17.01.2016

Transkript

17.01.2016
1
SÖYLEŞİ
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:86
18 Ocak - 24 Ocak 2016
bas-haber.com
1916 - 2016: Acıdan bir asır
Elveda Sykes - Picot!
1916’da Britanya, Fransa ve Rusya arasında Ortadoğu topraklarını bölüşmeyi amaçlayan anlaşma, bölge
halklarının kabusu haline geldi. 100 yıldan bu yana;
Araplar, Türkler, Farslar, Yahudiler, Süryaniler,
Ermeniler, Sünniler, Şiiler, Yahudiler, Hrıstiyanlar arasında kanlı bir boğazlaşmaya neden olan bu
anlaşma bir asrın ardından son kullanma tarihine
yaklaşıyor. Kürdistan halkı KBY’deki bağımsızlık
referandumunda Sykes – Picot düzeninin son unu da
oylayacak.
Sykes - Picot: 100 yıl sonra
MESUT YEĞEN
s09
Bölgenin zenginliğini sömürmeyi amaçlayan, bunun için Arapları 22 devlete bölen,
Kürdleri bu devletler arasında dörde bölen
ve bölge hakları arasında sınırsız bir nefret
ve çatışma düzeni kuran bu anlaşma gelinen
aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler açısından
geçerliliğini yitiriyor. Kürd halkı Britanya
ve Fransa’nın 100 yıl önce bölgede kurduğu
düzeni yıkarak Sykes – Picot’un Ortadoğu’ya
biçtiği kaderi değiştiriyor.
Sykes - Picot Anlaşması
geçersiz
S:08 - 09
Mehmet Bayrak:
Sykes - Picot, Enfal ile
bitiş sürecine girdi
S:04
S:02 - 03
Engizisyon, McCarthy, Miloseviç vs.
FERHAT KENTEL
Prof. Dr. Jabar Kadir:
s07
Kürdler ve Sykes - Picot
BİLAL SAMBUR
Devlet, onur, şeref
s08
SENNUR BAYBUĞA
s15
02
MANŞET
BasHaber
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak 22016
1 asırlık kanlı düzende geri sayım
Kürdler, Sykes – Picot kabusuna son veriyor
B
ritanya, Fransa ve Rusya arasında 1916’da Ortadoğu topraklarını
bölüşmeyi amaçlayan Sykes - Picot
Anlaşması bölge halklarının kabusu haline
geldi. 100 yıldan bu yana; Araplar, Türkler,
Farslar, Yahudiler, Süryaniler, Ermeniler,
Süniler, Şiiler, Hristiyanlar, Yahudiler,
Hrıstiyanlar arasında kanlı bir boğazlaşmaya neden olan bu anlaşma bir asrın
ardından son kullanma tarihine yaklaşıyor. Kürdistan halkı KBY’deki bağımsızlık
referandumunda Sykes – Picot düzeninin
sonunu da oylayacak.
Bölgenin zenginliğini sömürmeyi
amaçlayan, bunun için Arapları 22 devlete
bölen, Kürdleri bu devletler arasında dörde
bölen ve bölge hakları arasında sınırsız bir
nefret ve çatışma düzeni kuran bu anlaşma
gelinen aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler
açısından geçerliliğini yitiriyor. Kürd halkı
Britanya ve Fransa’nın 100 yıl önce bölgede
kurduğu düzeni yıkarak Sykes – Picot’un
Ortadoğu’ya biçtiği kaderi değiştiriyor.
Kürd halkı Britanya ve Fransa’nın 100
yıl önce bölgede kurduğu düzeni yıkarak
Sykes – Picot’un Ortadoğu’ya biçtiği kaderi
değiştiriyor. 1916’da Britanya, Fransa ve
Rusya arasında Ortadoğu topraklarını
bölüşmeyi amaçlayan anlaşma bölge halklarının kabusu haline geldi. Ortadoğu’nun
zenginliğini sömürmeyi amaçlayan bunun
için Arapları 22 devlete bölen, Kürdleri bu
devletler arasında dörde bölen ve bölge hakları arasında sınırsız bir nefret ve
çatışma düzeni kuran bu anlaşma gelinen
aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler açısından geçerliliğini yitiriyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü ve
İngiliz - Fransız ittifakının henüz kesin
bir galibiyete erişemediği dönemlerde,
takvimler 16 Ocak 1916’yı gösterdiğinde
imzalanıyor Sykes - Picot Anlaşması.
1917’de SSCB’de Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin ardından şimdiki adıyla Rusya,
anlaşmadan çekilerek bu gizli anlaşmayı
dünya kamuoyuna açıklıyor.
100. yılına geldiğimiz Sykes - Picot Anlaşması, Ortadoğu’nun sınırlarını çizen ‘yeni
düzenin’ adı olarak yorumlanıyor tarihçiler
tarafından. Kürdler bu sınırların ulusları
böldüğünü, bu bölünmüşlükten dolayı da
100 yıldır devletleşme mücadelesi verdiklerini söylerken, Arapların payına ‘yeni dizayndan’ biribiri ile boğuşan ve diktatörler
ile hanedanlar tarafından yönetilen 22 ülke
düşüyor. Ortadoğu’da 100 yıldır dinmeyen
çatışma ve nerfret kültürünün dayanağı
olarak gösterilen Sykes - Picot Anlaşması,
mevcut sınırların Fransız ve İngilizler tarafından çizilmesinin gerekçelendirildiği ana
metindir. Sadece Kürdler açısından değil,
Ortadoğu’nun bütün halkları bakımından
100 yıldır devam eden kanlı kabusunda de
adıdır aynı zamanda. BasHaber’e konuşan
akademisyen ve yazarlar Sykes – Picot
Anlaşması’nın geldiğimiz aşamada Kürdler
tarafından bitirildiğini ve Kürd halkının
mücadelesi ile artık bu düzenin sonuna
yaklaştığı konusunda hemfikir.
Doç. Yılmaz: Yeni dizayn emperyal
güçlerin istediği gibi olmayacak
Sykes - Picot düzeninin devam ettiği
Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelerin
de bu mutabakatın varlığının gerçeğini
gölgelememesi gerektiğini vurgulayan
Doç. Arzu Yılmaz, “Sykes - Picot Anlaşması yerinde bir referans olsa da bir süreç
olarak okumak daha doğrudur; çünkü
arkasından gelen birçok anlaşma var. Bu
yüzyıl boyunca Ortadoğu’da şekillenen
siyasi yapının zeminini netleştiren bir
çerçeveydi. Tabi ki Sykes - Picot üzerinden
bu siyasi sınırları tartışmak eksik kalır.
Çok önemlidir, bir referanstır; Sykes Picot’la başlayan bir sürecin içindeki diğer
anlaşmaları da gözeterek bir analiz yapmak daha doğru olacaktır. Bu anlaşmanın
bugünden bakıldığında en önemli tarafı,
sömürge devletlerinin bir emperyal düzenin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına uygun
bir biçimde yerleştirmelerinin süreciydi.
Sykes - Picot da bu süreç içerisinde imzalanan anlaşmalardan birisiydi. Bugünden
bakıldığında bu anlaşmanın en önemli
yanı içinde yerel ya da bölgesel unsurların
değil, doğrudan emperyal güçlerin var
olmasıdır. Bugüne referans gösterecek
olursak, bugün Sykes - Picot’un 100. yılı ve
Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesinden bahsediliyor. Bu bağlamda söylenecek
en önemli şey; bundan sonra sınırlar çizilecekse de bu sadece emperyal güçlerin iki
dudağı arasında ya da oturdukları masada
değil, alanda ve yerel ile bölgesel güçlerin
de iştirakiyle” olacaktır diye konuştu.
‘Sykes - Picot’un ortadan kalktığını ilk
iddia eden örgüt IŞİD’tir’ diyen Yılmaz,
“2014’te Musul’un ardından Rakka’yı ele
geçirince İslam devletini ilan etti ve ilan
edişiyle birlikte Sykes - Picot’un öldüğünü
iddia etti. Arap toplumunun gözüyle veya
bir Sünni referansla bakalım; Araplar da
sınırları aşan bugünkü siyasi sınırların ötesinde yeni bir siyasi birliğe dönük hareket
göremiyorsunuz. Sünnilere baktığınız
zaman da sadece IŞİD’i görüyorsunuz.
IŞİD’in dışında bir mobilizasyon söz
konusu değildir. Kürdler ölçeğinde de bakarsanız hali hazırda KBY’nin bağımsızlığı
konuşulurken bile sınırları aşan bir iddia
gündeme gelmiyor. Bunu Kürdistan ölçeğinden çıkarıp diğer parçalara baktığınız
zaman hali hazırda Kürd siyasi partileri
de bu sınırların yeniden düzenlenmesine
dönük siyasi bir söylem benimsemiyor.
Hali hazırda hem Kürd siyasal hareketi,
hem de diğer örneklerde enerji, bu siyasal
sınırlar içerisindeki düzenlerin değiştirilmesine dönük bir taleptir. Bunu hem
Arap Baharı ölçeğinde, hem Kürd siyasi
hareketi içerisinde hem de Suriye ya da
Irak ölçeğinde; ya da Tunus ve Mısır ölçeğinde söylemek mümkündür. Fotoğrafı,
bu netlikte gördüğünüz zaman burada bir
şeyi daha gözardı etmek gerekiyor: uluslararası toplumun Arap Baharı ile birlikte
Ortadoğu’da sınırları aşan siyasi krize en
erken verdikleri refleks, ulusal sınırların
korunmasından yana oldu. Dolayısıyla
bunun bize bugünkü durumu açıklamada
ya da Sykes - Picot’un 100. yılında bundan
sonra ne olacağına ilişkin kafa yorduğunuzda iki şeye dikkat etmemiz gerekiyor:
1. Uluslararası toplumun buna ilişkin ne
kadar güç ve enerji ortaya koyacağı muğlak olsa da hali hazırda Ortadoğu’da Sykes
- Picot’la sınırların korunması yönünde bir
refleksle hareket ettiği tartışmasızdır.
2. Hali hazırdaki siyasal talepleri göz
önünde bulundurduğumuz zaman bu
sınırların dönüşmesi yönünde bir talep de
görmüyoruz. Sadece IŞİD ölçeğinde bir
talep görüyoruz. Bunu bir kenara koyalım,
öbür taraftan baktığınız zaman mevzu şu
ki, Sykes - Picot’la başlayan süreçte çizilen
sınırların artık devam etmeyeceğine ilişkin
tartışma asıl zeminini merkezi güçlerin
sınırlar üzerindeki kontrolünü kaybetmesinde aramak gerekiyor. Dolayısıyla da
“burada ne olacak?” sorusu ortaya çıkıyor.
Yüzüncü yılında veya kriz bağlamında
“işte değişiyor” dalga yükseliyor gibi görünse dahil, parametreleri tek tek incelediğiniz zaman pek de böyle olmadığını
görmek” gerektiğini vurguladı.
Yazar Kutlay: Küresel güçler
Ortadoğu’yu yeniden şekillendiriyor
Sykes - Picot’un, haklı sebeplere dayanmayan gizli bir anlaşma olduğunu belirten
yazar Naci Kutlay, bu anlaşmaya Çarlık
Rusya’nın da dahil olduğunu, ancak Bolşevik devrimi sayesinde deşifre edildiğini
söyledi. Sykes - Picot’un kısa sürede sona
erdiğini söyleyen Kutlay, “çünkü dünyada
o zaman karar alıcılar Fransız ve İngilizlerdi. Ama dünya değişti. Bugün dünya artık
o eski dünya değil, ayrışmalar oldu” dedi.
Küresel güçlerin yeni süreçte
Ortadoğu’ya yeniden şekil verme çabasında olduğunu söyleyen Kutlay, sözlerine şöyle devam etti: “Nereye evrileceği
insanların arzu ve tavırlarıyla olmuyor.
Kürdlerin ki de böyle. Kürdler dört devlet
içerisinde parçalanmış, her bir parçası
ayrı bir şekil aldı. İran’daki Kürdler ayrı
şekillendiler, Irak’takiler ayrı. Birkaç sene
öncesine kadar Kürdler vatandaş olarak
kabul edilmiyorlardı. Ama şimdi Kürdler
federasyon ve kanton yöntemleriyle yeniden organize oluyor, örgütleniyorlar.”
MANŞET
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
3
SÖYLEŞİ
Anlaşmanın
maddeleri
1. Rusya’ya, Trabzon, Erzurum, Van
ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu’nun
bir kısmı,
2. Fransa’ya, Doğu Akdeniz bölgesi,
Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul
ile Suriye kıyıları,
3. İngiltere’ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.
4. Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği
topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz
denetiminde tek bir Arap devleti
kurulacak,
5. İskenderun serbest liman olacak,
6. Filistin’de, kutsal yerleşim yeri
olması nedeniyle bir uluslararası
yönetim kurulacaktır.
Mark Sykes
İngiliz yazar, diplomat, asker ve gezgin Sir
Mark Sykes, 16 Mart 1879’da İngiltere’de doğdu. Katolikliktir ve Doğu’ya yaptığı yolculuklar
yaşamına yön vermiştir. Cambridge’de Jesus
College’de iki yıl okumuş ardından Doğu’ya
uzun yolculuklara çıkmış, 4 yıl İstanbul’da
elçilikte çalışmıştır. Küçük Asya’ya yaptığı seyahatleri yolculuk anıları şeklinde yayınlamıştır.
1911 yılında Avam Kamarası’na seçilmiştir.
Sykes, parlamentoda bölgeyi bilen çok az politikacıdan birisidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun
topraklarının akibetiyle ilgili olarak, Sykes Picot Anlaşması’na giden yolda İngiltere’nin
önündeki alternatifleri açıklayan kişidir. 16
Şubat 1919’da hayatını kaybetmiştir.
Akademisyen Özel: Yerelin ve bölgenin
mutabakatı olacak
Sykes - Picot’un tam olarak bitmediğini ve sınırların yerli yerinde durduğunu
belirten akademisyen Soli Özel, Kürdlerin kendilerini yönetme kabiliyetlerinin
arttığını söyledi. Özel, “bağımsız olmaya
en yakın Iraklı Kürdlerin bağımsızlığı ertelenip, duruyor. Dünya sistemleri bugünkü
koşullarda bunu kabul etmeye razı değil”
dedi. Bu defa sınırları büyük güçlerin
belirlemeyeceğini vurgulayan Özel, sözlerini şöyle sürdürdü: “En azından yerelin
mutabakatı olacak, bölgenin mutabakatı
olacak. Üç düzlem var: birincisi yerel bir
kavga var. Sonra bölgesel bir güç savaşı var,
en başta İran ve Suudi Arabistan arasında.
Bir de küresel güçler var. Rusya ve Amerika böyle olsun dedikleri takdirde bile bu
sular durulmaz.”
Prof. Bruinessen: Sykes - Picot sadece
Rojava ve KBY arasındaki sınırdır
Georges Picot
Tarihçi François Marie Denis Georges - Picot
21 Aralık 1870’de Paris’te dünyaya geldi. Birinci
Dünya Savaşı sırasında imzalanan Sykes - Picot Anlaşması’nı Fransa adına Sir Mark Sykes
ile imzalayan diplomattı. Rus ve İtalyanların
da dahil olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölünmesine neden olan gizli antlaşmanın
mimarı olarak tarihe geçmiştir. Anlaşma tam
olarak uygulanmasa da, antlaşmanın ruhu
Ortadoğu’ya hakim olmuş, Osmanlı toprakları
bölünmüş, Arap devletleri kurulmuştur. 1919
yılında Sivas’a gelerek Heyet-i temsiliye yetkilileri ve M. Kemal ile görüşmelerde bulunan
Picot, Haziran 1951 yılında Paris’te yaşamını
yitirmiştir.
Sykes - Picot’un, Kürdler için değil
Araplar için önemli olduğuna dikkat çeken
Prof. Dr. Martin van Bruinessen, Sykes Picot’un Kürdlerin sadece Rojava ve Güney
kesimlerini ayırdığını ama Arap bölgesini
birçok parçaya böldüğünü ve bu nedenle Araplar için bu anlaşmanın önemli
olduğunu belirtti. Sykes - Picot’un IŞİD
sayesinde bittiğine dikkat çeken Bruinessen, IŞİD’in gelişmesinin KBY için devletleşme sürecini hızlandırdığını ve önemli
bir fırsat olduğunu söyledi. Bruinessen,
“Amerika’nın Irak’a müdahalesinden sonra
Irak’ta Şii - Sünni ilişkilerinin tamamen
koptuğunu görüyoruz. Şii ve Sünnilerin
barış içinde yaşamaları pek mümkün görünmüyor. Irak, Şii, Sünni ve Kürd bölgesi
olarak 3’e bölündü. Bu KBY’nin durumunu
daha da güçlendirdi” dedi. “Kürdlerin birleşmesi için Sykes - Picot’tan değil Kuzey
ve Güney arasındaki sınırdan söz edilmelidir” diyen Bruinessen şöyle diyor: “Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarından bahsediyoruz. Bu sınırlar hala önemli ve Türkiye
güçlü bir devlet. Geçen yaz çok önemli ve
sembolik bir olay gerçekleşti. KBY Peşmergeleri Türkiye Kürdistanı üzerinden
Kobanê’ye geçti. Yani üç parça sembolik
olarak birleştirildi. O çok önemli. Öyle bir
olay birkaç sene önce imkansızdı ve kimse
ön göremezdi. Rojava ve Kuzey arasında iyi
ilişkiler var. Sınır olmasına rağmen insanlar
kolaylıkla geçebiliyorlar. KBY’den Rojava’ya
giden çok kişi var.”
KBY’nin büyük bağımsız Kürdistan hayalinin olmadığını, fakat Mesud Barzani’nin
Kürdistan’ın diğer parçalarında bağımsızlık
şiarı ruhunun etkinliğini korumak adına
oralarda partiler kurup iyi ilişkiler geliştirdiğini aktaran Bruinessen, “KBY Başkanı
Barzani’yi seven parti, örgüt, cemaat ve
gruplar vardır. Sykes - Picot sadece Rojava
ve KBY arasındaki sınırdır. O da Kürdler
için çoktan önemini kaybetti. Bildiğiniz
gibi YNK Şam’da kuruldu. Hem PDK hem
de YNK Rojava’da yan partilerdir. Eskiden
beri Suriye Kürdleri Barzani’nin yanında
savaşıyorlar. Bu parçalar arasında çok eski
siyasal ilişkiler var. Son dönemlerde PYD
ve Güney’deki PKK sempatizanları ortak
hareket ettiler ve Şengal’e iki güç birlikte
geçti. Şengal, Sykes - Picot’un tam sınırı
ve Rojava’nın mı Güney’in mi o ayrı bir mesele ama çok özel bir bölge. Şengal’de hem
PKK, PYD hem de KDP kendi ağırlıklarını
koymaya devam ediyor” dedi.
Doç. Güneş: Sykes – Picot
mezhep temelli bir bölünmedir
Sykes ve Picot arasında tek bir görüşme
ile anlaşmanın gerçekleşmediğini söyleyen İstanbul Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.
Dr. Hakan Güneş, “yazışmaları, mektuplaşmaları ve nihai görüşmeleri içerir.
1917’den itibaren söz konusu yerler tam
olarak ele geçirilmeye başlandığında ve 1.
Dünya Savaşı’nın bitmesiyle de somut bir
biçim aldı. Başlangıçta tasarlanan anlaşma Sykes ve Picot arasında sabit kalmadı.
Türkiye’nin Adana-Mersin-Hatay bölgesini alan hattı, buna dâhil edilmedi. Buna
benzer değişiklikler yapıldı ve doğrudan
Fransızlar ile İngilizlerin kontrol edeceği
bölgeler konusunda yine savaştan hemen
sonra düzenlemeler yapıldı. İngiliz bölgesi
olarak tasarlanan örneğin Maraş, Fransız
bölgesi olarak” bırakıldığını söyledi.
1916’da Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle
Fransız ve İngilizlerin Arap yarımadası
dışında kalan Ortadoğu’daki toprakları
nasıl paylaşacağına dair bir iç düzenleme
olduğunu ifade eden Güneş, “bunun bir de
üçüncü tarafı vardır. Bunun üçüncü yüzü
Rusya’dır. Sykes - Picot, tek bir anlaşma
değildir. Burada önemli olan işgal edilen toprakların yeniden düzenlenmesini
İngiliz ve Fransızların karşılıklı konumunu
düzenlemektir. Her şeyi Sykes - Picot’a
bağlamayalım, ama başlangıç itibariyle
önemlidir. Sykes - Picot Anlaşması bilindiği üzere Kürdleri ve Arapları bölen bir
anlaşma değildi. İngiliz ve Fransız bölgesi
olarak Kürdler ve Araplar 2’ye ayrıldı.
Fransa ve İngiltere’nin ondan önceki 200
yıl boyunca bölgeyi işgal” ettiğine dikkat
çekiyor.
Sykes - Picot’un, IŞİD’in iddia ettiği gibi
veya Türkiye’deki bazı çevrelerin iddia
ettiği gibi Ortadoğu’nun küçük ulusal
birimlere ayrıldığı bir anlaşma olmadığını
ileri süren Güneş, “Mezhep temelli bir
bölünmedir. O dönemde hem Araplar
büyük bir topluluk, hem de Kürdler etnik
bir bölgeye sahip olmak istediklerinde
İngiliz ve Fransızlar buna itiraz ettiler.
Tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi. Osmanlı’da
da mezhebi temelde alt birimler işletildi.
Osmanlı’nın yaptığı biçimde mezhepçi
şekilde alt bölümlere böldüler, Fransız ve
İngiliz sektörüne ayırdılar. Sonra bunların
çevresinde çeşitli alt ulusal birimler ortaya
çıkardılar. Bütün bölgeyi mezhebi şekilde
yönetecek şekilde tasarladılar. Ulusal
herhangi bir ölçeğini kabul etmediler. Ne
Kürd ulusçuluğu, ne de Arap ulusçuluğu
anlamında kabul etmediler. Bu haritayı
değiştiren de Arap ve Kürd milliyetçiliğidir.
Mezhep temelli bölünmeyi yok eden üç
tane etken vardır: Kurtuluş Savaşı, Arap
milliyetçiliği ve Kürd ulusal hareketleri”
diye konuştu.
“Kürdler 100 yıl sonra Sykes - Picot’u
berhava etti”
Kürdlerin Sykes - Picot’ta hiçbir yeri
olmadığını iddia eden Güneş, “Kürdlerin
kendini gerçek ulusal mücadeleleriyle
adeta 100 yıl sonra Sykes - Picot’u berhava ettiklerini, devre dışı bıraktıklarını
görüyoruz. Bu fiili oluşum, yani Irak’taki
Kürd oluşumu, Suriye’deki Kürd oluşumu
ve belki de Türkiye’deki ulusal varlığı tek
bir Kürd varlığını işaret etmiyor; ama ciddi
bir tarihteki en gelişmiş noktasına doğru
geliyor. Kürdler ulusal bir varlık olarak
şekilleniyor. Esas olarak Suriye ve Irak’ta-
03
ki Kürdler için teritoryal kazanımlarının
ulusal düzeyde ifade edilmesi noktasında
bir zaman sorunudur. Muhtemelen Kuzey
Irak, bağımsızlık noktasına en yakın
oluşumdur, buna karşılık düzenlediği
takdirde Suriye’deki kantonlarda çok geniş
özerklikler” yaşanacağını ifade etti.
BİLGESAM Uzmanı Semin: Bağımsızlık
için en az 2 yıl gerekli
Sykes - Picot Anlaşması’ndan dolayı
KBY’nin bağımsızlık talebini dillendirmesinin konjonktürle bağdaşmadığını
iddia eden BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin, “çünkü Güney
Kürdistan’ın özellikle şuandaki siyasi-ekonomik-askeri yapısı bağımsızlık için hazır
değil. Referandum yapılabilir. Bir referandumun sonucu ne olursa olsun hemen
uygulanacak diye bir kural yok. KBY de
“biz referanduma gideceğiz, evet çıkarsa
bu, bağımsızlık için kullanılacak” diyor.
Halkın istekleri doğrultusunda bir adım
atılacak. Bunun hemen bir Kürdistan devleti kurulacak anlamında ifade etmediğini
belirtmek istiyorum. Bu, Türk basınında
özellikle çok yer alıyor. Bundan sonraki süreçte muhtemelen bu referandum aslında
ilk önce Irak Kürdistanındaki siyasi krizi
masa başında çözümüne yardımcı olacaktır. Sanmıyorum ki anlaşmanın 100. yılında
bağımsızlık harekete geçirilsin. Yapı buna
müsait değil, bunun için en az iki yıllık bir
süreç var. Siyasi meselelerin çözülmesi var,
ikincisi ekonomik kriz var. Üçüncüsü de
askeri yapıda eksiklik var. Ciddi bir orduya
ihtiyaç var. 100 bin Peşmerge’nin 30 bini
KYB, 70 bini KDP’li. Bununla bir devletin
ortaya çıkması çok zordur. Bunun için savunmasını, ekonomisini ve siyasi iktidarını
sağlaması gerekiyor. Dolayısıyla şuan için
bağımsızlık” sinyalinin olmadığını söyledi.
IMPR Başkanı Ayhan: Ortadoğu’da yeni
bir sistem oluşacak
Sykes - Picot’un bölge dışı güçlerin
projesi olduğunu belirten IMPR Başkanı
Veysel Ayhan, sadece Suriye ve Irak üzerinde değil, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya
kadar olan bölgeyi kapsadığını söyledi. Bu
bölgelerde fiili olarak rejimlerin değiştiğini
ve yeni bir düzen arayışının ortaya çıktığını
söyleyen Veysel Ayhan, “bir alt-üst oluş,
bir harmanlama, bir düzen arayışı, yeni
rejim arayışları ortaya çıkmış bulunuyor.
Ciddi anlamda kanlı bir süreçle de karşı
karşıyayız. Toplumların ayrıştığı, boğazlaştığı bir dönem yaşıyoruz. Bölge halkları
bu düzenin oluşmasında fazla etki alanı
oluşturamadılar. Ondan dolayıdır ki Sykes
- Picot döneme bakacak olursak huzur,
istikrar, güven, halkların yönetimde yer
alacağı bir sistem geliştirilemedi. Sonraki
dünya savaşında bu rejimler yeni bir sisteme dönüştürüldü. Daha sosyalist karakterlere sahip, daha ulus-devlet mentalitesi
uygun bir grubun egemen olduğu yapılara
dönüştü” dedi.
04
MANŞET
Akademisyen Ramazan Tunç:
Sykes - Picot
kıyımlara yol açtı
Akademisyen Ramazan Tunç, Sykes - Picot
şekillenirken bölgenin sosyal, kültürel ve tarihsel gerçekliklerinin göz önünde bulundurulmadığını ve bu nedenle 100 yıldır Ortadoğu’da
suların durulmadığını ve sürekli çatışmaların
olduğunu dile getirdi. Bu çatışmaların bir şekilde başta ABD olmak üzere, Fransa ve İngiltere
gibi dışarıdaki süper güçlerin gözetiminde
kontrollü bir şekilde günümüze kadar devam
ettirildiğini aktaran Tunç, “Bu dizaynın memnuniyetsizliğini ortaya koyan bu çatışmalar
10-15 yılda bir ciddi kıyımlara sebep olmuştur.
Bölgenin realiteleri, tarihsel ve kültürel birikimi, sosyolojisi, kişileri ve coğrafi yapıları, bölge
dinamikleri göz önünde bulundurulmadan
oluşturulan hiçbir yapının istikrarlı bir şekilde
başarılı olacağını söylemek mümkün değildir.
Kontrolünü de zamanı geldiğinde yitirilebileceğini yaşanan son 10 yıllık süreçte buna tanıklık
etmiş bulunuyoruz” dedi.
Tunç, “Sykes - Picot’u reddettiğinizde ortaya
çıkacak sorunlar ve sonuçlar üzerinden nasıl
bir uzlaşmanın sağlanacağı da önemlidir.
Kürdler, Türkler, Araplar Ortadoğu’da bu yeni
şekillenme arifesinde Sykes - Picot’u reddetti.
Ama onun dışında ortaya çıkabilecek denge ve
güç dinamikleri konusunda uzlaşamadığı için
tekrar bir uzlaşının ortaya çıkacağını söylemek mümkün değil. Nihayetinde Sykes - Picot
sonrasında şekillenen Ortadoğu’da, 20’den
fazla Arap devleti ortaya çıkarken, Batı müttefiki olan bir Türkiye devleti oluşurken, tüm
Kürdlerin bu paylaşımda ortada bırakılması ve
coğrafi olarak bölünmesi, başka yeni sorunların
ortaya çıkmasına sebep oldu” dedi. 60’lı yıllarda
Türklerle Arapların ortak bir gelecek oluşturma
çabasına girdiğini belirten Tunç, şöyle devam
etti: “Geldiğimiz aşamada 60’lı yıllardaki birlikte yaşama arayışının sonuç vermediğini yine
Kürdler, Türkler, Araplar ve diğer Ortadoğu
halklarının Sykes - Picot sonrası o dizaynından
memnuniyetsizliğini ortaya koymasına rağmen,
kendi içerisinde nasıl bir dizayn olacağı konusunda bir uzlaşı içerisine girmemesi, günümüz
savaşlarının, nihai bir şekillenmeye doğru
evrildiğini gözlemliyorum.”
Sykes - Picot’un Ortadoğu’ya bıraktığı mirası
değerlendiren Tunç, şunları söyledi: “Güçlü
milliyetçilikler, küçük ulus devletçikleri ve ezilen toplumlar bıraktı. Günümüze kadar gelen
bu mirasın artık sürdürülebilir, yönetilebilir ve
istikrar getirebilen bir durum olmadığını görüyoruz. Sykes - Picot, 100. yılında Ortadoğu’da
milliyetçiliğin yeniden yükselişini beraberinde
getirecektir. Eğer yeni bir dizayn oluşacaksa,
Sykes - Picot sonrası oluşan güç dengesi ve uzlaşma, güç birikim merkezleri bakımından yeni
bir değerlendirme yapılacaksa, bu güç birikiminin dengeli olabilmesi için milliyetçiliğinde
yükselmesi gerekmektedir. Ortadoğu’da Kürd,
Türk, Arap ve diğer halklar üzerinden gelişecek
milliyetçilikler üzerine yeni bir dizaynın olma
ihtimali çok yüksek” diye konuştu.
BasHaber
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak 42016
HABER
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
5
SÖYLEŞİ
Sykes-Picot Enfal ile bitiş sürecine girdi
Mehmet Bayrak
Bundan 100 yıl önce 1916 yılında
yani 1. Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere’den Sir Mark Sykes ve
Fransa’dan M. George Picot tarafından
hazırlanıp, o günden bugüne kendi
ismiyle anılan ve Ortadoğu’nun yeniden
şekillenmesiyle sonuçlanan bir anlaşmaya varılmıştı.
Aslında, konuya ilişkin ilk gizli görüşmeler 1915’te başlamıştı. Ancak, bu
sürece nasıl gelindiğini doğru anlamak
için çok daha eskilere gitmek ve bu süreci belki Batı’nın reform ve rönesansını
yaptığı 16. yüzyıla götürmek gerekiyor.
Çünkü Osmanlı, daha 400 yıl önce reform ve rönesansını yapan Batı karşısında tutunamıyor ve sürekli geriliyordu.
Osmanlı’nın imparatorluğa dönüştüğü
16. yüzyılın son dönemleri, aynı zamanda duraklama ve gerileme sürecine de
tanıklık ediyordu.
Nitekim, 19. yüzyıla gelindiğinde
artık Batı karşısında tutunamayacağını
anlayan Osmanlı, Tanzimat adıyla bazı
yenileşme hareketlerine girişiyor ve Alman subaylarının gözetiminde ordusunu
modernleştirmeye çalışıyordu. Yüzyılın
ortalarında ise, Fransa ve İngiltere ile
birlikte Rusya’ya karşı savaşmak durumunda kalıyordu. Dahası, savaşı finanse
edebilmek için de bu ülkelerden borç
para almak zorunda kalıyor ve böylece
100 yıl sürecek Düyun-u Umumiye denilen devlet borçlanması süreci de böylece
başlıyor ve Osmanlı’yı yarı-bağımlı
duruma getiriyordu.
19. yüzyılın son çeyreğinde, sömürgelerin paylaşımında geri kalan Almanya,
dönemin ilerici aydınlarının deyişiyle
“tıpkı et-obur bir hayvan gibi” Osmanlı’ya
yöneliyor; II. Wilhelm ile II. Abdülhamid arasında bir dostluk kuruluyor ve
Anadolu- Bağdat Demiryolu’nun imtiyazı
Almanya’ya veriliyordu. Batılı emperyalist devletlerin bu canhıraş rekabeti,
1914- 1918 yılları arasında cereyan
eden 1. Dünya Harbi’nde Alman-Osmanlı
ve İngiliz-Fransız ittifakıyla bu ülkeleri
karşı karşıya getiriyordu.
Bu, aslında sonucu belli bir mücadeleydi. İttihad ve Terakki yönetimi, Hz.
Muhammed’in Sancağ-ı Şerif’ini ortaya
çıkarıp bunu bir Harb-ı Mukaddes ilan
etse de, sonranın galip devletleri olan
diğer müttefik güçler, daha 1915’ten
başlayarak Uzak Doğu’nun ardından
Yakın ve Ortadoğu’nun paylaşılması
konusunda görüşmeler yürütüyorlardı.
Bu gizli paylaşım planına 1916 yılından
itibaren Ruslar da müdahil oluyordu.
Buna göre; tüm Arap yarımadası
İngiliz ve Fransızlar arasında nüfuz
bölgelerine ayrılıyor; Lübnan ve Suriye
Fransa’ya; Bağdat dahil Güney Me-
zopotamya İngiltere’ye bırakılıyordu.
Akdeniz’de İngiltere’ye Hayfa ve Akra
gibi bazı limanlar verilirken; İskenderun
serbest liman olarak bırakılıyordu. Daha
Abdülhamid döneminde kimi toprakları
Yahudi zenginlere satılmış olan Filistin,
kimi kutsal yerler barındırdığı gerekçesiyle uluslararası bir yönetim altına
sokulacaktı.
Kürdistan ise tüm bu üç büyük
devlet arasında paylaşılıyordu. Kuzey
kesimi Rusya’ya, Doğu Kürdistan’ın
bazı kesimleri ile Rojava Fransızlar’a,
Güney Kürdistan ise ağırlıkla İngilizler’e
bırakılıyordu. Antalya başta olmak üzere
Güney Batı Anadolu’nun bazı yerleri
ise, sonradan savaşa katılan İtalya’ya
vaadediliyordu.
İşte, daha sonraki Sevr ve Lozan
Antlaşmaları’na temel teşkil eden tüm
bu gizli paylaşım planları, sonradan bu
iki diplomatın adına izafen “Sykes- Picot
Anlaşması” olarak tarihe geçti...
1917 Ekim Devrimi ardından Sovyetler Birliği adını alacak olan Rusya, işgal
ettiği toprakların önemli bir bölümünden
çekiliyor ancak 1920’de Ankara’da iş
başına geçen Kemalist hükümetin, 192122’de Fransızlar ve İngilizlerle yaptığı
gizli Ankara Anlaşmaları ile Güney’deki
İtalyanlar ile Ege’deki Yunanlıların “ipi
çekilerek” Türk toprakları güvenceye
alınıyor, Kürdistan gizlice ve hile ile
moda deyimle “ülkesi ve milletiyle”
dörde bölünüyordu. Efrin’deki Kürd
Dağı Kürdleri’nin 1922’de Ankara’ya
gelip bir “Muhtıra” vermeleri de sonucu fazla değiştirmiyor ve Lozan’a bu
gizli mutabakat üzerinden gidiliyordu.
1923 Lozan Antlaşması ile tam çözüme
ulaşmayan Musul-Kerkük petrolleri
sorunu Musul Komisyonu’na havale
ediliyor, Komisyon’un raporu doğrultusunda Milletler Cemiyeti’nce İngiltere’ye
bırakılıyordu. Türkiye, kendisine verilen
yüzde 10’luk hisseyi de 500 bin Sterlin
karşılığında İngiltere’ye satıyor ve işin
içinden çıkıyordu.
Kemalist yönetim, bir yandan Kuzey
Kürdlerini ittifak içinde tutup “ortak ve
eşit gelecek” vaadederken, bir yandan da
Güney Kürdlerini Şêx Mahmud Berzenci
öncülüğünde, muhtariyet öneren İngilizlere karşı kışkırtıyor ve bu ikili politikada
maalesef başarılı oluyordu. M. Kemal’in
“büyük politikacı” olarak sunulması da
herhalde bundan kaynaklanıyordu!
Aslında, Güney ve Batı Kürdlerinin
yönü her zaman Kuzey’e dönüktü. Zaten
90 yıl önceye kadar da tümünün kader
birliği söz konusu idi. Lozan’la başlayan
ve yakın dönemdeki Merkezi Antlaşma
Teşkilatı (CENTO)’ya kadar devam eden,
bölgede Kürd karşıtı bir sömürgeci politika söz konusuydu.
Nitekim, Sykes- Picot gizli anlaşma-
sı ile başlayıp Lozan ile bağıtlanan ve
Kürd halkını ülkesi ve milletiyle dörde
bölen menfaat temelli bu mutabakat;
aynı zamanda her parçada bir Kürd
sorununa da kapı açıyordu. Her parçada, bu bölünmüş halka tahakküm eden
egemen devletler de, bu sistemin devam
etmesi için ellerinden geleni yapmaktan
geri durmuyorlardı. Türkiye’nin sözde
“demokrasi”, İran’ın “monarşi”, Irak ve
Suriye’nin sözde “cumhuriyet” olmasına
bakılmaksızın; tüm bu devletler önce
Bağdat Paktı ile daha sonraysa merkezi
Ankara’da bulunan CENTO ile Kürdlere
karşı bir araya geliyor, ABD ve İngiltere
ise “hâmi devlet” sıfatıyla görev üstleniyorlardı.
1979’daki İran İslam İhtilâli ile bu
ittifak resmiyette sonlanıyor ama yeri
geldikçe gizlice yürütülüyordu. Bu sürece karşı en amansız mücadele ise Güney
Kürdistan’da veriliyordu. 19. Yüzyıldaki
mücadele bir yana, 20. yüzyıl başlarında
Şêx Abdusselam Barzani ile başlayıp,
günümüze kadar uzanan bir süreçtir bu.
Sykes-Picot Anlaşması ile başlayan
talihsiz süreçte “sonun başlangıcı”na
gelinmesi, Saddam yönetiminin 1988’de
gerçekleştirdiği Halepçe Katliamı’nı
sürecinde 200 bine yakın Kürdün katliyle
sonuçlanan Enfal Soykırımı’dır. 20.
yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen
bu “kimyasal soykırım”, Kürd sorununun
dünya gündemine ve çözüm sürecine
girmesinde bir milattır.
Saddam türü ırkçı-faşist Arap yönetimlerinin dölyatağından beslenen 20.
ve belki de 21. yüzyılın en karanlık ve
insanlık- düşmanı yapılanmalarından
biri olan DAİŞ’in, gerek mazlum halklar
ve gerekse insanlık mirası Ortadoğu
tarihine yaptığı kötülük, hiç bir zaman
silinmemek üzere insanlığın hafızasına
kazınmıştır. “Mazlumiyet” iddiasıyla ortaya çıkan bu “zâlim sopası”nın yüzündeki
kirli örtü yırtılmıştır. Keza, Irak’ın ikinci
büyük şehri konumundayken, çeşitli
sömürgeci menfaat güçlerinin açık ya da
örtülü desteğiyle Musul’u ele geçiren ve
mazlum halklara, topluluklara saldıran
bu insanlık düşmanı çeteyi, kimlerin
gerilettiği ve darbelediği de ortadadır.
Eğer Türkiye’nin de çok yönlü ve çok
boyutlu desteğinin ardından son müdahalesi olmasa, bugün Rojava’nın tümü ve
Suriye bu işgalci çetelerden tamamıyla
arındırılmış olacak ve beli kırılacaktı.
Açıktır ki, herşeye rağmen bu süreç
ilerlemekte ve büyük hasarlar verilse de
aydınlık bir geleceğe doğru yürünmektedir. Çünkü unutmamak gerekir ki, hak
ve haklılık her şeyin üzerinde olduğu gibi
toplumsal gelişme kanunları da insanlık
düşmanlarının çıkardığı tüm kanunların
üzerindedir.
05
‘Akademisyen
müsveddeleri’ ve pahalı
pabuç
Kürdler, Irak
Ordusu’ndan
ayrılıyor
S
on 12 yılda iki defa dağılan Irak Ordusu’nda yüzde
17 olması gereken Kürdlerin oranı, orduda artan Şii
eğilimden dolayı yüzde 2’lerin altına düştü. Irak
Ordusu’ndan ayrılan Kürd askerlerin Peşmerge güçlerine
katılmaları Kürdler açısından kazanç hanesine yazılırken,
Irak’ın diğer bölgelerindeki sivil Kürdlere Şii baskılarının
artması kaygıları artırıyor. Kürd askeri uzmanlar, Kürdlerin ordudan ayrılmalarını Kürdistan’ın bağımsızlığa doğru
gidişinin işareti olarak yorumluyor. Irak Anayasası’na göre
Kürdlerin orduda yüzde 17’lik oranda yer alması ve Genelkurmay Başkanı’nın da Kürd olması gerekiyor. Ancak,
Maliki’nin başbakanlığı dönemide başlayan Kürdleri dışlama siyaseeti, İbadi hükümeti döneminde de devam edince
Irak Ordusu Şii bir güce dönüşerek Kürd ve Sünnilerden
arındırılmaya başlandı. Geçtiğimiz aylarda Irak Genelkurmay Başkanı General Babekir Zebari’nin Barzani’nin emri
ile görevinden ayrılması ardından ordudaki diğer Kürd
subay ve askerler de ayrılmaya başladı. Şii renge bürünen
ordunun diğer halk ve unsurları içerisinde barındırmama
ve baskıyla ordudan uzaklaştırması neticesinde gerçekleşse de, Kürdlerin ordudan uzaklaşmasının en büyük sebeplerinden birinin bağımsızlık hazırlığı olduğu bu nedenle
Peşmerge Güçlerine katılmaları olarak değerlendiriliyor.
Saddam sonrası yeni ordu
Irak’ta 2003’te Saddam’ın devrilip federal sisteme geçişle
birlikte dağılan ordunun yeniden kurulması çalışmaları da
batılı ve özellikle ABD tarafından desteklendi. ABD öncülüğündeki uluslararası ittifak tarafından, Irak Ordusu’nun
yeniden kurulması için 25 milyar dolarlık bir kaynak temin edildi. Bu çerçevede zaman içerisinde yeni kurulan bu
ordu 400 adet Rus ve Amerikan tankı, 2500 zırhlı askeri
araç, 278 insansız, nakliye ve savaş uçağı, 129 helikopter
ile birlikte fazlaca bir konvansiyonel silaha sahip oldu.
Asker sayısının 250 bine ulaşması için de büyük uğraşlar
verilmesine rağmen hiçbir zaman bu sayıya ulaşılamadı.
Bu süreçte anayasada yüzde 17’sinin Kürdlerden oluşması
gerektiği vurgulanmasına rağmen ordudaki Kürdlerin oranı hiçbir zaman bu orana ulaşmamış, buna rağmen hatırı
sayılır bir oranda ordu içerisinde yer edinmişti. Anayasa’ya
göre Genelkurmay Başkanı’nın da Kürd olması gerekmesine rağmen geçen sene Genelkurmay Başkanlığı görevini
yürütürken, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin isteğiyle görevinden ayrılan Orgeneral Babekir Zebari’nin yerine yine
Barzani tarafından General Enwer Mihemed ismi önerilmesine rağmen Başbakan Haydar İbadi bu şartı ihlal etmiş
ve Şii General Osman el Ganemi’yi Genelkurmay Başkanı
olarak atamıştı. 2014’te IŞİD’den yediği Musul darbesiyle
2003’ten sonra ikinci kez dağılan Irak Ordusu, envanterindeki ağır silahların çoğunu da kuşkulu bir şekilde IŞİD’e
kaptırmıştı. Mevcut savaş koşullarında kaydedilmesinin
HAKAN TAHMAZ
imkansız olduğu istatistiki verilerin olmamasına karşın
Kürd askeri uzmanlar, 2003’te Saddam’ın devrilip federal
sisteme geçiş sürecinden sonra yüzde 17’lere yaklaşan ordu
içindeki Kürdlerin oranının bu gün yüzde 2’lerin altına
indiğini söylüyor.
Şii milislerden Kürdlere baskı
Kürdistan’da bağımsızlık hazırlıklarının hızlanması
ile, ordu içerisinde Kürdlere uygulanan baskının yanı
sıra, Irak’ın diğer bölgelerinde sivil Kürdlere karşı da
baskılar arttı. KBY dışındaki Kürdlerin baskılardan dolayı
Kürdistan’a göç etmek zorunda kaldıkları bildiriliyor.
Konu hakkında açıklamalarda bulunan Irak Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonu Üyesi PDK Milletvekili Rênas
Cano, Bağdat Yönetimine bağlı bakanlık ve diğer diğer
kurumlarda çalışan Kürdlerin de artan baskılardan ve
güvenlik birimlerinin bunların güvenliklerini sağlayamadığından dolayı görevlerini bırakıp göç etmek zorunda
kaldıklarını, Şii milislerin de Kürdler üzerinde ciddi bir
tehdit oluşturmaya başladığını söyledi.
Avni: Koşullar ayrılmayı gerektiriyor
Konuyla ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan PDK
Başkanlık Meclisi Üyesi Ali Avni, Irak Ordusu’nun özellikle son zamanlarda artan bir şekilde Şii hüviyetine büründüğünü ve bu değişim neticesinde en üst rütbeden en
alttaki askere kadar Kürdlerin ordudan uzaklaştırıldığını
söyledi. Irak Anayasası’na göre Peşmerge’nin resmi orduyla
aynı kategoride bulunduğunu ve giderlerinin de merkezi
yönetim tarafından karşılanması gerekmesine rağmen, şu
ana kadar Bağdat’ın Peşmerge’nin ihtiyacı için hiçbir mali
destekte bulunmadığını ve IŞİD’e karşı bozguna uğraması
ardından Bağdat’ın da umudunu Peşmerge’ye bağlamak
zorunda kaldığını söyledi. Kürdlerin Irak Ordusu’ndan
ayrılıp kendi ordularında yer edinmelerinin gerektiğini
söyleyen Avni, Irak Ordusu’nun Irak’ın kuruluşundan beri
Kürdlerin ordusu olmadığını, satın aldığı ilk uçakla Kürd
köylerini bombaladığını, ilk askeri operasyonunu Kürd
güçlerine karşı gerçekleştirdiğini artık Kürlerin bu zulümden ebediyen kurtulmasına ramak kaldığını belirtti.
Kerkûkî: Ordudan ayrılmak doğru tavır
BasHaber’in sorularını yanıtlayan Peşmerge Komutanı
Dr. Kemal Kerkuki de, Kürd asker, subay ve üst düzey
komutanların Irak Ordusu’ndan ayrılmasının doğru bir
tavır olduğunu, bunun bağımsızlığa olan inancının vücut
bulma hali olduğunu vurguladı. Irak Ordusu’ndan ayrılan
Kürd askerinin Peşmerge’ye katılmalarının anlamlı bir
mesaj olduğunu dile getiren Kerkuki, bu saatten sonra
Irak Ordusu’nun kaderinin kendilerinin için önemli olmadığını vurguladı.
“Bu ülkenin akademisyen ve
araştırmacıları olarak bu suça ortak
olmayacağız” başlığı ile 1000’den
fazla akademisyenin ortak imzasıyla
yayınlanan bildiri, Türkiye için bir
dönüm noktası olacağa benziyor. Bu,
bildirinin içeriğinden kaynaklanmıyor. Devlet erkânın ve mütedeyyin
kesimlerin bildiriye yaklaşımlarının
ve aşırı tepkilerinin yaratığı toplumsal, siyasal, sosyal ve kültürel sonuçların ulaşacağı boyutlarıyla ilgili bir gelişme olacak.
Bildirinin beklentilerin ve öngörülenin çok ama çok
ötesinde sarsıcı ve yaygın etki yaratmasına bu aşırı tepkiler
ve düşmanlaştıran yaklaşımlar yol açtı. Bu bakımdan
imzacılar muratlarına erdiler diyebiliriz. Bildiri ulus ötesi
tartışmanın konusu oldu.
Cumhurbaşkanın bildiriye imza atanları, ‘vatan haini’
ilan etmesi ve “Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız
karanlık”… “Bu devletin ekmeğini yiyorsunuz” diye
seslenerek yargıyı, YÖK’ü tüm devlet kurumları göreve
çağırması ve sonrasında yaşananlar dönüşümün yönünü
gösteriyor. Bu yönün barış ve demokrasi yönü olmadığı
akademisyenlere anında tek tek açılmaya başlayan idari ve
adli soruşturmalardan ve görevden uzaklaştırmalardan çok
net anlaşılıyor. Daha da ötesi bir mafya liderinin, akademisyenleri ve toplumu “Sözde Aydınlar Çanlar İlk Önce Sizin
İçin Çalacak” başlıklı açıklamasında “Oluk oluk kanlarınızı
akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” diye tehdit etmesini
hükümet yetkililerinin büyük bir sessizlikle izlemeleri,
hükümetin muradını ve beklentisi açığa vurdu. İster istemez akıllara dün, kendini devletin sahibi olarak görenlerin
toplumu Veli Küçük gibi emekli generaller aracıya dizayn
etmeye çalışmalarına benzer bir biçimde, bugünün devlet
sahipleri, mafya kalıntısı sivilleri kullanarak toplumu sindirerek dizayn etmeye mi çalışılıyor sorusunu getiriyor.
Barış ve demokrasi yönünde ilerlemeyi terk ederek,
otoriter yönetim anlayışa doğru yol almayı hızlandırmak
Kürd sorunu gibi radikal demokratikleşme ihtiyaçlarını karşılamayı çok daha zorlaştıran sonuç doğuracaktır. Çözümün
gelişmesi kitlelerde güven duygusunun güçlendirilmesiyle
sağlık bir biçimde olabilir. Bugün çözüm yolunda geri
dönüşle birlikte toplumda sarsıcı etkiler yaratan her adım
ve politika yarın yurttaşların güven duygusunu daha fazla
kırılmasına yol açma tehlikesini barındırıyor. Güvensizliği
derinleşmesi ve kalıcılaşması çözümün önündeki en büyük
engellerden biridir.
Devleti eleştirmeyi, suçlamayı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı dışa tutmak, terör örgütüne destek vermeye
veya vatan hainliği suçlamasına ulaştırmak, AK Parti’nin
son iki yıldır oturtmaya çalıştığı her şeyi “millileştirme”
politikasıyla otoriter ve güçlü devlet olma yönelimin bir
sonucu olsa gerek. Benzer millici politikalar dün askeri
bürokrasinin kurduğu cumhuriyete millet yaratma politikası
olarak tecelli etmişti. Bugün ise yeni Osmanlıcılık olarak
tanımlanan tek mezhebe dayalı siyasal elitlerin devletinin
inşasının tecelli etmesinde başla bir şey olamayacaktır.
Bu nedenledir ki, toplumda bu politikalar güçlü karşılık
buluyor. Dünün mazlumlarının rızasını almak kolay ve basit
yollarla başarılıyor, bir anda bugünün zalimlerine dönüşebiliyorlar.
12 Eylül askeri darbe yöneticileri, Aydınlar Bildirisi’ne
nasıl yaklaştığıysa bugün de Barış İçin Akademisyenler
Girişimi’nin bildirisine benzer yaklaşıldı. Ancak bugünün
yöneticilerinin hesaba katmadıkları dünyada, bölgede ve
ülkede yaşanan değişimdir. Her şeyin değiştiği, sorunların
ulus ötesi boyut kazandığı bir dönemin dinamiklerini
dikkate almayan yaklaşımlar tehlikeli sulara kulaç atmaya
benziyor. Büyük bir hüsranla sonuçlanabilir. 1.128 akademisyeni vatan haini ve müsvedde ilan etmek ağır sonuçlar
doğuracaktır.
06
HABER
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
KBY’de ekonomik ve bürokratik reformlar
Referandum öncesi birlik
K
Mustafa Turan
BY’de, PDK-YNK görüşmelerinin
olumlu geçmesi bağımsızlık ilanı
öncesinde gerekli olan birlik ve
ortak tavır umudunu artırırken, Goran
Hareketi’nin yarattığı belirsiz durum sürüyor. Bu arada Güvenlik Müsteşarı Mesrur
Barzani’nin karşıladığı diplomatik heyetlere IŞİD’e karşı savaş için gerekli desteğe
vurgu yapılırken, bağımsızlık konusunda
Kürd tarafının kararlılığı vurgulanıyor. KBY
Başkanı Barzani de diplomatik görüşmelerinde mezhepsel zıtlaşmanın tehlikelerine
vurgu yaparak, bu durumun IŞİD sonrası
risklerine dikkat çekiyor. Petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel doların dinar karşısındaki yükselişine rağmen ekonomik krize
önlem amacıyla geliştirilen reformların da
startı verildi. Çift maaşlılık, proje geliştirmek için devletten kredi almış şirketlerin
borçlarını ödemesi ve enerji israfına karşı
önlemler gibi önemli konuları kapsayan
yeni reform hamlesinin yakın bir zamanda
ekonomideki olumlu yansımalarının görülmesi bekleniyor.
Ulusal birliğe doğru
Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı
Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu talimatı ardından ulusal ittifak
arayışları devam ederken, eş zamanlı Kürdistan sınırlarını belirleyen ve güvenceye
alan hendek kazma çalışmaları, ekonomik
krize karşı reform hamlesi ve diplomasi
faaliyetleri de seferberlik ruhuyla devam
ediyor. Bu gelişmelerin yanı sıra siyasi parti
temsilcilerinin referandum ve bağımsızlık
konusundaki açıklamaları birlik umudunu yeşertiyor. PDK Politbüro Üyesi Arif
Ruşdi, Bağdat’taki bazı unsurların KBY’ye
karşı düşmanca tutumlara giriştiğini, bu
uğursuz ve sakat bakışın Kürd halkının en
doğal hakkı olan kaderini tayin hakkını
ellerinden alamayacağını, buna karşın tüm
partilerin bağımsızlığın ön aşaması olan
referanduma hazır olmaları gerektiğini
belirtirken, YNK Politbüro Üyesi Herêm
Kemal Axa, Arap ve Avrupa ülkelerinin
Kürdistan devletinin kurulmasını desteklediğini, Kürd düşmanlarının en zayıf
dönemlerini yaşadıklarını, dolayısıyla bu
fırsatın kaçırılmamasını ve referandumun
gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi.
Bizotnewey İslami Grup Başkanvekili Şiwan Qeladizeyi ise partilerinin bağımsızlık
referandumunu desteklediğini ve bu tarihi
fırsatın kaçırılmaması gerektiğini belirtti. BasHaber’e konuşanlardan Yekgirtuyi
İslami Sözcüsü Ebubekir Ali Karwan da
Sykes-Picot’un 100. yılında Kürdler tarafından geçersiz kılındığını ancak bağımsızlık
için ulusal birliğin şart olduğunu belirtti.
Goran dışında tüm siyasi parti temsilcileri
ulusal birlikle ilgili benzer açıklamalar
yaparken ekonomik krizin aşılması için
başlatılan reform hamlelerine desteklerini de vurguluyorlar. KBY Yüksek Seçim
Kurulu Başkanı Bilind Hindirên Mihemd
ise bağımsızlık referandumu hakkındaki
teknik detayları verdi. Mihemed, Kürdistan Bağımsızlık Hazırlık Komisyonu’nun
(KBHK) şimdiye kadar referandum
çalışmalarına başlamaları için kendilerine başvurması halinde Bağdat’tan onay
almaksızın referandumun 280 gün sonra
gerçekleştirilebileceğini söyledi. Hindirên,
referandumda sadece evet ve hayır mührü
basılan kağıtlar ile gerçekleştiğinden
parlamento seçimlerinden daha zahmetsiz
olduğunu söyledi.
PDK-YNK görüşmeleri olumlu
Siyasi ve ekonomik krizi çözmek ve içte
bağımsızlık referandumuna uygun zemin
oluşturmak için KBY Başkanı Mesud
Barzani’nin işaretini verdiği ve geçen hafta
başlayıp devam eden partiler arası görüşmeler içte birlik umudunu artırdı. Geçen
hafta başlayıp Salı günü devam eden PDKYNK görüşmelerinin olumlu sonuçlandığını ve tarafların görüşmeler sonucunda
karara varmaya yakın oldukları bildiriliyor. Süleymaniye siyasi kulislerinden
gelen bilgilere göre YNK’nin konsensüse
yakın olduğu belirtiliyor. Başkent Erbil’de
Başbakan Nêçirvan Barzani liderliğindeki
PDK üst düzey yetkilileri ile YNK Politbüro
Sorumlusu ve Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Mele Bextiyar liderliğindeki YNK
heyetleri arasında gerçekleşen toplantı
ardından Bextiyar, toplantının PDK’ye
sundukları ve bir karara bağlanamayan 5
önerilerinin tekrar görüşüldüğünü ve bu
konuda ilerleme kaydettiklerini söyledi.
Bextiyar bu önerilerin siyasi tarafların KBY,
Irak, diğer Kürdistan parçaları ve Ortadoğu
ile ilgili ortak istemler üzerinde buluşmasıyla ilgili olduğunu söylerken, Başbakan
Nêçirvan Barzani de YNK’nin önerileri konusuda bir mutabakata varabileceklerini
belirterek bu olumlu havayı yansıttı. Petrol
fiyatlarının düşüşü ve doların dinar karşısında 1.27 seviyelerine yükselişinin KBY’ye
etkileriyle ilgili de konuşan Barzani, petrol
fiyatlarındaki düşüşün devam etmesinin
Kürdistan’daki ekonomik krizi biraz uzatabileceğini, ama yıl sonunda iyileşmenin
başlamasını öngördüklerini kaydetti.
Memuzini: Tüm taraflar
bağımsızlıkta mutabık
Siyasi partilerin bağımsızlık referandu-
Barzani: IŞİD sonrası azınlıklara güvence
KBY, içte birlik arayışlarını devam ettirip
sınırda hendek kazarak savunma tedbirleri
geliştirirken yoğun diplomasi faaliyetlerini de
sürdürüyor. Erbil’de diplomasi trafiğinin yine
yoğun olduğu haftada KBY Başkanı Mesud
Barzani, Batılı önemli konukları ağırladı.
Erbil’de Hollanda Başbakan Yardımcısı Lodwijik
Asscher ve Savunma Bakanı Jeanine Hennis
ile beraberindeki heyeti kabul eden Barzani,
Hollanda heyetiyle IŞİD’in yenilmesi ve elinden
alınan bölgelerin yeniden inşasını ve Peşmerge
Güçleri’nin askeri ihtiyaçlarının karşılanması
gibi konuları konuştu. Görüşmede IŞİD’in yenilmesi ardından Musul ve diğer bölgelerin nasıl
yönetileceğiyle ilgili görüş alışverişi yapılırken,
etnik ve dini azınlıkların geleceklerinin güvence
altına alınması gerektiğini vurgulayan Barzani,
Peşmergeyle uyum halinde IŞİD’e karşı ulusla-
rarası ittifakın düzenlediği hava saldırılarında
sivillerin hedef olmadığını söyledi. Hollanda
heyeti de 2 milyonu aşan sığınmacıyı kucaklamalarından dolayı KBY Başkanı’nı tebrik ederek
Peşmerge’ye desteklerinin devam edeceğini
belirtti.
Çek Cumhuriyeti Savunma Bakanı Yardımcısı Jakub Landoveski başkanlığındaki Çek
heyetini kabulünde ise Barzani, mevcut savaşın
mezhepsel zıtlaşmalar neticesinde başladığını
ama Kürdlerin mezhep savaşının bir parçası
olmayacaklarını vurgulayarak “Kürdistan halkı
birlikte yaşam ve hoşgörü kültürüne sahiptir”
dedi. Landoveski de IŞİD’e karşı savaşta Kürdistan halkının yanında yer alacaklarını vurgulayarak Peşmerge’ye askeri yardımlarını devam
ettireceklerini söyledi.
munda mutabık olduğu KBY’de devam
eden diyalog girişimlerinin amacının da
referanduma gidilirken anlaşmazlıkların
bitirilmesi veya asgari seviyeye çekilmesi
olduğu vurgulanıyor. PDK-YNK görüşmeleri hakkında BasHaber’e konuşan PDK’li
Said Memuzini de iki parti arasında mutabakatın sağlanması ardından KBY Başkanı
Barzani’nin bu mutabakata iştirak etmeleri
için tüm siyasi parti temsilcileriyle bir toplantı gerçekleştirebileceğini söyledi. Tüm
siyasi partilerin bağımsızlık ve referandum
konusunda hemfikir olduğunu dile getiren
Memuzini, önemli olanın referanduma gidilirken çelişki veya sorunların buna engel
olmayacak seviyeye çekilmesi olduğunu
söyledi.
Goran yeni bir kalkışmaya girişebilir mi?
Süleymaniye’den siyasi gözlemcilerin
başlayan diyalog girişimlerinin ülkenin
diğer kesimlerinde olumlu bir hava ortaya
çıkarmasına karşılık özellikle Goran tabanında rahatsızlıkların devam ettiğini ve bir
aylık zaman diliminde Goran’ın yeni bir
protesto dalgası başlatabileceği uyarısında
bulunuyorlar. Goran’ın tavrının Liderleri
Newşirwan Mistefa’nın ülkeye dönüşü
ardından belirginleşeceği ifade edilirken,
bu rahatsızlıkların elektrik kesintileri
ve maaşların ödenmemesinin bilinçli
uygulanan politikalar olduğuna dair Goran
Hareketi’nin yaydığı propagandalarla dozajının daha da artırıldığı belirtiliyor.
Öte yandan Goran’lı yetkililer de
Newşirwan Mistefa’nın dönüş tarihini
bilmediklerini söylüyorlar. BasHaber’e
konuşan Goran Sözcüsü Şoreş Heci, sağlık
sorunları nedeniyle yurt dışında bulunan
Mistefa’nın parti çalışmalarını yürütebilecek oranda iyileştiğini, ama ne zaman
BasHaber
HABER
18 Ocak - 24 Ocak 2016
döneceğini bilmediklerini belirtti.
Newşirwan Mistefa’yı Avrupa’da ziyaret eden YNK Politbüro Üyesi Şêx
Cafer Mistefa ise Mistefa’nın sağlık
sorunlarının kalmadığını ve yakın
bir zamanda siyasi krizin çözümüne
yönelik önerilerle ülkeye geri döneceğini söyledi.
Cabbar Yawer: Siyasi sınırlar
hendekle belirlenmez
Peşmerge’nin IŞİD saldırılarının
önüne geçmek için kazdığı hendeklerin Kürdistan sınırların çizildiği
hatta sınırdaki köy ve kasaba halkına
‘Kürdistan sınırları içerisinde mi
yoksa Irak sınırları içerisinde mi?
kalmak istiyorsunuz’ diye sorulduğu
ve bu yerleşke ahalisinin kararına
göre hendeklerin o köy ve kasabayı
içine aldığı gibi tartışmalar devam
ederken, KBY ve Peşmerge yetkilileri
kazılan hendeğin güvenlik amaçlı
olduğunu ısrarla belirtiyorlar. Peşmerge Güçleri 70. Tümen Komutanı
Şêx Cefer Mistefa, iki düşman gücün
savaşında taraflar nasıl hendekler
kazabiliyorsa biz de IŞİD saldırılarına karşı böyle bir yönteme başvurduk ve bu hendeği kazmaya devam
edeceklerini bildirmişti. Konuyla
ilgili BasHaber’e konuşan Peşmerge
Bakanlığı Genel Sekreteri Cebar Yawer, “hendekler konusunda KBY’yi
suçlayanlar askeri bilgi yoksunudurlar, eğer az da olsa bu konularda
bilgi sahibi olsalardı ülkelerin siyasi
sınırlarının hendeklerle çizilmediğini ve hendeğin askeri strateji bağlamında uygulanan etkin bir yöntem
olduğunu bilmeleri gerekirdi”
dedi. Irak parlamentosundan bazı
kişilerin bunu Kürdistan’ın Irak’tan
bölünmesi olarak algılamaların
yanlış olduğunu dile getiren Yawer,
IŞİD’in Musul ve bütün ilçeleri,
Rumadi, Belluce, Hawice, Hana,
Riyaz ve Kerkük’ün bazı ilçelerini
hala elinde tuttuğunu, bu şehir ve
ilçelerden üçünün Kürdistan’ın parçası olduğunu ve bu açıdan IŞİD’in
hem Kürdistan hem de bütün Irak
için hala büyük bir tehlike olduğunu
dile getirdi.
“Peşmerge Musul
operasyonuna hazır”
Başbakan Nêçirvan Barzani’nin
‘Irak Ordusu Musul operasyonuna
hazır değil’ cümlesini hatırlatıp
Peşmerge’nin hazır olup olmadığını
sorduğumuz Yawer, Irak Ordusu’nun
güneyden Musul’a ulaşabilmesi için
Ramadi gibi büyük bir hinterlandı olan ve birçok ilçeyi kapsayan
bölgeyi IŞİD’den alması gerektiğini,
bu açıdan gücünün yetip yetmemesi
dışında Musul operasyonuna fiziki
şartlar açısından da hazır olmadığını
ama Peşmerge Güçleri’nin hem batı
hem kuzeyden Musul’a dayandığını
ve öteden beri bu operasyona hazır
olduğu cevabını verdi.
Bağımsızlık referandumunda Peşmerge’nin üstlenebileceği
görevler konusunda, şimdiye
kadar Peşmerge’ye resmi bir talepte
bulunulmadığını, talep gelmesi
durumunda Peşmerge’nin her türlü
sorumluluğu yerine getirmeye hazır
olduğunu belirterek, Şengal’in yeniden inşası ve halkın geri dönüşüyle
ilgili de şunları söyledi: “Tehlikelerden arındırılması için bomba imha
uzmanı timlerin çalışmalarının
yanı sıra, az da olsa geri dönüşler de
devam etmekte. Bazı uluslararası
insani yardım örgütleri Şengal’in
inşası için kente gelmektedirler.”
Genelkurmay Başkanı Mihemed:
IŞİD’in elinde bir karış
toprağımız kalmayacak
Cephelerdeki durum ve IŞİD’in
saldırı potansiyeli hakkında açıklamalarda bulunan Peşmerge Genelkurmay Başkanı General Cemal
Mihemed de, Peşmerge’nin elindeki
ağır silahlar sayesinde IŞİD’in çok
zayıflatıldığını ve büyük saldırılar
gerçekleştirebilecek gücünün kırıldığını söyledi. BasHaber’e konuşan
General Cemal Mihemed, özellikle
Xazir Cephesi’ne yönelik IŞİD’in
saldırı hazırlıklarının olduğunu ama
askeri açıdan bunun zor olduğunu
ve artık IŞİD’ın Kürdistan topraklarını işgal etme gücünün kalmadığını söyledi. Koalisyon Güçlerinin
Peşmerge’ye verdiği silahların birçok
çatışmada denendiğini ve saldırılara karşı etkilerinin görüldüğünü
dile getiren Mihemed, zamanını
açıklamayacağını ama IŞİD’e karşı
operasyon hazırlıklarının olduğunu
ve IŞİD’in elinde bir karış Kürdistan
toprağının kalmayacağını söyledi.
IŞİD’in finans merkezi
imha edildi
Pentagondan yapılan açıklamada
IŞİD’in Musul’daki finans merkezinin iki adet 900 tonluk bombalarla
vurulduğunu ve milyonlarla ifade
edilen IŞİD parasının imha edildiğini bildirdi. Kürdistan Güvenlik Ajansı Parastin da yaptığı açıklamada Koalisyon Güçleri’nin Kerkük’ün Dubis
kasabasında gerçekleştirdiği hava
saldırısında Kerkük’teki birçok terörist eylemin planlayıcısı olan IŞİD’in
Kerkük askeri sorumlusu Ahmed
Abdulah Hasan’ın öldürüldüğünü
duyurdu. Öte yandan IŞİD’in yeni
bir saldırı için Kerkük’ün güneyindeki Hawice kasabasına yakın Miziri
köyüne güç yığması sonrasında Özel
Peşmerge Birliğinin buradaki IŞİD
hedeflerine operasyon düzenleyerek
bu saldırı hamlesini bertaraf ettiği
bildirildi.
Mesrur Barzani: Sorun IŞİD’den de büyük
Barzani’nin Tara’ya cevabı
IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden
Peşmergelerin isimleriyle nakşettiği Kürdistan
Bayraklı tablo ve kaleme aldığı bir mektubu
Mesud Barzani’ye gönderen üniversite öğrencisi
Tara Kirmanc İzzet adlı Kürd kızına bir yanıt
yazan Barzani, Tara’nın halkı ve ülkesine olan
gönülden bağlılığının kendisini çok sevindirdiğini belirterek teşekkür etti. Barzani, Kürdistan
gençlerinin kanlarını dökerek sergiledikleri
direnişle destan yazdığını ve kahramanlığın
sembolü olarak dünyanın takdirini topladığını
söyledi. Barzani mektupta şunları yazdı:
“Halkımız ve ülkemizin geleceği çok parlak.
Ülkemizin geleceği için siz gençlerin daha
çok okuması ve kendini geliştirmesi elzemdir.
Tüm yaşamında sana başarı ve mutluluklar
diliyorum”
Diplomasi trafiğinin yoğunluğunda batılı üst
düzey devlet yetkileriyle görüşmeler gerçekleştiren KBY Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani
de önemli mesajlar verdi. Hafta içinde İngiltere
Başbakanı Özel Güvenlik Temsilcisi General Tom
Beckett ve yanındaki heyet ile gerçekleştirdiği
görüşmede Irak’taki sorunun tarihsel arka planını işaret ederek, sorununun sadece IŞİD’e karşı
yürütülen savaş olmadığını, bu savaşın da asıl
sebebinin tarihsel sorunların bir sonucu olduğunu ve meselenin temelden çözülmesi gerektiğini
söyledi. Dünya devletlerinin IŞİD’i yok etmek
için bir planlarının olması gerektiğine vurgu
yapan Barzani, devletlerin aynı zamanda IŞİD’e
karşı karada savaşan güçlerin ihtiyaçlarının
karşılanması için daha fazla destek sunmaları
gerektiğini belirtti. Peşmerge’nin olumsuzluklara
rağmen karada IŞİD’e karşı kahramanca savaş-
tığını vurgulayan Barzani, KBY’nin bu ekonomik
kriz durumunda bile milyonlarca mülteciyi
barındırdığını da sözlerine ekledi. General Beckett da Peşmerge’nin savaş kabiliyetini överek,
Kürdlerin hem KBY hem de Rojava’da IŞİD’e
karşı üstün bir mücadele örneği sergilediklerini
belirterek, Kürd güçleri ile koalisyon devletleri
arasında ittifak yapılmasaydı durumun çok
daha kötü olacağını ama özellikle Peşmerge
Güçleri’nin IŞİD’in bozguna uğramasındaki
rolünün büyük olduğunu söyledi. İtalya’nın Irak
Büyükelçisi Marco Carnelos ve Çek Cumhuriyeti
Savunma Bakanı Yardımcısı Jakub Landoveski
ve beraberindeki Çek heyeti ile de görüşen
Mesrur Barzani, bu görüşmelerde de Peşmerge
Güçleri’nin savaş ihtiyacının karşılanması için
dünya ve özellikle Batılı devletlerin daha fazla
destek sunması gerekliliği özerinde durdu.
07
Engizisyon, McCarthy,
Miloseviç vs.
FERHAT KENTEL
Henri Lefebvre’e göre, her sosyal
mekan o toplumdaki ilişkilerin yansımasıdır. Mekanı sosyal ilişkiler üretir;
mekan da sosyal ilişkileri...
İsterseniz Marx’a, isterseniz
Weber’e, isterseniz Hz. Ömer’e dayanarak bu tespitleri genişletebilirsiniz:
inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınıza inanırsınız... İnancınızdan ötürü
çok çalışıp, para biriktiriyor olabilirsiniz; ama bir zaman sonra o para sizi yönetmeye başlayabilir.
Para sizin duygu, düşünce, akıl, kalp neyiniz varsa, yönetmeye
başlar. İstediğiniz kadar adına “sosyalizm” falan denmiş olsun;
Sovyetler Birliği’nin üretim tapıncının yarattığı kentlerin
hiçbir “sosyalist” özelliği olmadı...Muhafazakar ve kendilerini
çok otantik zanneden yönetici elit altında “kalkınan” bugünkü
Türkiye kentleri dibine kadar kapitalist; bu mekanlarda Müslümanlar da kapitalistleşiyorlar.
Hiçbir sınıf kültürsüz konuşamaz. Ya da her kültür, sınıflarla ilişkisinde başkalaşır; iç içe olduğu sınıfı da anlatır. Ama
bunun tersi de doğrudur: her sınıf kültürünü yaratır.
Düne kadar muhalefette olan; ceberrut devletin altında
nefes almaya çalışan, modernleşmeci seçkin sınıflara karşı sosyal adalet mücadelesi veren, yönetimde pay sahibi olmaya çalışan sınıflar da kültürleriyle konuşmaya çalıştılar. Bu çoğunlukla dindarlık dairesi içinde oldu. Ama bugün “Müslümanlık”
paydası altında kendi seçkinlerini üreten ve başkalaşan sınıf,
kuralı bozmadıve bu başkalaşımın kültürünü üretti.
Türkiye’deki hakim sınıf konumuna yükselen, adında
“Müslümanlık” olan bir sınıfın dünyası, dünyanın herhangi
bir bölgesinde görebileceğimiz toplumsal tezahürleri sunmaya
başladı. Bu dünya, “hesap-kitap-tüketim”üzerine kurulu bir
dünya... Ve esas derdi gücünü korumak; sınıfsal üstünlüğünü,
iktidarını korumak... Ve bunun için “hiçbir şeyden” kaçınmamak... Sadece bugüne mahsus da değil; tarihin çeşitli zamanlarında İbadullah örneğini görebileceğimiz sıradanlık söz
konusu... O kadar ki; Sultanahmet’te bomba patlayıp, onlarca
insan ölüp, yaralanınca “Turizmimiz etkilenmeyecek , borsa
düşmeyecek” diye demeç verebilen sınıfsal, insansız ve ruhsuz
bir sıradanlık söz konusu...
Herşeye “yol, bina, kalkınma, para ve ‘ne işe yarar?’”
diye bakabilen bir sınıfın kültürü... Ve “barış isteyen
akademisyenler”e dönük linç kampanyasına başladı bu
tahakkümün propaganda araçları. Sultanahmet’te insanların
daha cesetleri kaldırılmadan... Evet, akademisyenlerin bildirisi
sertti... O bildiride anlatılmak istenen her şey, siyaseten, daha
başka şekilde de anlatılabilirdi. Şiddeti yeniden üreten herkese dönük bir şeyler söylenebilirdi.
İyi de... En tepedeki saraydan, avlusundaki kulübedekilere, bahçe duvarlarındaki bekçilere kadar “atalım, asalım, keselim!” diye bağıranların kendilerini bu memleketin patronu
hissetmeleri; kolay hedef ilan edilen insanlara mafya destekli,
aleni ölüm tehditleriyle varlıklarını sürdürme çabaları başka
bir şey anlatıyor olmasın? Bu ölçüde kendine güvensiz bir
rejimin meşruiyet sorunu apaçık... Meşruiyeti eksildikçe,
totalitarizme doğru koşusu hızlanıyor.
İşte bütün bu olup bitenler gayet sıradan... Sahip olduğu
çıkar dünyası ve meşruiyeti çok kırılgan iktidar sahibi bütün
sınıfların ve rejimlerinin gayet bildik yöntemleri...
Gözlüklü insanları bile el emeği ile çalışan insanlara
karşı fazla seçkin olmakla suçlayıp, ölüm tarlalarında kurşuna
dizdiren Pol Pot...
“Ya onlardan yanasın ya da bizden” diyen Stalin...
Müslüman Boşnakları “hain” ilan eden; etnik temizliğe
karşı çıkan herkesi “ihanet”le suçlayan Miloseviç...
“Dışarıdaki tehlikeli düşmanlar” karşısında sürekli iç
temizlik yapan Enver Hoca...
Üniversitelerde, sanat dünyasında komünist avına çıkan
McCarthy... Ya da biraz daha gerilerde, hani “biz medeniyetin
timsaliyken”, Avrupa’nın geriliğini temsil eden “karanlık orta
çağ”... Hani engizisyonda insan avlayan, cadı avıyla var olabilen Hıristiyan kiliseleri...
Ne kadar benzer ve ne kadar sıradan...
08
SÖYLEŞİ
BasHaber
SÖYLEŞİ
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
9
SÖYLEŞİ
Prof. Dr. Jabar Kadir:
Sykes - Picot Anlaşması geçersiz
Kürdler ve Sykes – Picot
BİLAL SAMBUR
19 Mayıs 1916 yılında İngiltere - Rusya - Fransa arasında
gizli olarak yapılan Sykes - Picot
Anlaşması, bugünkü Ortadoğu
düzeninin kurucu antlaşması olarak
kabul edilmektedir. Sykes - Picot,
hiçbir zaman Ortadoğu halkları
tarafından kabul görmemiş hep
bir emperyalist paylaşım anlaşması
olarak mahkum edilmiştir. Sykes –
Picot’un iki önemli boyutu bulunmaktadır. Bu anlaşma,
Ortadoğu halklarına sorulmadan ve tepeden dayatılan bir
tuzaktır. Başka bir ifade ile Ortadoğu’da Ortadoğuluların
olmadığı bir düzen kurulmuştur. Irak ve Suriye gibi
tarihte hiç olmayan devletler kurulmuş daha sonra Iraklı
ve Suriyeli kimlikleri zorla inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu
yapaylığa karşı Ortadoğu’nun kadim milleti olan Kürdler,
yok sayılmış ve onlara egemen kimliklerden herhangi biri
içinde asimile olmaları dayatılmıştır. Sykes - Picot ‘un bir
başka önemli boyutu da bu anlaşmanın Ortadoğu’nun
kadimliğini, doğallığını ve köklülüğünü bozmasıdır.
Ortadoğu’da bugün yaşanılan kaos ve krizleri, aslında
Sykes – Picot’nun yarattığı sunilik ve sanallıktan kurtulma arayışları olarak değerlendirebiliriz.
Bugün 1915-20 arası kurulan kolonyalist düzenin
yıkıldığı ve Ortadoğu’da sınırların yeniden çizildiği
iddia edilmektedir. Lübnan, Irak ve Suriye’de yaşanan
savaşlar sonucu bu devletlerin varlıklarını yitirmeleri,
Sykes - Picot düzeninin fiilen ortadan kalkması olarak
yorumlanmaktadır. Mevcut şartlar altında Sykes - Picot
düzeninin ortadan kalktığını söylemek için vakit çok
erkendir, ancak yeni durumda devletlerin ortadan
kalkmaya başlamasıyla birlikte Ortadoğu’da devlet dışı
devlet olmaya çalışan devletimsi aktörlerin oluştuğunu
söyleyebiliriz. Bu devletimsi oluşumlar fiilen devlet gibi
davranmaya çalışmaktadırlar, ancak klasik devlet yapılanması şeklinde sınırların kontrol edilmesi ve egemenlik
iddialarında bulunmamaktadırlar. Devlet olma statüsüne
yakın en önemli oluşum KBY’dir. KBY, Sykes - Picot
Anlaşması ve San Romeo düzeninin çöktüğünün en
önemli kanıtıdır. Sykes - Picot düzenini bazılarının iddia
ettiği gibi DAİŞ değil, Kürdler bozmuşlardır.
Enfal ve Halepçe soykırımları, Sykes - Picot projesi
yüzünden Kürdlerin yaşadığı acılardır. Kürdler, KBY’ni
oluşturarak, Sykes - Picot düzeninin etraflarında inşa ettiği muhasaradan kurtulmaya çalışmaktadırlar. KBY’ne,
hala sözde Irak içinde kalma baskısı yapılmakta ve
bağımsız bir devlet olmasına büyük engeller çıkarılmaktadır.
Kürdistan’sız Ortadoğu şeklinde kurulan Sykes – Picot düzeninin ruhu aynı şekilde sürdürülmeye çalışılmaktadır. DAİŞ, Kürdistan’sız Ortadoğu projesinin devamı
için faaliyet gösteren en önemli terörist yapıdır.
Kürdler yaşadıkları her yerde artık kimlik ve konum
sahibi olarak yaşamayı istemektedirler. Sykes - Picot,
Kürdlerde büyük bir kimlik ve coğrafya krizinin doğmasına neden olmuştur. Kürdlerin kimlik ve özgürlük
taleplerinin karşılanması için demokratik ve barışçıl bir
anlayış geliştirilemediği için, Kürdlere ve Kürdistan’a
yeniden paylaşım konseptiyle yaklaşılmaya devam edilmektedir. Petrol, su, doğalgaz ve kaya gazı gibi Kürdistan
coğrafyasının doğal kaynaklarının paylaşılması üzerinden
büyük bir mücadele yürütülmektedir. KBY Başkanı
Mesut Barzani, Sykes - Picot düzeninin çöpe atılması ve
Kürdistan’ın bağımsızlığı için bölgesel ve uluslararası düzeyde yoğun bir çaba sarf etmektedir. Başkan Barzani’nin
bağımsızlık girişimi, Ortadoğu’daki Kürd yapılarının kendisiyle birlikte hareket etmesiyle mümkündür. Başkan
Barzani ile girilecek siyasi ve partisel güç mücadeleleri,
Kürdistan’ın bağımsızlığı imkanını ortadan kaldıracak,
paylaşılan Kürdistan projesinin yeni bir Sykes - Picot
ruhuyla dayatılmasının önünü açacaktır. Kürdler, Sykes
- Picot tuzağının 100. yılında bağımsız Kürdistan veya
paylaşılan Kürdistan konusunda net bir tercihte bulunma
durumuyla karşı karşıya bulunmaktadırlar.
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak 82016
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı
karmaşanın ortasında alelacele yürütülen
müzakerelerle nihayete kavuşan Sykes Picot Anlaşması’nın sonuçları Ortadoğu’yu
etkilemeye devam ediyor. Anlaşma sonrasında Araplar 22 devlete kavuşurken,
Kürdler devletsizlik statüsüyle
ikisi Arap 4 bölge
devleti arasında bölünüyor.
Ekim
Devrimi’nin
yarattığı
M.Salih Batırhan
Sykes - Picot hangi koşullarda
ortaya çıktı? Sonuçları ne oldu?
Osmanlı yıkılış aşamasındayken Britanya ve Fransa hükümetleri temsilcileri Mark Sykes ve George Picot görüşmeler yapıyordu ve bu mirası paylaşım
mücadelesi çerçevesinde anlaşmalar
yapıldı. Özellikle paylaşılan bölgeler
Yakın Doğu olarak adlandırılıyordu. O
bölgede paylaşımlar oldu ve paylaşım
da Rusya’nın bu ülkeler ile işbirliği
oldu. Suriye’den Musul’a kadar olan
bölge Fransa’ya verildi. Bir başka bölge
de Filistin, Ürdün’den başlıyor Bağdat’a
kadar olan Britanya’ya bırakıldı.
İngilizler Kerkük kentini de kendileri
için ayırmışlardı. İngilizler daha sonra
Fransa için düşünülen Musul Vilayetini
de aldı. Bu mirası paylaşım mücadelesine girdiler ve anlaşmalar yapıldı.
Boğazlar ile birlikte Kuzey Kürdistan
Rusya’ya bırakılmıştı. Ancak Rusya’da
yaşanan Ekim Devrimi’nden sonra
Rusya yapılan anlaşmadan çekildi ve
kendileri için ayrılan bölgelerde tasarrufta bulunma imkanını kaybetti.
Sykes – Picot sonrasında imzalanan anlaşmalar bu anlaşmayı
esas aldı denebilir mi?
Sykes - Picot sonrası gelişmeler
önemli elbette. Sykes - Picot Anlaşması
ondan sonra imzalanan anlaşmalar ile
geçersiz hale geldi. Kuzey Kürdistan’ın
tamamı Rusya’ya bırakıldı. Türkiye’nin
Güneydoğusu ve Orta Anadolu’nun
önemli bir kısmı Britanya, Fransa ve
İtalya’ya bırakıldı. Yunanistan da payını
aldı. Onun dışında Musul Vilayeti ve
Suriye, Fransa’ya bırakıldı. Filistin,
Ürdün ve Irak da Britanya’ya verildi.
Önemli bir madde de Araplar için federasyon veya devlet kısmıydı. Ancak,
şu an bu anlaşmaya baktığımız zaman
farklı bir durum görüyoruz. Türkiye
şaşkınlıkla Rusya anlaşmadan çekiliyor, Fransa
ve İngiltere bugünkü Ortadoğu cenderesinin
baş aktörleri olarak kalıyor. Sykes - Picot
Anlaşması’nın asırlık serüveninin sonucunu
BasHaber’e değerlendiren Tarihçi Prof. Dr.
Jabar Kadir, “günümüzde Sykes - Picot adında
bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz.
Çünkü bu anlaşmada öngörülen ve Ortadoğu için
düşünülen planlar hayata geçemedi. Ancak son
dönemlerde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler göz
önünde bulundurulduğunda o dönemde sınırları
çizilen Irak ve Suriye’nin de yıkılmakta olduğunu
görürüz” diyor.
için düşünülenler de pratikte karşılığını görmedi, yaşama geçirilemedi.
Türkiye, Mustafa Kemal liderliğinde
bu projenin hayata geçmesine engel
oldu ve Batılı devletlerin kendileri için
düşündüğü toprakların çoğu Türkiye’ye
kaldı. Daha sonra zaten Türkiye, Lozan
Anlaşması ile bir devlet olarak tanındı
ve kabul edildi.
İngiltere Musul’u da daha sonra
Fransızlardan aldı ve Filistin için de
uluslararası statü öngörüldü. Britanya
Dışişleri Bakanı Yahudiler için de bir
devletin, statünün olması gerektiğini dile getiriyordu. Irak ve Suriye
için Sykes - Picot’da çizilen sınırlar
da manda yönetimi şeklinde gelişti.
Fransa Suriye’yi, Britanya da Filistin’i
işgal etmiş durumdaydı. Ürdün de
aynı şekilde. Sykes - Picot’un Sudan ve
Kuzey Afrika ülkeleri ile pek bir ilgisi
bulunmuyordu. Mesela Tunus, Libya
gibi ülkeler ile bir alakası yok. Sadece
Osmanlı toprakları içerisinde yer alan
topraklar, bölgeler üzerinde yoğun
paylaşımlar oldu ve etkisi de Arap
bölgelerde oldu. Suudi Arabistan o
dönemde kendi devletini oluşturabilecek güce sahipti diyebiliriz, zaten daha
sonra Hicaz ve Necef’in birleşmesi ile
Suudi Arabistan ortaya çıkmış oldu.
Körfez ülkelerinin tümü Britanya’nın
kontrolündeydi. Savaştan sonra 1918’de
Britanya Başbakanı V. George ile Fransa Başbakanı, Suriye ve Irak arasında
çizilecek olan sınırda anlaştılar. Musul
da bu şekilde Fransa’nın elinden çıkmış
oldu ve İngilizler kontrolü orada da
sağladılar. Daha sonra tabi Fransa
Başbakanı büyük bir hata yaptığını
anlamış oldu.
Günümüzde bu ikilinin ismi ile
anılan anlaşmadan ne kaldı sınırlar dışında?
Aslında geride bir şey de kalmamıştı. San Remo Konferansı, Varsay ve
Sevr’deki anlaşmalar, Sykes - Picot’un
yerini alınca artık günümüzde Sykes
- Picot adında bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz. Çünkü Sykes
- Picot’ta öngörülen ve Ortadoğu için
düşünülen planlar hayata geçemedi.
Ortadoğu’da Britanya ve Fransa’nın
hakimiyeti söz konusu iken günümüzde bir sürü devlet hüküm sürmektedir.
Şöyle bir durum da var; mesela Sykes
- Picot’ta Doğu Kürdistan ile ilgili
tek kelime geçmez çünkü; İran daha
I. Dünya Savaşı’ndan önce sınırlarını
oluşturmuş ve korumuştu. Sadece
Kürdistan’ın Osmanlı Devleti hakimiyetinde ki üç parça söz konusuydu.
Sykes - Picot’ta bu parçalar çok konuşuldu. Ancak, Türkiye adında bir devlet
ortaya çıkıp, tanındıktan sonra Kuzey
Kürdistan da daha az konuşulur oldu.
Daha sonra asıl olarak Kuzey Kürdistan ile bağları daha güçlü olan Batı
Kürdistan da Suriye hakimiyetine girdi.
KBY da İngilizler etkiliydi zaten. Tabi
son dönemde yaşananları göz önünde
bulundurduğumuzda Irak ve Suriye’nin
de yıkılmakta olduğunu görüyoruz.
Araplar neden 22’ye Kürdler neden 4’e bölündü Filistin topraklarına neden Yahudiler yerleştirildi
“Günümüzde Sykes - Picot
adında bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz. Çünkü
bu anlaşmada öngörülen ve
Ortadoğu için düşünülen planlar
hayata geçemedi. Ancak son dönemlerde Ortadoğu’da yaşanan
gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda o dönemde sınırları
çizilen Irak ve Suriye’nin de
yıkılmakta olduğunu görürüz”
bununla nasıl bir gelecek konsepti kuruldu?
Mekke Şerifi, Araplar harekatının
temsilciliğini yapıyordu. Sonradan
Osmanlı Ordusu’nda görev yapan
subaylar bu harekata katıldı. İngilizler ile irtibata geçtiler. Orada Mekke
Şerifi ve Mac Mahon arasında mektup
değiş tokuşu oluyor ki bu yaşanan olay
meşhurdur. O mektuplar da bir takım
sözler veriliyordu. Araplar, İngilizlere
karşı Osmanlıların yanında olmayacak
ve İngilizler’e yardım edecek bunun
karşılığında Araplar da federasyon ya
da büyük bir devlet sahibi olacak, bu
şekilde iki taraf da çıkar sağlamış olacaktı. Ancak Arapların farklı aşiretlerden oluştuğunu ve birbirine sanıldığı
kadar benzemedikleri, siyasi, kültürel,
ekonomik ve sosyal olarak aralarında
belirgin farklar olduğu anlaşıldı. Ama
Araplar ortak büyük bir devletten
söz ediyordu. Britanya ile Fransa tabi
Rusya’yı da unutmamak lazım, anlaşıp
sınırlar çizilince, Araplar bunu bir hıyanet olarak gördüler. Ve bir sürü Arap
devleti ortaya çıktı.
Zaman içerisinde 1960’lı yıllara
gelindiğinde Arapların birleşme arzusunun ortaya çıktığını
görüyoruz. Araplar Sykes - Picot’u
reddetti ve Arap nasyonalizmi
büyük bir gelişme gösterdi. Arap
nasyonalizmi neden amacına
ulaşamadı?
1952’de Cemal Abdülnasır liderliğinde büyük bir Arap nasyonalizmi uyanışa geçti. Cemal Abdülasır’ın amacı büyük birleşik bir Arap devleti kurmaktı.
Tüm Arapları içine alacak şekilde
Mağripten, Fars sınırına kadar, büyük
bir Arap devleti asıl amaçtı. Ancak bu
hayalden öteye geçemedi. Kültürel,
ekonomik, siyasi ve sosyal yapı olarak
Araplar birbirinden ayrılıyor. Hepsini
tek çatı altında toplamak mümkün
değil. Örneğin Mısır ile Suriye, Birleşik
Arap Cumhuriyeti adında tek devlet olmaya çalıştılar. Mısır ile Libya, Mısır ile
Sudan birleşip tek devlet oluşturmaya
çalıştılar ancak sonrasını biliyoruz.
Zaten bunun temeli olmadığı için bu
başarılı olmadı. Şu an da Arap aydınları
da bunu dile getirirken, bu projenin
hayat bulma şansı olmadığını, bunun
temelsiz olduğunu ve slogandan öteye
geçemediğini açıklıkla ifade ediyorlar.
IŞİD’de Sykes - Picot İle çizilen
sınırları kaldırıp bir ümmet devleti kuracağını söylüyor. IŞİD’in
sınırları kaldırmaya yönelik
hamlelerini nasıl değerlendirmek
gerekir?
IŞİD uluslararası güçlerin ve
istihbaratların belli bir süreye kadar
kullandığı bir örgüttü. Ancak IŞİD
bu devletlerin başına da bela olunca
müdahaleye başladılar. Her devlet ve
istihbaratın IŞİD’den farklı beklentileri var. Mesela Ortadoğu’da bir sürü
güç Esad Rejimi’nden rahatsızdı, hem
Filistinli radikal örgütlere desteği hem
de farklı noktalarda problem yaratması
onları rahatsız ediyordu. Suriye PKK’ye
yıllarca ev sahipliği yaptı. Dolayısıyla
bu Türkiye’nin çıkarlarına da tersti
ve tehlikeydi. Dolayısıyla hem Esad
Rejimi’nin ortadan kaldırılması hem
de Kürdler’e karşı olması IŞİD’i cazip
kılıyordu ve Türkiye’nin çıkarınaydı.
Araplar açısından baktığımız zaman,
özellikle Suudi Arabistan için, son
dönemde Şii mezhebine bağlı güçlerin
bölgede etkili olması ve etkin bir siyaset yürütmesi tehlikeydi. Lübnan, Irak
ve Suriye’de etkin olan Şii mezhebine
karşı, bölgede Sunni Arabistan için
Şiiler’e karşı bir denge oluşturması açısından IŞİD elverişliydi ve kullanıldı.
Batılı ülkelerden gençlerin yoğun bir
şekilde IŞİD’e katıldığından o ülkelerin
istihbaratları haberdardı. Ancak ses
çıkarmadılar. IŞİD Paris’te katliam
yapana kadar sessiz kaldılar. Şu anda
da ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
1991 yıllında Amerika öncülüğündeki
koalisyon güçleri günde 926 kez Irak
Ordusu’na bomba yağdırıyordu ve koca
orduyu ortadan kaldırdılar. Ancak
IŞİD’e karşı böyle bir saldırı olmadı.
Günde 15’i geçmeyen saldırılar oluyor
daha fazlası değil, bu sürecin uzayacağını, IŞİD ile mücadelenin yılları alacağını her fırsatta dile getiriyorlar. Bu da
kendi çıkarlarını dizayn etme anlamına
geliyor. Şiilerin etkin siyasetlerini ve
güçlerini törpülemek ve El Kaide ile
IŞİD’den farklı ılımlı Sünni güçler
oluşturmak hedefleniyor. IŞİD yok
edilecektir ancak Sünnilerin problemi
Irak ve Suriye’de kendilerine bir statü
verilmeden çözüleceğe benzemiyor.
Bu nasıl olur bilemiyorum ancak böyle
bir düşüncenin olduğunu biliyoruz.
Bölgede her gün yeni gelişmeler oluyor
ve bölge değişiyor. Ve Kürdlerin buna
hazırlıklı olması gerekiyor. Ancak öyle
görünüyor ki Kürdler hazır değil ve
daha aralarında bir birlik oluşmuş değil. Her parça kendi çıkarını düşünüyor
ve tüm Kürdistan’ı kapsayan bir proje
sahibi olduklarını şu an için söyleyemem. Bu büyük bir problemdir.
Kısa vadede Irak ve Suriye’nin
sınırlarının yeniden çizilmesi
mümkün mü?
Irak ve Suriye’nin eskisi gibi kalamayacakları ortada. Siyasi çözüm
arayışları da sürüyor. Suriye’nin federal
yada otonom bir yönetim şekline ya da
uluslararası güçlerin gözleminde bir
statüye sahip olma ihtimali yüksek.
Çünkü Sünni ve Şiiler arasında büyük
bir husumetin olduğunu biliyoruz ve
bir arada yaşayabileceklerini düşünmüyorum. Uluslararası güçlerin
gözetiminde olması daha sağlıklıdır.
Suriye’de Kürd, Dürzi, Sünni ve Alevilerin bu şekilde bir yönetimle kendilerini yönetme ihtimalleri var. Irak’ta
zaten mevcut koşullarda altyapının
oluştuğunu görebiliyoruz. Konfederal, federal veya bağımsızlık tüm bu
seçeneklerin hayata geçme ihtimalleri
yüksektir. Irak’ın güneyi de geniş ve
zengin bir coğrafyaya sahip. Petrol gibi
değerli yer altı kaynaklarına sahip ve
körfeze bağlı.
KBY’nin Türkiye ile bir takım ilişkileri petrol, gaz ve ticaret gibi konularda
oluşmuş durumda. Sünnilerin olduğu
bölge de keza aynı şekilde zengin
bir bölge. Şunu atlamamak lazım ki
KBY’nin şu an da dünyaya açılan tek
kapısı Türkiye, dolayısıyla Türkiye bu
anlamda önem kazanıyor KBY için.
Kürdler bugün federalizmi de kabul
etmiyor. Kürdlerin hayalinde bağımsız
bir Kürdistan ve kendi bayrağı altında
özgürce yaşam var. KBY’nin, Irak’ın
diğer parçaları ile olan bağlantısı
zayıfladı. Irak’ın merkezi hükümetinde
yer alan bakanlar var, Cumhurbaşkanı
Kürd ama Irak ile birlikte bir geleceğin
olmadığını da biliyorlar.
(Söyleşinin tamamı bas-haber.
com ve basnews.com’da)
09
Sykes - Picot: 100 yıl sonra
MESUT YEĞEN
Hemen herkes mutabık:
Sykes - Picot Anlaşması’nın
yüzüncü senesinde Ortadoğu
bu anlaşmanın arifesindekine
benzer zamanlar yaşıyor. 1916’da
olduğu gibi bugün de Ortadoğu
büyük bir iktidar boşluğunun
pençesine düşmüş durumda.
100 sene öncesiyle bugün
arasındaki benzerlik açık
olmakla beraber bugünkü iktidar boşluğu galiba
daha büyük ve daha karmaşık. Bu hal Sykes - Picot
Anlaşmasıyla temelleri atılan 1916 sonrası statükoya
benzer bir statükonun bugünden yarına kurulmasını
çok zor kılacağa benziyor.
Bugünkü durum 1916’dan daha zor çünkü, evvela, 1916’da olduğu gibi iki büyük emperyaliste karşı
zayıf Osmanlı Devleti ve bölge halkları denklemi
bugün mevcut değil. Bugünkü denklemde hem bölge
harici büyük aktörler daha çok ve daha az uzlaşma
içinde ama hem de bölgedeki devlet ve devlet-altı
aktörler 1916’ya kıyasla daha kuvvetli. İran, Türkiye
ve hatta görüldü ki Suriye bile güçlü altyapılara
sahip devletler ve dolayısıyla da bunların rızasını
almayan bir yeni statüko kurmak zor. Bunun yanında IŞİD, El Nusra, PKK ve Hizbullah gibi devlet
altı aktörler de bölgeye dair planları geciktirecek,
sekteye uğratacak askeri ve siyasi kapasiteye sahip
görünüyorlar.
2016’da bölgeyi daha çetrefil yapan sadece
aktör çeşitliliği ve kapasitesi değil. Aktörlerin
niyetlerinin çeşitliliği ve bu niyetler arasındaki
giderilemez ihtilaflar da bölgeyi 1916’dan daha
zor kılıyor. Tek tek her aktörün niyetini saymaya
lüzum yok ama bir tek ABD ve AB’nin bölgeye dair
arzularının çeşitliliğini ve büyüklüğünü konuşmak
bile işin zorluğu hakkında bir fikir vermeye yetebilir.
Malum, ABD ve AB Ortadoğu’nun halen güvenilir
bir enerji deposu olarak kalmasını, bölgede İran ve
Türkiye (Suudi Arabistan) cephelerinin bir diğerine
kesin üstünlük sağlamayacak bir denge içerisinde
olmasını, Ortadoğu’nun küresel kapitalizme tam entegrasyonunu, Selefi agresyonunun kontrol edilebilir
bir çizgide kalmasını ve bölgedeki insani trajedinin
sınırlarının uzağında kalmasını istiyor. Ne var ki,
bugünün Ortadoğu’su ABD - AB hattının bütün bu
arzularını tatmin edebilecek bir statüko oluşturmaya
müsait bir yere pek benzemiyor.
Üstelik, ABD ve AB kadar ihtiraslı olmasalar da
büyüklü küçüklü diğer aktörlerin de kendi özel arzuları var. Bütün bu arzuları telif edecek bir program
ya da güç de ortada görünmüyor. Bu da şu demek:
Sykes - Picot’yla temelleri atılan ve yüz sene süren
türden bir statükonun bugünlerde buralarda kurulması mümkün değil. Meali: Bölgede kan ve dehşet
zamanları daha devam edecek.
Peki, bu durum, Sykes - Picot’un çökmüş,
yenisinin de ufukta görünmüyor oluşu Kürdler için
ne anlama geliyor? 1918’de gerçekleşmeyen büyük
Kürdistan’ın bugün ihtimal dahiline girdiğini mi?
Doğrusu hiç sanmıyorum. Belli ki, bölgeye dair plan,
proje geliştirme kapasitesine sahip aktörlerin hiçbirinin bu türden bir niyeti de yok, kapasitesi de.
Üstelik, bölgede son birkaç ayda yaşananlar
Kürdler için gidişatın büyük Kürdistan’dan ziyade
bölünmek istikametinde olabileceğini gösteriyor.
Bölgedeki büyük çekişmenin haricinde kalmak
Kürdler için de imkansız görünüyor ve görünen o ki
Kürdler bu çekişmenin farklı cephelerinde yer almaya adeta itiliyorlar. Halbuki, bu sarsıntı zamanlarını
en az trajik biçimde atlatmak için Kürdlerin en çok
ihtiyacı olan kendi aralarında ortaklaşmak ve tarih
ve coğrafyayla uyumlu bir gelecek tahayyülü oluşturmak. Bu da Batı’yla ve Türkiye’yle birlikte bir ortak
gelecek kurmanın imkanlarını büyütmek demek.
10
S
ROJAVA
Murat Özdemir
uriye’deki iç savaşı siyasi yöntemlerle
sona erdirme çabaları bağlamında 25
Ocak’ta İsviçre’nin Cenevre kentinde
uluslararası güçlerin ve Suriye savaşında
taraf olan güçlerin bir masa etrafında toplanmaları öngörülüyor. Suudi Arabistan’ın
başkenti Riyad’da yapılan kongreye katılan
Suriye muhalefeti ve radikal örgütleri tek
çatı altında birleştirmek amacıyla düzenlenen toplantıda 32 kişiden oluşan ve
müzekerelerde muhalefeti (SMDK) temsil
edecek bir heyet oluşturma kararı çıkmıştı.
Sözkonusu heyetin Cenevre 3 görüşmelerine katılması bekleniyor. SMDK içinde yer
alan ve Kürdleri temsilen kongreye katılan
Suriye Kürdleri Ulusal Meclisi (ENKS),
kongrenin sona ermesi ile birlikte, Kürdlerin Riyad Kongresi’nde yeterince konuşulmadığı ve açıklanan sonuç bildirgesinde
Kürdler ile ilgili bir açıklamanın yapılmamış olmasından dolayı tepki göstermişti.
Cenevre toplantısına katılacak olan
ENKS, hem Rojava’da hem de Rojava’dan
çıkarak kamplarda yaşayan göçmenlerden
imza toplayarak, uluslararası güçlere Kürdlerin temel haklarının tanınmasını toplantı
katılımcılarından talep edecek. ENKS
cephesi, Cenevre III, toplantısına hazırlanırken, TEV-DEM’in kurduğu Demokratik
Suriye Meclisi’nin ise sözkonus katılmayacağı öğrenildi.
Îbrahim Biro: ENKS
Cenevre’ye katılacak
ENKS Başkanı Îbrahim Biro, BasHaber’e
yaptığı değerlendirmelerde, Kürd halkının
haklarının Cenevre’de kurulacak olan çözüm masasında yer alabilmesi için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Îbrahim
Biro, başlattıkları kampanya ile 100 binlerce
imzayı Cenevre’de yapılacak olan toplantıda taraflara ileteceklerini bildirerek, “bu
imza kampanyası ile bu mücadelede ne
kadar taraftarımız olduğunu anlayabileceğiz. Cenevre III’de elimizden ne geliyorsa
Kürd haklarının gündeme getirilmesi
için yapacağız. Gerekirse Cenevre’de ve
Avrupa’nın birçok kentinde mitingler,
yürüyüşler düzenleyeceğiz. Tüm küresel
güçlerin ve Avrupa kamuoyunun dikkatini
çekmeye çalışacağız” dedi. Biro, Riyad’da
yapılan kongreyi hatırlatarak, Kongre’de
Kürdler ile ilgili maddenin olmadığını ve
bunun büyük bir eksiklik olduğunu dile
getirdi. Biro, çalışmalarını sürdüreceklerini
ve siyasi çözümden umutlu olduklarını aktararak, “beklentimiz bu krizin siyasi yöntemler ile çözüme kavuşmasıdır. Suriye’deki
tüm etnik ve dini unsurların göz önünde
tutularak haklarının korunmasını talep
ediyoruz. Kürd ulusal mücadelesinin dünya
kamuoyunda yer alması ve dikkatlerini
mücadelemize çekmek amacı ile Cenevre
III toplantısına katılacağız” dedi.
PDKS’li Birîmo: İmzaları de Mistura’ya
teslim edeceğiz
Suriye Kürdistan Demokrat Partisi
BasHaber
ENKS’den 1 milyonluk imza kampanyası
Kürdler
Cenevre’de
Suriye krizini çözmek amacıyla dünyanın birçok başkentinde yapılan sonuçsuz toplantılara rağmen, 2016 yılında da siyasi çözüm arayışları devam ediyor. 25 Ocak’ta da tarafların Suriye krizini
görüşmek üzere bir kez daha bir toplanmaları bekleniyor. ENKS de bu çerçevede çalışmalarını
sürdürüyor ve Cenevre toplantısına katılmak için hazırlık yapıyor.
(PDKS) Yürütme Kurulu Üyesi Nurî Birîmo
da BasHaber’e, toplayacakları imzaları Cenevre toplantısına katılacak olan taraflara
teslim edeceklerini belirtti. Birîmo, bu
kampanya ile amaçlarının uluslararası kamuoyu ve Cenevre toplantısında Kürdlerin
sesini yükseltmek olduğunu vurgulayarak
şunları söyledi: “Toplayacağımız 100 binlerce imzayı Kürdlerin de bir millet olarak
kendi toprakları üzerinde yaşama hakkının
göz önünde bulundurulması ve korunması
amacıyla Staffan de Mistura, ABD, Rusya ve
diğer söz sahibi güçlere teslim edeceğiz.”
Birîmo, Cenevre toplantısının önemine
dikkat çekerek, Cenevre III toplantısının
Esad Rejimine, İran gibi güçlere hizmet
etmemesi gerektiğini ifade ederek, “toplantının bölge halkının çıkarlarına hizmet
etmesi gerekiyor. Beklentimiz toplantının
Suriye devrimine aykırı olmamasıdır. Rojava ve Suriye’de Kürd halkının ve diğer etnik
ve dinsel unsurların göz ardı edilmemesidir” dedi. Riyad Kongresi’ne de değinen
Birîmo, “eğer Riyad’da Kürdlerin hakları
göz önüne alınsaydı, böyle bir kampanya
ve çalışmaya da ihtiyaç olmazdı. Aslında
bu kampanyaya ihtiyaç duymamız, Riyad
ve ondan önce yapılmış olan toplantıların
eksikliğini gösteriyor” şeklinde konuştu.
Şahîn Ehmed: 1 milyon imza
PDKS Merkez Komite Üyesi Şahîn
Ehmed de BasHaber’e yaptığı açıklamada imza kampanyasının ENKS’nin kararı
olduğunu ve bir mektup şeklinde Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a
sunacaklarını belirtti. Amaçlarının bir
milyon imza toplamak olduğunu aktaran
Ehmed, “bu imzalar, dünya kamuoyunun ilgisini Cenevre’de Kürdlere ve Kürd
haklarına çekmek için toplatılıyor, Kürd
haklarının muhalefet ve rejim arasında
gerçekleşecek olan görüşmelerde özel bir
yere sahip olması için ve Suriye krizinin
çözümü için tartışmalara ve toplantıdaki
konuşma ve tartışmalarda Kürdlerin de
söz sahibi olması istiyoruz” dedi. PDKS
ve ENKS olarak Suriye muhalefetinden iki
temel taleplerinin olduğunu belirten Şahîn
Ehmed, “birincisi Suriye rejimin değişmesi,
ikincisi ise bütün etnik unsurların içinde
olduğu ve Kürd halkının haklarının garanti
altına alındığı yeni bir anayasa. Bu iki talebimiz esastır ve Kürd halkı haklarını elde
etmelidir” dedi.
“Bölgenin ve Suriye’nin geleceği
masaya yatırılacak”
Siyasi çözümden yana olduklarını ve
bölgedeki kriz ve karışıklığın siyasi yöntemlerle çözülmesi gerektiğini dile getiren
ve toplantının önemine dikkat çeken Şahin
Ehmed, “ Cenevre III’te kurulacak masada
bölgenin ve Suriye’nin geleceği konuşula-
18 Ocak - 24 Ocak 2016
cak. Biz de böyle önemli toplantılarda Kürd
halkının haklarının korunması için çaba
sarf ediyoruz ve kararlıyız. Muhalefetle antlaşmamız var ve bu antlaşma çerçevesinde
Suriye muhalefetine dahil olduk” dedi.
KBY’nin başkenti Erbilde yapılan ve Suriye’deki Kürd partilerinin bir araya geldiği
Erbil I-II toplantılarını da hatırlatan Ehmed, Kürdlerin tek ses olamaması, ve birliklerini oluşturamamaları, Riyad Kongresi
ve yapılan diğer toplantılarda Kürdlerin göz
önünde tutulmamalarına sebep olduğunu
vurguladı. Bu durumun Kürdlerin birlik
olamayışı ve parçalı yapısından kaynaklandığını söyleyen Ehmed, aynı zamanda
Suriye muhalefetinin de rejiminkinden
farklı olmayan zihniyetinin de bunda rol
oynadığını sözlerine ekledi: “Suriye’de daha
önce Araplar dışında hiçbir etnik unsurun hakları göz önünde tutulmadı. Suriye
muhalefeti hala bunun etkisi altında ve bu
zihniyeti kırabilmiş değil. Riyad’dan çıkan
en önemli sonuç ise Suriye muhalefetinin
tek ses olmasıdır ve toplantılarda bu şekilde
temsil edilecek olmasıdır. ENKS temsilcileri de, Riyad kongresi ile ilgili gerekli
eleştirileri dile getirdiler” dedi.
Kobanê Dışişleri Sorumlusu Kurdo:
Cenevre ‘ye katılmıyoruz
Cenevre toplantısı ilgili BasHaber’in
sorularını yanıtlayan Kobanê Kantonu
Dış İlişkiler Sorumlusu Îbrahim Kurdo ise
Demokratik Suriye Meclisi’nin (DSM )
Cenevre III’e katılmama kararını aldığını
ve gerekçe olarak da uluslararası güçlerin
Rojava yönetimine olan yaklaşımını işaret
etti. Cenevre toplantısına katılacak olan ülkelerin DSM’yi resmi olarak tanımadığını ve
kendilerinin de tanınmadıkları toplantılara
katılmama kararı aldığını aktaran Kurdo,
“MSD, bugün Rojava ve Rojava dışındaki birçok etnik unsuru içinde barındırıyor. Kürd,
Arap, Süryani, Ermeni, Asuri etnik unsurların tümü DSM içinde yerini almıştır. Hiçbir
devletin yönlendirmesi veya etkisiyle değil,
bölgedeki halkın iradesi ile ortaya çıkan bir
yapıdır. Uluslararası ve bölgesel bazı güçler,
halkın iradesini temsil eden DSM’nin bu
toplantılara katılmasını istemiyor. Biz Suriye
halkının iradesini temsil ediyoruz ancak
onlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket
ediyor” dedi.
Kürd güçlerinin IŞİD’e karşı son dönemde yaptığı başarılı operasyonlara da değinen
Kurdo, “askeri alanda elde edilen başarılar,
yürütülen diplomasi de de etki sahibidir.
Ancak bazı güçler Suriye halklarının iradesini göz önünde bulundurmuyor” dedi. Kurdo
şöyle devam etti: “Tişrin Barajı ile birlikte
bölgedeki birçok köy de Demokratik Suriye
Güçleri (DGS) tarafından kurtarıldı. Ve bölgedeki halk da DSG’ye katılma kararı aldı.
Cerablus, Azaz ve IŞİD’in başkenti Rakka
kurtarılana kadar operasyonlara devam edilecektir. Askeri alanda elde edilen başarılar,
diplomatik alanda da karşılığını görecektir.
Suriye halkı gün be gün DSG’ye katılıyor ve
bu anlamda DSG’nin önü açık görünüyor.”
BasHaber
ROJAVA
18 Ocak - 24 Ocak 2016
Rojava’da:
Efrin’den Cerablus’a sürpriz operasyon
Barış hemen şimdi!
kentte yer yer patlamaların yaşandığını ancak bunun halklar arası
bir çatışmaya neden olamayacağını
söyledi. Qamişlo’da yaşayan Kürd,
Süryani ve Arap halkının tarihi bir
geçmişinin olduğuna değinen Nebi,
“yılbaşından önce Qamişlo’da Süryanilerin yaşadığı mahalleye birkaç
IŞİD saldırısı yapıldı. Hem Kürd
hem de Süryani vatandaşlar yaşamlarını yitirdi” dedi. Asayiş güçleri ve
Suriye rejimine bağlı Sotoro güçleri
arasında birkaç gün önce çatışma
yaşandığını söyleyen Nebi, “Sotoro
güçleri mahallenin çevresini taşlarla
kapatmak istedi. Asayiş güçlerinin
bunu kabul etmemesi sonucunda
aralarında çatışma yaşandı. Akşam
başlayan çatışma sabah saatlerinde
son buldu. Çatışmada bir sivil ve bir
Sotoro savaşçısı hayatını kaybetti.
Suriye rejimi bu şekilde halklar arası
çatışmaları yaratmak istiyor ve kendini bu şekilde yaşatmaya çalışıyor”
dedi.
AHMET ÖZER
S
Reyhan Akgün
uriye’de 2011’de başlayan siyasi
krize çözüm bulma çabası bağlamında 25 Ocak’ta Cenevre’de
yapılması planlanan toplantı
şimdiden merak konusu olurken,
ABD’nin Rusya ile Suriye’nin geleceği konusunda anlaştıkları iddia
ediliyor. Ancak, Rusya’nın ABD’nin
desteklediği ve İdlib’de üslenen
“ılımlı grupları” bombalaması yeni
bir krize neden olacak gibi görünüyor. Türkiye medyası ABD’nin
Rojava’da askeri üs kurduğunu
yazarken Suriye rejiminin Rus askeri
güçlerinin ülkede sınırsız sürede
kalmaları yönünde karar alması,
çözümün “başka bahara” kalabileceği şeklinde yorumlanıyor.
Öte yandan Suriye’deki etnik
çatışmalar Rojava’ya da yansımaya
başladı. Qamişlo’da Süryani güçleri
Sotoro ile PYD asayişi arasında yaşanan çatışmalar birkaç gün devam
ederken, tarafların çatışmaların
yayılmaması için gerekli tedbirleri
aldıkları öğrenildi. Cerablus ve
Rakka yönünde ilerleyen Kürd güçlerinin taktik değiştirerek Efrin’deki
birlikleri, Cerablus-Rakka hattına
yönlendirdiği ve bölgede stratejik
konuma sahip Şewarxa’nın kontrol
edildiği öğrenildi.
Qamişlo’da
PYD - Sotoro gerginliği
IŞİD’in 30 Aralık 2015 tarihinde
düzenlediği ve 18 kişi hayatını kaybettiği saldırıların ardından bölgede
yaşayan etnik gruplar arasında
gerginlik devam ediyor. YGP ağrılıklı
DSG güçleri ile Suriye Ordusu’na
bağlı Süryani Asayişi arasında
yaşanan çatışmalar bölgede büyük
endişe uyandırdı. Kürd ve Süryani güçler arasındaki çatışmanın
kontrol noktası anlaşmazlığından
kaynaklandığını belirten İsveç’teki
Süryani Federasyonu Başkanı Efram
Yakub, Qamişlo’daki çatışmada 1 Sotoro savaşçısı ve 8 Kürd’ün yaşamını
yitirdiğini iddia etti. PYD’nin Qamışlo yöneticileri ise çatışmanın
sona erdiğini ve yorum yapmak
istemediklerini ifade etti.
“Rejim çatışma çıkarmaya
çalışıyor”
Qamişlo’daki gelişmelere ilişkin BasHaber’e
bilgi veren Gazeteci Ciwan Nebi,
ABD askeri üs mü kuruyor?
Öte yandan ABD’nin Haseke’nin
190 kilometre kuzeyinde bulunan
Tarım Havaalanı’nda askeri üs
kurmak amacı ile bölgede incelemelerde bulunduğu ifade edildi. Uzun
bir süredir Rojava’da bulunan ABD’li
askeri uzmanların DSG birliklerine
eğitim verdiği bildirilirken, ABD’nin
üs kuracağı iddiası bölgede yeni
tartışmalara neden oldu. Türkiye
medyası askeri üssün Türkiye-IrakRojava sınırına kurulacağını yazarken konuya ilişkin BasHaber’e değerlendirmeler de bulunan Rojavalı
yetkililer bu konudaki haberlerin
gerçeği yansıtmadığını söyledi. Efrin Kontonu Başkanı Hêvî Mistefa, ABD’nin Rojava’da askeri üs
kuracağı yönündeki haberleri
yalanladı. IŞİD ile mücadelede kendilerine yapılan her
türlü desteği memnuniyet
ile karşıladıklarını belirten
Hêvî, “bu durum söylentilerden ibarettir. Ko-
nuşmalar var ama pratikte bir şey
yok. Terörü yok etmek ve terörle
mücadele de bize gelen desteği
memnuniyet ile karşılıyoruz. Rojava’daki 3 kanton dünya siyasetinin
dikkatini üzerine çekti. Rojava
Kantonları Kordinasyonu uluslararası alanda diplomatik ilişkiler
geliştiriyorlar. Diplomatik ilişkilerin
içişlerimize müdahaleyi taşımamasına dikkat ediyoruz” şeklinde
konuştu.
Hêvi Mistefa: Efrin’de ciddi
sıkıntılar başladı
Suriye’deki iç savaşın başlaması
ile beraber radikal İslamcı örgütlerin ablukası altına giren Efrin
kentinde, Kürd güçleri ile radikal İslamcı gruplar arasındaki çatışmalar
da devam ediyor. Kuzeyi Türkiye’nin
ördüğü duvar ile kapatılan ve güney
ile batısı IŞİD, El Nusra, Ahrar el
Şam örgütlerinin kuşatması altında
olan Efrin’de ciddi gıda sıkıntısı
yaşanmaya başladı. Efrin’deki ablukaya değinen Hêvî Mistefa, “savaş,
ambargo ve abluka altında olmasından kaynaklı Efrin kötü durumda.
Efrin sınırları Türkiye ve Ahrar el
Şam ve Cephet ul Nusra tarafından
kapatılmış durumda. Bölgemiz sürekli saldırı altında. Güçlerimiz bu
saldırılara cevap veriyor. Bu abluka
ve savaş insanlık için utanç verici bir
durumdur. Halk büyük zorluklarla
yaşamaya çalışıyor. İlaç ve insani
ihtiyaçlar konusunda ciddi sorunlar
var” dedi. Kobanê Yasama Meclisi
Eşbaşkanı Fewziya Ebdo da ablukaya dikkat çekerek, “Efrin’e girmek
istiyorlar ve Efrin üzerinden de
Halep’i ele geçirmek istiyorlar.
Temel amaç Efrin üzerinden
tüm bölgeleri ele geçirmek.
Efrin’deki yol kontrollerini ele geçirmek, şiddet
uygulayarak halkı
teslim almaya
çalışıyorlar”
diye konuştu. Ebdo,
bölgedeki güçlerin yanı sıra
dünyadaki tüm siyasi güçlerin
de Rojava ve Suriye’ye stratejilerini dayattıklarını aktardı.
11
Demokrasiyi diğer yönetimlerden ayıran en önemli özellik rızaya
dayalı bir rejim olmasıdır. Teokrasi
kutsallara, diktatörlükler ise korkuya dayanır. Bir rejim demokrasi
adı altında yönetilse bile rıza üretmiyorsa bırakıp gider, gitmiyorsa
o zaman baskıya ve sindirmeye
başvurur. Ele geçirdiği devletin
zor tekelini kendi siyasi ikbali için
kullanarak başta kalmaya çalışır. Bu durumda rejim
meşruiyetini yitirir. Birileri kendini her şeye muktedir,
her şeyin üstünde görür. Orada artık zorba bir rejim
vardır. Bugün yaşadığımız süreci doğru algılayıp, doğru
çıkışlara ulaşmak için resmin tümüne bakmak; meseleyi
sebepleri ve sonuçlarıyla kavrayıp, bundan nasıl çıkılacağını tartışmak için soru cevap yöntemini kullanarak adım
adım ilerlemek istiyorum.
Bu savaş neden başlatıldı? 6 Haziran’da olan iç ve
dış konjonktür 8 Haziran’da ile aşağı yukarı aynıydı. Tek
bir değişiklik vardı. O da 7 Haziran’da yapılan seçimlerin
ortaya çıkardığı sonuçlardı. O halde bu savaşın başlamasını tetikleyen birinci neden 7 Haziran seçimlerinin
sonuçlarıdır. AKP’nin Suriye politikasının iflas etmesi ve
Rojava’da Kürdlerin elde ettikleri kazanımlar önemli bir
nedendir. 7 Haziran sonrası demokratik bir olgunlukla
bir koalisyon kurup Türkiye’nin önünü açmak, sorunlarına çözüm bulmak yerine, tek başına iktidar olmak için
ülke daha üzerinden 3-5 ay geçmeden yeniden seçime
sürüklenmiş; erken seçime gitmek için koalisyon kurulmamış ve 1 Kasım süreci yaşanmıştır.
Ne yapılmak isteniyor? Yapılması gereken şey çözüm yoluyla barışa ulaşmakken, bunun yerine bir çatışmalı kaosa sürüklenilmiş durumda Türkiye. Bu seçenek
hangi araçlarla, nasıl yapıyor?
1) Bölgenin en az 15-20 alanını yasaklı ilan ederek.
2) Cizre gibi büyük ilçeler sokağa çıkma yasağı ile
birlikte ablukaya ve muhasaraya alarak. 3) Birçok yerde
toplu tutuklamalar yaparak. 4) Bu meyanda birçok sivil
kayıp önlenmeyerek ısrarla sürdürülüyor bu politika. 5)
Öcalan’ın üzerindeki tecrit de sürdürülüyor. 6) Bütün
bunlar aynı zamanda psikolojik metodlar eşliğinde
medya da kullanılarak yapılıyor. Ve bunlar yetmiş yedi
milyonun gözü önünde olup bitiyor; siyaset kurumları,
STK’lar, üniversiteler, toplum hiçbir şey yapmıyor ya da
yapamıyor, bir kaç cılız ses ya duyulmuyor ya da baskı
altına alınarak susturuluyor.
AKP en az on seçim “Kürd sorunu var, ben çözeceğim” dediği için Kürdlerin oyu ile sonuç aldı, her seçimden zaferle çıktı. HDP de ilk defa %10 barajı psikolojik
eşiğini aşarak parlamentoya girdi. Bu aslında hem
Türkiye’nin rahatlaması, hem çoğulcu demokrasi hem
de HDP’nin Türkiyelileşmesi bakımından iyi bir gelişme
iken, iktidar şimdi bu seçenekleri oyun dışı bırakma
gayreti içinde. Eskiden Kürd siyaseti için MHP’nin uyguladığı siyaseti şimdi kendisi uygulayarak, adeta bindiği
dalı kesmeye çalışıyor.
Çözüm ne? Tek bir çözüm ve çıkış yolu var, o da
çatışmasızlık ortamına geri dönmektir. Bu güç olabilir
ama imkansız da değil. Bunun için; 1) Siyasi partiler
parti farkı gözetmeksizin diyalog kurmalı, bu konuda
CHP ve HDP özellikle ısrarcı olmalıdır. 2) STK’lar
çağrı yapmalı, ancak bu çağrılar sadece Doğu’dan
değil Batı’dan da gelmeli, yapılabilirse bir Yozgat’tan,
İzmir’den, Bursa’dan gelecek STK çağrıları sürece daha
etkili katkı yapar. 4) Barış anneleri ile şehit dernekleri
bir araya getirilmeli, topluma fotoğraf verilmeli, çağrı
yapmalı, geçmişte yapıldı, bugün daha büyük ihtiyaç var,
5) Öcalan barış ve çatışmasızlık için devreye girmeli, 6)
Medyanın manipülasyonları teşhir edilmeli; özellikle bu
çatışmanın neden yürütüldüğü, sivil vatandaşlara ve işyerlerine kimin neden zarar verdiği açığa çıkarılmalıdır.
Eğer bu adımlar hayata geçirilebilirse Türkiye yeniden iç
barışa ulaşabilir. O nedenle herkes “Barış hemen şimdi”
diyerek ayağa kalkmalıdır.
12
MEDYA
BasHaber
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak12
2016
‘Barış için
Akademisyenler’
ile savaş!
Basın özgürlüğü:
Gazeteciliğin 90’lı
yıllarına dönüş
Adem Özgür / Gültekin Çelik
D
oksanlar; savaş, ölüm,
işkence, kaybedilme, sürgün,
hapishane, yargılama, köy
boşaltma, göçertme, baskı, rafa kalkan
özgürlükler demekti. 2000’li yılların
başına kadar onlarca gazeteci öldürüldü, gazeteler toplatıldı, yazılarından
dolayı hapislere tıkıldı, gazete binaları
bombalandı. Şiddet ve savaşın yine
tekerrür ettiği günümüzde gazeteciler yine hedef. BİA Medya Gözlem
Raporu’na göre 2016’da 31 gazeteci, 8
dağıtımcı hapise girdi. Ekim-Aralık
döneminde 15 gazeteci, 2 medya grubuna saldırı yapıldı; 3 Suriyeli gazeteci
öldürüldü. Cumhurbaşkanına hakaretten 42’si gazeteci soruşturmaya uğradı.
213 medya çalışanı işsiz kaldı. AİHM,
Türkiye’yi 57 bin 516 TL’ye mahkûm
etti. 24 Temmuz’da 98 haber sitesine
erişim engeli konuldu.
Rapora göre, 26 gazetecinin Terörle
Mücadele Kanunu (TMK) uyarınca
337 yıl 6 ay hapisle, 58’inin de “örgüt
yöneticiliği, örgüt üyeliği” veya “örgüte
yardım” suçlamasıyla 877 yıl 6 ay ha-
“Gazeteciler üzerinde ciddi
baskı var”
Özgür Gazeteciler
Cemiyeti Eş Başkanı Hakkı
Boltan, halen 35 gazetecinin cezaevinde olduğunu hatırlatarak, “bu
sayıyı dünyayla kıyasladığımızda karşımıza
ciddi bir rakam çıkıyor. Bu da Türkiye’de
gazeteciler üzerindeki baskıyı gösteriyor”
diyor. Gazetecilere yönelik ‘haber yapmayın’
tehdidinin de söz konusu olduğunu aktaran Boltan şöyle konuşuyor: “Gazeteciler
kendilerini sürekli baskı altında hissediyor
ve devlet bir şekilde gözlerini korkutmaya
çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ta
gözaltına alınan ve günlerce kendisinden
haber alınamayan Nedim Oruç örneği var.
Tıpkı eskiden olduğu gibi belki de gözaltında
‘kaybetmek’ istemişlerdir.”
“Savaş koşullarında gazetecilik”
JİNHA Editörü Fatma Çolak, ‘gerçeklerin
gizlenmesi için basın emekçileriyle uğraşılıyor’ diyerek, ağır ve gerilimli bir ortamda
gazetecilik yaptıklarını söylüyor: “Bu durum,
Kürd kimliğinden ve Kürd basınından
bağımsız değildir” diyor. Savaş koşullarında
gazetecilik yaptıklarını belirten Çolak, “kadın
gazeteciler olarak sokakta ve çatışmaların
yoğun olduğu yerlerde var olanı göstermeye
çalışıyoruz ve ‘erkekler ne der’ diye düşünmüyoruz. Bunun için hedef haline geliyoruz.
Aynı zihniyetin ürünü olduğu için erkeği devletten ayırmak imkânsız bir şey” diyor. Muhabirlerinin çeşitli bahanelerle tutuklandığını
anımsatan Çolak, muhabirlerinden ikisinin
tutuklanmasını örnek veriyor: “Beritan Can
Özer, ‘çok heyecanlı’ diye tutuklandı, Van’da
Rojda Oğuz’un tutuklanmasının nedeni ise
sosyal medyadaki paylaşımları.”
TGS: Kürd basın geleneği
bir okul
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Sekreteri
Mustafa Kuleli, basın emekçilerine yapılan baskıların gözdağı olduğunu
Şiddetin ve kaosun derinleşerek devam ettiği şu günlerde, gazetecilere
yönelik baskılar da arttı. Gazeteciler ve meslek örgütleri, üzerlerindeki
baskıların 90’lı yıllara benzediği konusunda hem fikir. 2016’da 31 gazeteci,
8 dağıtımcı hapise girdi. Ekim-Aralık döneminde 15 gazeteci, 2 medya
grubuna saldırı yapıldı; 3 Suriyeli gazeteci öldürüldü.
pisle yargıladı. Ayrıca, dört gazeteci,
“silahlı isyana teşvik” veya “darbe
teşebbüsü” suçlamasıyla toplam iki
kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve
40 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. 2
gazeteci de, “örgüt üyeliği” ve “casusluk” iddiasıyla müebbet hapis ve 20
yıl hapis istemiyle soruşturma geçirdi.
Mahkemeler, Kürd medyasından üç
gazeteciyi 6 yıl 3 ay 22 gün hapis ve
24 bin TL para cezasına mahkûm etti.
Gazeteciler ve meslek örgütü temsilcileri uğradıkları baskıyı ve sorunlarını BasHaber’e anlattı.
“92 gazeteciye gözaltı,
35’i tutuklandı”
ifade ediyor. Muhalif gazetecilerin içeriye
alındığını ifade eden Kuleli, kamuoyunda
bilinen insanların tutuklanmasının, diğer
gazetecileri tedirgin ettiğini söylüyor. Kürd
gazetecilerin tüm baskı ve tehditlere rağmen
haber üretmeye devam ettiklerini de söyleyen Kuleli, “Kürd basın geleneği bir okuldur
ve çok uzun yıllara dayanan bir tarihi var.
Geçmişte de çeşitli baskılarla karşılaştı
yılmadı, susmadı. Batıda da tarihsel olarak
Kürd basınına destek veren bir aydın kesimi
var. Bu muhalif sesler bir şekilde susturulmaya çalışılıyor” şeklinde konuşuyor.
DİSK Basın-İş:
Savaş gazeteciliği
Disk Basın-İş Sendikası Başkanı Faruk Eren ise,
Türkiye’de yıllardır basın
emekçilerinin tutuklandığını ve öldürüldüğünü ifade ediyor. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nün darbe döneminde alınan bir
kararla yürürlüğe giren bir gün olduğunu
hatırlatan Eren, “10 Ocak ancak basın için
verilen mücadelenin ivme kazandığı bir gün
olabilir” diyor. Kürd illerinde gazeteciliğin
savaş koşullarında ve ölüm tehlikesi altında
yapıldığını belirten Eren, sözlerini şöyle
sürdürüyor: “Neredeyse her gün bir gazeteci
sudan sebeplerden dolayı tutuklanıyor. Mesela sosyal ağlarda paylaşımlarından dolayı
tutuklananlar var. Bizler de sürekli bölgedeki gazeteci arkadaşlarımızla dayanışma
içerisindeyiz.”
“Namlular susana kadar
devam”
DİHA muhabiri Serhat Yüce
ve Özgür Gün TV çalışan Murat
Demir, gözaltında “bir daha
alınırsanız durum farklı olur” şeklinde tehdit
edildi. Görüntü alan DİHA muhabirinin başına silah dayatıldı. Silvan’da sokağa çıkma
yasaklarının dördüncü gününde görüntü
alırken polisin saldırısına uğradığını ifade
eden Serhat Yüce, “Kürd gazetecilerinin
yaşadıkları Türkiye kamuoyunda bilinmiyor,
ölümle yüz yüze kalıyorlar. Bütün DİHA çalışanları, namlular susuncaya kadar gazetecilik yapmaya devam edeceklerdir” diyor.
“Elçi cinayeti sırasında
şiddete maruz kaldık”
Sokağa çıkma yasağının
uygulandığı yerlerde gelişmeleri halka duyurmakla görevli
olduklarını aktaran Rûdaw TV Diyarbakır
Muhabiri Gönül Morkoç, “yasaklı bölgelere
girdiğimiz zamanlarda ise keyfi baskılarla
karşılaşıyoruz” diyor. Polisin dış görünüşünü
beğenmediği bir gazeteciye müdahalede
bulunabildiğini veya gözaltına aldığını ifade
eden Morkoç, Tahir Elçi’nin katledilişi sırasında haberi ulaştırmak için olay yerinden
ayrılmak istediklerinde polis şiddetine
maruz kaldığını hatırlatıyor.
“Ateş altında kalmak,
vurulmak!”
Sokağa çıkma yasağı ilan
edilen bölgelerde yaşananların görülmesinin güç
olduğunu, yolların kapalı, telefonların kesik
ve internetin olmadığı bu yerlere girmeye
çalışmanın, orada olup bitenleri kamuoyuna
yansıtmanın görevleri olduğunu ifade eden
İMC TV muhabiri Kadriye Devir Uçar, yasaklı
yerlere girdiklerinde de ihlalden alacakları
cezadan çok, onları bekleyen atmosferin
zorluğuna dikkat çekiyor. Ateş altında
T
kalmak, vurulmak, tehdit edilmek, gözaltına
alınmak gibi ihtimallerle karşılaştıklarını,
buralarda karşılarına çıkan manzaranın ise
normal şartlarda büyük travmalar yaşatacak
cinsten olduğuna vurgu yapıyor ve bazen
kopuk uzuvlar bazen de duvarlara yazılmış
ürpertici yazılarla karşılaştıklarını söylüyor.
“Polis, ‘bizim gazeteciler
değil’ diyor”
6 Haziran’daki mitingde
bombaya çok yakın olduğunu
ve her şeyin gözlerinin önünde cereyan ettiğini söyleyen gazeteci Mahmut Bozarslan ise, “bir yandan kanlar içinde
insanlar giderken bir yandan işimi yapmak
zorunda kalmak oldukça acı vericiydi” dedi.
Sokağa çıkma yasaklarının büyük bölümüne
tanıklık ettiğini ifade eden Bozarslan, Tahir
Elçi’nin katledilmesi olayında polisin ‘bizimkiler değil’ dediği kimi gazetecilerin şiddete
maruz kaldığını söylüyor: “Her olayda fiziki
müdahale olmasa bile Kürd basını, yabancı
basın ve muhalif basında çalışanlar olay
yerinde çalışma imkanına sahip olamadı”
diyor.
“Dündar ve Gül’ün yaptığı
habercilikti”
Cumhuriyet gazetesinin
Ankara muhabiri Kemal
Göktaş, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmalarının Cumhurbaşkanı’nın şikâyetiyle
başladığını ve yargının yürütmenin etkisinde
kalarak ciddi bir hak ihlali yaptığını söylüyor:
“Dünyanın her yerinde Can Dündar ve Erdem
Gül’ün yazdığı metinler iyi haberler olarak
değerlendirilir. Soruşturma başlı başına bir
hak ve basın özgürlüğünün ihlali, bir de buna
tutuklu yargılama eklendi.”
Yüksekova Haber Editörü
İbrahim Genç ise, bilgi dolaşımının engellenmesi veya çarpıtılması için gayret edildiğini
söylerken, küçük çaptaki yerel sitelerin bile
engellendiğine dikkat çekiyor.
HABER
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
13
SÖYLEŞİ
Ercan Ekinci / Adem Özgür
ürkiye’de yaşanan devlet kaynaklı insan hakları
ihlallerine dikkat çekmek amacıyla ortak bir bildiri
yayınlayan, ancak PKK’nin eylemlerine vurgu
yapmadıkları için Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından sertçe suçlanan yüzlerce akademisyene yönelik tepki,
tehdit, gözaltı ve idari soruşturmalar ile toplumun farklı
kesimlerinden yükselen destek yeni bir gerginlik kaynağı
oldu. Türkiye’den ve yurtdışından 89 üniversiteden 1128
akademisyen, geçtiğimiz hafta yayınladıkları ortak bildiride “bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak
bu suça ortak olmayacağız” demiş, bölgede süren savaşta
Türkiye’yi taraf olduğu antlaşmalara uymadığı yolunda
uyarmıştı. Aralarında Noam Chomsky, David Harwey,
Etienne Balibar, Judith Butler ve Immanuel Wallerstein
gibi yurtdışından da önemli akademisyenin bulunduğu
1.128 akademisyen, sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların, “Türkiye’nin kendi hukukunun ve taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun
ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir
ihlali niteliğinde olduğu” vurgulanmıştı.
Ortak bildiride akademisyenler, “devletin başta Kürd
halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının
kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın
uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi
ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini,
bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin
yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına
izin verilmesini” talep etmiş ve müzakere koşullarının
hazırlanmasını istemişti.
“Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız”
Akademisyenlere yönelik Cumhurbaşkanı ve
Başbakan’ın tepkileri ardından imzacılardan kimileri
polis tarafından gözaltına alınırken, kimilerinin sözleşmeleri iptal edildi, kimileri ise okullarda kapıları
işaretlenerek ‘Ülkücü öğrenciler’ tarafından tehdit edildi.
İmzacı akademisyenlere sert tepki gösteren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “ey aydın müsveddeleri siz
karanlıksınız, aydın falan değilsiniz” sözlerini kullandı.
Çağrı metnine imza atan akademisyenleri sert eleştiren
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bu aydın müsveddeleri kalkıp
devletin katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız. Aydın falan değilsiniz” dedi.
Bildirinin akıl dışı olduğunu söyleyen Başbakan Ahmet
Davutoğlu da, “Suriye ve Irak gibi örnekleri gördükten
sonra, Türkiye’yi de aynı anafora sokmak isteyen kim
olursa olsun, onlarla entelektüel tartışma yapmayacağını” ifadelerini kullandı. Mafya lideri olarak bilinen Sedat
Peker de, imzacı akademisyenleri “oluk oluk kanlarını
akıtıp, kanlarıyla duş alacağı” şeklinde tehdit etti. Peker
hakkında soruşturma açıldı. Akademisyenlerin bildirisine tepki gösteren YÖK yayınladığı açıklamada, bildirinin
tüm akademi camiasını zan altında bıraktığını iddia ederek “teröre destek veren bu bildiri, akademik özgürlük ile
bağdaştırılamaz” dedi. Hükümete yakın medya organları,
aydın ve akademisyenleri hedef göstererek, “PKK’nın
suç ortakları” ve “işte o ihanet bildirisine imza atanların
listesi” şeklinde ifadeler kullandı.
Farklı kesimlerden destek
Akademisyenlerin barış çağrısı yankısı sürerken birçok
çevreden bu çağrıya destek gelmeye devam ediyor.
Hukukçular, sinemacılar, edebiyatçılar, gazeteciler ve
psikologlardan bildiriye imza atan akademisyenlere destek mesajı geldi. HDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek “hepsine müsvede
yaftası yapıştırması ancak kendisine yakışır” dedi. Akademisyenlerin hedef haline getirilip, gözaltına alınması
üzerine çok sayıda sinemacı, edebiyatçı ve gazeteci,
“barış için akademisyenlerin yanındayız” dedi.
“Barış için rol almaya hazırız”
Barış İçin Akademisyenler Girişimi’nin barış için
yaptığı çağrıyı Boğaziçi Üniversitesi’nden Yard. Doç. Esra
Mungan, BasHaber’e şiddet ve kaosu korkunç ve kabul
edilemez olarak gördüğünü ifade ederek, “bu nedenle
akademisyen olarak bir haykırışla ortaya çıktık” dedi.
Mungan, dünyadaki tüm çatışmalarda nihayetinde barış
masasına oturulduğunu ve her iki taraflı acı kayıplara
rağmen, çağrıyı legal olan devlete yaptıklarına dikkat
çekti. Mungan şöyle dedi: “Biz yurttaşız, dolayısıyla
talebimiz doğal olarak devlete olacaktır. Tüm ümidimiz,
tekrar barış masasına dönülmesidir. Akademisyenler
olarak barışın tesisi ve barış masasına dönülmesi için de
rol almaya hazır olduklarını ifade eden Mungan, “toplumların barışı için yapılması gerekenler doğrudan sosyal
bilimlerin çalıştığı konulardır, bu açıdan hem akademik,
hem eylem olarak destek vermeye hazırız” dedi.
ABD: Hükümet eleştirisi ihanet değil
Bildiri yayınlayan akademisyenlere ilişkin bir açıklama
yapan ABD Ankara Büyükelçisi John Bass ise, “Şiddetle
ilgili endişelerin ifade edilmesi, teröre destek vermek ile
eşdeğer değildir. Hükümet eleştirisi ihanet ile eşdeğer değildir. Türk demokrasisi rahatsız edici fikirlerin
serbestçe ifade edilmesini kucaklayacak kadar güçlü ve
dirençlidir” dedi.
Serbest bırakıldılar
Yayınladıkları bildirinin ardından Kocaeli, Bursa ve Erzurum’da
gözaltına alınıp serbest bırakılan akademisyenler adına bir
açıklama yapan Prof.Dr. Onur
Hamzaoğlu, “korku ile bizleri
susturmak mümkün değil. Bizler
devletimizden barış içerisinde
yaşama hakkı hakkı talep ettik,
sözümüzün arkasındayız” dedi.
13
“Petrolumuz yok abe
o yüzden bu haldeyiz,
fukarayız…”
ÖZTEKİN ÇAÇAN
Milli ozanımız Şivan “petrola Kurda ne” (petrol Kürdlerindir) diyordu.
Bize göre petrol denizinin üzerinde
yaşadığımız halde açtık ve bunun da
mantıklı bir izahı, hikâyesi yoktu.
Yoksa var mıydı?
1.Gemi vakıası…
Hikâyeyi bir gemiden başlatmakta
yarar var. Evet, gemi meselesi bence
olayın en ilginç boyutu çünkü dünya
ticareti gemi üzerinden dönüyor. Buharlı gemiler yerine dört
zamanlı içten yanmalı motorların keşfi. Bu keşifle gelen önce
ham petrolle, sonrasında da mazotla hareket eden gemilerin,
üretilmesi (1900’lü yıllar), dünyayı alt- üst etmişti. Gemilerin
hızı ve yük kapasitesi artmış, kömür için ayrılan ambarlar
yükle doldurulmaya başlanmıştı. Uluslararası ticaretin
İngiltere, Almanya, Fransa arasında oluşmuş dengeleri
alt üst oluyordu. Yarışta İngiltere başat aktördü ve dünya
ticaretinin %44’ünü tek başına idare etmektedir. İngilizler
bilinçli, planlı bir şekilde gemi teknolojilerini yenilemekte
ve ilerlemektedir. O yıllarda yayın yapan (1912) bir Fransız
gazetesi şu manşeti atar “durum böyle giderse yakında dünya
savaşı çıkacaktır.”
Temmuz 1912 tarihinde genç donanma bakanı Churchill, 71 yaşında olan Amiral Fisher’e şu talimatı vermiştir;
“Petrolü bulmalısın, onun barışta nasıl ucuz ve düzenli bir
şekilde, savaşta ise kesintisiz olarak nasıl sağlanabileceğini
göstermelisin. Daha sonra da petrolün en etkin şekilde, mevcut ve yeni yapılacak gemilerde kullanılabilmesini sağlayacak
tekniği geliştirmek için tüm gayretini ortaya koymalısın.”
Kısa bir süre sonra ise çoğunlukla ABD’de çıkarılan petrolün
yerine alternatif sahalar aranmaya başlandı. Ve “Ortadoğu”
böylece keşfedilmiş oldu. Osmanlı’nın dağılması, 1. Dünya
Savaşı Sykes- Picot (1916) gibi gizli “bölme” anlaşmaları
hep bu yaklaşımın sonuçlarıdır. Pek bilmediğimiz, haberdar
olmadığımız bir gerçekte 1. Dünya Savaşı yıllarında İran’ın
yine petrol amaçlı olarak Ruslar ve İngilizler tarafından işgal
edilmesidir. Ermeni “Tehciri”, birçok kıyımlar hep petrol
“olmazsa-olmaz” yaklaşımının ürünüdür. Çünkü “egemenlik,
gelişim ve zenginlik” buna bağlıdır.
2. Gemi Vakası…
09 Aralık haberi şöyle; “Norveçli çimento firması KG
Jebsen ve Erik Thun AB firmalarının ortaklaşa geliştirdikleri
doğalgazla çalışan M/V Greenland isimli dünyanın ilk kuru
yük gemisi Hollanda’nın Westerbroek tersanesinde inşa edilerek suya indirdi.” Yeni bir yakıt ve yeni bir ticaret dönemi
geliyor demek. LNG önemli. O yüzden Kıbrıs hattından
başlayan, Kürdistan’a uzanan gaz alanlarının yeniden düzenlenmesi gerekiyor. En büyük ihraç maddesi “gaz” ve petrol
olan İran ve Rusya gibi ülkelerde kara kara düşünüyor tabi.
Çünkü petrol fiyatları zaten dipte. Gaz satışları da ellerinden
giderse durum vahim.
İngiliz Amiral Dumas 1920’de bir konuşmasında 1.
Dünya Savaşı’nı kastederek şöyle demiş: “Petrole yönelik bir
savaştı. Geleceğin harpleri tamamen o amaca yönelik olacaktır. Bismark’ın ‘kan ve demir’ özdeyişi artık ‘kan ve petrol’
şeklinde ifade edilmelidir.” Hatırlayalım 2. Dünya Savaşı da
“siyah sıvı” üzerine kuruldu. Şimdilerde “gaz ve kan”ı denkleme eklemenin hiçbir sakıncası yoktur. Özellikle Suriye’de
yaşadığımız savaş düşük yoğunluklu ‘3. Dünya Savaşı’ niteliğindedir. Yine bizim “kanımız” ve onların “gaz”ı aynı tırnak
içinde yer almakta. Ve bir yerlerde Sykes - Picot’u andıran
yeni gizli anlaşmalar ya yapılmıştır ya da yapılmaktadır.
Diyarbekir Dağkapı Meydanı’nda el arabasında çekirdek
satan bir Eta vardı. Eta, çay bardağına zuladan doldurduğu
şarabı yine çay gibi kaşıkla -millet dümenini çakmasın diyekarıştırarak gün boyu yudumlardı. Bu abimiz ayak üstü her
konuşmamızda işi petrole getirir “Petrolumuz yok abe o yüzden bu haldeyiz, fukarayız..” derdi. Eta öldü bakalım “gaz”
dönemi nasıl kapanacak. Belki de Kürdler için yeni bir devlet
kurulacak. Ve bu da hiç fena olmayacak.
14
KADIN
BasHaber
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak14
2016
Kadın cinayetlerinde istikrar!
İstanbul’un arka yüzü
Hem erkek, hem
devlet öldürüyor
G
Çimen Gümüş
eçtiğimiz yıl toplumsal şiddetin
giderek tırmanması bir yana kadına
yönelik şiddet ve cinayetlerde de
gözle görülür artış yaşandı. Yakınları tarafından öldürülen kadınlara, Kürdistan’da
devam eden çatışmalarda öldürülen
onlarca kadın da eklendi. Bölgede özel
bir savaş atmosferinin yaşandığına dikkat
çeken kadın aktivistler, kadınların hedef
alınmasıyla şiddetin normalleştirildiğini
savundu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre ise 2015
yılında erkekler tarafından öldürülen kadın
sayısı 303. Kadın cinayetleri şiddet ortamının artmasıyla paralel olarak yükseliyor.
Her yıl yüzlerce kadın çoğunlukla en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülürken,
buna bir de politik şiddet sonucu öldürülen
Kürd kadınları eklendi. Ağustos ayından
bu yana sokağa çıkma yasaklarının ilan
edildiği bölgelerde öldürülen sivillerin üçte
birini kadınlar oluşturuyor. Bunların içinde
hamile, yaşlı, ve siyasetçi kadınlar bulunuyor. Ülkenin Batısı’nda kadınlar ‘kıskançlık
cinayeti’ gibi nedenlerle öldürülürken, çatışmaların yaşandığı bölgelerde ise pek çok
kadın keskin nişancıların hedefi oldu veya
iki ateş arasında kaldı. İHD’nin verilerine
göre, bölgede 9 Ağustos’tan 3 Ocak’a kadar
yaşanan çatışmalarda 25 kadın öldürüldü.
‘Ataerkil perspektifli cinayetler’
Kadın Cinayetlerini Durduracağız
Platformu tarafından yayınlanan 2015
raporunda sadece erkekler tarafından
öldürülen kadınlar yer alıyor. 303 kadının
öldürüldüğü kadın cinayetlerine bir de
bölgede keskin nişancılar tarafından öldürülen onlarca Kürd kadını eklenince, bu
sayı 400’e yaklaşıyor. Özellikle Kürd kadın
siyasetçilerin öldürülmesi dikkat çekiyor.
Geçtiğimiz hafta Silopi’de 3 Kürd kadın
siyasetçinin öldürülmesiyle devam eden
kadın siyasetçilerin hedef alınmasının Kürd
siyasetinde kadınların aktif olmasıyla ifade
eden Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler
Derneği Üyesi Zelal Ayman, kadın cinayetlerinde ilk nedenin ‘saf ataerkil kafa’ ve
‘ataerkil perspektif’ olduğuna işaret ederek,
“kadınların kamusal alandaki görünürlüğü
erkeklerde alerji yaratıyor” dedi. KadınYayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Yayın Koordinatörü: Yeter Polat
Haber Merkezi: Mustafa Turan, Mehmet Emin
Kan, Mehmet Salih Batırhan, Çimen Gümüş,
Adem Özgür
ların yüzyıllardır verili toplumsal cinsiyet
rollerine karşıt herhangi bir ayakta durma
veya direnme halinin kabul edilemediğinin
altını çizen Ayman, “kafalarında bir kalıp
var. Erkekler erkeklerle savaşır, kadınları
bir savaşçı, direnişçi olarak kabul etmezler.
Aşağılıyor ve öldürmek istiyorlar. IŞİD’de
böyle bakıyor meseleye. Orada çok derin
bir algı var. Asker, polis de kadınları bu
nedenle hedefliyor. ‘Bana nasıl direnirsin,
al sana ölüm’ diyor” diye konuştu.
‘Kadınları hedef alarak, bir taşla iki kuş
vuruluyor’
Ortadoğu’da IŞİD’in de uyguladığı ve
Kürdlere özel bir durum olarak ataerkil
kültürün kadınları katletme üzerinden bir
cezalandırmaya gittiğine dikkat çeken Ayman, “Kürdlere özel bir durum olarak, devlet diyor ki ‘sizin namusunuzu böyle öldürürüm.’ Orayı kaşıyor. Kadınları öldürerek
bir taşla iki kuş vuruyor. Hem direnen, aktif
kadını öldürüyor, hem de erkeklere mesaj
veriyor. Savaşan erkeklere diyor ki ‘ben
kadınını böyle paramparça ederim, sen bir
hiçsin.’ Kürdlerin, feodal, kadınların korunması gereken varlıklar olduklarına ilişkin
duygusunu kaşıyor. Oraya oynuyor. Bu çok
ciddi bir mesaj. Silopi’de öldürdüğü 3 kadındaki mesajı; ‘seni değil, onu öldürdüm,
çünkü sen onurunu koruyamadın’ idi. Devletin yıllardır kadınlarla ilgili yaptığı şey
bu. Kadınları tecavüz, tacizle tehdit etmek
de bunun bir parçası. 1 ay önce kadınlara
yolda özel timler tarafından eşleri önünde
tecavüz tehdidi yapıldığı bilgisi gelmişti.
Burada çok ciddi olarak namus ve cinsellik
üzerinden yok etme durumu var. Bu bir savaş stratejisidir. Kadınlar araçsallaştırılıyor,
nesneleştiriliyor. Bunların sonucunda bazı
Kürd erkeklerinden ‘kadınlarımızı koruyamıyoruz’ gibi sözler duydum. Daha çok
öfkeleniyorlar. Kadınlar öldürüldüğünde
Kürd toplumunu ve erkeklerini mahvettiğini, erkeklerin deliye döndüğünü biliyor. O
yüzden yapıyor” şeklinde konuştu. Ayman,
savaş ortamında kadınlara yönelik şiddetin
de daha çok arttığına vurgu yaparak, bu durumun Kürd kadınlarına yönelik çok daha
sert ve farklı olduğunu kaydetti.
‘Kadınlar şimdi doğrudan hedef’
Kürd kadınları, siyasal şiddetin arttığı
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
YAŞAM
BasHaber
18 Ocak - 24 Ocak 2016
15
SÖYLEŞİ
İzbelerde mülteci pazarları
G
Kadın cinayetleri şiddet ortamının artmasıyla paralel olarak yükseliyor. Her yıl yüzlerce
kadın çoğunlukla en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülürken, buna bir de
politik şiddet sonucu öldürülen Kürd kadınları eklendi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre ise 2015 yılında erkekler tarafından öldürülen kadın
sayısı 303. İHD’nin verilerine göre de, bölgede 9 Ağustos’tan 3 Ocak’a kadar yaşanan
çatışmalarda 25 kadın öldürüldü.
dönemlerde, ev içi şiddetin yanı sıra genel
olarak şiddetten nasiplerini her biçimde
alıyorlar. 90’larda kadınların önemli bir
kısmının gözaltındaki eşleri ve çocuklarının teslim olması için işkence gördüğünü
aktaran Kamer Vakfı Başkanı Nebahat
Akkoç, “doğrudan hedef olan kadınlar
siyasal olarak daha azdı. Şimdi kadınlar siyasi yaşam içinde daha fazla görünür olup,
rol aldılar, bu nedenle doğrudan hedef
olabiliyorlar” dedi. Bölgede yaşanan sokağa
çıkma yasaklarında daha çok kadınların
hedef görülmediğini ancak genel içinde
kadınların da yer aldığını aktaran Akkoç,
Türkiye’nin imzacısı olduğu BM Kadın
Hakları Sözleşmesi ve yanı sıra İstanbul
Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelerin
uygulanması için kararlı ve net bir siyasi
iradeye ihtiyaç olduğunu belirtti. Akkoç:
“1325 sayılı Birleşmiş Milletler kararının
Türkiye’de de uygulanmaya başlayacağını
duydum. Bu yeni bir durum ve kadınların
barış konusunda daha etkili olmasını sağlayacaktır” dedi.
2015 bilançosunda ablukada öldürülen
kadınlar yok
Geçtiğimiz günlerde 2015 yılının kadın
cinayetlerini bilançosunu açıklayan Kadın
Cinayetlerini Durduracağız Platformu
Üyesi Gülsüm Kav, hazırladıkları bu raporu
uluslararası tanımlara göre hazırladıklarını
kaydetti. Kav: “O rapordaki kadınlar sadece
erkek eliyle öldürülen kadınlardır. Devlet eliyle öldürülen kadınlar yer almıyor.
Onlarla birlikte bu sayı 400 yaklaşıyor”
dedi. Devletin Kürdlere yönelik özel bir
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
savaş başlattığını dile getiren Kav, “özel
savaş politikası sonucu sadece kadınlar
değil, her kuşaktan ve cinsiyetten insanlar
hedefte. Yaşanan sokağa çıkma yasaklarında kadınların özel olarak hedef seçildiğini
düşündürten kadın ölümleri olduğuna
dikkat çeken Kav, “kadınların bedenine
işkence edilmesi, üç Kürd kadın siyasetçinin öldürülmesi ve Taybet Ana gibi kayıplar
yaşadık. Bunlar kadınların özel olarak
hedeflendiğini bize düşündürten ölümler
oldu. Çünkü güçlü bir kadın mücadelesi
de var. Bu mücadelenin temsilcilerini özel
olarak hedefliyor gibi düşündürtüyor. Bunlar da kadın cinayetidir. Ama bunlarda özel
bir savaş politikası sonucunda öldürülüyor”
ifadelerini kullandı.
Cinayetlerin nedeni şiddet
Artan şiddet ve savaş politikalarının kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti
doğrudan arttırdığını kaydeden Kav, “rapor
sonuçlarımıza göre son aylarda artışın nedeni de budur” dedi. İnancı ve fikri ne olursa olsun kadın dayanışması denilince dünyadaki bütün kadınların bunu gözetmeleri
gerektiğini dile getiren Kav, “saygıdeğer
Kürd kadın hareketinin bu gücü karşısında
özel olarak hedef alındığını düşünüyorum.
Ama bunu yaparken Batı’da büyük kadın
kuvvetlerini harekete geçiremediğimiz oluyor. Ama bu cinayetleri kabul etmediğimizi
daha yüksek sesle ifade etmeliyiz. Bunun
yeterli olmadığı aşikar. Ama 7 Haziran
öncesindeki söylemle kadınları toplamak
daha kolaydı. Kürdlerle dayanışmak daha
kolaydı. Bu iklimde bu daha zorlaştı. Biz
örneğin, ‘Kürd halkı kendi kaderini tayin
etsin, onun talepleri geçerli ve önemlidir’
desek de herkes bizim gibi düşünmeyebiliyor. Biz bu yaşananlara sessiz kalmayacağız
ve itiraz edeceğiz. Yeterli değil ama böyle
bir dönemde önemi var. Kendi tabanımıza
böyle seslenmemiz önemlidir” dedi.
Çaçan Amedî
ünlerden Pazar. Havanın açık
olduğu öğlen saatlerinde
ben ve dostum Orhan Aykul
bir İstanbul turu yapmaya karar
veriyoruz. Orhan’ın bütün çabası
içimde taşıdığım hüznü atmak.
Biraz dolaştıracak beni, son iki aydır
mültecisi sayıldığım İstanbul’un hoş
mekânlarında bir çay içimi efkarımı
dağıtacak.
Kalkıyoruz, ana caddenin karşısı Vefa. Kendimizi meşhur Vefa
Bozacısı’nın önünde buluyoruz. Etraf
lüks araç dolu, müşeterilerin çoğu
muhafazakâr ama zengin insan kalabalığı. Önlerinden geçip aşağı fakir
sokaklara salıyoruz kendimizi. Orhan ‘gel’ diyor ‘önümüz Hızır Külhan
Sokağı burada meşhur bir pazar var.’
Pazara iniyoruz sanki bir evin hurdalığındayız. Her tezgahta eski kıyafet,
eski model cep telefonu, şarj cihazı,
paslı testere, yarı kullanılmış şeker
ölçüm kiti bile var. Var var da satıcılar çok değişik görünüyor gözüme.
Her milletten insan var. Sanki
dünya ticaret merkezi mübarek.
Derken bir tezgâh ilgimi çekiyor.
Aynı renk, aynı ebat az kullanılmış
aynı modelde dizayn edilmiş 15
çift ayakkabı. Soruyorum satıcıya
‘abla bunlar ne’ diye cevabından
Türkçe bilmediğini anlıyorum. Yan
tezgâhtan biri imdadımıza yetişiyor ‘abi bu Afgan’ diyor.
-Peki ayakkabılar ne?
-Onlar da bir halk dansları grubunun ayakkabıları.
-Nereden buluyorsunuz
bu kadar değişik ama hurda
statüsünde eşyayı diyorum?
-Çöpten abi!
-Nasıl yani?
-Pazarın yan sokakları çöp toplayıcılarının
merkezi ya, onlar buluyor
bizde yıkayıp temizleyip
satıyoruz.
Undergrande ekonomi,
geri dönüşüm sistemi
üzerine kurulmuş yani.
Anlıyoruz. O tezgah senin
bu tezgah benim dolaşmaya
devam ediyoruz. Ana oğul
olduğu her hallerinden belli iki satıcının önünde durduğu tezgaha yanaşıyoruz,
oğlan elli ana yetmişlerinde
ikisi de geçim derdinde. Beraber açıyorlarmış tezgahı.
Sözü oğul alıyor;
-Derdimiz büyük.
-Nasıl yani?
-Zabıta peşimizi bırakmıyor.
-Zabıta sizden ne ister ki? Pazarı
toplasan beş bin lira etmez.
-Etmez ama gene de rahat vermiyorlar.
Başlıyor kaptırdığı malları anlatmaya. ‘Geçende 8 cep telefonum ile
bir sürü eşyama el koydular’ diyor.
-Ee sen ne yaptın?
-Abi ben yakalanmaktan kurtulurum deyip gittim partiye üye oldum.
Malım alındıktan sonra oraya buraya
başvurdum ama nafile en son vardım
partinin ilçe örgütüne. İlçe başkan
yardımcısına ‘mallarımı alamıyorum’
dedim. Onlar da bana üç tavsiyede
bulundu.
-Peki dostum sana ne dediler?
-Abi inanmayacaksın ama aynen
‘biz kimseye iltimas yapamayız, sizi
diğerlerinden ayrı tutamayız’ dediler.
-Adaletin böylesi az bulunur!
- Bizim partiye üye olduğunu
orada burada dile getirme, dostumuz
var düşmanımız var. Eğer rahatsızsan
bu işi yapma’ da dediler.
Pazar çoğunluğu değişik milletlerden
mülteci satıcılarla dolu. En hazin
tezgah ise yüzleri peçeli, kara elbiseli
kadınların tezgahı. Üç kuşak bir arada
tezgah başındalar ve sadece ikinci el
çocuk eşyası, oyuncak satıyorlar. Vefa
Bozacısı tepenin başında duruyor. Oraya takılan “mutlu aile pazarı” heveslisi
Müslüman’ın hatta bütün İstanbul’un
ise bir sokak ötedeki durumdan haberi
yok. Her gece sıcak evinde kurulup televizyon karşısında Rabia için ağlıyor!
-E ne yap dediler peki?
-‘Hırsızlık yap daha iyi’ dediler.
-Haydaa oldu mu şimdi?
-Oldu!
-Gerçekten de böyle mi dediler?
-Evet!
Mevzu derin, üstelemiyoruz. Karşı
tezgahta bizi merakla izleyen 30’lu
yaşlarında bir genci fark edip yanına
yanaşıyoruz. Selam veriyoruz birden
‘Serçava hatin’ diyor. Kürd olduğumuzu anlamış belli.
-E sen buralarda?
-Evet abi, 5-6 yıldır buralarda
takılıyorum.
-Kaç yıldır İstanbul’dasın?
-10-12 yıl oldu.
-Hep tezgah mı açtın?
-Yok önce başka işler yaptım, biraz
garsonluk, biraz kağıt toplayıcılığı
biraz da değnekçilik.
-Hırsızlık da yapsaydın, bak insanlara ‘hırsız ol’ diye tavsiyede bulunuyor birileri.
-Abi Allah korusun kendimi o
işlerden hırsız çetelerinin elinden
zor kurtardım. Yakamı zor kurtardım
o melanetten abi.
Dönüp az geride kalan tezgahtaki ana oğula bir bakış fırlatıyoruz.
Birine hırsızlık öneriliyor diğeri ise
yakasını hırsızlıktan zor kurtarıyor.
Türkiye’de artık neredeyse kast sistemi var tabakalar arası geçiş oldukça
sınırlı ve insan neredeyse doğduğu
kasta hapsoluyor.
Onlarca tezgah var pazar yerinde
ama hepsindeki eşyalar üç
aşağı beş yukarı aynı. Eşyalar
aynı ama satıcılar değişmiş.
Çünkü toplayıcılar değişmiş.
Pazar artık çoğunluğu değişik
milletlerden mülteci satıcılarla dolu. En hazin tezgah
ise yüzleri peçeli, kara elbiseli
kadınların tezgahı. Üç kuşak
bir arada tezgah başındalar
ve sadece ikinci el çocuk
eşyası, oyuncak satıyorlar. En
küçükleri yani torun etraftan
habersiz az sonra satılacak
oyuncakla ödünç oyunlar
oynuyor. Vefa Bozacısı tepenin
başında duruyor. Oraya takılan “mutlu aile pazarı” heveslisi Müslüman’ın hatta bütün
İstanbul’un ise bir sokak
ötedeki durumdan haberi yok.
Her gece sıcak evinde kurulup
televizyon karşısında Rabia
için ağlıyor!
Orhan, dostum anlaşılan
yine hüznüm, yine efkarım bu
pazar da benimle kalacak.
15
Devlet, onur, şeref
SENNUR BAYBUĞA
Yine siyasetin hukuk silahı ile
yönlendirilmek istendiği günlerden
geçiyoruz, hukuk dedi isek, sadece
bir ‘meşru’ cezalandırma aracı
olmaktan öte işlev görmeyen devlet
sopasından bahsediyorum tabi.
Malum, memleketin akademisyenleri, birkaç gündür ‘bu suça ortak
olmayacağız’ başlığı ile yayınlanan
bildirideki imzalarından dolayı
soruşturma ve gözaltı tehdidi altındalar. Ülkenin her
yanında -görünen o ki öncelikle büyükşehirler dışındaki
üniversitelerde- metine imza atan akademisyenlerle ilgili
soruşturma başlatılıyor. Basında yazdığına göre TCK 301
ve TMY 7. Maddesi uyarınca açılan bu soruşturma çerçevesinde de ‘gözaltı’ işlemleri başlamış durumda. Burada
teknik olarak gözaltı değil, ifadelerine başvurmak için
savcılığa götürülme olduğunu varsaydığım bir durum var.
Neyse ne, oralardan başlayıp esas olarak imzacı akademisyenler üzerinde bir panik ve korku havası yaratılmak
istendiği belli.
Akademisyenler, altına imza koydukları metinde
özetle, ‘Sokağa çıkma yasakları, sivillerin yaşadıkları
bölgelerde kullanılan ağır silahlar ve bunların sonuçlarının imzacısı olduğumuz uluslararası sözleşmelere
ve insan hakları hukukuna aykırı olduğunu ve devletin
bu uygulamalardan derhal vazgeçmesini, insan hakları
sorunlarının tespiti ile bunların giderilmesini, zararların
tazmin edilmesini, müzakere koşullarının hazırlanmasını
ve devletin vatandaşına uyguladığı şiddete ortak olunmak
istemediğini’ söylüyorlar.
Sultanahmet’teki terör saldırısının hemen arkasından
Cumhurbaşkanı’nın TV kanallarında linç ettiği ve hainlikle ve müsvedde olmakla itham ettiği akademisyenler bunu
söylemişler. Bu insanların tümü de bu ülkenin vatandaşları ve bu ülkenin üniversitelerinde bizim çocuklarımızı
yetiştiriyorlar, onlara hayatı öğretiyorlar, bilim yapıyorlar.
Tersinden bakarak, devletin şiddetine evet sivil alanlarda
hak ihlallerine evet ağır silahlar kullanılarak kadın çocuk
demeden çatışmanın orta yerinde bırakılan katliamlara
evet müzakere masasına oturmayın, varın savaşın ve siviller ölmeye devam etsin ve uluslararası sözleşmelerdeki
yükümlülüklerinize uymayın mı deselerdi? O zaman
Türkiye Devleti’nin onurunu korumuş mu olacaklardı hep
birlikte?
TCK 301 şöyle diyor; (1)Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin yargı organlarını
alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır. (2) Devletin askeri veya emniyet
teşkilatını alenen aşağılayan kişi 1. fıkra hükmüne göre
cezalandırılır. (3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. (4)Bu suçtan dolayı soruşturma
yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
Terörle Mücadele Yasasının 7/2 Maddesinde ise,
‘(Değişik ikinci fıkra: 11/4/2013-6459/8 md.) Terör
örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini
meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi,
bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.’
deniyor yine özetle.
Devlete sivil alanlarda ağır silahlar kullanma hususunda uyarıda bulunan bir metinden terör örgütü propagandası yapmak suçu çıkar mı, ya da bu bildiri metninde bir
terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemleri
meşru gösterilmiş midir?
Devlet bildirinin içeriğinde yasal olgusal doğruları iftira olarak nitelendirmedi, hayır sivil alanlarda ağır silahlar
kullanmıyoruz, sokağa çıkma yasakları iddiası iftiradır,
silahlarımız çocukları öldürmüyor demedi, aslında belki
de bu akademisyenler hakkında ‘iftiradan’ dava açmaya
kalksalar uluslararası alanda itibarları artardı.
Bu imzacılara Türkiye Devleti’nin onurunu korudukları için tüm insanlık ailesinin önünde teşekkür borçlusu
durumuna düşmeyelim bir gün?
16
MÜZİK
BasHaber
Agit Işık
Ajitasyon ve
slogandan
uzak
melodilerin
sesi
B
Zerya Nergiz
atman’ın ücra bir mahallesinde arkadaşları ile
kaldıkları bekar evinde
kültür ve sanatla ilgili bir bilinçlendirme programı yaparak
Kürd müziği ve dengbêjleriyle
tanışan Agit Işık, girdiği Yüzüncü Yıl Üniversitesi Resim
Öğretmenliği Bölümü’nde gitar
çalmaya başlayarak anonim
şarkıları yeniden yorumlamaya
başlar. Daha çok yorumuyla ön
plana çıkan genç müzisyen Işık,
çıkardığı Lorina Sibê isimli ilk
albümünde de daha çok özgün
yorumunu ön plana çıkarıyor.
Batman’da müzikle birlikte aynı
zamanda resim öğretmenliği
yapan Işık’ın albüm tasarımı
da kendisine ait. Batman’da
müzikle ilgilenmeye başlayan
ve zamanla düğünlere ve bazı
organizasyonlara katılan Işık, bu
süre içinde tanınmaya ve aranan
bir isim olmaya başlar. Yaptığı
çalışmalarla dikkatleri üzerine çeken Işık, albüm yapması
konusunda büyük bir talep ile
karşı karşıya kalarak ilk albümü
olan Lorina Sibê’yi çıkarır.
Gitarla başladığı müzikte, iyi bir
yorumcu olmanın çabası içine
giren Işık, kendi deyimiyle yoruma odaklanarak iyi bir yorumcu
olmak için yola koyulur. Anonim
şarkıları yeniden yorumlayarak
müziğe başlayan sanatçının ilk
profesyonel adımı da bu albümü
olur.
‘Yorumcu kimliğime
güveniyorum’
Sesi ve sıra dışı yorumuyla Kürd müziğine yeni bir soluk olmak
için yola çıkan müzisyen Agit Işık, slogan ve ajitatasyon tarzından
kaçınıyor. İlk albümünde yoğun ilgi gören Işık, önümüzdeki zamanlarda en çok dinlenen sanatçılar arasına gireceğine inanıyor.
etmeden insanlara ulaşabilmek
istiyorum. Bu acı da olabilir
başka bir duygu da olabilir”
diyor. Kendi deyimiyle ajite
eden müziğin daha çok günü
kurtaran bir tarz olduğunu kayKasım ayında çıkardığı ilk
eksiklikleri olduğunu kaydeden deden Işık, şöyle devam ediyor:
albümündeki özellikle Lorina
sanatçı, ikinci albümünde bes“Mesela toplumsal kötü olaylar
Sibê, Kew Helûn ve birkaç diğer telere daha çok ağırlık vereceği- yaşanıyor. Ölümler yaşanıyor.
şarkısını “vefa” olarak tanımni ifade etti.
Bunu anlatmak kaçınılmaz
layan Işık, albümde en çok
oluyor bazen. Sonuçta içindesin
repertuarının içine sindiğini be- ‘Müziğimin Kürdi olmasına
ve kaçınılmaz bir şekilde etkilelirtiyor. Albümünde 10 şarkı bu- özen gösteriyorum’
niyorsun. Ama bunun anlatımı
lunan Işık’ın iki şarkısının sözleKendi tarzının ‘Kürdi’ bir tarz muhakkak sanatsal olmalı. Sari de kendisine ait. Elinde birçok olduğunu ifade eden Işık, şöyle natsal bir içerik kazanmazsa bu
beste olduğunu ve bunlara yer
devam etti: “Ne olursa olsun
üretim basitleşir günü birlik ve
vermediğini kaydeden Işık,
Kürdi havayı yansıtmak istiyohem de bir saygısızlık olur. Acıyı
müzik hayatına attığı ilk adımda rum. Belli bir tarza odaklankullanmayı istemek çok kötü
ise bunun nedenini ise şöyle
madım. Rock ve hatta Country
bir duygudur. Maalesef bazı
ifade ediyor: “Hem bestelerime şarkılarda yaptım ama hep
sanatçılar bunu yapıyor. Aslında
güvensizlik hali vardı. Hem
Kürdi bir havası, bir tadı olsun
o duyguyu çok hissettiklerini
de ilk albüme oturmadığını
istedim. Çünkü ben oradan bes- düşünmüyorum. Ölümler, acılar
düşündüğüm için ikinci albüme leniyorum. Müziğimi kategorize bir popstar edasıyla söyleniyor.
sakladım. Yine hem söylediğim etmek istemiyorum ama Kürdi
Ya da hissettiği acıyı gerçekten
derlemelere hem de yorumolmasına özen gösteriyorum.
müziğine yansıtamıyor. Maaleladığım Erivan Radyosu’ndan
Bu havanın serpiştirildiği sözler sef insanlar bunlara prim veriyor
bildiğimiz şarkıları bir vefa
beni mutlu ediyor. İstediğim
ve bağırınca özellikle ses tonun
borcu gibi önce onlarla ilgili bir şeyin gerçekleştiğini hissediyo- yükselince daha samimi bulunudöküm çıkarmak istedim. Bazı
rum.”
yor. İyi niyetlerini sorgulamışarkılarda geleneksel bir hava
yoruz. İçlerinde samimi olanlar
var iken bazılarında modern bir ‘Ajitatif ve sloganvari tarzdan da vardır. Ama icra ederken
alt yapı kurulu. Yani hem vefa
uzağım
sanatsal ölçüler olmalı. Yoksa
borcu hem de döküm olsun
Kürd müziğinin içine düştüğü acıyı birebir yaşayan kişiye ve
istedim. Benim de aşağı yukarı
temel handikapın “ajitatif” ve
oradaki duyarlılığa hakarettir.
müzikle ilgilendiğim 10 yıllık
“sloganvari” tarzlar olduğunu
Politik içerikli şarkıların daha
sürecimi anlatan. Etkilendiğim kaydeden Işık, bu tarzdan uzak hızlı algılanabilir bir yapısı var.
şarkıları albümümde görmek
durmaya çalıştığını belirterek,
Bu tavrımdan dolayı çok eleştiriistedim. Ve yorumladığım şar“sloganvari ve ajite eden sözliyorum ve bundan muzdaripim.
kılara albümümde yer verdim.
lerden uzak duruyorum. Genel
Ama ajite etmekten çok uzağım.
Bu anlamda yorumcu kimliğime olarak müziğe söz merkezli yak- Benim aleyhime de olsa o duydaha çok güveniyorum” diyor.
laşmak istemiyorum. Ama eğer guya girmeyeceğim. Müziğimi
İlk albümü olmasından dolayı
sözlü müzik yapıyorsam bu do- popüler olsun ve benim lehime
bazı aksaklıklar yaşadığını ve
ğal bir içerikte olmalı. Yani ajite olsun diye yapmıyorum.”
18SÖYLEŞİ
Ocak - 24 Ocak16
2016
‘Kendimi
ambalajlamak
istemiyorum’
Şimdiden hazırlıklarına başladığı
ikinci albümünün daha çok kendisine
ait şarkılardan oluşacağına ifade
eden Işık, bu albümde Kürdçe’nin yanı
sıra Ermenice’ye ve aynı zamanda Kürdçe’nin Soranice ve Zazaca
lehçelerine de yer vermek istediğini
kaydetti. Önümüzdeki yıl ikinci albümünü çıkarmayı hedeflediğini belirten
Işık, müziğiyle mesaj verme kaygısı
olmadığına işaret ederek, “böyle bir
iddia ile yola çıkmıyorum. Sadece
içimdeki sesleri ortaya çıkarmak
istiyorum. Beni ifade eden sesler bunlar. Sesimin yankısını bulacağı işler
yapmak ve sesimin görüntüsünü, yani
içimdeki sesleri görmek istiyorum.
Bu aynı zamanda içsel de bir yolculuk
benim için. İddiasız ne hissediyorsam,
melodi olarak da, sözel olarak da
yankısını müzikal bir şekilde görmek
istiyorum. Kaygılar devreye girince bu
müziğine de yansıyor. Doğal bir süreç
ile ulaşmak istiyorum. Böyle olursa
benim de milyonlara seslenmek
hoşuma gider. Ama kendimi ambalajlama derdinde değilim. Hep şöyle
tanımlamışımdır. Dengeyi kurmak istiyorum. Ambalajlamadan ve sadece
kendim olabileceğim bir şekilde. Bana
ait olanı insanlara ulaştırmak gibi bir
isteğim var. Ama bu bir kaygı değil.
Böyle bir kaygı ile hareket edip ürün
istemek değil ve bu iyi bir şeyde değil.
Çalışmanıza direk olarak yansır. Ama
emeğimle kendimi ulaştırdığım ve
benimle duygudaşlık kuran insanlarla
karşılaşmak isteğidir. Kendinle aynı
dünyada olan insanları bulma duygusudur” diye konuşuyor.
Temel isteğim
kalıcılık
Müziğin çok zor bir alan olduğunu
ve özellikle Kürdistan’da müzik yapmanın daha da zor olduğunun altını
çizen Işık, bu nedenle Kürd müziğinde
daha çok sorunlar yaşanmasının
ve ana cevap olmaya çalışmasının
mevcut şartların belirleyici olduğunu kaydediyor: “Beni yıllar sonra
bir şarkımın olaydan ve hikayeden
bağımsız dinlenmesi çok mutlu
eder” diyen Işık, şöyle devam ediyor:
“Büyük bir iddia olabilir ama tüm
zamanlara hitap etmesini isterim.
Benim en büyük isteğim bu. Anlık bir
şarkı değil her zaman dinlenebilecek
şarkılar yapmak istiyorum. Duyarlılıkla yazılmış iyi şarkıların ise yolunu
bulup tüm zamanlara hitap edeceğine
inanıyorum.”

Benzer belgeler

04.04.2016

04.04.2016 Sykes - Picot’un, Kürdler için değil Araplar için önemli olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Martin van Bruinessen, Sykes Picot’un Kürdlerin sadece Rojava ve Güney kesimlerini ayırdığını ama Arap bölge...

Detaylı

13.03.2016

13.03.2016 uygulanacak diye bir kural yok. KBY de “biz referanduma gideceğiz, evet çıkarsa bu, bağımsızlık için kullanılacak” diyor. Halkın istekleri doğrultusunda bir adım atılacak. Bunun hemen bir Kürdistan...

Detaylı