Arı Şehrinin Temel Taşları
Transkript
Arı Şehrinin Temel Taşları
MAYIS 2013 | SAYI:17 C M Y CM MY CY CMY K KENTSEL DÖNÜŞÜM iÇiN DÜŞÜK FAiZLi KREDi %4 faiz indirimi ve Akbank uzmanlığı bir arada Riskli binalar yeniden yapılıyor, afetlere karşı güçleniyor, daha güvenli bir yaşama geçiliyor. Siz de konut kredilerinde uzman Akbank’a gelin, devlet desteğiyle yılda %4 daha az faiz ödeyerek yeni konutunuzun sahibi olun. Ne de olsa Akbanklı hep farklı. Ayrıntılı bilgi için: www.akbank.com ve 44 44 253 Ellerin gezinir coğrafyalarda Sen gökyüzü kadar enginsin çocuk Senin her bakışın denizaşırı Senin her günün sabah Sende bütün koyulukları Temize çektim İçinde kıpır kıpır selam kuşları Mavi bir sonsuzluk verdim geleceğine Yüzüne beyaz düştü Saçına siyah Yüzüne beyaz düştü Saçına siyah ÇEVRE VE ŞEHiR | SAYI 17 Yoğun ve heyacanlı bir çalışmanın sonunda beğeninize sunduğumuz yeni dergiyle karşınızdayız. Bu sefer içeriğinden bahsetmeyeceğiz. Dünya Çevre Günü ile ilgili olacak söyleyeceklerimiz. Bilindiği üzere 5-16 Haziran 1972 tarihinde Stockholm’de toplanan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansının anısına her sene 5 Haziran, BM Dünya Çevre Günü olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde ise hafta olarak kutlanıyor. MAYIS 2013 | SAYI:17 Çevre bilançosu her geçen gün ağırlaşan dünyamızda bu haftayı; “çevre çok önemli” deyip, birkaç hamasi nutukla, biraz çöp toplayarak(!) kendinden menkul bir seremoniden öteye gitmeyen etkinliklerle geçiştiriyoruz. Bizim burada sormamız gereken soru şu; “bu tarz törenlerle, sorunların çözümü noktasında ne kadar yol alabiliriz?” Öncelikle Dünyada olup bitenlerin “oldu bitti”ye getirildiğini ve 365 günün her gününe kutlanacak bir gün tahsis edilmesinin de “cambaza bak” türünden işler olduğu kanaatini taşıdığımızı belirtelim. Tabi ki bazıları için çevre, sadece bir hobi... Herkes; kendisinin ve çoluk çocuğunun, sağlıklı, temiz, insana gereken kıymetin verildiği bir dünyada yaşaması gerektiği noktasında hemfikir. Ve herkes; bacalardan, egzozlardan çıkan gazların havayı kirlettiğini, salınan karbondioksitin küresel ısınma ve iklim değişikliğine sebep olduğunu, atık suların arıtılması çöplerin gelişigüzel atılmaması gerektiğini, tüm bunların mühim birer çevre sorunu olduğunu bilmiyor mu? Bal gibi biliyor. Ama diğer taraftan modernleşme adı altında gelen teknolojik tüm yenilikleri olumlu/olumsuz tesirlerini irdelemeden kullanmayı, dünyayı yırtarcasına bir küresel tüketim çılgınlığına da kapılıp gitmeyi de biliyor. Kısaca insan kendi güzelliğini kendi bozmakta ve kendi kuyusunu kazmaktadır. Tabi burada süper devletlerin kirlilik konusunda, süper çıkarlarından bahsetmeyeceğiz, sunuş yazısının boyutlarını aşacağı için.Burada ellerimizi tahriş eden deterjanı üretenle, tahrişe yararlı kremi üreten aynı firma olduğunu hatırlatalım. Sadece bir örnek verelim; sera gazı emisyonunu azaltma kararı alan ülkeler, havayı az kirleten ülkelerin sera gazı kota açığını satın alarak kendi sera gazı seviyelerini azaltmış gibi gösteriyorlar. Kazı kazan kimin kuyusu olursa olsun. Dünyaca ünlü düşünür Noam Chomsky, “Dünya, küresel ortak varlığımız açısından nereye gidiyor?” sorusuna; “Bu dehşet verici bir durum. Yani Merih gezegeninde bir gözlemci dünyaya bakıyor olsaydı, ‘bunlar akıllarını kaçırmışlar’ diye düşünürdü. Dünyanın çok vahim bir çevre felaketine doğru yol aldığına dair artık hiçbir şüphe yok. Yani sadece insan hakları değil, tabiatın da hakları var. Batılılar bununla alay ediyor. Peki biz ne yapıyoruz? Hiç.” Şeklinde cevap veriyor. Kanserin üzerini yara bandıyla kapatmak babından palyatif tedbirler. Öyle bir noktaya gelmek üzereyiz ki 2 derecelik bir ısı artışı bizi geri dönülmez bir yere getirecek. Bu noktaya iyice yaklaştık diye bilim insanları uyarıyor. Zengin ülkeler ne yapıyor? Fosil yakıt tüketimlerini artırmaya bakıyor. Yüz yıl sonra ne olacak sorusunu ise kimse sormuyor. Rahat yaşamamız adına dünyadaki bir çok türü yok ettik bir çok kültürün defterini dürdük. Elbette bunun bir geri dönüşümü olacak, biz bir çok şeyi gözümüzü kırpmadan dünyadan sildik, ama dünyanın da bizi silmeyeceğini kim garanti edebilir. Sorun büyük oranda dünyaya bakış felsefesinde yatmaktadır. Dünyayla ve çevreyle uyumlu, beraber paylaşımcı bir şekilde mi, yoksa dünyayı bütün kaynakları ile birlikte sonuna kadar tüketerek mi yaşayalım? Mesele bu. Adam demiş ki “Bugüne kadar hep dünyayı değiştirmeye çalıştım Keşke değiştirmeye kendimden başlasaydım” Gelin gücümüzün yettiğince, kendimizden başlayalım. Önce tabiatla uyum içinde, onun hâkimi değil bir parçası gibi yaşamayı deneyelim. Bu anlayışla gelecek nesillerden devraldığımız çevreyi koruyup, bizden sonra gelen kuşaklara yaşanabilir bir çevre olarak aktaralım. Aslında koruduğumuz kendi geleceğimizdir. Lüks tüketimden vazgeçip, sade bir yaşam biçimini alışkanlık haline getirmeliyiz. Çevrecilik doğal yaşamın ta kendisidir. Elektriği tasarruflu kullanmak, suyu boşa akıtmamak, daha az enerji harcayan elektronik eşyaları tercih etmek, kısacası israf etmemek çevreciliğin omurgasıdır. Öyleyse dünyayı değiştirmeye kendimizden başlayalım. Dünya hepimizin ama, gelecek yalnızca bizim değildir, Yeni sayıda buluşmak dileğiyle... TÜRKiYE’NiN EN ÇEVRECi ŞEHiR DERGiSi Koordinatör’den Dünya Çevre Günü Ya da Bindiğin Dalı Kesmek YIL: 2 | SAYI: 17 | MAYIS 2013 Türkiye Çevre Koruma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Ümit KAÇAR Genel Koordinatör Ahmet USTA Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hüseyin GÜÇ Yazı - Haber Ekibi Mustafa KARAOSMANOĞLU Yılmaz Deniz AYDEMİR Ömer İdris AKDİN Hasan DORUK Metin KAKAR “ATIK YÖNETİM” DEVLERİ ANTALYA’DA BULUŞTU ............................................12 DEPREMSELLİK AÇISINDAN TOKYO ÖRNEĞİ......26 BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG......................................28 DENİZ KAPLUMBAĞASI İZLEME ÇALIŞMALARI Caretta Caretta.............................................................30 GERİ KAZANIM TESİSİ YATIRIM MALİYETİ............34 SUYUN AYAK İZLERİ....................................................38 Reklam Serdar UYANIK KARADENİZ’DE İLERLEYEN SİNSİ TEHLİKE..........42 Tasarım Hüseyin KOCAKULAK KADİM ŞEHİRLER ADIYAMAN / Arif KİNGİR...........................................48 Redaksiyon Mustafa KARAKURT Görsel Sanat Yönetmeni A. USTA Yönetim Yeri Mustafa Kemal Mahallesi 2158.Sok. No:5/9 Söğütözü Çankaya/ANKARA Tel: +90 312 215 97 36 Faks: +90 312 215 97 33 SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE DAİR BİR YOLCULUK ÇEŞMELER Mustafa KARAOSMANOĞLU....................................58 İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE KİRLİLİK Aydın DERİN..................................................................64 ARI ŞEHRİNİN TEMEL TAŞLARI ARI EVLERİ...........74 ÖZEL ÇEVRE KORUMA BÖLGESİ DATÇA..............................................................................82 YEŞİL BİNALAR ÇEVRECİLİK ANLAYIŞINI ARTTIRIYOR Yılmaz Deniz AYDEMİR..............................................88 ŞEHRİN BÜYÜKLERİ Aytekin AYDIN..............................................................94 İÇE DOKUNAN ADAMLAR Johann Wolfgang Von GOETHE .............................96 AKLIN SINIRLARINA DOĞRU YOLCULUK GÖLGEYE DÜSEN GERCEK ZAHA HADİD / Osman MİMAROĞLU ...................102 KİTAP TANITIM...............................................................106 BİLİNÇ TESTİ / DÜNYA MİRASI.................................108 Türü Yaygın Süreli Baskı Yıldızlar Ofset LTD. ŞTİ Ali Suavi Sokak 60/A Maltepe / Ankara Tel: 0 312 231 34 26 Basım Tarihi MAYIS 2013 – Ankara ISSN 2147-1649 turkiyedecevrevesehir.com twitter.com/cevresehir 28 48 BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG ADIYAMAN Atık Yönetimi ile ilgili uygulamaların güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve ilgili paydaş gruplarla bilgi alışverişinde bulunulması amacı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) tarafından Antalya’nın Manavgat İlçesinde ‘Atık Yönetimi Sempozyumu’ düzenlendi. Arap tarih ve coğrafyacılarının bereketli hilal dedikleri coğrafyanın en kuzeyindedir bu kadim şehir. Sırtını halkının Karadağ diye isimlendirdiği Güneydoğu Toroslarına dayamıştır. Doğu ile batı,kuzey ile güney yönlerinde bir geçit noktası konumunda bulunan Adıyaman eski yolların kesiştiği yerde bulunmaktadır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) tarafından Antalya’nın Manavgat İlçesinde ‘Atık Yönetimi Sempozyumu’ düzenlendi. 12 ATIK YÖNETİMİ DEVLERİ ANTALYADA BULUŞTU 58 88 SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE DAİR BİR YOLCULUK ÇEŞMELER YEŞİL BİNALAR ÇEVRECİLİK ANLAYIŞINI ARTTIRIYOR Çeşmelerin; bugün itibariyle fonksiyonel olarak bittiğini, faydalı zamanlarının tükendiğini, artık onların da diğer klasik unsurların yanında inkıtaları oynadığını söyleyenler, hatırı sayılır bir miktara ulaştı. İnsanımız artık daha sayısal düşünüyor. Çevre hareketinin geldiği son aşama çevre kavramının yaygınlaşarak, insanların yaşam tarzını değiştirmeyi ve yenilikçi fırsatlardan yararlanmayı öneren bir hal almıştır. Yani çevre hareketleri sonucunda çevrecilik, bir bilim alt dalı olmaktan öte dünyayı bekleyen felaketleri önleme ve geleceği değiştirme çabasına dönüşmüştür. 102 ZAHA HADİD Halihazırda yaşayan bir mimar Zaha Hadid. Daha önce sayfalarımıza davet ettiğimiz diğer mimarlardan en azından bu özelliği ile ayrılmakta. 31 Ekim 1950 tarihinde Bağdat’ta doğuyor. Kökenleri Irak’ı göstermesine rağmen o bir İngiliz vatandaşı. Sadece mimarlıkla ilgilenmemiş olup ömrünün ilkbaharında Lübnan’ın başşehri Beyrut’ta bulunan Amerikan üniversitesinde matematik tahsil etmiştir. KISA HABERLER KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA Kıyılarda 50 Metre Yasağı Yapılan düzenlemeyle, kıyılarda ilk 50 metreye kadar yapılaşmaya izin verilmeyecek. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Kıyı Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, sahil şeridinin genişliği ve yapılanma koşulları yeniden düzenlendi. Düzenlemede, 100 metrelik sahil şeridi mesafesinde herhangi değişiklik yapılmazken, Kıyı Kanunu’ndaki 50 metrelik yapı yaklaşma mesafesi uygulama yönetmeliğine eklendi. Sahte Yapı Malzemesi Üretenlere Ceza Bakanlık, sahte yapı malzemesi üreten 48 firmaya 275 bin TL ceza kesti. Kentsel dönüşüm ile birlikte 6,5 milyon konutu yenilemek için harekete geçen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu süreçte yapı denetim firmalarını ve yapı malzemelerini de takibe aldı. İlk beş ayda İstanbul genelinde 48 sahte yapı malzemesi üreten firmaya 275 bin TL ceza kesen Bakanlık, İstanbul’daki 309 yapı denetim firmasını da Bakan Bayraktar’ın talimatıyla yakından takip ediyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, inşaat sektörünün büyük bir gelişme kat ettiği ve son on yılda 5 milyona yakın konutun inşa edildiği Türkiye’de; kentsel dönüşüm süreci ile hızla gelişen yapı malzeme ve yapı denetim sektörünü kaliteden taviz verilmemesi ve suistimallerin yaşanmaması için sıkı denetim altına aldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü; Ocak ayında başladığı denetimlerde bugüne kadar boyalar, armatür ve vanalar, kum, çakıl, ısı yalıtım camları, mermer, yapı kimyasalları ve hazır beton gibi yapı malzemeleri üreten 48 firmaya 275 bin TL ceza kesti. İstanbul’da 2012 senesinde ise 8 firmaya, 10 adet ürün bazında toplamda 105 bin TL’lik cezai işlem uygulamıştı. ALO 181 hattına şikayet edin Yapı malzemeleri üreten firma sayısının 20 bin civarında olduğu İstanbul’da, ithal ürünler de düşünüldüğünde pazara 8 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 sunulan ürünler 200 bini aşıyor. Bu ürünlerin tamamında CE ve G Avrupa standardı uygunluğunun olması gerektiğini açıklayan Bakanlık, merdiven altı ürünlerin vatandaşlar tarafından ALO 181 hattına şikayet edilebileceğini bildirdi. 83 firmanın belgesi iptal edildi Yapı Denetim Şubesi’nin Denetim Hizmet Bedellerine ait yetkilerini belediyelere devrederek evrak yükünü hafifleten İstanbul Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü, sayıları her geçen artan yapı denetim firmaları üzerindeki kontrollerini sıklaştırdı. Son on yılda 4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu kapsamında İstanbul’daki 83 firmanın faaliyet belgesinin iptal edildiğini bildiren İl Müdürlüğü, şu an faaliyet gösteren 309 yapı denetim firmasını ise Bakan Erdoğan Bayraktar’ın talimatı ile yakından takip ettiklerini açıkladı. Bu kapsamda, kıyılarda ilk 50 metrede sadece halkın kullanabileceği yaya yolu, gezinti ve dinlenme alanları ile rekreaktif alanlara izin verilecek. Yat limanları ve balıkçı barınaklarına standart getiren yönetmelikte, turizm mevzuatına uyum sağlamak amacıyla yat limanı tanımı güncel hale getirildi. Buna göre, yat limanlarına 6,5 metre yükseklik ve 2 katı aşmamak şartıyla konaklama tesisleri yapma imkanı verildi. Balıkçı barınağı tanımı da Balıkçı Barınakları Yönetmeliği ile uyumlu hale getirildi. Yönetmeliğe, ‘’balıkçı barınaklarında emsalin yüzde 2’sini ve 6,5 metre yüksekliği aşmamak şartıyla, takılıp sökülebilir malzemelerle yönetim, geçici depolama ve satış gibi teknik altyapı birimleri inşa edilebileceği’’ maddesi eklendi. KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA ATIKTA, YÖNETMELİK KİRLİLİĞİ SONA ERİYOR Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 12 yönetmelik ve 1 tebliği birleştirerek, atık yönetimi konusunda kirliliğe son verecek. Fethiye’deki Kelebekler Kurtarıldı Muğla’nın Fethiye İlçesinde bulunan Kelebekler Vadisi’nde yapılması planlanan 6 konserli Çadır Festivali “Yüksek sesli müzik yayını, bölgede yaşayan canlılara zarar verir” gerekçesiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından iptal edildi. 24 Mayıs - 4 Haziran günleri arasında yapılması planlanan festivalde yer alacak konserlerin, ortaya çıkaracağı gürültü kirliliği nedeniyle kelebeklerin bölgeyi terk edeceğini dikkate alan Bakanlık, programı iptal etti. 80’den fazla kelebek türü başta olmak üzere, pek çok canlıya ev sahipliği yapan Kelebekler Vadisi, bakanlığın kararıyla huzura kavuştu. Yöreyi tanıyanların da tepkisini çeken festival, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın girişimleri ile başlamadan bitirildi. Muğla Valiliği ile Fethiye Kaymakamlığı’nı uyaran Bakanlık, böylesine önemli bir bölgede bu tür etkinliklere izin verilemeyeceğini belirterek gerekli önlemlerin alınmasını istedi. Bakanlığın, uyarısını dikkate alan Kaymakamlık, bölgede festival yapılamayacağına karar vererek, Hayko Cepkin, Göksel, Feridun Düzağaç, Pamela , Atiye ve Bedük’ün sahne alacağı programı iptal etti. Kelebekler Vadisi Festival yapılması planlanan Kelebekler Vadisi, 1. Derece Doğal Sit Alanı ve aynı zamanında 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı kapsamında. Kelebekler Vadisi, Ölüdeniz belde sınırları içerisinde bulunan doğal bir hazine. Yöresine özgü canlı türleri nedeniyle dünya mirası olarak korunması önerilen 100 dağdan biri olan Babadağ’ın eteklerinde bulunan Kelebekler Vadisi, ismini nadide bir tür olan Kaplan Kelebeği’nden almıştır Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre, Avrupa Birliğinin atık çerçeve direktifindeki güncellemeler örnek alınarak, mevzuattaki kavramların ortak yapı altında toplanması ve sadeleştirilmesi için Atık Yönetimi Yönetmeliği taslağı hazırlandı. Buna göre, Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği, Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolü Yönetmeliği, Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği, Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği, Tıbbi Atıkların Kontrolü Yönetmeliği, Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Yönetmeliği, Poliklorlu Bifenil ve Poliklorlu Terfenillerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik, Atık Yönetimi Genel Esaslarına İlişkin Yönetmelik, Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği, Ömrünü Tamamlamış Araçların Kontrolü Hakkında Yönetmelik, Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği, Atık Elektrikli ve Elektronik Eşyaların Kontrolü Yönetmeliği ve Bazı Tehlikesiz Atıkların Geri Kazanımı Tebliği, tek yönetmelikte toplanacak. Yönetmelik taslağı, Bakanlık birimleri, çevre ve şehircilik il müdürlükleri, kamu kurum ve kuruluşlarıyla sektör temsilcilerinden oluşan sivil toplum kuruluşlarının görüşüne açıldı. Gelen görüşler dikkate alınarak taslağa son şekli verilecek. Anketi En çok Kentsel Dönüşüm Soruldu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından sorunlara acil müdahale edilmesi amacıyla kurulan ‘Alo 181 Çevre ve Şehircilik Hattı’, Nisan ayı içerisinde toplamda 26 bin çağrı aldı. Gelen bu çağrılarda ise vatandaşlar, en çok Kentsel dönüşümü sordu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde hizmet vermeye başlayan “Alo 181 Çevre ve Şehircilik Hattı” her geçen ay vatandaşlar tarafından büyük ilgi görüyor. Çağrı merkezi Nisan ayı içerisinde 26 bin kez aranırken, vatandaşların en çok sordukları ve merak ettikleri konu ise kentsel dönüşüm oldu. En çok sorulan sorular arasında ikinci sırayı Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) konuları yer alırken, bunu çevre yönetimi, yardım masası, mesleki hizmetler, yapı denetim çalışmaları, mekansal planlama ve doğal sit alanları takip etti. Yapılan çağrıların illere göre dağılımına bakıldığında da ilk sırayı İstanbul aldı. En çok çağrılar sırasıyla İstanbul, Kocaeli, Ankara, İzmir, Antalya, Trabzon, Bursa, Hatay, Konya ve Samsun illerinden yapıldı. Öte yandan Çağrı merkezini arayan vatandaşların yüzde 68’i bilgi almak amaçlı ararken, yüzde 28’i şikayet, yüzde 4’ü ise ihbarda bulunmak için aradı. Ayrıca “Alo 181” hattı, kayıt altına alınan çağrıların yüzde 92,4’ünü sonuçlandırarak vatandaşlara geri dönüşte bulundu. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 9 KISA HABERLER KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA Kimyasallar için Kayıt ve Bildirim Zorunluluğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu bölgelerdeki fabrikalarda tehlikeli madde denetimlerine kayıt ve bildirim zorunluluğu getiriyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı; Kocaeli, Dilovası ve Gebze gibi sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu bölgelerde tehlikeli madde kullanımını sıkı mercek altına aldı. Bakanlık, tehlikeli madde kullanımı nedeniyle can ve mal kaybına neden olan kazaları erken müdahale için kayıt altına alacak. Sanayi kuruluşları tehlikeli maddeleri cinsine ve kullanım miktarına göre 2014 yılına kadar Seveso Bildirim Sistemi’ne bildirecek. Bakanlık kullandıkları tehlikeli maddeleri kayıt ettirmeyen sanayi kuruluşlarına ise 10 bin 154 lira idari para cezası uygulayacak. Bakanlık, bu sistemle endüstriyel kazaların yaşandığı bölgelere hızlı müdahale edilmesini ve ortaya çıkan çevre kirliliğinin önüne geçilmesini amaçlıyor. Kayıt altına alınan kuruluşlar sistemde alt seviye, üst seviye veya kapsam dışı olarak sınıflandırılacak. Kapsam içerisinde bulunan işletmeler, bulundukları seviyeye göre Büyük Kaza Önleme Politikası, Güvenlik Raporu ve Acil Durum Planları’nı hazırlayacaklar. Bu sisteme şuana kadar yaklaşık 3 bin adet tesis giriş yaptı. Bunlardan sadece 663 adetinin alt ve üst seviyede büyük endüstriyel kaza riski taşıdığı tespit edildi. 10 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Sistem tamamlandıktan sonra büyük endüstriyel kaza riski taşıyan kuruluşlara Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ortaklaşa denetleyecek. İlerleyen dönemde meydana gelen kazaların zorunlu olarak işletmeciler tarafından Bakanlığa raporlanması sağlanacak. Fabrikalarda kullanılan tehlikeli atıkların giriş işlemleri http://online.cevre.gov.tr adresinden yapılabilecek. Büyük kazalara sebebiyet verebilecek tehlikeli maddeler arasında, klor, amonyak, amonyak, boron triklorür, flor, formaldehit, fosfor triklorür, fosgen, hidrojen bromür, hidrojen klorür, nitrik asit, sülfür dioksit, sülfürik asit, arsin, diboran, etilen dioksit, hidrojen florür, hidrojen sülfür, karbon sülfür, siyanür, tungsten hekza florür yer alıyor. Balık Ekmekçilere Sıkı Denetim Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 12 yönetmelik ve 1 tebliği birleştirerek, atık yönetimi konusunda kirliliğe son verecek. Balık pişirme ve servis sırasında denizi kirlettikleri tespit edilen tekneleri denetleyen Bakanlık, gerekli koşulları yerine getirmeyen işletmelere ceza verecek. Bakanlık, sorunların giderilmesi ve kirliliğin temizlenmesi için işletmelere on günlük bir süre verdi. Ticari faaliyette bulunan teknelerin bulundukları bölge- yi temizleme sorumlulukları olduğunu açıklayan Bakanlık yetkilileri, on günlük süre dolduğunda işletmelerin yeniden denetleneceğini belirtti. Cezalar 9 bin TL’ye kadar çıkıyor Bakanlık, balık ekmek satışı yapan teknelerin çevreyi kirletmeye devam etmeleri halinde, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu gereğince ilçe belediyeler tarafından 923 TL’den 9 bin 294 TL’ye kadar cezai işlem uygulanacağını açıkladı. KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA Bio İstanbul İstanbul Başakşehir’de Türkiye’nin ilk sağlık şehri kuruluyor. Türkiye’nin en gelişmiş çocuk hastanesi, en ileri biyomedikal araştırma ve geliştirme parkı ile ekolojik binalar, çalışma ve sosyal alanlarını barındıracak Bio İstanbul, Başakşehir’deki satış ofisinde düzenlenen toplantıda tanıtıldı. 20 bin kişinin istihdam edileceği alanda, bin 200 yatak kapasiteli bir çocuk hastanesi inşa edilecek. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, toplantıda konuşma yaptı. Bulaşıcı olmayan hastalıkların insanlığın en önemli sağlık sorunları arasına girmeye başladığını anlatan Müezzinoğlu, şöyle konuştu: “Diyabet, hipertansiyon, kronik kalp hastalıkları, yaşlanma ve yavaş yavaş ortopedik problemler, bu alana girmeye başlıyor. Bu alanı, erken ve dünyaya örnek projeler geliştirebileceğimiz alan olarak değerlendiriyoruz. Özellikle yaşlılık ile ilgili projeleri önümüzdeki süreçte, değerli muhataplarımızla daha farklı beyin fırtınaları yaparak paylaşacağız. Farklı farklı projeleri birlikte üretmeyi ve Türkiye’nin de bu anlamda öncülük yapmasını arzu ediyoruz. Bunu da başaracağımıza inanıyoruz. Türkiye, Bio İstanbul Projesi ile sağlık hizmeti sunumu standardını bir basamak daha örnek ülkeler seviyesine taşımayı başaracaktır. Benzer bir projeyi önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde Anadolu yakasında da yapmayı planlıyoruz.” Yurt dışında çalışan Türk sağlık profesyonellerinin burada görev yapacağını ifade eden Müezzinoğlu, “Önümüzdeki süreçte Türkiye olarak beyin göçünün terse çevrilmesi gibi bir bakıştan ziyade beyin göçünü beyin paylaşımına, bilgi paylaşımına taşımayı düşünüyoruz. Bizim oradaki beyinlerimizin yine orada üretmeye ama ürettiklerini burada da üretir hale gelmelerine destek vermeyi amaçlıyoruz” dedi. PROJE NELERİ İÇERİYOR? 20 bin kişinin istihdam edileceği alanda, bin 200 yatak kapasiteli bir çocuk hastanesi inşa edilecek. Ayrıca projede sağlık alanında araştırma ve geliştirme çalışmalarının yapılacağı bir teknoloji merkezi de yer alacak. Üstelik yapıların tümü “ekolojik bina” olmalarının yanı sıra 5 kattan fazla olmayacak. Tanıtım töreninde konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar da projenin çevreye zarar vermeden yapılacağını vurguladı. Bayraktar, “Sağlık merkezi bittiği zaman 20 bin kişi çalışacak.10 bin nüfuslu yaşam merkezi de olacak yeşiliyle iç içe olacak. Yeşillikler kalacak” dedi. Yaklaşık 2,2 milyar dolara mal olacak BİO İstanbul projesinin 3 yıl içinde tamamlanması bekleniyor. GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİNE SON Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul’da müziğin sesini fazla açan eğlence merkezlerine 20 bin liraya kadar para cezası verecek. Turizm sezonun açılmasıyla birlikte gürültü denetimlerine Haziran ayında başlayacak olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 5 dBA ve 7 dBC’lik desibel limitini geçen eğlence merkezlerine çeşitli oranlarda para cezası verecek. Geçen yıl İstanbul Boğazı etrafındaki denetimlerde, eğlence merkezlerine 459 bin 860 lira para cezası verildi. Belediyelerin yaptığı gürültü denetimlerinde ise bu yerlere yaklaşık 1 milyon 145 bin liralık idari yaptırım uygulandı. Bakanlık, aralarında Ataşehir, Kadıköy, Beykoz, Kartal, Şişli, Beyoğlu, Üsküdar, Kağıthane, Bayrampaşa ve Esenler gibi semtlerin de bulunduğu 20 belediyeye denetim yapma yetkisi verdi. Sesi Fazla Açan İşletmeye 20 Bin Lira Ceza Bakanlık, Çevre Kanunu’nun öngördüğü tedbirleri almayan ve standartlara uymayan eğlence mekanlarına, şantiyelere ve fabrikalara, 20 bin 317 lira para cezası uygulayabilecek. Kanuna göre standartlara aykırı hareket ederek gürültü yaratan konutlarda, 2013 yılı için cezalar 674 lira, ulaşım araçları için 2 bin 029 lira, işyerleri ve atölyeler içinse 6 bin 769 lirayı buluyor. Denetimlerde eğlence yerlerinin arka plan gürültü seviyesinin 5 desibel A’dan ve 7 desibel C’den fazla olan eğlence mekânlarına para cezasının yanı sıra kapatma cezası da verilebilecek. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 11 1933 Türkiye'nin kalkınmasına ilk harcı biz koyduk 2013 80 yıldır Türkiye'nin alt yapı, üst yapı, harita, imar planlama, danışmanlık ve bankacılık çalışmalarına öncülük ediyoruz. Modern şehirciliğin öncülüğünü yapıyoruz Finansman Proje Hazırlama Yatırım Danışmanlık ve Teknik Hizmet 1933'ten 2013'e... 80 yıldır Türkiye'yi inşa ediyoruz. “ATIK YÖNETİM” DEVLERİ ANTALYA’DA BULUŞTU ÇEVRE YÖNETİMİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ Bu yıl üçüncüsü düzenlenen dev Sempozyum, Bakanlık yetkililerini, Akademisyenleri, Sivil Toplum Kuruluşlarını, Belediye çalışanlarını ve özel sektör temsilcilerini bir araya getirdi. Atık Yönetimi ile ilgili uygulamaların güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve ilgili paydaş gruplarla bilgi alışverişinde bulunulması amacı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) tarafından Antalya’nın Manavgat İlçesinde ‘Atık Yönetimi Sempozyumu’ düzenlendi. Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen sempozyuma, bakanlık yetkililerinin yanı sıra, STK’lar, Belediye çalışanları ve özel sektör temsilcileri katıldı. ‘Atık Yönetimi Sempozyumu’nun açılış konuşmasını yapan Çevre Yönetimi Genel Müdürü Mehmet Baş, yatırımcılara seslenerek, “Atığı altın haline dönüştüren siz yer üstü madencileri, sayesinde ekonomiye sağladığımız katma değeri 10 yıl içinde en az 5 milyara çıkaracağız” dedi. Törene katılan Antalya Vali Yardımcısı Turan Eren ise konuşmasında, günümüzde dünyanın en önemli konularından birisinin çevre kirliliği olduğunu dikkat çekerek, hastalıkların çevre kirliği nedeniyle artığını savundu. Açılış törenine katılan bir diğer isim Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Bakan Yardımcısı Muhammed Balta ise “ 2023 yılında çevresel sorunlarını çözmüş, mevcut atıklarını dönüştürmüş bir Türkiye hayal ediyoruz” şeklinde konuştu. 14 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 “Toplumumuzda Zihniyet Değişikliği Yaşandı” Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak toplumda çevre bilincini arttırmak için önemli çalışmalar yürüttüklerini dile getiren Bakan Yardımcısı Muhammed Balta, yapılan faaliyetlerle atıklar konusunda toplumda zihniyet değişikliği yaşandığını vurguladı. Bakan Yardımcısı Balta, Ak Parti Hükümetinden önce bir ilçenin veya köyün kendi sınırları içerisinde atık depolama alanları istemediğini hatırlatarak, “Hükümetimiz atık yönetimi konusuyla ilgili olarak özellikle belediyelerimize çok büyük destekler verdi. İlk önce çevre bilincini arttırmak ve bu uğurda insanları yönlendirmek için çalışmalar yapıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak belediyelere son iki senede yaklaşık 800 civarında çöp aracı dağıttık. Belediyelerimizin çöp kamyonlarına ihtiyaçları var mıydı? Bazılarının yoktu. Ama bizler bu araçların üzerlerine çevreyle alakalı sloganlar, çevreyle alakalı resimler koyarak, insanımızın bilinçlenmesini hedefledik. İnsanlarımızın çöp ve çevresel sorunların önemini kavramasını istedik” dedi. Atık Pil Akümülatör Sanayicileri ve İş Adamları Derneği [APAK] Cemil Kılıç: Yönetim Kurulu Başkanı Vahdettin Gökçe: Genel Sekreter Çevre ve Şehir: Ömrünü tamamlamış akümülatörler hakkında bilgi alabilir miyiz? Atık aküler ne yapılıyor, Nasıl değerlendiriliyor? Cemil Kılıç: Türkiye’de hiçbir zaman sokağa atılmış akümülatör olmadı. Çünkü aküler değerli metaller arasında. Atık akümülatörler en kolay geri dönüşümü sağlanan metallerdir. Bu metalin yüzde 99.99’u geri kullanılıyor. Nerede kullanılıyor? Savunma sanayisinde, camilerin üzerinde kullanılan levhalarda, boyahanelerde, tekstil sektöründe, pvclerde ve tekrar akümülatör üretimi gibi pek çok yerde kullanılıyor. Kısacası akümülatör sokağa atılan bir şey değil, ekonomiye katma değer katan bir şey. Çevre ve Şehir: Ülkemizde atık aküler yeterince değerlendiriliyor mu? Cemil Kılıç: Ülkemizde yeterince bu işi yapan geri kazanım tesisi var. Ancak bizim sektörde ki tek sıkıntımız, fiyatlandırma. Dünyada Londra Metal Borsası üzerinde metalin bir değeri vardır. Bu metalin üzerinden de hurdanın değeri tespit edilir. Maalesef ve maalesef bizim ülkemizde böyle bir şey yok. Sektördeki büyük firmalar, ucuz kurşun elde etmek ve kazançlarını arttırmak için hurdanın fiyatını yüksek, kurşunun fiyatını düşük tutuyorlar ve cari açığa da sebebiyet veriyorlar. Bizim sıkıntımız bu yönde. 4 gün süren sempozyumda Atık Yönetimi hakkında oturumlar düzenlenerek, atık lastiklerin, atık bitkisel ve madeni yağların, atık pil ve akümülatörlerin, elektronik atıkların, tıbbi atıkların, hafriyat ve maden atıklarının, ambalaj atıklarının kaynağında ayrı toplanması, bertaraftı ve geri dönüşümü konularında yaşanan sorunlar ve çözüm önerileri tartışıldı. Çevre ve Şehir dergisi olarak bizlerde sempozyuma katılan davetlilerle sizler için görüştük. Çevre ve Şehir: Piyasadaki atık akülerin toplanması nasıl gerçekleşiyor? Vahdettin Gökçe: Türkiye’deki birçok atık gibi atık akümülatörlerin de nasıl toplanacağı, nasıl depolanacağı, nasıl sevk edileceği, nasıl geri kazanılacağı ve nasıl bertaraf edileceği gibi bütün detaylar Çevre ve Şehircilik Bakanlığının, çıkarmış olduğu mevzuatın içerisinde yazılı. Tabii atık akümülatör konusuna gelince, size kısaca şöyle özetleyeyim: Tüketicinin kullanmış olduğu atık akümülatörler, yenisini alırken teslim edilir. Bunun karşılığında tüketiciye bir bedel ödenir. Bu da genellikle yeni almış olduğu MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 15 akünün içerisinden depozito fiyatı düşülerek yapılır. Bu konuda tüketiciler de ciddi anlamda bilinçlidir. Hurdasını, hurda akümülatör olarak belirteceğimiz, atık akümülatörünü teslim ederken yeni akü almış olduğu yere, bunun bir değer ifade ettiğini, onun karşılığının yeni alacağı akünün fiyatından düşüleceğini bilir. Nihai satıcı olan bayiler, oto elektrikçisi veya servisler, akü değişimini yaptıktan sonra Bakanlığın belirlediği şartlara haiz ara depolama yerlerinde saklarlar. Atık aküler belli bir miktara geldiği zaman da ara depolar veya kendisine bunu satan ana bayiler tarafından toplanır. Yine bu aküler alınırken belirli bir bedel ödenir veya onun karşılığı akü verilir. Onlar düzenli olarak ara depolara gider, oradan da bertaraf tesislerine ve geri kazanım tesislerine gider. Çevre ve Şehir: Sektördeki sorunlar! Vahdettin Gökçe: Sektör içerisinde tabii ki sektörün temsilcileri tarafından Bakanlığa iletilmiş bazı problemler olmakta. Maalesef ve maalesef bizim ülkemizde kurallara fazla uyulmuyor. Bizde APAK olarak geri dönüşüm sektöründe faaliyet gösteren firmaların hem sahiplerine, hem de çalışanlarına yönelik bilinçlendirme çalışmaları yürütüyoruz. Çalışmalar kapsamında Türkiye çapında düzenli olarak eğitimler vermekteyiz. Yani lokal olarak belirlediğimiz illerde o çevredeki geri kazanım ve atık sektöründe bulunan insanları çağırıyoruz. Bunun işçi sağlığı, iş güvenliği ve insan sağlığı açısından oluşturabileceği zararlar, bunlara nasıl önlemler alınması gerekir? Bunlarla ilgili bilgileri veriyoruz. Derneğimizin bu noktada da ciddi çalışmaları var. Bizim çabamız bu atık akümülatörleri artık tehlikeli atıklar sınıfından çıkartmak. Yani hakikaten belirli şartları düzgünce uygularsanız, atık akümülatörler tehlikeli atıklar sınıfından çıkabilir, zor değil. Bu anlamda Türkiye’de çok şeylerin değişeceğini düşünüyoruz. Atık akümülatörlerin toplanması, ara depolanması ve nakil edilmesi sırasında veya geri kazanım tesislerinde, en son oradan da kurşun olarak, ham madde haline getirilip imalat sistemine geri dönüşümü noktasında oluşan bazı sıkıntılar var. Bu sıkıntılar Atık Pil ve Akümülatör Sanayici ve İşadamları Derneği yetkilileri olarak bizlere iletiliyor. Bizlerde birçoğunu kendi aramızda paylaşıyoruz. Birazını da Bakanlıkla paylaşmaktayız. Çevre ve Şehir: Sizin bu yapmış olduğunuz işlemler, geri dönüşümlerin çevreye katkısı, etkisi ve ülke ekonomisine getirisi nedir, ne boyuttadır? Cemil Kılıç: Türkiye’de 100 bin ila 120 bin ton arasında atık akümülatör vardır. Bu akümülatörün de değeri yaklaşık olarak 80 milyon dolar. Bu çok ciddi bir rakamdır.Çevreye katkı şu: Akümülatör zaten içerisindeki asit ve kurşunla tehlikeli bir ürün. Direkt insan kanına karışarak, insanı zehirleyebiliyor. Metabolizmasını bozabiliyor. Bu noktada dışarıdaki çevreyi ve insanları korurken, sektör içerisindeki çalışanları koruyamıyoruz, onun verdiği sıkıntılar var. Çevre Koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme Vakfı [ÇEVKO] Mete İmer: Genel Müdür Çevre ve Şehir: Söyleşimize Vakfınızı tanıtarak başlayabiliriz. Mete İmer: Çevre koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme Vakfı İktisadi İşletmesi Vakfı (ÇEVKO), 1991 yılında Türkiye’de Ambalaj atıklarının geri kazanımıyla ilgili sürdürülebilir bir sistem oluşturmak, bu sistemi geliştirmek amacıyla kuruldu. 2005 yılında da ambalaj atıklarıyla ilgili yetkilendirilmiş kuruluş olduk. Dolayısıyla, 23 yıldır çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Çevre ve Şehir: Öncelikle broşürlerinizde ve reklam tabelalarında sık sık kullandığınız “Yeşil Nokta” kelimesi ne anlama geliyor, okuyucularımız için açıklayabilir misiniz? Mete İmer: 2002 yılında Avrupa geri kazanım örgütü olan Pro-Europe’ya katıldık. Pro-Europe’un özelliği; yeşil noktayı sembol olarak kullanıyor. Biz de Türkiye’deki “Yeşil Nokta”nın temsilcisiyiz. “Yeşil Nokta”, aslında ambalajlarını sanayi sorumluluğu çerçevesinde toplayıp, geri kazanan kuruluşları temsil ediyor. Türkiye’de de biz bu “Yeşil Nokta”yı bizimle 16 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 sözleşme yapan kuruluşlara kullandırıyoruz. “Yeşil Nokta”, aynı zamanda bir çevreyle ilgili yurt dışında çok tanınan, aranan bir marka. Ülkemizde de “Yeşil Nokta” markasının anlamını ve içeriğini kitlelere anlaymayı hedefliyoruz. Daha fazla kuruluşu bu konuda bilgilendirmek, “Yeşil Nokta” markasını kullanır hale getirmek istiyoruz. Çevre ve Şehir: Ülkemizde “Yeşil Noktalar” oluşturulması için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz. Bu anlamda şehirlerdeki çöplerin toplanması, temiz çevre oluşturulması konusunda sizinle sözleşme yapan paydaşlarınız kimler? Mete İmer: Ambalaj atıklarıyla ilgili bizim başından itibaren savunduğumuz yöntem, atıkların kaynakta, diğer organik atıklardan, çöplerden ayrı olarak toplanmasıydı. Bunun için tüketicilere önemli bir sorumluluk düşüyor. Tüketiciler ambalaj atıklarını ayrı biriktirmek durumunda. Sonra sıra belediyelere geliyor. Yönetmeliklere ve kanuna göre, zaten Belediyeler atıkları, toplamaktan sorumlu olan kuruluşlar. Bu işi doğrudan yapan belediyeler bir lisans almak zorundalar. Doğrudan yapmadıkları taktirde bu görevi lisanslı bir kuruluşa devredebiliyorlar. Dolayısıyla burada belediyelerin ve lisansı toplama kuruluşlarının önemi çok fazla. Biz bunların hepsiyle sözleşmeler yaparak çalışıyoruz. Çevre ve Şehir: Türkiye’deki geri dönüşüm oranları hakkında bilgi verebilir misiniz? Mete İmer: Ambalajlı ürün piyasaya süren firmalar atıklarını, piyasaya sürdükleri ambalaj miktarlarıyla orantılı olarak yönetmelikteki hedeflere göre toplayıp geri kazanıldığını belgelemek zorundalar. 2013’teki geri kazanım hedefi bütün malzemeler için yüzde 42, yani 100 ton plastik veya işte pet ambalaj piyasaya süren bir kurum, 42 ton olarak bu malzemeden atığın toplanıp geri dönüştürüldüğünü belgelemek zorunda. Bu yükümlülüğü kendisinin yapması pek mümkün değil, ya belediyelerle sözleşme yapacak, ya bir depozito sistemiyle bunları toplayacak. İşte bu anlamda biz geçtiğimiz yıl 1508 kuruluşun yükümlülüğünü üstlendik. 2012 yılında -kabaca- 400 bin ton ambalaj atığının toplanıp geri dönüşümünü belgelendirdik. 27 ilde 100’ün üzerinde belediyeyle sözleşmelerimiz var. 20 milyon kişinin yaşadığı bu belediyelerde ambalaj atık ve yönetim planları hazırlanmış, onaylanmış durumda. Bu tabi baktığımız zaman, geçtiğimiz 5-6 yılda ciddi bir gelişme, gelişimin göstergesi. Ama tabi Türkiye büyük bir ülke, dolayısıyla önümüzde uzun bir yol var. 75 milyon kişi var, bu rakama yaklaşmamız gerekiyor. Ülkemizde binlerce belediye var. Bunların her biri yükümlülükleri yerine getiriyor olması lazım. Çevre ve Şehir: Geri dönüşümün ne gibi faydaları var? Mete İmer: Tüketicilere verdiğimiz en önemli mesaj Ambalaj atıklarının çöp olmadığıdır. Yani, ambalaj atıklarını bir atıktan ziyade bir kaynak olarak görmeliyiz. Bunlar tekrar toplanırsa, geri kazanılırsa, hem ekonomik, hem toplumsal, hem de çevresel katkılar sağlanıyor. Mesela kağıt atıklarının toplanmasıyla daha az ağacı kesmek mümkün. Plastik atıklar, cam atıklar, daha az ham madde kullanımını teşvik edebilir. Bunlar geri kazanıldığı takdirde ciddi şekilde kaynak tasarrufu sağlıyorlar. Bu da ülke ekonomisine ciddi bir katkı sağlıyor. Sera gazı salınımları bu şekilde düşünüldüğünde daha da azalıyor. Bütün bunlarla ilgili belirli veriler var. Dolayısıyla, bir bütün olarak baktığımızda geri kazanım, ülkemize hem çevresel açıdan, hem ekonomik olarak ciddi katkı sağlıyor. Ayrıca toplumsal kalkınmaya da destek sağlıyor. Örnek verecek olursak; Çeşitli iş alanları açılıyor. Bugün Türkiye’de 370’in üzerinde toplama ayırma tesisi, 370’in üzerinde geri kazanım tesisi var. Bu tesislerin hepsi lisanslıdır. Burada çalışan insanların hepsi bir iş sahibi olmuş durumdalar. Dolayısıyla geri kazanım, aynı zamanda toplumsal açıdan bir katkı da getiriyor. Geri dönüşüm insanların yaşama şeklini de değiştiriyor. Uygar ülkelerde artık insanlar atıklarını bir kaynak olarak görüyor. Bunları sokağa atmıyorlar, çöpe atmıyorlar, ayrı biriktirip bunları değerlendiriyorlar. Dolayısıyla, buradaki çalışmalar aynı zamanda Türkiye’deki yaşayanların tüm toplumun, yaşama standartlarını da geliştiriyor. Daha uygarca, daha sağlıklı bir çevre içinde yaşama olanağı sağlıyor. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 17 Çevre ve Şehir: uğraşmak yerine yaygınlaştırılamaz Çalışmalarınız var Peki, geri dönüşümde poşet torbalarla Avrupa’da ki gibi bez torba kullanımı mı? Siz bu konuda ne yapıyorsunuz? mı? Mete İmer: Şimdi bu konuda biz Bakanlığımızla birlikte 20092010 yıllarında ambalaj komisyonu toplantısı gerçekleştirdik. Bu toplantıdaki komisyonun alt çalışma komitelerinden bir tanesi, poşetlerin azaltılmasıydı. Yani alışveriş poşetlerinin azaltılması konusu. Burada birlikte ciddi çalışmalar yaptık. Aslında bütün kirleticiler arasında poşet miktarına bakıldığında çok ciddi bir sayıyı teşkil etmiyor. Ama bunların azaltılması gerek. Özellikle alışveriş merkezleri bu konuda bir takım çalışmalarla bunları azaltma yoluna gidebilir. Alışveriş merkezlerinde tüketicilerin birkaç kere kullanabileceği bez poşetler veya çevreci malzemelerden üretilmiş poşetler verilirse poşet kirliliğini önleyebilir, önüne geçebiliriz. Bir de naylon poşetler bizim yönetmeliğimizde ambalaj atığı olarak değerlendirilmiyor. Bunları ambalaj olarak değerlendirirsek, o zaman bu atıklar için de hedef koyulabilir. Dolayısıyla, poşetlerin geri kazanılması zorunluluğu getirilebilir. Biz burada somut olarak Bakanlığımıza ambalaj ve alışveriş poşetlerinin, ambalaj atığı olarak tanımlamasını öneriyoruz. Bu sayede caydırıcı bir uygulama yapılmış olur. Çevre ve Şehir: İstanbul başta olmak üzere batı bölgelerimizde atık yönetimi başarılı bir şekilde uygulanıyor. Aynı yöntem doğu illerimizde de bu şekilde uygulanabiliyor mu? Mete İmer: Şimdi ambalajlı ürün kullanımı, gelir düzeyi yüksek olan yerlerde daha fazla. Onun için doğru çözüm, doğru yöntem; buralardan başlayarak çalışmaları yürütmek. Tabi ki doğuda da zaman içinde yaygınlaşması gerekiyor. Ama öncelikle biz ambalaj atıklarının en fazla çıktığı yerlerde yoğunlaşıyoruz. Bu illerin başında da İstanbul yani Marmara Bölgesi geliyor. Öncelikle burayı çözmezsek, o zaman sorunun büyük kısmını çözmemiş oluyoruz. Onun için bu yaklaşımla gitmek lazım. Büyük, yüksek gelir düzeyi olan, ambalaj atıklarının çok çıktığı bölgelerden başlayarak buralardaki çalışmaları yaygınlaştırdıktan sonra diğer bölgelere doğru yaygınlaşmak lazım. Biz de öncelikli işte Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesi yavaş yavaş Doğu Anadolu, Karadeniz Bölgeleri’ne doğru yaygınlaşmayı hedefliyoruz. Çevre ve Şehir: Bakanlığın çalışmalarını peki yeterli buluyor musunuz atık yönetimi konusunda? Mete İmer: Şimdi Bakanlığımız tabi ciddi değişikliklerden geçiyor. Önce Çevre ve Orman Bakanlığı idi, şimdi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oldu. Tabi bizim gönlümüzde olan Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ayrı bir Çevre Bakanlığı, olması. Çünkü bizde çevre hep ikinci planda kalıyor. Çevre ve Orman Bakanlığı’yken biraz ormanın gölgesinde kalıyordu. Şimdi Çevre ve Şehircilik oldu, kentsel dönüşümün gölgesinde kaldı. Çevre birazcık üvey evlat gibi oluyor. Dolayısıyla, bizim buradaki önerimiz; biraz da gücü olan ayrı bir bakanlık. Yoksa Bakanlığın yetişmiş, ciddi şekilde uzun süredir hizmet veren çok değerli, çalışanları var. 18 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 İskenderun Demir ve Çelik A.Ş.[İSDEMİR] Erkin Yekda Gedik: Su Tesisleri ve Çevre Yönetim Müdürü Çevre ve Şehir: Sizi ve Şirketinizi tanıyabilir miyiz? Tam olarak faaliyet alanınızı bize anlata bilir misiniz? Erkin Yekta Gedik: Erdemir Grubunda İsdemir Fabrikasında Su Tesisleri ve Çevre Yönetim Müdürü olarak çalışıyorum. Bu kongrede Erdemir olarak altın sponsorlardan biriyiz. Tabi ki sektör olarak düşündüğünüzde en çok atık üreten, bir anlamda çevreyle en çok haşır neşir olan bir sektörüz. Sektör olarak baktığınız zaman, ağır sektör anlamında Türkiye’de ikinci, zaman zaman da üçüncü sırada değerlendiriliyoruz. Bu nedenle çevre konularında olabildiğince etkin olmaya çalışıyoruz, her iki firmamızda da; hem Erdemir, hem İsdemir. Çevre ve Şehir: Firmanız Atık yönetimi hakkında neler yapıyor? Erkin Yekta Gedik: Atık teknolojileriyle ilgili olarak her iki firmamız Erdemir ve İsdemir’de kurulmuş atık yönetim sistemleri var. Birebir tesislerimizden çıkan tehlikeli ve tehlikesiz atıklar toplanıyor, özel bölgelerde değerlendiriliyor. Birtakım atıklarımızı kendi iç bünyemizde bizim Sinter Fabrikası olarak adlandırdığımız tesislerde tekrardan geri kazanıyoruz. Fakat, yönetmeliklerle tarif edilmiş özellikle tehlikeli atıklarda, bertarafa gönderilmesi gereken atıkları da ilgili bertaraf tesislerinin tamamına standart olarak gönderiyoruz. İsdemir ve Erdemir olarak düşündüğümüzde, yani Erdemir Grup olarak düşündüğümüzde, bu konulara aktarılan bütçeler ciddi anlamda yüksek. Her sene bu konular için artırarak ayırdığımız bir bütçe oluşturuyoruz. İlave olarak yeni kurulan ar-ge tesisimizde birtakım atıkların tekrardan değerlendirilmesi konusunda çalışmalar yürütü- yoruz. Özellikle haddehanelerimizden çıkan yağlı tufal konularında, yağlı tufalı tekrardan alıp yağından ayrıştırıp tekrardan değerlendirme gibi çalışmalar da şu an sürdürülüyor. Bunun ötesinde Bakanlıkla da bir takım yürüttüğümüz projelerimiz var. Yönetmeliklerde olsun, pilot tesis olarak Bakanlıkla yapılan çalışmalarda olsun, özel sektör olarak katkılarda bulunmaya özen gösteriyoruz. Çevre ve Şehir: Geri dönüşümler tam olarak nasıl oluyor, yani geri kazanım dediğiniz? Geri kazanımda yeniden çelik üretimi mi oluyor? Erkin Yekta Gedik: Geri kazanım derken şöyle örnek verelim: Entegre Demir-Çelik Tesislerinin bir tane çıktısı çelikhane cürufudur. Çelikhane cürufunun içerisinde bir miktar çelik bulunur, bir kısmı da bildiğimiz doğadan geldiği için topraktır. Biz bunu belirli alanlarda stokladıktan sonra tekrar bir elemeye tabi tutuyoruz ve topraktan ayrıştırdığımız metal içerikli kısmı Sinter Fabrikasında tekrardan ilave maden olarak veya ilave bir katkı olarak değerlendirip tekrar prosesin içerisine sokuyoruz. İlave olarak tesislerimizde haddehanelerimiz var. Haddehanelerden proses esnasında yağlı ve yağsız olarak tufal çıkıyor. Bu tufaller de, bildiğiniz direkt metaldir, onları da yine Sinter Tesisinde sinterleştirirken harmanın içerisine dahil ederek tekrardan değerlendirmiş oluyoruz. Yani, kendi içerisinde sürekli bir döngü halinde. Zaten Sinter Fabrikaları, Entegre Demir-Çelik Fabrikalarının aslında bir anlamda atık değerlendirme tesisleri de diyebiliriz. Bunun dışında tesislerimizde atık yağları da topluyoruz. O atık yağların bir kısmını kategorisine göre ayrıştırdıktan sonra, bertarafa gönderiyoruz. Bir kısmını ise geri kazanıma gönderiyoruz. Yine ilave olarak tesislerimizde evsel atık dediğimiz, yani bunun içerisinde pet şişeler, plastikler vesaireler, bunların hepsi ayrıca kategori olarak ayrıştırılıyor, toplanıyor ve yine bertaraf tesislerine gönderiyoruz. Atık yönetimi konusunda her iki tesisimizin de ciddi çalışmaları var. Bugüne kadar yaşanmış olan herhangi bir sıkıntı da, problemler de gözükmüyor. Her iki tesisimizin de bu konuda ciddi anlamda güçlü olduğunu düşünüyoruz. Bunları da zaten övünerek gerekli yerlerde, gerekli platformlarda sunuyoruz. Yarın veya öbür gün -şu an program tam belli değil- bir arkadaşımız bu konularda zaten sunum da yapacak, oradan daha fazla detay da elde etmek mümkün. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 19 Dolayısıyla, bir taraftan aslında atık üretirken, diğer taraftan ürettiğiniz atığın içerisindeki cevheri tekrardan alıp değerlendirip tekrar üretime sokmuş oluyoruz. Tabii bu bizim için hem maddi anlamda hem de çevreye katkı anlamında çok büyük bir avantaj sağlıyor. Çevre ve Şehir: Peki, yılda ne kadar bir dönüşüm oluyor, bir rakam verebilir misiniz? Erkin Yekta Gedik: Şimdi rakam olarak bir şeyler vermek çok doğru olmaz, çünkü her iki tesisin de kendi çalışma kapasitesine bağlı olarak, yapmış olduğunuz elemeye bağlı olarak rakamlar değişiyor. O nedenle bir şeyler söylemem şu anda yanıltıcı olabilir. Çevre ve Şehir: Biliyorsunuz Türkiye genelinde kentsel dönüşüm başlatıldı. Yıkılan binalardan tonlarca demir çıkıyor. Bunların geri kazanımıyla sizler ilgileniyor musunuz? Ya da ilgilenmeyi düşünüyor musunuz, böyle bir projeniz var mı? Erkin Yekta Gedik: Şu an öyle bir yaklaşımımız yok. O söylediğiniz tabi zor bir iş, Onu biz ancak şöyle bir bağlamda belki yakalayabiliriz: Bizim üretimimiz esnasında soğutucu amacıyla kullandığımız hurdalar var, yani demir ve metaller var. Tabii bunu bu konudaki hurda firmaları toparlayıp değerlendirip bize sunuyorlar. Bizde bu hurdaları ihale usulüyle alıp değerlendiriyoruz. Ancak o bağlamda biz değerlendirebiliriz. Onun özelinde bizim her iki şirketimizin de kalkıp böyle bir çalışma yapması gibi bir durum söz konusu değil şu an itibariyle. Çevre ve Şehir: Teşekkür ederiz. Erkin Yekta Gedik: Rica ederim. Petrol Sanayi Derneği [PETDER] Aydın Özbey: Projeler ve Dış İlişkiler Koordinatörü Çevre ve Şehir: Okuyucularımız için Petrol Sanayi Derneği hakkında biraz bilgi alabilir miyiz? Aydın Özbey: Petrol Sanayi Derneği, 1996 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu. 2004 yılında Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği yayınlandıktan sonra derneğimiz atık yağların yönetimi projesini başlatıyor. Proje, 2004 yılından günümüze kesintisiz olarak yürütülüyor. Projenin paydaşları kimler diye sorarsanız; madeni yağ üreticileri, aynı zamanda araç ithalatçıları. Bu şirketler piyasaya sürdükleri madeni yağları atık hale geldikten sonra toplamakla yükümlüler. Bu paydaşlar sayesinde projemiz uzun süredir sorunsuz bir şekilde sürdürülüyor. Çevre ve Şehir: Proje ne şekilde bir çalışma ilkesine sahip? Aydın Özbey: Tüm ülke genelinde, 81 ilde tüm servislerdeki atık yağları topluyoruz. Tabii sadece atık yağları toplamıyoruz, aynı zamanda toplumun bilinçlendirilmesine yönelik olarak da birtakım faaliyetlerde bulunuyoruz. İşte sempozyumlarda, toplantılarda, kongrelerde, birtakım sanayi sitelerindeki bilgilendirme toplantılarında projeyi anlatıyoruz. Toplama tarafı da, ifade ettiğim gibi, tehlikeli madde taşımacılığına uygun üst seviye araçlarla yapılıyor. Sahada atık yağlar toplandıktan sonra işleme veya bertaraf tesislerine teslim ediliyor. Teslim almalar ulusal atık taşıma formuyla yapılıyor ve tüm teslim almaya ilişkin evraklar PETDER’in bilgi yönetim sistemi programı içerisinde depolanıyor. Ve bunlar düzenli olarak tüm belediyelere, il müdürlüklerine ve Bakanlığa aylık olarak raporlanıyor. Yani, bakmış olduğunuz zaman genel tabloda; PETDER, 81 vilayetteki servislerdeki atık yağları topluyor. Bunları lisanslı işletmelere teslim ediyor, daha sonra bunları raporluyor ve bununla ilgili tüm maliyetleri de PETDER karşılıyor. Çevre ve Şehir: Atık yağların toplanmasında bir miktar söz konusu mu? Aydın Özbey: Derneğimiz, bir varil yağ da alıyor, bir teneke 20 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 yağ da alıyor, bir ton yağı da, iki ton yağı da alıyor, herhangi bir miktar mesafe gözetmeksizin tüm ülke genelinde bu hizmeti sunuyor. Çevre ve Şehir: Avrupa ile karşılaştırdığınızda, Türkiye atık yağların toplanması konusunda hangi konumda? Aydın Özbey: Şöyle tabii: Avrupa’daki eğitim ve farkındalık seviyesinde değiliz henüz. Ülkemizde oluşan atık yağ miktarı 200-250 bin ton seviyesinde. Yaklaşık bunun 40 bin tonu kayıt altına alınabiliyor. Ve geri kalan kısmın ağırlıklı olarak 10 numara yağ dediğimiz kaçak yakıt faaliyetlerine konu edildiğini görüyoruz. Diğer yandan ısınma amaçlı kullanıldığını görüyoruz, diğer yandan kalıp yağ olarak kullanıldığını duyuyoruz. Bu sebeple de ülkemizde kayıtlı toplama oranı son derece düşük. Ama ben zannetmiyorum ki madeni yağların çok büyük bir bölümü dökülüyor, dökülmüyor. Madeni yağ ifade etmiş olduğum gibi ısınma amaçlı olarak kullanıldığı için veya işte yakıt olarak kullanıldığı için bir şekilde değerlendiriliyor. Ama bu değerlendirme doğru bir değerlendirme değil tabii ki. Baktığınız zaman içerisindeki partiküllerin sebep olduğu hastalıklar, insan sağlığına ve çevre sağlığına vermiş olduğu zararlar çok üst seviyede. Gözle görülmediği için bunu kullananlar, yağların yakılmasının ne kadar zararlı olduğunu, insan ve çevre sağlığı açısından uzun vadede çok olumsuz ve kalıcı etkiler, bıraktığının farkında değil. Bu sebeple de ülkemizdeki kayıt altına alınmış yağ miktarı son derece düşük. Çevre ve Şehir: Peki, topladığınız yağlar nasıl değerlendiriliyor. Aydın Özbey: Dünyada ve ülkemizdeki yaygın uygulama şu şekilde: Biliyorsunuz atık yağlar, yeni keşfedilen şeyler değil. Dünyada atık yağlar ya ham madde olarak geri kazanılıyor, ya enerji olarak geri kazanılıyor, ya da bertaraf ediliyor. Ülkemizde de benzer uygulamalar söz konusu. Yani, Çevre Bakanlığı’nın lisans vermiş olduğu rafinasyon, rejenarasyon tesislerinde ham madde olarak geri kazanımı yapılıyor. Veyahut yine Çevre Bakanlığı’nın lisans vermiş olduğu çimento, kireç, demir-çelik fabrikalarında enerji olarak geri kazanım şeklinde kullanılıyor. Bunların dışında da bertaraf ediliyor. Ülkemizde de bu üç yöntem uygulanıyor. Taşınabilir Pil Üreticileri ve İthalatçılar Derneği [TAP] PETDER de toplamış olduğu atık yağları kategorisine uygun olarak o şekilde işlem görülmek üzere o tesislere teslim ediyor. Yapılan operasyon genel hatlarıyla bu şekilde. Çevre ve Şehir: Peki Derneğinizin amacı ne? Tam olarak ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Savaş Arna: Dernek Başkanı Çevre ve Şehir: Bize derneğiniz hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz? Savaş Arna: Biz Türkiye’de atık pilleri toplayan ve Bakanlıkça yetkilendirilmiş tek kuruluşuz. Derneğimizin adı Taşınabilir Pil Üreticileri ve İthalatçıları Derneği. Kısa adımız ise TAP’tır. Savaş Arna: Amacımız; Türkiye’nin tamamında atık hale gelmiş pilleri önce toplamak, sonra da yönetmelik gereği bertarafını yapmak. Bu işi yaparken çeşitli aşamalardan geçiriyorsunuz; toplama, taşıma, depolama, ayrıştırma ve bertaraf. Sonuçta atık pillerin çevre ve insan sağlığına, yani canlıların sağlığına zarar vermeyecek bir şekilde depolanmasını sağlamak. Bertaraf geri dönüşümle de yapılabiliyor. Ama Türkiye’de atık pilleri geri dönüştürecek tesis henüz yok. Avrupa’da bunu yapan dört-beş tane çekirdek ülke var. Bunlar; Belçika, Hollanda, Fransa ve Almanya. Ama, onlar bu işe 30 sene önce başlamışlar ve büyük devasa kapasiteli tesisler kurmuşlar. Yurt dışına bu pillerin gönderilmesi de çok maliyetli. Geri dönüşüm için ayrıca metallerin borsa değeri de önemli. O bakımdan Türkiye’deki uygulama; atık piller toplandıktan sonra yönetmelik gereği zararsız, izolasyonlu ortamlarda depolanması şeklinde. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 21 de üyelerimizin hepsi ithalatçıdır. Derneğimiz bünyesinde 363 tane üye bulunur. Taşınabilir Pil Üreticileri ve İthalatçıları Derneği’miz de Onlar adına Türkiye’deki atık pilleri toplar. Şimdi ne kadar topluyoruz? Mesela her sene yüzde 10-12’lik bir artışımız da var. Geçen sene 500 ton topladık. Bu seneki hedefimiz 570 ton, işte bu şekilde yürüyor. Çevre ve Şehir: Peki bu toplama oranı nasıl arttırılabilir Türkiye’de, yeni bir projeniz var mı? Savaş Arna:Tabii bu hiç durmadan devamlılık isteyen, süreklilik isteyen bir işlev. Kamu kurum-kuruluşu nezdinde teşebbüslerimiz oluyor. Mesela geçen sene camilerde pil toplama kampanyası başlattık. Daha ilginç olan bir kampanyamızı da cezaevlerinde sürdürüyoruz. Çünkü cezaevlerinde mahkumların odalarına alabilecekleri, koğuşlarına alabilecekleri tek alet radyo, o da pille çalışıyor. PTT’yle bir projemiz var. Güvenlikli, korumalı sitelerle çalışıyoruz. Yani, yavaş yavaş Türkiye genelinde bunu yaygınlaştırıyoruz. Çevre ve Şehir: Ülkemizde toplanan atık piller nasıl bertaraf ediliyor? Savaş Arna: Biz öncelikle atık pilleri 2 sene boyunca İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bize tahsis ettiği yer olan İstanbul Kemerburgaz’da yer altı depolarında depoladık. Burası 90 tonluk 30 cm. duvar kalınlığında izolasyonlu, bir yerdi. 1000 tona yakın pil birikti. Tabi bu çok maliyetli bir işti. Şimdi ise İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yan kuruluşu olan İSTAÇ A.Ş.’yle, birlikte Şile tarafında Kömürcüoda’da bulunan yer üstünde depolama alanına götürüyoruz. Bu depoların altları izolasyonlu ve bu şekilde toplanan piller orada bertaraf ediliyor, yani zararsız hale getiriliyor. Siz hangi nesnenin havasını suyunu keserseniz kurur. Sistemler kurumaya başlıyor, piller de kuruyor, taşlaşıyor. Neticede pillerin çevreye zararını bu şekilde önlemiş oluyoruz. Çevre ve Şehir: Peki çöpe atılan piller ne oluyor? Savaş Arna: Şimdi eğer çöpe atılırsa ne olur; onu da söyleyelim. O da çok önemli. Çöpe atılan piller genellikle belediyelerin çöp toplama sahalarına rastgele gider. Ve oradan tabii yağmur, kar, sıcak, soğuk neticede delinebilir. Ve delindiği zaman içindeki metaller yavaş yavaş toprağa zarar verir yapar. Bu nedenle biz 71 ilde okul kampanyaları yapıyoruz. Çocukları genç yaşlarda bu konuyla bilinçlendiriyoruz. Ve neticede çocuklarımız bilinçleniyor ve bunu bütün hayatları boyunca sürdürüyorlar. Çevre ve Şehir: Türkiye’deki sayısı ve tüketimi ne kadar? Siz ne kadarını topluyorsunuz? Savaş Arna: Türkiye’de pil tüketimi Avrupa’ya nazaran oldukça az. Ama pil üreten tesis de yok. Akümülatörlerle karşılaştırmayın, akümülatörler ayrı. Türkiye’ye yaklaşık 10 bin ton değişik türlerde pil gelir, ithal edilir. Piller ithal edildiği için 22 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Her şeyin başı tabii bilinçlendirme. İnsanların çoğu, tamam evet piller toplanması gerekir derler, amma niye toplandığını bilmezler, tabi bunu anlatmak lazım. Ben eğitim sorumlusuyum aynı zamanda. Dolayısıyla, bütün Türkiye’yi dolaşıp duruyorum. Çevre ve Şehir: Sizinle çalışan özel şirketler var mı? Savaş Arna: Özel sektör de var tabi, özel sektörle de anlaşma var. Ama işte tek olmanın hem avantajı, hem dezavantajı var. Bizim tek sıkıntımız; geri dönüşümde şu anda metaller çok fazla değerli değil. Bu nedenle Türkiye’de bir tesis kurulmuyor. Çevre ve Şehir: Türkiye’yi dünyayla karşılaştırdığımız zaman ülkemiz atık pil yönetiminde nerede? Savaş Arna: Dünyayla karşılaştıramazsınız, ilk karşılaşacağı yer Avrupa’dır. Avrupa Birliği’nin 27 ülkesinin en azından 15’inden daha iyi durumdayız. Çünkü onlar organizasyonlarını kurmadılar. Biz bu işe başlayalı 8 sene oldu. Artık oturmuş bir organizasyonumuz var. Türkiye genelinde ne yapacağımızı biliyoruz. Tabi Avrupa’da bizden önde olan ülkeler de var. Ama Polonya’ydı, Romanya’ydı. Bulgaristan’dı, hatta İtalya falan, onlardan daha iyi durumdayız. Tabii oralarda tüketim çok fazla olduğu için toplanan miktarlar da fazla oluyor. Türkiye Madenciler Derneği Dr. Caner Zambak: Çevre Koordinatörü Çevre ve Şehir: Hocam toplumda madenler ve maden atıkları çevreye aşırı zarar veren bir yapıymış gibi algılanıyor. Bu algı ne kadar doğru? Caner Zambak: Atıkların her biri başlı başına bir sorundur. Başımızdan uzaklaştırmak istediğimiz için ve çevreye olumsuz etkileri olduğu için atıkları sevmiyoruz. Maden atıkları ise biraz daha değişik. Bu güne kadar sorun olmayan maden atıkları birden sorun olmaya başladı. Ama bunun nedeni var. Çünkü altın madenciliği yine gündemde. Siyanürlü aramalar yapıldığı söyleniyor. Sanki atıkların kendileri siyanürlüymüş gibi gösteriliyor. Halbuki öyle değil. Siyanürle altın aranmaz. Bir kere siyanür öyle bir malzeme ki, altını eritir, işletme sırasında alınır, kontrollü ortamda kullanılır, dışarıda siyanür kullanılmaz. Çünkü Siyanür çok zehirli bir kimyasal, belli bir dozun üstündeyse anında öldürür. Ama belirli bir dozun üstünde almadıysanız hiç dert etmeyin, “Ya bu beni acaba ileride öldürür mü?”, “Kanser olur muyum bundan?” şeklinde düşünmeyin. Çünkü siyanür kanser de yapmaz. Siyanür yüksek miktarda alındığı anda öldürür. 120 yılı aşkın süredir madencilikle siyanür kullanılıyor, bir tane siyanürden dolayı ölüm yok, demek ki yönetimi kolay olan bir kimyasal. Bu tür yanlış bilgilerden dolayı bir kaç hareketle maden atıkları çok kötü atıklardır denmeye başladılar. Tabi Madencilerin yanlış yaptığı ve toplumda bu tür kaanat uyandıracak örneklerde var, yok değil. Belirli madenler var işletilmiş açılmış ve herhangi bir düzenleme yapılmadan bırakılmış gidilmiş. Bu madenlerin çoğu da devletten kalma. Eski devlet maden işletmeleri ya da küçük madencilerin yaptığı işler. İşte o madenlerdeki görsel etkiden rahatsız olan halk maden atıklarını çok kötü olarak biliyor. Maden atıkları için iyi demiyorum ama maden atıklarına gelene kadar çevre ve insan sağlığı için çok daha olumsuz etkiler yapabilecek diğer atıklar var. Tıbbi atıklar, belediye atıkları, bizim evlerimizden çıkan atıklar. Yani karşılaştırdığınızda maden atıklarını yiyebilirsiniz. Tabi karşılaştırma amaçlı söylüyorum. Maden atıklarıyla belediye atıkları arasında dağlar kadar fark var. Olumsuz etki açısından. Dolayısıyla tehlikeli atık diye tanımlanan atıklar sektörün adıyla bakılmalı. Birde Madencilik ağaçların kesilmesini gerektiriyor. Arazinin bozulmasını gerektiriyor. Sonra içindeki cevheri alıp işleyeceksiniz. Atıklarını depolayacaksınız. İşte bazen bu atıklar yağmur sel sularıyla derelere karışıyor. Miktarları çok büyük olduğu için maden atıklarının ortaya çıkarttığı en küçük bir etki toplumda büyük bir olaymış gibi görülüyor. Haksızda değil toplum. Kimse böyle bir olay yaşamak istemez ama madencilik atıkları bu. Ancak madencilik olmadan da yaşamamız mümkün değil. o maden açılmasın ne yapacaksınız? Dışarıdan alacaksınız. Bakanımız söyledi nereye kadar alabiliriz. Nereye kadar paramız yetecek. Yani başkasından almak çevrecilik mi? O sınırın öbür tarafında ben kirletmeyim çevreye sınır koyuyorsunuz. Böyle bir düşünce doğru değil. Çevre ve Şehir: Maden atıkları zararsız diyorsunuz? Peki maden atıklarının yönetimi konusunda Türkiye’de neler yapılıyor, maden işletmeleri bu konuda bilinçli mi? Konuyla ilgili Bakanlığın yürüttüğü çalışmalar yeterli mi? Şimdiye kadar maden atıklarına pek dikkat edilmezdi. Ama son 30 yıldır çok dikkat ediliyor. Tabi bu durum toplumun eğitim durumu, ekonomik durumu ile de alakalı. İletişim araçları gelişti ve çevre duyarlılığında büyük bir artış var. Yapılması gereken şey maden atıklarının da iyi yönetilmesi için çevre mevzuatının oturması gerekli. Henüz maden mevzuatımız yok sıkıntı orada. Maden atıkları yönetmeliği henüz çıkmış değil. Avrupa Birliğinde 2006’dan beri var ama bizim mevzuatımızda içselleştirilmedi. Bu yönetmeliğin bir an önce çıkartılmasında yarar var diye düşünüyorum. Çünkü maden atıkları kitlesi büyük, maliyeti büyük, çevresel etkileri de büyük olabilecek atıklar. Ama iyi yönetildiğinde en kolay yönetilebilen atıklardan biri. Çünkü sanayi atıkları gibi kanser yapıcı ya da diğer olumsuz etkileri kimyasallar kadar kimyasal tesislerin atıkları kadar etkili bir şey değil. Çevre ve Şehir: Şuanda tüm Türkiye deki maden çıkartmalarda yönetmelik olmamasına rağmen madenciler önlemlerini alıyorlar mı? Caner Zambak: Güzel bir konuya değindiniz. “Türkiye’de madenler için bir yönetmelik yok, bu madenler nasıl çalışıyor?” der gibi bir şey. Tabi faaliyette olan madenler gerekli önemlerini alarak çalışmak durumundalar. Şöyle ki; bir kere su kirliliği kontrol yönetmeliği var. Hava kalitesi kontrol yönetmeliği var. Atıkları düzenli depolama yönetmeliği var. Her ne kadar madencilik atıkları bizim atık yönetim genel esaslarına dair yönetmelik kapsamından muaf ise de o yönetmelik içinde atıkların nasıl yönetileceği ilgili genelgelerle düzenlenmiş. Dolayısıyla o genelgeler kapsamında ve diğer yönetmelikler hava, su ve toprak kalitesiyle ilgili yönetmelikler kapsamında yönetiliyor. Yönetilmeyen zaten kapatılıyor ya da cezalandırılıyor. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 23 Ben aynı zamanda Türkiye Madenciler Derneği’nin de Danışmanlığını yapıyorum. Orada aynı şeyi maden sahiplerine de söylüyorum. “Eğer bu yönetmeliklere uygun olarak çalışamıyorsanız, suyu kirletiyorsanız, toprağı kirletiyorsanız, havayı kirletiyorsunuz, kapatılmaya layıksınız” diyorum. Ayrıca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bu kuruluşları denetliyor. Çevre ve Şehir: Hocam, şimdi maden atıklarının biraz dışına çıkarsak, Türkiye’deki çevrecilik anlayışından bahsedersek, son dönemlerde çevreye ve atıklara karşı bakış açısı değişiyor mu? Sizin gözlemleriniz neler? Caner Zambak: Evet bazı düşünceler değişiyor. Yani son zamanlarda atık sorunun yönetilebilir bir sorun olduğunun farkına varılıyor. Önceleri, “Atık mı? Bizden uzak dursun, istemem.”, “Nükleer ya da termik santral açıldı, atık mı üretiyor, istemiyoruz” Ama şimdi, “Evet, istemiyoruz ama yönetilebilir mi?” “Nasıl yönetilmeli” diye sorular başladı. Artık bunlar irdelenmeye başlandı. Çevreci gruplar dahi belirli bir şeyden sonra “İstemezük” demenin kalkınmanın sürdürülebilirliğine olumsuz etkisi olduğunu görüp, nasıl yapılması gerektiğini tartışmaya başladılar. Dolayısıyla, çevre konusunda da böyle militarist, radikal yaklaşımlar yok değil, hala var. Ama bir yerde yapılabilirliğe doğru konuların irdelenmesi gündeme gelmeye başladı. Çevre ve Şehir: Sizce bu irdelenmede çevreci grupların etkisi var mı? Caner Zambak: Tabi çevreci gruplar, bu tür bir yaklaşıma gelinmede iyi bir faktör oldular. Çünkü onlar olmasaydı sanayiciler ya da uygulayıcılar “Ya Allah” gideceklerdi. Belki de hiçbir şeye dikkat etmeyeceklerdi, geçmişte olduğu gibi. Çin, bu duruma en güzel örnek. Çin’in ekonomisi birden patladı. Ama çevresi bitti. Hava kalitesi, su kalitesi, toprak kalitesi 2 sene önce dayanılmaz gibiydi. Şimdi onlar da belirli bir kalkınmışlık düzeyine geldikten sonra ekonomisi de biraz para gördükten sonra çevre kirliliğini kesmek için çalışmalar yapmaya başladılar. Nedir bu? Boşuna mı yaptık şimdi bunu ya da birine şirin görünmek için mi? Hayır. O grupların reaksiyonunu gördü, oradan ders aldı ve daha iyisini yapmaya çalışıyor. Ben çevreci grupları olumlu görüyorum. Her ne kadar radikal, hiç esnek olmayan kafada bile görünseler, birazcık onların dediklerini dinlemekte, görmekte, “Acaba neden öyle diyorlar”, “Neden öyle düşünüyorlar” diye irdelemekte yarar var. Göreceksiniz ki onların da haklı olduğu bir yer var. Ama bir yerde katılaşıp buradan sonrasına geçit yok diyorsa, orada ideoloji başlıyor. İşte o gruplarda onu görmek lazım. İdeolojik derken, bizim eski, 69’ların sol-sağ ideolojisi gibi bir yerden sonra madencilere emperyalistler deniliyordu. Madenciler, Türkiye’de, emperyalistlerin uzantıları, yabancı sermayesi olarak görülüyordu. Ama şimdi Türk madenciler başladı, onlara bir şey diyemiyorlar. Türk madenciler de bana göre çok düzgün çalışıyorlar. Örneğin, altın madenleri, ben hepsini gördüm, gösterdim, yabancıların görüşlerini de biliyorum. Zonguldak Karaelmas Üniversitesindeki hoca da aynı şeyi söyledi, dünyayı görmüş, dünyadaki en iyi altın madenleri işletme teknikleri Türkiye’de uygulanıyor; ister inanın, ister inanmayın. Bakın Ülkemizde birde şöyle bir durum var; her ne kadar çevreye duyarlı bir toplum değilsek de kişisel bazda çevre duyarlılığı konusunda mangalda kül bırakmayan bir toplumuz. Bugün benimle münakaşa edip çevrede şu oluyor bu oluyor diyen adam arabasına bindiğinde burnunu silip mendilini pencereden dışarı atabiliyor. Yani böyle bir ikilem içindeyiz. Çevre ve Şehir: Peki Yabancı çevreci grupların Ülkemizdeki etkisi nedir? Caner Zambak: Ha, orada sıkıntı var. Yabancı çevreci gruplar genelde başka amaçla bu işlerin içine giriyor. Özellikle madenlere yönelik olarak birileri tarafından desteklenip projelerin kösteklenmesi için giriyorlar. Orada ben art niyet arıyorum. Yerlilerde bir yere kadar o art niyeti görmemeye çalışıyorum, iyi niyetlidir bunlar diyorum ve öyle düşünüyorum. Ama ileriye gidildiğinde art niyeti gördüğümde onların düşüncelerine de bir yerde set çekiyorum. Bu konuları ben çok tartıştım bizim çevrecilerle, madenciliğe karşı olanlarla. Benim olduğum platformda hiçbir zaman için bir kavga çıkmadı. Çünkü beni tanıyorlar, ben onları tanıyorum. Nereye kadar gidebileceğimizi biliyoruz. Ama öbür tarafta bakıyorsun, işte köyümüzü berbat etti. Emperyalizmin adamı geldi, satılmış, gibi bu tür laflar söylüyorlar; bunlar anlamsız. Bunun açık örneğini biliyorsunuz Kazdağları’nda yaşadık. Burada “Siyanürle altın aranıyor ve etraf batıyor” şeklinde söylentiler yayıldı halk yanlış yönlendirildi. Bakın altın arama safhasında hiçbir kimyasal kullanılmaz, hele siyanür hiç kullanılmaz. Ama bunu ben biliyorum, Bakanlık biliyor, bilim adamları biliyor, hatta bu lafı çıkartanlar biliyor. Ama halkı manipüle etmek için gene de bu lafı kullanıyorlar. Çevre ve Şehir: Ülkemizde belirli yerlere Nükleer santral kurulmak isteniyor, Termik santral kurulmak isteniyor. Çevrenin kirletileceğini ve tahrip edileceğini savunan çevreci gruplar, eylemler yapıyor. Bunun sonucunda istenmeyen olaylar yaşanıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Caner Zambak: Şöyle söyleyeyim: Bir yerde bir maden, işletme, büyük bir inşaat yapacaksanız, doğaya tahribat yapmadan, olumsuz etki yapmadan onu kuramazsınız, bitti. Köprü bile yapsanız, köprünün ayakları üzerindeki ağaçları keseceksiniz, toprağı tahrip edeceksiniz. Yol dahi yapsanız aynı şey. Dolayısıyla, ağaç kesmek, şu, bu meselesi değil. Mesele, acaba o tesisi o hassas diye gördüğünüz 24 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 ortamda mı yapmanız lazım? Yani ağaç kesilmesi, şu, bu, bunlar yenilebilir şeyler, dolayısıyla başka bir yerde ağaçsız bir yeri 3 misli, 5 misli ağaçlandırırsınız sorun çözülür. Sorun o değil. Nükleer santral konusu, işte bugün onu da tartıştık, yapılsın mı, yapılmasın mı? Tamamen bir politik seçim ve aynı zamanda ileriye dönük stratejik bir karar. Nükleer santralle mi gidereceksin enerji açığını, yoksa doğal gaza bağımlı olarak Rusya’ya para ödeyerek mi? Ya da Araplara para ödeyerek mi yaşayacaksın? Önce buna karar vermek lazım. O bağımsızlığı biraz aşağı indirmek istiyorsan nükleer santral bir yerde kurulması gerekiyor, ama onun da artıları, eksileri var. Mesela herkes Nükleer santralin atıklarından bahsediyor. Herkes “Atıkları ne yapacaksınız?” diye soruyor. Biliyor musunuz, bir nükleer santraldan yıldı 3 ton falan atık çıkar. 3 ton atık hacim olarak üç bilgisayar kasasışu kadar bir şeydir, çünkü çok yoğun bir atıktır. 30 yıl, 50 yıl çalıştırsanız bunun gibi 50 tane koyulacak bir yer lazım. Yani normal bir oda kadar bir yer lazım, onu da bir havuz içinde yapabilirsiniz. Çevre ve Şehir: Çevreci gruplar nükleer ve termik santrale karşı çıkmalarının bir sebebi de doğal enerji kaynaklarının kullanılmasını istemeleri. Yani güneş ve rüzgar enerjisi kullanılsın diyorlar. Siz bu iki enerji için ne söyleyeceksiniz? Caner Zambak: Rüzgar enerjisini, mümkün olduğu yerlerde yapmakta yarar var, ama onun da olumsuz etkilerine bakmak lazım. Biliyorsunuz, şimdi rüzgar enerjisi için Avrupa’da hayır diyenler çıkmaya başladı. Neden? Çünkü göçmen kuşların yolu üzerinde olanlar göçmen kuşları kesiyormuş. Gürültüsünden altındaki inekler süt veremiyorlarmış. Uçak radar dalgalarını olumsuz etkiliyormuş. Yani her bir şeyin bir olumuz yönü var. alıyor. Size göre Ülkemizde iklim değişikliğinin etkisini azaltmak için ne gibi çalışmalar yapılabilir? Caner Zambak: Vallahi iklim değişikliği konusu enteresan bir konu. Tabi her şey karbondioksit ve metan çıkışına bağlanıyor. Benim yazılarımı, yani 10 yıldır olanları takip ederseniz göreceksiniz, ben iklim değişikliğiyle ilgili konularda pek sevilen biri değilim, çünkü pat diye inanmam. Şimdi iklim değişikliği için ne diyorlar? Atmosferdeki karbondioksit miktarı artı. O grafiği alın. Bir de “dünyada çalışarak yaşayan nüfus” adı altında başka bir grafik yapın. Bu iki grafiği üst üste koyun. Göreceksiniz ki ikisinde de aynı orada artış var. Şimdi bu çerçevede bakarsak iklim değişikliği nüfustan dolayı mı arttı, karbondioksitten dolayı mı arttı? Bunu da sorgulamak lazım. Ama var olan bir şey var ki, fosil yakıtlar karbondioksiti arttırıyor. Fosil yakıt demek termik santraller demek, araçlar, azot oksitler, metanlar, şunlar-bunlar. Bütün bunlar iyi, güzel de, bunların salınımını da azaltmak lazım. Güneş enerjisi; biraz önce Zonguldak Üniversitesinden hocalardan biri, Almanya doğumlu, Almanya’yı çok iyi biliyor. Söylediği şey şu: Güneş enerjisi bedava enerji değil mi? Bedava alıyorsunuz. Ama onun altyapısı, panelleri kurmak, bağlantılar, onu şebekeye vermek çok maliyetli ve çok dağınık. Ya da bir müddet sonra belki bilimcileri diyecekler ki, güneş panellerinin altındaki kertenkeleler ve bilmem ne bitkileri güneş alamıyor, dolayısıyla çevre olumsuz etkileniyor. Dolayısıyla benim söylemek istediğim burada; hiçbir şeye hayır dememek, her birinin artısını, eksini düşünerek, irdeleyerek kabul edilebilir düzeydeki etkileriyle inşa etmek gerek. Çevre ve Şehir: Hocam, son olarak iklim değişikliği konusuna değinirsek, dünya üzerindeki bir çok alan iklim değişikliğinden olumsuz etkileniyor. Doğal olarak Türkiye’de bu etkilerden nasibini MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 25 Doç. Dr. Mahmut Suat Delibalta Niğde Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Maden Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ile söyleşi: Çevre ve Şehir: Hocam Madenciliğin ve madencilikten kaynaklanan atıkların çevreye çok zararlı olduğundan bahsediliyor, acaba bu doğru mudur? Mahmut Suat Delibalta: Çok doğru değil. Birebir çevreyi etkilemeyen atıklar söz konusu. Mesela termik santral atıkları doğayla uyumlu, hatta bunların tekrar kullanımı bile söz konusu, yani ikincil ürün olarak. Bunun yanında yapı malzemeleri, inşaat malzemelerinde dolgu malzemesi olarak kullanılması araştırılıyor. Bu yönde uygulama aşamaları var. Metalik olanlarda özellikle altın madenciliği için de önlem alındığı zaman zaten doğayla uyumlu olan atıklar söz konusu. nin veya pasa yığınlarının rehabilitasyonu yapıldıktan sonra bunlar çevreyle uyumlu oluyor. Sadece toplumda, termik santrallerin hava kirliliğine neden olduğu algısı var. Ki bu durumda da termik santrallerin baca gazlarını absorbe eden tutucu filtre sistemleri kullanılırsa, havaya salınan o karbonmonoksit, karbondioksit gazları tutulursa herhangi bir problem söz konusu olmuyor. Ama dediğim gibi halk arasında genelde işte madencilik havayı kirleten veya işte doğayı bozan bir faaliyet alanıymış gibi tanıtılıyor, bu çok doğru bir algı değil. Maden sektörü çevreyle çok uyumludur aslında. Tabi sektörümüzün doğaya bir müdahalesi var. Ama ondan sonrası maden kapatma dediğimiz kısımda, madenin nihai tamamlanması sonrasında arazinin iyileştirilmesi yapılıyor. Bu işte tarım arazisi olabiliyor, su alanları olabiliyor, regülasyon alanları olabiliyor, çok amaçlı kullanım, hatta daha iyi koşullara bile getirilebiliyor. Çünkü, sonuçta bunlar artık mühendislik yapılarının içerisine giriyor. Yani, kendi elimizle daha da iyiyi dizayn edebiliyoruz. Eski ekolojik sisteme en uygun koşullar neyse onu temin etmeye çalışıyoruz ki uygulamalarımız da o aşamada. Çevre ve Şehir: Bu konuyla ilgili bir örnek verebilir misiniz? Mahmut Suat Delibalta: Mesela Avrupa Birliği Ülkelerinden Almanya’da çok güzel uygulamalar var. Eski Doğu Almanya linyit sahalarının olduğu yerlerde madenciliğin yapıldığı alanları doğal ortamla ayırt edemezsiniz. Daha önce gezip gördüğünüzde orada bir madencilik yapılmış mı, yapılmamış mı fark bile edemezsiniz. Ülkemizde de buna benzer uygulamalar var. Birçok açık işletme, linyit, özellikle Türkiye Kömür İşletmeleri, TKİ kurumunun hep arazi rehabilitasyon çalışmaları örnek gösterilebilecek düzeydedir. Çevre ve Şehir: Maden atıklarını gidermek için dünyada uygulanan sistemler, Türkiye’de de aynı düzeyde uygulanıyor mu? Madencilik Türkiye’de ne düzeyde, biraz kıyaslama yapabilir miyiz? Ülkemizde son teknoloji mi kullanılıyor? Mahmut Suat Delibalta: Madencilik sektörümüzdeki uygulamalar, dünya literatüründeki uygulamalarla hemen hemen eşit düzeyde gidiyor. Hatta bazı özellikle altın madenciliğinde örnek olabilecek uygulamalarımız bile var, yani o konuda çok iyiyiz. Türkiye şu anda küresel ısınma ve iklimle ilgili mevzuatların hepsine zaten dahil olup kirleticilik düzeyi düşük olduğu için zaten ek listede yer alıyor. Yani, biz şu anda çevreyi zaten çok az kirleten bir ülkeyiz. Ama tabii ki bu şu demek değildir; madencilik sektörü olsun veya diğer endüstriyel sanayi, imalat sanayi kuruluşları olsun, belediyeler olsun çevreyi dikkate almayacağız. Böyle bir durum söz konusu değil. Tabii ki çevreyle uygulamalarımızın veya atıklarımızın yönetimi şart, o konuda mutlaka atık yönetimini uygulamamız gerekiyor. Çevre ve Şehir: Az önce termik santralden bahsettiniz, vatandaşlar çevreyi kirlettiğini düşündükleri için buna çok karşı çıkıyorlar? Siz aynı şekilde düşünmüyor musunuz? Mahmut Suat Delibalta: Evet Termik santral atıklarının fazla bir etkisi yok. Yani bir termik santral pasalarının, külleri- 26 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 DEPREMSELLİK AÇISINDAN Tokyo Örneği Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, sık sık depremlerin yaşandığı Japonya ve depremle anılan Tokyo’da incelemelerde bulundu. Japon yetkililerden alt yapı çevre ve kentsel dönüşüm konularında bilgi alan Bakan Bayraktar, burada yaptığı açıklamada Japonya’nın kentsel dönüşümü nasıl yaptığını, depremin etkilerini azaltmak için nelere dikkat ettiklerini yerinde gördüğünü belirterek, “Japonya, şehirleşme, teknoloji ve ekonomi olarak çok gelişmiş bir ülke. Türkiye de 2023 yılına kadar kentsel dönüşümünü tamamlayarak dünya çapında marka şehirlere kavuşacak“ dedi. Türkiye’deki binaların depremsellik riskini azaltmak için çok ciddi bir çaba içinde olduklarına dikkat çeken Bayraktar, iki ülkenin yaptığı çalışmalar açısından bir fark olmadığını ifade etti. Bakan Bayraktar, “ Ama Japonlar, bizden bunu 20 sene önce yapmışlar. Biz ise son 10 senede başladık. Fay hattı üzerindeki binalarımızı yeniliyoruz. Japonlar da deprem oldukça yenileme yapmışlar. Biz de Japonların bildiklerini 28 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 aşağı yukarı biliyoruz. Fakat bunları uygulamak için hem maddi bakımdan gelişmişlik düzeyimiz hem de teknolojiyi uygulama bakımından yeni teknolojileri yakalamamız bakımından buradaki özellikleri inceledik” şeklinde konuştu. DEPREM TATBİKATINA KATILDI Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar, Japonya Afet Önleme Merkezi tarafından düzenlenen bir deprem tatbikatına katılarak büyük bir depremde yaşanması muhtemel gelişmeleri gözlemledi. Bakan Erdoğan Bayraktar, daha sonra kentsel dönüşümün uygulandığı Roppongi Hills’i ziyaret etti. Bayraktar, yeşil çevrenin korunduğu ancak gökdelen ve rezidansları da barındıran bölge hakkında bilgi aldı. Bakan Bayraktar, daha sonra Tokyo’nun komşusu olan Kanagawa eyaletindeki Yokohama kentini ziyaret etti. Bayraktar, şehirdeki kentsel dönüşüm çalışması “Mi- nato Mirai 21” projesini de yerinde inceledi. Belediye yetkililerinden bölgeye ilişkin bilgi aldı. Yetkililer, bölgenin tersanenin tahliye edildikten sonra denizin doldurulmasıyla elde edildiğini söyledi. Pek çok iş merkezi ve ünlü markaların yer aldığı bölgeyi, 2010 yılında 58 milyon kişi ziyaret ettiği ifade edildi. Bakanı Bayraktar, ayrıca Yokohama’da bulunan Uluslararası Horizon Okulu’nu ziyaret etti. Bakan Bayraktar ve Türkiye’nin Tokyo Büyükelçisi Serdar Kılıç’ı, Horizon Japonya Uluslararası Okulları Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Arslan ve Okul Müdürü Mustafa Kara karşıladı. Okul Müdürü Kara,’dan okul hakkında bilgi alan Bakan Bayraktar, bir öğretmenle ayak üstü sohbet etti. Okulun hatıra defterini de imzalayan Bayraktar, “Bu uzak ülkenin Yokohama şehrindeki okulu görerek buradaki ciddi, samimi ve başarılı çalışmaları takdir ediyorum.” diye yazdı. BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG Enerjiyi savurmayan, yağmur sularının tekrar kullanıldığı, bisiklet yollarının yaygın olduğu ve kişi başına yeterli miktarda yeşil alanın bulunduğu, akıllı kentler üzerinde çalışmalar sürüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, enerjiyi savurmayan, yağmur sularının tekrar kullanıldığı, bisiklet yollarının yaygın olduğu ve kişi başına yeterli miktarda yeşil alanın bulunduğu, akıllı kentler üzerinde çalıştıklarını söyledi. Güney Kore Enerji Bakanı, Altyapı Bakanı ve Çevre Bakanıyla da görüşmelerde bulunan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Güney Kore’nin “çevre değerleriyle barışık şehri” Sejong’da da incelemelerde bulundu. Bakan Erdoğan Bayraktar, Türkiye’nin son yıllarda çevre ve şehircilik alanında büyük başarılara imza attığını belirterek, kentsel dönüşüm kapsamında kurulacak yeni şehirlerin Şejong benzeri olacağını ifade etti. Türkiye’de 6 milyon 500 bin konutun yıkılarak yenilenmesi gerektiğini hatırlatan Bakan Bayraktar “İnsanlar yerleşim alanlarında; güvenlik, konfor, ulaşım, sosyal donatı alanları, engelliler için kolaylaştırılmış mekanlar, çocuk oyun alanlarıve eğitim imkanlarının yanı sıra enerji verimliliği yüksek, su tasarruflu, yağmur sularının tekrar kullanılabildiği, sıvı ve katı atıkların ayrıştırıldığıçevreye duyarlı mekanlarda 30 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 yaşamak istiyor. “Akıllı kent” kavramı üzerinde kafa yoruyoruz ve bunun için de dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz” dedi. Dünya kentlerinin teknik altyapı, ulaşım ve diğer şehirşebeke çalışmalarını yakından izlediklerini dile getiren Bayraktar, “Hükümet olarak özellikle, ulaştırma alanında toplu taşımayı özendirici yatırımlar, hızlı tren uygulamaları, yakıt kalitesi iyileştirme ve bio-dizel kullanımı gibi politikaları yaygınlaştırdık. Binalarda enerji tasarrufunu sağlayacak ‘’yeşil bina’’ dönemine geçtik. 2012 yılında, “Enerji Kimlik Belgesi” uygulamasıbaşlattık. Bugüne kadar 78 bin 300 adet binaya enerji kimlik belgesi verildi. Bunların yüzde 90’nı son bir yıl içinde düzenlendi” şeklinde konuştu. Bayraktar, Güney Kore’de kilometrekareye 480 insan düştüğünü bu rakamın Türkiye de ise 98 olduğunu söyledi. İstanbul’da ise kilometrekareye düşen insan sayısı 2 bin 666’ya kadar çıktığına dikkat çeken Bayraktar, “İstanbul’un yoğunluğunu azaltmak için Anadolu ve Avrupa yakasında iki yeni şehir çalışmasına başladık. Bu şehirlere yeni nüfus akışı olma- yacak. İstanbul’un yoğun bölgelerinden transferler olacak”dedi. Bakan Bayraktar, Kore Şehitleri İçin Dua Etti Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Güney Kore’nin Busan Şehri’nde bulunan Türk şehitliğini ziyaret ederek dua etti. Bakan Erdoğan Bayraktar, Kore’de şehit düşen askerlerimizin Busan’da bulunan mezarlarını ziyaret etti. Beraberindeki heyetle şehitlerimize dua eden Bakan Bayraktar, yetkililerden şehitlikle ilgili bilgi aldı. Daha sonra anı defterini imzalayan Bayraktar, Türk ve Güney Kore halkı arasında, ortak tarih ve kültür temeline dayanan, müstesna ilişkilerin olduğunu söyledi. Bayraktar, “Türkiye ile Güney Kore, dost ve kardeş iki ülkedir” dedi. Türkiye’nin, Güney Kore halkının yardım isteği üzerine, bu ülkeye 1950 yılında gönderdiği askerlerden 721’i şehit düşmüş, 462’si Busan’daki Türk Şehitliğine defnedilmişti. DENİZ KAPLUMBAĞASI İZLEME ÇALIŞMALARI Caretta Caretta ‘’İSTANBUL’UN TAMAMININ FİNANS MERKEZİ OLMA ÖZELLİĞİNİ KÖPÜRTMEK İSTİYORUZ’’ Dünyadaki 8 tür deniz kaplumbağası: Dermochelys coriacea (Deri Sırtlı Deniz Kaplumbağası), Chelonia mydas (Yeşil Kaplumbağa), Chelonia agassizii (Siyah Kaplumbağa), Caretta caretta (Adi Deniz Kaplumbağası veya İribaş Deniz Kaplumbağası), Ertmochelys imbricata (Atmaca Gagalı Kaplumbağa), Lepidochelys olivace (Zeytin Yeşili Deniz Kaplumbağası), Lepidochelys kempii (Gündüz Yuvalayan Kaplumbağa) ve Natator depressus (Düz Kabuklu Deniz Kaplumbağası)’dur (Lutz ve Musick, 1997). Bu türlerden ikisi (C. Caretta ve C. Mydas) Türkiye’nin Akdeniz sahil şeridi boyunca 17 kumsala çıkarak yumurta bırakmaktadır. 32 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Denizlerde yaşayan deniz kaplumbağası türlerinin hepsi yayılış alanlarının tamamında veya önemli bir bölümünde nesli yok olma tehlikesinde olan “Tehlike Altındaki Türler” ya da yakın gelecekte muhtemelen tehlike altında olacak “Tehdit Altındaki Türler” kategorisinde bulunmaktadır. Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Birliği (IUCN) tarafından yayınlanan kırmızı listede Türkiye’nin Akdeniz sahillerinde düzenli olarak yuva yapan iki türden Chelonia mydas ve Caretta caretta “tehdit altında” olan türler olarak tanımlanmaktadır. Bu tür deniz kaplumbağalarının populasyonları, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak büyük oranda azalmıştır. Caretta caretta ve Chelonia mydas Akdeniz kıyılarında düzenli olarak yuvalayan iki tür deniz kaplumbağasıdır. Dermochelys coriacea, Eretmochelys imbricata ve Lepidochelys kempii ise Akdeniz havzasında gözlenen ancak düzenli yuvalamaları saptanamamış diğer deniz kaplumbağalarıdır. Akdenizdeki Caretta caretta’nın önemli yuvalama alanları Yunanistan ve Türkiye’de, düşük oranda da Kıbrıs’ta bulunmakta, Chelo- nia mydas yuvalamaları ise esas olarak Türkiye’nin doğu Akdeniz sahillerinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle Türkiye, Akdeniz’deki deniz kaplumbağası populasyonlarının geleceği için önemli bir sorumluluk taşımaktadır. Türkiye’nin Akdeniz kıyı kuşağı tarihi ve doğal zenginlikleriyle haklı bir üne kavuşmuş, bununla birlikte kıyı bölgelerindeki hızlı nüfus artışı ile bölgenin canlı ve cansız kaynakları üzerindeki baskı da artmıştır. Son yıllarda giderek gelişen turizm ile ortaya çıkan yoğun yapılaşma, insanların kıyı bölgelerindeki aşırı yığılması, kötü arazi kullanımı, endüstriyel veya tarımsal kaynaklı kirleticilerin denize ulaşması kıyı habitatlarının ve ekosistemlerinin farklı ölçeklerde bozulması sonucunu doğurmuştur. Türkiye’deki önemli deniz kaplumbağa üreme kumsalları. Deniz kaplumbağalarının neslinin devamı öncelikle üremek için kullandıkları kumsalların, beslenme, kışlama ve göç alanlarının doğal durumlarında korunabilmesine bağlıdır. Bu durumda deniz Caretta caretta ve Chelonia mydas Akdeniz kıyılarında düzenli olarak yuvalayan iki tür deniz kaplumbağasıdır. Dermochelys coriacea, Eretmochelys imbricata ve Lepidochelys kempii ise Akdeniz havzasında gözlenen ancak düzenli yuvalamaları saptanamamış diğer deniz kaplumbağalarıdır. kaplumbağalarının korunması sadece bir tür koruması değildir. Kara ve deniz habitatlarının kesiştiği kıyı ekosisteminin korunması gerekmektedir. Kıyı ekosistemini olumsuz etkileyebilecek her türlü faaliyet diğer canlı türlerine olduğu gibi deniz kaplumbağalarına da zarar vermektedir. Bu kapsamda, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün görev ve sorumluluğundaki korunan alanlarda; nadir, nesli tehlikede, tehlikeye düşebilir bitki ve hayvan türlerinin bulundukları bölgelerdeki popülasyonların tespit edilmesi; bunlara yönelik tehditlerin belirlenmesi ve korunmalarına yönelik çalışmaların geliştirilmesi amacıyla projeler yaptırılmaktadır. Bu önemli türlerden biri de Köyceğiz-Dalyan, Fethiye-Çalış, Belek, Patara ve Göksu deltası Özel Çevre Koruma Bölgeleri’ndeki kumsal alanlarında yuvalayan Caretta caretta ve Chelonia mydas deniz kaplumbağalarıdır. Bununla birlikte, dünya popülasyonunun %50’sinin Türkiye sularında yaşadığı bilinen Trionyx triunguis türü Nil Kaplumbağası Köyceğiz-Dalyan ve Göksu kumsallarını yuvalama alanı olarak kullanmaktadır. Köyceğiz-Dalyan ve Göksu Deltası kumsal alanları Kumsalarda her yıl bilimsel amaçlı yapılan çalışmalarda, yuvalama periyodu olan Mayıs-Ekim ayları içerisinde deniz kaplumbağalarını olumsuz yönde etkileyen faaliyetlerin minimuma indirilebilmesi, önceki yıllarda başlatılan MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 33 popülasyon izleme çalışmalarının devamlılığını sağlayarak; koruma-kullanma dengesi içerisinde alınması gereken tedbirlerin uygulanması, bölgede turizm faaliyetlerinin ve deniz kaplumbağalarının yuvalama alanı ile örtüşmesinden kaynaklanan sorunların eğitim ve bilinçlendirme yoluyla aşılmasını sağlamak amacıyla, sürekli izleme çalışmaları yürütülmektedir. Söz konusu izleme çalışmaları ile ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmeler ve ilgili protokollerin hükümleri ile eylem planlarının uygulanması amaçlı faaliyetlerde yerine getirilmektedir. Popülasyon İzleme ve Markalama Çalışmaları Yapılan gece çalışmalarında, arazide yumurtlamaya çıkmış olan ergin dişiler belirlenmekte, bu Deniz Kaplumbağalarının ölçümleri alınarak markalama işlemleri yapılmaktadır. Her gün gerçekleştirilen gündüz çalışmalarında bir önceki gece çıkmış olan kaplumbağaların yuvaları işaretlenerek GPS kayıtları alınmaktadır. Daha önceden belirlenen yuvalar kontrol edilerek predasyon, yavru çıkışı ve kontrol amaçlı yuva açış- 34 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 larının verileri kayıt edilmekte, türün yuvalama alanlarının sayısal haritaları üretilmektedir. Ayrıca yuvalara zarar veren memeli ve diğer canlıların geceleyin izlenebilmesi için kumsala görüntü ve fotoğraf kaydı yapabilen kamera yerleştirilerek yuvalara zarar veren predatörlerin popülasyon durumu hakkında bilgiler elde edilmektedir. 2012 yılında yapılan izleme çalışmalarında 5 kumsalda yaklaşık 1000 yuva tespit edilmiştir. Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi Yaralı kaplumbağalara yönelik gerekli müdahalelerin yapılabilmesi amacıyla Köyceğiz-Dalyan Özel Çevre Koruma Bölgesi İztuzu Kumsal Alanında mülga Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Dalyan Belediyesi ve Pamukkale Üniversitesi işbirliği ile bir protokol imzalanarak Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi hayata geçirilmiştir. Dalyan Kumsalında Deniz Kaplumbağa Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER)’nde bakım ve tedavisi yapılan 40 adet deniz kaplumbağası denize bırakılmış olup, 8’i halen tedavi altındadır. Ayrıca bugüne kadar toplam 9 deniz kaplumbağasına uydu cihazı takılarak Akdeniz’de göç yolları takip edilmektedir. Bilgilendirme Çalışmaları Yuvalama periyodu süresince kumsalların yoğun olduğu saatlerde, yerel halk ve kumsala gelen ziyaretçiler yapılan çalışmalar ve deniz kaplumbağaları hakkında proje yürütücüleri tarafından el broşürleri, afişler, slayt ve filmler aracılığıyla bilgilendirilmektedir. Söz konusu türün ve yaşama ortamlarının korunması amaçlı çalışmalar, 2013 yılı yuvalama sezonu içinde de, Köyceğiz-Dalyan, Fethiye-Çalış, Belek, Patara ve Göksu deltası Özel Çevre Koruma Bölgeleri’ndeki kumsal alanlarda yapılmaktadır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 35 GERİ KAZANIM TESİSİ YATIRIM MALİYETİ EEE (Elektrik ve Eleltronik Eşya)atıklarının toplanması konusunda belediyelere büyük görev düşüyor. Nüfus yoğunluklarına göre, her belediyenin zaman içerisinde atık getirme merkezi oluşturması ve özellikle EEE marka sahiplerinin Bakanlık sistemine kayıt olmaları ve bildirimlerini göndermeleri, sorumlulukların doğru şekilde paylaştırılması açısından büyük önem arz ediyor. Tehlikeli atık yakma tesislerinin yapımı için gereken toplam yatırımın 2004 yılı fiyatlarıyla 853 milyon Avro, tehlikeli atık depolama alanları yapımı için ise 110 milyon Avro olarak hesaplanmıştır. Aktarma istasyonları yapımı için de yaklaşık 74 milyon Avro yatırım öngörülmüş olup, toplam 1 milyar Avro’dan fazla bir yatırım planı çıkarılmıştır. Katı atıkların yakılması için de, 16’sı İstanbul, Ankara ve İzmir’de olmak üzere kurulması tasarlanan 35 tesisin yatırım Atık Yönetimi Raporu maliyeti 2.8 milyar Avro olarak hesaplanmıştır. Atık yağ tesisi yatırımının maliyeti ne kadardır? Atık yağların geri kazanımı 1930’lu yıllarda başlamış ve 2’inci Dünya Savaşı sırasında önemli bir artış göstererek günümüze kadar gelişerek devam etmiş. Bugün dünya çapında bu konuda faaliyet gösteren yaklaşık 400 geri kazanım te- 36 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 AB genelinde 2005 yılında piyasaya sürülen atık elektrik ve elektronik eşya (EEE) miktarı 8,7 milyon ton olup, bu miktarın 2020 yılında yaklaşık 12,3 milyon tona çıkması bekleniyor. sisi bulunuyor. Bu tesislerin toplam kapasiteleri bin 800 kt / yıl, bireysel kapasiteleri ise ortalama 2 kt/yıl’dan az olup, çoğunluğu Hindistan, Çin ve Pakistan başta olmak üzere Doğu Asya’da bulunuyor. Atık madeni yağların geri kazanılması prosesleri dünyada farklı ülkelerde farklı teknolojilerle yapılıyor. Dolayısıyla farklı teknolojiler farklı maliyetleri getiriyor. Örneğin PETDER’ in 2011 yılında yapmış olduğu fizibilite çalışmasına göre 80 bin ton/yıl kapasiteli atık yağ tesisi anahtar teslim fiyatı 40 milyon Avro iken, TUBİTAK MAM’ın 2012 de yaptığı 20 bin ton/yıl kapasiteli tesisin anahtar teslim fiyatı 17 milyon Avro olarak öngörülüyor. Atık yağ sektörünün başlıca sorunları ve çözüm önerileriniz nelerdir? Atık Madeni Yağların Kontrolü Yönetmeliği’nde çelişen konuların aydınlatılması, farklı kurumların çıkarmış olduğu yönetmeliklerin birbirleriyle tutarlı olması gerekiyor. Devletin, geri kazanım tesis- lerinden talep ettiği modernleşme ve kapasite artırım çalışmaları için bu tesisleri maddi ve manevi olarak desteklemesi gerekiyor. Atık yağ toplama ve taşıma işleri sadece lisanslı bertaraf ve geri kazanım tesislerine ait araçlar tarafından yapılarak, sektörün hammadde sıkıntısı giderilmeli. Sadece madeni yağ atıklarının değil, bütün atıkların kaynağında ayrı toplanması için paydaşların elini taşın altına koyması ve sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor. “Piyasaya sürülen EEE 700 bin ton, ama bunun sadece 5 bin tonu toplanıyor.” Türkiye’de ve dünyada elektronik atık potansiyeli nedir? AB genelinde 2005 yılında piyasaya sürülen atık elektrik ve elektronik eşya (EEE) miktarı 8,7 milyon ton olup, bu miktarın 2020 yılında yaklaşık 12,3 milyon tona çıkması bekleniyor. AB genelinde kişi başına piyasaya sürülen EEE miktarı 20 Kg, toplanan miktar ise 6,5 Kg’dır. 2008 yılı verilerine 10,22 milyon ton EEE piyasaya sürülmüş. Bu miktarın yüzde 32’si yani 3,24 milyon tonu geri dönüşüm amacı ile toplanmış. AB genelinde en iyi toplama yüzdesine sahip ülkeler yüzde 72 ile Hollanda, yüzde 63 ile İsveç ve yüzde 56 ile Norveç’tir. Türkiye genelinde piyasaya sürülen EEE miktarı yaklaşık 700 bin tondur. Bakanlık verilerine göre, 2009 ve 2010 yıllarında lisanslı firmalar aracılığı ile toplanan atık miktarı ise ancak 5,338 tondur. Bu sorunun çözümü adına neler yapılmalı? 22 Mayıs 2012 tarihinde Atık Elektrik ve Elektronik Eşyaların (AEEE) Kontrolü Yönetmeliği’nin çıkmasıyla birlikte tartışılan birçok konu netliğe kavuştu. EEE atıklarının toplanması konusunda belediyelere büyük görev düşüyor. Nüfus yoğunluklarına göre, her belediyenin zaman içerisinde atık getirme merkezi oluşturması gerekiyor. Özellikle EEE marka sahiplerinin Bakanlık sistemine kayıt olmaları ve bildirimlerini göndermeleri sorumlulukların doğru şekilde paylaştırılması açısından büyük önem arz ediyor. Konuyla ilgili çalışan lisanslı firma sayısının artması gerekiyor. Özel sektörün bu alanda yatırım yapmaya özendirilmesinde, atık bertaraf ücretlerinin, ilgili sektörlerin katılımı ve temsilini sağlayan bir komisyonca piyasa fiyatları düzeyinde belirlenmesi önem kazanmaktadır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 37 Atık yağlar tehlikeli atık olarak tanımlanmalarına rağmen büyük miktarda hammadde geri kazanım potansiyeline sahiptirler. Atık yağdan baz yağ üretimi, ham petrole kıyasla yüzde 67 oranında daha az enerji gerektirir. 1.5 kg atık yağdan benzin, katran ve fueloil gibi ürünler dışında, 1 kg yüksek kalitede baz yağ elde edilebilir. 38 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Bu artışın atıkların doğru şekilde değerlendirilmesi başta olmak üzere doğanın kirlenmemesi, enerji tasarrufu ve ekonomiye katkı gibi birçok yarar sağlayacağı düşüncesindeyim. “Vergi indirimi özel sektörü yatırıma teşvikte önemli” Özel sektörün bu alanda yatırım yapmaya özendirilmesinde, atık bertaraf ücretlerinin, ilgili sektörlerin katılımı ve temsilini sağlayan bir komisyonca belirlenmesi önem kazanmaktadır. Zira bu ücretlerin düşük belirlenmesi, özel girişimcilerin bu alanda yatırım yapmaktan vazgeçmesine, yüksek fiyatlar da atık üreticilerinin sistem dışına kaçmasına yol açabilir. Özel sektörü yatırıma teşvik etmek ve atık bertaraf maliyetlerini düşürmek için gerek yatırım ve gerekse işletim süreçlerinde vergi indirimi gibi özendiricilerin devreye sokulması da büyük önem taşıyor. Bu yöndeki düzenlemelerin geciktirilmeksizin yürürlüğe konulması gerekir. Türkiye’de ve dünyada atık yağ potansiyeli Türkiye genelinde ilgili kurumların 2011 yılı sayısal verilerinin analiz edilmesi sonucunda; ülke içinde üretilen baz yağ miktarı 380 bin 114 ton, baz yağ ithalatı 1 milyon 46 bin 248 ton, ihraç edilen toplam baz yağ miktarı ise bin 48 tondur. Madeni yağ ithalatının 138 bin 245 ton, madeni yağ yurt içi satış miktarının ise 411 bin ton olduğunu düşünürsek ve madeni yağ yurt içi satış miktarını baz alırsak Türkiye’de yılda yaklaşık 250 bin ton atık yağın oluştuğunu söyleyebiliriz. Oluşan atık yağın 20 bin 576 tonu Petrol Sanayi Derneği (PETDER) tarafından, 24 bin 424 tonu ise Geri Kazanım Tesisleri tarafından kayıt altına alınıyor. Türkiye’de 2011 yılında toplamda 45 bin ton atık yağ kayıt altına alınabilmiş, 205 bin tonu ise kayıt dışı kalmıştır. Kayıt dışı atık yağın, ülke ekonomisine zararı Atık yağlar tehlikeli atık olarak tanımlanmalarına rağmen büyük miktarda hammadde geri kazanım potansiyeline sahiptirler. Atık yağdan baz yağ üretimi, ham petrole kıyasla yüzde 67 oranında daha az enerji gerektirir. 1.5 kg atık yağdan benzin, katran ve fueloil gibi ürünler dışında, 1 kg yüksek kalitede baz yağ elde edilebilir. 1kg baz yağ üretmek içinse 67 kg ham petrole ihtiyaç vardır. Bu rakamlar göz önüne alındığında kayıt altına alınamayan 205 bin ton atık yağ, Türkiye için büyük bir kayıptır. Başka bir ifade ile Türkiye’deki atık yağın hepsinin geri kazanılabilmesi halinde ekonomiye ortalama 410 Milyon lira katkı s ağlanacaktır. Ayrıca bunun yanı sıra yaklaşık olarak 150 bin ton ithal baz yağı açığının da kapatılmış olacak. “Gelecek nesillere yaşanabilir bir çevre bırakmamız gerektiğinin bilinciyle hareket ediyoruz.” Çolakoğlu Metalurji A.Ş. Genel Müdürlük Rüzgarlıbahçe Mahallesi Kavak Sokak No:16 Kat:5 34805 Kavacık-Beykoz / İstanbul T: 444 26 27 (CMAS) - (0216) 681 26 00 • F: (0216) 537 14 01 www.colakoglu.com.tr Fabrika Dilovası Organize Sanayi Bölgesi 1. Kısım Göksu Caddesi No: 6 41455 Dilovası-Kocaeli T: (0262) 676 75 00 • F: (0262) 754 84 20 - 641 41 11 Harcanan Suyun Ayak İzlerİ Su sadece iki hidrojen, bir oksijen atomunun birleşmesiyle oluşan bir molekül değildir, aynı zamanda hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yeryüzündeki her canlı veya maddenin su ile doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır. İster dudaklarımızı serinleten bir buğu, isterse bir sıcak bir yaz sabahı yağan yağmur şeklinde olsun, su hayatın gerekliliği için esas önemi taşımaktadır. Günümüzde insanlar içme, pişirme, yıkanma, temizlik, gıda, kâğıt ve pamuklu giyecekleri üretmek için yoğun miktarlarda su tüketmektedir. “Su Ayak İzi” de tüketici ve üreticilerin doğrudan ve dolaylı olarak su tüketimini hesaplamak için kullanılan bir göstergedir. Ne yazık ki dünyanın su ayak izi her geçen yıl daha da artmaktadır. Bu yüzden tüm insanoğlunun bir karar verip, gelecekte susuz kalmamak için mevcut su kaynaklarını tasarruflu kullanması insani bir yükümlülüktür. Su kaynaklarının daha iyi yönetilmesinde sadece hükümetler değil tüketiciler, iş kolları ve sivil toplum kuruluşları da önemli bir rol oynayabilir. 40 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 SAHİP OLDUĞUMUZ SU KAYNAKLARI % 3,5 Tatlı Su Kaynakları % 96,5 Tuzlu Su Kaynakları Dünyada Su Kaynaklarımız her yıl 9,1 katrilyon litre her gün ise 25 trilyon litre su tüketiliyor. Kullanılabilir tatlı su kaynakları Buzullarda depolanan tatlı su kaynakları Tuzlu su kaynakları 9,1 katrilyon litre Hindistan 1,2 katrilyon litre ABD 1,1 katrilyon litre Çin 1,2 katrilyon litre Dünya nüfusunun % arıtılmamış su içiyor. Bu da neredeyse 2,5 milyarlık 36’sı bir nüfusa eşdeğer geliyor. 780 milyon insan temiz içme suyuna erişim sağlayamıyor. Toplam dünya nüfusu: 7 milyar kişi Her yıl 3,6 milyon insan içme suyundan buluşan bir hastalık yüzünden hayatını kaybediyor. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 41 tarımda sulama amaçlı kullanılıyor. 2.838 Gm3 / Yıl 2.896 Gm3 / Yıl 3.069 Gm3 / Yıl 8. yaşayacak. 2050 yılına kadar ise bu sayı 7 milyara ulaşacak Kişi başına su ayakizi en yüksek olan ülkeler ABD 4.507 Gm3 / Yıl 2,483 m3 2.838 Gm3 / Yıl Yunanistan %35 İthal ediyor 4.507 Gm3 / Yıl 2,344 3 m3 %19 8.233 Gm3 / Yıl Endonezya 2,389 3.069 Gm3 / Yıl ABD Çin 2.896 Gm3 / Yıl Rusya İthal ediyor m 2,322 3 m 2,223 m3 Malezya İtalya Tayland %28 %51 %70 İthal ediyor İthal ediyor 2.838 Gm / Yıl 4.507 Gm3 / Yıl 2,483 8.233 Gm3 / Yıl %19 Enİthal çokediyor su ithal %35 1 kg inek eti biftek için eden İthal ediyor ülkeler 17.196 litre 15.500 litre 2,483 m3 m 2,389 %87 Yunanistan orta boy pamuklu İthaliçin ediyor tişört %28 İtalya %51 Tayland %8 1 kg zeytin 1 kg şekeriçin 1 fincan kahve için 3.015 litre 1.500 litre 140 litre 2,223 Bahreyn m3 Belçika İthal ediyor m 2,322 3 m Hollanda %82 2,344 İtalya için Malezya1 kg zeytin 3 %28 %51 m3 %87 2.400 litre İthal ediyor tarımda sulama amaçlı kullanılıyor. Malezya 2,344 3 m3 Malta 2,389 1 hamburger %19 %35 Kuveyt ABD 500 gram 3 ABD 2,483 %80 Mevcut tatlı su 2,344 kaynaklarının % 70’i 2,322 m3 %70 tarımda m3 sulama 2,223 Mevcut tatlı su m3 kaynaklarının % 70’i amaçlı kullanılıyor. 2,389 1 kg çikolata için %80 %70 2025 yılı itibariyle dünya üzerindeki 2,8 milyar insan 3 m su sıkıntısı veya kıtlığı 3 mdünya 2025 yılı itibariyle yaşayacak. 2050 yılına üzerindeki 2,8 milyar insan kadar ise bu sayı 7 milyara su sıkıntısı veya kıtlığı yaşayacak. 2050 yılına bu sayı 7 milyara ABD ulaşacakkadar iseYunanistan ulaşacak Mevcut tatlı su kaynaklarının % 70’i tarımda sulama Bahreyn Belçika amaçlı kullanılıyor. %82 3 %87 3.069 Gm3 / Yıl %87 2.896 Gm3 / Yıl 2025 yılı itibariyle dünya Yenilenebilir su kaynağı olan ülkeler üzerindekien 2,8fazla milyar insan su kıtlığı Brezilya Rusya ABDsıkıntısı ÇinveyaEndonezya yaşayacak. 2050 yılına kadar ise bu sayı 7 milyara Hollanda ulaşacak Kuveyt Malta %8 İthal ediyor m litre 3.015 İthal ediyor İthal ediyor İthal ediyor %80 1Tayland kg şekeriçin %8 2,322 1.500 3 mlitre İthal ediyor İthal ediyor %80 1 fincan kahve için 2,223 140 litre m3 4.100 litre İthal edilme oranlarına kaynağı o ülkede olmayan ancak dere ve nehir yardımıyla o ülkeye akan su kaynakları da eklenmiştir Bahreyn Belçika %19 İthal ediyor 42 Yunanistan Kuveyt %87 | ÇEVRE ve ŞEHİR | %35 %87 Malta İthal ediyor MAYIS 2013 Malezya%80 Hollanda %82 %28 İthal ediyor İtalya %80 %51 İthal ediyor Tayland %8 İthal ediyor Ülkelerin kişi başına su ayak izi (m3 / yıl) 600-1000 1000-1200 1200-1300 1.240 küresel ortalama 1300-1500 Dünya üzerindeki her birey bir yılda ortalama olarak 1500-1800 1.240 1800-2100 2100-2500 m3 su tüketiyor. 1 kg çikolata için 1 kg inek eti biftek için 17.196 litre 15.500 litre 1 kg zeytin için 1 kg şeker için 3.015 litre 1.500 litre 1 fincan kahve için 140 litre için 2.400 litre 500 gram 1 dilim ekmek 1 kg patates cipsi için 1 kg pirinç 1 kg patates için için (250 ml) çay için orta boy pamuklu tişört için 40 litre 1.040 litre 1.670 litre 290 litre 27 litre 4.100 litre 1 kg elma 1 litre portakal suyu 1 kg muz 1 kg tavuk eti 1 litre süt 1 kg peynir için için 822 litre 1.020 litre 790 litre 4.325 litre 1.020 litre 4.100 litre için için için için için 1 fincan 1 hamburger MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 43 Karadeniz’de İlerleyen Sinsi Tehlike Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin Karadeniz’de yaşayan balıklar üzerine yaptığı araştırmalardan çarpıcı sonuçlar çıktı. 20 yılı aşkın süredir yürütülen araştırmalar neticesinde balıklarda bulunan ağır metal miktarlarının eskiye oranla giderek arttığı saptandı. Yapılan araştırmalar hakkında Dergimize konuşan Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Levent Bat, Karadeniz’i bekleyen tehlikelere karşı dikkat çekti. 44 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Karadeniz’deki aşırı kirlenme ve nedenleri Karadeniz’deki kirliliğin ana kaynakları nehirlerdir. Bu nehirlerin en önemlileri arasında Tuna, Dinyeper, Dinyester, Don ve Kuban yer alır. Bunlara ilaveten Türkiye ve Bulgaristan kıyılarından gelen küçük nehirler de Karadeniz’e boşalmaktadır. Yine Orta Karadeniz bölgesinde yer alan, Kızılırmak ve Yeşilırmak Karadeniz’in önemli iki nehridir. Pek çok büyük ve küçük fabrika (gıda, plastik, sigara, gübre, tekstil, pestisit) bu bölgede yer almaktadır. Bahsi geçen fabrikaların çoğu bir arıtma ünitesine sahip olmayıp bölgede kirlilik problemi yaratmaktadırlar. Batı Karadeniz bölgesinde, iki önemli demir ve çelik fabrikası bulunurken, Doğu Karadeniz bölgesinde ise fındık üretim fabrıkaları, un fabrikası, balık yağı fabrikaları kağıt fabrikası ve meyve suyu fabrikaları bölgenin önemli endüstri kaynaklarını oluşturmaktadır. Denizlerin atıklar için alıcı ortam olarak düşünülmesi, denizel kaynakların kullanımının azalmasına ve ekosistemin bozulmasına neden olmaktadır. Atık sularda bulunan kirletici kaynaklarından biri olan iz elementler, atık suların sulamada kullanılması ve döküldüğü ortamda yaşayan canlılara ve dolayısıyla besin zincirine girişi nedeniyle, halk sağlığı yönünden de önem taşımaktadır. Bu kirlilik Karadeniz’de yaşayan canlıları nasıl etkiliyor Demir, bakır, kurşun ve çinko gibi Ağır Metaller denize çeşitli kaynaklardan ulaşmaktadır. Bunlar, doğal kaynaklar ve insan aktivitesinden kaynaklanan yapay kaynaklar olmak üzere ikiye ayrılır. Doğal kaynaklar, maden yatakları, toprak ve kayaların erozyonu, volkanik faaliyetler ve orman yangınları gibi. İnsan faaliyetlerinden kaynaklananlar ise, endüstrilerde metal ve bileşiklerinin kullanımı sonucu oluşan atık ürünler, evsel atıklar, tarım ilaçları, madenler, petrol rafinerileri, koruyucu boyalar şeklinde sıralanabilir. Metallerin su ortamından alınması, çökelme, yüzeylere tutunma ve organizmalar tarafından alınıp biriktirilmesi şeklinde olmaktadır. Sucul organizmalar metalleri vücut yüzeyinden ve solungaçlardan direkt olarak alabildikleri gibi, su içerek veya besin alımı sırasında yutarak sindirim yoluyla da alabilmektedirler Metallerin bu canlılara olan etkisi ise; sinirler, kas fonksiyonları, solunum, dolaşım, bağışıklık sistemi, hormonsal denge kaybı gibi hayati fonksiyonların zayıflamasını hızlandırmakta ve davranış, büyüme, üreme gibi canlının birçok fonksiyonunu etkilemekte, geri dönüşü olmayan zararlar meydana getirmekte. Bunlar; 1) Balık vücudunda bulunan mukoza tabakasını zayıflamaktadır. Bu da erken ölüme neden olur, 2) Balıkların solungaçları etkinliklerini sürdürememektedir, 3) Larva halindeki balıklar zehirlenerek ölmekte böylece yeni stoka katılmayı önler, 4) Bazı maddeler özellikle petrol ürünleri fotosentezi engellediğinden plankton gelişimini önler, 5) Balıkların iç ve dış parazitlere karşı dirençlerini azaltırlar. Bu olumsuzlukları önleyebilmek için şu tedbirler alınmalıdır; 1) Kanalizasyon ve atık suların deşarjında ön filtrasyon sistemi kurulmalıdır, 2) Deniz trafiği içinde petrol kirlenmesine önem verilerek denizi kirleten taşıtlara verilen ceza ağırlaştırılmalıdır, Deniz kirlenmesi güncel halde tutulmalıdır. Ülkemizdeki deniz araştırmalarına verilen önemin artması ve sağlam bir deniz araştırma ve izleme politikası oluşturulmalıdır. Karadeniz’de canlıların henüz tam bir envanteri mevcut değildir. Öncelikle bu listenin oluşturulup Karadeniz’e giren yabancı türlerin de takibi yapılmalıdır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 45 İnsanlar tarafından tüketilen pek çok balığın besin kaynağı olması sebebiyle, omurgasızlardaki toksik metal seviyelerinin artması önemlidir. Bu yüzden, metallerin biyolojik birikiminden dolayı besin zincirinin en tepesindeki insanoğlu, bu kirleticilere karşı son derece hassastır. Böyle bir ihtimal, ağır metal üzerinde titizlikle durulmasını gerektirir. Aşırı avlanmaya ve Kirliliğe bağlı olarak balık türlerinin gelecekte yok olma riski Fotoğraflar: Halit Gümüş (AA) Mezgit balığı, kefal stoklarının azalması, levrek, mırmır, barbunya, altınbaş kefal, izmarit, karagöz, çipura, mercan, sinarit, traça, orfoz, lahoz gibi ekonomik balıklarımızın nesillerinin ortadan kalkması sorumsuzca avlanma ve deniz kirliliğinin bir sonucudur. 46 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 8.350 km ye varan kıyı şeridi ile Karadeniz evsel ve endüstriyel kirlenmenin tehdidi ile sahip olduğu flora ve fauna fakirleşmektedir. 1965 yılından bu yana ticari olarak avlanan 23 adet balık cinsinden bugün ancak 5 adedi avlanabilmektedir. Aşırı avlanmanın yapıldığı balıklar doğru değerlendirilmediği için balık unu fabrikalarına satılmaktadır. Özellikle Karadeniz’de ve Marmara Denizi’nde tarımsal gübre atıkları, deterjan atıkları ve kanalizasyondan kaynaklanan azot ve fosfor bileşikleri denizlerimizde ötrofikasyona sebep olmaktadır. Ayrıca atılan milyonlarca ton petrol, gübre, ağır metal ve diğer endüstri atıkları canlılar üzerinde geri dönülmez etkiler bırakmaktadır. Karadeniz balıkçılığı için önem taşıyan palamut-torik ve çinakop gibi göçmen balıkların Marmara ve Karadeniz’de yumurta bırakması Ağustos’a kadar sürebilir. Güney ve batıda kışlayan palamut ve torik Nisan ayından itibaren Çanakkale Boğazı, Marmara Deniz’i, İstanbul Boğazı yolu ile yazı geçirmek ve beslenmek üzere Karadeniz’e çıkmaya başlarlar. Temmuz sonu Ağustos başına doğru Karadeniz’de su sıcaklığının azalması ile öncelikle palamutlar İstanbul Boğazı’na giriş yaparlar. Torikler ise daha geç, Eylül sonundan sonra Karadeniz’den inişe başlarlar. Bunu takiben hamsi su sıcaklığının düşmesi ile Karadeniz’de Türkiye kıyılarına göç etmektedir. Sıcaklık ve iklimsel değişimlere bağlı olarak hamsi için genellikle Kasım ayında güney göçü başlar. Ancak son yıllarda Karadeniz’de su sıcaklığı düşüşünün gecikmesi ve eskiye göre ortalama su sıcaklığında meydana gelen artış bu balıkların kıyılarımıza gelişini etkilemiştir. Karadeniz Çevre Programı (BSEP) Karadeniz’de 1980 yılında sayısı 3.000 olan balıkçı teknelerinin 1994 yılında 4.500 e çıktığını ancak yakalanan balık miktarının 1980 yılında 850.000 tondan 1994 de 414.000 tona düştüğünü bildirmiştir. Yine Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü UNEP tarafından hazırlanan raporda Karadeniz’de son 30 yılda balık zenginliğinin bozulmuş olduğunu ve ortadan kalktığını belirtmişlerdir. 1965 yılında balıkçılığı besleyen 23 türden bugün yalnızca 5’inin önemli miktarlarda avlandığı ve bazı türlerin tamamen ortadan kalktığı aynı raporda bildirilmiştir. Ötrofikasyonun hızla artması, su değişiminin azalışı, balık populasyonlarında etkisini göstermiş, kılıç balığı yok olmuştur. Mezgit balığı, kefal stoklarının azalması, levrek, mırmır, barbunya, altınbaş kefal, izmarit, karagöz, çipura, mercan, sinarit, traça, orfoz, lahoz gibi ekonomik balıklarımızın nesillerinin ortadan kalkması sorumsuzca avlanma ve deniz kirliliğinin bir sonucudur. Devlet ya da bilim adamları olarak bu tehlikenin önüne geçebilmek için ne yapılmalı? Ülkemizdeki deniz araştırmalarına verilen önemin artması ve sağlam bir deniz araştırma ve izleme politikası oluşturulmalıdır. Karadeniz’de canlıların henüz tam bir envanteri mevcut değildir. Öncelikle bu listenin oluşturulup Karadeniz’e giren yabancı türlerin de takibi yapılmalıdır. Prof. Dr. Levent Bat 1964 yılında Samsun’da doğmuştur. Lisans öğrenimini 1988 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sinop Su Ürünleri Yüksekokulu’nda, yüksek lisansını 1992 yılında O.M.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü Su Ürünleri Anabilim Dalı’nda, doktorasını 1996 yılında University of Aberdeen, Department of Zoology, Scotland, U.K. tamamlamıştır. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sinop Su Ürünleri Yüksekokulu’nda 1989 yılında Araştırma Görevlisi olarak göreve başlamıştır. 1997 yılında O.M.Ü. Su Ürünleri Fakültesi Deniz Biyolojisi Anabilim Dalında yardımcı doçent kadrosuna atanmıştır. Doçentlik unvanını 27.11.1998 tarihinde almıştır. 11.05.2004 tarihinde de aynı Fakültede profesör kadrosuna atanmıştır. Uluslar arası ve ulusal yayın, kitap ve projeleri bulunmaktadır. 2007 yılından bu yana Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölümünde çalışmaktadır. 1997 yılından bu yana Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü Deniz Biyolojisi Anabilim Dalı Başkanlığı ve Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölüm Başkanlığı yapmaktadır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 47 Adıyaman Kadim Medeniyetler Şehri Arif Kingir Arap tarih ve coğrafyacılarının bereketli hilal dedikleri coğrafyanın en kuzeyindedir bu kadim şehir. Sırtını halkının Karadağ diye isimlendirdiği Güneydoğu Toroslarına dayamıştır. Doğu ile batı,kuzey ile güney yönlerinde bir geçit noktası konumunda bulunan Adıyaman eski yolların kesiştiği yerde bulunmaktadır. Arap tarih ve coğrafyacılarının bereketli hilal dedikleri coğrafyanın en kuzeyindedir bu kadim şehir. Sırtını halkının Karadağ diye isimlendirdiği Güneydoğu Toroslarına dayamıştır. Doğu ile batı,kuzey ile güney yönlerinde bir geçit noktası konumunda bulunan Adıyaman eski yolların kesiştiği yerde bulunmaktadır. Burası kadim medeniyetlerin kurulduğu Hitit, Babil,Part, Pers, Asur, Keldani, Yunan, Commagene, Roma ,Bizans, Sasani, Ermeni, Emevi, Abbasi,Frank, Selçuklu, Zengi, Eyyubi, Artuklu,Memlük, Akkoyunlu, Dulkadirli ve Osmanlı uygarlıklarının egemen olduğu Araplar Hısn-ı Mansur, Kürtler Semsur ,Türkler de Adıyaman demişlerdir.Şehrin 7 km. kuzeyinde bulunan Palanlı mağaralarında yapılan incelemeler sonucunda; bu şehirde yerleşimin M.Ö.40.000 Yıllarına kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Bölgede bilinen ilk devlet Hattilerdir..M.S. 1. yüzyılda Commagene krallığı yıkılarak yerine Roma hakimiyeti başlar. Perre (Adıyaman) Samosata ile Melitene (Malatya) arsında yer alan bir uğrak yeridir. Aynı zamanda Roma döneminin hierapolisi (kutsal şehir)dir. Antik Roma kaynaklarında suyunun güzelliğinden bahsedilmekte olup, kervanlar, yolcular ve ordular tarafından dinlenme yeri olarak kullanıldığı anlatılmaktadır. 1954 yılında TBMM’nin aldığı bir kararla Malatya dan ayrılarak il olmuştur. Merkez ilçeyle beraber 9 ilçesi, 19 belediyesi ve 427 köyü vardır. İlçeleri: Besni, Çelikhan, Gerger, Sincik, Tut, Kahta, Gölbaşı ve Samsat’tır. Bu antik kentin, Roma döneminden kalan çeşmesi halen kullanılmaktadır. Şehir Bizans döneminde de önemini korumuştur. Bunu İznik’te toplanan İncil konsülüne temsilci göndermesinden anlıyoruz. Tarihi Perre şehrinin en dikkat çekici kalıntıları, bu günkü şehrin bölgedir. Rivayet olunur ki; Hz. İsa’nın göndermiş olduğu ilk tebliğciler bu şehre geldiklerinde şehri zalim ve putperest bir yönetici yönetiyordu. Yönetici Tevhit davetçilerini duyunca bunları tutuklatıp zindana attırdı. Günlerce işkence edildi. Şehrin yöneticisinin yedi yiğit oğlu vardı. Bu oğullar bir gece gizlice zindana giderek Tevhit davetçileri ile görüştüler ve bu yeni dini kabul ettiler. Bu yedi oğul, o gece zindandan ayrıldıktan sonra şehre dağılarak şehirdeki bütün putları ( tıpkı ataları İbrahim gibi) kırdılar. Sabah olduğunda durumu haber alan yönetici, suçluların hemen bulunup getirilmesini istedi. Suçlular yakalanıp karşısına getirildi- 52 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 ğinde, bunların kendi oğulları olduğunu gören şehrin yöneticisi daha da hiddetlenerek halkın huzurunda her türlü işkenceden sonra yedisini de öldürttü. Buna şahit olan halk isyan ederek yöneticiyi devirip bu yeni dini kabul ettiler. Daha sonra bu yedi genci şehrin güneyindeki vadinin tepesine defnederek yanına da bir manastır yaptılar. Bu tarihten sonra bu şehre Yediyaman denmeye başlandı. Zamanla Yediyaman ismi Adıyaman’a dönüştü. Romalılar bu şehre Perre, kuzeyinde bulunan örenli mahallesindeki kaya mezarlarıdır. Kayalar içine oyularak yapılmış olan bu mezarlar, harika bir görünüm oluşturmaktadır. 200’den fazla olan bu kaya mezarlarının girişleri kabartmalarla süslü olup içerisinde lahitler bulunmaktadır. Kaya mezarları, bir birine geçişleri olan mağaralardan oluşmaktadır. Müslümanların hakimiyeti başlayıncaya kadar bölge, sürekli Bizans ile Sasaniler arasın da el değiştiriyordu. Bu dönemde Mezopotamya ve Suriye , İran –Bizans savaşları nedeniyle büyük sıkıntılar yaşamıştır. Savaş nedeniyle sürekli vergiler artıyordu. Birde buna Bizans yöneticilerinin Süryanilere ve Ermenilere uyguladığı mezhep ayırımı durumu daha da kötüleştirmişti. Bu durum bölgenin Müslümanlar tarafından fethini kolaylaştırmıştır. Bir çok şehir hiçbir direniş göstermeden Müslümanlara kapılarını açmıştır. İslam ordularının ilerleyişini durduramayarak YERMÜK’te büyük bir bozguna uğrayan Bizans imparatoru Herakleius’un, İslam orduları önünden kaçarken kuzey Suriye şehirlerine bakarak “Ey Suriye artık seninle ebediyen buluşmamak üzere elveda” dediği rivayet edilmektedir. 638 yılında Suriye ve Irak’ın fethinden sonra Halife Hz. Ömer’in, Adıyaman’ında içerisinde bulunduğu el- Cezire bölgesinin fethi için verdiği emir üzerine; Urfa, Suruç, Sammosata, Rumkale (Halfeti), Adıyaman, Behesni vb. şehirlerMüslümanların eline geçmiştir. Müslümanlar bu bölgeyi savaşmadan sulh yolu ile fethetmişlerdir. Buna göre, Sammosatalılar her erkek için 1 dinar ve 2 müdd buğday vermeleri ve Müslümanlara şehir kapılarını açmaları şartıyla onların, canlarına, mallarına,- kadınlarına, inançlarına, şehir ve değirmenlerine eman verilmiştir. Bu dönemde Müslümanlar bölgeye, ‘Küçük İrminiyye’ demektedirler. Bölgeyi Hz. Peygamberin seçkin sahabesi Safvan b. Muattal, Habib b. Mesleme el-Fihri ile birlikte fethetmişti ve vefat edinceye kadar Samsat’ta kalmıştır. Safvan b. Muattal’ın mezarı Adıyaman’dadır. Müslümanların fethi ile birlikte Adıyaman, Samsat, Behesni ve Kahta şehirlerine, Mudar ve beni Bekr Araplarının yerleştiğini görüyoruz. Abbasi halifesi Mansur döneminde şe- hir,Perre den 5 km. güneye taşınarak yığma bir höyük üzerine bir kale olarak yaptırılmıştır. Şehrin adı, kaleye atfen Hısn- Mansur dur. Şehir kalenin etrafına kümelenmiştir. Kalenin doğu tarafında bu günkü Ulu caminin yerinde, Camii Kebir vardır. Şehir bu günkü ruhunu o zaman kazanmıştır. Her ne kadar bu şehirde Yoğun bir şekilde Ermeniler ve Süryaniler yaşasa da İslam medeniyetinin şehridir. Commagene’nin ihtişamlı başkenti Sammasota daha da büyümüş ve önem kazanmıştır. 13. yüzyılda Moğolların gelmesiyle birlikte, bölgedeki yerleşim yerleri tümüyle tahrip edildi. Bölge halkı istilacı Moğolların önünden kaçtı. Kalanlardan sanatkar olanlar, bilim adamları ve mahir tüccarlar ise Moğollar tarafından götürüldüler. Tahrip edilemeyen diğer bölgeler ise Memlüklü- Moğol çekişmesinde harap oldu.1234 yılında Alaaddin Keykubat şehri, bütünüyle Selçuklu topraklarına kattı. Yavuz Selim zamanında şehre Osmanlı hakim olur. Adıyaman ve Samsat Zulkadiriye eyaletine bağlı, çarşı ve pazarı MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 53 olan bir yerdir. Osmanlı salnamelerine göre 29 zeamet 2140 tımarı mevcuttur. Asker çıkarma gücü ise cebelilerle birlikte 3300 atlıdır. Kanuni döneminde tımarların yeniden düzenlenmesi üzerine halk isyan eder. Vezir İbrahim paşa, tımar işlerinde yeniden eski düzene dönerek asayişi sağlar. Bu dönemden sonra şehir önemini kaybeder. Çünkü artık sınır şehri değildir. 17. yüzyıla kadar canlılığını korumaya çalışan şehrin içte kaldığı için ticari önemi kalmamıştır.Yolların bozulması da, dış dünya ile olan irtibatının kesilmesine neden olmuştur. Celali İsyanları başlar. Şehrin kuzeyi dağlık ve ormanlık olduğu için eşkıyayı kontrol etmek zordur. 1862 Mamuratü’l Aziz salnamesine göre şehir; 2000 hane ev ve bunlara bağlı çarşı ve pazara sahip bir yerdir. Salnameye göre toprağı tarıma müsait olduğu fakat bu toprağı işleyecek rençper olmadığı için tarım arazilerinin boş kaldığı belirtilmektedir. 1862 de sonra Adıyaman Malatya iline bağlı bir içedir.1894 tarihli Mamretü’l Aziz salnamesine göre, şehirde 1379 ermeni (Süryani), 271 Katolik, 440 Protestan, 6243 Müslüman olmak üzere toplam 8338 kişi yaşamaktadır. 1908 verilerine göre şehirde 4 han, 2 hamam, 600 dükkan, 88 değirmen, 1 bezirhane ve 15 kahvehane vardır. Ayrıca 2 pamuk fabrikası işletilmektedir. 1905 yılında 2.Abdülhamit tarafından geliri belediyeye ait olmak üzere Çarşı camii civarında 1 kıraathane, 42 dükkan ve mağazadan oluşan bedesten şeklinde bir çarşı inşa edilmiştir. Bu çarşı, bugün hala faal durumdadır. 1900’lü yıllardaki Osmanlı salnamelerinde şehir, yaklaşık 10.000 nüfuslu, 6 mahalleli, 2 medreseli, 4 iptidai mektebi, 3 gayrı Müslim mektebi ve 3 tekkesi olan Malatya vilayetine bağlı bir kazadır. Şehrin çevresi bağ ve bahçelerle çevrili olup, yetişen meyveler içerisinde en meşhur olanı üzüm ve nardır. 1892 salnamesine göre; nar bahçelerinde 30.000 kıyye kadar mahsul alınarak il dışına ihraç ediliyordu. 1954 yılında TBMM’nin aldığı bir kararla Malatya dan ayrılarak il olmuştur. Adıyaman, sahip olduğu bağ ve bahçelerini ancak 1970’li yılların ortalarına kadar koruyabilmiştir. 54 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Atatürk Barajı’nın yapılması sonucunda şehir, yoğun bir şekilde göç alarak maalesef beton yığınına dönüşmüştür. Şehir İslami karakterine, Müslümanların fetihten sonra şehri taşımaları ile kavuşmuştur. Mansur b. Cavan zamanında antik Perre terk edilerek, 5 km. güneyde yeniden inşa edilen şehrin merkezinde yığma bir iç kale vardır. İç kalenin doğu eteğinde Camii Kebir yapılmıştır. Bu gün hala varlığını devam ettiren bu camii, 1505 yılında Dulkadiroğlu Tarak (Durak) bey tarafından yeniden yapılmıştır. Ulu camii diye anılmaktadır. Şehirdeki günümüze kadar gelen en eski İslami yapı Musalla mahallesindeki Musalla camii’dir. Bu Şehre geldiğiniz zaman Nemrut dağına çıkmadan geri dönmeniz delilik olur. 2150 m. Yükseklikteki bu dağdan güneşin doğuşunu ve batışını seyretmek mükemmel bir zevk veriyor insana. Ayrıca dağın zirvesinde bulunan 50 metrelik Tümülüs, doğu ve batı teraslarındaki dev antik çağ tanrılarının heykelleri de çok şeyler anlatıyor insana. Dünyanın en büyük antik Zeus heykeli bu dağın zirvesindedir. Nemrut dan dönerken Arsemia’yı, dev kesme taşlardan yapılmış sapasağlam bir şekilde hizmete devam eden 2000 yıllık Cendere köprüsünü, Karakuş Tümülüs’ünü de görme imkanınız var. 100 yıl önce terk edilen, içerisinde onlarca Memluklu eseri barındıran restorasyon bahanesi ile 10 yıla yakındır kapalı tutulan yıkılmaya ve yok olmaya mahkum edilmiş, eski Kahta Kalesi’ni de unutmamak gerekir. Adıyaman merkeze geldiğinizde Antik Perre şehrini sakın unutmayın. Antik çağdan kalan bu nakropol ve çevresi harika bir görünüme sahiptir. 200 den fazla kaya mezara sahip bu şehir, sizi 2000 yıl geriye götürebilir. Şehirdeki Roma Çeşmesi hala çevresine can vermektedir. Eski Besni ören yerini ve Sofraz’ı da unutmamak gerekir. Ortaçağın ihtişamlı şehri; Samsat ise Atatürk baraj gölünün suları altında yatmaktadır.Bu şehri artık Alman coğrafyacı general Moltke’nin mektuplarında ve anılarında görebilirsiniz. Adıyamanın merkez ilçeyle beraber 9 ilçesi, 19 belediyesi ve 427 köyü vardır. İlçeleri :Besni Çelikhan Gerger Sincik Tut Kahta Gölbaşı Samsat tır. ÇOCUK ve ADIYAMAN Çocukluğumun şehri Adıyaman 1954 de il olmasına rağmen 1970’lere kadar nüfusu 25000 geçmeyen yemyeşil, bağları, bahçeleri ile ünlü meyve ve sebzesi bol olan halkının büyük bir bölümünün tarım ve hayvancılıkla uğraştığı küçücük bir yerleşim merkeziydi. Şehirdeki tek sanayi tesisi 1960’ların sonunda faaliyete geçen Sümerbank iplik fabrikasıydı. Bu küçük şehir 1970’lerin sonlarına kadar eski halini korumuş değişime karşı direnmiş bir yerleşim birimiydi. Aslında bu durum şehrin düzenli bir şekilde imarı açısından bazı olanaklar sunsa da çeşitli yerel sebepler yüzünden bu olanaklar heba edilmiş.1970 sonrası şehirde yapılan yapıların büyük bir çoğunluğunun gecekondu olması, düzenli geniş caddelerin olmayışı, şehre nefes aldıracak yeşil alanların bulunmayışı bunun en güzel kanıtı. 75’lerden önce şehir kalenin etrafında kümelenmiş birkaç mahalleden oluşuyordu. Bu mahallelerin birisi gayrı Müslim (Ermeni)lere aitti. Bizim ev en eski mahallelerden olan Musalla mahallesindeydi. Ermenilerle komşuyduk. Her gün kilisenin çan sesini duyardık. Bu bizim için bir problem değildi Ermeni çocukları ile beraber okula gider, sokak aralarında beraber oynardık. Paskalya bayramlarında bize çörek ve çeşitli renklere boyanmış yumurtalar getirirlerdi. Oturduğumuz ev babamın büyük dedesi tarafından yaptırılmıştı. Üç nesil bir arada otururduk. Dedem. amcalarım, babamın amcası. amcası çocukları kısacası çok kalabalık bir aileydik. Ev iki katlı olup, alt katı taştan ikinci katı ise kerpiç taş karışımından yapılmıştı. Evin arka tarafında çok geniş bir avlusu, avluda ise birkaç incir ağacı, birkaç asma, çeşme ve çeşmenin önünde bir havuz vardı. Su ihtiyacı buradan karşılanırdı. Büyük dedem evi yaptırırken suyu 2 km. öteden getirtmiş. Evin sokağa bakan duvarında ana kapının bitişiğinde taştan yapılma bir çeşme vardı. Bu suyun yarısı avluya diğer yarısı ise çeşmeye gelirdi. Evinde kuyusu bulunmayan mahalleli su ihtiyacını bu çeşmeden karşılardı. Eve büyük bir kapıdan girilir, kabaltı dediğimiz kantarma bir dehlizden avluya geçilirdi. Kabaltının kapısı çok büyüktü. Bu kapının içerisinde küçük bir kapı daha vardı. Büyük kapı hayvanlar ve traktör için açılırdı. Diğer zamanlarda küçük kapı kullanılırdı. Çocukluğumun en büyük zevklerinden birisi bu kapıya binmekti. Bu yüzden büyüklerimden çok azar işitmişimdir. Biz çocuklar için kış günlerinin en büyük eğlencesi kabaltında oynamaktı. Avluyu saran odaların hepsi avluya bakardı. Evin alt katında ahırlar, mutfak ve masgan(kiler) bulunurdu. Hela, ise avlunun bir köşesindeydi. İkinci kat da odalar vardı. Her evin odalarına farklı merdivenlerden çıkılırdı. Sokağa bakan odalarda balkon bulunmaz, bunun yerine çıkma denilen cumbalar vardı. Bu cumbaların pencereleri birbirine geçirmeli ahşap kafeslerle örtülüydü. Kafesleri arkasından siz dışarıyı rahatlıkla seyredebilirdiniz ama dışarının sizi görmesi mümkün değildi. Odalarda nefis oyma tekniği ile süslenmiş cevizden dolaplar vardı. Evin Masganı (kileri) her türlü kışlığın depolandığı yerdi. Burada zahirelerin konduğu renk renk çuvallar, yağ, pekmez, reçel ve pestil küpleri, kavurma ve nar sandıkları bulunurdu. Ceplerimiz her zaman kuru üzüm ve ceviz doluydu. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 55 Belli bir zaman sonra ailenin büyükleri vefat ettikçe mirasçılar paylarına düşeni önce duvarlarla ayırdılar. Sonra satmaya başladılar. Yeni mahalleler kuruluyordu. Kendilerince harika beton evler yapılıyordu. Ayrıca kimse kedilerine karışmayacaktı. Kendi hayatlarını yaşayacaklardı. Enayilik devri bitmişti. Akrabalık, dostluk, komşuluk hepsi masaldı. Teker teker Mahalleden göçmeye başladılar. Koca konak her yabancının ortaklığıyla bölündü. Bölündükçe de küçüldü. En son çeşmenin bulunduğu bölüm de amcam tarafından tarihi çeşmeyle birlikte yıktırılarak beton bir yapıya dönüştürüldü. Çeşme için feryatlarım kimsenin yanında bir şey ifade etmedi. Aslında yok olan. Bir tarihti. Bir gelenekti. Bir dönemin tümüyle silinişiydi. Çocukluğumda şehir, kuzey, doğu ve batıdan sulanabilen verimli araziler, bahçeler ve bağlarla kuşatılmıştı. Güneydeki vadide ise her türlü meyvenin yetiştiği bahçeler vardı. Özellikle bu vadinin narı çok ünlüydü. Şehirde oturan her evin bir bağı veya bahçesi vardı. Sıcak yaz günlerinde herkes evini bağlara, bahçelere taşırdı. Bağ bozumu yapılıp kergeler kaynatılıncaya kadar bağda kurulan haymalar da kalınırdı. Bağ bozumu çok şenlikli geçerdi. Bir taraftan pekmezler kaynatılır, diğer taraftan da pestiller, kesmeler, cevizli sucuklar yapılırdı. Şehrin erkekleri her gece sazlı sözlü eğlenceler düzenlerlerdi. Şehir merkezinde birkaç pavyon vardı. Şehirliler için içkili dansözlü eğlenceler gayet doğaldı. Şehir nüfusunun büyük çoğunluğunu Osmanlı döneminin sivil ve asker yöneticilerinin çocukları oluştururdu. O dönemde şehirde Kürt nüfus iki elin parmakları kadar bile yoktu. Şehrin bir mahallesi Ermenilere aitti. Becerikliy- Cendere Köprüsü diler. Her türlü meslek ve zanaatlar la uğraşıyorlardı. Nalbantlık, semercilik, demircilik, marangozluk, bakırcılık, faraşlık, iplik boyacılığı gibi işler yaparlardı. Şehrin güneybatısında ki bağ ve bahçelerin çoğu bunlara aitti. Müslüman kesimden tek tük esnaflık yapanlar vardı. Meslekleri ise köşkerlik, culfacılık(kilim dokumacılığı)terzilik ve berberlikti. Şehirde oturan hemen hemen her kesin köylerde en az 1000 dönümden oluşan geniş arazileri vardı. Bu arazileri köydeki yarıcı marabalar işlerdi. Arazi sahipleri yılda birkaç defa köye uğrar, harman zamanı ise yarıcılarıyla hesaplaşarak paylarına düşeni alıp gelirlerdi. Bir çoğu sahibi olduğu arazinin sınırını dahi bilmezdi. Köylerde genel olarak Kürt nüfus oturur ve bunların büyük bir çoğunluğu arazisi olmadığı için yarıcılık yaparak geçinirlerdi. Köyün sahibiyle bir problem yaşadıklarında köyden göç etmek zorunda kalırlardı. İhtiyaçları oldukça şehre gelirler, ancak şehir halkı tarafında da hor görülürlerdi. İhtiyaç dediğiniz nedir ki? Bir kalıp sabun, 3-5 kilo tuz, biraz gazyağı ve bir gaz lambası camı. Bunları karşılamak da büyük bir işkenceydi. Köylü vatandaş kazasız belasız evinin ihtiyacını karşılayabildi mi, dünyanın en mutlusuydu. 1940’lardan başlayarak şehirdeki beyzade arazilerini parça parça satmaya baş- Cendere Köprüsü Kış günleri misafirimiz hiç eksik olmazdı. Hele hele bayram arifesinde ve Cuma günlerinde misafir sayısı iki katına çıkardı. Çünkü Cuma ve bayram namazları için köyden şehre gelinirdi. Uzun kış gecelerinde herkes misafir odasında toplanır, Battalnameler, Hz. Ali cenkleri okunurdu. Bazen bunlar sözlü anlatılır yarım kaldığında ki çoğunlukla yarım kalırdı, diğer geceyi iple çekerdik. ladı. Çünkü her gün masraf artıyordu. Gelir gideri karşılayamıyordu. Lüks ve eğlenceye düşkünlüklerinden ve üretime yönelik herhangi bir işle meşgul olmadıklarından artan masrafı karşılamanın en kolayı arazi satmaktı. Basit çözüm yolu buydu. Köydeki yarıcı dişinden tırnağından artırdıklarıyla satılan bu arazilere müşteri oldu. İyi bir fırsattı. Gerçi başka müşteride yoktu ya neyse. Satılan her parça arazi bir kaç yıllık masrafı karşılıyordu. Teknoloji geliştikçe masrafta artıyordu ama olsundu. Daha satılacak çok arazi vardı. 1950’lerde başlayan tarım da makineleşme süreci köylünün gelirlerinde ciddi artışlar sağladı. Her türlü ihtiyacını köyde üreterek kendisi karşılıyordu. Lüksü ve eğlencesi olmadığı için masrafı da olmuyordu. Sürekli parası artıyordu. Arazi almaya başladı. Arazi aldıkça geliri de arttı. Bu durum 1970’lere kadar devam etti. 1970’lere gelindiğinde birkaç aile dışında köyde satacak arazisi olan kalmamıştı. Şehir insani acayip kibirliydi. Kendisi asildi. Köyden kesinlikle evlenilmez ve köye kız verilmezdi. Çünkü asalet bozulurdu. Hasbelkader köyden gelin gelse bile bu gelin aile içinde bek kabul görmezdi. Şehrin kuzeyi, doğusu ve batısındaki arazinin büyük çoğunluğu Karadağ’dan gelen iki suyla sulanırdı. Sulu tarım yapılamayan veya bahçeye dönüştürü- lemeyen araziler ise bağlıktı. Bu arazi ve bağlardan ilk vazgeçiş Ermenilerin göçüyle başladı. Ermeniler önce bağları söktüler. Sonrada bu arazileri satmaya başladılar. Köydeki vatandaşın ise parası vardı. Boş yere şehirdeki esnafın yanında emaneten yatıyordu. Değerlendirilmesi gerekiyordu. Bu bir fırsattı. Değerlendirilmeliydi. Hemen satın aldılar. Bu aşamada satıla satıla köydeki arazisi biten, fakirleştiğini kabullenemeyen, ihtiyacı da bir türlü tükenmeyen şehirli, bu duruma çözüm arıyordu. Aslında çözüm kolaydı. Ermenilerin bağı satılmıştı. Bağı- bahçesi boşuna duruyordu. Çünkü bunların kendince bir geliri yoktu. Müşteride hazırdı; Köylü. İlk işi bağını söküp arazisini parsellemek oldu. Bir kaç parseli satılığa çıkardı. Hemen müşteri çıkmıştı. İyi para ediyordu. Şehirde arazi (arsa) satın alan köylünün çocukları büyümüştü. Okumaları gerekiyordu. Köyde okul olmayınca şehre gelmek gerekiyordu. Bu büyük bir cesaret işiydi. Önce birkaç odadan oluşan beton evler yapıldı. Bu odaların birisinde çocuklar kalıp okula gitmeye başladılar. Diğerleri ise kiraya verildi. Kira gelir demekti. Bunu değerlendirmek gerekirdi. Bir müddet sonra okumak için şehre gelen çocuklar köye dönmemeye başladılar. Yerden biter gibi her tarafta plansız ve düzensiz evler yapılmaya başlandı. Este- tik ve çevreye uygunluk önemli değildi. Atatürk barajının yapılması sonucunda Samsat ilçesinin ve yüzlerce köyün su altında kalması bu durumu hızlandırmıştı. Belediye ise olan biteni seyrediyordu. Gün geçtikçe şehirdeki bağlar, bahçeler, sulanabilen araziler ve yeşil alanlar Beton yığınına dönüşüyordu. 2000’li yıllara gelindiğinde tütünün yasaklanmasıyla birlikte köyler tümüyle boşaldı. Şehrin nüfusu çok hızlı bir şekilde arttı. Şehirde yerli nüfus kalmadı. O eski dokusuyla yüreklere ferahlık veren şehir adeta akrep gibi kendini sokup intihar etmişti. Kısaca söylemek gerekirse Adıyaman 200 bini aşan nüfusuyla nefes almakta zorlanan, yeşil alanın olmadığı, bir çok problemle boğuşan, beton yığınlarına dönüşmüş bir devi andırmaya başladı. yazık. iklim şartlarına ve beslendiği su kaynaklarına göre değişmektedir. BİR GİZLİ GÜZELLİK ABDÜLHARAP GÖLÜ Sahip olduğu onlarca yüzer adasıyla ünlüdür bu göl. İki dağın arasında kalan sazlık ve bataklıklarla çevrili bu gölün yerinde bir köyün olduğu söylenmektedir. Rivayet olunur ki; “Bir bahar günü ihtiyar bir yolcu omzunda erzak heybesi, elinde iğde dalından yapılmış uzunca bir değneği akşamüzeri yorgun argın şimdi halk tarafından şimdi adı bilinmeyen köye varmış. İhtiyar yolcu geceyi köyde geçirip ertesi gün yola devam niyetindedir. Üstelik açtır da. Ak sakalını sıvazlayarak önüne çıkan ilk kapıyı çalar. “Tanrı misafiri “ dese de kapı yüzüne hızla kapanır. Yaşlı adam şaşkındır. İkinci kapıya yönelir yerimiz yok derler. Üçüncü kapıyı hiç açmazlar. Böylelikle ihtiyar bütün köyü dolaşır ama kabul edilmez. Çaresiz, üzgün ve yorgun bir şekilde köyü terk etmeye başlar. Bu arada Köyün az ötesinde ki tepeciğin üzerindeki evden bir genç koşarak yanına gelir ve ne aradığını sorar. Yaşlı adamın gece yatacak yer aradığını duyunca koluna girerek evine götürür. Bu genç köyün çobanıdır. Genç çoban misafirini ağırlamak için elinden geleni esirgemez. Yaşlı adam şaşkın ve memnundur. Yemekten sonra bir hayli sohbet ederler. Daha sonra dama serilen yatakta ihtiyar rahat bir uykuya dalar. Gece bitip şafak vakti olunca yatağından kalkıp ev sahibine veda ederek yola koyulur. Kendisini ağırlayan ev sahibini de koruması için Allah’a dua eder. Ortalık aydınlanınca tepenin üzerinden bakanlar ve o civardan geçen yolcular çobanın evi dışında bütün köyün yok olup sular altında kaldığını görüp şaşırırlar. Köy göl olmuştur.” Adı geçen göl Adıyaman’ın Çelikhan ilçesinin 3 km kuzeyindedir. Adıyaman’a uzaklığı yaklaşık 55 kmdir. Üzerinde inşaatına 1985 de başlanıp 1996 da biten sulama amaçlı Çat barajı vardır. Bu barajın suyu Malatya ya verilmekte olup göl aynı zaman da Kahta çayına da kaynaklık etmektedir. Göl içerisinde birkaç tanede alabalık üretim tesisini barındırır. Gölün su seviyesi 15kmlik bir alanı kaplayan bu göl yüzeyi yoğun bir şekilde saz ve otlarla kaplı onlarca yüzer adaya sahiptir. Yaz günleri Göl kenarında gezinirken sazlar ve nilüfer çiçekleri arasında ki ağustos böceklerinin bin bir tını ve ses cümbüşüyle etrafı inlettiğine şahit olabilirsiniz. Bu musiki serenadı her an sizi sarhoş edebilir. Aynı zaman da göl dünyanın en zengin torf yataklarına da barındırır. Gölün sahip olduğu yüzer adalar çok zengin bir şekilde torf içermektedir. Torf Mantar ve çiçek yetiştiriciliğinde yaygın olarak kullanılmaktadır. 1 Yıl öncesine kadar Malatya ilinde bir ihracat firması gölden torf çıkararak işledikten sonra Avrupa ülkelerine ihraç etmekteydi. Ancak gölden torf alınırken çevreye hassasiyet gösterilmemesi sebebiyle göl çevresine zarar verilmekte ve çirkin bir görüntüye sebep olmaktadır. Aynı zaman da yüzer adalardan koparılan parçalarda zamanla bu yüzer adaların yok olmasına neden olmaktadır. Uzun yıllardır Çelikhan kaymakamlığı ve belediyesinin bu bigane tavrı göle her ne kadar zarar verse de göl barındırdığı nilüfer çiçekleri gibi umut doludur, güçlüdür, bugüne kadar yok olmaya direnmiştir. Maruz kaldığı erişilmez acılar zenginliklerini yok edememiştir. Çünkü o tıpkı nilüfer gibi suyun korumasındadır. Su onun dünyasıdır. Bu yüzdendir ki her gün yenilemiştir kendisini. İnsanoğlunun bütün hoyratça tavırlarına rağmen Çevre ve Şehir İl Müdürlüğünün son zamanlardaki koruma çabaları bu zenginliğin gelecek nesillere taşınmasında bir umut olmuştur. Abdulharap Gölü 58 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE DAİR BİR YOLCULUK veya kısa söyleyiş biçimiyle... ÇEŞMELER Mustafa Karaosmanoğlu Ç eşmelerin; bugün itibariyle fonksiyonel olarak bittiğini, faydalı zamanlarının tükendiğini, artık onların da diğer klasik unsurların yanında inkıtaları oynadığını söyleyenler, hatırı sayılır bir miktara ulaştı. İnsanımız artık daha sayısal düşünüyor, daha fizik bir değer ölçütüyle değerlendiriyor çevresini, daha analitik, daha bir kurgulayıcı ve kuşku duyan gözlerle bakıyor etrafına. Ve biz de bu insana, zaman mekan matriksinde tanım gereği, modern insan diyoruz. Bahis konusu bu insanın dünyasında, hayret ve tecessüs kavramları bulunmamakta ve somutta her hangi bir yer etmeyen, değer ve düşünceler boş küme olarak görülmektedir. Sözünü ettiğimiz bu tipoloji, kendi anlam alanının dışında kalan ne varsa bir tür tehdit olarak görmekte ve onun yaşamaması, en ılımlı tanımlamayla kendi evreninden sürgit dışarı edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu gün hayatımıza geri dönüp baktığımızda birçok unsurun bahsi geçen bakış açısıyla bir şekilde devre dışı kaldığını, hayatımızda onlara ayrılan alanların ne kadar da iğreti durduğunu görüyoruz! Tıpkı çeşmelerimiz gibi! Evet, hayatın yaralayıcı bir tarafı vardır; nesneyle paylaştığı, kötücül ve yıpratıcı zamanlara ait vakitlerdir bunlar. Gezegende mamul hale getirilen ne varsa, kendisine insan eli değen ne ise, bundan payını çokça almıştır. Yasa; zamanın derinliğine doğru deforme olmaktır, ne kadar derine inerseniz o kadar fiyakanızı bozan bir zaman dilimini karşınızda görürsünüz. Ama bir o kadar da derinlik sarhoşluğu verir bu. Kendinizi severmiş gibi sevdiğiniz bir taş, bir tahta parçası veya geçmişe sıkışmış kalmış, ama buna mukabil geleceğe söylenecek sözü bulunan bir zaman kırıntısı, arzın cazibesine inat bir çekimle çeker sizi. Belki de sizi, ilk defa bir tecessüsün, içinizde bu denli farklı bir mevsime davet ettiğini, ilk defa 60 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 başka tanımlara doğru yol aldığınızı hissedersiniz. Zihninizde adını o güne kadar koyamadığınız, farkındalığını daha size hissettirememiş bir yerlerin olduğunu kulağınıza fısıldayan bir ilkle karşılaşırsınız. Hayatın sizi yaralamaya kastettiği bu yerin nesnesi durumuna gelen, farklı bir unsurun sizdeki karşılığı; ruhunuzu alıp kendi iklimi ile tanışık hale getirmeye çalışan, bir tarihe veya sizin ruhsal derinliğinize etki eden bir binadır ve/ya bir ana tanıklık eden, ellerini göğe doğru açmış bir ağaçtır, kendi zamanını farklı bir güzellikle ilk defa tanıştıran bir oyma yada bir kabartma olabilir. Bu meyanda eski çeşmelerimiz de bizi kendilerine davet ederken yedeklerinde, size vermek için bahsi geçen duyguları daima taze tutarlar. Oysa bu günkü düşünce, algılayış tarzı, şehrin bütün alanlarını çeşmesiz olarak tezyin eden estetik fukaralık diyebileceğimiz bir anlayışa sahip, sanki çeşmenin gerekliliği dünün insanının sahneden çekilmesi ile son bulmuş, dünün insanı için bir ihtiyaç olan materyaller bu günün insanı için lüzumsuz sayılmışlardır. Bizim medeniyetimizin bir su medeniyeti olduğu çok çabuk unutulmuş durumda, suyu atomlarına ayırıp bilimsel bir nesne haline getirenler elbette ki çeşmenin ne olduğunu gerektiği gibi anlayamayacaklardır. Bizler insan olarak nesne ile aramızda bir ünsiyet bağı oluşturur ve o nesneyi, nesne olmaklığının ötesinde değerlerle dolu, geçmişimizi bir dil olarak kuşanan, üzerine farklılıklar yüklediğimiz bir alana taşırız. Bizim için değer verdiğimiz ortak geçmişimizde yer alan her şeyde olduğu gibi çeşmede de böyledir. Böylelikle çeşme bir tasarruf etme biçimi, bir sevda mekanı, bir estetik değer ve anıt olarak bakabileceğimiz adeta zamanı taşan bir varlık olarak kültürümüzdeki yerini almıştır. Çeşmeyi önemli kılan şey, elbette ki su ve insan birlikteliğine hal dilince getirmiş olduğu yorumdur. Onu yani suyu bir adım daha insana yaklaştırmayı amaç olarak görmesidir. Bu bağlamda düşünülürse sudan insana varıncaya değin mevcut olan süreçte, su yer yer farklı başlıklar atında da olsa özne olmuştur. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 61 Suyun, insanoğlu ile olan yol arkadaşlığında, düşünce ile birlikte özgürlüğe bir tür katkı koyduğunu, onun kıta sahanlığının akışkanlığının yanında, düşüncenin ve özgürlüğün sınırlarına kadar uzandığına dair ortak bir inanç sanırım kıyaslama düzlemi kuran her insanın düşünce hanesinde mevcut. Kültür tarihimizin suyun kaldırma kuvveti gereği; insanı yücelttiğine dair elimizde koca bir literatür bulunmaktadır. 62 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Lakin durum sadece suyun özne durumuna gelmesi ile başlayıp biten bir durum değildir. İşbu süreç farklı başlıklar altında diğer unsurlara da özne olma şansı verir ve konuyu takip ettiğimizde, şu yaygıya varmamız kolaylaşır; evvela su, sıvı olması vesilesiyle amorf bir malzemedir ve dışarı bir kabın şeklini alması gerekmektedir. İnsanoğlu bunun için yüzyıllar boyunca, suyu tutmak adına belirli katı malzemeler icat edip, suyu belli bir biçim altına almayı veya akıp gitmemesi için ona muhafaza teşkil edecek düzenekler hazırlamayı kendi hayatı için elzem bulmuştur. Bağlam gereği insan; tarihsel süreç içinde, -bulunduğu durum gereği- elindeki malzemeye göre suyu muhafaza altına alan göletler, testiler, çeşmeler, cam şişeler, damacanalar ve suyun akmasına direnç gösteren ne varsa onlarla birlikte kendi kullanımına sunmuştur. Konumuz için asıl önemli nokta da burasıdır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda, eski muhafaza tarzlarının bazıları yukarıda da söylediğimiz gibi diskalifiye olmuş, bir kısmı kısmen varlığını sürdürmekle birlikte; farklı form ve muhtevalara kal- betmiş, diğer bir kısmı ise tam anlamıyla yokluğa mahkum edilmiştir. Hal böyle olunca su da bu durumdan nasibini alarak demir borular içinde evlerin ta içine kadar taşınmış, ya da plastik nevinden malzemelerle tadından ve kısmen de olsa görünüşünden ödün vererek şimdiye kadar ki hayatında görülmemiş muamelelere tabi tutulmuştur. Plastik suyun önünde aşılması gereken bir engeldir. Suyun plastik şişelere hapsedilmeden önceki halini düşündüğümüzde; plastiğin hayatımıza ne kadar negatif etki bıraktığını daha iyi anlıyoruz. Suyun, insanoğlu ile olan yol arkadaşlığında, düşünce ile birlikte özgürlüğe bir tür katkı koyduğunu, onun kıta sahanlığının akışkanlığının yanında, düşüncenin ve özgürlüğün sınırlarına kadar uzandığına dair ortak bir inanç sanırım kıyaslama düzlemi kuran her insanın düşünce hanesinde mevcut. Kültür tarihimizin suyun kaldırma kuvveti gereği; insanı yücelttiğine dair elimizde koca bir literatür bulunmaktadır. Bununla kalmayıp geçmişimize doğru yol aldığımızda da, sudan hareketle çeşmenin insan olarak, bizim soy tarihimize estetik açıdan yapmış olduğu etkinin Ay’ın estetik etkisine benzediğini söyleyebiliriz. Nasıl ki Ay, Dünyanın bir uydusu olmakla birlikte, bizim hayatımıza menfaat açısından direkt bir katkıda bulunmuyor ama yansıttığı gümüşi ışıkla, bir nur tepsisi görüntüsüyle ve bir miktar geceyi aydınlatırken, suretlerimize verdiği efsunuyla bizim estetik sığamızda oldukça oylumlu bir yer ediyorsa, çeşmelerimiz de bu gün insanlarımız için aynı görsel, duygusal ve nostaljik etkiye sahiptir. Bir pınar, suya arkadaşlık eder bu doğru, su da insana arkadaşlık eder bu da doğru. Ama bütün bunların ötesinde, çeşme suyu insani olanla en fazla tanıştıran unsurdur desek daha esaslı bir doğruya işaret ederiz. İnsan çeşme arkadaşlığı su aracılığıyla kurulan bir dostluk biçimi olduğundan su ömürlü olması beklenen bir arkadaşlıktır. İnsan için ezelden başlayıp yine insan için ebede kadar sürecektir. Belki de büyüklerimiz bu yüzden bir güzellik gördüklerinde ‘su gibi’ diyerek o güzelliğin sahibini çeşmeye benzetmiş oluyorlardı. Böylece bizim kültürümüzün alımlı bir kızı, kendi güzelliğiyle birlikte suya karışarak, ince nakışlarla bezeli zarif bir çeşme imajı olarak karşıdakinin zihnindeki müstesna yerini alıyordu. Diğer taraftan çeşme, suyun anıtlaşmış bir duruşunu herkese anlatarak; güzelliği, duruşu ve faydayı tek çatı altında birleştirmesini farklı bir payda altında beceriyordu. Çeşmeler kimi zaman susuzluğa karşı, bir yokuşta, varılması gereken bir menzilin orta yerinde, hararetimizi giderirken, kimi zaman da seyirlik bir unsur olarak zihnimizin estetik yolculuğuna katılır. Onları bazen bir duvarda sessizliğin alfabesini ezberlerken görürüz. Bazen de bir çeşmeyi, bir hattın veya bir kabartmanın geçmişten haber veren gizemli sesinde esrara doğru uzun bir yolculuğa çıkarken yakalarız. Evet bu günün plastik şişelerinin yerinde bir zamanlar çeşmeler bulunmaktaydı. Ama taşın bir hazne olarak oylumu veya bir lülenin ince kıvrımlarının insana verdiği duygu ne bileyim suyu muhafaza ederken taşın veya betonun almış olduğu form; belki de insan ile suyun bir araya gelişindeki en anlamlı hikayeyi betonun veya taşın yüzüne kazıyordu. Bu da asla şimdiki anlamda plastiğin yaptığı gibi suyun tutuklanması sayılmazdı. Bu meyanda çeşmelere, suyun önünde bulunan bir engel değil, adeta gönüllü bir birlikteliğin estetik varoluşu olarak bakılırdı. Çeşmeler; su ve insan ilişkisini, belki de onbinlerce yıl öncesine dayanan bir zamanla birlikte, nesnel güzellikle faydayı bütün saçaklanmalarıyla, doymak kavramı altında bir araya MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 63 hayalimizin haznesine sürmüş oluruz. Bir başka düzlemde çeşme; eskiden şehirlerimize buyur ettiğimiz, sıkıştığımız anları bizimle paylaşmakla kalmayıp, ferahlığın içimizde başlamasına sebep olan ve hatta bize göre, bugünkü şehirlerimizi de süslemesi gereken bir şehir bileşeni olmalıdır. Bazen tatlı bir bayırın bitiminde insanın dizlerinde ve ayaklarında biriken yorgunluk denen şeyin yürekteki yansıması olan susamışlığın, tatlı bir ferahlık olarak giderilmesidir çeşme, bazen de gök kubbenin sanki terse çevrilmiş hali olan kurnasına dökülen suyla rahmeti aynı potada eriten bir anlam havzasının bizdeki asırlık işareti gibidir. getirerek kendi varoluşlarına farklı bir boyut katıyorlardı. İnsan dünya serüvenine suyla başladı, hatta insanın başlangıcına milat olarak çok rahat bir şekilde su gösterilebilir. Bu benzerlikler içinde çeşmenin serüveni de aynıyla insanınkine benzemekte. O da insana özendi desek, belki de o zaman kendimize bir paydaş çıkarmış, zihnimizin en müstesna köşelerinde içinden ırmaklar akan bir çeşmeyi en azından Bir emeğin olanca birikimini uğraş, sanat, güzellik ve malzeme olarak tek bir çatı altında toplanıp hali olarak zihnimizdeki haklı yerini almıştır. Mesela bizim eski şehirlerimizde iki yolun birbirlerini kestikleri köşe başlarında bir uzlaşı ustası edasıyla her iki yolun yolcusunu onların farklılaşan yorgunluklarını bir nakışta yok etmek veya gövdelerinden taşan saçaklarının altında her iki insanın konuşmasına zemin hazırlayarak ikiden bir çıkarmanın en maharetli uğraşını veren çeşmelerimiz bulunmaktadır. Dantel gibi süslemeleriyle daha ilk bakışta kendisini anlamın, takip edilirse ancak ulaşılabilecek basamaklarında yakalanacak olan, ulviyetini gönüllere bahşeden edası ile yatay ve dikey bütün nitelikleri meraklısının kulağına fısıldayacak bir hikmeti barındırır. Çeşmeler bütün bunların üzerine kendileri hakkında en fazla edebiyat yapılan, en fazla sözünün peşine düşülen, en fazla hasreti çekilen yapılardandır. Daha ileriye gidildiğindeyse, bizim kültürümüzde Karacaoğlan’ın bir kızı kurnasının başında testisine su doldururken yakaladığı bir yavuklu olarak türküsünü yaktığı yerin adıdır. Bir çeşme gördüğümüzde onun yüzünde kendimizi okumanın vermiş olduğu hayret ve vakarla geçmişimize karşı bir inşa hareketine girişiriz. Bir çeşme ile halleşmek ona derdimi anlatmak başkalarına halini anlatmaktan imtina 64 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 etmiş herkes için belki de başlı ve sonlu bir meşgaledir. Bende başkalarının yanında meramını söze dökemeyen bütün bu dilsizler gibi onun kulağına kendi sırlarımı ne kadar anlatmak istemişimdir. Ve şu sözü, bir çeşmenin kapağını açıp içine atmayı ne kadar istemişimdir; “ey çeşme içinde tuttuğun sırlarla ne kadar da bana benziyorsun”. İklim Değişikliği ve Kirlilik İlk 10 Ülke Sanayileşme, güç, zenginlik ve refahın yanında dünyaya ciddi boyutlarda çevre sorunları getirdi. Özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki eksik çevre bilinci, kalkınmayı kendi insanları için bir tehdide dönüştürdü ve zenginliğin bedelini vatandaşlarının canları ile ödedi. Aydın Derin İklim Değişikliği Araştırma Kuruluşu DARA’nın verilerine göre dünyada her yıl 5 milyon insan iklim değişikliği ve kirliliğin olumsuz etkileri yüzünden hayatını kaybediyor. Eğer önlemler alınmazsa 2030 yılına kadar bu sayının 6 milyona çıkması bekleniyor. İşte iklim değişikliği ve kirliliğin en çok can aldığı 10 ülke: 10 Afganistan Nüfus: 34,4 milyon Ölüm: 90.000 İklim değişikliği ve kirlilik, Afganistan’da görülen çocuk ölümlerinin ana nedenlerinden. Artan sıcaklıklar sonucu ülkedeki gıda ürünleri hasat zamanından önce bozuluyor ve böcekleniyor. Bu da gıda zehirlenmesine yol açıyor. Aynı zamanda düzgün bir kanalizasyon sisteminin bulunmamasından dolayı temiz su kaynakları kirleniyor. İçme suyuna buluşan bakteriler, özellikle çocuklarda görülen ishal vakalarının artmasına neden oluyor. 9 Rusya Nüfus: 141,8 milyon Ölüm: 100.000 Rusya, günümüzde hala Sovyet döneminin sancılarını çekmeye devam ediyor. Özellikle Soğuk Savaş döneminde kontrolsüzce üretilen nükleer ve kimyasal silahlar, düzenli olarak bertaraf edilmediği için Rus halkının sağlığını ciddi ölçüde tehdit ediyor. Ayrıca, dünyadaki tüm eski komünist ülkelerde olduğu gibi, Rusya’daki sanayi de düzenli olarak kontrol edilmiyor ve fabrikalar çevre kurallarına uymuyor. Hatta Guiness Rekorlar Kitabı, ülkenin ana kimyasal silah üretiminin gerçekleştiği Dzerzhinsk’i kimyasal atıklar açısından dünyadaki en çok kirlenmiş şehir olarak tanımlıyor. Tüm bunların bir sonucu olarak da Rus vatandaşlar arasında kanser, kalp ve solunum yolu hastalıkları yoğun olarak görülüyor. 8 Etiyopya Nüfus: 83 milyon Ölüm: 100.000 Etiyopya bulunduğu konumdan dolayı iklim değişikliğinin etkilerine en hassas ülkelerden biri. Sadece 2010 yılında iklim değişikliği yüzünden tarım alanlarında yaklaşık 450 milyon dolar değerinde bir kayıp yaşandı. Eğer önlemler alınmazsa 20 yıl sonra bu değerin 3 milyar dolara çıkacağı tahmin ediliyor. Ancak dünyadaki kişi başına gelirin en düşük olduğu ülkelerden biri olan Etiyopya, iklim değişikliği ile mücadeleye fazla kaynak ayıramıyor. 7 Bangladeş Nüfus: 148,7 milyon Ölüm: 100.000 Çevre yasalarının yetersizliği ve sanayi faaliyetlerinin devlet tarafından kontrol edilmemesi Bangladeş’teki çevre kirliliğini başa çıkarılamaz boyutlara getiriyor. Artan karbondioksit emisyonları da iklim değişikliğine olumsuz katkıda bulunarak ülkede sert hava koşullarının yaşanmasına neden oluyor. Kirlilik ve iklim değişikliği en çok tarım alanlarını etkiliyor ve ülkenin gıda güvenirliğini azaltıyor, bu da gıda fiyatlarının artmasına neden oluyor. 2030 yılına kadar Bangladeş’te 15 milyon kişinin bu olumsuzluklardan etkileneceği düşünülüyor. 68 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Kirli Bir Dünya’da Yaşıyoruz ... Farkında Değiliz. Kızılderili bir adamla, iş arkadaşı beyaz adam caddede yürürlerken; Kızılderili adam beyaz adama: Çekirge sesi duyuyorum der. fakat beyaz adam: Bu kadar kalabalık bir caddede çekirge sesi duyman imkansız, yanılıyorsun der. Kızılderili üsteler hayır duyuyorum Daha sonra bir bahçeye girerler ve gerçekten orada çekirgeler vardır beyaz adam şaşırır .. senin kulakların farklı der. Bu gürültüde çekirge sesini duymak imkansız der. Beyaz adam ısrarla kulaklarının farklı olduğunu söyler.. Bunun üzerine Kızılderili cebinden bir bozuk para çıkarır ve o parayı cadde üzerine atar. Para yuvarlanır ve caddedeki herkes cebini yoklamaya başlar paranın gittiği yöne doğu bakarlar... herkes duymak istediği sesi duyar ve o sesin peşinden gider... İnsanlar Hangi Dünyaya Kulak Kesilmişse, Öbürüne Sağır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 69 6 Kongo Nüfus: 66 milyon Ölüm: 101.000 Kongo’da son bir yılda yaklaşık 17.000 kişi iklim değişikliği yüzünden, yaklaşık 84.000 kişi de karbondioksit emisyonları yüzünden hayatını kaybetti. Kongo’daki ana ölüm nedeni de artan nem ve düzensiz hava olayları nedeniyle gerçekleşen menenjit hastalığı olarak gösteriliyor. Dünyadaki en büyük ikinci yağmur ormanı olan Kongo Nehri Havzası Yağmur Ormanı’na ev sahipliği yapan ülke, gereken önlemleri almazsa bu doğa harikasını kaybedebilir. Özellikle ormandaki ağaçların kereste sanayisinde kullanılmak üzere kaçak olarak kesilmesi orman alanlarını tahrip eden ana unsurların başında geliyor. Tahminlere göre Kongo Nehri Havzası Yağmur Ormanları’nın yok edilmesi, Sanayi Devrimi’nin ilk altmış yılında salgılanan karbondioksit emisyonu kadar sera gazını atmosfere salacak. 70 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 5 Endonezya Nüfus: 239,9 milyon Ölüm: 150.000 Endonezya’daki en önemli çevre sorunlarının başında deniz kirliliği ve tarım alanlarının tahribatı geliyor. Eksik çevre yasaları yüzünden ülkede sanayinin faaliyetleri kontrol edilmiyor, bu yüzden sanayi de gelecek nesilleri düşünmeden atıklarını doğaya salıyor. Ülkedeki biyolojik çeşitlilik de çok ciddi oranlarda azalmış durumda. Ayrıca sel ve kuraklık gibi doğa felaketlerinin önceki yıllara kıyasla sert yaşanması ölümleri ve hastalık risklerini arttırıyor. 4 Pakistan Nüfus: 173,6 milyon Ölüm: 150.000 Pakistan’daki kirlilik aynı zamanda ülkenin ekonomisi de olumsuz yönde etkiliyor, çünkü Pakistan dünyadaki önemli doğal kaynak ihracatçılarından bir tanesi. En büyük milli gelirini tehlikeye sokmak istemeyen ülke bu konuda önlemler alsa da, ülkede çalışmakta olan yabancı firmaların umursamazlığı, Pakistan’ın geleceği için ciddi tehlike oluşturuyor. Ülkede teknolojinin gelişmemesinden ötürü hane halklarının çoğu ısınma ihtiyacını odundan karşılıyor, bu da hava MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 71 kirliliğini arttırıyor ve orman alanlarını azaltıyor. Pakistan’daki çoğu şehrin hava kalitesi Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği seviyenin üstünde seyrediyor. Son yıllarda kanser, kalp ve solunum yolu hastalıklarının artış göstermesinin yanında düzenli arıtımın olmamasından ötürü sudan kaynaklanan hastalıklar da can alıyor. Ayrıca iklim değişikliğinin olumsuz etkisi ile artan sel ve toprak kayması gibi doğa felaketleri Pakistan’da tahribata yol açıyor. 3 Nijerya Nüfus: 158,4 milyon Ölüm: 200.000 Nijerya’da bir yılda ortalama olarak 150.000 kişi kapalı ortamdaki hava kirliliği, tüberküloz ve akciğer kanseri yüzünden hayatını kaybediyor. Kapalı ortamdaki hava kirliliğinin ana nedeni olarak ülkedeki elektrik dağıtım sisteminin yetersizliği gösteriliyor, çünkü Nijeryalılar evlerini ısıtmak ve yemeklerini ısıtmak için yakıt kullanıyor. Aynı zamanda Af- rika’daki en büyük sulak alan olarak bilinen Nijer Deltası petrol arama çalışmaları yüzünden talan edilmiş durumda. Deltadaki balık ölümleri ve su kirliliği, hastalık yayan ana nedenler arasında yer alıyor. 2 Hindistan Nüfus: 1,2 Milyar Ölüm: 1 Milyon Hindistan’daki çevre sorunlarının başında; hava kirliliği, su kirliliği, atık miktarının artması ve doğal kaynakların azalması geliyor. Her ne kadar 1995 yılından sonra ülke birçok çevre koruma yasası çıkarmış olsa da, sürekli artmakta olan nüfus ve tüketim iklim değişikliği ile mücadeleye olumsuz bir katkı sağlıyor. Özellikle araba kullanımındaki artış, hızla büyüyen ülkeyi hava kirliliğinin merkez üssü haline getiriyor. Kirli hava nedeniyle her yıl binlerce bebek hayatını kaybediyor. Bunun yanında yaklaşık 40 milyon kişinin kirli havadan ötürü astım hastası olduğu tahmin ediliyor. Hava kirliliği bir dünya harikası olan ünlü Taç Mahal’i de sarartıyor. 72 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 1 Çin Nüfus: 1,3 Milyar Ölüm: 1,5 Milyon Seri üretim ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi haline gelen Çin dünyanı en çok kirleten ülke olarak listenin başında yer alıyor. Çin’de çevre kirliliği her geçen yıl artıyor, bu da ülkeyi daha büyük sorunların içine çekiyor. Dev ekonomisini beslemek için üretimini sürekli arttırmakta olan ülkede, kontrolsüz sanayinin neden olduğu kirlilik her yıl milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına neden oluyor. Ölümlerin başlıca nedenleri arasında da hava kirliliği gösteriliyor. Enerjisinin yüzde 70’ini kömürden sağlayan Çin’de gide- rek artan araç sayısı ve kullanılan düşük kaliteli mazot ve benzin, hava kirliliğini arttırıyor. Ülkedeki şehir nüfusunun sadece % 1’i temiz hava soluyabiliyor. Özellikle kış aylarında Pekin başta olmak üzere, Çin’in kuzey ve doğusundaki 30 şehirde yoğun hava kirliliği ve sis nedeniyle görüş uzaklığı 100 metreye kadar düşüyor. Çinlileri ilgilendiren başka bir konu da su kirliliği; yeraltı su kaynaklarının % 90’ı kirlilikten etkilenen ülkede yaklaşık 300 milyon insan temiz suya ulaşma imkânından uzakta yaşıyor. Çin hükümeti tarafından yayınlanan rapora göre iklim değişikliği ve kirlilik ülkedeki tahıl üretimi 2050 yılına kadar % 5 ila % 20 oranında azalabilir ve ülkedeki su kaynaklarının çoğunu kullanılmaz hale getirebilir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 73 ARI EVİ Sosyal bir yapıya sahip bal arıları koloniler halinde yaşamını sürdürmektedirler. Bir ana arı, on binlerce işçi arı ve birkaç yüz erkek arıdan oluşan kolonide, olağanüstü düzeyde ve katı bir şekilde hiyerarşik yapı bulunmaktadır. Arılar kendi yaşamlarına uygun bir düzen ve yaşam ortamına sahiptirler. Tamamen bedenlerinden salgıladıkları balmumu ile ve belli bir ölçüye göre inşa edilmiş petekler üzerinde yaşamlarını devam ettirmektedirler. Birkaç peteğin birbirine paralel bir şekilde bir araya gelmesinden oluşan bu yapı bir nevi “arı evi” olup “kovan” adı verilmektedir. Yeryüzünde yaklaşık olarak yüz milyon yıldır bulunmakta olan bal arıları insanoğlunun egemenliğine boyun eğmeden önce tamamen doğal koşullarda yaşamakta olup bir ağacın dalında veya kovuğunda, bir kayaya asılmış veya gizlenmiş bir şekilde yaşamını devam ettirmekte idi. Doğal düşmanlarına karşı korunma ve olumsuz çevresel koşullardan en alt düzeyde etkilenme güdüsü yer seçimi üzerinde birinci derecede etkide bulunmaktaydı. Ne zamanki bal elde etmek amacıyla insanlar 76 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 tarafından keşfedildiler, ondan sonra bal arılarının yaşamı değişti ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başladı. Kendi yaşamlarını daha fazla dünyevi kazanım üzerine kuran insanoğlu, arıların dünyasını da bu ölçüt çerçevesinde yeniden düzenlemeye başladı. İlk aşamada arıların ulaşılması zor olan yerlerden alınarak, ulaşılması kolay olan yerlere konulması sağlandı. Bunun için sepet kovan, ilkel kovan veya kara kovan dediğimiz kovanları kullanmaya başladılar. Aslında bu kovan tipleri insanoğlunun ve bal arılarının uzun asırlar boyunca gereksinimini karşılamakta idi. Ancak arıların dünyasına müdahalede bulunma, hatta şahsi çıkarlarımız uğruna bu dünyayı tanzim etme düşüncesi modern kovanlara geçişi zorunlu kıldı. Bu nedenle insanların dünyasındaki Barok ve Rokoko tarzı mimari üsluplar gibi Langstroth ve Dadant tipi kovanlar geliştirildi. Temel- de birbirine benzer olmakla birlikte her bir kovan tipinin boyutları ile kovanın kullanıldığı bölge ve amaç farklı idi. Bu kovanlar arının doğal yaşamına uygun olması nedeniyle genellikle çam kerestesinden yapılmakta idi. Ancak çağdaş ekonomik düzenin tüketim temelli yapısına paralel olarak bu kovanlar da uzun bir zaman sonra modifikasyona uğramaya başladı. Strafor ve plastik kovanlar her geçen gün gündemde yer almaya başladı. Hatta günümüzde gelinen noktada gıda ambalajında kullanılan plastikten üretilmiş konforlu ve gösterişli kovanlar bir kısım arıcılar tarafından kullanılmaktadır. İnsanoğlunun mağaradan gökdelene uzayan konut evriminden bal arıları, insan eliyle de olsa nasibini almakta idi. Kovanın yapıldığı malzemedeki değişim süreci kovan iç tasarımının yapılmasında da etkili olmaktaydı. Tıpkı insanoğlunun yaşam alanını yazın serinleten kışın ısıtan yapılarla donatması gibi arıları kışın sıcak tutacak ısıtma sistemi ile yazın serinletecek klima sistemi gibi yapılar da oluşturulmaya başlanmıştır. Yapı tasarımı konusunda insanoğlunun evrimi ile bal arılarının evrimi benzer süreci izlemektedir. Bu noktada bal arılarının evi olan kovanın dış yapısı ile kovan içerisinde bulunan peteklerin yapısı oldukça dikkate değer özelliklere sahiptir. Arıların tüm yaşamını üzerinde geçirdiği petekler bal arılarının karın halkalarının arasında bulunan balmumu salgı bezlerinden salgılanan saf balmumu ile inşa edilir. Bir kilogram balmumu üretebilmek için bal arılarının tüketmek zorunda oldukları balın miktarı ortalama onbeş kilogramdır. Bal arıları ürettikleri bu balmumlarını çeneleriyle şekil vererek altıgen yapıdaki petekleri oluştururlar. Bu peteklerin yapılması ve hesabı mucizevi özelliklere sahiptir. Peteklerin her tarafının, arı besinlerinden olan bal ve polen depolanacak yapıda olması kullanım etkinliğini artırmaktadır. Ancak peteğe yavru büyütme noktasından bakıldığında oldukça ilginç bir yapı ortaya çıkmaktadır. Peteklerde ana hatlarıyla iki tip petek gözü bulunmak- MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 77 tadır. Peteklerin alt kısımlarında erkek arı yetiştiriciliği yapıldığı için işçi arılar tarafından buraya çapı 6.9 mm olan petek gözleri yapılmaktadır. Peteğin diğer taraflarında ise kovan için daha değerli birey olan işçi arıların yetiştirileceği ve 5.4 mm çapındaki işçi arı gözleri yapılır. Ana arının yetiştirileceği gözler ise gereksinim halinde yapılan 9 mm çapındaki çok özel gözler olup petekte bulunan gözlerin büyütülmesi ile oluşturulur. Çerçevelerin her iki yüzü de bu tip yapılarla doludur ve yer israfı söz konusu değildir. Kovan içerisinde sağlık koşullarının tam ve eksiksiz yerine getirilmesi amacıyla, propolis adı verilen ve insanlık tarihi boyunca her türlü mikrop öldürücü olarak kullanılan bu madde ile kovanın tüm parçaları sterilize edilmektedirler. Arılar tarafından oluşturulan her bir petek paralel bir şekilde yan yana getirilir ve arı kolonilerinin yaşam ortamı oluşturulur. Peteklerin yan yana gelmesinde temel kural da iki petek arasında iki arının sırt sırta çalışabileceği kadar bir aralık bulunmasıdır. Tıpkı çift şeritli yolda iki aracın yan yana geçmesi ve birbirini rahatsız etmemesi gibi. Peteklerin düzenlenmesinde dikkat edilen bir diğer husus ise yetiştirilecek yavrunun güvenlik ve sağlığıdır. Bu nedenle orta kısımda bulunan petekler bu amaçla kullanılırken diğer petekler ise daha çok besin depolama amacıyla değerlendirilir. Tıpkı insanoğlunun evlerinde olduğu gibi, evin en sıcak ve korunan yerinin çocuk odası için kullanılması gibi. Arıların evinin inşasında dikkat edilecek bir başka husus ise sıcaklık ve soğuktan, rüzgâr ve yağmurdan arı kolonisinin korunacağı şekilde üretilmeleridir. Kovanların ön kısmında bulunan uçuş deliği dışında kovanda bulunan çatlak veya açıklıklar bu anlamda tehlike noktalarıdır. Bal arıları fazladan güç ve malzeme harcayarak bu açıklıkları ya kapatma ya da güvenliğini sağla- 78 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS NİSAN 2013 maya çalışmaktadırlar. Ancak uçuş deliğinde çok özel bir çalışma yaparlar. Bitkilerden topladıkları propolis adı verilen yapışkanımsı bir madde ile uçuş deliğini tıpkı Kapadokya yöresindeki yeraltı şehirlerinin dehlizleri gibi yaparlar. Dışarıdan gelen arıların bir açıklıktan içeri girmeleri ve kontrol edilmeleri sağlanır. Askeri bir deha unsuru gibi hareket eden arılar sınırlarından olası sızmalara karşı kendilerinin kontrol altında tutabileceği sınır geçiş yerleri oluşturmakta ve dar bir koridordan kontrolü sağlamaktadırlar. Uçuş deliğinin dışarıya bakan ön kısmı aynı zamanda koloninin genç arılarının evden fazla uzaklaşmadan oynadığı ve ilk eğitimlerinin verildiği kısımdır. Bu kısım geleneksel mahalle yapısında her evin önünde çocukların oynayabileceği bir açık alan gibi işlev görmektedirler. Kovan içerisinde sağlık koşullarının tam ve eksiksiz yerine getirilmesi amacıyla, propolis adı verilen ve insanlık tarihi boyunca her türlü mikrop öldürücü olarak kullanılan bu madde ile kovanın tüm parçaları arılar tarafından sterilize edilmektedirler. Böylece çok değerli ve besleyici özelliğe sahip besinlerle dolu kovan içerisinde mikrop üremesine izin vermemektedirler. Günümüzde yüksek teknolojiye sahip hastanelerde uygulanan ve her şeyi sterilize etmeye yönelik uygulamayı bal arıları yüz milyon yıldır kendi evlerinde rutin olarak yapmaktadırlar. Hele arıların dışkılama gereksinimi durumunda kovan dışına gitmesi ve hasta olmadığı takdirde kovan içini pislememesi oldukça anlamlıdır. Arıların kolonideki sayısının artması sonucunda petekler de yetmemekte, bu durumda kovanlara kat atılmaktadır. Zamanla kovanlar iki, üç, dört, hatta daha fazla katlara yükseltilmektedir. Apartman katlarında sayı arttıkça insanlar arasındaki ilişki zayıflamakta, hatta kopmaktadır. Zaman zaman komşuluk hukukunun ortadan kalkmasına bağlı olarak olumsuz durumlar yaşanmaktadır. Bal arısı kovanlarına kat atılması da zamanla birtakım benzeri sorunlara yol açmaktadır. Bu durumda en uygun kat yüksekliği iki veya üç olarak belirtilmektedir. Ne ilginç tesadüftür ki insan yaşamında da en uygun ve rahat edilen ev modeli en fazla iki veya üç katlı evlerdir. Zira bal arılarında olduğu gibi insan yaşamın- MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 79 yarışırcasına. Çevrede bulunan nektar ve polen kaynaklarını sanki sadece kendisi için yaratılmış gibi sömürme eğilimindedirler. Doyma hissi olmayıp biriktirme hırsı en üst düzeydedir. Tamamen kendi ailesinin menfaati doğrultusunda hayata bakarlar. Yardımlaşma, diğergamlık gibi erdemler bu şehirde geçerli değildir. Bu şehirdeki yegâne yardımlaşma bir kovana dışarıdan herhangi bir rahatsızlık verildiğinde ortaya çıkar. Kovanına müdahale edilen herhangi bir arı, arıcıyı soktuğu zaman çevrede bulunan ve bu arının kurban üzerinde bıraktığı alarm kokusunu alan şehrin diğer sakinleri bu düşmana karşı ortak saldırı yapabilirler. Bunun dışında birliktelik söz konusu değildir. da da her şeyin kontrol altına alınması, kolay erişilebilir olması ve işgücünün minimum kullanılarak en üst düzeyde fayda sağlanması amacıyla fazla katlı evler önerilmemektedir. Arıların evi olan kovan aynı zamanda arıların çalışma alanını da belirlemektedir. Koloniye ait arılar her ne kadar beş kilometre uzağa gidebilseler de genellikle bir kilometre yakında besin toplamaktadırlar. Bal arıları kovana getirdiği besinin uzaklık ve elde ettiği besinin kalitesine göre maliyet hesabını yapmakta, uzaklara gitme eğiliminde olmamaktadır. Tıpkı insanoğlunun işyerine yakın yerleşim yeri seçmesi ve ulaşım maliyetini düşürerek elde ettiği maaştan daha fazla yararlanmak istemesi gibi hareket etmektedirler. Bugün özellikle büyük şehirlerde çalışan insanların bu maliyet hesabını yapmamaları durumunda büyük kayıplara uğradığını düşündüğümüzde bir böceğin bu davranışının ne kadar anlamlı ve hayret verici olduğunu görmekteyiz. Arı evlerinde böyle bir iç düzen olmakla birlikte pek çok arı kovanının bir arada bulunduğu ve “arı şehirleri” olarak nitelediğimiz arılıklardaki yapı da oldukça ilginçtir. Normalde arılıkta bulunan arı evleri her biri birbirinden bağımsız bir şekilde hayatlarını devam ettirmektedirler. Hem de delice ve 80 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Komşu kovan aç iken yandaki tok kovan rahatlıkla uyuyabilir. Hatta arıcı yanlışlıkla bir kovanın peteğini dışarıda bıraktıysa bu petek diğer kovanlar tarafından yağmalanarak tüm balları çalınabilir. Ayrıca yakındaki bir kovanda bulunan çatlak veya delik kapatılmadı ve sıkı korunamıyorsa, arılıktaki güçlü diğer koloniler tarafından bu kovanın tüm mal varlıkları yağmalanarak el konulabilir. Sonuçta zayıf ve korunmasız olan koloninin üyeleri ya bu savaş ortamında ya da açlıktan ölürler. Arı şehirlerinde bulunan arı evlerinin sakinleri olan arı kolonilerinde yaşanan en ilginç olaylardan birisi de farklı arı kolonilerinin herhangi bir gerekçe ile birleştirilmeleridir. Tıpkı her bir evin kendine has bir kokusu olduğu gibi her bir koloninin de kendine has bir kokusu vardır. Bu koku nedeniyle iki koloninin bir arada bulunması olanaksızdır. Bu durum kesin savaş sebebidir ve iki taraftan biri mutlak yenilene kadar arıların kıyamı ile başlar ve birbirlerini kıyımıyla sonuçlanır. İnsanlarda bir eşin ölmesine veya boşanmaya bağlı olarak eşin yeniden evlenmesi sürecinde iki farklı aileden yeni bir aile oluşturulmasında bir ön alıştırma sürecine gereksinim vardır. Aksi halde her iki ailedeki bireylerin çatışma yaşaması kaçınılmazdır. Arı kolonilerinde de aynı durum söz konusu olup ana arısı ölmüş veya öldürülmüş bir koloni ile ana arılı başka bir koloni birleştirileceği durumda kolonilere ait koku farklılığı kavgaya neden olacaktır. Bunu engellemek için arıların ilk aşamada birbirlerinin farkına varana kadar oyalanmaları ve ısınmaları amacıyla birleştirilen kolonilere parfüm sıkılır. Parfüm kokusu geçinceye kadar kolonilerin kokusu da birbirine karışmış olur. Sonuçta dargınlık ve kırgınlık olmadan iki koloni birleştirilmiş olur. İnsanların yaşamında da iki farklı aileden yeni bir aile oluşturulması durumunda buna benzer taktikler yapılması kaçınılmazdır. Sonuç olarak net bir şekilde görülmektedir ki evrende egemen olan ortak ölçüler, evreni yapan gücün “tek” olduğuna işaret etmektedir. Bu nedenle günümüzde sağladığımız bilimsel ve teknolojik gelişmelerin temelindeki “örneklerimiz ve ilham kaynaklarımız” bizim dışımızdaki canlı ve cansız varlıklardır. Bal arıları başta olmak üzere çevremizde yaşayan tüm canlılar ya evrim yönüyle ya da ortak paydalar nedeniyle bizimle birlikte bir bütünün ayrılmaz parçasıdırlar. Her şehrin ayrı bir düzeni, yapısı ve ruhu olduğu gibi arı evi ve şehirlerinin de benzer durumu söz konusudur. Ne yazık ki arıların dünyasında insanoğlunun fiili müdahalesine karşın harika yapı ve özellikler halen gözlemlenebilmekte iken insanların şehirlerinde her geçen gün yozlaşma daha fazla kendini göstermektedir. Zira insan doğasına ters, fakat beşer doğasının gerektirdiği ekonomik düzen, her geçen gün bizleri estetik duygusundan uzaklaştırmakta, ev ve şehir düzeni konusunda arıları daha şanslı konuma getirmektedir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 81 48 yıldır hayatın içinde L ÖZE RUMA KO İ E R ÇEV BÖLGES TABİAT VARLIKLARINI KORUMA GENEL MÜDÜRLÜĞÜ Datça BOZBURUN BİYOLOJİK ZENGİNLİĞİNİN TESPİTİ VE YÖNETİM PLANI BÖLGENİN KONUMU Datça ve Bozburun Yarımadaları bitki coğrafyası açısından Holarktik alemin Akdeniz itocoğrafik bölgesinde yer almaktadır. Ancak yer yer Avrupa- Sibirya ve İran-Turan fitocoğrafik bölgesine ait elementlere de rastlanmaktadır. 84 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Datça, Güney Batı Anadolu’da Gökova ve Hisarönü Körfezleri arasında Akdeniz ve Ege arasında doğu-batı yönünde yer alan yarımadadır. Muğla İli’nin en batı ucunu oluşturan Datça İlçesi, doğuda Marmaris İlçesi, diğer yönlerden Ege Denizi ile çevrilidir. İlçe, kendi adıyla anılan yarımadanın üzerinde kurulmuştur. Datça Cumhuriyet döneminde Reşadiye Köyü’nün önce bucak, sonra ilçe olması ile önem kazanmıştır. Yerleşim merkezi daha sonra Reşadiye Mahallesi’nden alınıp, İskele Mahallesi’ne getirilmiştir. Datça, yarımadanın genişlemeye başladığı orta kesiminde birbirinden ayrı üç mahalle halindedir. İlçe’ ye ve yarımadaya eski adlarını veren Datça ve Reşadiye mahalleleri yarımadanın iç kesimdedir. Yarımadanın kara ile birleştiği Balıkaşıran kesiminde genişlik bir kilometreden daha azdır. Batıya doğru genişlik artmaya başlar, burada Emecik (742 m) kütlesi bulunur. Kocadağ (1175 m) ile en yüksek kesimi oluşturur. Batıda İskandil burnu ile sona eren Datça Yarımadası’nın ucunda ünlü Knidos harabeleri yer alır. Bozburun Yarımadası, Muğla İli’ nin güney kesiminde Marmaris İlçesi sınırları içinde Marmaris ile Datça Yarımadası arasında güneye doğru uzanan bir yarımadadır DATÇA BOZBURUN ÖZEL ÇEVRE KORUMA BÖLGESİ Bölge, Muğla İli’nin ince uzun iki uzantısı olan Datça ve Bozburun Yarımadaları’nı içine alarak Bodrum ve Mar- maris İlçeleri arasında ve Türkiye’nin güney-batı ucunda uzanır. Yaklaşık 1500 km2 alanı kapsayan bölgede Datça İlçe merkezi ile Marmaris İlçesi’nin idari alanları bulunmaktadır. En büyük yerleşim Datça yerleşmesidir. Bölgenin ve ülkenin diğer kesimleri ile olan bağlantısı Marmaris-Datça Karayolu ile sağlanmaktadır. Bazı yerleşimlere ait yolların yeterli olmaması nedeniyle, karayolu yerine motorla deniz ulaşımı tercih edilmektedir. Datça Yarımadası; batıda Kocadağ bölümü, doğuda Emecik Dağı-Horoz Dağı bölümü olmak üzere iki dağlık kütle ile bu iki dağlık kütleyi bir boyun halinde birbirine bağlayan Reşadiye bölümünden oluşmaktadır. Yarımadanın boyu 70 km, eni en dar yerinde (Balıkaşıran) 800 m, en geniş yerinde 17 km ’dir. Datça Muğla’ya 127 km’uzaklıktadır. Vejetasyon • Kıyı Kumul Vejetasyonu (150 ha) Bozburun Yarımadası; Muğla İli’nin güney kesiminde Marmaris ilçesi sınırları içinde Marmaris ile Datça arasında güneye doğru uzanan bir yarımadadır. Yarımadanın boyu 31 km, eni 23 km’ dir. Bozburun Muğla’ya 112 km’ mesafededir. Literatür ve arazi çalışmaları sonucunda araştırma alanında tespit edilen belli başlı vejetasyon tipleri aşağıdaki gibidir; • Halofitik Vejetasyon • Orman vejetasyonu (Koru 7159 ha, Bozuk koru 11200 ha, Çok bozuk koru 8850 ha) Hassasiyet Bölge, Datça ve Marmaris İlçeleri’nin içerisinde bulunmakta, Datça ve Bozburun Belediyeleri bölgenin içinde yer almaktadır. Yerleşimler, Muğla İl sınırları içerisindedir. Yöre, Marmaris İlçe merkezinin etkisindedir. • Maki vejetasyonu (Primer maki 4759 ha, Sekonder maki 11524 ha) Kumullar • Frigana Vejetasyonu (10339 ha) • Vadi Tabanı Vejetasyonu EKOLOJİK DEĞERLENDİRMELER Datça Bozburun’da hassaslık ekolojik yapıya göre değerlendirilmiştir. Datça Yarımadası’nın güney kıyısında yer alan Gebekum kumul alanı, bitki örtüsü ile birlikte hassas bir alanı oluşturmaktadır. Muğla İli içindeki gelişmişlik sıralamasında ise Bodrum, Marmaris ve merkez ilçeden sonra dördüncü sırada yer almaktadır. Alanda, Datça İlçesi’ne bağlı olan Cumalı, Emecik, Hızırşah, Karaköy, Kızlan, Mesudiye, Sındı, Yakaköy, Yazıköy adlı dokuz köy yerleşimi bulunmaktadır. Marmaris İlçesi’ne bağlı Hisarönü, Orhaniye, Osmaniye adlı üç köy yerleşimi, Marmaris İlçesi Bozburun Bucağı’na bağlı Selimiye, Söğütköy, Taşlıca, Turgutlu adlı dört köy yerleşim bulunmaktadır FLORA ve VEJETASYON YAPISI Datça ve Bozburun Yarımadaları bitki coğrafyası açısından Holarktik alemin Akdeniz itocoğrafik bölgesinde yer almaktadır. Ancak yer yer Avrupa- Sibirya ve İran-Turan fitocoğrafik bölgesine ait elementlere de rastlanmaktadır. Bunlar uygun habitatlara adapte olmuş relikler veya geniş yayılışı olan türlerdir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 85 Datça Bozburun’da kırsal ve kentsel yerleşimleri tarımsal alanlar ve mevcut ulaşım ağı ile deniz taşımacılığı dışında ortam büyük ölçüde doğallığını korumuştur. • Medicago marina • Erygium maritimum • Euphorbia paralias • Pancratium maritimum ve Alkanna tinctoria Gebekum kumul alanının baskın bitki türleridir. Gebekum kumulu dışında; benzer özellik gösteren • Kızlanbağ (800 m), Eksera (250 m), • Hisarönü Çubucak, İnbükü (200 m), • Karabük Burnu (150 m), • Periliköşk (400 m), 86 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 • Hayıtbükü (500 m), • Mesudiye (800 m), • Hisarönü Kocakür (1200 m), • Söğüt (500 m), Çiftlik (300 m) bölgelerinde bulunan kumluk alanlar da benzeri hassaslığa sahiptir. Bu alanlarda da plaj kullanımı mevcuttur. Kuzey-batıda Arbutus andrachne (Sandal ağacı) yine bozulmamış koruluklar oluşturmaktadır. Yaklaşık 1000 m yükseltiye kadar yayılış gösteren kızılçam ormanları, bazı yerlerde geniş yapraklı türler ile karışık ormanlık alanlara bırakır. Orman vejetasyonu; Pinus brutia’nın (Kızılçam) dominant olduğu alanlardan ibarettir. Değirmen Bükü’nde Cupressus sempervirens kayalık vadi yamaçlarında yayılış göstermektedir. Bu tür Sındı Köyü çevresinde ve Bozburun Yarımadası’nda İçmeler- Bakırköy arasında yer yer saf topluluklar halindedir. Bozulmamış kızılçam ormanları hassaslık yönünden öneme sahiptir. Phoenix theophrasti (Datça Hurması) vadi tabanlarında bulunmaktadır. Çok Ormanlık Alanlar sınırlı yayılışa sahip olan bu tür kuzeyde Eksera Deresi yamaçlarında ve güney kıyı kesiminde Azganak Tepe, Karacahapibaşı, Yarımcabaşı Tepe, Kovalıca Tepe, Tanışman Tepe, Lindasbaşı Tepe, Andızcıl Tepe civarında yayılış göstermektedir. Yörede endemik olarak bulunan Liquidambar orientalis (Sığla ağacı) mevsimlik dere yatakları ile vadi içlerinde görülmektedir. Sonuç olarak; Gebekum kumul alanı; Pinus brutia (Kızılçam) korulukları; Arbatus andrachne (Sandal Ağacı) yayılış alanları Cupressus sempervivens toplulukları ve Liquidambar orientalis (Sığla ağacı) alanları Phoenix theophrasti (Datça Hurması) varlıkları bitki türleri esas alındığında hassaslık arz eden konulardır. Deniz Ortamı Datça-Bozburun deniz ortamı; Akdeniz’in uluslar arası konumu nedeni ile diğer kara ve deniz kaynaklı kirlenmesinin dışında doğrudan yarımada kaynaklı su kirlenmesinin yoğun baskı altında değildir. İnsan kullanımlarına karşı hassas bir ortamdır. Datça Bozburun yarımada karakteri nedeniyle kuzey kesimleri ile güney kesimleri arasında bariz farklılıklar vardır. Yörede 167 karasal omurgasız (böcek),110 balık türü, 4 ikiyaşamlı türü,27 sürüngen türü,123 kuş türü,45 memeli türü belirlenmiştir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 87 Nadirlik Datça Bozburun ekosistem temelinde nadirlik açısından incelendiğinde: Gebekum Kumulu; Eksera Deresi ve güney kesimi Kocadağ Emecik Hisarönü Türler açısından bakıldığında ise Medicago marina, Erygium maritum, Euphorbia paralias gibi kumul bitkileri Pinus brutia (Kızılçam) Arbutus andrachne (Sandal Ağacı) Cupressus sempervirons Phoenix theophrasti (Datça Hurması) Liquidambar orientalis (Sığla Ağacı) bitki türlerine; Kuşlar Falco elenoroae; (Karadoğan) Falco pereginus; (Gökdoğan) Memeliler Monachus monachus (Akdeniz foku) Capra aegagrus (Yaban keçisi) Lutra lutra (Su samuru) Sürüngenler Testudo graceae Falco naumanni; (Küçük kerkenez) ise hayvan türlerine örnek olarak verilebilir. Hieraetus fasciatus; (Tavşancıl) Doğallık Larus audoinii; (Ada martısı) Phalacrocorax aristotelis desmarestii; (Tepeli karabatak) 88 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Datça Bozburun’da kırsal yerleşimler ile Datça Bozburun kent yerleşimleri tarımsal alanlar ve mevcut ulaşım ağı ile deniz taşımacılığı dışında ortam büyük ölçüde doğallığını yitirmemiştir. Bu sonuca; Datça Bozburun karayolu ulaşımının yakın yıllara kadar virajlı dar ve yetersiz bir yol ile yapılması kadar, yörede çok sayıda doğal ve arkeolojik sit alanı bulunmasından kaynaklanmaktadır. Tipiklik Ormanlar Maki Frigana Vadi tabanı Kıyı kumul -Liquidambar orientalis (Sığla Ağacı) relik endemik olması ve Phoenix theophrasti (Datça Hurması) çok sınırlı yayılış göstermesi ile özel öneme sahiptir. Büyüklük Türlere özgü populasyon büyüklük çalışması yapılmamış olmakla birlikte Pinus brutia için yayılış belirlidir. Ayrıca kuş türleri için sayısal değerler verilmiştir. Çeşitlilik Datça Bozburun yarımada karakteri nedeniyle kuzey kesimleri ile güney kesimleri arasında bariz farklılıklar vardır. Yerleşimler Tarım alanlarına ilişkin tipiklik örnekleridir. Özel Önem Datça Bozburun Hirunda rustica; (Kır kırlangıcı) Hirunda daurica; (Kızılsırtlı kırlangıç) Merops apiaster; (Arı kuşu) Apus apus; (Karasağan) ve Apus melba; (Akkaranlı sağan) göç yolları üzerinde bulunmaktadır. Yarımada bu yönüyle önemlidir. Diğer yandan; Falco elenoroae (Karadoğan) Falco peregrinus (Gökdoğan) Falco naumanni (Küçük kerkenez) Hieraaetus fasciatus (Tavşancıl) Larus audoinii (Ada martısı) Phalacrocorax aristotelis desmarestii (Tepeli karabatak) Datça Yarımadası başta olmak üzere, yörede bulunan önemli kuş türleridir. -Monachus monachus (Akdeniz Foku) Datça Yarımadasının civarında yayılışa sahiptir. -Kocadağda bulunan Capra aegagrus (Yaban Keçisi) Türkiye için en batıdaki yayılışa sahiptir. -Lutrafutra Hisarönü’nde yayılış göstermektedir. Yörede 167 karasal omurgasız (böcek),110 balık türü, 4 ikiyaşamlı türü,27 sürüngen türü,123 kuş türü,45 memeli türü belirlenmiştir. Yöre’ de 1047 bitki türü saptanmıştır. Bitki türlerinin 57’ si endemiktir. Süreklilik ve Değişkenlik Yörede bitki türleri açısından, özellikle, ağaç formları açısından süreklilik ifade edilebilir. Pinus brutia iyi bir örnektir. Diğer yandan her iki yarımada da homojen değildir. İnsan etkisi ile ekolojileri değişime uğramıştır. önceliklerinin üzerine, geri dönülmez taleplerin gelmesi ihtimalidir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 89 Yeşil Binalar Çevrecilik Anlayışını Arttırıyor Yılmaz Deniz Aydemir Araştırmalara göre binaların çevresel farkındalığı öne çıkartacak yapıda tasarlanması, insanların sürdürülebilirlik bilincini arttırıyor ve daha çevre dostu kararlar almasını sağlıyor. Araştırmalara göre binaların çevresel farkındalığı öne çıkartacak yapıda tasarlanması, insanların sürdürülebilirlik bilincini arttırıyor ve daha çevre dostu kararlar almasını sağlıyor. müzde de aktif olarak eylemlerini sürdüren bu gruplar, çevrecilik kavramını hükümet politikalarına entegre etmiştir ve doğayı tahrip edici bazı kararların engellemesini sağlamıştır. Günümüzde, modern çevre hareketi olarak ele alınan kavram, aslında üç aşamalı uzun bir süreç sonrası ortaya çıkmıştır. Rachel Carson’un tarım alanlarında kullanılan, insanlar ile doğal yaşam için tehdit oluşturan toksik maddelerin kuşlar üzerindeki etkisini anlattığı 1962 tarihli “Sessiz Bahar” kitabı modern çevreciliğin ilk aşamasının başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Carson’un kitabı, küresel sorunlara yol açabilecek çevre kirliliğinin insanlığı ilgilendiren en önemli konular arasına alınması gerektiğini öne sürmüştür ve tüm dünyanın dikkatini çevrecilik kavramına yönlendirmiştir. Bu kitabın yarattığı farkındalık sonucu aşırı tüketimin bir yan ürü olan toksik maddeleri, daha genel anlamda çevre kirliliğini engellemeye yönelik hukuki düzenlemeler başlamıştır. Çevre hareketinin geldiği son aşama ise çevre kavramının yaygınlaşarak, insanların yaşam tarzını değiştirmeyi ve yenilikçi fırsatlardan yararlanmayı öneren bir hal almıştır. Yani çevre hareketleri sonucunda çevrecilik, bir bilim alt dalı olmaktan öte dünyayı bekleyen felaketleri önleme ve geleceği değiştirme çabasına dönüşmüştür. Çevre hareketinin ikinci aşamasını ise dünyadaki kirliliğin olumsuz etkilerine tepki vermek için örgütlenen insan toplulukları oluşturmuştur. 1970’lerin başlarında yaygınlaşan ve çevre alanında çalışan sivil toplum örgütleri, gündemlerine nüfus artışı, nükleer silahlar, geri dönüşüm, hava/su kirliliği, doğal hayatın korunması gibi konuları almıştır. Hala günü- 90 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Çevrecilik kavramı bu yönde bir gelişim gösterse de ABD’li Michael Shellenberger ve Ted Nordhaus tarafından 2004 yılında kaleme alınan “Çevreciliğin Ölümü” adlı denemede tüm Doğayı koruma hareketinin ilk savunucuları arasında yer alan en etkili isimlerinden biri olan şair Walt Whitman, aşırı kalkınmışlığın yol açtığı kirlilik yüzünden boğulma noktasına gelmiş şehir alanlarının parka dönüştürülmesi fikrini sunmuştur. Şair, betonarme şehrin içinde yer alan doğal yaşam alanlarının insanları daha çevre dostu kararlar almaya iteceği görüşündedir. Whitman, uzun mücadelesinin sonunda ABD’nin New York eyaletinde yer alan Brooklyn’e alandaki ilk büyük şehir parkının yani Fort Greene Parkı’nın (o dönemdeki adıyla Washington Parkı) açılmasını sağlamıştır. 19. yüzyılda başlayan doğayı koruma çabaları, dünyanın her yerinde parkların ve koruma alanlarının oluşturulmasını sağladı, kısmen de olsa şehir içlerindeki ağaç tahribatını önledi ve yaşam alanlarının korunmasına yardımcı oldu. Günümüzde ise bu düşüncenin etkisi giderek yaygınlaşan yeşil binalarda görülmektedir. Yeşil binalar, ya doğrudan inşaat ediliyor ya da mevcut binaların geri dönüştürülmesi ile yeniden yapılandırılıyor. Mevcut binalar, enerji verimli hale getirilerek oluşan karbondioksit salınımlarını azaltıyor ve bina çevresindeki yeşil alanların arttırılmasıyla da iklim değişikliği ile mücadeleye olumlu katkı sağlanıyor. Peki, doğal kaynakların korunmasında ve enerji verimliliğin artmasında önemli bir rol oynayan yeşil binalar, dünyadaki hava, su ve vahşi yaşamı koruma alanında atılan olumlu adımların günümüzde kültürel ve politik değişime yön veremediğinden bahsedilmektedir. Yazarlara göre 21. yüzyıl içinde görülen küresel ısınma ve doğal yaşam alanlarının tahribi, 1960’larda gelişmeye başlayan çevre hareketine kıyasla daha karmaşık ve küreseldir; bu yüzden ekonomi, kültür ve siyasi hayatın da aynı şekilde derinden dönüşmesi gerekmektedir. Ayrıca çevrenin ve çevreciliğin, bu durumun aşırı getirisini fark eden çıkar gruplarının elinde adeta bir teknoloji durumuna indirgenmesi ve tekno-bilim parantezi içinde Yaşadığımız atmosfer, aldığımız kararları yönlendiriyor. Çevreciliğe siz değil, bulunduğunuz yaşam alanı karar veriyor. pazarlanabilir bir meta haline dönüşmesi günümüzde çevreyi insanların milyonlarca yıldır tanış oldukları çevre kavramının dışına çıkartmaktadır. Yeşil ekonomi adı altında yükselen bu piyasa, ortaya çıkardığı soruna, bir pazar çözümü sunduğundan dolayı daha fazla tüketime yönlendirdiği, temel sorunla ilgili bir çözüm getirmediği için eleştirilmektedir. Ancak bu iddialara da farklı görüşler ve yanıtlar gelmiştir. Geniş anlamda modern çevre hareketi, ekonomik büyümenin, sık sık ‘hayat kalitesi’ diye atıfta bulunduğu aşırı tüketimi kontrol altında tutmayı ve etkilerini en aza indirmeyi önerir. Yani kalkınmayı sürdürülebilirlik bakış açısı ile düzenler ve verimliliği ön plana çıkarır. Bunun gerçekleşmesi için de toplumda çevresel bilincin oluşması gerekmektedir. Farkındalığın artması doğayı korumanın temel esaslarından biridir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 91 tıpkı parklar ve doğal yaşam alanları gibi insanlara bir çevre bilinci sağlıyor mu? British Columbia Üniversitesi Psikoloji Bölümü, bu doğrultuda yola çıkarak yeşil binaların insan psikolojisi üzerindeki etkisini konu alan bir araştırma gerçekleştirdi. Kültürel olguların sonraki nesillere aktarılması için değiştirilmesi gerekir hipotezinden yola çıkan araştırmacılar, üniversite kampüsünde yer alan sürdürülebilirlik anlayışı ile inşa edilmiş araştırma enstitüsü ile eski bir yapı olan öğrenci birliği binasında bulunanların davranışlarını gözlemleyerek yeşil binalar ile insanların çevrecilik anlayışı arasındaki ilişkiyi aradı. Çevreye değer vermeyen anlayışın, çevreci bir bakış açısı ile değiştirilmesi, çevre hareketinin tarih boyunca karşılaştığı en büyük zorluklardan biri olmuştur. Ayrıca bu konuda gerçekleştirilen araştırmaların çoğu bireysel davranışı kapsamaktadır, hedefte genel olarak kitlesel değişimler yer almamıştır. Ancak insanların bilinç ve olgularının oluşumunda ilk olarak yaşadıkları çevreden ilham aldıkları bir gerçektir. Daha önce sağlık, eğitim, topluluk bilinci ve tüketici davranışı üzerine yapılan araştırmalarda bunu işaret etmektedir. Bu yüzden, yeşil binaların çevrecilikle ilişkisi ana hedefe ulaşılması açısından önem kazanmaktadır. Bu dönemde; yeşil binalar ve çevrecilik anlayışı çerçevesinde tasarlanan yaşam alanlarının yaygınlaşması; mevcut binaların dönüştürülmesi veya altyapıların sürdürebilirlik ilkesi ile düzenlemesi, toplumun davranışını büyük ölçüde değiştirebilir. 92 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Araştırmaya konu olan ilk bina (Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi) yeşil bina anlayışı çerçevesinde inşa edilmiştir ve türünün en başarılı örneklerinden biridir. Örneğin merkezde yer alan kafeteryada pet şişe kullanımına izin verilmemesi gibi bazı kısıtlayıcı önlemlerin yanında hammaddesi geri Çevreci tasarımlar, çevrecilik anlayışını yaygınlaştırıyor ve insanları bu yönde tercihlere itiyor. dönüştürülmüş maddeler olan mutfak aletleri gibi ilham verici yaklaşımlar da bulunmaktadır. Aynı zamanda gıda ürünlerinin üzerinde karbon ve su ayak izlerinin yazıldığı etiketlenmeler mevcuttur. Öğrenci Birliği Binası ise geleneksel tarzda inşa edilmiş, yeşil bina ölçütlerinin dışında ve çevreci yaklaşımları olmayan bir binadır. Buna rağmen üniversite yönetiminin aldığı karar sonucunda binanın kafeteryasında atıkların yerinde ayrışmasını sağlayan geri dönüşüm kutuları bulunmaktadır. Haftalarca süren gözlem sonucunda Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi’ndeki öğrencilerin % 86’sının, Öğrenci Birliği Binası’ndaki öğrencilerin ise % 58’inin geri dönüştürme işlemi için uygun kutuları seçtiği fark edilmiştir. Ayrıca araştırma kapsamında gerçekleştiren bir mini anket ile de geri dönüşüm yapan öğrencilerin bunu bir zorunluluk olarak değil de gereklilik olarak ele aldıkları görülmüştür. Araştırma merkezindeki öğrencilerin büyük bir kısmı çevrecilik anlayışı ile hareket ettiklerini belirtmiştir. Öğrenci Birliği Binası’nda kendini böyle ifade edenlere kıyasla bu sayı daha fazladır. Kısacası, sürdürülebilirlik kavramı ile tasarlanmış bir yapıda günün belirli saatlerini geçiren gençler, çevre hareketinin arzu ettiği türde davranış sergilemektedir. Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi / British Colombia Üniversitesi Araştırmacılar, bu ilişkiyi anlamak için üniversite kampüsünde yer alan ve birbirinden farklı yapıları ile dikkat çeken iki binayı ele almıştır. Bilindiği üzere üniversite kampüsleri, öğrenimin belirli bir süre olmasından dolayı geçici bir nüfusa hizmet etmektedir. Ayrıca öğrenciler ve çalışanlar kampüste günün belirli saatlerinde bulunduğundan dolayı gerçekleştirdikleri faaliyetlerin sayısı da sınırlıdır. Bu nedenle araştırmacılar öğle yemeklerinde oluşan atıkların bertarafını özellikle incelemeye almıştır. Bu atıkların yerinde ayrıştırılarak doğru atık kutusuna atılması bina yapısından daha çok tüketicilerin seçimine bağlı olarak gerçekleşmektedir. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 93 Bu davranış biçimi, sıcak iklimlerde yer alan insanlar genelde sıcakkanlı olurlar genellemesi ile paralel tutulabilir. Sonuç olarak şehirleşmenin hızla arttığı bu dönemde yeşil binalar ve çevrecilik anlayışı çerçevesinde tasarlanan yaşam alanlarının yaygınlaşması, mevcut binaların dönüştürülmesi veya altyapıların sürdürebilirlik ilkesi ile düzenlemesi toplumun davranışını büyük ölçüde değiştirebilir. Yaşadığımız atmosfer, aldığımız kararları yönlendiriyor. Çevreciliğe siz değil, bulunduğunuz yaşam alanı karar veriyor. Çevreci tasarımlar, çevrecilik anlayışını yaygınlaştırıyor ve insanları o yönde tercihlere itiyor. 94 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 DENEME ŞEHRİN BÜYÜKLERİ AYTEKİN AYDIN Büyükler hakkında laf edebilmek için büyüklük hakkında da laf söyleme yetkinliği kazanmak gerekli; bu konuda ilk yazı sanırım konuyu etraflıca tartışması noktasında Eflatun’a ait. Eflatun Diyaloglar’da (şimdi ismini hatırlamadığım Menon veya Faidon’dan biri olabilir) bizim bir büyüklüğü tanıyabilmemiz için aynı cinsten en boy ve derinliği farklı olan başka şeylere ihtiyacımız vardır demektedir. Yanı Eflatun bir büyüklüğü; biz yine aynı cinsten bir büyüklükle tespit edebiliriz ancak demiştir. Büyüklüğün bizim hayatımıza girişi, biz istesek de istemesek de böyledir. İkinin büyük olmayı temsil ettiği yer; birin yanındır. Büyükbaba babadan daha büyüktür. Mevlana manevi büyüğümüzdür ve biz bu büyüklüğü yürek ölçüsü ile biliriz. Cengiz’de büyüktür ve ülke fethetme açısından bakıldığında; İskender’den daha oylumlu bir yere kurulabilir. Bu minval üzere gidildiğinde, nitelikleri farklı olsa da büyük şehirlerimiz vardır. Mesela Mardin büyük şehirlerimizden birisidir. Meğer ki ölçek seneler olsun. Ama manevi bir iklim solumak isterseniz Konya ve Urfa büyük şehirleriniz arasına girer. Başka hangi şehir vardır ki bu illerle boy ölçüşebilsin. Oysa İstanbul bir başka büyüklüğü taçlandırır şehirler arasında, ekonomik büyüklüğün, bina hacmi açısından büyüklüğün, nüfus olarak büyüklüğün, kısaca bir şehrin maddi büyüklüğünü verecek bütün ölçütlerin büyüklüğünün tanımlandığı yerde hemen herkesin karşısında göreceği şehirdir. Şehirler büyüktür lakin şehirlerin de büyükleri vardır; Eyüp Sultan gibi, Şeyh Edebali gibi, Somuncu Baba gibi. Geçmişimizde eli kalem tutanlar, mürekkep yalamışlar, ediplerimiz, şehirler hakkında ‘Şehrengizler’ yazmışlar. Şehrengizler, şehrin dertlerini dert edinen, onların mahremlerinden ve aşikarlarından bahsederken, yazıldığı şehrin adıyla anılıyorlar. Mesela, Edirne Şehrengizi, Edirne’nin sırlarını, acılarını sevdalarını, esiklerini ve tamlıklarını anlatıyor, bir doktor reçetesi gibi. Şehrengizler, bildiğimiz kadarıyla, kendisinden bahsedilen şehrin güzelliklerini anlatan eserlerdir. Biraz hak yiyorlar ama olsun, devletiniz ebet- müddet olarak anılınca tanışık olduğunuz şeyde güzelin fevkine fazlaca uzanamıyor. “Şehrin güzelleri” sadece o şehrin “dilber” leri midir, diye bir soru akla gelebilir ilk etapta. Bir kadından Rabia hariç şehrin büyüğü olabilir mi diye düşünebilir insan. Ama Erzurumlu Kara Fatma gelir. Bir zihin yoklamasıyla fırtına gibi girer şehre ve bir büyük olarak dimağımıza çakılır. Şehrin büyükleri kimlerdir? Onları nasıl tanıyabiliriz? İsterseniz geçmişten günümüze şehrin büyüklerinin sahip oldukları bazı isimlere göz atalım: Kral, şah, padişah, şeyh, melik, diktatör, tiran, reis, başkan, lider, nemrut, firavun, sezar, karun, führer, duşe, şef, mele, müfret, müstekbir, lort, dük, patron… İşte bunlar, şehrin ve şehirlerin ekonomik ve siyasal gücünü elinde bulunduranlar. İşte bunlar, mal-mülk ve makamca belli bir yer edinmiş, belli bir misyon kazanmış olanlardır. Büyüklerimiz deyince aklımıza gelenlerdir onlar. Protokol sırasında yerleri belli olanlardır. Silahı, parası, makamı, malı, mülkü olanlardır. Kimileri fraklı brahmanlardır, kimileri üniformalı kşatriyadır. Üst kastların mensuplarıdır. Aklımıza hep gelenlerdir. Evet bir ağaç bazen bir şehirle aynı büyüklüğü paylaşabilir, bazen bir taş tanıklık ettiği şey nispetince bir şehre adını verebilir. Bazen iki ırmak arası Mezopotamya olup şehri ve toprağı aşan bir unvanı tarihe altın harflerle yazıp, insanı niteliksel açıdan dönüşüme uğratabilir. Büyüklük tarif edilmeye başlanınca sizi farklı yerlere davet eden bir kavram olup hemen dönüşüme uğratabilme özelliğine sahip. Şehrin büyükleri derken kastımız tarihi görkeme sahip doğal unsurlar (Bursa’daki yaşlı ağaçlar) veya tarihi değer taşıyan yapılar (camiler, medreseler, hanlar) olabilir… Değil. Değilse, çocuklar haricinde belli bir yaş ortalamasındaki insanlar olabilir. O da değil. Öyleyse, gökdelenleri, dev sanayi siteleri, banka binaları, resmi binalar ve alış veriş merkezleri olabilir… Fakat onlar da değil. Peki nedir şehrin büyüklerinden kastımız? Şehrin büyükleri, şehrin ulularıdır. Nedense hiç gelmez ve gelmeyecektir, şehrin büyükleri derken aklımıza, Yunus Emre, Mevlana, Nasreddin Hoca, Ak Şemseddin ve onların günümüzdeki benzerleri… 96 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 İÇE DOKUNAN ADAMLAR Johann Wolfgang Von GOETHE Ondan sonra şiirle uğraşanlar, edebiyat derdine düşenler, başkalarına kalıcı bir şeyler anlatmak isteyenler mutlaka onunla hesaplaşmak, kendilerini onun durduğu yere ve aldığı konuma göre tanımlamak zorundaydılar. Şiirden dramaya, romandan bilime kadar farklı alanlarda orjinalitesini ve yetkinliğini ortaya koymakla kalmayıp, edebiyat dünyasında nadir görülen bir şekilde, bir çok ahlakçıyı kıskandıracak, abide bir şahsiyet olarak da kemalat noktasına yakın bir yerde duruyordu. Bilgi ile bilgeliğin arasında derin bir ayrım çizgisi çekerseniz Goethe bilgelik tarafında kalan Batı yazın dünyasının Dante Alighieri ve William Shakespeare ile birlikte en önemli üç isminden biri olarak belirir. İşte Avrupa’nın bu en önemli üçlüsünden belki de en büyüğü olan Goethe, Alman dilinde bilgeliğin uç verdiği, bilim, lisan ve felsefeyi bir ve aynı potada toplayıp insanlığın ortak birikimine armağan eden bir kişi olarak kendini gösterir. Elbette ki 98 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 Goethe’den sonra da bu dilde önemli şair ve düşünürler geldiği gibi, ondan önce de bu dilin önemli temsilcisi olan yazarlar ve düşünürler mevcuttur. Bu bağlamda; Gottfried Leibniz ve İmmanuel Kant ile felsefenin doruklarına ulaşan ve özellikle Kant ile terimsel haznesine yaklaşık 200 tane kavram katan Alman Dili, Goethe ile farklı alanları da kendi çerçevesine alarak; şiir, nesir ve nazmın doruklarına doğru lirik bir şekilde kanat çırpmaya başlar. Dilin inceliklerini ve ifade gücünü zamanının en son sınırlarına kadar kovalayan Goethe, ifadenin ne kadar rafine olabileceğini ve bir kelimenin (kavramın) ne kadar yük taşıyabileceğini adeta kendi lisanı dahilinde araştırıyordu. Goethe, yukarıda da bahsedildiği gibi Batı şiirinin en derin vadilerinden akan belki de en berrak söyleyiş biçimine ulaşmış şairlerinden biri veya birincisidir. Sadece Batı şiirinde değil dünya şiir muktesebatını araştırmak adına yapacağınız arkeolojide; kesinlikle Goethe’ye önemli ve hak edeceği derecede yer vermek zorundasınız. Goethe’nin dili yukarıda da kısmen değinildiği gibi sadece şiirin imkanlarını kullanmakla kalmaz buna ilaveten edebiyatın diğer alanlarında da dolaşarak o alanlardan aldıklarını bir terkip altında diğerleriyle birleştirerek erişilmesi güç bir senteze ulaşır. Goethe’yı bildikten sonra şu yargıya varmak daha kolay olur şöyle söylenebilir: Bir dil bir yazarla imtihan edilebilir ve bir dile ait olan bir çok ayrıcalık onu kullananlar tarafından paradoksal bir şekilde dile tekrar tekrar hediye edilir. Goethe, kendinden sonra geleceklerin aydınlanması için, yakıtı kelimeler olan büyük bir çoban ateşi yakmıştı. Ondan sonra şiirle uğraşanlar, edebiyat derdine düşenler, başkalarına kalıcı bir şeyler anlatmak isteyenler mutlaka onunla DAĞ PINARI Sevinç, sevinç berraklık Yıldız, yıldız parlaklık O ki bir dağ pınarı Bulutlar üstü aklık Yücelik eşiği Yamaçlar, loş kuytular Melek sallar beşiği, Nur içinde uykular Semada bir coşkunluk Dar geçitler vadiler Her pınar oluk, oluk, O pınara erdiler hesaplaşmak, kendilerini onun durduğu yere ve aldığı konuma göre tanımlamak zorundaydılar.Bir kere Goethe, edebiyat dünyasında kişisel olarak, diğer kalem erbabından farklılık içeriyor, şiirden dramaya, romandan bilime kadar farklı alanlarda orijinalitesini ve yetkinliğini ortaya koymakla kalmayıp, edebiyat dünyasında nadir görülen bir şekilde, birçok ahlakçıyı kıskandıracak, abide bir şahsiyet olarak da kemalat noktasına yakın bir yerde duruyordu.Böylelikle okuyucuları indinde, sadece yazdıkları ile etkili olmakla kalmıyor, birçok kişinin insan olarak da örnek alabileceği yapısal özellikleri kendi bünyesinde taşıyordu. Asıl adı Johann Wolfgang Von Goethe olan şairimiz, 28. 08.1749 yılında Almanya’nın Frankfurt şehrinde dünyaya geldi. Babası varsıl sayılabilecek birisi ve meslekten hukukçu olmasına rağmen hukuk mesleğini icra etmemiş, fakat ailesinin en iyi şartlarda yaşaması için elinden geleni yapmış ve bunu hakkıyla becerebilmiş bir kişidir. Johann Caspar Goethe adıyla maruf olan baba Goethe, statüyü seven fakat ileri görüşleri ile tanınmış biri olmanın yanında ailesine de oldukça düşkün biri idi. Bununla beraber şairimizin annesi, Catherina Elisabeth adında bulunduğu ilin itibarlı bir ailesine sahip müşfik, anaç ve hayat dolu bir kadın idi. Ayrıca sözkonusu çocukları olduğunda anlatmayı ve etkilemeyi seven birisi oluyordu. Böylece Goethe, sevgi saygı dolu bir evde doğmanın yanı sıra okuma ve yazmanın en geçer akçe olduğu bir atmosferin içinde kendini geliştirme imkanına kavuşuyordu. Bir taraftan anne saatlerinde, masala ve gizemin o derinleşen dünyasına çekiliyor diğer taraftansa babası cihetinde gerçeğin bütün yüzlerini tanımaya çalışarak dünya alıştırmaları yapıyordu. Küçük Goethe, babasının engel oması için değil ama, çivi çiviyi söker anlayışı gereği önüne koyduğu duvarları annesinden edindiği hayalin ve rüyanın engel tanımaz zenginliğiyle aşmasını beceriyordu. Batı medeniyetine temel teşkil eden dilleri bilmenin yanısıra, kadim doğunun medeniyet ve edebi dillerini de öğrenmişti. Ne varsa dünyasına giren onların hepsini kendi iç aleminde zenginleştirip soylu bir hale getiriyordu. Sporu ve dansı sevmekle kalmıyor, ayrıca çellonun yanında iyi derecede piyano çalmayı da becerebiliyordu. Nefesiyle yeşermiş, Çimenler ve çiçekler, Gümüş ışıklar sermiş, Onun yolunu bekler Pınarlar haykırıyor; “Sakın bırakma bizi! Çöller kızgın, akmak zor Kum yutar hepimizi” Peki der dağ pınar’ı Toplayıp pınarları Kabarır, coşar,taşar Yeni ülkeler aşar Doğar geçtiği yerde Şehirler, mamureler Nakışlar mermerlerde, Alev uçlu kuleler Bağlılarını taşır, Eteğin Rahman’a Yürür, gider, karışır O ilahi Ummana” İmtiyazlıydı, kendisine özel öğretmenler tutulacak kadar, kütüphanesine binlerce kitap alınıp onun istifadesine sunulacak kadar kendisine özen gösterilen birisiydi. Evet ayrıcalıklıydı bu doğru, ama o, ayrıcalıklı olmanın ona verdiği imkanları, başkalarının ve kendinin yararına kullanmasını bilen ender insanlardan biriydi aynı zamanda. Hayat devam ediyor ve buna istinaden küçük Goethe’de yavaş yavaş büyüyorMAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 99 du, çocukluk yıllarına denk gelen öğrenimini, devlet okullarında geçirmekle birlikte sonraki dönemlerinde Leipzig’e gidip o çok sevdiği babasının izini takip ederek hukuk öğrenimini tamamlamıştır. Daha sonraki yıllarında ise babasının da yardımı ile hukuk asistanlığı yapmaya başlamış buralanda da gözleri kamaştıracak derecede başarılı işlere imza atmıştır. Hayat bazen insanı en onulmaz bir anda ve hiç hazırlıksız yakalar, Goethe aslında iyi bir hukukçu olacakken meslekten bir arkadaşının nışanlısı ile tanışarak ona aşık olur. Hayatın bu çapraz geometrisi onu kendi cenderesine alıp sıkmaya başlarken, diğer taraftan ona farklı fırsatlar dünyasının da kapısını ardına kadar açıyordu. Bu aşkın kendisine göre olmadığını bilen, arkadaşının nışanlısına aşık olmaması gerektiğini kendi ahlak yasasına iliştiren Goethe, bu aşktan ve mesleği olan hukuktan kaçarak, “Genç Werther’in Acıları” romanı ile kendini edebiyatın kıyısız köşesiz kucağına atıyordu. Artık onunla birlikte Alman dilinde şiir ve edebiyat daha değişik bir mecraya doğru evrilecek kendine yeni yerler arayıp bulacaktı. 1770 yılında annesinin ve kızkardeşinin bakımı altında 1768 de başlayan, uzun süreli ağır bir hastalık geçiren Goethe, yine 1770 yılı içinde Arnette ismindeki ilk şiir kitabını yayınladı. Artık Frankfurt’tadır ve sağaltım süreci burada tamamlanacaktır. Bundan sonra yine aynı yıl, yanı 1770’te Strasburg’a giderek eğitimine burada devam etti. Goethe edebiyatı böylelikle karşı taraftan hiç de edebi olmayan ile çok sağlam bir biçimde desteklemesini bilmiştir. Edebiyatın sakinleri arasında o güne değin görülmeyen kavram ve kelimeleri, farklı kategorilerden edebiyat alemine davet etmekle mümkün olan bu davranış biçimi; edebiyat dünyasında ancak bir makas değişimi, köklü bir farklılaşma olduğu zamanlarda görülmüştür ki, Goethe’de şiiriyle, mektuplarıyla ve düzyazı eserleriyle Alman edebiyatında esaslı bir makas değişiminin adıdır. Goethe, döneminin en önemli yazarlarından bir olan Friedrich Schiller’in çıkardığı bir dergiye, yine bu genç yazarın daveti üzerine yazmaya başlar. İki yazar bahsi geçen dergide hem sanat anlayışlarını hem de yeni yazmakta oldukları eserlerini neşrediyorlardı. Goethe’nin bu esnada dünya edebiyatı için bir şaheser niteliğinde olan Faust isimli eseri, bu dergide tefrika ediliyordu. Daha sonraki yıllarda şairimiz, dergi ve düşünce ve edebiyat arkadaşı genç Schiller’in ölümüyle fazlasıyla sarsılıyordu. Goethe, doğa bilimleri dahil felsefi ve diğer ilmi konulardaki yetkinliğinin yanısıra, renkler vesilesiyle optiğe karşı da oldukça büyük bir ilgi duyuyordu. Alman dilinin bu anıtsal yazarı yaşlanmasına aldırmaksızın ve evli olmasına rağmen bazı gönül maceralarına da girmiyor değildi. Goethe, devlet görmüş ender düşünür ve edebiyatçılardan biriydi, kendisi bu çerçevede Weimar’da Dük’e özel danışmanlık yapmıştır. Daha sonrasında maliye bakanı olarak devam ettiği devlet adamlığında, devletin mali durumunun düzelmesi için çaba sarfetmiş ve bunda da bir miktar başarı sağlamıştır. Goethe 2000’in üzerinde mektup yazmış olup bu konuda oldukça meşhur olmuş yazarlardan biridir. Mektup yazmak onun için nefes alıp vermek gibi bir şeydir. Duygularını çok kolay ve iki kişi arasındaki gerçekliğe en fazla yakın olan bir mesafede ifade eder. Onun doğallığı karşıdaki insanda, kendini -olmakta olan- bir olay niteliğinde gösterir ve bu duygu üzerinden okuyanını aynileştirir. Goethe’de diğer bazı edebiyatçılarda olduğu gibi kilise ile başı hoş olmayanlar- 100 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 dandır. Lakin buna mukabil İslam Dini ile oldukça alakadar bir durumdadır ve 23 yaşından beri Kur’an okumaları yapmıştır. Hatta daha da ileriye gidip Kur’an üzerine tefsir çalışmalarında bulunmuştu. Bu hususta Herder’e yazdığı bir mektupta şu şekilde yakarışta bulunduğu söylenmektedir; “Kur’an’da Musa’nın dua ettiği gibi sana yakarmak istiyorum: Ya Rabbi, benim şu dar göğsümü aç ve sana doğru genişlet”. Bütün bunların adamı olarak Goethe, daha sonra bu hayran olduğu medeniyetin dili olan Arapça’yı öğrenip haricindeki diğer dilinin en büyük lirik şairi olan Şiraz’lı Hafız’ı mercek altına alarak Farisilerin bu büyük edibinden oldukça fazla etkilendi ve kendisini onun bir çırağı olarak görmeyi şeref olarak niteledi. Şairimiz yazmış olduğu Doğu-Batı Divanı adlı eserde doğunun bütün erdemlerinden İslam ve Hz. Peygamber bazında söz ederek, adeta kendinden sonra geleceklere bir irşat kapısı aralamış oluyordu. Bu büyük yazar, yaşadığı dünyanın bütün önemli uğraklarının hepsini ziyaret ederek araştırmanın ve namusun mayasını aynı düzlemde bir araya getirdi. O aynı zamanda Dr. Faust ile birlikte tecessüsün Avrupa yakasında nasıl da kendini Mefistofones’te işaretlediğini en bariz etkileriyle ortaya koyuyordu. Artık Ortaçağ’dan çıkmış olan Avrupa insanı, kul olmanın sınırlarını genişletip teknik olarak birey olmakta karar kıldığında, kaidesi üzerine yerleştiği bütün özelliklerle birlikte olmanın ve tanımlanmanın yekün semeresi karşısında ruhunu kolaylıkla şeytana satabiliyordu. Avrupa insanı artık bu demekti ve artık günümüzde bizim coğrafyamızda da arzı endam eden bu insanı ilk defa Goethe açığa çıkarıyordu. Artık her şey, (sadece başarı için değil) her şey için mübahtı. Auserwählte Frauen Frauen sollen nichts verlieren, Reiner Treue ziemt zu hoffen; Doch wir wissen nur von vieren, Die alldort schon eingetroffen. MÜSTESNA HANIMLAR Hanımlar da bir şey kaybetmiş değiller, Temiz, sadakatli olanlara Cennet yakışır. Biz, bunların dördünü zaten biliyoruz. Cennet’de onlara heryerde rastlanır. 5Erst Suleika, Erdensonne, Gegen Jussuf ganz Begierde; Nun, des Paradieses Wonne, Glänzt sie, der Entsagung Zierde. Evvela, dünya güneşi Züleyha, Şan ve şerefden vazgeçerek Yusuf’a meyleden Züleyha Şimdi Cennet’in hazzını tadıyor. Dann die Allgebenedeite, 10Die den Heiden Heil geboren Und getäuscht, in bittrem Leide Sah den Sohn am Kreuz verloren. Herkesin takdis etdiği, Fundalıkda doğum yapıp necat bulan, Oğlunu çarmıhda görünce de Acılar içinde kıvranan Meryem. Mahoms Gattin auch, sie baute Wohlfahrt ihm und Herrlichkeiten, 15Und empfahl bei Lebenszeiten Einen Gott und eine Traute. Kommt Fatima dann, die Holde, Tochter, Gattin sonder Fehle, Englisch allerreinste Seele 20In dem Leib von Honiggolde. Diese finden wir alldorten; Und wer Frauenlob gepriesen, Der verdient an ewgen Orten Lustzuwandeln wohl mit diesen. Hem de Muhammed’in hanımı, O’na Saadet ve şan u şöhretler bahşeden, Ömür boyu var ve bir olan Allah’a inanan Pek aziz ve sevgili Hatice. Sonra kıymetli kerimesi Kızı, kusursuz zevce, Bal sarısı narin vücudlu Temiz, melek kalbli Fatıma. Kim dünyada hanım sever hoş ederse, O kimse ebedi hayatı kazanır. İşte onları orada buluruz, Onlarla birlikte zevk ü sefa içinde oluruz. Hayat onun bedeninde gizli şeyleri açığa çıkarmakta ve bir şeylerin en oylumlu derslerini vermekte artık yorulmuştu. 22. 03. 1832 yılında Weimar’da 83 yaşında gölerini hayata yumuyordu. Uzun sayılabilecek ömrünü hakikat avlamakla geçiren Goethe’nin, öldükten 157 sene sonra, Almanya’da yaşayan Müslümanlar tarafından1989 yılında gıyabında cenaze namazı kılınmıştır. Ne diyelim nur içinde uyu Üstadım. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 101 İNSAN VE ESER Aklın Sınırlarına Doğru Yolculuk 1950 OSMAN MİMAROĞLU Halihazırda yaşayan bir mimar Zaha Hadid. Daha önce sayfalarımıza davet ettiğimiz diğer mimarlardan en azından bu özelliği ile ayrılmakta. 31 Ekim 1950 tarihinde Bağdat’ta doğuyor. Kökenleri Irak’ı göstermesine rağmen o bir İngiliz vatandaşı. Sadece mimarlıkla ilgilenmemiş olup ömrünün ilkbaharında Lübnan’ın başşehri Beyrut’ta bulunan Amerikan üniversitesinde matematik tahsil etmiştir. Sonrası Mimarlık ve bu dalda almış olduğu bir çok ödül var. Hem de ödülü almanın günümüz şartlarında zorlaştırılmış bir pozisyona denk gelmesine rağmen. Mimarlar dünyasında bir kadın; etkili, sesi gür ve çizgilerinin albenisi var. Birilerinin ne yaptığı kadar ne olduğunun da önemli olduğu mimarinin bu imajla yüklü dünyasında Arap, hatta Ortadoğulu olup ta kendini kabul ettirmek pek o kadar kolay olmasa gerek. Tabi hakimlerin dünyasına girmek için, ayrıksı bir unsur olmak yetmiyor, ayrıca hem egemenlerin kendi dilini kullanmak gerekiyor, hem de onların devamı olduğunu belirten algının bütün yönelimlerini, yedekte bulundurmanız her şeyden önemli bir duruma geliyor. Tanıma ve tanımlamanın dünyası, egemen kültürün kendi havzası dahilinde yapılabilecek bir eylem biçimi. Bu nedenle siz, kendi kültürünüzün parametrelerini kullanamazsınız. Velev ki haddi aşıp böyle bir şeye yeltendiniz, o zaman kendi parametrenizi egemenlerin paradigmasına uygun hale getirmeniz gerekli. Yoksa adı bilim de olsa, sanat da olsa kimse size o mabedin kapılarını kolay kolay açmanın taraftarı değildir. Elbette çokça Faustien (kendi ruhunu şeytana satmış) bir evrenin içinde bulunuyoruz: Ya tanımsızsınız ya da Mefistofones’e ruhunuzu satıp karşılığında ondan bir miktar tanım alabilirsiniz. Hadid ve diğer bazı mimarlarda da görüldüğü gibi, sanatın mimari kısmında zor bir felsefenin (Dekonstrüksiyon: yapıbozum) sözcüsü gibi görüyor kendini. Dekonstrüksiyon, felsefi dünyada daha çok Derrida ile kendisine yer edinen bir kavram ve oldukça netameli. Heidegger sonrası dünyada, özellikle bu dünyanın Fransız Felsefesi adasında dilin ve sözün almış olduğu öncelik, diğer varlık alanlarını da büyük bir etkiyle kendine doğru büktü. Bu felsefe ile birlikte artık bir şey kendiliğinde şey değildir. Onun başka ve farklı bir niteliğinin olması gereklidir. Anlamın, eşyanın veya herhangi bir bütünün bir parçasını parantez içine alıp, sonra o parantez içine aldığınız öğeyi; şeyin, anlamın veya daha farklı bir düzlemde gerçekliğin yerine piyasaya sürüp yeni bir algı dünyası elde etmenin bir başka adı olan dekonstrüksiyon, Zaha Hadid ve muasır olan birçok mimarı etkisi altına almış bulunmakta. Bazıları Hadid’i ana akıma bağlı diğer mimarlardan daha “uç”ta tanımlamakla birlikte, bu sınırda yapılan, edilen şeylerin bir çoğunun mimari heze- 104 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 yan olduğunu oysa Hadid’in binalarının anlamlı bir düşüncenin süreği olarak varlık sahnesine çıktıklarını söylüyorlar. Oysa dil, hem kendisi için varlık alanının sınırlarını araştırırken ve hem de size varoluşsal bir alan elde ederken oldukça tartışmalı alanlarda yüzer, bununla birlikte dilin kuruluşuna dair elde ettiği bu edinimler, sizi yapmanın, inşa etmenin eşiğine sürükler. Orada sadece sözel ve düşünsel gerçekliğin varlığa katılması, varoluştan bir varlık vücuda getirmek kalır ki bu da mimari eser örneği olarak ortaya çıkar. Zaha Hadid, mutlağa ayarlı zihinsel yapımızın varlığı bir oluş olarak varoluşun önüne koyduğunu ve ancak buradan çıkan her şeyin varlık merkezli olabileceğinin savunulduğu bir dünyada, aslında varlığın en azından algısal düzeyde varoluşsal bir tabanın üzerinde yer aldığını ve ‘önce söz vardı’ ilkesinin bile bu vasatta en doğru okunma biçimine vardığını bir sanatçı duyarlılığıyla biliyordu. Bu durumda isteyin veya istemeyin sizin yapacağınız şey, modernin bir anlam bütünlüğü dahilinde hayata katmak istediği düzeni birden değiştirip farklı bir hale getirmek, eski ‘düzen’i birden bire dışlayıp onun yerine örneğin mimaride simetriyi, kompozisyonu, alışıldık tasarım kurallarını yadsıyıp onların yerine sizin kendinize ait olan ve fakat bu kendinizde olan ile toplumsal olanın sizdeki kesişim kümesinden mürekkep bir dizgeyi getirip kendi mimarinizin merkezine oturtmak Zaha için önemli mimari bir zemindir. Zaha Hadid de, komple mimari ile uğraşan mimarlardan biri olarak, sadece bina ile başlayıp bina ile bitirmeyen, bir tasarımın ucundan tutarak onu ta mobilyadan duvarın yüzeydeki plastik bileşenlerine kadar uzatmış biridir. Yeniliğe açık değilseniz Hadid’in binaları ve tasarımladığı iç mekanları size kesinlikle hiçbir şey vaat etmeyecektir. Hatta Zaha Hadid’in tasarımlarında, tasarımlanan konu bir bakıma alışıldık ölçülerdeki; kendi zamanının ve mekanının imkanlarını zorlayacak bir aşamaya gelip, yeninin de boyutlarını aşarak acayipleşmenin ve başkalaşmanın arasında kendine bir yer bulacaktır. Mimarımızın bu yenilikçi tarzı oldukça kısa zamanda benimsenebilecek, tanış olunabilecek bir müddet sonrasında tanıdıkların arasında yer alacak bir mimari aralıkta durur. Önceki zamanın mimari olanıyla şimdiki zamanın mimarisi arasındaki farkın günümüzde daha fazla büyüdüğünü söylesek ve bu farkın mimarinin mimari olmayanı kendi bünyesine dahil etmesi ve onun kodlarını kendi kodlarına çevirmektense kendini ona göre yeniden dizayn ettiğini bilmekteyiz. Tarih ve talih bu ayrıcalıklı özelliği, pek o kadar fazla insana tanımamıştır desek pek yanılmış sanılmayız. Yirminci yüzyılın son çeyreği ve yirmibirinci yüzyılın başında mimarlık böyle oluyor demek ki. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 105 oluşturmak olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olarak kendini göstermektedir. Hadid’in diğer tasarımlama tarzlarına ana eksende sadık kaldığı bu bina, simetriğin dışına çıktığından ötürü akustiğin sağlanabilmesi noktasında bir dizi yeniliğin denenmesini gerekli kılmıştır. Cardiff Körfezi Opera Binası Bina, havanın üzerine biraz loşluk aldığında daha bir farklı görünüşe hatta bir hayalete benzeme daha şeffaf ve içini gösterir vasıflara sahip hissini vermektedir. Yatay çizgilerin malzeme rafları gibi belirgin hale geldiği ve kestirimi oldukça zor olan yerlerde ve anlarda farklı renk ve biçemlere sahip bir elemanla kesilmesi adeta yok/boş/luğun varlığa karşı yapmış olduğu sürpriz olarak değerlendirilebilir. Yapının odaklanılacak bir yeri yok, en azından arazi ile koordineli olarak belli bir merkezi esas alma fikrine pek sıcak bakmıyor. Opera binası olarak tasarlanmış ve hayata geçmiş olan bu bina bir opera binasının temel fonksiyonlarının hepsini içermesiyle birlikte asıl düşünsel amacın anlamlı bir bütün 106 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 LF ONE Görsel etki açısından bakıldığında sanki kaybolmak için yapılan bir bina hatta köprüye benzeyen tarafları çok olan bir yapı dememek için oldukça zorlanabileceğimiz bir çalışma. Karışık ve yere zeminde yapışmış olarak görülmesi ve ana kütlenin iki tarafından yüksek kotla ulaşması yapıyı bir su kemerine benzetmemizi sağlar gözükmekte. Bununla birlikte LF One adlı bu binanın formunun yapıldığı şekilde olabilmesi için arazi yapı- sı ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği apaçık ortadadır. Bu yapı başka yerde değil de ancak burada yapılabilir fikrini insana hemen ilham eden de bu durum olmaktadır. Almanya gibi dilde, düşüncede ve mimaride ileri gitmiş olan ve bu bilimsel alanların sınırlarını çizen bir ülkede mimarinin kabullenmiş sınırlarını başka alanlara doğru genişletmek herhalde oldukça riskli bir konu olsa gerek. Hadid, bunu başaran ve kendisini eserleri ile birlikte kabul ettirip yeniliği kısa sürede normal alana çeken bu yüzyılın ender mimarlarındandır. Mind Zone 2500 m2 üzerine kurulan bir bina, büyük bir kubbe ve beyaz bir renk. Yine postmodern kurgunun binada vaziyet almış hali, yine bütünün dağıtılmış haline başkalaşımın bir taraf olarak yaklaşması durumu. Mind Zone için çadırın kendi işlevselliğini de işin içine katıp bir görev olarak çoğalarak, yapısal alanda kendi arketipine benzeyen elemanlarla, dönüşerek farklı bir düzlemde yeniden hayat bulması anlamlarını üzerinde barındıran bina diyebiliriz. İç mekanlarda bir kabuğu andıran ve içinde yeniden fonksiyonlar düzenlenen, yer küre ile diyagonal ilişki kuran mekan olarak isimlendirilebilir. Aslında bu iç mekanlar kendi başlarına bir dış mekan görüntüsü verseler de onları kapsayan ve bir arada olmalarını sağlayan bir bütüncül mekanın alt elemanları olarak tertiplenmişlerdir. Bölücü olarak kullanılan elemanter yapı bina bütünlüğü içinde değişkenlik arzeder. Yatay ve düşey sirkülasyon elemanları normalde olduğundan daha bir değişiklik ve farklılık ifade ederler. Bununla birlikte Zaha Hadid’in imzaladığı projeler dünya çapında bir tanıdıklık ve beğeni kazanmışlardır. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 107 KitapKitapKitap Kitap KİTAP - TANITIM 108 | ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013 OSMANLI MİMARLIK ÖRGÜTLENMESİNDE DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM OSMANLI TOPLUMUNDA AİLE İlber Ortaylı Timaş Yayınları Oya Şenyurt Doğu Kitabevi Modernleşme dönemi Osmanlı İnşaat Örgütlenmesi’ne yönelik araştırmalar ve çalışmalar yapan Kocaeli Üniversitesi MTF Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Oya Şenyurt, inşaat örgütlenmesinin gerilimler, dönüşümler, çatışmalar üzerine kurgulandığını ortaya koyarak, konuyu idealize edilmiş sistem kurgusu dışındaki bir bakış açısıyla inceliyor. Kitap, geç Osmanlı mimarlık örgütlenmesinde, Hassa Mimarlar Ocağı’nın resmi olarak tasfiyesinden önce, kuruma bağlı çalışanların ortaya çıkardıkları işlerin hem boyutları hem de kaliteleri açısından tartışmalı bir dönemi, imparatorluğun sonuna kadar gerçekleşen müteahhitlik hizmetleri üzerinden ele almaktadır. 18. Yüzyılın sonlarından itibaren mimarlık örgütlenmesi, İstanbul’un öncülüğüyle, ocakta çalışan mimarları dönüştürmeye, sistemle çelişmeye, birbirleriyle mücadeleye ya da tasfiye etmeye yönelik gelişmelere sebep olmuştur. Diğer taraftan, lonca dışı olan “vesair sanatçılar”ın mimarlık alanındaki faaliyetleri ile ocağa bağlı çalışan inşaat esnafının rekabeti ve götürü usulü ça- lışma biçimi, bireyin ön plana çıkması ve tekil başarıların ocak dışında gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bugünün inşaat ve mimarlık terminolojisini bir kenara bırakarak dönemin söylemlerine açılık getirmeye çalışan Şenyurt, kalfa, mimar, mühendis gibi, inşaat alanının aktörlerinin görev tanımlarındaki bulanık sınırların altını çizmektedir. Osmanlı’daki mimarlık örgütlenmesine dair belgelerin incelenmesi ile oluşturulan çalışma, inşaat geleneklerine, anlaşmazlıklara, etnik köken ilişkilerine, finans-ödeme güçlüklerine ve sözleşmelere dair kapsamlı ve detaylı analizler sunarak, karşıtlıklar ve çelişkiler üzerinden geç Osmanlı’da inşaat örgütlenmesinin değişim ve dönüşümüne ışık tutmaktadır. Geçmişi karanlık temel kurumlarımızdan bir olan ailenin, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki konumu, büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın kaleminden değerlendiriliyor. Ortaylı eşlerin birbirine karşı sorumlulukları, aile hukuku, çocuğun yetiştirilmesi, devletin Müslüman ve gayrimüslim ailelere yaklaşımı, miras, çok eşlilik, ataerkillik, harem gibi sağlıklı bilgi olmadan üzerinde çokça konuşulan mevzuları ilk elden kaynaklarla yorumluyor. Osmanlı Toplumunda Aile, yalnızca tarihçiler ve araştırmacılar için değil Osmanlı İmparatorluğundaki yaşamı merak eden, sağlam bilgilerle donanmak isteyen herkes için ideal bir çalışma. *** “Aile bir toplumun en muhafazakar, az değişen kurumlarından biridir ve şimdi bu asırda değişmektedir, bu değişme sebebiyle ‘aile’ kurumu kadar tarihçi araştırmalarını gerektiren bir konu yoktur. Bu nedenle Osmanlı toplumunda aile yapısı yazdığım ve tasvip gören makalelerimi yeniden ele almak, yeni malzemeyi araştırmak ve ‘millet’ sistemi ve ‘hukuktaki romanizasyon’ gibi toplumsal ve hukuki çerçevesine oturtmak gerekiyordu. Bunsuz son 150 senedeki ailenin, aile hukukunun evrimini kavramak mümkün değildir. Bu nedenle 15.-16. yüzyıllardan bugüne dek hukuki ve toplumsal çerçevesi içinde Osmanlı ailesinin gelişimin ele alan bu çalışmayı kaleme almayı gerekli gördüm.” SONSUZ MEKANIN PEŞİNDE Enzo Traverso Versus Yayınları Turgut Cansever Klasik Yayınları kelimesini telaffuz etmekten bile kaçınıyorlar... İkiyüzlü burjuvalar, emperyalistler, ırkçı ve faşistler bize geçmişin geçmişte kaldığını, hatta “tarihin sonu”nun geldiğini duyururken, bir yandan da kültür endüstrisiyle, müzeler, anma toplantıları ve eğitim programlarıyla geçmişin hatırlanmasını bir tür sivil din ve endüstri haline getiriyorlar. Bu “din”, liberal düzeni meşrulaştırmak için totalitarizmlerin anısını korumayı, yeni bir Holocaust’u engellemek için Filistin topraklarını işgal etmeyi, düzenin parçalanmaması için Irak’ı işgal etmeyi meşru gösterebiliyor. “güvenli ve huzurlu bir dünya”nın sınırları içinde yaşarken, “geçmişte kalmış geçmiş” yalanıyla belleğimiz beslenir. Oysa ne sömürgecilik geride kalmıştır ne Nazizm ve faşizmler, ne de soykırımlar ve ırkçı-milliyetçi saldırganlıklar... Kapitalizm ve emperyalizm bizlere “geçmek bilmeyen geçmiş”i yaşatıyor. Üstelik de iktidar-karşıtı bellekleri yok ederek, çarpıtarak, sinsi bir mücadele de sürdürüyor. Sömürgecilik-karşıtı mücadelenin anısı, Avrupa’daki antifaşist direnişlerin anısı yoksayılıyor, faşist-ırkçı-soykırımcı politikalar iktidar merkezlerine yeniden kazandırılıyor. “itibarları” iade ediliyor, faşizm Ama bellek kimi zaman yeraltında da olsa kesinlikle eleştirel başka yollardan ilerleyerek, eşitlik, ütopya, tahakküm karşıtı isyan deneyimlerinin aktarıyor. Ateşe kanla geçmiş bir yüzyılla karşı karşıya kalan belleğin bu ortaya çıkışının yol açtığı entelektüel tartışmada Enzo Traverso, Halbwachs’tan Ricoeur’e, Benjamin’den Yerushalmi’ye uzanan ve yirminci yüzyıl tarihinden alınma faşizmler, Shoah, sömürgecilik gibi sayısı örnek yardımıyla, kolektif belleğin farklı parçalarını, geçmişin tarihçi yazısı ile bellek politikaarını bağlayan ilmekleri ortaya çıkarmaktadır. Tez ... kendi nevinde orijinal, ciddi ve mühim bir boşluğu doldurmağa namzet bir araştırma mahsulüdür. Memleketimizin hakikî sanat tarihi bu tarzda ciddî ve sabırlı araştırmaların mecmuuna dayanmak suretiyle vucude gelecektir. Prof. Dr. HİLMİ ZİYA ÜLKEN (1949) Turgut Cansever’in doktora tezi, müellifinin yalnız kendi başına ilmî araştırma yapabilecek bir bilgi ve vukufa sahip olduğunu göstermekle kalmayıp, aynı zamanda kendisinin araştırma mevzuuna büyük bir sevgi ile kabul edilmesini ve yabancı bir dildeki tercemesi ile birlikte Fakülte neşriyatı arasında ilim alemine arzedilmesini uygun bulduğumu bildiririm. Prof. Dr. MAZHAR ŞEVKET İPŞİROĞLU (1949) Ben doğrusu bir şeyden çok emindim. Hatırlıyorum, çocuklarım kardeşlerim, “Sen bunları yazıyorsun ama kim okuyacak, yazacak?” diyorlardı. “Birileri okuyacak, biliyorum” diyordum. TURGUT CANSEVER (2008) Cansever’in 1949’da yazdığı doktora tezi, Türkiye’de yapılan sanat tarihi doktora tezlerinin ilki olması itibariyle ayrı bir öneme sahiptir. Cansever, Selçuk ve Osmanlı sanat tarihinde mühim bir yer işgal eden mukarnas ve baklavalı sütun başlıklarının tarihî seyir içerisinde nasıl inkişaf ettiğini büyük bir titizlikle göstermektedir. Sütun başlıkları Yunan, Roma ve Sasanî gibi kadim medeniyetlerden bu yana kullanılagelen mimarî ve tezyinî bir unsurdur. Cansever bu çalışmasında, Selçuk ve Osmanlılardaki sütun başlıklarının Yunan, Roma, Sasanî, Ermeni, Gürcü ve Bizans ile birlikte Cenubî Suriye, Şimalî Kafkas’tan hangi düzeyde ve ne şekilde etkilendiğini göstermektedir. Cansever, neşri ancak şimdilerde yapılabilen bu önemli eserde, “Selçuk veya Osmanlı sanatı büyüktür, güzeldir, yücedir” yargılarını öne sürme kolaycılığı yerine, Selçuk ve özellikle Osmanlı sanatının kendi anlam bütünlüğü ve tarihî sürekliliği içerisinde hangi kıstaslara göre ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor. Enzo Traverso GEÇMİŞİ KULLANMA KILAVUZU Enzo Traverso, 14 ekim 1957’de doğmuş bir İtalyan tarihçidir. Entelektüel gelişimi, iktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesine ve “işçi iktidarı”na inandığı 1970’li yıllara denk düşer. 1985 yılından beri Fransa’da yaşamakta ve Pikardiya Üniversitesi ile Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de dersler vermektedir. Alman Yahudi felsefesi, Nazizm, anti- Semitizm ve iki dünya savaşı konusunda uzmandır. Başlıca eserleri arasında şunları sayabiliriz: Les Marxistes et la question juvie, 1990; Les Juifs et I’Allemagne, de la symbiose judeoallemande a la memoire d’Auschwitz, 1992; L’Histoire dechiree, essai sur Auschwitz et les intellectuels, 1997. MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 109 BİLİNÇ TESTİ ENERJİ KAYNAKLARI 01 Dünya üzerindeki en çok enerji tüketimi aşağıdaki kıtalardan hangisinde gerçekleşir? A)Asya 03 Dünyanın en büyük kömür üretici ülkesi aşağıdakilerden hangisidir? B) Kuzey Amerika CEVAP: 02 CEVAP: En çok enerji tüketen kıta, Asya’dır. Özellikle Çin, Japonya ve Güney Kore gibi Doğu Asya ülkeleri, Avustralya Kıtası ve Pasifik Okyanusundaki ada devletlerinden oluşan Asya Pasifik Bölgesi, dünyadaki toplam enerji tüketiminin % 39,1’ininden sorumludur. Aşağıdakilerden hangisi yenilenebilir bir enerji kaynağı değildir? A)Doğalgaz B) Jeotermal C)Gelgit D)Yukarıdakilerden hepsi CEVAP: 110 Yenilenebilir enerji, sürekli devam eden doğal süreçlerdeki var olan enerji akışından elde edilen enerjidir. Yenilenebilir enerji kaynağı ise enerji kaynağından alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme hızından daha çabuk bir şekilde kendini yenileyebilmesi ile tanımlanır. Bu yüzden dünya üzerinde sınırlı miktarlarda olan yakın gelecekte tamamen tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan doğalgaz, petrol ve kömür gibi fosil yakıtlar yenilenebilir enerji kaynağı olarak sayılmamaktadır. Başlıca yenilenebilir enerji kaynakları arasında güneş, rüzgâr, biyolojik kütle, jeotermal, hidroelektrik ve gelgitler sayılabilir. | ÇEVRE ve ŞEHİR | NİSAN 2013 B)Çin C)ABD C)Avrupa D)Afrika A)Avustralya D)Hindistan CEVAP: Çin, 3,5 milyar ton ile 2011 yılında neredeyse dünyada tüketilen kömürün yarısını üretmiştir. Dünya sıralamasında Çin’i ABD, Hindistan, Avustralya ve Güney Afrika izler. Ancak kömür rezervi açısından en zengin ülke ABD’dir. Dünyadaki kömür rezervinin yüzde 27,6’sını ABD, yüzde 18,2’ini Rusya, yüzde 13,3’ünü Çin, yüzde 8,9’unu Avustralya ve yüzde 7’si Hindistan’da bulunmaktadır. Türkiye’de bulunan toplam kömür rezervi ise 14,1 milyar ton düzeyindedir. Bu rakam dünya kömür rezervlerinin yaklaşık yüzde 1,7’sine denk gelmektedir. Böylece Türkiye en fazla kömür rezervine sahip 17’nci ülke olarak listede yerini almaktadır. Yerli kömür kaynağının 12,8 milyar tonunu linyit, 1,33 milyar tonunu taşkömürü oluşturmaktadır. Son on yıldır dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 41 ile neredeyse yarısı kömürden sağlanıyor. 05 İlginç teknolojik buluşlara ev sahipliği yapan Japonya, dünya üzerinde daha önce görülmemiş bir yenilenebilir enerji üretimi yapmaktadır. Bu aşağıdakilerden hangisidir? A)Sumo güreşi maçlarındaki tezahüratlardan B)Artık sushi pilavından C)Tokyo tren istasyonundaki yolcuların yürüyüşlerinden D)Spor salonlarındaki spinning derslerinde çevrilen bisiklet pedallarından CEVAP: 06 Tokyo tren istasyonunda atılan her adım, aynı zamanda enerji üretmektedir. Zemindeki fayanslar, yürüme ile oluşan titremeyi elektriğe dönüştürmektedir. Oluşan elektrik tren istasyonunun aydınlatmasında kullanılmaktadır. Aşağıdaki ülkelerin hangisi elektrik üretiminin büyük bir kısmını nükleerden sağlamaktadır? A)Fransa B)Japonya 04 2030 yılında dünya enerji ihtiyacını en yüksek oranda hangi enerji kaynağından sağlayacaktır? A)Güneş B) Nükleer C)Kömür C)Ermenistan D)Rusya CEVAP: 2011 yılında Fransa elektrik üretiminin yüzde 77,7’sini nükleer enerjiden sağlamıştır. Fransa’yı yüzde 54 ile Slovakya ve Belçika, yüzde 47,2 ile Ukrayna ve yüzde 43,3 ile Macaristan izlemektedir. D)Petrol CEVAP: Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre önümüzdeki yıllarda kömürün tüketimi, bolluğundan ve fiyat avantajından dolayı aratacak ve 2030 yılında dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 27,7’si kömürden sağlanacak, kömürü yüzde 27,2 ile petrol, yüzde 25,9 ile de doğalgaz izleyecek. Dünyada kanıtlanmış 861 milyar ton, tahmini ise 1,1 trilyon ton rezervi bulunan kömürün miktarı sürmekte olan arama faaliyetleri ile sürekli artıyor. Son on yılda keşfedilen rezervleri kömürün elektrik tüketimindeki artışına neden oluyor. Ancak bir fosil yakıt olan kömürün yakıldığı zaman atmosfere yüksek oranlarda karbondioksit emisyonu salması, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini arttırıyor ve gelecek nesiller için bir tehlike oluşturuyor. NİSAN 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 111 BİLİNÇ TESTİ 07 Dünya üzerindeki en düşük doğalgaz rezervi hangi kıtada bulunmaktadır? A)Asya B) Afrika C)Güney Amerika D)Avrupa CEVAP: 08 Çeşitli kimyasal ürünlerin başlıca hammaddesi olan doğalgaz dünya enerji tüketiminin önemli bölümünü karşılamaktadır. Ancak dünyadaki doğalgaz rezervleri bölgelere göre farklılık göstermektedir. Dünya üzerinde en düşük oranda doğalgaz rezervi yüzde 3,6 ile Güney Amerika’da bulunmaktadır. En geniş doğalgaz rezervi ise Katar’ın kuzey bölgesindedir. Bu bölgede 25 trilyon metreküp gaz olduğu tahmin edilmektedir. 09 Aşağıdaki ülkelerin hangisi en yüksek oranda ham petrol üretmektedir? A)Katar Hangi enerji kaynağının kullanımı son on yılından beri % 40 oranında artmıştır? B)Rusya C)Kanada A)Güneş D)Suudi Arabistan B) Jeotermal C)Kömür CEVAP: D)Doğalgaz CEVAP: 1950li yıllarda doğalgazın dünyadaki enerji tüketimindeki oranı % 10’u geçmiyordu. Günümüzde ise enerji tüketiminin % 24’ü doğalgazla karşılanmaktadır. Bu da son on yılda % 40 oranında bir artışa tekabül etmektedir. En çok doğalgaz kullanan ülkelerin başında ABD, Rusya ve Kanada gelmektedir. Dünyada bilinen doğalgaz rezervlerinin yaklaşık 70 yıllık ömrü olduğu tahmin edilmektedir. 10 Dünya üzerindeki en büyük petrol rezervinin Suudi Arabistan’da olduğu bilinmektedir. Ancak üretimi 2012 yıl sonu itibariyle Rusya’da gerçekleşmektedir. Rusya’da bir günde 10.900.000 varil ham petrol üretilirken, Suudi Arabistan’da bu sayı 9.900.000 varildir. Rusya ve Suudi Arabistan’ı sırası ile ABD, İran ve Çin izlemektedir. Petrol tüketiminin en yüksek olduğu ülke ise ABD’dir. Ay ve Güneş’in göreli konumlarındaki değişimler sonucu kütle çekimlerinde meydana gelen farklılıklar nedeniyle deniz seviyesinde yükselme ve alçalmalar oluşmaktadır. Bu doğa olayından yararlanılarak üretilen enerjiye Gelgit Enerjisi adı verilir. Her ne kadar tarih boyunca medeniyetler bu şekilde enerji üretmek için santraller kurmuş olsa da, dünyanın ilk modern ve yüksek kapasiteli gelgit barajı aşağıdaki ülkelerin hangisinde inşa edilmiştir? A)Fransa B)Japonya C)Avustralya D)Brezilya CEVAP: 112 | ÇEVRE ve ŞEHİR | NİSAN 2013 Dünyadaki ilk modern gelgit barajına Fransa’da kurulmuştur. Rance Nehri halicinde bulunan gelgit barajı 1966’da inşa edilmiştir. Bu baraj, 750 metre uzunluğundadır ve 240 MW güç üretir. YORUMSUZ FOTOĞRAFLAR MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR | 113