Arı Şehrinin Temel Taşları

Transkript

Arı Şehrinin Temel Taşları
MAYIS 2013 | SAYI:17
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
KENTSEL
DÖNÜŞÜM
iÇiN
DÜŞÜK
FAiZLi
KREDi
%4 faiz indirimi ve Akbank uzmanlığı bir arada
Riskli binalar yeniden yapılıyor, afetlere karşı güçleniyor, daha güvenli bir yaşama geçiliyor.
Siz de konut kredilerinde uzman Akbank’a gelin, devlet desteğiyle yılda
%4 daha az faiz ödeyerek yeni konutunuzun sahibi olun. Ne de olsa Akbanklı hep farklı.
Ayrıntılı bilgi için: www.akbank.com ve 44 44 253
Ellerin gezinir coğrafyalarda
Sen gökyüzü kadar
enginsin çocuk
Senin her bakışın denizaşırı
Senin her günün sabah
Sende bütün koyulukları
Temize çektim
İçinde kıpır kıpır selam kuşları
Mavi bir sonsuzluk verdim
geleceğine
Yüzüne beyaz düştü
Saçına siyah
Yüzüne beyaz düştü
Saçına siyah
ÇEVRE VE ŞEHiR | SAYI 17
Yoğun ve heyacanlı bir çalışmanın sonunda beğeninize sunduğumuz yeni dergiyle
karşınızdayız. Bu sefer içeriğinden bahsetmeyeceğiz. Dünya Çevre Günü ile ilgili olacak
söyleyeceklerimiz. Bilindiği üzere 5-16 Haziran 1972 tarihinde Stockholm’de toplanan
Birleşmiş Milletler Çevre Konferansının anısına her sene 5 Haziran, BM Dünya Çevre Günü
olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde ise hafta olarak kutlanıyor.
MAYIS 2013 | SAYI:17
Çevre bilançosu her geçen gün ağırlaşan dünyamızda bu haftayı; “çevre çok önemli” deyip,
birkaç hamasi nutukla, biraz çöp toplayarak(!) kendinden menkul bir seremoniden öteye
gitmeyen etkinliklerle geçiştiriyoruz. Bizim burada sormamız gereken soru şu; “bu tarz
törenlerle, sorunların çözümü noktasında ne kadar yol alabiliriz?”
Öncelikle Dünyada olup bitenlerin “oldu bitti”ye getirildiğini ve 365 günün her gününe
kutlanacak bir gün tahsis edilmesinin de “cambaza bak” türünden işler olduğu kanaatini
taşıdığımızı belirtelim. Tabi ki bazıları için çevre, sadece bir hobi...
Herkes; kendisinin ve çoluk çocuğunun, sağlıklı, temiz, insana gereken kıymetin verildiği bir
dünyada yaşaması gerektiği noktasında hemfikir. Ve herkes; bacalardan, egzozlardan çıkan
gazların havayı kirlettiğini, salınan karbondioksitin küresel ısınma ve iklim değişikliğine
sebep olduğunu, atık suların arıtılması çöplerin gelişigüzel atılmaması gerektiğini, tüm
bunların mühim birer çevre sorunu olduğunu bilmiyor mu? Bal gibi biliyor. Ama diğer
taraftan modernleşme adı altında gelen teknolojik tüm yenilikleri olumlu/olumsuz
tesirlerini irdelemeden kullanmayı, dünyayı yırtarcasına bir küresel tüketim çılgınlığına da
kapılıp gitmeyi de biliyor. Kısaca insan kendi güzelliğini kendi bozmakta ve kendi kuyusunu
kazmaktadır.
Tabi burada süper devletlerin kirlilik konusunda, süper çıkarlarından bahsetmeyeceğiz,
sunuş yazısının boyutlarını aşacağı için.Burada ellerimizi tahriş eden deterjanı üretenle,
tahrişe yararlı kremi üreten aynı firma olduğunu hatırlatalım. Sadece bir örnek verelim;
sera gazı emisyonunu azaltma kararı alan ülkeler, havayı az kirleten ülkelerin sera gazı kota
açığını satın alarak kendi sera gazı seviyelerini azaltmış gibi gösteriyorlar. Kazı kazan kimin
kuyusu olursa olsun.
Dünyaca ünlü düşünür Noam Chomsky, “Dünya, küresel ortak varlığımız açısından nereye
gidiyor?” sorusuna; “Bu dehşet verici bir durum. Yani Merih gezegeninde bir gözlemci
dünyaya bakıyor olsaydı, ‘bunlar akıllarını kaçırmışlar’ diye düşünürdü. Dünyanın çok
vahim bir çevre felaketine doğru yol aldığına dair artık hiçbir şüphe yok. Yani sadece insan
hakları değil, tabiatın da hakları var. Batılılar bununla alay ediyor. Peki biz ne yapıyoruz?
Hiç.” Şeklinde cevap veriyor. Kanserin üzerini yara bandıyla kapatmak babından palyatif
tedbirler. Öyle bir noktaya gelmek üzereyiz ki 2 derecelik bir ısı artışı bizi geri dönülmez bir
yere getirecek. Bu noktaya iyice yaklaştık diye bilim insanları uyarıyor. Zengin ülkeler ne
yapıyor? Fosil yakıt tüketimlerini artırmaya bakıyor. Yüz yıl sonra ne olacak sorusunu ise
kimse sormuyor.
Rahat yaşamamız adına dünyadaki bir çok türü yok ettik bir çok kültürün defterini dürdük.
Elbette bunun bir geri dönüşümü olacak, biz bir çok şeyi gözümüzü kırpmadan dünyadan
sildik, ama dünyanın da bizi silmeyeceğini kim garanti edebilir. Sorun büyük oranda dünyaya
bakış felsefesinde yatmaktadır. Dünyayla ve çevreyle uyumlu, beraber paylaşımcı bir
şekilde mi, yoksa dünyayı bütün kaynakları ile birlikte sonuna kadar tüketerek mi yaşayalım?
Mesele bu.
Adam demiş ki “Bugüne kadar hep dünyayı değiştirmeye çalıştım Keşke değiştirmeye
kendimden başlasaydım” Gelin gücümüzün yettiğince, kendimizden başlayalım. Önce
tabiatla uyum içinde, onun hâkimi değil bir parçası gibi yaşamayı deneyelim. Bu anlayışla
gelecek nesillerden devraldığımız çevreyi koruyup, bizden sonra gelen kuşaklara
yaşanabilir bir çevre olarak aktaralım. Aslında koruduğumuz kendi geleceğimizdir. Lüks
tüketimden vazgeçip, sade bir yaşam biçimini alışkanlık haline getirmeliyiz. Çevrecilik doğal
yaşamın ta kendisidir. Elektriği tasarruflu kullanmak, suyu boşa akıtmamak, daha az enerji
harcayan elektronik eşyaları tercih etmek, kısacası israf etmemek çevreciliğin omurgasıdır.
Öyleyse dünyayı değiştirmeye kendimizden başlayalım.
Dünya hepimizin ama, gelecek yalnızca bizim değildir,
Yeni sayıda buluşmak dileğiyle...
TÜRKiYE’NiN EN ÇEVRECi ŞEHiR DERGiSi
Koordinatör’den
Dünya Çevre Günü Ya da Bindiğin Dalı Kesmek
YIL: 2 | SAYI: 17 | MAYIS 2013
Türkiye Çevre Koruma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Ümit KAÇAR
Genel Koordinatör
Ahmet USTA
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hüseyin GÜÇ
Yazı - Haber Ekibi
Mustafa KARAOSMANOĞLU
Yılmaz Deniz AYDEMİR
Ömer İdris AKDİN
Hasan DORUK
Metin KAKAR
“ATIK YÖNETİM” DEVLERİ
ANTALYA’DA BULUŞTU ............................................12
DEPREMSELLİK AÇISINDAN TOKYO ÖRNEĞİ......26
BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG......................................28
DENİZ KAPLUMBAĞASI İZLEME ÇALIŞMALARI
Caretta Caretta.............................................................30
GERİ KAZANIM TESİSİ YATIRIM MALİYETİ............34
SUYUN AYAK İZLERİ....................................................38
Reklam
Serdar UYANIK
KARADENİZ’DE İLERLEYEN SİNSİ TEHLİKE..........42
Tasarım
Hüseyin KOCAKULAK
KADİM ŞEHİRLER
ADIYAMAN / Arif KİNGİR...........................................48
Redaksiyon
Mustafa KARAKURT
Görsel Sanat Yönetmeni
A. USTA
Yönetim Yeri
Mustafa Kemal Mahallesi
2158.Sok. No:5/9 Söğütözü
Çankaya/ANKARA
Tel: +90 312 215 97 36
Faks: +90 312 215 97 33
SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE DAİR
BİR YOLCULUK ÇEŞMELER
Mustafa KARAOSMANOĞLU....................................58
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE KİRLİLİK
Aydın DERİN..................................................................64
ARI ŞEHRİNİN TEMEL TAŞLARI ARI EVLERİ...........74
ÖZEL ÇEVRE KORUMA BÖLGESİ
DATÇA..............................................................................82
YEŞİL BİNALAR
ÇEVRECİLİK ANLAYIŞINI ARTTIRIYOR
Yılmaz Deniz AYDEMİR..............................................88
ŞEHRİN BÜYÜKLERİ
Aytekin AYDIN..............................................................94
İÇE DOKUNAN ADAMLAR
Johann Wolfgang Von GOETHE .............................96
AKLIN SINIRLARINA DOĞRU YOLCULUK
GÖLGEYE DÜSEN GERCEK
ZAHA HADİD / Osman MİMAROĞLU ...................102
KİTAP TANITIM...............................................................106
BİLİNÇ TESTİ / DÜNYA MİRASI.................................108
Türü
Yaygın Süreli
Baskı
Yıldızlar Ofset LTD. ŞTİ
Ali Suavi Sokak 60/A
Maltepe / Ankara
Tel: 0 312 231 34 26
Basım Tarihi
MAYIS 2013 – Ankara
ISSN 2147-1649
turkiyedecevrevesehir.com
twitter.com/cevresehir
28
48
BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG
ADIYAMAN
Atık Yönetimi ile ilgili uygulamaların
güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve ilgili paydaş
gruplarla bilgi alışverişinde bulunulması amacı
ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre Yönetim
Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Türkiye
Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV) tarafından
Antalya’nın Manavgat İlçesinde ‘Atık Yönetimi
Sempozyumu’ düzenlendi.
Arap tarih ve coğrafyacılarının
bereketli hilal dedikleri coğrafyanın
en kuzeyindedir bu kadim şehir. Sırtını
halkının Karadağ diye isimlendirdiği
Güneydoğu Toroslarına dayamıştır.
Doğu ile batı,kuzey ile güney yönlerinde
bir geçit noktası konumunda bulunan
Adıyaman eski yolların kesiştiği yerde
bulunmaktadır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre
Yönetim Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde
Türkiye Çevre Koruma Vakfı (TÜÇEV)
tarafından Antalya’nın Manavgat İlçesinde
‘Atık Yönetimi Sempozyumu’ düzenlendi.
12
ATIK YÖNETİMİ DEVLERİ
ANTALYADA BULUŞTU
58
88
SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE
DAİR BİR YOLCULUK ÇEŞMELER
YEŞİL BİNALAR ÇEVRECİLİK
ANLAYIŞINI ARTTIRIYOR
Çeşmelerin; bugün itibariyle fonksiyonel
olarak bittiğini, faydalı zamanlarının
tükendiğini, artık onların da diğer klasik
unsurların yanında inkıtaları oynadığını
söyleyenler, hatırı sayılır bir miktara
ulaştı. İnsanımız artık daha sayısal
düşünüyor.
Çevre hareketinin geldiği son aşama
çevre kavramının yaygınlaşarak,
insanların yaşam tarzını değiştirmeyi
ve yenilikçi fırsatlardan yararlanmayı
öneren bir hal almıştır. Yani çevre
hareketleri sonucunda çevrecilik, bir
bilim alt dalı olmaktan öte dünyayı
bekleyen felaketleri önleme ve geleceği
değiştirme çabasına dönüşmüştür.
102
ZAHA HADİD
Halihazırda yaşayan bir mimar Zaha
Hadid. Daha önce sayfalarımıza davet
ettiğimiz diğer mimarlardan en azından
bu özelliği ile ayrılmakta. 31 Ekim 1950
tarihinde Bağdat’ta doğuyor. Kökenleri
Irak’ı göstermesine rağmen o bir İngiliz
vatandaşı. Sadece mimarlıkla ilgilenmemiş
olup ömrünün ilkbaharında Lübnan’ın
başşehri Beyrut’ta bulunan Amerikan
üniversitesinde matematik tahsil etmiştir.
KISA HABERLER
KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA
Kıyılarda 50 Metre
Yasağı
Yapılan düzenlemeyle, kıyılarda ilk
50 metreye kadar yapılaşmaya izin
verilmeyecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından
hazırlanan ve Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Kıyı Kanunu
Uygulama Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, sahil şeridinin genişliği ve yapılanma koşulları yeniden düzenlendi.
Düzenlemede, 100 metrelik sahil şeridi
mesafesinde herhangi değişiklik yapılmazken, Kıyı Kanunu’ndaki 50 metrelik
yapı yaklaşma mesafesi uygulama yönetmeliğine eklendi.
Sahte Yapı Malzemesi
Üretenlere Ceza
Bakanlık, sahte yapı malzemesi üreten
48 firmaya 275 bin TL ceza kesti.
Kentsel dönüşüm ile birlikte 6,5 milyon
konutu yenilemek için harekete geçen
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu süreçte
yapı denetim firmalarını ve yapı malzemelerini de takibe aldı. İlk beş ayda İstanbul genelinde 48 sahte yapı malzemesi
üreten firmaya 275 bin TL ceza kesen Bakanlık, İstanbul’daki 309 yapı denetim firmasını da Bakan Bayraktar’ın talimatıyla
yakından takip ediyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, inşaat sektörünün büyük bir gelişme kat ettiği ve
son on yılda 5 milyona yakın konutun inşa
edildiği Türkiye’de; kentsel dönüşüm süreci ile hızla gelişen yapı malzeme ve yapı
denetim sektörünü kaliteden taviz verilmemesi ve suistimallerin yaşanmaması
için sıkı denetim altına aldı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul İl
Müdürlüğü; Ocak ayında başladığı denetimlerde bugüne kadar boyalar, armatür
ve vanalar, kum, çakıl, ısı yalıtım camları,
mermer, yapı kimyasalları ve hazır beton
gibi yapı malzemeleri üreten 48 firmaya
275 bin TL ceza kesti. İstanbul’da 2012
senesinde ise 8 firmaya, 10 adet ürün bazında toplamda 105 bin TL’lik cezai işlem
uygulamıştı.
ALO 181 hattına şikayet edin
Yapı malzemeleri üreten firma sayısının
20 bin civarında olduğu İstanbul’da, ithal ürünler de düşünüldüğünde pazara
8
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
sunulan ürünler 200 bini aşıyor. Bu ürünlerin tamamında CE ve G Avrupa standardı uygunluğunun olması gerektiğini açıklayan Bakanlık, merdiven altı ürünlerin
vatandaşlar tarafından ALO 181 hattına
şikayet edilebileceğini bildirdi.
83 firmanın belgesi iptal edildi
Yapı Denetim Şubesi’nin Denetim Hizmet Bedellerine ait yetkilerini belediyelere devrederek evrak yükünü hafifleten
İstanbul Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl
Müdürlüğü, sayıları her geçen artan yapı
denetim firmaları üzerindeki kontrollerini sıklaştırdı. Son on yılda 4708 sayılı
Yapı Denetim Kanunu kapsamında İstanbul’daki 83 firmanın faaliyet belgesinin
iptal edildiğini bildiren İl Müdürlüğü, şu an
faaliyet gösteren 309 yapı denetim firmasını ise Bakan Erdoğan Bayraktar’ın talimatı ile yakından takip ettiklerini açıkladı.
Bu kapsamda, kıyılarda ilk 50 metrede sadece halkın kullanabileceği yaya
yolu, gezinti ve dinlenme alanları ile
rekreaktif alanlara izin verilecek.
Yat limanları ve balıkçı barınaklarına
standart getiren yönetmelikte, turizm
mevzuatına uyum sağlamak amacıyla
yat limanı tanımı güncel hale getirildi.
Buna göre, yat limanlarına 6,5 metre
yükseklik ve 2 katı aşmamak şartıyla konaklama tesisleri yapma imkanı
verildi.
Balıkçı barınağı tanımı da Balıkçı Barınakları Yönetmeliği ile uyumlu hale
getirildi.
Yönetmeliğe, ‘’balıkçı barınaklarında
emsalin yüzde 2’sini ve 6,5 metre yüksekliği aşmamak şartıyla, takılıp sökülebilir malzemelerle yönetim, geçici
depolama ve satış gibi teknik altyapı
birimleri inşa edilebileceği’’ maddesi
eklendi.
KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA
ATIKTA, YÖNETMELİK
KİRLİLİĞİ SONA ERİYOR
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 12
yönetmelik ve 1 tebliği birleştirerek,
atık yönetimi konusunda kirliliğe son
verecek.
Fethiye’deki
Kelebekler Kurtarıldı
Muğla’nın Fethiye İlçesinde bulunan
Kelebekler Vadisi’nde yapılması
planlanan 6 konserli Çadır Festivali
“Yüksek sesli müzik yayını, bölgede
yaşayan canlılara zarar verir”
gerekçesiyle Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı tarafından iptal edildi.
24 Mayıs - 4 Haziran günleri arasında yapılması planlanan festivalde yer
alacak konserlerin, ortaya çıkaracağı
gürültü kirliliği nedeniyle kelebeklerin
bölgeyi terk edeceğini dikkate alan Bakanlık, programı iptal etti. 80’den fazla
kelebek türü başta olmak üzere, pek
çok canlıya ev sahipliği yapan Kelebekler Vadisi, bakanlığın kararıyla huzura
kavuştu. Yöreyi tanıyanların da tepkisini
çeken festival, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın girişimleri
ile başlamadan bitirildi.
Muğla Valiliği ile Fethiye Kaymakamlığı’nı uyaran Bakanlık, böylesine önemli
bir bölgede bu tür etkinliklere izin verilemeyeceğini belirterek gerekli önlemlerin alınmasını istedi. Bakanlığın,
uyarısını dikkate alan Kaymakamlık,
bölgede festival yapılamayacağına karar
vererek, Hayko Cepkin, Göksel, Feridun
Düzağaç, Pamela , Atiye ve Bedük’ün
sahne alacağı programı iptal etti.
Kelebekler Vadisi
Festival yapılması planlanan Kelebekler Vadisi, 1. Derece Doğal Sit Alanı ve
aynı zamanında 3. Derece Arkeolojik Sit
Alanı kapsamında. Kelebekler Vadisi,
Ölüdeniz belde sınırları içerisinde bulunan doğal bir hazine. Yöresine özgü
canlı türleri nedeniyle dünya mirası
olarak korunması önerilen 100 dağdan
biri olan Babadağ’ın eteklerinde bulunan Kelebekler Vadisi, ismini nadide bir
tür olan Kaplan Kelebeği’nden almıştır
Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre,
Avrupa Birliğinin atık çerçeve direktifindeki güncellemeler örnek alınarak,
mevzuattaki kavramların ortak yapı
altında toplanması ve sadeleştirilmesi
için Atık Yönetimi Yönetmeliği taslağı
hazırlandı.
Buna göre,
Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği,
Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolü
Yönetmeliği,
Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği,
Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği,
Tıbbi Atıkların Kontrolü Yönetmeliği,
Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü
Yönetmeliği,
Poliklorlu Bifenil ve Poliklorlu Terfenillerin
Kontrolü Hakkında Yönetmelik,
Atık Yönetimi Genel Esaslarına İlişkin
Yönetmelik,
Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği,
Ömrünü Tamamlamış Araçların Kontrolü
Hakkında Yönetmelik,
Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği, Atık Elektrikli ve Elektronik Eşyaların Kontrolü Yönetmeliği ve Bazı Tehlikesiz Atıkların Geri Kazanımı Tebliği,
tek yönetmelikte toplanacak.
Yönetmelik taslağı, Bakanlık birimleri, çevre ve şehircilik il müdürlükleri,
kamu kurum ve kuruluşlarıyla sektör
temsilcilerinden oluşan sivil toplum
kuruluşlarının görüşüne açıldı. Gelen
görüşler dikkate alınarak taslağa son
şekli verilecek.
Anketi
En çok Kentsel Dönüşüm Soruldu.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından
sorunlara acil müdahale edilmesi amacıyla kurulan ‘Alo 181 Çevre ve Şehircilik
Hattı’, Nisan ayı içerisinde toplamda 26
bin çağrı aldı. Gelen bu çağrılarda ise
vatandaşlar, en çok Kentsel dönüşümü
sordu.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde hizmet vermeye başlayan “Alo 181
Çevre ve Şehircilik Hattı” her geçen ay
vatandaşlar tarafından büyük ilgi görüyor. Çağrı merkezi Nisan ayı içerisinde
26 bin kez aranırken, vatandaşların en
çok sordukları ve merak ettikleri konu ise
kentsel dönüşüm oldu. En çok sorulan
sorular arasında ikinci sırayı Çevre Etki
Değerlendirme (ÇED) konuları yer alırken, bunu çevre yönetimi, yardım masası,
mesleki hizmetler, yapı denetim çalışmaları, mekansal planlama ve doğal sit
alanları takip etti.
Yapılan çağrıların illere göre dağılımına
bakıldığında da ilk sırayı İstanbul aldı. En
çok çağrılar sırasıyla İstanbul, Kocaeli,
Ankara, İzmir, Antalya, Trabzon, Bursa,
Hatay, Konya ve Samsun illerinden yapıldı.
Öte yandan Çağrı merkezini arayan vatandaşların yüzde 68’i bilgi almak amaçlı
ararken, yüzde 28’i şikayet, yüzde 4’ü ise
ihbarda bulunmak için aradı. Ayrıca “Alo
181” hattı, kayıt altına alınan çağrıların
yüzde 92,4’ünü sonuçlandırarak vatandaşlara geri dönüşte bulundu.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
9
KISA HABERLER
KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA
Kimyasallar için Kayıt ve
Bildirim Zorunluluğu
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,
sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu
bölgelerdeki fabrikalarda tehlikeli
madde denetimlerine kayıt ve bildirim
zorunluluğu getiriyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı; Kocaeli,
Dilovası ve Gebze gibi sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu bölgelerde tehlikeli
madde kullanımını sıkı mercek altına
aldı. Bakanlık, tehlikeli madde kullanımı
nedeniyle can ve mal kaybına neden olan
kazaları erken müdahale için kayıt altına
alacak. Sanayi kuruluşları tehlikeli maddeleri cinsine ve kullanım miktarına göre
2014 yılına kadar Seveso Bildirim Sistemi’ne bildirecek. Bakanlık kullandıkları
tehlikeli maddeleri kayıt ettirmeyen sanayi kuruluşlarına ise 10 bin 154 lira idari
para cezası uygulayacak.
Bakanlık, bu sistemle endüstriyel kazaların yaşandığı bölgelere hızlı müdahale
edilmesini ve ortaya çıkan çevre kirliliğinin önüne geçilmesini amaçlıyor. Kayıt altına alınan kuruluşlar sistemde alt
seviye, üst seviye veya kapsam dışı olarak sınıflandırılacak. Kapsam içerisinde
bulunan işletmeler, bulundukları seviyeye göre Büyük Kaza Önleme Politikası,
Güvenlik Raporu ve Acil Durum Planları’nı hazırlayacaklar. Bu sisteme şuana
kadar yaklaşık 3 bin adet tesis giriş yaptı.
Bunlardan sadece 663 adetinin alt ve üst
seviyede büyük endüstriyel kaza riski taşıdığı tespit edildi.
10
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Sistem tamamlandıktan sonra büyük endüstriyel kaza riski taşıyan kuruluşlara
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ortaklaşa denetleyecek. İlerleyen dönemde
meydana gelen kazaların zorunlu olarak
işletmeciler tarafından Bakanlığa raporlanması sağlanacak. Fabrikalarda kullanılan tehlikeli atıkların giriş işlemleri
http://online.cevre.gov.tr adresinden yapılabilecek.
Büyük kazalara sebebiyet verebilecek
tehlikeli maddeler arasında, klor, amonyak, amonyak, boron triklorür, flor, formaldehit, fosfor triklorür, fosgen, hidrojen bromür, hidrojen klorür, nitrik asit,
sülfür dioksit, sülfürik asit, arsin, diboran, etilen dioksit, hidrojen florür, hidrojen sülfür, karbon sülfür, siyanür, tungsten hekza florür yer alıyor.
Balık Ekmekçilere Sıkı
Denetim
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 12
yönetmelik ve 1 tebliği birleştirerek,
atık yönetimi konusunda kirliliğe son
verecek.
Balık pişirme ve servis sırasında denizi
kirlettikleri tespit edilen tekneleri denetleyen Bakanlık, gerekli koşulları yerine
getirmeyen işletmelere ceza verecek.
Bakanlık, sorunların giderilmesi ve kirliliğin temizlenmesi için işletmelere on
günlük bir süre verdi. Ticari faaliyette
bulunan teknelerin bulundukları bölge-
yi temizleme sorumlulukları olduğunu
açıklayan Bakanlık yetkilileri, on günlük
süre dolduğunda işletmelerin yeniden
denetleneceğini belirtti.
Cezalar 9 bin TL’ye kadar çıkıyor
Bakanlık, balık ekmek satışı yapan teknelerin çevreyi kirletmeye devam etmeleri
halinde, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu
gereğince ilçe belediyeler tarafından 923
TL’den 9 bin 294 TL’ye kadar cezai işlem
uygulanacağını açıkladı.
KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA > KISA
Bio İstanbul
İstanbul Başakşehir’de Türkiye’nin ilk
sağlık şehri kuruluyor.
Türkiye’nin en gelişmiş çocuk hastanesi,
en ileri biyomedikal araştırma ve geliştirme parkı ile ekolojik binalar, çalışma
ve sosyal alanlarını barındıracak Bio İstanbul, Başakşehir’deki satış ofisinde
düzenlenen toplantıda tanıtıldı. 20 bin
kişinin istihdam edileceği alanda, bin 200
yatak kapasiteli bir çocuk hastanesi inşa
edilecek.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, toplantıda konuşma yaptı.
Bulaşıcı olmayan hastalıkların insanlığın
en önemli sağlık sorunları arasına girmeye başladığını anlatan Müezzinoğlu,
şöyle konuştu:
“Diyabet, hipertansiyon, kronik kalp hastalıkları, yaşlanma ve yavaş yavaş ortopedik problemler, bu alana girmeye başlıyor. Bu alanı, erken ve dünyaya örnek
projeler geliştirebileceğimiz alan olarak
değerlendiriyoruz.
Özellikle yaşlılık ile ilgili projeleri önümüzdeki süreçte, değerli muhataplarımızla daha farklı beyin fırtınaları yaparak
paylaşacağız. Farklı farklı projeleri birlikte üretmeyi ve Türkiye’nin de bu anlamda öncülük yapmasını arzu ediyoruz.
Bunu da başaracağımıza inanıyoruz.
Türkiye, Bio İstanbul Projesi ile sağlık
hizmeti sunumu standardını bir basamak
daha örnek ülkeler seviyesine taşımayı
başaracaktır. Benzer bir projeyi önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde Anadolu yakasında
da yapmayı planlıyoruz.”
Yurt dışında çalışan Türk sağlık profesyonellerinin burada görev yapacağını ifade
eden Müezzinoğlu, “Önümüzdeki süreçte
Türkiye olarak beyin göçünün terse çevrilmesi gibi bir bakıştan ziyade beyin göçünü beyin paylaşımına, bilgi paylaşımına taşımayı düşünüyoruz. Bizim oradaki
beyinlerimizin yine orada üretmeye ama
ürettiklerini burada da üretir hale gelmelerine destek vermeyi amaçlıyoruz” dedi.
PROJE NELERİ İÇERİYOR?
20 bin kişinin istihdam edileceği alanda, bin 200 yatak kapasiteli bir çocuk
hastanesi inşa edilecek. Ayrıca projede
sağlık alanında araştırma ve geliştirme
çalışmalarının yapılacağı bir teknoloji
merkezi de yer alacak.
Üstelik yapıların tümü “ekolojik bina” olmalarının yanı sıra 5 kattan fazla olmayacak.
Tanıtım töreninde konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar da
projenin çevreye zarar vermeden yapılacağını vurguladı.
Bayraktar, “Sağlık merkezi bittiği zaman
20 bin kişi çalışacak.10 bin nüfuslu yaşam
merkezi de olacak yeşiliyle iç içe olacak.
Yeşillikler kalacak” dedi.
Yaklaşık 2,2 milyar dolara mal olacak BİO
İstanbul projesinin 3 yıl içinde tamamlanması bekleniyor.
GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİNE SON
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,
İstanbul’da müziğin sesini fazla açan
eğlence merkezlerine 20 bin liraya
kadar para cezası verecek.
Turizm sezonun açılmasıyla birlikte gürültü denetimlerine Haziran ayında başlayacak olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
5 dBA ve 7 dBC’lik desibel limitini geçen
eğlence merkezlerine çeşitli oranlarda
para cezası verecek. Geçen yıl İstanbul
Boğazı etrafındaki denetimlerde, eğlence
merkezlerine 459 bin 860 lira para cezası verildi. Belediyelerin yaptığı gürültü
denetimlerinde ise bu yerlere yaklaşık 1
milyon 145 bin liralık idari yaptırım uygulandı.
Bakanlık, aralarında Ataşehir, Kadıköy,
Beykoz, Kartal, Şişli, Beyoğlu, Üsküdar,
Kağıthane, Bayrampaşa ve Esenler gibi
semtlerin de bulunduğu 20 belediyeye
denetim yapma yetkisi verdi.
Sesi Fazla Açan İşletmeye 20 Bin Lira
Ceza
Bakanlık, Çevre Kanunu’nun öngördüğü
tedbirleri almayan ve standartlara uymayan eğlence mekanlarına, şantiyelere ve
fabrikalara, 20 bin 317 lira para cezası uygulayabilecek. Kanuna göre standartlara aykırı hareket ederek gürültü yaratan
konutlarda, 2013 yılı için cezalar 674 lira,
ulaşım araçları için 2 bin 029 lira, işyerleri
ve atölyeler içinse 6 bin 769 lirayı buluyor.
Denetimlerde eğlence yerlerinin arka
plan gürültü seviyesinin 5 desibel A’dan
ve 7 desibel C’den fazla olan eğlence
mekânlarına para cezasının yanı sıra kapatma cezası da verilebilecek.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
11
1933
Türkiye'nin kalkınmasına ilk harcı biz koyduk
2013
80 yıldır Türkiye'nin alt yapı, üst yapı, harita, imar planlama,
danışmanlık ve bankacılık çalışmalarına öncülük ediyoruz.
Modern şehirciliğin öncülüğünü yapıyoruz
Finansman
Proje Hazırlama
Yatırım
Danışmanlık ve Teknik Hizmet
1933'ten 2013'e...
80 yıldır Türkiye'yi inşa ediyoruz.
“ATIK YÖNETİM” DEVLERİ ANTALYA’DA BULUŞTU
ÇEVRE YÖNETİMİ
GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen dev Sempozyum,
Bakanlık yetkililerini, Akademisyenleri, Sivil
Toplum Kuruluşlarını, Belediye çalışanlarını
ve özel sektör temsilcilerini bir araya getirdi.
Atık Yönetimi ile ilgili uygulamaların güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve ilgili paydaş gruplarla bilgi alışverişinde bulunulması amacı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Türkiye Çevre
Koruma Vakfı (TÜÇEV) tarafından Antalya’nın Manavgat
İlçesinde ‘Atık Yönetimi Sempozyumu’ düzenlendi. Nisan
ayı içerisinde gerçekleştirilen sempozyuma, bakanlık yetkililerinin yanı sıra, STK’lar, Belediye çalışanları ve özel
sektör temsilcileri katıldı.
‘Atık Yönetimi Sempozyumu’nun açılış konuşmasını yapan
Çevre Yönetimi Genel Müdürü Mehmet Baş, yatırımcılara
seslenerek, “Atığı altın haline dönüştüren siz yer üstü madencileri, sayesinde ekonomiye sağladığımız katma değeri 10 yıl içinde en az 5 milyara çıkaracağız” dedi.
Törene katılan Antalya Vali Yardımcısı Turan Eren ise konuşmasında, günümüzde dünyanın en önemli konularından birisinin çevre kirliliği olduğunu dikkat çekerek, hastalıkların çevre kirliği nedeniyle artığını savundu.
Açılış törenine katılan bir diğer isim Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı Bakan Yardımcısı Muhammed Balta ise “ 2023
yılında çevresel sorunlarını çözmüş, mevcut atıklarını dönüştürmüş bir Türkiye hayal ediyoruz” şeklinde konuştu.
14
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
“Toplumumuzda Zihniyet Değişikliği Yaşandı”
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak toplumda çevre bilincini arttırmak için önemli çalışmalar yürüttüklerini dile
getiren Bakan Yardımcısı Muhammed Balta, yapılan faaliyetlerle atıklar konusunda toplumda zihniyet değişikliği
yaşandığını vurguladı.
Bakan Yardımcısı Balta, Ak Parti Hükümetinden önce bir
ilçenin veya köyün kendi sınırları içerisinde atık depolama
alanları istemediğini hatırlatarak, “Hükümetimiz atık yönetimi konusuyla ilgili olarak özellikle belediyelerimize çok
büyük destekler verdi. İlk önce çevre bilincini arttırmak ve
bu uğurda insanları yönlendirmek için çalışmalar yapıldı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak belediyelere son iki senede yaklaşık 800 civarında çöp aracı dağıttık. Belediyelerimizin çöp kamyonlarına ihtiyaçları var mıydı? Bazılarının
yoktu. Ama bizler bu araçların üzerlerine çevreyle alakalı
sloganlar, çevreyle alakalı resimler koyarak, insanımızın
bilinçlenmesini hedefledik. İnsanlarımızın çöp ve çevresel
sorunların önemini kavramasını istedik” dedi.
Atık Pil Akümülatör
Sanayicileri ve İş Adamları
Derneği [APAK]
Cemil Kılıç: Yönetim Kurulu Başkanı
Vahdettin Gökçe: Genel Sekreter
Çevre ve Şehir: Ömrünü tamamlamış akümülatörler
hakkında bilgi alabilir miyiz? Atık aküler ne yapılıyor, Nasıl
değerlendiriliyor?
Cemil Kılıç: Türkiye’de hiçbir zaman sokağa atılmış akümülatör olmadı. Çünkü aküler değerli metaller arasında. Atık
akümülatörler en kolay geri dönüşümü sağlanan metallerdir. Bu metalin yüzde 99.99’u geri kullanılıyor. Nerede kullanılıyor? Savunma sanayisinde, camilerin üzerinde kullanılan
levhalarda, boyahanelerde, tekstil sektöründe, pvclerde ve
tekrar akümülatör üretimi gibi pek çok yerde kullanılıyor.
Kısacası akümülatör sokağa atılan bir şey değil, ekonomiye
katma değer katan bir şey.
Çevre ve Şehir: Ülkemizde atık aküler yeterince değerlendiriliyor
mu?
Cemil Kılıç: Ülkemizde yeterince bu işi yapan geri kazanım tesisi var. Ancak bizim sektörde ki tek sıkıntımız, fiyatlandırma.
Dünyada Londra Metal Borsası üzerinde metalin bir değeri
vardır. Bu metalin üzerinden de hurdanın değeri tespit edilir.
Maalesef ve maalesef bizim ülkemizde böyle bir şey yok.
Sektördeki büyük firmalar, ucuz kurşun elde etmek ve kazançlarını arttırmak için hurdanın fiyatını yüksek, kurşunun
fiyatını düşük tutuyorlar ve cari açığa da sebebiyet veriyorlar.
Bizim sıkıntımız bu yönde.
4 gün süren sempozyumda Atık Yönetimi hakkında oturumlar düzenlenerek, atık lastiklerin, atık bitkisel ve madeni yağların, atık pil ve akümülatörlerin, elektronik atıkların, tıbbi atıkların, hafriyat ve maden atıklarının, ambalaj
atıklarının kaynağında ayrı toplanması, bertaraftı ve geri
dönüşümü konularında yaşanan sorunlar ve çözüm önerileri tartışıldı.
Çevre ve Şehir dergisi olarak bizlerde sempozyuma katılan davetlilerle sizler için görüştük.
Çevre ve Şehir: Piyasadaki atık akülerin toplanması nasıl
gerçekleşiyor?
Vahdettin Gökçe: Türkiye’deki birçok atık gibi atık akümülatörlerin de nasıl toplanacağı, nasıl depolanacağı, nasıl sevk
edileceği, nasıl geri kazanılacağı ve nasıl bertaraf edileceği
gibi bütün detaylar Çevre ve Şehircilik Bakanlığının, çıkarmış
olduğu mevzuatın içerisinde yazılı.
Tabii atık akümülatör konusuna gelince, size kısaca şöyle
özetleyeyim: Tüketicinin kullanmış olduğu atık akümülatörler, yenisini alırken teslim edilir. Bunun karşılığında tüketiciye bir bedel ödenir. Bu da genellikle yeni almış olduğu
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
15
akünün içerisinden depozito fiyatı düşülerek yapılır. Bu konuda tüketiciler de ciddi anlamda bilinçlidir. Hurdasını, hurda
akümülatör olarak belirteceğimiz, atık akümülatörünü teslim ederken yeni akü almış olduğu yere, bunun bir değer ifade ettiğini, onun karşılığının yeni alacağı akünün fiyatından
düşüleceğini bilir.
Nihai satıcı olan bayiler, oto elektrikçisi veya servisler, akü
değişimini yaptıktan sonra Bakanlığın belirlediği şartlara
haiz ara depolama yerlerinde saklarlar. Atık aküler belli bir
miktara geldiği zaman da ara depolar veya kendisine bunu
satan ana bayiler tarafından toplanır. Yine bu aküler alınırken
belirli bir bedel ödenir veya onun karşılığı akü verilir. Onlar
düzenli olarak ara depolara gider, oradan da bertaraf tesislerine ve geri kazanım tesislerine gider.
Çevre ve Şehir: Sektördeki sorunlar!
Vahdettin Gökçe: Sektör içerisinde tabii ki sektörün temsilcileri tarafından Bakanlığa iletilmiş bazı problemler olmakta.
Maalesef ve maalesef bizim ülkemizde kurallara fazla uyulmuyor. Bizde APAK olarak geri dönüşüm sektöründe faaliyet gösteren firmaların hem sahiplerine, hem de çalışanlarına yönelik
bilinçlendirme çalışmaları yürütüyoruz.
Çalışmalar kapsamında Türkiye çapında düzenli olarak eğitimler vermekteyiz. Yani lokal olarak belirlediğimiz illerde o çevredeki geri kazanım ve atık sektöründe bulunan insanları çağırıyoruz. Bunun işçi sağlığı, iş güvenliği ve insan sağlığı açısından
oluşturabileceği zararlar, bunlara nasıl önlemler alınması gerekir? Bunlarla ilgili bilgileri veriyoruz. Derneğimizin bu noktada
da ciddi çalışmaları var.
Bizim çabamız bu atık akümülatörleri artık tehlikeli atıklar sınıfından çıkartmak. Yani hakikaten belirli şartları düzgünce uygularsanız, atık akümülatörler tehlikeli atıklar sınıfından çıkabilir, zor değil. Bu anlamda Türkiye’de çok şeylerin değişeceğini
düşünüyoruz.
Atık akümülatörlerin toplanması, ara depolanması ve nakil
edilmesi sırasında veya geri kazanım tesislerinde, en son oradan da kurşun olarak, ham madde haline getirilip imalat sistemine geri dönüşümü noktasında oluşan bazı sıkıntılar var.
Bu sıkıntılar Atık Pil ve Akümülatör Sanayici ve İşadamları
Derneği yetkilileri olarak bizlere iletiliyor. Bizlerde birçoğunu kendi aramızda paylaşıyoruz. Birazını da Bakanlıkla
paylaşmaktayız.
Çevre ve Şehir: Sizin bu yapmış olduğunuz işlemler, geri
dönüşümlerin çevreye katkısı, etkisi ve ülke ekonomisine
getirisi nedir, ne boyuttadır?
Cemil Kılıç: Türkiye’de 100 bin ila 120 bin ton arasında atık akümülatör vardır. Bu akümülatörün de değeri yaklaşık olarak 80
milyon dolar. Bu çok ciddi bir rakamdır.Çevreye katkı şu: Akümülatör zaten içerisindeki asit ve kurşunla tehlikeli bir ürün.
Direkt insan kanına karışarak, insanı zehirleyebiliyor. Metabolizmasını bozabiliyor. Bu noktada dışarıdaki çevreyi ve insanları
korurken, sektör içerisindeki çalışanları koruyamıyoruz, onun
verdiği sıkıntılar var.
Çevre Koruma ve Ambalaj
Atıkları Değerlendirme Vakfı
[ÇEVKO]
Mete İmer: Genel Müdür
Çevre ve Şehir: Söyleşimize Vakfınızı tanıtarak başlayabiliriz.
Mete İmer: Çevre koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme
Vakfı İktisadi İşletmesi Vakfı (ÇEVKO), 1991 yılında Türkiye’de
Ambalaj atıklarının geri kazanımıyla ilgili sürdürülebilir bir
sistem oluşturmak, bu sistemi geliştirmek amacıyla kuruldu. 2005 yılında da ambalaj atıklarıyla ilgili yetkilendirilmiş
kuruluş olduk. Dolayısıyla, 23 yıldır çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Çevre ve Şehir: Öncelikle broşürlerinizde ve reklam
tabelalarında sık sık kullandığınız “Yeşil Nokta” kelimesi ne
anlama geliyor, okuyucularımız için açıklayabilir misiniz?
Mete İmer: 2002 yılında Avrupa geri kazanım örgütü olan
Pro-Europe’ya katıldık. Pro-Europe’un özelliği; yeşil noktayı
sembol olarak kullanıyor. Biz de Türkiye’deki “Yeşil Nokta”nın temsilcisiyiz. “Yeşil Nokta”, aslında ambalajlarını sanayi
sorumluluğu çerçevesinde toplayıp, geri kazanan kuruluşları temsil ediyor. Türkiye’de de biz bu “Yeşil Nokta”yı bizimle
16
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
sözleşme yapan kuruluşlara kullandırıyoruz. “Yeşil Nokta”,
aynı zamanda bir çevreyle ilgili yurt dışında çok tanınan, aranan bir marka. Ülkemizde de “Yeşil Nokta” markasının anlamını ve içeriğini kitlelere anlaymayı hedefliyoruz. Daha fazla
kuruluşu bu konuda bilgilendirmek, “Yeşil Nokta” markasını
kullanır hale getirmek istiyoruz.
Çevre ve Şehir: Ülkemizde “Yeşil Noktalar” oluşturulması için
ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz. Bu anlamda şehirlerdeki
çöplerin toplanması, temiz çevre oluşturulması konusunda
sizinle sözleşme yapan paydaşlarınız kimler?
Mete İmer: Ambalaj atıklarıyla ilgili bizim başından itibaren savunduğumuz yöntem, atıkların kaynakta, diğer organik atıklardan, çöplerden ayrı olarak toplanmasıydı. Bunun
için tüketicilere önemli bir sorumluluk düşüyor. Tüketiciler
ambalaj atıklarını ayrı biriktirmek durumunda. Sonra sıra
belediyelere geliyor. Yönetmeliklere ve kanuna göre, zaten
Belediyeler atıkları, toplamaktan sorumlu olan kuruluşlar.
Bu işi doğrudan yapan belediyeler bir lisans almak zorundalar. Doğrudan yapmadıkları taktirde bu görevi lisanslı bir
kuruluşa devredebiliyorlar. Dolayısıyla burada belediyelerin
ve lisansı toplama kuruluşlarının önemi çok fazla. Biz bunların hepsiyle sözleşmeler yaparak çalışıyoruz.
Çevre ve Şehir: Türkiye’deki geri dönüşüm oranları hakkında
bilgi verebilir misiniz?
Mete İmer: Ambalajlı ürün piyasaya süren firmalar atıklarını, piyasaya sürdükleri ambalaj miktarlarıyla orantılı olarak
yönetmelikteki hedeflere göre toplayıp geri kazanıldığını
belgelemek zorundalar. 2013’teki geri kazanım hedefi bütün
malzemeler için yüzde 42, yani 100 ton plastik veya işte pet
ambalaj piyasaya süren bir kurum, 42 ton olarak bu malzemeden atığın toplanıp geri dönüştürüldüğünü belgelemek
zorunda. Bu yükümlülüğü kendisinin yapması pek mümkün
değil, ya belediyelerle sözleşme yapacak, ya bir depozito
sistemiyle bunları toplayacak. İşte bu anlamda biz geçtiğimiz
yıl 1508 kuruluşun yükümlülüğünü üstlendik.
2012 yılında -kabaca- 400 bin ton ambalaj atığının toplanıp
geri dönüşümünü belgelendirdik. 27 ilde 100’ün üzerinde belediyeyle sözleşmelerimiz var. 20 milyon kişinin yaşadığı bu
belediyelerde ambalaj atık ve yönetim planları hazırlanmış,
onaylanmış durumda. Bu tabi baktığımız zaman, geçtiğimiz
5-6 yılda ciddi bir gelişme, gelişimin göstergesi. Ama tabi
Türkiye büyük bir ülke, dolayısıyla önümüzde uzun bir yol
var. 75 milyon kişi var, bu rakama yaklaşmamız gerekiyor.
Ülkemizde binlerce belediye var. Bunların her biri yükümlülükleri yerine getiriyor olması lazım.
Çevre ve Şehir: Geri dönüşümün ne gibi faydaları var?
Mete İmer: Tüketicilere verdiğimiz en önemli mesaj Ambalaj
atıklarının çöp olmadığıdır. Yani, ambalaj atıklarını bir atıktan
ziyade bir kaynak olarak görmeliyiz. Bunlar tekrar toplanırsa, geri kazanılırsa, hem ekonomik, hem toplumsal, hem de
çevresel katkılar sağlanıyor.
Mesela kağıt atıklarının toplanmasıyla daha az ağacı kesmek
mümkün. Plastik atıklar, cam atıklar, daha az ham madde
kullanımını teşvik edebilir. Bunlar geri kazanıldığı takdirde
ciddi şekilde kaynak tasarrufu sağlıyorlar. Bu da ülke ekonomisine ciddi bir katkı sağlıyor. Sera gazı salınımları bu şekilde düşünüldüğünde daha da azalıyor. Bütün bunlarla ilgili
belirli veriler var. Dolayısıyla, bir bütün olarak baktığımızda
geri kazanım, ülkemize hem çevresel açıdan, hem ekonomik
olarak ciddi katkı sağlıyor.
Ayrıca toplumsal kalkınmaya da destek sağlıyor. Örnek verecek olursak; Çeşitli iş alanları açılıyor. Bugün Türkiye’de
370’in üzerinde toplama ayırma tesisi, 370’in üzerinde geri
kazanım tesisi var. Bu tesislerin hepsi lisanslıdır.
Burada çalışan insanların hepsi bir iş sahibi olmuş durumdalar. Dolayısıyla geri kazanım, aynı zamanda toplumsal açıdan bir katkı da getiriyor. Geri dönüşüm insanların yaşama
şeklini de değiştiriyor. Uygar ülkelerde artık insanlar atıklarını bir kaynak olarak görüyor. Bunları sokağa atmıyorlar,
çöpe atmıyorlar, ayrı biriktirip bunları değerlendiriyorlar.
Dolayısıyla, buradaki çalışmalar aynı zamanda Türkiye’deki
yaşayanların tüm toplumun, yaşama standartlarını da geliştiriyor. Daha uygarca, daha sağlıklı bir çevre içinde yaşama
olanağı sağlıyor.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
17
Çevre ve Şehir:
uğraşmak yerine
yaygınlaştırılamaz
Çalışmalarınız var
Peki, geri dönüşümde poşet torbalarla
Avrupa’da ki gibi bez torba kullanımı
mı? Siz bu konuda ne yapıyorsunuz?
mı?
Mete İmer: Şimdi bu konuda biz Bakanlığımızla birlikte 20092010 yıllarında ambalaj komisyonu toplantısı gerçekleştirdik.
Bu toplantıdaki komisyonun alt çalışma komitelerinden bir
tanesi, poşetlerin azaltılmasıydı. Yani alışveriş poşetlerinin
azaltılması konusu. Burada birlikte ciddi çalışmalar yaptık.
Aslında bütün kirleticiler arasında poşet miktarına bakıldığında çok ciddi bir sayıyı teşkil etmiyor. Ama bunların azaltılması gerek. Özellikle alışveriş merkezleri bu konuda bir
takım çalışmalarla bunları azaltma yoluna gidebilir. Alışveriş
merkezlerinde tüketicilerin birkaç kere kullanabileceği bez
poşetler veya çevreci malzemelerden üretilmiş poşetler verilirse poşet kirliliğini önleyebilir, önüne geçebiliriz.
Bir de naylon poşetler bizim yönetmeliğimizde ambalaj atığı
olarak değerlendirilmiyor. Bunları ambalaj olarak değerlendirirsek, o zaman bu atıklar için de hedef koyulabilir. Dolayısıyla, poşetlerin geri kazanılması zorunluluğu getirilebilir.
Biz burada somut olarak Bakanlığımıza ambalaj ve alışveriş
poşetlerinin, ambalaj atığı olarak tanımlamasını öneriyoruz.
Bu sayede caydırıcı bir uygulama yapılmış olur.
Çevre ve Şehir: İstanbul başta olmak üzere batı bölgelerimizde
atık yönetimi başarılı bir şekilde uygulanıyor. Aynı yöntem
doğu illerimizde de bu şekilde uygulanabiliyor mu?
Mete İmer: Şimdi ambalajlı ürün kullanımı, gelir düzeyi yüksek olan yerlerde daha fazla. Onun için doğru çözüm, doğru
yöntem; buralardan başlayarak çalışmaları yürütmek. Tabi
ki doğuda da zaman içinde yaygınlaşması gerekiyor. Ama
öncelikle biz ambalaj atıklarının en fazla çıktığı yerlerde yoğunlaşıyoruz. Bu illerin başında da İstanbul yani Marmara
Bölgesi geliyor. Öncelikle burayı çözmezsek, o zaman sorunun büyük kısmını çözmemiş oluyoruz. Onun için bu yaklaşımla gitmek lazım. Büyük, yüksek gelir düzeyi olan, ambalaj
atıklarının çok çıktığı bölgelerden başlayarak buralardaki
çalışmaları yaygınlaştırdıktan sonra diğer bölgelere doğru
yaygınlaşmak lazım. Biz de öncelikli işte Marmara Bölgesi,
Ege Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesi yavaş yavaş
Doğu Anadolu, Karadeniz Bölgeleri’ne doğru yaygınlaşmayı
hedefliyoruz.
Çevre ve Şehir: Bakanlığın çalışmalarını peki yeterli buluyor
musunuz atık yönetimi konusunda?
Mete İmer: Şimdi Bakanlığımız tabi ciddi değişikliklerden
geçiyor. Önce Çevre ve Orman Bakanlığı idi, şimdi Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı oldu. Tabi bizim gönlümüzde olan Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ayrı bir Çevre Bakanlığı, olması.
Çünkü bizde çevre hep ikinci planda kalıyor.
Çevre ve Orman Bakanlığı’yken biraz ormanın gölgesinde kalıyordu. Şimdi Çevre ve Şehircilik oldu, kentsel dönüşümün
gölgesinde kaldı. Çevre birazcık üvey evlat gibi oluyor.
Dolayısıyla, bizim buradaki önerimiz; biraz da gücü olan ayrı
bir bakanlık. Yoksa Bakanlığın yetişmiş, ciddi şekilde uzun
süredir hizmet veren çok değerli, çalışanları var.
18
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
İskenderun Demir ve Çelik
A.Ş.[İSDEMİR]
Erkin Yekda Gedik: Su Tesisleri ve Çevre Yönetim Müdürü
Çevre ve Şehir: Sizi ve Şirketinizi tanıyabilir miyiz? Tam olarak
faaliyet alanınızı bize anlata bilir misiniz?
Erkin Yekta Gedik: Erdemir Grubunda İsdemir Fabrikasında
Su Tesisleri ve Çevre Yönetim Müdürü olarak çalışıyorum. Bu
kongrede Erdemir olarak altın sponsorlardan biriyiz.
Tabi ki sektör olarak düşündüğünüzde en çok atık üreten, bir
anlamda çevreyle en çok haşır neşir olan bir sektörüz. Sektör
olarak baktığınız zaman, ağır sektör anlamında Türkiye’de
ikinci, zaman zaman da üçüncü sırada değerlendiriliyoruz.
Bu nedenle çevre konularında olabildiğince etkin olmaya çalışıyoruz, her iki firmamızda da; hem Erdemir, hem İsdemir.
Çevre ve Şehir: Firmanız Atık yönetimi hakkında neler yapıyor?
Erkin Yekta Gedik: Atık teknolojileriyle ilgili olarak her iki firmamız Erdemir ve İsdemir’de kurulmuş atık yönetim sistemleri var. Birebir tesislerimizden çıkan tehlikeli ve tehlikesiz
atıklar toplanıyor, özel bölgelerde değerlendiriliyor. Birtakım
atıklarımızı kendi iç bünyemizde bizim Sinter Fabrikası olarak adlandırdığımız tesislerde tekrardan geri kazanıyoruz.
Fakat, yönetmeliklerle tarif edilmiş özellikle tehlikeli atıklarda, bertarafa gönderilmesi gereken atıkları da ilgili bertaraf
tesislerinin tamamına standart olarak gönderiyoruz.
İsdemir ve Erdemir olarak düşündüğümüzde, yani Erdemir
Grup olarak düşündüğümüzde, bu konulara aktarılan bütçeler ciddi anlamda yüksek. Her sene bu konular için artırarak
ayırdığımız bir bütçe oluşturuyoruz.
İlave olarak yeni kurulan ar-ge tesisimizde birtakım atıkların
tekrardan değerlendirilmesi konusunda çalışmalar yürütü-
yoruz. Özellikle haddehanelerimizden çıkan yağlı tufal konularında, yağlı tufalı tekrardan alıp yağından ayrıştırıp tekrardan değerlendirme gibi çalışmalar da şu an sürdürülüyor.
Bunun ötesinde Bakanlıkla da bir takım yürüttüğümüz projelerimiz var. Yönetmeliklerde olsun, pilot tesis olarak Bakanlıkla yapılan çalışmalarda olsun, özel sektör olarak katkılarda bulunmaya özen gösteriyoruz.
Çevre ve Şehir: Geri dönüşümler tam olarak nasıl oluyor, yani
geri kazanım dediğiniz? Geri kazanımda yeniden çelik üretimi
mi oluyor?
Erkin Yekta Gedik: Geri kazanım derken şöyle örnek verelim:
Entegre Demir-Çelik Tesislerinin bir tane çıktısı çelikhane
cürufudur. Çelikhane cürufunun içerisinde bir miktar çelik
bulunur, bir kısmı da bildiğimiz doğadan geldiği için topraktır. Biz bunu belirli alanlarda stokladıktan sonra tekrar bir
elemeye tabi tutuyoruz ve topraktan ayrıştırdığımız metal
içerikli kısmı Sinter Fabrikasında tekrardan ilave maden olarak veya ilave bir katkı olarak değerlendirip tekrar prosesin
içerisine sokuyoruz.
İlave olarak tesislerimizde haddehanelerimiz var. Haddehanelerden proses esnasında yağlı ve yağsız olarak tufal çıkıyor. Bu tufaller de, bildiğiniz direkt metaldir, onları da yine
Sinter Tesisinde sinterleştirirken harmanın içerisine dahil
ederek tekrardan değerlendirmiş oluyoruz. Yani, kendi içerisinde sürekli bir döngü halinde. Zaten Sinter Fabrikaları,
Entegre Demir-Çelik Fabrikalarının aslında bir anlamda atık
değerlendirme tesisleri de diyebiliriz. Bunun dışında tesislerimizde atık yağları da topluyoruz. O atık yağların bir kısmını
kategorisine göre ayrıştırdıktan sonra, bertarafa gönderiyoruz. Bir kısmını ise geri kazanıma gönderiyoruz. Yine ilave
olarak tesislerimizde evsel atık dediğimiz, yani bunun içerisinde pet şişeler, plastikler vesaireler, bunların hepsi ayrıca kategori olarak ayrıştırılıyor, toplanıyor ve yine bertaraf
tesislerine gönderiyoruz.
Atık yönetimi konusunda her iki tesisimizin de ciddi çalışmaları var. Bugüne kadar yaşanmış olan herhangi bir sıkıntı da,
problemler de gözükmüyor. Her iki tesisimizin de bu konuda
ciddi anlamda güçlü olduğunu düşünüyoruz. Bunları da zaten
övünerek gerekli yerlerde, gerekli platformlarda sunuyoruz.
Yarın veya öbür gün -şu an program tam belli değil- bir arkadaşımız bu konularda zaten sunum da yapacak, oradan daha
fazla detay da elde etmek mümkün.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
19
Dolayısıyla, bir taraftan aslında atık üretirken, diğer taraftan
ürettiğiniz atığın içerisindeki cevheri tekrardan alıp değerlendirip tekrar üretime sokmuş oluyoruz. Tabii bu bizim için
hem maddi anlamda hem de çevreye katkı anlamında çok
büyük bir avantaj sağlıyor.
Çevre ve Şehir: Peki, yılda ne kadar bir dönüşüm oluyor, bir
rakam verebilir misiniz?
Erkin Yekta Gedik: Şimdi rakam olarak bir şeyler vermek çok
doğru olmaz, çünkü her iki tesisin de kendi çalışma kapasitesine bağlı olarak, yapmış olduğunuz elemeye bağlı olarak
rakamlar değişiyor. O nedenle bir şeyler söylemem şu anda
yanıltıcı olabilir.
Çevre ve Şehir: Biliyorsunuz Türkiye genelinde kentsel
dönüşüm başlatıldı. Yıkılan binalardan tonlarca demir çıkıyor.
Bunların geri kazanımıyla sizler ilgileniyor musunuz? Ya da
ilgilenmeyi düşünüyor musunuz, böyle bir projeniz var mı?
Erkin Yekta Gedik: Şu an öyle bir yaklaşımımız yok. O söylediğiniz tabi zor bir iş, Onu biz ancak şöyle bir bağlamda
belki yakalayabiliriz: Bizim üretimimiz esnasında soğutucu
amacıyla kullandığımız hurdalar var, yani demir ve metaller
var. Tabii bunu bu konudaki hurda firmaları toparlayıp değerlendirip bize sunuyorlar. Bizde bu hurdaları ihale usulüyle
alıp değerlendiriyoruz. Ancak o bağlamda biz değerlendirebiliriz. Onun özelinde bizim her iki şirketimizin de kalkıp
böyle bir çalışma yapması gibi bir durum söz konusu değil
şu an itibariyle.
Çevre ve Şehir: Teşekkür ederiz.
Erkin Yekta Gedik: Rica ederim.
Petrol Sanayi Derneği
[PETDER]
Aydın Özbey: Projeler ve Dış İlişkiler Koordinatörü
Çevre ve Şehir: Okuyucularımız için Petrol Sanayi Derneği
hakkında biraz bilgi alabilir miyiz?
Aydın Özbey: Petrol Sanayi Derneği, 1996 yılında kurulmuş
bir sivil toplum kuruluşu. 2004 yılında Atık Yağların Kontrolü
Yönetmeliği yayınlandıktan sonra derneğimiz atık yağların
yönetimi projesini başlatıyor. Proje, 2004 yılından günümüze
kesintisiz olarak yürütülüyor.
Projenin paydaşları kimler diye sorarsanız; madeni yağ üreticileri, aynı zamanda araç ithalatçıları. Bu şirketler piyasaya
sürdükleri madeni yağları atık hale geldikten sonra toplamakla yükümlüler. Bu paydaşlar sayesinde projemiz uzun
süredir sorunsuz bir şekilde sürdürülüyor.
Çevre ve Şehir: Proje ne şekilde bir çalışma ilkesine sahip?
Aydın Özbey:
Tüm ülke genelinde, 81 ilde tüm servislerdeki atık yağları topluyoruz. Tabii sadece atık yağları toplamıyoruz, aynı
zamanda toplumun bilinçlendirilmesine yönelik olarak da
birtakım faaliyetlerde bulunuyoruz. İşte sempozyumlarda,
toplantılarda, kongrelerde, birtakım sanayi sitelerindeki
bilgilendirme toplantılarında projeyi anlatıyoruz.
Toplama tarafı da, ifade ettiğim gibi, tehlikeli madde taşımacılığına uygun üst seviye araçlarla yapılıyor. Sahada atık
yağlar toplandıktan sonra işleme veya bertaraf tesislerine
teslim ediliyor. Teslim almalar ulusal atık taşıma formuyla
yapılıyor ve tüm teslim almaya ilişkin evraklar PETDER’in
bilgi yönetim sistemi programı içerisinde depolanıyor. Ve
bunlar düzenli olarak tüm belediyelere, il müdürlüklerine ve
Bakanlığa aylık olarak raporlanıyor. Yani, bakmış olduğunuz
zaman genel tabloda; PETDER, 81 vilayetteki servislerdeki atık yağları topluyor. Bunları lisanslı işletmelere teslim
ediyor, daha sonra bunları raporluyor ve bununla ilgili tüm
maliyetleri de PETDER karşılıyor.
Çevre ve Şehir: Atık yağların toplanmasında bir miktar söz
konusu mu?
Aydın Özbey: Derneğimiz, bir varil yağ da alıyor, bir teneke
20
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
yağ da alıyor, bir ton yağı da, iki ton yağı da alıyor, herhangi bir miktar mesafe gözetmeksizin tüm ülke genelinde bu
hizmeti sunuyor.
Çevre ve Şehir: Avrupa ile karşılaştırdığınızda, Türkiye atık
yağların toplanması konusunda hangi konumda?
Aydın Özbey: Şöyle tabii: Avrupa’daki eğitim ve farkındalık
seviyesinde değiliz henüz. Ülkemizde oluşan atık yağ miktarı
200-250 bin ton seviyesinde. Yaklaşık bunun 40 bin tonu kayıt
altına alınabiliyor. Ve geri kalan kısmın ağırlıklı olarak 10
numara yağ dediğimiz kaçak yakıt faaliyetlerine konu edildiğini görüyoruz. Diğer yandan ısınma amaçlı kullanıldığını
görüyoruz, diğer yandan kalıp yağ olarak kullanıldığını duyuyoruz. Bu sebeple de ülkemizde kayıtlı toplama oranı son
derece düşük. Ama ben zannetmiyorum ki madeni yağların
çok büyük bir bölümü dökülüyor, dökülmüyor. Madeni yağ
ifade etmiş olduğum gibi ısınma amaçlı olarak kullanıldığı
için veya işte yakıt olarak kullanıldığı için bir şekilde değerlendiriliyor. Ama bu değerlendirme doğru bir değerlendirme değil tabii ki. Baktığınız zaman içerisindeki partiküllerin
sebep olduğu hastalıklar, insan sağlığına ve çevre sağlığına
vermiş olduğu zararlar çok üst seviyede.
Gözle görülmediği için bunu kullananlar, yağların yakılmasının ne kadar zararlı olduğunu, insan ve çevre sağlığı açısından uzun vadede çok olumsuz ve kalıcı etkiler, bıraktığının
farkında değil. Bu sebeple de ülkemizdeki kayıt altına alınmış
yağ miktarı son derece düşük.
Çevre ve Şehir: Peki, topladığınız yağlar nasıl değerlendiriliyor.
Aydın Özbey: Dünyada ve ülkemizdeki yaygın uygulama şu
şekilde: Biliyorsunuz atık yağlar, yeni keşfedilen şeyler değil. Dünyada atık yağlar ya ham madde olarak geri kazanılıyor, ya enerji olarak geri kazanılıyor, ya da bertaraf ediliyor.
Ülkemizde de benzer uygulamalar söz konusu. Yani, Çevre
Bakanlığı’nın lisans vermiş olduğu rafinasyon, rejenarasyon
tesislerinde ham madde olarak geri kazanımı yapılıyor. Veyahut yine Çevre Bakanlığı’nın lisans vermiş olduğu çimento,
kireç, demir-çelik fabrikalarında enerji olarak geri kazanım
şeklinde kullanılıyor. Bunların dışında da bertaraf ediliyor.
Ülkemizde de bu üç yöntem uygulanıyor.
Taşınabilir Pil Üreticileri ve
İthalatçılar Derneği [TAP]
PETDER de toplamış olduğu atık yağları kategorisine uygun
olarak o şekilde işlem görülmek üzere o tesislere teslim ediyor. Yapılan operasyon genel hatlarıyla bu şekilde.
Çevre ve Şehir: Peki Derneğinizin amacı ne? Tam olarak ne
gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Savaş Arna: Dernek Başkanı
Çevre ve Şehir: Bize derneğiniz hakkında kısa bir bilgi verebilir
misiniz?
Savaş Arna: Biz Türkiye’de atık pilleri toplayan ve Bakanlıkça
yetkilendirilmiş tek kuruluşuz. Derneğimizin adı Taşınabilir
Pil Üreticileri ve İthalatçıları Derneği. Kısa adımız ise TAP’tır.
Savaş Arna: Amacımız; Türkiye’nin tamamında atık hale gelmiş pilleri önce toplamak, sonra da yönetmelik gereği bertarafını yapmak. Bu işi yaparken çeşitli aşamalardan geçiriyorsunuz; toplama, taşıma, depolama, ayrıştırma ve bertaraf.
Sonuçta atık pillerin çevre ve insan sağlığına, yani canlıların
sağlığına zarar vermeyecek bir şekilde depolanmasını sağlamak. Bertaraf geri dönüşümle de yapılabiliyor. Ama Türkiye’de atık pilleri geri dönüştürecek tesis henüz yok.
Avrupa’da bunu yapan dört-beş tane çekirdek ülke var. Bunlar; Belçika, Hollanda, Fransa ve Almanya. Ama, onlar bu işe
30 sene önce başlamışlar ve büyük devasa kapasiteli tesisler kurmuşlar. Yurt dışına bu pillerin gönderilmesi de çok
maliyetli. Geri dönüşüm için ayrıca metallerin borsa değeri
de önemli. O bakımdan Türkiye’deki uygulama; atık piller
toplandıktan sonra yönetmelik gereği zararsız, izolasyonlu
ortamlarda depolanması şeklinde.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
21
de üyelerimizin hepsi ithalatçıdır. Derneğimiz bünyesinde 363
tane üye bulunur.
Taşınabilir Pil Üreticileri ve İthalatçıları Derneği’miz de Onlar
adına Türkiye’deki atık pilleri toplar.
Şimdi ne kadar topluyoruz? Mesela her sene yüzde 10-12’lik
bir artışımız da var. Geçen sene 500 ton topladık. Bu seneki
hedefimiz 570 ton, işte bu şekilde yürüyor.
Çevre ve Şehir: Peki bu toplama oranı nasıl arttırılabilir
Türkiye’de, yeni bir projeniz var mı?
Savaş Arna:Tabii bu hiç durmadan devamlılık isteyen, süreklilik isteyen bir işlev. Kamu kurum-kuruluşu nezdinde teşebbüslerimiz oluyor. Mesela geçen sene camilerde pil toplama
kampanyası başlattık. Daha ilginç olan bir kampanyamızı da
cezaevlerinde sürdürüyoruz. Çünkü cezaevlerinde mahkumların odalarına alabilecekleri, koğuşlarına alabilecekleri tek
alet radyo, o da pille çalışıyor.
PTT’yle bir projemiz var. Güvenlikli, korumalı sitelerle çalışıyoruz. Yani, yavaş yavaş Türkiye genelinde bunu yaygınlaştırıyoruz.
Çevre ve Şehir: Ülkemizde toplanan atık piller nasıl bertaraf
ediliyor?
Savaş Arna: Biz öncelikle atık pilleri 2 sene boyunca İstanbul
Büyükşehir Belediyesinin bize tahsis ettiği yer olan İstanbul
Kemerburgaz’da yer altı depolarında depoladık. Burası 90
tonluk 30 cm. duvar kalınlığında izolasyonlu, bir yerdi. 1000
tona yakın pil birikti. Tabi bu çok maliyetli bir işti.
Şimdi ise İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yan kuruluşu
olan İSTAÇ A.Ş.’yle, birlikte Şile tarafında Kömürcüoda’da
bulunan yer üstünde depolama alanına götürüyoruz. Bu depoların altları izolasyonlu ve bu şekilde toplanan piller orada
bertaraf ediliyor, yani zararsız hale getiriliyor. Siz hangi nesnenin havasını suyunu keserseniz kurur. Sistemler kurumaya
başlıyor, piller de kuruyor, taşlaşıyor. Neticede pillerin çevreye zararını bu şekilde önlemiş oluyoruz.
Çevre ve Şehir: Peki çöpe atılan piller ne oluyor?
Savaş Arna: Şimdi eğer çöpe atılırsa ne olur; onu da söyleyelim. O da çok önemli. Çöpe atılan piller genellikle belediyelerin çöp toplama sahalarına rastgele gider. Ve oradan
tabii yağmur, kar, sıcak, soğuk neticede delinebilir. Ve delindiği zaman içindeki metaller yavaş yavaş toprağa zarar verir
yapar. Bu nedenle biz 71 ilde okul kampanyaları yapıyoruz.
Çocukları genç yaşlarda bu konuyla bilinçlendiriyoruz. Ve
neticede çocuklarımız bilinçleniyor ve bunu bütün hayatları
boyunca sürdürüyorlar.
Çevre ve Şehir: Türkiye’deki sayısı ve tüketimi ne kadar? Siz
ne kadarını topluyorsunuz?
Savaş Arna: Türkiye’de pil tüketimi Avrupa’ya nazaran oldukça az. Ama pil üreten tesis de yok. Akümülatörlerle karşılaştırmayın, akümülatörler ayrı. Türkiye’ye yaklaşık 10 bin ton
değişik türlerde pil gelir, ithal edilir. Piller ithal edildiği için
22
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Her şeyin başı tabii bilinçlendirme. İnsanların çoğu, tamam
evet piller toplanması gerekir derler, amma niye toplandığını
bilmezler, tabi bunu anlatmak lazım. Ben eğitim sorumlusuyum aynı zamanda. Dolayısıyla, bütün Türkiye’yi dolaşıp
duruyorum.
Çevre ve Şehir: Sizinle çalışan özel şirketler var mı?
Savaş Arna: Özel sektör de var tabi, özel sektörle de anlaşma var. Ama işte tek olmanın hem avantajı, hem dezavantajı
var. Bizim tek sıkıntımız; geri dönüşümde şu anda metaller
çok fazla değerli değil. Bu nedenle Türkiye’de bir tesis kurulmuyor.
Çevre ve Şehir: Türkiye’yi dünyayla karşılaştırdığımız zaman
ülkemiz atık pil yönetiminde nerede?
Savaş Arna: Dünyayla karşılaştıramazsınız, ilk karşılaşacağı yer Avrupa’dır. Avrupa Birliği’nin 27 ülkesinin en azından
15’inden daha iyi durumdayız. Çünkü onlar organizasyonlarını kurmadılar. Biz bu işe başlayalı 8 sene oldu. Artık oturmuş
bir organizasyonumuz var. Türkiye genelinde ne yapacağımızı
biliyoruz. Tabi Avrupa’da bizden önde olan ülkeler de var. Ama
Polonya’ydı, Romanya’ydı. Bulgaristan’dı, hatta İtalya falan,
onlardan daha iyi durumdayız. Tabii oralarda tüketim çok fazla olduğu için toplanan miktarlar da fazla oluyor.
Türkiye Madenciler Derneği
Dr. Caner Zambak: Çevre Koordinatörü
Çevre ve Şehir: Hocam toplumda madenler ve maden atıkları çevreye
aşırı zarar veren bir yapıymış gibi algılanıyor. Bu algı ne kadar doğru?
Caner Zambak: Atıkların her biri başlı başına bir sorundur. Başımızdan uzaklaştırmak istediğimiz için ve çevreye olumsuz etkileri
olduğu için atıkları sevmiyoruz.
Maden atıkları ise biraz daha değişik. Bu güne kadar sorun olmayan
maden atıkları birden sorun olmaya başladı. Ama bunun nedeni var.
Çünkü altın madenciliği yine gündemde. Siyanürlü aramalar yapıldığı söyleniyor. Sanki atıkların kendileri siyanürlüymüş gibi gösteriliyor. Halbuki öyle değil.
Siyanürle altın aranmaz. Bir kere siyanür öyle bir malzeme ki, altını
eritir, işletme sırasında alınır, kontrollü ortamda kullanılır, dışarıda
siyanür kullanılmaz. Çünkü Siyanür çok zehirli bir kimyasal, belli
bir dozun üstündeyse anında öldürür. Ama belirli bir dozun üstünde
almadıysanız hiç dert etmeyin, “Ya bu beni acaba ileride öldürür
mü?”, “Kanser olur muyum bundan?” şeklinde düşünmeyin. Çünkü
siyanür kanser de yapmaz. Siyanür yüksek miktarda alındığı anda
öldürür. 120 yılı aşkın süredir madencilikle siyanür kullanılıyor, bir
tane siyanürden dolayı ölüm yok, demek ki yönetimi kolay olan bir
kimyasal.
Bu tür yanlış bilgilerden dolayı bir kaç hareketle maden atıkları çok
kötü atıklardır denmeye başladılar.
Tabi Madencilerin yanlış yaptığı ve toplumda bu tür kaanat uyandıracak örneklerde var, yok değil. Belirli madenler var işletilmiş
açılmış ve herhangi bir düzenleme yapılmadan bırakılmış gidilmiş.
Bu madenlerin çoğu da devletten kalma. Eski devlet maden işletmeleri ya da küçük madencilerin yaptığı işler. İşte o madenlerdeki
görsel etkiden rahatsız olan halk maden atıklarını çok kötü olarak
biliyor. Maden atıkları için iyi demiyorum ama maden atıklarına
gelene kadar çevre ve insan sağlığı için çok daha olumsuz etkiler
yapabilecek diğer atıklar var. Tıbbi atıklar, belediye atıkları, bizim
evlerimizden çıkan atıklar. Yani karşılaştırdığınızda maden atıklarını
yiyebilirsiniz. Tabi karşılaştırma amaçlı söylüyorum. Maden atıklarıyla belediye atıkları arasında dağlar kadar fark var. Olumsuz etki
açısından. Dolayısıyla tehlikeli atık diye tanımlanan atıklar sektörün
adıyla bakılmalı.
Birde Madencilik ağaçların kesilmesini gerektiriyor. Arazinin bozulmasını gerektiriyor. Sonra içindeki cevheri alıp işleyeceksiniz.
Atıklarını depolayacaksınız. İşte bazen bu atıklar yağmur sel sularıyla derelere karışıyor. Miktarları çok büyük olduğu için maden
atıklarının ortaya çıkarttığı en küçük bir etki toplumda büyük bir
olaymış gibi görülüyor. Haksızda değil toplum. Kimse böyle bir olay
yaşamak istemez ama madencilik atıkları bu. Ancak madencilik
olmadan da yaşamamız mümkün değil. o maden açılmasın ne yapacaksınız? Dışarıdan alacaksınız. Bakanımız söyledi nereye kadar
alabiliriz. Nereye kadar paramız yetecek. Yani başkasından almak
çevrecilik mi? O sınırın öbür tarafında ben kirletmeyim çevreye sınır
koyuyorsunuz. Böyle bir düşünce doğru değil.
Çevre ve Şehir: Maden atıkları zararsız diyorsunuz? Peki maden
atıklarının yönetimi konusunda Türkiye’de neler yapılıyor, maden
işletmeleri bu konuda bilinçli mi? Konuyla ilgili Bakanlığın yürüttüğü
çalışmalar yeterli mi?
Şimdiye kadar maden atıklarına pek dikkat edilmezdi. Ama son 30
yıldır çok dikkat ediliyor. Tabi bu durum toplumun eğitim durumu,
ekonomik durumu ile de alakalı. İletişim araçları gelişti ve çevre
duyarlılığında büyük bir artış var.
Yapılması gereken şey maden atıklarının da iyi yönetilmesi için çevre
mevzuatının oturması gerekli. Henüz maden mevzuatımız yok sıkıntı
orada. Maden atıkları yönetmeliği henüz çıkmış değil. Avrupa Birliğinde 2006’dan beri var ama bizim mevzuatımızda içselleştirilmedi.
Bu yönetmeliğin bir an önce çıkartılmasında yarar var diye düşünüyorum. Çünkü maden atıkları kitlesi büyük, maliyeti büyük, çevresel
etkileri de büyük olabilecek atıklar. Ama iyi yönetildiğinde en kolay
yönetilebilen atıklardan biri. Çünkü sanayi atıkları gibi kanser yapıcı
ya da diğer olumsuz etkileri kimyasallar kadar kimyasal tesislerin
atıkları kadar etkili bir şey değil.
Çevre ve Şehir: Şuanda tüm Türkiye deki maden çıkartmalarda
yönetmelik olmamasına rağmen madenciler önlemlerini alıyorlar mı?
Caner Zambak: Güzel bir konuya değindiniz. “Türkiye’de madenler
için bir yönetmelik yok, bu madenler nasıl çalışıyor?” der gibi bir
şey. Tabi faaliyette olan madenler gerekli önemlerini alarak çalışmak durumundalar. Şöyle ki; bir kere su kirliliği kontrol yönetmeliği
var. Hava kalitesi kontrol yönetmeliği var. Atıkları düzenli depolama
yönetmeliği var.
Her ne kadar madencilik atıkları bizim atık yönetim genel esaslarına
dair yönetmelik kapsamından muaf ise de o yönetmelik içinde atıkların nasıl yönetileceği ilgili genelgelerle düzenlenmiş. Dolayısıyla
o genelgeler kapsamında ve diğer yönetmelikler hava, su ve toprak
kalitesiyle ilgili yönetmelikler kapsamında yönetiliyor. Yönetilmeyen
zaten kapatılıyor ya da cezalandırılıyor.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
23
Ben aynı zamanda Türkiye Madenciler Derneği’nin de Danışmanlığını yapıyorum. Orada aynı şeyi maden sahiplerine de söylüyorum.
“Eğer bu yönetmeliklere uygun olarak çalışamıyorsanız, suyu kirletiyorsanız, toprağı kirletiyorsanız, havayı kirletiyorsunuz, kapatılmaya layıksınız” diyorum. Ayrıca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da
bu kuruluşları denetliyor.
Çevre ve Şehir: Hocam, şimdi maden atıklarının biraz dışına çıkarsak,
Türkiye’deki çevrecilik anlayışından bahsedersek, son dönemlerde
çevreye ve atıklara karşı bakış açısı değişiyor mu? Sizin gözlemleriniz
neler?
Caner Zambak: Evet bazı düşünceler değişiyor. Yani son zamanlarda
atık sorunun yönetilebilir bir sorun olduğunun farkına varılıyor. Önceleri, “Atık mı? Bizden uzak dursun, istemem.”, “Nükleer ya da termik santral açıldı, atık mı üretiyor, istemiyoruz” Ama şimdi, “Evet,
istemiyoruz ama yönetilebilir mi?” “Nasıl yönetilmeli” diye sorular
başladı. Artık bunlar irdelenmeye başlandı.
Çevreci gruplar dahi belirli bir şeyden sonra “İstemezük” demenin kalkınmanın sürdürülebilirliğine olumsuz etkisi olduğunu görüp, nasıl yapılması gerektiğini tartışmaya başladılar. Dolayısıyla,
çevre konusunda da böyle militarist, radikal yaklaşımlar yok değil,
hala var. Ama bir yerde yapılabilirliğe doğru konuların irdelenmesi
gündeme gelmeye başladı.
Çevre ve Şehir: Sizce bu irdelenmede çevreci grupların etkisi var mı?
Caner Zambak: Tabi çevreci gruplar, bu tür bir yaklaşıma gelinmede iyi bir faktör oldular. Çünkü onlar olmasaydı sanayiciler ya
da uygulayıcılar “Ya Allah” gideceklerdi. Belki de hiçbir şeye dikkat
etmeyeceklerdi, geçmişte olduğu gibi.
Çin, bu duruma en güzel örnek. Çin’in ekonomisi birden patladı. Ama
çevresi bitti. Hava kalitesi, su kalitesi, toprak kalitesi 2 sene önce
dayanılmaz gibiydi. Şimdi onlar da belirli bir kalkınmışlık düzeyine
geldikten sonra ekonomisi de biraz para gördükten sonra çevre kirliliğini kesmek için çalışmalar yapmaya başladılar.
Nedir bu? Boşuna mı yaptık şimdi bunu ya da birine şirin görünmek için mi? Hayır. O grupların reaksiyonunu gördü, oradan ders
aldı ve daha iyisini yapmaya çalışıyor. Ben çevreci grupları olumlu
görüyorum. Her ne kadar radikal, hiç esnek olmayan kafada bile görünseler, birazcık onların dediklerini dinlemekte, görmekte, “Acaba
neden öyle diyorlar”, “Neden öyle düşünüyorlar” diye irdelemekte
yarar var. Göreceksiniz ki onların da haklı olduğu bir yer var.
Ama bir yerde katılaşıp buradan sonrasına geçit yok diyorsa, orada ideoloji başlıyor. İşte o gruplarda onu görmek lazım. İdeolojik
derken, bizim eski, 69’ların sol-sağ ideolojisi gibi bir yerden sonra
madencilere emperyalistler deniliyordu. Madenciler, Türkiye’de,
emperyalistlerin uzantıları, yabancı sermayesi olarak görülüyordu.
Ama şimdi Türk madenciler başladı, onlara bir şey diyemiyorlar.
Türk madenciler de bana göre çok düzgün çalışıyorlar. Örneğin,
altın madenleri, ben hepsini gördüm, gösterdim, yabancıların görüşlerini de biliyorum. Zonguldak Karaelmas Üniversitesindeki
hoca da aynı şeyi söyledi, dünyayı görmüş, dünyadaki en iyi altın
madenleri işletme teknikleri Türkiye’de uygulanıyor; ister inanın,
ister inanmayın.
Bakın Ülkemizde birde şöyle bir durum var; her ne kadar çevreye
duyarlı bir toplum değilsek de kişisel bazda çevre duyarlılığı konusunda mangalda kül bırakmayan bir toplumuz. Bugün benimle
münakaşa edip çevrede şu oluyor bu oluyor diyen adam arabasına
bindiğinde burnunu silip mendilini pencereden dışarı atabiliyor. Yani
böyle bir ikilem içindeyiz.
Çevre ve Şehir: Peki Yabancı çevreci grupların Ülkemizdeki etkisi
nedir?
Caner Zambak: Ha, orada sıkıntı var. Yabancı çevreci gruplar genelde başka amaçla bu işlerin içine giriyor. Özellikle madenlere yönelik
olarak birileri tarafından desteklenip projelerin kösteklenmesi için
giriyorlar. Orada ben art niyet arıyorum. Yerlilerde bir yere kadar o
art niyeti görmemeye çalışıyorum, iyi niyetlidir bunlar diyorum ve
öyle düşünüyorum. Ama ileriye gidildiğinde art niyeti gördüğümde
onların düşüncelerine de bir yerde set çekiyorum.
Bu konuları ben çok tartıştım bizim çevrecilerle, madenciliğe karşı olanlarla. Benim olduğum platformda hiçbir zaman için bir kavga çıkmadı.
Çünkü beni tanıyorlar, ben onları tanıyorum. Nereye kadar gidebileceğimizi biliyoruz. Ama öbür tarafta bakıyorsun, işte köyümüzü
berbat etti. Emperyalizmin adamı geldi, satılmış, gibi bu tür laflar
söylüyorlar; bunlar anlamsız.
Bunun açık örneğini biliyorsunuz Kazdağları’nda yaşadık. Burada
“Siyanürle altın aranıyor ve etraf batıyor” şeklinde söylentiler yayıldı halk yanlış yönlendirildi. Bakın altın arama safhasında hiçbir
kimyasal kullanılmaz, hele siyanür hiç kullanılmaz. Ama bunu ben
biliyorum, Bakanlık biliyor, bilim adamları biliyor, hatta bu lafı çıkartanlar biliyor. Ama halkı manipüle etmek için gene de bu lafı
kullanıyorlar.
Çevre ve Şehir: Ülkemizde belirli yerlere Nükleer santral kurulmak
isteniyor, Termik santral kurulmak isteniyor. Çevrenin kirletileceğini
ve tahrip edileceğini savunan çevreci gruplar, eylemler yapıyor.
Bunun sonucunda istenmeyen olaylar yaşanıyor. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Caner Zambak: Şöyle söyleyeyim: Bir yerde bir maden, işletme,
büyük bir inşaat yapacaksanız, doğaya tahribat yapmadan, olumsuz
etki yapmadan onu kuramazsınız, bitti. Köprü bile yapsanız, köprünün ayakları üzerindeki ağaçları keseceksiniz, toprağı tahrip edeceksiniz. Yol dahi yapsanız aynı şey. Dolayısıyla, ağaç kesmek, şu,
bu meselesi değil. Mesele, acaba o tesisi o hassas diye gördüğünüz
24
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
ortamda mı yapmanız lazım?
Yani ağaç kesilmesi, şu, bu, bunlar yenilebilir şeyler, dolayısıyla
başka bir yerde ağaçsız bir yeri 3 misli, 5 misli ağaçlandırırsınız
sorun çözülür. Sorun o değil.
Nükleer santral konusu, işte bugün onu da tartıştık, yapılsın mı,
yapılmasın mı? Tamamen bir politik seçim ve aynı zamanda ileriye
dönük stratejik bir karar.
Nükleer santralle mi gidereceksin enerji açığını, yoksa doğal gaza
bağımlı olarak Rusya’ya para ödeyerek mi? Ya da Araplara para
ödeyerek mi yaşayacaksın? Önce buna karar vermek lazım. O bağımsızlığı biraz aşağı indirmek istiyorsan nükleer santral bir yerde
kurulması gerekiyor, ama onun da artıları, eksileri var.
Mesela herkes Nükleer santralin atıklarından bahsediyor. Herkes
“Atıkları ne yapacaksınız?” diye soruyor. Biliyor musunuz, bir nükleer santraldan yıldı 3 ton falan atık çıkar. 3 ton atık hacim olarak
üç bilgisayar kasasışu kadar bir şeydir, çünkü çok yoğun bir atıktır.
30 yıl, 50 yıl çalıştırsanız bunun gibi 50 tane koyulacak bir yer lazım.
Yani normal bir oda kadar bir yer lazım, onu da bir havuz içinde
yapabilirsiniz.
Çevre ve Şehir: Çevreci gruplar nükleer ve termik santrale karşı
çıkmalarının bir sebebi de doğal enerji kaynaklarının kullanılmasını
istemeleri. Yani güneş ve rüzgar enerjisi kullanılsın diyorlar. Siz bu
iki enerji için ne söyleyeceksiniz?
Caner Zambak: Rüzgar enerjisini, mümkün olduğu yerlerde yapmakta yarar var, ama onun da olumsuz etkilerine bakmak lazım.
Biliyorsunuz, şimdi rüzgar enerjisi için Avrupa’da hayır diyenler çıkmaya başladı. Neden? Çünkü göçmen kuşların yolu üzerinde olanlar
göçmen kuşları kesiyormuş. Gürültüsünden altındaki inekler süt
veremiyorlarmış. Uçak radar dalgalarını olumsuz etkiliyormuş.
Yani her bir şeyin bir olumuz yönü var.
alıyor. Size göre Ülkemizde iklim değişikliğinin etkisini azaltmak için
ne gibi çalışmalar yapılabilir?
Caner Zambak: Vallahi iklim değişikliği konusu enteresan bir konu.
Tabi her şey karbondioksit ve metan çıkışına bağlanıyor. Benim yazılarımı, yani 10 yıldır olanları takip ederseniz göreceksiniz, ben
iklim değişikliğiyle ilgili konularda pek sevilen biri değilim, çünkü
pat diye inanmam.
Şimdi iklim değişikliği için ne diyorlar? Atmosferdeki karbondioksit
miktarı artı. O grafiği alın. Bir de “dünyada çalışarak yaşayan nüfus” adı altında başka bir grafik yapın. Bu iki grafiği üst üste koyun.
Göreceksiniz ki ikisinde de aynı orada artış var.
Şimdi bu çerçevede bakarsak iklim değişikliği nüfustan dolayı mı
arttı, karbondioksitten dolayı mı arttı? Bunu da sorgulamak lazım.
Ama var olan bir şey var ki, fosil yakıtlar karbondioksiti arttırıyor.
Fosil yakıt demek termik santraller demek, araçlar, azot oksitler,
metanlar, şunlar-bunlar. Bütün bunlar iyi, güzel de, bunların salınımını da azaltmak lazım.
Güneş enerjisi; biraz önce Zonguldak Üniversitesinden hocalardan
biri, Almanya doğumlu, Almanya’yı çok iyi biliyor. Söylediği şey şu:
Güneş enerjisi bedava enerji değil mi? Bedava alıyorsunuz. Ama
onun altyapısı, panelleri kurmak, bağlantılar, onu şebekeye vermek
çok maliyetli ve çok dağınık. Ya da bir müddet sonra belki bilimcileri
diyecekler ki, güneş panellerinin altındaki kertenkeleler ve bilmem
ne bitkileri güneş alamıyor, dolayısıyla çevre olumsuz etkileniyor.
Dolayısıyla benim söylemek istediğim burada; hiçbir şeye hayır
dememek, her birinin artısını, eksini düşünerek, irdeleyerek kabul
edilebilir düzeydeki etkileriyle inşa etmek gerek.
Çevre ve Şehir: Hocam, son olarak iklim değişikliği konusuna
değinirsek, dünya üzerindeki bir çok alan iklim değişikliğinden
olumsuz etkileniyor. Doğal olarak Türkiye’de bu etkilerden nasibini
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
25
Doç. Dr. Mahmut Suat Delibalta
Niğde Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Maden
Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ile söyleşi:
Çevre ve Şehir: Hocam Madenciliğin ve madencilikten
kaynaklanan atıkların çevreye çok zararlı olduğundan
bahsediliyor, acaba bu doğru mudur?
Mahmut Suat Delibalta: Çok doğru değil. Birebir çevreyi etkilemeyen atıklar söz konusu. Mesela termik santral atıkları
doğayla uyumlu, hatta bunların tekrar kullanımı bile söz konusu, yani ikincil ürün olarak.
Bunun yanında yapı malzemeleri, inşaat malzemelerinde
dolgu malzemesi olarak kullanılması araştırılıyor. Bu yönde uygulama aşamaları var. Metalik olanlarda özellikle altın madenciliği için de önlem alındığı zaman zaten doğayla
uyumlu olan atıklar söz konusu.
nin veya pasa yığınlarının rehabilitasyonu yapıldıktan sonra
bunlar çevreyle uyumlu oluyor. Sadece toplumda, termik
santrallerin hava kirliliğine neden olduğu algısı var. Ki bu
durumda da termik santrallerin baca gazlarını absorbe eden
tutucu filtre sistemleri kullanılırsa, havaya salınan o karbonmonoksit, karbondioksit gazları tutulursa herhangi bir
problem söz konusu olmuyor.
Ama dediğim gibi halk arasında genelde işte madencilik havayı kirleten veya işte doğayı bozan bir faaliyet alanıymış gibi
tanıtılıyor, bu çok doğru bir algı değil. Maden sektörü çevreyle çok uyumludur aslında. Tabi sektörümüzün doğaya bir müdahalesi var. Ama ondan sonrası maden kapatma dediğimiz
kısımda, madenin nihai tamamlanması sonrasında arazinin
iyileştirilmesi yapılıyor. Bu işte tarım arazisi olabiliyor, su
alanları olabiliyor, regülasyon alanları olabiliyor, çok amaçlı
kullanım, hatta daha iyi koşullara bile getirilebiliyor. Çünkü,
sonuçta bunlar artık mühendislik yapılarının içerisine giriyor. Yani, kendi elimizle daha da iyiyi dizayn edebiliyoruz. Eski
ekolojik sisteme en uygun koşullar neyse onu temin etmeye
çalışıyoruz ki uygulamalarımız da o aşamada.
Çevre ve Şehir: Bu konuyla ilgili bir örnek verebilir misiniz?
Mahmut Suat Delibalta: Mesela Avrupa Birliği Ülkelerinden
Almanya’da çok güzel uygulamalar var. Eski Doğu Almanya linyit sahalarının olduğu yerlerde madenciliğin yapıldığı
alanları doğal ortamla ayırt edemezsiniz. Daha önce gezip
gördüğünüzde orada bir madencilik yapılmış mı, yapılmamış
mı fark bile edemezsiniz. Ülkemizde de buna benzer uygulamalar var. Birçok açık işletme, linyit, özellikle Türkiye Kömür
İşletmeleri, TKİ kurumunun hep arazi rehabilitasyon çalışmaları örnek gösterilebilecek düzeydedir.
Çevre ve Şehir: Maden atıklarını gidermek için dünyada
uygulanan sistemler, Türkiye’de de aynı düzeyde uygulanıyor
mu? Madencilik Türkiye’de ne düzeyde, biraz kıyaslama
yapabilir miyiz? Ülkemizde son teknoloji mi kullanılıyor?
Mahmut Suat Delibalta: Madencilik sektörümüzdeki uygulamalar, dünya literatüründeki uygulamalarla hemen hemen
eşit düzeyde gidiyor. Hatta bazı özellikle altın madenciliğinde
örnek olabilecek uygulamalarımız bile var, yani o konuda çok
iyiyiz.
Türkiye şu anda küresel ısınma ve iklimle ilgili mevzuatların
hepsine zaten dahil olup kirleticilik düzeyi düşük olduğu için
zaten ek listede yer alıyor. Yani, biz şu anda çevreyi zaten çok
az kirleten bir ülkeyiz.
Ama tabii ki bu şu demek değildir; madencilik sektörü olsun veya diğer endüstriyel sanayi, imalat sanayi kuruluşları
olsun, belediyeler olsun çevreyi dikkate almayacağız. Böyle
bir durum söz konusu değil. Tabii ki çevreyle uygulamalarımızın veya atıklarımızın yönetimi şart, o konuda mutlaka atık
yönetimini uygulamamız gerekiyor.
Çevre ve Şehir: Az önce termik santralden bahsettiniz,
vatandaşlar çevreyi kirlettiğini düşündükleri için buna çok
karşı çıkıyorlar? Siz aynı şekilde düşünmüyor musunuz?
Mahmut Suat Delibalta: Evet Termik santral atıklarının fazla
bir etkisi yok. Yani bir termik santral pasalarının, külleri-
26
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
DEPREMSELLİK AÇISINDAN
Tokyo Örneği
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, sık sık depremlerin yaşandığı
Japonya ve depremle anılan Tokyo’da incelemelerde bulundu.
Japon yetkililerden alt yapı çevre ve kentsel dönüşüm konularında bilgi alan Bakan Bayraktar,
burada yaptığı açıklamada Japonya’nın kentsel dönüşümü nasıl yaptığını, depremin etkilerini azaltmak
için nelere dikkat ettiklerini yerinde
gördüğünü belirterek, “Japonya,
şehirleşme, teknoloji ve ekonomi
olarak çok gelişmiş bir ülke. Türkiye de 2023 yılına kadar kentsel
dönüşümünü tamamlayarak dünya
çapında marka şehirlere kavuşacak“ dedi.
Türkiye’deki binaların depremsellik
riskini azaltmak için çok ciddi bir
çaba içinde olduklarına dikkat çeken Bayraktar, iki ülkenin yaptığı
çalışmalar açısından bir fark olmadığını ifade etti. Bakan Bayraktar, “
Ama Japonlar, bizden bunu 20 sene
önce yapmışlar. Biz ise son 10 senede başladık. Fay hattı üzerindeki
binalarımızı yeniliyoruz. Japonlar
da deprem oldukça yenileme yapmışlar. Biz de Japonların bildiklerini
28
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
aşağı yukarı biliyoruz. Fakat bunları
uygulamak için hem maddi bakımdan gelişmişlik düzeyimiz hem de
teknolojiyi uygulama bakımından
yeni teknolojileri yakalamamız bakımından buradaki özellikleri inceledik” şeklinde konuştu.
DEPREM TATBİKATINA KATILDI
Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar, Japonya Afet Önleme Merkezi
tarafından düzenlenen bir deprem
tatbikatına katılarak büyük bir depremde yaşanması muhtemel gelişmeleri gözlemledi. Bakan Erdoğan
Bayraktar, daha sonra kentsel dönüşümün uygulandığı Roppongi Hills’i ziyaret etti. Bayraktar, yeşil çevrenin korunduğu ancak gökdelen
ve rezidansları da barındıran bölge
hakkında bilgi aldı.
Bakan Bayraktar, daha sonra Tokyo’nun komşusu olan Kanagawa
eyaletindeki Yokohama kentini
ziyaret etti. Bayraktar, şehirdeki
kentsel dönüşüm çalışması “Mi-
nato Mirai 21” projesini de yerinde
inceledi. Belediye yetkililerinden
bölgeye ilişkin bilgi aldı. Yetkililer,
bölgenin tersanenin tahliye edildikten sonra denizin doldurulmasıyla
elde edildiğini söyledi. Pek çok iş
merkezi ve ünlü markaların yer aldığı bölgeyi, 2010 yılında 58 milyon
kişi ziyaret ettiği ifade edildi.
Bakanı Bayraktar, ayrıca Yokohama’da bulunan Uluslararası Horizon Okulu’nu ziyaret etti. Bakan
Bayraktar ve Türkiye’nin Tokyo
Büyükelçisi Serdar Kılıç’ı, Horizon
Japonya Uluslararası Okulları Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Arslan ve Okul Müdürü Mustafa Kara
karşıladı. Okul Müdürü Kara,’dan
okul hakkında bilgi alan Bakan Bayraktar, bir öğretmenle ayak üstü
sohbet etti. Okulun hatıra defterini
de imzalayan Bayraktar, “Bu uzak
ülkenin Yokohama şehrindeki okulu görerek buradaki ciddi, samimi
ve başarılı çalışmaları takdir ediyorum.” diye yazdı.
BİR MODEL ŞEHİR; SEJONG
Enerjiyi savurmayan, yağmur sularının tekrar kullanıldığı, bisiklet yollarının yaygın
olduğu ve kişi başına yeterli miktarda yeşil alanın bulunduğu, akıllı kentler üzerinde
çalışmalar sürüyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, enerjiyi savurmayan, yağmur
sularının tekrar kullanıldığı, bisiklet yollarının yaygın olduğu ve kişi başına yeterli
miktarda yeşil alanın bulunduğu, akıllı
kentler üzerinde çalıştıklarını söyledi.
Güney Kore Enerji Bakanı, Altyapı Bakanı
ve Çevre Bakanıyla da görüşmelerde bulunan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar, Güney Kore’nin “çevre değerleriyle barışık şehri” Sejong’da da incelemelerde bulundu. Bakan Erdoğan Bayraktar, Türkiye’nin son yıllarda çevre ve
şehircilik alanında büyük başarılara imza
attığını belirterek, kentsel dönüşüm kapsamında kurulacak yeni şehirlerin Şejong
benzeri olacağını ifade etti.
Türkiye’de 6 milyon 500 bin konutun yıkılarak yenilenmesi gerektiğini hatırlatan
Bakan Bayraktar “İnsanlar yerleşim alanlarında; güvenlik, konfor, ulaşım, sosyal
donatı alanları, engelliler için kolaylaştırılmış mekanlar, çocuk oyun alanlarıve eğitim imkanlarının yanı sıra enerji verimliliği yüksek, su tasarruflu, yağmur sularının
tekrar kullanılabildiği, sıvı ve katı atıkların
ayrıştırıldığıçevreye duyarlı mekanlarda
30
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
yaşamak istiyor. “Akıllı kent” kavramı
üzerinde kafa yoruyoruz ve bunun için
de dünyadaki gelişmeleri yakından takip
ediyoruz” dedi.
Dünya kentlerinin teknik altyapı, ulaşım ve
diğer şehirşebeke çalışmalarını yakından
izlediklerini dile getiren Bayraktar, “Hükümet olarak özellikle, ulaştırma alanında
toplu taşımayı özendirici yatırımlar, hızlı
tren uygulamaları, yakıt kalitesi iyileştirme ve bio-dizel kullanımı gibi politikaları
yaygınlaştırdık. Binalarda enerji tasarrufunu sağlayacak ‘’yeşil bina’’ dönemine
geçtik. 2012 yılında, “Enerji Kimlik Belgesi” uygulamasıbaşlattık. Bugüne kadar 78
bin 300 adet binaya enerji kimlik belgesi
verildi. Bunların yüzde 90’nı son bir yıl
içinde düzenlendi” şeklinde konuştu.
Bayraktar, Güney Kore’de kilometrekareye 480 insan düştüğünü bu rakamın
Türkiye de ise 98 olduğunu söyledi. İstanbul’da ise kilometrekareye düşen insan
sayısı 2 bin 666’ya kadar çıktığına dikkat
çeken Bayraktar, “İstanbul’un yoğunluğunu azaltmak için Anadolu ve Avrupa
yakasında iki yeni şehir çalışmasına başladık. Bu şehirlere yeni nüfus akışı olma-
yacak. İstanbul’un yoğun bölgelerinden
transferler olacak”dedi.
Bakan Bayraktar, Kore Şehitleri İçin
Dua Etti
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Güney Kore’nin Busan Şehri’nde
bulunan Türk şehitliğini ziyaret ederek
dua etti.
Bakan Erdoğan Bayraktar, Kore’de şehit
düşen askerlerimizin Busan’da bulunan
mezarlarını ziyaret etti. Beraberindeki
heyetle şehitlerimize dua eden Bakan
Bayraktar, yetkililerden şehitlikle ilgili
bilgi aldı.
Daha sonra anı defterini imzalayan Bayraktar, Türk ve Güney Kore halkı arasında, ortak tarih ve kültür temeline
dayanan, müstesna ilişkilerin olduğunu
söyledi. Bayraktar, “Türkiye ile Güney
Kore, dost ve kardeş iki ülkedir” dedi.
Türkiye’nin, Güney Kore halkının yardım
isteği üzerine, bu ülkeye 1950 yılında
gönderdiği askerlerden 721’i şehit düşmüş, 462’si Busan’daki Türk Şehitliğine
defnedilmişti.
DENİZ KAPLUMBAĞASI
İZLEME ÇALIŞMALARI
Caretta Caretta
‘’İSTANBUL’UN TAMAMININ FİNANS MERKEZİ OLMA ÖZELLİĞİNİ KÖPÜRTMEK
İSTİYORUZ’’
Dünyadaki 8 tür
deniz kaplumbağası:
Dermochelys coriacea
(Deri Sırtlı Deniz
Kaplumbağası), Chelonia
mydas (Yeşil Kaplumbağa),
Chelonia agassizii (Siyah
Kaplumbağa), Caretta
caretta (Adi Deniz
Kaplumbağası veya İribaş
Deniz Kaplumbağası),
Ertmochelys imbricata
(Atmaca Gagalı
Kaplumbağa), Lepidochelys
olivace (Zeytin Yeşili
Deniz Kaplumbağası),
Lepidochelys kempii
(Gündüz Yuvalayan
Kaplumbağa) ve Natator
depressus (Düz Kabuklu
Deniz Kaplumbağası)’dur
(Lutz ve Musick, 1997).
Bu türlerden ikisi (C.
Caretta ve C. Mydas)
Türkiye’nin Akdeniz
sahil şeridi boyunca 17
kumsala çıkarak yumurta
bırakmaktadır.
32
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Denizlerde yaşayan deniz kaplumbağası türlerinin hepsi yayılış alanlarının
tamamında veya önemli bir bölümünde
nesli yok olma tehlikesinde olan “Tehlike Altındaki Türler” ya da yakın gelecekte muhtemelen tehlike altında olacak
“Tehdit Altındaki Türler” kategorisinde
bulunmaktadır. Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Birliği (IUCN) tarafından
yayınlanan kırmızı listede Türkiye’nin
Akdeniz sahillerinde düzenli olarak yuva
yapan iki türden Chelonia mydas ve Caretta caretta “tehdit altında” olan türler
olarak tanımlanmaktadır. Bu tür deniz
kaplumbağalarının populasyonları, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak büyük oranda azalmıştır.
Caretta caretta ve Chelonia mydas Akdeniz kıyılarında düzenli olarak yuvalayan iki tür deniz kaplumbağasıdır.
Dermochelys coriacea, Eretmochelys
imbricata ve Lepidochelys kempii ise
Akdeniz havzasında gözlenen ancak düzenli yuvalamaları saptanamamış diğer
deniz kaplumbağalarıdır. Akdenizdeki
Caretta caretta’nın önemli yuvalama
alanları Yunanistan ve Türkiye’de, düşük
oranda da Kıbrıs’ta bulunmakta, Chelo-
nia mydas yuvalamaları ise esas olarak
Türkiye’nin doğu Akdeniz sahillerinde
gerçekleşmektedir. Bu nedenle Türkiye,
Akdeniz’deki deniz kaplumbağası populasyonlarının geleceği için önemli bir sorumluluk taşımaktadır.
Türkiye’nin Akdeniz kıyı kuşağı tarihi ve
doğal zenginlikleriyle haklı bir üne kavuşmuş, bununla birlikte kıyı bölgelerindeki hızlı nüfus artışı ile bölgenin canlı
ve cansız kaynakları üzerindeki baskı da
artmıştır. Son yıllarda giderek gelişen
turizm ile ortaya çıkan yoğun yapılaşma,
insanların kıyı bölgelerindeki aşırı yığılması, kötü arazi kullanımı, endüstriyel
veya tarımsal kaynaklı kirleticilerin denize ulaşması kıyı habitatlarının ve ekosistemlerinin farklı ölçeklerde bozulması sonucunu doğurmuştur.
Türkiye’deki önemli deniz
kaplumbağa üreme kumsalları.
Deniz kaplumbağalarının neslinin devamı öncelikle üremek için kullandıkları
kumsalların, beslenme, kışlama ve göç
alanlarının doğal durumlarında korunabilmesine bağlıdır. Bu durumda deniz
Caretta caretta
ve Chelonia
mydas Akdeniz
kıyılarında düzenli
olarak yuvalayan
iki tür deniz
kaplumbağasıdır.
Dermochelys
coriacea,
Eretmochelys
imbricata ve
Lepidochelys
kempii ise Akdeniz
havzasında
gözlenen
ancak düzenli
yuvalamaları
saptanamamış
diğer deniz
kaplumbağalarıdır.
kaplumbağalarının korunması sadece
bir tür koruması değildir. Kara ve deniz
habitatlarının kesiştiği kıyı ekosisteminin korunması gerekmektedir. Kıyı ekosistemini olumsuz etkileyebilecek her
türlü faaliyet diğer canlı türlerine olduğu
gibi deniz kaplumbağalarına da zarar
vermektedir.
Bu kapsamda, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün görev ve
sorumluluğundaki korunan alanlarda;
nadir, nesli tehlikede, tehlikeye düşebilir bitki ve hayvan türlerinin bulundukları
bölgelerdeki popülasyonların tespit edilmesi; bunlara yönelik tehditlerin belirlenmesi ve korunmalarına yönelik çalışmaların geliştirilmesi amacıyla projeler
yaptırılmaktadır.
Bu önemli türlerden biri de Köyceğiz-Dalyan, Fethiye-Çalış, Belek, Patara ve Göksu deltası Özel Çevre Koruma
Bölgeleri’ndeki kumsal alanlarında yuvalayan Caretta caretta ve Chelonia mydas deniz kaplumbağalarıdır. Bununla
birlikte, dünya popülasyonunun %50’sinin Türkiye sularında yaşadığı bilinen
Trionyx triunguis türü Nil Kaplumbağası
Köyceğiz-Dalyan ve Göksu kumsallarını
yuvalama alanı olarak kullanmaktadır.
Köyceğiz-Dalyan ve Göksu Deltası kumsal alanları Kumsalarda her yıl bilimsel
amaçlı yapılan çalışmalarda, yuvalama
periyodu olan Mayıs-Ekim ayları içerisinde deniz kaplumbağalarını olumsuz
yönde etkileyen faaliyetlerin minimuma
indirilebilmesi, önceki yıllarda başlatılan
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
33
popülasyon izleme çalışmalarının devamlılığını sağlayarak; koruma-kullanma dengesi içerisinde alınması gereken
tedbirlerin uygulanması, bölgede turizm
faaliyetlerinin ve deniz kaplumbağalarının yuvalama alanı ile örtüşmesinden
kaynaklanan sorunların eğitim ve bilinçlendirme yoluyla aşılmasını sağlamak
amacıyla, sürekli izleme çalışmaları yürütülmektedir. Söz konusu izleme çalışmaları ile ülkemizin taraf olduğu uluslar
arası sözleşmeler ve ilgili protokollerin
hükümleri ile eylem planlarının uygulanması amaçlı faaliyetlerde yerine getirilmektedir.
Popülasyon İzleme ve Markalama
Çalışmaları
Yapılan gece çalışmalarında, arazide
yumurtlamaya çıkmış olan ergin dişiler
belirlenmekte, bu Deniz Kaplumbağalarının ölçümleri alınarak markalama
işlemleri yapılmaktadır. Her gün gerçekleştirilen gündüz çalışmalarında bir
önceki gece çıkmış olan kaplumbağaların yuvaları işaretlenerek GPS kayıtları
alınmaktadır. Daha önceden belirlenen
yuvalar kontrol edilerek predasyon,
yavru çıkışı ve kontrol amaçlı yuva açış-
34
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
larının verileri kayıt edilmekte, türün
yuvalama alanlarının sayısal haritaları
üretilmektedir. Ayrıca yuvalara zarar
veren memeli ve diğer canlıların geceleyin izlenebilmesi için kumsala görüntü
ve fotoğraf kaydı yapabilen kamera yerleştirilerek yuvalara zarar veren predatörlerin popülasyon durumu hakkında
bilgiler elde edilmektedir.
2012 yılında yapılan izleme
çalışmalarında 5 kumsalda yaklaşık
1000 yuva tespit edilmiştir.
Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme
Merkezi
Yaralı kaplumbağalara yönelik gerekli
müdahalelerin yapılabilmesi amacıyla
Köyceğiz-Dalyan Özel Çevre Koruma Bölgesi İztuzu Kumsal Alanında mülga Özel
Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, Doğa
Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Dalyan Belediyesi ve Pamukkale Üniversitesi işbirliği ile bir protokol imzalanarak Deniz Kaplumbağaları Araştırma,
Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi hayata geçirilmiştir.
Dalyan Kumsalında Deniz Kaplumbağa Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi
(DEKAMER)’nde bakım ve tedavisi yapılan 40 adet deniz kaplumbağası denize
bırakılmış olup, 8’i halen tedavi altındadır. Ayrıca bugüne kadar toplam 9 deniz
kaplumbağasına uydu cihazı takılarak
Akdeniz’de göç yolları takip edilmektedir.
Bilgilendirme Çalışmaları
Yuvalama periyodu süresince kumsalların yoğun olduğu saatlerde, yerel halk ve
kumsala gelen ziyaretçiler yapılan çalışmalar ve deniz kaplumbağaları hakkında
proje yürütücüleri tarafından el broşürleri, afişler, slayt ve filmler aracılığıyla
bilgilendirilmektedir.
Söz konusu türün ve yaşama ortamlarının korunması amaçlı çalışmalar, 2013
yılı yuvalama sezonu içinde de, Köyceğiz-Dalyan, Fethiye-Çalış, Belek, Patara ve Göksu deltası Özel Çevre Koruma
Bölgeleri’ndeki kumsal alanlarda yapılmaktadır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
35
GERİ KAZANIM
TESİSİ
YATIRIM MALİYETİ
EEE (Elektrik ve Eleltronik Eşya)atıklarının toplanması konusunda belediyelere
büyük görev düşüyor. Nüfus yoğunluklarına göre, her belediyenin zaman içerisinde
atık getirme merkezi oluşturması ve özellikle EEE marka sahiplerinin Bakanlık
sistemine kayıt olmaları ve bildirimlerini göndermeleri, sorumlulukların doğru
şekilde paylaştırılması açısından büyük önem arz ediyor.
Tehlikeli atık yakma tesislerinin yapımı için gereken toplam yatırımın 2004
yılı fiyatlarıyla 853 milyon Avro, tehlikeli atık depolama alanları yapımı için ise
110 milyon Avro olarak hesaplanmıştır.
Aktarma istasyonları yapımı için de yaklaşık 74 milyon Avro yatırım öngörülmüş
olup, toplam 1 milyar Avro’dan fazla bir
yatırım planı çıkarılmıştır.
Katı atıkların yakılması için de, 16’sı İstanbul, Ankara ve İzmir’de olmak üzere
kurulması tasarlanan 35 tesisin yatırım
Atık Yönetimi Raporu maliyeti 2.8 milyar
Avro olarak hesaplanmıştır.
Atık yağ tesisi yatırımının maliyeti ne
kadardır?
Atık yağların geri kazanımı 1930’lu yıllarda başlamış ve 2’inci Dünya Savaşı
sırasında önemli bir artış göstererek günümüze kadar gelişerek devam etmiş.
Bugün dünya çapında bu konuda faaliyet
gösteren yaklaşık 400 geri kazanım te-
36
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
AB genelinde 2005
yılında piyasaya
sürülen atık elektrik ve
elektronik eşya (EEE)
miktarı 8,7 milyon ton
olup, bu miktarın 2020
yılında yaklaşık 12,3
milyon tona çıkması
bekleniyor.
sisi bulunuyor. Bu tesislerin toplam kapasiteleri bin 800 kt / yıl, bireysel kapasiteleri ise ortalama 2 kt/yıl’dan az olup,
çoğunluğu Hindistan, Çin ve Pakistan
başta olmak üzere Doğu Asya’da bulunuyor. Atık madeni yağların geri kazanılması prosesleri dünyada farklı ülkelerde
farklı teknolojilerle yapılıyor. Dolayısıyla
farklı teknolojiler farklı maliyetleri getiriyor. Örneğin PETDER’ in 2011 yılında
yapmış olduğu fizibilite çalışmasına göre
80 bin ton/yıl kapasiteli atık yağ tesisi
anahtar teslim fiyatı 40 milyon Avro iken,
TUBİTAK MAM’ın 2012 de yaptığı 20 bin
ton/yıl kapasiteli tesisin anahtar teslim
fiyatı 17 milyon Avro olarak öngörülüyor.
Atık yağ sektörünün başlıca sorunları
ve çözüm önerileriniz nelerdir?
Atık Madeni Yağların Kontrolü Yönetmeliği’nde çelişen konuların aydınlatılması,
farklı kurumların çıkarmış olduğu yönetmeliklerin birbirleriyle tutarlı olması
gerekiyor. Devletin, geri kazanım tesis-
lerinden talep ettiği modernleşme ve kapasite artırım çalışmaları için bu tesisleri maddi ve manevi olarak desteklemesi
gerekiyor. Atık yağ toplama ve taşıma
işleri sadece lisanslı bertaraf ve geri kazanım tesislerine ait araçlar tarafından
yapılarak, sektörün hammadde sıkıntısı
giderilmeli. Sadece madeni yağ atıklarının değil, bütün atıkların kaynağında ayrı
toplanması için paydaşların elini taşın
altına koyması ve sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor.
“Piyasaya sürülen
EEE 700 bin ton, ama
bunun sadece 5 bin tonu
toplanıyor.”
Türkiye’de ve dünyada elektronik atık
potansiyeli nedir?
AB genelinde 2005 yılında piyasaya sürülen atık elektrik ve elektronik eşya (EEE)
miktarı 8,7 milyon ton olup, bu miktarın
2020 yılında yaklaşık 12,3 milyon tona
çıkması bekleniyor. AB genelinde kişi
başına piyasaya sürülen EEE miktarı 20
Kg, toplanan miktar ise 6,5 Kg’dır. 2008
yılı verilerine 10,22 milyon ton EEE piyasaya sürülmüş. Bu miktarın yüzde 32’si
yani 3,24 milyon tonu geri dönüşüm
amacı ile toplanmış. AB genelinde en
iyi toplama yüzdesine sahip ülkeler yüzde 72 ile Hollanda, yüzde 63 ile İsveç ve
yüzde 56 ile Norveç’tir. Türkiye genelinde piyasaya sürülen EEE miktarı yaklaşık 700 bin tondur. Bakanlık verilerine
göre, 2009 ve 2010 yıllarında lisanslı firmalar aracılığı ile toplanan atık miktarı
ise ancak 5,338 tondur.
Bu sorunun çözümü adına neler yapılmalı?
22 Mayıs 2012
tarihinde Atık Elektrik ve Elektronik Eşyaların (AEEE)
Kontrolü Yönetmeliği’nin çıkmasıyla
birlikte tartışılan birçok konu netliğe
kavuştu. EEE atıklarının toplanması konusunda belediyelere büyük görev düşüyor. Nüfus yoğunluklarına göre, her belediyenin zaman içerisinde atık getirme
merkezi oluşturması gerekiyor. Özellikle EEE marka sahiplerinin Bakanlık
sistemine kayıt olmaları ve bildirimlerini göndermeleri sorumlulukların doğru
şekilde paylaştırılması açısından büyük
önem arz ediyor. Konuyla ilgili çalışan lisanslı firma sayısının artması gerekiyor.
Özel sektörün
bu alanda
yatırım yapmaya
özendirilmesinde,
atık bertaraf
ücretlerinin, ilgili
sektörlerin katılımı ve
temsilini sağlayan bir
komisyonca piyasa
fiyatları düzeyinde
belirlenmesi önem
kazanmaktadır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
37
Atık yağlar
tehlikeli atık olarak
tanımlanmalarına
rağmen büyük
miktarda
hammadde
geri kazanım
potansiyeline
sahiptirler. Atık
yağdan baz yağ
üretimi, ham
petrole kıyasla
yüzde 67 oranında
daha az enerji
gerektirir. 1.5 kg
atık yağdan benzin,
katran ve fueloil gibi
ürünler dışında, 1 kg
yüksek kalitede baz
yağ elde edilebilir.
38
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Bu artışın atıkların doğru şekilde değerlendirilmesi başta olmak üzere doğanın
kirlenmemesi, enerji tasarrufu ve ekonomiye katkı gibi birçok yarar sağlayacağı düşüncesindeyim.
“Vergi indirimi özel sektörü
yatırıma teşvikte önemli”
Özel sektörün bu alanda yatırım yapmaya özendirilmesinde, atık bertaraf
ücretlerinin, ilgili sektörlerin katılımı ve
temsilini sağlayan bir komisyonca belirlenmesi önem kazanmaktadır. Zira bu
ücretlerin düşük belirlenmesi, özel girişimcilerin bu alanda yatırım yapmaktan
vazgeçmesine, yüksek fiyatlar da atık
üreticilerinin sistem dışına kaçmasına
yol açabilir. Özel sektörü yatırıma teşvik etmek ve atık bertaraf maliyetlerini
düşürmek için gerek yatırım ve gerekse
işletim süreçlerinde vergi indirimi gibi
özendiricilerin devreye sokulması da
büyük önem taşıyor. Bu yöndeki düzenlemelerin geciktirilmeksizin yürürlüğe
konulması gerekir.
Türkiye’de ve dünyada atık yağ potansiyeli
Türkiye genelinde ilgili kurumların 2011
yılı sayısal verilerinin analiz edilmesi
sonucunda; ülke içinde üretilen baz yağ
miktarı 380 bin 114 ton, baz yağ ithalatı 1 milyon 46 bin 248 ton, ihraç edilen
toplam baz yağ miktarı ise bin 48 tondur. Madeni yağ ithalatının 138 bin 245
ton, madeni yağ yurt içi satış miktarının
ise 411 bin ton olduğunu düşünürsek ve
madeni yağ yurt içi satış miktarını baz
alırsak Türkiye’de yılda yaklaşık 250 bin
ton atık yağın oluştuğunu söyleyebiliriz.
Oluşan atık yağın 20 bin 576 tonu Petrol
Sanayi Derneği (PETDER) tarafından, 24
bin 424 tonu ise Geri Kazanım Tesisleri
tarafından kayıt altına alınıyor. Türkiye’de 2011 yılında toplamda 45 bin ton
atık yağ kayıt altına alınabilmiş, 205 bin
tonu ise kayıt dışı kalmıştır.
Kayıt dışı atık yağın,
ülke ekonomisine zararı
Atık yağlar tehlikeli atık olarak tanımlanmalarına rağmen büyük miktarda
hammadde geri kazanım potansiyeline
sahiptirler. Atık yağdan baz yağ üretimi, ham petrole kıyasla yüzde 67 oranında daha az enerji gerektirir. 1.5 kg
atık yağdan benzin, katran ve fueloil gibi
ürünler dışında, 1 kg yüksek kalitede baz
yağ elde edilebilir. 1kg baz yağ üretmek
içinse 67 kg ham petrole ihtiyaç vardır.
Bu rakamlar göz önüne alındığında kayıt
altına alınamayan 205 bin ton atık yağ,
Türkiye için büyük bir kayıptır. Başka bir
ifade ile Türkiye’deki atık yağın hepsinin
geri kazanılabilmesi halinde ekonomiye
ortalama 410 Milyon lira katkı s ağlanacaktır. Ayrıca bunun yanı sıra yaklaşık
olarak 150 bin ton ithal baz yağı açığının
da kapatılmış olacak.
“Gelecek nesillere yaşanabilir
bir çevre bırakmamız gerektiğinin
bilinciyle hareket ediyoruz.”
Çolakoğlu Metalurji A.Ş.
Genel Müdürlük
Rüzgarlıbahçe Mahallesi Kavak Sokak No:16 Kat:5
34805 Kavacık-Beykoz / İstanbul
T: 444 26 27 (CMAS) - (0216) 681 26 00 • F: (0216) 537 14 01
www.colakoglu.com.tr
Fabrika
Dilovası Organize Sanayi Bölgesi
1. Kısım Göksu Caddesi No: 6 41455 Dilovası-Kocaeli
T: (0262) 676 75 00 • F: (0262) 754 84 20 - 641 41 11
Harcanan
Suyun Ayak İzlerİ
Su sadece iki hidrojen, bir oksijen atomunun birleşmesiyle oluşan bir molekül değildir, aynı zamanda hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yeryüzündeki
her canlı veya maddenin su ile doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır. İster dudaklarımızı serinleten bir buğu, isterse
bir sıcak bir yaz sabahı yağan yağmur
şeklinde olsun, su hayatın gerekliliği
için esas önemi taşımaktadır.
Günümüzde insanlar içme, pişirme,
yıkanma, temizlik, gıda, kâğıt ve pamuklu giyecekleri üretmek için yoğun
miktarlarda su tüketmektedir. “Su Ayak
İzi” de tüketici ve üreticilerin doğrudan
ve dolaylı olarak su tüketimini hesaplamak için kullanılan bir göstergedir. Ne
yazık ki dünyanın su ayak izi her geçen
yıl daha da artmaktadır.
Bu yüzden tüm insanoğlunun bir karar
verip, gelecekte susuz kalmamak için
mevcut su kaynaklarını tasarruflu kullanması insani bir yükümlülüktür. Su
kaynaklarının daha iyi yönetilmesinde
sadece hükümetler değil tüketiciler,
iş kolları ve sivil toplum kuruluşları da
önemli bir rol oynayabilir.
40
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
SAHİP OLDUĞUMUZ SU KAYNAKLARI
% 3,5
Tatlı Su Kaynakları
% 96,5
Tuzlu Su Kaynakları
Dünyada
Su Kaynaklarımız
her yıl
9,1 katrilyon litre
her gün ise
25 trilyon litre
su
tüketiliyor.
Kullanılabilir tatlı su
kaynakları
Buzullarda depolanan
tatlı su kaynakları
Tuzlu su kaynakları
9,1
katrilyon
litre
Hindistan
1,2 katrilyon litre
ABD
1,1 katrilyon litre
Çin
1,2 katrilyon litre
Dünya nüfusunun %
arıtılmamış su içiyor.
Bu da neredeyse
2,5 milyarlık
36’sı
bir nüfusa eşdeğer geliyor.
780 milyon
insan temiz içme
suyuna
erişim sağlayamıyor.
Toplam dünya nüfusu:
7 milyar kişi
Her yıl 3,6 milyon
insan içme suyundan
buluşan bir hastalık
yüzünden hayatını
kaybediyor.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
41
tarımda sulama
amaçlı kullanılıyor.
2.838 Gm3 / Yıl
2.896 Gm3 / Yıl
3.069 Gm3 / Yıl
8.
yaşayacak. 2050 yılına
kadar ise bu sayı 7 milyara
ulaşacak
Kişi başına su ayakizi en yüksek olan ülkeler
ABD
4.507 Gm3 / Yıl
2,483
m3
2.838 Gm3 / Yıl
Yunanistan
%35
İthal ediyor
4.507 Gm3 / Yıl
2,344
3
m3
%19
8.233 Gm3 / Yıl
Endonezya
2,389
3.069 Gm3 / Yıl
ABD
Çin
2.896 Gm3 / Yıl
Rusya
İthal ediyor
m
2,322
3
m
2,223
m3
Malezya
İtalya
Tayland
%28
%51
%70
İthal ediyor
İthal ediyor
2.838 Gm / Yıl
4.507 Gm3 / Yıl
2,483
8.233 Gm3 / Yıl
%19
Enİthal
çokediyor
su ithal
%35
1 kg inek eti biftek için
eden
İthal ediyor
ülkeler
17.196 litre 15.500 litre
2,483
m3
m
2,389
%87
Yunanistan
orta boy pamuklu
İthaliçin
ediyor
tişört
%28
İtalya
%51
Tayland
%8
1 kg zeytin
1 kg şekeriçin
1 fincan kahve için
3.015 litre
1.500 litre
140 litre
2,223
Bahreyn
m3
Belçika
İthal ediyor
m
2,322
3
m
Hollanda
%82
2,344
İtalya
için Malezya1 kg zeytin
3
%28
%51
m3 %87
2.400
litre
İthal ediyor
tarımda sulama
amaçlı kullanılıyor.
Malezya
2,344
3
m3
Malta
2,389
1 hamburger
%19
%35
Kuveyt
ABD
500
gram
3
ABD
2,483
%80
Mevcut tatlı su
2,344
kaynaklarının
% 70’i
2,322
m3 %70
tarımda
m3 sulama 2,223
Mevcut tatlı su
m3
kaynaklarının % 70’i
amaçlı kullanılıyor.
2,389
1 kg çikolata için
%80
%70
2025 yılı itibariyle dünya
üzerindeki 2,8 milyar insan
3
m su sıkıntısı veya kıtlığı
3
mdünya
2025 yılı
itibariyle
yaşayacak.
2050
yılına
üzerindeki 2,8 milyar insan
kadar ise
bu sayı
7 milyara
su sıkıntısı
veya kıtlığı
yaşayacak. 2050 yılına
bu sayı 7 milyara
ABD ulaşacakkadar iseYunanistan
ulaşacak
Mevcut tatlı su
kaynaklarının % 70’i
tarımda
sulama
Bahreyn
Belçika
amaçlı kullanılıyor.
%82
3
%87
3.069 Gm3 / Yıl
%87
2.896 Gm3 / Yıl
2025 yılı itibariyle dünya
Yenilenebilir su kaynağı
olan
ülkeler
üzerindekien
2,8fazla
milyar
insan
su
kıtlığı
Brezilya
Rusya
ABDsıkıntısı
ÇinveyaEndonezya
yaşayacak. 2050 yılına
kadar ise bu sayı 7 milyara
Hollanda
ulaşacak
Kuveyt
Malta
%8
İthal ediyor
m litre
3.015
İthal ediyor
İthal ediyor
İthal ediyor
%80
1Tayland
kg şekeriçin
%8
2,322
1.500
3
mlitre
İthal ediyor
İthal ediyor
%80
1 fincan kahve için
2,223
140
litre
m3
4.100
litre
İthal
edilme
oranlarına kaynağı o ülkede olmayan ancak dere ve nehir yardımıyla o ülkeye akan su
kaynakları da eklenmiştir
Bahreyn
Belçika
%19
İthal ediyor
42
Yunanistan
Kuveyt
%87
| ÇEVRE ve ŞEHİR |
%35
%87
Malta
İthal ediyor
MAYIS 2013
Malezya%80
Hollanda
%82
%28
İthal ediyor
İtalya
%80
%51
İthal ediyor
Tayland
%8
İthal ediyor
Ülkelerin kişi başına
su ayak izi (m3 / yıl)
600-1000
1000-1200
1200-1300
1.240 küresel ortalama
1300-1500
Dünya üzerindeki her birey
bir yılda ortalama olarak
1500-1800
1.240
1800-2100
2100-2500
m3 su tüketiyor.
1 kg çikolata
için
1 kg inek eti biftek
için
17.196 litre 15.500 litre
1 kg zeytin
için
1 kg şeker
için
3.015 litre
1.500 litre
1 fincan kahve
için
140 litre
için
2.400 litre
500 gram
1 dilim ekmek
1 kg patates cipsi
için
1 kg pirinç
1 kg patates
için
için
(250 ml) çay için
orta boy pamuklu tişört için
40 litre
1.040 litre
1.670 litre
290 litre
27 litre
4.100 litre
1 kg elma
1 litre portakal suyu
1 kg muz
1 kg tavuk eti
1 litre süt
1 kg peynir
için
için
822 litre
1.020 litre
790 litre
4.325 litre
1.020 litre
4.100 litre
için
için
için
için
için
1 fincan
1 hamburger
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
43
Karadeniz’de İlerleyen
Sinsi Tehlike
Sinop Üniversitesi Su Ürünleri
Fakültesi’nin Karadeniz’de
yaşayan balıklar üzerine
yaptığı araştırmalardan çarpıcı
sonuçlar çıktı. 20 yılı aşkın
süredir yürütülen araştırmalar
neticesinde balıklarda bulunan
ağır metal miktarlarının eskiye
oranla giderek arttığı saptandı.
Yapılan araştırmalar hakkında
Dergimize konuşan Sinop
Üniversitesi Su Ürünleri
Fakültesi Temel Bilimler Bölümü
Başkanı Prof. Dr. Levent Bat,
Karadeniz’i bekleyen tehlikelere
karşı dikkat çekti.
44
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Karadeniz’deki aşırı kirlenme ve
nedenleri
Karadeniz’deki kirliliğin ana kaynakları nehirlerdir. Bu
nehirlerin en önemlileri arasında Tuna, Dinyeper, Dinyester, Don ve Kuban yer alır. Bunlara ilaveten Türkiye
ve Bulgaristan kıyılarından gelen küçük nehirler de Karadeniz’e boşalmaktadır. Yine Orta Karadeniz bölgesinde yer alan, Kızılırmak ve Yeşilırmak Karadeniz’in önemli iki nehridir.
Pek çok büyük ve küçük fabrika (gıda, plastik, sigara,
gübre, tekstil, pestisit) bu bölgede yer almaktadır. Bahsi
geçen fabrikaların çoğu bir arıtma ünitesine sahip olmayıp bölgede kirlilik problemi yaratmaktadırlar. Batı Karadeniz bölgesinde, iki önemli demir ve çelik fabrikası
bulunurken, Doğu Karadeniz bölgesinde ise fındık üretim fabrıkaları, un fabrikası, balık yağı fabrikaları kağıt
fabrikası ve meyve suyu fabrikaları bölgenin önemli endüstri kaynaklarını oluşturmaktadır.
Denizlerin atıklar için alıcı ortam olarak düşünülmesi,
denizel kaynakların kullanımının azalmasına ve ekosistemin bozulmasına neden olmaktadır.
Atık sularda bulunan kirletici kaynaklarından biri olan
iz elementler, atık suların sulamada kullanılması ve döküldüğü ortamda yaşayan canlılara ve dolayısıyla besin
zincirine girişi nedeniyle, halk sağlığı yönünden de önem
taşımaktadır.
Bu kirlilik Karadeniz’de yaşayan canlıları
nasıl etkiliyor
Demir, bakır, kurşun ve çinko gibi Ağır Metaller denize
çeşitli kaynaklardan ulaşmaktadır. Bunlar, doğal kaynaklar ve insan aktivitesinden kaynaklanan yapay kaynaklar olmak üzere ikiye ayrılır.
Doğal kaynaklar, maden yatakları, toprak ve kayaların
erozyonu, volkanik faaliyetler ve orman yangınları gibi.
İnsan faaliyetlerinden kaynaklananlar ise, endüstrilerde metal ve bileşiklerinin kullanımı sonucu oluşan atık
ürünler, evsel atıklar, tarım ilaçları, madenler, petrol rafinerileri, koruyucu boyalar şeklinde sıralanabilir.
Metallerin su ortamından alınması, çökelme, yüzeylere
tutunma ve organizmalar tarafından alınıp biriktirilmesi
şeklinde olmaktadır. Sucul organizmalar metalleri vücut
yüzeyinden ve solungaçlardan direkt olarak alabildikleri
gibi, su içerek veya besin alımı sırasında yutarak sindirim yoluyla da alabilmektedirler
Metallerin bu canlılara olan etkisi ise; sinirler, kas fonksiyonları, solunum, dolaşım, bağışıklık sistemi, hormonsal denge kaybı gibi hayati fonksiyonların zayıflamasını
hızlandırmakta ve davranış, büyüme, üreme gibi canlının
birçok fonksiyonunu etkilemekte, geri dönüşü olmayan
zararlar meydana getirmekte.
Bunlar;
1) Balık vücudunda bulunan mukoza tabakasını
zayıflamaktadır. Bu da erken ölüme neden olur,
2) Balıkların solungaçları etkinliklerini
sürdürememektedir,
3) Larva halindeki balıklar zehirlenerek ölmekte
böylece yeni stoka katılmayı önler,
4) Bazı maddeler özellikle petrol ürünleri fotosentezi
engellediğinden plankton gelişimini önler,
5) Balıkların iç ve dış parazitlere karşı dirençlerini
azaltırlar.
Bu olumsuzlukları önleyebilmek için şu tedbirler
alınmalıdır;
1) Kanalizasyon ve atık suların deşarjında ön filtrasyon
sistemi kurulmalıdır,
2) Deniz trafiği içinde petrol kirlenmesine önem verilerek denizi kirleten taşıtlara verilen ceza ağırlaştırılmalıdır, Deniz kirlenmesi güncel halde tutulmalıdır.
Ülkemizdeki deniz
araştırmalarına
verilen önemin
artması ve sağlam
bir deniz araştırma
ve izleme politikası
oluşturulmalıdır.
Karadeniz’de canlıların
henüz tam bir envanteri
mevcut değildir.
Öncelikle bu listenin
oluşturulup Karadeniz’e
giren yabancı türlerin
de takibi yapılmalıdır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
45
İnsanlar tarafından tüketilen pek çok balığın besin kaynağı olması sebebiyle, omurgasızlardaki toksik metal
seviyelerinin artması önemlidir. Bu yüzden, metallerin
biyolojik birikiminden dolayı besin zincirinin en tepesindeki insanoğlu, bu kirleticilere karşı son derece hassastır. Böyle bir ihtimal, ağır metal üzerinde titizlikle durulmasını gerektirir.
Aşırı avlanmaya ve Kirliliğe bağlı olarak
balık türlerinin gelecekte yok olma riski
Fotoğraflar: Halit Gümüş (AA)
Mezgit balığı, kefal stoklarının
azalması, levrek, mırmır, barbunya,
altınbaş kefal, izmarit, karagöz,
çipura, mercan, sinarit, traça, orfoz,
lahoz gibi ekonomik balıklarımızın
nesillerinin ortadan kalkması
sorumsuzca avlanma ve deniz
kirliliğinin bir sonucudur.
46
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
8.350 km ye varan kıyı şeridi ile Karadeniz evsel ve endüstriyel kirlenmenin tehdidi ile sahip olduğu flora ve
fauna fakirleşmektedir. 1965 yılından bu yana ticari olarak avlanan 23 adet balık cinsinden bugün ancak 5 adedi avlanabilmektedir. Aşırı avlanmanın yapıldığı balıklar
doğru değerlendirilmediği için balık unu fabrikalarına
satılmaktadır.
Özellikle Karadeniz’de ve Marmara Denizi’nde tarımsal
gübre atıkları, deterjan atıkları ve kanalizasyondan kaynaklanan azot ve fosfor bileşikleri denizlerimizde ötrofikasyona sebep olmaktadır. Ayrıca atılan milyonlarca
ton petrol, gübre, ağır metal ve diğer endüstri atıkları
canlılar üzerinde geri dönülmez etkiler bırakmaktadır.
Karadeniz balıkçılığı için önem taşıyan palamut-torik
ve çinakop gibi göçmen balıkların Marmara ve Karadeniz’de yumurta bırakması Ağustos’a kadar sürebilir.
Güney ve batıda kışlayan palamut ve torik Nisan ayından
itibaren Çanakkale Boğazı, Marmara Deniz’i, İstanbul
Boğazı yolu ile yazı geçirmek ve beslenmek üzere Karadeniz’e çıkmaya başlarlar.
Temmuz sonu Ağustos başına doğru Karadeniz’de su
sıcaklığının azalması ile öncelikle palamutlar İstanbul
Boğazı’na giriş yaparlar. Torikler ise daha geç, Eylül
sonundan sonra Karadeniz’den inişe başlarlar. Bunu
takiben hamsi su sıcaklığının düşmesi ile Karadeniz’de
Türkiye kıyılarına göç etmektedir.
Sıcaklık ve iklimsel değişimlere bağlı olarak hamsi için
genellikle Kasım ayında güney göçü başlar. Ancak son
yıllarda Karadeniz’de su sıcaklığı düşüşünün gecikmesi
ve eskiye göre ortalama su sıcaklığında meydana gelen
artış bu balıkların kıyılarımıza gelişini etkilemiştir.
Karadeniz Çevre Programı (BSEP) Karadeniz’de 1980 yılında sayısı 3.000 olan balıkçı teknelerinin 1994 yılında
4.500 e çıktığını ancak yakalanan balık miktarının 1980
yılında 850.000 tondan 1994 de 414.000 tona düştüğünü
bildirmiştir. Yine Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü UNEP
tarafından hazırlanan raporda Karadeniz’de son 30 yılda
balık zenginliğinin bozulmuş olduğunu ve ortadan kalktığını belirtmişlerdir. 1965 yılında balıkçılığı besleyen 23
türden bugün yalnızca 5’inin önemli miktarlarda avlandığı ve bazı türlerin tamamen ortadan kalktığı aynı raporda bildirilmiştir.
Ötrofikasyonun hızla artması, su değişiminin azalışı, balık populasyonlarında etkisini göstermiş, kılıç balığı yok
olmuştur. Mezgit balığı, kefal stoklarının azalması, levrek, mırmır, barbunya, altınbaş kefal, izmarit, karagöz,
çipura, mercan, sinarit, traça, orfoz, lahoz gibi ekonomik
balıklarımızın nesillerinin ortadan kalkması sorumsuzca
avlanma ve deniz kirliliğinin bir sonucudur.
Devlet ya da bilim adamları olarak bu
tehlikenin önüne geçebilmek için ne
yapılmalı?
Ülkemizdeki deniz araştırmalarına verilen önemin artması ve sağlam bir deniz araştırma ve izleme politikası
oluşturulmalıdır. Karadeniz’de canlıların henüz tam bir
envanteri mevcut değildir. Öncelikle bu listenin oluşturulup Karadeniz’e giren yabancı türlerin de takibi yapılmalıdır.
Prof. Dr. Levent Bat
1964 yılında Samsun’da doğmuştur. Lisans öğrenimini 1988 yılında
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sinop Su Ürünleri Yüksekokulu’nda, yüksek
lisansını 1992 yılında O.M.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü Su Ürünleri Anabilim
Dalı’nda, doktorasını 1996 yılında University of Aberdeen, Department
of Zoology, Scotland, U.K. tamamlamıştır. Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Sinop Su Ürünleri Yüksekokulu’nda 1989 yılında Araştırma Görevlisi
olarak göreve başlamıştır. 1997 yılında O.M.Ü. Su Ürünleri Fakültesi
Deniz Biyolojisi Anabilim Dalında yardımcı doçent kadrosuna atanmıştır.
Doçentlik unvanını 27.11.1998 tarihinde almıştır. 11.05.2004 tarihinde de
aynı Fakültede profesör kadrosuna atanmıştır.
Uluslar arası ve ulusal yayın, kitap ve projeleri bulunmaktadır.
2007 yılından bu yana Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Temel
Bilimler Bölümünde çalışmaktadır.
1997 yılından bu yana Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü Deniz Biyolojisi
Anabilim Dalı Başkanlığı ve Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölüm Başkanlığı
yapmaktadır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
47
Adıyaman
Kadim Medeniyetler Şehri
Arif Kingir
Arap tarih ve
coğrafyacılarının
bereketli hilal
dedikleri coğrafyanın
en kuzeyindedir bu
kadim şehir. Sırtını
halkının Karadağ
diye isimlendirdiği
Güneydoğu
Toroslarına
dayamıştır. Doğu ile
batı,kuzey ile güney
yönlerinde bir geçit
noktası konumunda
bulunan Adıyaman
eski yolların kesiştiği
yerde bulunmaktadır.
Arap tarih ve coğrafyacılarının bereketli hilal dedikleri coğrafyanın en kuzeyindedir bu kadim şehir. Sırtını halkının
Karadağ diye isimlendirdiği Güneydoğu
Toroslarına dayamıştır.
Doğu ile batı,kuzey ile güney yönlerinde
bir geçit noktası konumunda bulunan
Adıyaman eski yolların kesiştiği yerde
bulunmaktadır. Burası kadim medeniyetlerin kurulduğu Hitit, Babil,Part,
Pers, Asur, Keldani, Yunan, Commagene, Roma ,Bizans, Sasani, Ermeni,
Emevi, Abbasi,Frank, Selçuklu, Zengi,
Eyyubi, Artuklu,Memlük, Akkoyunlu,
Dulkadirli ve Osmanlı uygarlıklarının
egemen olduğu Araplar Hısn-ı Mansur,
Kürtler Semsur ,Türkler de Adıyaman
demişlerdir.Şehrin 7 km. kuzeyinde
bulunan Palanlı mağaralarında yapılan incelemeler sonucunda; bu şehirde
yerleşimin M.Ö.40.000 Yıllarına kadar
uzandığı anlaşılmaktadır.
Bölgede bilinen ilk devlet Hattilerdir..M.S. 1. yüzyılda Commagene krallığı yıkılarak yerine Roma hakimiyeti
başlar. Perre (Adıyaman) Samosata ile
Melitene (Malatya) arsında yer alan bir
uğrak yeridir. Aynı zamanda Roma döneminin hierapolisi (kutsal şehir)dir.
Antik Roma kaynaklarında suyunun
güzelliğinden bahsedilmekte olup,
kervanlar, yolcular ve ordular tarafından dinlenme yeri olarak kullanıldığı
anlatılmaktadır.
1954 yılında TBMM’nin
aldığı bir kararla Malatya
dan ayrılarak il olmuştur.
Merkez ilçeyle beraber
9 ilçesi, 19 belediyesi ve
427 köyü vardır.
İlçeleri:
Besni, Çelikhan, Gerger,
Sincik, Tut, Kahta,
Gölbaşı ve Samsat’tır.
Bu antik kentin, Roma döneminden kalan çeşmesi halen kullanılmaktadır.
Şehir Bizans döneminde de önemini
korumuştur. Bunu İznik’te toplanan İncil konsülüne temsilci göndermesinden
anlıyoruz.
Tarihi Perre şehrinin en dikkat çekici
kalıntıları, bu günkü şehrin bölgedir.
Rivayet olunur ki; Hz. İsa’nın göndermiş
olduğu ilk tebliğciler bu şehre
geldiklerinde şehri zalim ve putperest
bir yönetici yönetiyordu. Yönetici Tevhit
davetçilerini duyunca bunları tutuklatıp
zindana attırdı. Günlerce işkence edildi.
Şehrin yöneticisinin yedi yiğit oğlu vardı. Bu oğullar bir gece gizlice zindana
giderek Tevhit davetçileri ile görüştüler ve bu yeni dini kabul ettiler. Bu
yedi oğul, o gece zindandan ayrıldıktan
sonra şehre dağılarak şehirdeki bütün
putları ( tıpkı ataları İbrahim gibi) kırdılar. Sabah olduğunda durumu haber
alan yönetici, suçluların hemen bulunup getirilmesini istedi.
Suçlular yakalanıp karşısına getirildi-
52
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
ğinde, bunların kendi oğulları olduğunu gören şehrin yöneticisi daha da hiddetlenerek halkın huzurunda her türlü
işkenceden sonra yedisini de öldürttü.
Buna şahit olan halk isyan ederek yöneticiyi devirip bu yeni dini kabul ettiler.
Daha sonra bu yedi genci şehrin güneyindeki vadinin tepesine defnederek
yanına da bir manastır yaptılar.
Bu tarihten sonra bu şehre Yediyaman
denmeye başlandı. Zamanla Yediyaman
ismi Adıyaman’a dönüştü.
Romalılar bu şehre Perre, kuzeyinde
bulunan örenli mahallesindeki kaya
mezarlarıdır. Kayalar içine oyularak
yapılmış olan bu mezarlar, harika bir
görünüm oluşturmaktadır.
200’den
fazla olan bu kaya mezarlarının girişleri kabartmalarla süslü olup içerisinde
lahitler bulunmaktadır. Kaya mezarları, bir birine geçişleri olan mağaralardan oluşmaktadır.
Müslümanların hakimiyeti başlayıncaya kadar bölge, sürekli Bizans ile Sasaniler arasın da el değiştiriyordu. Bu
dönemde Mezopotamya ve Suriye , İran
–Bizans savaşları nedeniyle büyük sıkıntılar yaşamıştır.
Savaş nedeniyle sürekli vergiler artıyordu. Birde buna
Bizans yöneticilerinin
Süryanilere ve Ermenilere uyguladığı
mezhep ayırımı durumu daha da kötüleştirmişti. Bu durum bölgenin Müslümanlar tarafından fethini kolaylaştırmıştır.
Bir çok şehir hiçbir direniş göstermeden
Müslümanlara kapılarını açmıştır. İslam
ordularının ilerleyişini durduramayarak
YERMÜK’te büyük bir bozguna uğrayan
Bizans imparatoru Herakleius’un, İslam
orduları önünden kaçarken kuzey Suriye
şehirlerine bakarak “Ey Suriye artık seninle ebediyen buluşmamak üzere elveda” dediği rivayet edilmektedir.
638 yılında Suriye ve Irak’ın fethinden
sonra Halife Hz. Ömer’in, Adıyaman’ında
içerisinde bulunduğu el- Cezire
bölgesinin fethi için verdiği emir üzerine; Urfa, Suruç, Sammosata, Rumkale
(Halfeti), Adıyaman, Behesni vb. şehirlerMüslümanların eline geçmiştir.
Müslümanlar bu bölgeyi savaşmadan
sulh yolu ile fethetmişlerdir. Buna göre,
Sammosatalılar her erkek için 1 dinar
ve 2 müdd buğday vermeleri ve Müslümanlara şehir kapılarını açmaları
şartıyla onların, canlarına, mallarına,-
kadınlarına, inançlarına, şehir ve değirmenlerine eman verilmiştir.
Bu dönemde Müslümanlar bölgeye,
‘Küçük İrminiyye’ demektedirler. Bölgeyi Hz. Peygamberin seçkin sahabesi
Safvan b. Muattal, Habib b. Mesleme
el-Fihri ile birlikte fethetmişti ve vefat edinceye kadar Samsat’ta kalmıştır. Safvan b. Muattal’ın mezarı Adıyaman’dadır. Müslümanların fethi ile
birlikte Adıyaman, Samsat, Behesni ve
Kahta şehirlerine, Mudar ve beni Bekr
Araplarının yerleştiğini görüyoruz.
Abbasi halifesi Mansur döneminde şe-
hir,Perre den 5 km. güneye taşınarak
yığma bir höyük üzerine bir kale olarak
yaptırılmıştır. Şehrin adı, kaleye atfen
Hısn- Mansur dur. Şehir kalenin etrafına kümelenmiştir. Kalenin doğu tarafında bu günkü Ulu caminin yerinde,
Camii Kebir vardır.
Şehir bu günkü ruhunu o zaman kazanmıştır. Her ne kadar bu şehirde Yoğun
bir şekilde Ermeniler ve
Süryaniler
yaşasa da İslam medeniyetinin şehridir. Commagene’nin ihtişamlı başkenti
Sammasota daha da büyümüş ve önem
kazanmıştır. 13. yüzyılda Moğolların
gelmesiyle birlikte, bölgedeki yerleşim
yerleri tümüyle tahrip edildi.
Bölge halkı istilacı Moğolların önünden
kaçtı. Kalanlardan sanatkar olanlar, bilim adamları ve mahir tüccarlar ise Moğollar tarafından götürüldüler. Tahrip
edilemeyen diğer bölgeler ise Memlüklü- Moğol çekişmesinde harap oldu.1234
yılında Alaaddin Keykubat şehri, bütünüyle Selçuklu topraklarına kattı.
Yavuz Selim zamanında şehre Osmanlı
hakim olur. Adıyaman ve Samsat Zulkadiriye eyaletine bağlı, çarşı ve pazarı
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
53
olan bir yerdir. Osmanlı salnamelerine
göre 29 zeamet 2140 tımarı mevcuttur.
Asker çıkarma gücü ise cebelilerle birlikte 3300 atlıdır. Kanuni döneminde tımarların yeniden düzenlenmesi üzerine
halk isyan eder.
Vezir İbrahim paşa, tımar işlerinde
yeniden eski düzene dönerek asayişi
sağlar. Bu dönemden sonra şehir önemini kaybeder. Çünkü artık sınır şehri
değildir. 17. yüzyıla kadar canlılığını korumaya çalışan şehrin içte kaldığı için
ticari önemi kalmamıştır.Yolların bozulması da, dış dünya ile olan irtibatının
kesilmesine neden olmuştur.
Celali İsyanları başlar. Şehrin kuzeyi
dağlık ve ormanlık olduğu için eşkıyayı
kontrol etmek zordur.
1862 Mamuratü’l Aziz salnamesine
göre şehir; 2000 hane ev ve bunlara
bağlı çarşı ve pazara sahip bir yerdir.
Salnameye göre toprağı tarıma müsait
olduğu fakat bu toprağı işleyecek rençper olmadığı için tarım arazilerinin boş
kaldığı belirtilmektedir.
1862 de sonra Adıyaman Malatya iline
bağlı bir içedir.1894 tarihli Mamretü’l
Aziz salnamesine göre, şehirde 1379
ermeni (Süryani), 271 Katolik, 440 Protestan, 6243 Müslüman olmak üzere
toplam 8338 kişi yaşamaktadır.
1908 verilerine göre şehirde 4 han, 2
hamam, 600 dükkan, 88 değirmen, 1
bezirhane ve 15 kahvehane vardır. Ayrıca 2 pamuk fabrikası işletilmektedir.
1905 yılında 2.Abdülhamit tarafından
geliri belediyeye ait olmak üzere Çarşı
camii civarında 1 kıraathane, 42 dükkan
ve mağazadan oluşan bedesten şeklinde bir çarşı inşa edilmiştir. Bu çarşı,
bugün hala faal durumdadır. 1900’lü
yıllardaki Osmanlı salnamelerinde şehir, yaklaşık 10.000 nüfuslu, 6 mahalleli, 2 medreseli, 4 iptidai mektebi, 3 gayrı
Müslim mektebi ve 3 tekkesi olan Malatya vilayetine bağlı bir kazadır.
Şehrin çevresi bağ ve bahçelerle çevrili olup, yetişen meyveler içerisinde en
meşhur olanı üzüm ve nardır. 1892 salnamesine göre; nar bahçelerinde 30.000
kıyye kadar mahsul alınarak il dışına
ihraç ediliyordu. 1954 yılında TBMM’nin
aldığı bir kararla Malatya dan ayrılarak
il olmuştur. Adıyaman, sahip olduğu bağ
ve bahçelerini ancak 1970’li yılların ortalarına kadar koruyabilmiştir.
54
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Atatürk Barajı’nın yapılması sonucunda şehir, yoğun bir şekilde göç alarak
maalesef beton yığınına dönüşmüştür.
Şehir İslami karakterine, Müslümanların fetihten sonra şehri taşımaları
ile kavuşmuştur. Mansur b. Cavan zamanında antik Perre terk edilerek, 5
km. güneyde yeniden inşa edilen şehrin
merkezinde yığma bir iç kale vardır. İç
kalenin doğu eteğinde Camii Kebir yapılmıştır. Bu gün hala varlığını devam
ettiren bu camii, 1505 yılında Dulkadiroğlu Tarak (Durak) bey tarafından yeniden yapılmıştır. Ulu camii diye anılmaktadır. Şehirdeki günümüze kadar
gelen en eski İslami yapı Musalla mahallesindeki Musalla camii’dir.
Bu Şehre geldiğiniz zaman Nemrut dağına çıkmadan geri dönmeniz delilik
olur. 2150 m. Yükseklikteki bu dağdan
güneşin doğuşunu ve batışını seyretmek
mükemmel bir zevk veriyor insana.
Ayrıca dağın zirvesinde bulunan 50
metrelik Tümülüs, doğu ve batı teraslarındaki dev antik çağ tanrılarının heykelleri de çok şeyler anlatıyor insana.
Dünyanın en büyük antik Zeus heykeli
bu dağın zirvesindedir.
Nemrut dan dönerken Arsemia’yı, dev
kesme taşlardan yapılmış sapasağlam
bir şekilde hizmete devam eden 2000
yıllık Cendere köprüsünü, Karakuş Tümülüs’ünü de görme imkanınız var. 100
yıl önce terk edilen, içerisinde onlarca
Memluklu eseri barındıran restorasyon bahanesi ile 10 yıla yakındır kapalı
tutulan yıkılmaya ve yok olmaya mahkum edilmiş, eski Kahta Kalesi’ni de
unutmamak gerekir.
Adıyaman merkeze geldiğinizde Antik
Perre şehrini sakın unutmayın. Antik
çağdan kalan bu nakropol ve çevresi
harika bir görünüme sahiptir. 200 den
fazla kaya mezara sahip bu şehir, sizi
2000 yıl geriye götürebilir.
Şehirdeki Roma Çeşmesi hala çevresine can vermektedir. Eski Besni ören
yerini ve Sofraz’ı da unutmamak gerekir. Ortaçağın ihtişamlı şehri; Samsat
ise Atatürk baraj gölünün suları altında yatmaktadır.Bu şehri artık Alman
coğrafyacı general Moltke’nin mektuplarında ve anılarında görebilirsiniz.
Adıyamanın merkez ilçeyle beraber 9
ilçesi, 19 belediyesi ve 427 köyü vardır.
İlçeleri :Besni Çelikhan Gerger Sincik
Tut Kahta Gölbaşı Samsat tır.
ÇOCUK ve ADIYAMAN
Çocukluğumun şehri Adıyaman 1954 de
il olmasına rağmen 1970’lere kadar nüfusu 25000 geçmeyen yemyeşil, bağları,
bahçeleri ile ünlü meyve ve sebzesi bol
olan halkının büyük bir bölümünün tarım
ve hayvancılıkla uğraştığı küçücük bir
yerleşim merkeziydi. Şehirdeki tek sanayi tesisi 1960’ların sonunda faaliyete geçen Sümerbank iplik fabrikasıydı. Bu küçük şehir 1970’lerin sonlarına kadar eski
halini korumuş değişime karşı direnmiş
bir yerleşim birimiydi. Aslında bu durum
şehrin düzenli bir şekilde imarı açısından
bazı olanaklar sunsa da çeşitli yerel sebepler yüzünden bu olanaklar heba edilmiş.1970 sonrası şehirde yapılan yapıların büyük bir çoğunluğunun gecekondu
olması, düzenli geniş caddelerin olmayışı, şehre nefes aldıracak yeşil alanların
bulunmayışı bunun en güzel kanıtı.
75’lerden önce şehir kalenin etrafında
kümelenmiş birkaç mahalleden oluşuyordu. Bu mahallelerin birisi gayrı
Müslim (Ermeni)lere aitti. Bizim ev en
eski mahallelerden olan Musalla mahallesindeydi. Ermenilerle komşuyduk.
Her gün kilisenin çan sesini duyardık.
Bu bizim için bir problem değildi Ermeni
çocukları ile beraber okula gider, sokak
aralarında beraber oynardık. Paskalya bayramlarında bize çörek ve çeşitli
renklere boyanmış yumurtalar getirirlerdi. Oturduğumuz ev babamın büyük
dedesi tarafından yaptırılmıştı. Üç nesil
bir arada otururduk. Dedem. amcalarım,
babamın amcası. amcası çocukları kısacası çok kalabalık bir aileydik. Ev iki katlı
olup, alt katı taştan ikinci katı ise kerpiç
taş karışımından yapılmıştı. Evin arka
tarafında çok geniş bir avlusu, avluda ise
birkaç incir ağacı, birkaç asma, çeşme
ve çeşmenin önünde bir havuz vardı. Su
ihtiyacı buradan karşılanırdı. Büyük dedem evi yaptırırken suyu 2 km. öteden
getirtmiş. Evin sokağa bakan duvarında
ana kapının bitişiğinde taştan yapılma
bir çeşme vardı. Bu suyun yarısı avluya
diğer yarısı ise çeşmeye gelirdi. Evinde
kuyusu bulunmayan mahalleli su ihtiyacını bu çeşmeden karşılardı.
Eve büyük bir kapıdan girilir, kabaltı dediğimiz kantarma bir dehlizden avluya
geçilirdi. Kabaltının kapısı çok büyüktü. Bu kapının içerisinde küçük bir kapı
daha vardı. Büyük kapı hayvanlar ve
traktör için açılırdı. Diğer zamanlarda
küçük kapı kullanılırdı. Çocukluğumun
en büyük zevklerinden birisi bu kapıya
binmekti. Bu yüzden büyüklerimden çok
azar işitmişimdir. Biz çocuklar için kış
günlerinin en büyük eğlencesi kabaltında oynamaktı. Avluyu saran odaların
hepsi avluya bakardı. Evin alt katında
ahırlar, mutfak ve masgan(kiler) bulunurdu. Hela, ise avlunun bir köşesindeydi. İkinci kat da odalar vardı. Her
evin odalarına farklı merdivenlerden
çıkılırdı. Sokağa bakan odalarda balkon
bulunmaz, bunun yerine çıkma denilen
cumbalar vardı. Bu cumbaların pencereleri birbirine geçirmeli ahşap kafeslerle örtülüydü. Kafesleri arkasından siz
dışarıyı rahatlıkla seyredebilirdiniz ama
dışarının sizi görmesi mümkün değildi.
Odalarda nefis oyma tekniği ile süslenmiş cevizden dolaplar vardı. Evin Masganı (kileri) her türlü kışlığın depolandığı
yerdi. Burada zahirelerin konduğu renk
renk çuvallar, yağ, pekmez, reçel ve
pestil küpleri, kavurma ve nar sandıkları
bulunurdu. Ceplerimiz her zaman kuru
üzüm ve ceviz doluydu.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
55
Belli bir zaman sonra ailenin büyükleri
vefat ettikçe mirasçılar paylarına düşeni
önce duvarlarla ayırdılar. Sonra satmaya
başladılar. Yeni mahalleler kuruluyordu.
Kendilerince harika beton evler yapılıyordu. Ayrıca kimse kedilerine karışmayacaktı. Kendi hayatlarını yaşayacaklardı. Enayilik devri bitmişti. Akrabalık,
dostluk, komşuluk hepsi masaldı. Teker
teker Mahalleden göçmeye başladılar.
Koca konak her yabancının ortaklığıyla bölündü. Bölündükçe de küçüldü. En
son çeşmenin bulunduğu bölüm de amcam tarafından tarihi çeşmeyle birlikte
yıktırılarak beton bir yapıya dönüştürüldü. Çeşme için feryatlarım kimsenin
yanında bir şey ifade etmedi. Aslında yok
olan. Bir tarihti. Bir gelenekti. Bir dönemin tümüyle silinişiydi.
Çocukluğumda şehir, kuzey, doğu ve batıdan sulanabilen verimli araziler, bahçeler ve bağlarla kuşatılmıştı. Güneydeki vadide ise her türlü meyvenin yetiştiği
bahçeler vardı. Özellikle bu vadinin narı
çok ünlüydü. Şehirde oturan her evin bir
bağı veya bahçesi vardı. Sıcak yaz günlerinde herkes evini bağlara, bahçelere
taşırdı. Bağ bozumu yapılıp kergeler
kaynatılıncaya kadar bağda kurulan
haymalar da kalınırdı. Bağ bozumu çok
şenlikli geçerdi. Bir taraftan pekmezler
kaynatılır, diğer taraftan da pestiller,
kesmeler, cevizli sucuklar yapılırdı. Şehrin erkekleri her gece sazlı sözlü eğlenceler düzenlerlerdi. Şehir merkezinde
birkaç pavyon vardı. Şehirliler için içkili
dansözlü eğlenceler gayet doğaldı.
Şehir nüfusunun büyük çoğunluğunu
Osmanlı döneminin sivil ve asker yöneticilerinin çocukları oluştururdu. O
dönemde şehirde Kürt nüfus iki elin
parmakları kadar bile yoktu. Şehrin bir
mahallesi Ermenilere aitti. Becerikliy-
Cendere Köprüsü
diler. Her türlü meslek ve zanaatlar la
uğraşıyorlardı. Nalbantlık, semercilik,
demircilik, marangozluk, bakırcılık, faraşlık, iplik boyacılığı gibi işler yaparlardı. Şehrin güneybatısında ki bağ ve
bahçelerin çoğu bunlara aitti. Müslüman kesimden tek tük esnaflık yapanlar
vardı. Meslekleri ise köşkerlik, culfacılık(kilim dokumacılığı)terzilik ve berberlikti. Şehirde oturan hemen hemen her
kesin köylerde en az 1000 dönümden
oluşan geniş arazileri vardı. Bu arazileri
köydeki yarıcı marabalar işlerdi. Arazi
sahipleri yılda birkaç defa köye uğrar,
harman zamanı ise yarıcılarıyla hesaplaşarak paylarına düşeni alıp gelirlerdi.
Bir çoğu sahibi olduğu arazinin sınırını
dahi bilmezdi.
Köylerde genel olarak Kürt nüfus oturur
ve bunların büyük bir çoğunluğu arazisi
olmadığı için yarıcılık yaparak geçinirlerdi. Köyün sahibiyle bir problem yaşadıklarında köyden göç etmek zorunda kalırlardı. İhtiyaçları oldukça şehre gelirler,
ancak şehir halkı tarafında da hor görülürlerdi. İhtiyaç dediğiniz nedir ki? Bir
kalıp sabun, 3-5 kilo tuz, biraz gazyağı ve
bir gaz lambası camı. Bunları karşılamak
da büyük bir işkenceydi. Köylü vatandaş
kazasız belasız evinin ihtiyacını karşılayabildi mi, dünyanın en mutlusuydu.
1940’lardan başlayarak şehirdeki beyzade arazilerini parça parça satmaya baş-
Cendere Köprüsü
Kış günleri misafirimiz hiç eksik olmazdı. Hele hele bayram arifesinde ve Cuma
günlerinde misafir sayısı iki katına çıkardı. Çünkü Cuma ve bayram namazları için köyden şehre gelinirdi. Uzun
kış gecelerinde herkes misafir odasında
toplanır, Battalnameler, Hz. Ali cenkleri
okunurdu. Bazen bunlar sözlü anlatılır
yarım kaldığında ki çoğunlukla yarım
kalırdı, diğer geceyi iple çekerdik.
ladı. Çünkü her gün masraf artıyordu.
Gelir gideri karşılayamıyordu. Lüks ve
eğlenceye düşkünlüklerinden ve üretime yönelik herhangi bir işle meşgul olmadıklarından artan masrafı karşılamanın en kolayı arazi satmaktı. Basit çözüm
yolu buydu. Köydeki yarıcı dişinden tırnağından artırdıklarıyla satılan bu arazilere müşteri oldu. İyi bir fırsattı. Gerçi
başka müşteride yoktu ya neyse. Satılan
her parça arazi bir kaç yıllık masrafı karşılıyordu. Teknoloji geliştikçe masrafta
artıyordu ama olsundu. Daha satılacak
çok arazi vardı.
1950’lerde başlayan tarım da makineleşme süreci köylünün gelirlerinde ciddi
artışlar sağladı. Her türlü ihtiyacını köyde
üreterek kendisi karşılıyordu. Lüksü ve
eğlencesi olmadığı için masrafı da olmuyordu. Sürekli parası artıyordu. Arazi almaya başladı. Arazi aldıkça geliri de arttı.
Bu durum 1970’lere kadar devam etti.
1970’lere gelindiğinde birkaç aile dışında
köyde satacak arazisi olan kalmamıştı.
Şehir insani acayip kibirliydi. Kendisi asildi. Köyden kesinlikle evlenilmez ve köye
kız verilmezdi. Çünkü asalet bozulurdu.
Hasbelkader köyden gelin gelse bile bu
gelin aile içinde bek kabul görmezdi.
Şehrin kuzeyi, doğusu ve batısındaki
arazinin büyük çoğunluğu Karadağ’dan
gelen iki suyla sulanırdı. Sulu tarım
yapılamayan veya bahçeye dönüştürü-
lemeyen araziler ise bağlıktı. Bu arazi
ve bağlardan ilk vazgeçiş Ermenilerin
göçüyle başladı. Ermeniler önce bağları
söktüler. Sonrada bu arazileri satmaya
başladılar. Köydeki vatandaşın ise parası vardı. Boş yere şehirdeki esnafın
yanında emaneten yatıyordu. Değerlendirilmesi gerekiyordu. Bu bir fırsattı. Değerlendirilmeliydi. Hemen satın aldılar.
Bu aşamada satıla satıla köydeki arazisi biten, fakirleştiğini kabullenemeyen,
ihtiyacı da bir türlü tükenmeyen şehirli,
bu duruma çözüm arıyordu. Aslında çözüm kolaydı. Ermenilerin bağı satılmıştı.
Bağı- bahçesi boşuna duruyordu. Çünkü
bunların kendince bir geliri yoktu. Müşteride hazırdı; Köylü. İlk işi bağını söküp arazisini parsellemek oldu. Bir kaç
parseli satılığa çıkardı. Hemen müşteri
çıkmıştı. İyi para ediyordu. Şehirde arazi
(arsa) satın alan köylünün çocukları büyümüştü. Okumaları gerekiyordu. Köyde
okul olmayınca şehre gelmek gerekiyordu. Bu büyük bir cesaret işiydi. Önce
birkaç odadan oluşan beton evler yapıldı. Bu odaların birisinde çocuklar kalıp
okula gitmeye başladılar. Diğerleri ise
kiraya verildi. Kira gelir demekti. Bunu
değerlendirmek gerekirdi. Bir müddet
sonra okumak için şehre gelen çocuklar
köye dönmemeye başladılar.
Yerden biter gibi her tarafta plansız ve
düzensiz evler yapılmaya başlandı. Este-
tik ve çevreye uygunluk önemli değildi.
Atatürk barajının yapılması sonucunda
Samsat ilçesinin ve yüzlerce köyün su
altında kalması bu durumu hızlandırmıştı. Belediye ise olan biteni seyrediyordu. Gün geçtikçe şehirdeki bağlar,
bahçeler, sulanabilen araziler ve yeşil
alanlar Beton yığınına dönüşüyordu.
2000’li yıllara gelindiğinde tütünün yasaklanmasıyla birlikte köyler tümüyle
boşaldı. Şehrin nüfusu çok hızlı bir şekilde arttı. Şehirde yerli nüfus kalmadı. O
eski dokusuyla yüreklere ferahlık veren
şehir adeta akrep gibi kendini sokup intihar etmişti. Kısaca söylemek gerekirse
Adıyaman 200 bini aşan nüfusuyla nefes
almakta zorlanan, yeşil alanın olmadığı,
bir çok problemle boğuşan, beton yığınlarına dönüşmüş bir devi andırmaya
başladı. yazık.
iklim şartlarına ve beslendiği su kaynaklarına göre değişmektedir.
BİR GİZLİ GÜZELLİK
ABDÜLHARAP GÖLÜ
Sahip olduğu onlarca yüzer adasıyla ünlüdür bu göl. İki dağın arasında kalan
sazlık ve bataklıklarla çevrili bu gölün yerinde bir köyün olduğu söylenmektedir.
Rivayet olunur ki;
“Bir bahar günü ihtiyar bir yolcu omzunda
erzak heybesi, elinde iğde dalından yapılmış uzunca bir değneği akşamüzeri yorgun argın şimdi halk tarafından şimdi adı
bilinmeyen köye varmış. İhtiyar yolcu geceyi köyde geçirip ertesi gün yola devam
niyetindedir. Üstelik açtır da. Ak sakalını
sıvazlayarak önüne çıkan ilk kapıyı çalar.
“Tanrı misafiri “ dese de kapı yüzüne hızla
kapanır. Yaşlı adam şaşkındır. İkinci kapıya
yönelir yerimiz yok derler. Üçüncü kapıyı
hiç açmazlar. Böylelikle ihtiyar bütün köyü
dolaşır ama kabul edilmez. Çaresiz, üzgün
ve yorgun bir şekilde köyü terk etmeye
başlar. Bu arada Köyün az ötesinde ki tepeciğin üzerindeki evden bir genç koşarak
yanına gelir ve ne aradığını sorar. Yaşlı adamın gece yatacak yer aradığını duyunca
koluna girerek evine götürür.
Bu genç köyün çobanıdır. Genç çoban misafirini ağırlamak için elinden geleni esirgemez. Yaşlı adam şaşkın ve memnundur.
Yemekten sonra bir hayli sohbet ederler.
Daha sonra dama serilen yatakta ihtiyar rahat bir uykuya dalar.
Gece bitip şafak vakti olunca yatağından
kalkıp ev sahibine veda ederek yola koyulur. Kendisini ağırlayan ev sahibini de
koruması için Allah’a dua eder. Ortalık aydınlanınca tepenin üzerinden bakanlar ve
o civardan geçen yolcular çobanın evi dışında bütün köyün yok olup sular altında
kaldığını görüp şaşırırlar. Köy göl olmuştur.”
Adı geçen göl Adıyaman’ın Çelikhan ilçesinin 3 km kuzeyindedir. Adıyaman’a uzaklığı
yaklaşık 55 kmdir. Üzerinde inşaatına 1985
de başlanıp 1996 da biten sulama amaçlı
Çat barajı vardır. Bu barajın suyu Malatya
ya verilmekte olup göl aynı zaman da Kahta çayına da kaynaklık etmektedir.
Göl içerisinde birkaç tanede alabalık üretim tesisini barındırır. Gölün su seviyesi
15kmlik bir alanı kaplayan bu göl yüzeyi
yoğun bir şekilde saz ve otlarla kaplı onlarca yüzer adaya sahiptir. Yaz günleri Göl
kenarında gezinirken sazlar ve nilüfer çiçekleri arasında ki ağustos böceklerinin bin
bir tını ve ses cümbüşüyle etrafı inlettiğine
şahit olabilirsiniz. Bu musiki serenadı her
an sizi sarhoş edebilir.
Aynı zaman da göl dünyanın en zengin torf
yataklarına da barındırır. Gölün sahip olduğu yüzer adalar çok zengin bir şekilde torf
içermektedir. Torf Mantar ve çiçek yetiştiriciliğinde yaygın olarak kullanılmaktadır. 1
Yıl öncesine kadar Malatya ilinde bir ihracat firması gölden torf çıkararak işledikten
sonra Avrupa ülkelerine ihraç etmekteydi.
Ancak gölden torf alınırken çevreye hassasiyet gösterilmemesi sebebiyle göl çevresine zarar verilmekte ve çirkin bir görüntüye
sebep olmaktadır. Aynı zaman da yüzer
adalardan koparılan parçalarda zamanla
bu yüzer adaların yok olmasına neden olmaktadır.
Uzun yıllardır Çelikhan kaymakamlığı ve
belediyesinin bu bigane tavrı göle her ne
kadar zarar verse de göl barındırdığı nilüfer
çiçekleri gibi umut doludur, güçlüdür, bugüne kadar yok olmaya direnmiştir. Maruz
kaldığı erişilmez acılar zenginliklerini yok
edememiştir. Çünkü o tıpkı nilüfer gibi suyun korumasındadır. Su onun dünyasıdır.
Bu yüzdendir ki her gün yenilemiştir kendisini. İnsanoğlunun bütün hoyratça tavırlarına rağmen Çevre ve Şehir İl Müdürlüğünün son zamanlardaki koruma çabaları bu
zenginliğin gelecek nesillere taşınmasında
bir umut olmuştur.
Abdulharap Gölü
58
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
SUYUN VAROLUŞ SERÜVENİNE DAİR
BİR YOLCULUK veya kısa söyleyiş biçimiyle...
ÇEŞMELER
Mustafa Karaosmanoğlu
Ç
eşmelerin; bugün itibariyle fonksiyonel olarak bittiğini, faydalı zamanlarının tükendiğini, artık onların
da diğer klasik unsurların yanında inkıtaları oynadığını söyleyenler, hatırı sayılır bir miktara ulaştı. İnsanımız artık
daha sayısal düşünüyor, daha fizik bir
değer ölçütüyle değerlendiriyor çevresini, daha analitik, daha bir kurgulayıcı
ve kuşku duyan gözlerle bakıyor etrafına. Ve biz de bu insana, zaman mekan matriksinde tanım gereği, modern
insan diyoruz. Bahis konusu bu insanın
dünyasında, hayret ve tecessüs kavramları bulunmamakta ve somutta her
hangi bir yer etmeyen, değer ve düşünceler boş küme olarak görülmektedir. Sözünü ettiğimiz bu tipoloji, kendi
anlam alanının dışında kalan ne varsa
bir tür tehdit olarak görmekte ve onun
yaşamaması, en ılımlı tanımlamayla
kendi evreninden sürgit dışarı edilmesi
gerektiğini savunmaktadır.
Bu gün hayatımıza geri dönüp baktığımızda birçok unsurun bahsi geçen bakış
açısıyla bir şekilde devre dışı kaldığını,
hayatımızda onlara ayrılan alanların ne
kadar da iğreti durduğunu görüyoruz!
Tıpkı çeşmelerimiz gibi!
Evet, hayatın yaralayıcı bir tarafı vardır; nesneyle paylaştığı, kötücül ve
yıpratıcı zamanlara ait vakitlerdir bunlar. Gezegende mamul hale getirilen
ne varsa, kendisine insan eli değen ne
ise, bundan payını çokça almıştır. Yasa;
zamanın derinliğine doğru deforme
olmaktır, ne kadar derine inerseniz o
kadar fiyakanızı bozan bir zaman dilimini karşınızda görürsünüz. Ama bir
o kadar da derinlik sarhoşluğu verir
bu. Kendinizi severmiş gibi sevdiğiniz
bir taş, bir tahta parçası veya geçmişe
sıkışmış kalmış, ama buna mukabil geleceğe söylenecek sözü bulunan bir zaman kırıntısı, arzın cazibesine inat bir
çekimle çeker sizi. Belki de sizi, ilk defa
bir tecessüsün, içinizde bu denli farklı bir mevsime davet ettiğini, ilk defa
60
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
başka tanımlara doğru yol aldığınızı
hissedersiniz. Zihninizde adını o güne
kadar koyamadığınız, farkındalığını
daha size hissettirememiş bir yerlerin
olduğunu kulağınıza fısıldayan bir ilkle
karşılaşırsınız. Hayatın sizi yaralamaya
kastettiği bu yerin nesnesi durumuna
gelen, farklı bir unsurun sizdeki karşılığı; ruhunuzu alıp kendi iklimi ile tanışık
hale getirmeye çalışan, bir tarihe veya
sizin ruhsal derinliğinize etki eden bir
binadır ve/ya bir ana tanıklık eden, ellerini göğe doğru açmış bir ağaçtır, kendi zamanını farklı bir güzellikle ilk defa
tanıştıran bir oyma yada bir kabartma
olabilir. Bu meyanda eski çeşmelerimiz
de bizi kendilerine davet ederken yedeklerinde, size vermek için bahsi geçen duyguları daima taze tutarlar.
Oysa bu günkü düşünce, algılayış tarzı,
şehrin bütün alanlarını çeşmesiz olarak
tezyin eden estetik fukaralık diyebileceğimiz bir anlayışa sahip, sanki çeşmenin
gerekliliği dünün insanının sahneden
çekilmesi ile son bulmuş, dünün insanı
için bir ihtiyaç olan materyaller bu günün insanı için lüzumsuz sayılmışlardır.
Bizim medeniyetimizin bir su medeniyeti olduğu çok çabuk unutulmuş durumda, suyu atomlarına ayırıp bilimsel
bir nesne haline getirenler elbette ki
çeşmenin ne olduğunu gerektiği gibi
anlayamayacaklardır. Bizler insan olarak nesne ile aramızda bir ünsiyet bağı
oluşturur ve o nesneyi, nesne olmaklığının ötesinde değerlerle dolu, geçmişimizi bir dil olarak kuşanan, üzerine
farklılıklar yüklediğimiz bir alana taşırız. Bizim için değer verdiğimiz ortak
geçmişimizde yer alan her şeyde olduğu gibi çeşmede de böyledir. Böylelikle çeşme bir tasarruf etme biçimi, bir
sevda mekanı, bir estetik değer ve anıt
olarak bakabileceğimiz adeta zamanı
taşan bir varlık olarak kültürümüzdeki
yerini almıştır.
Çeşmeyi önemli kılan şey, elbette ki su
ve insan birlikteliğine hal dilince getirmiş olduğu yorumdur. Onu yani suyu bir
adım daha insana yaklaştırmayı amaç
olarak görmesidir. Bu bağlamda düşünülürse sudan insana varıncaya değin
mevcut olan süreçte, su yer yer farklı
başlıklar atında da olsa özne olmuştur.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
61
Suyun, insanoğlu ile
olan yol arkadaşlığında,
düşünce ile birlikte
özgürlüğe bir tür katkı
koyduğunu, onun kıta
sahanlığının akışkanlığının
yanında, düşüncenin ve
özgürlüğün sınırlarına
kadar uzandığına dair
ortak bir inanç sanırım
kıyaslama düzlemi kuran
her insanın düşünce
hanesinde mevcut.
Kültür tarihimizin suyun
kaldırma kuvveti gereği;
insanı yücelttiğine dair
elimizde koca bir literatür
bulunmaktadır.
62
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Lakin durum sadece suyun özne durumuna gelmesi ile başlayıp biten bir durum değildir. İşbu süreç farklı başlıklar
altında diğer unsurlara da özne olma
şansı verir ve konuyu takip ettiğimizde,
şu yaygıya varmamız kolaylaşır; evvela
su, sıvı olması vesilesiyle amorf bir malzemedir ve dışarı bir kabın şeklini alması gerekmektedir. İnsanoğlu bunun için
yüzyıllar boyunca, suyu tutmak adına
belirli katı malzemeler icat edip, suyu
belli bir biçim altına almayı veya akıp
gitmemesi için ona muhafaza teşkil
edecek düzenekler hazırlamayı kendi
hayatı için elzem bulmuştur.
Bağlam gereği insan; tarihsel süreç içinde, -bulunduğu durum gereği- elindeki
malzemeye göre suyu muhafaza altına
alan göletler, testiler, çeşmeler, cam şişeler, damacanalar ve suyun akmasına
direnç gösteren ne varsa onlarla birlikte kendi kullanımına sunmuştur. Konumuz için asıl önemli nokta da burasıdır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, eski
muhafaza tarzlarının bazıları yukarıda
da söylediğimiz gibi diskalifiye olmuş,
bir kısmı kısmen varlığını sürdürmekle
birlikte; farklı form ve muhtevalara kal-
betmiş, diğer bir kısmı ise tam anlamıyla yokluğa mahkum edilmiştir. Hal böyle
olunca su da bu durumdan nasibini alarak demir borular içinde evlerin ta içine
kadar taşınmış, ya da plastik nevinden
malzemelerle tadından ve kısmen de
olsa görünüşünden ödün vererek şimdiye kadar ki hayatında görülmemiş
muamelelere tabi tutulmuştur.
Plastik suyun önünde aşılması gereken bir engeldir. Suyun plastik şişelere
hapsedilmeden önceki halini düşündüğümüzde; plastiğin hayatımıza ne
kadar negatif etki bıraktığını daha iyi
anlıyoruz.
Suyun, insanoğlu ile olan yol arkadaşlığında, düşünce ile birlikte özgürlüğe bir
tür katkı koyduğunu, onun kıta sahanlığının akışkanlığının yanında, düşüncenin ve özgürlüğün sınırlarına kadar
uzandığına dair ortak bir inanç sanırım
kıyaslama düzlemi kuran her insanın
düşünce hanesinde mevcut. Kültür tarihimizin suyun kaldırma kuvveti gereği;
insanı yücelttiğine dair elimizde koca bir
literatür bulunmaktadır. Bununla kalmayıp geçmişimize doğru yol aldığımızda
da, sudan hareketle çeşmenin insan
olarak, bizim soy tarihimize estetik açıdan yapmış olduğu etkinin Ay’ın estetik
etkisine benzediğini söyleyebiliriz. Nasıl
ki Ay, Dünyanın bir uydusu olmakla birlikte, bizim hayatımıza menfaat açısından direkt bir katkıda bulunmuyor ama
yansıttığı gümüşi ışıkla, bir nur tepsisi
görüntüsüyle ve bir miktar geceyi aydınlatırken, suretlerimize verdiği efsunuyla bizim estetik sığamızda oldukça
oylumlu bir yer ediyorsa, çeşmelerimiz
de bu gün insanlarımız için aynı görsel,
duygusal ve nostaljik etkiye sahiptir.
Bir pınar, suya arkadaşlık eder bu doğru, su da insana arkadaşlık eder bu da
doğru. Ama bütün bunların ötesinde,
çeşme suyu insani olanla en fazla tanıştıran unsurdur desek daha esaslı bir
doğruya işaret ederiz. İnsan çeşme arkadaşlığı su aracılığıyla kurulan bir dostluk biçimi olduğundan su ömürlü olması beklenen bir arkadaşlıktır. İnsan için
ezelden başlayıp yine insan için ebede
kadar sürecektir. Belki de büyüklerimiz
bu yüzden bir güzellik gördüklerinde ‘su
gibi’ diyerek o güzelliğin sahibini çeşmeye benzetmiş oluyorlardı. Böylece bizim
kültürümüzün alımlı bir kızı, kendi güzelliğiyle birlikte suya karışarak, ince nakışlarla bezeli zarif bir çeşme imajı olarak
karşıdakinin zihnindeki müstesna yerini
alıyordu. Diğer taraftan çeşme, suyun
anıtlaşmış bir duruşunu herkese anlatarak; güzelliği, duruşu ve faydayı tek çatı
altında birleştirmesini farklı bir payda
altında beceriyordu.
Çeşmeler kimi zaman susuzluğa karşı,
bir yokuşta, varılması gereken bir menzilin orta yerinde, hararetimizi giderirken, kimi zaman da seyirlik bir unsur
olarak zihnimizin estetik yolculuğuna
katılır. Onları bazen bir duvarda sessizliğin alfabesini ezberlerken görürüz.
Bazen de bir çeşmeyi, bir hattın veya
bir kabartmanın geçmişten haber veren gizemli sesinde esrara doğru uzun
bir yolculuğa çıkarken yakalarız.
Evet bu günün plastik şişelerinin yerinde bir zamanlar çeşmeler bulunmaktaydı. Ama taşın bir hazne olarak oylumu veya bir lülenin ince kıvrımlarının
insana verdiği duygu ne bileyim suyu
muhafaza ederken taşın veya betonun
almış olduğu form; belki de insan ile
suyun bir araya gelişindeki en anlamlı hikayeyi betonun veya taşın yüzüne
kazıyordu. Bu da asla şimdiki anlamda
plastiğin yaptığı gibi suyun tutuklanması sayılmazdı.
Bu meyanda çeşmelere, suyun önünde
bulunan bir engel değil, adeta gönüllü
bir birlikteliğin estetik varoluşu olarak
bakılırdı. Çeşmeler; su ve insan ilişkisini, belki de onbinlerce yıl öncesine
dayanan bir zamanla birlikte, nesnel
güzellikle faydayı bütün saçaklanmalarıyla, doymak kavramı altında bir araya
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
63
hayalimizin haznesine sürmüş oluruz.
Bir başka düzlemde çeşme; eskiden şehirlerimize buyur ettiğimiz, sıkıştığımız
anları bizimle paylaşmakla kalmayıp,
ferahlığın içimizde başlamasına sebep
olan ve hatta bize göre, bugünkü şehirlerimizi de süslemesi gereken bir şehir
bileşeni olmalıdır.
Bazen tatlı bir bayırın bitiminde insanın
dizlerinde ve ayaklarında biriken yorgunluk denen şeyin yürekteki yansıması
olan susamışlığın, tatlı bir ferahlık olarak giderilmesidir çeşme, bazen de gök
kubbenin sanki terse çevrilmiş hali olan
kurnasına dökülen suyla rahmeti aynı potada eriten bir anlam havzasının bizdeki
asırlık işareti gibidir.
getirerek kendi varoluşlarına farklı bir
boyut katıyorlardı.
İnsan dünya serüvenine suyla başladı,
hatta insanın başlangıcına milat olarak
çok rahat bir şekilde su gösterilebilir.
Bu benzerlikler içinde çeşmenin serüveni de aynıyla insanınkine benzemekte. O
da insana özendi desek, belki de o zaman kendimize bir paydaş çıkarmış, zihnimizin en müstesna köşelerinde içinden
ırmaklar akan bir çeşmeyi en azından
Bir emeğin olanca birikimini uğraş, sanat, güzellik ve malzeme olarak tek bir
çatı altında toplanıp hali olarak zihnimizdeki haklı yerini almıştır.
Mesela bizim eski şehirlerimizde iki
yolun birbirlerini kestikleri köşe başlarında bir uzlaşı ustası edasıyla her
iki yolun yolcusunu onların farklılaşan
yorgunluklarını bir nakışta yok etmek
veya gövdelerinden taşan saçaklarının
altında her iki insanın konuşmasına zemin hazırlayarak ikiden bir çıkarmanın
en maharetli uğraşını veren çeşmelerimiz bulunmaktadır.
Dantel gibi süslemeleriyle daha ilk bakışta kendisini anlamın, takip edilirse
ancak ulaşılabilecek basamaklarında
yakalanacak olan, ulviyetini gönüllere bahşeden edası ile yatay ve dikey
bütün nitelikleri meraklısının kulağına
fısıldayacak bir hikmeti barındırır.
Çeşmeler bütün bunların üzerine kendileri hakkında en fazla edebiyat yapılan, en fazla sözünün peşine düşülen,
en fazla hasreti çekilen yapılardandır.
Daha ileriye gidildiğindeyse, bizim
kültürümüzde Karacaoğlan’ın bir kızı
kurnasının başında testisine su doldururken yakaladığı bir yavuklu olarak
türküsünü yaktığı yerin adıdır.
Bir çeşme gördüğümüzde onun yüzünde kendimizi okumanın vermiş olduğu
hayret ve vakarla geçmişimize karşı
bir inşa hareketine girişiriz. Bir çeşme
ile halleşmek ona derdimi anlatmak
başkalarına halini anlatmaktan imtina
64
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
etmiş herkes için belki de başlı ve sonlu
bir meşgaledir.
Bende başkalarının yanında meramını
söze dökemeyen bütün bu dilsizler gibi
onun kulağına kendi sırlarımı ne kadar
anlatmak istemişimdir.
Ve şu sözü, bir çeşmenin kapağını açıp
içine atmayı ne kadar istemişimdir; “ey
çeşme içinde tuttuğun sırlarla ne kadar
da bana benziyorsun”.
İklim Değişikliği ve
Kirlilik
İlk 10 Ülke
Sanayileşme, güç, zenginlik ve refahın yanında dünyaya ciddi
boyutlarda çevre sorunları getirdi. Özellikle gelişmemiş ve
gelişmekte olan ülkelerdeki eksik çevre bilinci, kalkınmayı
kendi insanları için bir tehdide dönüştürdü ve zenginliğin
bedelini vatandaşlarının canları ile ödedi.
Aydın Derin
İklim Değişikliği Araştırma
Kuruluşu DARA’nın verilerine
göre dünyada her yıl 5 milyon
insan iklim değişikliği ve kirliliğin olumsuz etkileri yüzünden hayatını kaybediyor. Eğer
önlemler alınmazsa 2030 yılına
kadar bu sayının 6 milyona çıkması bekleniyor.
İşte iklim değişikliği ve kirliliğin
en çok can aldığı 10 ülke:
10
Afganistan
Nüfus: 34,4 milyon
Ölüm: 90.000
İklim değişikliği ve kirlilik, Afganistan’da görülen çocuk ölümlerinin
ana nedenlerinden. Artan sıcaklıklar
sonucu ülkedeki gıda ürünleri hasat
zamanından önce bozuluyor ve böcekleniyor. Bu da gıda zehirlenmesine
yol açıyor. Aynı zamanda düzgün bir
kanalizasyon sisteminin bulunmamasından dolayı temiz su kaynakları kirleniyor. İçme suyuna buluşan bakteriler, özellikle çocuklarda görülen ishal
vakalarının artmasına neden oluyor.
9
Rusya
Nüfus: 141,8 milyon
Ölüm: 100.000
Rusya, günümüzde hala Sovyet döneminin sancılarını çekmeye devam
ediyor. Özellikle Soğuk Savaş döneminde kontrolsüzce üretilen nükleer
ve kimyasal silahlar, düzenli olarak
bertaraf edilmediği için Rus halkının
sağlığını ciddi ölçüde tehdit ediyor.
Ayrıca, dünyadaki tüm eski komünist
ülkelerde olduğu gibi, Rusya’daki sanayi de düzenli olarak kontrol edilmiyor ve fabrikalar çevre kurallarına
uymuyor. Hatta Guiness Rekorlar
Kitabı, ülkenin ana kimyasal silah
üretiminin gerçekleştiği Dzerzhinsk’i kimyasal atıklar
açısından dünyadaki en çok kirlenmiş şehir olarak tanımlıyor. Tüm bunların bir sonucu olarak da Rus vatandaşlar
arasında kanser, kalp ve solunum yolu hastalıkları yoğun
olarak görülüyor.
8
Etiyopya
Nüfus: 83 milyon
Ölüm: 100.000
Etiyopya bulunduğu konumdan dolayı iklim değişikliğinin etkilerine en hassas ülkelerden biri. Sadece 2010 yılında iklim değişikliği yüzünden tarım alanlarında yaklaşık
450 milyon dolar değerinde bir kayıp yaşandı. Eğer önlemler alınmazsa 20 yıl sonra bu değerin 3 milyar dolara
çıkacağı tahmin ediliyor. Ancak dünyadaki kişi başına gelirin en düşük olduğu ülkelerden biri olan Etiyopya, iklim
değişikliği ile mücadeleye fazla kaynak ayıramıyor.
7
Bangladeş
Nüfus: 148,7 milyon
Ölüm: 100.000
Çevre yasalarının yetersizliği ve sanayi faaliyetlerinin
devlet tarafından kontrol edilmemesi Bangladeş’teki çevre kirliliğini başa çıkarılamaz boyutlara getiriyor. Artan
karbondioksit emisyonları da iklim değişikliğine olumsuz
katkıda bulunarak ülkede sert hava koşullarının yaşanmasına neden oluyor. Kirlilik ve iklim değişikliği en çok tarım alanlarını etkiliyor ve ülkenin gıda güvenirliğini azaltıyor, bu da gıda fiyatlarının artmasına neden oluyor. 2030
yılına kadar Bangladeş’te 15 milyon kişinin bu olumsuzluklardan etkileneceği düşünülüyor.
68
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Kirli Bir Dünya’da Yaşıyoruz
... Farkında Değiliz.
Kızılderili bir adamla, iş arkadaşı beyaz adam caddede yürürlerken;
Kızılderili adam beyaz adama:
Çekirge sesi duyuyorum der.
fakat beyaz adam:
Bu kadar kalabalık bir caddede çekirge sesi duyman imkansız, yanılıyorsun der.
Kızılderili üsteler hayır duyuyorum
Daha sonra bir bahçeye girerler ve gerçekten orada çekirgeler
vardır beyaz adam şaşırır ..
senin kulakların farklı der.
Bu gürültüde çekirge sesini duymak imkansız der.
Beyaz adam ısrarla kulaklarının farklı olduğunu söyler..
Bunun üzerine Kızılderili cebinden bir bozuk para çıkarır
ve o parayı cadde üzerine atar.
Para yuvarlanır
ve caddedeki herkes cebini yoklamaya başlar
paranın gittiği yöne doğu bakarlar...
herkes duymak istediği sesi duyar
ve o sesin peşinden gider...
İnsanlar Hangi Dünyaya Kulak Kesilmişse, Öbürüne Sağır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
69
6
Kongo
Nüfus: 66 milyon
Ölüm: 101.000
Kongo’da son bir yılda yaklaşık 17.000
kişi iklim değişikliği yüzünden, yaklaşık 84.000 kişi de karbondioksit
emisyonları yüzünden hayatını kaybetti. Kongo’daki ana ölüm nedeni de
artan nem ve düzensiz hava olayları
nedeniyle gerçekleşen menenjit hastalığı olarak gösteriliyor. Dünyadaki en büyük ikinci yağmur ormanı
olan Kongo Nehri Havzası Yağmur
Ormanı’na ev sahipliği yapan ülke,
gereken önlemleri almazsa bu doğa
harikasını kaybedebilir. Özellikle ormandaki ağaçların kereste sanayisinde kullanılmak üzere kaçak olarak kesilmesi orman alanlarını tahrip eden
ana unsurların başında geliyor. Tahminlere göre Kongo Nehri Havzası
Yağmur Ormanları’nın yok edilmesi,
Sanayi Devrimi’nin ilk altmış yılında
salgılanan karbondioksit emisyonu
kadar sera gazını atmosfere salacak.
70
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
5
Endonezya
Nüfus: 239,9 milyon
Ölüm: 150.000
Endonezya’daki en önemli çevre sorunlarının başında deniz kirliliği ve
tarım alanlarının tahribatı geliyor.
Eksik çevre yasaları yüzünden ülkede
sanayinin faaliyetleri kontrol edilmiyor, bu yüzden sanayi de gelecek nesilleri düşünmeden atıklarını doğaya
salıyor. Ülkedeki biyolojik çeşitlilik
de çok ciddi oranlarda azalmış durumda. Ayrıca sel ve kuraklık gibi
doğa felaketlerinin önceki yıllara kıyasla sert yaşanması ölümleri ve hastalık risklerini arttırıyor.
4
Pakistan
Nüfus: 173,6 milyon
Ölüm: 150.000
Pakistan’daki kirlilik aynı zamanda
ülkenin ekonomisi de olumsuz yönde
etkiliyor, çünkü Pakistan dünyadaki
önemli doğal kaynak ihracatçılarından bir tanesi. En büyük milli gelirini tehlikeye sokmak istemeyen ülke
bu konuda önlemler alsa da, ülkede
çalışmakta olan yabancı firmaların
umursamazlığı, Pakistan’ın geleceği
için ciddi tehlike oluşturuyor. Ülkede
teknolojinin gelişmemesinden ötürü
hane halklarının çoğu ısınma ihtiyacını odundan karşılıyor, bu da hava
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
71
kirliliğini arttırıyor ve orman alanlarını azaltıyor. Pakistan’daki çoğu şehrin hava kalitesi Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği seviyenin üstünde
seyrediyor. Son yıllarda kanser, kalp
ve solunum yolu hastalıklarının artış
göstermesinin yanında düzenli arıtımın olmamasından ötürü sudan kaynaklanan hastalıklar da can alıyor.
Ayrıca iklim değişikliğinin olumsuz
etkisi ile artan sel ve toprak kayması
gibi doğa felaketleri Pakistan’da tahribata yol açıyor.
3
Nijerya
Nüfus: 158,4 milyon
Ölüm: 200.000
Nijerya’da bir yılda ortalama olarak
150.000 kişi kapalı ortamdaki hava
kirliliği, tüberküloz ve akciğer kanseri yüzünden hayatını kaybediyor.
Kapalı ortamdaki hava kirliliğinin
ana nedeni olarak ülkedeki elektrik
dağıtım sisteminin yetersizliği gösteriliyor, çünkü Nijeryalılar evlerini
ısıtmak ve yemeklerini ısıtmak için
yakıt kullanıyor. Aynı zamanda Af-
rika’daki en büyük sulak alan olarak
bilinen Nijer Deltası petrol arama
çalışmaları yüzünden talan edilmiş
durumda. Deltadaki balık ölümleri ve su kirliliği, hastalık yayan ana
nedenler arasında yer alıyor.
2
Hindistan
Nüfus: 1,2 Milyar
Ölüm: 1 Milyon
Hindistan’daki çevre sorunlarının
başında; hava kirliliği, su kirliliği,
atık miktarının artması ve doğal kaynakların azalması geliyor. Her ne kadar 1995 yılından sonra ülke birçok
çevre koruma yasası çıkarmış olsa da,
sürekli artmakta olan nüfus ve tüketim iklim değişikliği ile mücadeleye
olumsuz bir katkı sağlıyor. Özellikle
araba kullanımındaki artış, hızla büyüyen ülkeyi hava kirliliğinin merkez
üssü haline getiriyor. Kirli hava nedeniyle her yıl binlerce bebek hayatını
kaybediyor. Bunun yanında yaklaşık
40 milyon kişinin kirli havadan ötürü
astım hastası olduğu tahmin ediliyor.
Hava kirliliği bir dünya harikası olan
ünlü Taç Mahal’i de sarartıyor.
72
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
1
Çin
Nüfus: 1,3 Milyar
Ölüm: 1,5 Milyon
Seri üretim ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi haline gelen Çin dünyanı en çok kirleten ülke olarak listenin
başında yer alıyor. Çin’de çevre kirliliği
her geçen yıl artıyor, bu da ülkeyi daha
büyük sorunların içine çekiyor. Dev
ekonomisini beslemek için üretimini
sürekli arttırmakta olan ülkede, kontrolsüz sanayinin neden olduğu kirlilik
her yıl milyonlarca insanın ölümüne ve
sakat kalmasına neden oluyor. Ölümlerin başlıca nedenleri arasında da hava
kirliliği gösteriliyor. Enerjisinin yüzde
70’ini kömürden sağlayan Çin’de gide-
rek artan araç sayısı ve kullanılan düşük
kaliteli mazot ve benzin, hava kirliliğini arttırıyor. Ülkedeki şehir nüfusunun
sadece % 1’i temiz hava soluyabiliyor.
Özellikle kış aylarında Pekin başta olmak üzere, Çin’in kuzey ve doğusundaki 30 şehirde yoğun hava kirliliği ve
sis nedeniyle görüş uzaklığı 100 metreye kadar düşüyor. Çinlileri ilgilendiren
başka bir konu da su kirliliği; yeraltı su
kaynaklarının % 90’ı kirlilikten etkilenen ülkede yaklaşık 300 milyon insan
temiz suya ulaşma imkânından uzakta
yaşıyor. Çin hükümeti tarafından yayınlanan rapora göre iklim değişikliği
ve kirlilik ülkedeki tahıl üretimi 2050
yılına kadar % 5 ila % 20 oranında azalabilir ve ülkedeki su kaynaklarının çoğunu kullanılmaz hale getirebilir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
73
ARI EVİ
Sosyal bir yapıya sahip bal arıları koloniler halinde
yaşamını sürdürmektedirler. Bir ana arı, on binlerce
işçi arı ve birkaç yüz erkek arıdan oluşan kolonide,
olağanüstü düzeyde ve katı bir şekilde hiyerarşik yapı
bulunmaktadır.
Arılar kendi yaşamlarına uygun bir
düzen ve yaşam ortamına sahiptirler.
Tamamen bedenlerinden salgıladıkları
balmumu ile ve belli bir ölçüye göre
inşa edilmiş petekler üzerinde yaşamlarını devam ettirmektedirler. Birkaç
peteğin birbirine paralel bir şekilde bir
araya gelmesinden oluşan bu yapı bir
nevi “arı evi” olup “kovan” adı verilmektedir.
Yeryüzünde yaklaşık olarak yüz milyon
yıldır bulunmakta olan bal arıları insanoğlunun egemenliğine boyun eğmeden önce tamamen doğal koşullarda
yaşamakta olup bir ağacın dalında veya
kovuğunda, bir kayaya asılmış veya gizlenmiş bir şekilde yaşamını devam ettirmekte idi. Doğal düşmanlarına karşı
korunma ve olumsuz çevresel koşullardan en alt düzeyde etkilenme güdüsü
yer seçimi üzerinde birinci derecede
etkide bulunmaktaydı. Ne zamanki bal elde etmek amacıyla insanlar
76
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
tarafından keşfedildiler, ondan sonra
bal arılarının yaşamı değişti ve artık
hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başladı.
Kendi yaşamlarını daha fazla dünyevi kazanım üzerine kuran insanoğlu, arıların dünyasını da bu ölçüt
çerçevesinde yeniden düzenlemeye
başladı. İlk aşamada arıların ulaşılması
zor olan yerlerden alınarak, ulaşılması
kolay olan yerlere konulması sağlandı.
Bunun için sepet kovan, ilkel kovan veya
kara kovan dediğimiz kovanları kullanmaya başladılar. Aslında bu kovan
tipleri insanoğlunun ve bal arılarının
uzun asırlar boyunca gereksinimini
karşılamakta idi. Ancak arıların dünyasına müdahalede bulunma, hatta
şahsi çıkarlarımız uğruna bu dünyayı
tanzim etme düşüncesi modern kovanlara geçişi zorunlu kıldı. Bu nedenle insanların dünyasındaki Barok ve Rokoko
tarzı mimari üsluplar gibi Langstroth ve
Dadant tipi kovanlar geliştirildi. Temel-
de birbirine benzer olmakla birlikte her
bir kovan tipinin boyutları ile kovanın
kullanıldığı bölge ve amaç farklı idi.
Bu kovanlar arının doğal yaşamına uygun olması nedeniyle genellikle çam
kerestesinden yapılmakta idi. Ancak çağdaş ekonomik düzenin tüketim temelli yapısına paralel olarak
bu kovanlar da uzun bir zaman sonra
modifikasyona uğramaya başladı. Strafor ve plastik kovanlar her geçen gün
gündemde yer almaya başladı. Hatta
günümüzde gelinen noktada gıda ambalajında kullanılan plastikten üretilmiş
konforlu ve gösterişli kovanlar bir kısım
arıcılar tarafından kullanılmaktadır.
İnsanoğlunun mağaradan gökdelene
uzayan konut evriminden bal arıları,
insan eliyle de olsa nasibini almakta idi. Kovanın yapıldığı malzemedeki
değişim süreci kovan iç tasarımının
yapılmasında da etkili olmaktaydı. Tıpkı
insanoğlunun yaşam alanını yazın serinleten kışın ısıtan yapılarla donatması
gibi arıları kışın sıcak tutacak ısıtma
sistemi ile yazın serinletecek klima
sistemi gibi yapılar da oluşturulmaya
başlanmıştır.
Yapı tasarımı konusunda insanoğlunun
evrimi ile bal arılarının evrimi benzer
süreci izlemektedir. Bu noktada bal
arılarının evi olan kovanın dış yapısı
ile kovan içerisinde bulunan peteklerin
yapısı oldukça dikkate değer özelliklere
sahiptir.
Arıların tüm yaşamını üzerinde geçirdiği petekler bal arılarının karın halkalarının arasında bulunan balmumu salgı
bezlerinden salgılanan saf balmumu
ile inşa edilir. Bir kilogram balmumu
üretebilmek için bal arılarının tüketmek zorunda oldukları balın miktarı
ortalama onbeş kilogramdır. Bal arıları
ürettikleri bu balmumlarını çeneleriyle
şekil vererek altıgen yapıdaki petekleri
oluştururlar. Bu peteklerin yapılması ve
hesabı mucizevi özelliklere sahiptir. Peteklerin her tarafının, arı besinlerinden
olan bal ve polen depolanacak yapıda
olması kullanım etkinliğini artırmaktadır. Ancak peteğe yavru büyütme noktasından bakıldığında oldukça ilginç bir
yapı ortaya çıkmaktadır. Peteklerde ana
hatlarıyla iki tip petek gözü bulunmak-
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
77
tadır. Peteklerin alt kısımlarında erkek
arı yetiştiriciliği yapıldığı için işçi arılar
tarafından buraya çapı 6.9 mm olan
petek gözleri yapılmaktadır. Peteğin
diğer taraflarında ise kovan için daha
değerli birey olan işçi arıların yetiştirileceği ve 5.4 mm çapındaki işçi arı gözleri yapılır. Ana arının yetiştirileceği
gözler ise gereksinim halinde yapılan 9
mm çapındaki çok özel gözler olup petekte bulunan gözlerin büyütülmesi ile
oluşturulur. Çerçevelerin her iki yüzü
de bu tip yapılarla doludur ve yer israfı
söz konusu değildir.
Kovan içerisinde
sağlık koşullarının
tam ve eksiksiz yerine
getirilmesi amacıyla,
propolis adı verilen
ve insanlık tarihi
boyunca her türlü
mikrop öldürücü
olarak kullanılan bu
madde ile kovanın
tüm parçaları sterilize
edilmektedirler.
Arılar tarafından oluşturulan her bir
petek paralel bir şekilde yan yana getirilir ve arı kolonilerinin yaşam ortamı
oluşturulur. Peteklerin yan yana gelmesinde temel kural da iki petek arasında
iki arının sırt sırta çalışabileceği kadar
bir aralık bulunmasıdır. Tıpkı çift şeritli yolda iki aracın yan yana geçmesi ve
birbirini rahatsız etmemesi gibi.
Peteklerin düzenlenmesinde dikkat
edilen bir diğer husus ise yetiştirilecek
yavrunun güvenlik ve sağlığıdır. Bu
nedenle orta kısımda bulunan petekler
bu amaçla kullanılırken diğer petekler
ise daha çok besin depolama amacıyla değerlendirilir. Tıpkı insanoğlunun
evlerinde olduğu gibi, evin en sıcak ve
korunan yerinin çocuk odası için kullanılması gibi.
Arıların evinin inşasında dikkat edilecek
bir başka husus ise sıcaklık ve soğuktan, rüzgâr ve yağmurdan arı kolonisinin korunacağı şekilde üretilmeleridir.
Kovanların ön kısmında bulunan uçuş
deliği dışında kovanda bulunan çatlak veya açıklıklar bu anlamda tehlike
noktalarıdır. Bal arıları fazladan güç
ve malzeme harcayarak bu açıklıkları
ya kapatma ya da güvenliğini sağla-
78
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS
NİSAN 2013
maya çalışmaktadırlar. Ancak uçuş
deliğinde çok özel bir çalışma yaparlar. Bitkilerden topladıkları propolis adı
verilen yapışkanımsı bir madde ile uçuş
deliğini tıpkı Kapadokya yöresindeki
yeraltı şehirlerinin dehlizleri gibi
yaparlar. Dışarıdan gelen arıların bir
açıklıktan içeri girmeleri ve kontrol
edilmeleri sağlanır. Askeri bir deha
unsuru gibi hareket eden arılar sınırlarından olası sızmalara karşı kendilerinin kontrol altında tutabileceği sınır
geçiş yerleri oluşturmakta ve dar bir
koridordan kontrolü sağlamaktadırlar.
Uçuş deliğinin dışarıya bakan ön kısmı
aynı zamanda koloninin genç arılarının
evden fazla uzaklaşmadan oynadığı ve
ilk eğitimlerinin verildiği kısımdır. Bu
kısım geleneksel mahalle yapısında her
evin önünde çocukların oynayabileceği
bir açık alan gibi işlev görmektedirler.
Kovan içerisinde sağlık koşullarının tam
ve eksiksiz yerine getirilmesi amacıyla,
propolis adı verilen ve insanlık tarihi boyunca her türlü mikrop öldürücü
olarak kullanılan bu madde ile kovanın
tüm parçaları arılar tarafından sterilize
edilmektedirler. Böylece çok değerli ve
besleyici özelliğe sahip besinlerle dolu
kovan içerisinde mikrop üremesine izin
vermemektedirler. Günümüzde yüksek
teknolojiye sahip hastanelerde uygulanan ve her şeyi sterilize etmeye yönelik
uygulamayı bal arıları yüz milyon yıldır
kendi evlerinde rutin olarak yapmaktadırlar. Hele arıların dışkılama gereksinimi durumunda kovan dışına gitmesi
ve hasta olmadığı takdirde kovan içini
pislememesi oldukça anlamlıdır.
Arıların kolonideki sayısının artması
sonucunda petekler de yetmemekte, bu
durumda kovanlara kat atılmaktadır.
Zamanla kovanlar iki, üç, dört, hatta
daha fazla katlara yükseltilmektedir.
Apartman katlarında sayı arttıkça insanlar arasındaki ilişki zayıflamakta, hatta kopmaktadır. Zaman zaman
komşuluk hukukunun ortadan kalkmasına bağlı olarak olumsuz durumlar yaşanmaktadır. Bal arısı kovanlarına kat atılması da zamanla birtakım
benzeri sorunlara yol açmaktadır. Bu
durumda en uygun kat yüksekliği iki
veya üç olarak belirtilmektedir. Ne ilginç tesadüftür ki insan yaşamında da
en uygun ve rahat edilen ev modeli en
fazla iki veya üç katlı evlerdir. Zira bal
arılarında olduğu gibi insan yaşamın-
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
79
yarışırcasına. Çevrede bulunan nektar
ve polen kaynaklarını sanki sadece kendisi için yaratılmış gibi sömürme eğilimindedirler. Doyma hissi olmayıp biriktirme hırsı en üst düzeydedir. Tamamen
kendi ailesinin menfaati doğrultusunda
hayata bakarlar. Yardımlaşma, diğergamlık gibi erdemler bu şehirde geçerli
değildir. Bu şehirdeki yegâne yardımlaşma bir kovana dışarıdan herhangi
bir rahatsızlık verildiğinde ortaya çıkar.
Kovanına müdahale edilen herhangi
bir arı, arıcıyı soktuğu zaman çevrede
bulunan ve bu arının kurban üzerinde
bıraktığı alarm kokusunu alan şehrin
diğer sakinleri bu düşmana karşı ortak
saldırı yapabilirler. Bunun dışında birliktelik söz konusu değildir.
da da her şeyin kontrol altına alınması,
kolay erişilebilir olması ve işgücünün
minimum kullanılarak en üst düzeyde
fayda sağlanması amacıyla fazla katlı
evler önerilmemektedir.
Arıların evi olan kovan aynı zamanda
arıların çalışma alanını da belirlemektedir. Koloniye ait arılar her ne kadar
beş kilometre uzağa gidebilseler de
genellikle bir kilometre yakında besin toplamaktadırlar. Bal arıları kovana
getirdiği besinin uzaklık ve elde ettiği
besinin kalitesine göre maliyet hesabını
yapmakta, uzaklara gitme eğiliminde
olmamaktadır. Tıpkı insanoğlunun
işyerine yakın yerleşim yeri seçmesi ve ulaşım maliyetini düşürerek elde
ettiği maaştan daha fazla yararlanmak
istemesi gibi hareket etmektedirler. Bugün özellikle büyük şehirlerde
çalışan insanların bu maliyet hesabını yapmamaları durumunda büyük
kayıplara uğradığını düşündüğümüzde
bir böceğin bu davranışının ne kadar anlamlı ve hayret verici olduğunu
görmekteyiz.
Arı evlerinde böyle bir iç düzen olmakla birlikte pek çok arı kovanının
bir arada bulunduğu ve “arı şehirleri”
olarak nitelediğimiz arılıklardaki yapı
da oldukça ilginçtir. Normalde arılıkta
bulunan arı evleri her biri birbirinden
bağımsız bir şekilde hayatlarını devam ettirmektedirler. Hem de delice ve
80
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Komşu kovan aç iken yandaki tok
kovan rahatlıkla uyuyabilir. Hatta arıcı
yanlışlıkla bir kovanın peteğini dışarıda bıraktıysa bu petek diğer kovanlar
tarafından yağmalanarak tüm balları
çalınabilir. Ayrıca yakındaki bir kovanda
bulunan çatlak veya delik kapatılmadı
ve sıkı korunamıyorsa, arılıktaki güçlü
diğer koloniler tarafından bu kovanın
tüm mal varlıkları yağmalanarak el
konulabilir. Sonuçta zayıf ve korunmasız olan koloninin üyeleri ya bu savaş
ortamında ya da açlıktan ölürler.
Arı şehirlerinde bulunan arı evlerinin
sakinleri olan arı kolonilerinde yaşanan
en ilginç olaylardan birisi de farklı arı
kolonilerinin herhangi bir gerekçe ile
birleştirilmeleridir. Tıpkı her bir evin
kendine has bir kokusu olduğu gibi her
bir koloninin de kendine has bir kokusu
vardır. Bu koku nedeniyle iki koloninin
bir arada bulunması olanaksızdır. Bu
durum kesin savaş sebebidir ve iki
taraftan biri mutlak yenilene kadar
arıların kıyamı ile başlar ve birbirlerini kıyımıyla sonuçlanır. İnsanlarda bir
eşin ölmesine veya boşanmaya bağlı
olarak eşin yeniden evlenmesi sürecinde iki farklı aileden yeni bir aile
oluşturulmasında bir ön alıştırma sürecine gereksinim vardır. Aksi halde her
iki ailedeki bireylerin çatışma yaşaması
kaçınılmazdır. Arı kolonilerinde de aynı
durum söz konusu olup ana arısı ölmüş
veya öldürülmüş bir koloni ile ana arılı
başka bir koloni birleştirileceği durumda kolonilere ait koku farklılığı kavgaya
neden olacaktır. Bunu engellemek
için arıların ilk aşamada birbirlerinin
farkına varana kadar oyalanmaları ve
ısınmaları amacıyla birleştirilen kolonilere parfüm sıkılır. Parfüm kokusu
geçinceye kadar kolonilerin kokusu
da birbirine karışmış olur. Sonuçta
dargınlık ve kırgınlık olmadan iki koloni
birleştirilmiş olur. İnsanların yaşamında da iki farklı aileden yeni bir aile
oluşturulması durumunda buna benzer
taktikler yapılması kaçınılmazdır.
Sonuç olarak net bir şekilde görülmektedir ki evrende egemen olan ortak
ölçüler, evreni yapan gücün “tek” olduğuna işaret etmektedir. Bu nedenle
günümüzde sağladığımız bilimsel ve
teknolojik gelişmelerin temelindeki
“örneklerimiz ve ilham kaynaklarımız”
bizim dışımızdaki canlı ve cansız
varlıklardır. Bal arıları başta olmak
üzere çevremizde yaşayan tüm canlılar
ya evrim yönüyle ya da ortak paydalar
nedeniyle bizimle birlikte bir bütünün
ayrılmaz parçasıdırlar. Her şehrin ayrı
bir düzeni, yapısı ve ruhu olduğu gibi arı
evi ve şehirlerinin de benzer durumu
söz konusudur. Ne yazık ki arıların dünyasında insanoğlunun fiili müdahalesine karşın harika yapı ve özellikler halen gözlemlenebilmekte iken insanların
şehirlerinde her geçen gün yozlaşma
daha fazla kendini göstermektedir.
Zira insan doğasına ters, fakat beşer
doğasının gerektirdiği ekonomik düzen,
her geçen gün bizleri estetik duygusundan uzaklaştırmakta, ev ve şehir düzeni
konusunda arıları daha şanslı konuma
getirmektedir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
81
48 yıldır hayatın içinde
L
ÖZE RUMA
KO İ
E
R
ÇEV BÖLGES
TABİAT VARLIKLARINI KORUMA GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Datça
BOZBURUN
BİYOLOJİK ZENGİNLİĞİNİN
TESPİTİ VE
YÖNETİM PLANI
BÖLGENİN KONUMU
Datça ve Bozburun
Yarımadaları bitki
coğrafyası açısından
Holarktik alemin Akdeniz
itocoğrafik bölgesinde
yer almaktadır. Ancak yer
yer Avrupa- Sibirya ve
İran-Turan fitocoğrafik
bölgesine ait elementlere
de rastlanmaktadır.
84
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Datça, Güney Batı Anadolu’da Gökova
ve Hisarönü Körfezleri arasında Akdeniz
ve Ege arasında doğu-batı yönünde yer
alan yarımadadır. Muğla İli’nin en batı
ucunu oluşturan Datça İlçesi, doğuda
Marmaris İlçesi, diğer yönlerden Ege
Denizi ile çevrilidir. İlçe, kendi adıyla
anılan yarımadanın üzerinde kurulmuştur. Datça Cumhuriyet döneminde
Reşadiye Köyü’nün önce bucak, sonra
ilçe olması ile önem kazanmıştır. Yerleşim merkezi daha sonra Reşadiye
Mahallesi’nden alınıp, İskele Mahallesi’ne getirilmiştir. Datça, yarımadanın
genişlemeye başladığı orta kesiminde
birbirinden ayrı üç mahalle halindedir.
İlçe’ ye ve yarımadaya eski adlarını
veren Datça ve Reşadiye mahalleleri
yarımadanın iç kesimdedir. Yarımadanın
kara ile birleştiği Balıkaşıran kesiminde
genişlik bir kilometreden daha azdır.
Batıya doğru genişlik artmaya başlar,
burada Emecik (742 m) kütlesi bulunur.
Kocadağ (1175 m) ile en yüksek kesimi
oluşturur. Batıda İskandil burnu ile
sona eren Datça Yarımadası’nın ucunda
ünlü Knidos harabeleri yer alır. Bozburun Yarımadası, Muğla İli’ nin güney kesiminde Marmaris İlçesi sınırları içinde
Marmaris ile Datça Yarımadası arasında
güneye doğru uzanan bir yarımadadır
DATÇA BOZBURUN ÖZEL ÇEVRE
KORUMA BÖLGESİ
Bölge, Muğla İli’nin ince uzun iki uzantısı olan Datça ve Bozburun Yarımadaları’nı içine alarak Bodrum ve Mar-
maris İlçeleri arasında ve Türkiye’nin
güney-batı ucunda uzanır. Yaklaşık
1500 km2 alanı kapsayan bölgede Datça
İlçe merkezi ile Marmaris İlçesi’nin
idari alanları bulunmaktadır. En büyük
yerleşim Datça yerleşmesidir. Bölgenin ve ülkenin diğer kesimleri ile olan
bağlantısı Marmaris-Datça Karayolu
ile sağlanmaktadır. Bazı yerleşimlere
ait yolların yeterli olmaması nedeniyle,
karayolu yerine motorla deniz ulaşımı
tercih edilmektedir.
Datça Yarımadası; batıda Kocadağ bölümü, doğuda Emecik Dağı-Horoz Dağı
bölümü olmak üzere iki dağlık kütle ile
bu iki dağlık kütleyi bir boyun halinde
birbirine bağlayan Reşadiye bölümünden oluşmaktadır. Yarımadanın boyu 70
km, eni en dar yerinde (Balıkaşıran) 800
m, en geniş yerinde 17 km ’dir. Datça
Muğla’ya 127 km’uzaklıktadır.
Vejetasyon
• Kıyı Kumul Vejetasyonu (150 ha)
Bozburun Yarımadası; Muğla İli’nin
güney kesiminde Marmaris ilçesi sınırları içinde Marmaris ile Datça arasında
güneye doğru uzanan bir yarımadadır.
Yarımadanın boyu 31 km, eni 23 km’ dir.
Bozburun Muğla’ya 112 km’ mesafededir.
Literatür ve arazi çalışmaları sonucunda araştırma alanında tespit edilen belli
başlı vejetasyon tipleri aşağıdaki gibidir;
• Halofitik Vejetasyon
• Orman vejetasyonu (Koru 7159 ha,
Bozuk koru 11200 ha, Çok bozuk koru
8850 ha)
Hassasiyet
Bölge, Datça ve Marmaris İlçeleri’nin
içerisinde bulunmakta, Datça ve
Bozburun Belediyeleri bölgenin içinde
yer almaktadır. Yerleşimler, Muğla İl
sınırları içerisindedir. Yöre, Marmaris
İlçe merkezinin etkisindedir.
• Maki vejetasyonu (Primer maki 4759
ha, Sekonder maki 11524 ha)
Kumullar
• Frigana Vejetasyonu (10339 ha)
• Vadi Tabanı Vejetasyonu
EKOLOJİK DEĞERLENDİRMELER
Datça Bozburun’da hassaslık ekolojik
yapıya göre değerlendirilmiştir.
Datça Yarımadası’nın güney kıyısında
yer alan Gebekum kumul alanı, bitki
örtüsü ile birlikte hassas bir alanı oluşturmaktadır.
Muğla İli içindeki gelişmişlik sıralamasında ise Bodrum, Marmaris ve
merkez ilçeden sonra dördüncü sırada
yer almaktadır. Alanda, Datça İlçesi’ne
bağlı olan Cumalı, Emecik, Hızırşah,
Karaköy, Kızlan, Mesudiye, Sındı, Yakaköy, Yazıköy adlı dokuz köy yerleşimi
bulunmaktadır. Marmaris İlçesi’ne bağlı
Hisarönü, Orhaniye, Osmaniye adlı üç
köy yerleşimi, Marmaris İlçesi Bozburun Bucağı’na bağlı Selimiye, Söğütköy,
Taşlıca, Turgutlu adlı dört köy yerleşim
bulunmaktadır
FLORA ve VEJETASYON YAPISI
Datça ve Bozburun Yarımadaları bitki
coğrafyası açısından Holarktik alemin
Akdeniz itocoğrafik bölgesinde yer almaktadır. Ancak yer yer Avrupa- Sibirya
ve İran-Turan fitocoğrafik bölgesine ait
elementlere de rastlanmaktadır. Bunlar
uygun habitatlara adapte olmuş relikler
veya geniş yayılışı olan türlerdir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
85
Datça Bozburun’da
kırsal ve kentsel
yerleşimleri tarımsal
alanlar ve mevcut
ulaşım ağı ile deniz
taşımacılığı dışında
ortam büyük
ölçüde doğallığını
korumuştur.
• Medicago marina
• Erygium maritimum
• Euphorbia paralias
• Pancratium maritimum ve Alkanna
tinctoria
Gebekum kumul alanının baskın bitki
türleridir.
Gebekum kumulu dışında; benzer özellik gösteren
• Kızlanbağ (800 m), Eksera (250 m),
• Hisarönü Çubucak, İnbükü (200 m),
• Karabük Burnu (150 m),
• Periliköşk (400 m),
86
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
• Hayıtbükü (500 m),
• Mesudiye (800 m),
• Hisarönü Kocakür (1200 m),
• Söğüt (500 m),
Çiftlik (300 m) bölgelerinde bulunan
kumluk alanlar da benzeri hassaslığa
sahiptir. Bu alanlarda da plaj kullanımı
mevcuttur.
Kuzey-batıda Arbutus andrachne (Sandal ağacı) yine bozulmamış koruluklar
oluşturmaktadır. Yaklaşık 1000 m yükseltiye kadar yayılış gösteren kızılçam
ormanları, bazı yerlerde geniş yapraklı
türler ile karışık ormanlık alanlara
bırakır.
Orman vejetasyonu; Pinus brutia’nın
(Kızılçam) dominant olduğu alanlardan
ibarettir.
Değirmen Bükü’nde Cupressus sempervirens kayalık vadi yamaçlarında yayılış göstermektedir. Bu tür Sındı Köyü
çevresinde ve Bozburun Yarımadası’nda
İçmeler- Bakırköy arasında yer yer saf
topluluklar halindedir.
Bozulmamış kızılçam ormanları
hassaslık yönünden öneme sahiptir.
Phoenix theophrasti (Datça Hurması)
vadi tabanlarında bulunmaktadır. Çok
Ormanlık Alanlar
sınırlı yayılışa sahip olan bu tür kuzeyde
Eksera Deresi yamaçlarında ve güney
kıyı kesiminde Azganak Tepe, Karacahapibaşı, Yarımcabaşı Tepe, Kovalıca
Tepe, Tanışman Tepe, Lindasbaşı Tepe,
Andızcıl Tepe civarında yayılış göstermektedir.
Yörede endemik olarak bulunan Liquidambar orientalis (Sığla ağacı) mevsimlik dere yatakları ile vadi içlerinde
görülmektedir.
Sonuç olarak;
Gebekum kumul alanı;
Pinus brutia (Kızılçam) korulukları;
Arbatus andrachne (Sandal Ağacı)
yayılış alanları Cupressus sempervivens
toplulukları ve Liquidambar orientalis
(Sığla ağacı) alanları Phoenix theophrasti (Datça Hurması) varlıkları bitki
türleri esas alındığında hassaslık arz
eden konulardır.
Deniz Ortamı
Datça-Bozburun deniz ortamı; Akdeniz’in uluslar arası konumu nedeni ile
diğer kara ve deniz kaynaklı kirlenmesinin dışında doğrudan yarımada kaynaklı
su kirlenmesinin yoğun baskı altında
değildir. İnsan kullanımlarına karşı hassas bir ortamdır.
Datça Bozburun
yarımada karakteri
nedeniyle kuzey
kesimleri ile güney
kesimleri arasında
bariz farklılıklar
vardır.
Yörede 167
karasal omurgasız
(böcek),110 balık
türü, 4 ikiyaşamlı
türü,27 sürüngen
türü,123 kuş türü,45
memeli türü
belirlenmiştir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
87
Nadirlik
Datça Bozburun ekosistem temelinde
nadirlik açısından incelendiğinde:
Gebekum Kumulu;
Eksera Deresi ve güney kesimi
Kocadağ
Emecik
Hisarönü
Türler açısından bakıldığında ise
Medicago marina, Erygium maritum,
Euphorbia paralias gibi kumul bitkileri
Pinus brutia (Kızılçam)
Arbutus andrachne (Sandal Ağacı)
Cupressus sempervirons
Phoenix theophrasti (Datça Hurması)
Liquidambar orientalis (Sığla Ağacı)
bitki türlerine;
Kuşlar Falco elenoroae; (Karadoğan)
Falco pereginus; (Gökdoğan)
Memeliler Monachus monachus (Akdeniz foku)
Capra aegagrus (Yaban keçisi)
Lutra lutra (Su samuru)
Sürüngenler Testudo graceae
Falco naumanni; (Küçük kerkenez)
ise hayvan türlerine örnek olarak verilebilir.
Hieraetus fasciatus; (Tavşancıl)
Doğallık
Larus audoinii; (Ada martısı)
Phalacrocorax aristotelis desmarestii;
(Tepeli karabatak)
88
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Datça Bozburun’da kırsal yerleşimler
ile Datça Bozburun kent yerleşimleri
tarımsal alanlar ve mevcut ulaşım ağı
ile deniz taşımacılığı dışında ortam
büyük ölçüde doğallığını yitirmemiştir.
Bu sonuca; Datça Bozburun karayolu
ulaşımının yakın yıllara kadar virajlı dar
ve yetersiz bir yol ile yapılması kadar,
yörede çok sayıda doğal ve arkeolojik sit
alanı bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Tipiklik
Ormanlar
Maki
Frigana
Vadi tabanı
Kıyı kumul
-Liquidambar orientalis (Sığla Ağacı) relik endemik olması ve Phoenix theophrasti (Datça Hurması) çok sınırlı yayılış
göstermesi ile özel öneme sahiptir.
Büyüklük
Türlere özgü populasyon büyüklük çalışması yapılmamış olmakla birlikte Pinus
brutia için yayılış belirlidir. Ayrıca kuş
türleri için sayısal değerler verilmiştir.
Çeşitlilik
Datça Bozburun yarımada karakteri
nedeniyle kuzey kesimleri ile güney kesimleri arasında bariz farklılıklar vardır.
Yerleşimler
Tarım alanlarına ilişkin tipiklik
örnekleridir.
Özel Önem
Datça Bozburun
Hirunda rustica; (Kır kırlangıcı)
Hirunda daurica; (Kızılsırtlı kırlangıç)
Merops apiaster; (Arı kuşu)
Apus apus; (Karasağan) ve
Apus melba; (Akkaranlı sağan)
göç yolları üzerinde bulunmaktadır.
Yarımada bu yönüyle önemlidir.
Diğer yandan;
Falco elenoroae (Karadoğan)
Falco peregrinus (Gökdoğan)
Falco naumanni (Küçük kerkenez)
Hieraaetus fasciatus (Tavşancıl)
Larus audoinii (Ada martısı)
Phalacrocorax aristotelis desmarestii
(Tepeli karabatak)
Datça Yarımadası başta olmak üzere,
yörede bulunan önemli kuş türleridir.
-Monachus monachus (Akdeniz Foku) Datça Yarımadasının civarında yayılışa sahiptir.
-Kocadağda bulunan Capra aegagrus
(Yaban Keçisi) Türkiye için en batıdaki
yayılışa sahiptir.
-Lutrafutra Hisarönü’nde yayılış
göstermektedir.
Yörede 167 karasal omurgasız (böcek),110 balık türü, 4 ikiyaşamlı türü,27
sürüngen türü,123 kuş türü,45 memeli
türü belirlenmiştir.
Yöre’ de 1047 bitki türü saptanmıştır.
Bitki türlerinin 57’ si endemiktir.
Süreklilik ve Değişkenlik
Yörede bitki türleri açısından, özellikle,
ağaç formları açısından süreklilik ifade
edilebilir. Pinus brutia iyi bir örnektir.
Diğer yandan her iki yarımada da homojen değildir. İnsan
etkisi ile ekolojileri değişime uğramıştır.
önceliklerinin üzerine, geri dönülmez
taleplerin gelmesi ihtimalidir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
89
Yeşil Binalar
Çevrecilik Anlayışını
Arttırıyor
Yılmaz Deniz Aydemir
Araştırmalara göre binaların çevresel farkındalığı öne çıkartacak yapıda
tasarlanması, insanların sürdürülebilirlik bilincini arttırıyor ve daha çevre dostu
kararlar almasını sağlıyor.
Araştırmalara göre binaların çevresel farkındalığı öne çıkartacak yapıda tasarlanması, insanların sürdürülebilirlik bilincini arttırıyor ve daha çevre dostu kararlar almasını sağlıyor.
müzde de aktif olarak eylemlerini sürdüren bu gruplar, çevrecilik kavramını hükümet politikalarına entegre etmiştir ve
doğayı tahrip edici bazı kararların engellemesini sağlamıştır.
Günümüzde, modern çevre hareketi olarak ele alınan kavram,
aslında üç aşamalı uzun bir süreç sonrası ortaya çıkmıştır.
Rachel Carson’un tarım alanlarında kullanılan, insanlar ile
doğal yaşam için tehdit oluşturan toksik maddelerin kuşlar
üzerindeki etkisini anlattığı 1962 tarihli “Sessiz Bahar” kitabı
modern çevreciliğin ilk aşamasının başlangıcı olarak kabul
edilmiştir. Carson’un kitabı, küresel sorunlara yol açabilecek
çevre kirliliğinin insanlığı ilgilendiren en önemli konular arasına alınması gerektiğini öne sürmüştür ve tüm dünyanın dikkatini çevrecilik kavramına yönlendirmiştir. Bu kitabın yarattığı farkındalık sonucu aşırı tüketimin bir yan ürü olan toksik
maddeleri, daha genel anlamda çevre kirliliğini engellemeye
yönelik hukuki düzenlemeler başlamıştır.
Çevre hareketinin geldiği son aşama ise çevre kavramının
yaygınlaşarak, insanların yaşam tarzını değiştirmeyi ve yenilikçi fırsatlardan yararlanmayı öneren bir hal almıştır. Yani
çevre hareketleri sonucunda çevrecilik, bir bilim alt dalı olmaktan öte dünyayı bekleyen felaketleri önleme ve geleceği
değiştirme çabasına dönüşmüştür.
Çevre hareketinin ikinci aşamasını ise dünyadaki kirliliğin
olumsuz etkilerine tepki vermek için örgütlenen insan toplulukları oluşturmuştur. 1970’lerin başlarında yaygınlaşan ve
çevre alanında çalışan sivil toplum örgütleri, gündemlerine
nüfus artışı, nükleer silahlar, geri dönüşüm, hava/su kirliliği,
doğal hayatın korunması gibi konuları almıştır. Hala günü-
90
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Çevrecilik kavramı bu yönde bir gelişim gösterse de ABD’li
Michael Shellenberger ve Ted Nordhaus tarafından 2004 yılında kaleme alınan “Çevreciliğin Ölümü” adlı denemede tüm
Doğayı koruma hareketinin ilk savunucuları arasında yer
alan en etkili isimlerinden biri olan şair Walt Whitman, aşırı
kalkınmışlığın yol açtığı kirlilik yüzünden boğulma noktasına
gelmiş şehir alanlarının parka dönüştürülmesi fikrini sunmuştur. Şair, betonarme şehrin içinde yer alan doğal yaşam
alanlarının insanları daha çevre dostu kararlar almaya iteceği görüşündedir. Whitman, uzun mücadelesinin sonunda
ABD’nin New York eyaletinde yer alan Brooklyn’e alandaki ilk
büyük şehir parkının yani Fort Greene Parkı’nın (o dönemdeki
adıyla Washington Parkı) açılmasını sağlamıştır.
19. yüzyılda başlayan doğayı koruma çabaları, dünyanın her
yerinde parkların ve koruma alanlarının oluşturulmasını sağladı, kısmen de olsa şehir içlerindeki ağaç tahribatını
önledi ve yaşam alanlarının korunmasına yardımcı oldu. Günümüzde ise bu düşüncenin etkisi giderek yaygınlaşan yeşil
binalarda görülmektedir.
Yeşil binalar, ya doğrudan inşaat ediliyor ya da mevcut binaların geri dönüştürülmesi ile yeniden yapılandırılıyor. Mevcut
binalar, enerji verimli hale getirilerek oluşan karbondioksit
salınımlarını azaltıyor ve bina çevresindeki yeşil alanların arttırılmasıyla da iklim değişikliği ile mücadeleye olumlu katkı
sağlanıyor. Peki, doğal kaynakların korunmasında ve enerji
verimliliğin artmasında önemli bir rol oynayan yeşil binalar,
dünyadaki hava, su ve vahşi yaşamı koruma alanında atılan
olumlu adımların günümüzde kültürel ve politik değişime yön
veremediğinden bahsedilmektedir. Yazarlara göre 21. yüzyıl
içinde görülen küresel ısınma ve doğal yaşam alanlarının
tahribi, 1960’larda gelişmeye başlayan çevre hareketine kıyasla daha karmaşık ve küreseldir; bu yüzden ekonomi, kültür
ve siyasi hayatın da aynı şekilde derinden dönüşmesi gerekmektedir. Ayrıca çevrenin ve çevreciliğin, bu durumun aşırı
getirisini fark eden çıkar gruplarının elinde adeta bir teknoloji durumuna indirgenmesi ve tekno-bilim parantezi içinde
Yaşadığımız atmosfer, aldığımız
kararları yönlendiriyor. Çevreciliğe
siz değil, bulunduğunuz yaşam alanı
karar veriyor.
pazarlanabilir bir meta haline dönüşmesi günümüzde çevreyi
insanların milyonlarca yıldır tanış oldukları çevre kavramının
dışına çıkartmaktadır. Yeşil ekonomi adı altında yükselen bu
piyasa, ortaya çıkardığı soruna, bir pazar çözümü sunduğundan dolayı daha fazla tüketime yönlendirdiği, temel sorunla
ilgili bir çözüm getirmediği için eleştirilmektedir. Ancak bu
iddialara da farklı görüşler ve yanıtlar gelmiştir.
Geniş anlamda modern çevre hareketi, ekonomik büyümenin, sık sık ‘hayat kalitesi’ diye atıfta bulunduğu aşırı tüketimi
kontrol altında tutmayı ve etkilerini en aza indirmeyi önerir.
Yani kalkınmayı sürdürülebilirlik bakış açısı ile düzenler ve
verimliliği ön plana çıkarır. Bunun gerçekleşmesi için de toplumda çevresel bilincin oluşması gerekmektedir. Farkındalığın artması doğayı korumanın temel esaslarından biridir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
91
tıpkı parklar ve doğal yaşam alanları gibi
insanlara bir çevre bilinci sağlıyor mu?
British Columbia Üniversitesi Psikoloji
Bölümü, bu doğrultuda yola çıkarak yeşil binaların insan psikolojisi üzerindeki
etkisini konu alan bir araştırma gerçekleştirdi. Kültürel olguların sonraki
nesillere aktarılması için değiştirilmesi
gerekir hipotezinden yola çıkan araştırmacılar, üniversite kampüsünde yer
alan sürdürülebilirlik anlayışı ile inşa
edilmiş araştırma enstitüsü ile eski bir
yapı olan öğrenci birliği binasında bulunanların davranışlarını gözlemleyerek
yeşil binalar ile insanların çevrecilik
anlayışı arasındaki ilişkiyi aradı.
Çevreye değer vermeyen anlayışın,
çevreci bir bakış açısı ile değiştirilmesi, çevre hareketinin tarih boyunca
karşılaştığı en büyük zorluklardan biri
olmuştur. Ayrıca bu konuda gerçekleştirilen araştırmaların çoğu bireysel
davranışı kapsamaktadır, hedefte genel
olarak kitlesel değişimler yer almamıştır. Ancak insanların bilinç ve olgularının oluşumunda ilk olarak yaşadıkları
çevreden ilham aldıkları bir gerçektir.
Daha önce sağlık, eğitim, topluluk bilinci ve tüketici davranışı üzerine yapılan
araştırmalarda bunu işaret etmektedir.
Bu yüzden, yeşil binaların çevrecilikle
ilişkisi ana hedefe ulaşılması açısından
önem kazanmaktadır.
Bu dönemde; yeşil binalar ve çevrecilik anlayışı
çerçevesinde tasarlanan yaşam alanlarının
yaygınlaşması; mevcut binaların dönüştürülmesi veya
altyapıların sürdürebilirlik ilkesi ile düzenlemesi,
toplumun davranışını büyük ölçüde değiştirebilir.
92
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Araştırmaya konu olan ilk bina (Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi) yeşil
bina anlayışı çerçevesinde inşa edilmiştir ve türünün en başarılı örneklerinden biridir. Örneğin merkezde yer
alan kafeteryada pet şişe kullanımına
izin verilmemesi gibi bazı kısıtlayıcı
önlemlerin yanında hammaddesi geri
Çevreci tasarımlar,
çevrecilik anlayışını
yaygınlaştırıyor ve
insanları bu yönde
tercihlere itiyor.
dönüştürülmüş maddeler olan mutfak
aletleri gibi ilham verici yaklaşımlar
da bulunmaktadır. Aynı zamanda gıda
ürünlerinin üzerinde karbon ve su ayak
izlerinin yazıldığı etiketlenmeler mevcuttur.
Öğrenci Birliği Binası ise geleneksel
tarzda inşa edilmiş, yeşil bina ölçütlerinin dışında ve çevreci yaklaşımları
olmayan bir binadır. Buna rağmen üniversite yönetiminin aldığı karar sonucunda binanın kafeteryasında atıkların
yerinde ayrışmasını sağlayan geri dönüşüm kutuları bulunmaktadır.
Haftalarca süren gözlem sonucunda
Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi’ndeki öğrencilerin % 86’sının, Öğrenci
Birliği Binası’ndaki öğrencilerin ise %
58’inin geri dönüştürme işlemi için uygun kutuları seçtiği fark edilmiştir. Ayrıca araştırma kapsamında gerçekleştiren bir mini anket ile de geri dönüşüm
yapan öğrencilerin bunu bir zorunluluk
olarak değil de gereklilik olarak ele
aldıkları görülmüştür. Araştırma merkezindeki öğrencilerin büyük bir kısmı
çevrecilik anlayışı ile hareket ettiklerini
belirtmiştir. Öğrenci Birliği Binası’nda
kendini böyle ifade edenlere kıyasla
bu sayı daha fazladır. Kısacası, sürdürülebilirlik kavramı ile tasarlanmış bir
yapıda günün belirli saatlerini geçiren
gençler, çevre hareketinin arzu ettiği
türde davranış sergilemektedir.
Sürdürülebilirlik Araştırma Merkezi / British Colombia Üniversitesi
Araştırmacılar, bu ilişkiyi anlamak için
üniversite kampüsünde yer alan ve birbirinden farklı yapıları ile dikkat çeken
iki binayı ele almıştır. Bilindiği üzere
üniversite kampüsleri, öğrenimin belirli bir süre olmasından dolayı geçici
bir nüfusa hizmet etmektedir. Ayrıca
öğrenciler ve çalışanlar kampüste günün belirli saatlerinde bulunduğundan
dolayı gerçekleştirdikleri faaliyetlerin
sayısı da sınırlıdır. Bu nedenle araştırmacılar öğle yemeklerinde oluşan atıkların bertarafını özellikle incelemeye
almıştır. Bu atıkların yerinde ayrıştırılarak doğru atık kutusuna atılması bina
yapısından daha çok tüketicilerin seçimine bağlı olarak gerçekleşmektedir.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
93
Bu davranış biçimi, sıcak iklimlerde yer
alan insanlar genelde sıcakkanlı olurlar genellemesi ile paralel tutulabilir.
Sonuç olarak şehirleşmenin hızla arttığı bu dönemde yeşil binalar ve çevrecilik anlayışı çerçevesinde tasarlanan yaşam alanlarının yaygınlaşması,
mevcut binaların dönüştürülmesi veya
altyapıların sürdürebilirlik ilkesi ile düzenlemesi toplumun davranışını büyük
ölçüde değiştirebilir.
Yaşadığımız atmosfer, aldığımız kararları yönlendiriyor. Çevreciliğe siz değil,
bulunduğunuz yaşam alanı karar veriyor.
Çevreci tasarımlar, çevrecilik anlayışını yaygınlaştırıyor ve insanları o yönde
tercihlere itiyor.
94
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
DENEME
ŞEHRİN BÜYÜKLERİ
AYTEKİN AYDIN
Büyükler hakkında laf edebilmek için büyüklük hakkında da laf
söyleme yetkinliği kazanmak gerekli; bu konuda ilk yazı sanırım
konuyu etraflıca tartışması noktasında Eflatun’a ait. Eflatun
Diyaloglar’da (şimdi ismini hatırlamadığım Menon veya Faidon’dan
biri olabilir) bizim bir büyüklüğü tanıyabilmemiz için aynı cinsten
en boy ve derinliği farklı olan başka şeylere ihtiyacımız vardır
demektedir. Yanı Eflatun bir büyüklüğü; biz yine aynı cinsten bir
büyüklükle tespit edebiliriz ancak demiştir. Büyüklüğün bizim
hayatımıza girişi, biz istesek de istemesek de böyledir. İkinin büyük
olmayı temsil ettiği yer; birin yanındır. Büyükbaba babadan daha
büyüktür. Mevlana manevi büyüğümüzdür ve biz bu büyüklüğü yürek
ölçüsü ile biliriz. Cengiz’de büyüktür ve ülke fethetme açısından
bakıldığında; İskender’den daha oylumlu bir yere kurulabilir.
Bu minval üzere gidildiğinde, nitelikleri farklı olsa da büyük
şehirlerimiz vardır. Mesela Mardin büyük şehirlerimizden birisidir.
Meğer ki ölçek seneler olsun. Ama manevi bir iklim solumak
isterseniz Konya ve Urfa büyük şehirleriniz arasına girer. Başka
hangi şehir vardır ki bu illerle boy ölçüşebilsin. Oysa İstanbul
bir başka büyüklüğü taçlandırır şehirler arasında, ekonomik
büyüklüğün, bina hacmi açısından büyüklüğün, nüfus olarak
büyüklüğün, kısaca bir şehrin maddi büyüklüğünü verecek
bütün ölçütlerin büyüklüğünün tanımlandığı yerde hemen
herkesin karşısında göreceği şehirdir. Şehirler büyüktür lakin
şehirlerin de büyükleri vardır; Eyüp Sultan gibi, Şeyh Edebali gibi,
Somuncu Baba gibi.
Geçmişimizde eli kalem tutanlar, mürekkep yalamışlar, ediplerimiz,
şehirler hakkında ‘Şehrengizler’ yazmışlar. Şehrengizler, şehrin
dertlerini dert edinen, onların mahremlerinden ve aşikarlarından
bahsederken, yazıldığı şehrin adıyla anılıyorlar. Mesela, Edirne
Şehrengizi, Edirne’nin sırlarını, acılarını sevdalarını, esiklerini
ve tamlıklarını anlatıyor, bir doktor reçetesi gibi. Şehrengizler,
bildiğimiz kadarıyla, kendisinden bahsedilen şehrin güzelliklerini
anlatan eserlerdir. Biraz hak yiyorlar ama olsun, devletiniz ebet-
müddet olarak anılınca tanışık olduğunuz şeyde güzelin fevkine
fazlaca uzanamıyor. “Şehrin güzelleri” sadece o şehrin “dilber” leri
midir, diye bir soru akla gelebilir ilk etapta. Bir kadından Rabia hariç
şehrin büyüğü olabilir mi diye düşünebilir insan. Ama Erzurumlu
Kara Fatma gelir. Bir zihin yoklamasıyla fırtına gibi girer şehre ve
bir büyük olarak dimağımıza çakılır.
Şehrin büyükleri kimlerdir? Onları nasıl tanıyabiliriz? İsterseniz
geçmişten günümüze şehrin büyüklerinin sahip oldukları bazı
isimlere göz atalım: Kral, şah, padişah, şeyh, melik, diktatör, tiran,
reis, başkan, lider, nemrut, firavun, sezar, karun, führer, duşe, şef,
mele, müfret, müstekbir, lort, dük, patron… İşte bunlar, şehrin ve
şehirlerin ekonomik ve siyasal gücünü elinde bulunduranlar. İşte
bunlar, mal-mülk ve makamca belli bir yer edinmiş, belli bir misyon
kazanmış olanlardır. Büyüklerimiz deyince aklımıza gelenlerdir
onlar. Protokol sırasında yerleri belli olanlardır. Silahı, parası,
makamı, malı, mülkü olanlardır. Kimileri fraklı brahmanlardır,
kimileri üniformalı kşatriyadır.
Üst kastların mensuplarıdır.
Aklımıza hep gelenlerdir.
Evet bir ağaç bazen bir şehirle aynı büyüklüğü paylaşabilir, bazen bir
taş tanıklık ettiği şey nispetince bir şehre adını verebilir. Bazen iki
ırmak arası Mezopotamya olup şehri ve toprağı aşan bir unvanı tarihe
altın harflerle yazıp, insanı niteliksel açıdan dönüşüme uğratabilir.
Büyüklük tarif edilmeye başlanınca sizi farklı yerlere davet eden bir
kavram olup hemen dönüşüme uğratabilme özelliğine sahip.
Şehrin büyükleri derken kastımız tarihi görkeme sahip doğal
unsurlar (Bursa’daki yaşlı ağaçlar) veya tarihi değer taşıyan yapılar
(camiler, medreseler, hanlar) olabilir… Değil. Değilse, çocuklar
haricinde belli bir yaş ortalamasındaki insanlar olabilir. O da değil.
Öyleyse, gökdelenleri, dev sanayi siteleri, banka binaları, resmi
binalar ve alış veriş merkezleri olabilir… Fakat onlar da değil. Peki
nedir şehrin büyüklerinden kastımız? Şehrin büyükleri, şehrin
ulularıdır.
Nedense hiç gelmez ve gelmeyecektir, şehrin büyükleri derken aklımıza, Yunus Emre, Mevlana, Nasreddin Hoca, Ak
Şemseddin ve onların günümüzdeki benzerleri…
96
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
İÇE DOKUNAN ADAMLAR
Johann Wolfgang
Von
GOETHE
Ondan sonra şiirle uğraşanlar, edebiyat derdine
düşenler, başkalarına kalıcı bir şeyler anlatmak
isteyenler mutlaka onunla hesaplaşmak, kendilerini
onun durduğu yere ve aldığı konuma göre
tanımlamak zorundaydılar.
Şiirden dramaya,
romandan bilime
kadar farklı alanlarda
orjinalitesini ve
yetkinliğini ortaya
koymakla kalmayıp,
edebiyat dünyasında
nadir görülen bir
şekilde, bir çok ahlakçıyı
kıskandıracak, abide bir
şahsiyet olarak da kemalat
noktasına yakın bir yerde
duruyordu.
Bilgi ile bilgeliğin arasında derin bir ayrım çizgisi çekerseniz Goethe bilgelik
tarafında kalan Batı yazın dünyasının
Dante Alighieri ve William Shakespeare ile birlikte en önemli üç isminden biri olarak belirir. İşte Avrupa’nın
bu en önemli üçlüsünden belki de
en büyüğü olan Goethe, Alman dilinde bilgeliğin uç verdiği, bilim, lisan ve
felsefeyi bir ve aynı potada toplayıp insanlığın ortak birikimine armağan eden
bir kişi olarak kendini gösterir. Elbette ki
98
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
Goethe’den sonra da bu dilde önemli
şair ve düşünürler geldiği gibi, ondan
önce de bu dilin önemli temsilcisi olan
yazarlar ve düşünürler mevcuttur. Bu
bağlamda; Gottfried Leibniz ve İmmanuel Kant ile felsefenin doruklarına
ulaşan ve özellikle Kant ile terimsel
haznesine yaklaşık 200 tane kavram
katan Alman Dili, Goethe ile farklı alanları da kendi çerçevesine alarak; şiir,
nesir ve nazmın doruklarına doğru lirik
bir şekilde kanat çırpmaya başlar. Dilin
inceliklerini ve ifade gücünü zamanının en son sınırlarına kadar kovalayan
Goethe, ifadenin ne kadar rafine olabileceğini ve bir kelimenin (kavramın) ne
kadar yük taşıyabileceğini adeta kendi
lisanı dahilinde araştırıyordu.
Goethe, yukarıda da bahsedildiği gibi
Batı şiirinin en derin vadilerinden akan
belki de en berrak söyleyiş biçimine
ulaşmış şairlerinden biri veya birincisidir. Sadece Batı şiirinde değil dünya
şiir muktesebatını araştırmak adına
yapacağınız arkeolojide; kesinlikle Goethe’ye önemli ve hak edeceği derecede
yer vermek zorundasınız.
Goethe’nin dili yukarıda da kısmen değinildiği gibi sadece şiirin imkanlarını
kullanmakla kalmaz buna ilaveten edebiyatın diğer alanlarında da dolaşarak o
alanlardan aldıklarını bir terkip altında
diğerleriyle birleştirerek erişilmesi güç
bir senteze ulaşır.
Goethe’yı bildikten sonra şu yargıya
varmak daha kolay olur şöyle söylenebilir: Bir dil bir yazarla imtihan edilebilir
ve bir dile ait olan bir çok ayrıcalık onu
kullananlar tarafından paradoksal bir
şekilde dile tekrar tekrar hediye edilir.
Goethe, kendinden sonra geleceklerin
aydınlanması için, yakıtı kelimeler olan
büyük bir çoban ateşi yakmıştı. Ondan
sonra şiirle uğraşanlar, edebiyat derdine düşenler, başkalarına kalıcı bir şeyler anlatmak isteyenler mutlaka onunla
DAĞ PINARI
Sevinç, sevinç berraklık
Yıldız, yıldız parlaklık
O ki bir dağ pınarı
Bulutlar üstü aklık
Yücelik eşiği
Yamaçlar, loş kuytular
Melek sallar beşiği,
Nur içinde uykular
Semada bir coşkunluk
Dar geçitler vadiler
Her pınar oluk, oluk,
O pınara erdiler
hesaplaşmak, kendilerini onun durduğu
yere ve aldığı konuma göre tanımlamak
zorundaydılar.Bir kere Goethe, edebiyat
dünyasında kişisel olarak, diğer kalem
erbabından farklılık içeriyor, şiirden
dramaya, romandan bilime kadar farklı
alanlarda orijinalitesini ve yetkinliğini ortaya koymakla kalmayıp, edebiyat
dünyasında nadir görülen bir şekilde,
birçok ahlakçıyı kıskandıracak, abide
bir şahsiyet olarak da kemalat noktasına yakın bir yerde duruyordu.Böylelikle
okuyucuları indinde, sadece yazdıkları
ile etkili olmakla kalmıyor, birçok kişinin insan olarak da örnek alabileceği
yapısal özellikleri kendi bünyesinde taşıyordu.
Asıl adı Johann Wolfgang Von Goethe
olan şairimiz, 28. 08.1749 yılında Almanya’nın Frankfurt şehrinde dünyaya
geldi. Babası varsıl sayılabilecek birisi
ve meslekten hukukçu olmasına rağmen hukuk mesleğini icra etmemiş,
fakat ailesinin en iyi şartlarda yaşaması
için elinden geleni yapmış ve bunu hakkıyla becerebilmiş bir kişidir. Johann
Caspar Goethe adıyla maruf olan baba
Goethe, statüyü seven fakat ileri görüşleri ile tanınmış biri olmanın yanında
ailesine de oldukça düşkün biri idi. Bununla beraber şairimizin annesi, Catherina Elisabeth adında bulunduğu ilin
itibarlı bir ailesine sahip müşfik, anaç
ve hayat dolu bir kadın idi. Ayrıca sözkonusu çocukları olduğunda anlatmayı
ve etkilemeyi seven birisi oluyordu.
Böylece Goethe, sevgi saygı dolu bir
evde doğmanın yanı sıra okuma ve yazmanın en geçer akçe olduğu bir atmosferin içinde kendini geliştirme imkanına
kavuşuyordu.
Bir taraftan anne saatlerinde, masala
ve gizemin o derinleşen dünyasına çekiliyor diğer taraftansa babası cihetinde
gerçeğin bütün yüzlerini tanımaya çalışarak dünya alıştırmaları yapıyordu.
Küçük Goethe, babasının engel oması
için değil ama, çivi çiviyi söker anlayışı
gereği önüne koyduğu duvarları annesinden edindiği hayalin ve rüyanın engel
tanımaz zenginliğiyle aşmasını beceriyordu. Batı medeniyetine temel teşkil
eden dilleri bilmenin yanısıra, kadim
doğunun medeniyet ve edebi dillerini
de öğrenmişti. Ne varsa dünyasına giren onların hepsini kendi iç aleminde
zenginleştirip soylu bir hale getiriyordu.
Sporu ve dansı sevmekle kalmıyor, ayrıca çellonun yanında iyi derecede piyano
çalmayı da becerebiliyordu.
Nefesiyle yeşermiş,
Çimenler ve çiçekler,
Gümüş ışıklar sermiş,
Onun yolunu bekler
Pınarlar haykırıyor;
“Sakın bırakma bizi!
Çöller kızgın, akmak zor
Kum yutar hepimizi”
Peki der dağ pınar’ı
Toplayıp pınarları
Kabarır, coşar,taşar
Yeni ülkeler aşar
Doğar geçtiği yerde
Şehirler, mamureler
Nakışlar mermerlerde,
Alev uçlu kuleler
Bağlılarını taşır,
Eteğin Rahman’a
Yürür, gider, karışır
O ilahi Ummana”
İmtiyazlıydı, kendisine özel öğretmenler
tutulacak kadar, kütüphanesine binlerce kitap alınıp onun istifadesine sunulacak kadar kendisine özen gösterilen
birisiydi. Evet ayrıcalıklıydı bu doğru,
ama o, ayrıcalıklı olmanın ona verdiği
imkanları, başkalarının ve kendinin yararına kullanmasını bilen ender insanlardan biriydi aynı zamanda.
Hayat devam ediyor ve buna istinaden
küçük Goethe’de yavaş yavaş büyüyorMAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
99
du, çocukluk yıllarına denk gelen öğrenimini, devlet okullarında geçirmekle
birlikte sonraki dönemlerinde Leipzig’e
gidip o çok sevdiği babasının izini takip
ederek hukuk öğrenimini tamamlamıştır. Daha sonraki yıllarında ise babasının da yardımı ile hukuk asistanlığı
yapmaya başlamış buralanda da gözleri
kamaştıracak derecede başarılı işlere
imza atmıştır.
Hayat bazen insanı en onulmaz bir anda
ve hiç hazırlıksız yakalar, Goethe aslında iyi bir hukukçu olacakken meslekten
bir arkadaşının nışanlısı ile tanışarak
ona aşık olur. Hayatın bu çapraz geometrisi onu kendi cenderesine alıp
sıkmaya başlarken, diğer taraftan ona
farklı fırsatlar dünyasının da kapısını
ardına kadar açıyordu. Bu aşkın kendisine göre olmadığını bilen, arkadaşının
nışanlısına aşık olmaması gerektiğini
kendi ahlak yasasına iliştiren Goethe,
bu aşktan ve mesleği olan hukuktan kaçarak, “Genç Werther’in Acıları” romanı ile kendini edebiyatın kıyısız köşesiz
kucağına atıyordu. Artık onunla birlikte
Alman dilinde şiir ve edebiyat daha değişik bir mecraya doğru evrilecek kendine yeni yerler arayıp bulacaktı.
1770 yılında annesinin ve kızkardeşinin
bakımı altında 1768 de başlayan, uzun
süreli ağır bir hastalık geçiren Goethe,
yine 1770 yılı içinde Arnette ismindeki
ilk şiir kitabını yayınladı. Artık Frankfurt’tadır ve sağaltım süreci burada
tamamlanacaktır. Bundan sonra yine
aynı yıl, yanı 1770’te Strasburg’a giderek eğitimine burada devam etti. Goethe edebiyatı böylelikle karşı taraftan
hiç de edebi olmayan ile çok sağlam bir
biçimde desteklemesini bilmiştir. Edebiyatın sakinleri arasında o güne değin
görülmeyen kavram ve kelimeleri, farklı kategorilerden edebiyat alemine davet etmekle mümkün olan bu davranış
biçimi; edebiyat dünyasında ancak bir
makas değişimi, köklü bir farklılaşma
olduğu zamanlarda görülmüştür ki, Goethe’de şiiriyle, mektuplarıyla ve düzyazı eserleriyle Alman edebiyatında esaslı
bir makas değişiminin adıdır.
Goethe, döneminin en önemli yazarlarından bir olan Friedrich Schiller’in çıkardığı bir dergiye, yine bu genç yazarın
daveti üzerine yazmaya başlar. İki yazar
bahsi geçen dergide hem sanat anlayışlarını hem de yeni yazmakta oldukları
eserlerini neşrediyorlardı.
Goethe’nin bu esnada dünya edebiyatı
için bir şaheser niteliğinde olan Faust
isimli eseri, bu dergide tefrika ediliyordu. Daha sonraki yıllarda şairimiz,
dergi ve düşünce ve edebiyat arkadaşı genç Schiller’in ölümüyle fazlasıyla
sarsılıyordu.
Goethe, doğa bilimleri dahil felsefi ve
diğer ilmi konulardaki yetkinliğinin yanısıra, renkler vesilesiyle optiğe karşı
da oldukça büyük bir ilgi duyuyordu.
Alman dilinin bu anıtsal yazarı yaşlanmasına aldırmaksızın ve evli olmasına
rağmen bazı gönül maceralarına da girmiyor değildi. Goethe, devlet görmüş ender düşünür ve edebiyatçılardan biriydi,
kendisi bu çerçevede Weimar’da Dük’e
özel danışmanlık yapmıştır. Daha sonrasında maliye bakanı olarak devam ettiği
devlet adamlığında, devletin mali durumunun düzelmesi için çaba sarfetmiş ve
bunda da bir miktar başarı sağlamıştır.
Goethe 2000’in üzerinde mektup yazmış
olup bu konuda oldukça meşhur olmuş
yazarlardan biridir. Mektup yazmak
onun için nefes alıp vermek gibi bir şeydir. Duygularını çok kolay ve iki kişi arasındaki gerçekliğe en fazla yakın olan
bir mesafede ifade eder. Onun doğallığı karşıdaki insanda, kendini -olmakta
olan- bir olay niteliğinde gösterir ve bu
duygu üzerinden okuyanını aynileştirir.
Goethe’de diğer bazı edebiyatçılarda olduğu gibi kilise ile başı hoş olmayanlar-
100
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
dandır. Lakin buna mukabil İslam Dini
ile oldukça alakadar bir durumdadır
ve 23 yaşından beri Kur’an okumaları
yapmıştır. Hatta daha da ileriye gidip
Kur’an üzerine tefsir çalışmalarında
bulunmuştu. Bu hususta Herder’e yazdığı bir mektupta şu şekilde yakarışta
bulunduğu söylenmektedir; “Kur’an’da
Musa’nın dua ettiği gibi sana yakarmak
istiyorum: Ya Rabbi, benim şu dar göğsümü aç ve sana doğru genişlet”. Bütün bunların adamı olarak Goethe, daha
sonra bu hayran olduğu medeniyetin
dili olan Arapça’yı öğrenip haricindeki
diğer dilinin en büyük lirik şairi olan
Şiraz’lı Hafız’ı mercek altına alarak
Farisilerin bu büyük edibinden oldukça fazla etkilendi ve kendisini onun bir
çırağı olarak görmeyi şeref olarak niteledi. Şairimiz yazmış olduğu Doğu-Batı
Divanı adlı eserde doğunun bütün erdemlerinden İslam ve Hz. Peygamber
bazında söz ederek, adeta kendinden
sonra geleceklere bir irşat kapısı aralamış oluyordu.
Bu büyük yazar, yaşadığı dünyanın bütün önemli uğraklarının hepsini ziyaret
ederek araştırmanın ve namusun mayasını aynı düzlemde bir araya getirdi.
O aynı zamanda Dr. Faust ile birlikte
tecessüsün Avrupa yakasında nasıl da
kendini Mefistofones’te işaretlediğini
en bariz etkileriyle ortaya koyuyordu.
Artık Ortaçağ’dan çıkmış olan Avrupa
insanı, kul olmanın sınırlarını genişletip
teknik olarak birey olmakta karar kıldığında, kaidesi üzerine yerleştiği bütün
özelliklerle birlikte olmanın ve tanımlanmanın yekün semeresi karşısında
ruhunu kolaylıkla şeytana satabiliyordu. Avrupa insanı artık bu demekti ve
artık günümüzde bizim coğrafyamızda
da arzı endam eden bu insanı ilk defa
Goethe açığa çıkarıyordu. Artık her şey,
(sadece başarı için değil) her şey için
mübahtı.
Auserwählte Frauen
Frauen sollen nichts verlieren,
Reiner Treue ziemt zu hoffen;
Doch wir wissen nur von vieren,
Die alldort schon eingetroffen.
MÜSTESNA HANIMLAR
Hanımlar da bir şey kaybetmiş değiller,
Temiz, sadakatli olanlara Cennet yakışır.
Biz, bunların dördünü zaten biliyoruz.
Cennet’de onlara heryerde rastlanır.
5Erst Suleika, Erdensonne,
Gegen Jussuf ganz Begierde;
Nun, des Paradieses Wonne,
Glänzt sie, der Entsagung Zierde.
Evvela, dünya güneşi Züleyha,
Şan ve şerefden vazgeçerek
Yusuf’a meyleden Züleyha
Şimdi Cennet’in hazzını tadıyor.
Dann die Allgebenedeite,
10Die den Heiden Heil geboren
Und getäuscht, in bittrem Leide
Sah den Sohn am Kreuz verloren.
Herkesin takdis etdiği,
Fundalıkda doğum yapıp necat bulan,
Oğlunu çarmıhda görünce de
Acılar içinde kıvranan Meryem.
Mahoms Gattin auch, sie baute
Wohlfahrt ihm und Herrlichkeiten,
15Und empfahl bei Lebenszeiten
Einen Gott und eine Traute.
Kommt Fatima dann, die Holde,
Tochter, Gattin sonder Fehle,
Englisch allerreinste Seele
20In dem Leib von Honiggolde.
Diese finden wir alldorten;
Und wer Frauenlob gepriesen,
Der verdient an ewgen Orten
Lustzuwandeln wohl mit diesen.
Hem de Muhammed’in hanımı,
O’na Saadet ve şan u şöhretler bahşeden,
Ömür boyu var ve bir olan Allah’a inanan
Pek aziz ve sevgili Hatice.
Sonra kıymetli kerimesi
Kızı, kusursuz zevce,
Bal sarısı narin vücudlu
Temiz, melek kalbli Fatıma.
Kim dünyada hanım sever hoş ederse,
O kimse ebedi hayatı kazanır.
İşte onları orada buluruz,
Onlarla birlikte zevk ü sefa içinde oluruz.
Hayat onun bedeninde gizli şeyleri açığa çıkarmakta ve bir şeylerin en oylumlu derslerini vermekte artık yorulmuştu. 22. 03. 1832 yılında Weimar’da 83
yaşında gölerini hayata yumuyordu.
Uzun sayılabilecek ömrünü hakikat avlamakla geçiren Goethe’nin, öldükten
157 sene sonra, Almanya’da yaşayan
Müslümanlar tarafından1989 yılında gıyabında cenaze namazı kılınmıştır.
Ne diyelim nur içinde uyu Üstadım.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
101
İNSAN VE ESER
Aklın Sınırlarına Doğru Yolculuk
1950
OSMAN MİMAROĞLU
Halihazırda yaşayan bir mimar Zaha Hadid. Daha önce sayfalarımıza davet ettiğimiz diğer mimarlardan en azından bu
özelliği ile ayrılmakta. 31 Ekim 1950 tarihinde Bağdat’ta doğuyor. Kökenleri Irak’ı göstermesine rağmen o bir İngiliz vatandaşı. Sadece mimarlıkla ilgilenmemiş olup ömrünün ilkbaharında Lübnan’ın başşehri Beyrut’ta bulunan Amerikan
üniversitesinde matematik tahsil etmiştir. Sonrası Mimarlık
ve bu dalda almış olduğu bir çok ödül var. Hem de ödülü almanın günümüz şartlarında zorlaştırılmış bir pozisyona denk
gelmesine rağmen.
Mimarlar dünyasında bir kadın; etkili, sesi gür ve çizgilerinin albenisi var. Birilerinin ne yaptığı kadar ne olduğunun da
önemli olduğu mimarinin bu imajla yüklü dünyasında Arap,
hatta Ortadoğulu olup ta kendini kabul ettirmek pek o kadar
kolay olmasa gerek. Tabi hakimlerin dünyasına girmek için,
ayrıksı bir unsur olmak yetmiyor, ayrıca hem egemenlerin
kendi dilini kullanmak gerekiyor, hem de onların devamı olduğunu belirten algının bütün yönelimlerini, yedekte bulundurmanız her şeyden önemli bir duruma geliyor.
Tanıma ve tanımlamanın dünyası, egemen kültürün kendi
havzası dahilinde yapılabilecek bir eylem biçimi. Bu nedenle siz, kendi kültürünüzün parametrelerini kullanamazsınız.
Velev ki haddi aşıp böyle bir şeye yeltendiniz, o zaman kendi
parametrenizi egemenlerin paradigmasına uygun hale getirmeniz gerekli. Yoksa adı bilim de olsa, sanat da olsa kimse
size o mabedin kapılarını kolay kolay açmanın taraftarı değildir. Elbette çokça Faustien (kendi ruhunu şeytana satmış) bir
evrenin içinde bulunuyoruz: Ya tanımsızsınız ya da Mefistofones’e ruhunuzu satıp karşılığında ondan bir miktar tanım alabilirsiniz. Hadid ve diğer bazı mimarlarda da görüldüğü gibi,
sanatın mimari kısmında zor bir felsefenin (Dekonstrüksiyon:
yapıbozum) sözcüsü gibi görüyor kendini. Dekonstrüksiyon,
felsefi dünyada daha çok Derrida ile kendisine yer edinen bir
kavram ve oldukça netameli.
Heidegger sonrası dünyada, özellikle bu dünyanın Fransız
Felsefesi adasında dilin ve sözün almış olduğu öncelik, diğer
varlık alanlarını da büyük bir etkiyle kendine doğru büktü. Bu
felsefe ile birlikte artık bir şey kendiliğinde şey değildir. Onun
başka ve farklı bir niteliğinin olması gereklidir. Anlamın, eşyanın veya herhangi bir bütünün bir parçasını parantez içine
alıp, sonra o parantez içine aldığınız öğeyi; şeyin, anlamın
veya daha farklı bir düzlemde gerçekliğin yerine piyasaya
sürüp yeni bir algı dünyası elde etmenin bir başka adı olan
dekonstrüksiyon, Zaha Hadid ve muasır olan birçok mimarı
etkisi altına almış bulunmakta. Bazıları Hadid’i ana akıma
bağlı diğer mimarlardan daha “uç”ta tanımlamakla birlikte,
bu sınırda yapılan, edilen şeylerin bir çoğunun mimari heze-
104
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
yan olduğunu oysa Hadid’in binalarının anlamlı bir düşüncenin süreği olarak varlık sahnesine çıktıklarını söylüyorlar.
Oysa dil, hem kendisi için varlık alanının sınırlarını araştırırken ve hem de size varoluşsal bir alan elde ederken oldukça
tartışmalı alanlarda yüzer, bununla birlikte dilin kuruluşuna
dair elde ettiği bu edinimler, sizi yapmanın, inşa etmenin eşiğine sürükler. Orada sadece sözel ve düşünsel gerçekliğin
varlığa katılması, varoluştan bir varlık vücuda getirmek kalır
ki bu da mimari eser örneği olarak ortaya çıkar.
Zaha Hadid, mutlağa ayarlı zihinsel yapımızın varlığı bir oluş
olarak varoluşun önüne koyduğunu ve ancak buradan çıkan
her şeyin varlık merkezli olabileceğinin savunulduğu bir dünyada, aslında varlığın en azından algısal düzeyde varoluşsal
bir tabanın üzerinde yer aldığını ve ‘önce söz vardı’ ilkesinin
bile bu vasatta en doğru okunma biçimine vardığını bir sanatçı duyarlılığıyla biliyordu.
Bu durumda isteyin veya istemeyin sizin yapacağınız şey, modernin bir anlam bütünlüğü dahilinde hayata katmak istediği
düzeni birden değiştirip farklı bir hale getirmek, eski ‘düzen’i
birden bire dışlayıp onun yerine örneğin mimaride simetriyi,
kompozisyonu, alışıldık tasarım kurallarını yadsıyıp onların
yerine sizin kendinize ait olan ve fakat bu kendinizde olan ile
toplumsal olanın sizdeki kesişim kümesinden mürekkep bir
dizgeyi getirip kendi mimarinizin merkezine oturtmak Zaha
için önemli mimari bir zemindir.
Zaha Hadid de, komple mimari ile uğraşan mimarlardan
biri olarak, sadece bina ile başlayıp bina ile bitirmeyen, bir
tasarımın ucundan tutarak onu ta mobilyadan duvarın yüzeydeki plastik bileşenlerine kadar uzatmış biridir. Yeniliğe
açık değilseniz Hadid’in binaları ve tasarımladığı iç mekanları size kesinlikle hiçbir şey vaat etmeyecektir. Hatta Zaha
Hadid’in tasarımlarında, tasarımlanan konu bir bakıma alışıldık ölçülerdeki; kendi zamanının ve mekanının imkanlarını
zorlayacak bir aşamaya gelip, yeninin de boyutlarını aşarak
acayipleşmenin ve başkalaşmanın arasında kendine bir yer
bulacaktır.
Mimarımızın bu yenilikçi tarzı oldukça kısa zamanda benimsenebilecek, tanış olunabilecek bir müddet sonrasında tanıdıkların arasında yer alacak bir mimari aralıkta durur. Önceki
zamanın mimari olanıyla şimdiki zamanın mimarisi arasındaki farkın günümüzde daha fazla büyüdüğünü söylesek ve bu
farkın mimarinin mimari olmayanı kendi bünyesine dahil etmesi ve onun kodlarını kendi kodlarına çevirmektense kendini
ona göre yeniden dizayn ettiğini bilmekteyiz. Tarih ve talih bu
ayrıcalıklı özelliği, pek o kadar fazla insana tanımamıştır desek pek yanılmış sanılmayız. Yirminci yüzyılın son çeyreği ve
yirmibirinci yüzyılın başında mimarlık böyle oluyor demek ki.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
105
oluşturmak olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olarak kendini
göstermektedir. Hadid’in diğer tasarımlama tarzlarına ana eksende sadık kaldığı bu bina, simetriğin dışına çıktığından ötürü
akustiğin sağlanabilmesi noktasında bir dizi yeniliğin denenmesini gerekli kılmıştır.
Cardiff Körfezi Opera Binası
Bina, havanın üzerine biraz loşluk aldığında daha bir farklı görünüşe hatta bir hayalete benzeme daha şeffaf ve içini gösterir
vasıflara sahip hissini vermektedir. Yatay çizgilerin malzeme
rafları gibi belirgin hale geldiği ve kestirimi oldukça zor olan
yerlerde ve anlarda farklı renk ve biçemlere sahip bir elemanla kesilmesi adeta yok/boş/luğun varlığa karşı yapmış olduğu
sürpriz olarak değerlendirilebilir.
Yapının odaklanılacak bir yeri yok, en azından arazi ile koordineli olarak belli bir merkezi esas alma fikrine pek sıcak
bakmıyor. Opera binası olarak tasarlanmış ve hayata geçmiş
olan bu bina bir opera binasının temel fonksiyonlarının hepsini içermesiyle birlikte asıl düşünsel amacın anlamlı bir bütün
106
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
LF ONE
Görsel etki açısından bakıldığında sanki kaybolmak için yapılan bir bina hatta köprüye benzeyen tarafları çok olan bir yapı
dememek için oldukça zorlanabileceğimiz bir çalışma. Karışık
ve yere zeminde yapışmış olarak görülmesi ve ana kütlenin iki
tarafından yüksek kotla ulaşması yapıyı bir su kemerine benzetmemizi sağlar gözükmekte. Bununla birlikte LF One adlı bu
binanın formunun yapıldığı şekilde olabilmesi için arazi yapı-
sı ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği apaçık ortadadır. Bu
yapı başka yerde değil de ancak burada yapılabilir fikrini insana hemen ilham eden de bu durum olmaktadır.
Almanya gibi dilde, düşüncede ve mimaride ileri gitmiş olan
ve bu bilimsel alanların sınırlarını çizen bir ülkede mimarinin
kabullenmiş sınırlarını başka alanlara doğru genişletmek herhalde oldukça riskli bir konu olsa gerek. Hadid, bunu başaran
ve kendisini eserleri ile birlikte kabul ettirip yeniliği kısa sürede normal alana çeken bu yüzyılın ender mimarlarındandır.
Mind Zone
2500 m2 üzerine kurulan bir bina, büyük bir kubbe ve beyaz bir
renk. Yine postmodern kurgunun binada vaziyet almış hali, yine
bütünün dağıtılmış haline başkalaşımın bir taraf olarak yaklaşması durumu.
Mind Zone için çadırın kendi işlevselliğini de işin içine katıp bir
görev olarak çoğalarak, yapısal alanda kendi arketipine benzeyen elemanlarla, dönüşerek farklı bir düzlemde yeniden hayat bulması anlamlarını üzerinde barındıran bina diyebiliriz. İç
mekanlarda bir kabuğu andıran ve içinde yeniden fonksiyonlar
düzenlenen, yer küre ile diyagonal ilişki kuran mekan olarak
isimlendirilebilir. Aslında bu iç mekanlar kendi başlarına bir dış
mekan görüntüsü verseler de onları kapsayan ve bir arada olmalarını sağlayan bir bütüncül mekanın alt elemanları olarak
tertiplenmişlerdir. Bölücü olarak kullanılan elemanter yapı bina
bütünlüğü içinde değişkenlik arzeder. Yatay ve düşey sirkülasyon elemanları normalde olduğundan daha bir değişiklik ve
farklılık ifade ederler. Bununla birlikte Zaha Hadid’in imzaladığı
projeler dünya çapında bir tanıdıklık ve beğeni kazanmışlardır.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
107
KitapKitapKitap Kitap
KİTAP - TANITIM
108
| ÇEVRE ve ŞEHİR | MAYIS 2013
OSMANLI MİMARLIK
ÖRGÜTLENMESİNDE
DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM
OSMANLI TOPLUMUNDA
AİLE
İlber Ortaylı
Timaş Yayınları
Oya Şenyurt
Doğu Kitabevi
Modernleşme dönemi Osmanlı
İnşaat Örgütlenmesi’ne yönelik araştırmalar ve çalışmalar
yapan Kocaeli Üniversitesi
MTF Mimarlık Tarihi Anabilim
Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Oya
Şenyurt, inşaat örgütlenmesinin gerilimler, dönüşümler,
çatışmalar üzerine kurgulandığını ortaya koyarak, konuyu
idealize edilmiş sistem kurgusu dışındaki bir bakış açısıyla
inceliyor. Kitap, geç Osmanlı
mimarlık örgütlenmesinde,
Hassa Mimarlar Ocağı’nın
resmi olarak tasfiyesinden
önce, kuruma bağlı çalışanların ortaya çıkardıkları işlerin
hem boyutları hem de kaliteleri açısından tartışmalı bir
dönemi, imparatorluğun sonuna kadar gerçekleşen müteahhitlik hizmetleri üzerinden
ele almaktadır. 18. Yüzyılın
sonlarından itibaren mimarlık
örgütlenmesi, İstanbul’un
öncülüğüyle, ocakta çalışan
mimarları dönüştürmeye,
sistemle çelişmeye, birbirleriyle mücadeleye ya da tasfiye
etmeye yönelik gelişmelere
sebep olmuştur. Diğer taraftan, lonca dışı olan “vesair
sanatçılar”ın mimarlık alanındaki faaliyetleri ile ocağa
bağlı çalışan inşaat esnafının
rekabeti ve götürü usulü ça-
lışma biçimi, bireyin ön plana
çıkması ve tekil başarıların
ocak dışında gerçekleşmesini
sağlayacaktır. Bugünün inşaat ve mimarlık terminolojisini
bir kenara bırakarak dönemin
söylemlerine açılık getirmeye
çalışan Şenyurt, kalfa, mimar,
mühendis gibi, inşaat alanının
aktörlerinin görev tanımlarındaki bulanık sınırların altını
çizmektedir. Osmanlı’daki
mimarlık örgütlenmesine dair
belgelerin incelenmesi ile
oluşturulan çalışma, inşaat
geleneklerine, anlaşmazlıklara, etnik köken ilişkilerine,
finans-ödeme güçlüklerine ve
sözleşmelere dair kapsamlı
ve detaylı analizler sunarak,
karşıtlıklar ve çelişkiler üzerinden geç Osmanlı’da inşaat
örgütlenmesinin değişim ve
dönüşümüne ışık tutmaktadır.
Geçmişi karanlık temel
kurumlarımızdan bir
olan ailenin, Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki
konumu, büyük tarihçimiz
İlber Ortaylı’nın kaleminden
değerlendiriliyor.
Ortaylı eşlerin birbirine karşı
sorumlulukları, aile hukuku,
çocuğun yetiştirilmesi, devletin
Müslüman ve gayrimüslim
ailelere yaklaşımı, miras, çok
eşlilik, ataerkillik, harem gibi
sağlıklı bilgi olmadan üzerinde
çokça konuşulan mevzuları ilk
elden kaynaklarla yorumluyor.
Osmanlı Toplumunda
Aile, yalnızca tarihçiler ve
araştırmacılar için değil
Osmanlı İmparatorluğundaki
yaşamı merak eden, sağlam
bilgilerle donanmak isteyen
herkes için ideal bir çalışma.
***
“Aile bir toplumun en
muhafazakar, az değişen
kurumlarından biridir ve şimdi
bu asırda değişmektedir,
bu değişme sebebiyle
‘aile’ kurumu kadar tarihçi
araştırmalarını gerektiren
bir konu yoktur. Bu nedenle
Osmanlı toplumunda aile
yapısı yazdığım ve tasvip
gören makalelerimi yeniden
ele almak, yeni malzemeyi
araştırmak ve ‘millet’ sistemi
ve ‘hukuktaki romanizasyon’
gibi toplumsal ve hukuki
çerçevesine oturtmak
gerekiyordu. Bunsuz son
150 senedeki ailenin, aile
hukukunun evrimini kavramak
mümkün değildir.
Bu nedenle 15.-16. yüzyıllardan
bugüne dek hukuki ve
toplumsal çerçevesi içinde
Osmanlı ailesinin gelişimin
ele alan bu çalışmayı kaleme
almayı gerekli gördüm.”
SONSUZ MEKANIN
PEŞİNDE
Enzo Traverso
Versus Yayınları
Turgut Cansever
Klasik Yayınları
kelimesini telaffuz etmekten
bile kaçınıyorlar...
İkiyüzlü burjuvalar, emperyalistler, ırkçı ve faşistler bize
geçmişin geçmişte kaldığını, hatta “tarihin sonu”nun
geldiğini duyururken, bir
yandan da kültür endüstrisiyle,
müzeler, anma toplantıları ve
eğitim programlarıyla geçmişin
hatırlanmasını bir tür sivil din
ve endüstri haline getiriyorlar. Bu “din”, liberal düzeni
meşrulaştırmak için totalitarizmlerin anısını korumayı, yeni
bir Holocaust’u engellemek
için Filistin topraklarını işgal
etmeyi, düzenin parçalanmaması için Irak’ı işgal etmeyi
meşru gösterebiliyor. “güvenli
ve huzurlu bir dünya”nın sınırları içinde yaşarken, “geçmişte
kalmış geçmiş” yalanıyla
belleğimiz beslenir. Oysa ne
sömürgecilik geride kalmıştır
ne Nazizm ve faşizmler, ne de
soykırımlar ve ırkçı-milliyetçi
saldırganlıklar... Kapitalizm ve
emperyalizm bizlere “geçmek
bilmeyen geçmiş”i yaşatıyor.
Üstelik de iktidar-karşıtı bellekleri yok ederek, çarpıtarak,
sinsi bir mücadele de sürdürüyor. Sömürgecilik-karşıtı
mücadelenin anısı, Avrupa’daki
antifaşist direnişlerin anısı yoksayılıyor, faşist-ırkçı-soykırımcı
politikalar iktidar merkezlerine yeniden kazandırılıyor.
“itibarları” iade ediliyor, faşizm
Ama bellek kimi zaman yeraltında da olsa kesinlikle eleştirel
başka yollardan ilerleyerek,
eşitlik, ütopya, tahakküm
karşıtı isyan deneyimlerinin
aktarıyor. Ateşe kanla geçmiş
bir yüzyılla karşı karşıya kalan
belleğin bu ortaya çıkışının yol
açtığı entelektüel tartışmada
Enzo Traverso, Halbwachs’tan
Ricoeur’e, Benjamin’den
Yerushalmi’ye uzanan ve yirminci yüzyıl tarihinden alınma
faşizmler, Shoah, sömürgecilik
gibi sayısı örnek yardımıyla, kolektif belleğin farklı parçalarını,
geçmişin tarihçi yazısı ile bellek
politikaarını bağlayan ilmekleri
ortaya çıkarmaktadır.
Tez ... kendi nevinde orijinal,
ciddi ve mühim bir boşluğu doldurmağa namzet bir araştırma
mahsulüdür. Memleketimizin
hakikî sanat tarihi bu tarzda
ciddî ve sabırlı araştırmaların
mecmuuna dayanmak suretiyle
vucude gelecektir.
Prof. Dr. HİLMİ ZİYA ÜLKEN
(1949)
Turgut Cansever’in doktora tezi,
müellifinin yalnız kendi başına
ilmî araştırma yapabilecek bir
bilgi ve vukufa sahip olduğunu
göstermekle kalmayıp, aynı
zamanda kendisinin araştırma
mevzuuna büyük bir sevgi ile
kabul edilmesini ve yabancı bir
dildeki tercemesi ile birlikte
Fakülte neşriyatı arasında ilim
alemine arzedilmesini uygun
bulduğumu bildiririm.
Prof. Dr. MAZHAR ŞEVKET
İPŞİROĞLU (1949)
Ben doğrusu bir şeyden
çok emindim. Hatırlıyorum,
çocuklarım kardeşlerim, “Sen
bunları yazıyorsun ama kim
okuyacak, yazacak?” diyorlardı.
“Birileri okuyacak, biliyorum”
diyordum.
TURGUT CANSEVER (2008)
Cansever’in 1949’da yazdığı
doktora tezi, Türkiye’de yapılan
sanat tarihi doktora tezlerinin
ilki olması itibariyle ayrı bir
öneme sahiptir.
Cansever, Selçuk ve Osmanlı
sanat tarihinde mühim bir yer
işgal eden mukarnas ve baklavalı sütun başlıklarının tarihî
seyir içerisinde nasıl inkişaf
ettiğini büyük bir titizlikle göstermektedir. Sütun başlıkları
Yunan, Roma ve Sasanî gibi
kadim medeniyetlerden bu
yana kullanılagelen mimarî ve
tezyinî bir unsurdur. Cansever
bu çalışmasında, Selçuk ve
Osmanlılardaki sütun başlıklarının Yunan, Roma, Sasanî,
Ermeni, Gürcü ve Bizans ile
birlikte Cenubî Suriye, Şimalî
Kafkas’tan hangi düzeyde ve ne
şekilde etkilendiğini göstermektedir. Cansever, neşri
ancak şimdilerde yapılabilen
bu önemli eserde, “Selçuk veya
Osmanlı sanatı büyüktür, güzeldir, yücedir” yargılarını öne
sürme kolaycılığı yerine, Selçuk
ve özellikle Osmanlı sanatının
kendi anlam bütünlüğü ve tarihî
sürekliliği içerisinde hangi
kıstaslara göre ele alınması
gerektiğini ortaya koyuyor.
Enzo Traverso
GEÇMİŞİ KULLANMA
KILAVUZU
Enzo Traverso, 14 ekim
1957’de doğmuş bir İtalyan
tarihçidir. Entelektüel
gelişimi, iktidarın devrim
yoluyla ele geçirilmesine
ve “işçi iktidarı”na inandığı
1970’li yıllara denk
düşer. 1985 yılından beri
Fransa’da yaşamakta ve
Pikardiya Üniversitesi ile
Ecole des Hautes Etudes
en Sciences Sociales’de
dersler vermektedir.
Alman Yahudi felsefesi,
Nazizm, anti- Semitizm ve
iki dünya savaşı konusunda
uzmandır. Başlıca
eserleri arasında şunları
sayabiliriz:
Les Marxistes et la
question juvie, 1990;
Les Juifs et I’Allemagne,
de la symbiose judeoallemande a la memoire
d’Auschwitz, 1992;
L’Histoire dechiree, essai
sur Auschwitz et les
intellectuels, 1997.
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
109
BİLİNÇ TESTİ
ENERJİ
KAYNAKLARI
01
Dünya üzerindeki en çok enerji tüketimi aşağıdaki kıtalardan
hangisinde gerçekleşir?
A)Asya
03
Dünyanın en büyük kömür üretici ülkesi aşağıdakilerden hangisidir?
B) Kuzey Amerika
CEVAP:
02
CEVAP: En çok enerji tüketen kıta, Asya’dır. Özellikle
Çin, Japonya ve Güney Kore gibi Doğu Asya ülkeleri,
Avustralya Kıtası ve Pasifik Okyanusundaki ada devletlerinden oluşan Asya Pasifik Bölgesi, dünyadaki
toplam enerji tüketiminin % 39,1’ininden sorumludur.
Aşağıdakilerden hangisi yenilenebilir bir enerji kaynağı değildir?
A)Doğalgaz
B) Jeotermal
C)Gelgit
D)Yukarıdakilerden hepsi
CEVAP:
110
Yenilenebilir enerji, sürekli devam eden doğal süreçlerdeki var olan enerji akışından elde edilen enerjidir.
Yenilenebilir enerji kaynağı ise enerji kaynağından
alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme
hızından daha çabuk bir şekilde kendini yenileyebilmesi ile tanımlanır. Bu yüzden dünya üzerinde sınırlı
miktarlarda olan yakın gelecekte tamamen tükenme
tehlikesi ile karşı karşıya olan doğalgaz, petrol ve
kömür gibi fosil yakıtlar yenilenebilir enerji kaynağı
olarak sayılmamaktadır. Başlıca yenilenebilir enerji
kaynakları arasında güneş, rüzgâr, biyolojik kütle, jeotermal, hidroelektrik ve gelgitler sayılabilir.
| ÇEVRE ve ŞEHİR | NİSAN 2013
B)Çin
C)ABD
C)Avrupa
D)Afrika
A)Avustralya
D)Hindistan
CEVAP:
Çin, 3,5 milyar ton ile 2011 yılında neredeyse dünyada
tüketilen kömürün yarısını üretmiştir. Dünya sıralamasında Çin’i ABD, Hindistan, Avustralya ve Güney
Afrika izler. Ancak kömür rezervi açısından en zengin ülke ABD’dir. Dünyadaki kömür rezervinin yüzde
27,6’sını ABD, yüzde 18,2’ini Rusya, yüzde 13,3’ünü
Çin, yüzde 8,9’unu Avustralya ve yüzde 7’si Hindistan’da bulunmaktadır. Türkiye’de bulunan toplam kömür rezervi ise 14,1 milyar ton düzeyindedir. Bu rakam
dünya kömür rezervlerinin yaklaşık yüzde 1,7’sine
denk gelmektedir. Böylece Türkiye en fazla kömür
rezervine sahip 17’nci ülke olarak listede yerini almaktadır. Yerli kömür kaynağının 12,8 milyar tonunu
linyit, 1,33 milyar tonunu taşkömürü oluşturmaktadır.
Son on yıldır dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 41 ile
neredeyse yarısı kömürden sağlanıyor.
05
İlginç teknolojik buluşlara ev sahipliği yapan Japonya, dünya
üzerinde daha önce görülmemiş bir yenilenebilir enerji üretimi
yapmaktadır. Bu aşağıdakilerden hangisidir?
A)Sumo güreşi maçlarındaki tezahüratlardan
B)Artık sushi pilavından
C)Tokyo tren istasyonundaki yolcuların yürüyüşlerinden
D)Spor salonlarındaki spinning derslerinde çevrilen
bisiklet pedallarından
CEVAP:
06
Tokyo tren istasyonunda atılan her adım, aynı zamanda enerji üretmektedir. Zemindeki fayanslar, yürüme
ile oluşan titremeyi elektriğe dönüştürmektedir. Oluşan elektrik tren istasyonunun aydınlatmasında kullanılmaktadır.
Aşağıdaki ülkelerin hangisi elektrik üretiminin büyük bir kısmını
nükleerden sağlamaktadır?
A)Fransa
B)Japonya
04
2030 yılında dünya enerji ihtiyacını en yüksek oranda hangi
enerji kaynağından sağlayacaktır?
A)Güneş
B) Nükleer
C)Kömür
C)Ermenistan
D)Rusya
CEVAP:
2011 yılında Fransa elektrik üretiminin yüzde 77,7’sini
nükleer enerjiden sağlamıştır. Fransa’yı yüzde 54 ile
Slovakya ve Belçika, yüzde 47,2 ile Ukrayna ve yüzde
43,3 ile Macaristan izlemektedir.
D)Petrol
CEVAP:
Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre önümüzdeki yıllarda kömürün tüketimi, bolluğundan ve
fiyat avantajından dolayı aratacak ve 2030 yılında
dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 27,7’si kömürden
sağlanacak, kömürü yüzde 27,2 ile petrol, yüzde 25,9
ile de doğalgaz izleyecek. Dünyada kanıtlanmış 861
milyar ton, tahmini ise 1,1 trilyon ton rezervi bulunan
kömürün miktarı sürmekte olan arama faaliyetleri ile
sürekli artıyor. Son on yılda keşfedilen rezervleri kömürün elektrik tüketimindeki artışına neden oluyor.
Ancak bir fosil yakıt olan kömürün yakıldığı zaman
atmosfere yüksek oranlarda karbondioksit emisyonu
salması, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini arttırıyor ve gelecek nesiller için bir tehlike oluşturuyor.
NİSAN 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
111
BİLİNÇ TESTİ
07
Dünya üzerindeki en düşük doğalgaz rezervi hangi kıtada
bulunmaktadır?
A)Asya
B) Afrika
C)Güney Amerika
D)Avrupa
CEVAP:
08
Çeşitli kimyasal ürünlerin başlıca hammaddesi olan
doğalgaz dünya enerji tüketiminin önemli bölümünü
karşılamaktadır. Ancak dünyadaki doğalgaz rezervleri bölgelere göre farklılık göstermektedir. Dünya üzerinde en düşük oranda doğalgaz rezervi yüzde 3,6 ile
Güney Amerika’da bulunmaktadır. En geniş doğalgaz
rezervi ise Katar’ın kuzey bölgesindedir. Bu bölgede
25 trilyon metreküp gaz olduğu tahmin edilmektedir.
09
Aşağıdaki ülkelerin hangisi en yüksek oranda ham petrol
üretmektedir?
A)Katar
Hangi enerji kaynağının kullanımı son on yılından beri % 40
oranında artmıştır?
B)Rusya
C)Kanada
A)Güneş
D)Suudi Arabistan
B) Jeotermal
C)Kömür
CEVAP:
D)Doğalgaz
CEVAP:
1950li yıllarda doğalgazın dünyadaki enerji tüketimindeki oranı % 10’u geçmiyordu. Günümüzde ise enerji
tüketiminin % 24’ü doğalgazla karşılanmaktadır. Bu
da son on yılda % 40 oranında bir artışa tekabül etmektedir. En çok doğalgaz kullanan ülkelerin başında
ABD, Rusya ve Kanada gelmektedir. Dünyada bilinen
doğalgaz rezervlerinin yaklaşık 70 yıllık ömrü olduğu
tahmin edilmektedir.
10
Dünya üzerindeki en büyük petrol rezervinin Suudi Arabistan’da olduğu bilinmektedir. Ancak üretimi
2012 yıl sonu itibariyle Rusya’da gerçekleşmektedir.
Rusya’da bir günde 10.900.000 varil ham petrol üretilirken, Suudi Arabistan’da bu sayı 9.900.000 varildir. Rusya ve Suudi Arabistan’ı sırası ile ABD, İran ve
Çin izlemektedir. Petrol tüketiminin en yüksek olduğu
ülke ise ABD’dir.
Ay ve Güneş’in göreli konumlarındaki değişimler sonucu kütle
çekimlerinde meydana gelen farklılıklar nedeniyle deniz seviyesinde yükselme ve alçalmalar oluşmaktadır. Bu doğa olayından
yararlanılarak üretilen enerjiye Gelgit Enerjisi adı verilir. Her ne
kadar tarih boyunca medeniyetler bu şekilde enerji üretmek için
santraller kurmuş olsa da, dünyanın ilk modern ve yüksek kapasiteli gelgit barajı aşağıdaki ülkelerin hangisinde inşa edilmiştir?
A)Fransa
B)Japonya
C)Avustralya
D)Brezilya
CEVAP: 112
| ÇEVRE ve ŞEHİR | NİSAN 2013
Dünyadaki ilk modern gelgit barajına Fransa’da kurulmuştur. Rance Nehri halicinde bulunan gelgit barajı
1966’da inşa edilmiştir. Bu baraj, 750 metre uzunluğundadır ve 240 MW güç üretir.
YORUMSUZ FOTOĞRAFLAR
MAYIS 2013 | ÇEVRE ve ŞEHİR |
113

Benzer belgeler