yönetmen-oyuncu, oyuncu-seyirci arasında kurulmaya çalışılan ilişkiyi söz konusu etmektedir. Bu “tiyatrodaki insan
ilişkileri nasıl olmalı” sorusunu gündeme getirmektedir. Mordeniz bu soruyu
85
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Gadamer’in tüm insan ilişkilerini açıkladığı “ben-sen ilişkisi” üzerinden ele aldı.
Gadamer’e göre üç tür insan ilişkisi vardır. İlki ben-sen ilişkisinin tahakküme
dayandığı kategoridir; burada ben sen’e hükmetmektedir. Ben sen’i kalıp ve
önyargılara göre sınıflandırmakta ve nesneleştirmekte, alt-üst ilişkisini gündeme getirmektedir. İkinci ilişki türünde ben-sen öznedir fakat aralarında kesin
ve anlaşılmaz bir sınır söz konusudur. Buna öğretmen-öğrenci ilişkisi örnek
verilebilir. Sonuncusu da Gadamer’in “diyalog ilişkisi” dediği, ben-sen arasında
nesneleştirme ya da kategorileştirmenin olmadığı bir ilişki türüdür. Burada
bir sınırlama yoktur; ben sen’in kendisine sorular sormasına, dönüştürmeye
çalışmasına izin verir ve her iki taraf birbirine karşı açıktır.
Gadamer başka bir yerde “her sanatsal deneyim diyalojiktir”, yani “her sanat
eseri bizimle bir öznenin konuştuğu gibi konuşur” diyor. Bu bakımdan tiyatro
özelinde bir sanat eserini değerlendirebilmek için bir kıstas meydana geliyor:
“diyalojik olması.” Tiyatroya bakıldığında onda açık biçimde bir özneler arası
ilişkinin/diyalogun vuku bulduğu görülebilir: Yönetmen-oyuncu, oyuncu-seyirci...
Bunlar arasındaki ilişkinin öncesine bakılırsa yazara kadar gidilebilmekte ve bu
duruma indirgeme meydana getirmektedir. Oyuncu- seyirci arasında kurulan
diyalog neticesinde seyirci oyunu tahakküm yolu ile belleyecek, sonrasında
ise seyirci belli bir duyarlılık seviyesine yükselecektir. Seyirci ilişki neticesinde
sanatsal deneyimi hissetmeye başlayacaktır. Mordeniz’e göre seyircilerin
çoğunluğu bu ilişkiyi kabul etmektedir.
Mordeniz’e göre tiyatro eleştirisindeki önemli nokta seyircideki paradoks
meselesine odaklanmaktadır. Bazı kesimlerce seyretmek olumsuz bir şey
olarak görülmektedir. Çünkü seyretmekte tabi ve pasif konumda olmak, boyun
eğmek vardır. Burada iki algı söz konusudur. Biri seyirciyi oyunun içine katan,
oyuncu ve seyirciyi iç içe geçiren ritüelistik oyunun varlığıdır. Diğeri ise seyirciyi
oyun(cu)dan biraz uzaklaştırıp kendi aklını kullanmasını sağlamaya çalışarak
oyuncu ile özdeşleşmesini engellemektir. Çünkü seyirci etkilendiği sürece
“aptallaşıyordur.” Mordeniz’e göre bu doğru bir yaklaşım değil çünkü tiyatronun diyaloga dayalı ilişkisini ortadan kaldırmaktadır. Seyretmek kötü bir şey
değildir. Aksine, Gadamer’e göre katılımın hakiki modudur. Seyrederek eyleme
86
imkânı yaratılabilir. Dolayısı ile seyircinin konumu ile oynamak değil; seyirciyi
eyleyebilen, seyrederek eyleyebilen özneler grubu olarak düşünmek gerekir.
SAM
Sözlerini Tiyatro Medresesi kurmalarının temel gerekçesinin oyuncu-seyirci
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
ilişkisinin birkaç kuşak boyunca asli işi ile var olmasını garanti altına almak
olduğunu söyleyerek tamamlayan Mordeniz, katılımcıların sorularını cevapladı.
Murat Pay
Türk Sinemasında Ahmet Uluçay
Kanunları
Değerlendirme: Kübra Turangil
TÜRKİYE’DE SANATIN KURALLARI | 9 Nisan 2016
Türkiye’de Sanatın Kuralları program dizisi dördüncü buluşmasında “Türk Sinemasında Ahmet Uluçay Kanunları” başlığıyla yönetmen Murat Pay’ı ağırladı.
Pay, Uluçay’ın güncesinden ve Küller ve Kemikler kitabından alıntılar ile Türkan
Şoray kanunlarından Ahmet Uluçay kanunlarına, Türk sinemasında duraklar
çerçevesinde bir sunum gerçekleştirdi.
Türk sinemasında kanunlardan söz edecek olsak akla ilk gelen şüphesiz Türkan
Şoray kanunlarıdır. Ancak bu kanunların ne tür kanunlar olduğu hakkında, çokça
bilinen bir tanesi hariç, pek de fikir sahibi olmadığımız bir gerçek. Sanatçının
onayından geçme mecburiyetindeki kostümünden tutun da pazar günleri
sanatçı çalışmaz ilkesine kadar kapsayan bir kurallar serisi. Kısaca, Türk sinema tarihinde üretim açısından önemli bir döneme karşılık gelen Yeşilçam
yıllarındaki bir güzide sanatçının sektöre karşı kendini koruma çabası demek
yanlış olmayacaktır bu kanunlar için.
Yeşilçam sineması diğer sanat dalları gibi desteklenen bir sektör değil, halk
insiyatifi ve beğenisi ile şekillenen, süreç içerisinde kendi düzenini kuran, Ayşe
Şasa’nın tabiriyle ‘ümmi’ bir sinema. Bu sinemanın zirveye ulaştığı 1965 yılında
Sinematek’in kurulmasıyla beraber Türk sineması başka bir şeritte yol almaya
başlıyor: Daha kurallı bir sinema sektörü ve aydın yönetmenler zümresi oluşuyor. 1990’lara gelindiğindeyse Türk sinemasının Avrupa sinemasına yatkın
bir dil kazandığı görülüyor.
90’lı yıllarda ilk sinema tecrübeleri, peş peşe çektiği kısa filmler ve yine peş
peşe gelen ödüller ile Ahmet Uluçay da sektöre müdahil oluyor. Özgün konu ve
‘‘
Kentli sinemacının
taşrası kentten taşraya
kaçış şeklinde tezahür
ederken Uluçay’ın
taşrası çok ayrı bir
yerde duruyor. Taşraya
taşradan bakan bir göz
onunki.
’’
içerik itibariyle olduğu kadar film yapma şekliyle de dikkatleri üzerine topluyor,
ancak hep hayalini kurduğu Bozkırda Deniz Kabuğu filmi için önünde kat edilmesi
gereken uzun bir yol daha var. Her şeyden önce sinema yapmak masraflı bir iş.
Bu yollar, özgün senaryoya kısıtlama getirmeyecek doğru yapımcıyı bulmaktan
ve önemli festivallerde boy göstermekten geçiyor. Uluçay ise kendi hikâyesini
sinemaya aktarmak sevdasıyla uzun yıllar bu çetrefilli yollarda yürüyor. Bir
geçiş süreci olması babından Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini hayata
geçirmeyi kabul ediyor. Bozkırda Deniz Kabuğu bir süreliğine yine rafa kalkıyor.
87
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Küller ve Kemikler kitabından tanıdığımız Yakup’la dertleşiyor: “Kim uyandırdı
içimdeki bu sinema aşkını, neden haddimi bilemedim Yakup, benim sevgili
çocuğum?”
90 sonrası Türk sinemasında sıklıkla görülmeye başlanan taşraya dönüş
hikâyeleri Uluçay’ın kendi meselesini anlattığı hikâyeleriyle aynı mekânda
karşılaşıyor ancak kentli sinemacının taşrası kentten taşraya kaçış şeklinde
tezahür ederken Uluçay’ın taşrası çok ayrı bir yerde duruyor. Taşraya taşradan
‘‘
’’
Uluçay güncesine
‘Yıllardır hiç tren
geçmeyen bir
istasyonda gelmeyecek
yolcuları bekliyor
gibiyim.’ notunu düşer.
88
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
bakan bir göz onunki. Konu ve içeriğinin özgünlüğü itibariyle olduğu kadar, film
yapma şekliyle de benzersiz. O dönemin ve günümüzün önemli isimlerinin
filmlerine dikkatli bakıldığında Uluçay etkileri görülecektir. Uluçay’ın da günlüklerinde sık sık tekrarladığı ifadeyle “arı bal yapacağı çiçeği iyi bilir.” Pelikülle
hayatı aynılaştıran bakışıdır şüphesiz çevresindeki yönetmenlerin de ondan bu
denli etkilenmesine sebep olan. Ancak tüm bunlara rağmen beklediği maddi
desteği göremeyen Uluçay ümitsizliğe düştüğü anlarda güncesine sığınıyor;
“yıllardır hiç tren geçmeyen bir istasyonda gelmeyecek yolcuları beklemek”
olarak betimliyor içerisinde bulunduğu hâli. Zaman zaman sistemin dışarı
attığı hâliyle “Modern dünyaya göz yumuyorsak, teknolojiye karşı lunaparkta
gezen çocukların şaşkınlığı yoksa yüzümüzde, bu bizim erdemimizdir belki.”
diye teselli buluyor. Nihayetinde öyküsünü çekemeyeceği korkusuna kapıldığında da Yakup’a sığınıyor: “Çekemezsek öyle sımsıcak kalır yüreğimizde, bir
sen bilirsin bir de ben.”
Murat Pay’ın sunumunda Ahmet Uluçay Kanunları şu şekliyle yer alıyor:
*
Sinemayı yüreğinle yap: Azim ve kararlılık
** Kendi meseleni anlat: Samimiyet
*** Sinemayı en baştan, yeniden keşfet: Özgünlük
Türk sineması izleyicisinin geç bulup erken yitirdiği değer, sevgili düş çocuğu
Ahmet Uluçay... Ruhu şad olsun.
Nesimi Yetik ve Betül Esener
Toz Ruhu
Değerlendirme: Zeynep Turan
2014 yapımı Toz Ruhu’nun yönetmeni Nesimi Yetik ile yapımcısı Betül Ese-
HAYÂL-İ ZÎ-RUHTAN SİNEMAYA 7
8 Ocak 2016
ner, 8 Ocak’ta Sanat Araştırmaları Merkezi’nin konuğuydu. Türk Sineması
Araştırmaları (TSA) ile ortak yürütülen Hayâl-i Zî-ruhtan Sinemaya etkinliğinin
yedincisinde de film gösteriminin ardından söyleşi gerçekleştirildi. Toz Ruhu,
evlere gündeliğe giden ve arabesk müzikle uğraşan 37 yaşındaki Metin’in
hikâyesini anlatıyor. Barış Saydam’ın moderatörlüğünü yaptığı söyleşide
filmin anlam dünyasından yapım sürecine, seyircinin filme yaklaşımından
bağımsız sinema yapmanın zorluklarına kadar birçok konu konuşuldu. Toz
Ruhu’nun tüm bu süreçte ana akımdan sürekli sapması, yapım sürecinde
zorlanması, senaryonun alışık olmadığımız bir ritimde ilerlemesi ama
aslında her aşamada özgünlüğünü yakalaması, Betül Esener’in ifadesiyle
“filmin kaderini de belirlemişe” benziyor; filmi seyredenler ya seviyor ya
da nefret ediyor.
İroninin Yarattığı İmkân
2008 yılında İstanbul’a geldiklerinde kapı komşuları Metin Tosyalı ile tanışan
Nesimi Yetik ve Betül Esener Metin’in iç dünyasını anlamaya çalışır. Bir gün
sürekli duydukları müzik sesinin Metin’in belindeki radyodan geldiğini fark
ederler. Ardından mutfak camından Metin’in gündelik hayatının akışını takip
ederler. Metin evlere gündeliğe giden, tek başına yaşayan, evine kimsenin
gelip gitmediği, iletişime açık olmayan, içine kapanık bir adamdır. Böyle bir
adam nasıl iç huzuru yakalayıp kendisiyle barışık bir hayat sürebilir? Bu
sorudan yola çıkarlar ve 2010 yılının Aralık ayında, üç yıl devam edecek
senaryo yazma süreci başlar.
Klasik dramaturjisi olmayan, küçük anlar üzerinden duygu geçirmeye
çalışan bir hikâyenin yazma süreci de oldukça zorlu geçer. Bir bakışla ya
da havadaki toz zerreleriyle bir şey anlatma tercihi dramatik imkânlardan
sıyrılmalarına sebep olur. Bu durum onları sadece karakter oluşturma ve
hikâye yazım aşamasında değil, senaryo yazım desteği ya da yapım desteği
arayış sürecinde de zorlar. Hikâyenin naifliği ve Metin’in hissiyatı ve yaptığı
tercihler yapımcılara inandırıcı gelmez.
Betül Esener’e göre Metin tutunamayan, zavallı bir karakter olmadığı gibi
doğru düzgün diyebileceğimiz bir adam da değildir. Düzenini kurmuş, kendi
89
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
sınırlarını çizebilmiş; ancak hayatına giren farklı insanlarla düzenli giden
hayatında gri alanlar açabilen bir karakter. Esener bu gri alanların sahiciliğini
Yusuf Atılgan, Sevim Burak, Oğuz Atay, Vü’sat O. Bener ve Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın metinlerinde izine rastladığımız ironi duygusundan beslenerek
yakaladıklarını söylüyor: “Karaktere ironiyle bakılmadığı zaman aşırılıklara
gidiliyor. Tıpkı gerçek hayatta kendimize acımamız ya da tapmamız gibi.
Ama biraz ironiyle baktığında biraz öyle, biraz böyleyim diyebiliyorsunuz.”
Nesimi Yetik’e göre hikâyenin yazılmasını tetikleyen gerçek Metin ile ortaya
çıkardıkları karakter arasında çok fark var. Metin’i hiçbir zaman incelenecek
bir varlık olarak görmezler, onu anlamaya çalışırlar. Bu tavırları filmin hem
kamera açısını hem de hikâyenin üslubunu etkileyerek farklı bir sinematografik anlam inşa etmelerini sağlar. Yönetmen kapı deliğinden ya da mutfak
penceresinden izleyebildikleri gerçek Metin Tosyalı’nın film gösterimlerine
gelmek istemeyişini de ekler: “Metin’in kendi işleri var ve yoğun. Gelip izlese bu adam ben değilim diyebilir. Metin Tosyalı kıyafetlerini ben giysem
ne kadar benzersem o da o kadar benzer. Ortaya çıkan karakter gerçek
karakterden farklı.”
Yan karakterler Ümit ve Neslihan’ı kurarken onların daha çok zıt davranışları
üzerine düşünerek Metin’in karakterini belirginleştirirler. Metin düzenli,
çayını koyan, sofrayı kuran bir adamken Ümit daha dağınık, patavatsız biri
olarak yazılır. Metin konuşmadan önce düşünürken Ümit genç oluşunun
da etkisiyle ağzına geleni söyler. Öte yandan hayat tarzı ve sınıf farklılığına rağmen temizliğe gittiği insanlarla çok fazla ortak noktası vardır
Metin’in; hepsinin tuhaf umutları, takıntıları vardır ve hepsi de yalnızdır.
Gönül Birliğiyle Yapılmış Bir İş
Saraybosna’da SineLink kapsamında senaryo doktorlarıyla çalışılan film proje
aşamasında; fon ve destek bulma yerlerinde, ortak yapım marketlerinde
beğenilmez. Yapımcılar Metin’i temizlikçi olduğu için işçi sınıfına dahil edip
onun üzerinden bir okuma yapmak ister. Bu nüveler senaryoda olmadığı
için de ikna olmazlar. Konuyu bütünüyle sınıfsal olarak tanımlamak isterler.
Klasik dramaturjinin dışına çıktıkça filmin anlam dünyası zenginleşse de bu
90
dünyaya kapalı olan seyirci kitlesi sebebiyle yapımcılardan destek bulma
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Senaryo Yazım Desteği alır film. Türkiye’de
SAM
süreci de zorlaşır.
İlk olarak katıldığı Köprüde Buluşamalar’da CNC ödülünü daha sonra da
böyle bir karakterin yaşıyor oluşuna ikna olmayan ortak yapımcılar ise
filmin yapımcılığını üstlenmek istemez. Bakanlık’tan alınan yapım desteği
çok düşük bir bütçe olunca Türkiye’deki yapımcılar da böyle bir işin altına
girmekten çekinir. Dolayısıyla Türkiye’de sinema sektöründe çok alışık olduğumuz bir çözüm devreye girer ve hiç tecrübesi olmamasına rağmen Betül
Esener filmin yapımcılığını üstlenir. Onur Ünlü, Seren Yüce, Rıza Kocaoğlu
gibi isimler, aileler ve yakın dostlar filmin yapım sürecinde yardımcı olur.
Böylelikle gönül birliğiyle yapılmış bir iş çıkar ortaya.
Filmi yaparken en çok üzerinde durdukları ve özendikleri şey oyunculuktur.
Her şeyin iyi yapılabileceği bir bütçeye sahip değildirler. Filmi 5D Mark III
ile çekerler ve bu yönetmenin istediğini gerçekleştirebilmesi için yeterlidir. Ancak Bu yüzden istedikleri görüntü yönetmeniyle çalışamaz ve set
aşamasında mevcut görüntü yönetmenini de değiştirmek zorunda kalırlar.
Sektör tecrübesi olmadığının ve kişisel merakıyla ilerlediğinin altını çizen
yönetmen “Ben kusurlu bir adamım. Çektiğim şey de kusurlu olacaktır. Toz
Ruhu’nun kusurları benim kusurlarım.” der.
Tansu Biçer ile yapımcı arkadaşları vasıtasıyla tanışırlar. Kurmaca bir film
yaptıkları için gerçek Metin’i tanımak istemez Biçer. Belgesel çekmediklerinden, sahnelenecek bir film olduğundan oyunculuk gerekir. Biçer ile uzun
bir toplantı yaparlar. Karakterin neyi neden yaptığı, hissiyatı ve eylemlerinin
arka planı üzerine konuşup ardından çok daha detaylı, cümlelerin anlamı
üzerinden ilerleyen bir çalışma yaparlar. Oyuncuyla yaptıkları bu ön hazırlık
onları set esnasında oldukça rahatlatır. Böylelikle senaryoya bağlı kalınarak,
hiçbir doğaçlamaya izin verilmeden çekilen bir film çıkar ortaya. Yönetmen
filmin izleyende doğaçlama olduğuna dair intiba bırakmasını ise görsellik
ve yönetmenlikten ziyade oyunculuğu ön plana alışıyla açıklıyor.
Son dönemde tek başına yaşayan yalnız adam hikâyelerinin üst üste geldiğinin altını çizen Esener, programın sonunda yeni filmlerinden de bahsetti.
Bir anne ve iki kızının Çanakkale’de geçen hikâyesini anlatacakları film için,
komedi unsurlarını içermesinden ve başına buyruk, eğlenceli kadınların
hikâyesini anlatacaklarından dolayı heyecanlı olduğunu dile getirdi.
91
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
İlker Berke
Tepecik Hayal Okulu
Değerlendirme: Betül Durdu
HAYÂL-İ ZÎ-RUHTAN SİNEMAYA 8
27 Şubat 2016
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi ile Türk Sineması Araştırmaları
(TSA) tarafından ortaklaşa düzenlenen Hayâl-i zî-ruhtan Sinemaya etkinliğinin
sekizincisine Tepecik Hayal Okulu (2015) belgeseliyle filmin yapımcısı İlker Berke
konuk oldu. Tepecik Hayal Okulu, tek uzun metraj filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler
Yapmak (2004) ve birçok kısa filmiyle sinema tarihimize adını büyük harflerle
yazdırmış yönetmen Ahmet Uluçay’ın hastalığına paralel devam ettirdiği film
çalışmalarını, en yakınındaki insanların şahitliğinde beyazperdeye taşıyor. Uluçay’ın
2009’da vefatının ardından yönetmenin çalışma arkadaşları Güliz Sağlam ve İlker
Berke tarafından hazırlanan Tepecik Hayal Okulu’nun gösteriminin ardından İlker
Berke ile bir söyleşi gerçekleştirildi. Moderatörlüğünü Barış Saydam’ın üstlendiği söyleşide belgeselin ortaya çıkış süreci, Ahmet Uluçay’ın anlam dünyasının
sinemasındaki karşılığı, film yapım sürecinde yaşadıkları konuşuldu.
İlker Berke’nin ifadesiyle belgeselde yer alan Uluçay’a ait görüntüleri çekerken
aslında niyetleri bir belgesel yapmak değil. Güliz Sağlam’ın fikriyle, Uluçay’ın ikinci
uzun metraj projesi Bozkırda Deniz Kabuğu için fon arayışları sürerken yönetmenin özellikle yurt dışında tanınmasını sağlamak amacıyla küçük bir tanıtım filmi
çekmek. Ancak Inside Ahmet Uluçay adıyla başlayan proje kaynak yetersizliğinden
tamamlanamıyor. Hâlihazırda çekilmiş görüntüler ise yönetmenin vefatından
sonra belgesel yapma niyetiyle yeniden ele alınıyor ve böylece Tepecik Hayal
Okulu ortaya çıkıyor. Ahmet Uluçay ise sağlığında belgesel fikrine sıcak bakıyor
fakat ailesini kamera önüne çıkarma konusunda kesin kuralları var, çekilen tüm
görüntülere heyecanlı bir şekilde müdahil olmak istiyor ve belgeselde ailesinin
yer aldığı görüntüler ancak yönetmenin vefatından sonra çekilebiliyor. Ailesi
ve arkadaşları Uluçay’ın dünyasının ayrılmaz bir parçası; çünkü sinema işlerini
evinin altıdaki bir odada yürütürken yönetmene sürekli yardım edenler hep onlar.
92
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Hastane sürecini çekme niyetiyle başlamıyorlar ancak şartlar öyle gerektirince
çekimlere devam ediyorlar. Çekimler hastane odasında bir an önce iyileşip sinemasına dönmeyi arzulayan Ahmet Uluçay’ın da kasvetini dağıtıyor ve kendini
iyi hissetmesini sağlıyor bir yandan. Diğer yandan film setinde görmeyi arzuladığımız yönetmeni bürokratik işlemlerin arasında, hastane koridorlarında takip
ederek, yitip giden bir hayattan kesitler sunuyor kamera. Belgeselde anlatılan
hastane sürecinin yönetmenin hayatından ve sinemasından ayrılabilecek bir şey
olmadığını düşünerek belgeseli paralel kurgulamayı tercih ediyorlar ve seyirde
içiçe, birbirine paralel iki film yer alıyor böylece. Paralel kurgulanmasının bir diğer
sebebi ise Uluçay’ın sinema yaparkenki duygusal iniş çıkışlarının hastanede
benzer bir yoğunlukta devam etmesi. Bozkırda Deniz Kabuğu’dan sahnelere ve
ikinci ameliyat sonrasına ait görüntülere belgeselde rastlayamayışımız da yine
özel bir tercihin sonucu. İlker Berke, öncelikle ellerindeki röportajların yönetmenin
sinema dünyasını anlatabilmesi düşündüklerini, ikinci olarak ise ameliyattan sonra
sağlığının git gide bozulması sebebiyle Ahmet Uluçay’ı iyi hatırlamak istedikleri
için söz konusu görüntüleri kullanmadıklarını dile getiriyor.
Ahmet Uluçay’ın filmlerinde görüntü yönetmeni olarak yer alan Berke, yönetmenle
öncelikle arkadaş olduklarını ve aynı dili konuşabildiklerini, bu yüzden Uluçay’ın
zihnindeki dünyayı sinemaya yansıtırken sıkıntı yaşamadıklarını söylüyor. Uluçay’ın
filmi daha fikir aşamasındayken kafasında çektiğini ve kendisinin de filme teknik
açıdan yaklaşmadığını daha çok yönetmenin zihnindeki hikâyenin içine girmeye
çalıştığını anlatıyor. Kendisinin gördüğü en iyi yönetmenlerden biri olmasını ise
ne istediğini çok iyi anlatmasına ve her zaman önerilere açık oluşuna bağlıyor.
Uluçay her şeyden önce iyi bir hikâye anlatıcısıdır, aslında çok bilinen bir konu bile
o anlatınca insanlarda farkındalık oluşturur ve birçok sinemacı onun hikâyelerini
filmlerinde kullanır. Berke’ye göre Uluçay’ın bundan rahatsızlık duymamasının
sebebi anlatacak daha çok hikâyesi olduğundandır.
Gerçekleş(e)meyen Hayaller
Ahmet Uluçay’ın ilk uzun metraj senaryosu aslında Bozkırda Deniz Kabuğu. Uzun
yıllar bu projeyi gerçekleştirmeye çalışır fakat hiçbir yapımcı destek olmaya
yanaşmaz. Yapımcısı Ezel Akay, Uluçay’dan daha basit bir proje isteyince oturup Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ’ın senaryosunu yazar ve Bozkırda Deniz
Kabuğu daha fazla bütçe gerektirdiği için yönetmenin ertelemek zorunda kaldığı
hayalleri arasında -bir süreliğine- yerini alır. Aynı zamanda Karpuz Kabuğundan
Gemiler Yapmak’ın görüntü yönetmeni olan İlker Berke, Uluçay’dan filmi en azından
16 mm çekme konusunda baskı yapmasını ister. Fakat yapım şirketinin verdiği
kamerayı kullanmazlarsa filmi hiç çekemeyebileceklerini anlayınca gönülsüz de
olsa razı olur ve çok yetersiz bir kamerayla başlarla çekimlere.
Berke, “Sanatın vasata tahammülü yoktur, yapacaksan en iyisini yapacaksın.”
diyen yönetmenin senaryolarının görüntülere çok özenilerek aktarılması gerektiği
halde ne yazık ki maliyeti artırdığı için en zayıf yönünün yine görselliği olduğunu
vurguluyor. Kısıtlı bütçe sebebiyle filmi tam olarak yönetmenin kafasında yer
aldığı şekliyle çekmekte zorlandıklarını ve görsel açıdan birçok unsurun eksik
kaldığını belirtiyor. Uluçay’ın prodüksiyonda dile getirmekte zorlandığı isteklerini
ise “Profesyonel sinema dünyasına karşı bir çeşit güvensizlik yaşıyordu.” şeklinde
özetliyor. Uluçay da belgeselde benzer şekilde “Sağlığımı tehlikeye attım. Belki
de beynimde ur çıkmasının nedeni, söylemek istediğimi söyleyememem.” diyor.
‘‘
Berke, “Sanatın vasata
tahammülü yoktur,
yapacaksan en iyisini yapacaksın.” diyen yönetmenin
senaryolarının görüntülere
çok özenilerek aktarılması
gerektiği halde ne yazık
ki maliyeti artırdığı için en
zayıf yönünün yine görselliği
olduğunu vurguluyor.
’’
93
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
İlk uzun metraj tamamlandıktan sonra sıra ikinci filme gelince Uluçay rafa kaldırdığı Bozkırda Deniz Kabuğu’nu yeniden ele alır ama projesine yapımcılar yatırım
yapmak istemez. Bakanlığa yapılan başvuru neticesinde yetersiz bir destek
çıkar. İlk filmindeki prodüksiyon sıkıntıları sebebiyle yapım şirketini değiştirmek
ister ancak üç filmlik sözleşmesi diğer yapımcıların da projeden uzak durmasına neden olur. Berke’ye göre Ahmet Uluçay’ın bir türlü sinemasına destek
bulamamasının temel sebebi, projelerinin milyonların izleyeceği gişe filmleri
olmamasından kaynaklanıyor.
İlker Berke’den Bozkırda Deniz Kabuğu’nun deneme çekimi sayılabilecek bazı görüntülerinin var olduğunu öğreniyoruz. Fakat bunların üzerine filmin inşa edilmesi
pek mümkün değil. Projeyi hayata geçirebilmek için çoğunlukla amatörlerden
bazı talepler geldiğini ama şimdiye kadar ciddi bir teklif almadıklarını belirtiyor.
Projenin tüm hakları yönetmenin ailesinde, yönetmenin oğlu İdris Uluçay da
projeyi ele almaya niyetlenir fakat finansal problemler sebebiyle prodüksiyon
çerçevesi hiçbir zaman oluşmaz.
Sinema diğer sanat dalları arasında maliyeti en yüksek sektörlerden biri. Bunun
altını çizen İlker Berke, Ahmet Uluçay’ın insanlara bir şeyi tutkuyla severek
yaptıklarında ancak başarılabileceğini gösterdiğini söylüyor. Uluçay’dan önce de
küçük bütçeli filmler vardı ancak tutku meselesi hiç bu kadar vurgulanmamıştı.
Berke’ye göre yönetmenin sinemaya en büyük katkısı da tutkunun başarıya
ulaştırdığını göstermesi.
Murat Düzgünoğlu
Neden Tarkovski Olamıyorum
HAYÂL-İ ZÎ-RUHTAN SİNEMAYA 9
18 Mart 2016
Değerlendirme: Betül Durdu
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi ile Türk Sineması Araştırmaları (TSA) tarafından düzenlenen Hayâl-i zî-ruhtan Sinemaya etkinliğinin
dokuzuncusuna Neden Tarkovski Olamıyorum (2014) filmiyle yönetmen Murat
94
Düzgünoğlu konuk oldu. Film sinema dünyasının acımasızlığı karşısında
ayakta kalmaya ve film çekmeye çalışan yönetmen Bahadır’ın hikâyesini
anlatıyor. Film gösteriminin ardından Barış Saydam moderatörlüğünde Murat
SAM
Düzgünoğlu ile gerçekleştirilen söyleşide senaryonun yazımından yapım
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
sürecine, Tarkovski’nin sinema dünyası üzerindeki etkisinden sektördeki
üretim problemlerine kadar pek çok konu konuşuldu.
Murat Düzgünoğlu, filmin senaryosunu bir kanala türkü filmleri yaptığı,
mesleği için acı verici bir süreçten geçtiği bir dönemde, küçük bir espriden
yola çıkarak yazmaya başlar. Öfke ile kendini ifade etmek isterken ortaya
çıkardığı senaryo, trajik bir konudan kara mizaha doğru evirilir. Yazdığı
senaryo bakanlıktan destek alamayınca ilk filmi Hayatın Tuzu (2009) araya
girer. Birkaç denemeden sonra bakanlıktan onay alır ve filmi hayata geçirir.
Yönetmen, tüm filmlerin yönetmenini yansıttığını fakat Neden Tarkovski
Olamıyorum’un biyografik yanının çok daha fazla olduğunu söylüyor.
Yönetmen senaryo yazarken konsantrasyonu sağlamakta zorlansa da,
film çekim aşamasını daha rahat sürdürdüğünü ifade ediyor. Öncesinde
diyaloglarla fazlasıyla uğraştığı için birkaç sahnedeki küçük değişiklikler
hariç çekimler senaryoya bağlı ilerliyor. Provalar ve sahnelerin tek tek
çalışılmasının da bunda etkisi büyük. Düzgünoğlu’na göre sette diğer çalışanlarla mesafeyi korumak ve sürekli hata arayan soğukkanlı bir zihne
sahip olmak önemli. Tansu Biçer ile nasıl çalıştıklarına dair bir soruya verdiği cevapta farklı bir yöntem izlemediğini, oyuncunun zaten rejiye açık,
yönetmenin istediklerini anlayıp uygulayabilen biri olduğunu anlatıyor. Dar
bütçeyle kısa sürede çekilmek zorunda olan filmler için anın getirdiklerine
açık, yönetmenle bağ kurabilen, sezgileri güçlü oyuncularla çalışabilmek
yönetmen için çok değerli.
Tarkovski Olmak ya da Olmamak
Filmin adını aldığı büyük yönetmen Tarkovski’nin filmlerinin ilk seyredildiğinde ne dediği anlaşılmadan çok beğenildiğini belirten Murat Düzgünoğlu,
filmlerin kapalı bir şiir gibi sürekli yorumlanmaya açık hâlinin insanda zorunlu bir sevme arzusu uyandırdığını düşünüyor. Düzgünoğlu, Tarkovski’nin
kitaplarını okuduğunda onun bakış açısında bütünüyle sinematografik bir
düşünme biçimi gördüğünü ve bundan çok etkilendiğini belirtiyor. Aynı
zamanda Solaris (1972) filminden çok sıkıldığını fakat bunu dile getiremediğini ve Tarkovski gibi sinemacıları herkes beğendiğinde çoğunluğa karşı
çıkılamadığını sözlerine ekliyor. Tarkovski’nin yönetmeni en çok etkileyen
tarafı ise sanatçının bedel ödemek zorunda olduğu düşüncesi. Yönetmene
göre ülkemizde de film yapmak çok zor ve bazı şeylerden feragat edip
bedel ödemek gerekiyor.
Neden Tarkovski Olamıyorum’un yönetmen karakteri Bahadır da piyasanın
isteklerine boyun eğmekle Tarkovski gibi ilkeli durmak arasında gelgitler
yaşayan fakat o kadar sağlam bir duruş sergileyemeyen biri. Tarkovski olma
çabasını saçma ve öykünmeyi de problemli buluyor. Murat Düzgünoğlu’na
95
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
göre Bahadır’ın kapitalizmle sanatsal özgürlük arasına sıkışmış aydın
bunalımı, ülkenin genel hâline karşılık geliyor. İnsanlar kendileriyle bağı
olmayan yapıntı işler üretmeye çalışıyor. Tutku kişiyi sürüklüyor, engellere
dayanma gücü veriyor fakat asıl nitelikli olan şeyi yaratamıyor. Sanatçıda
temel motivasyon, üretmekten çok, başarı elde etme arzusu olduğunda
yüzleşme gerçekleşmiyor ve bu da arkasından yüzeyselleşmeyi getiriyor.
Oysa insanoğlu biricik ve o biricikliği içinde bir şey üretmesi gerekiyor.
Özellikle ilk eserlerini üretecek insanların yürünmüş yolu tekrar yürümek
gibi rahatlatıcı, güven verici bir tercihte bulunduğunu söyleyen yönetmen
bunu zaman zaman kendisinde de görebildiğine ve yüzleşmeye çalıştığına değiniyor. Hayattan bir kesit alıp, onu omuz kamerası ve sıçramalı
bir kurguyla anlatmak şu an sinemada revaçta bir yöntem fakat buna
şüpheyle yaklaşılması gerekiyor. Kamera sabit durduğunda bütün estetik
kusurlar ortaya çıkarken, omuz kamerası seyirciyi bir tür belgesel hissine
sürükleyerek sinema estetiğine ilişkin yetersizlikleri örtme vazifesi görüyor. Gerekli bir anlamı yaratmaya hizmet etmiyorsa kişinin kendisine bunu
niye yaptığını sorması elzem. Düzgünoğlu, ticari sinemanın kalıplaşmış
yöntemlerine benzer şekilde sanat filmlerinde de bir kalıplaşmanın söz
konusu olduğundan bahsediyor. Bu tarz filmler her ne kadar piyasa dışı
gibi dursalar da kendi içlerinde bir piyasa yaratıyorlar. O yüzden bir filmin,
kabaca etiketlendiğinde, sosyo-politik temalara dayanması durumunda, bu
filmlere şüpheyle yaklaştığını ve derinleşebiliyor mu diye baktığını yoksa
sığlaşma eğiliminin çok yüksek olduğunu dile getiriyor.
Murat Düzgünoğlu’nun kendisiyle dalga geçme eğilimine sahip olması, onun
için dünyayı katlanılabilir hâle getiriyor. Dünyayı önemsememe arzusunun,
eninde sonunda kendisinde bir mizahla buluştuğuna inanıyor. Hatta bu
yüzden filmine umutsuz dediklerinde çok şaşırıyor. Çünkü bazen filmin
fazla umut dolu olduğuna dair şüphe ediyor. Filmin sonunda Bahadır’ın
yaşadığı yüzleşmeden ancak umut doğabileceğini ve kendisinin de dibe
vurduğunu hissettiğinde öfkeyle karışık bir sakinlik içerisinde yeniden bir
şeyler yapabilmenin umudunu taşıdığını ifade ediyor.
96
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Hasanali Yıldırım
Kış Uykusu’na Yatan Karakterler:
Kış Uykusu Filminin Karakter Analizi
Değerlendirme: Ayşenur Gönen | Kerime Demir
Kırkambar ÖZEL ETKİNLİK
9 Ocak - 13 Şubat 2016
SAM Kırkambar’ın Ocak ve Şubat aylarına yayılan özel etkinliği, Hasanali Yıldırım’ın sunduğu “Kış Uykusu’na Yatan Karakterler: Kış Uykusu Filminin Karakter
Analizi” başlıklı programdı. 9 Ocak’ta ilk oturumu gerçekleştirilen ve altı hafta
süren etkinlikte Nuri Bilge Ceylan’ın filmi Kış Uykusu tartışıldı ve program boyunca
filmin ayrıntılı karakter analizi yapıldı.** Alışılagelenden farklı bir formata sahip
programda, ele alınan filmin karakterleri üzerinden “Film nasıl anlaşılmalı?” sorusunun cevapları arandı. Bu arayış izleyicilerin katılımı ve katkısıyla gerçekleşti.
Programı yöneten Hasanali Yıldırım’ın bu filmi ele almak istemesinin nedenini
şöyle özetleyebiliriz: Kış Uykusu, her bir karesinin üzerinde teker teker konuşulabilecek kadar çok katmanlı bir film ama ne yazık ki izleyici ve eleştirmenlerce
yeterince anlaşılamadı. Yıldırım, hem bu filmin daha iyi anlaşılmasına bir katkı
sağlama hem de karakter merkezli bir filmin nasıl okunması gerektiğine dair bir
alıştırma yapma saikiyle yola çıkmış.
Filmin en önemli kişilerinden biri, ismiyle müsemma Aydın karakteriydi. Karaktere
Aydın isminin verilmesinde açık bir gönderme var. Bu karakter, Türk aydınının
bütün açmazlarını barındıran bir karakter. Hasanali Yıldırım, Haluk Bilginer’in
canlandığı Aydın karakterini ele alırken, etraflı bir modernleşme eleştirisi yaptı.
Aydın’ın kendisiyle, toplumla ve ailesiyle ilişkilerini resmeden tüm kareleri teker
teker mercek altına aldı. Katılımcılara sorular yönelterek mağarasına çekilmiş
bir aydın tiplemesi sergileyen bu karakterin, ruhunun ve beyninin tabiri caizse
arka odalarını ve üstü örtülü sırlarını masaya yatırdı.
Kış Uykusu, en genel tahlilde, Türk modernleşmesinin kadınlar, erkekler, orta
sınıf, aristokrasi ve halktan kişiler üzerinde nasıl tezahür ettiğinin bir resmini
sunuyor. Üstelik oldukça dürüst ve inandırıcı portrelerle. Aydın’ın karısı, çiftlik
sahibi, öğretmeni, imamı, imamın kardeşi… Hepsi de etten kemikten Cumhuriyet
insanları. Her biri, Hasanali Yıldırım’ın satır aralarından çıkardığı okumalar olmasa
* Bu sıradışı programdan sonra, benzer şekilde işleyen Film Bahane adlı atölye kuruldu. Bu atölyede her
hafta Cumartesi günü seçilen bir film üzerine enine boyuna tartışmalar yapılmaya devam ediliyor.
97
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
‘‘
Kış Uykusu’ndaki hem
kendilerini anlatan
hem de belli başlı
tipleri sembolize
normal deyip geçeceğimiz ‘normal’ insanlar. Üç saatlik filmin, sıkmadan kendini
izlettirmesinin sırrı da bu doğal anlatımında.
Üzerinde durulması gereken diğer bir karakter de hiç şüphesiz kasabanın imamıydı.
Türk sinemasındaki imamı tiplemeleriyle bu filmin imamı arasında karşılaştırmalar
yapıldı. Bu filmin imamı, zayıf, aciz, korkak ve yalancı. Bu yönüyle ne yazık ki bir
eden karakterler,
toplumsal gerçekliğe işaret ediyor. Yıldırım’a göre bu konuda işkillenmeye gerek
geniş anlamıyla son
yok; muhafazakâr karakterlere Türk sinemasında reva görülen aşağılayıcı rolün
üç yüzyıldır düçar
aksine, Nuri Bilge Ceylan, iftira ve karalamaya başvurmaksızın bu tiplemeyi
olduğumuz insan
bütün yalınlığı ile gözler önüne seriyor.
tipini, bir anlamda
insanlığı resmediyorlar.
Barındırdıkları her türlü
alaturka niteliklere
rağmen evrensel
Üzerinde konuşulan diğer karakter de Aydın’ın kardeşi Necla’ysa da ama asıl
konu yine Aydın’dı. Necla’nın kendisi hakkındaki düşüncelerini öğrenen Aydın’ın
yani aydınımızın varoluş sorunları üzerinde odaklandı oturumlardan biri: Türk
aydınının gayesi, açmazları; Aydın’ın gazete yazıları, okur kitlesi, Necla tarafından
insan tipine dair son
soğukkanlılıkla eleştirilen Aydın’ın tavrı, Necla’nın iddiaları ve Aydın’ın savunması...
derece önemli doneler
Tüm bunlar iki karakterin diyaloğu sırasında birer malzemeye dönüştü. Aslında
sunuyorlar.
’’
filmin düğümlerinden biri bu konuşma sırasında atıldı.
Devam eden oturumlarda imamın sarhoş kardeşi de tartışıldı ama program
boyunca, konuşmalar çoğunlukla gelip Aydın’da ve karısı Nihal’de düğümlendi.
Finale de onlar damga vurdu. Aydın ve Nihal arasındaki “efendi-köle” veya “kadın-erkek” ilişkisinin adım adım tepetaklak oluşu; evden gidemeyen, Aydın’dan
uzaklaşamayan Nihal’in haklılığı ve haksızlıkları üzerinde duruldu.
Program boyunca Aydın’ın etrafındaki tüm karakterler teker teker irdelendi.
Karakterlerden yola çıkılarak çeşitli sosyal, felsefi ve güncel meseleler ele alındı
ve genel değerlendirmede özellikle şu hususların altı çizildi:
Kış Uykusu olaydan ziyade, olayın karakter üzerindeki etkisine odaklanan ve
bunu sinemanın görselliği içinde başarıyla kotaran sıra dışı bir film. Etkileyiciliği
ve her izlendiğinde yeni anlam zeminleri ortaya çıkartan çok anlamlı yapısıyla
da hakiki bir sanat eseri.
Hem kendilerini anlatan hem de belli başlı tipleri sembolize eden karakterler, geniş
98
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
anlamıyla son üç yüzyıldır düçar olduğumuz insan tipini, bir anlamda insanlığı
resmediyorlar. Barındırdıkları her türlü alaturka niteliklere rağmen evrensel insan
tipine dair son derece önemli doneler sunuyorlar.
Film, öncelikle romanda ve sonra tiyatroda gördüğümüz bu kadar insan tipini
başarıyla göz önüne sererken, yapısal anlamda tiyatromsu özellikler göstermesine
rağmen (üç perdeli anlatım, tiradlar, son söz vb.) teatral bir anlatıma başvurulmadığını görüyoruz.
Yönetmen, belli figürler üzerinden Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan kültürü
ciddi bir şekilde eleştirirken asla ulusalcılık tezlerine yer vermediği gibi, kendi
aksiyomatik kabullerine bile dinamit döşeyecek kadar cesur davrandı. Çünkü
bu ülke için son derece önemli bir meramı vardı: Türk aydınını masaya yatırmak.
Aydın, aynı zamanda filmin ‘kurtulan’ tek karakteriydi. Alelade bir mektup vesilesiyle
ilk kez doğal/gerçek olana temas etme imkânı buldu ve neticede toplumun onu
yönlendirdiği şekilde değil, doğasının onu dürttüğü biçimde bir tercihte bulundu.
Kültürel bir karakter iken kendi tabiatına dönmeye ve kendisini idrak etmeye
başladı. Tabiri caizse, yıllardır toplumdan aldıklarını bir bir ‘kustu’ ve tüm kusurları,
başarısızlıklarıyla kendisiyle yüzleşmeyi göze aldı. Önce kendisiyle, sonra (bunun
farkına bile varmayan) karısı Nihal’le barıştı. Böylece yönetmen, Aydın tiplemesi
üzerinden hâl-i pür melâlimizi çizmekle kalmadı, ‘kurtarıcı’ olarak da yine -bu role
en uzak kişi gibi görünen- bu tipe işaret etti; bir klişe hâline gelen öğretmene
veya imama değil. Diğer bir deyişle, arka planda, gerçek bir aydınlanmanın, “Biz
ne kadar sahiciyiz?”, “Hangi toplum katmanı içerisindeyiz?”, “Köklerimiz nerede?”
gibi sorular etrafında dönen gerçek bir yüzleşmeyle sağlanabileceğini gözler
önüne serdi. Üstelik bunu, sinemanın sihirli ellerinden biri olan ve öyle herkesin
kolay kolay üstesinden gelemeyeceği bir yolla, meseleyi karakterler üzerinden
dillendirerek yerine getirdi.
Ömer Behiç Albayrak
19. Yüzyıl Alman Düşüncesinde
Hölderlin
Değerlendirme: Metin Demir
Sanat Araştrımaları Merkezinin Kırkambar kitap toplantı dizisinde Şubat ayında
Henrich Heine’nin meşhur kitabı Romantizm Okulu’nu Türkçeye çeviren Ömer
Behiç Albayrak misafir edildi. Albayrak ile 19. Yüzyıl Alman düşüncesi bağlamında
Hölderlin üzerine konuşuldu.
Albayrak konuşmasına 19. yüzyılda gerçekleşen büyük dönüşümleri tasvir ederek
başladı. Bu dönemde gerçekleşen fikri ve sosyal dönüşümlerin tarihte eşine az
rastlanır türden olduğunu belirtti. Özellikle Fransız devriminin yarattığı siyasi,
toplumsal ve entelektüel etkilerin belirleyici olduğunu söyledi. Çünkü Fransız
KIRKAMBAR-KİTAP
27 Şubat 2016
99
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
‘‘
Alman idealizmi mutlağı
aramakta, Alman
Romantizmi sanatta
mutlağı aramakta,
Goethe doğadaki
mutlağı bulmayı
çalışmaktaydı. Hölderlin
tüm bunların izlerini
taşımaktadır.
’’
devrimine kadar halk siyasetin bir parametresi değil iken, halkın ya da ayak
takımının ayaklanmasının tarihin akışında bir etkisi olabileceği fikri gündeme
gelmiştir. Dünya bu tarihsel dönüşüm sahnesinin yanında Almanya’nın özgül
kültürel koşulları, sanayileşme, Napolyon’un istilası, Ortaçağın geleneksel kurumların güvenilirliğini kaybetmesi gibi faktörler romantizmin biçimlenmesinde
etkili olan unsurlar olarak sayıldı.
Romantizm akımının köklerinde önemli bir edebiyat cereyanı olarak Sturm und
Drung (Fırtına ve Sarsıntı) hareketine dikkat çekti. Klasik dünyada edebiyat ahlakı ve toplumsal normları destekleyip güçlendiren bir fonksiyon icra ederken,
Sturm und Drang insanın içinden geçen iyi veya kötü her türlü duygunun dışa
vurulmasını, içsel coşkunluğun ve bireyciliğin tutkulularının maskelenmeden
aktarılmasını savunmaktaydı. Genç Werther’in Acıları romanında gördüğümüz
Werther karakteri bu akımın ideal tipidir.
Fransız devrimi her ne kadar romantizm için ilham kaynağı olmuşsa da, terör
dönemi ve Napolyon etkisi ile devrime bakışın değişmesi, tekrar kraliyetçi
fikirlerin, Ortaçağ Katolikliğinin ve Alman milliyetçiliğinin romantikler arasında
yayılmasına imkan tanımış olduğunu söyledi. Romantizmin zaten romans, yani
bir ortaçağ akımı olarak da görüldüğünü belirten Albayrak, romantiklerin Alman
şiirini yaratma peşinde olduklarını söyledi. Romantiklerin kendi köklerini, Weimar
klasisizmi gibi (Goethe ve Schiller) Antik Yunan ve Roma’da arayan bir evrenselcilik
içerisinde değil, Antik Yunan hayranlığının yanında Alman ve Katolik köklerinden
beslenen milli bir hareket olduğunu belirtti.
Albayrak’a göre Hölderlin romantizm, klasisizm ve Alman idealizmi ile doğrudan
ilişki içerisinde olmasına rağmen, bu akımlardan hiç birine doğrudan ait görülemez. Alman idealizmi mutlağı aramakta, Alman romantizmi sanatta mutlağı ya
da “edebi mutlağı” aramakta, Goethe doğadaki mutlağı bulmayı çalışmaktaydı.
Hölderlin tüm bunların izlerini taşımaktadır. Dünyaya yeniden büyü kazandırma
için eski Yunan’ın armonik güzellik idealine dönme arzusundadır, ilerleyen yıllarında bir hayal kırıklığı ve nihayet belirsiz bir bekleyiş hâlini alır onun bu arayışı.
100
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
Hyperion romanındaki karakterin yolculuğu da benzer bir şekildedir. Hyperion’ın
sevgilisi Diotima (Sokrates’in bahsettiği bilge kadın) kayıp güzellik idealinin simgesidir. Hyperion Türklere karşı bağımsızlık savaşı veren Yunanlıların peşinden
gider. Ancak romanın sonunda güzellik ideali Diotima ölür. Hayal kırıklığı ve idealin
ulaşılamazlığı görülür. Almanya’ya döndüğünde de modern, makineleşmiş bir
toplum görüp hayal kırıklığına uğrar.
Albayrak’ın sunumunda felsefe açısından dikkat çekici nokta Hölderlin’in tek
sayfalık “Varlık ve Yargı” makalesidir. Bu metne göre, Alman idealizmi özne
ve nesneyi ayırarak mutlak olanı bulmaya çalışmıştır. Fichte’de özne felsefesi,
benin mutlak özne olması, özneyi temellendiren başka bir şeyin olmaması ve
öznenin ben-olmayan ile sürekli bir karşıtlık ilişkisi içinde olmasına Hölderlin
itiraz etmiş, ve birliğe işaret etmiştir. Hegel de ikisinin birliğini iddia etmiş ancak özne ve nesnenin ayrımı içinde birliği fikrini ortaya koymuştur. Hölderlin bu
ayrımı mümkün kılan bir varlık temeli olduğunu, özne-nesne öncesinde varlığın
olduğu söyler. Varlık, özne ve nesneyi ayıran yar-gı’dan önce gelir. Yarılmadan
önce varlığın birliğini bulabiliriz. Bu birliğe yaklaşmanın yolunu ise sanatsal yaratıda görmektedir Hölderlin. Albayrak, özne-nesne ayrımının ötesinde bir varlık
metafiziğine dikkat çektiği için şairin, Heidegger’in de dikkatini çekmiş olduğunu
belirtti. Toplantı soru ve cevap kısmı ile devam etti.
Habil Sağlam
Yahya Kemal’de Manzaranın Fethi
Değerlendirme: İsa İlkay Karabaşoğlu
KIRKAMBAR-TEZ
16 Nisan 2016
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Kırkambar Tez-Makale programı Nisan ayında
L’École des Hautes Études en Sciences Sociales’te (EHESS) tamamladığı
“Yahya Kemal’de İstanbul Manzarası” başlıklı yüksek lisans tezini dinlemek
üzere Habil Sağlam’ı ağırladı.
Yahya Kemal, Ahmet Haşim’le birlikte modern Türk şiirinin iki kurucu babasından biri addedilir. Bu manada Türkçe yazan her şairin hesaplaşmak
zorunda olduğu bir konumda bulunuyor. Özellikle onun şiirlerinde kurduğu
haliyle “aziz” İstanbul, kendinden sonraki pek çok şairin şiirlerindeki İstanbul’u
belirlemiştir. İstanbul’a bakmanın, deyim yerindeyse, “reçetesini” veren
Yahya Kemal’in böylece Türkçe şiirdeki İstanbul imgesine tahakküm ettiğini
ve ardından gelen şairlerin İstanbul’unu yarattığını iddia etmek mümkün. İşte
bu hipotez, Habil Sağlam’ın tezinin mahrecini teşkil ediyor. Yahya Kemal’in
İstanbul tasavvurunun etkisini yalnızca şairler topluluğuyla sınırlı tutmak
kabil değil, Türk toplumunun geniş tabanına teşmil edilebilir. Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun İstanbul’un
tarihi “silueti” hakkındaki muhafazakâr ifadeleri devlet erkânında da bir
İstanbul hassasiyeti olduğunu gösteriyor. Habil Sağlam’ın tezi İstanbul’un
bu kutsal halesini söndürmek istiyor demek cüretkâr olurdu, ancak bu
tavra eleştirel bir yaklaşım getirmek amacı taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.
Sağlam’ın tezinin temel önermeleri şöyle sıralanabilir: 1) Yahya Kemal,
İstanbul’a bir manzara olarak bakan ilk yerlidir. 2) Yahya Kemal’in ortaya
koyduğu tarihsel tasarı, İstanbul’un nasıl okunması gerektiğini buyuran bir
101
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
hakikat rejimi ve ona bakanda hangi tahassüsleri uyandırması gerektiğini
telkin eden bir görme rejimi kurar. 3) Yahya Kemal’in kurduğu İstanbul
manzarası Türk ulusal tarih anlatısının toprakla ilişkilenmesi olarak okunabilir; bu manada milli edebiyat sürecine dâhil edilmelidir.
Şimdi bu temel önermeleri detaylandırabiliriz. Sağlam, Yahya Kemal’in
İstanbul’a bir manzara olarak bakan ilk yerli olduğu iddiasını klasik Türk
şiirinde “göz”ün olmadığı savı üzerinde temellendiriyor. Sağlam’a göre klasik
şiir bütünüyle “işitmeye” dayalı bir geleneği temsil eder. Bu gelenekte dış
dünya -bu bağlamda İstanbul- yer alsa bile dış dünya burada öncelikle
‘‘
bir tasvir objesidir, kurulan bir manzara değil. Aynı bakışı yalnızca klasik
şiirde değil, onun etkilerini hala üstünde taşıyan ilk Türkçe romanlarda da
görmek mümkündür. Bu manada İntibah’ın girişindeki Çamlıca’da bahar
Yahya Kemal’in İstanbul
tasviri örnek verilebilir. Bu metinde Çamlıca, bir romancıdan beklenildiği
tasvirlerinin muhatabına
gibi toplumsal alan olarak değil, tabiatın bir parçası olarak tasvir edilmiştir.
şehrin kaderi ile kendi
Tanpınar’a göre de Türk edebiyatının ilk romanlarında eşyayı kuşatacak bir
varlığını birleştiren
nesir dilinin bulunmayışının altında yatan sebeplerden önemli bir tanesi,
bir anlatı olarak
Türk gözünün Batı’da olduğu gibi çağlara yayılan bir resim terbiyesinden
sunulduğunu ifade etti
geçmemiş oluşudur. “Göz”e duyulan ihtiyaç, Yahya Kemal’in “Resimsizlik ve
Habil Sağlam.
Nesirsizlik” adlı kısa makalesinde de oldukça yoğun hissedilir: “Resimsizlik
’’
yüzünden cedlerimizin yüzlerini göremiyoruz. Ah bu ne feci hicrandır! Eski
şehirlerimizi göremiyoruz; yanmış yahut yıkılmış nice binalarımızı göremiyoruz… Vatanı kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muharebelerimizi, bu muharebeleri başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz”. Buradan
anlaşılıyor ki Yahya Kemal’in görme’si tabii görme değil, teknik bir görmedir.
Zihninde olan hakikati tabiata giydirmek isteyen, onu kurmak isteyen bir
görmedir. Aksi halde klasik sanatlarda hem şiirde hem de illüstrasyonlarda
“göz” mevcuttur. Lakin bu göz, Yahya Kemal’in arzu ettiği görme biçimini
vermemektedir. Yahya Kemal, dış dünyayı hiçbir zaman anlamı kavranması
gereken bir imge olarak algılamamış, ona anlam vermeyi amaçlamıştır.
Böyle düşünüldüğünde, Habil Sağlam’ın Yahya Kemal’in İstanbul’a bir
manzara olarak bakan ilk yerli olduğu argümanı makul görünüyor. Lakin
klasik şiirin bütünüyle işitmeye dayalı olduğu ve kendinde kurucu bir göz
102
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
barındırmadığı savının, hem Sağlam’ın tezi için hem de klasik Türk edebiyatı
araştırmaları için, hâlâ daha etraflı çalışılması gereken bir mevzu olduğunun söylenmesi gerek. Ancak böylelikle Sağlam’ın iddiası daha muhkem
bir dayanağa kavuşabilir.
Kojin Karatani, modernite eleştirisine edebiyat eleştirisinden başlanması
gerektiğini söyler, çünkü Batı-dışı modernleşme tecrübelerine bakıldığında
modernleşme tarihi ile milli edebiyat tarihinin muvazi ilerlediğinin görüleceğini iddia eder. Aksi halde ise, hem modernleşme deneyiminde yaşanan
toplumsal bilinç değişiminin gözden kaçırılacağını hem de edebiyattaki estetik ölçütlerin tarihselliğinin fark edilmeyeceğini ifade eder. Habil Sağlam,
Karatani’nin bu değerlendirmesinden yola çıkarak modern Türk şiirindeki
İstanbul imajının estetik ölçütünün tarihselliğini arıyor. Çalışma alanı ise
haklı olarak bu şiirin kurucusu ve İstanbul leitmotivini en sık kullanan şairi
Yahya Kemal.
Sağlam’a göre Yahya Kemal’in İstanbul merkezli eserleri hem edebi kamu
tarafından benimsenmiş, hem İstanbul’u Müslüman-Türk şehri biçiminde
kurduğu için bürokratik bir destek bulmuş. Ama Yahya Kemal’in eserlerinin
etkinliğini sağlayan asıl önemli unsur, şairin yazdıklarında mevcut bir tekniğin toplumsal yapının içinde bulunduğu algısal değişim ile örtüşmesidir.
Buradaki teknik “dünyayla kurulan ilişkiyi onun hakikatine egemen olmak
üzere yeniden düzenleyen ve belirli bir öznenin oluşumuna neden olan,
kurulduğu andan itibaren sanki hep oradaymış hisse vererek tarihselliğini
gizleyen bir mekanizmadır” (Sağlam, sunumdan). Şairin Türkçedeki görmekle ilintili filleri çokluk emir kipinde kullandığına dikkat çeken Sağlam,
şairin, okurundan sürekli bir görsel canlandırma beklediğini ama bunun
bir memoire involuntaire değil; tam aksine, manzaranın da şair tarafından
belirlendiği bir canlandırma olduğunu söyledi.
Yahya Kemal’in İstanbul tasvirlerinin muhatabına şehrin kaderi ile kendi
varlığını birleştiren bir anlatı olarak sunulduğunu ifade etti Habil Sağlam.
Yahya Kemal’in İstanbul’unun şehri merkeze alan bir tarih anlatısının,
cengâver bir Türk destanının mekânı olduğunu ileri sürdü. Şairin gözü ise
uzak bir tepeden bu destanın manzarasını betimliyor. Şairin Aziz İstanbul
kitabındaki yazıların birçoğunun Birinci Dünya Savaşı sırasında yazıldığını
hatırlatan Sağlam, bu yazıların ulusun hikâyesini anlatma gayretinde acil
bir ihtiyacın karşılanması için yazıldığının unutulmaması gerektiğini bildirdi.
Program Yahya Kemal’in Paris hatıratının, tecrübelerinin, Fransız şiiriyle
ilişkisinin onun şiirlerindeki İstanbul’u biçimlendiren etkilerinin tartışıldığı,
dinleyicilerin de katkılarını sunduğu bir muhavere ile noktalandı.
103
SAM
Sanat
Araştırmaları
Merkezi
KİTAP-MAKALE SUNUMLARI | 23 Ocak 2016
Resim: Erol Akyavaş
Mola
104
MOLA
Mahur Beste’den
İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın mucizesi vardı.
Yani rahmetli büyük annenin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan
hazırlayan sevgisi… Bu, o medeniyetin yaratıcı tarafıdır ve hakikaten
bir mucizeye benzerdi. Her şey adeta hazır gibi bir aranmadan bulunur.
Her tesadüf, her adım bir mevsim gibi yüklü ve zengindi. Hiçbir arıza bu
cömert feyzi tüketmez. Bağdat bitince Kurtuba başlar. O bitince Bursa,
İstanbul doğar. En büyük sanat adamından en basit işçisine kadar her
kafa, her kol sonuna kadar veluttur. Sonra günün birinde bu yaratıcı taraf
ölür. Büyük anne artık yoktur. Konsol, sandık hepsi mucizesini keser. Fakat
ev sağlamdır; hayat eskisi gibi devam eder. Sen o hatıralar için yaşarsın.
Mucizenin kendisi değilse bile, ondan her yana sinen sır vardır, emniyet
vardır. Aradığını bulmasan bile aramanın zevkini duyarsın.
Sonra bir an gelir, konağın kendisi yanar. Şimdi enkaz arasında gördüğümüz
insanlara benziyoruz. Bir yığın kül, kararmış direk, paslı demir, yer yer tüten
duman, is ve çamur içinde işte bulduğumuz şey… Şimdi sen istediğin kadar
bu artıklarla yeni bir şey yapmaya çalış; istediğin kadar Şark’ı, eski dünyamızı
sev, ona bağlı yaşa; sihirli nefes ortadan kaybolduktan sonra elindeki çer çöp
yığınından ne çıkar? Hatta hatıranda kalan şey bile bir işe yaramaz.
İsmail Molla adeta istemeye istemeye söze başladı:
-İstiare ile konuşuyorsun, hoca; güzel ama insanı yanıltır. Bana kalırsa
ortada öyle ne Şark var, ne de açıkta kalmış ölüsü var. Demin Şark’ı
müdafaa eder göründüm. Maksadım sana fikrimi açıkça söylemekti.
Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim; bu memleketin
hayatına bağlıyım. Bu müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır,Türklük müdür?
Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahane’de
çalıştım. Bir tek şey anladım: Kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen Garp’tan geri
olduğumuzu söylüyorsun. Zaten herkes bunu söylüyor; elbette doğru
bir söz olsa gerektir. Fakat ben daha mühim bir şey söyleyeceğim. Ben
hemen etrafımızdaki hayattan geri olduğumuzu söyleyeceğim. Bence
ne Şark, ne şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi
yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta
okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir; daima
değişen, değiştikçe bizi de değiştiren şeydir. Çünkü arkasında eline geçen
her meyveyi iştahla ısırmasını bilen bir cemaatin zevk hayatı vardır. Diğer
şeylerden bahsetmeyeceğim, bildiğim şeylerden bahsedeceğim. En çetin
fıkıh meselesini, hazırladığım bir fetva ile hallettiğim bir günün sonunda,
evimin kapısında yanlış yunluş bir Arapça ile dua eden, abani sarıklı
kör dilenciye gıpta ettim. Onu Allah’a daha yakın buldum; medresede
öğrendiğim, tekkede dinlediğim Allah’a değil, fakat içimde yaşadığım bu
hayatın bütün yüksek taraflarını, insanlığını, cevherini kendinde toplayan
Allah’a. Anladım ki ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Gençliğimde Bağdat’ı, Basra’yı
babamla görmüştüm, ihtiyarlığımda Mekke ile Medine’de memuriyet
verdim. Mısır’a uğradım. Şam’da çocukluğumun iki yılı geçti. Hepsini türbesi,
evliyası, kandili, bayramı, namazı niyazı ile gördüm ve daima başkalığını
hissettim. Daima aynı olması lazım gelen bir uluhiyetin çehresi benim için
değişti. Yavaş yavaş o hâle geldim ki bir kandil çöreği, bir Ramazan manisi,
iyi yakılmış bir mahya, sırtında yamalı abası, elinde keşkülü, değneği,
boynunda kaplumbağa kabuğundan, bilmem hangi hayvan kemiğinden
tılsımları fakir ve bitli bir dilenci benim için Müslümanlığın ta kendisidir. Gene
anladım ki bizim Şark, Müslümanlık, şu, bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu
toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir.Bize uluhiyetin çehresini
veren Hamdullah’ın yazısı, Itri’nin Tekbir’i, kim olduğunu bilmediğimiz işçinin
yaptığı mihraptır.
-Dikkat et, halis Müslüman gibi düşünmüyorsun Molla Bey.
-Bilakis, tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir
Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hülasa bu memleketin
içinde yaşayan bir Müslüman gibi… İki yüz yıl bu memleketin hayatına
karışmış yaşayan dedelerimden bana miras kalmış bir Müslümanlık.
105
MOLA
Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun,Amasya
kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandilli yazmasının,
Bursa dokumasının hisseleri vardır. Bu Müslümanlığın çehresi, otuz kırk
senede bütün etrafıyla beraber değişir; Ramazan sofrası, camii sebili, Fatih
kahveleri, Küçükpazar çarşısı, Divanyolu… Bu Müslümanlığın benim de
herkes gibi inandığım akıdeleri vardır. Fakat onların arkasında kendilerini
aydınlatan,manâlarını yapan bütün bir hayat vardır, halk vardır. Asıl sihrini
o yapar. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam kapısından, ne
kazasker konağından gelir; halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki o
hayatın emrindedir, ruhaniyeti onunla beraber yürür, içinde frenk icadı bile
girer; fakat manzarası bizim kalır.
Bir gün Fetvahane’de konuşuyorduk. Arkadaşlardan biri: ”Bu arabalı,
feraceli, fenerli Ramazan gezintilerini kaldırsak,” dedi; “fısk u fücur menbaı
oluyor, Ramazan’la ne alâkası var?” “Yok,” dedim; ”İlişmeyin, Ramazan’ın
ta kendisidir.” Hepsi birden itiraz ettiler. Ben sözümü bitirdim: “Ramazan
eğer halkın hayatına ait, eğer Müslümanlık halkın ise, bırakın istediği
şekli versin. Yok sizin ise, siz kendinizi bu memleketin dışında bir şey
sayıyorsanız, Ramazanınızı da, bayramınızı da alın, gidin.” dedim. O zaman
birisi: “Kadın erkek piyasa gâvur işidir, bizde yoktur.” dedi. “İyi ama Ramazan
da, Şehzadebaşı’nda bizim damgamızı taşır. Bu neye benzer bilir misin?
Fotoğraf da gâvur icadıdır demeye.” diye cevap verdim.
Geçen Ramazan, teravihten sonra bir hasta ziyaretine gitmiştim. Araba
ile Küçükpazar’dan geçiyordum. Birdenbire merhum Zekâî Efendi’nin bir
bestesi kulağıma çarptı. Baktım: Bir pencerenin içine fonoğrafı kurmuşlar.
İnanır mısın, o zamandan beri fonoğrafsız Ramazan’ı aklım almıyor. Burada
bir halk var. Onun, kendisinden olan bir hayatı var. Onu içinden, dışından
kendisi yaratıyor. İşte benim sevdiğim, inandığım bu hayattır. Din, akide,
hepsi bu hayatta şekil alıyor, değişiyor. Arabistan’da Ramazan geceleri
minarelerde söylenen naatları dinlerken Peygamber’in bile bizimkinden
ayrı olduğunu sandım. Düşün bir kere, Yunus’ta yahut Şeyh Galip’teki
Muhammed’i… Bizim ruhaniyetimiz, nuraniyetimiz bize aittir.
Biraz düşündü, sonra bu sefer Behçet’e bakarak yavaş yavaş okudu:
“Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim
106
MOLA
Haktan bize sultan-ı müeyyedsin efendim”
Peygambere böyle “efendim” diye ve bu teşrifatla hitap edebilmek için
evvelâ Türkçe konuşur doğmak, sonra bizim Türkçemizin içinde doğmak,
bizim teşrifat ve âdâbımızdan geçmek lazımdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2015, s. 94-97
Faaliyetler
Tez-Makale Sunumları – 163
I. Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri (1914-1918)
• Abdullah Lüleci
TAM
8 Şubat 2016
Tez-Makale Sunumları – 164
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun Eko-Lojistik analizi: Kırım Muharebesi Örneği
• Mehmet Çetin
15 Şubat 2016
Tez-Makale Sunumları – 165
İstanbul Matbuatında İzin ve Kınama (1889-1923)
• Ayşe Polat
23 Mart 2016
Bir Kitap Bir Yazar – 67
1894 Depremi ve İstanbul
• Sema Küçükalioğlu Özkılıç
26 Mart 2016
Tarih Okumaları – 103, Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları-2
Celal Esad Arseven ve Şehircilik’i
• T. Elvan Altan 16 Ocak 2016
Tarih Okumaları – 104, Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları-3
Osman Nuri Ergin ve Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı
• Namık Günay Erkal
30 Ocak 2015
Tarih Okumaları – 105, Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları - 4
Bir Kenti Planlamak: Kemal Ahmet Aru’da Kent Düşüncesi
• Nuran Zeren Gülersoy
19 Mart 2016
107
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
Abdullah Lüleci
TEZ-MAKELE SUNUMLARI - 163
8 Şubat 2016
I. Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı
Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri
(1914-1918)
Değerlendirme: Mehmet Tahir Kova
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nce düzenlenen Tez-Makale Sunumları çerçevesinde Şubat ayında Abdullah Lüleci’yi 2014 yılında savunduğu “I. Dünya Savaşı
Yıllarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri (1914-1918)” başlıklı tezi
münasebetiyle misafir ettik. Lüleci, ağırlıklı olarak ATESE arşivi ve hatıratlardan
hareketle hazırladığı tezinde “Osmanlı’nın I. Dünya savaşını kaybetmesinde
hangi saikler rol oynamıştır?” sorusunu sorduğunu ve nihayet mağlubiyette
casusluk faaliyetlerinin ne gibi bir rol oynadığının cevabını bulmayı amaçladığını
belirterek başladı sunumuna. Tezinde Osmanlı’ya karşı casusluk faaliyetlerini
ele aldığının altını çizen Lüleci, çalışma boyunca şu alt sorulara cevap bulmaya
çalıştığını belirtti: Osmanlı coğrafyasında hangi casus teşkilatları inşa edildi?
Casusların kullandıkları teknikler nelerdi? Osmanlı devleti içerisinde gerek
tebeadan gerekse yabancı unsurlardan kimler casusluk yaptı? Son olarak bu
casus ve casusluk faaliyetlerine karşı hangi tedbirler alındı?
Casusluğun, istihbaratçılığın daha ‘gelişkin’ bir boyutu ve en gizli bilgiyi elde
etme faaliyeti olduğuna işaret eden Lüleci, Osmanlı’nın ancak II. Abdülhamid
döneminde bir casusluk teşkilatına sahip olmasına mukabil, başta İngiltere
olmak üzere Rusya ve Fransa gibi Avrupa devletlerinin bu süreci çok daha
erken başlattıklarını, bunda da emparyalizm ve milliyetçilik ideolojilerinin etkili
olduğunun altını çizdi. Avrupa (veya savaş literatürüyle zikredecek olursak
İtilaf Devletleri) gerek emperyal hedefleri gerekse Osmanlı toplumunu teşkil
eden etnik unsurlar arasında gelişme belirtileri gösteren milliyetçilik ideolijisi
nedeni ile Osmanlı topraklarında geniş bir casus teşkilatı kurmuşlar ve savaş
yıllarında bu teşkilatı olabildiğince etkin bir şekilde kullanmaya çalışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı’nın hemen her bölgesinde bir casusluk
108
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
teşkilatının kurulduğu ve bu teşkilatların arkasında farklı devletlerin bulunduğu
görülmektedir. Bunların faaliyetleri ise ağırlıklı olarak gayrimüslim Osmanlı
vatandaşları ve ilgili devletlerin kendi vatandaşlarından casuslar tarafından
yürütülmektedir. Marmara, Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında Rumların;
Doğu Anadolu bölgesinde Ermenilerin; Arap bölgesinde ise Arap aşiretler ile
birlikte İngilizlerin yoğun casusluk faaliyetine girdikleri söylenebilir. Bununla
beraber, bilhassa sahil kesimlerinde, az sayıda müslüman unsurların da casusluk faaliyetleri içerisinde yer aldığından bahsedilebilir. Bu faaliyetlerin teşkilat
merkezlerine bakıldığında ise öne çıkan bölgeler şunlar olmaktadır: Köstence,
Taşöz, Antalya (Kaş ve Fenike), İzmir (Urla-Gülbahçe), Aydın (Söke), Ayvalık,
Dersim (Ovacık), Adana, Artvin, Trabzon ve Arap coğrafyası (Kerbela, Necef).
‘‘
Nitekim Osmanlı
hukukunda casusluk
faaliyetlerine karşı
nasıl bir ceza sistemi
Osmanlı dahilindeki bu bölgelerin yanısıra Hollanda, İsviçre ve Felemenk gibi
uygulanacağına dair
tarafsız ülkelerde de teşkilatlanan yapıların varlığından söz etmek mümkün.
hukuki zemin ancak
Casusların kullandıkları haberleşme yöntemlerine ilişkin bulgularını da aktaran
Lüleci, bu çerçevede öne çıkan yöntemler olarak şunları zikretti: Aralıksız ve
sürekli bir haberleşme imkânı sağlamak amacıyla telsiz telgraf hattı oluş-
savaşın başlarında, 29
Ekim 1914’te çıkarılan
“Esrâr-ı Askeriyeyi İfşa
ve Casusluk ve Hıyanet-i
turmak (özellikle Rum casuslara bağlı gizli telgraf hatları yoğun olarak göze
Harbiye Kanun-i
çarpmakta); güvercin, sığırcık gibi kuşlar üzerinden haberleşmek, şifreli bir
Muvakkati” ile temin
dil kullanmak, ancak belirli işlemlerin ardından görünür hâle gelen, özellikle
edilebilmişti.
demiryolu hatlarındaki bazı tren vagonları üzerine sembol, rakam ve yazılar
yazmak; kolye, haç, şemsiye gibi ilk etapta göze batmayacak objelerdeki
gizli bölmeleri kullanmak, esnaf veya tüccar kimliği ile şüphe çekmeden bilgi
aktarımında bulunmak, gizli bilgileri yazarken limon suyu gibi ancak belirli
işlemlerden sonra okunabilecek bir belirginliğe sahip olan unsurlar kullanmak,
bilgi aktarımında sokak kadınlarını kullanmak.
’’
Osmanlı’nın casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerine nisbeten geç başlaması,
bu faaliyetleri istediği düzeyde sürdürmeye yetecek ekonomik duruma sahip
olmaması, yukarıda zikredildiği gibi Osmanlı topraklarını casuslar açısından
cazip bir bölge hâline getiriyordu. Bu da beraberinde Osmanlı açısından bu
faaliyetleri önlemeye yönelik tedbir arayışlarını kuvvetlendiren bir etki yapıyordu. Nitekim Osmanlı hukukunda casusluk faaliyetlerine karşı nasıl bir ceza
sistemi uygulanacağına dair hukuki zemin ancak savaşın başlarında, 29 Ekim
1914’te çıkarılan “Esrâr-ı Askeriyeyi İfşa ve Casusluk ve Hıyanet-i Harbiye
Kanun-i Muvakkati” ile temin edilebilmişti. Bunun öncesinde meseleyi 1907
tarihli Lahey Sözleşmesi’nin 29., 30. ve 31. maddeleri çerçevesinde değerlendiren Osmanlı Devleti, 29 Ekim’de çıkarılan geçici kanun ile casuslukla
mücadele konusunda daha kararlı bir tutum içerisine girmiş bulunmaktaydı.
Bu bağlamda ilgili geçici kanun gereğince casusluk faaliyetinde bulunanlara
hapis, müebbet kalebent, prangabent, sürgün, idam gibi cezaların verilmesi
öngörülmüştü. Nitekim Lüleci’nin tezinde tespit edebildiği kadarı ile bu cezaların
hemen tamamı çeşitli vak’alarda uygulanmıştır. En çok ceza alan unsurlara
bakıldığında bunların doğuda Ermeniler, kıyı kesimlerinde Rumlar (bu noktada
Çanakkale’den 490 Rum ailenin iç kesimlere, Karadeniz’deki bir grup Rum’un
da aynı sebeplerle Sivas’a nakledildiği biliniyor) ve Irak bölgesinde ise Araplar
109
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
olduğu görülmektedir. Lüleci, Osmanlı’nın casusluk faaliyetlerini önlemeye
ilişkin hazırladığı bu kanun-i muvakkatin yanında aldığı diğer başlıca tedbirlerin
ise ülke giriş-çıkışlarında, limanlarda denetimlerin sıkılaştırılması ve bu bölgelerde Müslüman görevlilerin istihdamı, şaibeli kolluk görevlileri ve memurların
görevlerinden azledilmesi, seyahat edenlerin belirli izinlere tabi olması (mürur
tezkeresi) ve askerî personelin kamusal mekânlardaki davranışlarına belirli
sınırlar getirilmesi olduğunu belirterek sunumunu sonlandırdı.
Mehmet Çetin
TEZ-MAKELE SUNUMLARI - 164
15 Şubat 2016
19. Yüzyıl Osmanlı
İmparatorluğu’nun Eko-lojistik
Analizi: Kırım Muharebesi Örneği
Değerlendirme: Yusuf Ziya Altıntaş
Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tez-Makale
sunumları program serisinin Şubat ayı konuğu, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde tamamladığı “19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun Eko-lojistik Analizi:
Kırım Muharebesi Örneği” başlıklı doktora tezini sunmak üzere ağırladığımız
Mehmet Çetin’di.
Büyük devletlerin kitlesel orduları nasıl seferber edebildikleri sorusundan
hareketle böyle bir çalışmaya yöneldiğini belirterek konuşmasına başlayan
Çetin, tezin daha ziyade lojistik analiz içerdiğini ve hipotezinin Kırım Savaşı’nın
Avrupa siyasi tarihinde yarattığı kırılma kadar savaşan devletler ve özellikle
de Osmanlı savaş lojistiği ve sefer ikmal organizasyonu açısından köklü değişikliklerin yaşandığı bir dönüm noktası olduğuna işaret etti. Bununla birlikte
tezinin asıl hedefinin 19. yy. özelinde Osmanlı sefer lojistiğinin alt bileşenlerini,
bunların temel özelliklerini tesbit ve bunları dönemin iktisadi, sosyal ve siyasi
koşulları içerisinde anlamlandırmak olduğuna dikkat çeken Çetin’in çalışması
üç bölümden oluşmaktadır.
110
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
Birinci bölümde Lojistik olgusu Kırım Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin klasik
dönemi bağlamında ele alınmış, Osmanlı sefer lojistiğinin ve orduların sevki,
teçhizi, barınması, erzak nakli, istihbarat, iaşe, sağlık gibi ikmal faaliyetleri ile
bunların finansmanı üzerinde durularak, kıyaslama açısından tarihi süreçte
Avrupa ve Rusya’daki sefer lojistiği ile karşılaştırmalar yapılmıştır. Çalışmanın
ikinci bölümünde ise önceki yüzyıllarda yaşadığı değişim ve dönüşümlerden
hareketle Kırım Savaşı örneği özelinde Osmanlı sefer ikmal sisteminin lojistik
analizi daha geniş bir biçimde yapılmaktadır. 21 Mayıs 1853’te Rus Devleti
ile resmi ilişkilerin kesilmesi ile başlayıp Osmanlı Devleti tarafından resmen
savaş ilân edildiği 4 Ekim 1853 tarihine kadar geçen süre boyunca gerçekleştirilen sefer hazırlıkları ile birlikte savaş süresince ikmal organizasyonlarını
oluşturan sevkiyat, teçhizat, iaşe, ulaştırma, haberleşme, sağlık ve finansman
faaliyetleri tarihsel düzlemde incelenmiştir. Doğu Cephesi, Rumeli Cephesi ve
Kırım Cephesi olmak üzere üç cepheden oluşan Kırım Savaşı’nda, müttefik
ordularından yardım almayıp tek başına savaşması, askeri organizasyon ve
harekâtın Osmanlı Devleti’nin kontrolünde gerçekleşmesi, Osmanlı sefer
lojistiğinin temel karakteristiğini yansıtması ve savaşın kaderini tayin etmesi
bakımından çalışmanın esasını Rumeli Cephesi teşkil etmiştir. Rumeli Cephesi
aynı zamanda devletin en seçkin birliklerinden meydana gelmesi, Rusların
‘‘
Kırım Savaşı,
Osmanlı Devleti
açısından yukarıda
bahsedilen sefer ve ikmal
organizasyonlarındaki
köklü değişiklikler ve
ilk borçlanmanın yanı
sıra telgrafın askeri
haberleşme sahasında
ilk defa kullanılması,
yelkenli savaş gemileri
İstanbul’a ilerleme planlarına karşı güvenlik ve İstanbul’un iaşesi gibi hususlar
ve kalyonların yerini
nedeniyle ön plana çıkmaktadır. İkmal faaliyetlerini oluşturan ana bileşenler bu
motor gücüyle çalışan
kısımda daha kapsamlı ele alınmış ve neticede Kırım Savaşı’nın birçok açıdan
gemilerin alması gibi
sefer lojistiği alanında yeniliklerin yaşandığı ve bu yeniliklerin savaş içerisinde
özellikleri ile de ön plana
uygulama alanı bulduğu bir kırılma noktası olduğu sonucuna varılmıştır. Bu
çıkmaktadır.
noktada Osmanlı Devleti’nin ikmal faaliyetleri ve savaş lojistiği konusunda
empoze edilen yeniliklerin benimsenmesi ve Osmanlı askeri organizasyonu
içerisinde kendine yer bulmasında müttefik orduların katkısı dikkat çekmektedir.
Nitekim Kırım Savaşı Osmanlı savaş ve sefer lojistiği açısından Batı tipi lojistik
araçların sisteme dâhil edildiği bir süreçtir. Buna karşılık müttefik ordularının
da dahil olmak üzere iaşe ve levazımat ihtiyaçlarını karşılamak, kendini bir
’’
anda savaşın içinde bulan Osmanlı Devleti için mâli açıdan kaynak sıkıntısını
da beraberinde getirmiştir.
Çalışmanın üçüncü bölümünde savaş lojistiğinin en önemli alanı olan ve diğer
tüm alanların kendisiyle sıkı bir ilişki içerisinde olduğu Kırım Savaşı’nın finansmanı meselesi incelenmektedir. Finansman meselesi çalışmada önemli bir
yer tutmakla birlikte mevcut çalışmaların dış borçlanmalara odaklandıklarına
dikkat çekilmektedir. Nitekim bu süreçte Osmanlı, savaş finansmanı için ilk
defa borçlanma aracını kullanmak durumunda kalmıştır.
Kırım Savaşı’nı siyasi tarih düzleminde ele alan ve Osmanlı mâli tarihi açısından bir dönüm noktası olarak değerlendiren Çetin, dış borçlanmaya vurgu
yapan çalışmalardan farklı olarak çalışmasında Osmanlı sefer lojistiğinin diğer
devletler ile karşılaştırmalı olarak hem tarihsel gelişimi hem de Kırım Savaşı
özelinde sefer lojistiğinin alt bileşenlerini devletin iktisadi yapısı ve karakteristiği
ile ilişkilendirmeye çalıştığını belirtti. Kırım Savaşı, Osmanlı Devleti açısından
yukarıda bahsedilen sefer ve ikmal organizasyonlarındaki köklü değişiklikler
111
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
ve ilk borçlanmanın yanısıra telgrafın askeri haberleşme sahasında ilk defa
kullanılması, yelkenli savaş gemileri ve kalyonların yerini motor gücüyle çalışan
gemilerin alması gibi özellikleri ile de ön plana çıkmaktadır.
Ayşe Polat
İstanbul Matbuatında İzin ve
Kınama (1889-1923)
TEZ-MAKELE SUNUMLARI - 165
23 Mart 2016
Değerlendirme: M. Sacid Öztürk
Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Tez-Makale Sunumları
çerçevesinde Mart ayında 1889-1923 tarihleri arasındaki matbuattan hareketle
Osmanlı İstanbul’unda fikrî ve fizikî kamusal alanların kontrol ve düzenlemesi
meselesini merkeze aldığı tezi çerçevesinde Ayşe Polat’ı misafir ettik. Özellikle
İslamî yayınlar çerçevesinde konuyu araştıran Polat’ın yoğunlaştığı kurumlar ise
Tedkîk-i Mesâhif-i Şerîf ve Müellefât-ı Şer‘iyye Meclisi ve Darü’l-Hikmet-i İslâmiye.
Tezin temel kaynaklarını ise özellikle dini yayıncılık veya dini meseleleri ele alan
yayınlar üzerinde red, izin, yasaklama, tadil etme gibi salahiyetleri olan bu iki
müessenin karar defterleri teşkil ediyor. Bunun dışında Başbakanlık Osmanlı
Arşivi ve özellikle toplumsal ahlâk normları çerçevesinde dönemin gazeteleri
ikinci derecede kaynaklar olarak dikkat çekiyor.
Teknik olarak çalıştığı konunun sansür ile ilgili olmadığını vurgulayarak sunumuna
başlayan Polat, konuşmasının ilk bölümünde Mushaf-ı şeriflerin, dinî içerikli
yayınların basım ve denetim süreçlerini ve bu süreçlerin kurumsal boyutlarını
anlattı. Osmanlı’da mushafların dinî muhtevalı kitaplara nazaran daha geç basılmaya başladığına dikkat çeken Polat, ilk Mushaf’ın 1871/1873’te Matbaa-i
Amire’de basıldığını 1882’de ise Mushaf basma imtiyazının 10 seneliğine, aynı
zamanda pek çok resmî evrakın da basım işlerimlerini gerçekleştiren Matbaa-i
Osmaniye’ye verildiğini, bu durumun ise diğer matbaaların tepkisine sebep
olduğunu ifade etti. Nitekim 1889’da diğer matbaaların Mushaf basmalarının önündeki hukuki engeller kaldırılmış, ve fakat bu yeni hukuki konjonktür
112
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
ancak 1910 senesinden itibaren uygulama imkânı bulabilmiştir. Bununla
beraber; 1889’da, bir yandan matbu mushafları denetlemek, yayınlarına izin
vermek, hatalı baskıları değerlendirmek üzere üyeleri hafızlardan ve oluşan
reisü’l-kurra riyasetinde toplanan Meclis-i Mushaf kurulmuş, diğer yandan dinî
yayınları kontrol etmek için de Müellefât-ı Şer‘iye Meclisi kurulmuştur. Bu iki
meclis 1910 senesinde birleşerek Teftiş-i Mesahif ve Müellefatı Şer‘iye Meclisi
ismini alıyor. Daha önce kurulan her iki meclisin görev ve yetkilerini birleştiren
bu meclis, matbu metinlerde (gazete, kitap, eğitim materyalleri vs.) ayet-i
kerimelere atıfların nasıl yapılacağı, standardizasyonun sağlanması, meal
tartışmaları, hatalı mushafların akıbetleri gibi hususlarda görüş belirtmekte,
yayın konusunda izin vermekte veya yayınlanmasını reddetmekteydi. İzin
‘‘
2003 İstanbul saldırıları,
15 ve 20 Kasım 2003
tarihlerinde, Türkiye’nin
İstanbul şehrindeki dört
verilmeyen neşriyatta gerekli düzeltmeleri yapıldıktan sonra neşir izni almak
farklı noktada, bomba
için tekrar müracaat edilebiliyordu.
yüklü ikişer kamyonetin
1910 sonrasında dinî metinler üzerinde denetimin arttığını belirten Polat’a göre
bu denetim mekanizmaları Avrupa ile paralel olarak savaş yıllarında daha da
yoğunlaştı. Dinî içerikli metinlerin bu meclisten onay alarak basılması gerektiği
daha kuvvetli olarak vurgulanmaya başlandı. Basın üzerinde dinî gerekçelere
dayalı sansür faaliyetlerinde de artışlar görüldü. Ayşe Polat’ın elde ettiği verilere
göre bu meclisin başlıca neşre müsaade etmeme gerekçeleri arasında metinlerdeki başlık-içerik uyumsuzluğu, ifadelerin düzgün olmayışı, eğer tercüme
ise tercüme kalitesinin zayıflığı, yazarların şia ve vahhabiyeyi yüceltmesi ve
infilak ettirilmesiyle
gerçekleştirilen bir dizi
intihar saldırısı.
’’
hatta kader hakkında yazılması gibi hususlar bulunuyor.
Konuşmasının diğer bölümünde 1918’de kurulan Darülhikmet-i İslamiye üzerinde duruldu. Polat, literatürde İslam aleyhtarı neşriyata da cevap vermesi
beklenen bu müessesenin bir tür yüksek İslam şurası gibi algılandığını ancak
bu algının doğru olmadığını belirtti. Zira Darülhikmet’in faalyetlerine ve yayınlarına bakıldığında esas uğraş alanının yeni bir toplumsal ahlâk inşa etmek
olduğu görülmektedir. Darülhikmet-i İslamiye’nin gündeminde din, kelamî
tartışmalardan ziyade toplumsal ve ahlâki boyutuyla yer almaktadır. Polat’a
göre Darülhikmet’in gündemindeki temel soru şudur: “toplumsal ahlâkı/nizamı
nasıl kuracağız?” Darülhikmet’in bu soru çerçevesinde esas itibari ile iki ayaklı
bir politika geliştirdiğini görmekteyiz: I. Ulema (Elmalılı Hamdi Efendi, Mustafa
Sabri Efendi, Said Nursi gibi âlimler), edipler ve fikir adamlarından (mesela
Mehmet Akif, Ömer Ferid Kam) oluşan üyelerin Cuma namazlarında vaazlar
vermesi sağlandı. Bunun yanısıra tesettür, alkol gibi toplumsal boyutları ön
plana çıkan meselelere dair görüş ve telkinlerini aktardığı beyannameler neşretti. II. Bu hedefler doğrultusunda matbuat üzerinde bir denetim mekanizması
kurmak, basında yer alan toplumsal ve dinî/ahlakî değerlere aykırılık içerdiği
düşünülen yayınlar denetlendi.
Ayşe Polat; yukarıda zikredilen ikinci madde çerçevesinde bir örnek olayı,
Celal Nuri’nin [İleri] gazete tefrika olarak neşredilirken yayından kaldırılan Tacire-i Facire romanını, bu roman üzerinden Celal Nuri’nin fikriyatını, toplumsal
cinsiyet meselesini, “ahlâkiliğin” sınırlarının neler olduğu sorularını ele alarak
sunumunu tamamladı.
113
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
Sema Küçükalioğlu Özkılıç
1894 Depremi ve İstanbul
Değerlendirme: Eşref Kalender
BİR KİTAP BİR YAZAR - 67
26 Mart 2016
Türkiye Araştırmaları Merkezi bünyesinde düzenlenen Bir Kitap Bir Yazar programının altmış yedinci ayağında Sema Küçükalioğlu Özkılıç’ı misafir ettik. Program
çerçevesinde Özkılıç ile Ali Akyıldız nezaretinde hazırlanarak 2011 senesinde yazdığı
“1894 Depreminin İstanbul Üzerindeki Etkileri (Deprem Sonrası İmar Faaliyetleri)”
başlıklı doktora tezinden hareketle yayınladığı, 1894 İstanbul Depremi ve İstanbul
kitabını tartıştık.
Özkılıç, kitabın temel kaynaklarının Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ni, devrin yerli ve
yabancı matbuatı, hatıratlar ve ikincil literatürü taramak sureti ile elde ettiği verilerden müteşekkil olduğunu belirtmektedir. Bu açıdan Özkılıç’ın eseri, depremin
kamuoyunda oluşturduğu tepkileri, matbuattaki akisleri, devletin deprem olgusuna
yaklaşımı, depremin yol açtığı hasar ve deprem sonrası imar faaliyetlerini ortaya
koyması hasebiyle alanında yapılmış en mufassal ciddi çalışmaların başında yer
alıyor. Bu çerçevede çok yoğun kaynak taramalarının ardından hazırlanan ve kitabın
sonuna ayrıca eklenen “1894 Depremi’nde Hasar Gören Yerleri Gösteren Envanter”
başlıklı listenin araştırmacılar için yegâne kaynak olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Kitabında deprem ve sonrasını detaylı bir şekilde ele alan Özkılıç’ın sunumunda
öne çıkan hususları şu şekilde özetlemek mümkün: 28 Haziran 1310/10 Temmuz
1894’te öğlen vakti sularında meydana gelen, Gümülcine’den Ankara’ya kadar çok
geniş bir alanda hissedilen İstanbul depreminin gündüz saatlerinde vuku bulması,
büyük can kayıpları yaşanmasının önünü alırken büyük bir panik havası oluşmasının da önünü açtı. Bir yandan sağlıksız veri akışı, bir yandan matbuat sütunları
bu panik havasını beslerken Saray’ın bu çerçevede aldığı bir takım önlemler göze
çarpmaktadır. Bu bağlamda öncelikle basın üzerinde özellikle depreme dair haberler üzerinde bir yayın kontrolü getirilmiş ve “tedhiş-i ezhan”a sebebiyet verecek
metinlerin neşredilmesine mani olunmuştu. İkinci olarak deprem ve sonrasında
yapılacaklara dair çeşitli raporların hazırlanması istenmişti. Depreme dair sunulan
ilk resmî rapor bu mesele etrafında İstanbul’a davet edilen Atina Rasathanesi Mü-
114
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
dürü Egnitis tarafından 15 Ağustos’ta hazırlanmıştı. Öte yandan Halil Edhem Bey
tarafından hazırlanan Hareket-i Arza Dair Bir Kaç Söz risalesi ise Egnitis’in hazırladığı
raporun dışında bilimsel kriterleri haiz az sayıda metinden birisi idi. Bununla beraber deprem münasebeti ile hazırlanan raporlar bunlardan ibaret değildir. Bunun
dışında özellikle halkı teskin etmeye dönük olarak hazırlanmış başka raporlar da
vardı. Örneğin, depremden birkaç gün sonra Luis Sabuncu tarafından hazırlanan
rapor daha ziyade panik havasını dağıtmak amacı ile yazılmıştı. Sabuncu, raporunda
depremin İstanbul depremi değil, Bursa depremi olduğunu iddia etmiş, İstanbul
halkının endişelenmemesi gerektiğini belirtmişti. Keza Meclis-i Ayan üyelerinden
Logofet Bey’in tarih boyunca İstanbul depremleri üzerine yazdığı metin de artık
İstanbul’da bir deprem olmayacağı temennisi ile bitiyor, halkın endişelenmesine
mahal olmadığını vurgulamaya çalışıyordu.
‘‘
Deprem sonrasında
hazırlanan bu raporlar
dışında “efkâr-ı
umumiyeyi teskin” için
matbuat sütunlarından
Deprem sonrasında hazırlanan bu raporlar dışında “efkâr-ı umumiyeyi teskin” için
istifade edilmiş,
matbuat sütunlarından istifade edilmiş, gazetelerde tehlikeli evrelerin geride bıra-
gazetelerde tehlikeli
kıldığını ortaya koyan yazılar yayınlanmıştı. Diğer taraftan namaz vakitleri dışında
evrelerin geride
ezanlar, dualar okutulması, Buhari-i Şerif hatimleri, Kabe’de depremzedeler için dualar
yaptırmak suretiyle halkın hissiyatı müsbet anlamda yönlendirilmeye çalışılmıştı.
bırakıldığını ortaya koyan
yazılar yayınlanmıştı.
Diğer taraftan namaz
Depremden sonra hem maddî hasarları tesbit ve tamir etmek hem de bundan
vakitleri dışında ezanlar,
kaynaklanan sosyal problemleri çözmek amacı ile çeşitli kurulların oluştuğunu
dualar okutulması,
görmekteyiz. Bu bağlamda imar meselesi ile alâkalı olmak üzere, Şehremaneti
meclisi üyelerinden oluşan bir İnşaat-ı Fenniye ve mimarlardan müteşekkil bir
Heyet-i Fenniye komisyonu kuruluyor. Bunlar depremden hasar gören binaların
kondisyonlarına bakarak yıkılması yahut tamiri konusunda kararlar veriyorlar.
Buhari-i Şerif hatimleri,
Kabe’de depremzedeler
için dualar yaptırmak
suretiyle halkın hissiyatı
müsbet anlamda
Sosyal problemler için ise öncelikle daha önce kolera salgını sırasında kurulmuş
yönlendirilmeye
olan “İane-i Hastagân” komisyonu tekrar aktif olarak çalışmaya başlıyor. Bir
çalışılmıştı.
süre sonra ise bu komisyon yerini Sultan Abdülhamid’in başkanlığında “İane-i
Musâbîn” komisyonuna bırakıyor. Şehremininin ikinci başkanı olduğu ve Şûrâ-yı
Devlet, maliye, adliye, şehremâneti ve Osmanlı Bankası’nın yanısıra gayrimüslim
cemaat temsilcilerinin de bulunduğu bu komisyon esas itibariyle toplanacak yardımları organize etmek üzere kurulmuştu. Komisyon ayrıca, yardımları teşvik için
’’
Hareket-i Arz* madalyaları bastırmıştı. Özkılıç oluşturulan bu yardım sandıkları ile
ilgili olarak şu hususun da altını çizdi: II. Abdülhamid yurt dışından gelen bağışları
kabul etmiş ancak “devletin haysiyetini muhafaza etmek” gayesiyle, gelen bütün
taleplere rağmen yurt dışında iane/yardım sandığı açılmasına müsaade etmemişti.
1894 İstanbul depreminin somut ve en kalıcı neticelerinden birisi olarak rasathanenin deprem şubesinin kurulmuş olmasını ifade eden Özkılıç, bu amaçla İtalya’dan
sismograf getirtildiğini, İtalyan sismolog Agamennone’nin bugün İstiklal Caddesi’nde İsveç Konsolosluğu’nun hemen yanında Rasathane-i Amire zelzele/deprem
şubesini kurduğunu, ancak buranın gürültülü olduğu gerekçesi ile daha sonra bu
* Daha önce isme özel olarak hazırlanan bu tür madalyalar ilk defa bu dönemde standart
şekilde basılmaya başlanmış; 10 liraya kadar olan bağışlar için bakır, 10-50 lira arası bağışlar
için gümüş, 50 lira üzerindeki bağışlar için altın madalyalar hazırlanmıştı.
115
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
yapının Taşkışla civarına taşındığını belirtti. Rasathane-i Amire’nin bugünkü yerine
(Kandilli) taşınması ise, 1911 yılında gerçekleşmiştir.
İane komisyonunun raporları ile arşiv belgeleri ve matbuat üzerinden bir hasar
tespiti listesi yapan Özçelik, ulaştığı veriler çerçevesinde deprem sonrasında meydana gelen hasara ilişkin şu rakamları paylaştı: 161 kişi hayatını kaybetmiş, 378
kişi yaralanmış ve 3703 kişi evsiz kalmıştı. 10.171’i birinci derece hasarlı olmak
üzere 20.969 binada ise hasar meydana gelmişti.
T. Elvan Altan
Celal Esad Arseven ve Şehircilik’i
Değerlendiren: Betül Sezgin
TARİH OKUMALARI - 103
Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları - 2
16 Ocak 2016
Türkiye Araştırmaları Merkezi Tarih Okumaları programını bu yıl Erken Cumhuriyet
Dönemi Şehircilik Tartışmaları’na ayırdı. Serinin ikinci oturumunda T. Elvan Altan,
Celal Esad Arseven (1876-1971) ve Şehircilik (1937) kitabı üzerine bir sunum
gerçekleştirdi.
Altan, yazıldığı dönemde ders kitabı olarak okutulan Şehircilik kitabının birinci
kısmında Arseven’in şehir ve şehirciliği tanımlamaya çalışmasının önemini vurgulayarak sunumuna başladı. Zira şehirciliği tanımlamaya çalışması, kitabın öğretici
olma tarafı dışında, dönemin şehircilik anlayışına karşı geliştirilmiş bir taktik olarak
okuma yapmayı mümkün kılmaktadır. Arseven’e göre şehircilik her şeyden önce
bir ilimdir. Şehircilik ilmi ile yaratılacak şehirlerin mantıkî ve aklî olması gerekir.
Bunun yanında şehirler güzel de olmalıdır. Bu bakımdan şehirci yalnız mimar ve
mühendis değil, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve sıhhî bilgilere sahip, sanatkâr
bir âlim olmalıdır.
Arseven, kitabın ikinci kısmında şehirlerin planlanmasında gerekli olabilecek belgeleri sunmuştur. Sunduğu belgelerde mimar ve mühendisin, âlim ve artist olarak
çalışmasını beklemekte ve şehircilik ilminin kapsamının çok yönlü olduğuna işaret
etmektedir. Elvan Altan’a göre bu kısımda dikkati çeken nokta, şehirciliğin belediyecilik işlerinden ayrı olmasının vurgulanması, Arseven’in şehirciliğin “belediyecilik”
116
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
anlamında kullanılmasını eleştirmesidir. Arseven’e göre belediyecilik, mimarinin
daha idari ve mâli boyutunu içerir, şehircilik ise daha kapsamlı bir alandır.
Altan’a göre kitabın kapsadığı konulara genel olarak bakıldığında Arseven’in şehircilik ilminin kapsamına aldığı sanatsal ve bilimsel başlıklar görülebilir. Arseven;
şehirciliği, nakil vasıtaları, yürüyüş hareketleri gibi konulara ve şehir mühendisliği
olarak tanımladığı bir alana odakladığı kısımlarda şehir planlamasına temel teşkil
edecek teknik veriler sunmuştur. Öte yandan mevzuata dair de bir bölüm ayırarak
konu ile irtibatlı kanun ve nizamnameleri de tartışmaya açmıştır. 1930’lu yıllarda
çıkarılan Belediye Kanunu, Umumi Hıfz-ı’ssıhha Kanunu ile Yapı ve Yollar Kanunu;
Arseven’in bu çerçevede değerlendirdiği, tartışmaya açtığı temel hukuki metinleri
teşkil etmektedir. Arseven, “Muhtelif memleketlerde ilgili kanunları kurmak ve
tatbik etmek için büyük salahiyetli şehircilik komisyonları teşkil edilmiştir. Keza bu
komisyonların yanında şehrin antikitelerini koruyan ve şehrin güzelliği ile uğraşan
komisyonlar da kurulmuştur.” vurgusuyla kanunî çerçevenin ötesine geçmiş, şehirleri
teknik verilerin dışında sanatsal açıdan da tanımlayan oluşumların gereğine dikkat
çekerek bu noktadaki eksikliği vurgulamıştır.
Arseven’in şehir planlarının tatbikinde mâli ve idari işlere odaklandığı kısım, kitabın
sonunda kısa bir bölümü teşkil etmektedir. Altan, Arseven’in şehircilik anlayışını
belediyecilik işlerinin üzerine çıkarma yönündeki uğraşlarının burada da görülebileceğini söyledi. Arseven, Şehircilik kitabının büyük bir kısmında “bölgeler, yollar,
meydanlar, abide ve heykeller, eğlence yerleri, binalar ve yapı adaları” başlıkları
altında temel olarak şehirlerin yapılanması, tasarlanması konusunu incelemiştir.
“Yapılı çevre nasıl tasarlanabilir?” sorusu üzerine çalıştığı kısımlarda, Camillo Sitte’ye başvurmuştur. Sitte, 19. yüzyıl başında geliştirdiği şehircilik kuramı ile sanayi
kenti ve sanayi kentinin sorunlarını çözmek amacıyla, yüzyıl boyunca geliştirilen
uygulamalara eleştiriler getirmiş; şehir planlamalarında eski kent dokularının model
alınması, sanayi öncesi kentlere bakılması gerektiği üzerinde durmuştur. Sitte, sanayi
kentlerinin sorunlarına çözüm olarak getirilen, keskin geometri ile şekillenen yollar
‘‘
’’
Arseven, şehirciliği,
mantıkî ve aklî olduğu
kadar “güzel şehirler
planlaması” olarak
görmüştür.
sistemi ya da çevrelerindeki doku temizlenerek ortaya çıkan anıtsal yapılar gibi
modern kent imgesi uygulamalarını eleştirmiş, bunun yerine sanayi öncesi kent
yapılanmasını önererek estetik vurgusu yapmıştır. Altan’a göre Sitte’nin sanatsal
ve estetik şehir yaklaşımını Arseven de kendi şehircilik anlayışına uygulamaya
çalışmıştır. Arseven kitabı boyunca Sitte gibi eski şehirlere atıfta bulunmuştur.
Şehirlerin genel biçimlenmesinde yolların, meydanların şekillenmesinde, abide
ve heykellerin yerleştirilmesinde binaların hem birbirleriyle hem yollar hem de
meydanlarla ilişkisini belirleyen özellikleri eski kentlerden örneklerle sunmuş, şehir
planlamasının estetik yönünü öne çıkarmaya çalışmıştır.
Arseven’in Sitte’nin yanısıra başvurduğu diğer bir isim ise modern mimarlığın önemli
temsilcilerinden Le Corbusier olmuştur. Le Corbusier’in şehircilik yaklaşımında
kaotikleşen şehir ortamına düzen ve işlevsellik getirmek gibi bir anlayış vardır. Le
Corbusier yeni şehir önerisinde yoğun kaotik bir şehir yapısı yerine, binaların daha
seyrek yerleştiği ve yeşilin daha yoğun olduğu yapılar manzumesi düşüncesini
getirmiştir. Altan, Arseven’in kitabında bunlardan da bahsettiğini ama Sitte’vârî
117
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
estetik yapıyı daha çok tercih ettiğinin görülebileceğini, bu şekilde de Arseven’in
güzel şehir biçimlenmesinden yana olduğunu söyledi.
Altan’a göre Arseven’in Şehircilik kitabı döneminin şehircilik anlayışı ve uygulamalarını eleştiren ve dönüştürmeyi hedefleyen bir eser olarak yorumlanabilir.
Arseven’in kitabı boyunca anlattığı “şehircilik” anlayışındaki çok yönlü konuları,
belediye işlerinin idari, mâli ve teknik boyutlarıyla sınırlı kalan şehircilik anlayışının
ötesine geçmiştir. Şehirciliği, mantıkî ve aklî olduğu kadar “güzel şehirler planlaması”
olarak görmüştür. Bu şehircilik anlayışının Arseven’de ideolojik bir temeli de vardır.
Bu ideolojik temel “milli yükseliş” kavramı, milletin muasır medeniyet seviyesine
erişmesi olarak tanımlandığı bilinen Cumhuriyet hedefidir. Burada belirleyici olan,
gelişen şehirlerin medeniyeti getireceği düşüncesidir. Böylece Arseven şehirciliği
“milli ve medeni” bir kimlikle ilişkilendirmiştir. Bu ilişkiyi kuran Arseven, kitabında
Cumhuriyet döneminin ideolojisiyle alâkalı bu iki kavrama dayanan gerekçelendirme
sunmuştur: “Hiçbir yolda Garp ülkelerinden geri kalmak istemeyen cumhuriyetimiz
de kendi güzel sanat akademisinde ve mühendislik mektebinde açtığı şehircilik
derslerinde vatana lüzûmu olan şehircileri yetiştirmeye çalışmaktadır. İşte ben de
bu kitabı yazmakla bana düşen ödevi yapmış oluyorum.”
Altan, Arseven’in Türk Sanatı(1928) ve Yeni Mimari (1931) çalışmalarından da kısaca
bahsettikten sonra katılımcıların sorularına cevap vererek sunumunu bitirdi.
Namık Günay Erkal
Osman Nuri Ergin ve Türkiye’de
Şehirciliğin Tarihî İnkişafı
TARİH OKUMALARI - 103
30 Ocak 2016
Değerlendirme: Kasım Ocak
Türkiye Araştırma Merkezi’nin birincil tarih kaynaklarının okunması ve tartışılması için düzenlediği Tarih Okumaları’nın Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik
Tartışmaları alt başlıklı toplantı serisinin üçüncü programı, İstanbul tarihi açısından eserleriyle literatürde önemli bir yere sahip olan Osman Nuri Ergin’in
şehir tarihi yazıcılığının ilk örneği olarak görülen Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi
118
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
İnkişafı adlı eseri üzerine yapıldı. Programda ODTÜ Mimarlık bölümünden
Doç Dr. Namık Günay Erkal tarafından Osman Nuri Ergin ve kitabı üzerine bir
sunum gerçekleştirildi.
Bizans Dönemi İstanbul kent mimarisi ve Haliç surları ile deniz arasında kalan
mimari eserler üzerine çalışmalar yaparak yüksek lisans ve doktora çalışmalarını
tamamlayan Erkal, Osmanlı İstanbul’unu çalışıp Osman Nuri Ergin’in Mecelle-i
Umur-ı Belediyye’sini kaynak olarak kullanmamanın mümkün olmadığını
belirterek sözlerine başladı. Ardından Osman Nuri Bey hakkında bazı bilgiler
aktararak eserin incelenmesine geçti.
Özgün bir şahsiyet olan Osman Nuri Bey’i farklı şekillerde tanımlamak
mümkün. Erkal’a göre; belediye arşivini düzenleyen ve eserlerinde binlerce
özgün belgeyi kaynak olarak yayınlayan bir arşivci, Batı ve Batı dışı yerel
yönetimlerin kurum ve tarihçelerini genel kaynakların üzerinden Türkçe’de
ilk defa derleyen bir ansiklopedist, kendi döneminin belediyecilik olaylarını
birebir anlattığı için bir dönem yazarı, vak’anüvis ve son olarak Cumhuriyet döneminin ilk özgün kentsel kuramını sunan bir şehir kuramcısı olarak
niteleyebiliriz Osman Nuri Bey’i.
‘‘
Osman Nuri Ergin’in
Türkiye’de Şehirciliğin
Tarihi İnkişafı adlı
eserinin, ömrünü
şehirciliğe adamış birinin
ağzından dönemin
hususiyetlerini anlamak
Mecelle-i Umur-ı Belediyye’nin ilk cildinde Batı ve İslam dünyasında bele-
ve belediyeciliğin tarihini
diyenin ortaya çıkışı incelenmiş, buna karşın Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi
incelemek için çok
İnkışafı’nda yalnızca Türk belediyeciliğinin Osmanlı kısmıyla iktifa edileceği
belirtilmiştir. Bu bakımdan Mecelle’nin ilk cildi ile Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi
İnkişafı arasında bir bağlantı kurmak mümkündür. Mecelle’de Osman Nuri
Bey, ideal belediyenin Antik Yunan ve Roma’da gelişim gösterdiği şekliyle
diğer yönetim organlarından bağımsız bir yerel yönetim birimi olduğunu
belirtir. Tarihsel olarak belediye gücünü merkezi idare lehine yitirirse, yani
merkezileşirse şehir olgusu ve medeniyet gerileyecektir. Roma’nın çöküşü
önemli bir eser olduğunu
söyleyebiliriz.
’’
öncesi yaşanan merkezileşme, şehir medeniyetini yok etmiştir. Fransız Devrimi’ni takiben modern belediyenin merkeze bağlanmasını eleştiren Osman
Nuri Bey’in görüşleri, şehir planlamasında merkez ve yerel arasındaki yetki
ve çatışmalar açısından bugün de tartışılabilecek önemli düşüncelerdir.
Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı isimli eser Osman Nuri Bey’in İstanbul
Üniversitesi İçtimaiyat ve İktisadiyat Enstitüsü’nde verdiği iki konferansın
genişletilmiş hâlinden meydana geliyor. Üç bölümden oluşan eserin ilk
bölümünde “Şehircilikte Ferdiyet Sistemi”, ikinci bölümünde “Türkiye’de
Azlıkların İdare Tarzı: Patrikhane İmtiyazı” ve son bölümde “Şehircilikte
Cemiyet Sistemi” konuları incelenmiş. Eserin geneline bakıldığında dinleyicilere hitap edildiği anlaşılabilir. İstanbul imar planını yapacak olan Henri
Prost’un İstanbul’a geldiği yıl düzenlenen konferanslarda Osman Nuri’nin
yukarıda zikredilen dört farklı tarafını da görmek mümkün.
Eserin giriş kısmında Türk şehircilik tarihi Tanzimat öncesi ve sonrası olmak
üzere ikiye ayrılmış; Tanzimat öncesine ferdiyet (Müslümanlar) ve cemaat
(azınlıklar), Tanzimat sonrasına ise cemiyet sistemi denmiştir. Eserin hemen
119
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
başında dikkati çeken bir diğer husus ise Şehirciliğin Tarihi başlıklı eserde
belediyeciliğin tarihinin anlatılmasıdır. Belediyecilik ve şehircilik Osman Nuri
Bey’in bakış açısıyla aynı anlama gelmektedir.
İlk bölümde, Tanzimat öncesi belediye işlerini üzerine almayan hükümetin
Müslümanlar söz konusu olduğunda bu işleri fertlere gördürdüğü, birçok
örnekle bugün belediyenin görmesini beklediğimiz hizmetlerin fertler tarafından karşılandığı anlatılır. Ergin’e göre ferdiyetin eseri olan “imaret”
kavramı Yunanlıların site ve Arapların medinesi ile aynı anlama gelmektedir.
Bu mefhumların anlamlarını ve imaret mefhumunu uzun bir şekilde açıklayan Osman Nuri Bey şu soruyu sorar: “Şu tarihi izahatı dinledikten sonra
Türkler imarcı değildir diyenleri göğsünüz kabararak reddetmez misiniz?”
Ferdiyetin usulü olarak vakıf sisteminin özelliklerinden ve vakıfların hükümetleştirilmesinden de yine ilk bölümde bahsedilmiştir. Bugünkü belediye
hizmetlerini yapan tek memur olan kadı ve kadılık sisteminin incelenmesi
ile ilk bölüm son bulmuştur. Bu bölümde dönemin şahitlikleri ve ferdi müesseselerin bozulduğu Osman Nuri Bey’in söylediklerinden takip edilebilir.
İkinci bölümde ‘Az’lıkların dinî ve idarî merkezlerinden patrikhane imtiyazı ele
alınmaktadır. Bu sistem, Batı’daki komün kavramına benzeyen Osmanlı’ya
özgü bir yönetim tarzıdır. Osman Nuri Bey bu sistemi anlattıktan sonra
“Bu hükümet içinde hükümet değil de nedir?” diyerek tepkisini gösterir
ve Fatih’in tarihe karışmış olan komün idaresini patrikhane ile dirilttiğini
söyleyerek eleştirir.
Son bölümde cemiyet sistemine geçişte bir basamak teşkil eden cami, cemaat
ve imamdan bahsedilir. İmamlar dini işlerin yanı sıra birtakım idari işleri de görmekle vazifeli kılınmışlardı. Doğum, ölüm, evlenme, boşanma ve nakl-i mekân
kayıtlarının tutulması, ahlâk zabıtalığı gibi işleri ile imamlar adeta mahallenin sulh
hâkimi gibiydiler. Muhtarlar ve ihtiyar heyetlerinin ortaya çıkmasıyla imamlar
bu görevlerini muhtarlara devrettiler. Kitap, Batı tarzı belediye teşkilatının ilk
belediye kanunu üzerinden incelenmesiyle son buluyor.
Günay Erkal’ın kitapla ilgili değerlendirmelerinin ardından katılımcıların soru
ve katkıları ile program daha zengin bir muhtevaya bürünerek nihayete
120
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
erdi. Osman Nuri Ergin’in Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı adlı eserinin,
ömrünü şehirciliğe adamış birinin ağzından dönemin hususiyetlerini anlamak ve belediyeciliğin tarihini incelemek için çok önemli bir eser olduğunu
söyleyebiliriz. Kendi sözleri ile bitirirsek, sözlerini sonuna kadar dinlerseniz
“göreceksiniz ki bizim de ilim âleminde hatta iftihar ile ortaya atılacak güzel
ve faydalı beledî usullerimiz varmış.”
Nuran Zeren Gülersoy
Bir Kenti Planlamak: Kemal Ahmet
Arû’da Kent Düşüncesi
Değerlendirme: Ahmet Baş
TARİH OKUMALARI - 105
Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları - 4
19 Mart 2016
Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin Erken Cumhuriyet Dönemi Şehircilik Tartışmaları
kapsamında, Kemal Ahmet Arû ve kendisinin şehirciliğine dair program, bilim
adamının son doktora öğrencilerinden İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge
Planlama Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy’un
katılımıyla gerçekleştirildi. Programda, Prof. Gülersoy, Prof. Dr. Kemal Ahmet
Arû’nun çocukluk yıllarından son dönemlerine kadar hayatını, eğitim çalışmalarını, iş tecrübelerini belgeler ve görseller eşliğinde katılımcılara anlattı.
2012 yılı Kemal Ahmet Arû’nun 100. doğum yıldönümü olması hasebiyle
ve kendisinin Türkiye’de şehircilik alanının kuruluşunda büyük katkılarının
olmasından dolayı UNESCO tarafından uluslararası alanda kutlanma kararı
alınmış, UNESCO tarafından alınan kararda “Kemal Ahmet Arû’nun bütün
dünya mimarları ve şehircileri için bir referans olduğu” belirtilmiştir.
Kemal Ahmet Arû’nun farklı alanlarda çeşitli konuları içeren çok sayıda eseri
bulunmaktadır. Bunlar; Türk Hamamları (1941), İkinci Dünya Harbinden Sonra Garp
Avrupası’nda Mesken Problemi (1950), Memleketimizde İmar Planı Çalışmaları ve
Tersim Esasları Hakkında Teklifler (1955), Yayalar ve Taşıtlar: Şehir Dokusunda Yeni
Ulaştırma Düzenleri (1965), Türk Kenti (1998) ve Kemal Ahmet Arû: Bir Üniversite
Hocasının Yaşamının 80 Yılı (2001) isimleriyle yayınlanan eserlerdir. Prof. Arû’nun
bütün eserleri, 2012’den beri kendi adıyla hazırlanan internet sitesinde yer
almaktadır. (http://www.kemalahmetaru.itu.edu.tr/)
Lisedeyken geometri dersi hocası Membori’nin dikkatini çeken Kemal Ahmet
Arû, hocasının tavsiyesiyle mimarlığı seçer. Mimarlık bölümünde Prof. Egli’nin
derslerinden aldığı zevk, kendisini şehircilik konularına yöneltmiştir. Akademiden
sonra ressam ve heykeltıraş Günseli Hanım’la 1938’de evlenmiştir.
Türk Hamamları Etüdü Arû’nun ilk yayınıdır. Bu çalışma doğrudan şehircilikle
ilgili olmamakla birlikte, Kemal Ahmet Arû’nun detaylı, geniş kapsamlı, sistematik yaklaşımını göstermesi açısından önemlidir. 1941 tarihinde doçentlik
sınavında savunulmuştur. Kendi döneminde konuyla ilgili yeterli Türkçe kaynak
olmadığı için (çoğunlukla Almanca) yabancı kaynaklardan bulduğu bilgilerle bu
eseri hazırlamıştır.
121
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
1943’te Bina Kürsüsü’ne doçent olarak tayin edilmiştir. Henüz şehircilik bilimi
tam olarak müstakil bir kimlik kazanmamıştır. Prof. Holzmeister’le birlikte
derslere ve projelere girmeye başlamıştır. Arû, İngilizce ve Almanca bildiği için
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye gelen yabancı hocalara tercümanlık
yapmıştır; çok yönlü yetişmesinde bunun büyük katkısı olduğunu belirtmiştir.
1944 yılında Emin Onat’ın da talebiyle Prof. Oelsner’le birlikte şehircilik çalışmalarına görevlendirilir. Kemal Ahmet Arû’nun şehirciliğe yönelmesi esasen
bu dönemde olmuştur.
Kemal Ahmet Arû’yu sadece yayınlarıyla değil, uygulama çalışmalarıyla da şehirciliğe ve Türkiye’nin planlanmasına yön veren bir karakter olarak görmekteyiz.
Arû’nun ilk uygulamaları Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ait birincilik mükâfatını
aldığı çalışmada bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye’de yedi coğrafi bölgeye 21 köy
enstitüsü kurulması çalışmasında da yer almıştır.
1944’te İller Bankası’nın kurulmasından sonra imar planlarının hazırlanmasının
diplomalı mimar-mühendislerin sorumluluğuna verilmesiyle birlikte 1945’ten
sonra Arû’nun, Türkiye’nin farklı bölgelerindeki il ve ilçelere yönelik hazırlamış
olduğu imar planları görülmektedir. Arû, alt ölçekten üst ölçeğe kadar planların
farklı görünüşlerini çizerek Türkiye’deki şehircilik çalışmalarında öncülük etmiştir. Arû’nun bir diğer katkısı, yerel dokuyla planı birleştirmeye çalışmasıdır.
Mesela Kars için yaptığı planda geleneksel Kars evinden yola çıkarak onu çağa
taşımakta ve planı bu değerler üzerine inşa etmektedir. Bu planlarda Arû
öncelikle bölgeyi malzeme, teknik ve tasarım açısından analiz etmekte, buna
uygun yapı grupları önermektedir.
Kemal Ahmet Arû, Alman hocaların özellikle Oelsner’in de etkisiyle planlarında
kademelenmeyi uygulamaktadır. Ulaşım ve yerleşim kademelenmesine dikkat
eden Arû, yolların birbirleriyle olan ilişkileri ve yerleşimler arasındaki nüfus
dağılımlarını belli bir hiyerarşiye göre tasarlamaktadır. Bu noktada batıda
gelişen şehircilik etkisi Arû’nun çalışmalarında da görülmektedir. Bahçe-şehir
uygulamaları Levent’te uygulanmıştır. Ayrıca hazırladığı plan çalışmalarında da
bu etkiler görülmektedir.
1950’li yıllarda yurtdışında bulunduğu dönemde, Türkiye’deki konut ihtiyacının
122
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
artmasına muvazi olarak,hocaları kendisini konut araştırmaları yapmaya yönlendirmiştir. Bu çerçevede II. Dünya Savaşından Sonra Garp Avrupası’nda Mesken
Telakkisi isimli kitabını hazırlamıştır. Bu eserinde Arû meskene dair; finansman,
mimari çözümleme nasıl olur, lojmanların gelir masrafları nasıl karşılanır, kira
problemi, amme teşekkülleri nasıl olabilir gibi sorulara cevaplar aramaktadır.
Yurtdışına yaptığı seyahatlerle birlikte bol miktarda doküman ve kaynak elde
eden Arû, bunları eserinde kullanmış ve farklı ülkelerdeki uygulamaları karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Yaptığı bu incelemeler Türkiye’deki uygulamalarına
(Levent, Koşuyolu gibi) temeller oluşturmuştur.
İzmir için Gündüz Özdeş’le birlikte hazırladığı plan uluslararası bir yarışmada,
uluslararası bir jürinin değerlendirmesiyle birinci seçilmiştir. Bu ödülden sonra
Teknik Üniversite senatosu tarafından Üniversite Armağanı’yla ödüllendirilir.
Kemal Ahmet Arû’nun meslek uygulamaları içinde adını en çok duyurduğu
uygulamalardan birisi Levent projesidir. İstanbul’un konut ihtiyacını esas
alarak Emlak Toplu Konut Kredileriyle birlikte ilk uygulamaya 1947 yılında
başlanmıştır ve ilk etap 1950 yılında bitirilmiştir. 1. ve 4. Levent olarak bilinen
kısımları Kemal Ahmet Arû ve Rebii Gorbon birlikte yapmışlardır. Uygulamalar,
bahçe-şehir niteliğinde bahçeli 2-3 katlı binalardan oluşmaktadır. Ucuz konut
sağlamak çerçevesinde modern şehircilik kurallarının uygulandığı bir proje
olarak öne çıkan Levent uygulaması sonrasında artan taleple birlikte muhit,
üst sınıfın ikamet ettiği bir bölge olmuştur.
Arû’nun ikinci önemli konut uygulaması, 1951-1954 yılları arasında yapılan
Koşuyolu projesidir. Bu konut projesi de düşük ve orta gelir grubuna men-
‘‘
Kemal Ahmet Arû’yu
sadece yayınlarıyla
değil, uygulama
çalışmalarıyla da
şehirciliğe ve Türkiye’nin
planlanmasına yön
veren bir karakter olarak
görmekteyiz.
’’
sup kişiler için yapılmıştır. Levent ve Koşuyolu projelerindeki konutlar Emlak
Bankası aracılığıyla satılmıştır. Arû’nun diğer bir önemli uygulama çalışması
da üniversiteler için hazırladığı kampüs projeleridir. Mesela Erzurum Atatürk
Üniversitesi, Diyarbakır Dicle Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi için
çizdiği projeler bunlardan birkaçıdır.
Kemal Ahmet Arû imar planları hazırlamış, hazırlanan planların ötesine geçerek
şehircilik alanında çalışacak ve plan uygulamaları yapacak şehir plancısı ve mimarlara yönelik Memleketimizde İmar Planı Çalışmaları adlı bir eser hazırlayarak
ilk imar planı standartlarını koymuştur.
Prof. Arû 1960 darbesinden sonra 147’ler grubu olarak bilinen akademisyenler
içerisinde yer almıştır. Yurtdışında faaliyetlerine devam edebilmek için Stuttgart
Teknik Üniversitesi’nde 2 yıl misafir hoca olarak bulunmuştur. Bu süre zarfında
Türk şehir dokularına yönelik çalışmalar yapmış ve bir sergi hazırlamıştır. 1998
yılında yayımlanan Türk Kenti kitabının taslakları bu dönemde oluşturulmuştur.
Aynı dönemde trafik problemine yönelik Yayalar ve Taşıtlar isimli çalışmasını
hazırlamış ve Türkiye’de özellikle İstanbul’da artmakta olan trafik problemine
karşı çözüm önerileri sunmuştur. Bu çalışmasında ayrıca yayalaştırılması gereken güzergâhlar hakkında da etütler yapmıştır. 2 yıl sonra tekrar Türkiye’ye
dönmüş ve üniversitede çalışmalarına devam etmiştir. Yurtdışında kaldığı sürede
123
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
gördüklerinin ve çalışmalarının, şehircilik eğitimi ve uygulamaları üzerinde
büyük etkisi olduğunu belirtmiştir.
Türkiye’ye döndükten sonra kamunun, üniversitesinin, yerel yönetimlerin içinde
bulunduğu bir enstitü kurmak istemiş ve bu çerçevede Şehircilik Konferansları
dizisi oluşturmuştur. Sonrasında akademi dışında Şehircilik Enstitüsü’nü kurmuştur. Enstitü, “Türkiye’de şehircilik alanında hem eğitim hem de uygulamalar
nasıl gelişebilir?” sorusu çerçevesinde çalışmalar yapmıştır. Bu araştırmaları
1969-1981 yılları arasında bir dizi şeklinde Şehircilik Enstitüsü Dergisi’nde yayınlanmıştır. 1981 yılında YÖK’ün kurulmasıyla birlikte enstitü kapanmış ve
farklı isimlerde çalışma birimlerine dönüşmüştür.
1982 yılından sonra çalışmalarına 20 yıl kadar daha devam etmiştir. 1998
yılında Stuttgart’ta bulunduğu dönemde Türk şehirleri üzerine yapmış olduğu
sergiyi güncelleyerek Türk Kenti isimli kitabını hazırlamıştır. Son olarak 2001
yılında otobiyografisini kaleme almıştır. 2005 yılında aramızdan ayrılan Arû’nun
şehirciliğe getirdiği katkıları Gülersoy’un anlatımıyla dinlediğimiz program, soru
ve cevap faslıyla noktalandı.
124
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi
BİLİM VE SANAT VAKFI
2016 BAHAR DÖNEMİ SEMİNERLERİ LİSTESİ
GENEL GİRİŞ SEMİNERLERİ
1 Edebiyat, İdeoloji ve Siyaset
Mustafa Özel
GİRİŞ SEMİNERLERİ
Küresel Araştırmalar Merkezi
1 Küresel Siyasetin Dinamikleri
İsmail Yaylacı
Medeniyet Araştırmaları Merkezi
1 Klasik Sosyal Teori II
Nurullah Ardıç
2 Modern Mimarlık Düşüncesi
Alev Erkmen, Onur Şimşek, Yusuf Civelek
Sanat Araştırmaları Merkezi
1 Mimarlık ve Mekân
Halil İbrahim Düzenli
Türkiye Araştırmaları Merkezi
1 Osmanlı-Türkiye Tarihi II: Modern Dönem
Tufan Buzpınar
2 Tarihçiliğe Giriş
Ayşe Tek Başaran
TEMEL SEMİNERLER
Küresel Araştırmalar Merkezi
1 Küresel İktisadi Gelişmeler ve Türkiye
A. Faruk Aysan, Lokman Gündüz
2 Milliyetçilik ve Etnik Siyaset
Hüseyin Alptekin
3 Ortadoğu’da Mezhep ve Siyaset
Mehmet Ali Büyükkara
4 Rusya Siyaseti
Vügar İmanbeyli
5 Türkiye’de Sosyal Politikalar
Mehmet Fatih Aysan
6 Uluslararası İlişkiler Teorileri
Hasan Basri Yalçın
Medeniyet Araştırmaları Merkezi
1 Çağdaş Felsefede Dile Dönüş
Ahmet Ayhan Çitil
2 Geç İran Felsefesi ve Molla Sadra
Sümeyye Parıldar
3 İslam Düşüncesi ve Siyaset: Fıkıh, Tasavvuf, Hadis
A. Taha İmamoğlu, Özgür Kavak
4 Kelâm ve Tabiat Felsefesi: Râzî Öncesi ve Sonrası
Eşref Altaş, Osman Demir
5 Sekülerleşme Tartışmaları
Zübeyir Nişancı
Sanat Araştırmaları Merkezi
1 Şiir Sanatı
M. Lütfi Şen
125
2 Sanata Alternatif Bakışlar
Ahmet Albayrak
3 Sinemanın Politikası, Politiğin Sineması
Yusuf Ziya Gökçek
4 Sömürge ve Sonrası Edebiyatı
Nagihan Haliloğlu
5 Şehir Estetiğinin Felsefi Temelleri
Yaylagül C. Karataş
6 Türk Müziği Okumaları: Tanbûrî Cemil Bey
Celâleddin Çelik
Türkiye Araştırmaları Merkezi
1 Cumhuriyet Dönemi Düşünce Akımları: İslamcılık
Yücel Bulut
2 Medreselerin Ortaya Çıkışı ve Kurumsallaşması
Harun Yılmaz
3 Osmanlı Afrikası
Hatice Uğur
4 Osmanlı Balkan Tarihi
Fatma Sel Turhan
5 Osmanlı Sosyal Tarihi
Betül İpşirli Argıt
6 Osmanlı Şehirleri ve İstanbul
Yunus Uğur
7 Tarihte Kültürel Etkileşimler: Seyyahlar-Seyahatnâmeler A. Sait Aykut
8 Türkiye’de Eğitim ve Kültürel Değişim
Ali Erken
OKUMA GRUPLARI
Küresel Araştırmalar Merkezi
1 Eleştirel Uluslararası İlişkiler Teorileri
İsmail Yaylacı
2 İslam ve İktisat
A. Faruk Aysan, L. Gündüz
3 Uluslararası İlişkiler Teorileri
Hasan Basri Yalçın
Medeniyet Araştırmaları Merkezi
1 Antik Yunanca Okuma Grubu
Elif Tokay
2 Antropoloji Okuma Grubu
İshak Arslan
3 Eğitim Sosyolojisi Okuma Grubu
Alim Arlı
4 Kelâm ve Tabiat Felsefesi Okuma Grubu
Osman Demir
5 Hegel Okuma Grubu
V. Metin Demir
6 İslam Felsefesi Okuma Grubu
M. Cüneyt Kaya
Sanat Araştırmaları Merkezi
1 Klasik Türk Edebiyatı Okumaları I: Sâki-nâmeler
Turgay Şafak, Kadir Turgut
Türkiye Araştırmaları Merkezi
126
1 Çağdaş Türk Düşüncesi Tarihi
Coşkun Çakır, Yücel Bulut
2 Çocuk ve Pedagoji
Mehmet Teber
3 Osmanlı Çalışmaları: Dil ve Kaynaklar
Ö. Faruk Köse, Betül Sezgin
4 Osmanlı Diplomatikası: Maliye Kayıtları Okumaları
Baki Çakır
5 Osmanlı Diplomatikasi: Sosyal ve İktisadi Tarihin Kaynakları
Fatma Şensoy, F. Samime İnceoğlu
6 Osmanlı Hukuk Düşüncesi (1300-1600) : Kavramlar, Metotlar, Perspektifler
Abdurrahman Atçıl
7 Selçuklu / Beylikler Tarihi ve Kaynakları
Fatih Bayram
8 Sosyoloji Okuma Grubu
Yücel Bulut
ATÖLYELER
Medeniyet Araştırmaları Merkezi
1 Türkiye’de Medya ve İletişim Çalışmaları Atölyesi II
Hediyetullah Aydeniz
Sanat Araştırmaları Merkezi
1 Aruz Ölçüsü (Teori ve Pratik) Atölyesi
Kadir Turgut
2 Belgelerle Osmanlı’da Sinema Atölyesi
F. Samime İnceoğlu, Ayşe Yılmaz
3 Hayal Perdesi Sinema Topluluğu Atölyesi
Murat Pay
4 Müzik ve Toplum Atölyesi
Bilen Işıktaş, Sami Dural
5 Sinema Atölyesi: Film Bahane
Hasanali Yıldırım
6 Sinema Yazarlığı ve Editörlüğü Atölyesi
Celil Civan
7 Yazı İşliği
Hasanali Yıldırım, Nermin Tenekeci
Türkiye Araştırmaları Merkezi
1 19. Yüzyıl Hukuk ve Siyaset Atölyesi
Macit Kenanoğlu
2 Fetva Mecmuaları Neşir Grubu
Süleyman Kaya
3 Sözlü Tarih
Arzu Güldöşüren, Zeynep Altuntaş
127
128
TAM
Türkiye
Araştırmaları
Merkezi

Benzer belgeler