Eurozine - the netmagazine

Transkript

Eurozine - the netmagazine
Ghania Mouffok
Cezayir: Hareketini arayan ülke
Ateş yıllarına dair kısa bir ızahat
Cezayir'in en büyük şehrinde, Tunus sınırının dört beş kilometre ötesinde
bulunan Annaba Hastanesi'nin Ciddi Yanıklar Birimi'nde, Sofiane Chebouki
derin komada yatıyor. Aklınızın hayalinizin almayacağı koşullarda ona
bakmaya çalışan doktorlar bize şu bilgiyi veriyor: "Sofiane'nin vücudunun
yüzde sekseninden fazla kısmında ikinci ya da üçüncü dereceden yanıklar
bulunuyor. Ateş, hayati organlarından bazılarına da zarar vermiş durumda."
Sofiane Cezayir'in hal−i pürmelalinin bir başka mağduru. Bu yirmi beş
yaşındaki adam "kendini yakarak öldürmeye teşebbüs etti." Medyanın
şimdilerde kullandığı ifade işte bu: "kendini yakarak öldürmeye teşebbüs etti."
Fakat bu adamın kendini yok etmeye yönelik olağanüstü arzusu El Watan
gazetesinin "Kısa Haberler" kısmında gözlerden saklanıyor. Ülkenin
doğusunda, Akdeniz ile vaktiyle başka genç insanların makilere çıktığı
dağların arasında yer alan ve en az Annaba kadar görkemli bir yer olan Jijel
şehrinin Taher ilçesindeki lisesinde "kendini yakarak öldürmeye teşebbüs
eden" on altı yaşındaki öğrencinin hayatı da "kısa" tabiriyle tasvir edilebilir.
"Üzerine benzin döktü ve ardından vücudunu ateşe verdi." Kişinin kendi
vücudunu ateşe vermesi, geleceğe dair hiçbir umudu olmadığını −gördüğü
durum karşısında buz kesilse bile bunu cep telefonlarına kaydederek internette
başkalarıyla paylaşmaktan geri kalmayacak görgü tanıkları sayesinde−
dünyanın geri kalanının bu olaya şahitlik etmesini istediğini göstermenin en
yeni yolu haline geldi Cezayir'de.
Öldürücü alevlerin görüntüleri dünyanın bir ucundan diğer ucuna
aktarıladursun, bunların ilk görüleceği yer yine Cezayir olacaktır. İşin tuhaf
yanı, bu görüntüler karşısında da kimse dehşete düşmeyecek, söz konusu
haberler gazetelerin ilk sayfasına bile konmayacaktır. Bu da rejime hizmet
eden ve kendilerini rahatlatmak istercesine "Cezayir Tunus değildir" deyip
duranların görüşlerini meşrulaştıracaktır. Açıkçası bu doğrudur da: Cezayir
Tunus değildir. Yaptıkları propagandalarda söyledikleri gibi buranın yaşamak
için iyi bir yer olması değildir bunun sebebi; bilakis, cehennemin alevleri
burada o kadar harcıâlem olmuştur ki ancak küçük bir haber konusu olabilirler.
Unutulmasın diye hatırlatalım, 1991 ile 2011 arasında iki yüz bin insan
ölmüştü: Baltayla öldürülen insanlar, dizi dizi tecavüzler, bubi tuzaklarıyla
patlatılan arabalar, iç savaş, adı sanı yüzü meçhul insanlar, perde arkasında
sürdürülen bir savaş; kahramanları, işkencecileri olmayan, sadece ve sadece
kurbanları olan bir savaş. Ama kimin kurbanı? Neyin kurbanı? Bu soruyu
sormak yasaklanmıştır; bunu alenen yapmaya kalkışırsanız yasaları çiğnemiş
olursunuz. Şaka gibi ama burada geçerli olan yasaya cidden verilen ad şudur:
"Barış ve Ulusal Uzlaşma Sözleşmesi".
Kurban edilen bir kuşağın yaralarını bırakın resmen muhattap almayı hâlâ
sarmaya çalıştığımız bir zamanda, kendini "yakarak öldürmeye çalışan" yeni
An article from www.eurozine.com
1/4
bir kuşağın başucunda buluyoruz kendimizi. Her yirmi yılda bir kuşak bir
önceki kuşağın yerini alıyor ve kendini diğerine anlatmak için yeni silahlar,
bizi canlı canlı yakan, ama bunu da kanırtıcasına, aheste aheste yapan
diktatörleri suçlamaya yarayacak yeni silahlar icat ediyor. 1990'ların intihar
bombacılarından sonra, "kendini yakarak öldürenler"imiz var şimdi. Cezayir
adeta günbegün vicdanınızı usandıran ve bedeninizi eziyet edilmiş et
parçalarına çeviren bir Çin işkencesi uzmanının zalim aklıyla tasarladığı
devasa bir çizgi romana dönüşmüş durumda. O noktada ölmek kaçmanın bir
başka yolundan ibarettir artık −− Harragalar, yani derme çatma botlarla
Akdeniz'in diğer yakasına geçmeye çalışanlar gibi kaçmanın. Bilinen bir
mezarları yoktur bu kişilerin ve adları bir daha hiç duyulmaz. İşin paradoksal
yanı, bu Harragaların kıyılarımızı terk ettiklerinde botlarını da yaktıklarını
söyleyebilirsiniz.
Ateş bizi dehşete düşürmüyor ama; kalbimiz olmadığından değil, çok fazla
anımız olduğundan. Bir diktatörlükte yaşamak insanı tüketen, kişinin
haysiyetini beş paralık eden bir deneyimdir. Fakat kamusal ya da siyasi
ilişkilere bir şekilde dahil olan her kuşak kendi içinde bu ateşi taşımaya devam
eder ve Anka Kuşu misali bir önceki kuşağın küllerinden yeniden doğar. Her
seferinde de kendi yanılsamalarında yaşamaya devam edip görmeyeceklere
yalanı sunarlar: siyasetçiler, gençlik uzmanları ve Cezayir şehri ya da başka
yerlerdeki salonlarında uzun uzun yazılar döşenip "Ama Cezayirliler niçin bir
şey yapmıyor? Neyi bekliyorlar?" diye soran gazeteciler. Ama Cezayirliler bir
şey yapıyorlar. Hem de sürekli olarak bir şeyler yapıyorlar. Eylemler yapılıyor,
grevler yapılıyor, tutuklamalar oluyor; hiçbir partiye bağlı olmayan, tek
silahları insanlıkları olan o adsız sansız insanların bir dünyası var. Birbirini
izleyen iktidarların coplar, biber gazı ve gençlerin azraïne, yani şeytan adını
verdikleri tanklar aracılığıyla açıkça ifade ettikleri boyun eğdirme yönelimine
karşı inanılmaz bir direniş göstererek her gün sokaklara çıkıyorlar.
Tunusluların sokakları işgal ettiği zamanda, Cezayir'in dört bir köşesinde de
yüzlerce Cezayirli kendi rejimlerine meydan okumak için kendi sokaklarına
çıkmıştı. Kurulan barikatlardaki tekerlerin ateşi söner sönmez hükümet kendi
açıklasını yapmış ve propaganda makinesi çalışmaya başlamıştı; hükümet bu
siyasi eylemleri "petrol ve şeker fiyatlarındaki artışa karşı" yapılmış eylemler
gibi sunmuştu. O salonları ve sığınaklarında, "bu dilenciler ulusunu karınları
sayesinde düzen içinde tuttuklarını" düşünüyorlardı aslında ve bu açıklama da
esas düşüncelerinin nazik bir tercümesiydi. Belcourt'daki Bab el Qued
mahallesinde bu genç insanlarla tanıştım ve onlar bu iltifata uçsuz bucaksız bir
nefretle karşılık verdiler. Bu indirgemeci yorumla kendilerini aşağılanmış
hissettiklerini söylediler: "Bir teneke petrolün ne kadar ettiğini bile
bilmiyoruz" dediler bana. "Herkesi bir teneke petrol uğruna eylem yaptığımızı
düşündürtmeye çalışıyorlar." Halbuki hükümete sırf orada bir yerde
olduklarını, var olduklarını hatırlatmak için eylem yapıyorlar. Sahiden de
orada bir yerlerdeler, yaşıyorlar; kendi balkonlarında, kendi pencerelerinde
istif edilen baskıcı silahlara rağmen, gündelik yaşamlarında ayakta durmaya
devam ediyorlar.
Son derece keskin siyasi farkındalıkları sayesinde söyledikleri bir başka şey de
şu: "Bizi yıpratmaya çalışıyorlar." Konuştuğumuz ilçede dört karakol vardı ve
her sokak köşesinde bir tür "mobese" kamerası bulunuyordu. Burada yaşamak
bir hapishanede yaşamayı andırıyor: Hnoucha, yani "yılanlar" diye
adlandırdıkları düz kıyafetli polislere ilaveten, son derece gelişkin bir gözetim
sistemi, gün doğumundan batımına kadar fon müziği işlevini gören polis
sirenleri... Yılanlarla dolu bu dünyada yine de eylemeye devam ediyorlar.
Aralarından biri şöyle dedi bana: "Volkanlar gibiyiz; sırf nefes almak için,
An article from www.eurozine.com
2/4
içimizdeki ateşi arada sırada püskürtmek zorundayız." Kargaşa adı verilen bu
olaylar, gençlerin özgürlüklerini kuşatmış görünmez duvarları yıkan siyasi
eylemler aslında. Bu eylemler sayesinde her biri, küçük de olsa, nefes
alabilecekleri bir mekân yaratıyor; bunun için de kendileri ile devlet iktidarının
kaba gücü, yani bu çatışmadaki tek hasımları arasında bir ateş tutuşturuyorlar.
Tüm bunlar olurken tek bir cumhurbaşkanı (hatırlatmakta fayda var, seçimlerin
geçersiz ilân edildiği günden bu yana beş cumhurbaşkanımız oldu), tek bir
bakan, tek bir genelkurmay başkanı (herkesin bildiği gibi, Cezayir'deki gerçek
iktidar ordudur) bir kez olsun meydana çıkmadı ve çıkmıyor. Kasıla kasıla
devlet televizyonuna çıkıp saçmasapan istatistikler sunan bakanların, bu işçi
sınıfı mahallelerine, sadece sefil bir yoksulluğun yaşandığı yerler olmayan bu
direniş, isyan ve öfke mekânlarına bizzat gitmeye cesaretleri bile yok.
Cezayir'de bizi yöneten ve yüz elli milyar dolarlık döviz rezervini idare
edenlerin farklı bir ülkesi var. İster asker, ister sivil, isterse de ülkeyi talan
eden oligarşilerin mensupları olsunlar, hepsi de altın kafeslerde yaşıyor;
plajları özel, restoranlarına sadece kulüp üyeleri girebiliyor, ikamet ettikleri
yerler beton ve demirden yapılma kale kapılarıyla çevreleniyor. Ülkenin dört
bir yanında yol bariyerleri var: şehirlerdeki polis bariyerleri, taşrada askerin ve
jandarmanın kurduğu bariyerler. Cezayir şehrine girmek istediğinizde, birkaç
kilometre ilerlemek en az üç saatinizi alıyor. Kimin kimi kuşattığından kimse
emin değil artık. Gerek coğrafi açıdan gerekse çekilen acılar açısından
komşumuz olan Tunusluların, kendi diktatörlerimizin gıptayla bakıp model
aldığı (tıkırında bir ülke, uysal yurttaşlar, her tarafta açılan bankalar)
cumhurbaşkanları Zeynel Abidin Bin Ali'yi devirmelerinden bu yana,
otokratlarımız eyleme geçmeye başladı. Yok etmeleri otuz yıllarını alan bir
şeyi birkaç gün içinde hal yoluna koyabileceklerini sandılar herhalde. İşte
böylece harekete geçip, petrol gelirini biraz daha cömert bir şekilde paylaşıyor,
sola, sağa ve merkeze, işsizlik, barınma, tatil sorunlarını çözme ve hatta "belki
de", 1992'den bu yana yürürlükte olan olağanüstü hal yasasını kaldırma sözü
veriyorlar. Birdenbire uyanıp maharetlerini göstermeye başlamış gibiler.
Sadece birkaç gün içinde, başkentin duvarları "gençleri" "30 000 dinar
miktarında faizsiz kredi" almaya çağıran dikkat çekici afişlerle donatıldı;
bununla gençleri girişimcilere dönüştürmek amaçlanıyordu. Daha da çok
parayı çarçur edecekler. Ouyahia hükümeti, hiçbir sosyal güvencesi olmayan
kayıtdışı işsizlerden ve ne vergi ne de sosyal güvenlik katkı payı ödeyen gayet
zengin işadamlarından oluşan kara ekonomiyi hiç düşünmeden bertaraf etme
kararı aldı. Bugünse geldiği yoldan geri dönme kararı verdi: Artık gerçek bir
hükümetin olmadığı, ama bir şekilde iktidara tutunmaktan hoşlandığı şeklinde
ciddi bir beyan veriyor gibiydi. Temel ihtiyaçlardaki fiyat artışı? İptal. "S 12",
biyometrik pasaportlar edinmemizi ve daha da fazla denetlenmemizi öngören,
binlerce Cezayirlinin hayatını perişan eden o ömürlük "doğum sertifikası"?
İptal. Yıllar boyunca bir şekilde tanınmayı bekleyen muhalefet partileri?
Bugüne kadar ikisi tanındı. Vesaire vesaire. Bu muz cumhuriyeti tüm o
mağrurluğu ve beceriksizliğiyle kendini gözler önüne seriyor.
Eski hükümet başkanı ve beceriksiz Gorbaçev'imiz olan Mouloud Hamrouche
bile şu nazik sözleri söylediğinde aynısını yapıyor: "Yirmi yılın ardından
insanlar bir çıkmaza vardıklarını idrak ettiler: İktidardakiler uzmanlıklarını
önemli ölçüde kaybetti. Hükümetin bir dolu parası var, ama bunları nasıl
harcayacağını bilmiyor. Ülkenin iktisadi potansiyelini nasıl seferber edeceğini
bilmiyor, çünkü hükümetin idari hizmetleri doğru düzgün işlemiyor.
Sorunlardan biri de bu ve bu ciddi bir sorun." Döviz rezervlerinde yüz elli
milyar dolarları var ve bununla ne yapacaklarını bilmiyorlar... Bununla ne
yaptıklarını öğrenmemize izin verdiklerinde de, bu her zaman bir skandalın, bir
An article from www.eurozine.com
3/4
yolsuzluk vakasının, milyarlarca dolara varan bir kamu parası aktarımının
sonunda gerçekleşiyor. Khalifia vakasından, akıllara durgunluk verecek kadar
masrafları olan Doğu−Batı Otoyolu, Cezayir şehri metrosu gibi kamu
projelerine dek her şeyde devlet düzeneği devrede oluyor. Ardından öyle
davalar imal ediyorlar ki aşağıdakiler birkaç yurt dışı gezisinin bedelini perişan
hayatlarıyla ödüyor, gerçekten suçlu olanlarsa cezadan muaf kalıp otuz beş
milyon Cezayirlinin hayatını ve ölümünü etkileyen kararlar alıyorlar.
Dolayısıyla, yetkililerin halihazırda "terörizmle mücadele etmek için" resmen
sürdürülmekte olan olağanüstü hal yasasını kaldırmakta sergiledikleri bariz
gönülsüzlüğü anlamak yeterince kolaydır. Söz konusu terörizmi ortadan
kaldırmakta hep aciz kalıyorlar: Cezayir'de her gün genç askerler ölüyor ve
kadir kıymet bilir bir ulus onları övmeye tenezzül bile etmiyor. Bir tabut ve bir
defin, onlara reva görülen şeyler sadece bunlar. Ama belki demişti
Cumhurbaşkanı Bouteflika olağan bir kabine toplantısı sırasında: olağanüstü
hal yasası belki kaldırılacaktır, çok yakında ve bu hatta bir an meselesidir.
Arap coğrafyasında birbiri ardına devrimlerin patlak verdiği, ülkenin dört bir
yanında binlerce şaiyanın dolaştığı, Cezayirlilerin sabırsızlıkla Tunus ve Mısır
devrimlerinin peşinden gittiği günlerde, ulusa seslenme zahmetine bile
girmemiş bir cumhurbaşkanından bahsediyoruz. Fakat gençler olağanüstü hali
çoktandır tanımıyorlar; ahırlarındaki öküzlere azap veren sivrisinekler misali
uzun zamandır, parçalı ve dağınık bir şekilde, ama her gün sokakları işgal
ediyorlar.
Peki sonuç ne? Ne olacak? Genç Cezayirliler, yani nüfusun dörtte üçünü
oluşturan insanlar, ne kadar bölünmüş olurlarsa olsunlar, işitilemeyen
sloganlarla değişim için umut duymaya devam eden büyüklerinin harekete
geçme çağrılarına karşılık verecekler mi? Ya da, kamusal protestoların Sokak,
yani siyasi sahnenin kimsenin geleceğini görmediği yeni aktörü ile başarısızlık,
geri çekilme, tükenmişlik ve mağrurlukla dolu kendi tarihleri arasındaki
buluşmayı kutlayan ateşi harlamasını uman bazı seçkinlerle karşılaştıklarında
onlara şu soruyu soracaklar mı: "Kendimizi yakarak öldürmeye çalışırken
yanımızda annelerimizden başka kimse niçin yoktu?"
Cezayir'deki kodamanlar insanların kendini yakarak öldürmesini zerre
umursamıyor, ama bu kıvılcımın ateşi harlamasından da korkuyorlar. Ya mars
ya fite oynuyorlar ve bahis konusu olan şey 150 milyar dolar. Öte yandan
Avrupalılar ve Amerikalılarsa, eski günlerde nasıl siyahların ve yerlilerin
gerçekten insan olup olmadığından şüphe duymuşlarsa, şimdi de kendilerine,
gayet ciddi ciddi, Arapların demokrasi için gerçekten de yeterince olgun olup
olmadıklarını soruyorlar.
Published 2011−10−05
Original in French
Translation by Erkal Ünal
Contribution by Cogito (Turkey)
First published in Cogito 67 (2011) (Turkish version); Eurozine (English and French
version)
(c) Ghania Mouffok / Cogito
(c) Eurozine
An article from www.eurozine.com
4/4