İçindekiler - Çelik Yayınevi
Transkript
İçindekiler - Çelik Yayınevi
1001 GÜNDÜZ MASALLARI 1001 GÜNDÜZ MASALLARI Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey Özgün adı: Elfü’n-Nehar ve’n-Nehar ISBN: 978-605-5094-81-2 Yayın Yönetmeni Serdar Çelik Hazırlayan Hasan Karayiğit [email protected] Tashih Ece Özbaş Korkmaz Sayfa Düzeni DBY Ajans Kapak Tasarımı Sercan Arslan 1. Baskı: İstanbul, Ocak 2015 Baskı-Cilt Şenyıldız Yay. Matbaacılık Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi No: 19/102 Topkapı / İstanbul Tel: 0212 483 47 91-92 (Sertifika No: 11964) ADEN YAYINLARI Genel Dağıtım Çelik Yayınevi (Sertifika No: 14710) Ticarethane Sok. No: 59 Cağaloğlu/İstanbul Tel: +90 212 511 28 11 - 513 73 19 • Fax: +90 212 511 28 12 www.celikyayinevi.com • [email protected] Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey 1001 GÜNDÜZ MASALLARI Hazırlayan Hasan Karayiğit HASAN KARAYİĞİT 1966 yılında Adıyaman’ın Gerger ilçesinde doğdu. İlkokulu Siverek Şair İbrahim Rafet İlkokulunda, ortaokulu Siverek İmam-Hatip Lisesinde okudu. Adana’da başladığı lise eğitimini Bursa Merkez İmam-Hatip Lisesinde tamamladı. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Özel bazı hocalardan ders aldı. Yaklaşık yirmi yıl perakende kitapçılık yaptı. 2005 yılından beri yayın dünyasında serbest olarak editörlük ve çevirmenlik yapmaktadır. Osmanlıca, Arapça ve İngilizce bilmektedir. Şu ana kadar te’lif veya çeviri yayınlanmış eserleri şunlardır: 1-Hasan Basri Çantay, Âkifname, Erguvan Yayınları, İstanbul 2010 (Yayına Hazırlama), 2-Babanzade Prof. Ahmet Naim, Hadis Usulü ve Istılahları, Düşün Yayınları, İstanbul 2010 (Yayına Hazırlama), 3-Prof. Muhammed Seyyid Bey, Fıkıh Usulü –Giriş-, Düşün Yayınları, İstanbul 2010 (Yayına Hazırlama), 4-Arapça-Türkçe Cep Sözlüğü, Boyut Yayınları, İstanbul 2011 (Çeviri/Katkı), 5-Kur’an Bugün İnseydi Muhtevası Ne Olurdu? (Müslümanların Kur’an Tasavvuru Üzerine), Köprü Kitapları, İstanbul 2011 (Te’lif), 6-Osmanlı Dışişleri Bakanlığından Bir Komisyon, Soykırım Yapan Kim: Türkler mi Ermeniler mi?, Karma Kitaplar, İstanbul 2012 (Yayına Hazırlama), 7-İmam Gazali, Eyyühe’l-Veled (Ey Oğul), Tahşiye Yayınları, İstanbul 2012 (Çeviriyazı), 8-Muhammed Şakir, İrşadü’l-Ğafilin, Tahşiye Yayınları, İstanbul 2012 (Çeviriyazı), 9-Ebü’n-Necip Şeyzeri, Nehcü’sSüluk [Siyaset Stratejileri], (Çeviriyazı-Yayına Hazırlama), Büyüyenay Yayınları 2013, 10-Mehmet Lebib, Cevahir-i Mültekata, Keşfedilen Cevherler, Büyüyenay Yayınları 2014 (Yayına Hazırlama), 11-Mustafa Hâmi Paşa-Ali Raşit Bey, 1001 Gündüz Masalları, Çelik Yayınları, İstanbul 2014 (Yayına Hazırlama). 4 İçindekiler Yayına Hazırlayanın Notu ........................................................................7 Giriş ......................................................................................................................15 1001 GÜNDÜZ MASALLARI Basralı Ebü’l-Kasım’ın Hikâyesi .......................................................23 Rıdvan Şah ile Şehristan’ın Hikâyesi ............................................87 Tepe Kralıyla Nayman Kralının Kızının Hikâyesi ........................95 Vezir Kavurşan’ın Hikâyesi....................................................................101 Kaluf ile Dilara’nın Hikâyesi............................................................129 Çin Kraliçesiyle Şehzade Kılaf’ın Hikâyesi............................173 Musul Hükümdarı Artuk’un Oğlu Fazlullah’ın Hikâyesi .......184 Bedrettin Lü’lü’ ile Vezir-i Mağmum .........................................289 Ata’l-Mülk ile Zeliha’nın Hikâyesi ......................................................291 Seyfü’l-Müluk’ün Hikâyesi.................................................................345 Malik ile Kraliçe Şirin’in Hikâyesi......................................................376 Gamsız Şah’ın Hikâyesi ............................................................................398 Ebu Ali Sina’nın Hikâyesi........................................................................422 Hobru’nun Hikâyesi...................................................................................445 Ebü’l-Faris’in I. Seyahati..........................................................................472 Ebü’l-Faris’in II. Seyahati ........................................................................514 Âd ve Dâhi’nin Hikâyesi ......................................................................543 Mansur ve Dilbernigah’ın Hikâyesi ............................................583 Açıklama ........................................................................................................615 Musul Kralı Nasırüddevle ile Bağdat Tüccarı Abdurrahman ve Zeyneb’in Hikâyesi .......................................617 Hobsima’nın Hikâyesi ..........................................................................633 Keşmir Kraliçesi Ferahnaz Hikâyesinin Sonu ....................653 6 Yayına Hazırlayanın Notu H alk edebiyatının anlatmaya dayanan türleri arasında yer alan masallar, sözlü kültürün en güzel örneklerindendir. Masal, bir milletin aynasıdır. Bu aynada bir milletin folklorunu, kültürünü, makbul veya bâtıl inanışlarını, hoşgörüsünü bulabiliriz. Kitle iletişim araçlarının fazla yaygın olmadığı dönemlerde hoşça vakit geçirmenin en iyi yolu olan masallar, farkına varmadan ahlak derslerini aldığımız veya verdiğimiz anlatmalardı. Yayına hazırlayıp takdim ettiğimiz kitap, İran Masalları kategorisinde kabul edilen, yazarı/derleyeni bilinmeyen anonim bir eserdir. Kimi kaynaklarda Binbir Gece Masallarına nazire olarak çıkarılmış olabileceğinden söz edilmektedir.1 Bu tür kitapların yazarının/derleyeninin bilinmemesi garipsenecek bir durum sayılmaz. Zira, üzerinde yapılan bir doktora tezinde, “Kur’an-ı Kerim’den sonra gelen en önemli 1 Bkz. Saim Sakaoğlu, Zekeriya Karadavut, Halk Masalları, s. 30, Eskişehir 2013 7 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey eserlerden biri olduğu” iddia edilen2 Binbir Gece Masallarının bile yazarı/derleyeni bilinmemektedir. Ne yazık ki, eser hakkında tatmin edici bilgilere ulaşamadık. Ulaşabildiğimiz sınırlı bilgiye göre Petis de la Croix adlı Fransız bir yazar, eseri Farsça ve Türkçe yazmalardan derlemiş, Les mille et un jours, Contés orientaux (Binbir Gün, Doğu Masalları) adıyla yayımlanmıştır. Elimizdeki nüsha, Türkçe’ye ilk kez Elfü’n-Nehar ve’nNehar adıyla Fransızcadan Ali Raşid tarafından çevrilmiş, dört cilt olarak yayınlanması düşünülmüşse de ancak iki cildi basılmıştır (1867-70). Daha sonra bu çeviri Mustafa Hami Paşa, Ahmed Şükrü ve Said Fehmi tarafından tamamlanarak tek cilt halinde yayımlanmıştır (1873). Bizim elimizdeki en son tek cilt olarak yayınlanan nüshadır ve hicri 1290 tarihini taşımaktadır. Kitap, birbiri içine geçen birçok temel hikâyeden oluşmaktadır. Keşmir hükümdarı Turan Bey’in kızı Ferahnaz’a, erkeklerin vefasız olduğu konusundaki olumsuz görüşlerini değiştirmek için dadısının anlattığı masallardan oluşuyor. Hain ve sadakatsiz olarak gördüğü erkeklere düşman kesilen ve bu yüzden bir türlü evlenmeye razı olmayan Ferahnaz’a dadısı güneş doğunca anlatmaya başladığı masalı akşama kadar sürdürür. Amacı anlattığı masallarla onu erkeklerin vefalı olduğuna inandırmak ve içine düştüğü saplantıdan kurtarmaktır. Masallar birbiri içine girerek devam eder. Ferahnaz’ı ancak bin birinci günden sonra, ağabeyi Ferahruz’u tedavi eden bir rahip ikna eder. Böylece erkekler konusundaki görüşlerini değiştiren Ferahnaz, kendisine rüyada âşık olan, onun da bir süre önce rüyasında gördüğü İran şehzadesi Ferahşad’ı aramak üzere Keşmir’den ayrılır. Büyü gücü ile geyik olarak yaşayan Ferahşad’ı türlü maceralardan sonra bulur; birlikte Gazne 2 Bkz. Yusuf Karataş, Metin İncelemesinde Söylembilim Yöntemi –Binbir Gece Masalları Üzerinde Bir Uygulama- s. 21, Ankara 2008, (Basılmamış doktora tezi.) 8 1001 Gündüz Masalları Hükümdarına giderler. Hükümdar şenlikler düzenleyerek iki genci evlendirir ve bir süre sonra da tahtını Ferahşad’a bırakarak ölür. Ama şehzade kendi ülkesine gitmek istediği için İran’a döner. Babasının ölümünden sonra tahta geçerek Ferahnaz ile mutlu bir yaşam sürer. Binbir Gündüz Masalları, 20 kadar uzun masaldan oluşur. Araya bazı kısa öykü ve fıkralar da eklenmiştir. Bunlar arasında en çok yaygın olanı, ayrı bir hikâye olarak da bilinen Seyfü’l-Müluk’tür. Binbir Gündüz Masalları Binbir Gece Masallarında olduğu gibi birbiri ardınca düzenli şekilde devam etmemektedir. Hikâyeler 224. günde kesilip, araya, Mansur ve Dilbernigâh’ın Hikâyesi adıyla erkek ve kadının müşterek olarak sadakatini vurgulayan bir masal alındıktan sonra, ikna edici bir açıklama yapılmadan yeniden 976. günden devam edip bitmektedir. Bu konuda tatmin edici bir bilgiye ulaşamadım. Kitabı yayına hazırladıktan sonra haberdar olduğum, daha önce Recep Kırıkçı tarafından sadeleştirilen ve İstanbul’da 2004 yılında Nehir Yayınları tarafından 2 cilt olarak yayınlanan çevirinin ilgili kısmında da herhangi bir açıklamaya rastlayamadım. Birinci cildi temin edemediğim için bu ciltte bir açıklama yapılıp yapılmadığını da öğrenemedim. Dahası; her nedense temin edebildiğim 2. ciltte kitabı derleyen olarak hiç kimsenin adı bile yazılmamış… Eseri, mümkün olduğu kadar günümüzde yaygın olarak kullanılan Türkçe ile aktarmaya çalıştım. Mâlum olduğu üzere bu kitap, olmazsa olmaz kavramların yerli yerinde kullanılmasını gerektiren ilmi bir kitap değildir. Konusu itibariyle gündelik dil kullanılmıştır. Bu itibarla da mümkün olduğu kadar herkesin anlayabileceği gündelik basit bir dil kullanmaya çalıştım. 9 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey Kitap üzerinde “esas”a dair hiçbir şekilde bir tasarrufta bulunmamın söz konusu olamayacağını bilhassa belirtmek isterim. Zaten, hiç kimsenin çevirdiği eser üzerinde böyle bir hakkının olmadığını düşünüyorum. Ancak yine de yayına hazırlarken bazı tasarruflarda bulunulmuştur. Bu tasarrufların temel çerçevesi ve hedefi şudur: Kimi zaman, yazarın “kullandığı lafzı” değil, “neyi kastettiğini” çıkış noktası yaparak, kitabın temel kurgusunu bozmadan, yazarın söylemediği herhangi bir şeyi ona söyletmeden, ama tüm söylemek istediklerini eksiksiz olarak okuyucuya aktarmaya çalışmak; diğer taraftan, hem uydurma ve içi boşaltılmış bir dil kullanmaktan kesinlikle kaçınmak ve hem de muhafaza edilmesi elzem bazı kavramları kullanmak ve muhafaza etmekle birlikte, okuyucuyu; basit, günlük kelimeler için gereksiz yere sözlüğe mahkûm etmeyecek şekilde yaşayan bir dil (Türkçe) kullanmak… Klasik eserlerin günümüze nasıl aktarılması gerektiği konusu hâlen tartışılmaktadır ve bu konuda bir mutabakat sağlanamamıştır. Ben bu konu hakkındaki düşüncelerimi daha önce yayına hazırladığım eserlerin girişinde3 genişçe açıklamıştım. Orada da belirttiğim gibi, mirasımıza ait klasik eserlerin “çeviriyazı” yöntemiyle sadece olduğu gibi Latin harflerine aktarılması çalışmalarının isabetli ve doğru olup olmadığı, bu tarzda çevrilen eserlerden kimin ne kadar yararlandığı ve bunların hangi oranda okuyucuya ulaştığı üzerinde yeniden düşünülmesi ve tartışılması gerekir. Çünkü, aradan geçen zaman; dili, kavramları ve onlara yüklenen anlamları –bazen kısmen bazen tahmin edilemeyecek derecede- değiştirmiştir. Bu yüzden, her ne kadar Türkçe bir eserin okunması söz konusu ise de araya 3 bkz. Babanzade Prof. Ahmet Naim, Hadis Usulü ve Istılahları, İstanbul 2010, Düşün Yayınları; Muhammed Seyyid Bey, Fıkıh Usulü –Giriş–, İstanbul 2010, Düşün Yayınları. 10 1001 Gündüz Masalları giren tarihsel zaman dilimi sebebiyle –kimi zaman- âdeta yabancı dildeki bir kitabı okuyormuş gibi hassasiyet göstermek ve yazarın neyi kastetmiş olabileceği yönünde kurgu yapmak icap etmektedir. İnsanları lafzın lugavi veya ıstılahî anlamı üzerinde düşündürmenin gereksiz ve okuyucuya bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Okuyucu, sadece, ilk bakışta anlamı açık ve net olan kelimenin yorumlanması, değerlendirilmesi ve bunun ilgili konuya olan katkısı ve bunun içindeki yeri üzerinde kafa yormalıdır. Klasik eserleri çeviriyazı yöntemiyle yayınlamanın isabetli olmamasının diğer bir sebebi de, Latin harflerinin Türkçeyi tam olarak karşılamakta yetersiz kalması gerçeğidir. Başka bir ifadeyle; bazen öyle kelimeler olur ki, okur onu Osmanlıca metinden okusa rahatlıkla doğru anlayacaktır, ama aynı kelimeleri Latin harflerine çevrilmiş haliyle okuduğunda –muhtemelen- birbirine karıştıracaktır. Örneklerini adı geçen kitaplarda gösterdim. Diğer taraftan, belki o anda fark edilmiyor, ama okuyucu, bilmediği bir kelime için sözlük karıştırırken ve önce onun sözlük anlamını çözmeye çalışırken, dikkati dağılmakta, konudan uzaklaşmakta ve çoğu zaman da okuma etkinliği akamete uğramaktadır. Hâlbuki, aynı metin daha önce birileri tarafından üzerinde çalışılıp yayına hazır hale getirilmiş olsa, böyle sorunlar yaşanmayacaktır. Bütün bunlara rağmen, gözümden kaçan veya yetersiz kaldığım yerlerin bulunması elbette her zaman ihtimal dâhilindedir. Çünkü, her nedense bazı Osmanlı âlimlerinin kitaplarında, bir konu inşa edilirken, kastedilen mânayı doğrudan ve tek başına karşılayacak ve tek bir anlama gelecek kelimeyi kullanmak varken, bunun yerine, birkaç anlama gelebilecek kelimenin cümleye uyduğu düşünülen anlamlarından 11 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey biri tercih edilmek suretiyle kullanılmaktadır. Bazen, yazarın bu anlamlardan hangisini kastettiğini kesin olarak tespit etmek de mümkün olamamaktadır. Zîra, birden fazla anlamın cümleye uyması, hatta bu anlamların -bazen- birbirine aykırı olması bile vâkidir. Bu durum, takdim ettiğimiz kitap için de söz konusudur. Bu yüzden, kimi zaman yazarın kastını tam olarak aktarıp aktaramadığım konusunda tereddüde düştüm. Diğer taraftan, malum olduğu üzere; eskiden yayınlanan eserler üzerinde bugünkü manada bir editörlük çalışması yapılmadığından ve araya en az bir asırdan fazla bir zaman girdiğinden maalesef bazı konulara kimsenin müdahale etme şansı kalmıyor ve orijinal metinde ne yazılıysa onu aktarmak durumunda kalınıyor. Buna rağmen, çok bariz olan ve tamamen gözden kaçtığı düşünülen hususları elimden geldiği kadar düzelttim. Örneğin; Keşmir kralının adı kitabın başında Turan Bey olarak geçerken bu isim kitabın sonunda Tuğrul Bey olmuş. Keza; Hanzad ismi adı bazen Kanjad olarak yazılmış… Bu bağlamda ifade etmek isterim ki, yayına hazırladığım bu eseri okuyup inceleyecek olan okuyucular, şayet şu ya bu şekilde, bir zaaf ve eksiklik tespit edip bana bildirirlerse, bunları dikkate alıp, müteakip baskılarda büyük bir memnuniyet ve minnettarlıkla telâfi edeceğim. Bu konuda bilhassa klasik kültürümüze aşina ve vâkıf olan hocalarımızdan veya diğer akademisyenlerden ve ilim-irfan ehlinden “katkı” beklediğimi belirtmek isterim. Türkiye’de bu gibi konularda basım öncesinde ehil insanlardan şu ya da bu konuda “katkı”, “bilgi” ve “yardım” almanın zorluğu ve handikapları ehlinin ve bu işle uğraşanların mâlumudur. Ümit ederim ki, hazırlama aşamasında alınması pek mümkün olmayan bu katkıyı kitap piyasaya çıktıktan sonra alırım. 12 1001 Gündüz Masalları Yaptığım tavsiye üzerine eserin çevrilmesi konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan başta Serdar Çelik Bey olmak üzere Çelik Yayınevi’nin tüm yetkili ve çalışanlarına ve çeviriye esas aldığım pdf nüshada atlanan birkaç sayfaya ulaşmam konusunda yardımlarını esirgemeyen Bursa İnebey Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi yetkili ve çalışanlarına da çok teşekkür ederim. Bu vesileyle başta kitabın Fransızca derleyeni Petis de la Croix olmak üzere Osmanlıcaya çeviren Mustafa Hâmi Paşa ve Ali Raşit Bey’lere Allah’tan rahmet ve mağfiret dilerim. Eserin, hedef kitleye ulaşması ve hayırlara vesile olması temennisiyle… Hasan Karayiğit [email protected] 13 Giriş E ski zamanlarda Keşmir ülkesinin hükümdarı Turan Bey’in Ferahruz adında yakışıklılığı dillere destan bir oğlu ve Ferahnaz adında dünyalar güzeli bir kızı vardı. Oğul şehzade, birçok fazileti ve üstünlüğü kendisinde toplayan zamanın emsalsiz kahraman bir genci; kız kardeşi Ferahnaz da güzelliği, asaleti, güzel hasletleri ve zarafeti ile herkesi büyüleyen bir afet idi. Ferahnaz, büyüleyici güzelliğiyle birlikte son derece cazibeli ve etkileyici bir kız olduğundan, bir huri kadar güzel olan yüzüne bakanların, kendisine hayran olup etkilenmemeleri imkânsız olduğundan, görenler onun aşkıyla ya mecnun gibi olur veya yatağa düşerlerdi. Ferahnaz, avlanmak için sarayından çıktığında, onun güzelliğini seyretmek için yollara dökülen halk; Ferahnaz’ı nefis elbiseler içinde, tacını giymiş, beyaz atına binmiş ve kendisini kötü nazarlardan korumak için etrafını kuşatmış bir vaziyette yüz beyaz cariye ile karşılarına çıkıyor gördüklerinde, “Maşallah” çığlıklarıyla gökyüzünü inletirdi. Her ne kadar sözkonusu cariyelerden her biri birbirinden güzel idiyse de yıldızlar içinde ayın parlaması gibi bunların 15 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey içinde de Ferahnaz’ın güzelliği ve cazibesi halkın bakışlarını sadece kendi üzerine çektiğinden, ne bunların etrafını kuşatmış olan büyük kalabalık ne de kendisine refakat eden silahlı askerler, onu seyretmeye gelen halkı bundan engelleyemiyorlardı. Askerler, fazla yanaşmak isteyen talihsizleri yaralamaya hatta öldürmeye yetkili olduklarından, Ferahnaz, ne zaman avlanmaya çıksa halk başlarına gelen felaketlerden hiç ders almayıp, bilakis, onun bastığı toprak üzerinde hayatlarını feda edip kanlarını sel gibi akıtmak için can atıyordu. Halkı bu durumdan men etmek mümkün olmadığından babası Turan Bey, hem kızı Ferahnaz Sultan’ın güzelliğinin sebep olduğu felaketlerden halkı korumak hem de kızının gözlerden uzak kalması için artık onun saraydan çıkmasını yasakladı. Halk, bu ayrılık acısıyla daha beter yaralanmış olarak bu duruma katlanmış ise de Ferahnaz’ın dillere destan güzelliği bütün şark memleketlerine yayıldığından, “Güzellikler zikredilince, kulak bazen gözden önce âşık olur” beytinde de dile getirildiği gibi, onun vasıflarını duyan şarklı hükümdarların; gıyaben kendisine âşık oldukları ve her birinin, Ferahnaz’ı gönül tahtlarına oturtmak düşüncesiyle müstakil birer elçi göndermeye hazırlandıkları söylentisi Keşmir ülkesinde yayılmıştı. Ferahnaz, bir gece rüyada; ‘erkek bir geyiğin tuzağa düştüğünü, dişi bir geyiğin gelip onu kurtardığını; ancak dişi geyiğin kendisi tuzağa düştüğünde erkek geyiğin onu kurtarmayarak bırakıp gittiğini’ görünce, bu rüya psikolojisini kötü şekilde etkiler ve tüm erkeklerden nefret eder. Ferahnaz, uykudan uyandığında gördüğü rüyadan çok etkilenir, rüyanın kendi hayallerinin ürünü olduğunu düşünmek yerine, putlardan Âl-i Kesaya adıyla müstakbel (mukadder) kocası hakkında bu rüyanın bir delil olduğunu, rüyanın erkeklerin hainliklerini ve kadınların kalplerinin yumuşaklığına ve merhametine mukabil nankörlük ettiklerini gösterdiğini kesin olarak ortaya koyduğunu düşünür. Bu mânevi ipucundan 16 1001 Gündüz Masalları yakında kendisine görücü olarak gelecek elçilerin bağlı oldukları hükümdarlardan birine nikâhlanacağı sonucunu çıkarır. Büyük bir ızdırap ve üzüntü içinde Şah babasının huzuruna çıkar. Erkekler hakkındaki olumsuz düşüncelerini ve nefretini pek belli etmeden, yalnız her ne olursa olsun, kendisinin rızası olmadan hiç kimseyle evlendirilmemesini bin bir türlü mazeret ileri sürerek iki gözü iki çeşme talep eder. Şah babası, kızının bu durumuna aşırı derecede üzülür ve “Bak kızım, ben senin isteğin ve rızan dışında seni bir şeye mecbur etmem ve sana danışmadıkça seni kimseyle evlendirmem. Al-i Kesaya adına yemin ederim ki, Hint padişahlarının vârisi olan şehzadelerden biri bile seni istese senin rızan ve görüşün olmadan seni kimseyle evlendirmeyeceğim” dedi. Babasının verdiği kesin teminat ve taahhütten tam olarak tatmin olan ve büyük sevinç duyan Ferahnaz, bu iş kendi rızasına bağlanmış olduğundan, ondan sonra artık kim kendisine görücü gelirse gelsin reddetmeye kesin olarak karar verdi. Bunun üzerinden birkaç gün geçtikten sonra devletler tarafından gönderilen elçiler birer birer gelerek sırayla Şah’ın huzuruna girdiler ve kendilerini gönderen efendilerinin büyüklüklerinden, servetlerinden ve güzel hasletlerinden bahsedip, güzelliği dillere destan olan Ferahnaz’ı kendi efendilerine istemek için görevlendirildiklerini arz ederek, çok ısrar edip, dil döktüler. Turan Bey, bu konudaki kararın tamamen kızına ait olduğunu ve kızının verdiği karara aykırı hareket edemeyeceğini, bu konuda Âl-i Kesaya üzerine büyük yemin ettiğini, kızının ise hiç kimseyle evlenmeyi kabul etmediğini nazik bir dille ifade etti. Bunun üzerine elçiler çaresizce, görevlendirildikleri konuda bir iş görememenin aşırı mahcubiyeti içinde üzüntüyle dönmeye mecbur oldular. 17 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey Şah Turan Bey, elçilerin büyük bir üzüntü içinde çıkıp gitmeleri üzerine, onların mensup oldukları devletlerin, bu şekilde tekliflerinin kabul edilmemesinden dolayı gücenerek, kuvvet hazırlayıp intikam almaya kalkışacakları fikir ve telaşına düşerek, kan dökülmesine sebep olacak bir savaş için yemin etmiş olabilecekleri korkusuyla fazlaca üzüldü ve hemen Ferahnaz’ın dadısını huzuruna çağırarak, “Kızımın bu tavrına çok şaşırıyorum. Kızımın evlilik konusundaki bu nefretinin sebebi nedir? Bu aklı kendisine sen mi verdin?” diye sorguya çekti. Dadı, cevaben, “Hayır şahım, benim bu konuda hiçbir dahlim yoktur. Ben erkeklerin düşmanı değilim. Ferahnaz, gördüğü bir rüya sonucu bu kararı aldı” dediğinde, Şah, büyük bir şaşkınlıkla, “Gördüğü bir rüya benim kızımı nasıl bu kadar etkileyebilir?” diye tekrar konunun üzerine gitti. Bunun üzerine dadı, ayrıntıları yukarıda beyan edildiği şekliyle rüyayı anlatıp, “İşte şahım, kızınız bu rüyadan etkilendi ve mânevi âlemde gördüğü erkek geyiğin hâl ve hareketinden ve tavırlarından tüm erkeklerin hain olduğu sonucuna ulaşıp, her nasılsa bir kere gözü korkmuş olduğundan, erkeklerden nefret etti. Ömrünün sonuna kadar evlenmeye razı olmamasının başlıca sebebi budur” dedi. Dadının bu ifadeleri Şah Turan Bey’in şaşkınlığını büsbütün arttırdı ve böyle bir rüyanın kızını böyle üzüp etkilemesine bir mâna veremediğinden bu durumun kendi şahsı ve devleti hakkında iç ve dış sakıncalar doğuracağını düşündüğünden, kızı Ferahnaz’ın, ‘erkeklere güvenilmeyeceği’ şeklindeki düşüncelerini değiştirmenin ve düzeltmenin çaresini bulmanın derdine düşerek, bunun ne şekilde olabileceği konusunda adı geçen dadı ile istişareye başladı. Dadı, “Şahım, siz bu işi çözmeyi ben cariyenize emir buyurursanız, zatıâliniz sayesinde üstesinden gelir ve yediğim 18 1001 Gündüz Masalları ekmeğinizin hakkının binde birini ödemiş olacağım. Efendimin böyle bir dertten benim vasıtamla kurtulmasıyla iftihar ederim” deyince, Şah Turan Bey, bu önemli işin nasıl çözülebileceğini sorunca, dadı, “Şahım, ben cariyeniz çok ibret verici ve istifade edilir tuhaf ve eğlenceli birçok hikâye bilirim. Bunları naklederek hem Ferahnaz’ı eğlendiririm hem de erkekler hakkında sahip olduğu kötü düşüncelerden vazgeçirip, erkeklerin tümünün metanet sahibi insanlar olduklarını, özellikle içlerinde ne derece sadık dostlar bulunduğunu ve çeşitli konularda üstün sadakatlerini ispat etmiş olduklarını hikâyeler münasebetiyle göstererek, erkeklere olan güvenini yeniden sağlar ve aşama aşama fikirlerini tashih edip, değiştiririm” diye teminat verdi. Şah Turan Bey, bu fikri mâkul bulup uygun zamanda bu işe başlamasını emretti. Ferahnaz Sultan, çoğu zaman yemekten sonra babası Şah’ın yanına giderek orada hanende ve sazende cariyelerin söylediği şarkılarla eğlenmeye alışık olduğundan dadı, düşündüğü hikâyeleri sabahları Ferahnaz’ın âdeti olduğu üzere hamama girmek için soyunduğu zamanda anlatmaya karar verip, ertesi gün sabahleyin Ferahnaz Sultan, hamama girmek için soyunduğu zaman, hemen bu fırsatı kaçırmayıp, “Sultanım, ben cariyeniz pek çok tuhaf hikâye bilirim, müsaade ederseniz nakledeyim, yıkanma sırasında hem zamanınız sohbetle geçmiş olur hem de güle güle kirlendiğiniz gibi güle güle yıkanarak eğlenmiş olursunuz” dedi. Ferahnaz, hikâye dinlemeye fazla meraklı olmadığı hâlde, etrafındakilerin hikâye dinlemeye meraklı olduklarını bildiğinden ve onların, eğlenmek için bir an önce anlatılması için sabırsızlandığını görünce buna izin verdi. Bunun üzerine dadı aşağıdaki gibi anlatmaya başladı. 19 1001 GÜNDÜZ MASALLARI 1. Gün Basralı Ebü’l-Kasım’ın Hikâyesi T arihçilerin naklettiğine göre Harun Reşit biraz fazlaca öfkeli, mağrur ve kendisini metih ve sena etmeye hırslı olmasaydı asrında bulunan halifeler içinde onun gibi güçlü biri bulunmazdı. Harun Reşit, dünyada kendisi gibi cömert bir halife olmadığını her zaman iddia ettiğinden veziri olan Cafer, halifenin bütün gün kendisini böyle sürekli metih ve sena etmesine dayanamayıp bir gün şöyle dedi: “Ben kulunuzun zatıâlinizden şöyle bir istirhamım vardır ki; sizin kendi kendinizi övmeniz size yakışmaz, sizi metih ve sena etmeyi ve ihsan ve cömertliğinizi dile getirmeyi başkaları yapsın. Bunların bir kısmı egemenliğiniz altındaki topraklarda doğup büyüdükleri için, bir kısmı da yurtlarını ve vatanlarını terk ederek ülkenize gelip, adaletiniz sayesinde güven ve huzur içinde yaşayıp ticaret yapmalarından dolayı Cenab-ı Hakk’a şükrederek, cömertliğiniz ve yönetiminizin devamı için dua etmeye devam ettikleri sürece zatıâlinizin kendi kendinizi methetmekten fazlasıyla gururlanmanız tabiidir.” Harun Reşit, fazlasıyla öfkelenip, “Dünyada benimle boy ölçüşebilecek cömert kimse var mıdır?” şeklindeki kibirli ve 23 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey mağrur cevabi soruyu yöneltince, vezir Cafer, “Evet şahım, Basra’da Ebü’l-Kasım adıyla mert bir adam vardır ki, yaşayışı ve durumu etrafındakilerden üstün ve cömertlikte benzersizdir” dedi. Bu cevap karşısında çok mahcup olan ve öfkelenen halife, “Efendisinin huzurunda yalan söylemeye cesaret eden bir kimsenin katli lazımdır” deyince, vezir Cafer, “Şahım, ben huzurunuzda hiçbir zaman yalan söylemem. Ebü’l-Kasım’ı Basra’ya son gidişimde gördüm ve evinde misafir oldum. Zatıâlinizin sahip olduğu emsalsiz nefis eşyalar beni benzerlerine bakmaktan ve onlardan etkilenmekten müstağni kılsa da âlem bu ya; el elden üstündür. Ebü’l-Kasım’da gördüğüm servet ve karakterindeki cömertlik beni çok şaşırtmış ve büyülemiştir” dedi. Büsbütün öfkelenen halife, “Öyle basit bir adamı benimle bir tutuyorsun, senin bu ahmaklığın ve patavatsız tavrın cezalandırılmayı hak etti” diyerek sarayın muhafız amirine veziri Cafer’in tevkifini emretti, sonra hareme gitti. Hanımı Zübeyde, halifeyi böyle çok kızgın görünce şaşırıp, telaşla, “Aman şahım, bu kızgınlık ve öfkenizin sebebi nedir?” diye sordu. Harun Reşit’in, yukarıdaki diyalogu nakledip, veziri Cafer’e öfkelenmiş olduğunu beyan etmesi üzerine Zübeyde, “Şah’ım, öfkenizi içinizde saklayıp, bu şeyin tahkiki için güvendiğiniz bir kişiyi özel olarak görevlendiriniz. Eğer Cafer’in sözü yalan çıkarsa bu küstahlığından dolayı müstahak olduğu cezaya çarptırmak; bilakis doğru olduğu ortaya çıkarsa o zaman suçlu muamelesi yapmamak lazımdır” dedi. Zübeyde’nin akla ve mantığa uygun olan bu ifadesi, halifenin öfke ateşini giderip söndürdü, bu fikri uygulamakta menfaat de gördüğünden şöyle düşündü: Şu işin tahkiki için vezir ve memurlardan birini tayin etsem, gidecek memurla Cafer arasında ister haset ve kin ve isterse dostluk ve yakınlık 24 1001 Gündüz Masalları bulunsun, her iki durumda da beni işin hakikatine vâkıf etmeyeceklerdir. Bunun için bizzat Basra’ya gidip, işin hakikatine ve içyüzüne gözümle şahit olup tamamıyla kendim vâkıf olup, cömertliğinden söz edilen kimse ile görüşerek elde edeceğim malumata göre Cafer hakkında gerekeni yaparım. Harun Reşit, kafasına koyduğu durumun tahkiki için bir gece gizlice sarayından çıkıp yalnız başına bir ata binerek Basra yolunu tuttu ve Basra’ya ulaşıp rastladığı bir hana inerek, hanın kapıcısı olan ihtiyara, “Babalık, Basra’da servet ve cömertlikte şahlardan daha üstün olan Ebü’l-Kasım adında birisinin olduğu doğru mudur?” diye sordu. İhtiyar, “Evet efendim, yüz ağzım ve yüz de dilim olsa onun cömertlik ve asaletini hakkıyla ifade etmeye gücüm yetmez” diye cevap verdi. Halife, yolculuktan dolayı çok yorulmuş olduğundan bir şeyler yiyip yattı. Ertesi gün erkenden kalkıp güneş doğuncaya kadar Basra şehrini gezip dolaşırken bir terzi dükkânının önüne geldiğinde, terziden Ebü’l-Kasım’ın evini sorunca, terzi şaşırıp şöyle dedi: “Siz hangi memlekettensiniz? Ebü’l-Kasım’ın muhteşem sarayını bilmediğinize göre öyle zannediyorum ki, siz hiç Basra’ya gelmemişsiniz.” Dadı’nın, hikâyenin buraya kadar olan kısmını nakletmesi, Ferahnaz’ın hamamdan çıkıp gitmesi anına denk geldi. O sırada Sultan’ın cariyelerinden biri her zaman olduğu gibi gelip Sultan’ı ibadethaneye çağırınca, dadı, hikâyeye ertesi gün yine Sultan hamam için soyunduğu zaman devam etmek ve tamamlamak üzere kesti. 25 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey 2. Gün Dadı söze başlayıp der ki; Halife, “Ben yabancıyım, Basra şehrinde kimseyi tanımam, bana Ebü’l-Kasım’ın evini gösterirseniz memnun olurum” dedi. Terzi, çıraklarından birisinin refakatinde halifeyi Ebü’l-Kasım’ın evine gönderdi ki, yüksek ve nakışlı mermerden yapılmış büyük bir konaktı. Halife, konağın avlusuna girerek, orada bulunan birçok hizmetçi ve köle kalabalığını geçip, birinin yanına yaklaştı ve “Efendinizle görüşmek istiyorum, kendisine iletirseniz memnun olurum” dedi. Harun Reşit’in yabancı olduğu belli oluyor idiyse de fiziki görüntüsü ve kıyafetinden basit bir adam olmadığı anlaşıldığından hizmetçi hemen koşup durumu efendisine haber verdi. Ebü’l-Kasım, Harun Reşit’i karşılayıp elinden tutarak türlü süslemelerle işlenmiş bir odaya götürdü. Harun Reşit, Ebü’l-Kasım’a, “Sizin birçok güzel hasletinizi işittiğim günden beri samimi olarak sizinle görüşmek ve tanışmak istiyordum, kısmet bugüneymiş” deyince, Ebü’lKasım, büyük bir edep, zarafet, saygı ve mülayimlikle teşekkür ederek, Harun Reşit’i oturma odasına aldıktan sonra, nereli olduğunu ve ne iş yaptığını sordu. Harun Reşit, “Bendeniz Bağdat tüccarındanım, iş için dün Basra’ya geldim, yolumun üzerinde ilk gördüğüm hana indim” dedi. Bir süre görüşüp sohbet ettikten sonra odaya, ellerinde akik ve kan taşlarından yapılma; üzerleri yakut ve zebercet ile süslenmiş, içlerinde kırmızı meşrubat dolu kâselerle on iki hizmetçi iç ağası girdi. Bunları müteakip, ellerinde içleri türlü türlü meyve ve çiçeklerle dolu fağfuri kaplar ve bir kısmının 26 1001 Gündüz Masalları elinde içi nefis tatlılarla dolu altın kâseler taşıyan birbirlerinden yakışıklı on iki köle içeri girdiler. İç ağaları ilk önce halifeye bade sundular. Halife, her ne kadar şark ülkelerinde bulunan en âlâ ve nefis içeceklere alışık olsa da sunulan badeyi tattığında, ‘şimdiye kadar bir benzerini içmediğini’ fark etti. Yemek vakti gelince Ebü’l-Kasım, halifeyi başka bir odaya götürdü ki, burada tarifi mümkün olmayan şekilde hazırlanmış nefis yiyecekler bulunan altın tabaklarla büyük bir sofra kurulmuştu. Yemek yenildikten sonra Ebü’l-Kasım, halifenin elinden tutarak daha önceki iki evden daha lüks ve çok değerli eşyalarla döşenmiş üçüncü bir odaya götürüp oturttu., Sırmalı altın kaplarda nefis içecekler ve altın tepsilerin üzerine yerleştirilmiş fağfuri tabaklarda çeşitli şekerlemeler ve içecekler içilirken, hanende ve sazendeler gelerek ruhu dinlendiren musiki icrasına başladılar. Harun Reşit, kendi sarayında bulunan en iyi sanatçıların bunların derecesine ulaşamayacaklarını kalben tasdik etti ve böyle sıradan bir adamın bu şekilde seçkin bir yaşantı içinde olmasına hayret edip, hanendeleri büyük bir dikkat ve sevinçle dinlerken, Ebü’lKasım, dışarı çıkıp biraz sonra, bir elinde küçük bir değnek ve diğer elinde sapı gümüşten, dalları ile yaprakları zümrütten, meyveleri yakuttan yapılmış ufak bir ağacın üzerine büyük bir ustalıkla işlenip tasvir edilmiş, amber ve ud ağacından yapılan nefis kokulu kuvarslar bulunan küçük bir tavus kuşu heykeli olduğu hâlde içeri girip, söz konusu ağacı halifenin ayağının dibine koydu. Elindeki değnek ile ağacın üzerinde bulunan tavusun başına yavaşça vurunca, söz konusu tavus kuşu kanatlarını açarak ve kuyruğunu kaldırarak büyük bir hızla döndü ve içinde bulunan güzel kokuyu etrafa yaydı, koku bütün odayı kapladı. 27 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey Halife, söz konusu ağaç ile tavus kuşuna gözlerini dikmiş dikkatle bakarken Ebü’l-Kasım, söz konusu ağacı ansızın alıp dışarı götürdü. Harun Reşit, Ebü’l-Kasım’ın bu hareketine gücenip, kendi kendine, ‘Ne olacak, bu cahil Ebü’l-Kasım umduğum gibi biri değil, yol-yordam bilmiyor. Benim ağaç ile tavusa dikkatli baktığımı görünce kendisinden bana hediye etmesini isteyeceğim ihtimalinden mi korktu? Korkarım ki, vezirim Cafer’in, Ebü’l-Kasım’ın, karakterini iyice tanımaksızın cömertlik gibi övülmüş bir sıfatla onu nitelendirmesi hatadır’ diye düşündü. Halife, bu düşüncelerde iken Ebü’l-Kasım, gönül okşayıcı, inci ve mücevherlerle işlenmiş değerli nefis elbiseler giymiş gayet genç bir iç ağası; elinde, içinde kırmızı meşrubat bulunan, tek parça yakuttan yapılmış bir tasla içeri girip, gelip halifeye saygı ifade eden bazı hareketlerde bulunduktan sonra elinde olan kadehi halifeye sundu. Halife tası alıp içtikten sonra tası çocuğa tekrar verirken tasın içinin hiç içilmemiş gibi meşrubatla dopdolu olduğunu görünce, tekrar alıp bir damla kalmayıncaya kadar içip boş olduğu hâlde çocuğun eline verirken, tasın yine kendiliğinden bade ile dolu olduğunu gördü. Halife, ağaç ile tavusu unutup bu ilginç ve tılsımlı tasın mahiyetini sorunca Ebü’l-Kasım, “Efendim bu, tüm sanat sırlarına aşina marifet sahibi eski bir ustanın işidir” diyerek hemen o anda tas ile çocuğu alıp büyük bir telaş ve süratle dışarıya çıkınca, halifenin, bu harekete tavus olayından daha fazla canı sıkıldı ve “Bu cahil adam delirmiş; bana bu tuhaf şeyleri getirip göstermesiyle, ‘Bak, benim nelerim var’ der gibi âdeta bir çocuk tavrı ortaya koymasının yanı sıra kendisini takdir etmek için sevindiğimi ve hoşlandığımı görünce, sanki bunların üstüne konacakmışım gibi aceleyle kaldırması kadar âdaba aykırı ve çirkin bir şey olamaz. Ah Cafer! Cahil, 28 1001 Gündüz Masalları ahmak ve terbiyesiz adamları takdir edip bunlara büyük insanlarmış gibi göstermeyi inşallah döndüğümde sana göstereceğim” diye kendi kendine söylendi. Harun Reşit, Ebü’l-Kasım’ın durumunu ve ortaya koyduğu tavırları kavrayamayıp onu kınamaktayken, Ebü’l-Kasım ile birlikte türlü inci ve mücevherler takmış ve giydikleri de kendisine çok yakışmış nadide ve muhteşem bir cariyenin içeri girdiğini gördüğünde, doğrusu bu hepsinden fazla ilgisini çekip kendisini şaşırttı. Cariye, kendisine öğretildiği şekliyle halifeye saygısını gösterdikten sonra, halife, cariyeyi oturtunca Ebü’l-Kasım, hemen tam ahenkli bir saz istediğinde sandal ve abanoz ağaçları ve fildişinden yapılmış nefis bir saz getirilip büyüleyici güzellikteki o muhteşem cariyeye verildi. Cariye, bin bir türlü müzik nağmelerini büyük bir ustalıkla icra ettiğinde, Harun Reşit, cariyenin musiki sanatına bu kadar aşina olmasına çok hayret edip, artık kendisini tutamadı ve Ebü’l-Kasım’a hitaben, “Ey genç! Doğrusu Allah daha da arttırsın, gıpta edilecek bir yaşantınız var. Belki de çağınızdaki şahlar bile sizin kadar mutlu değillerdir, bunun için sizi tebrik etmek lazım” dedi. Ebü’l-Kasım, misafirin cariyeyi fazlasıyla beğendiğini görünce, elinden tutup odadan dışarı çıkardı. Dadı, hikâyeyi buraya kadar anlattığında güneşin battığını ve Ferahnaz’ın güzelliğinin ay gibi ortalığı aydınlattığını görünce sözü kesti. 29 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey 3. Gün Dadı söze başlayıp der ki; Bu durum halifeyi bir kat daha telaşlandırdığından az kaldı ki, sabır ve tahammülü bırakıp öfkesini ortaya koyacaktı. İyice düşünüp değerlendirdi ve kendisine hâkim oldu. O sırada ev sahibi de içeri girerek yeniden samimi şekilde sohbete ve muhabbete başladı. O gün akşama kadar böyle devam etti. Akşam olunca Harun Reşit, Ebü’l-Kasım’ın yaptığı izzet ikram ve misafirperverliğe çok teşekkür edip memnuniyetini ve minnettarlığını ifade ederek ve mazeret beyan ederek ikamet ettiği hana gitmek üzere izin istedi. Ebü’l-Kasım, asil huylu bir kişi olduğundan misafirinin gitmesini her ne kadar istemediyse de sıkılmış olabileceğini ve gitmesine engel olması durumunda onun rahat ve huzurunu engellemiş olacağını düşünerek, büyük bir saygı ve sempati içinde misafirini konağının kapısına kadar geçirdi ve hizmette görülebilen kusurları için de özür diledi. Halife, konakladığı hana giderken, yolda, “Ebü’l-Kasım, mal-mülk ve servet sahibi bir adamdır, sırf malıyla etrafa böbürlenip böylece itibar sahibi olmak derdindedir, fakat Cafer’in bu adamı cömertlikte benimle eşit tutması bir haksızlıktır. Çünkü, bu adam cömert ve yardımsever bir adam olsaydı, bana gösterdiği kıymetli eşyalardan hiç olmazsa birini bana hediye edip, ‘Benden sana yadigârım olsun’ derdi. Tüm yaşantısı ve yaptıkları sadece yabancılara hava atma ve bir gösterişten ibarettir. Yoksa, gerçekte çok cimri ve kıskanç bir kişi olduğunda şüphe yoktur. İnşallah, Bağdat’a döndüğümde Caferi yalan söylediği için iyi bir azarlayayım” diyerek hanına ulaşıp, kapıdan içeri girdiğinde, deve ve katırlara yüklenmiş; 30 1001 Gündüz Masalları ipekten yapılma çok değerli ve nefis halılar, çeşit çeşit değerli nefis kumaşlar, gümüşle süslenmiş sırmalı çadırlar, binmek için küheylan cinsinden güzel atlar ve hizmet için el-pençe duran birbirinden güzel, yaşıt ve benzersiz iç ağa ve kölelerle hanın bahçesinin dopdolu olduğunu gördü. Şaşkınlıkla bunların arasından geçip odasına doğru yöneldiğinde, Ebü’lKasım’ın konağında gördüğü mücevherlerden yapılmış ağaç heykeli ve tavus kuşunun ve güzellikte benzersiz olan ay parçası misali cariyenin elinde sazıyla; sevimli-yakışıklı iç ağasının da elinde yakut tasıyla kendisine yönelmiş vaziyette durduğunu gördüğü anda büsbütün hayrette kaldı. Bu şekilde odasına girince, hizmetçi ve kölelerin hepsi gelip halifenin huzuruna çıktılar ve saygı ve tazimlerini gösterdikten sonra, söz konusu cariye halifeye doğru yanaşıp, çok tatlı bir şive ile ve nezih tavırlarla atlas bir kese içinde bir mektup takdim etti. Halife, bunların Ebü’l-Kasım tarafından gönderildiğini anlayıp açıp okudu. Mektubun meali şöyleydi: “Çok değerli ve asil misafirim! Sizi tanıma şerefine erişemediğim için belki hizmette kusur etmişimdir. Öncelikle, gerek misafirlikteki muhtemel eksiklik ve kusurlarımdan ve gerekse diğer hatalarımdan dolayı affımı dilerim. İkinci olarak; haddim olmayarak takdim etmeye cesaret ettiğim hediyeleri kabul buyurmanızı istirham ederim. Şayet kabul etmeyecek olursanız, bu beni çok üzecek ve kederlere boğacaktır. Hediyelerden ağaç, tavus kuşu, iç ağası, bardak, lavta ve cariye ise siz onları görüp beğendiğiniz andan itibaren benim mülkümden çıkıp sizin olmuşlardır. Çünkü, benim tasarrufumda olan herhangi bir şeyi gelen misafirim beğendikten sonra o şey benim tasarrufumdan çıkmış ve misafirimin olmuştur. Dolayısıyla bunlar da sizin malınızdır.” Halife, mektubu okuduğunda, Ebü’l-Kasım’ın, kendi halkından ve sıradan bir insan olarak bu kadar cömert bir insan 31 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey olmasına gıpta etti ve daha önce düşündüğü gibi biri olmadığını ve cömertlikte ondan üstün kimse olmadığını anlayınca, ‘dünyada benden başka servet sahibi ve cömert biri yoktur’ diye böbürlenişine çok pişman oldu ve bir süre derin düşüncelere daldı. Bu düşüncelerden ayılınca, kendisinin hatalı, Cafer’in haklı olduğunu anlayarak teşekkür edip Cafer’den hoşnut oldu. Sonra, sıradan bir insanın bu kadar hediye vermesi, mutlaka sınırsız ve bitmez-tükenmez bir mala sahip olmasını gerektirdiğinden, bu serveti nereden ve nasıl elde ettiğini sormayarak hata ettiğine; bilhassa kendi hâkimiyeti altındaki bir ülkede böyle bir adamın kendisinden fazla ikbale sahip olması bir kat daha kendisine dokunduğundan, özellikle bunu anlayıp işin hakikatine vâkıf olmadıkça ve işin içyüzünü anlamadıkça Bağdat’a dönmemeye karar verdi. Bu ilginç durum halifeyi derin düşüncelere saldığı için, bu merak kendisini hemen Ebü’l-Kasım’ın yanına gitmeye zorladı. Gelen hediyeleri öylece bırakıp, geriye dönerek Ebü’lKasım’ın yanına geldi. Onu yalnız oturuyor durumda buldu ve şöyle dedi: “Ey benim dostum Ebü’l-Kasım! Gönderdiğiniz değerli hediyeleriniz çok makbule geçti. Bu sebeple oluşan aşırı sevincim beni size teşekkür etmek için gelmeye mecbur bıraktı. Fakat, zatıâliniz uygun görürseniz, onları yine size takdim edeyim, bunu sizden rica ediyorum. İnşallah, gördüğüm, benzersiz cömertlik ve asaletinizi, hizmet ve misafirperverliğinizi ve bana gösterdiğiniz ikram ve ihsanlarınızı Bağdat’ta benim gibi bilmeyenlere ilan edip yayayım.” Ebü’l-Kasım, halifenin hediyeleri bu şekilde geri vermek istemesinden fazlaca üzülüp kederlendi ve “Sizin bu biçareye bu muameleyi yapmanızın mutlaka bir sebebi vardır. Acaba bir kusurum mu oldu, yoksa benim tavırlarımda rahatsız edici bir şey mi gördünüz? Eğer siz memnun olsaydınız hediyeleri 32 1001 Gündüz Masalları reddedip sitem anlamına gelen bu tavrı ortaya koymazdınız” diyerek ortamı yumuşatıcı kelimeler kullanıp özürler diledi. Halife, söze başlayıp, “Sizin benim hakkımda yaptığınız lutuflar ve ikramlardan fazlasıyla memnun olup sevindiğimi Allah Teâlâ biliyor. Fakat bağışladığınız hediyeler şahların verdiği hediyelerden bile daha fazla ve değerli olduğundan, korkarım ki, tüm servetinizi böyle gereksiz yerlere harcayıp telef ederseniz, yakın zamanda bitirmiş olacaksınız; amacım bunu size hatırlatmaktan ibarettir” dedi. Ebü’l-Kasım, halifenin bu sözüne tebessüm ederek, “Efendim, bereket versin ki, söz konusu hediyeleri kabul etmek istememenizin benden kaynaklanan bir kusurdan dolayı olmadığını ifade ederek beni girdiğim sıkıntıdan ve üzüntüden kurtardınız, bunun için size teşekkür ederim. Eğer sizi rahatlatmış olacaksa şunu ifade edeyim ki; size verdiğim hediyelerden daha değerli ve pahalı olanlarını her gün bir adama verebilirim, bu benim için hiç zor bir şey değil. Bu belki size garip gelebilir, ama eğer hayat hikâyemi size anlatacak olursam hiç şaşırmayacaksınız. Madem öyle size kısaca özel hayatımı anlatayım” diyerek halifeyi alarak, daha önce gösterdiği odalardan çok çok iyi döşenmiş ve süslenmiş, içinde ud ve amber yanan ve etrafa güzel kokular saçan sırmalı buhurdanlar ve saf altından yapılmış gayet harika bir kürsü ve kürsü için özel döşenmiş bir ayak halısı bulunan baş döndürücü diğer bir odaya götürdü. Halife, bunları böyle bir adamın evinde görünce, kendini, kendinden daha güçlü bir kralın sarayında zannetti. Ebü’l-Kasım, halifeyi birçok iltifat ve gönül alıcı sözlerle o altın kürsüye çıkararak kendisi de yanına oturdu ve hayat hikâyesini anlatmaya başladı. Dadı, hikâyenin burasına geldiğinde akşam olduğunu gördü ve sözüne son verdi. 33 Mustafa Hâmi Paşa • Ali Raşit Bey 4. Gün Güneş, Ferahnaz’ın güzelliği gibi dünyayı aydınlattığında, dadı, hikâyeye devam edip Ebü’l-Kasım’ın ağzından anlatmaya başladı: “Ben, Abdülfettah adında bir adamın oğluyum. Babam Kahire’de doğmuş, mücevher alım-satımı ile uğraşmış, bu sayede mal-mülk ve servet edinmiş ve insanlar arasında meşhur olmuştur. Babam bu şekilde dillere destan bir servete sahip olunca, bu durumun Mısır kralının kıskançlığını ve düşmanlığını kamçılamasından ve bir süre sonra kendisine zarar vermesinden korktuğu için orayı terk edip hicret etmeye karar vermiş ve Kahire’den Basra’ya göç ederek orada çok zengin bir adamın kızıyla evlenip yaşamaya başlamıştır. Ben işte bu evliliğin meyvesi olarak doğmuşum. Yetiştirmiş oldukları meyvenin henüz zevkine varamadan anne ve babamın ömürleri son buldu ve bu dünyanın dağdağalı hayatından safa yurdu cennete kavuştular. Bunların malımülkü bana intikal ettiyse de gençliğin verdiği sarhoşluk ve gafletle, esen çeşitli rüzgârlara kapıldım ve ne kadar rezalet kapıları varsa hepsine girip çıkarak, zevk ve sefaya daldım. Böylece anne-babamdan bana kalan malı iki-üç yıl içinde tükettim, elde-avuçta bir şey kalmadı. Fakirlik ve ihtiyaç aklımı ve fikrimi yağmalayıp yok etti. ‘İnsan işin başında akıbeti düşünüp tedbir almalı!’ sözünü hiç aklıma getirmedim. Bu yüzden de son pişmanlık fayda etmedi. Uzun uzun bu durumdan nasıl kurtulacağımı düşünmeye başladım. Artık bahtlı ve ikbal günlerimin son bulduğu bu dönemleri böylece Basra’da geçirmek ve tamamen kendi akılsızlığım ve beceriksizliğim sebebiyle mâruz kaldığım şu fakirlik ve çaresizliği, iyi zamanlarımı bilenlere her an göstermektense 34 1001 Gündüz Masalları beni tanımayan başka bir diyarda geçirmek ve buna tahammül etmek benim için daha kolay ve daha hayırlıdır, diye düşünerek Basra’dan çıkıp başka bir yere gitmeyi iyice kafama koydum. Bunun üzerine elimde kalan tek şey olan evimi de satarak ticaret kervanlarının birisine katılıp Musul tarafına gittim; oradan Şam tarafına, oradan da Ariş çölü yoluyla Kahire’ye ulaştım. Ben, o zaman kadar izzet-i nefisle büyüdüğümden ve ömrümü zevk ve sefa ile geçirdiğimden, öncelikle artık bunlardan uzak olduğum için, ikincisi de gurbet ve yolculuğun, özellikle de çöl ikliminin çetinliği ve zorluğu her açıdan beni bunaltmış olduğundan Mısır’dan içeri girdiğimde büyük binalar ve camileri gördüğüm anda böyle bir şehre geldiğim için memnun olduysam da babam Abdülfettah’ın doğum yeri olan diyarda böyle perişan bir hâlde oluşumu hatırladıkça içimi hüzün kapladı ve derin bir pişmanlık duyarak, ‘Ey babacığım! Üzerine insanların kin ve düşmanlığını çekecek derecede servet ve itibara sahip olduğun bu Mısır diyarında şimdi hayatta olup şu sevgili oğlunun hâlini görseydin acaba ne kadar üzülürdün?’ diye iki gözüm iki çeşme ağladım. Böyle üzüntülü, çaresiz ve garip bir şekilde, üstelik de hiçbir yeri bilmediğim için Nil nehrinin etrafına geldim ve orada büyük bir saray gördüm. Meğer bu saray Mısır kralının sarayıymış. Benim bulunduğum taraf, sarayın arka tarafıydı. Bu şekilde şaşkın şaşkın bakarken pencerenin birinde güzel bir kızın oturduğunu gördüm. Öyle bir kız ki, güzellikte Züleyha gibiydi ve siyah saçları, uzunluk iddiasında uzun geceye meydan okurdu. Bunu gördüğüm anda ben de güzelliğine hayran olup kendimden geçtim ve âşık oldum. Kız bu şekilde kendimden geçtiğimi görünce pencereden çekildi. Ben zaten kendi dertlerimle boğuşurken bu bana öteki dertleri unutturdu. Akşam 35