Felsefenin Serüveni / Kökeni ve Şimdide Felsefe

Transkript

Felsefenin Serüveni / Kökeni ve Şimdide Felsefe
FELSEFENĐN SERÜVENĐ / KÖKENĐ
VE
ŞĐMDĐDE FELSEFE ÖĞREN(Đ)CĐSĐ OLMAK
Mevlüt ALBAYRAK*
Özet:
Bu çalışma üç şeyi yapmayı denemektedir. Birincisi Eskiçağ adı
altında başlatılan felsefe adının kendinde bir tanımlamayla kısa serüvenini ele
almaktır. Đkincisi Batı düşüncesi açısından Felsefenin kökeni sorunu ve
şimdide felsefe adını alan adlandırmaların özet bir sınıflandırmasını, üçüncü
olarak da günümüz akademiasında felsefe öğrencisi olarak adlananların
yapabilecekleri imkânları dile getirmektir. Amacı ise felsefe adını alan bir
alanın genel insan okuyucu üzerinde yaratabileceğini düşündüğüm merak
duygusunu canlı tutmak ve günümüzde felsefe disipline karşı ilgi uyandırma
çabasına genel bir bilgi yükü sunarak katkı sağlamaktır.
Anahtar Kelimler: Eskiçağ’da Felsefe, felsefenin kökeni, philo,
sophia, Whitehead, Gadamer, felsefe öğrencisi.
Hiç kimse bir felsefe tarihi yazmada tam başarılı olamaz; zira felsefeler,
tıpkı sanat eserleri gibi, yoğun bir şekilde bireylik şeylerdir [tecrübeler].
–Burnet.
GĐRĐŞ
G
eçmiş, yaşanmış bitmiş ve herhangi bir şekilde insan
tecrübesinden tam olarak ayrılmış bir zaman dilimi değil, salt sözel ya da
yazılı bir öykü varoluşunun ötesinde yer almaya devam edip giden
şimdidir. Antik öyküler, antik kentlerin taş sütunları, sanatlık etkinlikleri
ve sosyal hayatlarını sürdürdükleri mekânları, şimdiden bakılınca bir
değerler ve gerçekliklerin canlı yaşanmışlıklarını sunar. Orada var olan
taş artık bir taş olmaktan, tiyatro alanı bir tiyatro alanı olmaktan çıkar ve
şimdide tebessüm eder. Taş’ı bir heykele dönüştüren el, sadece bir el
olmaktan çıkıp, bir zihnin ortak öyküsü haline dönüşür. Bir taş’ta insan
bedenini resmedercesine tüm kıvrımları ve doğallığıyla varlığa getirilen
*
Prof. Dr., SDÜ, Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü, Sistematik Felsefe ve
Mantık ABD. ([email protected])
5
‘güzellik’ ve ‘insan ihtişam’ı karşısında duyulan içsel haz duygusu,
insanın kendinde var olanı yansıtışının bir yaratımı olarak insanlığın her
dönemini şimdileştirir. Tüm bu ‘şimdileştirmeler’ bize ortak bir şeylerin
var olduğunu söylemektedir. Đnsanın varlığı, insanın insan gibi düşünme
ve edimini gerektirir. Đşte her dönemde yeni adını alan bir şeylerin varlığı
bu gerekliliğin ifadesidir. Bu aynı zamanda ‘bir şeyin tarihi’dir.
Eskiçağ’da felsefe, Felsefe Tarihinin en genel ve en problemli
alanını betimler. Genel olması başlangıç serüvenindeki belirsizliğinden
kaynaklanır. Problemli olması ise içinde barındırdığı felsefenin başlangıç
öyküsüyle ilgili ortaya koyulan ilk dönem iddiaların hemen, hiç birinde
birincil kaynaklara dayalı bir açıklamaya dayandırılamaması ve dilden
kaynaklanan yetersizlik yüzündendir.
Eskiçağ adlandırmasını içine şayet bir yer ya da bir kültür adına
sınırlama getirmeden tüm insanlığın ortak tecrübesini içine alacak bir
dönem adı olarak bakarsak, yorucu bir sürecin içine girmiş oluruz. Ancak
bu zorluk beraberinde bazı kolaylıkları da getirecektir. Öncelikle eskiçağ
bir tarihlik tecrübe olarak okunursa, ülkemizde Felsefe öğretimi alan Türk
gençlerine çok farklı coğrafya ve kültürlere bakma imkânı sağlayacaktır.
Đkinci olarak eskiçağ kavramının birey olma mücadelesi içinde olan
gençler üzerinde sınırlandırılamaz bir insanlık tecrübesi örnekleri sunma
imkânı gösterilecektir.
Şu soruyu sorarak işimizi kolaylaştırabiliriz: Eskiçağ’da felsefe
ve onun tarihi dediğimiz de, insanlık tecrübesinin geçmiş bil-fiil varolan
bir döneminde yaşamış filozof adını alan kişilerin, kendilerinin her şeyi
bildiği iddiası taşıyan günümüz ‘felsefe ilgilileri’ne ne söyleyebilir? Bir
felsefeci 1 için bu sorunun cevabı çok şey olacaktır. Öncelikle felsefeye
ilgi duyan birinin, günümüzde yaşadığı felsefi soruşturma konularını
aydınlatmak açısından geçmiş filozofların, sadece Grek felsefe
geleneğinden gelenleri değil, tüm Eskiçağ alanını içinde yer almış olan
tecrübeleri, mevcut sorunlarla ilgili yol göstericiliğini kabul etmesi
kaçınılmazdır. Đkinci olarak geçmişin yaşanmış tecrübesinin kültürel
iklimini öğrenme yoluyla, o dönemdeki filozofların düşündükleri ve
düşüncelerine göre edimde bulundukları kültürel dünyalarını, hayat
karşısında bir tavır alış olarak kullandıkları kavramlarını anlamak
açısından ortaya koydukları felsefelerine yönelmek, felsefe tarihi
okumalarının temel gerekçelerinden biridir. Diğer bir nokta da, bir
sınırlamaya girmeyen ‘tüm filozoflar’ üzerinde yoğunlaşarak, şimdiden
hareketle ‘eski’nin o dönemin, ya da dönemin şimdisinin düşünce ve fikir
dünyasına dâhil olmayı deneyebiliriz. O dönemin/lerin felsefesini
1
Felsefe-ci’deki –ci eki günümüzde iki durumu imlemek için
kullanılmaktadır; birincisi felsefeye ilgi duyan sıradan insanların biraz daha
üstünde yer alan ‘ilgililer,” diğeri de akademik anlamda bu ilgi duymayı bir
meslek olarak sürdürenler.
6
okumak, o insanların kavramlar üretme yöntem ve gerekçelerini
bilmektir. Bunu yapmakla, ifade ettiğimiz gibi ilgi alanımıza giren felsefi
problemleri çözümlemeye köken bulurken, varoluşun serüveni açısından
kendi bil-fiil varolma sürecimizi yakalarız. Bir dönemin düşünce ve fikir
dünyasına girmek demek, kendi varlığımızı bir tecrübe birikimi olarak
kendimizce izlemek demektir. Tüm bunlarla beraber geçmiş bil-fiil
varolan bir dönemi tarihlik olarak okumak, bir kültür tanımlamasına
rehberlik etmektedir. Bu o insanları ve toplumları anlama gereksinimi
(böyle bir gereksinim içsel olarak var edilirse) ve şimdiyi değerlendirme
yöntemlerinden biridir.
Özel bir tanımlamayla başlarsak, Batılı anlamda Eskiçağ
felsefesini çalışmak, daha çok bir dönemin adını alarak oranın felsefesini
çalışmak olarak kabul edilir. Bu dönem kabaca MÖ 585 ile MS 529
yıllarını (farklı bir tarihlendirme yaklaşık olarak 585 ile 200 yılları) içine
alır. Ayrıntılı ve sürekliliği olan bir başlangıç öyküsü olarak kabul
edeceğimiz Batı felsefe tarihinin bir bölümünün adı olan Sokrates öncesi
felsefe ise (Sokrates’in (MÖ 470–399) kendisini de içine alan bir dönem)
yaklaşık MÖ 585–400 yılları arasında yer alır.
Batı felsefe tarihi açısından tüm felsefe tarihinde Platon ve
Aristoteles’in cümlelerinden birini kendi sisteminde belirtmeden konuşan
hiçbir öğreti yoktur. Felsefe tarihi farklı dönemlerde Batı düşüncesine
hâkim olan iki farklı kozmolojiden biri olan Platon’un Timaeus’unu
büyük bir tecrübe olarak sunar. Timaeus’un ortaya koyduğu kozmoloji,
daha sonra 17. yüzyılda ortaya çıkan kozmolojik görüşün ön bilgisini
sunar. Platon, Batı felsefe tarihinde felsefi serüvenin ilk felsefe
tarihçisidir. Phaidon diyalogunda filozof betimlemesi, Timaeus’ta
kozmoloji öyküsü, Devlet’te şairlerin öyküleri ve adalet ölçütüne göre
değerlendirilmeleri bir bütün olarak Batı felsefe tarihinin serüvenin
örnekleridir. Aynı şekilde bir adım daha ileride duran Aristoteles’in
Fizik’i, Metafizik’i, De Anima’sı, felsefenin doğasıyla ilgili yeni başka
bir serüveni açar. Aristoteles Metafizik’te bu serüveni şöyle tanımlar:
Onlar başlangıçta açık güçlükler karşısında hayrete düşmüşleridir.
Daha sonra yavaş yavaş ilerlemişler ve ay, güneş, yıldızlara ilişkin
olayları, nihayet dünyanın oluşumu gibi daha büyük sorunları ele
almışlardır. Bir sorunu fark etmek insanın kendisinin bilgisiz
olduğunu kabul etmektir.2
“Yavaş yavaş ilerleme” ve ardından merak uyandıran uzak
nesneler “ay, güneş, yıldızlara ilişkin olaylar” hakkında sorular sorma,
insan yeteneğinin ilk nesnel dürtü kaynaklarıdır. Onların fark ettikleri
konu, etraflarında olan tüm nesneler hakkında yetersiz bilgiye sahip
olduklarını itiraf etmeleridir. Felsefe merak etmenin ve hayrete düşmenin
2
Aristoteles (1999), Metafizik (çev. Ahmet Arslan), Đstanbul: Sosyal Yay., s.
83 [982b 11-18].
7
ürünüdür, ancak bu aynı zamanda öncekinin bilgisinin kendi şimdilerinde
yaratmış olduğu “hayal kırıklığıdır” 3 da. Merak duygusu ve “hayal
kırıklığı”yla başlayan felsefe, sonunda, yani felsefe olarak felsefe en
iyisini yaptığında, ondan geriye yine merak duygusu ve hayal kırıklığı
kalır.
Bir serüven ve süreklilikten söz etmemize rağmen, Grek 4
felsefesinin ortaya koyduğu sistemler, tek başına Ortaçağ ve Modern
felsefeye bir hazırlık olarak kabul edilmemelidir. Bu sistemlerin her
birinin insanın fikri hayatının gelişiminde bir başarı olarak kendi
başlarına bir yükümlülükleri (belki de yükümsüzlükleri) vardır. Greklerin
akla bir özgürlük alanı açmış olmalarının temelinde birçok etmen
olmuştur, ancak tüm bunlar bize neyi söyleyecektir? Onların anladığı
anlamda bilgelik, tek başına dünyanın kuramlık bir izahını değil, aynı
zamanda hayata dönük uygulayımlık bir tavrı da içeriyordu. Grek
insanının bu özelliği, “hayatı dilediği gibi yaşama özgürlüğü,” diğer bir
ifadeyle kişinin kendi kendine yetmesidir (autorkeia). Grek’te filozof,
filozof gibi yaşamıştır, dediğimizde kastettiğimiz budur. Nietzche’nin
“felsefi hayatın cesur açıklığı” dediği ve modern filozofların hayatında
bulamadığını söylediği şey buydu.5
Grekler ya da dünyanın diğer yerlerindeki, Mısır, Hint ve Çin,
felsefecilerin çalışma alanları, tam da bu merak ve yaratılan hayal
kırıklığından dolayı olsa gerek, tüm doğa bilgisini ve hayat bilgisini içine
alan bir genişlikteydi. Felsefe hem doğanın hem de insanın kökeni
sorununu sınırsız bir bilgi alanı içinde izliyordu. Bilim adını alacak
düzeyde araştırma okulları, hem içinde bulundukları topluma hem de
siyasal erke karşı bir rakip kurum olarak görülüyordu. Bu ve buna yakın
ayrımların yanı sıra geçmiş dönem ile günümüz dünyasında felsefenin
algılanış biçimi konusunda ortak bir kaderin varlığından da söz edebiliriz.
Bugün yapmaya çalıştığımız felsefe, dün bu kültürde yapılan
felsefe gibi Batılıdır. Bizden adların varlığı, Farabi, Đbn Sina, Gazali, Đbn
Tufely, Đbn Rüşd, onun Batılı olmasını engellemez. Farabi’in, Đbn
Sina’nın, Đbn Rüşd’ün felsefeleri de bu anlamda Batı felsefesinin izinde
yürür. Đnsanlığın ortak öyküsünde her nerede yer bulursa “şimdi
burada”ya dönüşebilir. Đşte bu anlamda “şimdi burada” olarak felsefe,
3
Critchley, Simon (2010), Sonsuz Takip (çev. T. Birkan), Đstanbul: Metis, s.
11.
4
Daha alışılmış ve Türkçe söyleyişe daha açık olmasına rağmen Grek
kavramını Yunan kavramına tercih ediyorum. Bunun sebebi, ikinci adın
birincisine göre daha dar olması ve politik söyleme daha fazla imkân
tanımasıdır. Ancak farklı metinlerden alıntının yapıldığı yere göre de Yunan
adını kullandık.
5
Zeller, Eduard (2001), Grek Felsefesi Tarihi (çev. Ahmet Aydoğan),
Đstanbul: Đz Yayıncılık, s. 31.
8
kendi nedir’ini soruşturmanın imkânını yeni bir amaçla yakalamış
olmaktadır.
Fikirlerin serüvenini tek bir coğrafya ya da kültür dünyasının
sınırlarına hapsetmek dogmatizmler yaratır. Felsefe öğrencilerinin fikirler
serüvenindeki çoğulcu yapıyı kavrayabilmeleri için Grek felsefesinin
başlangıç öyküsüyle birlikte Mısır, Hint ve Çin felsefelerinin serüvenini
görünür kılma imkânı sağlamalıdır. Bunun gerekçesi eskiçağ
adlandırmasının bir yerle ve bir coğrafyayla sınırlandırılamaması
gerektiği düşüncesidir. 20.yüzyılın büyük filozoflarından Edmund
Husserl, Batılı olmayan felsefenin varlığıyla ilgili şüphelerinin olduğunu
söylemesine karşın, günümüzde yapılan birçok çalışma ve çeviri Batı
dışında da felsefelerin varlığını bizlere gösteriyor. Bu nedenle David
Cooper’in şu yargısını aynen tekrarlıyorum:
Güneş altında Batılı olmayan felsefelerin varlığını dışarıda
bırakmak, özellikle Üniversite öğrencisinin hayatını kısaltması
demektir.6
Var olan tüm felsefi soru sorma biçimleri, başka başka
kültürlerde ortaya çıkmalarına rağmen, her birinin kendince özgünlüğünü
onaylamak ve her bir felsefenin diğeriyle uygunluğunu göstererek
felsefeye ilgi duyan kişide özel alanların çoğulluğu fikrini yaratır. Bu
tercihlendirme imkânına felsefenin “seçkiciliği” ve “kendinde çoğulluk”
alanı adını veriyorum. Bu bakış açısından felsefe nedir? sorusu, geçmişin
bil-fiil varlığından bağımsız ele alınamaz. Nedir? sorusu yeni bir soru
olmakla birlikte, her bir dönem bu yeninin kendince bir cevabını vererek
akıp gelmektedir. Biz bir önermenin doğruluğu iddiasında bulunacaksak,
bu önermenin olgulara dayandığını da göstermeliyiz. Felsefe bu kuralı
dikkatten uzak tutamaz. Whitehead, tüm felsefe “Platon’a düşülen
dipnotudur” 7 derken, felsefe yapmanın bir tecrübesini bize
göstermektedir. Ancak bu gösterilen sadece orada kalan değil, kendisi
olarak buraya devam edip gelendir. Platon’un felsefesi, bu anlamda, onu
izleyenler tarafından her hangi bir şüphe ve sorgulamaya tabi tutulmadan
aynen tekrar edildiği ve edilmesi gerektiği anlamına gelmez.
Felsefenin bir tarihi vardır. Bu tarih içinde Batı felsefesinin de bir
tarihi vardır. Günümüz iletişim dünyasında hâkim Batılı zihin ve hayat
tecrübesinin yönlendirici ve yeniliğe açık imkânlar sunmasını
onaylamamızdan dolayı Batı felsefe tarihinde Grek’in öyküsü bizi de
içine almaktadır. Buna göre her milletin, her çağın kendine özgü
felsefeleri olduğuna göre, Greklerin felsefesi bizim için neyi ifade
etmektedir? Grek felsefesi Avrupa fikri hareketinin önemli unsurlarından
6
Cooper, David E., (2003), World Philosophies An Historical Introduction,
Oxford: Blackwell Publishing, s. 1.
7
Whitehead, A. N. (1967), Process and Reality, New York: Macmillan
Company, s. 39/63 [PR].
9
biridir ve bu felsefe olmaksızın Avrupa serüven olgusu ile genel de
insanlığın müşterek serüveni anlaşılmaz. Bu tarihi okuma salt tarihi bir
ilgi değil, aynı zamanda insanlığın kavrayışında yer etmiş fikirlerin
serüvenini izleme yöntemi olacaktır. Batı felsefe geleneği açısından
devasa bir zenginliğin ortasında durmaktayız. Bu zenginlik kendini
tekrarlayarak değil, nedir?in içinden akıp gelen her bir andaki yenilikte
ifadesini bulan kazanımlarda sergiler. Var olanın varolarak orada yer
edinmesi felsefe için bir şey söylerken, sadece onun orada olması olarak
orada kalmasına izin veremez. Böyle bir şeye sıcak bakması durumunda
ise, felsefe kendindeki birinci anlamdaki nedir?i unutmuş olur. Soru, bir
arayışın izinde kendini açma sürecinin yol gösterici aracıdır. Ancak bu
araç, sıradan araçlardan farklı olarak bir süreci imler. Bu süreç kendinde
bir sürekliliği zorunlu yaşarken, her bir sorusunun da cevabını farklı
kılmaktadır. Felsefe nedir? sorusu iki nedir’i bir arada açmayı zorunlu
kılmaktadır. Hem özne hem de yüklem olarak “felsefe” kendinde nedir’in
adıdır. Bunda onun tek bir tanıma sığdırılamayacak serüveni etkindir.
Nedir? ise başlı başına ikinci bir nedir sorusu içinde, içinden çıkılamaz
olanın adlandırmasına ve bir yere sığdırılmasına ya da bir yerle
sınırlandırılmasına giden yolu göstermeyi dener. Bu deneyim kesinlikle
postmodern düşünürlerde gördüğümüz karışık bir Pazar yeri ya da
pazarlama durumunu imlemez.
Geçmişin şimdisinin bil-fiil varlığının tecrübesi dikkate alınınca,
çalışma Grek felsefecilerinin tarihsel serüvenini, olabildiğince kendi
varlık alanından hareketle izleyecektir. “Fikirlerin serüveni,” insanlığın
serüvenidir. Felsefe nedir? üst başlığı altında verilecek cevaplar, felsefi
soruların çağlar boyunca fazlaca bir değişim yaşamadığını gösterir. Antik
filozofların (Mısır, Hind, Çin ve Grek’te) sormaya başladıkları bilgi
nedir? Adalet nedir? Güzel nedir? Đyi nedir? Doğru yaşamak ne demektir?
gibi sorularla kendimiz, içinde yaşadığımız dünya, dünyadaki yerimiz
konusundaki sorular, bu gün bizlerin de sorularıdır. Kabul edilmesi
gereken temel ilke, eskiçağ filozofları ile günümüz felsefecileri arasındaki
ayrım hakkında, sorularda değil, bu sorulara verdiğimiz cevaplarda
akrabalığımız sürmektedir.8
ANTĐK FELSEFE YA DA YOLDA OLMA
Eskiçağda felsefe ya da daha özel dönemlemeyle antik felsefe9
yaşanmış bitmiş bir tecrübe dönemini açığa çıkarırken, bu dönemle ilgili
felsefe nedir? sorusuna verilen cevapların araştırılmasından da, birden
çok kaynağın olabileceği fırsatına yol açar. 21. yüzyılda felsefe öğretimi
alan bir öğrenci ya da felsefeye ilgi duyan herhangi bir kişi, eğitim düzeyi
belli bir seviyede olan herhangi bir kişi, felsefe nedir? sorusuna vereceği
8
Jordan, William (1993), Ancient Concepts of Philosophy, Florence, KY,
USA: Roudledge, s. 3.
9
Antik felsefe Grek felsefesi anlamında kullanılmaktadır.
10
cevapla, antik dönemde felsefe nedir? sorusuna verilen cevabı eşitleyerek
okuyamaz. Felsefe nedir? sorusuna Greklerin verdiği cevap ile Modern
düşünürlerin verdiği cevap farklıdır. 10 Antik dönemde Greklerin
felsefenin doğası ve amacı hakkındaki konuşmaları ve yazıları ile modern
dönemde felsefenin doğası ve amacı üzerine konuşmalar arasındaki esas
ayrım, bugün bizlerin üniversitelerde yaptığımız şeyle [işle] ortaya
çıkmaktadır. Sosyal hayatın yanlış ve eksik olarak tanımlanacak birçok
yönüne bireylik olarak karşı çıkma ve onun mücadelesini, sonucu ne
olursa olsun, sürdürme geleneği antik felsefenin bir hayat biçimiydi.
Günümüzde ise felsefeciler üniversite kürsülerinde maaş karşılığı
öğrencilerine resmi sınırlar içinde ders veren kişilerdir. Eskiçağ
düşüncesinde felsefe, genel olarak bir hayat tarzı, bir dünya görüşü var
etme amacı taşırken, günümüz Üniversiteleri bir belge verme amacı
güderek, diplomalı ya da sertifikalı soru sorma yetisini canlı kılan bireyler
yetiştirmektedir. Sokrates, öğrencilerine bizzat kendi üzerinden bir dünya
hayat tarzı sunarken, günümüz felsefe hocası belki sadece öğrencilerinin
içinde bulundukları topluma uyum sağlamakta zorlanmayan bireyler
olarak yetişmelerini ve belki de yönlendirilmesine karşı tavır alış
biçimleri geliştirmelerini amaçlamaktadır.
Günümüzde felsefe, Üniversitelerin Felsefe Bölümlerinde
yapılmaktadır (verilmektedir). Üniversitelerin, amaç olarak ‘geleceğin
yaratımı’ imkânına yükledikleri anlam önemlidir. Geleceğin şimdisi
bizler için büyük imkânlar alanı demektir. Bu yüzden geleceğin
yaratımında felsefenin özel işlevi nedir? sorusu öncelikle sorunun neyi
amaçladığına odaklanmayı gerekli kılar. Bir filozof olarak Sokrates
zamanını, Atinalıların içinde bulunduğu varsayımlarını, iddialarını tahlil
etmekle geçiriyordu; o bir bilim adamı değil, filozoftu. Bilim adamı ve
filozof birbirine yardımcı olabilir. Bilim adamı bazen yeni bir fikrin
peşindedir ve filozof de bilimlik sonuçlarla ortaya çıkan anlama göre
10
Burada kısaca Modern kelimelerinin tarihsel öyküsüne bir gönderme
yaparak cevabın farklılığının kaçınılmazlığına yol açan imkânı göstermek
istiyorum. Modern teriminin uzun bir tarihi serüveni vardır. Latince
formunda “modernus” olarak modern, ilk defa MS 5. yüzyılın sonunda
şimdide olanı geçmiştekinden ayırmak için kullanılmaya başlanmıştır. Yani
bir dindar olarak Hıristiyan ile Romalı ve pagan olanı birbirinden ayırmak
için modernus kelimesi kullanılmaya başlandı. Buna göre kelime bir çağın
bilincini ifade eder ve antik geçmişle olan ilişkisini gösterir. Bu da eskiden
yeniye geçişin bir sonucu olarak kendini göstermedir. Buna göre modernite
kelimesini Rönesansla sınırlandırmak eksik kalmaktadır. Mesela 12. yüzyılda
Büyük Charles döneminde halk kendisini modern olarak tanımlıyordu.
Bunun yanı sıra 17. yüzyıl Fransa’sında “Quarelle des Anciens et des
Modernes” meşhurdur. Ayrıntı için Bkz. Jurgen Habermas (2002),
“Modernity- An Incomplete Project,” The Anti-Aesthetic Essays On
Postmodern Culture, Editör ve Giriş, Hal Foster, New York: The New Press,
s. 1–2.
11
aydınlanır. Her iki alanın karşılıklı iletişimi gelişmiş düşünce
alışkanlıklarını paylaşır. Bilim adamı sonuçları ister ve bu sonuçları
evrende gerçekleşmesini gözlemeye çalışır. Filozof ise bu sonuçlarla
ortaya çıkan fikirlerin anlamının peşindedir. Ancak gerek bilim gerekse
bilgili olma özelliği felsefenin asli değil, ikincil derecedeki araçlarıdır.
Felsefe her kelimeyi, her cümleyi ve düşünceyle ilgili her sözlü ifadeyi
alır ve ardında da bunun anlamı nedir? sorusunu sorar. Bu sıradan
duyumluk cevapların ötesine geçme isteğidir. Modern anlamda
Üniversitelerin felsefe bölümlerinin işlevi de bu öteye geçmeyi
soruşturmak ve düşüncemize dâhil olan her bir kavramın uygulayım
alanının anlağını genişletmek için çözüm adına yeni soruları varlığa
getirmektir.11
Felsefenin yapısında iki ana unsur vardır: Philo ve Sophia. Bu iki
ana unsur, felsefenin insan tecrübesinden doğan en somut iki ayırıcı
özelliğidir. Philo; dost, arkadaş, seven demektir. Sophia ise bir yönden
bilgelik ve bilim kavramını ifade ederken bir yönden de beceri, yapabilme
gücü (iktidar), işbilirlik ve zekâ anlamlarına gelmektedir. Grek
düşüncesinde yapabilme gücü, sophia’nın birincil anlamı olsa da, bilgelik
ile yapabilme gücü iç içe geçmiş ortak kavramlardır. 12 Herakleitos,
“bilgeliği seven insanlar gerçekten çok şeyde araştırmacı olmalıdır” 13
derken, sıradan araştırma ve bilginin üzerinde bir hedefi betimlemektedir.
Genel olarak sophia’nın doğruluğa, hikmete sahip olma anlamı yaygındır.
Aristoteles’in ifadesiyle sophia, “en yüksek ve en tanrısal şeyleri bilmeye
yönelmiş zihnin kendisidir.” 14 Ona göre, bir bilgin aynı zamanda bir
bilgedir. Bu bir bakıma dost ve dostun dostu ile düşünce arasında varoluşa çıkmasıdır. Bu var-oluş süreci için, mümkün olduğunca çok zor ve
insanlar tarafından bilinmesi kolay olmayan şeyleri ve bilimin her dalında
nedenleri keskin bir şekilde bilme, öğrenme ve öğretme gücünün olması
gereklidir. Bu güçte olanlar, kendileri için ve “sırf bilmek amacıyla”
aranan bilimlik kavrayışa sahip olan kişilerdir. Bunlar kavrayış ve
uygulayım tümlüğünde kendilerine dışsal her hangi bir güç ya da
kurumluk yapı tarafından buyrulan ve buyruğa göre eyleyen kişiler değil,
aksine yaşam bütünlüğüyle başkalarına kendisinin irade dışı tavrıyla
buyuran kişidir. Bir sınıflandırma yaparak konuşursak, Đlk olarak bilge,
mümkün olduğu ölçüde her şeyi bilen bir kişidir. Her şeyi bilme, yani
derin bilgi sahibi olma ya da bilginlik bilgenin birinci ayırıcı özelliği
olmaktadır. Đkincisi, güç ve insanlar tarafından bilinmesi kolay olmayan
11
Whitehead, A. N., (1966), Modes of Thought, New York: The Free Press,
s. 171-4 [MT].
12
Diemer, Alwin (1990), “Felsefe,” Günümüzde Felsefe Disiplinleri (çev.
Doğan Özlem), Đstanbul: Đnkilap, s. 12.
13
Herakleitos (2005), Fragmanlar Herakleitos (çev. Cengiz Çakmak),
Đstanbul: Kabalcı, s. 35.
14
Aristoteles (1999): 78; 80, 2. dip not [981a, 27].
12
şeyleri bilme gücüne sahip olma ve bu gücü uygulayımda gösterme
becerisi olan insan bilge kişidir. Üçüncüsü bilimin her dalında nedenleri
daha kesin bir biçimde bilen ve bunları da öğretme gücüne sahip
olandır… Dördüncüsü Psikolojik bir nitelik olarak bilge kişi dışsal
yönlendirmeye karşı açık değildir. Buna göre de bilge kişi kendisine
emredilen değil, aksine kendisi başkalarına rehberlik etme yeteneği olan
kişidir... 15 “Bilgisizlikten kurtulmak için felsefe yapmaya girişmek,” 16
“tanrısal bilim”in keşfine katılmak demektir. Bu bilimin üstünlüğü
insanın bilmeye ve anlamaya yönelik ortak açlığının ve hayal kırıklığının
yaratmış olduğu ‘sorma durumları’na ulaşmış olduğu tek doyum alanıdır.
Doğuşu itibarıyla filozofun özellikleri arasında sıradan bir iş
sahibi olmak, zenginliğin peşinden koşmak, şöhret ve güç talep etmek
gibi şeylere karşı ilgisizlik yer alır. Bu anlamda sophos, “farklı olma”nın
adıdır. Sophos olmak, kendince bir hayat tarzı belirlemektir. O hayatını,
geleneğe dayalı değerleri hiçe sayarak ve sıradan insanların yaşadığı
sıradan hayattan kendini ayırarak ve o hayata uygun bir tavır alışla
yaşamış ve konuşmuş biridir. O bir düşünür ve doğruluk arayıcısı olarak
görülür.17
Bilgelik bir rüya durumunda ya da salt tahayyül alanında
gerçekleşen bir verilmişlik değil, kazanılan bir gerçekliktir. Bilge, hayatın
bütünlüğü içindekini görünümleştirerek ‘kendi’ olarak onu kendi
üzerinden var-oluşa getirme becerisinde olma durumudur. Bilgeliği,
bilme, bildiğini yapabilme ve arzulama gücüne en üst düzeyde sahip olma
olarak tanımladığımızda, onun bu niteliği çalışmamızın bütünlüğünü
oluşturan tarihi serüvendeki yer arayışını ‘umutsuzca’ sürdürmesini
tanımlama açısından yol gösterici olacaktır.
Laertius bilge-filozof özdeşliğinden hareketle Pythagoras’a (MÖ
570–494) referansla filozofu şöyle resmetmektedir:
Đlk filozof adını alan kişi Pythagoras’tır… Tanrının dışında hiç
kimse bilge değilmiş. Eskiden ‘bilgelik’ deniyordu, bunu meslek
edinene ve zekâsını büyük bir özenle bu konuda çalıştırana ‘bilge,”
bilgeliği bağrına basana da ‘filozof’ deniyordu. Bilgelere sofist de
denirdi: yalnız bunlar değil, ozanlar da sofistti; Kratinos
Arkhilokhoi’da Homeros ile Hesiodos’u izleyenleri överken böyle
söylerler.18
15
Aristoteles (1996): 82–3, [982a 10; 83 [982a, 6–32].
Aristoteles (1996): 83–4, 85, [982b 10–20; 983a 5].
17
Soccio, Douglas J., (2010), Felsefeye Giriş Hikmetin Yapı Taşları (Çev.
Kevser Kıvanç Karataş), Đstanbul: Kaknüs.
18
Diogenes Laertius (2010), Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri (Çev.
Candan Şentuna), Đstanbul: YKY., [11, 12] s. 16–17.(Bundan sonra DL
şeklinde verilecektir).
16
13
Genel kabule uyarak tekrarlarsak, Philo-Sophia kelimesi,
Pythagoras’ın keşfidir. Ona göre hiç kimse gerçek sofhia, ya da sophia
sahibi olamaz. Sophia kelimesi, söylemiş olduğumuz gibi, Grek’te hem
bilim hem de bilgelik karşılığı kullanılır. Sophia Aristoteles tarafından iki
farklı anlamda kullanılmıştır. “Sophia” genel olarak bilim ve felsefedir.
Đkinci anlam ise, en yüksek ve en tanrısal/kutsal şeyleri bilmeye yönelmiş
zihnin kendisidir. 19 Daha genel bir söyleyişle “sophia (hikmet), ancak
Tanrı’nın inhisarındadır. Pythagoras’tan önce bu bilim, gerçekte sofhia
adını taşıyordu. Bunu meslek edinen kimse şayet asil ve zengin bir ruha
sahipse, sofhos adını alıyordu. Ama buna karşılık bir philosophos
(hikmeti seven) sadece hikmete ulaşmaya çalışan kimsedir.”20
Tüm bu bilgileri yeniden toplayarak tekrar edersek bugün
kullandığımız anlamda Philosophia, sözcük olarak MÖ 5. yıldan itibaren
kullanılmaya başlanmış ve felsefi anlamda ilk olarak MÖ 4. yüzyılda
Platon tarafından tanımlanmıştır. Sokrates öncesi düşünürlerin
philosophos (filozof) sıfatını da, philosophein (felsefe yapmak) fiilini de,
philosophia (felsefe) adını da bilmedikleri söylenebilir. Bilindiği
kadarıyla bu sözcüklere Perikles yüzyılı diye adlanan MÖ 5. yüzyılda
rastlanmaktadır. Felsefe bundan önceki çağlarda “tanımak, gerçeklik ve
insanlar hakkında en geniş deneyime ulaşmak ve başka bölgeleri
birbirinden farklı gelenekleri keşfetme” anlamına gelmektedir. Sokrates
öncesi düşünürler ise kendi entelektüel tavırlarını historia, yani bir
soruşturma olarak görüyorlardı. Böyle bir tecrübeye sahip kişi insan
hayatıyla ilgili konularda bir yargılayıcı konumunda olabilir.
Homeros’tan bu yana philo- önekiyle bileşen sözcükler hayat ilgisini,
hayat tarzını, hayat nedenini kendini şu veya bu etkinliğe adayarak bulan
kişinin konumunu belirtmek için kullanılıyordu.21
Sophia kavramının MÖ 5. yüzyılda tam da felsefi bir tanımı
yapılmamıştı. Sophos olan kişi hem çok şey bilen, çok şey görmüş, çok
yolculuk etmiş, ansiklopedik bilgiye sahip hem de hayatta adab-ı
muaşeret kurallını bilen ve uygulayan ve mutluluk içerisinde olan biridir.
Bilme ve yapmayı birbirinden ayırmak zor görünmektedir. Serüveni
geriden getirirsek, sophos ve sophia sözcükleri Homeros’tan (Đlyada 15,
411)
bu yana filozoflarınkiyle hiç ilgisi olmayan bir anlamda
kullanılmıştır. Đlyada’da sophia, her tür yapabilme yetisine sahip bir
dülgeri tanımlar. Buna göre sophia, “belli ölçülere ve kurallara bağlı, belli
bir eğitimi ve çıraklığı gerektiren ve ayrıca zanaatkâra veya sanatçıya
aletin yapım sırlarını açıklayan, sanatlarını icra ederken onlara yardım da
eden bir tanrının ya da tanrısal bir varlığın katkısını gerektiren etkinlikler
ve uygulamalar” olarak tanımlanır.
19
Aristoteles (1996): 80, 2. dip not.
Keklik, Nihat (1982), Felsefenin Đlkeleri, Đstanbul: Doğuş Yay., s. 6.
21
Hadot 2011: 27. Philo-posia içkiye duyulan ilgi; philo-timia onur
kazanmaya duyulan ilgi; philo-sophia da sophia’ya duyulan ilgidir.
20
14
Buna ek olarak Sophia başkaları karşısında davranış
geliştirebilme yeteneği anlamına gelir. Bu yetenek kurnazlığa ve kendini
gizlemeye kadar uzanır. Mesela Theognis’in Krynos’a gönderdiği,
soyluların eğitimi üzerine özlü sözler derlemesindeki bir öğüt şöyledir:
Krynos, dostlarından her birine bir başka yanını açık et. Her birinin
duygularına göre kendini farklı göster. Bir gün dostlarından birine
yakın duruyorsan kişiliğini ona göre değiştirmeyi bil. Çünkü yetenek
(sophie) büyük bir yücelikten (arete) bile daha iyidir.
Sokrates’in Savunması’nda Kherephon’un (Savunma 20–23)
Delphoi’deki kâhine Sokrates’ten daha bilge (sophos) birinin bulunup
bulunmadığını sorduğunu, kâhininse Sokrates’ten daha bilge hiç kimsenin
olmadığını söylediğini anlatır. Sokrates bunun üzerine kâhinin ne demek
istediğini anlamaya çalışır. Bunun için uzun bir soruşturmaya –devlet
adamları, şairler, zanaatkârlar- girişir. Görüşmeler boyunca bu insanların
her şey bildiklerini sandıklarını ama hiçbir şeyi bilmediklerini fark eder.
Dolayısıyla kendi bilgeliğinin, bilmediği bir şeyi bildiğini sanmamaktan
kaynaklandığı sonucuna varır. Kâhinin söylemek istediği şudur:
insanların en bilgesi “bilgi konusunda bir hiç olduğunu bilendir.”
Filozof’un hiçbir şey bilmemesi, ama bilmezliğinin bilincinde olması tüm
diğer insan edimlerinden ayrıldığı niteliktir. Felsefe yapmak bir bilgiye
veya beceriye, bir sophia’ya erişmek değil, insanın kendini
sorgulamasıdır; çünkü insan olması gerektiği gibi olmadığı duygusuna
kapılacaktır.
Bununla
beraber
Sokrates bir
sınıflandırmaya
sığdırılamayacak kadar da konumsuzdur. Şöyle söylemek daha uygundur:
O bir atopos’tur, yani tuhaf, ölçüsüz, saçma, yoldan çıkarıcıdır.
Theatitos’ta (149a) Sokrates kendisi hakkında, “ben tümüyle yoldan
çıkartıcıyım (atopos) ve yarattığım yalnızca aporia’dır (şaşkınlık),” der.
Sokrates, “bana doğru geleni başkalarının da görmesini
sağlamaktan hiç geri durmuyorum. Bunu sözle değil davranışlarımla
görmelerini sağlıyorum,” diyerek, adaleti en belirleyen şeyin, dürüst bir
insanın varlığı ve hayatı olduğunu kendinde sergilemektedir.22
Şölen’de Eros, bilgi (sophia) ile cehalet arasındaki yolun tam orta
noktasında olduğu için bilgiyi sevendir (philo-sophe). Platon burada
bilgelikten neyi anladığını söylemez. Tanrıları birer bilge olarak gördüğü
için burada aşkın bir durumun söz konusu olduğunu ima eder. Bilgeliğin,
erdemle özdeşleştirilen bilginin kusursuzluğunu temsil ettiği söylenebilir.
Fakat sophia salt kuramlık bir bilgi olmaktan çok bir beceri bilgisi, bir
hayat bilgisidir ve Platon’un Şölen’de çizdiği filozof Sokrates figüründe
bu bilginin izi karşımıza onun yaşam tarzı olarak çıkar. Diotima, iki
sınıfın felsefe yapmayacağını söyler. “tanrılarla bilgeler; çünkü zaten
bilgedirler ve deliler, çünkü kendilerini bilge sanırlar.” Sokrates sorar:
22
Hadot (2011): 39–41.
15
“mademki bilgeler de, deliler de felsefe yapmıyor, o halde kimler felsefe
yapar?” Diotima şöyle cevaplar:
Bilgelerle deliler arasındaki orta noktada duranlar felsefe yapar;
onlardan biri de Sevgi’dir. Çünkü bilgelik en güzel şeylerden biridir
kuşkusuz. Sevgi güzelliğe duyulan sevgidir. Dolaysıyla, Sevgi’nin
bilgi-sever (philo-sophe) olması gerekir ve bir filozof olarak,
bilgeyle deli arasında bir ara basamakta durması gerekir. Bunun
nedeni ise doğumunda gizlidir: babası bilge (sophos) ve yaratıcıdır,
anasıysa delidir ve aporia (uzlaşmaz çelişki) içerisindedir.
Buna göre filozof Eros’tur. Bilgelikten, güzellikten, iyilikten
yoksun olduğu için bilgeliği, güzelliği ve iyiyi arzu eder, sever. O
Eros’tur, yani Arzu’dur, edilgen ve geçmişe duyulan bir arzu değil, Eros
gibi “tehlikeli bir avcıya” yakışan, coşkun bir arzudur. Şölen’e göre
felsefe bilgelik değil, bilgelik düşüncesiyle belirlenen bir hayat biçimi ve
bir söylemdir.23
Ayırım ve bu ayrıma yapılan vurgu önemlidir. Öncelikle her şeyi
bilmenin karşılığı olarak kabul edilen sophia, Tanrıya ait bir sıfattır. Bu
ayrım, Modern felsefenin babası olarak kabul edilen Descartes’da (ö.
1650) da öne çıkar:
Hakikate ancak ve yalnız Tanrıdır ki, tam olarak bilgedir, yani her
şeyin hakikati hakkında tam bilgisi vardır; fakat denilebilir ki,
insanlar daha önemli hakikatler hakkında az veya çok bilgi sahibi
oldukları ölçüde az veya çok bilgelik sahibidirler… Varlığın başlıca
bölümü ruh olan, insanlığın temelli düşüncesi, ruhun gerçek gıdası
olan bilgeliği aramak olmalıdır.”24
Hint felsefe geleneğine baktığımızda felsefe kavramının içeriğini
orada da Grek formunda buluruz. Sanskritçe’de felsefe kelimesine en
yakın kavram darshana’dır. Drs kökünden gelen darshana bir “görme,”
ya da “görüş” biçimi anlamına gelir. Her iki kavram da bakış/görüş
açısına sahip olma eylemine işaret eder. Ancak darshana, mutlak ya da
bütün olarak kapsamlı bir bilme yolu/yöntemi anlamına gelmez. Buna
göre darshana fikri/düşünsel kavrayıştan daha fazla bir şeydir. Burada
görme salt zihinlik bir görme değil, kalple birlikte görmedir. Kalp ve
zihnin uyumu hikmetin genel eğilimi/nabız atışını inşa eder. Bu tür görme
iki anahtar kavramı içerir. Prajana ve karuna. Prajana hikmetin
entelektüel temeline işaret eder. Buna bilgi denebilir. Karuna ise “sevgi”
ya da “şefkat” anlamına gelir. Hikmetin gerçekleşebilmesi için bilgi ve
şefkat/sevginin birlikteliği gereklidir. Gerçek hikmet, zihin ve kalbin
uyumudur. Bu uyum Budist bodhisattva idealinde resmedilmiştir.
23
Hadot’un kelimeleriyle söylem, günlük dilden farklı olarak, yazılı ve sözlü
ifadeyi bir arada tutan felsefi akılcı düşünce anlamında kullanılmaktadır.
24
Descartes, R., (1988), Felsefenin Đlkeleri (Çev. Mehmet Karasan), Đstanbul:
MEB, s. 6–7.
16
Bodhisattva “uyanık olan” ya da “aydınlanmış” kişiyi temsil eder ve
kendi hayatını bu hikmeti paylaşan diğerine adar.25
Türk-Đslam felsefesinde ise Tanrı hakîm olduğu gibi insanlar da
hakîmdir. Kuran’da birçok yerde hem Tanrı, hem Peygamberler, hem de
peygamber olmayan insanlar için “hikmet sahibi” ifadesi geçmektedir.26
Mesela Türk filozof ve kelamcı Maturidi’ye (853/863-944) göre hikmet,
bir şeyi yerli yerine koymaktır. Diğer bir ifadeyle hakîm ‘burada olma’
süreci içinde var olması gerektiği şekilde yeniden şimdileştirendir. Buna
göre hikmet, bir şeyi kendi yerine koymak şeklinde tanımlanınca,
Tanrı’ya hakîm denilebilmektedir. 27 Đnsan açısından hikmet, kendi
imkânlarıyla birlikte yetenekleriyle baş başa kalması, bu yeteneklerin bir
erdemle (fazıla; fazlasını ortaya koyma) yönelimini oluşturmayı temsil
etmesidir. Hikmet, ister tanrısal isterse insanla ilgili olsun, varolan her şey
hakkında doğru bilgi ve bu bilgiye göre davranış anlamına gelir. Var olan
her şeyin bilgisine insanların değil, yalnız tanrıların sahip olabileceği
gerekçesi yüzünden insana, “ancak böyle bir bilgiye erişmek çabası ile bu
tür bir bilgiye karşı duyulan bir sevgi kalmaktadır.”28 Bu da insana felsefe
yapmanın insan için kaçınılmaz bir arayış ve çaba olduğunu gösterir.
Bugünkü kullanımıyla felsefe kavramına ilk ve kesin anlamda Platon’da
(MÖ. 428-347) rastlamaktayız. Bu kavram Platon’daki şekliyle genel bir
kabul görmüş ve yaygınlaşmıştır.
Şölen ile birlikte philosophia sözcüğü felsefenin programı haline
gelir. 29 Şölen’de sadece aşk bilge ve güzel olana duyulan arzu olarak
değil, dölleme, yani çoğalarak ölümsüzleşme arzusu olarak da ortaya
çıkar. Aşk, yaratıcı ve dölleyicidir. Diotima, iki tür dölleyicilik
olduğundan söz eder (Şölen 208e). Biri bedenin dölleyiciliği, diğeri de
ruhun dölleyiciliğidir. Phaidros’ta ise Platon “zihinleri, tohumlamak”tan
söz ediyor:
Söylemler ekmeli, bu söylemlerin içlerinde barındırdıkları
tohumlardan da başka doğalarda, insanı olası en yüksek dereceli
mutluluğa götürebilecek… başka söylemler yeşerecektir (Phaidros
277a).
Bu nedenle Platon “gerçek felsefeyi övmek ve kamu yaşamında
ve özel yaşamda adaletin nerede olduğunu yalnızca onun ışığında
görebileceğimizi ilan etmek zorunda kaldım,” der. Diğer bir deyişle, onun
ifadesiyle, “filozofluk görevi,” harekete geçmektir. Yani bunun için de
25
Bernard (1947): 4; Brannigan (2000): 3–4.
Bkz., Kur’an: 2/129, 251, 169; 4/113, 154; 5/ 110; 31/ 12; 76/ 30; 16/125.
27
Özcan, Hanifi (1988), “Maturidiye Göre Hikmet Terimi,” Đslami
Araştırmalar, Cilt: 2, Sayı: 6, s. 42–3.
28
Küyel, Mübahat Türker (1991), “Türklerde Felsefe Geleneği,” Türk Yurdu,
Cilt: II, Sayı: 44, s. 5–6.
29
Hadot (2011): 54–5.
26
17
“felsefi biçimde yaşamasını öğrenmek”tir. Bu nasıl gerçekleşir? Hiçbir
çıkar gütmeden yürütme yönündeki ortak istekle ve sofistliğin
tüccarlığına bilinçli bir karşı koyuşla gerçekleşir. Bu da bir hayat
tercihidir ve insanın fikri ve ruhsal yaşama dönmesini “tüm ruhunu”
ortaya koyan bir değişim gerçekleştirmesini içerir. Platon için bilim ve
bilgi, insanın ruhuna “hazır halde verilebilen” tümden kuramlık ve soyut
bir edim değildir. Bu nedenle Whitehead, “arı, saf bilgi, yani salt kavrama
fikri, Platon düşüncesine tümüyle yabancıdır. Profesörlerin çağı henüz
gelmemişti,” 30 diye yazar.
Bilge ile felsefeci arasında yaşanan hızlı değişimin varlığını
yadsıyamayız. Deleuze/Guattari (1925–1995/1930-1992) ikilisinin
yorumuyla bu süreç Greklerle başladı. Grekler bilgeliği “öldürerek,”
yerine bilgeliğin dostlarını, yani filozofları geçirdiler. Bilge, filozof
olunca kavramı keşfetmiş ve onun üzerine düşünmeye başlamıştır. Bu
değişimle felsefe de, “kavramlar oluşturmak, keşfetmek, üretmek
sanatı” 31 şeklinde tanımlanınca, filozof “kavram dostu, kavram üretme
gücünü içinde taşıyan” 32 kişi olmuştur. Bu, “dost ile düşüncenin”
buluşması ve insanın olayda değişmesidir. Bunu çok değişik yurtlarda,
diğer bir değişle kültürlerde bulmamız şaşırtıcı değildir. Her ne kadar
Grek’le başladığını onaylasak da, yine de o başka yurtların da çocuğudur.
Felsefe nedir? Platon’a göre felsefe, “sanatların en yükseğidir”
veya felsefe, “ruhu karanlıktan aydınlığa çevirmek, yani gerçek varlığa
yükseltme işidir.”33 Burada felsefe bir dinin insanın iç dünyasını keşfetme
mücadelesi olarak verilmektedir. Felsefe, bir din olarak insan ruhunun
yüceltici iç gücüdür. Kindi (796–866) felsefeyi, “insanın gücü ölçüsünde
varlığın hakikatini bilmektir,” 34 diye tanımlar. Bu tanımların ortak
özelliği, bilme ile yapabilme gücünü bir arada göstermek ve bir hayat
tarzı olarak seçkici davranmaktır.
30
Whitehead, Adventures of Ideas.
Deleuze/Guattari (1996), Felsefe Nedir? (Çev. Turhan Ilgaz), Đstanbul:
YKY., s. 12.
32
Deleuze/Guattari (1996): 14.
33
Platon (1958), Devlet, (Çev. Sebahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz),
Đstanbul: Remzi Kitabevi, s. 323–4 [521c].
34
Kindi (1994), Felsefi Risaleler (Çev. Mahmut Kaya), Đstanbul: Đz Yay., s.
1. Felsefenin bir hayat tarzı sunduğu iddiasını Descartes edebi cümlelerle
şöyle ifade ediyor: “Felsefesiz yaşamak, açmaya çalışmadan gözü kapalı
yaşamaktır. Üstelik gözümüzün görüp meydana çıkardığı bütün şeyleri
görmenin verdiği zevk, asla felsefenin bulup meydana çıkardığı şeylerden
edinilen bilginin verdiği hazla ölçülemez” (Descartes 1988: 8). Bernard
Russell felsefenin değerinin, “ruhun zenginlikleri arasında aranması”
(Russell, B., 1970, felsefe meseleleri, Çev. Hayrullah Örs, s. 202) gerektiğini
söyler.
31
18
Batılı Anlamda Felsefe ve Köken Sorunu
Felsefe tarihi başlığını taşıyan her adlandırma, en azından
günümüz çalışmaları açısından, kaçınılmaz olarak Grek dünyasını
merkeze almamızı zorunlu kılmaktadır. Hegel, Tarih Felsefesi’nde Grek
dünyasından söz ederken, “Grekler arasında kendimizi evimizde
hissederiz,” diye yazar. Ona göre bunun sebebi, “Tinin (Spirit/Geist)*
toprağında” olmamızdır. Birçok Batılı ve Doğulu 35 yorumcunun Grek
düşüncesi ve coğrafyası üzerinde Mısır ve Hint etkisini tartışmasına
benzer şekilde Hegel de “bu milletin kökeni, filolojik özellikleri de dâhil,
daha gerilere, hatta Hindistan’a kadar izlenebilse de, Tin’in doğru
Yükselişi ve gerçek yeniden Doğuşu ilkin Grek’te aranmalıdır,” 36 der.
Buna göre sebep aktif değil, sonuç aktiftir. Bu bir anlamda Grek
düşüncesinin “kendi kendisi ile olması” ve Hume’un “her sonucun kendi
sebebinden ayrı olduğu” 37 düşüncesini gerekçelendirir. Yani Grek’te
felsefenin doğumunun sebebi, Hint ya da Çin’de veya Mısır’da aranamaz.
Şayet böyle bir argümanı kabul edersek, felsefe denilen şeyin imkânı ne
kadar açık olacaktır? Burada bunu ayrıntılandırmak istemiyorum.
Tinsel Avrupa”nın doğum yeri Grek’tir. Bu millette çevre dünyası
karşısında yepyeni, bireylik bir tavır alma geliştirmişlerdi. Bu tavrın
tutarlılığı içinde tamamen yeni türden tinsel bir ürün ortaya çıktı, bu
da hızla sistematik, kapalı bir kültür biçimi olma yolunda ilerledi.
Grekler buna Felsefe demişlerdi.38
*
Tin gerçekliğe götürür ve her şeyi bilen güçtür. Hegel açısından Tinin özü
özgürlüktür. Felsefe, tinin tüm özellikleri ancak özgürlük yoluyla kalıcı
olduklarını, yalnızca özgürlük için araçlar olduklarını, tümünün araçlar
olduklarını, tümünün yalnızca özgürlüğü aradıklarını ve ürettiklerini öğretir.
Tin kendi kendisi ile olmadır. Bu da özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum
zaman kendimi bir başkası ile bağıntılarım ki, o değilimdir. Tinin bu kendi
kendisi ile olması özbilinçtir, kendinin bilincidir. Bilinçte iki şey ayırt
edilecektir; ilk olarak biliyor olmam ve ikinci bildiği şey. Özbilinçte ikisi
çakışır, çünkü Tin kendi kendini bilir, kendi doğasının yargılanışıdır ve Tin
aynı zamanda kendine gelme ve böylece kendini ortaya çıkarma, kendini
kendinde ne ise o yapma etkinliğidir” [Hegel (2006): 20–1].
35
Bu ayrım salt bölgelik bir ayrım değil, aynı zamanda hayatı tanımlama ve
hayatı nedenleriyle yaşama becerisine göre kuramlar oluşturabilme yetisine
ait olan adlandırmayı betimler.
36
Hegel, Georg (2006), Tarih Felsefesi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul: Đdea,
s. 163; Hegel (2009), The Philosophy of History, Scotts Valley, CA-USA, s.
169.
37
Inquiry Concerning Human Understanding, Sect. IV. Genel değerlendirme
için bkz., SMW 4.
38
Husserl, Edmund (2007), “Avrupa Đnsanlığının Krizi ve Felsefe” (Çev.
Ayça Sabuncuoğlu-Önay Sözer), Avrupa’nın Krizi der. Önay Sözer-Ali Vahit
Turhan, Ankara: Dost, s. 327.
19
Husserl bu yargısına şöyle devam eder. Grek’te tarihi çevre
dünyası (Unwelt) nesnel dünya değil, nesnel dünya tasarımıdır ve orada
varlık adına tanrılar, cinler vs. yer alır. 39 Filozof olma, dünyanın
katılımsız seyircisi, gözlemcisi olma tutumudur. Diğer bir deyişle
“kuramdan yola çıkarak yeni düşünme hedef ve yöntemleriyle yalnız
böyle bir tavır alma içinde olanaklı olan yönlendirilmeye hazır olur; bu
hedef ve yöntemlerle sonunda felsefe felsefe olur ve insanın kendisi
filozof haline gelir.40
Geleneğe bağlı gündelik yaşam doğruluğuna değil, geleneksellik
yüzünden artık gözü kamaşmayanlar için özdeş, her zaman geçerli
bir doğruluğa, kendinde bir doğruluğa yönelik sorudur bu.[…]
Felsefe insani bir tutum yaratıyor; tüm gereklilik ve amaçlarıyla
insanın içinde yetişmesiyle geçerliliğini kazanmış tarihi geleneğin
amaçlarıyla birlikte arda kalan tüm uygulayımlık hayata el atan bir
tutumdur bu. Felsefenin geleneğe karşı tavır alışında iki imkân öne
çıkar. Birincisi geleneklik olarak geçerli olan bütünüyle bir kenara
atılır, ikincisi de içeriği felsefi olarak alınır ve bununla da felsefi
idealliğin tini içinde yeniden biçimlendirilir.41
Grek felsefesinin ya da Felsefenin başlangıç sorunu aynı
zamanda Batı kültürünü başlangıç sorununu da temsil eder. Böyle bir
kabul salt bir tarihlik ilgi sorunu değildir. Bu başlangıç sorunuyla
ilgileniyor olmak, içinde bulunduğumuz şimdideki insan kültürünün
mevcut sorunlarına temas etmeyle ilgilidir. Đnsanlık tecrübesinde Grek
düşüncesinin gelişiminin bu ilk safhasıyla ilgilenmemizin sebebi ya da
sebepleri nedir? Anlayışımızı, kavrayışımızı derinleştirmede bu dönem
bize ne sağlayabilir? Đlk bilim adamı ya da filozofların Anadolu’dan
ortaya çıkması bir tesadüf olarak adlandırılabilir mi? Öncelikle
söylenmesi gereken bu bölgenin hem ticaretin hem de kültürel
etkinliklerin egemen olduğu bir dönemi yaşıyor olmasıdır.
Gadamer felsefenin başlangıç sorusuna, yani Presokratikler
hakkında konuşmaya ilkin Thales, ya da Homeros ile veya O dönemdeki
Grek dili ile başlamak yerine Platon ve Aristoteles ile başlamayı doğru
bulur. Bunun sebebi ise, Presokratikleri yorumlamanın biricik felsefi
erişim kaynağı bu isimler olmalarıdır. Bunun dışında yapılacak başka her
şey felsefesiz, tarihselciliktir. 42 Gadamer bunun doğrulamasını şöyle
yapar. Ona göre Presokratikleri yorumlamayı bir araştırma görevi olarak
üzerlerine alan ilk kişiler Romantiklerdi. Bunun sebebi de Romantiklerin
39
Husserl (2007): 324.
Husserl (2007): 335.
41
Husserl (2007): 335, 337–8.
40
42
Gadamer, Hans-Georg (1998), Beginning of Philosophy, (trans: Rod
Coltman) London: Continuum International Publishing, s. 9–18; Erişim:
http://site.ebrary.com/lib /suleyman/ Doc?id=10224918 (06. 08. 2012)
20
ilk ana metinlere karşı duydukları ilgidir. 18. yüzyıl Avrupa
Üniversitelerinde henüz daha orijinal metinlerinden ne Platonik metinleri
ne de diğer filozofları okuma bir kural olarak kabul edilmiş değildi.
Orijinal metinler üzerine çalışma bir tutum alış değişimine yol açtı ve bu
da Avrupa Üniversitelerinde, özellikle Paris ve Götingen’de humanistik
geleneği yaşatan yerlerde ortaya çıktı. Bu anlamda Presokratiklerin felsefi
soruşturması ve yorumlanmasına ilk kapıları açan iki isim, Hegel (1770–
1831) ve Schleiermacher’dir (1768- 1834). Hegel’in bu bağlamda
oynamış olduğu önemli rol, Lectures on the History of Philosophy,
Science of Logic ve Phenomenology of Spirit, adlı eserleri meşhurdur.
Gadamer’e göre “klasik felsefeyle ilgili tarihlik araştırma 19.
yüzyılda sadece Hegel ile başlamadı, aynı zamanda Presokratik dönemle
her daim yeni olarak başlayan ve asla sonu gelmeyen felsefi diyalog da
burada başladı.”
Hegel’in yanı sıra diğer filozof Friedrich Schleiermacher, teolog
ve aynı zamanda Platon’un eserlerini Almancaya çeviren meşhur kişi,
Platonik öğreti üzerine çalışmaları canlandırmıştır. Hegel’in aksine o,
bireyselliğin özel hissiyle ilgileniyordu. Romantik kültürün en büyük
kazanımı bu bireyselliğin keşfi olmuştur. Meşhur ve herkesçe tekrarlanan
söz, birey, “tarifsiz”dir (ineffabile). Buna göre de Romantik dönemde
bireyselliğin tekilliğini kavramlık olarak kavramanın hiçbir imkânı söz
konusu değildir. Bu sözün ana fikri, Platonik ve Aristotelesçi metafiziğin
ilk dönemdeki yapısını gözler önüne sermektedir. Schleiermacher Grek
felsefesi ile Hıristiyanlığın yüzeysel ve tersi bir denkliği çabası içinde
olmuştur. Bunda onun teolog yönü etkin olsa gerek. Öğrencilerinden
August Brandis, Greklerin felsefesi hakkında büyük bir eser yazdı ve bu
çalışma Berlin tarih okuluna kaynaklık yaptı. 43 Bu noktadan sonra
Gadamer şu sorunun ardına düşer: Presokratik felsefenin Batı
düşüncesinin başlangıcı, principium’u olduğu söylenmekle ne
kastedilmektedir? Principium’un birçok ve değişik kavramı vardır.
Grekçe kelime, arche, mesela, principium’un iki anlamını içerir; yani
başlangıç ve kökenin zamanlık anlamında principium ve spekülatif,
mantıki-felsefi anlamında principium. Burada skolâstik kullanımdaki
“ilkelerin öğretisi” anlamındaki principium’un genelde felsefe olarak
kullanımı ise ayrı bir konudur. O burada daha çok “başlangıç” (anfang)
anlamındaki principium kavramının birçok yönüyle ilgilenmektedir.
Almanca anfang, düşüncede bazı zorluklar taşımaktadır. Mesela,
dünyanın başlangıcı problemi vardır ya da dilin başlangıcı vardır
dediğimdeki gibi. Türkçede benzer sıkıntı vardır; hayatın başlangıcı (bir
dönem, bir hayat vb.nin ilk bölümü kastedilir), dinin başlangıcı, [ya da
başlangıç Osm. iptida, mukaddime Bir yapıtın ya da yazının ilk tümcesi.
Buna "baş" da denir. Türleri:. 1. bayağı başlangıç [es. t. mukaddime-i
adiye]: Söze, süslemekten kaçınarak açık ve kısaca girme. 2. aldatıcı
43
Gadamer (2000): 12.
21
başlangıç [es. t. mukaddime-i hadia]: Dinleyici ya da okuyucuyu
kızdırabilecek bir konuya, uygun, yumuşak sözlerle girme. 3. görkemli
başlangıç [es. t. mukaddime-i muhteşeme]: Dinleyici ya da okuyucuların
ilgisini uyandıracak parlak sözlerle konuya girme; ayrıca Köken].
Aristoteles bu kelimedeki dialektik özü görmüştü. Pyysics’de
(özellikle 5. kitapta) Aristoteles, hareketin hareketsizlikle sona erdiğini
tartışma konusu yapar. Hareketin sonunda geriye kalan bir şey var
olmalıdır ve orada tamamlanmış olarak kalan bir şey. O zaman onun
başlangıcı nedir? Hareket ne zaman başlamıştır? Ne zaman sona
ermiştir? Bizim burada ilgilendiğimiz konuyla ilgili olarak
Presokratiklerin tarihi ne zaman başlamıştır? Aristoteles’in söylediği gibi
Thales ile mi başladı? Başlangıç kavramını aldığımızda Aristoteles aynı
zamanda ilk “teoloji yapan” yazarlar olarak Homeros ve Hesiodes’ten de
bahsetmektedir. Muhtemelen bu büyük epik gelenek hayat ve ölüm
üzerine rasyonel bir açıklama yapmak için uzun bir yolu temsil
etmektedirler. Bu yol da sonunda Presokratikler tarafından bir bütün
olarak başlatılan bir adım olabilir. Tüm bu imkânlara karşın daha önemli
ve belirsiz görünen bir başka nokta ise Greklerin konuşmuş olduğu dil
hem yazılı geleneğe hem de Presokratikler de dâhil epik edebiyata
önceldir. Dil insanlık tarihinin en büyük bulmacalarından biridir. Dil nasıl
şekillenmeye başlamıştır? Heidegger’e gönderme yaparak şu soruyu
sorabiliriz: bir şeyle meşgul olma (düşünme anlamında) ilk olarak başını
kaldıran insan kimdi? Büyük olasılıkla çoğu insan Âdem diyecektir?
Başlangıca referansla konuşursak Thales diyenler ne düşünecekler acaba?
Soru komik mi? gülebiliriz.
Grek üzerine konuşmayı sürdürürsek, Grek dilinde spekülatif ve
felsefi imkanların varlığını görebiliriz. Gadamer bu özel imkânlarla ilgili
iki noktayı söylüyor. Birincisi, Grek dilinin en verimli özelliklerinden
biri, özne olarak düşünen niyetlik nesneyi temsil etmeye izin veren
neuter’in (ne aktif ne de pasif, hiç biri, ikisi de değil, sıfat anlamında ve
geçişsiz fiil anlamında) kullanımıdır. Kısaca neuter ne burada ne de
orada olan bir şeye işaret eder ve bu her şey için geçerlidir. Grek şiirinde
neutr, her yerde ve her zaman var olan, atmosferik var olan bir şeye işaret
eder. Bu anlam varlığın niteliğiyle ilgili değil, tüm varlıkların göründüğü
bütün uzam, varlığın niteliği anlamındadır. Đkinci ayırıcı özellik ise, bir
kopula olarak “olmak” fiilini kullanmalarıdır.; özne ile yüklemi birbirine
bağlayan. Gadamer’e göre kopula henüz daha ne ontoloji ile ne de
muhtemelen Parmenides ile ya da Platon ile başlamış olan varlığın
kavramlık tahliliyle ilgili bir şeye sahip değildi. Tüm bu tanımlama
çabaları bizi nereye götürecektir? Đlk defa varlığa gelme anlamında
pricipium’un anlamı ile bu iki kelime arasındaki ilişki nedir? Şunlar
üzerine konuşuyoruz. Thales, kahramanlık edebiyatı, Grek dilinin
bilmecemsiliği ve yazı.
22
Şimdi yapmamız gereken ilk şey, başlangıç kelimesini son ya da
hedef kelimesiyle olan ilişkisine yönelmektir. Başlangıç ve son arasında
çözümü kolay olmayan bir bağ söz konusudur. Başlangıç bir sona, amacı
imler. Son ise başlangıcı belirler ve bu noktada da zorluklar başlar. Sonu
önceden tahmin etme başlangıcın somut anlamı açısından önceden gerekli
olan bir şeydir. Biz burada felsefenin başlangıcı ile ilgilendiğimiz için
problem yeniden başka bir yöne kaymaktadır. Felsefe nedir? Platon için
konuşursak, felsefe, hikmet (wisdom) ya da doğruluk (truth) için
katışıksız bir şekilde uğraşmaktı. Platon için felsefe, b,ilgiye sahip olma
değil, sadece ve sadece bilgi için uğraşmaydı. Bu ise “felsefe” ile
“filozof” terimlerinin geleneklik kullanımıyla örtüşmemektedir. Filozof
kelimesi genelde kuramlık tefekküre dalıp giden bir kişiye işaret
ediyordu. Mesela Anaksagoras gibi biri, mutluluğu “yıldızları gözlemek”
diye tanımlayabiliyordu. Hikmet için uğraşma ve hikmete sahip olma
olarak felsefe, bizim kullandığımız Aydınlanma, Plâtonizm ve
tarihselcilik birleşiminde kullandığımızdan çok daha geniş bir alanın
hizmetindeydi. Mevcut anlamında felsefe temelde modern bilim
olmaksızın hiçbir felsefe olmayacağıdır. En genel anlamında ise felsefe
yüce bir bilim olarak düşünülür. Sonunda bizler felsefenin başka şeylerde
olduğu gibi aynı anlamada gerçekte bir bilim olmadığını kabul
etmeliyiz.44
Başlangıç ve son böylece birbiriyle bağlıdır ve biri diğerinden
ayrı tutulamaz. Buna göre başlangıç ve son arasındaki bağı, “tarihi
hayatın, yani teleoloji kavramı ya da günümüzde kullandığımız kelimeyi
kullanırsak, gelişmenin tahliliyle ilgili temel problemlerden biri olarak
keşfetmeye başlayabiliriz.” Bu aynı zamanda modern tarihselciliğin en
meşhur sorunlarından biridir. Bununla beraber söylenmelidir ki, gelişme
kavramı mutlak olarak tarihle ilgili hiçbir şeye sahip değildir. Gelişme
kelimesi her bir şeyin bir başlangıç içinde verilmiş olduğu anlamına gelir.
Buradan da gelişmenin, salt bir “belirme/zuhur etme, olgunlaşarak süreç
olduğu” sonucu çıkar. Bu anlamda gelişmede natüralist bir çağrışımda
ortaya çıkar. Tarihlik gelişmeden bahsettiğimizde ise ciddi zıtlıklarla
karşılaşırız. O zaman tarihte geçerli olan verili olan değil, yeni olan
olacaktır. Hiçbir şey yeni yenilik getiren bir şey ve fark edilmeyen hiç bir
şey olmadığı sürece ilgilenecek hiçbir tarih de yoktur. “Alınyazısı/kader
de sabit öngörülemezlik anlamına gelir.” Buna göre “gelişme kavramı
doğanın süreç-niteliği ile insan hayatının dalgalı olayları ve özel
durumları arasında var olan temel ayrımları ifade etmeye yol açar. Burada
ifade etmeye başlana şey doğa ve ruh arasındaki asli zıtlıktır.”45
Buna göre başlangıcın bir hedefe, amaca başlı olduğuna göre,
burada savunduğum görüşü nasıl anlamalıyız? Şüphesiz bu metafiziğin
amacı, sonu bu amaç, hedef anlamında anlaşılmalıdır. Bu, Gadamer’e
44
45
Gadamer (2000): 15.
Gadamer (2000): 16.
23
göre 19. yüzyılın cevabı olacaktır. Mesela Schleiermacher’i izleyen
Wilhelm Diltey, Introduction to the Human Sciences’de metafiziğin
başlangıcını, metafiziğin çöküşü bakış açısından betimlemiştir. Diltey’e
göre 19. yüzyıl pozitivizm karşısında metafiziğin kendi otoritesini
yitirdiği yüzyıldır. Bu yüzden de metafiziğin sonu hakkında konuşmak
mümkündü ve sonuçta da Aristoteles’in Metafizik’te yapmış olduğu gibi
metafiziğin başlangıcını ele almıştır. Metafizik’te Thales hakkında, kutsal
mitleri yeniden ifade eden biri olmaktan ziyade açıklamalarında delil ve
tecrübeye güvenen ilk şahıs olarak bahsedilmektedir. Đkinci olarak son
kavramı da bilimlik rasyonalite veya bilimsel kültürün amacı
biçimlendirmesine göre ele alınmaktadır. Metafizik 19. yüzyılda sonuca
gelirken, bilimsel rasyonalite genelde insanlığın amacını belirleyen bir
şey olarak görülmektedir. Buradan da “mitten logos” sloganı ortaya
çıkmıştır.
Presokratiklerin tüm tarihini tanımlayan, belirleyen bir
slogandır. Aslında kavram Max Weber (1864–1920) tarafından dünyanın
büyü bozumu kavramıyla icat edilmiştir. Heidegger’in kavramı ise
“varlığın unutulması”dır. Gadamer’e göre metafiziğin sonunu, Batı
düşüncesinin yolunu başlangıçtan ayırdığı bir hedefe yönelmesiyle
gerçekleştiğini söylemek fazla açıklayıcı değildir.
Başlangıç ve son kelimelerinden sonra üçüncü kavram
hedef/amaç kavramıdır: insanın amacı. Ancak burada amacın belirlenimi
de, başlangıç kavramı kadar özensiz ve bulanık bir kavramdır. Burada
yapmak istediğimiz şey açısından başlangıcın daha ileri bir anlamı vardır.
Gadamer’e göre daha üretici ve daha yerli yerinde bir kavramdır bu. Bu
anlamı yeni başlamış olan hakkında değil, yeni başlayan/henüz
başlamakta olan hakkında konuştuğumda meydana gelir. Varlığın yeni
başlayan olması bu ya da şu anlamda henüz daha belirlenmemiş bir şeye
işaret eder, ya da bu ya da şu sona/amaca yönelik belirlenmemiş olan bir
şeye. Bu şu anlama gelir: birçok ihtimal hala mümkündür. Muhtemelen
“başlangıç”ın doğru anlamı bundan başka bir şey değildir; yani benim bir
şeyin başlangıcını bilmem, bilinen şeyin gençliğinde o şeyi bilmem
anlamına gelir. Burada Gadamer’in “gençlik”ten anladığı, somut ve
belirli gelişimlik adımların henüz daha gelişmemiş olduğu insan
hayatındaki bir safhadır. Genç insan kesin olmayan durumlarla başlar,
ancak aynı zamanda da başını uzattığı imkânlarla heyecanlandığı
duygularla devam eder. Gadamer’e göre “Presokratiklerle başlayan
başlangıç hakkında konuşmamız gereken anlam budur.” Presokratiklerde
“mutlak kaderin ve imkânlar açısından zengin bir akıp-gitmenin amacının
bilgisi olmaksızın bir arayış söz konusuydu.” Bu yüzden “insan
düşüncesinin bu en önemli boyutunun,” diyor Gadamer, “bu başlangıçla
kendisini açmış olduğunu keşfettiğimizde şaşkınlığız artıyor.” Bu keşif
Hegel’in sezgilik sağgörüsündeki yönteme de uygundur. Hatta Hegel dine
de bu bağlamda, bunun basitçe boş bir kelime olmadığını ifade etmek içi
işaret eder.
24
Başlangıç yansıtılan/aksettirilen/düşünülen bir şey değil, daha ziyade
şimdiki/hemen olan bir şeydir. Principium hakkında konuşma bana
göre henüz yansıma/düşünce yolunda bir safha olmamış olan bir
şeye işaret etmek için çok fazla dönüşlü bir (zamir) olduğundan,
principium, daha ziyade (gençlik analojisiyle ifade etmeye çalıştığım
gibi) somut tecrübeye kapı açar.46
Gadamer’e göre ana tema “Presokratikler ve Batı düşüncesinin
başlangıcı” sorunudur ve bu da ancak Platon ve Aristoteles ile başlamakla
çözüme kavuşturulabilir. Çünkü ona göre araştırdığımız konunun “ilk
doğru metinleri Platon ve Aristoteles’in yazılarıdır.”47
Felsefenin salt Avrupalı olduğu tezi, icat edilen tarihlik
paradigma, yani “Aryan model”i denilen süreçle ilgilidir. Bu model cezp
edici bir şekilde 19. yüzyılda özellikle Đngiltere ve Almanya’da
geliştirildi. Bu modelin karşısında geliştirilen modele göre felsefe
Mısırlıların icadıdır ve Mısır’dan Grek’e geçmiştir. Bunun için ileri
sürülen deliller MÖ 390’larda Platon’un Mısır2ı ziyareti, Grek’in
kolonizasyonu, deniz ticareti ve tüccarların etkisiyle farklı kültürel etkiler
öne sürülebilir.
Aryan modeline göre Grek medeniyeti saf bir Avrupa
medeniyetidir. Bu bir Grek mucizesidir, yani mitos’tan logos’a geçişin
öyküsüdür. Felsefe üzerinde bu aryan modelinin etkisi 19. yüzyılın
başlarında felsefe tarihinin kökleriyle ilgili varolan geleneklerin küçük
görülmesi ve ötekileştirmesi düşüncesini sistemleştirdi. Bu döneme kadar
felsefe tarihi çoğulcu bir şekilde, Mısır, Đbrani, Babil, Mezapotamya ve
Sümer kültürlerinde yer alan “hikmet gelenekleri” dışarıda tutulmuştur.
Bunun temellendirilmesinde birinci sebep, felsefenin tanımı gereği bu
geleneklerin mitik düzeyde oldukları, ikincisi de buna bağlı olarak akılöncesi bir konumda bulunduklarıdır. Üçüncü olarak orada olduğu ileri
sürülen felsefenin anonim, isimsiz olduğu iddiasıdır. Grek ise bir adla
başlar; Thales. Buna göre düşüncenin varlığından ziyade bireylik
düşüncenin varlığı ölçüt kabul edildi. Felsefenin bireylik dehanın ürünü
olduğu tezi bir ötekileştirmedir. Bu konumlaştırma dönüşümü Grek’i tek
başına bırakmıştır. Batı’nın son üç yüz yıldır süren Avrupalılaşma süreci
bunun en belirgin görünümüdür.
Böyle bir kavrayış biçiminin en etkin yararı geleceğin insan
biçimini var etmede kullanılmıştır. Avrupa merkezli bakış ötekilerin o
merkeze çekilmesi demektir. Felsefenin bu yönde kanunlaştırılması
politik otoritenin güçlendirilmesi ve yeni kültürde var edilen tüm
“ürünlerin” kolay yayılmasını sağlamaktır.
46
47
Gadamer (2000): 18.
Gadamer (2000): 33vd.
25
Keşfedilen geleneğin gücü, yeteneğini bazı değerleri ve normları
telkin etmesinde, keskin ritüelleştirme ve vurgulayıcı bir tekrarla,
yine şu anancı teşvik ediyordu: BU gelenekler kesintisiz bir tarihlik
serüvenle antik dönemden geliyordu.48
Felsefe öğretmeye çalışan birileri olarak amacımız bu kurgulu
geleneğin reddedilerek karşıt insan doğasına ve evrenin çoğulcu resmine
aykırı yeni bir ırkçı söylem yaratmak değildir. Milli hisler insanidir ve
doğaldır, yanlış olan onun tek merkezli ve mutlaştırılmasıdır.
Felsefe evrenlik geçerliliğin izindedir, onu ister. Ancak bu sadece
Avrupa’dan başlamaz, varolan eleştirme, imha edici şiddet ve tek
merkezli kültürel doğruluk kavrayışı felsefeyle, ancak evrenlik
geçerliliğin ardındaki felsefeyle mümkündür.
Felsefe bir burada var olma gerçekliğidir ve önceki orada var
olma gerçekliğiyle bağlantılıdır. Burada var olanlar, kendilerince dünyayı
açıklamaya, gördükleri ve yaşadıkları farklılıklar konusunda hayret
duymaya, ya da kendi sözlü ifade ediş biçimleriyle var olana karşı aksi
kanıtlar getirmeye çalışmışlardır. Tanrıyı ya kendi dillerinde buldular ya
da bulundukları orada var ettiler. Onlardan bazıları, dillerinde var olan bir
tanrı ya da tanrıların varlığı üzerine düşünmeye, ‘hakkında konuşmaya’
başladılar. Geçmişin ululanması ya da her bir yeni neslin geçmişle karşı
karşıya gelmesi ölümün anlamı ve ahlakın ‘gereği’ üzerine konuşmayı
zorunlu kıldı. Tüm bu eylem biçimleri filozof adını alan bir insan tipini
ortaya çıkardı.
Bu insan tipi, bir dil ve doğasını dürtüleme varlığıdır. Felsefe,
insanın olduğu her yerde kendi diliyle var olmuştur. Her bir dil olayı da
esrarengiz düş gücünün izlerini taşır. Bir anlamda her bir felsefe bir
dereceye kadar sırlarla örülü bir düş gücünün ürünüdür ve “geçmişin
rengiyle boyalıdır.” 49 Bu geçmişin kaçınılmaz etkisi hemen
gerçekleştirilen bir akıl yürütme izleği değildir. Onun içinde mitik
anlatılar kadar, açıklanamaz doğa olaylarının yarattığı rasyonelleştirme
‘becerileri’ de yer alır. Mesela Grek doğa görüşü, özellikle Greklerden
daha sonraki çağlara aktarılan kozmoloji anlamında, dramatik bir doğa
görüşüdür. Buna göre bu dramatik doğa, “her bir şeyin kendi rolünü
oynadığı bir drama” 50 olarak yaşanır. Bu Greklerin “dike” kavramına
verdikleri anlamdan başka bir şey değildir. “Kendi işini en iyi yap” ilkesi,
“çok yönlü” bir sanat olarak, bu geleneklik felsefede daha sonra gelen
felsefeyi, özellikle Ortaçağ felsefesini dolaylı olarak etkileyecektir. Zeus,
Đlyada’da insanı “acınası zavallı” bir varlık olarak tanımlar. Bu trajik
söylem bir dünya tasavvurunun ifadesidir. Grek doğa görüşünde, trajik bir
olayı dürtüleyen kader görüşü, bugünkü bilimlik açıklamadan farklı bir
48
Critchley (2009): 127.
SMW, 7.
50
SMW 8–10.
49
26
anlama sahiptir. Ancak Grek tragedyasındaki kader, modern dönemde
doğa düzeni haline dönüşmüş haliyle varoluştaki yerini sürdürür. Bu bize
her bir dönemin kendi geçmişini sağladığında ya da tam olarak
gerçekleştirdiğinde artık yok olduğunu söyler. Grek düşüncesi de bunun
açık örneğini sunar. Ayrıca felsefi düşüncenin ortaya çıkışında belirgin
olan sosyal çevrenin düşünce yaratımına uygun olması gerekliliği tezi
savunulabilir görülür. Kaba hatlarıyla filozofun düşüncesini
biçimlendirmeye yardımcı olan yaşamış olduğu çevreyi betimlemeye
çalışmak, o filozofun ruh ve zihin dünyasını da genel hatlarıyla anlamaya
yardımcı olur. Kısaca söylemek gerekirse, başlangıçta Grek felsefesi,
tıpkı Doğu din ve felsefeleri gibi, zaman düzenini fiziki ve aynı zamanda
ahlaki düzen olarak kavrar; zamana, ahlaki bir hukuk düzeninin
uygulanışı ve gerçekleşmesi olarak bakar.51 Şeyler ortaya çıktığı noktada,
bu şeyler tekrar zorunluluğa doğru gitmek mecburiyetindedir. Çünkü
onlar, adaletsizlik için karşılıklı olarak ceza ve tazminat öderler.
Bu filozof tipini bir başlangıç öyküsü gibi sunulan Grek
dünyasında da bulmaktayız. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ilk
insanın başlangıç öyküsü gibi ilk filozofun başlangıç öyküsünü
eşitlememektir. Đlk filozof Thales’tir yargısı Batı düşünce tarihi için, en
azından Aristoteles’in kendi felsefe tarihi açısından, geçerli ve doğrudur.
Bizim şimdimizde kavrayış alanımıza girenler Batı dünyasına
yön vermiş olan kişilerdir. Bu dünya Batı felsefesinin beşiği olarak kabul
edilen Akdeniz havzasıdır. Bu dünyanın birçok filozofu bu havzanın ya
kıyısında ya da adalarında yaşadı. Bu büyük insanlardan her biri dış
dünyayı hem içinde bulduğu ‘oradan gelen’ bilgiyle hem de kendi içsel
kavrayış gücüyle tanımlamaya başladı. Platon'a kadar olan Batı felsefe
tarihinde pek çok filozofun uğraştığı en temel problemlerden biri varlık
ve oluş arasındaki ilişkidir. Đlk filozoflar her şeyin ilkeleri olarak yalnızca
maddi yapıdaki ilkeleri göz önüne almaktaydılar. Onlara göre her şeyin
kendisinden meydana geldiği, kendisinden doğup sonuçta yine kendisine
döndüğü bir şey vardı. Bu şeylerin ilkesi kavramıdır. Bu filozofların hepsi
bu ilkelerin, yani [burada ilke (arkhe) ile öğe (stoikhein) arasındaki ince
ayrımı dikkate almak gerekir. Arkhe, şeyin dışında olan ilke, stoikhein ise
şeye içkin olan öğe anlamına gelir] öğelerin sayısı ve yapısıyla ilgili
olarak aynı görüşte değillerdir.
Geçmişin iki büyük kültürü (medeniyet) Minoan ve Miken 52
Krallığı Greklerin bir diğer şansıdır. Bu iki krallığın çöküşünden hemen
51
Ernest, Cassirer (2005), Sembolik Formlar Felsefesi II Mitik Düşünme
(Çev. Milay Köktürk), Ankara: Hece Yay., s. 201.
52
Miken medeniyeti antik Grek medeniyetidir. Miken krallığı MÖ 1400
ile1100 yılları arasında en parlak dönemini yaşamıştır. Homeros’un Đlyada
destanında yer alan Truva savaşı sırasında Miken savaşçılar Anadolu’nun
27
sonra iki özellik öne çıkarılmıştır. Olaylar karşısında kişisel olmayan
açıklamaları tercih ve olaylara karşı sebepler sunmaya hazır bir zihni
durum sergilemeleridir. Olaylar kendi sıra düzeni içinde olmaya devam
ederken, Grekler bunu Yasa ile açıklamaya çalıştılar. Yasa, basitçe
söylenirse, Kader demekti. Her şeyin bir sınırı vardır. Kış biter yaz gelir.
Bu kaçınılmaz bir kaderdir, diğer bir deyişle doğa yasasıdır.53
Bu yapılık özellikler ve tercih durumu Grek felsefesinin
gelişmesini, daha doğrusu doğuşunu, bilimlik ilerlemeye, özellikle de
matematikte ilerlemeye götürmüştür. Bu birbirine bağlı iki ayırıcı
durumun yankısı ve sonraki dönemlere akışı birinin gözünden aktarılarak
bir sonraki göze ulaşır. Bu durum, şayet her bir ulaşma noktasının
mutlaklığıyla bir sonrakine aktarılırsa, Skolâstik bir tekrara düşülür.
Fizikçileri ya da Platon’u tek başına Aristoteles’in bakış açısıyla okumaya
çalışmak ve anlatılanların öyle olduğunu kabul etmek felsefi zihin
açısından eksik kalır. Aynı şekilde geçmişi günümüz diliyle ifade etmeye
çalışan biri, her kendince ifade ediş biçimiyle eksik kalır. Burada bu
eksikliğin nedenini ve ortaya çıkardığı sorunları ayrıntılı bir şekilde
Guthrie’den aynen iktibas edeceğim:
Burada içtenlikle söylenmelidir ki, başlangıçta yaşanan zorluklara
rağmen, Grek dilinin bilgisine sahip olmadan Grek düşünme
biçimlerini anlamak kolay olmayacaktır. Dil ve düşünce çözülemez
bir şekilde birbirine bağlıdır ve birbiriyle temas halindedir.
Kelimelerin bir tarihi ve çağrışımları vardır; onları kullananlar,
sonuçlarının entelektüel olarak kavranmasından ziyade bilinçli bir
tavır takınarak değil, anlamın önemli bir kısmına katkı yapmışlardır.
Hatta çağdaş dillerde, maddi nesneler için kullanılan birkaç
kelimenin ötesinde, kendi ülkelerinde onu aydınlatan kişiler için
kökenlerini bildikleri için bir yabancıya aynı izlenimi tam olarak
verecek kadar bir kelimeyi başka bir kelimeye çevirmek
uygulayımda imkânsızdır. Greklerle ilgili olarak da bu durum,
zamanın geçmesi ve kültürel çevrenin değişmesiyle daha da fazla
artmıştır. Bu kültürel farklılık aynı anda iki ayrı Avrupa ülkesinde de
(Avrupa ve Đngiltere) görülmektedir. Farklı bağlamlarda Grekçe
karşılıklarının değişik kullanım bilmeden, “adalet” veya “erdem”
gibi Đngilizce eşanlamlı tek bir kelimeye bağlı kaldığımızda, sadece
Grekçe kelimelerin içeriğini kaybetmeyiz, aynı zamanda Greklerin
niyetine de tamamen yabancı kalırız ve bu kelimelerin Đngilizce
çağrışımlarını da tam olarak nakledemeyiz. Bu yüzden yeri geldikçe
Grekçe terimleri tanımlamak ve onların nasıl kullanıldıklarını
mümkün olduğu kadar açıklamaya çalışmak bizim için zorunlu
olacaktır. Şayet bu durum Grekçe öğrenmeyi cazip hale getirecek
yerleşim yerlerine seferler düzenlemişlerdir. 1100’lerde Dor akınlarıyla
krallık sona ermiştir.
53
Clark, Stephen R. L., (2000), “Ancient Philosophy,” In The Oxford of
Western Philosophy, ed. Anthony Kenny, Oxford: Oxford unv. Press, s. 6–7.
28
veya okulda öğrenilen olanın yeniden canlandırılmasına yol
açacaksa, o zaman bu daha da iyi bir şey olacaktır. Bu yöntem
kullanılan Grekçe kelimenin açıklanması, gerektiği yerde
uygulamaya sokulacaktır.
Daha iler gitmeden birkaç örnek, anlatmak istediğim şeye yardımcı
olacaktır. Platon’u anlamak istiyorsak, tarih hakkında bir şeyler
bilmek önemlidir. Bu justice (adalet), virtue (erdem) ve tanrı (god)
gibi Đngilizce eş anlamlı aslında uzak çevirilerine bağlanmaktan
ziyade Platon’un kullandığı terimlerin önemini ortaya koyan bir
tarih olmalıdır. Burada Devlet’in çevirisine bir önsöz Cornford’tan
bir alıntıyla anlatmak istediğimi örneklendirmiş oalcağım.
“Birçok anahtar kelime, müzik, jimnastik, erdem ve felsefe gibi,
anlamlarını değiştirmiş ya da Đngilizce konuşanlar için yanlış
çağrışımlar kazanmıştır. Rastgele Jovett’in baskısını [Devlet] açan
ve insanın “erdem” için en iyi koruyucu müzik ile güç kazandırılan
felsefedir (549b) ifadesini açıklayan biri bu konuda çok başarılı biri
olmalıdır. [“Müzikle birleşen akıl, dedim; yalnız o insanın özündeki
değeri ömrü boyunca koruyabilir”]. Kadınlarla düzensiz ilişkilerden
kaçınmak ve metafizik çalışma sıralarında keman çalması gerektiği
fikrinde doğruluk payı olabilir. Ancak kitabın diğer kısımların
açıkça okuduktan sonra arete’nin güvenliği ve koruması olarak
musike ile birleştirilmiş logos tanımlamasıyla Platon’un kastetmiş
olduğu şeyin açık olmadığını keşfedecektir.”
Ahlak ve metafizik çalışmalarda karşımıza çıkan bu üç temel
kavrama yakından bakalım. Bu terimler “adalet,” “erdem” ve tanrı”
adlarıdır.
Adalet diye çevrilen kelime sıfat olan dikaios’tan (adaletli) ve
uzunca bir isim formunda tekrarlanan dikaiosyne, yani dikaios olma
durumundan gelen dike kelimesidir. Son kelime özellikle Platon
tarafından Devlet’te “adalet”in doğasıyla ilgili meşhur tartışmada
kullanılan kelimelerden biridir. Şu halde dike’nin esas anlamı,
kelime anlamıyla adet ya da yol demektir. Onun etimolojik kökeni
ne olursa olsun, Grek edebiyatında onu en erken kullanılan anlamı,
belli bir sınıfa ait insanların genel davranış biçimlerindeki ya da
normal doğa düzenindeki adetten/yoldan daha fazla bir anlama
gelmez. Onun doğru bir yol olduğunun hiçbir iması söz konusu
değildir ve kelime herhangi bir yükümlülük ifadesi de
içermemektedir. Odyseseus’ta Penelope hizmetçilere, iyi efendi
Odyseus’un, onun bilmeden ya da kendinden fazla emin olan
herhangi bir şeyi asla yapmadığını ve söylemediğini, yine gözdeleri
olmadığını söyler, -Lordların dikesinin olduğu gibi- yani bu onların
genellikle hareket ettikleri yoldur. Eumaeus, domuz çobanı,
tanımadan efendisini ağırladığında şunu söyleyerek hizmetinin
basitliğinden dolayı özür diler: “Size ikram ettiğim çok azdır, istekle
verilse de, zira bu benim gibi serflerin dikesidir, korkuyla yaşayan.”
Onun kastettiği normal bir şeydir, beklenmesi gereken bir şeydir. Bir
29
hastalığı tanımlarken Hippocrates, “ölüm dike halinde bu
semptomları takip etmez,” der. Basitçe anlamı “normal yolla
izlenen” demektir.
Böyle bir kelime için normal olaylar düzeninde beklenmekte olan
ahlaki olmayan bu salt anlamından uzaklaşmak kolaydır ve bir
adamdan beklenilen şey hakkında konuştuğumuzda, yani terbiye
ölçülerinde edimde bulunacağı hakkında, imalı bir şekilde onun
hizmetlerine karşılık verdiğimiz tatla ilgili bir şeye devam etmek
kolaydır. Bu çeviri ilk dönemde ortaya çıktı ve Aeschylus’un
şiirinde Platon’dan bir yüzyıl önce dike, Zeus’un yanında tahta
oturan doğruluğun majestik bir ruh olarak şahıslaştırılmıştır. Ancak
kelimenin erken anlamının, onu kullanan insanların isteklerini ve
çocuklar gibi Homeros’tan öğrenmiş olan insanların isteklerini
renklendirmeyi sona erdirmiş olması imkânsızdır. Gerçekte
taşlaştırılmış bu tür bir kalıntı akuzatif kullanımında, diken, “gibi”
ya da “durudan sonra” anlamına gelen bir önerme olarak.
Devlet’de adaleti tanımlama çabalarının sonucunda, bizim kelimeyle
kastettiğimiz kavramlarımıza az çok uygun olanın kabul etmemiş
olan birçok tanımdan sonra, kabul edilen tanıma göre adalet, dikeyi
izleyen birinin durumu olan dikaiosyne, “kendi işine bakma”
durumundan başka bir şey değildir; senin için uygun olan bir şeyi
yapma ya da adetleri izleme ve diğer insanların adetlerine kendini
kaptırmama ve onların da kendi işlerini yapmaları için çalışma.
Böyle bir şey bize tartışmanın zirvesinde ortaya çıkmış olan
çekingen bir sonuç gibi mi görünür? Şayet böyleyse, bu onu üzerine
düşünme konusundan fazla çekici kılmaz. Platon’un yapmış olduğu
şey, kendi zamanında kullanımda olan kelimenin mevcut anlamlarını
reddetmek olmuştu ve bunu da bilinçdışı bir tarihsel anlamla
kelimenin kökenine gitmekle yapmıştı. Kelime Homerik
aristokrasinin sınıf-ayrımlarında kökünü bulur. Bu sınıflandırmada
doğru eylem insanın kendi uygun yerini bilgisinde ve ona
bağlanmasında ortaya koyar. Yeni bir aristokrasi oluşturan Platon
için sınıf-ayrımı psikolojik düşünümlerde belirlenmiş işlevlerin
bölümlenmesine dayalıdır ve devletin dayanak noktasını oluşturan
da buydu.
Đkinci örneğimiz genelde “erdem” (virtue) çevrilen arete
kelimesidir. Tekil ve çoğul aynı kelimede ifade edilen arete,
Đngilizcede karşılığı olan virtue karşılığı kullanılan anlamına gelmez.
Aristoteles’in de söylediği gibi kelime rölatif kullanıma sahiptir ve
bir şeyin olduğu şekliyle kavranması gereken ilk şey anlamına gelir.
Arete bir şeyde iyi olma anlamındadır ve Grek insanı için kelimenin
geçtiği soru kalıbı şudur: “neyin veya kimin aretesi?” Kelime ortak
anlamda bağımlı isim ya da zamir haliyle ve sınırlı bir sıfatla izlenir.
(Bu gramatik terimleri kullanma konusunda herhangi bir savunuya
girmeyeceğim, zira ortaya koymak istediğim konu, gramer ve
düşüncesini, dil ve felsefenin kaçınılmaz bir şekilde birbiriyle
30
bağlantılı olduğudur. Bir şeyi salt dilsel bir mesele olarak ortadan
kaldırmak pek de kolay değildir ve düşünce ifadesi ile onun içeriği
arasında bir ayrım olarak böyle bir şey var olamaz). Bu yüzden
arete, kendisi eksik olan bir kelimedir. Güreşçilerin, binicilerin,
ayakkabıcıların ve kölelerin aretesi vardır. Poltik arete, ailevi arete,
askeri arate vardır. Arete, gerçekte “hızlı ve verimli çalımla”
anlamına gelir. MÖ 5. yüzyılda arete’yi bildirdiklerini iddia eden
gezici öğretmen bir sınıf olan Sofistler, genelde politikacılara ve
halk konuşmacılarına öğreticilik yapıyorlardı. Bu, onların
öğretilerinin etik olduğu anlamına gelmez, onların tutucu yapıları
politik erdem kavramlarında ahlakı da içine alsa da bu böyledir.
Sofistlerin vurguladığı nokta, erdemin uygulayımsal ve aracısız bir
şekilde yararlı bir mahiyetinin olmasıdır. Arete mesleki ve Antik
Grekler iş yapma durumundaki hız ve verimlilikte uygun olma
anlamında bir kavramdır. Antik Grekte var olduğu şekliyle arete
kelimesi bir meslekte olanın kendi reklamını yapması anlamına
gelmekteydi.
Şüphesiz kelime anlamından şüphe duyulmadığında kendisi
tarafından kullanılabilir. Böyle bir kullanımla o, belirli bir toplumda
değer verilen bir tür üstünlük anlamına gelmektedir. Bu yüzden
Homeros’un savaş tanrıları arasında arete, mertlik/cesaret anlamına
geliyordu. Sokrates, Platon ve Aristoteles tarafından kelimenin
kullanımı yenilik taşımaktaydı. Areteyi onlar, insana sıfat yaparak
kullandılar ve ona genel bir anlam yüklediler; hayat etkinliğinde
böyle bir insanın üstünlüğü anlamında. Onlar, bunun ne olduğunu
bilmediklerini söyleyerek insanları şaşırttılar, fakat bu araştırılması
gereken bir şeydi. Araştırma, (uygulayımsal anlamda bir kelime
olarak aretenin kullanımına dikkat et) insanın işi ya da görevi, yani
ergon’unun işlevini keşfetme anlamına gelmektedir. Bir askerin, bir
politikacının, bir ayakkabı yapıcısının belirli bir işleve sahip olması
gibi, Sokrates, Platon ve Aristoteles’e göre, bizim ortak insanlığımız
nedeniyle hepimizin eylemde bulunmak zorunda olduğumuz genel
bir fonksiyonu var olmalıdır. Bunu öğren ve insan üstünlüğü veya
aretesinin neden ibaret olduğunu bileceksin. Bu genelleştirme,
“erdem”inkine (virtue) yakın herhangi bir yerde kelimenin
oluşturan, bir dereceye kadar filozofların yeniliği ve hatta onlarla
birlikte kelimenin esas uygulayımsal anlamının etkisi, asla ortadan
kaybolmadı.
Bu yüzden aretenin ilk anlamı, belirli bir işte tüm beceri ve hızlı,
verimli çalışmadır. Kabul edilecektir ki, böyle hızlı ve verimli
çalışma anlamı uygun bir anlağa ya da kullanıma hazır/elde mevcut
bir işin bilgisine bağlıdır. Böylece şaşırtıcı değildir, filozoflar, insan
varlığıyla kendi fonksiyonunun uygun performansını içine alacak
kavramı genelleştirdiklerinde, bilgi ile onun irtibatı sürdürülmüş
olur. Her felsefe öğrencisi Sokratik paradoks kavramını duymuştur.
Ona göre “erdem bilgidir.” Muhtemelen buradan şöyle bir önerme
31
ortaya çıkar: işi görmek için zahmet edip çalışmadıkça hızlı ve
verimli çalışma yapamayacaksın.”
Üçüncü örneğimiz tanrı şeklinde çevirisini yaptığımız Grekçe teos
kelimesidir. Platon’un dini görüşlerini anlamaya çalıştığımızda,
ilahiyat ya da felsefe öğrencileri olarak, onun politeist ya da
monoteist olup olmadığı sorusuna yöneliriz. Politeist ve monoteist
Grek kökenlidir, ama Grek’te yapılmış bir sınıflandırma değil,
modern bir sınıflandırmadır. Platon’un kelimelerini (daha çok
çevirilerde) Hıristiyan, Hindu ya da diğer teologların kelimeleriyle
mukayese ediyoruz. Ancak Platon’un tanrısı hakkında
konuştuğumuzda zihninde sahip olduğu şey, kendi yerel dilindeki
anlamla beraber Grekçe teos kelimesinin yüklem olarak bir güç
olarak kullanmasıdır. Yani Grekler, Hıristiyan ya da Yahudilerin
yapmış olduğu gibi, öncelikle tanrının varlığını ileri sürmüyorlar ve
ardından da tanrının sıfatlarını, mesela tanrı iyidir, tanrı sevgidir vs.
söyleme geçmiyorlardı. Daha ziyade Grekler hayatın içinde ya da
doğadaki şeylerden korku ya da huşu içinde öyle çok etkileniyorlardı
ki, böylece onlar bu bir tanrıdır ya da şu bir tanrıdır diyorlardı.
Hıristiyanlar Tanrı sevgidir, derken, Grekler sevgi teostur ya da
tanrıdır diyorlardı. Mesela Platon’un düşüncesi üzerine yazan Grube
şöyle bir yorum yapar: “Sevgi ya da zaferin tanrı olduğunu
söyleyerek ya da daha açık olarak onun bir tanrı olduğunu
söyleyerek ilk ve önde gelen anlam, ölüme maruz kalmayan,
sonsuzca devam ede, insandan başka bir şey kastediliyordu… Dünya
hayatında işleyişte gördüğümüz herhangi bir güç ya da etki
anlaşılıyordu. Bu güç bizimle doğmamıştır ve biz gittikten sonra da
devam edecektir. Böyle bir güce tanrı denilmiştir ve onlar da tek
değildi.”54
Bazı genel eklemelerle tekrar edersem, mesela Dike δίκη ve
dikaiosune, telafi, tazmin, bedel, yasa usulleri ve adalet/justice; yol, adet,
örf; hak ve adalet anlamlarına gelmektedir. Homeros’tan itibaren dike,
belli, sınırların, sınıflı toplum yapısının dayattığı sınırların ihlalini ve bu
ihlal karşılığına ödenecek tazminat bedelini kendi içerisinde sımsıkı
bağlanmıştı. Aristokratik bir sınıf bilincinin çöküşüyle, dike, toplumun
her yanına yayılan, tüm yurttaşlara aynı şekilde uygulanabilen ve bizzat
Zeus tarafından güvenceye alınan bir şey olarak görülmeye başlandı.
Felsefi anlamda dike’nin ilk kullanımı Anaksimandros’un elde kalan tek
fragmeninde geçer. Burada geçtiği şekliyle, doğal olarak karşıt güçler
olan öğelerin (stoikheis), varageliş-yoğagidiş sürecindeki karşılıklı
ihlallerinden ötürü birbirlerine bedel ödemeleri gerekir. Burada çiğnenen
sınırlar bir insani toplumun sınırları değildir ve bu düzen fizik dünyanın
54
Guthrie, W. K. C., Thales’ten Aristoteles’e Grek Filozofları (çev. Mevlüt
Albayrak), s. 5–11. Grube’nin eseri, [G. M. A. Grube, Plato’s Thought
(Methuen 1935), s. 150].
32
işleyişinin insan hayatının işleyişiyle sürekliliğinin kopartılmasından
önceki devrin düzenidir. Anaksiηmendros’ta tazminat talep eden bir
adaletsizlik türü değil, fakat şeylerin normal düzeni, yani varoluşun
gerçekliği olan karşıtların gerilimidir.
Devlet’de adalet karşılıklı işbirliğine dayalı bir şekilde bir
kimsenin kendi işini yapma istidatı olarak ortaya çıkar (369a, 433e,
443b). “Demek ki toplumda herkesin kendi işini yapma gücü, devletin
üstünlüğünde ölçü, yiğitlik ve bilgelik kadar yer tutar.” Aristoteles’te
adalet, ikiye ayrılır. (a) Politik bir sisteme katılanlar arasında malların,
onur payelerinin bölünüp dağıtılmasıyla ilgili olan adalet, “dağıtıcı”
adalettir. (b) Ticaret ya suçların cezalandırılmasıyla ilgili “düzeltici”
adalet (NE 1130b-1131a). Her iki durumda da adalet bir tür orantıdır ve
orta öğretisi içerisine sindirilir. Dike, uyma’dır. “Yasaların çatısına
uymadır.”55
Geçmişi anlatma, sadece o dönemin dehasıyla yüz yüze gelmenin
imkânlarını sunabilir. Tarihin bir adını iş başında görmek, günümüz
insanı açısından varoluşluk bir fırsattır. Onun dil ve zihnini günün diliyle
değiştirmek doğru sonuçlara ulaştırmaz. Felsefe bireylik dehanın eseridir.
Bizim için felsefe geçmişin büyük dehalarının zihin dünyasına
ulaşmamızı sağlayan en yüce insan tecrübesidir. O, bir bilim olmamakla
birlikte (bugünkü modern tanımıyla), tarihi boyunca ya bilimle içsel
ilişkisi ya da kendisini bütün bilimlerin kuşatıcısı olarak görmesiyle her
yerde ve her zaman dilimindedir.
Bugün adını bulduğumuz felsefenin de başka şekilde var
olmadığını da kabul etmek zorundayız. Bu yüzden Thales,
Anaksimandros ve Anaksimenes’in kendilerini içinde bulundukları
kültürün felsefe yapmak adına tam da elverişli şartları altında bulduklarını
biliyoruz. Ancak elverişli şartlar ifadesi her şeyin bir gül bahçesi tasviri
içinde olduğunu göstermez. Đstilalar ve yanlış yönetim biçimleri orada da
insanları rahatsız ediyordu. Buna rağmen elimizdeki verilerin yaygınlığı
dikkate alınarak konuşulursa, bugünkü kullandığımız anlamda ve
verilerin ulaşma durumuna göre felsefenin ilk ayak basarak bayrağını
diktiği yerinin Milet’te kendisini gösterdiğini onaylıyoruz. Onları dikkate
almamamıza yol açan en önemli nokta, evren hakkında yeni bir cevapla
kritik etme cesaretini sergilemiş olmalarıdır. Biz bu çalışmada felsefeyi
ya da felsefi düşünceyi bir kökene, bir yere ya da tek bir coğrafyaya
bağlama düşüncesinin eksikliğin savunduğumuz vurgusunu sık tekrar
etmememize rağmen, onun Grek’le başlayan öyküsünü de başlangıç
serüveninin önüne koyuyoruz.
55
Heidegger, Martin (2007), “Avrupa ve Alman Felsefesi,” Avrupa’nın
Krizi, dr. Önay Sözer, Ali Vahit Turhan, Ankara: Dost, s. 354.
33
Bu tartışmalar, öncekilerde görmediğimizi iddia edersek, belirgin
bir şekilde niçin Grek’te ortaya çıkmıştır? Hegel’in cümleleriyle cevap
arayabiliriz:
Nasıl Aristoteles’in dediği gibi felsefe meraktan doğuyorsa, Grek
doğa görüşü de bu tür meraktan doğar. Bununla denmek istenen Tinin
olağan şeylerle karşılaştırılabileceği olağanüstü bir şey ile
karşılaşması değildir; çünkü kurallı bir doğa süreci üzerine anlak
bilgisi ve karşılaştırmacı bir derin düşünce henüz bulunmaz; tersine
uyarılmış Grek Tini daha çok Doğadaki Doğal karşısında hayrete
kapılmaktadır. Onu verili bir şey olarak alan bir aptal gibi davranmaz,
tersine onu ilkin Tin için yabancı bir şey olarak alır. Ama gene de ona,
sanki kendi içinde dost olan ve kendini onunla olumlu olarak
ilişkilendirilebileceği bir şey taşıyormuş gibi, önsezilik bir güven ve
inanç duyar.56
Tüm bu niteliklerin bir kültürde ortaya çıkabilmesinin imkânı
Hegel’e göre, ‘özgürlük’ kavramına yüklenen anlamla görünür. Atina’da
“canlı bir özgürlük vardı.” 57 Grek insanı açısından bu ayrıcı özellik
Thukydides tarafından şöyle anlatır:
[…] Hükümet sistemimizin komşularımızın bir kopyası olmadığını
söylemek istiyorum. Bizler başkalarını taklit etmekten daha çok
başkaları bizleri model almışlardır. Anayasamız demokrasidir,
çünkü güç azınlığın değil tüm halkın ellerindedir. Halledilmesi
gereken özel bir dava karşısında herkes yasa huzurunda eşittir.
Birinin kamu sorumluluğu konumunda iki kişi arasında bir sorun
ortaya çıktığında, mahkemeler özel bir sınıfın üyelerini değil,
insanın sahip olduğu gerçek yeteneği dikkate alır. Hiç kimse,
devlete hizmet etme konusunda kendisinde yetki sahibi olduğu
sürece, gücü yüzünden politik belirsizliğe yol açamaz. Đşte bu
yüzden politik hayatımız özgür ve serbesttir, bunu günlük
hayatımızda birbirimizle olan ilişkimizde görürüz… Şehrimiz
dünyaya açıktır… Bizler sahip olduğumuz cesaret ve sadakate
bağlıyız. Eğitim sistemimiz de farklıdır. Biz Spartalılar,
çocukluğumuzdan itibaren, cesaret konusunda en zahmetli eğitime
tabi tutuluruz… Güzel olan şeye karşı sevgimiz, aşırılığa götürmez;
zihnin şeylerine olan sevgimiz, bizleri gevşekliğe sevk etmez,
zenginliği uygun bir şekilde kullanılması gereken bir şey olarak
kabul ederiz, ona sahip olmakla övünülecek bir şey olarak değil…
Politikaya ilgi duymayan birinin kendi sahip olduğu işiyle meşgul
olan insan olduğunu söylemeyiz; onun burada hiçbir işinin
olmadığını söyleriz… Bizler başkalarına iyilik yaparak dostluklar
kurarız, onlardan iyilik görerek değil… Bu bizi biricik yapar.
Birilerine yakınlık gösterdiğimizde, kar-zarar ilişkisi içine
56
57
Hegel (2006/2009): 169/177.
Hegel (2006/2009): 187/195.
34
girmeyiz… Yiğitliğin mükâfatı en üstün şey olduğunda, orada
insanlar arasında en yüce ve en cesur ruhları bulacaksınız…58
Ksenofon ise Atina’nın üstünlüğünü şu cümlelerle tanımlar:
Kim Atina’ya gereksinmez? Tahılı ve sürüleri, yağı ve şarabı bol
olan tüm ülkeler, para ile ya da kafaları ile iş gören herkes,
zanaatçılar, sofistler, felsefeciler, şairler ve kutsal ve kamusal
sorunlarda görmeye ve işitmeye değer olan için istek duyan herkes
ona gereksinmez mi?59
Bu övgülük cümleleri her kültür tarihinde bulmak mümkündür.
Ancak Miletlilerde başlatılan felsefenin öyküsü hiç de özgür bir ortamda
başlayıp, devam etmemiştir. Bu belki de bireyin “kendini bil” ilkesinde
bulduğu kendi bireylik özgürlüğüdür. Bu sırf orada adı geçen bu
özellikler var olduğu için felsefe dediğimiz disiplin, varlığa gelmez.
Nitekim “özgürlük” idesinin yanı sıra Grek tözselliğinin ikinci bir
özelliği, yani ahlaki ve entelektüel ilkesi bireysellik gereklidir. Grek
tininin öğesel karakteri kültürlerinin kaynağından bağımsız bireyler
olarak doğar. Bireylik bağımsızlık olgusu çoğulcu bir yapıyı var etmiştir.
Çoğulcu ve farklı kültürel yapılara ilgi felsefenin doğuşunda tamamlayıcı
bir yapı sunar. Diğer bir dikkat çekici özellik ise Grek halkının deniz ile
olan bağıdır. Deniz, diğer bir ifadeyle su, medeniyet demektir.
Bilinebildiği kadar tüm medeniyet uygulayımları su kenarlarında
gelişmiştir. Ancak bu verili özellikten dolayı “nehir bölgelerindeki halklar
gibi uyuşmadılar” ve dışarıdan gelen değişik kültürden insanlara karşı da
açık oldular.60 Ticaret ve farklı dünyaların varlığı olgusu sınıf bilincini
kuvvetlendirmiştir. Kraliyet ile halk arasında doğrudan bir ahlaki bağ söz
konusu değildir. “Özgürlük” ve “birey olma bilinci” ya da “birey olma
durumu” dikkate alınınca bir öteki olarak Doğu bu iki alanı karşılamaz.
Özellikle bu Hegel için böyledir.
Doğulular henüz tinin ya da genel olarak insanın kendinde özgür
olduğunu bilmezler ve bunu bilmedikleri için özgür değildirler.
Yalnızca Birin özgür olduğunu bilirler, ama tam bu nedenle böyle
özgürlük anlayışı özençtir, yabanıllıktır, tutkunun körlüğüdür.”61
Đşte tam da burada ayrım belirginleşir: “özgürlük bilinci ilkin
Grekler arasında doğdu ve bu yüzden onlar özgürdür…” Hegel’in diliyle
sorarsak, Grekler sanat ve dinlerini bağımsız olarak mı, yoksa dışarıdan
uyarı yoluyla mı geliştirmiştir? Hegel şöyle cevap verir:
58
Thucydides, the Peloponnesian War, trans. Rex Warner (New York:
Penguin Books, 1978), s. 116–23.
59
Hegel (2006/2009): 191/199.
60
Hegel (2006/2009): 164–70/170–172.
61
Hegel (2006): 21.
35
Greklerin Hindistan, Suriye, Mısır’dan tasarımlar türetmiş olmaları
olgusu Grek tasarımlarının onlara özgü, ama başkalarının yabancı
olması olgusu denli tarihidir. Herodot, “Homeros ve Hesiodes
Greklere bir Thegoni hazırlamış ve tanrılara lakaplar bulmuşlardır
ve Yunanistan tanrılarının adlarını Mısır’dan aldı ve Greklerin
Dodona’da bu adları kabul edip etmemeleri gerektiğini sorguladılar.
Hegel’e göre bu çelişkili görünse de Greklerin Tinsel olanı kabul
ettikleri şeyden dolayı bütünüyle tutarlıdır. Greklerin başarısı kendilerini
açmalarında gizlidir. Hegel’in cümleleriyle söylersek,
nasıl sanatta Grekler uygulayımlık beceriyi özellikle Mısır’dan
kazanabildilerse, yine öyle Dinlerinin başlangıcının da dışarıdan
gelmesi mümkündü, ama bağımsız Tinleri yoluyla birini olduğu gibi
diğerini de dönüştürmüşlerdir (transformed).62
Hegel, bir etkinin varlığını, yukarıda Hume’da gördüğümüz gibi,
ikincil önemde ele alıyor. Ona göre asıl olan etkiyi, yani sebebi, kendine
dönüştürmektir. Buna göre bir yetinin bir iyelik olarak varlığı değil, onun
onu varlığa getirecek olandaki kendini var edebilme yetisinin olmasıdır.
Bunu başarabilen tarihlik tecrübe de Grek tinidir. Batı felsefe tarihi
açısından bakınca Grek filozofları, “insan için felsefi düşüncenin
özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanan, aklın muhtariyetini ilan edip ona
çift yönlü uygulama alanı kazandırmışlardır. Greklerin anladıkları
anlamda bilgelik, sadece dünyanın kuramlık bir izahını değil, fakat aynı
zamanda hayata yönelik uygulayımlık bir tavrı da ihtiva ediyordu.
Dolaysıyla bilimlik düşüncenin bağımsızlığından ayrı olarak, Grek
insanını ‘akıllı insan’ olarak temayüz ettiren, hayatı dilediği gibi yaşama
özgürlüğü yani ‘autorkhie’63 idi. Önde gelen Grek düşünürleri her zaman
filozoflar gibi yaşamışlardı. Nietzsche’nin ‘felsefi hayatın cesur açıklığı’
dediği ve modern filozofların hayatında bulamadığı şey buydu.” 64
Greklerin, bilime yaptıkları katkı varlığı bir bütün içinde görme
eğilimleridir. Bu eğilim kendisini yeni bir zihniyette gösteriyordu.
Nitekim döneminde Grek düşünürlerinin bilime getirdikleri hamle, bu
zihniyetin ürünüydü. Ancak bu serüven geçmişin şimdileşmesinin açık
örneğini sunar. Onu yeni yapan, aklın kendini açması olarak kendini
tarihte bulur. Hegel Grek Tininin öyküsündeki tarihi serüveni Homeros
ve Hesiodos’ta görür.
Herodot’un kesin olarak belirttiği gibi, Greklerin tanrılarının çoğunu
yabancılardan aldılar; ama bu yabancı mitler Grekler tarafından
62
Hegel (2006/2009): 171/179.
Autorkeia: Antik Yunan’da, mutluluğun vazgeçilmez ön şartı ve erdemli
insanın temel özelliği olan, kişinin kendi kendine yetmesi ya da özerk olması
durumu.
64
Zeller, Eduard (2001), Grek Felsefesi Tarihi (çev. Ahmet Aydoğan),
Đstanbul: Đz Yayıncılık, s. 31.
63
36
dönüştürüldü (transformed) ve tinselleştirildi (spiritualized) ve
yabancı ülkelerin theogonileri ile birlikte gelmiş olan içerik
Helenlerin ağzında sık sık tanrılar için saygısızlık içeren bir
söylenceye işlendi. Böylece Mısırlılar arasında henüz tanrılar olarak
geçerli olan hayvanlar da tinsel tanrının yanı sıra görünen dışsal
sembollere indirgendiler. Karakterlerinin tikellikleri ile Grek
tanrıları aynı zamanda insani olarak tasarımlanırlar ve bu insan
biçimlilik onların eksikliği olarak gösterilir. Buna karşı hemen
belirtmek gerekir ki, insan, tinsel varlık olarak, Grek tanrılarında
gerçek olanı oluşturur ve onları tüm doğa tanrılarının üzerine, tüm
Bir ve en Yüksek varlık soyutlamalarının üzerine yükselten şey bu
öğedir. Öte yandan insanlar olarak tasarımlanmaları Grek
tanrılarının bir üstünlüğü olarak da sunulur. Hıristiyan Tanrı için
böyle olmaması gerekirken Schiller şöyle der: “Daha insan kabul
edilirken tanrılar, daha tanrısal/divinity idi insanlar.”65
Greklerde bu özgün kişi özeliğini veren diğer bir unsur da mitdin ilişkisinde görülür. Grek’te dini otoriteye dayalı bir ahlak değil, ahlak
teolojisi denebilecek bir yapı vardır. Bu da insanların uygulayımda ortaya
çıkan boşluklarını dini bir otorite değil, felsefi düşünce ve onların hayat
uygulayımları dolduruyordu.
Mitik dönem, bilgeler ve Presokratik dönemlerden önce genel bir
değerlendirme yaparsak şunları tekrarlayabiliriz. Gerek Husserl gerekse
Heidegger’e göre “philosophia” sözcüğü bize felsefenin ilkin Grek
dünyasında varoluşunu belirleyen bir şeydir. Philosophia, Avrupalı tarihin
en içerideki akışını belirler. Felsefenin varlığında Yunanlı olması,
felsefenin kökensel varlığında doğası gereği, ilkin Grekte ortaya
koymuştur. Her iki filozof’a göre de, “philosophia” sözcüğü, BatılıAvrupa tarihimizin en içerdeki akışını belirlerken felsefenin tek bir
yerden varlığının kaçınılmaz tekçiliğine sürekli vurguyla bir “totoloji”yi
yaşatırlar. Yunanlıdan kastedilen, burada, felsefenin orijinal varlığında,
felsefenin doğası gereği, ilkin Yunan dünyasını ve yalnızca onu ele
geçirmek ve onun üstünde hak iddia etmek suretiyle kendini
serilmemiştir. Derrida’nın ifadesiyle, Şiddet ve Metafizik”te, felsefe
tarihinin bütünü Grek kaynağından ibaret düşünülecektir. Bilindiği gibi,
Batıcılık ya da tarihselcilik değildir bu. Basitçe felsefeyi kuran kavramlar
öncelikle Yunancadır ve onların öğesinin dışında felsefe yapmak ya da
felsefeyi telaffuz etmek mümkün olmayacaktır. Platon’un Husserl’in
gözünde, telos’u hala karanlıkta uyumakta olan felsefi bir aklın ve
görevin kurucusu olması; Heidegger için ise varlık düşüncesinin
unutulduğu ve felsefi olarak belirlendiği anı işaretliyor olması, bu fark
ancak Yunanlı olan bir ortak kökün nihayetinde belirleyicidir.
Heidegger, “uzun zamandır, çok uzun zamandır düşünce
kurumuştur,” tıpkı denizden karaya çıkmış bir balık gibi dediği zaman
65
Hegel (2006/2009): 179/186–7.
37
düşünceyi geri vermek istediği öğe yine Grek öğesidir, Grek varlık
düşüncesidir; akını ve çağrısı Yunanistan’ı üretmiş olan varlık
düşüncesidir. Sözünü ettiğimiz bilme ve güvenlik dünyada değildir
öyleyse; bundan daha ziyade dilimizin imkânı ve dünyamızın
dayanağıdır” 66 Heidegger’de felsefenin amacı varlığı doğada varolan
nesnelerden ayırmaktır. Bu yüzden de “varlık her türlü nesneden
ayrılmalıdır” (VZ 272). Felsefe varlıktan hareket eder ve varlığa döner.
Whitehead de “felsefenin geleneği” ya da “geleneklik felsefe”
adlandırmasında, kastettiği onun dili ve bilgi kuramıyla Grek felsefesidir.
Felsefe’de genel kavramların icat edilmesi düşünceyi sürekli tetiklerken
kuramsal bir yapı olarak bilgi kuramını zorunlu kılıyordu. Bu ise felsefe
geleneğinde Grek için bir çabaydı. 67 “Grek felsefesinin “yüce varlık”
fikri, Greklerin o zamandaki matematik alanındaki gelişmelerinin etkisi
altındaki düşünürlerce kavranmıştı. Bunda aktif zihinli düşünürlerce
Mısır düşüncesiyle temasa geçmelerinin etkisi büyük olmuştur. Grek
düşünürler matematiklik kavramların uygunluğu konusunu yanlış
kavramışlardı. Tüm matematik kavramlar birbirine karışmış süreçlere
işaret eder.”
“Dünya süreci kavramı, sürecin bütünlüğü kavramı olarak
algılanmalıdır. Yüce varlık kavramı da kompozisyon sürecindeki
gerçekliğe başvurmalıdır; tarihlik alanda özel bir çağın verileriyle
sınırlandırılmaması gereken bir gerçekliğe başvurmalıdır. Üstün/yüce
varlığın dünyadaki işlevi canlı tecrübeyi amaçlamayı desteklemektedir.
Bu
kavram
bil-kuvvenin
ambarı/kaynağı
ve
kazanımın
koordinasyonudur.”68 Whitehead, başlangıçta oluşan ya da baştan gelenin
sürece olan uygunluğunu kabul eder. Onca, “Yüce Varlığın süreci formu
sürecin başlatıldığı verilere uygundur. Problem kendi görevini, gelecek
tarihlik dünyada işlevlik bir datum olarak varsaydığı birleşik
kompozisyondur.”69
Grek felsefesi ile Hind ve Çin filozoflarının aldığı evrenlik ilgi
ve tavır ayrıdır. Husserl sadece Greklerin salt kavramlık bir tavır almanın
özce yeniliğini sergiliyor. Greklerde kuramlık tavır almanın tarihlik
kaynağı vardır. 70
—Felsefenin kimliği kendine özgüdür.
—Sürekli varoluşunu, miras alınan bir şey olarak sürdürür.
66
Derrida, Jacques (2006), “Şiddet ve Metafizik” (çev. Zeynep Direk),
Cogito, Sayı: 47–48/Yaz-Güz 2006, s. 62–160.
67
PR 240–1.
MT 93–4.
69
MT 94.
70
Husserl, Edmund (2007), “Avrupa’nın Anlağının Krizi ve Felsefe,” s. 330.
68
38
— Felsefe öykülerini kendisi söyler. Onun “yönetici bilim”
olması, bu varisi olduğu geçmişin başında var ettiği sorulardaki yeni
tekrarlarında bulunur.
— Sokrates ile ilgili öykünün önemi nereden gelmektedir?
Öncelikle felsefenin kendi “geleneği”ni nasıl inşa etmiş olduğunu
görebiliriz. Đkinci olarak bir bilinç ve hafıza yaratarak geleceğin seyrine
doğrudan etkisiyle, felsefi öykünün tek bir geleneğe göre anlatılmasını ve
yazılmasını yönlendirmiştir. Felsefenin tarihi ortaya çıkışı ile tarihte
felsefenin ortaya çıkışı aynı anlamda kabul edilerek mit, din ve estetik
dünya görüşlerinden kesin bir uzaklaşma, Sokrates’in ölümü ile
başlatılmaktadır.
Şimdide Felsefenin Serüveni
Felsefe bilgi ve varlığın mutlak temellerinin peşindedir. Bu izde
yürürken felsefe, birbiriyle bağlantılı büyük gelişme örnekleriyle
karşılaşır. Felsefe tarihi dediğimiz disiplin, insanın felsefi soruşturmaya
yönelişinin sebeplerine işaret ederek, onun problem edindiği temelleri
araştırma konusu yapar. Bununla daha sonraki nesiller insan bilincinin
kendi problemleriyle ilgilenme biçimlerini, bu problemlere nasıl sorular
sorduklarını ve yeni durumlar karşısında o problemlere nasıl yeni
cevaplar verdiklerini ve daha da dikkat çekeni bu yaşanan tüm tecrübe
örneklerinin çok değişik görünen kültürel geleneklerde nasıl farklı felsefi
kuramlar ortaya çıkardığını görebilir. Bu tarihi süreçte insanlığın çok
farklı kuramlar içinde farklı kavrayış biçimleri sergilemeleriyle birlikte,
insan olarak aynı problemin sorularının peşinde olduklarının da farkında
oluruz. Kısaca felsefe tarihi insanlığın düşünce süreçleriyle buluşma
imkânı sunar; binlerce yıldır sürüp gelen benzer öykülerin farklı dil ve
coğrafyalardaki işlevi. Bu işlev düşünce tarihini “canlı bir açılım ile ölü
bir kapalılığın trajik karışımından” 71 ibaret yapar. Bilgi tam olunca ve
kesinlik onun içinde hapsolunca, nüfuz etme ya da ilerleme duygusu
kaybolur. Mutlaklık duygusuyla hareket eden bireyler ve toplumlar, her
şeyi biliyor olmanın hastalığına yakalanırlar. Bu anlamda dogmatizme
dönüşen bilgi “öğrenmenin deccali” olur.72 Đlerleme, sadece ve sadece bir
ilerleme ve sürekli varoluş var etme biçimidir. Đlerleme (serüven)
duygusu ya da nüfuz etme duygusu canlılığın sürekliliği açısından
temeldir. Bu anlamda ilerleme, (i) “çeşitlilikte ayrıntının koordinasyonu
için belirlenmiş örneklerin kullanımıyla ilgilidir.” Ancak örneklerin
belirlenmesi ayrıntıların seçimini sınırlandırır. Böyle bir ilerlemede
evrenin sonsuzluğu düşüncesi gözden kaçırılır. Bütünü gözden uzak
tutup, küçük başarılarla yetinmek, ilerleme kavrayışını bozar. Bunun
örneklerini düşünce tarihi ve sanat tarihinde bulabiliriz. Bu yüzden de
ilerleme adını örnek olabilecek bir reçete yazamayız. Đlerleme salt bir
71
72
MT 58.
MT 58.
39
toplama olayı değildir. Ancak ilerlemenin kısmen belirli örneklerle
ayrıntıları toplama olduğu söylenebilir. Bunun tek bir sorunu dogmatik
ruhların “güvenli serüven”inde ısrarı anlamına gelmesidir. Diğer açıdan
(ii) ilerleme “kavramlık tecrübede yeniliğin ortaya çıkması”dır. Burada
gözden kaçırılan ya da farkı ayırt edilmeyen ayrıntılar “eşgüdümlü
tecrübe” alanına çıkarılır. Bu da bizleri “bilmenin ötesine götürecek olan
(great Beyond=öbür dünya) yeni bir bakıştır.” Bu ilerleme mistik bir
tecrübeyi, yani birde çokluğu, çokta birliği görmeyi içine alır. Yenilik
burada ayrıntılandırılarak bir ilerleme biçimi var eder. Ayrıntılandırma
diğer var olanlardan farklı örnek oluşturmaya yol açar. Yeniliğin
önündeki en büyük tehlike “dogmatizm”le sıkıştırılma tecrübesidir.73 Bu
ilerleme biçimi Platon, Aristoteles ve Epikuros’un zamanında Avrupa
düşüncesine girmiş ve bireylik tecrübede yaşanan değişik unsurların
kesinliğiyle ilgilidir. Adı geçen bu insanlar o zamanlar soyutlamanın
tehlikelerinin farkında değillerdir.
Gerçekte felsefenin hiçbir şekilde ilerleme kaydedip etmediği
sorusu hala varlığını sürdürmektedir. Bazılarına göre büyük felsefi
problemlerin hemen hepsi yüzlerce yıl sonra bile hala tartışılmaktadır ve
herhangi tanımlayıcı bir çözüme yaklaşılmamıştır. 20. yüzyılda L.
Wittgenstein şöyle yazar:
Felsefenin hiçbir ilerleme kaydetmediğini, Greklerin meşgul
oldukları aynı felsefi problemlerin hala bizleri bugün bile meşgul
ettiğini çok sık işitmektesiniz. Ancak bunu söyleyenler, bunun niçin
böyle olduğunun sebebini anlamayanlardır. Bunun sebebi dilimizin
aynı kalması ve bize sürekli aynı soruları sordurmasıdır…
Filozofların ‘gerçeğin’ anlamına Platon’un ulaşmış olduğu kadar
yaklaşamadıklarını okuyorum. Ne olağanüstü bir şey! Platon’un bu
kadar uzağa uzanabilmiş olması harikulade bir şey! Bu durum
Platon’u çok fazla zeki olmasından mı kaynaklanıyor?
Felsefedeki ilerlemeye karşı sunulan en büyük gösterge bilimde
yaşanan tecrübelerdir. Felsefe, bir yandan bir bilim olarak görülebilir.
Gerçekte felsefeyi eşsizce sınıflandırmak zordur ve bu yönüyle hem
sanatlara hem de bilimlere benzer.
Felsefe, (i) filozofun doğruluğun (truth) izinde olması anlamında
bir bilim olarak görülür. Buna göre felsefede yapılan keşiflerle birlikte bir
bilim adamı gibi hareket ederek filozof, devam eden, bir araya getiren,
toplayıcı fikri cesarete sahip heyecanlı biri olacaktır. Bunu onaylarsak
filozof edebiyatla akrabalık kurmalı ve sanat alanındaki yeni gelişmeleri
öğrenmeye merak duymalıdır. Buna göre 21. yüzyıl filozofları bu
disiplinin ilk uygulayıcılarına göre daha şanslıdırlar. Bu durumda “bizler
önceki büyük filozofların omuzlarına basarak duruyoruz, üstlerine
73
MT 57–8.
40
basarak değil,” diyebiliriz ya da “Platon’u ve Kant’ı yaş haddinden
emekliye ayırdık.”
(ii) Sanatlarla ilgili klasik eserlerde tarih önemli değildir.
Tarihleri hakkında bilgi sahibi olmanın aksine fizik ya da kimya
öğrenmek istersek, Newton ya da Faraday’ın hayatını okumamıza gerek
yoktur. Ancak Homeros ve Shakespear’ı okuyoruz, ama bunu yıllar önce
yaşanmış insanların zihinlerinde geçen tuhaf şeyleri öğrenmek için
yapmıyoruz. Elbette aynı şey felsefe için de tartışılabilir. Bugün
Aristoteles’i okuyor oluşumuz Antik dönemdeki birinin merak duygusu
gibi değildir. Felsefe temelde bireylik dehanın eseridir. Kant, Platon’un
yerine geçemez, tıpkı Shakespear’ın Homeros’un yerine geçemeyeceği
gibi.74
Burada ifade edilen görüşlerin her birinde doğruluk payı vardır,
ancak her iki durum da ne tamamen doğrudur ne de tam doğruluğu ifade
etmektedir. Felsefe bir bilim değildir ve ancak onda yapma biçimi olarak
sanatlık bir ifadenin olamayacağını söylemek de zordur. Felsefe
genişleyerek büyüyen bir bilgi alanı değildir, ya da dünya hakkında yeni
hakikatler kazanma konusu değildir; filozof da başkalarının görüşlerini
kabul etmeye hazır malumat sahibi, ansiklopedist biri değildir. Felsefe bir
bilgi konusu değil, anlama alanıdır, diğer bir deyişle bilinenin organize
edilmesi meselesidir. Bu yüzden felsefenin her şeyi kuşatıyor olması,
böylece de kendi alanında evrensel olması yüzünden, talep ettiği bilgi
organizasyonu, sadece onu bir dehanın yapabileceği çok zor bir alan
olduğunu gösterir. Deha olmayan bizler için, felsefeyle ciddi bir şekilde
ilgilenebilme umudunun biricik yolu, geçmiş dönemin büyük
filozoflarının zihin dünyalarına ulaşmaktır.
Felsefe bir bilim olmamakla beraber tarihi boyunca bilimle hep
içsel bir bağa sahip olmuştur. Antik dönemde ve Ortaçağlar boyunca
felsefenin parçası olmuş olan birçok disiplin, uzunca süreden sonra
bağımsız bilimler haline gelmiştir. Sadece tek bir disiplin, kavramları
açıklık kazanmadığı ve yöntemleri tartışmalı oldukça felsefi olarak
kalabilmiştir. Muhtemelen hiçbir bilimlik kavram tam olarak açıklık
kazanmamış ve hiçbir bilimlik yöntem de tam tartışma konusu
yapılmaktan uzak duramamıştır. Şayet durum böyleyse, her bir bilimde
felsefi olarak kalmış olan bir şey var demektir. Ancak problem,
problematik olmayan bir şekilde ifade edilince, kavramları tartışmalı
olmayan bir şekilde bir düzen içinde sunulduğunda ve bir ortak kanı
çözüm yöntemi olarak ortaya çıktığında, o zaman bizler bağımsız bir
şekilde inşa edilmiş felsefenin bir dalına sahip olmaktan ziyade bir bilime
sahip oluruz.
74
Kenny, Antony (2006), A New History of Western Philosophy 1, Ancient
Philosophy, Oxford: Clarendon Press, s. xiii- xvi.
41
Bu ilişkiyi Antony Kenny’den ayrıntılı olarak aktaracağım.
Felsefe, bilimlerin kraliçesi ve bilimlerin hizmetçisi olarak adlandırılınca,
muhtemelen onu bilimlerin rahmi ve ebesi olarak düşünmek daha iyi
olacaktır. Felsefeden ortaya çıkan bilimler, gerçekte daha çok bölünmeyle
meydana gelmişlerdir. Birçoğu arasında şu iki örnek bu durumu
resmetmeye yardımcı olabilir. 17. yüzyılda filozoflar fikirlerimizin
doğuştan mı yoksa kazanılmış mı olduğu problemiyle ilgilenmişlerdi. Bu
problem iki farklı soruna ayrılmıştır: Biri psikolojiktir (kalıtsal olarak
aldıklarımız ile çevreden kazandıklarımız nelerdir?), ikincisi de bilgi
kuramına aittir (bilgimizin ne kadarını tecrübe etmeye, ne kadarını
tecrübeden bağımsız bir şeye borçluyuz?). Birinci soru, bilimlik
psikolojiyi doğururken, ikinci soru, felsefi bir soru olarak kalmıştır.
Ancak ikinci sorunun kendisi de birçok soruyu doğurur; onlardan biri
matematik ve mantık’ın bir uzanımı mıdır, ya da bağımsız bir doğruluk
alanı mıdır? Matematik’in salt mantık’tan çıkarımlanmış olabileceği
sorusu 20. yüzyılda mantıkçı ve matematikçiler tarafından çalışmalarla
cevaplanmaya çalışılmıştır. Cevap felsefi değildi, matematikle ilgiliydi.
Bu yüzden burada iki farklı kola ayrılmış olan temel, karışık felsefi
soruyla karşı karşıyayız. Birisi psikolojik, diğeri de matematik sorun.
Matematik önermelerin mantığıyla ilgili olarak felsefi tortu çalkantılı bir
durumda hala ortada durmaktadır.
Felsefe bir konuma bağlanması anlamında sanatlara benzer.
Filozof, klasik metinlere başvurarak dile getirilmiş problemleri bir yerde
bulur. Kendine özgü yöntemlerin dışında hiçbir özel konuya sahip
olmadığı için felsefe, kendi büyük uygulayımcılarının edimleriyle
gerçekleşmiş bir disiplin olarak tanımlanır. Bizlerin filozof olarak kabul
ettiğimiz çok eski dönemdeki insanlar, yani Presokratikler, bir yandan
bilim adamı, bir yandan da dini lider konumundaydılar [en azından büyük
bir kısmı]. Biz 20. yüzyılda felsefe yapmaya çalışanların süreklilik
dedikleri şey anlamında onlar kendilerini ortak bir mesleğe ait kişiler
olarak tanımlamıyorlardı. Bugün kendilerini filozof olarak tanımlayan
bizlerden birçoğu gerçekte Platon ve Aristoteles’in mirasçılarıyız.
Bununla beraber onların mirasçılarının sadece çok küçük bir bölümünü
oluşturmaktayız. Bizleri Greklerin diğer mirasçılarından ayıran ve onların
isimlerine varis olma hakkını veren şey, fizikçilerin, astronomların,
hekimlerin ve dilcilerin aksine, onlar için geçerli olduğu kadar aynı
yöntemlerle sadece Platon ve Aristoteles’in hedeflediği şeyi felsefeci
olarak izlememizdir.
Felsefenin asıl görevinin insanın yaşadığı fikirlik karışıklıkları
tedavi etmek olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir. Bu konuda dile
getirilen en ılımlı görevler tarih boyunca farklı olmuştur, çünkü her bir
dönem farklı bir sağaltıcı yönteme gereksinim duymuştur. Düzene
sokulmamış zihnin kendisini bağladığı düğüm, çağdan çağa farklılık
gösterir ve farklı zihinlik tepkiler de bu düğümlerden kurtulmayı zorunlu
kılar. Çağımızın en yaygın hastalığı zihin hakkında düşünürken, onu bir
42
bilgisayar olarak görmesidir. Hâlbuki önceki çağlarda zihin bir telefon
santralı, ayaklı organ, minyatür insan ya da bir ruh olarak kabul
ediliyordu. Eski dönemlerin sıkıntısı ya her şeyi durağan ya da her şeyi
tekrar eden bir şey olarak görmelerinde yatar. Mesela yıldızlara canlı
varlıklar ya da insan davranışını önceden belirleyen şeyler olarak
inanılıyordu.
Felsefenin sağaltıcı rolünün olduğu görüşü içten gelen bir
ilerleme değil, zamanla değişen bir şey olarak görünüyor. Ancak böyle
bir düşünce tam da doğru değildir. Düşünce karışıklığını gidermek filozof
tarafından doyurucu bir şekilde aydınlığa çıkarılabilir. Ancak artık bu
durum sıradan bir düşünür için bir şey söylemiyor. Ontoloji’nin (varlık
bilimi) kurucusu olarak kabul edilen Parmenides, “olmak” fiilinin farklı
anlamları arasındaki sistematik karışıklığı daha çok kendi kurduğu
sistemine dayandırmıştır. Diyaloglarının birinde Platon, problemleri
öylesine başarılı bir şekilde çözümlemeye çalışıyordu ki, onları tekrar ele
almak gereksizdi. Gerçekte ilk bakışta bu başarıda Parmenides’i
karışıklığa götüren şeyleri açıkça çözüme kavuşturmak için felsefi hayal
gücünün büyük bir etkisi vardı. Bu tür bir ilerleme aslında kendi
başarılarıyla üstü örtülmüş bir ilerleme anlayışıdır. Felsefi bir problem
çözüme kavuşturulunca, artık hiç kimse onu artık felsefenin konusu
olarak kabul etmez. Bu bir vecizede geçen ihanet tanımlamasına benzer:
“Đhanet asla başarılı olmaz, nedir sebebi? Zira başarı söz konusuysa hiç
kimse onu ihanet olarak adlandırmaya cesaret edemez.”
Felsefi ilerlemenin en görülür biçimi felsefi analizde yaşanan
tedrici ilerlemedir. Felsefe, kendisinde artan bilgi miktarına düzenli
eklemeler yaparak bir ilerleme gerçekleştirmez. Söylenmiş olduğu gibi
felsefenin ileri sürdüğü şey, bilgi yığını değil, anlamadır. Çağdaş
felsefeciler, şüphesiz, geçmiş büyük filozofların bilmediği birçok şeyi
biliyorlar; ancak onların bildiği şeyler felsefi meseleler değil,75 felsefenin
yol açtığı bilimlerce keşfedilmiş olan doğrulardır [truths]. Fakat önceki
nesillerin büyük filozoflarının bile anlamakta başarısız kaldıkları bazı
konuları günümüz felsefecilerinin anlayabildiğini biliyoruz. Mesela
filozoflar farklı kelimelerin anlamları arasında ayrım yaparak dili
açıklamaya çalışmışlardı ve böyle bir ayrım gerçekleştirilince,
gelecekteki felsefeciler müzakerelerinde bu ayrımı dikkate almak zorunda
kalacaktır.
Ortaçağda dinin hizmetine verilen felsefe, Antik dönemde ne
kadar bağımsız ve kendinde bir alan olarak kabul edilse de, ne dinden ne
mitik düşünceden ne de o dönem için bilim adlandırmasından ayrıdır.
Felsefi arketiplere baktığımızda birçok felsefi tartışma sadece felsefenin
alanı içinde yer almaz. Mesela kuşkuculuk, sadece felsefi tartışmalarda
75
Kenny, Antony (2006), A New History of Western Philosophy 1, Ancient
Philosophy, Oxford: Clarendon Press, s. xiii- xvi.
43
değil, dini metinlerde de karşımıza çıkar. Yeni Ahit’te “kuşkucu
Thomas,”76 Kur’an’da aktarılan haberlerin/bilginin doğruluğu konusunda
kuşku örnekleri, mesela (Hz) Đbrahim’in arayış öyküsü, az değildir.
Felsefeyi bilimlik temelli bir kökene dayandırma çabasıyla
hareket edenler onu Grek Đonya’ya dayandırırken, modernist/pozitivist
bakış açılarını ve yöntemlerini kullanmaktadırlar. Bugün bilim dediğimiz
şey, o gün bilim denilen şeyden farklıdır. Batılı köken arayışında, tüm
düşünce kaynağını Đonya’dan başlatma fikri, Batılı bir önyargıdır. Grek’te
felsefe vardır ve bugün dünyanın hemen her yerinde felsefe denilince
anlaşılan da Batı Grek felsefesiyle gelen serüven olmasına rağmen, tek ve
biricik felsefe değildir. Jaeger ve Cornford’a göre Sokrates öncesi
filozoflar hem filozof hem de teologdur. Modern/aydınlanmacı anlamda
din, bilim ve felsefe ayrımı o dönemde mevcut değildi. O dönem
filozof/teologların özelliği, geleneksel dinin cevap veremediği dini
taleplere deneylik ve akla dayalı malzemeyi kullanarak cevap
veriyorlardı.
“Yeni açıklama biçimi” tanımlamasını bir alanın başlangıcı
olarak kabul etmek, önceki düşünme biçiminin şimdikinden tamamen
farklı olduğunu kabul etmek demektir. Ancak mitik düşünme ile yeni
açıklama formu arasında kesin bir ayrım yapmak ve keskin bir sınır
çizerek bir alanın tarihini başlatmak insan tecrübesinin bütünlüğü
açısından mümkün görünmemektedir. Bu yeni açıklama biçiminin
başlangıcını, soru sorma formu tanımlaması şeklinde izlersek,
muhtemelen kesin bir başlangıç değil, insanın kendisiyle ilgili öyküsünü
yeniden okumaya başladığı yeni bir dönem olarak adlandırabiliriz.
Felsefe, gerçek olanın izindedir. Geçmişin kozal etkisi kabul
edilirse, “hiçbir şey Geçmişte yok olup gitmez. Her bir-fiil durum, yani
her bir gerçeklik durumu kendisini var eden tüm toplamlarıyla hep
şimdidedir. “Geçmiş şimdide kavranır.”77 Đnsanlığın düşünce biçimleri ve
düşünce ürünlerinin kaynağını arama yeri hep geçmişin şimdisini gösterir.
Orada olanın burada yeniden dile gelişi gibi kavranabilecek bir yapıda
geçmiş, okunduğunda, bilgi ve edime dönüştüğü anda şimdileşir.
Đnsanlığın her bir anda aklından çıkarmaması gereken temel ilke, tıpkı
bizler gibi milyarlarca insanın varlık sahnesinde yer aldıkları
düşüncesidir. Her bir an, milyarlarca insan varlığı için hep şimdilerin
ifadesi olarak görülmüştür. Orada olan olarak geçmiş, gerçekte hep şimdi
olarak orada var olmaya devam etmektedir.
76
Bkz. Soccio, Douglas J., (2010), Felsefeye Giriş (çev. Kevser K. Karataş),
Đstanbul: Kaknüs, s. 36.
77
Krş. Hegel, George (2006), Tarih Felsefesi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul:
Đdea, 63–4; Hegel, Georg (2009), The Philosophy of History, Scotts Valley,
CA-Usa, s. 65.
44
Felsefe, insanın kendisi olarak kendisiyle ve çevresindeki tüm
olgularla baş başa kalmasıdır. Bu dış dünyaya karşı bireyin ben’i
hakkında özgürleştirici serüveni tetikler. Bu tek başına bir disiplinin
doğmasına yeterli olabileceği gibi içinde yaşanılan kültürle ilgili ciddi
sorgulamaların yaşanıyor olması da dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Günümüzde felsefenin ne olduğunu ‘anlayabilmek’ için bazı
genel tanımları izleyebiliriz. 1- Felsefe, hayat ve evrene karşı kişilik bir
tutumdur. Hayat serüveninde karşılaştığımız olumsuz tecrübeler, bu
tecrübelerin üstesinden nasıl gelinebileceğini? soruşturmaya yöneltir.
Felsefi tutum, araştırma ve eleştirel bir tavır almadır. Aynı zamanda
felsefi tutum, problemin tüm yönlerine bakabilecek hoşgörülü ve açık
zihinli bir tavır sergilemektir. Burada felsefe, şimdinin içinde ‘kişilik’ bir
sorun çözme adına sorular peşinde olma çabasıdır. 2- Felsefe, derin
düşünce ve akıl yürütücü sorgulama yöntemidir. Bu anlamda felsefi
yöntem eleştireldir. 3- Felsefe bütünün bakış açısını kazanma
teşebbüsüdür. Felsefe, tutarlı bir dünya görüşü etrafında değişik
bilimlerin ve uzun insan tecrübesinin sonuçlarını birleştirmeye çalışır.
Felsefeci, hayatı bir bilim adamı, ya da bir sanatçının özel bakış açısından
değil, bir bütün olarak kendisi görmeyi isteyen kişidir. 4- Felsefe dilin
mantıki analizi, kelime ve kavramların anlamının sınıflandırılmasıdır.78
Felsefeyle ilgili bu tanımlamaları ve onun şimdideki varlığıyla
ilgili tartışmaları çoğaltmak mümkündür. Bugün felsefe kavramı daha çok
tecrübe olgularının eleştirel değerlendirmesini tanımlamak için
kullanılmaktadır. Bu tanımdaki anahtar sözcük, eleştirel değil,
“değerlendirme” kavramıdır. Felsefe ve bilimler arasındaki ayrım, sadece
çözümleme, tanımlama ya da eleştiri üretmesinde değil, aynı zamanda
özellikle insan deneyimlerinde değerler tespit etmesidir.79
Felsefenin Alanları
(i)
Metafizik
Mutlak gerçekliğin izinde olmayı tanımlar; insan özgürlüğü, ruhbeden ilişkisi ya da dualitesi gibi konuları işler. Aristoteles’in felsefe
sınıflandırmasında bilmeye karşılık olarak mantık (organon), fizik ve
metafizik’i alıyordu. Đlk Aristotelesçiler Metafizik kelimesini,
sonrakilerin kullandığı gibi değil, fizik konusundaki sekiz kitabından
sonra yazılmış anlamında kullanmışlar ve Aristoteles’in “ilk felsefe”
dediği yazılarını kitaplarının düzenlenmesinde fizik kitaplarından sonraya
78
Harold H. Titus (1964), Living Issues In Philosophy, New York:
American Book Company, s. 6–7.
79
Sahakion, William (1995), Felsefe Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul:
Đdea, s. 7.
45
koydukları için Metafizik demişlerdir. Fakat sonradan bu kelime fizik
ötesi konularla uğraşan bilgi anlamına gelmiştir. Türk-Đslam filozofları
Aristoteles’in yazılarını A’dan Z’ye kadar harflere göre bölümlere
ayırdığı için Kitab-al-huruf diye çevirdiler. Daha sonra aldığı anlamı ile
ma bada’d-ed-tabia’ dediler.
Metafizik, felsefe disiplinlerinin tartışmaya en açık olanı, başı en
çok derde gireni ve en ilgi çekicisidir. O en yaygın anlamıyla, tüm hayat
ve bilgimiz hakkında bütüncül bir yorum olma çabası içinde olduğu
sürece, felsefeden başka bir şey değildir. Bunun yanı sıra felsefenin, adını
bir rastlantıya borçlu olan gayrimeşru çocuğudur. O adını, yukarıda
açıkladığımız gibi, Aristoteles'in yazıları içersinde fizikle ilgili olanları
izleyen (meta ta physika) yazılar olarak bulmuştur. Simplikios tarafından
vurgulanan anlamıyla da, metafizik sözcüğü, aynı zamanda "doğa
ötesi'nin, fizikten sonra bilinmesi gereken özlerin öğretisine verilen ad
olmuştur. Oysa Aristoteles sadece ilk felsefeden söz etmişti. O, ilk
felsefeden, deneyden bağımsız, apriori, zorunlu bilme (wissen) biçimi
olarak söz eder. Đlk felsefe (1) Đlk prensip ve temel nedenlerin bilgisidir
(prensipler öğretisi). (2) varolan olarak varlık hakkındaki bilgi (O,
"varlık" kavramını en genel ve kapsayıcı kavram saydığından, varlık
bilgisi, ontolojidir). (3) yetkin öz, ilk töz ve evrenin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisi hakkındaki bilgi (teoloji). Bu kavramlık saptamalar, bugüne kadar metafizik tarihini olumlu ve olumsuz yönlerden
etkileyip durmuştur. Mesela metafizik Ortaçağda felsefi bilimlerin
kraliçesi sayılmıştır. Hatta günümüzde bile, o, Katolik çevrelerde
"felsefenin tüm özel alanlarının bağlı bulunduğu son temeli gösteren ana
bilim" olarak görülmektedir. Ana bilim olarak metafizik, tüm Ortaçağ
boyunca vahye dayalı teolojiden destek görmüştü. Ne var ki, Yeniçağda
ana bilimin bilgi kuramı olmasıyla, metafizik bu özelliğini yitirmiştir.80
(ii) Ontoloji: :
Felsefenin bir dalı olan ontoloji, genel olarak varlıkla uğraşırken
metafizikle aynı anlama gelmektedir. Ontoloji, Grekçe on kelimesinin
karşılığı olarak “olmak” fiiline eş değer olan eiani fiilinden gelmektedir.
On varlık, to on ise olan demektir. Metafizik’in bir dalı olarak anlaşılan
ontoloji genelde varlığın bilimidir; varolanın mahiyeti, gerçekliğin
kategorik yapısı gibi konuları içine alır. Farklı kategorilere ait olan
varolan şeyler Aristoteles’te izleri sürülebilecek kadar gerilere giden bir
fikirdir. Uzun süre “ilk felsefe” bilimlerin bilimi gibi anlamlar alan
metafizik, 17. yüzyıldan itibaren töz/cevher anlayışı terk edilince, madde,
ruh, gayelilik, mekanizm, ahlak, özgürlük, aşkınlık, içkinlik, birlik,
çokluk, zorunluluk, olumsuzluk ve aşk alanlarına yöneldi. Günümüz
felsefesinde metafizik ile varlık felsefesi arasında bazı ayrımlar
80
Heinemann, Fritz (1990), “Metafizik.” Günümüzde Felsefe Disiplinleri
(çev. Doğan Özlem), Đstanbul: Đnkilap.
46
yapılmaktadır. Varlık bilimi, var olanın yapısının, dolaysıyla da özünün
çözümlenmesiyle sınırlanırken, metafizik var oluşla ilgili önermeler
getirir. Buna göre bilgi sorunu temelde metafizik bir sorundur. Đkinci
ayrıma göre ise metafizik sadece özgül sorunları incelememesi, en
azından ilke olarak gerçekliğin bütünlük bir görünüşüne varmayı ister.
Buna göre metafizikten bağımsız hareket etmeyen Hartmann’ın öğretisi
varlık felsefesi içinde yer alır. Varlık felsefecileri sadece varlığın
çözümlemesiyle değil, aynı zamanda bir doğa felsefesi, bir insan felsefesi
ya da axioloji ortaya koymuşlardır. Bunu Whitehead’in kozmolojisinde
görebileceğiz.
(ii)
Epistemoloji
Bilginin mahiyeti/doğası ve kökeni, mümkün olup olmadığı gibi
konuları ele alan felsefe disiplinidir. Açık-seçiklik, hakikat, inanç,
bilginin kaynağı, algı konularını kapsar. Bir Felsefe kitabının
“epistemoloji” tanımı, bilgi kuramıyla ilgili felsefe disiplini olduğunu
açıklayarak başlar. Bu tanım, “bilginin ne olduğu ve onun nasıl ortaya
çıktığı çalışmasıdır.” Saygın bir yazar böyle bir araştırmanın sistematik
ilgilerini şöyle sınıflandıracaktır:
(i) Bilgi. O nasıl tanımlanır? Bilgi, zan ya da doğru inanç
arasındaki ayrım nedir?
(ii) Delil. Bildiğimiz şeyin çıkarımı ya da delil yoluyla bilinen
şeyin çoğunluğu. Doğrudan her hangi bir delile, çıkarımsal olmayan bir
bilgiye sahip miyiz?
(iii) Ölçüt. Bir şeyi bilip-bilmediğimize nasıl karar vereceğiz?
Bilgi nasıl kanıtlanır? Bilgiyi doğrulamanın ölçütü nedir?
(iV) Temeller. Bilgiyle ilgili her bir parça doğrudan bir şeyin
kökenini veya nedenini, Kartezyen Cogito gibi, bulmaya mı yönelir? Ya
da bir şekilde bilgi her hangi bir temele, kökene dayanmaksızın ortaya
koyar mı? bilgi sonuna kadar gidince kaplumbağa olabilir mi?
(v) Doğruluk. Bilgi doğru olmak zorundadır, ancak doğruluk
nedir? Doğruluk nasıl tanımlanabilir ya da kanıtlanabilir?
Bir “bilgi kuramı”nın tüm bu çekirdek ilgilerin hepsini ya da
çoğunu ifade etmesi beklenmelidir. O zaman nedir? Öyleyse böyle bir
kuram neyi ifade eder? Takdire değerdir ki, kendini tam da derin
düşüncelere adamış biri (Platon) epistemolojik kuramın temasını açıklar.
Buna göre kuramında, üretmesi, yani daha iyi ve daha fazla tefekkürü
üretmesi beklenilir. “Her bir insanın ruhu doğruluğu öğrenme gücüne ve
onunla anlama organına sahip” olduğunu gözlemleyerek, Platon, böyle
bir bilgiyi (epistemee, doğruluğun rasyonel bilgisi) felsefe için en iyi ve
merak bilgisi olarak tanımlar. Bilme (knowing) koyla bir şey değildir. O
bir disiplini gerektirir, hatta tersini. “Bir insanın gözüyle karanlık yerine
47
aydınlığı görebildiği şekilde tüm bedenini döndürmek zorunda olduğu
gibi, aynı şekilde tüm ruh bu değişen dünyadan başka tarafa
döndürülmelidir, gözü gerçekliğe (reality) tefekküre odaklanıncaya ve Đyi
diye adlandırdığımız yüce aydınlığa odaklanıncaya kadar.” Uygun bir
disiplinin daha çok “teknik” sonucu olarak felsefe dışında, bir defaya
mahsus felsefi hayat için hiçbir şey yapılamaz mı? “Daima ona sahip olan
ruh gözüne sağgörü gücünü yerleştirmek olmayacak, ancak, yanlış yöne
bakmak yerine, onun olması gereken yere dönmesi garantiye almak olan
bir sanat var olabilir.”81
(iv) Etik/Ahlak Felsefesi
Felsefenin değerleri inceleyen kısmına aittir. Ahlak felsefesi,
ahlaktan farklı olarak ahlaki kurallar topluluğunu felsefi olarak inceleyen
ve açıklamaya çalışan felsefi bir soruşturma dalıdır. Bir felsefe disiplini
olarak etik, normatif, betimleyici ve meta-etik olarak üçe ayrılır.
Betimleyici Etik, ahlak alanına bilimlik yaklaşımın uygulanmasının bir
sonucudur. Betimleyici etik, ahlak alanındaki bilimlik ya da tasviri
yaklaşımın ahlak alanına uygulanmasını ifade eder. Bu etik, norm
bildirmek, kurallar koymak yerine, sadece insan eylemlerini
gözlemleyerek eylemlerin sonuçlarını betimler. Bu etik, insanların ahlaki
görüş ya da inançlarıyla ilgili olguluk önermelerden meydana gelen etik
türüdür. Etik bu yaklaşımda seyirci, gözlemci durumundadır; ahlaki olgu
ve olaylara dışarıdan bakar, onları bilimlik bir yaklaşımla gözlemleyip
tasvir eder, açıklar. Hangi değerlerin benimsenmesi, hangi ideallerin
peşine düşülmesi gerektiği sorularına cevap vermez. Normatif Etik,
insanların neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve kötü olduğuyla, belirli
durumlarda, ne yapıp ne yapmamaları gerektiğiyle, hayatta hangi nihai
amaçların peşinden gitmek durumunda olduklarıyla, hayatlarını nasıl
sürdürmeleri gerektiğiyle ilgili bilgi veren, insanların ahlaki eylemleri
için norm ve düzenleyici ilkeler getiren etik türüdür.
Normatif etik nasıl yaşamamız gerektiğini bildiren ahlaki ilkeleri
araştırır, adaletli bir toplumun hangi unsurları içermesi gerektiğini
mütalaa eder, bir insanı ahlaken iyi kılan şeylerin neler olduğunu
sorgular. Kuramlık düzeyi açısından normatif etik’in üç temel, geleneklik
problemi vardır. (i) ahlaki erdemlerle ilgili olarak hangi insan
karakterlerinin ahlaken iyi, hangilerini kötü olduğu sorusu etrafından
tartışılan problem. Bu bireyin ahlaklılığıyla ilgili bir sorundur. (ii)
toplumun hangi ilkelere göre nasıl yapılandırılması gerektiği problemidir.
(iii) Hangi değerlerin temel olduğu, hangi şey ya da tecrübelerin kendi
içinde veya kendi başına değerli veya arzu edilebilir olduğu problemidir.
81
Allen, Barry (204), Knowledge and Civilisation, Colorado: Westview Press
2004, s. 12.
48
Meta-Etik, analit etik veya eleştirel etik olarak da tanımlanır.
Meta-etik’e göre, ahlak filozofu normatif etik’le meşgul olmamalıdır;
çünkü onların kendilerine ahlaki gerçeklerle, doğrulara nüfuz etme
imkânı verecek özel bir kavrayış güçleri yoktur. Đngiliz Filozofu B.
Mayo’ya göre, “etik’in işi ahlak ilkeleri ortaya koymak değil, fakat
konmuş olan ilkeleri analiz etmektir.” A. J. Ayer ise, “gerçek ahlak
filozofu ahlaki yargılar öne sürmez, insanlara bir takım davranış tarzları
dikte etmez, fakat insanların bir ahlak yargısı verdiklerinde ne
yaptıklarını analiz eder.”82 Etik kuram Ayer’e göre, “… Bütünüyle analiz
düzeyindedir; insanların ahlaki yargılar verdiklerinde ne yapmakta
olduklarını gösterme girişimidir; insanların hangi ahlak yargılarını
vermek durumunda olduklarına ilişkin bir öneriler kümesi değildir. Ve
bu, benim anladığım şekliyle tüm ahlak felsefesi için doğrudur. Tüm
ahlak teorileri, felsefi teoriler oldukları ölçüde, fiil davranış hakkında
nötrdürler.”83
(v) Estetik
Ya da sanat felsefesi, sanat eserleriyle ilgili olarak çıkan
kavramların tahlili ve problemlerinin çözümüyle meşgul olan felsefe
disiplinidir. Sanat felsefesi, sanat adını alan varlık alanının bütünlüğü
içinde anlamaya ve bu alanın insanın varlık yapısındaki yerini göstermeye
çalışır. Sanat felsefesi ile birlikte kullanılan estetik “sanat üzerine felsefi
düşünmeden” ibarettir. Sanat üzerine düşünmek de güzel dediğimiz özel
bir değerin kendisini aydınlığa çıkarmaktır. Buna göre estetik hem sanatı
hem de doğadaki güzelliği, güzelin ruhi yaşanışını ve bu ruh hali ile sanat
eserinin yapılışını inceler. Sanat, doğadaki, güzelliği de konu edinen
estetiğin bir dalı olmaktadır. Buna göre estetiğin alanı sanat felsefesinin
alanından daha geniştir. Bununla beraber sanat felsefesinin kavram ve
problemleri bir anlamda, estetiğin ana kavram ve problemleridir. Sanat
felsefesi ile birlikte kullanılan estetik “sanat üzerine felsefi düşünmeden”
ibarettir. Sanat üzerine düşünmek de “güzel” dediğimiz özel bir değerin
kendisini aydınlığa çıkarmaktır. Buna göre estetik hem sanatı hem de
doğadaki güzelliği, güzelin içsel yaşanışını ve bu içsel durumla sanat
eserinin yapılışını inceler. Sanat, doğadaki güzelliği de konu edinen
estetiğin bir dalı olmaktadır. Buna göre estetiğin alanı sanat felsefesinin
alanından daha geniştir. Estetik doğayı da çalışma alanına dâhil eder.
Sanat felsefesi, sanatı, alıcı, izleyici ya da dinleyicinin estetik tecrübesine
herhangi bir başvuruda bulunmaksızın tanımlayabilir. Sanat felsefesi tüm
sanatlarda estetik tecrübeleri ya da estetik nitelikleri zorunlu olarak yer
alması gereken bir şey olarak görmez. Bununla beraber sanat felsefesinin
82
Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Đstanbul: Paradigma’dan “On The Analysis of
Moral Judgement,” Philosophical Essays, NY: 1954, s. 46.
83
McIntyre, Alasdair (2001), Ethik’in Kısa tarihi (çev. H. Hünler&S. Z.
Hünler), Đstanbul: Paradigma, s. 7’den naklen, “On the Analysis of Moral
Judgements,” s. 245–246.
49
kavram ve problemleri bir anlamda, estetiğin ana kavram ve problemleridir. Güzellik sanat felsefesinin ana kavramı ve değeri olması söz
konu-su olmakla birlikte, biricik kavramı değildir. Sanat felsefesi güzelin
yanında hoş olanla, yüce olanla, soylu olanla da ilgilenir. Felsefi estetik,
estetik varlık alanını bütünüyle ele alıp inceleyen zorunlu bir bilimdir.
Felsefi este-tik bir güzellik felsefesi olarak Antikede kurulmuş diyenlerle
beraber, Rönesans’la başlatanlar (W. Diltey) ve hepsinden ayrı olarak onu
modern bir bilim olarak görenler de vardır (B. Croce). Bu bağlamda
kavramlık bir tanımlama ile ayrı bilim dalı olarak onun bu süreçte 18.
yüzyılın, öncesi var olan bir çocuğu olduğunu söyleyebiliriz.84
(vi) Siyaset Felsefesi
Siyaset felsefesi insanların toplum halinde ve siyasal bir
örgütlenme içinde yaşamalarından doğan siyasi sorunlarla ilgilidir.
Bunların en dikkat çekeni devlete ilişkin problemlerdir. Đkincisi, kimin
yönetmesi gerektiği problemidir. Diğer bir problem alanı da egemenliğin
mutlak mı yoksa sınırlı olması gerektiği problemidir. Bilimin siyaseti
konu alan dalına, siyaset bilimi, felsefenin siyaseti ele alan dalına da
siyaset felsefesi denir. Siyaset bilimi, devlet, siyasal kurumlar, siyasal
rejimler (krallık, monarşi, demokratik yönetimler vb.) ve rejimlerin
oluşmasında ve işlemesinde rol oynayan tutum, davranışları bilimsel
yöntemle inceleyen bilim dalıdır. Bir bilim dalı olması yüzünden siyaset
bilimi olanı inceler, olması gerekenle ilgilenmez.
Siyaset (politika), Aristoteles'in Politika adlı eserinde ifade ettiği
gibi, halkın, toplumu ilgilendiren konularla ilgili olarak yaptığı her şeydir.
Siyaset bilimi açısında Siyaset; “hem bir çatışma ve iktidar kavgasıdır,
hem de toplumun tüm üyelerinin yararına olabilecek bir düzen yaratma
aracıdır” (Maurice Duverger).
(vii) Din Felsefesi
Din felsefesi, “din hakkında felsefi düşünme” anlamına
gelmektedir.85 Günümüz felsefesinde beş din felsefesi akımı vardır:
1- Geleneklik dini akıl dışı hurafeler yığını olarak gören ve
bunun bir esası ve mantıki tutarlılığı olmadığını göstermek için felsefi
kanıtlar ileri süren A. Flew ve Kai Nielsen gibi felsefecilerin savunduğu
din felsefesi akımı. Nielsen Din Felsefecilerinin anlamla ilgilendiklerini
yazarak, “dini konuşmada kullanılan kelimeler ne anlama gelmektedir ve
dini ifadeler hangi işleve sahiptir sorusunu sorar.” Ona göre dinin
ifadelerini anlamayla ilgilenme dinin ya da inançların hakikatiyle
84
Bkz. Albayrak, Mevlüt (2012), Estetik’in Serüveni, Ankara: Akçağ Yay.
Charlesworth, Max (1972), Philosophy of Religion: The Historic
Approaches, New York: Herder and Herder, s. vii; Ahmet Arslan, Felsefeye
Giriş; Ahmet Cevizci, Felsefeye Giriş.
85
50
ilgilenmemizde fazlaca önemlidir. Bu noktadan hareketle o dinin
anlaşılmasının güç bir görüngü olduğunu iddia eder. Onu anlamak için ne
teolojik ne de dini hiçbir yola sahip değiliz. Din hakkında teolojik olarak
konuşmak belirsizlik içinde savrulmaktır ve teolojik açıklamanın birçok
terimi mantıksal olarak şüphelidir. Dini bilimsel olarak çalışmak
açıklıktan uzak bir alandır. 86 Ancak bu görüşte olanlar dinin tamamen
yararsız bir alan olmadığını da vurgulamaktadırlar.
2- John Hick, James Ross ve Richard Swinburn87 gibi geleneklik
dini inançların –en azından Tanrı vardır şeklindeki temel iddiasınırasyonel kanıtlarla ispat edilebileceğini düşünenlerin oluşturduğu din
felsefecileri grubu. Bu grup daha çok Đngiliz din felsefecilerinden
oluşmaktadır. Günümüz din felsefecilerinden Hick’e göre din felsefesi,
bilim felsefesi özel bilimlerle ilgilendiği gibi, din felsefesi de
dünyadaki özel din ve ilahiyatlarla ilgilenmektedir.88
Bazıları din felsefesini, “vahiy edilmiş” olandan ayrı “doğal
teoloji çalışma(ları)nın devamı olarak kabul etmiştir. Doğal teolojinin
programı, rasyonel olarak Tanrının varlığını ispat etmek ve böylece de
“vahyin iddiaları” için bir yapı oluşturmaktır. Bu anlamda doğal teoloji,
dini inançların savunulması için felsefi alt yapı çalışmasıdır ve dini
öğretinin bir alanı olarak kabul edilebilir. Ancak din felsefesi, dini
öğretinin (teaching) ve ilahiyatın (theology) bir dalı değildir.
3-Norman Malcolm ile D. Z. Philips 89 gibi düşünürlere göre
felsefi tasavvurların veya dini inancın genel felsefi ya da bilimlik
bağlamlar içinde savunulmasının bizi yanlış yola götürür.90 Bu anlayışa
göre dinin içinde olmayan biri din hakkında konuşamaz. D. Z. Phillips’e
göre din, belli başlı bazı insani faaliyetlerin, tepkilerin ve ilişkilerin bir
toplamı olduğu için ancak içeriden gereği gibi anlaşılabilir. Malcolm ise,
Wittgenstein’ın “dil oyunu” olarak dinin de sadece kendi içerisinden
anlaşılabileceğini kabul eder. Her iki düşünür de, din dilinin içeriğinin
doğrulanmasından değil, anlaşılmasından söz eder. “Din bir yaşam
formudur,” diyen Malcolm’a göre dini yaşam formu edimler ile
somutlaşır.91
86
Nielsen (1982): 1, 15–6.
Türkçede Hick ve Swinburn üzerine çalışmalar yapılmıştır.
88
Hick, John (1990), Philosophy of Religion, Fourth Edition, New Jersey:
Prentice Hall International Inc., s. 1–2.
89
Önemli bazı eserleri şunlardır: D. Z. Phillips, The Concept of Prayer
(1965), Faith After Foundationalism (1988); N. Molcolm, Ludwig
Wittgenstein: A Memoir 1962.
90
Koç, Turan (1992), Din Dili, Đstanbul: Đz Yay., s. 4.
91
Ayrıntılı bilgi için bkz., Albayrak, Mevlüt 2001, “ b: 6-25.
87
51
4- Protestan din felsefecisi Paul Tillich’in (1886-1965) bu
disiplinle ilgili görüşleri dikkat çekicidir. Tillich’e göre iki tip din
felsefesi vardır: Ontolojik ve kozmolojik din felsefeleri. Ontolojik
yöntem, her din felsefesi için temeldir. Ontolojik yöntem olmaksızın
kozmolojik yöntem, din ve felsefe arasında olumsuz sonuçlara yol açar.
Ontolojik yaklaşımın temeline dayanma ve kozmolojik yöntemin
kullanımına bağlı olma ile din felsefesi, din ile seküler kültür arasında bir
uzlaşmaya yardımcı olur. 92 Tillich’in tasnifine göre Alman idealizmi, din
felsefesinin ontolojik şekline girer. Daha geniş bir şekilde söylemek
gerekirse ontolojik din felsefesine, varlık ve değere göre bütün objektif
bilginin prius’u olarak ‘bütünlük”ün vasıtasız tecrübesine vurgu yapan
Hocking’in din felsefesi, Tanrıyı asli mahiyet olarak kabul eden
Whitehead ve ontolojik delili yeniden kurmaya çalışan Charles
Hartshorne’un din felsefeleri girmektedir. 93 Ontolojik din felsefesini,
yapıcı (constructive) din felsefesinden ziyade dini felsefe olarak görenler
de vardır.94
5- Tilllich’in ontolojik din felsefesi içinde tanımladığı
Whitehead’in din felsefesi, günümüzde süreç din felsefesi ismiyle önemli
bir alan oluşturmuştur. Süreç felsefesinden hareketle yeni bir Hıristiyan
Teizmi kurma çabası içinde olan Charles Hartshorne (1897–2000) dikkat
çekmektedir. Günümüzde ise bu ekolle ilgili dikkat çeken isimler
arasında John B. Cobb Jr., Davdi Ray Griffin ilk sırada gelmektedir.95
Günümüzde felsefe serüvenini, yukarıda verdiğimiz tanımları da
kapsayacak şekilde, dört yönelimle devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Bu
dört yönelim sırasıyla, Alman romantizminden kaynaklanan
yorumbilimlik (hermenotik) yönelim: Bu yönelimin dikkat çeken ismi
Heidegger ile Gadamer’dir. Đkincisi, Viyana çevresi ile birlikte doğan
analitik yönelimdir: Bu yönelimin isimleri arasında Wittgenstein ve
Carnap gelir. Üçüncü yönelim postmodern felsefedir. Bu alanda Jacques
Derrida ve Jean François Lyotard’un düşünceleri belirleyicidir. Dördüncü
yönelim ise bağlantısallığı ve olayları merkeze alan süreç felsefesidir.
Birinci yönelim ile üçüncü yönelimi postmodern felsefe, özelde
postmodern din felsefesi olarak birlikte değerlendirebiliriz.
Birinci yönelim felsefeye varlığın anlamını, dünyada olmanın
anlamını çözme amacını yükler; temel kavramı da yorum’dur. Analitik
yönelime göre felsefenin amacı ‘anlamı’ olan önermeler ile anlamı
olmayan önermeleri olmayanları kesin bir biçimde ayırmaktır. Burada
temel kavram yorum değil, kuraldır. Postmodern yönelimde ise felsefenin
amacı, modernliğe dair kabul görmüş olguların yapı bozuma maruz
92
Tillich, Paul (1970): 308.
Tillich (1970): 315–16.
94
Christian (1957): 34.
95
Albayrak, Mevlüt (2007), Felsefe ve Din, Ankara: Asil Yay.
93
52
bırakılmasıdır. Bu felsefenin hedefi bütünlük fikrini yapı bozuma
uğratmaktır. Böyle bir felsefi yönelim bütünsellikten arındırılmış ya da
katışıklı düşünme uygulayımları diyebileceğimiz alanları harekete geçirir.
Bu üç felsefi yönelimin iki ortak noktası dikkat çekmektedir. Birbirine
amaç ve yöntem açısından çok uzak bu felsefi yapılar, metafiziğin
sonunun gelmiş olduğu iddiasında ortaktırlar. Bu noktada felsefe, bir
hakikat arayışı serüveninden uzaklaşmalı, geçmiş felsefe dönemini
kapatmalıdır. Diğer bir nokta da üçünün de dili merkeze almalarıdır.96
Süreç felsefesi bu felsefelerden ayrı olarak bütünlüğü ve tecrübeyi
parçalamayı reddeder ve algı kavramını felsefenin ortak kavramı yapar.
Bu felsefede algının birbirinden bağımsız olmayan iki şekli vardır. Bunlar
Whitehead’in ifade ettiği gibi, kavramlık bilinç/şuur ve kozal etkidir.
Birincisi duyu verileri üzerinde açık özel niteliklerle ilgilidir ve tüm
bedenlik işlevin üretmiş olduğu şeyleri içine alır. Đkincisi, duyuluk
olmayan sezgiyle ilgilidir ve diğer gerçek şeylerden etkilenme konusunda
dünyada varlığımızı duyumsadığımız algılama biçimidir. Mesela Hume,
sadece kavramlık bilinçle/şuurla ilgilendiğinden tecrübeyi tek bir algılayış
biçimiyle sınırlandırmasına rağmen, Whitehead geçmişten şimdiyi
duymanın organik akışından söz eder. Ona göre tecrübenin her bir yeni
durumu, bil-fiil geçmişi, tecrübenin yeni durumunun işleviyle şimdi daha
etkin olarak kavrar. Bu yüzden oluşun akıp gitmesiyle ilgilendiğimizde,
kozalite doğrudan tecrübe edilmiş demektir.
Dünya hakkındaki bilgimiz, bil-fiil dünyada somutlaşmış
yapıların bilgisidir. Biz dünyayı tanımlama, analiz ve mantıki yapılarla
ele alırız. Bilmenin temel süreci, doğrulama için somut tecrübeye soyut
yapıları getirmektir. Doğruluğun da dereceleri vardır. Dünya hakkında
daha genel özellikleri idrak etmenin imkânıyla ilgili olan şeyi
sorabileceğimiz birkaç soru şekli vardır. Verilerimiz, bizim de içinde
bulunduğumuz gerçek dünyadır. Bu gerçek dünya mevcut tecrübemizin
konusunu gözlemlenen yanıltıcı dış görünüşte sergiler. Mevcut
tecrübemizin açıklanması, herhangi bir düşünce için tek yargılamadır;
düşünce için başlama noktası bu tecrübenin unsurlarının analitik
gözlemidir. 97 Buna göre bilgimiz bir yorumlamadır. Bedenimiz seçtiği
gibi, zihnimizde seçer. Bir şeye dikkat kesiliriz, ya da onu reddederiz.
Önemli olanı ve değersiz olanı yargılarız.98 Bu felsefi sistemde metafizik
imkân mümkündür.
Đnsanın en canlı ve sürekli gücü olan felsefe yapabilmenin
hayatın tüm yönlerini sorgulayıcı çabası dikkate alınınca, modern
dünyada felsefe salt sosyal bilim alanı içinde ele alınamaz. Bu, felsefenin
96
Badiou, Alain (2004), Sonsuz Düşünce (Çev. Tuncay Birkan/Işık
Ergüden), Đstanbul: Metis, s. 14–17.
97
Whitehead (1967), Science and the Modern World, New York: The Free
Press, s. 6.
98
Williams 1985: 5.
53
herkes tarafından yapılabilecek bir “iş” olup-olmadığı sorusunu doğurur.
Felsefenin, dine ilgisinin kabulü olarak din felsefecisi, öncelikle dış
dünya ile ilgili bir bilgi donanımına sahip olmadır. Đbn Rüşd’ün ifadesiyle
“dine inanan bir kişi, bunun sonucu olarak var olanları inceleme
konusunu da bir bilgi düzeyine çıkarmalıdır.” 99 Đnsan tecrübesini
zenginleştirmenin yardım ve sınırı yoktur. Bu sınırsızlıkta ‘başkaları’
anlayışı ve dini inanç konusunda bizimle ortak olup olmaması önemli
değildir.
Felsefi zihniyet gerek kendi kültürel geleneğimizde gerekse
bizim dışımızdaki kültürlerde ortak bir mirası yaşatma tarzıdır. Felsefenin
ayrıcı temel özelliği, “doğru söylenen her şeyi kabul edebilecek güçte” ve
eleştirel olmasıdır.100 Tam da bu yüzden “nereden gelirse gelsin, gerçeğin
güzelliğinin peşinde olmak”101 filozof için kaçınılmaz bir serüvene dâhil
olmaktır.
Felsefe yapma çabamız, anlamlı bir insan hayatı için yaşanılabilir
bir çevre kazanma ve tüm var olanlarla birlikte yaşama amacına uygun
imkânlar sunabilmeyle ilgilidir. Bu anlamda ilk dönem felsefe
geleneğindeki gibi, günümüzde felsefe uygulanabilir bir alan olma
özelliğini hala sürdürmektedir. Felsefe, insanın fikri ve insan olma
yeteneklerinin ortaya çıktığı ya da insan olma yeteneklerinin farkına
varmasına imkân tanıyan en yaratıcı insan tecrübesi olarak
‘benleştirici’dir. “Tecrübemizin her bir unsurunun yorumlanabileceği
genel fikirlerin uygun, mantıki, zorunlu sistemini tasarlama teşebbüsü”
olarak felsefe, bu ‘tasarlama’ teşebbüsünde insan tecrübesinin hiçbir
unsurunu dışarıda bırakmaz. Yorumlama alanı içine giren zevk alma,
idrak etme, isteme ya da düşünme, ‘başkasını’ duyma gibi her ne varsa bu
felsefede yorumlanabilir demektir. Çünkü bu felsefede hiçbir şey, “evren
sisteminden tamamen soyutlanarak kavranamaz.”102
Felsefe Öğrencisi Olmanın Öyküsü
Grek felsefesine zihnimizi ve gözlerimizi hazırlamak için
Heidegger’in şu iki öyküyle ulaştığı tanımları dikkate alarak başlayalım.
Thales düşüncelere dalmış bir biçimde gök kubbeyi gözleyerek giderken
bir çukura düşer. Trakyalı bir kız bunun üzerine göğü araştırmak isterken
burnunu ucunu görmeyişiyle alay eder. Heidegger bu olayı felsefe nedir?
sorusuna çevirir:
Felsefe, hizmetçi kızların güldüğü arama ve sormadır. Gerçek bir
hizmetçi kızın da güleceği bir şey olmalıdır. Bu demektir ki,
99
Đbn Rüşd (1992), Faslu’l-Makal, Felsefe-Din ilişkisi (Çev. Bekir Karlığa),
Đstanbul: Đşaret Yay., s. 66–67; 68-9.
100
Đbn Rüşd (1992): 69.
101
Kindi (1994): 4.
102
Whitehead (1967): 4, 5.
54
felsefeyi dolaysızca anlaşılır kılmayı ve yararlı bir şey olarak salık
vermeyi denemek, felsefeyi yanlış anlamak olurdu.103
Diğer öykü ise Sokrates ile bir Sofist arasında geçen diyalogdur.
Sofist gezisinin sonunda Sokratesle karşılaşır ve ona, “şimdi hala
sokaklarda dikilip aynı şeyi mi söylüyorsun? diye sorar. Sokrates ise,
“kuşkusuz, öyle yapıyorum; buna karşılık sen, sürekli yeniliklerinle,
kesinlikle aynı şey üzerine aynı şeyi söylemek gücünde değilsin,” der.
Bu öyküye göre felsefe, aynı şey üzerinde aynı şeyin
söylendiğini söylemedir. Bunu başaranlar da en büyük ve en özlü
düşünürlerdir. Bu şu anlama gelir: “felsefenin asıl tarihi çok az sayıdaki
basit soruşların tarihidir. Duruş noktalarının görünüşte keyfi olan çokluğu
ile sistemlerin değişmesi de temel de, Biricik ve Aynı’nın, gerçek
düşünüre açık olan basitliğidir ancak.”104 Heidegger buradan şu sonuca
geçer:
Her iki öykünün ve en eski sözün yardımıyla felsefenin özüne işaret
etmek, felsefenin başlangıcına ilişkin bir anımsamadır. Sonradan
hiçbir felsefe bu başlangıcı tamamlanmış bir şey olarak peşi sıra
getirememiştir; aksine, felsefenin her yeni başlangıcı ilkinin bir
yinelenmesidir ve yalnızca böyle olabilir şu sorunun yeniden
soruluşudur: Var olan nedir- Var-lık’ın doğruluğu üzerine bir
söyleme.105
Bu başlangıç yolunda yürümeye aday, felsefe bölümüne gelen
öğrenci birçok ön hazırlığa sahip biri olarak kabul edilir. En azından lise
sıralarında hem Doğu hem de Batı klasiklerini okuduğu varsayılır. Bu
varsayımdan sonra sorulması gereken sıradan soru şöyle olmalıdır:
Felsefe yapmaya başlamadan, diğer bir ifadeyle felsefe yapma sürecine
girmeden önce genç bir insan ne yapmalıdır? Soru, her ne kadar felsefeyi
diğer alanlardan ayıran bir algılayış sunmasa da, felsefenin bir insan
çabası ve ürünü olduğu kabul edilince, onunla ilgili bir başlangıç ‘anının’
olması gerekliliğini kendi içinde zorunlu olarak olumlar. Burada başlama
anını yakalama adına teknik bilgi aktarımı kaçınılmaz olur. Felsefe, ya da
hikmeti sevme sürecine girmeden önce kişinin bazı ayırıcı özelliklerinin
olması beklenmektedir. Bu cümle her ne kadar seçkici ve ayrımcı görünse
de, felsefenin ve filozofun ayrıcalığı dikkate alındığında ciddi bir problem
oluşturmamaktadır. Mesela kendi geçmiş bil-fiil tecrübe örneklerimizden
biri olan Farabi’ye göre felsefe yapmak isteyen kişide şu üç özellik
zorunlu olarak var olmalıdır: kuramlık (nazari) bilgilere doğuştan
hazırlıklı bir yeti, üstün kavrayış gücü ve güçlü bir hafıza. Bu üç doğal
özelliğe ek olarak sıradan insanlardan farklı birçok erdemli davranışı
103
Heidegger, Martin (2007), “Avrupa ve Alman Felsefesi,” Avrupa’nın
Krizi, (der. Önay Sözer, Ali Vahit Turhan), Ankara: Dost, s. 350.
104
Heidegger (2007): 351.
105
Heidegger (2007). 352.
55
‘kazanma’ sürecinde olmayı içsel olarak benimsemelidir. Bu erdemli
davranışlar günümüz gelişmiş toplumlarında insan doğasının ayrıcı
özelliği olarak kabul edilmektedir. Sınıflandırırsak bunlar; okuma zevki,
hak ve adalet duygusu, sevgi ve saygıyı ilke olarak yaşama geçirme
becerisi, arzularını kontrol edebilme gücü, kendi beni ve toplumuyla
barışık olma ve içinde bulunduğu dinin geleneğine inancının rasyonel ve
içlik durumda olması. Geçmişin şimdisinin bil-fiil gerçekliği konusunda
felsefe öğrencisi, ait olduğu geleneğin tecrübesinde erdemli işler adını
alan edimlere karşı duyarlı, onları tahrip edecek durumlara yönelik tedbir
olarak hem entelektüel hem de uygulayımlık tecrübe duyarlılığına sahip
olmalı ve genel olarak kabul edilmiş doğru erdemlerin yaşanmasına katkı
sağlamaya çalışmalıdır.106
Bütün bu ayırıcı özellikler kişinin karakteri ve verilmişliğin
ötesinde yetişme şartlarının ortaya çıkardığı değerlerle ilgilidir. Bu bir
‘kazanım sürecidir.’ Felsefeye başlamak için yeterlilik ve süreklilik
temeldir. Bu, başta ifade ettiğimiz felsefenin aydınlanma yolunda
toplumlarda meyve verebileceğinin de işareti olarak kabul edilmelidir.
Günümüz dünyasında felsefeye başlayacak kişinin diğer bilimlik ilgilerini
de şöyle sınıflandırabiliriz:
1- Bugün, doğa bilimleri (natural sciences) adını verdiğimiz
alanlarla ilgili doğru bir bilgi donanımına ve onların yöntemleriyle ilgili
bilgiye sahip olmadan felsefe çalışmasına başlamak sonuç vermeyecektir.
Daha genel bir ifadeyle çevre bilgisi ve bilinci felsefe için birinci şart
olarak kabul edilmelidir.
2- Bir tecrübe edimi ve zihin eğitimi olarak matematik bilgisine
sahip olmak ya da matematik bir zekâya sahip olmak felsefe
öğrencisi/öğrenicisi için olmazsa olmaz ilkedir. Sayısal zekâ, rakamları
ezberlemek değil, varlıktaki birbiriyle olan bağlantının matematik
ilkelerini keşfetmeye yetili olmak demektir.
3- Bu ikinci yetinin varlığı, kaçınılmaz olarak doğru-yanlış
ayrımı için mantık bilgisine açık bir zihin durumunu hazırlamalıdır.
Karşılaşılan her bir olayın sebep-sonuç ilişkisinin soruşturulması felsefi
zihin için zorunludur. Kabul edip onaylayan değil, sorgulayan,
sorgularken de sebepleri araştıran bir zihin felsefi bir zihindir.
4- Sosyal ve alanla ilgili bilgilik boyut bu andan sonra devreye
girer. Bunun için de yapılması gereken ilk şey, genelde “fikirlerin
serüveni”ni, özelde ise felsefe tarihini çok iyi bilmektir.
106
Farabi (1974), Mutluluğu Kazanma, tahsilus’saade (Çev. Hüseyin Atay),
Ankara: AÜĐF Yay., s. 59–60.
56
5- Bir felsefe öğrenicisi bilimlik bilgiye gereksinim duyduğu
gibi, bilgili olmaya da gereksinim duymalıdır. Edebiyat eserlerini okuma
ve şiir ezberleme zihnin kurgu gücünü diri tutar ve kişiyi yaratıcı yapar.
6- Zihnin kurgu gücü akıl gücünü zenginleştirir. Kutadgubilig’de
geçtiği üzere bir felsefeci aynı zamanda güzel konuşma ve güzel görme
ilkesi üzerine varoluşunu inşa eder. Paralosı da şudur: “Aklın süsü
sözdür, sözün süsü yüzdür, yüzün süsü gözdür.”
7- Tüm bunların gerçekleşebilmesi için ise son basamak, insan
yapısının içsel eğitiminin kontrol edilebilirliğiyle ilgilidir. Bu, felsefe ve
sabır kavramlarını akraba yapar. Felsefe yapma serüveni bir sabır işidir.
Bunun bilincinde olmak ve “damlanın taşı deleceğini” kabul etmek bu
yolun parolasıdır.107
Tüm bu teknik bilgilendirmenin varlığına rağmen, felsefe
yapmak salt bir okuma ve felsefe tarihini bilmekten ibaret değildir.
Felsefe yapmak, felsefi olarak düşünmek ve hissetmek, her bir durum
karşısında tavır alabilme yetilerini diri kılmayı ayakta tutar. Felsefe
yukarıdaki tüm bilgi verilerinden önce şüphe ve merak duygusuyla başlar.
Sonuç olarak kullanabileceğim şu iki alıntıda özetlenmektedir.
Birisi Doğu düşüncesinde yetkin bir ad olan Umehara’nın şu
değerlendirmesidir.
“Bir insan bir zamanlar bir nehri geçmiş ve bir tepeyi aşmıştı. Ve
şimdi harikulade, mükemmel bir evde yaşamaktadır. O evde yaşadığı
zamanın şimdi ve nehri geçip tepeyi aştığı zamanın geçmiş olduğunu
düşünür. Fakat bu doğru değildir. Nehri geçtiği zaman mutlak şimdidir ve
halen evde yaşadığı zaman da mutlak şimdidir. Her bir zamanın kendisi
bağımsız yani mutlak şimdidir”
Ve yine yeniden her şeye baştan başlamak adına Descartes
parolayı vermektedir: “Her şeyden şüphe ederek başlayalım…”
107
Hammond 1947, The Philosophy of Al-Farabi and His Influence On
Mediavel Thought, New York: The Habson Book Press, s. xıv-xv.
57

Benzer belgeler