serkan gürkan

Transkript

serkan gürkan
3
02
Mersin yenine sığmıyor,
evren gibi genişliyor...
İhsan Toksöz
03-05
Dünya Sahnelerinden
adına imtiyaz sahibi
Ömer Eğecioğlu
06-07
Mehmet Balkan ile söyleşi
08-12
Kleinhapl - Woyke Duo
F. Hakan Gürkan
14-15
String Inspirations Quintet
Kapak Fotoğrafı
Uğur Azaz
16-17
Hakan Ali Toker
18Akışkan
FLUID PIANO
Piyano
20-21
Viyana Johann Strauss
Ensemble
Baskı
Lamineks Matbaacılık - İzmir
Dijital Baskı İşleri San. ve Tic. Ltd. Şti.
5627 Sk. No:37 Çamdibi / İZMİR
Tel: 0 232 433 33 55
Basım Tarihi
19 Temmuz 2010
22-24
Müzik şehri Mersin
Musical Mersin
by Alexandra Ivanoff
26-27
Soprano Işıl Azaz
F. Hakan Gürkan
28-29
Cemal Reşit Rey'in
Mersin Mektubu
Nihat Taner
İŞ BANKASI Uray Şubesi
30
Anadoluda ilk Opera
MADAM BUTTERFLY
Semihi Vural
Mersin
yenine sığmıyor,
evren gibi genişliyor…
İhsan Toksöz
Her fırsatta vurguluyoruz. Mersin bir kültür ve sanat şehri olarak
ön plana çıkıyor güneyde. Akdeniz insanının dışa dönüklüğü
ve Anadolu insanının sıcaklığının bir potada erimesi ile öne
çıkan kentli kişilik harmanı, Mersinlilerin sanata olan açlığının ve
taleplerinin artmasına neden oluyor. Sanata doymuyor bu kent.
Verileni beyin kıvrımlarının içine hapsediyor ve gerektiğinde
karşılaştırmalar yaparak yeni taleplerle çıkıyor karşımıza. Bu
nedenle kent önderleri, kentlimizin isteklerini karşılamak için her
zaman en iyiyi verebilme gayretinde oluyorlar.
Mersin güneyin bir incisi ve de kültür ve sanat etkinlikleri açısından
da yörenin birincisi.
Kentimizin kabuğunu kırarak dünya ile bütünleşmesinin
mimarlarından biri olan, doğurgan ve bereketli Ana Tanrıçası
İçel Sanat Kulübü, bu yıl 20. Kuruluş yılını kutladı. MESİAD
tarafından Kültür ve Sanat Ödülü'ne layık görüldü.
O gerçek bir KYBELE…
Ankara, İstanbul ve İzmir’den sonra 1994 yılında kurulan Mersin
Devlet Opera ve Balesi, her yıl gelişen performansları ile artık şehrin
bir gururu haline geldi.
Bu yıl dokuz yaşını dolduran ve kentimizin dış dünyaya açılmasında
bir lokomotif rolü üstlenen, EFA onaylı Uluslararası Müzik
Festivalimiz ile Mersin’in dünyalı bir sanat kenti olmasının temelleri
atılmış durumda. Şimdiden gelecek yıl yapılacak 10. Yıl kutlamaları
için çalışmalar başladı bile.
Mersin Üniversitesi Oda Müziği Araştırma ve Uygulama Merkezi
bünyesindeki Akademik Oda Orkestrası ise bu yıl onuncu kuruluş
yılını kutladı. Orkestra önceden programlanarak yayınlanan yıllık
etkinlikleri ile kentlimize hizmet veriyor ve yaşamımıza renk katıyor.
15 yaşındaki Mersin Polifonik Korolar Derneğimiz ise birçok
uluslararası etkinlikte kazandığı ödüllerle kentimizin sesini yurt
dışında da duyuruyor.
Kentin kamu kuruluşları ve diğer birçok sivil toplum kuruluşu, sanat
ve kültür yaşamına katkıda bulunmak için, canla başla çalışıyor ve
her alandaki sanat etkinlikleri ile Mersinlilerin yaşamına güzellikler
sunuyorlar.
Tüm Mersinliler biliyor ama kent sevdalımız Semihi Vural
bu sayımızdaki yazısıyla buradan herkese bir gerçeği tekrar
duyuruyor: ''Anadolu’da ilk opera ‘Madam Butterfly’ 1947 yılında
Mersin’de sahnelendi.'' Bu onuru gururla taşıyoruz. Bu temsilin
sahnelenmesinden tam 63 yıl sonra, kentimiz bir kültür ve sanat
şehri olarak öne çıkıyor. Mersin, yöremizde ilkleri yaşama ve
2
akob
TEMMUZ 2010
yaşatmada bayrağı bugün de önde taşıyor. Bu yıl Akdeniz Opera ve
Bale Kulübü Derneği, Türkiye’nin ilk ve tek Opera ve Bale Dergisi
olan, AKOB Kültür ve Sanat Dergisi’ni Mersin’de çıkartarak bir
kez daha taçlandırdı kentimizi. AKOB Dergisi gittikçe büyüyor ve
serpiliyor. Türkiye’nin Opera ve Bale Dergisi olma yolunda hızla
ilerliyor.
Bu sayımızda bazı yazılarımız İngilizce ve Türkçe olarak basıldı. Bu
AKOB’un dünyaya açılım hedefinin gerçekleştirilmesi çabalarında
ilk basamağı oluşturuyor. Bundan böyle bazı yazılarımız iki dilde
basılacak.
Dergimizin bu sayısında yeni yazarlarımız var.
Nihat Taner, “Cemal Reşit Rey’in Mersin Mektubu” belgesel
yazısıyla aramıza katıldı.
Alexandra Ivanoff, “ Musical Mersin - Müzik Şehri Mersin”
yazısıyla Türkiye ile Amerika’nın klasik müzik yaşamını irdeleyerek
yüceltiyor kentimizi.
Ömer Eğecioğlu, yaklaşık on yıldır hazırlıkları sürdürülen
Wagner’in Yüzük Dörtlemesi’nin sahnelendiği Los Angeles
Yüzük Festivali’nde, Das Rheingold’u AKOB okurları için izledi.
İleriki sayılarımızda kendisinin AKOB ’un dünyaya açılımında
milât yaratacak sürpriz çıkışları olacağını da sizlere buradan
müjdeliyoruz.
2 ayda bir yayınlanan dergimizde henüz günceli
yakalayamadığımızdan, gecikmeli olarak ta olsa bu sayımızda
2009 - 2010 konser sezonunda gerçekleştirdiğimiz dört AKOB
konserini ele alarak, sanatçılarımızı sizlere tanıtmak istedik. AKOB
SEYİR DEFTERİ dosyamızı ilgiyle okuyacağınızı umut ediyoruz.
Bir de ilginç haberimiz var bu sayımızda sizlere: “Kanun
mekanizmasına sahip Piyano yapıldı!” İlgiyle okuyacağınızı
düşündüğümüz bu haberimizin müzik çevrelerimizde büyük
yankılanmaları olacağını ve ses getireceğini düşünüyoruz.
Mersin artık kabına sığamıyor. Globalleşen dünyada kentimiz,
gelişen, kaliteli, çeşitlenen ve dışarıya açık kültür ve sanat
etkinlikleriyle - Sayın Remzi Buharalı’nın belirttiği gibi, bir model
şehir olarak yerini arıyor.
Mersin yenine sığmıyor. Evren gibi genişliyor.
Sevgiyle kalınız. Yaşamınız müzik ve sanat dolu olsun.
[email protected]
DÜNYA SAHNELERİNDEN
Los Angeles Yüzük
Festivali
ve Wagner'in
Das Rheingold
(Ren Altını) Operası
Ömer Eğecioğlu
Haziran 2010, Santa Barbara, CA, ABD
[email protected]
Ren nehri altında saklı altınlar, sihirli bir
yüzük, tılsımlı kılıçlar, canavarlar, tanrılar,
yarı-tanrılar, devler ve cüceler; insanlık
değerlerinin en temel öğeleri olan doğum,
ölüm, aşk, sevgi, güç, ihtiras, sadakat
ve ihanet… Bütün bunlar Wagner'in
bilmediğimiz bir zaman ve mekanda
yer alan Der Ring Des Nibelungen
(Nibelungen'in Yüzüğü) tetralojisinde
bir araya geliyorlar. Yüzük Dörtlemesi
olarak da bilinen bu opera dizisi çok çeşitli
açılardan değerlendirilebilecek ve her
insan toplumunda bulabildiğimiz temel
çelişkiler ve idealler üzerine kurulmuş.
Büyük opera bestecileri arasında yeri çok
özel olan Wagner, 28 yılda yarattığı 15
saatlik bu maraton dizinin librettosunun
yazımına 1848'de başlamış. Eserin
Wagner'in istediği biçimde ilk icrası ise
1876 yılında Bayreuth'da gerçekleşmiş.
Kimine göre tarihte tek bir insan
tarafından yaratılmış olan en büyük
sanat eseri, kimine göre de dünyanın
en sıkıcı ve anlamsız operası, olarak
değerlendirilen Yüzük Dörtlemesi,
sırasıyla Das Rheingold (Ren Altını),
Die Walküre (Valkyrie), Siegfried ve
Götterdamerung (Tanrıların Sonu) olmak
üzere dört büyük operadan oluşuyor.
Sunuş sıralarının tersine, Wagner'in ilk
planladığı ve orijinal adı Siegfried'in
Ölümü olan opera, zamanla bu dizinin
sonuncusu olan Götterdamerung'u
oluşturmuş. Diğer operalar ise aşağı yukarı
dizide yer aldıkları sıranın ters sırası ile
bestelenmişler. Wagner'in librettosu için
kullandığı kaynaklar eski İzlanda edebiyatı
örneklerinin yer aldığı Edda’dan eski
Yunan mitolojisine ve kutsal kitaplara
kadar uzanan bir yelpaze.
Yüzük Dörtlemesi’nin tümüyle
yeni dünyanın Pasifik kıyılarında ilk
sahnelenmesi 1930 yılında gerçekleşmiş.
O tarihte zaten elliyi aşkın senedir Wagner
operalarını Bayreuth'ta seslendirmekte
olan ünlü Bayreuth German Great Opera
topluluğu, bu dört eseri Los Angeles
dinleyicisine sunmuş. İcra edildiği yer
ise günümüzde Oscar törenleri ve buna
benzer popüler gösteriler için kullanılan
Shrine Auditorium.
Hatırlarsanız 1984 yaz olimpiyatları Los
Angeles'te yapılmıştı. Bu olimpiyatlara
paralel olarak gerçekleştirilen kültür
akob
TEMMUZ 2010
3
DÜNYA SAHNELERİNDEN
haftalarından bu yana Los Angeles
şehrinde yer alan sanat ve kültür
etkinliklerinin en büyüğü, son aylarda
Wagner'in operaları merkez alınarak
yapılan Los Angeles Yüzük Festivali oldu.
Nisan - Haziran 2010 tarihleri arasında
gerçekleşen bu festivale yüzü aşkın
organizasyon katıldı. Festival kapsamında
sunulan sergiler, konserler, söyleşiler ve
konferanslar Los Angeles'i renklendirdi.
Yüzük Festivali’nin odak noktası tabii ki
Wagner ve Yüzük Dörtlemesi. Hazırlıkları
on seneye yakın bir zamandır süren
tetraloji, 29 Mayıs 2010 tarihinde Los
Angeles Opera'nın Das Rheingold'u
seslendirilmesi ile bir bayram atmosferinde
başladı.
Das Rheingold seride yer alan diğer üç
operanın önsözü niteliğinde. Olağan dışı
yapısı ile kendine özgü bir forma sahip
olan bu eser, diğer üç operanın zaman,
mekan ve karakterleri için bir temel ve
referans noktası oluşturuyor. Die Walküre,
Siegfried, ve Götterdamerung'da önem
kazanacak olan öğelerin tanıtılması
dinleyici için hem müziksel hem de görsel
olarak olağanüstü bir fantazi dünyası
4
akob
TEMMUZ 2010
yaratıyor. Bu fantazi dünyasında insanlar
daha henüz ortaya çıkmamış. Ana
temaları güç ve hırs olan Das Rheingold
dört sahneden oluşuyor. Libretto'nun çok
kısa olarak özeti şöyle:
1. Sahne: Cüce Alberich, Ren nehri
altında yatan ve Ren kızları tarafından
korunan altını çalarak tılsımlı bir yüzüğe
dönüştürür. Sahibine sınırsız güç veren
yüzük için Alberich'in sevgiyi inkar etmesi
gerekmektedir.
2. Sahne: Tanrı Wotan, devler Fasolt ve
Fafner'e yaptırdığı Valhalla*'ya karşılık
kendilerine vermeyi söz verdiği gençlik ve
güzellik tanrıçası Freia yerine onlara altın
vermeyi teklif eder. Devler Freia'yı rehin
alırlar.
3. Sahne: Wotan, Alberich'in altınlarını
ele geçirmek için ateş yarı-tanrısı Loge'nin
yardımını ister. Birlikte Alberich'i kandırıp
esir alırlar.
4. Sahne: Alberich altınları ve yüzüğü
Wotan'a vererek kendini kurtarır. Wotan
bunları devlere vermek zorundadır.
Alberich'in laneti ile Fafner kardeşi
Fasolt'u öldürür. Operanın sonunda
tanrılar Valhalla'ya çıkarlar.
Los Angeles Opera'nın 2006 senesinden
beri müzik direktörlüğünü yapan James
Conlon, 3 Haziran 2010 akşamı her
opera gecesi öncesi yaptığı gibi, Das
Rheingold'un başlamasından bir saat
önce Dorothy Chandler Pavilion'un ikinci
katında toplanan dinleyicilere o geceki
eser hakkında bilgi verdi. Wagner'in Das
Rheingold'da tanıştırıp bütün tetraloji
süresince kullandığı leitmotiflerden
örnekler sundu. Conlon'un hitab ettiği
dinleyiciler arasında dünyanın dört bir
tarafından gelmiş müzikseverler vardı.
Senelerdir "Wagner tiryakisi" olduğunu
söyleyen Conlon, gençlik yıllarında ilk
olarak dinleyip hayran kaldığı Yüzük
Dörtlemesi’nde, arada geçen bu kadar
seneden sonra hala yenilikler ve gözünden
kaçmış olan bağlar bulduğunu söylüyordu.
Şef konuşmasını bitirip orkestranın başına
gitmek için ayrıldığında Ren nehrinin
derinliklerinden yükselen Mi bemol akorun
duyulmasına ve tetralojinin başlamasına
sadece on dakika kalmıştı.
DÜNYA SAHNELERİNDEN
Das Rheingold'da ard arda sunulan tema ve
leitmotifler, Ren nehrinin derinliklerinden
gelen ağır dalgalanma ile başlayıp,
tanrıların Valhalla'ya girişinin senfonik
boyutları ile doruk noktasına ulaşıyor.
Wagner'in müziğinin enstrümentasyon ile
yarattığı renk belki de müziğinin en çekici
yönünü oluşturuyor. Buna ek olarak Das
Rheingold'da, Yüzük Dörtlemesi’nin diğer
operalarında olduğu gibi aksiyonu durdurup
daha önce geçmiş olaylar üzerine söylenen
sözler, karakterler tarafından yapılan kişisel
yorumlar yok. Bu da operaya belli bir akıcılık
kazandırıyor.
Los Angeles Opera Orkestrası Wagner'in
müziğini ustalıkla seslendirdi. Dünyanın
dört bir tarafından gelmiş olan dinleyiciler
kendilerini müzik yönetmeni James
Conlon'un batonuna ve dekor ve kostümleri
yaratmış olan artistik direktör Achim
Freyer'in yarattığı sihire kaptırdılar. Achim
Freyer'in avangard dekor, kostüm ve rejisi
üzerine ileride çok tartışma olacağına
eminim. Bana kalırsa Freyer'in vizyonu
ile Das Rheingold'un sunumu neredeyse
izleyiciyi müziksiz bile sürükleyecek nitelikte
bir çekiciliğe sahipti.
Ukraynalı basso Vitalij Kowaljow'un
canlandırdığı Wotan, özellikle yüzüğü
devlere verdiği dramatik sahnede kendini
gösterdi. Michelle DeYoung, Wotan'ın eşi
Fricka olarak başarılıydı. Richard Paul Fink,
cüce Alberich olarak karşımızdaydı. Ateş
yarı-tanrısı Loge'yi canlandıran ise Hollandalı
tenor Arnold Bezuyen'di. Mezo-soprano
Jill Grove, Erda'nın ihtarlarını başarı ile dile
getirdi. Devleri Morris Robinson ve Eric
Halfvarson seslendirdi. Ellie Dehn, Freia;
bas-bariton Wayne Tigges, Donner ve tenor
Beau Gibson ise Froh olarak sahnede yer
aldılar. Alberich'in kardeşi Mime'i tenor
Graham Clark canlandırdı. Ren kızları ise
soprano Stacey Tappan, ve mezo-sopranolar
Lauren McNeese ve Ronita Nicole Miller'den
oluşuyordu.
Das Rheingold'da en göze çarpan solistler
Loge'yi oynayan Arnold Bezuyen ve aksi
cüce Alberich'i canlandıran Richard Paul
Fink oldu. Bu iki karakterin öyküde aldıkları
yer diğer karakterlere göre zaten oldukça
büyük. Solist kadrosunun genelde en başarılı
yönü ise Wagner'in fikirleri ile özdeşleşmiş
olmalarıydı. Solistlerin hiç birisi rolünü
seyirci için söylüyormuş izlenimini vermedi.
Sahnede sanki bu fantastik karakterlerin
kişiliğine tamaman bürünmüş olan otantik
yaratıkları izleyip dinliyorduk. Das
Rheingold, masif yapısına rağmen
karşımıza akıcı bir fantazi olarak çıktı.
Wagner'in müziği ve Freyer'in dekorları
bir duraklama olmadan üç saate yakın
dinleyiciyi bambaşka bir düş dünyasına
götürmeyi başardı.
Umarım ki bu performans DVD olarak
da dinleyiciye sunulur ve böylece James
Conlon ile Achim Freyer'in ilginç Das
Rheingold yorumunu dünyanın dört bir
tarafındaki Wagner sever dinleyicilerin
izlemesi mümkün olur.
* Valhalla, İskandinav mitolojisisinde Valhöll
(Katledilmişlerin Salonu). Odin'in yönettiği salon.
Asgard'da bulunmaktadır. Valkyrieler savaş
alanlarında ölmüş kahramanları buraya getirir. Bu
çok geniş salonun 540 kapısı vardır. Çatı kirişleri
mızraktır, çatı kalkanlardan oluşmuştur. Batı
kapısında bir kurt vardır ve üzerinde bir kartal
Ömer Eğecioğlu
ODTU mezunu olan Ömer Eğecioğlu,
Minnesota Üniversitesi'nde Bilgisayar
ve Bilişim Bilimleri ve Matematik
okudu. Kaliforniya Universitesi, San
Diego'da matematik doktorası yaptı.
Uzun süredir Amerika'da yaşamaktadır.
Halen Kaliforniya Üniversitesi, Santa
Barbara'da bilgisayar profesörü olarak
çalışmaktadır. Ayni zamanda amatör bir
çellist olan yazarın Müzik Tarihi ile ilgili
çeşitli araştırmaları vardır.
dolaşır
akob
TEMMUZ 2010
5
DEVLET OPERA VE BALESİ
GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
BAŞ KOREOGRAFI
MEHMET BALKAN
Söyleşi
F. Hakan Gürkan
[email protected]
Yıllarca Avrupa’nın birçok ülkesinde
dansçı ve direktör olarak çalıştınız
ve büyük başarılara imza attınız.
Bulgaristan’ın Varna kentinde yapılan
Uluslararası Bale Yarışması’nda “Dünya
Üçüncülüğü” alarak Türkiye’ye bu alanda
madalya kazandıran ilk sanatçı oldunuz.
Sonradan 1986 yılında Belçika Kraliyet
Balesinde baş dansçı iken koreografi
çalışmalarınıza başladınız. Süreç içinde
ortaya koyduğunuz eserlerle bale sanatının
daha da zenginleştiğini ve ileriye gittiğini
düşünüyoruz. Koreograf olma düşünceniz
nasıl oluştu?
Çok naziksiniz. Gerçeği söylemek
gerekirse ne böyle bir düşüncem oldu,
ne de böyle bir hedef koydum kendime.
Sadece bir tesadüf! Birden koreografi
çalışmaları içinde buldum kendimi. Bir
deneme çalışması olarak başladı her şey.
Hala deniyorum.
Çok alçak gönüllüsünüz. 1994 yılında
Japonya’da yapılan uluslararası koreografi
yarışmasında “En İyi Koreografi” ödülünü
aldınız. 2001 yılında “Dance Europe” adlı
bale dergisi tarafından yılın en iyi beş bale
direktöründen biri seçildiniz!
Denemeye devam! Her başarının üzerine
bir taş koymak lazım diye düşünüyorum.
Mersin'de sahneye koyduğunuz eserleriniz
oldukça ilgi gördü ve seyirci rekorları
kırıldı. Mersin dışında da bu ilgiyi gördü
mü eserleriniz?
Kesin bir fikrim yok bu konuda. Ancak
arkadaşlarımın verdikleri bilgilere göre;
Fındıkkıran Ankara’da, Don Kişot ve
Kamelyalı Kadın İstanbul’da, Çağrı
Samsunda, Bir Yaz Gecesi Rüyası İzmir’de
6
akob
TEMMUZ 2010
kapalı gişe oynuyormuş! Bu çok sevindirici
benim için. Her yaptığınız bale başarılı
olacak diye bir kural yok. Ben elimden
gelen gayreti gösteriyorum. Bazı kişiler
beğenir, bazıları beğenmeyebilir. Yapılan
iş her zaman eleştirilebilir. Bu tüm sanat
eserleri için geçerlidir. Eğer sahnelenen
eserlerimiz kapalı gişe oynuyorsa ne mutlu
bize.
Modern dansta koreografi kadar dekor,
kostüm ve ışık ta önemli. Bu konuda siz
nasıl bir yol izliyorsunuz?
şey söylemek için çok erken. Şu anda
Türkiye’deki çalışmalarımı aksatmadan
kendimi nasıl programlarım diye plan
yapmaya çalışıyorum.
Geçmiş dönemde Antalya Devlet Opera ve
Balesi'nde Müdürlük yaptınız. Yukarıda
söylediğiniz gibi halen Devlet Opera
ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün Baş
Koreograflık görevini yürütüyorsunuz.
Bu gibi görevler sanatsal çalışmalarınızı
aksatıyor mu?
Modern dans benim nefes aldığım,
her bakımdan yaratıcılığın öne çıktığı
bir çalışma türü. Orada kuralları siz
koyabiliyorsunuz. Klasik bale de ise
bunun tam tersine kurallara uymazsanız
sonuç çoğu zaman hüsran oluyor. O
nedenle koreografiyi, ışığı, set ve kostümü
tasarlayabileceğim özgün çalışmaları tercih
ediyorum.
İdari konularda mümkün olduğunca
görev almamaya çalışıyorum. Bu tür
görevleri yaparken koreografi için zaman
ayıramıyorsunuz. Bu da beni üzüyor. Bale
salonu benim en mutlu olduğum yer.
Eserlerinizin ve adınızın ülkemiz sınırlarını
aştığını biliyoruz. Uzun yıllar Avrupa
ülkelerinde çalıştınız. Geçtiğimiz sezonda
da yurt dışı görevleriniz oldu mu yine?
2010 - 2011 sezonu içinde ufukta yurt dışı
görevleri de var mı?
Diğer ülkelerle kıyaslandığında Türk
Balesi’nin şu andaki konumunun dansçısı,
hocası, koreografı, idarecisiyle hiç bir
ülkeden aşağı kalır yanı yok. Çok değerli
insanlar yetiştirdi Türkiye. Ancak gelecekle
ilgili kaygılarım var. Yeteri kadar genç
dansçı yetişmiyor konservatuarlardan. Bu
da Türk Balesi’nin geleceği konusunda
kaygılandırıyor bizleri. Bu konuya çözüm
getirilmesi gerekiyor.
Dünyanın birçok önemli operasında hem
dans etme, hem de eser koyma sansına
sahip olduğum için mutluyum. Geçtiğimiz
sezonda çalışmalarımın ağırlığı daha
fazla Türkiye’de gerçekleşti. Biliyorsunuz
halen Devlet Opera ve Balesi Genel
Müdürlüğü, Bale Baş Koreografı görevini
sürdürmekteyim. Geçen sezonda yurt
dışına pek zaman ayıramadım. Sadece
Viyana Operası’nın davetlisi olarak
Nisan ayında Avusturya’da çalıştım.
Gelecek sezon için ise şu anda kesin bir
Türk balesinin dünya üzerindeki yeri sizce
nerededir?
Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyoruz size
ve başarılarınızın devamını diliyoruz.
Ben teşekkür ediyorum size. Hem bu
söyleşi için hem de AKOB dergisini Opera
ve Bale dünyasına kazandırdığınız için.
Kutluyorum sizleri ve çalışmalarınızda
başarılar diliyorum.
Bale eğitimine sekiz yaşında Ankara Devlet Konservatuarında başlayan
Mehmet Balkan sekiz yıl süre ile İngiliz ekolu temelinde piyano ve müzik
eğitimi gördü. Assaf Massarer ve Alexander Prokofiev ile çalıştı.
17 yaşında Ankara Devlet Opera ve Bale’sine solist sanatçı olarak katıldı.
Daha sonra İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a
gitti. Bilahare Londra Kraliyet Balesi Direktörü Dame Ninette de Valois’in
davetiyle İngiltere’ye gitti.
1977, Skopje’de (Üsküp – Makedonya) “Giselle” adlı balenin başrolünü
oynadı.
1978, Bulgaristan’ın Varna kentinde yapılan Uluslararası Bale
Yarışması’nda bronz madalya alarak“Dünya Üçüncüsü oldu. Türkiye’ye
bu alanda madalya kazandıran ilk sanatçı oldu.
1979-1980, Münih Operası Bale Direktörü Lynn Seymour tarafından
davet edildi ve Münih Operası’nda solist sanatçı olarak çalışmaya başladı.
Aynı zamanda Hannover Devlet Balesi’nin sürekli misafir sanatçısı olarak
sözleşme imzaladı.
1980-1983, Hannover Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak
çalıştı.
1982, Almanya’nın “ En Ünlü Yüz Kişi”si arasına seçildi.
1983-1984, Bonn Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalıştı.
1984, Belçika Kraliyet Balesi’nde baş dansçı olarak göreve başladı.
1986, A.B.D turnesinde, Metropolitan Operası’nda Valery Panov’un
“Sacre” adlı eseriyle çok büyük başarı kazandı.
İlk koreografi çalışmalarına Belçika Kraliyet Balesi’nde başladı.
1989, Almanya’nın Hannover Devlet Balesi’nde başöğretmenlik ve
koreograflık görevine başladı ve kısa sürede Hannover Devlet Balesi Bale
Direktörlüğü görevine getirildi.
1994, Japonya’da yapılan Uluslararası Koreografi yarışmasında “ En İyi
Koreografi ” ödülünü aldı.
1999, Antalya Devlet Opera ve Balesi Bale Baş Koreografı ve bilahare
Kurum Müdürü oldu.
2001, “Dance Europe” adlı bale dergisinde yılın en iyi beş bale
direktöründen biri seçildi.
2002, Portekiz Devlet Balesi Direktörü oldu.
1999 yılına kadar kesintisiz yurt dışında çalışan sanatçı bu sürenin ilk
on yılında dansçı olarak geri kalan bölümünde ise koreograf ve direktör
olarak çalışmıştır. Avrupa’nın ve dünyanın başta gelen operalarından;
Stuttgart, Köln, Berlin, Paris, Viyana, Hamburg, Roma, Amsterdam,
Zürich, Basel, Verona, Londra, Glasgow, Minneapolis, New York, Tokyo,
Pekin, Milano, Calgary ve Budapeşte’de misafir olarak sahneye çıkan
sanatçının şu ana kadar altmışa yakın koreografisi vardır. Halen eserleri
dünyanın birçok yerinde sergilenmektedir.
Portekiz Devlet Balesi Direktörlüğü görevinden sonra Antalya Devlet
Opera ve Balesi Müdürlüğü'ne getirilen sanatçı 2005 yılından itibaren
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünde çalışmaktadır ve halen Baş
Koreograflık görevini sürdürmektedir.
akob
TEMMUZ 2010
7
AKOB SEYİR DEFTERİ
FROM AKOB's LOG BOOK
22 OCAK 2010
MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ
FRIEDRICH KLEINHAPL (Çello)
ANDREAS WOYKE (Piyano)
KONSERİ
Bir Avrupa Birliği Projesi olan “Cultural BridgesYOLLARDA” kapsamında kentimizde etkinlikler
önerildiğinde, AKOB olarak hemen ev sahipliği
yapabilmek için öne çıktık. Proje’nin Türkiye ayağını
İstanbul Goethe Institut oluşturmaktaydı. Proje
kapsamında Mersin etkinlikleri, AKOB ev sahipliğinde,
19 – 22 Ocak tarihleri arasında gerçekleşti. Yazarlar;
Dimitré Dinev ve Renate Welsh Mersin Ticaret ve
Sanayi Odası salonunda, çeşitli okullarda ve İçel Sanat
Kulübünde kendi kitaplarından pasajlar okudular ve
çevirmenleri anında tercüme ettiler.
Söyleşiler soru – cevap şeklinde, gerek öğrenciler
gerekse yazarlar için interaktif bir sohbet havasında
devam etti.
Etkinliklerin 22 Ocak akşamı ise AKOB yılın ilk konseri
için, Çellist Friedrich Kleinhapl ve Piyanist Andreas
Woyke konseri ile Mersinli müzikseverlerin karşısına
çıktı. Uzun yıllar unutulmayacak bir geceye imza atıldı
o gece. Salon Mersinli müzikseverler ile tamamen
doluydu. Güzel seçilmiş bir repertuvar ve sanatçıların
unutulmaz performansları muhteşem bir “Astor
Piazzola- Le Grand Tango” bis’i ile sonlandığında
salon alkışlardan yıkılıyordu. Konser sonrasında her iki
sanatçı ile yaptığımız görüşmeleri sizlere sunuyoruz.
22 JANUARY 2010
MERSIN CULTURE CENTER
FRIEDRICH KLEINHAPL (Cello)
ANDREAS WOYKE (Piano )
DUO
Since 2003, cellist Friedrich Kleinhapl and pianist Andreas
Woyke have been collaborating as Duo-partners.
The duo is performing all over the world and a number of
CD recordings have been published with the German label
ARS Produktion. Their recordings of ;
Dimitri Shostakovich Sonatas has got the Pasticcio Preis of
the ORF, Vienna,
Rachmaninov and Franck Sonatas received the Supersonic
Award.
Beethoven Sonatas, has been honored with the Excellentia
Award and received a number of fantastic press reviews...
8
akob
TEMMUZ 2010
AKOB SEYİR DEFTERİ
FROM AKOB's LOG BOOK
FRIEDRICH KLEINHAPL
Söyleşi
İhsan Toksöz
Bay Kleinhapl, ocak ayında, Cultural Bridges / On
the Roads (Kültür Köprüleri / Yollarda) Avrupa Birliği
Projesi kapsamında, AKOB’ un ev sahipliğinde,
Mersin Kültür Merkezinde piyanist Andreas Woyke
ile bir konser verdiniz. Genelde güzel sanatların ve
de özelde müziğin ülkeler arasında kültür köprüleri
kurulmasındaki rolü sizce nedir? Bizlere söyleyebilir
misiniz?
Genelde sanatın ve özelde müziğin insan yaşamının ve
toplumlarının yapı taşlarından olduğu inancındayım. Öte
yandan, dil ve kültür farklılıklarına rağmen müziğin herkes
tarafından anlaşılabilir bir lisan olduğunu düşünüyorum.
Çeşitli araştırmalara göre müzik dünyanın her yerinde ayni
duyguları çağrıştırmaktadır. Diğer taraftan müziğin verdiği
mesaj, bilincin mantıksal yanının ötesinde direk olarak
bilinçaltındaki hislere taşınmaktadır. Böylelikle müzik,
değişik kültürler, politik gruplar ve dinler arasında köprüler
kurma gücüne sahiptir.
1743 yapımı nadir bir “Giovanni Battista Guadagnini”
çellonuz var. Böyle muhteşem bir çalgıya sahip
olmakla kendinizi kutsanmış bir sanatçı olarak
düşündüğünüz oluyor mu?
Cevabım kesinlikle “evet.” Guadagnini’yi ilk çaldığımda
hayatımda ilk defa elimde gerçek bir çello tuttuğumu
hissettim. Onunla çalmak ayrıcalığına sahip olmak
gerçekten muhteşem. Sanki bir ruhu ve kuvvetli bir kişiliği
var. Renk zenginliği, güçlü, inanılmaz parlak ve sıcak sesi
harikulade.
Genelde sanatın ve özelde müziğin
insan yaşamının ve toplumlarının yapı
taşlarından olduğu inancındayım. Öte
yandan, dil ve kültür farklılıklarına
rağmen müziğin herkes tarafından
anlaşılabilir bir lisan olduğunu
düşünüyorum.
I am deeply convinced that arts in general and
particularly music are fundamentals of human
life and human societies. And I am also
absolutely convinced that music is something
like an absolute language comprehensible
to everybody, regardless of languages or
cultures.
www.kleinhapl.com
FRIEDRICH KLEINHAPL
Interview by İhsan
Toksöz
Mr. Kleinhapl, during last January, you performed
with pianist Andreas Woyke at the Mersin Culture
Center within the context of European Union funded
“Cultural Bridges / On the Roads” project as guests
of AKOB. Would you tell us what the role of “Arts” in
general and “Music” in particular could be, to build
up cultural bridges among nations?
I am deeply convinced that arts in general and particularly
music are fundamentals of human life and human
societies. And I am also absolutely convinced that music is
something like an absolute language comprehensible to
everybody, regardless of languages or cultures. Actually
there are different researches which prove that music
evokes the same emotions everywhere in the world. And
on the other side, music conveys its message through the
rational parts of our concious directly to our emotions
and our subconcious. So it has a singular power to build
bridges between different cultures, political groups or
religions.
You have a rare 1743 Giovanni Battista Guadagnini
cello. Do you think that you are a blessed performer
to have such a magnificient instrument?
The answer is absolutely “yes”. When I played the first time
on this Guadagnini Instrument, I had the feeling of holding
for the first time in my life a real cello. It is amazing to
have the opportunity to play it. It seems to have a soul
and real strong personality. Its richness of colour, power
and incredibly brilliant and warm sound is awesome.
akob
TEMMUZ 2010
9
AKOB SEYİR DEFTERİ
FROM AKOB's LOG BOOK
Sahnedeyken en önemlisi müzisyenle
dinleyicinin arasındaki enerjidir.
On stage, the most important thing is the
energy between musicians and audience.
Çok seyahat ediyorsunuz. Her yolculuktan sonra
sahneye çıkmak çok yorucu olmalı. Konserden önce,
sahnede ve konserden sonra sizi en çok ne rahatsız
eder?
Gerçekten bazen yolculuklar çok yorucu oluyor. Örneğin
bir kere Montreal’den Washington’a, Miami aktarmalı
karmaşık bir uçuşum oldu. Akşam konser verdikten sonra
gece saat ikide kalktık ve tüm gün akşam saat altıya
kadar süren bir seyahatten sonra gene konser! Her şey
iyi organize edilmişse ve organizatör sizi rahat ettirebilirse
çoğunlukla sorun olmaz. Ama eğer işler planlandığı gibi
gitmezse, sizi karşılayacak kişi orada olmazsa, konser
öncesi pratik yapma imkânınız olmaz. Prova zamanları
kayar veya çok gecikir vb.
Sahnedeyken en önemlisi müzisyenle dinleyicinin
arasındaki enerjidir. Pek tabii ki çalan telefonlar ve başka
tür gürültüler çok rahatsız edici olabilir, fakat neticede bu
canlı bir performanstır!
Konser sonrasında ise gevşemek ve rahatlamak için
zaman ayırmayı severim. Güzel konserler sonrasında
yalnız akşam yemeklerini sevmem. Neyse ki ayni zamanda
yönetmenliğimi yapan kız arkadaşım Heidrun Maya
çoğunlukla yanımdadır.
Ünlü Avusturyalı piyanist ve besteci Friedrich
Gulda’nın en çok aranan yorumcularından birisiniz.
Konserlerinizde ondan bir parça çalmak bir çeşit
hürmet ve onurlandırma mıdır?
Her ne kadar önemli bir parça değilse de, Gulda’nın
konçertosunu beğeniyorum çünkü insanda harikulade
neşeli hisler uyandıran bir parça. Geçenlerde Karakas’ta
meşhur Simon Bolivar Gençlik Orkestrası ile çaldığımda
son notanın bitişi ile sanki önceden sözleşmişler gibi tüm
orkestra ve dinleyiciler coşku içinde ayni anda ayağa
fırladılar. İşte bu müziğin kültür köprüleri oluşturduğunun
bir göstergesidir.
Piyanist Andreas Woyke ile son derece uyumlu
çalışınız dinleyicileri mest etti. Sanki tek bir ses gibi
olabilmeyi nasıl tanımlarsınız?
Andreas inanılmaz bir ortak ve piyanist. Kendisi ile 2003
yılından beri çalışıyoruz ve bu 7 yıl içinde birçok konserimiz
oldu ve birlikte 5 CD yaptık. Gerçekten yekvücut olduk.
Öyle ki, aramızda herhangi bir işaret ve göz temasına
ihtiyacımız olmaz. Sadece birbirimizi hissederiz. Bu durum
sahnede klasik müziği yorumlama imkânı verir. Yani,
ortağınızın tüm düşündüklerinizi kavrayıp geliştirebilme
yeteneğini bilmek, kendiliğinden gelen, tam yaratıcılıkla
çalışınızı mümkün kılar.
Çok teşekkür ederiz Bay Kleinhapl. Sizlerle gelecekte
tekrar birlikte olmak bizi mutlu edecektir.
Bu söyleşi için ben çok teşekkür ederim. Tekrar Mersin’de
çalabilmek beni çok memnun edecektir. Derginize selamlar.
10 akob
TEMMUZ 2010
You travel a lot. It would be very tiring to perform
right after a long journey. What disturbs you most,
prior to the concert, on the stage and thereafter?
It is true. Sometimes travels are very exhausting.
We had, for instance, a very complicated flight from
Montreal to Washington via Miami. So after a concert
in the evening we had to get up at 2 am and travel until
6 pm and then to perform a concert. If everything is
organized well and if the organizer really takes care of
us, it is mostly OK. Of course it is tiring, if things don´t
happen as they have been planned; somebody who should
pick you up is not there, you have no chance to practise,
rehersals are changed or very much delayed and so on.
On stage, the most important thing is the energy between
musicians and audience. Of course many things can be
irritating as ringing phones or any other kind of noice - but
that´s live.
After the concert, I love to have time to chill out. What
I don´t like are lonely dinners after wonderful concerts.
Thank God my girlfriend Heidrun Maya - who runs my
management, is around me most of the time.
You are one of the much sought after performer to
play the compositions of the famous Austrian pianist/
composer Friedrich Gulda. Is it a tribute to often play
a Gulda piece in your concerts?
Although the piece is not very substantial, I really
appreciate the Gulda Concerto because it evokes a
wonderful cheerfullness. Recently, I played it in Caracas
with the famous Simon Bolivar Youth Orchestra. At
the end, right after the last tone faded out, the whole
orchestra and excited audience jumped to their feet
simultaneously with great exultation as if it had been
decided in advance. It was an experience proving that
music creates a wonderful athmosphere – that´s really
building bridges.
Your extremely harmonious playing with pianist
Andreas Woyke captured the audience. How do you
describe being as if one voice?
Andreas is a fantastic partner and pianist and we have
been working together since 2003. During these 7 years
we travelled and performed a lot and recorded 5 CDs. We
really coalesced. So, we mostly don´t need any cues or
visual contact. We just feel each other. This situation lets us
improvise classical music on stage. That means it is possible
to play very spontanuously, with full creativity knowing
that your partner is able to pick up your thoughts and to
develop them.
Thank you. Mr. Kleinhapl, we would be very happy
to have you with us again in future.
Thank you very much for this interview. It would be a
pleasure also for me to play again in Mersin. Best regards
for your magazine.
AKOB SEYİR DEFTERİ
FROM AKOB's LOG BOOK
ANDREAS WOYKE
Söyleşi
İhsan Toksöz
Bay Woyke, siz bir besteci, doğaçlamacı ve caz
müzisyenisiniz. Çellist Friedrich Kleinhapl ile 2003
yılından beri birlikte çalıyor ve kayıtlar yapıyorsunuz.
Sahnedeki uyumlu çalışınız insana adeta ikiz ruhlara
sahip olduğunuz duygusunu veriyor. Bunun sırrı
nedir?
Bunun en iyi cevabı sanırım sorunuzun içinde saklı! Bu bir
ortak ruh hali! Müziği hissetme ve araştırma ortak yolu.
21.yüzyılda klasik müziği yaygın bir yorumlama tavrı. Kendi
bestelerimi çalmanın ve caz müziği yapmanın yanı sıra ben
rock, pop, ethno, trans ve hatta techno vb. tüm müzik
türlerini dinlerim. Bunlar benim klasik müziğe yaklaşımımda
bazen daha değişik ve modern yaklaşımlarda bulunmamı
sağlıyor. Bu yaklaşımı paylaşan ve müzik performanslarında
maksimum yoğunluk arayışında olan, bana yeni ve ilginç
görüşlerle esin veren bir düo ortağı olarak Friedrich gibi bir
müzisyen bulabilmek harikulade…
Solo piyano ve çellist Friedrich Kleinhapl ile düo
olarak birçok kayıtlarınız var. Yoğun bir konser
programınız oluyor. Müzik yaşamınızı dolduruyor.
Kendinize zaman ayırabildiğinizde zamanınızı
nasıl değerlendiririrsiniz? Yukarıdaki yanıtınızdan
anladığımıza göre her çeşit müziği dinlemektesiniz.
Bunun dışında ilgilendiğiniz konular ve hobileriniz
var mı?
Klasik müzikle büyüdüm ve TV ve radyodan mümkün
olduğunca esinlendim. Sonraları, yukarıda da bahsettiğim
gibi, beynimi her müzik türüne açma arzusu duydum.
(Müziğin hayatımı doldurduğu konusunda) sizinle
tamamen ayni fikirdeyim. Hatta bir adım ileriye giderek
diyebilirim ki; müzik sadece hayatımı doldurmuyor. Müzik
hayattır. Müzik aşktır. Müzik duygularımın özüdür. Hiçbir
şey piyano başında oturup doğaçlama yapmaktan – ki sonu
bestelerime giden yola çıkar, tatmin edici olamaz. Bununla
birlikte diğer ilgi alanlarım da var. Görsel sanatlarla ilgiliyim.
Fotoğraf çekmenin yanı sıra grafik ve dizayn ilgi duyduğum
alanlar. Seyahat etmeyi severim. Coğrafya ve yabancı
ülkelerin politik yaşamı ile ilgilenirim. Bazen şiir yazarım.
Arkadaşlara takılmak ve müzik, yaşam ve dünya hakkında
konuşmaktan hoşlanırım.
Müziğin dünyadaki diğer tüm dillerden güçlü
bir dil olduğunu düşünüyorum. İnsanların
konuşmadan birbirlerini tanımalarını sağlar
I believe that music is a language that is
stronger than all spoken languages of the
world. It helps people to understand each
other without talking
www.andreas-woyke.com
ANDREAS WOYKE
Interview by İhsan
Toksöz
Mr. Woyke, you are a composer, improviser and jazz
performer. You have been performing and recording
with cellist Friedrich Kleinhapl since 2003. Your
tuneful playing on stage makes one believe that you
two are twin spirits. What is the essence of it?
I guess you have given already the best answer inside your
question - it is about a common spirit, a common way of
feeling and exploring music, a common attitude towards
the way of interpreting classical music in our 21st century.
My activities performing my own compositions as well
as jazz music and listening to all kinds of styles like rock,
pop, ethno, trance and even techno, sometimes help me
to find a different, modern approach to classical music.
It is fantastic having found a musician like Friedrich as
duo partner sharing this attitude, mutually searching for
maximum intensity in musical performance and inspiring
me with new interesting approaches!
You have recordings of your solo performances and
duo playing with Mr. Kleinhapl. You have a tight
concert schedule. Music fills your life. When you can
spare some time for yourself, how do you spend
your leisure time? I gather from your above answer
that you listen to all sorts of music. What other
interests/hobbies do you have?
I grew up with classical music and I almost inhaled
everything I could catch from the TV and radio. Later I felt
more and more desire to open my mind towards other
styles as well, as mentioned above. I absolutely agree with
you and I would even go a step further: Music does not
only fill my life, it is life, it is love, it is the essence of my
feelings. And there is hardly anything as fulfilling as just
sitting at the piano and improvising - what is ultimately
laying the path for my compositions. However, there are
other interests as well. I am a very visual person as well
and I like photographing, doing graphics and design. I like
to travel and I am interested in geography and politics of
foreign countries. From time to time I write poems. And I
love to hang out with good friends and talk about music,
life and the world.
akob
TEMMUZ 2010
11
AKOB SEYİR DEFTERİ
FROM AKOB's LOG BOOK
Başka müzisyenlerin konserine gittiğinizde,
arkadaşınız olsun olmasın, neyi gözlemlersiniz,
duyarsınız ve dikkat edersiniz? Eleştirel olmadan bir
başkasının müziğini dinlemek zor mudur sizin için?
Bir müzisyen kulağına sahip olduğunuz ve iyi bir
müzik bilginiz olduğundan bu istemeyerek yapılan
bir davranış mıdır?
20 yıl kadar önceki müzik çalışmalarımda, özellikle
kendi çalıştığım parçaları öznellikle (subjektif olarak)
dinlerdim ve diğer her yorum bana kendi yorumum kadar
ikna edici gelmezdi. Zamanla daha esnek bir dinleyici
olmaya, meslekdaşlarımın, arkadaşlarımın ve hatta benim
yaklaşımım dışındaki öğrencilerimin müziklerini zevkle
dinlemeyi öğrendim. Örneğin: Bir Beethoven Sonatı iki
yorumcu ya da topluluk tarafından tamamen farklı bir
parça olarak çalınabilir. Eğer onu tamamen değişik bir
parça olarak dinleme yetisine sahipseniz – bir caz yada
pop şarkısının “cover version” larında olduğu gibi, sizin
beste hakkındaki kişisel beklentileriniz ile uyuşmasa da,
bir yorumu beğenebilirsiniz. Benim için bir icranın iyi
ya da kötü olmasının tek ölçüsü beni hislendirmesi ve
etkilemesine bağlıdır.
Sizi bir konserinizde dinleyen herhangi bir müzisyen
dostunuz ile konser sonrası fikir alışverişinde bulunur
musunuz? Şayet siz kendi performansınızdan
memnun değilseniz ve arkadaşlarınız öylesine
çalışınızı överlerse nasıl davranırsınız?
Arkadaşlarla müzik konuşmak daima esin vericidir. Zamanla
kendi performansınızın muhtemelen %100 tatmin edici
olamayacağını öğreniyorsunuz. Eğer istediğimin %80 %90 ulaşabilirsem bu beni memnun eder. Çoğunlukla, ben
tatmin edici bulsam da performansımın dinleyici üzerinde
yarattığı etkidir ilginç olan. Dinleyiciden gelecek en büyük
kompliman benim diğer müzisyenlerden beklentilerimle
aynidir.Yani, onları duygulandırdığımı ve başka dünyalara
götürdüğümü hissetmek.
Müziğin değişik ülke insanlarını bir araya getirmek
ve problemleri çözmek için bir araç olarak
kullanılabileceğini düşünüyor musunuz?
İlkin, müziğin dünyadaki diğer tüm dillerden güçlü bir dil
olduğunu düşünüyorum. İnsanların konuşmadan birbirlerini
tanımalarını sağlar.
Bir bakıma, müzik insanları bir araya toplayarak
politik uyuşmazlıkları pozitif olarak etkileyebilir. Daniel
Barenboim’in “Batı-Doğu Divan Orkestrası” bunun en
iyi örneklerinden birisidir. (Bu orkestrada) değişik politik
görüşlere ve dinlere sahip insanlar birlikte çalıyorlar, prova
aralarında konuşuyorlar ve bazen sertçe tartışıyorlar. Ama
sonuçta onları bir araya getiren müziktir.
Eğer insanlar bir müzik parçasının içine girerek dinlerler,
beyinlerini ve kalplerini bu şiddetli duygusal deneyim için
açarlarsa, ben kuvvetle inanıyorum ki, çetin ekonomik
düşüncelerin dünyaya egemen olması azalacak ve daha
kutsal ve tam saygın bir vücut, bilinç ve ruh birlikteliği
hakim olacaktır.
Teşekkür ederiz Bay Woyke. İleride tekrar
görüşebilmek umuduyla.
12 akob
TEMMUZ 2010
When you attend to a concert of other musician/s,
whether friends or not, what do you observe, hear
and notice? Is it difficult for a musician to listen to
the music of others without being critical? Is this
done unintentionally because you have a musician’s
ear and good knowledge of music?
During my music studies twenty years ago, I used to listen
to music, especially works that I studied myself, in a very
subjective way and interpretation of others would not
induce me to the degree of own one. In time I learnt to
become more flexible as a listener, to enjoy performances
of colleagues, friends and even by my own students
deviating from my approach.
For example: a Beethoven Sonata can be a completely
different piece played by two different performer or
ensembles and if you are able to hear it as a different
piece - comparable to a so called cover version of a jazz or
pop song - you can enjoy a performance that does not go
along with your own imagination about the composition.
The only criteria for me to say a performance is good or
bad is whether I could be touched and moved by it or not.
If any musician friend of yours listens to your
music at a concert, do you exchange views after
the concert? If you are not satisfied with your
performance and your friends praise your playing
just to be polite, what would be your response?
Of course it is always inspiring to talk about music with
friends. In time I have learnt that I will probably never be
100% satisfied with my own performance but nevertheless
I can feel happy if I reach 80 or 90% of what I want.
Mostly I know myself what was more or less satisfying but the effect my or our performance has on the audience
can be again and again very interesting. The biggest
compliment I can get from the audience is the same as my
own expectation from other musicians' performances: That
I touched them and led them into another world.
Do you believe that music can be used as a device to
bring people of different nations together to solve
problems?
Firstly, I believe that music is a language that is stronger
than all spoken languages of the world. It helps people to
understand each other without talking.
In another way, music can gather people and influence
political conflicts in a positive way. Daniel Barenboim's
West Eastern Divan Orchestra is one of the best examples
for this. People of countries with different political and
religious views are playing together and use the time
between rehearsals to talk and sometimes have exciting
discussions. But ultimately what is gathering them is
music.
I strongly, believe that if people would penetrate into the
music they listen to and open their minds and hearts, the
world would be less dominated by challenging economic
thoughts and a more sacred and completely respectful
integration of body, concious and spirit would be achieved.
Thank you very much Mr. Woyke, we look forward to
meeting you again in future.
AKOB SEYİR DEFTERİ
17 ŞUBAT 2010
MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ
STRING INSPIRATIONS
QUINTET KONSERİ
Mersin artık uluslararası müzik platformunda kendine yakışan yeri saptamak ve pekiştirmek için yurt dışından yeni
projelere de ev sahipliği yapıyor. Şubat ayı içinde AKOB’un konuğu olarak Viyana’dan kentimize gelen, keman
sanatçısı Serkan Gürkan tarafından kurulmuş olan “String Inspirations Quintet”, bir Avrupa Birliği Projelendirmesi
kapsamında Viyana – Mersin arasında bir müzik-sanat köprüsü kurulması konusunda önemli bir adım attı. Mersin
okullarından ve dağ köylerinden müziğe yetenekli çocukları seçerek müzik okullarına hazırlamak ve/veya hobi
amaçlı eğitim vermek amacı ile bir proje geliştirdiler. Şubat konserimizde kentimize gelen grup üyeleri çocuklarla bir
araya gelerek ilk elemeleri yaptı. Projedeki gelişmeler ve ilerideki planları konusunda daha detaylı bilgi alabilmek için
Serkan Gürkan ile bir kez daha görüştük.
SERKAN GÜRKAN
Keman sanatçısı Serkan Gürkan Ankara’da doğdu.
9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı lise bölümünü
bitirdikten sonra gittiği Viyana’da halen Viyana
Yüksek Müzik Akademisinde doktora çalışmalarını
sürdürmektedir. Ayni zamanda Besteci ve aranjör olan
Gürkan kurduğu String Inspirations Quintet ile sanatsal
çalışmalarına devam etmektedir.
www.serkangurkan.net
14 akob
TEMMUZ 2010
SERKAN GÜRKAN VE STRING INSPIRATIONS QUINTET
VİYANA-MERSİN MÜZİK KÖPRÜSÜ KURUYOR
İzmir 9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarının lise bölümünü
bitirdikten sonra gittiğiniz Viyana Yüksek Müzik Akademisi
Keman Solistlik Bölümü’nde doktoranızı yapıyorsunuz. Beş ayrı
ülkenin sanatçılarından kurduğunuz “String Inspirations Quintet”
kimlerden oluşuyor? Nasıl bir araya geldiniz?
Grubumuz beş ayrı ülke sanatçılarının bir araya gelmesinden
oluşmaktadır. Ukrayna´dan Sergei Bolotny, Rusya´dan Alexej Barer,
Bulgaristan´dan Peter Gospodinov, Uruguay´dan Felipe Medina ve
ben. Sanatçılar çalgılarının virtüözü olup solistlik kariyerinin yanı
sıra Viyana´da önemli orkestralarda görev almaktadırlar. Hepimiz
belli hedefler için burada bulunmaktayız. Yaşamımızda her anı
doğru işler için harcamamamız gerektiğini biliyoruz. En önemlisi ise
insanın severek yaptığı işi en iyi şekilde sunmasıdır. Bu düşünceleri
benimle paylaşan ve yapmış olduğum besteler için etrafımda
toplanan arkadaşlarımla “String Inspirations Quintet” grubunu
kurdum. Bir Türk olarak grubu kurmak ve Viyana gibi zorlu bir
müzik kulvarında konserler vermek kolay değildir. Her konserimiz
sonrasında aldığımız olumlu kritikler bizleri kemikleşmiş bir grup
olma yoluna itmiştir.
Grubunuz ile Klasik Batı Müziği, Türk Müziği ve Tango
renklerinden oluşan bir müzik yapıyorsunuz? Beste ve
düzenlemelerinize bakınca, bu bilinçli bir tarz seçimi. Nasıl tepkiler
alıyorsunuz?
Mersin’deki konser programımız ve ilk yaptığımız CD bu
özellikleri içeriyordu. Ama benim için herhangi bir stil ya da tarza
tamamen bağlı kalmak önemli değil. Önemli olan zevk aldığım
şeyleri yapmak. Konser programı genişledikçe ve bestelerim
çoğaldıkça yelpaze de genişleyecektir. Düşüncelerimin bu noktaya
gelmesinde en heyecan verici olay Viyana Filarmoni Orkestrası’nın
bazı sanatçıları tarafından fark edilmem ve beste siparişi almam
olmuştur. Orkestra bestemi 2008 Japonya yeni yıl konserlerinin
“Bis” parçası olarak çaldı. Bir diğer gelişme de geçen yaz yaşandı.
Viyana’da Donald J. Williams tarafından düzenlenen film müziği
besteleme kursuna katılmıştım. Kendisi aynı zamanda “Jaws,
Supermen, Schindler’s List, Star Wars” gibi filmlerin müziğini
yapan John Williams´in kardeşidir. Kurs sonunda benden çok
memnun kaldığını ve beni Amerika’ya davet edeceğini söyledi. Bu
gerçekleşirse benim için yeni bir tarzın kapılarını açacaktır.
AKOB’ un ev sahipliğindeki Mersin konserinizde kendi beste ve
düzenlemelerinizi çaldınız. Çokda güzel oldu. Yeni çıkarttığınız CD
ile örtüşen bir programdı. Ama itiraf edeyim ki ben kişisel olarak,
Viyana’dan gelen bir gruptan daha çok Viyana esintileri içeren
eserler beklemiştim. Belki de “Viyana” isminin çağrıştırdıkları
nedeniyle… Diğer ülkelerde verdiğiniz konserlerde de bu konuya
evvelce hiç değinen oldu mu?
Doğrusunu söylemek gerekirse olmadı. Ama bundan sonraki gerek
solo gerekse oda müziği konserlerimden birini zaten bir Viyana
akşamı olarak gerçekleştireceğim ve Viyana valsleri ve şarkılarını
seslendireceğim. Daha önce de belirttiğim gibi bir stile bağlı
kalmaktansa, benim de hoşuma giden farklı tarzları paylaşmayı
seviyorum.
Avrupa Birliği Projesi kapsamında Mersin’de yeni yetenekler
keşfetmek ve kendilerini müzik okullarına hazırlamak için
kentimizde çocuklarla bir araya geldiniz. Sonuç ne oldu?
Sözlerime başlamadan önce birkaç teşekkürde bulunmak
istiyorum. Projenin gerçekleşebilmesi için önemli desteklere
ihtiyacımız vardı. Viyana’da ki Türk Büyükelçiliğimiz, çeşitli dernek
ve kişiler projenin Viyana ayağında büyük destekçilerimiz oldular.
Mersin’de ise Mersin Valiliğimiz, Mersin Devlet Opera ve Balemiz
ve Mersin Uluslararası Liman İşletmeciliği (MIP) projemize inanarak
bizleri desteklediler. Marina Vista Alışveriş Merkezi de bize
çalışmalarımız için kapılarını açtı. Hepsine ve herkese çok teşekkür
ediyoruz.
Projemiz içerisinde önemli bir amacımız da Çocuk Esirgeme
Kurumu’ndan yaylı sazlar orkestrası kurarak Viyana’da konserler
vermekti. 16 şubat 2010 tarihinde Mersinli destekçilerimizle
başlayan projemiz, bizler Viyana’ya döndükten sonra, ağabeyim
F.Hakan Gürkan’ın düzenli olarak verdiği eğitimle devam
etmektedir. Çocukların keman ve çello çalabilmeleri için gerekli
kulak gelişimleri başarıyla tamamlanmıştır. Bizler de kendi
imkânlarımızla projenin yaşamasına destek vermek üzere belli
zamanlarda eğitim için Mersin’e geleceğiz. İhtiyaç duyulan
enstrümanların alımı için Mersin Valiliğimiz devreye girerek
gerekli olan 11 keman ve 7 çelloyu öğrencilerimize temin etmiş
bulunmaktadır. Şimdi her çocuğun elinde kendine ait kemanı
ve çellosu var. Onları şimdi görmelisiniz. Hepsinin sırtında
bir enstrüman, artan öz güvenleri ile artık projeye oldukça
sahiplenmişler… Şimdi amacımız, gelecek yaza kadar son süratle
eğitime devam ederek ilk Çocuk Esirgeme Kurumu Orkestrası’nı
hayata geçirmek ve istenilen seviyeye ulaşıldığı takdirde Mersin
ve Viyana’da birlikte konserler vermek. Her iki şehirde de konser
salonlarımızdan kalacağımız yerlere kadar her şey destekçilerimiz
tarafından hazırlanmış durumda. Heyecan şimdiden hepimizin
içini sardı. Bu çalışmalar yapılırken yapılanları her yerde duyurmak
gerekliydi. MIP Mersin Liman İşletmeciliği projenin daha uç
noktalara ulaşabilmesi ve kalıcı olabilmesi için grup olarak
çıkarttığımız CD’nin çıkmasına destek oldu. Böylelikle dünyanın
neresinde konser versek projemizden bahsediliyor. CD’ miz ile de
sesimizi duyuruyoruz ve projenin kalıcı olmasını sağlıyoruz. Mersinli
destekçimizle projemizin birlikte anılması bizlere gurur veriyor.
Proje nasıl yürüyecek?
Şu ana kadar kendi imkânlarımız ve destekçilerimizin katkılarıyla
projeyi sürdürmekteyiz. Projenin devamı için hepimiz kararlıyız.
Avrupa Birliği Projesine kabulü ise ekim ayı sonunda belli olacak.
Çocukların eğitimleri nasıl sürdürülecek?
Halen ağabeyimin destekleriyle çocukların kulak eğitimleri
tamamlandı. Eylülden itibaren zaman zaman bizler geleceğiz.
Bunun dışında çello eğitimi yine ağabeyim tarafından sürdürülecek.
Keman eğitimi ise Mersin Devlet Opera ve Balesi keman sanatçısı
Övül Akyol tarafından verilecek. Projemize ve çocuklara ilgi
oldukça fazla, bu nedenle güç kazanarak devam edecektir diye
düşünüyorum.
Bu proje ne kadar sürecek? Yeterli fonunuz var mı?
Proje zamanımızın ve gücümüzün yettiğince sürecek. Bir öğrenci
en aşağı bir sene kadar enstrüman eğitimi gördükten sonra
yeşermiş olacak. Kendilerini ulaşmak istedikleri hedefe ulaşana
kadar destekleyeceğiz. Yetiştirdiğimiz öğrencilerin ardından yeni
yetenekler için devamlı yetenek taraması yapacağız. Böylelikle
yetiştirdiğimiz kabiliyetli çocukların sayısı artacak. Şu ana kadar
kişisel seyahat ve sair masraflarımızı kendimiz karşılıyoruz. Proje için
Mersin Uluslararası Liman İşletmeciliği öncülüğünde çıkarttığımız
CD’lerin satışlarından destek almaktayız. Böyle bir proje dünyada
ilk kez uygulamaya konmuştur. Gururluyuz.
Serkan Bey, umut verici haberleriniz bizleri sevindirdi. Sizlere sanat
ve eğitim konusunda başarılar diliyor ve ileride grubunuzu tekrar
aramızda görmeyi ümit ediyoruz.
Konserimize ev sahipliği yaptığınız ve projemizi kamuoyuna
duyurabilmemiz için sayfalarınızı bize açtığınız için bizler
de Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği ve AKOB Dergi
yöneticilerine teşekkür ederiz.
akob
TEMMUZ 2010
15
AKOB SEYİR DEFTERİ
19 MART 2010
MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ
HAKAN ALİ TOKER
SALONDA CHOPIN
AÇIKLAMALI PİYANO RESİTALİ
Renkli kişiliği ve sahne hakimiyeti ile karizmatik piyanistimiz
Hakan Ali Toker, “2010 Frederic Chopin Yılı” nedeniyle hazırladığı
açıklamalı “Salonda Chopin” resitali ile Mersinli müzikseverlere
değişik bir gece yaşattı. Sonraki görüşmemizde ise çok yönlü sanatçı
kişiliğinin boyutlarını bize açarken ilginç bir projesinden bahsederek
bizi şaşırttı. Bu projesini ve kendi dışında oluşan gelişmeleri
söyleşimiz içinde okuyunca bir çok ütopik dileğin sonradan
gerçekleşmesinde hayallerin rolünün yadsınamayacağını bir kez
daha anlayacaksınız. Birçok yaratı hayallerin ürünü değil midir?
www.hakanalitoker.com
PİYANOYU TÜRK MÜZİĞİNE UYGULAMAK
ÇABASINDA OLAN BİR PİYANİST
HAKAN ALİ TOKER
Söyleşi
İhsan Toksöz
Mersin doğumlusunuz. Geçen mart ayında AKOB Konserleri içinde
Mersin’de verdiğiniz değişik ve bilgilendirici “Salonda Chopin”
açıklamalı resitalinizin olumlu yankılanmaları oldu müzikseverler
arasında. Böyle bir resital fikri nasıl doğdu?
2010 yılı, Chopin’in doğumunun 200. yılı olması nedeniyle, tüm
dünyada Chopin yılı olarak kutlanmakta. Geçtiğimiz sezonun
başlarında, Ankara’daki Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi, bilhassa
Chopin konulu bir resital/söyleşi hazırlamamı istedi benden.
Bunun üzerine bir hayli araştırma yaptım. Chopin ve döneminin
müziği ile ilgili kaynaklar taradım. Chopin, hâlihazırda çok bilinen
ve eserleri çok çalınan bir besteci olduğu için ben onun op.1
Rondo ve Paganini Çeşitlemeleri gibi nispeten az bilinen eserlerini
çalmayı seçtim. Ayrıca, Chopin’in çağdaşı olan, o dönemde
gündemde olup da bugün unutulmaya yüz tutmuş; “Henselt, Hiller,
Kalkbrenner“ gibi bestecileri de programa alıp, Chopin’in benzer
içerikli eserleriyle onlarınkileri karşılaştırma imkânı sunmak istedim
dinleyiciye.
Resital sonunda sunduğunuz doğaçlama nasıl bir geleneksel
uygulamanın yansıması?
Bugün klasik müzik konserlerinde hemen hiç rastlanmayan, ancak
Chopin’in zamanında yapılan dinletilerin baş tacı diyebileceğimiz
bir gelenek vardı. Genellikle konserin sonunda, dinleyicilerin
spontane olarak önerdiği bir tema üzerine doğaçlama yapmak. O
zamanlar yaygın olan, icracı ve besteci kimliğini kendinde toplamış
sanatçıların, ustalıklarının ileri safhalarını gösterme imkânı bulduğu,
interaktif bir uygulama.
Bu gibi açıklamalı resitallerinize devam etmek istediğinizi ve özellikle
okullarda klasik müziği tanıtma ve sevdirme adına değişik şehirlerde
16 akob
TEMMUZ 2010
yapılacak bir “Açıklamalı Resital Programı Serisi” için sponsor
arayışında olduğunuzu söylemiştiniz. Bu konuda bir gelişme var mı?
Maalesef, bu sezonu bu açıklamalı konserlerden 3-5 tane yapmış
olarak kapatıyorum. Gönlümde yatansa, bütün bir yurt turnesi!
Önümüzdeki sezon için bu konuda çalışmalar sürüyor. Destek
bulduğum takdirde; bilhassa güzel sanatlar liseleri ve müzik eğitimi
veren diğer kurumların olduğu tüm illerimizde bu programları
sunmak istiyorum. Ülkemizde maalesef, eğlence müziğine büyük
paralar harcanırken, eğitim amaçlı müziğe zor ödenek çıkıyor.
Türkiye’de eğitime önem veren ve imkânı olan kurum ve şahısları,
müziğin eğitim amaçlı kullanım sahalarına daha çok destek
vermeye davet ediyorum.
İzlediğimiz kadarıyla sanat yaşamınızda çok çeşitli kulvarlarda
koşuyorsunuz. Klasik Batı Müziği, Geleneksel Türk Müziği, değişik
gruplar ile Caz, Latin, Orta Doğu Müziği, Orta Asya Müziği… Bu
çeşitlilik nereden geliyor?
Bu durum, biraz kendi zevklerimin çeşitliliğinden ileri geliyor,
biraz da müzisyen olarak iş bulma imkanımı artırmak adına ister
istemez oluştu. Konser piyanisti olmaya gittiğim Amerika’da,
etrafımda fazlasıyla konser piyanisti vardı. Ama kanun çalan kimse
yoktu ve buna talep vardı! Salaam, Silk Road, Orquesta Son
gibi grupların, doğaçlama yapabilen ve çaldıkları müzik türüne
uyum sağlayabilecek bir piyaniste ihtiyaçları vardı; benim de işe!
Böylelikle, bu gruplarla çeşitli etnik müzik türlerine giriş yaptım.
Aslında çağımızın bir çok müzisyeni bu durumda. Akademik bir alt
yapısı dahi olsa, geçinebilmek için “ekstra”lara gitmesi gerekiyor.
Bu işlerde de caz, pop, Türk müziği vs. çalması gerekiyor. Bu bence
iyi bir şey. En az bir dalda ustalaşmak kaydıyla, bir müzisyenin
diğer müzik türleri hakkında ne kadar birikimi ve deneyimi olursa,
UZUN YILLAR KANUN
MEKANİZMASINA SAHİP BİR PİYANO
YAPTIRMAK İSTEYEN SANATÇININ
HAYALLERİ İNGİLTERE’DE
GERÇEKLEŞTİRİLDİ! ARTIK BÜTÜN
İŞ BU PİYANONUN TANITIM İÇİN
TÜRKİYE’YE GETİRTİLMESİ. SANATÇI
BU KONUDA SPONSORLARA
SESLENİYOR.
yaptığı işi o kadar iyi perspektife oturtabilir. Kaldı ki, çağımızda
en yaygın müzik türü doğu-batı sentezi. Dünya küçülüyor. Artık
hiç gitmediğiniz bir ülkenin müziğine internet sayesinde süratle
ulaşabiliyorsunuz.
Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi piyano ve kompozisyon
bölümlerinden mezunsunuz. Sağlam bir akademik Klasik Batı
Müziği eğitiminiz ve temeliniz var. Mersin’deki konserinizde
bunu izledik. Piyanonun yanında akordeon, kanun ve klavikord
çalıyorsunuz. Piyano ve bir Rönesans klavyeli çalgısı olan Klavikord
ile Türk müziği çaldığınızı söylediniz. Bunu nasıl yaptınız?
Malumunuz, bugün piyasada piyano veya org ile Türk müziği
çalmaya girişen pek çok müzisyen var. TRT’nin bile bazı Türk Sanat
Müziği programlarında piyano kullanılıyor. Bu görünüm, konuya
vakıf olmayan bir izleyicide; geleneksel Türk müziğinin, bir batı
çalgısı olan kemanla rahatlıkla çalınabildiği gibi, bir diğer batı çalgısı
olan piyanoyla da pekâlâ çalınabilir olduğu düşüncesini doğurabilir.
Ne var ki, Piyano ve diğer klavyeli çalgılar, yapıları gereği, Türk
müziğini -otantik haliyle- çalmaya pek elverişli değiller. Bu konuda
yapılan girişimler çoğu zaman, Türk müziğinin bazı inceliklerinden
feragat etmeyi gerektiriyor. Neden? Çünkü Türkçemizde nasıl, “ğ,
ı…” gibi çoğu Batı dilinde olmayan bazı harfler ve sesler varsa;
geleneksel Türk müziğinde de, Batı müziğinde kullanılmayan
perdeler, yani “komalar” var. Bu sesler, her ne kadar bugün
batıda kullanılmasa da, batılıların keman, çello gibi “perdesiz” telli
çalgılarında mümkün. Ama piyano gibi klavyeli çalgılarda mümkün
değil. Bir benzetme yapmak gerekirse: “ğ, ı, ö, ç…" gibi Türkçe
karakterleri içermeyen bir daktilo ile Türkçe bir metin yazmaya
kalktığınızı hayal edin. Sonuç; “yabancı aksanıyla konuşulan, eksik
ve inceliksiz bir Türkçe” olacaktır! Bu duruma mahal vermemenin
bir yolu, o karakterleri bulundurmayan kelimeler kullanmak.
Mamafih, bu da hareket sahanızı bir hayli daraltır. Bir diğer yol
da, daktilodaki “o” harfini söküp, yerine “ö” koymak ki, o zaman
da “o” harfinden yoksun kalırsınız! İşte, piyano ile Türk müziği
çalmaya soyunan her piyanistin içine düştüğü çıkmaz. Ben, piyano
ile tek başıma Türk müziği çalmaya kalkıştığımda, “inceliksiz
Türkçe” tuzağına düşmemek için, 1. yöntemi kullanıyorum: yani
Türk müziğine özgü olup da piyanoda bulunmayan “komalı” sesleri
içermeyen eserler seçip icra ediyorum. Eğer icrama katılan kanun,
ney gibi Türk müziği çalgıları varsa, komalı sesleri onlara bırakıyor,
ben basmıyorum. Bunun yanı sıra, imkan buldukça, yukarıda
daktilo örneğinde bahsettiğim 2. yöntemi de uyguluyorum.
Akortlanması piyanoya göre daha kolay bir çalgı olan klavikord
ve evdeki 2. piyanomun akordunu değiştirerek, bazı komaları
içermelerini sağladım. Böylelikle, akustik bir piyano ile Hüseyni,
Karcığar, Saba gibi makamları çalınabilir kıldım. Ancak, “o-ö”
meselesinde olduğu gibi, o piyanoyla da artık Nihavent,
Mahur gibi makamlar çalınamıyor.
Yıllardır kanun mekanizmasına sahip bir piyano yaptırmayı hayal
ettiğinizi, şimdi İngiltere’de böyle bir çalgının yapıldığını söylediniz.
Bu konuda bilgi verir misiniz lütfen?
Evet, uzun zamandır, böyle bir çalgı yaptırmayı hayal ediyordum:
doğunun ve batının ses imkânlarını tek ve özel bir çalgıda
toplamak; sonra da bu çalgının yardımıyla, Türk müziğini,
komalarından arındırmadan çokseslendirmek için! Bu hayali
kuran tek kişi ben değildim. Türk ve diğer bazı doğu müziklerinin
özgün “komalı” halleriyle piyanoda çalınabilmeleri için, bildiğimiz
piyanoyu, ayrıca akordeon ve org gibi diğer klavyeli çalgıları
modifiye etme çabalarının en az yüz yıllık bir geçmişi var. Bilhassa
Arapların yaptırdığı akordeon ve elektronik orglar var, Arap
müziğine yetecek kadar koma basabilen. Ama perde bakımından
çok daha karmaşık/zengin olan klasik Türk musikisi için tam
anlamıyla elverişli klavyeli bir çalgı, prototip olarak bile yoktu, yakın
zamana kadar. Sonunda böyle bir çalgı da icat edildi: İngiltere’den
Geoff Smith adlı bir müzisyen tarafından. Adı: Fluid Piano
(akışkan piyano). Çalgı, kasım 2009’dan beri Avrupa kamuoyuna
tanıtılmakta. Smith’in icadı, şu ana kadar Hintli, Arap ve İranlı
müzisyenler ve otoritelerin desteğini almış bulunuyor. Ancak
Türkiye’nin veya Türk müziğinin adı geçmiyor ilgili haberlerde.
Oysa bu çalgıya en çok bizim ihtiyacımız var! Çünkü dünyadaki
en karmaşık komalı sistemlerden birine sahibiz. Fluid Piano’nun
Türkiye’ye getirtilmesi lazım.
Umarım mesajlarınız duyarlı müziksever kişilere ve kurumlara ulaşır
ve güzel ve ilginç projelerinizi gerçekleştirme fırsatı bulursunuz. Bu
güzel söyleşimiz için çok teşekkür ediyoruz size. Kim bilir belki de
yakında sizi Mersin’de Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Lisesi, Mersin
Konservatuvarı ya da diğer okullarımızda tekrar izlemek fırsatını
buluruz.
İçten dileklerinize teşekkürler. İlk resitalimi 1991’de Mersin’de
vermiştim. Beni yıllar sonra tekrar Mersinli müzikseverlerle
buluşturan AKOB yöneticilerine de ayrıca teşekkür ediyorum.
akob
TEMMUZ 2010
17
TÜRK MÜZİĞİNİN
PİYANOYA UYARLANMASINDA
BİR ÇIĞIR AÇACAK
Atomun parçalanmasının
müziksel karşılığı...
Besteci piyanoyu yeniden
keşfediyor...
The Guardian.
FLUID PIANO
AKIŞKAN PİYANO
1885 yılından sonra tasarımında çok az değişiklik olan
modern piyano, İngiltere’de Geoff Smith tarafından yeniden
yaratılarak müzik alemine sunuldu. Yapımcısı tarafından Fluid
Piano – Akışkan Piyano adı verilen enstrümanın ilk takdimi
28 Kasım 2009 günü Ingiltere’de Surrey Üniversitesi’nde
yapıldı.
Otoritelerce piyano imalatında yeni bir devrim diye
nitelendirilen müzik alanındaki bu buluş, atomun
parçalanmasına eşdeğer önemde görülüyor! Mart 2010
ayında Londra’da yeni enstrüman ile verilen konserler çok ilgi
çekti. Projeye başından sonuna İngiltere Sanat Konseyi (Art
Council / England) destek verdi.
Geoff Smith’in icadı olan Fluid Piano ile artık notalar arası
sesleri aynen kanunda olduğu gibi anında müdaheleler ile
çıkartmak mümkün olacaktır. Sabit akorda gerek kalmayacak
ve sanatçı performans öncesinde veya enstrümanı çalarken
akordunu kendi yapacaktır. Bu çok kültürlü ya da inter-etnik
akustik piyano imalatında devrim yaratacak bir buluştur.
Piyanoyu uluslararası bir enstrüman konumuna getirecektir.
Burada hemen söyleyelim: İsteyen müzisyenler piyano
akordu ile oynamayarak piyanoyu standard batı müziği sabit
akordunda da çalabileceklerdir. Bu bakımdan yıllardır klasik
batı müziğinin zengin repertuvarını icra edenler ile bu yolda
ürün veren çağdaş bestecilerin kaygılanmasına da gerek
olmadığının altı çizilmelidir.
Geoff Smith halen enstrümanın seri üretimi konusunda
sponsor arayışlarını sürdürüyor. Seri üretimine başlandığında
özellikle doğu müzik dünyasının bu yeni enstrüman ile çok
ilgilenebileceği anlaşılmaktadır.
Burada, yukarıdaki “çok kültürlü akustik piyano”
deyişine vurgu yapmamız gerekiyor, çünkü bu piyano ile
müziklerindeki komalı perdeleri kullanabilen doğu ülkeleri
müzisyenleri yeni ufuklara yelken açacaklardır.
Geoff Smith bu konuda gayet güvenli konuşuyor. 300 yıl
18 akob
TEMMUZ 2010
önce piyano ilk ortaya çıktığında da çalgının besteci ve
müzisyenler tarafından pek rağbet görmediğini ve kabul
edilmesinin hayli zaman aldığını belirtiyor. Günümüz
imkanları ile Fluid Piano’nun çok daha kısa zamanda
müzik insanlarınca tanınacağını ve kullanılacağını, bu
enstrümanla tüm dünyada yeni müzik bestelerinin
yapılarak icra edileceğini düşünüyor. Daha tutucu
kulaklar için bunun biraz daha uzun bir süre alabileceğini
kabul etmekle beraber, yüz yıldır tasarımı değişmeyen
modern piyanonun yeteneklerini arttıran Fluid Piano’nun
artık sadece batı müziği enstrümanı olmaktan çıkıp tüm
dünyanın enstrümanı olacağını iddia ediyor.
Fluid Piano hakkında mucit Geoff Smith ile
yazışmalarımızdan ve Piyanist Hakan Ali Toker ile
yaptığımız görüşmelerimizden çıkan sonuç şudur: Doğu
müzisyenlerinin baş tacı olmaya aday Fluid Piano ile
komalı ve karmaşık yapılı Türk müziği besteleri artık
kolayca çalınabilecek ve bu yeni çalgı çağdaş Türk
bestecileri tarafından aranan bir enstrüman olacaktır. Bu
enstrüman Türk müziğinde devrim yaratacaktır.
Geoff Smith ile yapılan yazışmalar sonunda kendisinin
Türkiye’ye gelerek konu üzerinde istişarelerde bulunmaya
sıcak baktığını burada belirtmek yerinde olacaktır. Hakan
Ali Toker’in bu konuda ön alacağını ve Fluid Piano’nun da
Türkiye’ye getirilerek bir konser dizisi ile tanıtılması için
sponsor arayışlarına başladığını biliyor ve duyarlı ve ilgili
kişi ve kuruluşlara bunu buradan duyurmayı bir görev
biliyoruz. AKOB
AKOB SEYİR DEFTERİ
Sezonun bu son konseri aslında bir “Yeni Yıl
Konseri” olmalıydı. Viyana Vals, Polka ve Şarkıları ile
şenlenen Mersinli müzik severler ruhlarını müzikle
yıkadılar. Konserin sürpriz sunucu-çevirmeni, AKOB
başkanı Fazıl Tütüner tüm konser boyunca sahnede
oturdu. Şef Pfleger her parçayı çalmadan önce anons
ederken tercüme için yanına gitti. Çok değişik bir
deneyim yaşadığını, sahnede hem orkestrayı, hem
de dinleyicileri izleme fırsatını bulduğunu söyleyen
Tütüner, AKOB’un artık çok daha etkin bir şekilde
kentlisinin hizmetinde olacağını ve yeni etkinlikleri
ile Mersin kültür yaşamına katkısını sürdürmeye
devam edeceğini belirtti.
Avusturya Büyükelçiliği’nin Türkiye’ye davet ettiği Johann
Strauss Topluluğu, İzmir, Antakya, Mersin, Edirne ve İstanbul’da
konserler verdi. On orkestra elemanı ve iki solistten oluşan
gruba kentimizde AKOB ev sahipliği yaptı. Antakya konserinin
ertesi günü AKOB, özel kiralanan bir otobüsle Antakya’ya
giderek, topluluk elemanları ile birlikte Avusturya Büyükelçisi
Dr. Heidemaria Gürer ile Viyana Eyaleti Uluslararası Etkinlikler
Müdürü Dr. Haydar Sarı’yı, Avusturya Antakya Fahri Konsolosu
Mehmet Kılıç’tan devralarak Mersin’e taşıdı. Yol boyunca rehber
Davut Oğuzcan’ın, zengin bilgi dağarcığı içinden, mükemmel
Almancası ile bölgenin bugününü ve geçmişini konuklara
aktarması yolculuğu adeta turistik bir geziye dönüştürdü.
Tarsus’ta küçük bir kent turu yaptıktan sonra bol köpüklü
sularıyla çağıldayan Tarsus’un ünlü şelale tesislerinde yenilen
yöre yemekleri konuklar için günün bir diğer sürprizi oldu.
Mersin Hilton’a yerleştirilen müzisyenlerin bir bölümü kendilerini
hemen havuzun soğuk sularına bıraktılar. Üç saatlik bir
dinlenmeden sonra topluluk prova için konser mekânı olan
Mersin Büyükşehir Belediyesi Kongre Merkezi’ne götürüldü.
Kongre Merkezi’nde orkestra için gerekli olan piyano önceden
Hakan Gürkan’ın kurduğu temaslar ve Vahap Kokulu’nun
organizasyonu ile özel taşıyıcılar tarafından Yelda Sanat
Merkezi’nden alınarak kamyonetle kongre merkezine taşınmıştı.
Adana’dan çağrılan Mustafa Çıtak piyanonun akordunu yaptı.
Yapılan ses kontrollerinde 900 koltuklu salonun her tarafına
müziğin ulaşabilmesi için elektronik ses düzeni ile müziğin
güçlendirilmesi kararlaştırıldı ve sesin doğallığını yitirmemesi için
mikrofonlar orkestranın birkaç metre uzağına kondu. Ancak
sanatçılar hem piyanodan, hem de salonun akustiğinden hoşnut
kalmadılar. Fakat başka bir seçenek yoktu; çünkü akustiği ve
piyanosu çok iyi olan Mersin Kültür Merkezi’nde ayni akşam
Devlet Opera ve Balesi yine Johann Strauss’un ünlü bir eserini,
Yarasa Opereti’ni sahnelemekteydi. Bunu duyan sanatçılar çok
memnun oldular. Mersin’de konser verdikleri gece iki farklı
mekânda Johann Strauss vardı!
Salon açılmadan önce konuklara AKOB Kültür ve Sanat
Dergisi’nin Mayıs sayısı ücretsiz olarak dağıtıldı. Dergiyi ellerine
alanlar çok etkilendiklerini, Mersin’de böyle bir derginin
çıkartılmasının kent kültürüne ve kent imajına büyük katkılar
sağlayacağına inandıklarını söylediler.
Konserden önce, Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Başkanı ve
Avusturya Mersin Fahri Konsolosu Fazıl Tütüner bir konuşma
yaparak: Mersin’in son yirmi yılda birçok müzik kurumu
20 akob
TEMMUZ 2010
11 MAYIS 2010
MERSİN KONGRE MERKEZİ
VİYANA
JOHANN STRAUSS
ENSEMBLE
KONSERİ
kazandığını, kentte müzik etkinliklerinin hızla arttığını, Mersin’in
bir sanat ve müzik kenti olarak dünyaya açılmakta olduğunu
belirtti. AKOB’un müzik ülkesi olan Avusturya ile bir sanat köprüsü
inşa etmeye çalıştığını, bu konuda Büyükelçi Dr. Heidemaria
Gürer’in çok büyük katkıları olduğunu söyleyerek kendisine
AKOB ve kent müzikseverleri adına teşekkür etti. Fazıl Tütüner
Viyana’daki öğrencilik yıllarından arkadaşı olan Haydar Sarı’nın
bugün önemli bir göreve gelerek Viyana’nın uluslararası kültür
etkinliklerini yönetiyor olmasının, Mersin - Viyana sanat köprüsüne
de katkılar sağlayacağından emin olduğunu belirtti.
Topluluk sahnedeki yerini aldığında Şef Alfred Pfleger çalacakları
parçalar arasında açıklamalar yapacağını, bunların çevirisinin
yapılabilmesi için Fazıl Tütüner’in sahnede kalmasını istediğini
belirtince Fazıl Tütüner tüm konser süresince sahnede oturdu
ve çevirileri yaptı. Şef Pfleger, bu turneleri sırasında, Türkiye’nin
dışarıdan başka, içerden başka olduğunu gözlemlediklerini,
Türkiye’de çok mutlu günler geçirdiklerini, ülkeden, kültüründen
ve insanlarından çok olumlu etkilediklerini söyledi.
Orkestra 4 keman, 1 viyola, 1 çello, 1 kontrabass, 1 flüt, 1 klarnet
ve 1 piyanodan oluşuyordu. Orkestraya soprano Romano Beutel ve
bariton Sebastian Huppmann bazen tek, bazen düet olarak eşlik
ettiler. Düet yapan solistler, arada bir vals yaptılar. Repertuar klasik
Viyana vals müziğini, bazı Mozart operalarından parçaları, polkalar
ve Viyana şarkılarını kapsıyordu. Yapılan çevirili açıklamalar
izleyicinin Viyana müziğinin içine girmesini kolaylaştırıyordu.
700 e yakın izleyici sanatçıları bol bol alkışladı. Orkestra iki bis
çalarak alkışlara karşılık verdi. Sahneye davet edilen ve sanatçılarla
birlikte kendisine de çiçek sunulan Büyükelçi Gürer, Avusturya
Türkiye Sanat Köprüsü kurmaya istekli olduklarını ve bunun için
çalıştıklarını, Mersin’de bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyledi.
Birçok izleyici konser çıkışı AKOB yetkililerine çok güzel bir akşam
yaşadıklarını belirterek teşekkür etti.
Konuk grup konser sonrası bir balık lokantasına davet edildi. Açık
havada yeşillikler altında, denizden gelen esintiler ve çiçekler
arasında, sohbetlerle ve Akdeniz ürünleriyle zenginleştirilmiş
sofrada, Vali Yardımcısı Ahmet Büyükçelik’in de katılımıyla, o
akşam kendilerine sunulan müzikle daha güzel bir dünyaya girmiş
olan insanlar, ülkelerarası iletişimin, kültürlerarası buluşmanın
tadını çıkardılar.
AKOB ertesi sabah konuklarıyla, onlar Hilton’un bahçesinde
palmiyeler arasından denizi seyrederek kahvaltı ederlerken buluştu
ve otobüsle Adana havaalanına taşıdı. Güzel bir AKOB konseri
daha son bulmuştu.
Büyükelçi Gürer bir süre sonra emeği geçenlere teşekkür
mektupları yolladı. Orkestra Şefi Alfred Pfleger ise Avusturya’dan
gönderdiği mektupla, bütün sanatçılar adına, yürekten gelen
ağırlama ve mükemmel organizasyon için teşekkür etti. Mersin’de
geçen zamanın, kıyıdaki otelin, yemek davetlerinin harika
olduğunu, o akşam Mersinli konser izleyicisinin çok şık, duyarlı ve
kültürlü olduğunu belirtti.
Mersin 11 Mayıs 2010 da harika bir Johann Strauss gecesi yaşamış
oldu.
Darısı gelecek konserlere diyelim. AKOB
akob
TEMMUZ 2010
21
Müzik Şehri
Mersin
Musical
Mersin
by
Alexandra
Ivanoff
Çeviri
İhsan Toksöz
Sadece profesyonel bir fırsat olmasının yanı sıra AKOB’ un
etkileyici yeni dergisinin bu ilk sayılarında yazmak, benim için
Türkiye ile olan ilişkilerimde kişisel bir kısmet işareti. Amerikalı
bir müzisyen, öğretmen ve gazeteciyim ve halen İstanbul’da
yaşıyorum. Ancak bu ülkeye ilk geldiğimde kaldığım yer
olan Mersin hakkındaki hatıralarım hala tazeliğini koruyor.
Gördüğüm misafirperverlik ve orada gözlemlediğim sanatsal
çabalara olan destek ve ilgi ve de şaşırtıcı derecedeki sofistike
evrensel yaklaşım, benim için sıcak ve samimi bir atmosferdi.
Mersin’de olduğu kadar ülkenin diğer yerlerinde de klasik müzik
hakkında farklı bir merak olduğunu hissettim. Tüm yaşamımı
Amerika’nın profesyonel müzik çevrelerinde yaşamış biri olarak
buradaki deneyimlerimi ülkemdekilerle karşılaştırma yapmadan
edemedim.
Mersin’e ilk defa 2002 yılında, İhsan Toksöz ve diğer bazı
kültürel yerel etkinlikler düzenleyen kişilerin (çoğu şimdi AKOB
üyeleri) genç bir Rus piyanisti olan Sergei Podobedov’u Mersin’
de bir resital vermek üzerine davet etmeleri sebebiyle geldim.
O zamanlar Sergei’nin menajeri idim ve bir Amerikalı olarak
benim için Türkiye’ye bir seyahat egzotik bir fırsat olduğundan
bu konser turunda ona takılmaya karar verdim, Ancak böylesine
unutulmaz derinlikli bir deneyime hiç de hazırlıklı değildim. Bu
ülkenin mıknatısı tüm gücü ile beni geri çekti; 2006 ve 2007’de
Türkiye’ye sonradan yaptığım seyahatler beni burada yaşamaya
ikna etti. Profesyonel imkânların varlığı nedeni ile İstanbul’da
yerleştim ve geçen Aralık ayında bu Akdeniz liman şehrinin
müzik ve sanat yaşamıyla tekrar tanışmak için Mersin’i bir kez
daha ziyaret ettim
22 akob
TEMMUZ 2010
The opportunity to write in this early edition of AKOB's
impressive new magazine is more than a professional
venue; it is personally a sign of kismet* in my relationship
to Turkey. I'm an American musician, teacher, and
journalist, and I now live in İstanbul. But Mersin was
the place where I stayed on my first visit to this country
and my memories of that occasion are still sweet. The
hospitality I received, the support of and interest in
artistic endeavors that I noticed here, and the surprising
amount of sophisticated global attitude was a warm and
welcoming atmosphere. I felt here in Mersin, as well as
around the country, a different kind of curiosity about
classical music. Having lived my entire life in professional
music circles in America, I couldn't help compare the
experience here to what I knew back home.
I first came to Mersin in 2002 at the invitation of Ihsan
Toksöz, who, along with other local cultural organizers
(many of them are now members of AKOB), had invited a
young Russian pianist (Sergei Podobedov) to play a recital
in Mersin. I was Sergei's manager at the time and I decided
to tag along on his concert tour of the country, since a trip
to Turkey was for me, an American, an exotic opportunity.
But I was not prepared for such a memorable depth of
experience. The magnetism of this country pulled me back
to it full force; subsequent return trips to Turkey in 2006
and 2007 convinced me to live here. I settled in İstanbul
because of the professional opportunities available there
and I revisited Mersin last December to reacquaint myself
with this Mediterranean seaport's musical and artistic life.
İlginç bir
karşılaştırma
Üç yıldan fazla bir süredir Türkiye’de yaşayan, birkaç yayın
organında yazan bir müzik gazetecisi ve iki okulda müzik
öğretmenliği yapan bir yabancı olarak, bana göre Türkiye’de
müziğin kendine özgü bir durumu var. Avrupa polifonik ve
armonik müziği ile hiçbir benzerliği olmayan, folk kökenli özgün
bir müziği olan Türkiye’nin devlet müzik eğitim sisteminde klasik
batı müziği eğitimi şaşırtıcı derecede çok gelişmiş ve çok sayıda
bu müziği icra eden kuruluşlar mevcut. İşte size bu ifademi
destekleyecek bazı ilginç nedenler;
1 ) Türkiye ve Amerika 20 yüzyıl başlarında Avrupa müziğini
resmen bir sanat müziği olarak tanımış ve kabul etmiş olmalarına
rağmen, Amerika şimdi onu düşkün bir yaşlı durumunda
bakım evine havale etmişken Türkiye besteci ve yorumcularını
onurlandırmakta, değer vermekte ve ödüllendirmektedir. Fazıl
Say bir film yıldızı kadar ünlüdür. Cihan Aşkın’ın ismi bazı
politikacılar kadar sıklıkla basında yer almaktadır. İdil Biret (şimdi
dünya çapındaki kariyerinin 50 yılında) halâ konser turnelerine
devam etmekte ve bir pop şarkıcısı kadar övgüler almaktadır.
Ve merhum, sevgili Leyla Gencer; Tüm Devlet Opera Korosu ve
Orkestrası onun uğurlama töreninde, bir gemi güvertesinden
(vasiyetini yerine getirmek için) külleri Boğaziçi’ne savrulurken,
deniz kenarında bir Requiem çaldı. Amerika’da bir opera şarkıcısı
için bu hiçbir zaman olamazdı!
2 ) “Andante”, Türkiye’de klasik müzik konserlerine adanmış bu
zarif ve kapsamlı dergi Amerika’da bulunmayan bir yayın örneği.
Amerika’da belirli bir kesime hitap eden ve sadece piyano, yaylı
çalgılar ve operadan bahseden yayınlar var. Tüm uygulamalı
sanatları kapsayan, haber ve veri özetleri veren sadece bir online
dergi var: MusicalAmerica.com.
3 ) Andante’nin ayak izlerini takip eden, ayni şekilde zarif
ve bilgilendirici dergi “AKOB”, Türkiye’nin güneyinde müzik
alanında, özellikle opera ve baleye odaklanarak, detaylı olarak
kimin, nerede, ne yaptığı bilgisini veriyor.
4 ) Küçük ama prestijli bir küresel endüstri olan hassas yaylı
çalgılar yaratımına katılan Türkiye, keman üreten üç okula sahip;
İstanbul Teknik Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi ve Eskişehir
Anadolu Üniversitesi. Ve çeşitli şehirlerde sayısız özel atölyeler…
5 ) İstanbul’un üç büyük senfoni orkestrası var. Amerika’nın
kültür başkenti New York’un ise sadece bir!
Uygar bir toplumun tanımlanmasında müziğin
rolünü övdüğü diğer birçok deyişinde Atatürk,
gerçekte bu sanatın başlı başına uygarlaştırıcı
bir güç olduğuna inanmaktadır. Keşke diğer
uluslar da böyle derin öngörüşlü rehberliğe
sahip olabilselerdi.
Atatürk's many other statements in
which he extolled music's role in helping
to define a civilized society suggested
that he believed this art form is, in fact,
a civilizing force by itself. I wish other
nations in the world had such deeply
insightful guidance for their citizens.
it's interesting to
compare
Since having lived in Turkey for over three years now, and
working as a music journalist for several publications and
a music teacher in two schools, I feel that my foreigner's
perspective on the state of music in Turkey is a unique
one. For a country whose indigenous music developed
from folk origins and bears little resemblance to European
polyphony and harmony, Turkey's state music education
system is astonishingly well-developed in the instruction
of western classical music, and there's a huge number of
performing organizations that perform it. Here are some
interesting reasons to support that statement:
1) Though both Turkey and America had formally adopted
and acknowledged European music as an important
art form in the early part of the 20th century, the U.S.
has now relegated it to the status of an infirm elder
in a nursing home, whereas Turkey honors, values and
rewards its native composers and performers. Fazıl Say
is just as much of a celebrity as a film star. Cihat Aşkın's
name appears in the press as often as some politicians. Idil
Biret (now in her fifth decade of a world-wide career) is
still going strong on the concert circuit and receives the
equivalent adulation of a pop singer. And at the veda**
of the dear departed Leyla Gencer, the entire State Opera
Chorus and Orchestra performed a requiem at the seaside
as her ashes were thrown in the Bosphorus from a ship's
deck. This would never happen in the U.S. for an opera
singer!
2) "Andante," a sleek and comprehensive magazine
devoted to classical music performance in Turkey is an
example of a publication that doesn't exist in the U.S.
In America, there are only niche publications that talk
exclusively about piano, or strings, or opera. Only one
webzine, MusicalAmerica.com, is a news- and dataoriented compendium that covers all the performing arts.
3) Following in Andante's footsteps, "AKOB" is now a
similarly shiny and informative magazine that covers
all the details of who's doing what and where in the
southern Turkey region's musical sphere, with a particular
focus on opera and ballet.
4) Joining the small but prestigious global industry of
creating fine stringed instruments, Turkey has three
violin-making schools: in İstanbul Teknik Universitesi, Ege
Universitesi in Izmir, and Anadolu Universitesi in Eskişehir,
and numerous private ateliers exist in several cities.
5) Istanbul has three large symphony orchestras, and New
York City (America's culture capital) has one!
* Kısmet : Fortune, destiny.
** Veda : to say farewell to...
akob
TEMMUZ 2010
23
Mersin'in harikaları
Mersin kültürel yaşamında Batı müziğinin modern sanat bilinci ile
olağanüstü bütünleşmesini kanıtlayan üç önemli kuruma sahip.
Devlet Opera ve Balesi, Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuvarı
ve Akademik Oda Orkestrası ve her yıl yapılan Avrupa Festivaller
Birliği (EFA) onaylı Mersin Uluslararası Müzik Festivali.
Bunların dışında AKOB (Akdeniz Opera ve Bale Kulübü) ve
Mersin Polifonik Korolar Derneği de özel bir sözü hak ediyor.
Sonuncusu, birçok Avrupa şehrinde sahne almış, uluslararası
festival ve yarışmalardan ( Olomouc, Çek Cumhuriyeti ‘2006’ ve
St. Petersburg’, Rusya ‘2008’ ) madalyalarla dönmüş bir kuruluş.
Şu anki 842.000 nüfusu ile Mersin, müzik yaşamı bakımından bu
ölçekli ortalama bir Amerikan şehrinden çok daha fazlasına sahip.
Süregelen müzik etkinlikleri içinde AKOB tarafından düzenlenen
konserler ile konservatuvar bünyesindeki konserler, resitaller,
uzmanlık kursları, yaylı çalgılar yarışmaları vb. listeye dahil
edilmeli. Festival mekânları olarak kullanılan, opera salonunun
mükemmel akustiği, konservatuvar konser salonları, kiliseler ve
muhtelif tarihi binaları Mersin’i Türkiye’nin en iyi müzisyenleri,
bestecileri, konser şefleri ve sanatçıları tarafından tercih edilen bir
şehir ve uluslararası müzik sanatçıları tarafından tercih edilen bir
turne yeri yapmaktadır.
Mersin’deki herkes akıl almaz ileri görüşlülüğü için efsanevi
valileri Tevfik Sırrı Gür’e diz çökerek dua etmelidir. O etrafındaki
destekçileri ile 1940’ların ortalarında, Mersin Halkevi’nin bir
tiyatro sahnesi ve orkestra yeri ile planlanarak yapımı konusunda
büyük savaşım vermiştir. Böylece bina, yeni cumhuriyetin
başlarında bir Halkevi olarak hizmet verme amacı dışında,
faydalı ve güzel bir uygulamalı sanatlar mekânı olmuştur. Neyse
ki bina iyi muhafaza edilmiş, tarihi niteliklerini tahrip edecek
malzemelerle ve modern toplantı salonlarının akustik bir müzik
sunumunu korkunç hale getiren titreşimini emecek berbat ses
geçirmez dolgu maddeleri ile bozulmamış bulunuyor.
Devlet Müzik Konservatuvarı öğrencilerine ve öğretim
görevlilerine hizmet veren keman yapım ve tamir stüdyosu olan
diğer iki şehre ( Ankara ve İzmir ) Mersin de katılmış bulunuyor.
Mersin ayni zamanda keman yapımı konusunda seminerlere de
ev sahipliği yapıyor. Mersin Konservatuvarı girişindeki duvarda
Atatürk’ün şu sözleri yer alıyor. “Bir milletin yenileşmesinde ölçüt,
musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.” Uygar bir
toplumun tanımlanmasında müziğin rolünü övdüğü diğer birçok
deyişinde Atatürk, gerçekte bu sanatın başlı başına uygarlaştırıcı
bir güç olduğuna inanmaktadır. Keşke diğer uluslar da böyle
derin öngörüşlü rehberliğe sahip olabilselerdi.
Alexandra Ivanoff Fransız Kültür Merkezi ve Beşiktaş Müzik
Merkezi’nde keman ve şan öğretmenliği yapmakta ve düzenli
olarak TIME OUT ISTANBUL ve JAZZ dergilerinde ve TODAY'S
ZAMAN gazetesinde yazmakta, yazıları ANDANTE dergisinde
yayınlanmaktadır
[email protected]
www.inavoffartist.com
www.besiktasmuzik.com / brans.php?t id=54
www.efmistanbul.org
24 akob
TEMMUZ 2010
Mersin's marvels
Mersin has three important institutions in its cultural life
that attest to this remarkable integration of Western music
into modern arts consciousness: The State Opera & Ballet,
the Mersin University State Conservatory & Academic
Chamber Orchestra and the annual European Festivals
Association (EFA) approved Mersin International Music
Festival.
Apart from these, AKOB (Mediterranean Opera & Ballet
Club) and Mersin Polyphonic Chorus Association also
deserve special mention. The latter has performed in
many European cities and brought back medals from
international festivals and competitions, such as Olomouc,
Czech Republic (2006) and St. Petersburg, Russia (2008).
A city whose current population is around 842,000,
Mersin has more going on in its musical life than the
average American city of the same size. Also included in
the list of ongoing classical musical events are concerts
organized by AKOB, and concerts, recitals, masterclasses,
string competitions and seminars within the scope of the
Conservatory. And because of the fine acoustics of the
Opera House, the Conservatory's concert halls, churches
and various historic buildings that serve as festival venues,
Mersin is a regular destination for most of Turkey's best
musicians, composers, conductors, and singers, and a
touring destination for international musical artists.
Everyone in Mersin should get down on their hands and
knees and bless the memory of the legendary mayor,
Tevfik Sırrı Gür, for his fantastic foresight. He, with his
supporters, fought vigorously for Mersin's Halkevi to
be designed and built with a proscenium stage and an
orchestra pit in the mid-1940s. So in addition to fulfilling
the building's mandate to be a community center at
the beginning of the new Republic, it also became a
useful and beautiful performing arts venue. It's one that,
thankfully, has been preserved and not violated with
materials that would destroy its original historical qualities
or suck up the room's resonance with dreadful soundproofing stuff that makes modern auditoriums a horror
for acoustic music presentation.
Mersin joins two other Turkish cities (Ankara and Izmir)
that have a violin making/repair studio in the State
Conservatory of Music to serve students' and faculty's
string needs. Mersin's also hosts seminars on the subject
of violin making. Emblazoned on the wall in the entrance
to the Mersin Conservatory are the words of Atatürk:
"The criterion of the new change of a nation is its ability
to receive and comprehend music." Atatürk's many other
statements in which he extolled music's role in helping to
define a civilized society suggested that he believed this
art form is, in fact, a civilizing force by itself. I wish other
nations in the world had such deeply insightful guidance
for their citizens.
Soprano
Işıl Azaz
Mersin Devlet
Opera ve Balesi
Sevgili Işıl, şan eğitimi lise eğitimi bittikten sonra başlıyor. Eminim
ki önceleri de içinde hep müzik vardı. Sende ki müzik aşkı nasıl
oluştu, kim tarafından yönlendirildin bizlere anlatır mısın?
Evet! Evvelden de içimde yaşayan bir müzik aşkı vardı. Gitar
çalıp şarkı söylemek bana değişik bir huzur veriyordu. Hobi
amaçlı yapıyordum. Ailem müziğe olan ilgime saygı duyuyor,
beni destekliyordu. Daha önceki hedefim olan kimya bölümünü
seçmiş ve 1985 yılında Ege Üniversitesi’nde bir yıl okumuştum ama
içimdeki müzik isteğimin ağır bastığını giderek hissediyordum.
Ve sonunda müziksiz yapamayacağıma, meslek olarak seçmem
gerektiğine karar verdim.
Konservatuvara girmek istediğimde beni Sevda Aydan dinledi ve
kesinlikle bu işe başlamam gerektiğini söyledi. Konservatuvara
girdiğimde şan öğretmenim Prof. Müfit Bayraşa, sahne öğretmenim
Necdet Aydın oldu. Sonradan dört yıl kadar da Roman Verlinsky ile
çalıştım.
Senin oldukça renkli ve merhametli bir kişilikte olduğunu biliyoruz.
Okul zamanında yine ön plana çıkan farklı ilgi alanların oldu mu?
Teşekkür ederim. Mümkün olduğunca elimdekileri paylaşmayı
seven bir insanım. Bir süre çocuk yurdundaki 5-6 yaşındaki
çocuklara müzik dersi verdim. Onlara bir şeyler kazandırmak
ve mutlu etmek beni de mutlu ediyordu. Üç sene Yapı ve Kredi
çocuk tiyatrosunda görev aldım. Bir keresinde rol gereği yüksek
çubukların üzerinde yürümem gerekti. Çok korkmuştum,
başaracağımı sanmıyordum. Ama başka çarem yoktu. Denedim ve
başardım. Tiyatromuzla Ege’de turnelere çıktık.
26 akob
TEMMUZ 2010
Söyleşi
F. Hakan Gürkan
[email protected]
Kendi sanatımı geliştirmek adına alakadar olduğum başka dallarda
da başarılarım oldu. Eskrim sahne duruşu için önemli bir spor
dalıdır. Bu dalda da kendimi oldukça geliştirerek turnuvalara katılıp
yarı finallere kadar çıktım.
Sanatçı için sahnenin atmosferi çok önemli. Peki, seni oldukça
etkileyip hayatında iz bırakan bir anın var mı? Ayrıca solo
söylemenin zorluğu ve bunu başarmak için yaptıklarını bizlerle
paylaşır mısın?
Birçok sahnede söyleme fırsatını yakaladım. Tarihi mekânlarda
söylemek her zaman beni çok etkilemiştir. Özellikle Aspendos
sahnesi çok özel bir mekândır. Binlerce seyirci önünde geçmişin
o değerli mirasının üzerinde sahnede rolümü yaşamak bana tarif
edilemez bir mutluluk vermiştir.
Solo söyleyebilmek için gerekli alt yapıyı tamamladığınızda bile
sonrasında onu korumak adına devamlı araştırmak çalışmak ve
iyiye taşımanız gerekiyor. Repertuarınızı ne kadar geliştirirseniz
kendinizin de o denli geliştiğini görürsünüz. Sağlığınıza normalden
daha çok dikkat etmeniz gerekir. Bir sağlık problemiyle kimi zaman
birçok şeyden mahrum kalabilirsiniz. Çünkü hayatınız sanatınız
üzerine kurulmuş ve o doğrultuda ilerlemektedir.
Sahnedeyken eser sonuna yaklaştığımızda çoğu zaman “Keşke
bitmese de en baştan tekrar devam etsem.” dediğim zamanlar
oluyor, doyamıyorum.
Sahne hayatına hazırlanırken ailenin de bu konuda önemli rol
oynadığını biliyoruz. Çünkü insan içindeki huzur veya huzursuzluk
sahneye yansıyabiliyor. Bizlere ailenden bahseder misin?
1992’de Mersin’e gelmiştim. 1994’de tanıştığım eşimin
adı gibi hayatıma “Uğur” getirdiğine inanıyorum. Kendisi
burada kalmamdaki en büyük sebeplerden biridir. İki
çocuğumuz var. İkisi de hobi olarak gitar ve piyanoyla
ilgileniyorlar. Eşim çok yönlü bir insan. Güzel sanatlara
oldukça meraklı… Birbirimizi bu konuda oldukça
destekliyoruz. Fotoğrafçılık konusunda zamanla iyi bir
yerlere geldi ve uluslararası bir yarışmada sergilemesi
oldu. En son Mersin Fotoğraf Derneği’nde de 18 Mart
2010 tarihinde, Çanakkale gezimizin sonunda çektiği
fotoğraflardan da slâyt gösterisi düzenledi. Huzur içindeki
aile ortamımdan sahneme yine huzur içinde çıkıyor
sanatım için elimden geleni yapıyorum.
Peki sevgili Işıl bu samimi sohbet için teşekkür ederiz.
Böylece seni sahnedeki sanatçı kimliğin dışında da tanıma
fırsatını elde etmiş olduk. Sana tüm hayatında başarılar
diliyoruz.
Ben de sizlere kendimden içtenlikle bahsedebilme fırsatını
verdiğiniz ve okuyucularınızla paylaştığınız için sonsuz
teşekkür ederim.
Işıl Azaz
11.05.1968 Tarihinde Bursa’ da doğdu. Babasının iş durumu
dolayısıyla Anadolu’ un bir çok yerini gezdi. İlk-Orta-Lise Eğitimini
İzmir’de tamamladıktan sonra 1985 yılında İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi Kimya Bölümünü kazandı. Fakat 1986 yılında
bu bölümü bırakarak İzmir 9 Eylül Üniversitesi İzmir Devlet
Konservatuarının açmış olduğu yetenek sınavına girerek “Opera
ve Konser Şarkıcılığı” bölümünü kazandı. Şan eğitimini Prof.
Sevda AYDAN ve Necdet AYDIN ile yaptı. 4 Yıl okuduktan sonra
açılan Yüksek lisans sınavlarını kazanarak sanat eğitimine 2 yıl
daha devam etti. 1992 Yılında solist olarak iyi derece ile mezun
oldu.
Temmuz 1992’de Mersin Devlet Opera ve Balesi kurulmuştu.
İlk oluşturulacak Sanatçı ve Teknik Kadro ile ilgili sınava girerek
“Solist Sanatçı” olarak bu kurumda çalışmaya hak kazandı. 1992
Senesinden beri aynı kurumda görevini sürdürmektedir.
Bu süre içerisinde birkaç kez reji asistanlığı ve en son olarak
ta kısa bir süreliğine M.D.O.B. Sanat Danışmanlığı görevinde
bulunmuştur.
4.5 Yıllık bir dönemde de Şan Pedagogu Roman VERLINSKY
(Polonya) ile çalışmıştır. Görevini icra ettiği süre içerisinde birçok
eser ve konserde görev almıştır.
www.isilazaz.com.tr
Görseller: Uğur Azaz
Ropörtaj Fotoğraf: Mehmet Okman
akob
TEMMUZ 2010
27
Cemal Reşit Rey'in
Koca Hüsrev Paşa Mısır valisi, yeniçeri teşkilatının
kaldırılmasından sonraki yeni Osmanlı ordusu Asakir-i Mansure-i
Muhammediye’nin Seraskeri (başkomutanı), kaptan-ı derya, vezir
ve sadrazam olarak görev yapmıştır. Çocuğu olmayan Hüsrev
Paşa'nın yetiştirdiği ünlü kişilerden biri İbrahim Edhem Paşa’dır.
1818 yılında doğmuş, 13 yaşında Paris'e tahsile gönderilmiş
ve maden mühendisi olarak dönmüştür. Elçi, vezir, nazır ve
sadrazam olarak görev yapmış; çağına ve çevresine göre yeni olan
fikirleri nedeniyle bazı kesimlerin düşmanlığı ve engellemeleriyle
karşılaşmıştır.
İbrahim Edhem Paşanın ilk çocuğu arkeolog, müzeci ve ressam
Osman Hamdi Bey, sanat ve kültür dünyamızda çok önemli bir
konuma sahiptir. Paşanın ikinci oğlu İsmail Galib Bey Türkiye'nin
yetiştirdiği en önemli meskûkâtçılardandır (eski para uzmanı).
Paşanın üçüncü oğlu Halil Edhem Bern Üniversitesi’nden felsefe
doktoru diplomasını alarak 1890’da yurda dönmüş, ağabeyi
Hamdi beyin yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştır. 1910’da
Osman Hamdi beyin ölümü üzerine “Müzeler Müdürü” olmuştur.
İstanbul şehremini (Belediye Başkanı) olarak görev yapan Halil
Edhem Eldem 1931 yılında İstanbul milletvekili seçilmiştir.
Paşanın tek kızı Fethiye Hanım, şair ve devlet adamı Ahmet Reşit
Rey ile evlenmiştir. Çocukları Ekrem Reşit ve Cemal Reşit kardeşler
Cumhuriyet Türkiye’sinin çok önemli iki kültür ve sanat insanıdır.
Cemal Reşit Rey 1904'te, babasının mutasarrıf olarak görev
yaptığı Kudüs’te dünyaya geldi. Beş yaşındayken aile İstanbul'a
taşındı. Cemal Reşit bir yandan ilkokula giderken, bir yandan
da piyano çalışıyordu. Eğitimine Galatasaray Lisesi'nde devam
ederken babasının politik durumu nedeniyle ailece 1913 yılında
Paris'e taşındılar. Cemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Mahler'i
orkestra yönetirken görecek, konservatuarda onu müdür ve
ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir. Faure onu dinledikten
sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam
size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum,
kendiniz göreceksiniz" der. Debussy'nin öğrencisi, Ravel'in en
yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden
biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar para almadan Cemal
Reşit'in eğitimiyle ilgilenir.
Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'ten ayrılır, Cenevre'ye
yerleşir. Cemal Reşit burada Cenevre Konservatuarı’nda devam
ederken, normal lise eğitimini de sürdürür. Konservatuarın ustalık
sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dâhiliye nazırlığına
atanınca aile İstanbul'a döner. Baba oğlunu hemen İstanbul'da
bir piyano öğretmenine götürür. Ancak çocuğun piyano bilgisi
öğretmeninkinden fazladır! Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e
gönderilecek, yeniden Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır.
Konservatuarda Gabriel Faure'den müzik estetiği dersleri alır. Daha
okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar.
Cemal Reşit, cumhuriyetin ilanından iki ay önce Paris
Konservatuarından mezun olur. Bu arada İstanbul Belediyesi Darül Elhan'da (ilk konservatuar) batı müziği bölümü açılmasına karar
verilir ve hoca olarak genç Cemal Reşit çağrılır. Daha 19 yaşındadır,
onu Avrupa’da büyük bir kariyer beklemektedir ancak hocalarının
tüm itirazlarına rağmen İstanbul'a döner. Batı'daki büyük kariyerini
bırakmıştır ama Cemal Reşit Rey Türkiye'de klasik müziğin kuruluşuna
öncülük etmiş, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve müzik dünyasının
zirvesinde olmuştur.
Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli orkestralar kurup, bunlarla yurt
içi ve dışında konserler yönetecek, dünyanın en ünlü sanatçılarını
şef olarak Türkiye'de ağırlayacak, Türkiye'de bir yandan klasik
müziğin yaygınlaşması için çalışırken öte yandan yazdığı operetlerle
unutulmayacak yapıtlara imza atacaktır.
1933’te bestelediği Onuncu Yıl Marşı ve Lüküs Hayat Opereti
sanatçının en tanınan eserleridir.
Cemal Reşit Rey’in yaşamı sürekli çalışarak, üreterek geçti. Ailesiyle
birlikte oturdukları Nişantaşı'nda Şair Nigar Sokak'taki konakta anne
babası, ağabeyi Ekrem Reşit, kız kardeşi Semine ve eşi Semih Argeşo
ile birlikte yaşıyorlardı. Semih Bey, Cemal Bey'in kurup yönettiği
İstanbul Senfoni Orkestrası'nın başkemancısıydı. Semine Hanım da
orkestrada keman çalıyordu. Konakta klasik müzik çalışmaları yapıyor,
ağabeyi Ekrem Reşit'le müzikaller üzerine çalışıyorlardı.
Ahmet Reşit Beyin vefatı, ardından Semine Hanım ve eşinin ayrı bir
eve çıkması, Ekrem Reşit Bey'in ve 1962'de annesi Fethiye Hanımın
ölümü ile Cemal Bey'in konak yaşamı noktalanır. Aile emektarı Rıfkı
Ergün ve ailesiyle Serencebey'de bir apartman dairesine taşınır. Artık
emekli olan Cemal Bey, piyano dersleri vermekte, evi eski dostları ve
öğrencileri ile dolup taşmaktadır. Ne var ki debdebeli günler geride
kalmıştır. Bir zamanlar şık giysileri ile her yerde dikkat çeken Cemal
Reşit Rey, üzerinde eski kıyafetleri, mütevazı evi ile eski dostların
içlerini acıtmaktadır.
Fethiye Hanımın ağabeyi, Cemal Reşit Beyin dayısı İsmail Galib Bey,
Dürsan Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden iki çocuğu olmuştur.
Kızları Azize Galib Hanım, yaşamını Alişanzade İsmail Hakkı beyle
birleştirmiştir. Aile hanım tarafının soyadını (Eldem) almış; Sadi, Sedad,
Vedad ve Galibe adında dört çocukları olmuştur. Sedad (Hakkı) Eldem
(1908-1988) Cumhuriyet döneminin ünlü mimarlarındandır. Ailenin
tek kız çocuğu Galibe Hanım, Atatürk’ün silah arkadaşı, başbakan ve
Serbest Cumhuriyet Fırkası kurucu başkanı Fethi Okyar’la evlenmiştir.
İsmail Galib beyin diğer çocuğu Mübarek Galib (Eldem) Bey, Anadolu
Islahat Hareketinin ilk yöneticisi Ahmet Şakir Paşa’nın kızı Fatma
Munise Hanım ile evlenmiştir. Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa ve
Belçika Akademileri fahri üyesi olan Mübarek bey 1922'de dünya
Müslüman nüfusunun istatistiksel bir çalışması olan “Kürre-i Arzda
Nüfus-u İslam” adlı kitabını yayınlamıştır. Bu eseri ve “Hindistan'da
Türk Hükümdarları” adındaki bir diğer önemli araştırması (torunu
Munise hanımın bize naklettiğine göre) Atatürk’ün isteği üzerine
yapılmış ve yayınlanmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk kültür müdürü
ve Ankara Müzesi’nin kurucusu olan Mübarek beyin bir başka eseri
“Ankara; Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler” adını taşır. Tarihe
ve arkeolojiye ait birçok eser vermesinin yanı sıra değerli bir ressam
olan Mübarek Bey 18.2.1938’te Ankara'da vefat etmiştir.
Mübarek Beyin dört oğlundan üçüncüsü olan Hüsrev Eldem, 1907’de
Kadıköy’de doğmuştur. Aile milli mücadele döneminde Ankara’ya
28 akob
Nihat Taner : İnşaat Mühendisi - işadamı,
İçel Sanat Kulübü Danışma Kurulu Başkanı
Mersin Mektubu
Nihat Taner
[email protected]
TEMMUZ 2010
geçmiştir. Eldem kardeşler evde Almanca, Fransızca derslerinin
yanı sıra dönemin tanınmış sanatçısı Kapelman’dan keman dersi
alırdı. Hüsrev Bey keman çalmayı ve resim yapmayı sonraki yıllarda
sürdürmüştür. Sporu da ihmal etmeyen Galib, Memduh ve Hüsrev
kardeşler Anadolu Sanatkâran Gücü’nde futbol oynamıştır. Bu
takım günümüzdeki Ankaragücü’nün nüvesidir.
Hüsrev Bey yüksek tahsilini Ankara Hukuk Fakültesinde yapmış,
1928 yılında savcı olarak Nusaybin’e tayin edilmiştir. Ardından
Mardin, Kastamonu ve Tarsus’ta ağır ceza hakimliğinde
bulunmuştur. Yargıtay başsavcı yardımcılığı yapan Hüsrev Bey 1941
yılında maliye bakanlığı hukuk müşavirliğine geçmiş, 1944’te
resmi görevinden ayrılarak Mersin’e yerleşmiştir. Mersin yıllarında
avukatlığın yanı sıra gençliğinden beri tutkusu olan gazeteciliğe
devam eder. Hakimiyet gazetesindeki köşesinde ölümüne kadar
yazmaya devam eder.
Cemal Reşit Bey ile Hüsrev Beyin arasındaki irtibat uzun süredir
kesilmiştir. Hüsrev Bey, geçen yılların ardından, 1977 başında
yeniden Cemal Beyle temas kurar. Gönderdiği mektup Cemal Beyi
son derece mutlu etmiştir. Yalnız, anılarıyla yaşadığı dünyasına
yeni bir renk, bir canlılık gelmiştir. Bu heyecanla duygularını kâğıda
döker.
Yıllar sonra birbirini bulan bu iki akrabanın hasret gidermesi ne
yazık ki fazla sürmez. Hüsrev Bey 26 Ekim 1978’de Mersin’de
yaşama veda eder. 1980'lerde Cemal Bey iyice kendi dünyasına
çekilir. 1985'de Lüküs Hayat, 51 yıl aradan sonra yine aynı
sahnede, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir. Cemal
Bey, gala gecesinde hastaneden çıkarılarak Harbiye Muhsin
Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir. Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı
kazanmıştır. Haldun Dormen ve Gencay Gürün onu alkışlar arasında
sahneye çıkarırlar. Anlatılmaz derecede mutludur. Bu onun sahneye
son çıkışı olacaktır. Ertesi gün tekrar hastaneye yatırılır. Buradan
sonraki çıkışında Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedilecektir.
İstanbul 2 Şubat 1977
Sevgili Hüsrevciğim,
Mektubuna ne kadar sevindiğimi söylemekten acizim. Nasıl teşekkür edebileceğimi
de bilemiyorum. Sanki geçmiş olan kırk senelik mesafe bir anda yok oluverdi. Ve
Ankara’da birlikte geçirmiş olduğumuz tatlı günler hayalimde öyle canlandı ki,
adeta birbirimizden hiç uzak kalmamışız gibi geldi bana. Gerçi, hepinizi ayrı ayrı
ara sıra anmakta hiç kusur etmem. Sen, bilhassa, bende öyle sevimli, öyle cana
yakın bir hatıra bırakmışsın ki, mektubun, senden her iki günde bir gelen bir
mektup hissini verdi. İnşallah bundan sonra birbirimize daha yakın olacağız. Hayat
sadece insanları değil, en yakın akrabaları, ahbabları, birbirinden ayırıyor. Hatta
ayni şehirde yaşayanları bile. Galibe’yi senede iki üç defa görebiliyorum. Vedad’ı
görmeyeli aylar oldu. Keza Sadi ile Rana’yı, Sedad’ı geçen ay gördüm. Düşün şu
halde, sen Mersin’de ben İstanbul’da birbirimizden ne kadar uzak düşmüşüz! Hiç
olmazsa mektuplaşalım. Hasret gidermiş oluruz, bir dereceye kadar. Bana hayatını
anlatırsın
İnsaniyetin beşiklerinden birinde yaşıyorsun, hamdolsun! Gözlerin daima güzel
şeyler görebilir. Asrımızın çirkinliği oralara nüfuz etmemiştir ümid ederim.
İstanbul’u sorma! A’dan Z’ye bir rezalet! Serencebey Yokuşunu çocukluğundan
bileceksin. Dünyanın en şirin bir sokağı idi. Ayni zamanda da büyük bir asalete
sahipti! Şimdi, gel, gör. İnşallah geldiğinde vaad ettiğin veçhile bana kadar
uzanırsanız, pejmürdeliğin bir numunesine şahid olacaksınız. Fakat ehemmiyeti
yok! Beraber olmak sevinci bunları unutturur.
Haydi, Hüsrevciğim senin, seninkilerin, cümlenizin gözlerinden hasretle öperim.
Sizleri sabırsızlıkla bekliyorum.
Cemal Reşit
TÜRKİYE'DE OPERANIN 60. YILI
ANADOLU’DA İLK OPERA
MADAM
BUTTERFLY
1947 YILINDA
MERSİN'DE SAHNELENDİ
Semihi Vural
[email protected]
Ankara’da 60 yıldır opera, bale ve tiyatro severleri ağırlayan Opera
Binası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sergi evi olarak tasarlanıp inşa
edilmişti. Bina daha sonra önemli işlevsel ve biçimsel bir dönüşüme
uğrayarak opera evi olarak kullanılmaya başlandı.
15 Aralık 2009 tarihinde
Doğan Hızlan’ın köşe yazısından
“TÜRKİYE'DE ilk opera temsilinin 60. yılı.
Açılış gecesi seyirciye dağıtılan kitapçıktan bilgi edinebiliyoruz:
Devlet Opera ve Tiyatrosu, Açılış 2 Nisan 1948.”
Nisan ayında yapılması gereken opera kutlaması Aralık ayında yapıldı.
Tüm Mersinliler bilir ki, Mersin Halkevi’nin 1947 yılındaki açılışı
“Madame Butterfly” ile yapılmıştı.
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşmasından
“ 60 yılda kültür ve sanat mekânlarını geliştirme konusunda çok
fazla mesafe alındığını söyleyemeyiz. Hâlâ biz büyük kentlerin,
büyük merkezlerin küçük salonlarına sıkışmış vaziyetteyiz. Mustafa
Kemal Atatürk’ün sağlığında sahnelenmek için hazırlanmış olan
oyunları, operetleri, senfonileri düşünürsek, O’nun yürüdüğü yolun
devamının bizi böyle bir noktaya sevk ettiğini hep beraber sanıyorum
ki hissedeceğiz.”
Şefik Kahramankaptan’ın yazısından
“Doğrusu Günay’ın mekân’larla ilgili olarak söylediği ‘sıkışıklık’
saptamasına katılmamak elde değildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün
ölümünden bir yıl önce, 1937'de mimar Bruno Taut’a Ankara için
1500 kişilik bir opera evi çizdirdiğini anımsadım.”
Opera 3 perde
Librettosu Giuseppe Giacosa ve Luigi Illica tarafından yazılan
Madama Butterfly operası ilk temsilini 17 Şubat 1904 yılında
Milano'da yapmıştır. Günümüze kadar popülerliğinden
hiçbir şey kaybetmemiştir. Bir Japon kadını ve Amerikalı
teğmen arasında geçen hüzünlü aşk hikayesini anlatan eser,
Ankara’dan sonra, 1 - 2 - 4 Mart 1947’de Anadolu’da ilk kez
Mersin’de sanatseverlerle buluşmuştur.
Giacomo Puccini
Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar, Cevat
Memduh Altar, Celalettin Erem
Devlet Konservatuvarı Müdürü M.Tevfik Ararad
Hasan Ferit Alnar
Orkestra Şefi
Carl Ebert
Sahneye Koyan
Turgut Zaim
Dekor
Turgut Zaim
Kostüm
Walter Schlösinger
Koro Şefi
Tarık Levendoğlu
Teknik Donanım
Işık
Halim Ünsal
Madam Butterfly
Ayhan Aydan (Soprano)
Pinkerton
Süleyman Tamer (Bas)
Sharpless
Orhan Günek (Bariton)
Suzuki
Türkân Karul / Necdet Demir (Alto)
Goro
Nuri Turkan / Aydın Gün (Tenor)
Bonzo Amca
Hilmi Girginkoç (Bariton)
Yamadori
Süleyman Güler / Orhan Çoker (Tenor)
Kate
Rabia Erler (Soprano)
Saltanat Komiseri
Muammer Esi (Bas)
Nikah Memuru
Ruhi Su (Bas)
Eser
Çevirenler
Büst açılırken heykeltıraş unutuldu
Balenin kuruluşunun 60. yılı kutlamaları kapsamında, Türk Balesinin
Kurucusu Dame Ninette De Valois büstünün açılış töreni yapıldı.
Törende Heykeltıraş Necdet Can unutuldu. Hata fark edilince, Devlet
Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengin Gökmen, Heykeltıraş Can`ın
yanına giderek özür diledi.
30 akob
1/2
TEMMUZ 2010
MADAM BUTTERFLY
Bir de Mersin’e bakalım
10 kere Mersin’i ziyarete gelen Atatürk, önem verdiği iki binayı
inşa ettirmeyi amaçlamış olmalı.
DEVLET KONUKEVİ - Vali Konağı
Anlatıcılara göre Atatürk, güzel görünümlü yapıların gayrimüslim
vatandaşların olduğunu görünce üzülmüştü. Bu nedenle
Türkiye’de daha hiçbir ilde vali konağı yokken, bir konak
yaptırılması için buyruk vermiş, bir Mersin ziyaretinde inşaatı
denetleyerek, dönemin valisine: “Rüknettin, binanın eksiklerini
tamamlayınız, her yıl (portakal çiçeklerinin açtığı mevsimde)
mayısta 15 gün burada kalmak istiyorum”. demişti.
OPERA BİNASI - Mersin Halkevi
Bulgaristan’da izlediği bir opera temsilinden çok etkilenmiş,
yanındakilerin şaşkın bakışları karşısında: “Türkiye’de bir Opera
kuracağım.” demişti.
Atatürk Ankara’nın şehircilik planlarını çizen Prof.Herman
Jansen’i Mersin’e göndermişti. Yapılan planlamada deniz
kenarında genişçe bir alan adeta “Mersin Parkı” tarzında
düzenlenmişti. Yerleşime kapatılan alan önce geniş bir havuzlu
bahçe tarzında yapılandırılmış ve doğu tarafına, aslında Atatürk
evi olan -ama usulen- Vali Konağı olarak adlandırılan bina inşa
edilmişti.
Önünden geçen Kışla Caddesi yine çiçekli pergolalarla
süslenmiş bir “promenad yolu” olarak düzenlenmişti. Aynı
dönemde, görüntüyü bozan işgal edilmiş barakalar yıktırılarak
“Millet Bahçesi” geliştirilmiş, alan Cumhuriyet Meydanı’na
dönüştürülmüştü. Burası, Cumhuriyet adına Mersin’e vurulan bir
damga idi.
Önceleri projede olan Kültür Merkezi ve ayrı yapı olarak
tasarlanan Kütüphane binası, Tevfik Sırrı Gür döneminde proje
tevhidi yapılarak, Türkiye’nin en büyük (kültür merkezi) Mersin
Halkevi olarak inşa edilmiş ve Ankara Opera Evi’nden önce, 1
Mart 1947 tarihinde Puccini’nin Madam Butterfly adlı eseriyle
hizmete açılmıştı.
Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye getirilen müzik adamı Carl Erbert,
Ankara’daki opera çalışmalarını Tatbikat Sahnesinde yapıyordu.
O günlerde Ankara’da yeterli düzeyde bir sahne olmadığı için vali
Tevfik Sırrı Gür’ün Mersin’de bir turne teklifini sevinerek kabul
etmişti.
“Tatbikat Sahnesi” ekibi, 116 kişilik bir kadro ile özel bir trenle
Mersin’e geldiler. İçlerinde Mersinli Nevit Kodallı’nın da olduğu
ekibin mensupları, Halkevi’ndeki provalardan fırsat buldukça
binanın hemen önündeki sahilden denize girmişlerdi.
Temsil günleri: 1-3-4 Mart 1947:
Bozkır Ankara’nın Cumhuriyetle başlayan yeni sosyete arayışları
yanında, kuruluşuyla birlikte kendiliğinden oluşmuş, kültür düzeyi
yüksek bir halka sahip Mersin’de, sanat düzeyi yüksek Madam
Butterfly Operası gibi bir eserle seyircinin karşısına çıkmanın
heyecanı da farklı olmuştur. Nitekim o dönem için bu eseri
Ankara’da kaç kişinin izlediği konusunda bir bilgimiz olmasa
da, taşra sayılan Mersin’de üç temsilde yaklaşık 3000 kişinin bu
oyunu izlemesi şaşırtıcı olmalıdır.
TÜRKİYE'DE OPERA
Cumhuriyet'in müzik politikasına uygun ilk operayı Ahmet
Adnan (Saygun) besteledi. Konusu ve librettosu üzerinde
Mustafa Kemal'in de titizlikle durduğu Türklerle İranlıların aynı
soydan geldiği temasını işleyen "Özsoy" ilk kez 19 Haziran
1934'te, Mustafa Kemal'in ve onun resmi konuğu İran şahı Rıza
Pehlevi'nin huzurunda sahnelendi.
1935/36 ders yılı döneminde Almanya'dan ünlü besteci Paul
Hindemith ile ünlü tiyatro rejisörü Karl Ebert Ankara'da davet
edilmişler, 1935/36 ders yılında Musiki Muallim Mektebi'nde
kurulmuş bulunan devlet konservatuvarı sınıflarında tiyatro
ve opera alanında da çalışmalara hızla başlanmış ve kısa
zamanda uzun mesafeler alınmıştır. Ankara'da kalmış olan Karl
Ebert, Devlet Konservatuvarı tiyatro tatbikat sahnesi ile opera
stüdyosunu, dokuz yıl kesintisiz yönetmiştir.
1940 yılında Türkiye'de ilk olarak, ünlü besteci G. Puccini'nin
Madame Butterfly operasının sadece 2.perdesi, 1941 yılının
mayıs ayında da gene Puccini'nin Tosca operasının sadece
2.perdesi Türkçe librettolarla ve üstün bir başarı ile sahneye
konmuş ve bu ilk opera temsilleri, zamanın basınında oldukça
ilginç yankılar yaratmıştır.
1947/48 yılları arasında Ankara'da, ünlü Alman mimar
Bonatz tarafından, Sergievi binası tiyatro ve opera binasına
dönüştürülmüş ve Büyük Tiyatro, 2 Nisan 1948 Cuma gecesi
törenle hizmete girmiştir. "Türk Beşlileri" olarak nitelenen
bestecilerin eserlerine yer verilen bir programla açılışı yapılan
"Büyük Tiyatro" da o gece Ahmet Adnan Saygun'un "Kerem"
operası da ilk kez seslendirilmiştir.
Kaynak : T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı WEB sitesinden aktarılmıştır.
Türkiye’de örnek olabilecek bu yapılar bugün bir kültür adası
durumundaki Cumhuriyet alanı içinde yer alıyor. Dileğimiz, içeriği
ile birlikte bu kültürel yapının Mersinliler tarafından korunup
yaşatılabilmesidir.
32 akob
TEMMUZ 2010
2/2