serkan gürkan
Transkript
serkan gürkan
3 02 Mersin yenine sığmıyor, evren gibi genişliyor... İhsan Toksöz 03-05 Dünya Sahnelerinden adına imtiyaz sahibi Ömer Eğecioğlu 06-07 Mehmet Balkan ile söyleşi 08-12 Kleinhapl - Woyke Duo F. Hakan Gürkan 14-15 String Inspirations Quintet Kapak Fotoğrafı Uğur Azaz 16-17 Hakan Ali Toker 18Akışkan FLUID PIANO Piyano 20-21 Viyana Johann Strauss Ensemble Baskı Lamineks Matbaacılık - İzmir Dijital Baskı İşleri San. ve Tic. Ltd. Şti. 5627 Sk. No:37 Çamdibi / İZMİR Tel: 0 232 433 33 55 Basım Tarihi 19 Temmuz 2010 22-24 Müzik şehri Mersin Musical Mersin by Alexandra Ivanoff 26-27 Soprano Işıl Azaz F. Hakan Gürkan 28-29 Cemal Reşit Rey'in Mersin Mektubu Nihat Taner İŞ BANKASI Uray Şubesi 30 Anadoluda ilk Opera MADAM BUTTERFLY Semihi Vural Mersin yenine sığmıyor, evren gibi genişliyor… İhsan Toksöz Her fırsatta vurguluyoruz. Mersin bir kültür ve sanat şehri olarak ön plana çıkıyor güneyde. Akdeniz insanının dışa dönüklüğü ve Anadolu insanının sıcaklığının bir potada erimesi ile öne çıkan kentli kişilik harmanı, Mersinlilerin sanata olan açlığının ve taleplerinin artmasına neden oluyor. Sanata doymuyor bu kent. Verileni beyin kıvrımlarının içine hapsediyor ve gerektiğinde karşılaştırmalar yaparak yeni taleplerle çıkıyor karşımıza. Bu nedenle kent önderleri, kentlimizin isteklerini karşılamak için her zaman en iyiyi verebilme gayretinde oluyorlar. Mersin güneyin bir incisi ve de kültür ve sanat etkinlikleri açısından da yörenin birincisi. Kentimizin kabuğunu kırarak dünya ile bütünleşmesinin mimarlarından biri olan, doğurgan ve bereketli Ana Tanrıçası İçel Sanat Kulübü, bu yıl 20. Kuruluş yılını kutladı. MESİAD tarafından Kültür ve Sanat Ödülü'ne layık görüldü. O gerçek bir KYBELE… Ankara, İstanbul ve İzmir’den sonra 1994 yılında kurulan Mersin Devlet Opera ve Balesi, her yıl gelişen performansları ile artık şehrin bir gururu haline geldi. Bu yıl dokuz yaşını dolduran ve kentimizin dış dünyaya açılmasında bir lokomotif rolü üstlenen, EFA onaylı Uluslararası Müzik Festivalimiz ile Mersin’in dünyalı bir sanat kenti olmasının temelleri atılmış durumda. Şimdiden gelecek yıl yapılacak 10. Yıl kutlamaları için çalışmalar başladı bile. Mersin Üniversitesi Oda Müziği Araştırma ve Uygulama Merkezi bünyesindeki Akademik Oda Orkestrası ise bu yıl onuncu kuruluş yılını kutladı. Orkestra önceden programlanarak yayınlanan yıllık etkinlikleri ile kentlimize hizmet veriyor ve yaşamımıza renk katıyor. 15 yaşındaki Mersin Polifonik Korolar Derneğimiz ise birçok uluslararası etkinlikte kazandığı ödüllerle kentimizin sesini yurt dışında da duyuruyor. Kentin kamu kuruluşları ve diğer birçok sivil toplum kuruluşu, sanat ve kültür yaşamına katkıda bulunmak için, canla başla çalışıyor ve her alandaki sanat etkinlikleri ile Mersinlilerin yaşamına güzellikler sunuyorlar. Tüm Mersinliler biliyor ama kent sevdalımız Semihi Vural bu sayımızdaki yazısıyla buradan herkese bir gerçeği tekrar duyuruyor: ''Anadolu’da ilk opera ‘Madam Butterfly’ 1947 yılında Mersin’de sahnelendi.'' Bu onuru gururla taşıyoruz. Bu temsilin sahnelenmesinden tam 63 yıl sonra, kentimiz bir kültür ve sanat şehri olarak öne çıkıyor. Mersin, yöremizde ilkleri yaşama ve 2 akob TEMMUZ 2010 yaşatmada bayrağı bugün de önde taşıyor. Bu yıl Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği, Türkiye’nin ilk ve tek Opera ve Bale Dergisi olan, AKOB Kültür ve Sanat Dergisi’ni Mersin’de çıkartarak bir kez daha taçlandırdı kentimizi. AKOB Dergisi gittikçe büyüyor ve serpiliyor. Türkiye’nin Opera ve Bale Dergisi olma yolunda hızla ilerliyor. Bu sayımızda bazı yazılarımız İngilizce ve Türkçe olarak basıldı. Bu AKOB’un dünyaya açılım hedefinin gerçekleştirilmesi çabalarında ilk basamağı oluşturuyor. Bundan böyle bazı yazılarımız iki dilde basılacak. Dergimizin bu sayısında yeni yazarlarımız var. Nihat Taner, “Cemal Reşit Rey’in Mersin Mektubu” belgesel yazısıyla aramıza katıldı. Alexandra Ivanoff, “ Musical Mersin - Müzik Şehri Mersin” yazısıyla Türkiye ile Amerika’nın klasik müzik yaşamını irdeleyerek yüceltiyor kentimizi. Ömer Eğecioğlu, yaklaşık on yıldır hazırlıkları sürdürülen Wagner’in Yüzük Dörtlemesi’nin sahnelendiği Los Angeles Yüzük Festivali’nde, Das Rheingold’u AKOB okurları için izledi. İleriki sayılarımızda kendisinin AKOB ’un dünyaya açılımında milât yaratacak sürpriz çıkışları olacağını da sizlere buradan müjdeliyoruz. 2 ayda bir yayınlanan dergimizde henüz günceli yakalayamadığımızdan, gecikmeli olarak ta olsa bu sayımızda 2009 - 2010 konser sezonunda gerçekleştirdiğimiz dört AKOB konserini ele alarak, sanatçılarımızı sizlere tanıtmak istedik. AKOB SEYİR DEFTERİ dosyamızı ilgiyle okuyacağınızı umut ediyoruz. Bir de ilginç haberimiz var bu sayımızda sizlere: “Kanun mekanizmasına sahip Piyano yapıldı!” İlgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz bu haberimizin müzik çevrelerimizde büyük yankılanmaları olacağını ve ses getireceğini düşünüyoruz. Mersin artık kabına sığamıyor. Globalleşen dünyada kentimiz, gelişen, kaliteli, çeşitlenen ve dışarıya açık kültür ve sanat etkinlikleriyle - Sayın Remzi Buharalı’nın belirttiği gibi, bir model şehir olarak yerini arıyor. Mersin yenine sığmıyor. Evren gibi genişliyor. Sevgiyle kalınız. Yaşamınız müzik ve sanat dolu olsun. [email protected] DÜNYA SAHNELERİNDEN Los Angeles Yüzük Festivali ve Wagner'in Das Rheingold (Ren Altını) Operası Ömer Eğecioğlu Haziran 2010, Santa Barbara, CA, ABD [email protected] Ren nehri altında saklı altınlar, sihirli bir yüzük, tılsımlı kılıçlar, canavarlar, tanrılar, yarı-tanrılar, devler ve cüceler; insanlık değerlerinin en temel öğeleri olan doğum, ölüm, aşk, sevgi, güç, ihtiras, sadakat ve ihanet… Bütün bunlar Wagner'in bilmediğimiz bir zaman ve mekanda yer alan Der Ring Des Nibelungen (Nibelungen'in Yüzüğü) tetralojisinde bir araya geliyorlar. Yüzük Dörtlemesi olarak da bilinen bu opera dizisi çok çeşitli açılardan değerlendirilebilecek ve her insan toplumunda bulabildiğimiz temel çelişkiler ve idealler üzerine kurulmuş. Büyük opera bestecileri arasında yeri çok özel olan Wagner, 28 yılda yarattığı 15 saatlik bu maraton dizinin librettosunun yazımına 1848'de başlamış. Eserin Wagner'in istediği biçimde ilk icrası ise 1876 yılında Bayreuth'da gerçekleşmiş. Kimine göre tarihte tek bir insan tarafından yaratılmış olan en büyük sanat eseri, kimine göre de dünyanın en sıkıcı ve anlamsız operası, olarak değerlendirilen Yüzük Dörtlemesi, sırasıyla Das Rheingold (Ren Altını), Die Walküre (Valkyrie), Siegfried ve Götterdamerung (Tanrıların Sonu) olmak üzere dört büyük operadan oluşuyor. Sunuş sıralarının tersine, Wagner'in ilk planladığı ve orijinal adı Siegfried'in Ölümü olan opera, zamanla bu dizinin sonuncusu olan Götterdamerung'u oluşturmuş. Diğer operalar ise aşağı yukarı dizide yer aldıkları sıranın ters sırası ile bestelenmişler. Wagner'in librettosu için kullandığı kaynaklar eski İzlanda edebiyatı örneklerinin yer aldığı Edda’dan eski Yunan mitolojisine ve kutsal kitaplara kadar uzanan bir yelpaze. Yüzük Dörtlemesi’nin tümüyle yeni dünyanın Pasifik kıyılarında ilk sahnelenmesi 1930 yılında gerçekleşmiş. O tarihte zaten elliyi aşkın senedir Wagner operalarını Bayreuth'ta seslendirmekte olan ünlü Bayreuth German Great Opera topluluğu, bu dört eseri Los Angeles dinleyicisine sunmuş. İcra edildiği yer ise günümüzde Oscar törenleri ve buna benzer popüler gösteriler için kullanılan Shrine Auditorium. Hatırlarsanız 1984 yaz olimpiyatları Los Angeles'te yapılmıştı. Bu olimpiyatlara paralel olarak gerçekleştirilen kültür akob TEMMUZ 2010 3 DÜNYA SAHNELERİNDEN haftalarından bu yana Los Angeles şehrinde yer alan sanat ve kültür etkinliklerinin en büyüğü, son aylarda Wagner'in operaları merkez alınarak yapılan Los Angeles Yüzük Festivali oldu. Nisan - Haziran 2010 tarihleri arasında gerçekleşen bu festivale yüzü aşkın organizasyon katıldı. Festival kapsamında sunulan sergiler, konserler, söyleşiler ve konferanslar Los Angeles'i renklendirdi. Yüzük Festivali’nin odak noktası tabii ki Wagner ve Yüzük Dörtlemesi. Hazırlıkları on seneye yakın bir zamandır süren tetraloji, 29 Mayıs 2010 tarihinde Los Angeles Opera'nın Das Rheingold'u seslendirilmesi ile bir bayram atmosferinde başladı. Das Rheingold seride yer alan diğer üç operanın önsözü niteliğinde. Olağan dışı yapısı ile kendine özgü bir forma sahip olan bu eser, diğer üç operanın zaman, mekan ve karakterleri için bir temel ve referans noktası oluşturuyor. Die Walküre, Siegfried, ve Götterdamerung'da önem kazanacak olan öğelerin tanıtılması dinleyici için hem müziksel hem de görsel olarak olağanüstü bir fantazi dünyası 4 akob TEMMUZ 2010 yaratıyor. Bu fantazi dünyasında insanlar daha henüz ortaya çıkmamış. Ana temaları güç ve hırs olan Das Rheingold dört sahneden oluşuyor. Libretto'nun çok kısa olarak özeti şöyle: 1. Sahne: Cüce Alberich, Ren nehri altında yatan ve Ren kızları tarafından korunan altını çalarak tılsımlı bir yüzüğe dönüştürür. Sahibine sınırsız güç veren yüzük için Alberich'in sevgiyi inkar etmesi gerekmektedir. 2. Sahne: Tanrı Wotan, devler Fasolt ve Fafner'e yaptırdığı Valhalla*'ya karşılık kendilerine vermeyi söz verdiği gençlik ve güzellik tanrıçası Freia yerine onlara altın vermeyi teklif eder. Devler Freia'yı rehin alırlar. 3. Sahne: Wotan, Alberich'in altınlarını ele geçirmek için ateş yarı-tanrısı Loge'nin yardımını ister. Birlikte Alberich'i kandırıp esir alırlar. 4. Sahne: Alberich altınları ve yüzüğü Wotan'a vererek kendini kurtarır. Wotan bunları devlere vermek zorundadır. Alberich'in laneti ile Fafner kardeşi Fasolt'u öldürür. Operanın sonunda tanrılar Valhalla'ya çıkarlar. Los Angeles Opera'nın 2006 senesinden beri müzik direktörlüğünü yapan James Conlon, 3 Haziran 2010 akşamı her opera gecesi öncesi yaptığı gibi, Das Rheingold'un başlamasından bir saat önce Dorothy Chandler Pavilion'un ikinci katında toplanan dinleyicilere o geceki eser hakkında bilgi verdi. Wagner'in Das Rheingold'da tanıştırıp bütün tetraloji süresince kullandığı leitmotiflerden örnekler sundu. Conlon'un hitab ettiği dinleyiciler arasında dünyanın dört bir tarafından gelmiş müzikseverler vardı. Senelerdir "Wagner tiryakisi" olduğunu söyleyen Conlon, gençlik yıllarında ilk olarak dinleyip hayran kaldığı Yüzük Dörtlemesi’nde, arada geçen bu kadar seneden sonra hala yenilikler ve gözünden kaçmış olan bağlar bulduğunu söylüyordu. Şef konuşmasını bitirip orkestranın başına gitmek için ayrıldığında Ren nehrinin derinliklerinden yükselen Mi bemol akorun duyulmasına ve tetralojinin başlamasına sadece on dakika kalmıştı. DÜNYA SAHNELERİNDEN Das Rheingold'da ard arda sunulan tema ve leitmotifler, Ren nehrinin derinliklerinden gelen ağır dalgalanma ile başlayıp, tanrıların Valhalla'ya girişinin senfonik boyutları ile doruk noktasına ulaşıyor. Wagner'in müziğinin enstrümentasyon ile yarattığı renk belki de müziğinin en çekici yönünü oluşturuyor. Buna ek olarak Das Rheingold'da, Yüzük Dörtlemesi’nin diğer operalarında olduğu gibi aksiyonu durdurup daha önce geçmiş olaylar üzerine söylenen sözler, karakterler tarafından yapılan kişisel yorumlar yok. Bu da operaya belli bir akıcılık kazandırıyor. Los Angeles Opera Orkestrası Wagner'in müziğini ustalıkla seslendirdi. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş olan dinleyiciler kendilerini müzik yönetmeni James Conlon'un batonuna ve dekor ve kostümleri yaratmış olan artistik direktör Achim Freyer'in yarattığı sihire kaptırdılar. Achim Freyer'in avangard dekor, kostüm ve rejisi üzerine ileride çok tartışma olacağına eminim. Bana kalırsa Freyer'in vizyonu ile Das Rheingold'un sunumu neredeyse izleyiciyi müziksiz bile sürükleyecek nitelikte bir çekiciliğe sahipti. Ukraynalı basso Vitalij Kowaljow'un canlandırdığı Wotan, özellikle yüzüğü devlere verdiği dramatik sahnede kendini gösterdi. Michelle DeYoung, Wotan'ın eşi Fricka olarak başarılıydı. Richard Paul Fink, cüce Alberich olarak karşımızdaydı. Ateş yarı-tanrısı Loge'yi canlandıran ise Hollandalı tenor Arnold Bezuyen'di. Mezo-soprano Jill Grove, Erda'nın ihtarlarını başarı ile dile getirdi. Devleri Morris Robinson ve Eric Halfvarson seslendirdi. Ellie Dehn, Freia; bas-bariton Wayne Tigges, Donner ve tenor Beau Gibson ise Froh olarak sahnede yer aldılar. Alberich'in kardeşi Mime'i tenor Graham Clark canlandırdı. Ren kızları ise soprano Stacey Tappan, ve mezo-sopranolar Lauren McNeese ve Ronita Nicole Miller'den oluşuyordu. Das Rheingold'da en göze çarpan solistler Loge'yi oynayan Arnold Bezuyen ve aksi cüce Alberich'i canlandıran Richard Paul Fink oldu. Bu iki karakterin öyküde aldıkları yer diğer karakterlere göre zaten oldukça büyük. Solist kadrosunun genelde en başarılı yönü ise Wagner'in fikirleri ile özdeşleşmiş olmalarıydı. Solistlerin hiç birisi rolünü seyirci için söylüyormuş izlenimini vermedi. Sahnede sanki bu fantastik karakterlerin kişiliğine tamaman bürünmüş olan otantik yaratıkları izleyip dinliyorduk. Das Rheingold, masif yapısına rağmen karşımıza akıcı bir fantazi olarak çıktı. Wagner'in müziği ve Freyer'in dekorları bir duraklama olmadan üç saate yakın dinleyiciyi bambaşka bir düş dünyasına götürmeyi başardı. Umarım ki bu performans DVD olarak da dinleyiciye sunulur ve böylece James Conlon ile Achim Freyer'in ilginç Das Rheingold yorumunu dünyanın dört bir tarafındaki Wagner sever dinleyicilerin izlemesi mümkün olur. * Valhalla, İskandinav mitolojisisinde Valhöll (Katledilmişlerin Salonu). Odin'in yönettiği salon. Asgard'da bulunmaktadır. Valkyrieler savaş alanlarında ölmüş kahramanları buraya getirir. Bu çok geniş salonun 540 kapısı vardır. Çatı kirişleri mızraktır, çatı kalkanlardan oluşmuştur. Batı kapısında bir kurt vardır ve üzerinde bir kartal Ömer Eğecioğlu ODTU mezunu olan Ömer Eğecioğlu, Minnesota Üniversitesi'nde Bilgisayar ve Bilişim Bilimleri ve Matematik okudu. Kaliforniya Universitesi, San Diego'da matematik doktorası yaptı. Uzun süredir Amerika'da yaşamaktadır. Halen Kaliforniya Üniversitesi, Santa Barbara'da bilgisayar profesörü olarak çalışmaktadır. Ayni zamanda amatör bir çellist olan yazarın Müzik Tarihi ile ilgili çeşitli araştırmaları vardır. dolaşır akob TEMMUZ 2010 5 DEVLET OPERA VE BALESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ BAŞ KOREOGRAFI MEHMET BALKAN Söyleşi F. Hakan Gürkan [email protected] Yıllarca Avrupa’nın birçok ülkesinde dansçı ve direktör olarak çalıştınız ve büyük başarılara imza attınız. Bulgaristan’ın Varna kentinde yapılan Uluslararası Bale Yarışması’nda “Dünya Üçüncülüğü” alarak Türkiye’ye bu alanda madalya kazandıran ilk sanatçı oldunuz. Sonradan 1986 yılında Belçika Kraliyet Balesinde baş dansçı iken koreografi çalışmalarınıza başladınız. Süreç içinde ortaya koyduğunuz eserlerle bale sanatının daha da zenginleştiğini ve ileriye gittiğini düşünüyoruz. Koreograf olma düşünceniz nasıl oluştu? Çok naziksiniz. Gerçeği söylemek gerekirse ne böyle bir düşüncem oldu, ne de böyle bir hedef koydum kendime. Sadece bir tesadüf! Birden koreografi çalışmaları içinde buldum kendimi. Bir deneme çalışması olarak başladı her şey. Hala deniyorum. Çok alçak gönüllüsünüz. 1994 yılında Japonya’da yapılan uluslararası koreografi yarışmasında “En İyi Koreografi” ödülünü aldınız. 2001 yılında “Dance Europe” adlı bale dergisi tarafından yılın en iyi beş bale direktöründen biri seçildiniz! Denemeye devam! Her başarının üzerine bir taş koymak lazım diye düşünüyorum. Mersin'de sahneye koyduğunuz eserleriniz oldukça ilgi gördü ve seyirci rekorları kırıldı. Mersin dışında da bu ilgiyi gördü mü eserleriniz? Kesin bir fikrim yok bu konuda. Ancak arkadaşlarımın verdikleri bilgilere göre; Fındıkkıran Ankara’da, Don Kişot ve Kamelyalı Kadın İstanbul’da, Çağrı Samsunda, Bir Yaz Gecesi Rüyası İzmir’de 6 akob TEMMUZ 2010 kapalı gişe oynuyormuş! Bu çok sevindirici benim için. Her yaptığınız bale başarılı olacak diye bir kural yok. Ben elimden gelen gayreti gösteriyorum. Bazı kişiler beğenir, bazıları beğenmeyebilir. Yapılan iş her zaman eleştirilebilir. Bu tüm sanat eserleri için geçerlidir. Eğer sahnelenen eserlerimiz kapalı gişe oynuyorsa ne mutlu bize. Modern dansta koreografi kadar dekor, kostüm ve ışık ta önemli. Bu konuda siz nasıl bir yol izliyorsunuz? şey söylemek için çok erken. Şu anda Türkiye’deki çalışmalarımı aksatmadan kendimi nasıl programlarım diye plan yapmaya çalışıyorum. Geçmiş dönemde Antalya Devlet Opera ve Balesi'nde Müdürlük yaptınız. Yukarıda söylediğiniz gibi halen Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün Baş Koreograflık görevini yürütüyorsunuz. Bu gibi görevler sanatsal çalışmalarınızı aksatıyor mu? Modern dans benim nefes aldığım, her bakımdan yaratıcılığın öne çıktığı bir çalışma türü. Orada kuralları siz koyabiliyorsunuz. Klasik bale de ise bunun tam tersine kurallara uymazsanız sonuç çoğu zaman hüsran oluyor. O nedenle koreografiyi, ışığı, set ve kostümü tasarlayabileceğim özgün çalışmaları tercih ediyorum. İdari konularda mümkün olduğunca görev almamaya çalışıyorum. Bu tür görevleri yaparken koreografi için zaman ayıramıyorsunuz. Bu da beni üzüyor. Bale salonu benim en mutlu olduğum yer. Eserlerinizin ve adınızın ülkemiz sınırlarını aştığını biliyoruz. Uzun yıllar Avrupa ülkelerinde çalıştınız. Geçtiğimiz sezonda da yurt dışı görevleriniz oldu mu yine? 2010 - 2011 sezonu içinde ufukta yurt dışı görevleri de var mı? Diğer ülkelerle kıyaslandığında Türk Balesi’nin şu andaki konumunun dansçısı, hocası, koreografı, idarecisiyle hiç bir ülkeden aşağı kalır yanı yok. Çok değerli insanlar yetiştirdi Türkiye. Ancak gelecekle ilgili kaygılarım var. Yeteri kadar genç dansçı yetişmiyor konservatuarlardan. Bu da Türk Balesi’nin geleceği konusunda kaygılandırıyor bizleri. Bu konuya çözüm getirilmesi gerekiyor. Dünyanın birçok önemli operasında hem dans etme, hem de eser koyma sansına sahip olduğum için mutluyum. Geçtiğimiz sezonda çalışmalarımın ağırlığı daha fazla Türkiye’de gerçekleşti. Biliyorsunuz halen Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Bale Baş Koreografı görevini sürdürmekteyim. Geçen sezonda yurt dışına pek zaman ayıramadım. Sadece Viyana Operası’nın davetlisi olarak Nisan ayında Avusturya’da çalıştım. Gelecek sezon için ise şu anda kesin bir Türk balesinin dünya üzerindeki yeri sizce nerededir? Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyoruz size ve başarılarınızın devamını diliyoruz. Ben teşekkür ediyorum size. Hem bu söyleşi için hem de AKOB dergisini Opera ve Bale dünyasına kazandırdığınız için. Kutluyorum sizleri ve çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Bale eğitimine sekiz yaşında Ankara Devlet Konservatuarında başlayan Mehmet Balkan sekiz yıl süre ile İngiliz ekolu temelinde piyano ve müzik eğitimi gördü. Assaf Massarer ve Alexander Prokofiev ile çalıştı. 17 yaşında Ankara Devlet Opera ve Bale’sine solist sanatçı olarak katıldı. Daha sonra İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a gitti. Bilahare Londra Kraliyet Balesi Direktörü Dame Ninette de Valois’in davetiyle İngiltere’ye gitti. 1977, Skopje’de (Üsküp – Makedonya) “Giselle” adlı balenin başrolünü oynadı. 1978, Bulgaristan’ın Varna kentinde yapılan Uluslararası Bale Yarışması’nda bronz madalya alarak“Dünya Üçüncüsü oldu. Türkiye’ye bu alanda madalya kazandıran ilk sanatçı oldu. 1979-1980, Münih Operası Bale Direktörü Lynn Seymour tarafından davet edildi ve Münih Operası’nda solist sanatçı olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda Hannover Devlet Balesi’nin sürekli misafir sanatçısı olarak sözleşme imzaladı. 1980-1983, Hannover Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalıştı. 1982, Almanya’nın “ En Ünlü Yüz Kişi”si arasına seçildi. 1983-1984, Bonn Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalıştı. 1984, Belçika Kraliyet Balesi’nde baş dansçı olarak göreve başladı. 1986, A.B.D turnesinde, Metropolitan Operası’nda Valery Panov’un “Sacre” adlı eseriyle çok büyük başarı kazandı. İlk koreografi çalışmalarına Belçika Kraliyet Balesi’nde başladı. 1989, Almanya’nın Hannover Devlet Balesi’nde başöğretmenlik ve koreograflık görevine başladı ve kısa sürede Hannover Devlet Balesi Bale Direktörlüğü görevine getirildi. 1994, Japonya’da yapılan Uluslararası Koreografi yarışmasında “ En İyi Koreografi ” ödülünü aldı. 1999, Antalya Devlet Opera ve Balesi Bale Baş Koreografı ve bilahare Kurum Müdürü oldu. 2001, “Dance Europe” adlı bale dergisinde yılın en iyi beş bale direktöründen biri seçildi. 2002, Portekiz Devlet Balesi Direktörü oldu. 1999 yılına kadar kesintisiz yurt dışında çalışan sanatçı bu sürenin ilk on yılında dansçı olarak geri kalan bölümünde ise koreograf ve direktör olarak çalışmıştır. Avrupa’nın ve dünyanın başta gelen operalarından; Stuttgart, Köln, Berlin, Paris, Viyana, Hamburg, Roma, Amsterdam, Zürich, Basel, Verona, Londra, Glasgow, Minneapolis, New York, Tokyo, Pekin, Milano, Calgary ve Budapeşte’de misafir olarak sahneye çıkan sanatçının şu ana kadar altmışa yakın koreografisi vardır. Halen eserleri dünyanın birçok yerinde sergilenmektedir. Portekiz Devlet Balesi Direktörlüğü görevinden sonra Antalya Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü'ne getirilen sanatçı 2005 yılından itibaren Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünde çalışmaktadır ve halen Baş Koreograflık görevini sürdürmektedir. akob TEMMUZ 2010 7 AKOB SEYİR DEFTERİ FROM AKOB's LOG BOOK 22 OCAK 2010 MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ FRIEDRICH KLEINHAPL (Çello) ANDREAS WOYKE (Piyano) KONSERİ Bir Avrupa Birliği Projesi olan “Cultural BridgesYOLLARDA” kapsamında kentimizde etkinlikler önerildiğinde, AKOB olarak hemen ev sahipliği yapabilmek için öne çıktık. Proje’nin Türkiye ayağını İstanbul Goethe Institut oluşturmaktaydı. Proje kapsamında Mersin etkinlikleri, AKOB ev sahipliğinde, 19 – 22 Ocak tarihleri arasında gerçekleşti. Yazarlar; Dimitré Dinev ve Renate Welsh Mersin Ticaret ve Sanayi Odası salonunda, çeşitli okullarda ve İçel Sanat Kulübünde kendi kitaplarından pasajlar okudular ve çevirmenleri anında tercüme ettiler. Söyleşiler soru – cevap şeklinde, gerek öğrenciler gerekse yazarlar için interaktif bir sohbet havasında devam etti. Etkinliklerin 22 Ocak akşamı ise AKOB yılın ilk konseri için, Çellist Friedrich Kleinhapl ve Piyanist Andreas Woyke konseri ile Mersinli müzikseverlerin karşısına çıktı. Uzun yıllar unutulmayacak bir geceye imza atıldı o gece. Salon Mersinli müzikseverler ile tamamen doluydu. Güzel seçilmiş bir repertuvar ve sanatçıların unutulmaz performansları muhteşem bir “Astor Piazzola- Le Grand Tango” bis’i ile sonlandığında salon alkışlardan yıkılıyordu. Konser sonrasında her iki sanatçı ile yaptığımız görüşmeleri sizlere sunuyoruz. 22 JANUARY 2010 MERSIN CULTURE CENTER FRIEDRICH KLEINHAPL (Cello) ANDREAS WOYKE (Piano ) DUO Since 2003, cellist Friedrich Kleinhapl and pianist Andreas Woyke have been collaborating as Duo-partners. The duo is performing all over the world and a number of CD recordings have been published with the German label ARS Produktion. Their recordings of ; Dimitri Shostakovich Sonatas has got the Pasticcio Preis of the ORF, Vienna, Rachmaninov and Franck Sonatas received the Supersonic Award. Beethoven Sonatas, has been honored with the Excellentia Award and received a number of fantastic press reviews... 8 akob TEMMUZ 2010 AKOB SEYİR DEFTERİ FROM AKOB's LOG BOOK FRIEDRICH KLEINHAPL Söyleşi İhsan Toksöz Bay Kleinhapl, ocak ayında, Cultural Bridges / On the Roads (Kültür Köprüleri / Yollarda) Avrupa Birliği Projesi kapsamında, AKOB’ un ev sahipliğinde, Mersin Kültür Merkezinde piyanist Andreas Woyke ile bir konser verdiniz. Genelde güzel sanatların ve de özelde müziğin ülkeler arasında kültür köprüleri kurulmasındaki rolü sizce nedir? Bizlere söyleyebilir misiniz? Genelde sanatın ve özelde müziğin insan yaşamının ve toplumlarının yapı taşlarından olduğu inancındayım. Öte yandan, dil ve kültür farklılıklarına rağmen müziğin herkes tarafından anlaşılabilir bir lisan olduğunu düşünüyorum. Çeşitli araştırmalara göre müzik dünyanın her yerinde ayni duyguları çağrıştırmaktadır. Diğer taraftan müziğin verdiği mesaj, bilincin mantıksal yanının ötesinde direk olarak bilinçaltındaki hislere taşınmaktadır. Böylelikle müzik, değişik kültürler, politik gruplar ve dinler arasında köprüler kurma gücüne sahiptir. 1743 yapımı nadir bir “Giovanni Battista Guadagnini” çellonuz var. Böyle muhteşem bir çalgıya sahip olmakla kendinizi kutsanmış bir sanatçı olarak düşündüğünüz oluyor mu? Cevabım kesinlikle “evet.” Guadagnini’yi ilk çaldığımda hayatımda ilk defa elimde gerçek bir çello tuttuğumu hissettim. Onunla çalmak ayrıcalığına sahip olmak gerçekten muhteşem. Sanki bir ruhu ve kuvvetli bir kişiliği var. Renk zenginliği, güçlü, inanılmaz parlak ve sıcak sesi harikulade. Genelde sanatın ve özelde müziğin insan yaşamının ve toplumlarının yapı taşlarından olduğu inancındayım. Öte yandan, dil ve kültür farklılıklarına rağmen müziğin herkes tarafından anlaşılabilir bir lisan olduğunu düşünüyorum. I am deeply convinced that arts in general and particularly music are fundamentals of human life and human societies. And I am also absolutely convinced that music is something like an absolute language comprehensible to everybody, regardless of languages or cultures. www.kleinhapl.com FRIEDRICH KLEINHAPL Interview by İhsan Toksöz Mr. Kleinhapl, during last January, you performed with pianist Andreas Woyke at the Mersin Culture Center within the context of European Union funded “Cultural Bridges / On the Roads” project as guests of AKOB. Would you tell us what the role of “Arts” in general and “Music” in particular could be, to build up cultural bridges among nations? I am deeply convinced that arts in general and particularly music are fundamentals of human life and human societies. And I am also absolutely convinced that music is something like an absolute language comprehensible to everybody, regardless of languages or cultures. Actually there are different researches which prove that music evokes the same emotions everywhere in the world. And on the other side, music conveys its message through the rational parts of our concious directly to our emotions and our subconcious. So it has a singular power to build bridges between different cultures, political groups or religions. You have a rare 1743 Giovanni Battista Guadagnini cello. Do you think that you are a blessed performer to have such a magnificient instrument? The answer is absolutely “yes”. When I played the first time on this Guadagnini Instrument, I had the feeling of holding for the first time in my life a real cello. It is amazing to have the opportunity to play it. It seems to have a soul and real strong personality. Its richness of colour, power and incredibly brilliant and warm sound is awesome. akob TEMMUZ 2010 9 AKOB SEYİR DEFTERİ FROM AKOB's LOG BOOK Sahnedeyken en önemlisi müzisyenle dinleyicinin arasındaki enerjidir. On stage, the most important thing is the energy between musicians and audience. Çok seyahat ediyorsunuz. Her yolculuktan sonra sahneye çıkmak çok yorucu olmalı. Konserden önce, sahnede ve konserden sonra sizi en çok ne rahatsız eder? Gerçekten bazen yolculuklar çok yorucu oluyor. Örneğin bir kere Montreal’den Washington’a, Miami aktarmalı karmaşık bir uçuşum oldu. Akşam konser verdikten sonra gece saat ikide kalktık ve tüm gün akşam saat altıya kadar süren bir seyahatten sonra gene konser! Her şey iyi organize edilmişse ve organizatör sizi rahat ettirebilirse çoğunlukla sorun olmaz. Ama eğer işler planlandığı gibi gitmezse, sizi karşılayacak kişi orada olmazsa, konser öncesi pratik yapma imkânınız olmaz. Prova zamanları kayar veya çok gecikir vb. Sahnedeyken en önemlisi müzisyenle dinleyicinin arasındaki enerjidir. Pek tabii ki çalan telefonlar ve başka tür gürültüler çok rahatsız edici olabilir, fakat neticede bu canlı bir performanstır! Konser sonrasında ise gevşemek ve rahatlamak için zaman ayırmayı severim. Güzel konserler sonrasında yalnız akşam yemeklerini sevmem. Neyse ki ayni zamanda yönetmenliğimi yapan kız arkadaşım Heidrun Maya çoğunlukla yanımdadır. Ünlü Avusturyalı piyanist ve besteci Friedrich Gulda’nın en çok aranan yorumcularından birisiniz. Konserlerinizde ondan bir parça çalmak bir çeşit hürmet ve onurlandırma mıdır? Her ne kadar önemli bir parça değilse de, Gulda’nın konçertosunu beğeniyorum çünkü insanda harikulade neşeli hisler uyandıran bir parça. Geçenlerde Karakas’ta meşhur Simon Bolivar Gençlik Orkestrası ile çaldığımda son notanın bitişi ile sanki önceden sözleşmişler gibi tüm orkestra ve dinleyiciler coşku içinde ayni anda ayağa fırladılar. İşte bu müziğin kültür köprüleri oluşturduğunun bir göstergesidir. Piyanist Andreas Woyke ile son derece uyumlu çalışınız dinleyicileri mest etti. Sanki tek bir ses gibi olabilmeyi nasıl tanımlarsınız? Andreas inanılmaz bir ortak ve piyanist. Kendisi ile 2003 yılından beri çalışıyoruz ve bu 7 yıl içinde birçok konserimiz oldu ve birlikte 5 CD yaptık. Gerçekten yekvücut olduk. Öyle ki, aramızda herhangi bir işaret ve göz temasına ihtiyacımız olmaz. Sadece birbirimizi hissederiz. Bu durum sahnede klasik müziği yorumlama imkânı verir. Yani, ortağınızın tüm düşündüklerinizi kavrayıp geliştirebilme yeteneğini bilmek, kendiliğinden gelen, tam yaratıcılıkla çalışınızı mümkün kılar. Çok teşekkür ederiz Bay Kleinhapl. Sizlerle gelecekte tekrar birlikte olmak bizi mutlu edecektir. Bu söyleşi için ben çok teşekkür ederim. Tekrar Mersin’de çalabilmek beni çok memnun edecektir. Derginize selamlar. 10 akob TEMMUZ 2010 You travel a lot. It would be very tiring to perform right after a long journey. What disturbs you most, prior to the concert, on the stage and thereafter? It is true. Sometimes travels are very exhausting. We had, for instance, a very complicated flight from Montreal to Washington via Miami. So after a concert in the evening we had to get up at 2 am and travel until 6 pm and then to perform a concert. If everything is organized well and if the organizer really takes care of us, it is mostly OK. Of course it is tiring, if things don´t happen as they have been planned; somebody who should pick you up is not there, you have no chance to practise, rehersals are changed or very much delayed and so on. On stage, the most important thing is the energy between musicians and audience. Of course many things can be irritating as ringing phones or any other kind of noice - but that´s live. After the concert, I love to have time to chill out. What I don´t like are lonely dinners after wonderful concerts. Thank God my girlfriend Heidrun Maya - who runs my management, is around me most of the time. You are one of the much sought after performer to play the compositions of the famous Austrian pianist/ composer Friedrich Gulda. Is it a tribute to often play a Gulda piece in your concerts? Although the piece is not very substantial, I really appreciate the Gulda Concerto because it evokes a wonderful cheerfullness. Recently, I played it in Caracas with the famous Simon Bolivar Youth Orchestra. At the end, right after the last tone faded out, the whole orchestra and excited audience jumped to their feet simultaneously with great exultation as if it had been decided in advance. It was an experience proving that music creates a wonderful athmosphere – that´s really building bridges. Your extremely harmonious playing with pianist Andreas Woyke captured the audience. How do you describe being as if one voice? Andreas is a fantastic partner and pianist and we have been working together since 2003. During these 7 years we travelled and performed a lot and recorded 5 CDs. We really coalesced. So, we mostly don´t need any cues or visual contact. We just feel each other. This situation lets us improvise classical music on stage. That means it is possible to play very spontanuously, with full creativity knowing that your partner is able to pick up your thoughts and to develop them. Thank you. Mr. Kleinhapl, we would be very happy to have you with us again in future. Thank you very much for this interview. It would be a pleasure also for me to play again in Mersin. Best regards for your magazine. AKOB SEYİR DEFTERİ FROM AKOB's LOG BOOK ANDREAS WOYKE Söyleşi İhsan Toksöz Bay Woyke, siz bir besteci, doğaçlamacı ve caz müzisyenisiniz. Çellist Friedrich Kleinhapl ile 2003 yılından beri birlikte çalıyor ve kayıtlar yapıyorsunuz. Sahnedeki uyumlu çalışınız insana adeta ikiz ruhlara sahip olduğunuz duygusunu veriyor. Bunun sırrı nedir? Bunun en iyi cevabı sanırım sorunuzun içinde saklı! Bu bir ortak ruh hali! Müziği hissetme ve araştırma ortak yolu. 21.yüzyılda klasik müziği yaygın bir yorumlama tavrı. Kendi bestelerimi çalmanın ve caz müziği yapmanın yanı sıra ben rock, pop, ethno, trans ve hatta techno vb. tüm müzik türlerini dinlerim. Bunlar benim klasik müziğe yaklaşımımda bazen daha değişik ve modern yaklaşımlarda bulunmamı sağlıyor. Bu yaklaşımı paylaşan ve müzik performanslarında maksimum yoğunluk arayışında olan, bana yeni ve ilginç görüşlerle esin veren bir düo ortağı olarak Friedrich gibi bir müzisyen bulabilmek harikulade… Solo piyano ve çellist Friedrich Kleinhapl ile düo olarak birçok kayıtlarınız var. Yoğun bir konser programınız oluyor. Müzik yaşamınızı dolduruyor. Kendinize zaman ayırabildiğinizde zamanınızı nasıl değerlendiririrsiniz? Yukarıdaki yanıtınızdan anladığımıza göre her çeşit müziği dinlemektesiniz. Bunun dışında ilgilendiğiniz konular ve hobileriniz var mı? Klasik müzikle büyüdüm ve TV ve radyodan mümkün olduğunca esinlendim. Sonraları, yukarıda da bahsettiğim gibi, beynimi her müzik türüne açma arzusu duydum. (Müziğin hayatımı doldurduğu konusunda) sizinle tamamen ayni fikirdeyim. Hatta bir adım ileriye giderek diyebilirim ki; müzik sadece hayatımı doldurmuyor. Müzik hayattır. Müzik aşktır. Müzik duygularımın özüdür. Hiçbir şey piyano başında oturup doğaçlama yapmaktan – ki sonu bestelerime giden yola çıkar, tatmin edici olamaz. Bununla birlikte diğer ilgi alanlarım da var. Görsel sanatlarla ilgiliyim. Fotoğraf çekmenin yanı sıra grafik ve dizayn ilgi duyduğum alanlar. Seyahat etmeyi severim. Coğrafya ve yabancı ülkelerin politik yaşamı ile ilgilenirim. Bazen şiir yazarım. Arkadaşlara takılmak ve müzik, yaşam ve dünya hakkında konuşmaktan hoşlanırım. Müziğin dünyadaki diğer tüm dillerden güçlü bir dil olduğunu düşünüyorum. İnsanların konuşmadan birbirlerini tanımalarını sağlar I believe that music is a language that is stronger than all spoken languages of the world. It helps people to understand each other without talking www.andreas-woyke.com ANDREAS WOYKE Interview by İhsan Toksöz Mr. Woyke, you are a composer, improviser and jazz performer. You have been performing and recording with cellist Friedrich Kleinhapl since 2003. Your tuneful playing on stage makes one believe that you two are twin spirits. What is the essence of it? I guess you have given already the best answer inside your question - it is about a common spirit, a common way of feeling and exploring music, a common attitude towards the way of interpreting classical music in our 21st century. My activities performing my own compositions as well as jazz music and listening to all kinds of styles like rock, pop, ethno, trance and even techno, sometimes help me to find a different, modern approach to classical music. It is fantastic having found a musician like Friedrich as duo partner sharing this attitude, mutually searching for maximum intensity in musical performance and inspiring me with new interesting approaches! You have recordings of your solo performances and duo playing with Mr. Kleinhapl. You have a tight concert schedule. Music fills your life. When you can spare some time for yourself, how do you spend your leisure time? I gather from your above answer that you listen to all sorts of music. What other interests/hobbies do you have? I grew up with classical music and I almost inhaled everything I could catch from the TV and radio. Later I felt more and more desire to open my mind towards other styles as well, as mentioned above. I absolutely agree with you and I would even go a step further: Music does not only fill my life, it is life, it is love, it is the essence of my feelings. And there is hardly anything as fulfilling as just sitting at the piano and improvising - what is ultimately laying the path for my compositions. However, there are other interests as well. I am a very visual person as well and I like photographing, doing graphics and design. I like to travel and I am interested in geography and politics of foreign countries. From time to time I write poems. And I love to hang out with good friends and talk about music, life and the world. akob TEMMUZ 2010 11 AKOB SEYİR DEFTERİ FROM AKOB's LOG BOOK Başka müzisyenlerin konserine gittiğinizde, arkadaşınız olsun olmasın, neyi gözlemlersiniz, duyarsınız ve dikkat edersiniz? Eleştirel olmadan bir başkasının müziğini dinlemek zor mudur sizin için? Bir müzisyen kulağına sahip olduğunuz ve iyi bir müzik bilginiz olduğundan bu istemeyerek yapılan bir davranış mıdır? 20 yıl kadar önceki müzik çalışmalarımda, özellikle kendi çalıştığım parçaları öznellikle (subjektif olarak) dinlerdim ve diğer her yorum bana kendi yorumum kadar ikna edici gelmezdi. Zamanla daha esnek bir dinleyici olmaya, meslekdaşlarımın, arkadaşlarımın ve hatta benim yaklaşımım dışındaki öğrencilerimin müziklerini zevkle dinlemeyi öğrendim. Örneğin: Bir Beethoven Sonatı iki yorumcu ya da topluluk tarafından tamamen farklı bir parça olarak çalınabilir. Eğer onu tamamen değişik bir parça olarak dinleme yetisine sahipseniz – bir caz yada pop şarkısının “cover version” larında olduğu gibi, sizin beste hakkındaki kişisel beklentileriniz ile uyuşmasa da, bir yorumu beğenebilirsiniz. Benim için bir icranın iyi ya da kötü olmasının tek ölçüsü beni hislendirmesi ve etkilemesine bağlıdır. Sizi bir konserinizde dinleyen herhangi bir müzisyen dostunuz ile konser sonrası fikir alışverişinde bulunur musunuz? Şayet siz kendi performansınızdan memnun değilseniz ve arkadaşlarınız öylesine çalışınızı överlerse nasıl davranırsınız? Arkadaşlarla müzik konuşmak daima esin vericidir. Zamanla kendi performansınızın muhtemelen %100 tatmin edici olamayacağını öğreniyorsunuz. Eğer istediğimin %80 %90 ulaşabilirsem bu beni memnun eder. Çoğunlukla, ben tatmin edici bulsam da performansımın dinleyici üzerinde yarattığı etkidir ilginç olan. Dinleyiciden gelecek en büyük kompliman benim diğer müzisyenlerden beklentilerimle aynidir.Yani, onları duygulandırdığımı ve başka dünyalara götürdüğümü hissetmek. Müziğin değişik ülke insanlarını bir araya getirmek ve problemleri çözmek için bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyor musunuz? İlkin, müziğin dünyadaki diğer tüm dillerden güçlü bir dil olduğunu düşünüyorum. İnsanların konuşmadan birbirlerini tanımalarını sağlar. Bir bakıma, müzik insanları bir araya toplayarak politik uyuşmazlıkları pozitif olarak etkileyebilir. Daniel Barenboim’in “Batı-Doğu Divan Orkestrası” bunun en iyi örneklerinden birisidir. (Bu orkestrada) değişik politik görüşlere ve dinlere sahip insanlar birlikte çalıyorlar, prova aralarında konuşuyorlar ve bazen sertçe tartışıyorlar. Ama sonuçta onları bir araya getiren müziktir. Eğer insanlar bir müzik parçasının içine girerek dinlerler, beyinlerini ve kalplerini bu şiddetli duygusal deneyim için açarlarsa, ben kuvvetle inanıyorum ki, çetin ekonomik düşüncelerin dünyaya egemen olması azalacak ve daha kutsal ve tam saygın bir vücut, bilinç ve ruh birlikteliği hakim olacaktır. Teşekkür ederiz Bay Woyke. İleride tekrar görüşebilmek umuduyla. 12 akob TEMMUZ 2010 When you attend to a concert of other musician/s, whether friends or not, what do you observe, hear and notice? Is it difficult for a musician to listen to the music of others without being critical? Is this done unintentionally because you have a musician’s ear and good knowledge of music? During my music studies twenty years ago, I used to listen to music, especially works that I studied myself, in a very subjective way and interpretation of others would not induce me to the degree of own one. In time I learnt to become more flexible as a listener, to enjoy performances of colleagues, friends and even by my own students deviating from my approach. For example: a Beethoven Sonata can be a completely different piece played by two different performer or ensembles and if you are able to hear it as a different piece - comparable to a so called cover version of a jazz or pop song - you can enjoy a performance that does not go along with your own imagination about the composition. The only criteria for me to say a performance is good or bad is whether I could be touched and moved by it or not. If any musician friend of yours listens to your music at a concert, do you exchange views after the concert? If you are not satisfied with your performance and your friends praise your playing just to be polite, what would be your response? Of course it is always inspiring to talk about music with friends. In time I have learnt that I will probably never be 100% satisfied with my own performance but nevertheless I can feel happy if I reach 80 or 90% of what I want. Mostly I know myself what was more or less satisfying but the effect my or our performance has on the audience can be again and again very interesting. The biggest compliment I can get from the audience is the same as my own expectation from other musicians' performances: That I touched them and led them into another world. Do you believe that music can be used as a device to bring people of different nations together to solve problems? Firstly, I believe that music is a language that is stronger than all spoken languages of the world. It helps people to understand each other without talking. In another way, music can gather people and influence political conflicts in a positive way. Daniel Barenboim's West Eastern Divan Orchestra is one of the best examples for this. People of countries with different political and religious views are playing together and use the time between rehearsals to talk and sometimes have exciting discussions. But ultimately what is gathering them is music. I strongly, believe that if people would penetrate into the music they listen to and open their minds and hearts, the world would be less dominated by challenging economic thoughts and a more sacred and completely respectful integration of body, concious and spirit would be achieved. Thank you very much Mr. Woyke, we look forward to meeting you again in future. AKOB SEYİR DEFTERİ 17 ŞUBAT 2010 MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ STRING INSPIRATIONS QUINTET KONSERİ Mersin artık uluslararası müzik platformunda kendine yakışan yeri saptamak ve pekiştirmek için yurt dışından yeni projelere de ev sahipliği yapıyor. Şubat ayı içinde AKOB’un konuğu olarak Viyana’dan kentimize gelen, keman sanatçısı Serkan Gürkan tarafından kurulmuş olan “String Inspirations Quintet”, bir Avrupa Birliği Projelendirmesi kapsamında Viyana – Mersin arasında bir müzik-sanat köprüsü kurulması konusunda önemli bir adım attı. Mersin okullarından ve dağ köylerinden müziğe yetenekli çocukları seçerek müzik okullarına hazırlamak ve/veya hobi amaçlı eğitim vermek amacı ile bir proje geliştirdiler. Şubat konserimizde kentimize gelen grup üyeleri çocuklarla bir araya gelerek ilk elemeleri yaptı. Projedeki gelişmeler ve ilerideki planları konusunda daha detaylı bilgi alabilmek için Serkan Gürkan ile bir kez daha görüştük. SERKAN GÜRKAN Keman sanatçısı Serkan Gürkan Ankara’da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı lise bölümünü bitirdikten sonra gittiği Viyana’da halen Viyana Yüksek Müzik Akademisinde doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Ayni zamanda Besteci ve aranjör olan Gürkan kurduğu String Inspirations Quintet ile sanatsal çalışmalarına devam etmektedir. www.serkangurkan.net 14 akob TEMMUZ 2010 SERKAN GÜRKAN VE STRING INSPIRATIONS QUINTET VİYANA-MERSİN MÜZİK KÖPRÜSÜ KURUYOR İzmir 9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarının lise bölümünü bitirdikten sonra gittiğiniz Viyana Yüksek Müzik Akademisi Keman Solistlik Bölümü’nde doktoranızı yapıyorsunuz. Beş ayrı ülkenin sanatçılarından kurduğunuz “String Inspirations Quintet” kimlerden oluşuyor? Nasıl bir araya geldiniz? Grubumuz beş ayrı ülke sanatçılarının bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Ukrayna´dan Sergei Bolotny, Rusya´dan Alexej Barer, Bulgaristan´dan Peter Gospodinov, Uruguay´dan Felipe Medina ve ben. Sanatçılar çalgılarının virtüözü olup solistlik kariyerinin yanı sıra Viyana´da önemli orkestralarda görev almaktadırlar. Hepimiz belli hedefler için burada bulunmaktayız. Yaşamımızda her anı doğru işler için harcamamamız gerektiğini biliyoruz. En önemlisi ise insanın severek yaptığı işi en iyi şekilde sunmasıdır. Bu düşünceleri benimle paylaşan ve yapmış olduğum besteler için etrafımda toplanan arkadaşlarımla “String Inspirations Quintet” grubunu kurdum. Bir Türk olarak grubu kurmak ve Viyana gibi zorlu bir müzik kulvarında konserler vermek kolay değildir. Her konserimiz sonrasında aldığımız olumlu kritikler bizleri kemikleşmiş bir grup olma yoluna itmiştir. Grubunuz ile Klasik Batı Müziği, Türk Müziği ve Tango renklerinden oluşan bir müzik yapıyorsunuz? Beste ve düzenlemelerinize bakınca, bu bilinçli bir tarz seçimi. Nasıl tepkiler alıyorsunuz? Mersin’deki konser programımız ve ilk yaptığımız CD bu özellikleri içeriyordu. Ama benim için herhangi bir stil ya da tarza tamamen bağlı kalmak önemli değil. Önemli olan zevk aldığım şeyleri yapmak. Konser programı genişledikçe ve bestelerim çoğaldıkça yelpaze de genişleyecektir. Düşüncelerimin bu noktaya gelmesinde en heyecan verici olay Viyana Filarmoni Orkestrası’nın bazı sanatçıları tarafından fark edilmem ve beste siparişi almam olmuştur. Orkestra bestemi 2008 Japonya yeni yıl konserlerinin “Bis” parçası olarak çaldı. Bir diğer gelişme de geçen yaz yaşandı. Viyana’da Donald J. Williams tarafından düzenlenen film müziği besteleme kursuna katılmıştım. Kendisi aynı zamanda “Jaws, Supermen, Schindler’s List, Star Wars” gibi filmlerin müziğini yapan John Williams´in kardeşidir. Kurs sonunda benden çok memnun kaldığını ve beni Amerika’ya davet edeceğini söyledi. Bu gerçekleşirse benim için yeni bir tarzın kapılarını açacaktır. AKOB’ un ev sahipliğindeki Mersin konserinizde kendi beste ve düzenlemelerinizi çaldınız. Çokda güzel oldu. Yeni çıkarttığınız CD ile örtüşen bir programdı. Ama itiraf edeyim ki ben kişisel olarak, Viyana’dan gelen bir gruptan daha çok Viyana esintileri içeren eserler beklemiştim. Belki de “Viyana” isminin çağrıştırdıkları nedeniyle… Diğer ülkelerde verdiğiniz konserlerde de bu konuya evvelce hiç değinen oldu mu? Doğrusunu söylemek gerekirse olmadı. Ama bundan sonraki gerek solo gerekse oda müziği konserlerimden birini zaten bir Viyana akşamı olarak gerçekleştireceğim ve Viyana valsleri ve şarkılarını seslendireceğim. Daha önce de belirttiğim gibi bir stile bağlı kalmaktansa, benim de hoşuma giden farklı tarzları paylaşmayı seviyorum. Avrupa Birliği Projesi kapsamında Mersin’de yeni yetenekler keşfetmek ve kendilerini müzik okullarına hazırlamak için kentimizde çocuklarla bir araya geldiniz. Sonuç ne oldu? Sözlerime başlamadan önce birkaç teşekkürde bulunmak istiyorum. Projenin gerçekleşebilmesi için önemli desteklere ihtiyacımız vardı. Viyana’da ki Türk Büyükelçiliğimiz, çeşitli dernek ve kişiler projenin Viyana ayağında büyük destekçilerimiz oldular. Mersin’de ise Mersin Valiliğimiz, Mersin Devlet Opera ve Balemiz ve Mersin Uluslararası Liman İşletmeciliği (MIP) projemize inanarak bizleri desteklediler. Marina Vista Alışveriş Merkezi de bize çalışmalarımız için kapılarını açtı. Hepsine ve herkese çok teşekkür ediyoruz. Projemiz içerisinde önemli bir amacımız da Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan yaylı sazlar orkestrası kurarak Viyana’da konserler vermekti. 16 şubat 2010 tarihinde Mersinli destekçilerimizle başlayan projemiz, bizler Viyana’ya döndükten sonra, ağabeyim F.Hakan Gürkan’ın düzenli olarak verdiği eğitimle devam etmektedir. Çocukların keman ve çello çalabilmeleri için gerekli kulak gelişimleri başarıyla tamamlanmıştır. Bizler de kendi imkânlarımızla projenin yaşamasına destek vermek üzere belli zamanlarda eğitim için Mersin’e geleceğiz. İhtiyaç duyulan enstrümanların alımı için Mersin Valiliğimiz devreye girerek gerekli olan 11 keman ve 7 çelloyu öğrencilerimize temin etmiş bulunmaktadır. Şimdi her çocuğun elinde kendine ait kemanı ve çellosu var. Onları şimdi görmelisiniz. Hepsinin sırtında bir enstrüman, artan öz güvenleri ile artık projeye oldukça sahiplenmişler… Şimdi amacımız, gelecek yaza kadar son süratle eğitime devam ederek ilk Çocuk Esirgeme Kurumu Orkestrası’nı hayata geçirmek ve istenilen seviyeye ulaşıldığı takdirde Mersin ve Viyana’da birlikte konserler vermek. Her iki şehirde de konser salonlarımızdan kalacağımız yerlere kadar her şey destekçilerimiz tarafından hazırlanmış durumda. Heyecan şimdiden hepimizin içini sardı. Bu çalışmalar yapılırken yapılanları her yerde duyurmak gerekliydi. MIP Mersin Liman İşletmeciliği projenin daha uç noktalara ulaşabilmesi ve kalıcı olabilmesi için grup olarak çıkarttığımız CD’nin çıkmasına destek oldu. Böylelikle dünyanın neresinde konser versek projemizden bahsediliyor. CD’ miz ile de sesimizi duyuruyoruz ve projenin kalıcı olmasını sağlıyoruz. Mersinli destekçimizle projemizin birlikte anılması bizlere gurur veriyor. Proje nasıl yürüyecek? Şu ana kadar kendi imkânlarımız ve destekçilerimizin katkılarıyla projeyi sürdürmekteyiz. Projenin devamı için hepimiz kararlıyız. Avrupa Birliği Projesine kabulü ise ekim ayı sonunda belli olacak. Çocukların eğitimleri nasıl sürdürülecek? Halen ağabeyimin destekleriyle çocukların kulak eğitimleri tamamlandı. Eylülden itibaren zaman zaman bizler geleceğiz. Bunun dışında çello eğitimi yine ağabeyim tarafından sürdürülecek. Keman eğitimi ise Mersin Devlet Opera ve Balesi keman sanatçısı Övül Akyol tarafından verilecek. Projemize ve çocuklara ilgi oldukça fazla, bu nedenle güç kazanarak devam edecektir diye düşünüyorum. Bu proje ne kadar sürecek? Yeterli fonunuz var mı? Proje zamanımızın ve gücümüzün yettiğince sürecek. Bir öğrenci en aşağı bir sene kadar enstrüman eğitimi gördükten sonra yeşermiş olacak. Kendilerini ulaşmak istedikleri hedefe ulaşana kadar destekleyeceğiz. Yetiştirdiğimiz öğrencilerin ardından yeni yetenekler için devamlı yetenek taraması yapacağız. Böylelikle yetiştirdiğimiz kabiliyetli çocukların sayısı artacak. Şu ana kadar kişisel seyahat ve sair masraflarımızı kendimiz karşılıyoruz. Proje için Mersin Uluslararası Liman İşletmeciliği öncülüğünde çıkarttığımız CD’lerin satışlarından destek almaktayız. Böyle bir proje dünyada ilk kez uygulamaya konmuştur. Gururluyuz. Serkan Bey, umut verici haberleriniz bizleri sevindirdi. Sizlere sanat ve eğitim konusunda başarılar diliyor ve ileride grubunuzu tekrar aramızda görmeyi ümit ediyoruz. Konserimize ev sahipliği yaptığınız ve projemizi kamuoyuna duyurabilmemiz için sayfalarınızı bize açtığınız için bizler de Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği ve AKOB Dergi yöneticilerine teşekkür ederiz. akob TEMMUZ 2010 15 AKOB SEYİR DEFTERİ 19 MART 2010 MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ HAKAN ALİ TOKER SALONDA CHOPIN AÇIKLAMALI PİYANO RESİTALİ Renkli kişiliği ve sahne hakimiyeti ile karizmatik piyanistimiz Hakan Ali Toker, “2010 Frederic Chopin Yılı” nedeniyle hazırladığı açıklamalı “Salonda Chopin” resitali ile Mersinli müzikseverlere değişik bir gece yaşattı. Sonraki görüşmemizde ise çok yönlü sanatçı kişiliğinin boyutlarını bize açarken ilginç bir projesinden bahsederek bizi şaşırttı. Bu projesini ve kendi dışında oluşan gelişmeleri söyleşimiz içinde okuyunca bir çok ütopik dileğin sonradan gerçekleşmesinde hayallerin rolünün yadsınamayacağını bir kez daha anlayacaksınız. Birçok yaratı hayallerin ürünü değil midir? www.hakanalitoker.com PİYANOYU TÜRK MÜZİĞİNE UYGULAMAK ÇABASINDA OLAN BİR PİYANİST HAKAN ALİ TOKER Söyleşi İhsan Toksöz Mersin doğumlusunuz. Geçen mart ayında AKOB Konserleri içinde Mersin’de verdiğiniz değişik ve bilgilendirici “Salonda Chopin” açıklamalı resitalinizin olumlu yankılanmaları oldu müzikseverler arasında. Böyle bir resital fikri nasıl doğdu? 2010 yılı, Chopin’in doğumunun 200. yılı olması nedeniyle, tüm dünyada Chopin yılı olarak kutlanmakta. Geçtiğimiz sezonun başlarında, Ankara’daki Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi, bilhassa Chopin konulu bir resital/söyleşi hazırlamamı istedi benden. Bunun üzerine bir hayli araştırma yaptım. Chopin ve döneminin müziği ile ilgili kaynaklar taradım. Chopin, hâlihazırda çok bilinen ve eserleri çok çalınan bir besteci olduğu için ben onun op.1 Rondo ve Paganini Çeşitlemeleri gibi nispeten az bilinen eserlerini çalmayı seçtim. Ayrıca, Chopin’in çağdaşı olan, o dönemde gündemde olup da bugün unutulmaya yüz tutmuş; “Henselt, Hiller, Kalkbrenner“ gibi bestecileri de programa alıp, Chopin’in benzer içerikli eserleriyle onlarınkileri karşılaştırma imkânı sunmak istedim dinleyiciye. Resital sonunda sunduğunuz doğaçlama nasıl bir geleneksel uygulamanın yansıması? Bugün klasik müzik konserlerinde hemen hiç rastlanmayan, ancak Chopin’in zamanında yapılan dinletilerin baş tacı diyebileceğimiz bir gelenek vardı. Genellikle konserin sonunda, dinleyicilerin spontane olarak önerdiği bir tema üzerine doğaçlama yapmak. O zamanlar yaygın olan, icracı ve besteci kimliğini kendinde toplamış sanatçıların, ustalıklarının ileri safhalarını gösterme imkânı bulduğu, interaktif bir uygulama. Bu gibi açıklamalı resitallerinize devam etmek istediğinizi ve özellikle okullarda klasik müziği tanıtma ve sevdirme adına değişik şehirlerde 16 akob TEMMUZ 2010 yapılacak bir “Açıklamalı Resital Programı Serisi” için sponsor arayışında olduğunuzu söylemiştiniz. Bu konuda bir gelişme var mı? Maalesef, bu sezonu bu açıklamalı konserlerden 3-5 tane yapmış olarak kapatıyorum. Gönlümde yatansa, bütün bir yurt turnesi! Önümüzdeki sezon için bu konuda çalışmalar sürüyor. Destek bulduğum takdirde; bilhassa güzel sanatlar liseleri ve müzik eğitimi veren diğer kurumların olduğu tüm illerimizde bu programları sunmak istiyorum. Ülkemizde maalesef, eğlence müziğine büyük paralar harcanırken, eğitim amaçlı müziğe zor ödenek çıkıyor. Türkiye’de eğitime önem veren ve imkânı olan kurum ve şahısları, müziğin eğitim amaçlı kullanım sahalarına daha çok destek vermeye davet ediyorum. İzlediğimiz kadarıyla sanat yaşamınızda çok çeşitli kulvarlarda koşuyorsunuz. Klasik Batı Müziği, Geleneksel Türk Müziği, değişik gruplar ile Caz, Latin, Orta Doğu Müziği, Orta Asya Müziği… Bu çeşitlilik nereden geliyor? Bu durum, biraz kendi zevklerimin çeşitliliğinden ileri geliyor, biraz da müzisyen olarak iş bulma imkanımı artırmak adına ister istemez oluştu. Konser piyanisti olmaya gittiğim Amerika’da, etrafımda fazlasıyla konser piyanisti vardı. Ama kanun çalan kimse yoktu ve buna talep vardı! Salaam, Silk Road, Orquesta Son gibi grupların, doğaçlama yapabilen ve çaldıkları müzik türüne uyum sağlayabilecek bir piyaniste ihtiyaçları vardı; benim de işe! Böylelikle, bu gruplarla çeşitli etnik müzik türlerine giriş yaptım. Aslında çağımızın bir çok müzisyeni bu durumda. Akademik bir alt yapısı dahi olsa, geçinebilmek için “ekstra”lara gitmesi gerekiyor. Bu işlerde de caz, pop, Türk müziği vs. çalması gerekiyor. Bu bence iyi bir şey. En az bir dalda ustalaşmak kaydıyla, bir müzisyenin diğer müzik türleri hakkında ne kadar birikimi ve deneyimi olursa, UZUN YILLAR KANUN MEKANİZMASINA SAHİP BİR PİYANO YAPTIRMAK İSTEYEN SANATÇININ HAYALLERİ İNGİLTERE’DE GERÇEKLEŞTİRİLDİ! ARTIK BÜTÜN İŞ BU PİYANONUN TANITIM İÇİN TÜRKİYE’YE GETİRTİLMESİ. SANATÇI BU KONUDA SPONSORLARA SESLENİYOR. yaptığı işi o kadar iyi perspektife oturtabilir. Kaldı ki, çağımızda en yaygın müzik türü doğu-batı sentezi. Dünya küçülüyor. Artık hiç gitmediğiniz bir ülkenin müziğine internet sayesinde süratle ulaşabiliyorsunuz. Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi piyano ve kompozisyon bölümlerinden mezunsunuz. Sağlam bir akademik Klasik Batı Müziği eğitiminiz ve temeliniz var. Mersin’deki konserinizde bunu izledik. Piyanonun yanında akordeon, kanun ve klavikord çalıyorsunuz. Piyano ve bir Rönesans klavyeli çalgısı olan Klavikord ile Türk müziği çaldığınızı söylediniz. Bunu nasıl yaptınız? Malumunuz, bugün piyasada piyano veya org ile Türk müziği çalmaya girişen pek çok müzisyen var. TRT’nin bile bazı Türk Sanat Müziği programlarında piyano kullanılıyor. Bu görünüm, konuya vakıf olmayan bir izleyicide; geleneksel Türk müziğinin, bir batı çalgısı olan kemanla rahatlıkla çalınabildiği gibi, bir diğer batı çalgısı olan piyanoyla da pekâlâ çalınabilir olduğu düşüncesini doğurabilir. Ne var ki, Piyano ve diğer klavyeli çalgılar, yapıları gereği, Türk müziğini -otantik haliyle- çalmaya pek elverişli değiller. Bu konuda yapılan girişimler çoğu zaman, Türk müziğinin bazı inceliklerinden feragat etmeyi gerektiriyor. Neden? Çünkü Türkçemizde nasıl, “ğ, ı…” gibi çoğu Batı dilinde olmayan bazı harfler ve sesler varsa; geleneksel Türk müziğinde de, Batı müziğinde kullanılmayan perdeler, yani “komalar” var. Bu sesler, her ne kadar bugün batıda kullanılmasa da, batılıların keman, çello gibi “perdesiz” telli çalgılarında mümkün. Ama piyano gibi klavyeli çalgılarda mümkün değil. Bir benzetme yapmak gerekirse: “ğ, ı, ö, ç…" gibi Türkçe karakterleri içermeyen bir daktilo ile Türkçe bir metin yazmaya kalktığınızı hayal edin. Sonuç; “yabancı aksanıyla konuşulan, eksik ve inceliksiz bir Türkçe” olacaktır! Bu duruma mahal vermemenin bir yolu, o karakterleri bulundurmayan kelimeler kullanmak. Mamafih, bu da hareket sahanızı bir hayli daraltır. Bir diğer yol da, daktilodaki “o” harfini söküp, yerine “ö” koymak ki, o zaman da “o” harfinden yoksun kalırsınız! İşte, piyano ile Türk müziği çalmaya soyunan her piyanistin içine düştüğü çıkmaz. Ben, piyano ile tek başıma Türk müziği çalmaya kalkıştığımda, “inceliksiz Türkçe” tuzağına düşmemek için, 1. yöntemi kullanıyorum: yani Türk müziğine özgü olup da piyanoda bulunmayan “komalı” sesleri içermeyen eserler seçip icra ediyorum. Eğer icrama katılan kanun, ney gibi Türk müziği çalgıları varsa, komalı sesleri onlara bırakıyor, ben basmıyorum. Bunun yanı sıra, imkan buldukça, yukarıda daktilo örneğinde bahsettiğim 2. yöntemi de uyguluyorum. Akortlanması piyanoya göre daha kolay bir çalgı olan klavikord ve evdeki 2. piyanomun akordunu değiştirerek, bazı komaları içermelerini sağladım. Böylelikle, akustik bir piyano ile Hüseyni, Karcığar, Saba gibi makamları çalınabilir kıldım. Ancak, “o-ö” meselesinde olduğu gibi, o piyanoyla da artık Nihavent, Mahur gibi makamlar çalınamıyor. Yıllardır kanun mekanizmasına sahip bir piyano yaptırmayı hayal ettiğinizi, şimdi İngiltere’de böyle bir çalgının yapıldığını söylediniz. Bu konuda bilgi verir misiniz lütfen? Evet, uzun zamandır, böyle bir çalgı yaptırmayı hayal ediyordum: doğunun ve batının ses imkânlarını tek ve özel bir çalgıda toplamak; sonra da bu çalgının yardımıyla, Türk müziğini, komalarından arındırmadan çokseslendirmek için! Bu hayali kuran tek kişi ben değildim. Türk ve diğer bazı doğu müziklerinin özgün “komalı” halleriyle piyanoda çalınabilmeleri için, bildiğimiz piyanoyu, ayrıca akordeon ve org gibi diğer klavyeli çalgıları modifiye etme çabalarının en az yüz yıllık bir geçmişi var. Bilhassa Arapların yaptırdığı akordeon ve elektronik orglar var, Arap müziğine yetecek kadar koma basabilen. Ama perde bakımından çok daha karmaşık/zengin olan klasik Türk musikisi için tam anlamıyla elverişli klavyeli bir çalgı, prototip olarak bile yoktu, yakın zamana kadar. Sonunda böyle bir çalgı da icat edildi: İngiltere’den Geoff Smith adlı bir müzisyen tarafından. Adı: Fluid Piano (akışkan piyano). Çalgı, kasım 2009’dan beri Avrupa kamuoyuna tanıtılmakta. Smith’in icadı, şu ana kadar Hintli, Arap ve İranlı müzisyenler ve otoritelerin desteğini almış bulunuyor. Ancak Türkiye’nin veya Türk müziğinin adı geçmiyor ilgili haberlerde. Oysa bu çalgıya en çok bizim ihtiyacımız var! Çünkü dünyadaki en karmaşık komalı sistemlerden birine sahibiz. Fluid Piano’nun Türkiye’ye getirtilmesi lazım. Umarım mesajlarınız duyarlı müziksever kişilere ve kurumlara ulaşır ve güzel ve ilginç projelerinizi gerçekleştirme fırsatı bulursunuz. Bu güzel söyleşimiz için çok teşekkür ediyoruz size. Kim bilir belki de yakında sizi Mersin’de Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Lisesi, Mersin Konservatuvarı ya da diğer okullarımızda tekrar izlemek fırsatını buluruz. İçten dileklerinize teşekkürler. İlk resitalimi 1991’de Mersin’de vermiştim. Beni yıllar sonra tekrar Mersinli müzikseverlerle buluşturan AKOB yöneticilerine de ayrıca teşekkür ediyorum. akob TEMMUZ 2010 17 TÜRK MÜZİĞİNİN PİYANOYA UYARLANMASINDA BİR ÇIĞIR AÇACAK Atomun parçalanmasının müziksel karşılığı... Besteci piyanoyu yeniden keşfediyor... The Guardian. FLUID PIANO AKIŞKAN PİYANO 1885 yılından sonra tasarımında çok az değişiklik olan modern piyano, İngiltere’de Geoff Smith tarafından yeniden yaratılarak müzik alemine sunuldu. Yapımcısı tarafından Fluid Piano – Akışkan Piyano adı verilen enstrümanın ilk takdimi 28 Kasım 2009 günü Ingiltere’de Surrey Üniversitesi’nde yapıldı. Otoritelerce piyano imalatında yeni bir devrim diye nitelendirilen müzik alanındaki bu buluş, atomun parçalanmasına eşdeğer önemde görülüyor! Mart 2010 ayında Londra’da yeni enstrüman ile verilen konserler çok ilgi çekti. Projeye başından sonuna İngiltere Sanat Konseyi (Art Council / England) destek verdi. Geoff Smith’in icadı olan Fluid Piano ile artık notalar arası sesleri aynen kanunda olduğu gibi anında müdaheleler ile çıkartmak mümkün olacaktır. Sabit akorda gerek kalmayacak ve sanatçı performans öncesinde veya enstrümanı çalarken akordunu kendi yapacaktır. Bu çok kültürlü ya da inter-etnik akustik piyano imalatında devrim yaratacak bir buluştur. Piyanoyu uluslararası bir enstrüman konumuna getirecektir. Burada hemen söyleyelim: İsteyen müzisyenler piyano akordu ile oynamayarak piyanoyu standard batı müziği sabit akordunda da çalabileceklerdir. Bu bakımdan yıllardır klasik batı müziğinin zengin repertuvarını icra edenler ile bu yolda ürün veren çağdaş bestecilerin kaygılanmasına da gerek olmadığının altı çizilmelidir. Geoff Smith halen enstrümanın seri üretimi konusunda sponsor arayışlarını sürdürüyor. Seri üretimine başlandığında özellikle doğu müzik dünyasının bu yeni enstrüman ile çok ilgilenebileceği anlaşılmaktadır. Burada, yukarıdaki “çok kültürlü akustik piyano” deyişine vurgu yapmamız gerekiyor, çünkü bu piyano ile müziklerindeki komalı perdeleri kullanabilen doğu ülkeleri müzisyenleri yeni ufuklara yelken açacaklardır. Geoff Smith bu konuda gayet güvenli konuşuyor. 300 yıl 18 akob TEMMUZ 2010 önce piyano ilk ortaya çıktığında da çalgının besteci ve müzisyenler tarafından pek rağbet görmediğini ve kabul edilmesinin hayli zaman aldığını belirtiyor. Günümüz imkanları ile Fluid Piano’nun çok daha kısa zamanda müzik insanlarınca tanınacağını ve kullanılacağını, bu enstrümanla tüm dünyada yeni müzik bestelerinin yapılarak icra edileceğini düşünüyor. Daha tutucu kulaklar için bunun biraz daha uzun bir süre alabileceğini kabul etmekle beraber, yüz yıldır tasarımı değişmeyen modern piyanonun yeteneklerini arttıran Fluid Piano’nun artık sadece batı müziği enstrümanı olmaktan çıkıp tüm dünyanın enstrümanı olacağını iddia ediyor. Fluid Piano hakkında mucit Geoff Smith ile yazışmalarımızdan ve Piyanist Hakan Ali Toker ile yaptığımız görüşmelerimizden çıkan sonuç şudur: Doğu müzisyenlerinin baş tacı olmaya aday Fluid Piano ile komalı ve karmaşık yapılı Türk müziği besteleri artık kolayca çalınabilecek ve bu yeni çalgı çağdaş Türk bestecileri tarafından aranan bir enstrüman olacaktır. Bu enstrüman Türk müziğinde devrim yaratacaktır. Geoff Smith ile yapılan yazışmalar sonunda kendisinin Türkiye’ye gelerek konu üzerinde istişarelerde bulunmaya sıcak baktığını burada belirtmek yerinde olacaktır. Hakan Ali Toker’in bu konuda ön alacağını ve Fluid Piano’nun da Türkiye’ye getirilerek bir konser dizisi ile tanıtılması için sponsor arayışlarına başladığını biliyor ve duyarlı ve ilgili kişi ve kuruluşlara bunu buradan duyurmayı bir görev biliyoruz. AKOB AKOB SEYİR DEFTERİ Sezonun bu son konseri aslında bir “Yeni Yıl Konseri” olmalıydı. Viyana Vals, Polka ve Şarkıları ile şenlenen Mersinli müzik severler ruhlarını müzikle yıkadılar. Konserin sürpriz sunucu-çevirmeni, AKOB başkanı Fazıl Tütüner tüm konser boyunca sahnede oturdu. Şef Pfleger her parçayı çalmadan önce anons ederken tercüme için yanına gitti. Çok değişik bir deneyim yaşadığını, sahnede hem orkestrayı, hem de dinleyicileri izleme fırsatını bulduğunu söyleyen Tütüner, AKOB’un artık çok daha etkin bir şekilde kentlisinin hizmetinde olacağını ve yeni etkinlikleri ile Mersin kültür yaşamına katkısını sürdürmeye devam edeceğini belirtti. Avusturya Büyükelçiliği’nin Türkiye’ye davet ettiği Johann Strauss Topluluğu, İzmir, Antakya, Mersin, Edirne ve İstanbul’da konserler verdi. On orkestra elemanı ve iki solistten oluşan gruba kentimizde AKOB ev sahipliği yaptı. Antakya konserinin ertesi günü AKOB, özel kiralanan bir otobüsle Antakya’ya giderek, topluluk elemanları ile birlikte Avusturya Büyükelçisi Dr. Heidemaria Gürer ile Viyana Eyaleti Uluslararası Etkinlikler Müdürü Dr. Haydar Sarı’yı, Avusturya Antakya Fahri Konsolosu Mehmet Kılıç’tan devralarak Mersin’e taşıdı. Yol boyunca rehber Davut Oğuzcan’ın, zengin bilgi dağarcığı içinden, mükemmel Almancası ile bölgenin bugününü ve geçmişini konuklara aktarması yolculuğu adeta turistik bir geziye dönüştürdü. Tarsus’ta küçük bir kent turu yaptıktan sonra bol köpüklü sularıyla çağıldayan Tarsus’un ünlü şelale tesislerinde yenilen yöre yemekleri konuklar için günün bir diğer sürprizi oldu. Mersin Hilton’a yerleştirilen müzisyenlerin bir bölümü kendilerini hemen havuzun soğuk sularına bıraktılar. Üç saatlik bir dinlenmeden sonra topluluk prova için konser mekânı olan Mersin Büyükşehir Belediyesi Kongre Merkezi’ne götürüldü. Kongre Merkezi’nde orkestra için gerekli olan piyano önceden Hakan Gürkan’ın kurduğu temaslar ve Vahap Kokulu’nun organizasyonu ile özel taşıyıcılar tarafından Yelda Sanat Merkezi’nden alınarak kamyonetle kongre merkezine taşınmıştı. Adana’dan çağrılan Mustafa Çıtak piyanonun akordunu yaptı. Yapılan ses kontrollerinde 900 koltuklu salonun her tarafına müziğin ulaşabilmesi için elektronik ses düzeni ile müziğin güçlendirilmesi kararlaştırıldı ve sesin doğallığını yitirmemesi için mikrofonlar orkestranın birkaç metre uzağına kondu. Ancak sanatçılar hem piyanodan, hem de salonun akustiğinden hoşnut kalmadılar. Fakat başka bir seçenek yoktu; çünkü akustiği ve piyanosu çok iyi olan Mersin Kültür Merkezi’nde ayni akşam Devlet Opera ve Balesi yine Johann Strauss’un ünlü bir eserini, Yarasa Opereti’ni sahnelemekteydi. Bunu duyan sanatçılar çok memnun oldular. Mersin’de konser verdikleri gece iki farklı mekânda Johann Strauss vardı! Salon açılmadan önce konuklara AKOB Kültür ve Sanat Dergisi’nin Mayıs sayısı ücretsiz olarak dağıtıldı. Dergiyi ellerine alanlar çok etkilendiklerini, Mersin’de böyle bir derginin çıkartılmasının kent kültürüne ve kent imajına büyük katkılar sağlayacağına inandıklarını söylediler. Konserden önce, Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Başkanı ve Avusturya Mersin Fahri Konsolosu Fazıl Tütüner bir konuşma yaparak: Mersin’in son yirmi yılda birçok müzik kurumu 20 akob TEMMUZ 2010 11 MAYIS 2010 MERSİN KONGRE MERKEZİ VİYANA JOHANN STRAUSS ENSEMBLE KONSERİ kazandığını, kentte müzik etkinliklerinin hızla arttığını, Mersin’in bir sanat ve müzik kenti olarak dünyaya açılmakta olduğunu belirtti. AKOB’un müzik ülkesi olan Avusturya ile bir sanat köprüsü inşa etmeye çalıştığını, bu konuda Büyükelçi Dr. Heidemaria Gürer’in çok büyük katkıları olduğunu söyleyerek kendisine AKOB ve kent müzikseverleri adına teşekkür etti. Fazıl Tütüner Viyana’daki öğrencilik yıllarından arkadaşı olan Haydar Sarı’nın bugün önemli bir göreve gelerek Viyana’nın uluslararası kültür etkinliklerini yönetiyor olmasının, Mersin - Viyana sanat köprüsüne de katkılar sağlayacağından emin olduğunu belirtti. Topluluk sahnedeki yerini aldığında Şef Alfred Pfleger çalacakları parçalar arasında açıklamalar yapacağını, bunların çevirisinin yapılabilmesi için Fazıl Tütüner’in sahnede kalmasını istediğini belirtince Fazıl Tütüner tüm konser süresince sahnede oturdu ve çevirileri yaptı. Şef Pfleger, bu turneleri sırasında, Türkiye’nin dışarıdan başka, içerden başka olduğunu gözlemlediklerini, Türkiye’de çok mutlu günler geçirdiklerini, ülkeden, kültüründen ve insanlarından çok olumlu etkilediklerini söyledi. Orkestra 4 keman, 1 viyola, 1 çello, 1 kontrabass, 1 flüt, 1 klarnet ve 1 piyanodan oluşuyordu. Orkestraya soprano Romano Beutel ve bariton Sebastian Huppmann bazen tek, bazen düet olarak eşlik ettiler. Düet yapan solistler, arada bir vals yaptılar. Repertuar klasik Viyana vals müziğini, bazı Mozart operalarından parçaları, polkalar ve Viyana şarkılarını kapsıyordu. Yapılan çevirili açıklamalar izleyicinin Viyana müziğinin içine girmesini kolaylaştırıyordu. 700 e yakın izleyici sanatçıları bol bol alkışladı. Orkestra iki bis çalarak alkışlara karşılık verdi. Sahneye davet edilen ve sanatçılarla birlikte kendisine de çiçek sunulan Büyükelçi Gürer, Avusturya Türkiye Sanat Köprüsü kurmaya istekli olduklarını ve bunun için çalıştıklarını, Mersin’de bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Birçok izleyici konser çıkışı AKOB yetkililerine çok güzel bir akşam yaşadıklarını belirterek teşekkür etti. Konuk grup konser sonrası bir balık lokantasına davet edildi. Açık havada yeşillikler altında, denizden gelen esintiler ve çiçekler arasında, sohbetlerle ve Akdeniz ürünleriyle zenginleştirilmiş sofrada, Vali Yardımcısı Ahmet Büyükçelik’in de katılımıyla, o akşam kendilerine sunulan müzikle daha güzel bir dünyaya girmiş olan insanlar, ülkelerarası iletişimin, kültürlerarası buluşmanın tadını çıkardılar. AKOB ertesi sabah konuklarıyla, onlar Hilton’un bahçesinde palmiyeler arasından denizi seyrederek kahvaltı ederlerken buluştu ve otobüsle Adana havaalanına taşıdı. Güzel bir AKOB konseri daha son bulmuştu. Büyükelçi Gürer bir süre sonra emeği geçenlere teşekkür mektupları yolladı. Orkestra Şefi Alfred Pfleger ise Avusturya’dan gönderdiği mektupla, bütün sanatçılar adına, yürekten gelen ağırlama ve mükemmel organizasyon için teşekkür etti. Mersin’de geçen zamanın, kıyıdaki otelin, yemek davetlerinin harika olduğunu, o akşam Mersinli konser izleyicisinin çok şık, duyarlı ve kültürlü olduğunu belirtti. Mersin 11 Mayıs 2010 da harika bir Johann Strauss gecesi yaşamış oldu. Darısı gelecek konserlere diyelim. AKOB akob TEMMUZ 2010 21 Müzik Şehri Mersin Musical Mersin by Alexandra Ivanoff Çeviri İhsan Toksöz Sadece profesyonel bir fırsat olmasının yanı sıra AKOB’ un etkileyici yeni dergisinin bu ilk sayılarında yazmak, benim için Türkiye ile olan ilişkilerimde kişisel bir kısmet işareti. Amerikalı bir müzisyen, öğretmen ve gazeteciyim ve halen İstanbul’da yaşıyorum. Ancak bu ülkeye ilk geldiğimde kaldığım yer olan Mersin hakkındaki hatıralarım hala tazeliğini koruyor. Gördüğüm misafirperverlik ve orada gözlemlediğim sanatsal çabalara olan destek ve ilgi ve de şaşırtıcı derecedeki sofistike evrensel yaklaşım, benim için sıcak ve samimi bir atmosferdi. Mersin’de olduğu kadar ülkenin diğer yerlerinde de klasik müzik hakkında farklı bir merak olduğunu hissettim. Tüm yaşamımı Amerika’nın profesyonel müzik çevrelerinde yaşamış biri olarak buradaki deneyimlerimi ülkemdekilerle karşılaştırma yapmadan edemedim. Mersin’e ilk defa 2002 yılında, İhsan Toksöz ve diğer bazı kültürel yerel etkinlikler düzenleyen kişilerin (çoğu şimdi AKOB üyeleri) genç bir Rus piyanisti olan Sergei Podobedov’u Mersin’ de bir resital vermek üzerine davet etmeleri sebebiyle geldim. O zamanlar Sergei’nin menajeri idim ve bir Amerikalı olarak benim için Türkiye’ye bir seyahat egzotik bir fırsat olduğundan bu konser turunda ona takılmaya karar verdim, Ancak böylesine unutulmaz derinlikli bir deneyime hiç de hazırlıklı değildim. Bu ülkenin mıknatısı tüm gücü ile beni geri çekti; 2006 ve 2007’de Türkiye’ye sonradan yaptığım seyahatler beni burada yaşamaya ikna etti. Profesyonel imkânların varlığı nedeni ile İstanbul’da yerleştim ve geçen Aralık ayında bu Akdeniz liman şehrinin müzik ve sanat yaşamıyla tekrar tanışmak için Mersin’i bir kez daha ziyaret ettim 22 akob TEMMUZ 2010 The opportunity to write in this early edition of AKOB's impressive new magazine is more than a professional venue; it is personally a sign of kismet* in my relationship to Turkey. I'm an American musician, teacher, and journalist, and I now live in İstanbul. But Mersin was the place where I stayed on my first visit to this country and my memories of that occasion are still sweet. The hospitality I received, the support of and interest in artistic endeavors that I noticed here, and the surprising amount of sophisticated global attitude was a warm and welcoming atmosphere. I felt here in Mersin, as well as around the country, a different kind of curiosity about classical music. Having lived my entire life in professional music circles in America, I couldn't help compare the experience here to what I knew back home. I first came to Mersin in 2002 at the invitation of Ihsan Toksöz, who, along with other local cultural organizers (many of them are now members of AKOB), had invited a young Russian pianist (Sergei Podobedov) to play a recital in Mersin. I was Sergei's manager at the time and I decided to tag along on his concert tour of the country, since a trip to Turkey was for me, an American, an exotic opportunity. But I was not prepared for such a memorable depth of experience. The magnetism of this country pulled me back to it full force; subsequent return trips to Turkey in 2006 and 2007 convinced me to live here. I settled in İstanbul because of the professional opportunities available there and I revisited Mersin last December to reacquaint myself with this Mediterranean seaport's musical and artistic life. İlginç bir karşılaştırma Üç yıldan fazla bir süredir Türkiye’de yaşayan, birkaç yayın organında yazan bir müzik gazetecisi ve iki okulda müzik öğretmenliği yapan bir yabancı olarak, bana göre Türkiye’de müziğin kendine özgü bir durumu var. Avrupa polifonik ve armonik müziği ile hiçbir benzerliği olmayan, folk kökenli özgün bir müziği olan Türkiye’nin devlet müzik eğitim sisteminde klasik batı müziği eğitimi şaşırtıcı derecede çok gelişmiş ve çok sayıda bu müziği icra eden kuruluşlar mevcut. İşte size bu ifademi destekleyecek bazı ilginç nedenler; 1 ) Türkiye ve Amerika 20 yüzyıl başlarında Avrupa müziğini resmen bir sanat müziği olarak tanımış ve kabul etmiş olmalarına rağmen, Amerika şimdi onu düşkün bir yaşlı durumunda bakım evine havale etmişken Türkiye besteci ve yorumcularını onurlandırmakta, değer vermekte ve ödüllendirmektedir. Fazıl Say bir film yıldızı kadar ünlüdür. Cihan Aşkın’ın ismi bazı politikacılar kadar sıklıkla basında yer almaktadır. İdil Biret (şimdi dünya çapındaki kariyerinin 50 yılında) halâ konser turnelerine devam etmekte ve bir pop şarkıcısı kadar övgüler almaktadır. Ve merhum, sevgili Leyla Gencer; Tüm Devlet Opera Korosu ve Orkestrası onun uğurlama töreninde, bir gemi güvertesinden (vasiyetini yerine getirmek için) külleri Boğaziçi’ne savrulurken, deniz kenarında bir Requiem çaldı. Amerika’da bir opera şarkıcısı için bu hiçbir zaman olamazdı! 2 ) “Andante”, Türkiye’de klasik müzik konserlerine adanmış bu zarif ve kapsamlı dergi Amerika’da bulunmayan bir yayın örneği. Amerika’da belirli bir kesime hitap eden ve sadece piyano, yaylı çalgılar ve operadan bahseden yayınlar var. Tüm uygulamalı sanatları kapsayan, haber ve veri özetleri veren sadece bir online dergi var: MusicalAmerica.com. 3 ) Andante’nin ayak izlerini takip eden, ayni şekilde zarif ve bilgilendirici dergi “AKOB”, Türkiye’nin güneyinde müzik alanında, özellikle opera ve baleye odaklanarak, detaylı olarak kimin, nerede, ne yaptığı bilgisini veriyor. 4 ) Küçük ama prestijli bir küresel endüstri olan hassas yaylı çalgılar yaratımına katılan Türkiye, keman üreten üç okula sahip; İstanbul Teknik Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi. Ve çeşitli şehirlerde sayısız özel atölyeler… 5 ) İstanbul’un üç büyük senfoni orkestrası var. Amerika’nın kültür başkenti New York’un ise sadece bir! Uygar bir toplumun tanımlanmasında müziğin rolünü övdüğü diğer birçok deyişinde Atatürk, gerçekte bu sanatın başlı başına uygarlaştırıcı bir güç olduğuna inanmaktadır. Keşke diğer uluslar da böyle derin öngörüşlü rehberliğe sahip olabilselerdi. Atatürk's many other statements in which he extolled music's role in helping to define a civilized society suggested that he believed this art form is, in fact, a civilizing force by itself. I wish other nations in the world had such deeply insightful guidance for their citizens. it's interesting to compare Since having lived in Turkey for over three years now, and working as a music journalist for several publications and a music teacher in two schools, I feel that my foreigner's perspective on the state of music in Turkey is a unique one. For a country whose indigenous music developed from folk origins and bears little resemblance to European polyphony and harmony, Turkey's state music education system is astonishingly well-developed in the instruction of western classical music, and there's a huge number of performing organizations that perform it. Here are some interesting reasons to support that statement: 1) Though both Turkey and America had formally adopted and acknowledged European music as an important art form in the early part of the 20th century, the U.S. has now relegated it to the status of an infirm elder in a nursing home, whereas Turkey honors, values and rewards its native composers and performers. Fazıl Say is just as much of a celebrity as a film star. Cihat Aşkın's name appears in the press as often as some politicians. Idil Biret (now in her fifth decade of a world-wide career) is still going strong on the concert circuit and receives the equivalent adulation of a pop singer. And at the veda** of the dear departed Leyla Gencer, the entire State Opera Chorus and Orchestra performed a requiem at the seaside as her ashes were thrown in the Bosphorus from a ship's deck. This would never happen in the U.S. for an opera singer! 2) "Andante," a sleek and comprehensive magazine devoted to classical music performance in Turkey is an example of a publication that doesn't exist in the U.S. In America, there are only niche publications that talk exclusively about piano, or strings, or opera. Only one webzine, MusicalAmerica.com, is a news- and dataoriented compendium that covers all the performing arts. 3) Following in Andante's footsteps, "AKOB" is now a similarly shiny and informative magazine that covers all the details of who's doing what and where in the southern Turkey region's musical sphere, with a particular focus on opera and ballet. 4) Joining the small but prestigious global industry of creating fine stringed instruments, Turkey has three violin-making schools: in İstanbul Teknik Universitesi, Ege Universitesi in Izmir, and Anadolu Universitesi in Eskişehir, and numerous private ateliers exist in several cities. 5) Istanbul has three large symphony orchestras, and New York City (America's culture capital) has one! * Kısmet : Fortune, destiny. ** Veda : to say farewell to... akob TEMMUZ 2010 23 Mersin'in harikaları Mersin kültürel yaşamında Batı müziğinin modern sanat bilinci ile olağanüstü bütünleşmesini kanıtlayan üç önemli kuruma sahip. Devlet Opera ve Balesi, Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve Akademik Oda Orkestrası ve her yıl yapılan Avrupa Festivaller Birliği (EFA) onaylı Mersin Uluslararası Müzik Festivali. Bunların dışında AKOB (Akdeniz Opera ve Bale Kulübü) ve Mersin Polifonik Korolar Derneği de özel bir sözü hak ediyor. Sonuncusu, birçok Avrupa şehrinde sahne almış, uluslararası festival ve yarışmalardan ( Olomouc, Çek Cumhuriyeti ‘2006’ ve St. Petersburg’, Rusya ‘2008’ ) madalyalarla dönmüş bir kuruluş. Şu anki 842.000 nüfusu ile Mersin, müzik yaşamı bakımından bu ölçekli ortalama bir Amerikan şehrinden çok daha fazlasına sahip. Süregelen müzik etkinlikleri içinde AKOB tarafından düzenlenen konserler ile konservatuvar bünyesindeki konserler, resitaller, uzmanlık kursları, yaylı çalgılar yarışmaları vb. listeye dahil edilmeli. Festival mekânları olarak kullanılan, opera salonunun mükemmel akustiği, konservatuvar konser salonları, kiliseler ve muhtelif tarihi binaları Mersin’i Türkiye’nin en iyi müzisyenleri, bestecileri, konser şefleri ve sanatçıları tarafından tercih edilen bir şehir ve uluslararası müzik sanatçıları tarafından tercih edilen bir turne yeri yapmaktadır. Mersin’deki herkes akıl almaz ileri görüşlülüğü için efsanevi valileri Tevfik Sırrı Gür’e diz çökerek dua etmelidir. O etrafındaki destekçileri ile 1940’ların ortalarında, Mersin Halkevi’nin bir tiyatro sahnesi ve orkestra yeri ile planlanarak yapımı konusunda büyük savaşım vermiştir. Böylece bina, yeni cumhuriyetin başlarında bir Halkevi olarak hizmet verme amacı dışında, faydalı ve güzel bir uygulamalı sanatlar mekânı olmuştur. Neyse ki bina iyi muhafaza edilmiş, tarihi niteliklerini tahrip edecek malzemelerle ve modern toplantı salonlarının akustik bir müzik sunumunu korkunç hale getiren titreşimini emecek berbat ses geçirmez dolgu maddeleri ile bozulmamış bulunuyor. Devlet Müzik Konservatuvarı öğrencilerine ve öğretim görevlilerine hizmet veren keman yapım ve tamir stüdyosu olan diğer iki şehre ( Ankara ve İzmir ) Mersin de katılmış bulunuyor. Mersin ayni zamanda keman yapımı konusunda seminerlere de ev sahipliği yapıyor. Mersin Konservatuvarı girişindeki duvarda Atatürk’ün şu sözleri yer alıyor. “Bir milletin yenileşmesinde ölçüt, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.” Uygar bir toplumun tanımlanmasında müziğin rolünü övdüğü diğer birçok deyişinde Atatürk, gerçekte bu sanatın başlı başına uygarlaştırıcı bir güç olduğuna inanmaktadır. Keşke diğer uluslar da böyle derin öngörüşlü rehberliğe sahip olabilselerdi. Alexandra Ivanoff Fransız Kültür Merkezi ve Beşiktaş Müzik Merkezi’nde keman ve şan öğretmenliği yapmakta ve düzenli olarak TIME OUT ISTANBUL ve JAZZ dergilerinde ve TODAY'S ZAMAN gazetesinde yazmakta, yazıları ANDANTE dergisinde yayınlanmaktadır [email protected] www.inavoffartist.com www.besiktasmuzik.com / brans.php?t id=54 www.efmistanbul.org 24 akob TEMMUZ 2010 Mersin's marvels Mersin has three important institutions in its cultural life that attest to this remarkable integration of Western music into modern arts consciousness: The State Opera & Ballet, the Mersin University State Conservatory & Academic Chamber Orchestra and the annual European Festivals Association (EFA) approved Mersin International Music Festival. Apart from these, AKOB (Mediterranean Opera & Ballet Club) and Mersin Polyphonic Chorus Association also deserve special mention. The latter has performed in many European cities and brought back medals from international festivals and competitions, such as Olomouc, Czech Republic (2006) and St. Petersburg, Russia (2008). A city whose current population is around 842,000, Mersin has more going on in its musical life than the average American city of the same size. Also included in the list of ongoing classical musical events are concerts organized by AKOB, and concerts, recitals, masterclasses, string competitions and seminars within the scope of the Conservatory. And because of the fine acoustics of the Opera House, the Conservatory's concert halls, churches and various historic buildings that serve as festival venues, Mersin is a regular destination for most of Turkey's best musicians, composers, conductors, and singers, and a touring destination for international musical artists. Everyone in Mersin should get down on their hands and knees and bless the memory of the legendary mayor, Tevfik Sırrı Gür, for his fantastic foresight. He, with his supporters, fought vigorously for Mersin's Halkevi to be designed and built with a proscenium stage and an orchestra pit in the mid-1940s. So in addition to fulfilling the building's mandate to be a community center at the beginning of the new Republic, it also became a useful and beautiful performing arts venue. It's one that, thankfully, has been preserved and not violated with materials that would destroy its original historical qualities or suck up the room's resonance with dreadful soundproofing stuff that makes modern auditoriums a horror for acoustic music presentation. Mersin joins two other Turkish cities (Ankara and Izmir) that have a violin making/repair studio in the State Conservatory of Music to serve students' and faculty's string needs. Mersin's also hosts seminars on the subject of violin making. Emblazoned on the wall in the entrance to the Mersin Conservatory are the words of Atatürk: "The criterion of the new change of a nation is its ability to receive and comprehend music." Atatürk's many other statements in which he extolled music's role in helping to define a civilized society suggested that he believed this art form is, in fact, a civilizing force by itself. I wish other nations in the world had such deeply insightful guidance for their citizens. Soprano Işıl Azaz Mersin Devlet Opera ve Balesi Sevgili Işıl, şan eğitimi lise eğitimi bittikten sonra başlıyor. Eminim ki önceleri de içinde hep müzik vardı. Sende ki müzik aşkı nasıl oluştu, kim tarafından yönlendirildin bizlere anlatır mısın? Evet! Evvelden de içimde yaşayan bir müzik aşkı vardı. Gitar çalıp şarkı söylemek bana değişik bir huzur veriyordu. Hobi amaçlı yapıyordum. Ailem müziğe olan ilgime saygı duyuyor, beni destekliyordu. Daha önceki hedefim olan kimya bölümünü seçmiş ve 1985 yılında Ege Üniversitesi’nde bir yıl okumuştum ama içimdeki müzik isteğimin ağır bastığını giderek hissediyordum. Ve sonunda müziksiz yapamayacağıma, meslek olarak seçmem gerektiğine karar verdim. Konservatuvara girmek istediğimde beni Sevda Aydan dinledi ve kesinlikle bu işe başlamam gerektiğini söyledi. Konservatuvara girdiğimde şan öğretmenim Prof. Müfit Bayraşa, sahne öğretmenim Necdet Aydın oldu. Sonradan dört yıl kadar da Roman Verlinsky ile çalıştım. Senin oldukça renkli ve merhametli bir kişilikte olduğunu biliyoruz. Okul zamanında yine ön plana çıkan farklı ilgi alanların oldu mu? Teşekkür ederim. Mümkün olduğunca elimdekileri paylaşmayı seven bir insanım. Bir süre çocuk yurdundaki 5-6 yaşındaki çocuklara müzik dersi verdim. Onlara bir şeyler kazandırmak ve mutlu etmek beni de mutlu ediyordu. Üç sene Yapı ve Kredi çocuk tiyatrosunda görev aldım. Bir keresinde rol gereği yüksek çubukların üzerinde yürümem gerekti. Çok korkmuştum, başaracağımı sanmıyordum. Ama başka çarem yoktu. Denedim ve başardım. Tiyatromuzla Ege’de turnelere çıktık. 26 akob TEMMUZ 2010 Söyleşi F. Hakan Gürkan [email protected] Kendi sanatımı geliştirmek adına alakadar olduğum başka dallarda da başarılarım oldu. Eskrim sahne duruşu için önemli bir spor dalıdır. Bu dalda da kendimi oldukça geliştirerek turnuvalara katılıp yarı finallere kadar çıktım. Sanatçı için sahnenin atmosferi çok önemli. Peki, seni oldukça etkileyip hayatında iz bırakan bir anın var mı? Ayrıca solo söylemenin zorluğu ve bunu başarmak için yaptıklarını bizlerle paylaşır mısın? Birçok sahnede söyleme fırsatını yakaladım. Tarihi mekânlarda söylemek her zaman beni çok etkilemiştir. Özellikle Aspendos sahnesi çok özel bir mekândır. Binlerce seyirci önünde geçmişin o değerli mirasının üzerinde sahnede rolümü yaşamak bana tarif edilemez bir mutluluk vermiştir. Solo söyleyebilmek için gerekli alt yapıyı tamamladığınızda bile sonrasında onu korumak adına devamlı araştırmak çalışmak ve iyiye taşımanız gerekiyor. Repertuarınızı ne kadar geliştirirseniz kendinizin de o denli geliştiğini görürsünüz. Sağlığınıza normalden daha çok dikkat etmeniz gerekir. Bir sağlık problemiyle kimi zaman birçok şeyden mahrum kalabilirsiniz. Çünkü hayatınız sanatınız üzerine kurulmuş ve o doğrultuda ilerlemektedir. Sahnedeyken eser sonuna yaklaştığımızda çoğu zaman “Keşke bitmese de en baştan tekrar devam etsem.” dediğim zamanlar oluyor, doyamıyorum. Sahne hayatına hazırlanırken ailenin de bu konuda önemli rol oynadığını biliyoruz. Çünkü insan içindeki huzur veya huzursuzluk sahneye yansıyabiliyor. Bizlere ailenden bahseder misin? 1992’de Mersin’e gelmiştim. 1994’de tanıştığım eşimin adı gibi hayatıma “Uğur” getirdiğine inanıyorum. Kendisi burada kalmamdaki en büyük sebeplerden biridir. İki çocuğumuz var. İkisi de hobi olarak gitar ve piyanoyla ilgileniyorlar. Eşim çok yönlü bir insan. Güzel sanatlara oldukça meraklı… Birbirimizi bu konuda oldukça destekliyoruz. Fotoğrafçılık konusunda zamanla iyi bir yerlere geldi ve uluslararası bir yarışmada sergilemesi oldu. En son Mersin Fotoğraf Derneği’nde de 18 Mart 2010 tarihinde, Çanakkale gezimizin sonunda çektiği fotoğraflardan da slâyt gösterisi düzenledi. Huzur içindeki aile ortamımdan sahneme yine huzur içinde çıkıyor sanatım için elimden geleni yapıyorum. Peki sevgili Işıl bu samimi sohbet için teşekkür ederiz. Böylece seni sahnedeki sanatçı kimliğin dışında da tanıma fırsatını elde etmiş olduk. Sana tüm hayatında başarılar diliyoruz. Ben de sizlere kendimden içtenlikle bahsedebilme fırsatını verdiğiniz ve okuyucularınızla paylaştığınız için sonsuz teşekkür ederim. Işıl Azaz 11.05.1968 Tarihinde Bursa’ da doğdu. Babasının iş durumu dolayısıyla Anadolu’ un bir çok yerini gezdi. İlk-Orta-Lise Eğitimini İzmir’de tamamladıktan sonra 1985 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Kimya Bölümünü kazandı. Fakat 1986 yılında bu bölümü bırakarak İzmir 9 Eylül Üniversitesi İzmir Devlet Konservatuarının açmış olduğu yetenek sınavına girerek “Opera ve Konser Şarkıcılığı” bölümünü kazandı. Şan eğitimini Prof. Sevda AYDAN ve Necdet AYDIN ile yaptı. 4 Yıl okuduktan sonra açılan Yüksek lisans sınavlarını kazanarak sanat eğitimine 2 yıl daha devam etti. 1992 Yılında solist olarak iyi derece ile mezun oldu. Temmuz 1992’de Mersin Devlet Opera ve Balesi kurulmuştu. İlk oluşturulacak Sanatçı ve Teknik Kadro ile ilgili sınava girerek “Solist Sanatçı” olarak bu kurumda çalışmaya hak kazandı. 1992 Senesinden beri aynı kurumda görevini sürdürmektedir. Bu süre içerisinde birkaç kez reji asistanlığı ve en son olarak ta kısa bir süreliğine M.D.O.B. Sanat Danışmanlığı görevinde bulunmuştur. 4.5 Yıllık bir dönemde de Şan Pedagogu Roman VERLINSKY (Polonya) ile çalışmıştır. Görevini icra ettiği süre içerisinde birçok eser ve konserde görev almıştır. www.isilazaz.com.tr Görseller: Uğur Azaz Ropörtaj Fotoğraf: Mehmet Okman akob TEMMUZ 2010 27 Cemal Reşit Rey'in Koca Hüsrev Paşa Mısır valisi, yeniçeri teşkilatının kaldırılmasından sonraki yeni Osmanlı ordusu Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin Seraskeri (başkomutanı), kaptan-ı derya, vezir ve sadrazam olarak görev yapmıştır. Çocuğu olmayan Hüsrev Paşa'nın yetiştirdiği ünlü kişilerden biri İbrahim Edhem Paşa’dır. 1818 yılında doğmuş, 13 yaşında Paris'e tahsile gönderilmiş ve maden mühendisi olarak dönmüştür. Elçi, vezir, nazır ve sadrazam olarak görev yapmış; çağına ve çevresine göre yeni olan fikirleri nedeniyle bazı kesimlerin düşmanlığı ve engellemeleriyle karşılaşmıştır. İbrahim Edhem Paşanın ilk çocuğu arkeolog, müzeci ve ressam Osman Hamdi Bey, sanat ve kültür dünyamızda çok önemli bir konuma sahiptir. Paşanın ikinci oğlu İsmail Galib Bey Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli meskûkâtçılardandır (eski para uzmanı). Paşanın üçüncü oğlu Halil Edhem Bern Üniversitesi’nden felsefe doktoru diplomasını alarak 1890’da yurda dönmüş, ağabeyi Hamdi beyin yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştır. 1910’da Osman Hamdi beyin ölümü üzerine “Müzeler Müdürü” olmuştur. İstanbul şehremini (Belediye Başkanı) olarak görev yapan Halil Edhem Eldem 1931 yılında İstanbul milletvekili seçilmiştir. Paşanın tek kızı Fethiye Hanım, şair ve devlet adamı Ahmet Reşit Rey ile evlenmiştir. Çocukları Ekrem Reşit ve Cemal Reşit kardeşler Cumhuriyet Türkiye’sinin çok önemli iki kültür ve sanat insanıdır. Cemal Reşit Rey 1904'te, babasının mutasarrıf olarak görev yaptığı Kudüs’te dünyaya geldi. Beş yaşındayken aile İstanbul'a taşındı. Cemal Reşit bir yandan ilkokula giderken, bir yandan da piyano çalışıyordu. Eğitimine Galatasaray Lisesi'nde devam ederken babasının politik durumu nedeniyle ailece 1913 yılında Paris'e taşındılar. Cemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Mahler'i orkestra yönetirken görecek, konservatuarda onu müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir. Faure onu dinledikten sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz" der. Debussy'nin öğrencisi, Ravel'in en yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar para almadan Cemal Reşit'in eğitimiyle ilgilenir. Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'ten ayrılır, Cenevre'ye yerleşir. Cemal Reşit burada Cenevre Konservatuarı’nda devam ederken, normal lise eğitimini de sürdürür. Konservatuarın ustalık sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dâhiliye nazırlığına atanınca aile İstanbul'a döner. Baba oğlunu hemen İstanbul'da bir piyano öğretmenine götürür. Ancak çocuğun piyano bilgisi öğretmeninkinden fazladır! Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e gönderilecek, yeniden Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır. Konservatuarda Gabriel Faure'den müzik estetiği dersleri alır. Daha okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar. Cemal Reşit, cumhuriyetin ilanından iki ay önce Paris Konservatuarından mezun olur. Bu arada İstanbul Belediyesi Darül Elhan'da (ilk konservatuar) batı müziği bölümü açılmasına karar verilir ve hoca olarak genç Cemal Reşit çağrılır. Daha 19 yaşındadır, onu Avrupa’da büyük bir kariyer beklemektedir ancak hocalarının tüm itirazlarına rağmen İstanbul'a döner. Batı'daki büyük kariyerini bırakmıştır ama Cemal Reşit Rey Türkiye'de klasik müziğin kuruluşuna öncülük etmiş, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve müzik dünyasının zirvesinde olmuştur. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli orkestralar kurup, bunlarla yurt içi ve dışında konserler yönetecek, dünyanın en ünlü sanatçılarını şef olarak Türkiye'de ağırlayacak, Türkiye'de bir yandan klasik müziğin yaygınlaşması için çalışırken öte yandan yazdığı operetlerle unutulmayacak yapıtlara imza atacaktır. 1933’te bestelediği Onuncu Yıl Marşı ve Lüküs Hayat Opereti sanatçının en tanınan eserleridir. Cemal Reşit Rey’in yaşamı sürekli çalışarak, üreterek geçti. Ailesiyle birlikte oturdukları Nişantaşı'nda Şair Nigar Sokak'taki konakta anne babası, ağabeyi Ekrem Reşit, kız kardeşi Semine ve eşi Semih Argeşo ile birlikte yaşıyorlardı. Semih Bey, Cemal Bey'in kurup yönettiği İstanbul Senfoni Orkestrası'nın başkemancısıydı. Semine Hanım da orkestrada keman çalıyordu. Konakta klasik müzik çalışmaları yapıyor, ağabeyi Ekrem Reşit'le müzikaller üzerine çalışıyorlardı. Ahmet Reşit Beyin vefatı, ardından Semine Hanım ve eşinin ayrı bir eve çıkması, Ekrem Reşit Bey'in ve 1962'de annesi Fethiye Hanımın ölümü ile Cemal Bey'in konak yaşamı noktalanır. Aile emektarı Rıfkı Ergün ve ailesiyle Serencebey'de bir apartman dairesine taşınır. Artık emekli olan Cemal Bey, piyano dersleri vermekte, evi eski dostları ve öğrencileri ile dolup taşmaktadır. Ne var ki debdebeli günler geride kalmıştır. Bir zamanlar şık giysileri ile her yerde dikkat çeken Cemal Reşit Rey, üzerinde eski kıyafetleri, mütevazı evi ile eski dostların içlerini acıtmaktadır. Fethiye Hanımın ağabeyi, Cemal Reşit Beyin dayısı İsmail Galib Bey, Dürsan Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden iki çocuğu olmuştur. Kızları Azize Galib Hanım, yaşamını Alişanzade İsmail Hakkı beyle birleştirmiştir. Aile hanım tarafının soyadını (Eldem) almış; Sadi, Sedad, Vedad ve Galibe adında dört çocukları olmuştur. Sedad (Hakkı) Eldem (1908-1988) Cumhuriyet döneminin ünlü mimarlarındandır. Ailenin tek kız çocuğu Galibe Hanım, Atatürk’ün silah arkadaşı, başbakan ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kurucu başkanı Fethi Okyar’la evlenmiştir. İsmail Galib beyin diğer çocuğu Mübarek Galib (Eldem) Bey, Anadolu Islahat Hareketinin ilk yöneticisi Ahmet Şakir Paşa’nın kızı Fatma Munise Hanım ile evlenmiştir. Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa ve Belçika Akademileri fahri üyesi olan Mübarek bey 1922'de dünya Müslüman nüfusunun istatistiksel bir çalışması olan “Kürre-i Arzda Nüfus-u İslam” adlı kitabını yayınlamıştır. Bu eseri ve “Hindistan'da Türk Hükümdarları” adındaki bir diğer önemli araştırması (torunu Munise hanımın bize naklettiğine göre) Atatürk’ün isteği üzerine yapılmış ve yayınlanmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk kültür müdürü ve Ankara Müzesi’nin kurucusu olan Mübarek beyin bir başka eseri “Ankara; Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler” adını taşır. Tarihe ve arkeolojiye ait birçok eser vermesinin yanı sıra değerli bir ressam olan Mübarek Bey 18.2.1938’te Ankara'da vefat etmiştir. Mübarek Beyin dört oğlundan üçüncüsü olan Hüsrev Eldem, 1907’de Kadıköy’de doğmuştur. Aile milli mücadele döneminde Ankara’ya 28 akob Nihat Taner : İnşaat Mühendisi - işadamı, İçel Sanat Kulübü Danışma Kurulu Başkanı Mersin Mektubu Nihat Taner [email protected] TEMMUZ 2010 geçmiştir. Eldem kardeşler evde Almanca, Fransızca derslerinin yanı sıra dönemin tanınmış sanatçısı Kapelman’dan keman dersi alırdı. Hüsrev Bey keman çalmayı ve resim yapmayı sonraki yıllarda sürdürmüştür. Sporu da ihmal etmeyen Galib, Memduh ve Hüsrev kardeşler Anadolu Sanatkâran Gücü’nde futbol oynamıştır. Bu takım günümüzdeki Ankaragücü’nün nüvesidir. Hüsrev Bey yüksek tahsilini Ankara Hukuk Fakültesinde yapmış, 1928 yılında savcı olarak Nusaybin’e tayin edilmiştir. Ardından Mardin, Kastamonu ve Tarsus’ta ağır ceza hakimliğinde bulunmuştur. Yargıtay başsavcı yardımcılığı yapan Hüsrev Bey 1941 yılında maliye bakanlığı hukuk müşavirliğine geçmiş, 1944’te resmi görevinden ayrılarak Mersin’e yerleşmiştir. Mersin yıllarında avukatlığın yanı sıra gençliğinden beri tutkusu olan gazeteciliğe devam eder. Hakimiyet gazetesindeki köşesinde ölümüne kadar yazmaya devam eder. Cemal Reşit Bey ile Hüsrev Beyin arasındaki irtibat uzun süredir kesilmiştir. Hüsrev Bey, geçen yılların ardından, 1977 başında yeniden Cemal Beyle temas kurar. Gönderdiği mektup Cemal Beyi son derece mutlu etmiştir. Yalnız, anılarıyla yaşadığı dünyasına yeni bir renk, bir canlılık gelmiştir. Bu heyecanla duygularını kâğıda döker. Yıllar sonra birbirini bulan bu iki akrabanın hasret gidermesi ne yazık ki fazla sürmez. Hüsrev Bey 26 Ekim 1978’de Mersin’de yaşama veda eder. 1980'lerde Cemal Bey iyice kendi dünyasına çekilir. 1985'de Lüküs Hayat, 51 yıl aradan sonra yine aynı sahnede, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir. Cemal Bey, gala gecesinde hastaneden çıkarılarak Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir. Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı kazanmıştır. Haldun Dormen ve Gencay Gürün onu alkışlar arasında sahneye çıkarırlar. Anlatılmaz derecede mutludur. Bu onun sahneye son çıkışı olacaktır. Ertesi gün tekrar hastaneye yatırılır. Buradan sonraki çıkışında Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedilecektir. İstanbul 2 Şubat 1977 Sevgili Hüsrevciğim, Mektubuna ne kadar sevindiğimi söylemekten acizim. Nasıl teşekkür edebileceğimi de bilemiyorum. Sanki geçmiş olan kırk senelik mesafe bir anda yok oluverdi. Ve Ankara’da birlikte geçirmiş olduğumuz tatlı günler hayalimde öyle canlandı ki, adeta birbirimizden hiç uzak kalmamışız gibi geldi bana. Gerçi, hepinizi ayrı ayrı ara sıra anmakta hiç kusur etmem. Sen, bilhassa, bende öyle sevimli, öyle cana yakın bir hatıra bırakmışsın ki, mektubun, senden her iki günde bir gelen bir mektup hissini verdi. İnşallah bundan sonra birbirimize daha yakın olacağız. Hayat sadece insanları değil, en yakın akrabaları, ahbabları, birbirinden ayırıyor. Hatta ayni şehirde yaşayanları bile. Galibe’yi senede iki üç defa görebiliyorum. Vedad’ı görmeyeli aylar oldu. Keza Sadi ile Rana’yı, Sedad’ı geçen ay gördüm. Düşün şu halde, sen Mersin’de ben İstanbul’da birbirimizden ne kadar uzak düşmüşüz! Hiç olmazsa mektuplaşalım. Hasret gidermiş oluruz, bir dereceye kadar. Bana hayatını anlatırsın İnsaniyetin beşiklerinden birinde yaşıyorsun, hamdolsun! Gözlerin daima güzel şeyler görebilir. Asrımızın çirkinliği oralara nüfuz etmemiştir ümid ederim. İstanbul’u sorma! A’dan Z’ye bir rezalet! Serencebey Yokuşunu çocukluğundan bileceksin. Dünyanın en şirin bir sokağı idi. Ayni zamanda da büyük bir asalete sahipti! Şimdi, gel, gör. İnşallah geldiğinde vaad ettiğin veçhile bana kadar uzanırsanız, pejmürdeliğin bir numunesine şahid olacaksınız. Fakat ehemmiyeti yok! Beraber olmak sevinci bunları unutturur. Haydi, Hüsrevciğim senin, seninkilerin, cümlenizin gözlerinden hasretle öperim. Sizleri sabırsızlıkla bekliyorum. Cemal Reşit TÜRKİYE'DE OPERANIN 60. YILI ANADOLU’DA İLK OPERA MADAM BUTTERFLY 1947 YILINDA MERSİN'DE SAHNELENDİ Semihi Vural [email protected] Ankara’da 60 yıldır opera, bale ve tiyatro severleri ağırlayan Opera Binası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sergi evi olarak tasarlanıp inşa edilmişti. Bina daha sonra önemli işlevsel ve biçimsel bir dönüşüme uğrayarak opera evi olarak kullanılmaya başlandı. 15 Aralık 2009 tarihinde Doğan Hızlan’ın köşe yazısından “TÜRKİYE'DE ilk opera temsilinin 60. yılı. Açılış gecesi seyirciye dağıtılan kitapçıktan bilgi edinebiliyoruz: Devlet Opera ve Tiyatrosu, Açılış 2 Nisan 1948.” Nisan ayında yapılması gereken opera kutlaması Aralık ayında yapıldı. Tüm Mersinliler bilir ki, Mersin Halkevi’nin 1947 yılındaki açılışı “Madame Butterfly” ile yapılmıştı. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşmasından “ 60 yılda kültür ve sanat mekânlarını geliştirme konusunda çok fazla mesafe alındığını söyleyemeyiz. Hâlâ biz büyük kentlerin, büyük merkezlerin küçük salonlarına sıkışmış vaziyetteyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında sahnelenmek için hazırlanmış olan oyunları, operetleri, senfonileri düşünürsek, O’nun yürüdüğü yolun devamının bizi böyle bir noktaya sevk ettiğini hep beraber sanıyorum ki hissedeceğiz.” Şefik Kahramankaptan’ın yazısından “Doğrusu Günay’ın mekân’larla ilgili olarak söylediği ‘sıkışıklık’ saptamasına katılmamak elde değildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce, 1937'de mimar Bruno Taut’a Ankara için 1500 kişilik bir opera evi çizdirdiğini anımsadım.” Opera 3 perde Librettosu Giuseppe Giacosa ve Luigi Illica tarafından yazılan Madama Butterfly operası ilk temsilini 17 Şubat 1904 yılında Milano'da yapmıştır. Günümüze kadar popülerliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bir Japon kadını ve Amerikalı teğmen arasında geçen hüzünlü aşk hikayesini anlatan eser, Ankara’dan sonra, 1 - 2 - 4 Mart 1947’de Anadolu’da ilk kez Mersin’de sanatseverlerle buluşmuştur. Giacomo Puccini Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar, Cevat Memduh Altar, Celalettin Erem Devlet Konservatuvarı Müdürü M.Tevfik Ararad Hasan Ferit Alnar Orkestra Şefi Carl Ebert Sahneye Koyan Turgut Zaim Dekor Turgut Zaim Kostüm Walter Schlösinger Koro Şefi Tarık Levendoğlu Teknik Donanım Işık Halim Ünsal Madam Butterfly Ayhan Aydan (Soprano) Pinkerton Süleyman Tamer (Bas) Sharpless Orhan Günek (Bariton) Suzuki Türkân Karul / Necdet Demir (Alto) Goro Nuri Turkan / Aydın Gün (Tenor) Bonzo Amca Hilmi Girginkoç (Bariton) Yamadori Süleyman Güler / Orhan Çoker (Tenor) Kate Rabia Erler (Soprano) Saltanat Komiseri Muammer Esi (Bas) Nikah Memuru Ruhi Su (Bas) Eser Çevirenler Büst açılırken heykeltıraş unutuldu Balenin kuruluşunun 60. yılı kutlamaları kapsamında, Türk Balesinin Kurucusu Dame Ninette De Valois büstünün açılış töreni yapıldı. Törende Heykeltıraş Necdet Can unutuldu. Hata fark edilince, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengin Gökmen, Heykeltıraş Can`ın yanına giderek özür diledi. 30 akob 1/2 TEMMUZ 2010 MADAM BUTTERFLY Bir de Mersin’e bakalım 10 kere Mersin’i ziyarete gelen Atatürk, önem verdiği iki binayı inşa ettirmeyi amaçlamış olmalı. DEVLET KONUKEVİ - Vali Konağı Anlatıcılara göre Atatürk, güzel görünümlü yapıların gayrimüslim vatandaşların olduğunu görünce üzülmüştü. Bu nedenle Türkiye’de daha hiçbir ilde vali konağı yokken, bir konak yaptırılması için buyruk vermiş, bir Mersin ziyaretinde inşaatı denetleyerek, dönemin valisine: “Rüknettin, binanın eksiklerini tamamlayınız, her yıl (portakal çiçeklerinin açtığı mevsimde) mayısta 15 gün burada kalmak istiyorum”. demişti. OPERA BİNASI - Mersin Halkevi Bulgaristan’da izlediği bir opera temsilinden çok etkilenmiş, yanındakilerin şaşkın bakışları karşısında: “Türkiye’de bir Opera kuracağım.” demişti. Atatürk Ankara’nın şehircilik planlarını çizen Prof.Herman Jansen’i Mersin’e göndermişti. Yapılan planlamada deniz kenarında genişçe bir alan adeta “Mersin Parkı” tarzında düzenlenmişti. Yerleşime kapatılan alan önce geniş bir havuzlu bahçe tarzında yapılandırılmış ve doğu tarafına, aslında Atatürk evi olan -ama usulen- Vali Konağı olarak adlandırılan bina inşa edilmişti. Önünden geçen Kışla Caddesi yine çiçekli pergolalarla süslenmiş bir “promenad yolu” olarak düzenlenmişti. Aynı dönemde, görüntüyü bozan işgal edilmiş barakalar yıktırılarak “Millet Bahçesi” geliştirilmiş, alan Cumhuriyet Meydanı’na dönüştürülmüştü. Burası, Cumhuriyet adına Mersin’e vurulan bir damga idi. Önceleri projede olan Kültür Merkezi ve ayrı yapı olarak tasarlanan Kütüphane binası, Tevfik Sırrı Gür döneminde proje tevhidi yapılarak, Türkiye’nin en büyük (kültür merkezi) Mersin Halkevi olarak inşa edilmiş ve Ankara Opera Evi’nden önce, 1 Mart 1947 tarihinde Puccini’nin Madam Butterfly adlı eseriyle hizmete açılmıştı. Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye getirilen müzik adamı Carl Erbert, Ankara’daki opera çalışmalarını Tatbikat Sahnesinde yapıyordu. O günlerde Ankara’da yeterli düzeyde bir sahne olmadığı için vali Tevfik Sırrı Gür’ün Mersin’de bir turne teklifini sevinerek kabul etmişti. “Tatbikat Sahnesi” ekibi, 116 kişilik bir kadro ile özel bir trenle Mersin’e geldiler. İçlerinde Mersinli Nevit Kodallı’nın da olduğu ekibin mensupları, Halkevi’ndeki provalardan fırsat buldukça binanın hemen önündeki sahilden denize girmişlerdi. Temsil günleri: 1-3-4 Mart 1947: Bozkır Ankara’nın Cumhuriyetle başlayan yeni sosyete arayışları yanında, kuruluşuyla birlikte kendiliğinden oluşmuş, kültür düzeyi yüksek bir halka sahip Mersin’de, sanat düzeyi yüksek Madam Butterfly Operası gibi bir eserle seyircinin karşısına çıkmanın heyecanı da farklı olmuştur. Nitekim o dönem için bu eseri Ankara’da kaç kişinin izlediği konusunda bir bilgimiz olmasa da, taşra sayılan Mersin’de üç temsilde yaklaşık 3000 kişinin bu oyunu izlemesi şaşırtıcı olmalıdır. TÜRKİYE'DE OPERA Cumhuriyet'in müzik politikasına uygun ilk operayı Ahmet Adnan (Saygun) besteledi. Konusu ve librettosu üzerinde Mustafa Kemal'in de titizlikle durduğu Türklerle İranlıların aynı soydan geldiği temasını işleyen "Özsoy" ilk kez 19 Haziran 1934'te, Mustafa Kemal'in ve onun resmi konuğu İran şahı Rıza Pehlevi'nin huzurunda sahnelendi. 1935/36 ders yılı döneminde Almanya'dan ünlü besteci Paul Hindemith ile ünlü tiyatro rejisörü Karl Ebert Ankara'da davet edilmişler, 1935/36 ders yılında Musiki Muallim Mektebi'nde kurulmuş bulunan devlet konservatuvarı sınıflarında tiyatro ve opera alanında da çalışmalara hızla başlanmış ve kısa zamanda uzun mesafeler alınmıştır. Ankara'da kalmış olan Karl Ebert, Devlet Konservatuvarı tiyatro tatbikat sahnesi ile opera stüdyosunu, dokuz yıl kesintisiz yönetmiştir. 1940 yılında Türkiye'de ilk olarak, ünlü besteci G. Puccini'nin Madame Butterfly operasının sadece 2.perdesi, 1941 yılının mayıs ayında da gene Puccini'nin Tosca operasının sadece 2.perdesi Türkçe librettolarla ve üstün bir başarı ile sahneye konmuş ve bu ilk opera temsilleri, zamanın basınında oldukça ilginç yankılar yaratmıştır. 1947/48 yılları arasında Ankara'da, ünlü Alman mimar Bonatz tarafından, Sergievi binası tiyatro ve opera binasına dönüştürülmüş ve Büyük Tiyatro, 2 Nisan 1948 Cuma gecesi törenle hizmete girmiştir. "Türk Beşlileri" olarak nitelenen bestecilerin eserlerine yer verilen bir programla açılışı yapılan "Büyük Tiyatro" da o gece Ahmet Adnan Saygun'un "Kerem" operası da ilk kez seslendirilmiştir. Kaynak : T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı WEB sitesinden aktarılmıştır. Türkiye’de örnek olabilecek bu yapılar bugün bir kültür adası durumundaki Cumhuriyet alanı içinde yer alıyor. Dileğimiz, içeriği ile birlikte bu kültürel yapının Mersinliler tarafından korunup yaşatılabilmesidir. 32 akob TEMMUZ 2010 2/2
Benzer belgeler
akob dergisi 35. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.
Dijital Baskı İşleri San. ve Tic. Ltd. Şti. 5627 Sk. No:37 Çamdibi / İZMİR Tel: 0 232 433 33 55
Detaylı