Tam Metin - Marmara Medical Journal
Transkript
Tam Metin - Marmara Medical Journal
2009 , Cilt 22, Sayı 2 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi ISSN: 1309-9469 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Sahibi Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi adına Dekan Prof. Dr. Mithat Erenus Editör Prof Dr Safiye Çavdar Editör Yardımcıları Doç. Dr. Dilek Gogas Yavuz Doç Dr. Önder Ergönül İstatistik Editörü Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Seza Arbay, MA Koordinatörler Dr. Vera Bulgurlu Editörler Kurulu Prof. Dr. Mehmet Ağırbaşlı Prof. Dr. Serpil Bilsel Prof. Dr. Safiye Çavdar Prof. Dr. Tolga Dağlı Prof. Dr. Haner Direskeneli Prof. Dr. Kaya Emerk Prof. Dr. Mithat Erenus Prof. Dr. Zeynep Eti Prof. Dr. Rainer W. Guillery Prof. Dr. Oya Gürbüz Prof. Dr. Hande Harmancı Prof. Dr. Hızır Kurtel Prof. Dr. Ayşe Özer Prof. Dr. Tülin Tanrıdağ Prof. Dr. Tufan Tarcan Prof. Dr. Cihangir Tetik Prof. Dr. Ferruh Şimşek Prof. Dr. Dr. Ayşegül Yağcı Prof. Dr. Berrak Yeğen Doç. Dr. İpek Akman Doç. Dr. Gül Başaran Doç. Dr. Hasan Batırel Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Doç. Dr. Şule Çetinel Doç. Dr. Mustafa Çetiner Doç. Dr. Arzu Denizbaşı Doç. Dr. Gazanfer Ekinci Doç. Dr. Dilek Gogas Doç. Dr. Sibel Kalaça Doç. Dr. Atila Karaalp Doç. Dr. Bülent Karadağ Doç. Dr. Handan Kaya Doç. Dr. Gürsu Kıyan Doç. Dr. Şule Yavuz Asist. Dr. Asım Cingi Asist. Dr. Arzu Uzuner Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 2004 Yılından itibaren yanlızca elektronik olarak yayınlanmaktadır Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Jounral ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.or Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayınlanmak üzere değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal. knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal. Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal. İÇİDEKİLER Orjinal Araştırma MARMARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ AİLE HEKİMLİĞİ POLİKLİNİĞİNİN SAĞLIK HİZMETİ SUNDUĞU AİLELER Pemra C. Ünalan, Arzu Uzuner, Serap Çifçili, Mehmet Akman, Çiğdem Kaya Apaydın…………………………………………………………………………………90 KARIN AĞRISI İLE ACİL SERVİSE BAŞVURAN HASTALARDA AKUT CERRAHİ BATIN BELİRLENMESİNDE İNTERLÖKİN 6 VE TÜMÖR NEKROZ FAKTÖR ALFA’NIN ROLÜ Özge Ecmel Onur, Erol Erden Ünlüer, Arzu Denizbaşı, Özlem Güneysel……………………………….97 KLİNİĞİMİZDE 2002-2007 YILLARI ARASINDA SEZARYEN OLAN HASTALARIN İNCELENMESİ Mehmet Yılmaz, Ünal İsaoğlu, Sedat Kadanalı……………………………………….104 SİGARA İÇEN HASTALARIN SİGARA PAKETLERİNİN ÜZERİNDEKİ UYARI YAZILARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİN VE NİKOTİN BAĞIMLILIK DERECELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Muhammed Fatih Önsüz, Ahmet Topuzoğlu, Alper Algan, Efe Soydemir, İlter Aslan………………………………………………………………………………………………………...111 ORIGINS AND DIAMETER OF THE ANTERIOR CHOROIDAL ARTERY Yusuf Özgür Çakmak, Ömer Özdoğmuş, Esra Gürdal, İbrahim Uzun, Safiye Çavdar………………………………..123 VESTİBÜLER UYARILMIŞ MİYOJENİK POTANSİYELLERİN STANDARDİZASYONU Ufuk Derinsu, Elmira İsgenderova Baş, Ferda Akdaş……………………………………………………..127 Olgu Sunumu MALIGNANT FIBROUS HISTIOCYTOMA OF THE PENIS A CASE REPORT AND REVIEW OF THE LITERATURE Tufan Tarcan, Cenk Murat Yazıcı, Sevgi Küllü, Ferruh Şimşek……………………………………………………………………………………………………134 JİNEKOLOJİK LAPAROSKOPİ ESNASINDA ANA DAMAR YARALANMASI: OLGU SUNUMU Evrim Erdemoğlu, Recep Yıldızhan, Mertihan Kurdoğlu, Ertan Adalı, Mansur Kamacı………………………………………………………………………………………………….138 THE ASSOCIATION OF IMMUNE THROMBOCYTOPENIC PURPURA WITH HEREDITARY SPHEROCYTOSIS Rukiye Saç, Mine Güveloğlu, İlknur Bostancı, Aysu Tazegül, Yıldız Dallar……………………………………………………………………………………………………...142 OBSTETRİK DOPPLER ULTRASON İNCELEMESİ’NDE RASTLANTISAL SAPTANAN PRENATAL KONJENİTAL KİSTİK ADENOMATOİD MALFORMASYON OLGUSU Serdar Serinsöz, Nurten Turan Güner, Arda Kayhan, Suna Saatkaya, Güllüzar Yılmaz, Tan Cimilli……………………………………………………………………………………………………….146 PARASPINAL INFILTRATIVE LIPOMA COMPLICATED WITH PARAVERTEBRAL ABSCESS IN A CHRONIC RENAL FAILURE PATIENT Tarkan Çalışaneller, Özgür Özdemir, Halil Kıyıcı, Elif Karadeli……………………………………………………………………………………...150 ACUTE INFANTILE HEMORRHAGIC EDEMA: A CLINICAL PERSPECTIVE (REPORT OF SEVEN CASES) Hayrullah Alp, Hasibe Artaç, Esma Alp, İsmail Reisli………………………….155 Derleme SPİNAL KORD YARALANMALI HASTALARDA BASI YARALARI Eda Gürçay…………..162 MECHANISMS OF CORNEAL WOUND HEALING AND ITS MODULATION FOLLOWING REFRACTIVE SURGERY Muhsin Eraslan, Ebru Toker…………………………..169 Editore Mektup LETTER İrfan Yavasoglu, Gürhan Kadıköylü, Zahit Bolama…………………………………………..179 ARAŞTIRMA YAZISI MARMARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ AİLE HEKİMLİĞİ POLİKLİNİĞİNİN SAĞLIK HİZMETİ SUNDUĞU AİLELER Pemra C. Ünalan, Arzu Uzuner, Serap Çifçili, Mehmet Akman, Çiğdem Kaya Apaydın Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: “Aile merkezli sağlık hizmeti” sunumu Aile Hekimliği’nin temel ilkelerindendir. Bu çalışmada Marmara Üniversitesi Aile Hekimliği Polikliniğinde hizmet kalitesini arttırmak düşüncesiyle, ailelere verilen sağlık hizmetinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Retrospektif, kesitsel, tanımlayıcı olan bu çalışmada, 1999 yılından beri polikliniğimize başvurmuş olan 245 ailenin (601 kişi) özellikleri, başvuru nedenleri, istenen konsültasyonlar, verilen ve izlenen tedaviler incelenmiştir. Bulgular: Aileler, tüm hastalarımızın %25’ini oluşturmuştur, bunların %52.7’si üniversitemiz öğretim üyeleri ve aileleri, %25’i hastanemiz çalışanları ve aileleridir. Başvuranların %58’i kadındır, %41.6’sı 36-55 yaş arasındadır ve %70’i lise ve üzeri eğitimlidir. Başvuranların %42.4’ü polikliniğimizi 3 veya daha fazla kez ziyaret etmişlerdir. İlk başvuru yakınmaları içinde en sık ortaya çıkan genel sağlık muayenesi (%14.8) isteğidir. İlk başvurularda en çok konsültasyona ihtiyaç duyulan dallar; kadın hastalıkları ve doğum (%11.5), ve aynı sıklıkla fizik tedavi ve rehabilitasyon, dermatoloji ve diyet polikliniğidir (%7.7). İlk başvurular sonunda sıklık sıralarına göre konulan ilk 5 tanı:1-Üst solunum yolu infeksiyonları, 2-Hipertansiyon, 3Sağlıklı birey izlemi, 4-Dislipidemi ve 5-Anemi’dir. Tartışma ve Sonuç: Aile odaklı birincil bakım, aile hekimlerinden talep edilmektedir. Ancak bu tip hizmetlerin sunulabilmesi için uygun alt yapı ve yetişmiş insan gücü olanakları bulunmalıdır. Bu nedenle üniversite hastaneleri içinde var olan polikliniklerimiz olabildiğince birinci basamağa uygun hale getirilerek desteklenmelidir. Anahtar sözcükler: Aile hekimliği, Poliklinik, Aile merkezli yaklaşım, Birincil sağlık bakımı İletişim Bilgileri: Dr. Pemra C. Ünalan Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 90 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara üniversitesi tip fakültesi aile hekimliği polikliniğinin sağlik hizmeti sunduğu aileler FAMILIES THAT ARE OFFERED HEALTH SERVICE BY THE FAMILY MEDICINE OUTPATIENT CLINIC IN MARMARA UNIVERSITY MEDICAL SCHOOL ABSTRACT Objective: “Family centered health care” is a basic principle of Family Medicine. We aimed to evaluate the health service for families in order t to improve the quality of Family Medicine outpatient-clinic (FMOPC) in Marmara Medical School. Method: In this retrospective, cross-sectional, descriptive study, 245 families (601 patients) who had applied to our outpatient clinic, between January 1999- September 2004, were evaluated according to their characteristics, complaints, consultations and the given therapies. Results: Families form 25% of all policlinic patients. 52.7% were faculty members and their families, and 25% were health professionals from the hospital and their families. Fifty eight percent of the patients were female, 42.3% had visited the FMOPC 3 or more times. The most common complaint was the demand for healthy adult physical examination (14.8%). The most commonly referred clinics were obstetrics and gynecology (11.5%), physical therapy and rehabilitation, dermatology and diet (7.7% for each). The most frequent 5 diagnoses on the first visit were 1-upper respiratory tract infections, 2-hypertension, 3-periodical health examination, 4-dyslipidemia, 5-anemia. Conclusion: Family oriented primary care is demanded from family physicians. But, to deliver that kind of health care there is a need for appropriate infrastructure and manpower. So our clinics in University hospitals must be developed and supported in order to provide good primary family care. Keywords: Family medicine, Outpatient clinic, Family centered approach, Primary health care Bu çalışmamızda; 1999 yılından beri polikliniğimize başvuran aileler, başvuru nedenleri, istenen konsültasyonlar, uygulanan ve izlenen tedaviler açısından incelenerek, bir hizmet sunum değerlendirmesi yapılması amaçlanmıştır. Böylece, hizmet sunumu güncelleştirilebilir, saptanan eksikler giderilir, ve uygun hizmet içi eğitim çalışmaları planlanabilir. GİRİŞ Aile; tüm üyelerinin fiziksel ve ruhsal sağlığını en yoğun şekilde etkileyen bir sosyal birimdir. Dünya Sağlık Örgütü, aileyi, sağlığı geliştirme politikalarını belirleyen en önemli etken olarak tanımlamaktadır1. Çünkü yaşam şekilleri, sağlıklı ya da sağlıksız, aile içinde geliştirilmekte, oluşturulmakta ve değiştirilmektedir. Bu nedenle sağlık göstergelerini olumlu etkileyen sağlık hizmeti sunum modellerinden biri de, aileyi merkeze alan bir sağlık bakımı vermektir1,2. GEREÇ-YÖNTEM Bu çalışma, 1999-2004 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Polikliniği (MÜ-AHEP)’ne başvuran 245 ailenin (601 birey) hasta dosyalarının retrospektif olarak değerlendirildiği bir durum belirleme çalışmasıdır. Aralarında yasal, genetik ve/ya da duygusal bir ilişki olan insan topluluğu aile olarak kabul edilmiştir4,5. “Aile Merkezli Yaklaşım” aile bireylerinin sağlıklı olma ve sağlıklı kalma durumlarını etkileyen ruhsal, sosyal ve biyolojik ilişkileri anlamak, aile içi gerilimleri ya da aile içi destek mekanizmalarını belirleyerek tüm bu kaynakları bireylerin sağlık göstergelerini iyileştirmek için kullanmaktır3. Anabilim dalımız; uzun süreli izlemin önemsendiği, bütüncül, kapsamlı ve insancıl hizmet ilkelerinin benimsendiği poliklinik ortamımızda alt yapı koşulları tam bir ilk başvuru ünitesi olarak tasarlanmamış olmasına rağmen aile merkezli yaklaşım modelini uygulama çabası içindedir. Polikliniğimizde, literatür taramaları sonrasında anabilim dalımızca şekillendirilmiş olan hasta muayene, ilk başvuru ve takip dosyaları kullanılmaktadır6. Böylece toplanan verinin standardizasyonu sağlanmaya çalışılmaktadır. Başvuranların geliş nedenleri, kaç kez geldikleri, ilk gelişlerinde konulan ön-tanı ve tanılar, 91 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Polikliniği’nin sağlik hizmeti sunduğu aileler planlar, verilen tedaviler ve konsültasyon istenen birimler önerildiği gibi bu formatlanmış dosyalara kaydedilmiştir. Diyetbeslenme önerileri de yaşam tarzı değişiklikleri kapsamında bir tür tedavi olarak değerlendirilmiştir. Çalışmanın verileri bu dosyalardan toplanmıştır. Aile bireylerinin %58’i kadındır, %3.2’si okur yazar değil, %4.7’si okur-yazar, %22.1’i ilkokul mezunu, %28.7’si lise mezunu ve %41.3’ü yüksek okul ya da üniversite mezunudur. (Şekil 2). Bu tarihten sonra hastanemizde merkezi bilgiişlem ve kayıt sistemi kurulmuş ve tüm polikliniklerin bu işletim sistemini kullanması zorunlu kılınmıştır. Bu sistem aileleri izlemeye elverişli olmadığından çalışma 2004 yılından sonrasını kapsamamaktadır. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 11.5 programında tanımlayıcı istatistikler hesaplanmış ve tablolar oluşturulmuştur. BULGULAR Ocak 1999 ile Eylül 2004 tarihleri arasında polikliniğimizde aile bireylerinden en az biri ile beraber başvuruda bulunmuş olan hasta sayısı toplam 601’dir. Bu hastalar 245 ailenin bireyleridir. Polikliniğimizden hizmet alan aileler hastalarımızın %25’ini oluşturmaktadır. Bu ailelerin %52,7’si Marmara Üniversitesinin diğer fakültelerinde görevli öğretim üyelerinin aileleri ve %25’i ise hastane hemşire ve personelinin aileleridir. Şekil 2: Başvuranların eğitim durumu Polikliniğimizden aileleriyle beraber hizmet alan kişilerin yaş ortalaması 41.2±17.4 (en küçük 4.0 en büyük 95.0)’tür. Yaş gruplarına ayrıldığında en kalabalık yaş grubu 36-55 (%41.6) arasındadır (Şekil 3). Ailesiyle beraber polikliniğimizden hizmet alan kişilerin başvurularının yıllara göre dağılımına bakıldığında gittikçe artan bir eğilim saptanmıştır (Şekil 1). Şekil 1: Yıllar içinde aile bireylerinden en az birinin başvuru sayısı Şekil 3: Başvuranların yaş gruplarına göre dağılımı 92 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Polikliniği’nin sağlik hizmeti sunduğu aileler Hastalarımızın polikliniğimize ortalama kişi başı başvuru sayısı 3.63 (en küçük:1 en büyük:48, ortanca 2)’tür. Hastaların %28.3’ü ilk başvuru sonrası kontrole gelmemiş, %29.3’ü ikinci kez kontrollerine gelmiş, %42.4’ü ise 3 veya daha fazla kez polikliniğimizi ziyaret etmişlerdir. 2. %14.3 hipertansiyon 3. %11.9 sağlıklı birey 4. %9.8 dislipidemi 5. %8.9 anemi olarak sıralanırken, ilk başvurularda düzenlenen tedavilerde kullanılan ilaç grupları incelendiğinde ise antibiyotiklerin %14.9 sıklıkta başta geldiği gözlenmektedir. Diyet-beslenme önerileri de yaşam tarzı değişiklikleri kapsamında bir tür tedavi olarak değerlendirilerek bu gruba dahil edilmiştir (%11.9). Bu iki tedavi seçeneğini antigribal ilaçlar, antihipertansifler ve demir preparatları izlemektedir (sırasıyla %6.6, %6.0 ve %4.8). İlk başvuru yakınmalarını incelediğimizde karşımıza en sık çıkan başvuru nedeni genel sağlık muayenesi (%14.8) isteği olmuştur. Bunu izleyen ikinci sıklıkta, öksürük gelmiştir. Başvuru nedenlerinden ilk 10’u şu şekilde sıralanmıştır. 1) genel sağlık muayenesi (%14.8) 2) öksürük (%10.5) 3) baş ağrısı (%6.8) 4) halsizlik, çabuk yorulma (%5.8) 5) yanma, ekşime, hazımsızlık, mide ağrısı (%5.1) 6) sırt ve bel ağrısı (%3.9) 7) ve 8) üzüntü, sıkıntı, huzursuzluk (%3.6) ve nefes darlığı, tıkanma (%3.6) 9) ve 10) Göğüs ağrısı ve aile içi iletişim problemleri (%3.2) İlk başvurular sonunda sıklık sıralarına göre polikliniğimizce konan ilk 5 tanı: 1. %19 üst solunum yolu infeksiyonları Polikliniğimizin sunduğu hizmetlerden aile bireyleriyle beraber yararlanmak isteyen hastalarımızın ilk başvurularında %62’sinden hiç konsültasyon istenmemiştir. En çok konsültasyona ihtiyaç duyulan dallar ise; kadın hastalıkları ve doğum (%11.5), fizik tedavi ve rehabilitasyon, dermatoloji, diyet polikliniği (%7.7) olmuştur (Tablo I). İlk başvurulardan istenen konsültasyonlardan %9.9’una konsültasyon istenilen poliklinikte tanı konmuş ve tedavi düzenlenmiş ve polikliniğimize konsültasyon notu ulaşmıştır. Tablo I: İlk başvuruda konsültasyon istenmiş olan bölümler Sıralama Konsültasyon istenen bölüm 1 2 2 2 3 3 3 4 5 6 6 Kadın Hastalıkları ve Doğum Diyet polikliniği Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Dermatoloji Endokrinoloji Kardiyoloji Gastroenteroloji Nöroloji Göğüs Hastalıkları Psikiyatri Üroloji 93 Sıklık(yüzde) % 11.5 7.7 7.7 7.7 7.1 7.1 7.1 6.4 5.8 5.1 5.1 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Polikliniği’nin sağlik hizmeti sunduğu aileler Polikliniğimizde takip edilen aile bireylerinden polikliniğimize ilk başvuranların %58’ini kadınlar oluşturmasına rağmen, poliklinik odamız bölünmeye uygun olmadığından genital muayene için hazırlık yapılmasını sağlayacak bir alan oluşturulamamış ve jinekolojik masa yerleştirilememiştir. Bu nedenle aile hekimliğinde sunulması gereken koruyucu üreme sağlığı hizmetleri verilememiştir. En çok konsültasyon istenen polikliniğin kadın hastalıkları polikliniği olması da bu gereksinimi göstermektedir. Anabilim dalımızda sunulan uzmanlık eğitimi için de bir eksiklik yaratan bu durumun değiştirilebilmesi için ısrarcı olunmuş ve Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı ile iletişim kurularak 2007 yılından itibaren bu anabilim dalı ile işbirliği içinde bir üreme sağlığı polikliniği aile hekimliği uzmanları tarafından yürütülmeye başlanmıştır. TARTIŞMA İlk başvuruları 1999 yılında Marmara Üniversitesi Hastanesindeki polikliniğinde kabul etmeye başlamış olan anabilim dalımızın, hedef hasta gruplarını; herhangi bir şikayetle ilk başvurusunu yapan ya da “sağlıklı erişkinin izlem protokollerinden” yararlanmak isteyen üniversitemizin diğer fakültelerinin çalışanları, hastane bünyesinde görevli personel, düzenli bir aile hekimliği programına dahil olmak isteyen kişiler ve aileleri oluşturmuştur. Polikliniğimizin tek odası olması nedeniyle aile görüşmeleri yapılmasına olanak yoktur. Buna rağmen polikliniğimizden hizmet alan aileler hastalarımızın %25’ini oluşturmaktadır. Bu ailelerin %52.7’si öğretim üyesi aileleri ve %25’i ise hastane hemşire ve personelinin aileleridir. Bu oranlar ve tekrar eden başvurular, aile merkezli bakımın bir gereksinim olduğunu ve polikliniğimizde karşılanabildiğini düşündürmüştür. Yine hedef hasta gruplarının özellikleri nedeniyle başvuranların eğitim seviyesi Türkiye ortalamasının üzerindedir ve çalışan orta yaş grubu çoğunluktadır. Periyodik sağlık muayenesi, aile hekimliği polikliniklerine başvuru nedenleri sıralandığında ilk beş içindedir8,9. Polikliniğimize genel sağlık muayenesi için başvuran bireylere ilgili yayınları tarayıp, kanıtları değerlendirerek oluşturduğumuz ve SERFİZ (Sağlıklı Erişkin Risk Faktörlerine göre İzlem Protokolü) olarak adlandırdığımız periyodik muayene protokolü uygulanmaktadır10. Bu protokolde; sağlıklı erişkinde izlenmesi ve taranması gereken durumlar, kadın ve erkek cinsiyeti ve iki yaş grubuna göre ayrı, ayrı hazırlanmıştır. Sağlıklı erişkin izlemi başvurularının ilk başvuru nedenini oluşturmuş olması (%14.8) aile hekimliği polikliniğinin amacına uygun ve hedeflenmiş bir sonuçtur. Aile hastalarımızın %52.7’sini oluşturan Marmara Üniversitesi’nin diğer fakültelerinin öğretim üyeleri ve aileleri, polikliniğimizin kurulma aşamasında, üniversitemizin tüm fakülte yönetimlerine bir duyuru göndererek, polikliniğimiz hakkında bilgilendirilmiş, böylece günlük iş saatlerinin yoğunluğundan sağlık izlemlerini yaptıramayan öğretim elemanlarının polikliniğimize başvurusu sağlanmaya çalışılmıştır. Kişi başına 3.6 olan başvuru ortalaması, Yunanistan’da benzer çevre koşullarında çalışan birinci basamak bir kuruluşa yapılan hasta başı başvuru ortalaması (2.64) ile yakındır7. Yıllar içinde başvuru yapan aile sayısındaki artış; ilk başvuruyu yapan kişinin memnun kalmasının ardından ailesini de aynı hizmetten faydalandırması ve polikliniğimizin bir periyodik muayene noktası olarak duyurulmuş olmasıyla açıklanmıştır. Başvurulardaki bu artış ve hastalarımızdan edindiğimiz olumlu geribildirimler, poliklinik çalışmalarımız için heveslendirici olmuştur. İlk başvuru yakınmalarını incelediğimizde karşımıza en sık çıkan başvuru nedenleri genel sağlık muayenesi (%14.8) isteği ve öksürük (%10.5)’tür. Bu iki neden, yıllık hekim başvurularının %25’inin aile hekimlerine yapıldığı Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD) de ilk iki başvuru nedenidir8. Polikliniğimize başvuru sebeplerinin en sık karşılaşılan diğer ikisi ise baş ağrısı (%6.8) ve halsizlik ile çabuk yorulma (%5.8) yakınmalarıdır. Bu 94 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Polikliniği’nin sağlik hizmeti sunduğu aileler yakınmalar da diğerleri gibi ABD’de ve Türkiye’de aile hekimlerinin en sık karşılaştıkları sağlık sorunları arasında yer almaktadır8,9,11. Kocaeli Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı tarafından yürütülen Değirmendere Aile Hekimliği Merkezi’nde de ilk başvuru nedenleri olarak sırasıyla eklem ağrıları ve öksürük olduğu belirtilmiştir9. Bununla uyumlu olarak, bizim çalışmamızda sırt ve bel ağrısı (%3.9) yakınması en sık başvuru nedeni olarak 6. sırada gelmesine rağmen diz ağrısı (%2.2), boyun ve omuz ağrısı (%2.2), kalça ve bacak ağrısı (%1.9), kollarda ağrı (%1.5), kol ve elde uyuşma (%2.0) ve yaygın artralji (%1.5) gibi kas iskelet sorunları bir araya toplandığında başvuru yakınmalarının en büyük kısmını (%15.2) oluşturmaktadır. Bu nedenle fizik tedavi, ortopedi ve romatoloji gibi bölümlerin yanı sıra aile hekimlerinin bu tip yakınmalarla başvuran hastaya yaklaşım, birincil tanı testlerinin uygulanması, güncel bir ayırıcı tanı algoritmasının izlenmesi ve olası ise hastanın tedavisinin düzenlenmesi, özellikle de bölgesel ağrılarda önerilecek olan egzersiz eğitimi konusunda donanımlı hale gelmesi gerekmektedir. Böylece birinci basamakta çözülebilecek bu sorunlar için konsültasyon istemi azalacak ve ilgili bölümlere yönlendirilecek olgular isabetli seçilmiş olacaktır. Polikliniğimizden en çok istenen konsültasyonlar arasında fizik tedavi ve nörolojinin olması da bu gereksinimi göstermektedir. literatürle uyumlu olarak en çok reçete edilen ilaç grubunu antibiyotikler oluşturmuştur8. İlk başvurularda, polikliniğimizden yönlendirilen konsültasyon sıklığı %38’dir. ABD ve Kanada’da aile hekimlerinin konsültasyon isteme sıklığı %1.0 ile %5.4 arasında değişmekte olup, Avrupa ülkelerindeki sıklık; %4.7, Adana Aile Hekimliği Merkezinde ise %2.3 ile bu oranlara benzerlik göstermektedir11,15. ABD’de muayenehane hekimlerinin konsültasyonuna sıklıkla başvurduğu dallar genel cerrahi, ortopedi, kadın hastalıkları ve doğum, kulak burun boğaz, göz ve üroloji olarak sıralanmaktadır15. Polikliniğimizdeki konsültasyon sıklığının bu denli yüksek olması, birimimizin bir üçüncü basamak üniversite hastanesinde, temelde eğitim amaçlı olarak çalışıyor olmasına bağlanabilir. Uzmanlık öğrencilerimiz diğer klinik ve polikliniklerdeki çalışmalarının yanı sıra polikliniğimizde çalışırken buraya başvuran olguların da izlenmesi ve tanıya ulaşması ile eğitimleri desteklenmektedir. Konsültasyonla ilgili olarak bulunan kaynakların çoğu olması gerektiği gibi hastane dışında, sahada yürütülmekte olan poliklinik hizmetlerini yansıtmaktadır. Birinci basamakta sunulan sağlık hizmetlerinde uzmanlaşmayı savunan aile hekimliğinin çalışma alanı, hastanın evine yakın yerleşimli ve ulaşılabilir olarak kurulduğunda bu merkezin belirli bir bölgeye hizmet vermesi ve bu hizmeti sürekli olarak verebilmesi birinci basamak işlevi ile çok daha uyumlu olacaktır16. Ancak anabilim dalımız, hem uzmanlık eğitimi için bir uygulama alanı hem de tıp fakültesi öğrencileri için birinci basamak hekimliği sergilemesi açısından şimdilik üniversite hastanesi içinde yer verilen poliklinik hizmetlerini sürdürmektedir. İlk başvurular sonunda polikliniğimizce konan tanıların başında üst solunum yolu infeksiyonları ve hipertansiyon gelmektedir. ABD ve Türkiye’deki aile hekimliği ofis verileri incelendiğinde, hipertansiyonun en sık konulan tanılar arasında başta olduğu, akut üst solunum yolu infeksiyonunun ise ilk beş yakınma içinde yer aldığı gözlenmiştir9,10,12. Polikliniğimizde ikinci sıklıkta konan tanı olan ve önerilen birinci basamak kılavuzlarına göre izlenen dislipidemi, dünyada da yaygın olarak uğraşılan bir sorundur13,14. Değirmendere’de yapılan çalışmada ise en sık konulan tanılar arasında 3.sırada yer almıştır9. SONUÇ Aile hekimleri için gelecekte ön plana çıkacak alanlar; hasta eğitimi, hasta uyumu, aile terapisi, ölmekte olan hastaya yaklaşım, yenidoğan bakımı, yatağa bağımlı hasta bakımı, adolesan sağlığı, sağlıklı gebelik, postoperatif hasta bakımı, kronik hastanın izlenmesi ve evde bakım konuları olarak sayılmaktadır1,17. Bu konuların neredeyse İlk başvurularda düzenlenen tedavilerde kullanılan ilaç grupları incelendiğinde, 95 Marmara Medical Journal 2009;22(2);090-096 Pemra C. Ünalan, ark. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Polikliniği’nin sağlik hizmeti sunduğu aileler 5. tamamında ailenin etkisi göz ardı edilemez. Bu konuları anlayabilmek ve başarılı sağlık hizmeti sunabilmek için aile yapısı ve işleyişinin anlaşılmasını sağlayacak aile görüşmesi becerilerinin birinci basamakta kazanılması ve uygulanması yanında farklı disiplinlerin işbirliği ve koordinasyonunu da sağlayacak yeni düzenlemeler yapılmasına gereksinim vardır2,18. Böylece bir yandan aile hekimlerinin tıbbi bilgi ve beceri donanımları artırılırken diğer yandan aile hekimliği polikliniklerinin alt yapısı sunabileceği hizmetlere uygun şekle getirilerek hastanelerdeki diğer uzmanlık dallarının poliklinik yükü azaltılabilir18. 6. 7. 8. 9. 10. MÜ-AHEP, üniversite hastanesi içinde anlamlı bir yeri olan, diğer bölümlerle ortak çalışmalara açık, çağdaş ve güncel bir sağlık hizmeti vermeyi amaçlayan, birincil bakım konusunda örnek bir birim olmayı hedeflemektedir. 11. 12. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 13. WHO Regional Office for Europe. Beter health for the 870 million people of the European region. European Health for All Series No.6. Health 21 The health for all policy framework for the WHO European Region’da. Copenhagen, WHO Library Cataloguing in Publication Data, 1999;26-36. Oona M, Kalda R, Lember M, Maaroos HI. Family doctors' involvement with families in Estonia. BMC Family Practice 2004;5:24. http://www.biomedcentral.com/1471-2296/5/24 adresinden açık erişim. Baird MA, Grant WD. Families and health. Family Medicine Principles and Practice’de. Taylor RB, ed. 5th Edition. New York: Springer, 1998;26-30. Taylor RB. Family medicine principles: current issues and future practice. Family Medicine Principles and Practice’de. Taylor RB, ed. 5th Edition. New York: Springer, 1998;1-4. 14. 15. 16. 17. 18. 96 Rolland J. Family systems and chronic illness. A typological model. Family Prac 1987; 26: 203-221. Stelman MA. A documentation tool to improve patient care. Fam Pract Manag 2003 April:33-39. Mariolis A, Mihas C, Alevizos A, et al. Comparison of primary health care services between urban and rural settings after the introduction of the first urban health centre in Vyronas, Greece. BMC Health Services Research 2008, 8:124 doi:10.1186/1472-6963-8-124 Rakel RE. The family physician. Textbook of Family Practice’de. Rakel RE, ed. 5th edition. Philadelphia: W.B. Saunders, 1995; 1-19. Topallı R, Aladağ N, Tuncay MF, Topsever P, Ciğerli Ö, Görpelioğlu S. Tıp fakültesi aile hekimliği polikliniklerinin sağlık hizmeti sunumundaki yeri: Değirmendere deneyimi. Türk Aile Hek Derg 2003; 7: 165-170. Mazıcıoğlu M, Uzuner A. Periyodik Sağlık Muayenesi. Aile Doktorları için Kurs Notları 1.Aşama’da. 1.Basım. TC.Sağlık Bakanlığı, Ankara, Ata Ofset, 2004; 99-109. http://www.saglik.gov.tr/TSHGM/BelgeGoster.asp x?F6E10F8892433CFF71BE64510F6C 8BC93F93D97214554F97 adresinden en son 28.10.2008’de ulaşılmıştır. Saatçi E, İnan M, Akpınar E. Adana’dan bir aile hekimliği örneği. Türk Aile Hek Derg 2006; 10: 20-24. Pace WD, Dickinson LM, Staton EW. Seasonal variation in diagnoses and visits to family physicians. Annals of Fam Med 2004; 2: 411-417. ICSI:Institute for Clinical Systems Integration.http://www.icsi.org/guidelines_and_mo re/gl_os_prot/cardiovascular/hypertension_4/hypert ension_diagnosis_and_treatment__11.html http://www.icsi.org/guidelines_and_more/gl_os_pr ot/cardiovascular/lipid_management_3/lipid_mana gement_in_adults__4.html Rakel RE. Use of consultants. Textbook of Family Practice. Rakel RE, ed. 5th edition. Philadelphia: W.B. Saunders, 1995; 214-224. Başak O. Sürekli bakım:Aile hekimliği uygulamasında ne yapıyoruz, neler yapmalıyız? Türk Aile Hek Derg 2003; 7:122-130. Green L. FP Report. News for Today’s Family Physician 200;7:1. Ahmann E, Johnson BH. New guidance materials promote family-centered changes in health care institutions. Ped Nurs 2001;27:173-175. ARAŞTIRMA YAZISI KARIN AĞRISI İLE ACİL SERVİSE BAŞVURAN HASTALARDA AKUT CERRAHİ BATIN BELİRLENMESİNDE İNTERLÖKİN 6 VE TÜMÖR NEKROZ FAKTÖR ALFA’NIN ROLÜ Özge Ecmel Onur, Erol Erden Ünlüer, Arzu Denizbaşı, Özlem Güneysel Marmara Üniversitesi, Acil Tıp Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Çalışmamız, interlökin-6(IL-6) ve tümör nekroz faktör alfa (TNF)’nın acil cerrahi endikasyonu koyacak bir belirteç olup olmayacağını saptamak amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Akut karın ağrısı şikayetiyle acil servise başvuran 18 yaş üzeri hastalar çalışmaya alındı. İzinleri doğrultusunda rutin tetkik ve tedavileri yapılırken ,serum IL-6 ve TNF alfa düzeyi çalışılması amacı ile kan ayrıldı. Kontrol grubu olarak belirlenen sağlıklı yetişkinlerden de serumlar ayrıldı. Bulgular: Çalışmaya 80 hasta alındı. Erkeklerde ortalama yaş 43±8, kadınlar için 51±7 idi. 80 hastanın 41’inde karın ağrısının sebebi, acil cerrahi gerektirmeyen bir sorundu. Acil cerrahi gerektirmeyen hastaların en sık altta yatan problemi idrar yolu enfeksiyonuydu. Çalışmamızdaki 39 hastaya acil cerrahi operasyon gerekti. Bu hastalarda en sık bulunan patolojinin kolesistolitiazis olduğu saptandı. Akut karın ağrısı şikayeti olan hastalarda serum TNF-alfa seviyeleri, kontrol grubundakilerin TNF-alfa seviyelerinden yüksek bulunmuştur. Cerrahi girişim gerektirmeyen karın ağrısı şikayeti bulunan hastalarla, cerrahi girişim gerektiren hastaların TNF-alfa değerleri arasında anlamlı farklılık gösterilememiştir (p>0.05). Bu hastaların serum IL-6 değerleri, kontrol grubundaki kişilerin IL-6 değerlerinden belirgin olarak yüksek bulunmuştur(p<0.001). Cerrahi gerektiren vakalarla, cerrahi gerektirmeyen hastaların değerleri kıyaslandığında, cerrahi gerektiren hastalarda IL-6 seviyeleri belirgin olarak yüksek ve istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Sonuç: IL- 6 sitokin seviyesi acil cerrahi gerektiren karın ağrısını belirlemede etkili olabilir. Anahtar sözcükler: Karın ağrısı, İnterlökin 6 (IL-6), TNF alfa, Acil servis İletişim Bilgileri: Dr. Özge Ecmel Onur Marmara Üniversitesi, Acil Tıp Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 97 Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü THE ROLE OF INFLAMMATORY CYTOKINES INTERLEUKIN 6 AND TUMOR NECROSIS FACTOR-ALPHA FOR DETECTION OF ACUTE SURGICAL ABDOMEN IN EMERGENCY ROOM ABSTRACT Objectives: The aim of this study is to determine whether interleukin 6 (IL- 6) and tumor necrosis factor alpha (TNF alpha) may be markers for acute surgical abdomen. Patients and Methods: Patients over 18 years old were enrolled in the study. After a description of the study was given to the patients and their families, written informed consent was obtained. During routine laboratory experiments and treatment, blood was collected for studying IL-6 and TNF alpha levels. In the control group, healthy adults’ sera were studied. Results: A total of 80 patients were enrolled in the study. The mean age of the males was 43±8 years and the mean age of the females was 51±7 years. 41 patients were enrolled in the non-surgical group and the most common complaint was urinary tract infection. 39 patients had surgery. In this group, the most common pathology was cholesistolithiasis. The TNF alpha levels were higher in the abdominal pain patients when compared with the TNF alpha levels of the healthy control group, but there was no statistically significant difference between surgical and non-surgical abdominal pain groups (p>0.05). The IL-6 levels were also higher in the abdominal pain patients when compared with the levels of the control group, and there was a statistically significant difference between abdominal pain groups. IL-6 levels were higher in the surgical abdomen group. Conclusion: IL-6 may be a marker for surgical abdomen. Keywords: Abdominal pain, Interleukin 6 (IL-6), Tumor necrosis factor-alpha (TNF alpha), Emergency service hastaların %40’ında bilinen karın ağrısı formlarına uymayan, açık ve anlaşılır sonuçlara varılamayan, çoğu kez izlem altında tutulurken ağrıları kendiliğinden geçen karın ağrısı bulunur4. Bu tür nedeni bilinmeyen, tedavisiz veya basit analjeziklerle geçen karın ağrılarına ‘özelliği olmayan karın ağrısı’ adı verilir5. GİRİŞ Acil servise başvuran hastaların en sık şikayetlerinden biri karın ağrısıdır1. Amerika’da bu şikayet nedeniyle başvuru insidansı, yıllık yaklaşık 63/1000 acil servis başvurusu şeklindedir2,3. Karın ağrısı ile başvuran hastaların bazılarında çok ciddi patolojiler olabileceği gibi ( örn: abdominal aort anevrizması rüptürü), birçok hastada da dispepsi gibi daha önemsiz problemler olabilir. Genel olarak bakıldığında karın ağrısı şikayeti olan hastaların yaklaşık %20-%25’i4 akut hastaneye yatış gerektiren ciddi bir durum ile karşı karşıyadır. Karın ağrısının sebebinin bulunması ve tedavisi çeşitli sebeplerden dolayı bir kaostur: İlk olarak kesin tanı genelde net olmaz. Bir teşhisi kesinleştirememe ileri testler yapılmasını doğurur. Bu arada hayatı tehdit edici nedenlerin tedavisi gecikir. İkincisi, başvuru semptomlarının geniş ayırıcı tanısı çoğu testleri tekrarlamayı ve devam eden ağrı ile başvuranlarda ayırıcı tanının çerçevesini genişletme gereğini doğurur. Karın ağrısının kaynağının bulunmasındaki zorluk çok sayıda negatif test yapılması, gereksiz cerrahi girişimler ve artan masraf ile sonuçlanır. Üçüncüsü, ilk başvuruda net bulgu vermeyen Akut karın ağrısı, tanım olarak bir haftadan daha az süregelen ağrı olarak ifade edilmektedir. Çabuk tanı konulması gereklidir; çünkü çoğu hastada akut karın, batın içi aciller nedeniyle oluşur. Ayırıcı tanı da önemlidir, her zaman akut batın sendromu şüphesi acil cerrahi yaklaşım gerektirmez. Tüm akut karın ağrılı hastalar ele alınırsa 98 Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü cerrahi nedenler hastanın eve gönderilmesine sebep olur. Bu da hasta için hayati tehlike oluşturur. içinde başvuran toplam 80 hasta ve 16 kontrol grubu hastasının serumlarında IL-6 ve TNF alfa seviyeleri çalışılmıştır. Kontrol grubu olarak sağlıklı yetişkinler seçilmiştir. Bu nedenler ile karın ağrısı olan hasta için hastaneye yatış kriterleri ve çeşitli belirteçler araştırılmaktadır. Ama henüz net bir belirteç bulunamamıştır. Başvuran hastalardan karın ağrısına sebep olacak durumlar hariç bilinen bir enfeksiyon odağı olanlar ve bu mediatörlerin seviyelerini yükseltecek başka ek hastalıkları (örn: otoimmün hastalık, romatoid artrit (RA), psöriasis, lenfoma, miyeloma, renal hücreli karsinoma, v.b.) olan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Tümör nekroz faktör alfa (TNF alfa) ve İnterlökin 6 (IL-6) birer sitokindir. Bunların ortak özellikleri, inflamatuvar cevabın indüksiyonunda olan temel görevleridir. Ek sitokin yollarının indüksiyon ve salgılanmalarını sağlarlar. Bunlar ateş, C reaktif protein (CRP), fibrinojen, serum amiloid A proteini içeren karaciğerden üretilen plazma proteinlerinin üretimi, mononükleer fagositler ve endotelin genel aktivasyonunu doğurur. Endotelin aktivasyonu inflamatuvar cevabın kritik ürünlerini tetikler, kanda dolaşan lökositlerin lokalize birikimini sağlar6. Acil operasyona alınan hastaların postoperatif tanıları tespit edilmiş, bu hastalardan acil cerrahi gerektiren patolojileri olanlarla olmayanların IL-6 ve TNF alfa seviyeleri karşılaştırılmıştır. Enzim incelemeleri; ’sandviç enzim immünoassay (ELİSA)’ metoduna dayanmıştır. Örnek ve standartlar mikrotitreli plaklarda enkübe edilmiştir. Bu plaklar önce içlerinde alkalen fosfataza bağlı ikinci antimonoklonal antikor olan monoklonal antiantikor ile kaplanmıştır. İnkubasyon ve yıkama sonrasında bağlanmış enzimatik aktivite kromotojenik madde eklenerek standart renklerle ve rengin şiddeti yolu ile ölçümü yapılmıştır. Aynı teknik kontrol grubuna da uygulanmıştır. Bu çalışmanın amacı, acil cerrahiye alınan hastalarda, akut faz reaktanlarından olan IL-6 ve TNF alfa’nın seviyesine bakmak; bu değerleri, cerrahi girişim gerektirmeyen grup hastalarının değerleri ve sağlıklı kontrol grubundaki kişilerin değerleri ile kıyaslamaktır. Bu şekilde acil cerrahi gerektiren batın hastalarında bir belirteç bulmaya çalışmak ana hedefimizdir. İSTATİSTİKSEL ANALİZ Araştırmanın verileri SPSS for Windows (v. 11.5) bilgisayar programı kullanılarak değerlendirildi. Bütün değerler ortalama +/standart sapma (SD) olarak gösterildi. Datalar Student’s t-testi kullanılarak analiz edildi. P değerleri <0.05 olanlar anlamlı kabul edildi. Sonuçlar %95 güvenlik aralığında verildi. GEREÇ-YÖNTEM Bu çalışma için Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Etik Kurul’undan onay alınmıştır. Mart 2001 ile Haziran 2001 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi Hastanesi, Acil Servisine ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Cerrahi bölümüne karın ağrısı şikayeti ile başvuran 18 yaş üstü toplam 96 hasta çalışmaya alınmıştır. Acil servise başvuran, karın ağrısı şikayeti olan her hastanın hikayesi alınıp fizik muayenesi yapılmış ve rutin istenecek kan tetkiklerine ek olarak aydınlatılmış onam alındıktan sonra 2 cc EDTA’lı tüpe kan alınmıştır. BULGULAR Çalışmaya 37 erkek ve 43 kadın hasta alındı. Erkeklerde ortalama yaş 43±8 yıl, kadınlar için 51±7 yıl idi. 80 hastanın 41’inde karın ağrısının sebebi acil cerrahi gerektirmeyen bir sorun idi. Bu 80 hastanın cinsiyet, yaş ve altta yatan cerrahi sebepleri Şekil-1’de gösterilmiştir. Acil cerrahi gerektirmeyen hastaların karın ağrılarının etiyolojileri de Şekil-2’de gösterilmiştir. Acil cerrahi gerektirmeyen hastaların en sık altta yatan Alınan kan hemen buza yerleştirilmiş ve 60 dakika içinde 5 dakika sentrifüj edilmiştir. Serumlar, ependorflara alınmış, -80 derecede polipropilen tüplerde saklanmıştır. Bu süre 99 Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü problemi idrar yolu enfeksiyonu, ikinci büyük grubun ise özelliği olmayan karın ağrısı idi. Peptik ülser ağrısı, pankreatit, peritonit ve inflamatuvar barsak hastalığı diğer acil cerrahi gerektirmeyen sebepler arasında idi. Şekil-3’te gösterildiği gibi, çalışmamızdaki 39 hastaya acil cerrahi operasyon gerekmiştir. Bu hastaların 9’unda kolesistolitiazis, 5 hastada ileus saptanmıştır. Divertikülit, strangüle herni ve mezenter iskemisi operasyonların diğer sebepleri idi. Kontrol ve çalışma grubundaki hastaların serum TNF alfa seviyeleri Şekil-4’te gösterilmiştir. Akut karın ağrısı şikayeti olan hastalarda serum TNF alfa seviyeleri kontrol grubundan (35.3 picomol; 30.3-41 picomol) belirgin oarak yüksek bulunmuştur (53.2 picomol; 35-71 picomol) (p<0.05), ama cerrahi gerektirmeyen karın ağrısı şikayeti bulunan hastalarla (47.2 picomol; 38-56 picomol) cerrahi gerektiren hastalar arasında (47 picomol; 37-57 picomol) (p>0.05) anlamlı bir farklılık gösterilememiştir. Akut karın ağrısı şikayeti olan bu hastalarda serum lökosit, C reaktif protein (CRP), elekrolit, amilaz ve diğer biyokimyasal parametrelerde bakılmış bunlarda da kontrol grubundan anlamlı bir fark gösterilememiştir. Şekil 1: Yaş, cinsiyet ve cerrahi uygulamalara göre 80 hastanın özellikleri Karın ağrısı şikayeti olan hastalarla kontrol grubundakilerin serum IL-6 seviyeleri Şekil5’te gösterilmiştir. Karın ağrısı şikayeti olan hastaların serum IL-6 seviyeleri (154 picomol; 145-163 picomol) kontrol grubundan (14 picomol; 10-18 picomol) (p<0.001) belirgin olarak yüksek bulunmuştur. Cerrahi gerektiren vakalarla (246.2 picomol; 218.6-274 picomol) cerrahi gerektirmeyen hastalar (62 picomol; 55-69 picomol) kıyaslandığında cerrahi gerektiren hastalarda IL-6 seviyeleri belirgin olarak yüksek bulunmuştur (p<0.05). Şekil 2: Cerrahi olmayan karın ağrısı vakalarının etiyolojileri 100 Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü Şekil 3: Cerrahi karın ağrısı vakalarının etiyolojileri Şekil 4: Kontrol ve çalışma gruplarında TNF- alfa düzeyleri TARTIŞMA Organizmalar hasara; savunma sistemi, inflamatuvar, kardiyovasküler, endokrin ve solunum sistemlerinin koordinasyonunu içeren bir sistem ile homeostazı sağlamak için cevap verirler. İnflamasyonun fizyolojik cevabı kompleks hücresel ve moleküler olayların sonucudur. Makrofajlar, polimorfonükleer hücreler ve lenfositlerde oluşan inflamatuvar hücreler, hasar yerine gider ve orada inflamatuvar mediatörler salgılarlar. Hasara inflamatuvar tepkide; hormonlar, sitokinler özellikle TNF alfa, IL-6, IL-8, IL-10 ve benzerleri, akut faz reaktanları, serbest radikaller gibi diğer hücresel ürünler yer alır. Sitokinler anahtar mediatörlerdir6. TNF alfa ve IL-1 beta proksimal inflamatuvar mediatörlerdir. Bunlar hazırlığı başlatır ve diğer sitokinlerin salgılanmasını sağlar. TNF alfa, primer olarak makrofajlardan sentezlenir ve makrofajlar ile endotel hücrelerinden diğer sitokinlerin ve IL-6’nın sunumunu uyarır7. IL6, B ve T hücrelerinin aktivasyonu, hematopoetik sistem uyarımı, akut faz cevabının indüksiyonunda rol oynar8. İnflamatuvar, enfeksiyöz veya otoimmun hastalıklarda, serum IL-6 seviyesinin artışı TNF-alfa seviyesinin artışından daha uzun süreli ve sabittir9. Serum IL-6 seviyesinin hasarın şiddetini gösterdiğine dair kanıtlar vardır10 ve bütün sitokinler arasında IL-6 sonucun en güvenilir prognostik göstergesi olarak kabul edilir7. IL-6 düzeyleri, elektif batın ameliyatlarında doku hasarının şiddeti ile orantılı bulunmuştur11,12 ve çalışmalarda IL-6 seviyeleri, yüksek APS (akut fizyolojik skor) ve organ yetmezlik skoru olan hastalarda daha yüksek bulunmuştur13. IL-6’nın serum konsantrasyonları mortalitenin prognostik endikatörü olarak kullanılmada yüksek ilgi toplamıştır. Hızlı test kitinin olması (Predicta,Genzyme Corporation, Cambridge, MA) ve IL-6 konsantrasyonlarının daha uzun süre yüksek kalması ve daha kolay tespit edilmesi bu ilginin sebepleri arasındadır14. Şekil 5: Kontrol ve İnterlökin 6 düzeyleri çalışma gruplarında 101 Akut batın sendromu şüpheli hastalar, acil servis hekimlerinin çok sık karşılaştığı hasta grubudur. Bu hastalarda acil cerrahi tedavi Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü gerekliliği kararını verdiren en önemli bulgular, fizik muayene bulgularıdır. Adının sendrom olarak konuluşundan da kolaylıkla algılanabileceği gibi akut batın sendromu bir çok değişik hastalık sonucunda gelişebilen bir klinik tablodur. Bu tabloda ortak olan bulgular “defans muskuler” ve “rebound tenderness” gibi fizik muayene bulgularıdır ve tanının konulmasında oldukça değerlidirler. Bunun yanı sıra, uzun yıllardır bu hastalarda fizik muayene bulgularının tamamlayıcısı olacak belirteçler üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. süresi olduğu ve dolaşımdan çabuk temizlendiği olabilir. İkinci açıklama, serumda olan sitokinlerin sadece buz dağının görünen tepesi olduğu ve dokularda lokal olarak salgılandığı, dolaşıma ulaşamadan yıkıldığı olabilir21. Son olarak çözünebilir TNF reseptörlerinin serumda sitokinlere bağlandığı ve onları inaktive ettiği, böylelikle dolaşımdaki TNF alfanın ölçülemediği de bir hipotez olabilir21. IL-6 konsantrasyonları daha kolay ölçülebilir olduğu ve daha uzun süre serumda kaldığı için bizim çalışmamızda yüksek tespit edilmiş olabilir14. Bunun için ileri dönemde yapılabilecek çalışmalarda seri halinde örnekleme yapılması, TNF alfanın progresif azalması ile birlikte IL-6’nın giderek arttığını gösterebilir. Biz de serum IL-6 seviyesi ölçümünün, acil cerrahi gerektiren karın ağrısı sebepleri ile cerrahi gerektirmeyen karın ağrısı sebeplerini ayırmada anlamlı sonuç verdiğini gördük. İnflamatuvar hastalıklarda15 ve akut pankreatitte16 serum IL-6 seviyesinin arttığını gösteren çalışmalar vardır. Akut cerrahi batın teşhisinde yararlı bir tamamlayıcı olarak IL-6 seviyesi kullanılabileceği de bir çalışmada vurgulanmıştır17. SONUÇ Akut batın sendromu şüpheli hastalar için, hastanın öyküsünü, fizik muayene bulgularını, laboratuar ve radyolojik tetkik sonuçlarını hep birlikte değerlendirmeye aldıktan sonra ilgili hekimin kimi emniyetli bir şekilde eve göndereceğine ait bir karar vermesi gerekliliği bulunmaktadır. IL-6 sitokin seviyesinin bu karara katkıda bulunabileceğini düşünmekteyiz. Atlarda yapılan bir akut batın çalışmasında, kan ya da periton boşluğunda tespit edilen IL6 seviyesinin arttığı saptanmış olup, özellikle negatif değerlerin iyi prognozu gösterdiği sonucuna varılmıştır18. Bir başka çalışmada akut intestinal iskemi hastalığı teşhisinde serum IL-6 seviyelerinin yararlılığı gösterilmiştir19. KAYNAKLAR 1. Başka bir akut appendisit teşhisinin doğrulanması için yapılan çalışmada yüksek lökosit değeri, IL-6 ve CRP(C reaktif protein) değerlerinin artışının yararlı olabileceği gösterilmiştir20. 2. 3. 4. Bu çalışmada cerrahi batın göstergesi olarak TNF alfa kullanımının yararlı olmadığını gördük. TNF alfa seviyesinin yüksek bulunma olasılığını enfeksiyonun şiddeti ile ilgili olabileceği ileri sürülebilir, ama belirli bir toplumda TNF alfanın tespit edilmesi genelde sabit değildir ve o toplumu karakteristiğine, kullanılan inceleme yönteminin duyarlılığına ve özellikle örneğin alınma zamanı ile olayın başlaması arasında geçen zamana bağlıdır. Bu yüzden bulduğumuz anlamsızlığın ilk açıklaması bu sitokinin çok kısa bir yarılanma 5. 6. 7. 8. 102 Stone R. Acute Abdominal Pain. Lippincotts Prim Care Pract. 1998;2: 341-357. Ciccone A,Allegra JR,Cochane DG. Age related differences in diagnosis within the elderly population. Am J Emerg Med 1998; 16: 43-48. McCaig LF, Stussman BJ. National hospital ambulatory medical care survey:1996 emergency department survey. Adv Data 1997; 293:1-20. Graff LG, Robinson D. Abdominal pain and emergency department evaluation. Emerg Med Clin North Am 2001; 19 : 123-136. American College of Emergency Physicians. Clinical policy: Critical issues for initial evaluation and management of patients presenting with chief complaint of nontraumatic acute abdominal pain. Ann Emerg Med 2000; 36 : 406-415. Kim PK, Deutschman CS. General critical care topics: Inflammatory responses and mediators. Surg Clin North Am 2000; 80:885-894. Hack CE, Aarden LA, Thijs LG. Role of cytokines in sepsis. Adv Immunol 1997;66:101-195. Guirao X, Lowry SF. Biologic control of injury and inflammation: Much more than too little or too late. World J Surg 1996;20:437-146. Marmara Medical Journal 2009;22(2);097-103 Özge Ecmel Onur, ark. Karın ağrısı ile Acil Servis’e başvuran hastalarda akut cerrahi batın belirlenmesinde interlökin 6 ve tümör nekroz faktör alfa’nın rolü 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. Viedma JA, Perez-Mateo M, Dominguez JE, ve ark. Role of interleukin-6 in acute pancreatitis. Comparison with C-reactive protein and phospholipase A. Gut 1992;33:1264- 1267. 17. Maruna P, Frasko R, Gürlich R. Plasma procalcitonin in patients with ileus. Relations to other inflammatory parameters. 2008;57:481-486. 18. Barton MH, Collatos C.Tumor necrosis factor and interleukin-6 activity and endotoxin concentration in peritoneal fluid and blood of horses with acute abdominal disease. J Vet Intern Med. 1999;13(5):457-564. 19. Sutherland F, Cunningham H, Pontikes L, Parsons L, Klassen J. Elevated serum interleukin 6 levels in patients with acute intestinal ischemia. Hepatogastroenterology. 2003;50:419-421. 20. Yildirim O, Solak C, Koçer B, ve ark . The role of serum inflammatory markers in acute appendicitis and their success in preventing negative laparotomy. Invest Surg. 2006 ;19:345-352. 21. Martin C, Boisson C, Haccoun M, ve ark. Patterns of cytokine evaluation (Tumor Necrosis Factoralpha and Interleukin-6) after septic shock, hemorrhagic shock, and severe trauma. Crit Care Med 1997; 25: 1813-1819. Dinarello CA. Proinflammatory and antiinflammatory cytokines as mediators in pathogenesis of septic shock. Chest 1997; 112(suppl):321-329. Hamilton G, Hofbauer S, Hamilton B. Endotoxin, TNF alpha, interleukin-6, parameters of the cellular immune system in patients with intraabdominal sepsis. Scand J Infect Dis 1992;24:361-368. Cruickshank AM, Fraser WD, Burns HJ, ve ark. Response of serum interleukin-6 in patients undergoing elective surgery of varying severity. Clin Sci 1990;79:161-165. Baigrie RJ, Lamont PM, Kwiatkowski D, ve ark. Systemic cytokine response after major surgery. Br J Surg 1992;79:757-760 Wakefield CH, Barclay GR, Fearon KC ve ark. Proinflammatory mediator activity, endogenous antagonists and the systemic inflammatory response in intra-abdominal sepsis. Br J Surg 1998; 85: 818-825. Barriere SR, Lowry SF. An overview of mortality risk prediction in sepsis. Crit. Care Med 1995;23(2):376-393. Dunn AJ. Cytokine activation of the HPA axis. Ann N Y Acad Sci 2000;917: 608-617. 103 ARAŞTIRMA YAZISI KLİNİĞİMİZDE 2002-2007 YILLARI ARASINDA SEZARYEN OLAN HASTALARIN İNCELENMESİ Mehmet Yılmaz1, Ünal İsaoğlu2, Sedat Kadanalı1 1 Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Ansbilim Dalı, Erzurum, Türkiye 2Horasan Devlet Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, Erzurum, Türkiye ÖZET Amaç: Çalışmamızda, 2002-2007 arasında sezaryen oranlarını ve yıllara göre sezaryen endikasyonlarının dağılımını incelemek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde 2002-2007 yılları arasında sezaryen uygulanan 4389 hastanın hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Yıllara göre vajinal doğum sayısı, sezaryen sayısı, anne yaşı, gebelik haftaları, bebek doğum kiloları, bebek cinsiyetleri, sezaryen sırasında uygulanan anestezi türleri ve sezaryen endikasyonları incelendi. Bulgular: 2002’de 609(%37.7), 2007’de 974(%51) hastaya sezaryen ile doğum uygulandı. Başlıca sezaryen endikasyonları geçirilmiş uterin cerrahi(%37.8), makat geliş(%11.7) ve fetal distres(%10) olarak bulundu. Yıllara göre sezaryen endikasyonları arasında istatistiki bir fark bulunamadı. Yıllara göre sezaryen oranları ise istatistiki olarak anlamlı şekilde artmış bulundu(p=0,0259). Sonuçlar: Kliniğimizde yıllar içinde sezaryen oranları artmıştır(p=0,0259). Bunun sebepleri arasında azaltılabilecek iki önemli sebep, geçirilmiş uterin cerrahi(%37,8) ve makat gelişidir(%10). Artmış olan bu oranlarını azaltmak için, geçirilmiş sezaryen olan hastalarda ve makat gelişlerde uygun hastalarda vajinal doğum denenmelidir. Yine ilk sezaryen endikasyonu konulurken seçici olunmalıdır. Anahtar sözcükler: Sezaryen, Vajinal doğum ,Obstetrik,Endikasyon INVESTIGATION OF THE CESAREAN SECTION CASES IN OUR CLINIC BETWEEN 2002 and 2007 ABSTRACT Objective: We aimed to evaluate the annual distribution of indications and the rates of cesarean sections in all deliveries between 2002 and 2007. Material and Methods: We investigated retrospectively the hospital records of 4389 patients who had undergone ceserean section at Atatürk University, School of Medicine, Department of Obstetrics and Gynecology, between 2002-2007. The annual distrubition of rates and indications of normal birth and cesarean sections, maternal age, gestational week, fetal weight, fetal sex and the anesthesia method applied to the patient were assessed. Results: The cesarean section was performed for 609(37.7%) and 974(51%) patients in 2002 and 2007, respectively. The main indications were previous cesarean(37.8%), breech presentation(11.7%) and fetal distress(10%). There was no statistical difference in terms of cesarean indications for each year. However, cesarean rates were found to be significantly increased per year(p=0,0259). Conclusion: Over the years, the rate of cesarean sections has increased in our clinic(p=0,0259). This increase was attributed to the increased rate of previous cesarean section and breech presentation. To diminish the rate of ceserean sections, normal birth should be attempted for appropriate patients who have had uterine surgery, and with breech presentation. Initial indications should also be limited selectively. Keywords: Cesarean section, Delivery, Obstetric, Indication İletişim Bilgileri: Dr. Mehmet Yılmaz Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Erzurum, Türkiye e-mail: [email protected] 104 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi dahil edildi. Hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastalar hakkındaki bilgilere hastane arşivindeki hasta dosyalarından ulaşıldı. GİRİŞ Sezaryen doğum, 500 gram yada daha ağır bir fetüsün uterus duvarından yapılan bir insizyonla doğurtulmasıdır1. Son yıllarda vajinal doğumlara göre sıklığı tüm dünyada ve ülkemizde artmaktadır. Türkiye’de 2003 Turkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmasına (TNSA) göre %21.2 olan sezaryen oranının, son doğum sayılarına bakıldığında yer yer % 40’lara ulaştığı görülmektedir. Bu oran Dünya Sağlık Örgütü tarafından konulan hedefin (%5-15) üzerindedir2. Bu tarihler arasında vajinal doğum sayısı, sezaryen sayısı, anne yaşı, gebelik haftaları, bebek doğum kiloları, bebek cinsiyetleri, sezaryen sırasında uygulanan anestezi türleri ve sezaryen endikasyonları kaydedildi. Yıllar içindeki sezaryen oranlarındaki artış ve endikasyonlardaki değişiklikler değerlendirildi. Sezaryen oranlarının düşürülmesinin yolları tartışıldı. Bu doğum oranını yükselten nedenler arasında paritede azalma, daha yaşlı kadınların çocuk sahibi olmaları, elektronik fetal monitörizasyonun yaygın kullanılması, eski sezaryenların artmış olması gibi bir çok sebep sayılabilir. Günümüzde kullanılan anestezi teknikleri, medikal, cerrahi ve postoperatif bakımdaki gelişmeler sezaryenlere bağlı mortalite ve morbiditeleri azaltmış olmakla birlikte; enfeksiyon, kanama, transfüzyon ihtiyacı, tromboembolik olaylar, hastanede uzun süre kalma, iyileşmenin daha geç olması, daha çok ağrı çekilmesi gibi riskler halen devam etmektedir. Günümüzde birçok ülke sezaryen oranlarını düşürmek için çeşitli çalışmalar yapmaktadır3. Bu oranları düşürmede en önemli iki endikasyonun geçirilmiş sezaryen ve makat gelişler olduğu görülmektedir. Yıllara göre sezaryen endikasyonlarının ve sezaryen oranlarının değişip değişmediği regresyon analizi kullanılarak SAS’ta analiz edildi(SAS 1999). BULGULAR Kliniğimizde 01.01.2002 ile 31.12.2007 yılları arasında toplam 10038 doğum gerçekleşmiştir. Bu doğumların 5649 (%56.28) ’u vajinal yolla, 4389 (%43.72)’u sezaryen yoluyla doğurtulmuştur (Tablo I). Sezaryen doğumlarımızda ortalama anne yaşını 29.5, ortalama gebelik haftasını 37hafta, ortalama bebek doğum kilosunu 2935gram olarak tespit ettik (Tablo II). Yine 4389 sezaryen doğumdaki 4626 bebeğin 2349 (%50.8)’u erkek bebek, 2277(%49.2)’si kız bebek idi (Tablo III). Hastaların 2636(%60.1)’sına genel anestezi, 1753(%39.9)’üne rejyonel anestezi (spinal, epidural veya spinal+epidural) uygulanmıştı (Tablo III). Bu çalışmamızda Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğindeki doğum yapan hastaları, anne yaşı, doğum sırasındaki ortalama gebelik haftaları, bebeklerin cinsiyetleri, doğum tartıları ve sezaryen endikasyonları açısından retrospektif olarak inceleyerek, yıllara göre sezaryen oranındaki değişiklikleri, endikasyonların dağılımını ve sezaryen oranlarının düşürülmesinin yollarını tartışarak literatür bulgularıyla karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmamızda başlıca sezaryen endikasyonları geçirilmiş sezaryen, makat geliş, fetal distres, çoğul gebelik, plasental patoloji (plasenta previa, plasenta dekolmanı), preeklampsi (hafif-şiddetli preeklampsi, eklampsi, HELLP), baş pelvis uygunsuzluğu, uzamış eylem, iri fetüs ve elektif olarak belirlendi(Tablo IV). Toplam 6 yıl içinde 4389 sezaryen olgusunda sezaryen endikasyonları sırasıyla geçirilmiş sezaryen 1657(%37.8), fetal distres 515(%11.7), makat geliş 441(%10), preeklampsi 372(%8.5), plasental patoloji 231(%5.3), çoğul gebelik GEREÇ-YÖNTEM Çalışmaya Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2002 ile Aralık 2007 yılları arasında sezaryen ile doğum yapan 4389 hasta 105 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi 222(%5.1), elektif 203(%4.6), baş pelvis uygunsuzluğu 204(%4.6), uzamış eylem 179(%4.1), iri fetüs 140(%3.2) ve diğerleri 225 (%5.1) olarak belirlendi. plasental patoloji(p=0,6264), preeklampsi(p=0,5121), baş pelvis uygunsuzluğu(p=0,3243), uzamış eylem(p=0,1320), iri fetüs (p=0,7854)ve elektif (p=0,4598)olarak belirlendi. Yani sezaryen endikasyonlarında yıllara göre istatistiki bir fark bulunamadı. Ancak sezaryen oranları istatistiki olarak anlamlı ölçüde arttı(p=0,0259) (Grafik 1). Sezaryen endikasyonları yıllara göre değerlendirildiğinde yıllara göre şu sonuçlara ulaşılmıştır. Geçirilmiş sezaryen(p=0,6201), makat geliş(p=0,2635), fetal distres(p=0,5669), çoğul gebelik(p=0,3341), Tablo I: Yıllara Göre Sezaryen Hızları Yıl Vajinal Doğum Sezaryen Toplam 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Toplam 1005 (%62.3) 1122 (%68.2) 903 (%61.4) 718 (%49.9) 965 (%49.2) 936 (%49) 5649 (%56.28) 609 (%37.7) 522 (%31.8) 568 (%38.6) 721 (%50.1) 995 (%50.8) 974 (%51) 4389 (%43.72) 1614 (%100) 1644 (%100) 1471 (%100) 1439 (%100) 1960 (%100) 1910 (%100) 10038 (%100) Tablo II: Yıllara Göre Anne Yaşı, Gebelik Haftası ve Doğum Ağırlıkları Yıl Anne Yaşı(yıl) 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Toplam 30.43±5.25 29.92±6.21 28.42±5.48 29.72±4.59 29.22± 5.24 29.54±5.54 29.58±4.97 Gebelik Haftası 36.8±3.4 36.7±3.7 37.1±3.6 37.3±3.2 36.9±3.4 37.2±3.3 37±3.4 Doğum Ağırlığı (gram) 2990±805 2930±735 2870±±770 2910±690 2940±810 2955±755 2935±785 Tablo III: Yıllara Göre Bebek Cinsiyetleri ve Anestezi Türleri Yıllar 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Toplam Bebek Cinsiyeti Kız Erkek 290(%45.4) 349(%54.6) 261(%47.5) 288(%52.5) 287(%48.5) 305(%51.5) 362(%48.7) 382(%51.3) 568(%52.8) 508(%47.2) 499(%49.1) 517(%50.9) 2277(%49.2) 2349(%50.8) 106 Anestezi Türü Genel 582(%95.6) 474(%90.8) 524(%92.3) 445(%61.7) 448(%45) 382(%39.2) 2636(%60.1) Rejyonel 27(%4.4) 48(%9.2) 44(%7.7) 276(%38.3) 547(%55) 592(%60.8) 1753(%39.9) Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi Tablo IV: Yıllara Göre Sezaryen Endikasyonları 2002 Geç. Sezaryen Fetal Distres Makat Geliş Preeklampsi Plasental Patol. Çoğul Gebelik BPU Elektif Uzamış Eylem Makrozomi Diğer 2003 2004 217(%35.6) 199(%38) 228(%40.1) 73(%12) 54(%10.3) 50(%8.8) 79(%13) 47(%9) 52(%9.2) 51(%8.4) 55(%10.5) 58(%10.2) 28(%4.6) 30(%5.7) 28(%4.9) 28(4.6) 24(%4.6) 23(%4) 24(%3.9) 17(%3.3) 12(%2.1) 32(%5.3) 30(%5.7) 53(%9.3) 27(%5.2) 23(%4.4) 21(%3.7) 21(%3.4) 16(%3.1) 19(%3.3) 29(%4.8) 27(%5.2) 24(%4.2) 2005 2006 2007 Toplam 228(%31.6) 84(%11.7) 65(%9) 72(%10) 47(%6.5) 31(%4.3) 36(%5) 47(%6.5) 30(%4.2) 31(%4.3) 50(%6.9) 401(%40.1) 123(%12.4) 85(%8.5) 83(%8.3) 51(%5.1) 75(%7.5) 44(%4.4) 26(%2.6) 36(%3.6) 26(%2.6) 45(%4.5) 384(%39.4) 131(%13.4) 113(%11.6) 53(%5.4) 47(%4.8) 41(%4.2) 71(%7.3) 15(%1.5) 42(%4.3) 27(%2.8) 50(%5.1) 1657(%37.8) 515(%11.7) 441(%10) 372(%8.5) 231(%5.3) 222(%5.1) 204(%4.6) 203(%4.6) 179(%4.1) 140(%3.2) 225(%5.1) Grafik I: Sezaryen Oranlarının Yüzde Olarak Yıllara Dağılımı 2001 yılında %58 olan sezaryen hızı 2005’te %85 olarak bulunmuştur7. Yine Kahramanmaraş il merkezinde yapılan bir çalışmada 2004’te %34.4 olan sezaryen hızı, 2006 yılında %40.2 olarak bulunmuştur8. Bizim yaptığımız çalışmada ise 2002 yılında %37,7 olan sezaryen hızı, 2007 yılında %51’e ulaştığı saptanmıştır. Toplam altı yıl içerisindeki sezaryen hızı %43.7 olarak bulunmuştur. Çalışmamızda yıllar göre sezaryen oranlarının istatistiki olarak anlamlı ölçüde arttığı tespit edildi. Tüm bu oranlar Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği sezaryen hızından (%15) belirgin olarak yüksektir. Sezaryen oranlarını bu derece artıran sebeplerin başında ‘bir kere sezaryen, daima sezaryen prensibi’, artmış fetal TARTIŞMA Sezaryen doğum, 500gr yada daha ağır bir fetüsün uterus duvarından yapılan bir insizyonla doğurtulmasıdır1. Reprodüktif kadınlar arasında en sık uygulanan cerrahi girişimdir4. Amerika Birleşik Devletlerinde 1965 yılında %4.5 olan sezaryen hızı, 1988 yılı itibariyle %25’lere ulaşmıştır. Daha sonraları yapılan büyük çabalarla 1993’te bu oran %22.8’e düşürülmüştür5. Ülkemizde yapılan çalışmalarda, sezaryen oranının giderek artmış olduğu görülmüştür. Dicle Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada 1983 yılında %22,42 olan sezaryen oranları 2002 yılında %46,46’lara ulaşmıştır6. Süleyman Demirel Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesinde yapılan başka bir çalışmada 107 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi monitörizasyon ve makat gelişlerde normal doğum şansının tanınmaması sayılabilir. şeklindeki insizyonu olan hastalarda vajinal doğumun kontraendike olduğunu bildirmiştir. Yine hastalara özellikle ilk sezaryen endikasyonu konulurken çok dikkatli olunmalıdır. Çalışmamızda doğumda anne yaşı ortalaması 29.5 ve gebelik haftası ortalaması 37 hafta olarak bulundu. Doğum sırasında ortalama bebek ağırlığını 2935gram olarak bulduk. Yıllar arasında doğumda anne yaşı ortalaması, gebelik haftası ve doğum ağırlıkları arasında belirgin bir fark izlenemedi. Güney ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada anne yaş ortalaması 28.48 ve ortalama doğum ağırlığı 2958gram olarak bulunmuştur5. Çalışmamızda ikinci en sık sezaryen endikasyonu olarak fetal distres saptandı. Yalınkaya ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada da ikinci en sık sebep fetal distres olarak tespit edilmiştir6. 1970’lerin başlarından itibaren elektronik fetal monitörizayonun artması ile birlikte fetal distres oranları artmıştır. Uteroplasental yetmezliğe bağlı nörolojik sekelleri önlemek amacıyla elektronik monitorizasyon yapılmasının, aralıklı yapılan kalp hızı oskültasyonuna bir üstünlüğü olmadığının saptanmasına rağmen, fetal distres endikasyonu ile sıklıkla sezaryen yapılmaktadır10. Güney ve arkadaşlarının yaptığı araştırmada %22.6 olan fetal distres oranı, Coşkun ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada %13.8 olarak bulunmuştur7,8. Bizim çalışmamızda fetal distres oranını %11.7 olarak bulduk. Kliniğimizdeki vakaların %50.8’i erkek, %49.2’sini kız olarak bulduk. Bir çalışmada vakaların %53.9’u erkek, %46.1’i erkek olarak tespit edilmiştir7. Vakaların %60.1’i genel anestezi, %39.9’u rejyonel anestezi ile yapılmıştır. Yıllar ilerledikçe rejyonel anestezi oranları artarken genel anestezi oranları azalmıştır. 2002 yılında %4.4 olan rejyonel anestezi oranını, 2007 yılı itibariyle %60.8 olarak tesbit ettik. Yıllar ilerledikçe, rejyonel anestezi belirgin şekilde tercih edilir hale gelmiştir(p=0.0041). Makat geliş sezaryen endikasyonlarında sık görülen bir diğer sebeptir. Makat doğumlarda fetal başın takılması ve kordon prolapsusu sebebiyle sezaryen tercih edilmektedir. Coşkun ve arkadaşlarının çalışmasında %2.9, Güney ve arkadaşlarının çalışmasında %8.3 olarak bulunan makat geliş endikasyon oranı, kliniğimizdeki çalışmamızda %10 olarak bulunmuştur. Ventura ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada makat geliş dahil malprezentasyonların %85’inde sezaryen tercih edilmiştir11. Bugünkü pratikte, makat gelişte hem vajinal doğum hem de sezaryen kabul görmektedir. Kliniğimizde daha önceden vajinal doğum yapmamış makat gelişlere sezaryen önerilirken, daha önceden vajinal doğum yapmış ve bu doğumunda sezaryen için başka endikasyona sahip olmayan hastalara, vajinal doğum önerilip sezaryen yada vajinal doğum için karar hastaya bırakılmıştır. İri fetüs, uygunsuz pelvis, ayak geliş ve başın hiperekstansiyonu gibi ilave bir sezaryen endikasyonu olmadığı durumlarda makat geliş hastalarında vajinal doğum denenebilir. Sezaryen endikasyonları ile ilgili yapılan tüm çalışmalarda en önemli endikasyon geçirilmiş uterin cerrahi (geçirilmiş sezaryen, mükerrer sezaryen, myomektomi) olarak tespit edilmiştir. Şişli Etfal Hastanesinde ise uterin cerrahi %32.6 olarak bulunmuştur9. Notzon’un çalışmasında bu oran %24 olarak bulunmuştur5. Kliniğimizde yapılan çalışmada ise bu oran %37.8 olarak bulundu. 2002 yılında %35.6 olan oran 2006 yılında %39.4 olarak tespit edildi. ‘Bir kere sezaryen, daima sezaryen prensibi’ sebebiyle uterin cerrahiye bağlı sezaryenler artmıştır. Amerikan Kadın Doğumcular Birliğinin 1999 kriterlerine göre daha önceden bir veya iki alt segment transvers sezaryen geçiren hastalar; klinik açıdan uygun pelvise sahipse, fetüs 4000 gram’dan daha ağır değilse, başka bir uterin cerrahi ya da rüptür anamnezi vermiyorsa, hasta aktif eylem boyunca monitörize edilebilecekse ve acil durumlarda hasta sezaryene alınabilecekse, vajinal doğumun mümkün olabileceğini bildirmiş ve tavsiye etmiştir. Amerikan Kadın Doğumcular Birliği (ACOG) 1999 bülteninde klasik ve T- 108 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi Sezaryen endikasyonlarından 4. en sık görüleni preeklampsi olarak bulduk. Kliniğimizde özellikle şiddetli preeklampsi, eklampsi ve HELLP hastalarında vajinal doğum yakın zamanda (6 saat içinde) mümkün olmayacaksa sezaryen tercih edilmektedir. Çalışmamızda tüm sezaryenlerin %8.5’in de endikasyon olarak preeklampsiyi bulduk. İsteğe bağlı sezaryen hastaların %4.3’ünde tespit edildi. Kadın Doğum Uzmanları arasında yapılan bir çalışmada, doktorların %59’unun isteğe bağlı sezaryena onay verdiği gösterilmiştir17. Amerikan Kadın Doğumcular Birliği (ACOG)’ de 9 Mayıs 2006’da yaptığı açıklamada sezaryenlerin isteğe bağlı olarak değil, tıbbi nedenlerle yapılması gerektiğini belirtmiştir. Daha ileri yaşlarda gebe kalınması, tüp bebek gibi tedavi gebeliklerinin artması, sancı çekmek istememe gibi sebepler elektif sezaryene hastaları yönlendirmektedir. Bir başka sezaryen endikasyonu plasental patolojilerdir (plasenta previa, plasenta dekolmanı). Plasental patolojiler gebelikle ilişkili hemorajiye bağlı ölümlerin yaklaşık 1/3’ini oluştururlar12. Dekolman varlığında canlı ve matür bir fetüs varsa ve vajinal doğum çok yakın değilse sezaryen tercih edilir. Fetüsün ölü olduğu durumlarda kanama, hemodinamiyi bozacak kadar ağır değilse ve vajinal doğum yapmayı engelleyecek başka bir obstetrik neden yok ise vajinal doğum yapılabilir. Plasenta previalı hastaların ise tümünde sezaryen doğum gerekir. Çalışmamızda hastaların %5.3’ünde sezaryen endikasyonu plasental patoloji idi. Özkaya ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada bu oran %7.8 olarak bulunmuştur13. Uzamış eylem sezaryen endikasyonlarımızın %4.1’ini oluşturdu. Uzamış eylemin en önemli sebeplerinden biri, indüksiyon yapılan hastalarda, indüksiyonun etkili yapılmamasıdır. Kliniğimizde 4000 gram üzerindeki fetüslerde diyabetik-non diyabetik anne ayrımı yapılmadan sezaryen ile doğum tercih edildi. İri fetüslerde sezaryen tercihinin en önemli sebebi; omuz distozisi ve buna bağlı maternal ve fetal morbiditelerdir. Gerçekte, iri fetüs için kesin bir tanımlama yoktur. Günümüzde, fetal boyuttaki aşırılığın tam bir tahmini mümkün değildir. Rouse ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada ultrason fetal boyutun tahmininde %60 sensitiv ve %90 spesifik olarak bulunmuştur18. Yani iri fetüs tanısı ile sezaryene alınan hastaların %40’ı iri değildir. Çoğul gebelik çalışmamızda. sezaryen endikasyonların %5.1’lik kısmı oluşturdu. California Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada 541 ikizin %35’ine sezaryen uyguladığı bildirmiştir14. Çoğul gebelikte en sık görülen geliş şekli baş-baş geliştir. Çoğu obstetrisyen baş-baş olan ikizler için vajinal doğum planlar. ACOG ilk ikiz makat veya transvers geliş ise sezaryenin ilk seçenek olduğu kanısındadır15. Bir çok klinisyen üç veya daha fazla fetüsle komplike gebelikler için, en iyi doğum şeklinin sezaryen ile olduğuna inanır. Sonuç olarak kliniğimizdeki 6 yıl içerisindeki sezaryen oranları yaklaşık %44’tür. Bu oran Dünya Sağlık Örgütü tarafından konulan hedeften(%15) çok uzaktır. Bunda kliniğimizin üçüncü basamak bir hastane olması ve bu sebeple riskli doğumların kliniğimize sevki de rol almaktadır. Yıllara bakıldığında, kliniğimizde ve dünyada sezaryen oranları son yıllara doğru artmaktadır. Bunda geçirilmiş sezaryenlerin yıllar geçtikçe artması, paritede azalma, daha yaşlı kadınların çocuk sahibi olmaları, elektronik fetal monitörizasyonun yaygın kullanılması, gebelerin vajinal doğumdan çekinmeleri, tedavi ile oluşan gebeliklerin artması gibi bir çok sebep sayılabilir. Artmış bu sezaryen oranlarının azaltılması için, gebelerin bilgilendirilerek vajinal doğuma yönlendirilmeleri ve hekimlerin vajinal Baş pelvis uygunsuzluğu(BPU) sezaryen endikasyonlarımızın %4.6’sını oluşturdu. Gerçek BPU tanısı müphemdir. Çünkü bu teşhisi alan kadınların 2/3 hatta daha fazlası, sezaryen doğumu sonrası bir sonraki gebelikte, daha büyük bebekleri vajinal yolla doğurabilmişlerdir. Yanlış BPU tanısı, epidural analjezi, dava edilme korkusu ve hatta klinisyenin zaman bulamaması gibi durumlardan da kaynaklanabilir16. 109 Marmara Medical Journal 2009;22(2);104-110 Mehmet Yılmaz, ark. Kliniğimizde 2002-2007 yılları arasında sezaryen olan hastaların incelenmesi doğum açısından teşvik edilmeleri gerekmektedir. Sezaryen ve vajinal doğumun riskleri ve yararları konusunda hastalara kanıta dayalı bilgilendirme yapılmalı ve özellikle geçirilmiş sezaryeni olan hastalar, vajinal doğum konusunda cesaretlendirilmelidir. 8. KAYNAKLAR 12. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 9. 10. 11. Cunningham FG, Gant NF, Leveno KJ, Gilstrap LC, Hauth JC, Wenstrom KD. Cesarean section and postpartum hysterectomy In: Cunningham FG, Gant NF, Leveno KJ, Gilstrap LC, Hauth JC, Wenstrom KD eds. Williams Obstetrics. 21st eds. Texas: McGraw Hill; 2001: 537-565. World Health Organization. Appropriate tecnology for birth. Lancet 1985; 24: 436-437. Ziadek SM, Suna EL. Decreased cesarean birth rates and improved perinatal outcome: a seven-year study. Birth 1995; 22: 144-147. Taffel SM. Cesarean delivery in the United States, 1990. Vital Health Stat 21 1994; 51: 1-24 Notzon FC, Cnattingius S, Bergsio P, Cole S, Taffel S. Cesarean section delivery in the 1980s: international comparison by indication. Am J Obstet Gynecol 1994; 170: 495-504. Yalınkaya A, Bayhan G, Kale A, Yayla M. Dicle Üniversitesinde 20 yıllık sezaryen oranı ve endikasyonları. Turkiye Klinikleri J Gynecol Obst 1992 ; 3:37-39. Güney M, Uzun E, Oral B,Sarıkan İ, Bayhan G, Mungan T. Kliniğimizde 2001 - 2005 yılları arasında sezaryen oranı ve endikasyonları. S.D.Ü. Tıp Fak. Derg. 2006 ; 3 : 249-254. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 110 Coşkun A, Köstü B, Ercan Ö, Kıran H, Güven MA, Kıran G. Kahramanmaraş İl Merkezinde 2004 ve 2006 yıllarındaki doğumların karşılaştırılması. TJOD Dergisi 2007 ; 4: 168-172. Yumru E, Davas İ, Baksu B, ve arkadaşları. 1995 1999 yılları arasında sezaryen operasyonu endikasyonları ve oranları. Perinatol 2000;8:94-98. Shearer EL. Cesarean Section : Medical benefits and costs. Soc Sci Med. Nov 1993 ; 37: 1223-1231. Ventura SJ, Martin JA, Curtin SC, Mathews TJ. Births. Final data for 1997. Natl Vital Stat Rep 1999 ; 47:1-96. Chichakli LO, Atrash HK, Mackay AP, Musani AS, Berg BJ. Pregnancy- related mortality in the United States due to hemorrhage: 1979 - 1992. Obstet Gynecol 1999 ; 94: 721-725. Özkaya O. Süleyman Demirel Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğindeki 5 Yıllık Doğum Oranları ve Sezaryen Endikasyonları. S.D.Ü. Tıp Fak. Derg. 2005 ; 12: 36-39. Kurzel RB, Claridad L, Lampley EC. Cesarean section for the second twin. J Reprod Med 1997 ; 42:767-770. American College of Obstetricans and Gynecologists. Educational Bulletin Special problems of multiple gestation. Number 253, November 1998. Int J Gynaecol Obstet 1999; 64 :323-333. Lieberman E, Lang JM, Cohen A, D’Agostino R, Datta S, Frigoletto FD. Association of epidural analgesia with cesarean delivery in nulliparas. Obstet Gynecol 1996 ; 88: 993-1000. Gonen R, Tamir A, Degani S. Obstetricians opinions regarding patient choice in cesarean delivery. Clin Exp Obstet Gynecol 2002 ; 29: 19-21 Rouse DJ, Owen J, Goldenberg RL, Cliver SP. The effectiveness and cost of elective cesarean delivery for fetal macrosomia diagnosed by ultrasound. JAMA 1996 ; 276: 1480-1486. ARAŞTIRMA YAZISI SİGARA İÇEN HASTALARIN SİGARA PAKETLERİNİN ÜZERİNDEKİ UYARI YAZILARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİN VE NİKOTİN BAĞIMLILIK DERECELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Muhammed Fatih Önsüz1, Ahmet Topuzoğlu2, Alper Algan3, Efe Soydemir3, İlter Aslan3 1 Sakarya İl Sağlık Müdürlüğü, Bulaşıcı Hastalıklar, Sakarya, Türkiye 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı, İstanbul, Türkiye 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Sigara içme dünyada ve ülkemizde en önemli halk sağlığı sorunlarından birisidir. Bu araştırmanın amacı; Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne başvuran sigara kullanıcısı hastaların sigara paketleri üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerini ve bunların nikotin bağımlılık derecesi ile olan ilişkisini belirlemektir. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma 102 hasta ile Ağustos 2007 tarihinde yürütüldü. Veriler Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ni de kapsayan bir anket formuyla toplandı. Veriler SPSS 11.0 paket programında, tanımlayıcı istatistikler, ki-kare ve Fischer kesin ki-kare testi kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Araştırmaya katılanların %60.8’i erkekti. Katılımcıların %79.4’ü sigara paketleri üzerinde uyarı yazıların bulunmasını destekliyordu. Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ne göre katılımcıların %48.0’i düşük derece, %38.2’si orta derece ve %13.7’si yüksek derece bağımlı olarak tespit edildi. Eğitim düzeyi, gelir düzeyi ve sigarayla ilgili sağlık problemi bulunmasıyla bağımlılık derecesi arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı (p<0.05). Sonuç: Araştırmamızda sigara içicilerinin yüksek derece nikotin bağımlılığı düşük çıkmıştır. Sigara bağımlıları bağımlılık düzeyleri ile ilişkisiz şekilde paketler üzerindeki uyarı mesajlarını desteklemektedir. Anahtar sözcükler: Sigara içme, Nikotin bağımlılığı, Uyarı yazıları, Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi İletişim Bilgileri: Dr. Muhammed Fatih Önsüz Sakarya İl Sağlık Müdürlüğü, Bulaşıcı Hastalıklar, Sakarya, Türkiye e-mail: [email protected] 111 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi EVALUATION OF THE RELATIONSHIP BETWEEN PERCEPTION OF TOBACCO PACKAGING WARNING MESSAGES AND THE NICOTINE ADDICTION LEVELS OF SMOKERS ABSTRACT Objective: Smoking is one of the most important public health problems in both the world and our country. The aim of this study is to evaluate the relationship between perception of tobacco packaging warning messages and the nicotine addiction levels of smokers who apply to Marmara University, School of Medicine Hospital. Method: This descriptive study was carried out among 102 patients in August 2007. The data was collected by a questionnaire including the Fagerström Nicotine Dependence Test. The data was evaluated by the SPPS 11.0 program. Descriptive statistics, the chi-square test and Fischer exact test were used in the analysis of the data. Results: Sixty point eight percent of the participants were men. 79.4% of the participants were affected by the warning messages on the tobacco packaging. According to the Fagerström Nicotine Dependence Test 48.0% of the participants were determined as low level, 38.2% of them were determined as middle level and 13.7% of them were determined as high level nicotine dependence. There were statistically significant differences between the nicotine dependence level and the education level, income level and having a health problem from smoking (p<0.05). Conclusion: We found low rates of high level nicotine dependence among smokers. Smokers were affected by tobacco packaging warning messages but this was not related to their addiction levels. Keywords: Smoking, Nicotine Addiction, Warning messages, Fagerström Nicotine Dependence Test %24.3, 35 yaş üzeri nüfusta %43.6 olarak tespit edilmiştir4. GİRİŞ Sigara kullanımına bağlı sağlık sorunları önlenebilir mortalite ve morbidite nedenlerinden biridir ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre halen ikinci büyük ölüm nedenidir1. DSÖ, sigarayı “dünyanın en hızlı yayılan ve en uzun süren salgını” olarak tanımlamaktadır2. Dünyada 1.1 milyar kişi sigara içmektedir. DSÖ verilerine göre, her 10 kişiden birisi tütün ürünlerinin sonuçlarına bağlı nedenlerden hayatını kaybetmekte; tütün her yıl 5 milyon ölüme yol açmaktadır. Dünyada sigara içme davranışında artan hızın devam etmesi halinde 2020 yılına kadar her yıl 10 milyon insan sigaraya bağlı nedenlerle yaşamını yitirecektir. Ülkemizde sigara tüm dünyada olduğu gibi en önemli önlenebilir ve erken ölüm nedenidir ve ülkemizde de oldukça yaygın ve önemli bir halk sağlığı sorunudur1,2. Ülkemiz sigara tüketiminde Avrupa ülkeleri arasında üçüncü, dünya ülkeleri arasında yedinci sırada yer almaktadır3. 1988 yılında tüm Türkiye’yi temsil edecek nitelikteki bir örneklem grubu üzerinde yapılan PİAR araştırmasında sigara içme sıklığı erkeklerde %62.8, kadınlarda Tüm bu olumsuz tablo ile sigara içiminin birey ve toplum üzerindeki zararları, sigarasız bir toplum hedefi için yurdumuzda ve dünyada oldukça geniş kapsamlı çalışma ve müdahaleler yapılmasına neden olmuştur5. DSÖ Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi bu konuda hazırlanmış önemli bir belgedir. Bu belgenin tütün ürünlerinin paketlenmesi ve etiketlenmesi ile ilgili 11. maddesinde; “tütün ürünlerinin her bir paket ve ambalajında ve bu ürünlerin dış paketleme ve etiketlerinde tütün kullanımının zararlı etkilerini anlatan ve diğer uygun mesajları veren sağlık uyarıları olmalıdır. Bu uyarılar ve mesajlar; yetkili ulusal otoritelerce onaylanmalı, dönüşümlü olarak kullanılmalı, büyük, açık, görülebilir ve okunabilir olmalı, görünebilir alanın % 50 veya daha fazlasında olabilir ancak % 30'dan az olmamalı ve resimler ya da şekiller halinde olabilir veya bunları içerebilir” denmektedir3. Türkiye’de ise bu konudaki en önemli müdahalelerden biri de 26/11/1996 tarihinde yürürlüğe giren 4207 sayılı “Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair 112 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi Kanun”dur. Bu yasanın 1. maddesinde amacı; kişileri tütün ve tütün mamüllerinin zararlarından, bunların alışkanlıklarını özendirici reklam, tanıtım ve teşvik kampanyalarından koruyucu tertip ve tedbirler almak olarak belirtilmiştir. Bu yasanın maddelerinden biri de sigara paketleri üzerine sağlığa zararlı olduğuna işaret eden uyarı yazılarının yazılması zorunluluğunu içermektedir. Aynı zamanda 2006 yılında “Ulusal Tütün Kontrol Programı” resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir6,7. Ulusal Tütün Kontrol Programı’nın ürün kontrolü ve tüketicinin bilgilendirilmesi alt başlığında üreticiler tarafından tütün mamullerinin piyasaya arz ambalajı üzerinde, tütün kullanımının zararlı etkilerini anlatan sağlık uyarılarının yer almasını sağlayacak yasal düzenlemelerin uygulamaya konması bir strateji olarak belirtilmiştir3. Sigaraya karşı yürütülen yasal önlemlerin birçok ülkede etkili sonuçlar verdiği görülmektedir8. Sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarının etkisi ve halkın bu konudaki görüşleri hakkında yapılmış çalışmalar literatürde çok azdır. Oysa bu yeni uygulamanın toplum tarafından nasıl değerlendirildiğini bilmek ve sonuçlarını değerlendirmek bu önemli halk sağlığı uygulaması açısından büyük önem taşımaktadır. Bağımlılık Testi sorularını içermekteydi. Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi nikotin bağımlılığını belirleyen belki de en yaygın ve en geçerli ölçektir9. Nikotin bağımlılığının ölçülmesi amacıyla ilk kez 1978’de Fagerström, Fagerström Tolerans Testini önermiştir. Bu test 1992’de Fagerström, Heatherton ve Kozlowski tarafından yeniden ele alınmış ve Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi ortaya çıkmıştır10. Ülkemizde Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi Güneş ve ark. (2001) tarafından kullanılmıştır11. Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi 6 sorudan oluşmakta olup her soruya farklı puan verilmektedir. Kabaca bu test sonrasında altı soruya verilen yanıtlarla elde edilen skorun 4’ün üstünde olması bağımlılık olasılığını göstermektedir. Bu testin kapsamlı değerlendirilmesi sonucu elde edilen toplam puanlara göre nikotin bağımlılığı çok az (0-2 puan), az (3-4 puan), orta (5 puan), yüksek (67 puan), çok yüksek (8-10 puan) şeklinde beş grupta derecelendirilmektedir10. Bizim araştırmamızda testten alınan skor, düşük derece bağımlılık (0-3 puan), orta derece bağımlılık (4-5 puan) ve yüksek derece bağımlılık (6-10 puan) olarak üç grupta derecelendirildi. Araştırmanın gerçekleştirilmesi öncesinde gerekli izinler ve etik kurul onayı alınmıştır. Veriler SPSS 11.0 paket programıyla değerlendirildi. İstatistiksel analizlerde tanımlayıcı istatistiklerle birlikte gruplar arası yüzde farklarının karşılaştırılmasında ki-kare, gözlerde beklenen değerin 5’in altında olduğu durumlarda Fischer kesin ki-kare testi kullanılarak değerlendirildi ve p<0.05 istatistiksel anlamlılık düzeyi olarak kabul edildi. Bu araştırmada Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne başvuran sigara kullanıcısı hastaların sigara paketleri üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM Tanımlayıcı tipteki araştırma, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne başvuran ve araştırmaya katılmayı kabul eden 102 hasta ile 1-15 Ağustos 2007 tarihleri arasında yürütüldü. Veriler 4 bölümden oluşan anketin araştırmacılar tarafından yüzyüze görüşme tekniği kullanılarak doldurulması ile toplandı. Anketin ilk bölümü sosyodemografik özelliklerle ilgili, ikinci bölümü sigara paketlerindeki uyarı yazılarıyla ilgili, üçüncü bölüm sigara ve sosyal çevreyle ilgili ve dördüncü bölüm Fagerström Nikotin BULGULAR Araştırmamızda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne herhangi bir nedenle başvuranlardan sigara kullanıcısı olan ve araştırmaya katılmayı kabul eden toplam 102 kişiyle görüşüldü. Katılımcıların yaş ortalaması 40.86±11.10 (min. 20, max. 70) idi. Katılımcıların %60.8’i erkek, %39.2’si ise kadındı. Araştırmaya katılanların %35.3’ü 113 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi lise, %30.4’ü üniversite, %19.6’sı ilkokul ve %14.7’si ortaokul mezunu idi. Katılımcıların %43.1’i 1001-1500 YTL arası, %28.4’ü 5011000 YTL arası, %20.6’sı 1500 YTL üzeri gelire sahipken, %7.8’i 500 YTL ve altında gelire sahipti. Araştırmaya katılanların sigaraya başlama yaşı ortalaması 19.63±4.25 (min. 9, max. 33) idi. Katılımcıların %65.7’sinin beraber yaşadığı ev halkından herhangi birisi sigara içmekte iken, %98.0’inin yakın arkadaşları sigara içmekteydi. Katılımcıların %27.5’i sigaraya bağlı herhangi bir sağlık sorunu ile karşılaşmıştı. Bu sağlık sorunlarının çoğu solunum sistemi (%64.3) ve kardiyovasküler sistem (%28.6) problemleri idi. Ayrıca katılımcıların %26.5’inin ailesinde de sigaraya bağlı sağlık sorunu ile karşılaşanlar vardı. Bu sağlık sorunlarının da çoğunluğu kardiyovasküler sistem (%55.6) ve solunum sistemi (%40.7) problemleri idi. Katılımcıların %68.6’sı sigarayı bırakmayı denemişti. Sigarayı bırakmayı deneyenlerin %47.1’i sağlık sorunları, %25.7’si çevre baskısı ve %15.7’si ekonomik nedenlerle sigarayı bırakmayı denediklerini belirtmişlerdi. içmek kan akışını yavaşlatır ve cinsel iktidarsızlığa neden olur’ yazısını %100.0’ü, ‘sigara içmek cildin erken yaşlanmasına neden olur’ yazısını %81.4’ü, ‘sigarayı bırakmak ölümcül kalp ve akciğer hastalıkları riskini azaltır’ yazısını %98.0’i, ‘sigara içmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verir’ yazısını %98.0’i ve ‘sigarayı bırakmak için doktorunuzdan ve size en yakın sağlık ocağından yardım isteyin’ yazısını %91.2’si daha önce görmüştü. Katılımcıların %79.4’ü sigara paketleri üzerinde bu uyarı yazılarının bulunmasını destekliyordu. Katılımcıların %94.1’i de sigaranın sağlık üzerinde olumsuz etkilerinin olduğunu bu yazılardan önce duymuş ya da okumuş olduklarını belirtmişlerdi. Araştırmaya katılanların sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarıyla ilgili değerlendirmelerinin dağılımı Tablo-I’de gösterildi. Araştırmaya katılanların %36.3’ü uyarı yazıları sonrasında sigarayı bırakmayı düşündüklerini, %23.5’i sigarayı azalttığını belirtirken, %6.9’u yazıların anlamsız olduğunu, %8.8’i yararsız olduğunu belirtmiş ve %24.5’i etkilenmediğini ancak diğer insanlar için çok yararlı bir mesaj olduğunu belirtmişlerdi. Araştırmaya katılanların Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ne göre bağımlılık dereceleri ve bazı özellikleri ile karşılaştırılması Tablo-II’de gösterildi. Araştırmaya katılanlara sigara paketleri üzerindeki uyarı yazıları ile ilgili sorular soruldu. Bu uyarı yazılarından ‘sigara içenler genç yaşta ölür’ yazısını %97.1’i, ‘sigara Tablo I: Araştırmaya katılanları sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarıyla ilgili değerlendirmelerinin dağılımı Katılımcıların değerlendirmeleri Anlamsız Yararsız Azalttım Bırakmayı düşünüyorum Ben etkilenmedim ama diğer insanlar için çok yararlı bir mesaj Toplam 114 n 7 9 24 37 25 % 6.9 8.8 23.5 36.3 24.5 102 100 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi Tablo II: Araştırmaya katılanların Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ne göre bağımlılık derecelerinin bazı özeliklerine göre dağılımı Değişkenler Cinsiyet Erkek Kadın Eğitim düzeyi İlkokul Ortaokul Lise Üniversite Gelir düzeyi (YTL) 0-500 501-1000 1001-1500 >1500 Uyarı yazılarını değerlendirme Anlamsız Yararsız Azalttım Bırakmayı düşünüyorum Ben etkilenmedim ama yararlı mesaj Uyarı yazılarını destekleme Destekliyor Desteklemiyor Sigarayla ilgili sağlık problemi yaşama Evet Hayır Bırakmayı deneme Evet Hayır Toplam Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi Düşük derece Orta derece Yüksek derece bağımlı (0-3) bağımlı (4-5) bağımlı (6-10) n % n % n % 10 4 Toplam p n % 16.2 10.0 62 40 100.0 100.0 26 23 41.9 57.5 26 13 41.9 32.5 4 5 18 22 20.0 33.3 50.0 71.0 11 8 12 8 55.0 53.4 33.3 25.8 5 2 6 1 25.0 13.3 16.7 3.2 20 15 36 31 100.0 100.0 100.0 100.0 5 3 31 10 62.5 10.3 70.5 47.6 3 19 8 9 37.5 65.5 18.2 42.9 0 7 5 2 0.0 24.2 11.3 9.5 8 29 44 21 100.0 100.0 100.0 100.0 4 3 9 57.1 33.3 37.5 3 5 9 42.9 55.6 37.5 0 1 6 0.0 11.1 25.0 7 9 24 100.0 100.0 100.0 20 54.1 14 37.8 3 8.1 37 100.0 13 52.0 8 32.0 4 16.0 25 100.0 0.293 0.009 0.009* 0.642* 39 10 48.1 47.6 29 10 35.8 47.6 13 1 16.0 4.8 81 21 100.0 100.0 0.340 5 44 17.9 59.5 14 25 50.0 33.8 9 5 32.1 6.7 28 74 100.0 100.0 <0.001 30 19 49 42.9 59.4 48.0 28 11 40.0 34.4 38.2 12 2 14 17.1 6.2 13.7 70 32 102 100.0 100.0 100.0 0.189 39 * Fischer kesin ki-kare testi 115 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ne göre katılımcıların %48.0’i düşük derece, %38.2’si orta derece ve %13.7’si yüksek derece bağımlı olarak tespit edildi. Erkeklerde yüksek derece bağımlı olma (%16.2) kadınlardan (%10.0) daha yüksek iken, kadınlarda düşük derece bağımlılık (%57.5) erkeklerden (%41.9) daha yüksekti. Bağımlılık derecesi açısından cinsiyetler arasında anlamlı farklılık yoktu (p=0.293). Eğitim düzeyine göre bağımlılık derecesi değerlendirildiğinde; ilkokul ve ortaokul mezunu olanlar daha çok (%55.0, %53.4) orta derece bağımlı iken, lise ve üniversite mezunları daha çok (%50.0, %71.0) düşük derece bağımlı idi. Eğitim düzeyine göre bağımlılık dereceleri arasında anlamlı farklılık bulundu (p=0.009). Katılımcıların gelir düzeyine göre bağımlılık derecesi incelendiğinde; aylık gelir 0-500 YTL, 10011500 YTL ve >1500 YTL olanlar çoğunlukla (%62.5, %70.5, %47.6) düşük derece bağımlı ve aylık geliri 501-1000 YTL olan grup çoğunlukla (%65.5) orta derece bağımlı idi ve gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0.009). Araştırmaya katılanların sigara paketleri üzerindeki uyarı yazıları ile ilgili değerlendirmeleri ile bağımlılık dereceleri karşılaştırıldığında; uyarı yazılarını anlamsız olarak değerlendirenler en çok (%57.1) düşük derece bağımlı, yararsız olarak değerlendirenler en çok (%55.6) orta derece bağımlı, uyarı yazılarıyla azalttığını belirten en çok (%37.5) düşük ve orta derece bağımlı, bırakmayı düşündüğünü belirtenler ile etkilenmediğini ancak yararlı mesajlar olduğunu düşünen gruptakiler ise en çok (%54.1, %52.0) düşük derece bağımlı olarak saptandı ve oranlar birbirine benzerdi (p=0.642). Sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarını destekleyenler ve desteklemeyenler en çok (%48.1, %47.6) düşük derece bağımlı iken, en az (%16.0, %4.8) yüksek derece bağımlı idi ve oranlar birbirine benzerdi (p=0.340). Sigarayla ilgili sağlık problemi yaşayanlarda (%32.1) yüksek derece bağımlılık sağlık problemi yaşamayanlara göre (%6.7) anlamlı olarak yüksekti (p=0.000). Sigarayı bırakmayı deneyenlerde düşük derece bağımlılık oranı (%42.9) sigarayı bırakmayı denemeyenlerdeki oran (%59.4) ile benzer bulunmuştu (p=0.189). Araştırmaya katılanlara sigara bağımlılığını önlemeyle ilgili toplumsal yaklaşımların etkili olup olmadığı soruldu. Katılımcıların bu soruya verdikleri cevapların dağılımı TabloIII’te verildi. Araştırmaya katılanların sigara bağımlılığını önlemeyle ilgili toplumsal yaklaşımların etkililiği ile ilgili görüşleri incelendiğinde; %75.5’i kapalı yerlerde sigara içme yasağının, %60.8’i paketlerdeki uyarı yazılarının, %65.7’si sağlık personelinin uyarılarının, %53.9’u televizyondaki ve basılı yayındaki, %40.2’si radyodaki uyarıların etkili olduğunu belirtmişti. Tablo III: Araştırmaya katılanların sigara bağımlılığını önlemeyle ilgili toplumsal yaklaşımların etkililiği ile ilgili görüşlerinin dağılımı Toplumsal yaklaşımlar Kapalı yerlerde sigara içme yasağı n 77 Etkili (%) 75.5 Paketlerdeki uyarı yazıları 62 60.8 40 39.2 Sağlık personelinin uyarıları 67 65.7 35 34.3 Televizyondaki uyarılar 55 53.9 47 46.1 Radyodaki uyarılar 41 40.2 61 59.8 Basılı yayındaki uyarılar 55 53.9 47 46.1 116 n 25 Etkisiz (%) 24.5 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi alınması ve bu önlemlerin uygulanması için gerekli işlemlerin ciddiyetle yapılması gerektiği görülmektedir. Katılımcıların %65.7’sinin beraber yaşadığı ev halkından herhangi birisi sigara içmekte iken, %98.0’inin yakın arkadaşları sigara içmektedir. Kutlu’nun ve Nehir’in yaptıkları çalışmalarında katılımcıların çoğunun ailesinde ve yakın arkadaş grubunda sigara içildiği saptanmıştır. Aynı çalışmalarda ailede ve yakın arkadaş grubunda sigara içme durumu ile katılımcıların sigara içme sıklığı arasında anlamlı ilişki bulunmuştur5,21. Altınbaş’ın ve Tekbaş’ın çalışmalarında da katılımcıların çoğunun ailelerinde sigara içen birinin bulunduğu saptanmıştır22,23. Araştırmamızın sonuçları literatürü desteklemektedir. Araştırmamızda ev halkı ve arkadaş çevresinde sigara içenlerin oranının yüksek olması katılımcıların sigaraya başlama ve kullanmalarındaki etkenlerden biri olabileceğini düşündürmektedir. Vançelik’in çalışmasında ailede sigara içen birinin olması ve sigara içen yakın arkadaşın varlığı sigara içme sıklığını önemli ölçüde arttırdığı saptanmıştır24. İtalya’da yapılan bir çalışmada da özellikle adolesan yaş grubunda sigara içenlerde aile ve yakın arkadaşların içme davranışı üzerine oldukça etkili olduğu tespit edilmiştir25. Çan’ın yaptığı bir çalışmada annesi, babası, kardeşi, arkadaşı ve öğretmenleri sigara içenlerin içmeyenlere göre anlamlı olarak daha fazla sigara içmeyi denedikleri bulunmuştur26. Çevre ve arkadaş faktörü, her türlü alışkanlıkta olduğu gibi, sigara konusunda da belirleyici olabilmektedir. Sigara içen arkadaşların varlığında çocuğun toplumda kendine yer bulma isteği ya da grup baskısı onun sigaraya başlamasını kolaylaştırmaktadır27. Birçok araştırmada da sigara içme alışkanlığının aile bireylerinin sigara alışkanlığı ile yakın ilişkili olarak saptanması, hem sigaraya başlamada, hem de düzenli sigara içimini sürdürmede ailenin rolü ortaya konmuştur28,29. Tüm bu sonuçlar kişilerin sigarayı bırakması ile ilgili çalışmalarda aile ve yakın arkadaş çevresinin de müdahaleye dahil edilmesinin gerekliliğini göstermektedir. Ayrıca sigara içmede olduğu TARTIŞMA Sigara içme alışkanlığı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin önemli bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Gelişmiş ülkelerde sigara alışkanlığında azalma görülürken, ülkemizde sigara içme hızı artmaktadır12. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne herhangi bir nedenle başvuran sigara kullanıcıları ile yürüttüğümüz araştırmamızda katılımcıların sigaraya başlama yaşı ortalaması 19.63±4.25’dir. Yıldırım’ın Manisa’da, Kutlu ve Çivi’nin Konya’da, Altıntaş’ın Ankara’da yaptıkları bir çalışmalarda sigaraya başlama yaşının 15-19 yaş arasında değiştiği tespit edilmiştir1,13,14. Bilir, Ögel ve Demirel’in araştırmalarında da kişilerin çoğunlukla 16-20 yaşlarında sigara kullanmaya başladıkları bulunmuştur15-17. Araştırmamızdaki sigaraya başlama yaşı literatürle benzerdir. Adolesan dönem risk davranışlarının arttığı bir dönemdir. Sigara içmek bu dönemde görülen risk davranışlarından bir tanesidir18. Sosyal, psikolojik ve genetik faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan sigara alışkanlığı, daha çok çocukluk ve gençlik çağında kazanılan bir davranıştır2. Son yıllarda kabul gören görüş, bu alışkanlığın %40 oranında 15-19 yaşlarında başlamış olduğudur19. Sigara içmek, genç bireylerde özgürlük ve bağımsızlık duygularını ortaya çıkaran, yaşça büyük görünmesini sağlayan olumsuz bir davranıştır ve sigaranın fiziksel ve psikolojik bağımlılığı gençlerde daha hızlı 20 gelişmektedir . Gençlerin bu dönemlerde sigaraya başlamalarında sigarayı merak etmelerinin, özentinin ve arkadaş çevrelerinin önemli bir faktör olduğu literatürde belirtilmiştir13,14. Sigaraya başlama yaşı ile ilgili literatür bilgileri ve bu yaşın gittikçe küçülmesi sorunun ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Özellikle ülkemizde gençlere ve çocuklara sigara satışı rahatlıkla yapılmakta ve gençlerin sigaraya erişimini önlemeye yönelik olarak getirilen kurallar ise uygulanmamaktadır. Araştırmamızın sonuçları literatür bilgileriyle birlikte değerlendirildiğinde sigara kullanımına karşı ergenlik dönemlerinde ciddi önlemlerin 117 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi gibi sigarayı bırakmada da aile ve arkadaş çevresinin kişiler üzerinde etkili olabileceği söylenebilir. Araştırmamıza katılanların %27.5’inin kendisinde, %26.5’inin ise aile bireylerinde sigaraya bağlı herhangi bir sağlık sorunu ile karşılaştığı ve bu sağlık sorunlarının çoğunlukla solunum sistemi ve kardiyovasküler sistem problemleri olduğu bulunmuştur. Yurtiçi ve yurt dışında yapılan çalışmalarda da sigara kullananlarda en sık görülen sağlık sorunlarının solunum ve kardiyovasküler sistem problemleri olduğu tespit edilmiştir15,30,31. Çalışmamızın sonucu literatürle benzerdir. Sigaranın özellikle solunum ve kardiyovasküler sistem üzerindeki etkileri bilinmektedir. Burada önemli olan noktalardan biri sigara içen kişilerde solunum ve kardiyovasküler sistemle ilgili erken tanı ve koruyucu hekimliğe yönelik tarama ve müdahalelerin yapılmasıdır. Bu şekilde hastalıklara erken tanı konabilecek ve oluşabilecek hastalıkların önlenmesi ve gerekli tedbirlerin alınması kolaylaşacaktır. Bir diğer nokta ise bu hastalıklara bağlı olarak oluşan kişisel ve toplumsal ekonomik kayıplardır. Ekonomik kayıplar doğrudan sağlık giderlerinin yanısıra, işgücü ve üretim kaybından doğan dolaylı kayıpları içermektedir. ABD’de sigara tüketiminin yıllık ekonomik yükü 150 milyar doların üzerinde olup, kişi başı yıllık ekonomik kayıp yaklaşık 3400 dolardır. Ülkemizde sigaranın neden olduğu ekonomik yük 8-10 milyar dolar dolayında olup, 2-2.5 milyar doları sağlık için yapılan harcamalardır32. Bu veriler ışığında sigara bırakmanın en maliyet etkin müdahalelerden biri olduğu söylenebilinir. Araştırmamıza katılanların %68.6’sının sigarayı bırakmayı denediği belirlenmiştir. Sigarayı bırakmayı deneyenlerin %47.1’i sağlık sorunları, %25.7’si çevre baskısı ve %15.7’si ekonomik nedenlerle sigarayı bırakmayı denemişlerdir. Açıkel ve Gencer’in çalışmalarında katılımcıların dörtte üçünden fazlasının en az bir defa sigarayı bırakmayı denediği tespit edilmiştir. Bırakma nedenleri araştırıldığında en çok görülen neden sağlığına zarar vereceğini düşünme ve ekonomik nedenler olarak belirlenmiştir. Kişiler çoğunlukla hastalık sonrası sigarayı bırakma girişiminde bulunduklarını ifade etmişlerdir33,34. Ülkemizde yapılan diğer çalışmalarda da sigarayı bırakmayı deneme oranları %45-80 arasında değişen oranlarda bulunmuştur20,35-37. Literatürde sigara içen bireylerin %70’inin sigarayı bırakmak istediği ve yaklaşık yarısının her yıl bırakmaya çalıştığı, ancak %10’undan daha azının bunu başarabildiği belirtilmektedir38,39. Bu nedenle sigarayı bırakmak isteyen kişilere özellikle sağlık personeli tarafından profesyonel yardım ve destek sağlanmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Sigarayı bırakmayla ilgili yardım alanlarda hem sigarayı bırakma süreci daha sağlıklı yaşanmakta, hem de sigarayı bırakma oranı artmaktadır40. Araştırmamızda sigara bırakma nedeni olarak gösterilen sağlık sorunları ve ekonomik nedenler Açıkel ve Gencer’in çalışmalarındaki sonuçlarla benzerdir. Bu sonuçlar sigaraya ulaşmada etkili faktörlerden birinin fiyat olduğunu göstermektedir. Sigara fiyatlarında artışla birlikte sigara kullanım sıklığında azalmalar görüldüğünü bildiren çalışmalar da vardır41,42. Ülkemizde sigara fiyatlarının arttırılması da sigara kullanımının kontrolünde etkili bir neden olabilir. Aynı zamanda çevre baskısının da bir faktör olarak karşımıza çıkması 4207 sayılı yasanın sıkı şekilde uygulanması ve toplumsal duyarlılığın arttırılması ile sigara kontrolünde daha başarılı sonuçlar elde edilebileceğini düşündürmektedir. Ayrıca birçok ülkede sigaranın bırakılmasını sağlamak amacıyla gönüllü sağlık örgütleri tarafından grup tedavilerine yönelik programlar hazırlanmıştır. Bu programların içerikleri benzer olup, genellikle konferanslar, grup etkinlikleri, kişinin günlük alışkanlıklarını tanımasına yönelik egzersizler, sigaranın azaltılarak bırakma gününe karar verilmesine yönelik programlar, aşırı sigara içme isteği ile baş etme yöntemleri, sigaraya yeniden başlanmasını engellemeye yönelik öneriler ve stres tedavisinin pratiklerinin yapılması gibi konuları içerir43. Sigarayı bıraktırmaya yönelik bu gibi müdahaleler ülkemizde denenmeli ve yukarıda değindiğimiz 118 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi toplumsal duyarlılık ve destekle birlikte sigara içicilerinin bu müdahale programlarına etkin katılımı sağlanmalıdır. nitelikli bir örneklem seçilerek konuyla ilgili araştırmalar yapılması toplumun gerçek fikirlerini öğrenebilmek açısından daha yararlı olacaktır. Katılımcıların %40.0’ı uyarı yazılarının çok etkili olmadığı yönünde fikir beyan etmişken, %60.0’ı ise uyarı yazıları sonrasında sigarayı bırakmayı düşündüklerini ya da sigarayı azalttıklarını belirtmişlerdir. Mustafaoğlu’nun İstanbul’da bir öğrenci yurdunda yaptıkları çalışmada öğrencilerin yarısı uyarı yazılarının etkisiz olduğunu düşündükleri belirlenmiştir47. Bu sonuçlar uyarı yazılarının sigara paketleri üzerine yazılmasını desteklenmesine rağmen etkililiği konusunda şüpheler olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Turgut’un ve Gencer’in çalışmalarında da belirtildiği gibi uyarı yazılarının daha görünür ve dikkat çekici olması istenilen etkinin elde edilmesi için uygun olabileceğini düşündürmektedir. Bu uyarı yazılarının yanı sıra paketler üzerinde dikkat çekici resimlerin kullanılması da etkinliği arttırabilir. Bu sonuçlar ışığında sigara paketleri üzerine uyarı yazılarının bulundurulması uygulamasını devam ettirilmesi sigarayla mücadele açısından uygun olacaktır. Ancak bu uyarı yazılarının daha dikkat çekici olarak yazılması ya da resimlerin kullanılması etkinliğin arttırılması açısından önemli olarak düşünülebilir. Ayrıca sigara konusunda toplumsal bilinç ve baskıların artması ile beraber uyarı yazılarının belli sürelerle değiştirilerek yazılmaya devam edilmesi de uygulamanın etkisi ve kabul edilebilirliği açısından önemlidir. Araştırmaya katılanlar %81.4 ile %100.0 arasında sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarını daha önce gördüklerini ifade etmişlerdir. En çok görüldüğü ifade edilen ‘sigara içmek kan akışını yavaşlatır ve cinsel iktidarsızlığa neden olur’ uyarı yazısı iken, en az görüldüğü ifade edilen ‘sigara içmek cildin erken yaşlanmasına neden olur’ uyarı yazısıdır. Katılımcıların %79.4’ü sigara paketleri üzerinde bu uyarı yazılarının bulunmasını desteklediğini belirtmiştir. Katılımcıların bir kısmı uyarı yazıları sonrasında sigarayı bırakmayı düşündüklerini ve sigarayı azalttığını belirtirken, diğer bir kısmı da yazıların anlamsız olduğunu, yararsız olduğunu belirtmiş ya da etkilenmediğini ancak diğer insanlar için çok yararlı bir mesaj olduğunu belirtmişlerdir. Çetinkaya’nın çalışmasında sigara paketlerine sigaranın sağlığa zararlı olduğu konusunda yazı yazılmasını katılımcıların yaklaşık yarısı uygun olarak değerlendirmiştir44. Yıldırım’ın çalışmasında ise her gün sigara içenlerin yaklaşık beşte biri paketlerdeki uyarı yazılarını desteklediklerini belirtirken hiç içmeyenlerde bu oran %75.0’e çıkmıştır13. Ceylan’ın Harran Üniversitesi öğrencilerinde yaptıkları çalışmada öğrencilerin çoğu daha ayrıntılı açıklama yapılması gerektiğini belirtirken, az bir kısmı uyarı yazılarının kapsamının yeterli olduğunu bildirmiştir45. Turgut’un ve Gencer’in çalışmalarında katılımcılar çoğunlukla sigara paketleri üzerindeki yazıların daha görünür ve dikkat çekici olması gerektiğini belirtmişlerdir34,46. Araştırmamızda sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarının diğer çalışmalardaki sonuçlar da değerlendirildiğinde daha yüksek oranda desteklendiği ve dikkat edildiği görülmektedir. Çalışmanın tıp fakültesine başvuran kişilerde ve doktorlar tarafından yapılmış olması bu sonucu doğurmuş olabilir. Ayrıca katılımcılar gönüllülük esasıyla araştırmamıza katılmışlardır. Özellikle bu uygulamayı destekleyen kişiler araştırmamıza katılmak istemiş olabileceğinden sonuçlar etkilenmiş olabilir. Topluma dayalı, daha Araştırmamızda katılımcıların Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi’ne göre %48.0’i düşük derece, %38.2’si orta derece ve %13.7’si yüksek derece bağımlı olarak tespit edilmiştir. Ayrıca katılımcıların eğitim düzeyine, gelir düzeyine ve sigara ile ilgili sağlık sorunu yaşamalarıyla nikotin bağımlılık düzeyleri arasında anlamlı farklılık bulunmuştur. Sigara bağımlılık derecesinin literatürle karşılaştırılmasında sadece Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi kullanılan araştırmalar kullanılmıştır. Bu şekilde sonuçlarımızın daha sağlıklı değerlendirilebileceği düşünülmüştür. Ülkemizde yapılan çeşitli çalışmalarda 119 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi yüksek derecede nikotin bağımlılık %7.7 ile %33.0 arasında değişen oranlarda 14,21,37,48-50 bulunmuştur . İtalyan Göğüs Hastalıkları Uzmanları arasında yapılan araştırmada sigara içicilerin üçte biri yüksek derecede bağımlı bulunmuştur51. Ayrıca ülkemizde yapılan çalışmalarda cinsiyet, sigarayı deneme yaşı, günde içilen sigara sayısı, evin her yerinde sigara içme, sigarayı bırakmayı deneme durumu, sabah kalkınca ilk sigarayı içme süresi ve sigara içme süresi ile nikotin bağımlılık düzeyleri arasında anlamlı ilişki bulunmuştur37,48-50. Literatürde sigara içenlerin %20’sinin nikotin bağımlısı haline geldiği bildirilmiştir40. Araştırmamızda bulduğumuz bağımlılık derecesi sonuçları literatürdeki bulgulardan daha düşük orandadır. Araştırmamızı tıp fakültesinde yapmamız ve anketleri doktorların uygulamış olması katılımcıların verdikleri cevapları ve dolayısıyla sonucu etkilemiş olabilir. Ayrıca araştırmamızı yürüttüğümüz grup araştırmaya gönüllülük esasına göre katılmıştır. Bu nedenle araştırmamıza daha çok nikotin bağımlılığı düşük derecede olan kişiler katılmayı kabul etmiş olabilir. Bu durum da sonuçlarımızı etkilemiş olabilir. Temsil yeteneği olan bir örneklemle araştırmanın yürütülmesi sonuçları topluma genellenebilecek sonuçlar elde edilmesi açısından yararlı olacaktır. Araştırmamıza katılanların uyarı yazılarını destekleme oranlarını yüksek oluşu da yüksek derecede bağımlı kişilerin oranının az olması ile açıklanabilir. Çünkü bağımlılık dereceleri daha düşük olan kişiler sigara paketlerindeki bu uyarı yazılarının özellikle sigarayı bırakma konusunda daha yardımcı olabileceğini düşünerek olumlu görüş bildirmiş olabilirler. Bu durum sigarayı bırakma konusunda katılımcılara yapılacak desteğin yüksek oranda başarıya ulaşabileceğini düşündürmektedir. Düşük eğitim seviyesindekilerin daha bağımlı olmaları da hem bilgi eksikliği hem de yaşam koşulları ile yeterince mücadele edememe nedeniyle bir sığınma noktası olarak sigaranın görülmesinden kaynaklanmış olabilir. Sigarayla ilgili sağlık problemi yaşayanların daha yüksek bağımlı olmaları da beklenen bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu kişiler hem sayı olarak daha çok hem de süre olarak daha uzun zaman sigara kullanmış kişiler olabileceği için literatüre de benzer olarak daha yüksek bağımlı olmaları beklenebilir. Araştırmaya katılanların sigara bağımlılığını önlemeyle ilgili toplumsal yaklaşımların etkililiği ile ilgili görüşleri incelendiğinde; en çok kapalı yerlerde sigara içme yasağının etkili olduğu düşünülürken, en az etkili yaklaşımın radyo uyarıları olduğu belirtilmiştir. Yıldırım’ın, Altıntaş’ın ve Bilir’in çalışmalarında sigara içmeye karşı en çok desteklenen önlem kapalı yerlerde sigara içmenin yasaklanması olarak belirtilmiştir1,13,15. Ayrıca Yıldırım’ın çalışmasında sigara fiyatlarının arttırılması da etkili bir yöntem olarak bildirilmiştir13. Bakırcı’nın çalışmasında kapalı yerlerde sigara içme yasağını tam olarak uygulayan işyerlerinde çalışanların daha yüksek oranlarda sigarayı bıraktıkları saptanmıştır. Çalışmada sigara yasağını tam olarak uygulayan işyerlerinde kişilerin sigarayı bırakma sürecine daha kolay girebilecekleri belirtilmiştir8. Araştırma sonucumuz literatür bilgilerini desteklemektedir. Kapalı alanlarda sigara içmenin yasaklanması uygulamasının daha sıkı bir denetimle uygulanması, sigara içmeyenler için çevresel sigara dumanına maruziyetin ortadan kaldırılması ve sigara içenlerin de zamanla bu alışkanlıklarından vazgeçmesine olanak sağlaması açısından çok önemli olarak görülmektedir. Araştırmamızda katılımcıların toplumsal yaklaşımlar konusunda medyanın çok etkili olmadığını düşündükleri görülmüştür. Kutlu’nun Konya’da öğrencilerde yaptığı çalışmalarda öğrencilerin büyük çoğunluğunun medyanın sigaranın zararları ile ilgili yeterli düzeyde yayın yapmadığına inandığı ve yayınlarında paparazzi programlarına yoğun şekilde yer veren medyanın bu konudaki duyarsızlığına dikkati çektiği belirlenmiştir5,14. Sigara ile mücadelede özellikle toplumsal bilincin oluşturulması için medya daha etkin olarak kullanılmalı ve bu konuda daha yoğun ve kaliteli yayınlar yapılması sağlanmalıdır. Bu şekilde sigarayı bırakmadaki başarı oranları 120 Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi 3. yükseltilebilir ve sigara ile mücadele daha etkin olarak sürdürülebilinir. 4. Sonuç olarak; araştırmamızda sigara içicilerinin yüksek derece nikotin bağımlılığı düşük çıkmıştır. Katılımcıların sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarını da bağımlılık düzeylerinden bağımsız olarak yüksek oranlarda destekledikleri belirlenmiştir. Araştırmamızın en önemli kısıtlılığı araştırmaya seçilen kişilerin temsil eden bir örnekleme ile seçilmemiş olmasıdır. Araştırmamızı yürüttüğümüz kişiler gönüllülük esasına göre araştırmaya dahil edilmiştir. Bu nedenle araştırmamızın bir temsil niteliği yoktur ve topluma genellenemez. Ayrıca araştırmamıza katılan kişiler daha az bağımlı ve sigara içme konusunda yapılan müdahaleleri destekleyen kişiler oldukları için gönüllü olarak araştırmamıza katılmış olabilirler. Bu durum araştırmamızın sonuçlarına da yansımış olabilir. Araştırmamızdaki diğer kısıtlılıklar, tıp fakültesinde ve doktorlar tarafından yüzyüze görüşülerek yapılmış olmasıdır. Bu durum katılımcıların daha dikkatli ve etkilenerek cevap vermiş olabileceklerini düşündürmektedir. Bir diğer kısıtlılık olarak da katılımcı sayısının düşüklüğü söylenebilir. Bu sonuçlar doğrultusunda sigaraya karşı mücadele de etkili yasaların çıkarılmasının yanı sıra bu yasaların başta medya olmak üzere her kesim tarafından yeterli ve etkili desteklenmesinin gerekli olduğunu göstermektedir. Özellikle sağlık kuruluşlarında ve sağlık çalışanlarınca uygulanacak müdahale çalışmalarıyla birlikte konuyla ilgili toplumsal bilincin artması sağlanabilecek ve bu şekilde sigara ile mücadele başarıya ulaştırılabilecektir. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. KAYNAKLAR 1. 2. 18. Altıntaş H, Bozdağ G, Polat C, Salor Ö, Yaman İ, Uğurlu E. Bir kamu kuruluşu bilgi işlem merkezi çalışanlarının sigara içme ile ilgili tutum ve davranışları. Bağımlılık Dergisi 2006; 7: 3-10. Pekşen Y, Canbaz S, Sünter AT, Tunçel EK. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Yaşar Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu öğrencilerinde sigara içme sıklığı ve etkileyen faktörler. Bağımlılık Dergisi 2005; 6: 111-116. 19. 20. 121 T.C. Sağlık Bakanlığı. Ulusal tütün kontrol programı ve eylem planı 2008-2012. Ankara 2008. PİAR Sigara Alışkanlıkları ve Sigara İle Mücadele Kampanyası Kamuoyu Araştırması Raporu. İstanbul, 1988. Temel A, Dilbaz N, Bayam G, Okay T, Şengül C. Bir eğitim hastanesinin sağlık personelinde sigara alışkanlığı, bırakma sıklığı ve bağımlı kişilik özelliklerinin ilişkisi. Bağımlılık Dergisi 2004, 5(2): 16-22. Tütün ve Tütün Mamüllerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun, No:4207, Resmi Gazete Tarih/Sayı: 26.11.1996/22829. Bilir N, Aslan D. Dünyada, Türkiye’de ve Hacettepe’de tütün kontrol çalışmaları. Hacettepe Tıp Dergisi 2005; 36: 75-79. Bakırcı N, Okuşluk T. İstanbul’da bir grup işyerinde sigara içme yasakları ve bu yasakların çalışanların sigara içme durumlarına etkisi. Toplum Hekimliği Bülteni 2007; 16(1): 19-24. Türkoğlu M. Adnan Menderes Üniversitesi öğrencilerinin sigara içme ve bırakma davranışlarının değerlendirilmesi. Basılmamış uzmanlık tezi. Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği AD. 2007, Aydın. Pomerlau CS, Carton SM, Lutzke ML ve ark. Reliability of the Fagestrom Tolerance Questionnaire and Fagestrom Test for Nicotine Dependence. Addict Behav 1994; 653: 278-284. Güneş G, Genç M, Pehlivan E, Eğri M, Kurçer MA. Malatya Sümerbank ve Tekel Fabrikalarında çalışan işçilerin sigara içme davranışları, bağımlılık düzeyleri ve bırakmaya ilişkin tutumları. Sağlık İçin Sigara Alarmı Dergisi 2001; 4(1-4): 73-80. İlhan F, Aksakal FN, İlhan MN, Aygün R. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin sigara içme durumu. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni 2005; 4(4): 188-198. Yıldırım Ç, Çelik P, Şakar A, Dinç G. Tıp Fakültesi öğrencilerinin sigaraya karşı tutumları. Solunum 2004; 6(1): 30-35. Kutlu R, Çivi S. Seydişehir Meslek Yüksekokulu öğrencilerinde sigara kullanma durumu ve etkileyen faktörler. Bağımlılık Dergisi 2006; 7(2): 71-79. Bilir N, Doğan BG, Yıldız AN. Sigara İçme Konusundaki Davranışlar ve Tutumlar AnkaraTürkiye. Hacettepe Halk Sağlığı Vakfı Yayını No: 7, Ankara 1997. Ögel K, Tamar D, Özmen E, Aker T, Sağduyu A, Boratav C, Liman O. İstanbul Örnekleminde Sigara Kullanım Yaygınlığı. Bağımlılık Dergisi 2003; 4(3): 105-108. Demirel Y, Toktamış A, Nur N, Sezer RE. İlköğretim okullarındaki öğretmenlerde sigara içme durumu. Turkiye Klinikleri J Med Sci 2004; 24: 492-497. Feijo RB, Oliveira EA. Risk behavior in adolescence. Jornal de Pediatria 2001; 77(Supl.2): S125-S134. Coogan PF, Adams M, Geller AC, Brooks D, Miller DR, Lew RA, Koh HK. Factors associated with smoking among children and adolescents in Connecticut. Am J Prev Med 1998; 15(1): 17-24. Altman DG, Wheelis AY, McFarlane M, Lee H, Fortmann SP. The relationship between tobacco Marmara Medical Journal 2009;22(2);111-122 Muhammed Fatih Önsüz, ark. Sigara içen hastaların sigara paketlerinin üzerindeki uyarı yazıları hakkındaki görüşlerinin ve nikotin bağımlılık derecelerinin değerlendirilmesi 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. access and use among adolescents: a four community study. Soc Sci Med 1999; 48: 759-775. Nehir S, Demet MM, Dinç G. Manisa ili kent merkezinde görevli hemşirelerin sigara kullanma düzeyleri ve ilişkili risk etmenleri. Bağımlılık Dergisi 2007; 8(1): 3-10. Altınbaş Ö. Hemşirelerde sigara içmeyi etkileyen faktörlerin incelenmesi. Basılmamış yüksek lisans tezi. Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü. 2002, İstanbul. Tekbaş ÖF, Açıkel CH, Erkuvan E, et al. Genç erişkin erkekler arasında nikotin bağımlılığı, sigara içme sıklığı ve bunları etkileyen faktörler. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni 2006: 5(2): 105-117. Vançelik S, Güraksın A, İnandı T. Erzurum ili sağlık ocaklarında çalışan personelin sigara içme sıklığı. Atatürk Üniversitesi Tıp Dergisi 1999; 31(2): 75-80. Gaeta G, Del Castello E, Cuomo S, Effuso L, Pirera M, Boccalatte A. Personal, familial and environmental factors influencing the inclination of smoking in adolescents: differences between sexes and between city and small-town dwellers. Cardiologia 1998; 43(4): 417-426. Çan G, Topbaş M, Öztuna F. Trabzon’daki lise öğrencilerinin sigara içme sıklığı ile sigaraya başlamada etkili faktörlerin tespiti. 9.Ulusal Halk Sağlığı Günleri-GATA (Çevre Sağlığı) Bildiri Kitabı 2005: 484. Flay BR, Phil D, Hu FB, Richardson J. Psychosocial predictors of different stages of cigarette smoking among high school students. Preventive Medicine 1998; 27(5): A9-A18. Crofton JW, Freour PP, Tessier JF. Medical education on tobacco: implications of a worldwide survery. Med Educ 1994; 28: 187-196. Brenner H, Scharrer SB. Parental smoking and sociodemographic factors related to smoking among German medical students. Eur J Epidemiol 1996; 12: 171-176. Solak ZA, Göksel T, Erdinç E, Üstün H. Sigara ile ilişkili ciddi akciğer hastalığı olanların sigara içen yakınlarında sigara bırakma tedavisinin başarısı. Türk Toraks Dergisi 2002; 3(3): 248-252. Acımış NM, Bostancı M, Bozkurt Aİ, Özşahin A. Denizli ili merkezindeki banka çalışanlarında tütün kullanım durumu ve sağlık sorunları. Bağımlılık Dergisi 2007; 8(3): 115-120. Keskinoğlu P, Sözkesen S, Sarıyer E, Kesik K, Öztürk R. Sosyoekonomik düzeyi düşük bir bölgede 15 yaş sigara içicilik sıklığı, içicilik maliyeti ve içiciliğin hastalık varlığına etkisi. Toraks Dergisi 2007; 8(4): 227-233. Açıkel CH, Kılıç S, Uçar M, Yaren H, Türker T. Sağlık Astsubay Meslek Yüksekokulu öğrencilerinde sigara içme durumu ve etki eden faktörler. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni 2004; (3)8: 178-185. Gencer M, Ceylan E, Yengil E, Ethemoğlu G. Şanlıurfa’da ilköğretim okulu öğretmenlerine uygulanana sigara anket sonuçları. Akciğer Arşivi 2007; 8: 5-9. 35. Solak ZA, Başoğlu ÖK, Erdinç E. Kronik obstrüktif akciğer hastalığı olgularında sigarayı bırakma başarısı. Tüberküloz ve Toraks Dergisi 2006; 54(1): 43-50. 36. Gölbaşı Z, Levent S. Bir halk eğitim merkezinde yürütülen sağlık eğitimi uygulamalarının kadınların sigarayı bırakma davranışları üzerindeki etkinliği. Bağımlılık Dergisi 2007; 8(3): 121-126. 37. Aksakal A, Khorshid L. Adana Tekel Sigara Fabrikasında çalışan bireylerin sigara içme ve nikotin bağımlılıklarının incelenmesi. Bağımlılık Dergisi 2006; 7(2): 57-64. 38. Karlıkaya C, Öztuna F, Solak ZA, Özkan M, Örsel O. Tütün kontrolü. Toraks Dergisi 2006; 7(1): 5164. 39. Tutluoğlu B. Sigara bırakma yöntemleri. Solunum 2003; 5: 230-236. 40. Schroeder SA. Tobacco Control in the Wake of the 1998 Master Settlement Agreement. New England Journal of Medicine 2004; 350: 293-301. 41. Townsend J. Price and consumption of tobacco. Br Med Bull 1996; 52: 132-142. 42. World Health Organization. Economics of tobacco control. A/FCTC/WG1/2. 20-8-1999. WHO. 43. Kutlu R. Meram Çıraklık Okulu öğrencilerinde sigara kullanma sıklığı. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni 2006; 5(6): 424-433. 44. Çetinkaya F, Biricik SS, Naçar M. Kayseri il merkezindeki hekimlerin ve tıp öğrencilerinin sigara içme durumları ve sigara konusundaki tutumları. Erciyes Tıp Dergisi 2006; 28(4): 163171. 45. Ceylan E, Yanık M, Gencer M. Harran Üniversitesi’ne kayıt yaptıran öğrencilerin sigaraya karşı tutumlarını etkileyen faktörler. Toraks Dergisi 2005; 6(2): 144-150. 46. Turgut T, Deveci F, Altuntaş E, Muz MH. Elazığ’da lise ve dengi okul öğretmenlerine uygulanan sigara anketi sonuçları. Solunum 2001; 3: 295-299. 47. Mustafaoğlu N, Duran A, Durmuş E, Erdem M, Erten İ, Kaplan O. İstanbul Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalan öğrencilerin sigara kullanımı konusundaki davranışları. 12. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi Bildiri Kitabı 2008: 568. 48. Okutan O, Taş D, Kaya H, Kartaloğlu Z. Sigara içen sağlık personelinde nikotin bağımlılık düzeyini etkileyen faktörler. Tüberküloz ve Toraks Dergisi 2007; 55(4): 356-363. 49. Örsel O, Örsel S, Alpar S, Uçar N, Güven SF, Şipit T, Kurt B. Sigara bırakmada nikotin bağımlılık düzeylerinin tedavi sonuçlarına etkisi. Solunum Hastalıkları 2005; 16: 112-118. 50. Deveci SE, Güler H, Deveci F, Açık Y, Muz MH. Elazığ emniyet teşkilatı personelinin sigara içme davranışları, bağımlılık düzeyleri ve sigara-sağlık ilişkisine yaklaşımları. Solunum Hastalıkları 2005; 16: 12-17. 51. Nardini S, Bertoletti R, Rastelli V, Donner CF. The influence of personal tobacco smoking on the clinical practice of Italian chest physicians. Eur Respir J 1998; 12: 1450-1453. 122 ORIGINAL RESEARCH ORIGINS AND DIAMETER OF THE ANTERIOR CHOROIDAL ARTERY Yusuf Özgür Çakmak1, Ömer Özdoğmuş1, Esra Gürdal1, İbrahim Uzun2, Safiye Çavdar1 1 Marmara Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye 2Adli Tıp Kurumu , İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: The anterior choroidal artery(AChoA) may be involved in cases of intracranial aneurysms, arteriovenous malformations (AVMs) or intracranial tumors. The diagnostic evaluation of the anterior choroidal artery is required in order to obtain knowledge of the anatomy of this vessel, therefore we decided to examine their origin and diameters in detail. Methods: Eighty cerebral hemispheres from 40 autopsy cases (11 female, 29 male) aged between 20 and 71 years were obtained as soon as possible after death. Forty µm thickness of transverse sections were cut by cryostat. The average diameter was calculated. Sex and side differences were statistically analyzed. Results: AChoA were present in 75 (93.75%) hemispheres, whereas in 5 cerebral hemispheres (6.25%) the AChoA was absent. In all autopsy cases, it arose from the posterior wall of the internal carotid artery (ICA) (100%). The inner diameter of the AChoA was 0.56±0.15mm in females;0.58±0.18mm in males. The outer diameter of the AChoA was 0.67±0.17mm in females;0.70±0.16mm in males. No statistically significant difference between genders in terms of the inner and outer diameters of AChoA were found. Conclusion: For the endovascular treatment of AChoA aneurysms, the knowledge of the inner diameter gains importance. Keywords: Choroidal, Diameter, Artery, Origin ARTERIA CHOROIDEA ANTERIOR’UN ÇAP VE ORİJİNİ ÖZET Amaç: Arteria choroidea anterior, arteria carotis interna’nın en kalın dalıdır. Bu damarın arteria communicans posterior’dan da ayrılabileceği belirtilmiştir. Kafaiçi anevrizmalar ya da tümörler ve arterivenöz malformasyonlar bu damarı tutabilirler. Arteria choroidea anterior’un diagnostik açıdan değerlendirilmesinde, bu damarın anatomik yapısıyla ilgili bilgilere ihtiyaç vardır. Bu sebeple çalışmamızda hem orijin tanımlanmış hemde çap ölçülmüştür. Yöntem: Yaşları 20 ile 71 arasında değişen (ortalama yaş 43,5), 40 otopsiden (11 kadın, 29 erkek) toplam 80 adet serebral hemisferi ölümü takiben mümkün olduğunca kısa bir sürede aldık. Alınan damarlardan kriostat ile 40 µm kalınlığında transvers kesitler alındı. Her kesit üzerinde en uzun, en kısa ve diagonal çap ölçülüp bunların ortalaması alındı. Cinsiyet ve taraf farklılıkları istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: 75 serebral hemisferde (%93,5) arteria choroidea anterior tespit edilmişken 5 hemisferde (%6,25) bulunamamıştır. Vakalarımızın hepsinde bu damar arteria carotis interna’nın arka duvarından çıkmaktaydı (%100). Kadınlarda arteria choroidea’nın iç çapı 0.56±0.15mm (0.4-0.7mm) iken; erkeklerde ise 0.58±0.18mm (0.4-0.8) olarak bulunmuştur. Kadınlarda arteria choroidea’nın dış çapı 0.67±0.17mm (0.550.91mm) iken; erkeklerde ise 0.70±0.16mm (0.6-0.98mm) olarak bulunmuştur. İstatistiksel olarak damarın iç ve dış çapları cinsiyete göre farklılık göstermemekteydi. Sonuç: Arteria choroidea anterior anevrizmalarının endovasküler tedavilerinde iç çapın bilinmesi önem kazanır. Anahtar Kelimeler: Choroidea, Çap, Arter, Orijin Corresponding author: Ömer Özdoğmuş, M.D. Marmara Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı Haydarpaşa,, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(2);123-126 123 Marmara Medical Journal 2009;22(2);123-126 Yusuf Özgür Çakmak, et. al., Origins and diameter of the anterior choroidal artery INTRODUCTION The importance of the anterior choroidal artery is related to its strategic and extensive area of arterial supply1-4. MATERIAL AND METHOD Eighty cerebral hemispheres from 40 autopsy cases (11 female, 29 male) aged between 20 and 71 years (mean age 43.5) were obtained as soon as possible after death. The autopsies with head injuries were excluded from the study. The calvaria and the brains were removed via routine autopsy dissections and the brains were removed out of the skull together with the vascular structures. Routine dissection of the anterior circulation of the brain was performed. The anterior choroidal artery in autopsy cases were photographed by a Nikon Coolpix E995 digital camera. The anterior choroidal artery is the largest branch of the ICA and it also may arise from the posterior cerebral artery (PCA)5. Further, it was reported that it was derived from the middle cerebral artery (MCA) as well as from the junction between the ICA and MCA6. However, the territory supplied by this artery has large variations, the most consistent area contains the optic tract, the posterior limb of the internal capsule,the cerebral peduncle and the choroid plexus1-4. The proximal 4 mm length of the anterior choroidal artery was taken in every case (Figure 1). Forty µm thickness of transverse sections were cut by cryostat (Microtome FRG). An eyepiece with a millimeter scale (AX0057 24mm Cross Olympus) was used to measure the outer and inner diameters of this artery with an X4 objective and X10 eyepiece. Three measurements (longest, shortest and intermediate diameters) were taken and the average diameter was calculated. Sex and side difference were statistically analyzed using the Mann-Whitney U-test. 7 Foix et al described the complete anterior choroidal artery syndrome, which includes the triad of hemiplegia, hemisensory loss, and hemianopia. In addition, the artery may be involved in cases of intracranial aneurysms, arteriovenous malformations (AVMs) or intracranial tumors. The diagnostic evaluation of the anterior choroidal artery is required in order to obtain knowledge of the anatomy of this vessel, therefore we decided to examine their origin and diameters in detail. Figure 1: Inferior view of the brain, showing photographic demonstration of the anterior choroidal artery origining from the internal carotid artery. A1: Precommunicating portion of the anterior cerebral artery; A2: Postcommunicating portion of the anterior cerebral artery; AChoA: Anterior choroidal artery; ICA: Internal carotid artery; MCA: Middle cerebral artery; PCA: Posterior communicating artery; length of the internal carotid arteries between MCA and the PCA (a), MCA and the AChoA (b ), AChoA and the PCA (c); f, forceps; L and R, left and right sides 124 Marmara Medical Journal 2009;22(2);123-126 Yusuf Özgur Çakmak, et al. Origins and diameter of the anterior choroidal artery side differences of the anterior choroidal artery. Variations in the origins of the artery were reported. Herman et al6 found the anterior choroidal artery to issue from the ICA in 85% of cases, from the MCA in 8%, and from the junction of these two vessels in 7%. RESULTS Of the 80 cerebral hemispheres, the anterior choroidal arteries were present in 75 (93.75%) hemispheres, whereas in 5 cerebral hemispheres (6.25%) we could not identify the anterior choroidal artery. In all autopsy cases in which we were able to identify the origin of the anterior communicating artery, it arose from the posterior wall of the ICA (100%). In 96% of the cases, the anterior choroidal artery arose from the ICA and in 2% of the cases it arose with double origins5. Furthermore, we could not demonstrate the double origins of the anterior choroidal artery. The duplication may be confused with the uncal artery8. Fujii et al9 identified the origin of the anterior choroidal artery from the ICA in 98% of the cases and from the PCA in 2% of the cases. As identified in our study, the anterior choroidal artery was derived from the ICA in 100% of the cases8 (Table I), which may show the vascular system depends on racial factors. Although studies were previously performed on the fixed material, fresh autopsy material and angiography had different values for the diameter of the anterior choroidal artery6-8-10,11. Present study shows the side and gender differences in terms of the anterior choroidal artery. Herman et al6 reported the diameter as 0.77mm. Hussein et al10 found it as 0.9mm; Uz et al8 gave it as 0.94mm, whereas our inner diameter was 0.58mm,the outer diameter was 0.69. Above mentioned studies6-8-10 did not clearly state whether the measured diameter was the outer or inner diameter. For the endovascular treatment of anterior choroidal artery aneurysms, the knowledge of the inner diameter gains importance. Anterior choroidal artery aneurysms account for 4% of all intracranial aneurysms. Ischemic stroke has been reported as the most common complication after surgical clipping of the aneurysms of the internal carotid arteryanterior choroidal artery complex. Patients with aneurysms located on the anterior choroidal artery itself have an even higher risk of getting postoperative stroke, because of the critical territory supplied by the anterior choroidal artery12-14. Therefore, endovascular treatment of anterior choroidal artery is effective to protect the patients from In one male brain only this artery was absent bilaterally (2.5%), whereas in three cases (1 female, 2 male) this artery was not seen unilaterally (7.5%). In absent cases the anterior choroidal arteries were all persistently on the right side. The inner diameter of the anterior choroidal artery was 0.56±0.15mm (range: 0.4-0.7mm) in females; 0.58±0.18mm (range: 0.4-0.8mm) in males. The inner diameter in unilaterally cases were 0.7mm and 0.8mm in males and 0.7mm in females. The outer diameter of the anterior choroidal artery was 0.67±0.17mm (range: 0.550.91mm) in females; 0.70±0.16mm (range: 0.6-0.98mm) in males. No statistically significant difference between genders in terms of the inner and outer diameters of the anterior choroidal artery were found. In regardless of gender, the mean value of inner diameter was 0.57±0.11mm on the right side, 0.58±0.12mm on the left side, whereas the mean value of the outer diameter was 0.68±0.13mm on the right side, 0.70±0.12mm on the left side. There is no statistically significant difference between the sides in both inner and outer diameters of the anterior choroidal artery. DISCUSSION The results of the present study showed that males have higher inner and outer diameters than the women, whereas diameters of the left side of the artery was slightly higher than the right side. However, these differences were not statistically significant. Scarce and conflicting data are present in the literature considering the origin, genders and 125 Marmara Medical Journal 2009;22(2);123-126 Yusuf Özgur Çakmak, et al. Origins and diameter of the anterior choroidal artery rebleeding15. We assume that not only general anatomical knowledge but also knowledge of some morphological features such as inner diameter of the anterior choroidal artery will help the diameter planning of endovascular instruments. Table I. shows the percentage of the origins of the anterior choroidal artery in different studies. Origin of the anterior From ICA From From junction of ICA From PCA choroidal artery MCA and MCA 8% 7% Herman et al. (1966) 85% Fujii et al. (1980) 98% 2% Lang et al. (1995) 98% 2% Uz et al. (2005) 100% Present study 100% 8. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Carpenter MR, Nobacj CR, Moss ML. The anterior choroidal artery: its origin, course distribution and variations. Arch Neurol Psychiatry 1954;71:714722. Saeki N, Rhoton AL. Microsurgical anatomy of the upper basilar artery and posterior circle of Willis. Neurosurgery 1977;46:563-578. Helgason CM. A new view of anterior choroidal artery territory infarction. J Neurol 1988;235:387391. Pullicino PM. The course and territories of cerebral small arteries. Adv Neurol 1993;62:11-39. LangJ. Skull base and related structures: atlas of clinical anatomy. Stuttgart:Schattauer, 1995:31-48. Herman LH, Fernando OV, Gurdjian ES. The anterior choroidal artery: an anatomical study of its area of distribution. Anat Rec 1966;154:95-102. Foix C, Chavany JA, Hillemand P, et al. Oblitération de I’artére choroidienne antérieure: ramollissement de son territoire cérébral: hémiplégie, hémianesthésie, hémianopsie. Bull Soc Ophtalmol Paris 1925;37:221-223. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 126 Uz A, Erbil KM, Esmer AF. The origin and relations of the anterior choroidal artery: an anatomical study. Folia Morphol 2005;64:269-272. Fujii K, Lenkey C, Rhoton AL Jr. Microsurgical anatomy of the choroidal arteries: lateral and third ventricules. J Neurosurg 1980;52:165-188. Hussein S, Renella RR, Dietz H. Microsurgical anatomy of the anterior choroidal artery. Acta Neurorchir (Wien) 1988;92:19-28. Villablanca JP, Rodriguez FJ, Stockman T, et al. MDCT angiography for detection and quantification of small intracranial arteries: comparision with conventional catheter angiography. AJR 2007;188:593-602. Drake CG, Vanderlinden RG, Amacher AL. Carotid-choroidal aneurysms. J Neurosurg 1968;29:32-36. Yaşargil MG, Yonas H, Gasser JC. Anterior choroidal artery aneurysms: their anatomy and surgical significance. Surg Neurol 1978;9:129-138. Viale GL, Pau A. Carotid-choroidal aneurysms: remarks on surgical treatment and outcome. Surg Neurol 1979;11:141-145. Piotin M, Mounayer C, Spelle L, et al. Endovascular treatment of anterior choroidal artery aneurysms. AJNR 2004;25:314-318. ARAŞTIRMA YAZISI VESTİBÜLER UYARILMIŞ MİYOJENİK POTANSİYELLERİN STANDARDİZASYONU Ufuk Derinsu, Elmira İsgenderova Baş, Ferda Akdaş Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Odyoloji Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı, klinikte ayırıcı tanı testi olarak kullanmak üzere, Vestibüler Uyarılmış Miyojenik Potansiyellere ilişkin normatif veriler elde etmektir. Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya; 16’sı kadın, 16’sı erkek olmak üzere toplam 32 gönüllü katıldı. Elektrotlar, toprak elektrot, alına; aktif elektrot, sternokleidomastoid kasının orta kısmına; referans elektrot ise sternokleidomastoid kasının sternum kısmına gelecek şekilde yerleştirildi. 1000 Hz tone burst uyarıcı kullanıldı. Bulgular: Cinsiyetler ve kulaklar arasında P13-N23 latans değerleri arasında anlamlı fark elde edilmedi. 105, 100, 95, 90 ve 85 dB nHL’de, P13 ve N23 için ortalama latans ve amplitüt değerleri saptandı. Tüm grupta ortalama eşik değeri 91,875 dB nHL olarak bulundu. Sonuç: P13-N23 latans değerlerinde standart sapmanın küçük olmasına karşın, amplitüt değerlerinde standart sapmanın büyük olduğu belirlendi. Bu durum latansın ayırıcı tanı için daha belirleyici olduğu şeklinde yorumlandı. Anahtar sözcükler: Uyarılmış potansiyeller, Vestibüler sistem, Sakkül, Sternokleidomastoid kası, P13-N23 latans değerleri, VEMP STANDARDIZATION OF VESTIBULAR EVOKED MYOGENIC POTENTIALS ABSTRACT Objectives: The purpose of this study is to determine the normative data for vestibular-evoked myogenic potentials (VEMP ) to use in differential diagnosis. Materials and Methods: We recorded vestibular-evoked myogenic potentials in 32 voluntaries (16 men and 16 women). Electrodes were placed as 1-channel montage: active electrode to the midpoint of the ipsilateral Sternocleidomastoid muscle (SCM), referance electrode to the lower part of the ipsilateral SCM and ground electrode to the forehead. 1000 Hz tone burst stimulus was used. Results: There was no significant difference between male and female subjects and, no significant interaural difference for P13-N23 latency values. P13-N23 latency and amplitude values were determined at 105 dB, 100 dB, 95 dB, 90 dB and 85 dB nHL. The mean VEMP threshold was 91,875 dB nHL. Conclusion: Standard deviation was small for P13-N23 latency values, whereas was large for amplitute values. It was accepted that the latency values could be used for differential diagnosis. Keywords: Evoked potentials, Vestibular system, Saccule, Sternocleidomastoid muscle, P13, N23 , VEMP İletişim Bilgileri: Dr. Ufuk Derinsu Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Odyoloji Bilim Dalı, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 127 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu çalışmalarının yayınlanarak değerlendirilmesi, klinisyenler için uygulamada maksimizasyonu sağlayacağı gibi, VEMP bulgularının ayırıcı tanı açısından değerlendirilmesinde de ortak zemin oluşturacaktır. GİRİŞ Odyolojide işitsel uyarılmış potansiyeller, işitme sisteminin, ses uyarıcısına cevap olarak gösterdiği aktivite şeklinde tanımlanır. Vestibüler Uyarılmış Miyojenik Potansiyeller (Vestibular Evoked Myogenic Potentials), kısaca VEMP tekniği de elektrofizyolojik ölçüm yöntemlerinden biri olup, son zamanlarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Sakkül orijinli olduğu öne sürülen VEMP, kasılmış sternokleidomastoid kasının yüksek şiddetli uyarıcı karşısında gösterdiği davranımın elektrotlar aracılığı ile kısa latanslı elektromiyogram kaydıdır1. Bu çalışmanın amacı, Vestibüler Uyarılmış Miyojenik Potansiyellere ilişkin, en iyi kayıt sağlanabilecek uygulama ve kayıt parametrelerini oluşturarak normatif veriler elde etmek ve VEMP testini ayırıcı tanı testi olarak klinik kullanıma geçirmektir. GEREÇ-YÖNTEM Bu çalışmanın yürütülmesi için M.Ü.T.F. Araştırma Etik Kurulu’ndan izin alındı. Çalışma grubu, sağlıklı, vestibüler rahatsızlık ve işitme kaybı hikayesi olmayan, otoskopik ve odyolojik inceleme sonucunda normal olarak değerlendirilen 20 yaş üstü gönüllülerden oluşturuldu. Çalışmaya; 16’sı kadın (yaş ranjı: 30-55,8 yaş arası, yaş ortalaması 41,7), 16’sı erkek (yaş ranjı: 24,963 yaş arası, yaş ortalaması 40,5) olmak üzere toplam 32 kişi (yaş ranjı: 24,9-63 yaş arası, yaş ortalaması 41) katıldı. Bu alandaki araştırmacılardan Colebatch ve Halmagy, kulağa verilen şiddetli uyarıcının boyun kaslarında özellikle sternokleidomastoid (SCM) kasında hareket meydana getirdiğini ve bu olayın yüzeyel aktivite olarak gözlenebileceğini savunmuşlardır2. Cevabın ipsilateral uyarıcı verildikten yaklaşık 13-23 ms sonra ortaya çıktığı belirtilmiş ve belirgin iki dalga P13 ve N23 olarak adlandırılmıştır. Bazı nörofizyolojik çalışmalara göre VEMP’in otolitik orijinli, özellikle sakkül orijinli olabileceği belirtilmiştir2,3. VEMP testi genel olarak; sakkül, inferior-vestibüler sinir ve santral bağlantılarının normal çalışıp çalışmadığının saptanmasında kullanılmaktadır. VEMP davranımları Biologic Navigator PRO AEP System kullanılarak kaydedildi. P13 ve N23 dalgalarının latans ve amplitüt değerleri ile VEMP eşik ortalaması bulundu. Katılımcılar sesten arındırılmış odada sırtüstü yatırıldı ve uyarıcı verildiğinde kafalarını kaldırıp uyarıcının kontralateral yönüne çevirmeleri istendi, böylece uyarılan tarafın SCM kasının kasılması sağlandı. Uyarıcılar monaural olarak sırayla sağ ve sol kulağa verilerek, SCM kasının elektromiyografik (EMG) aktivitesi ipsilateral yönden kaydedildi. Test esnasında elektrot impedansının 5000 ohm’un altında olmasına dikkat edildi. Son dönemlerde yaygınlaşmasına karşın, uygulamayı maksimuma çıkaracak, klinisyenlere yönelik uygulama bilgileri fazla değildir. Klinik düzenlemede güvenilir VEMP kayıtları elde etmek için yöntem geliştirmek, normatif veri elde etmek ve bu verilerin karşılaştırılması genel klinik kullanıma yönelik kolaylık sağlayacaktır4. Literatürde yer alan VEMP uygulamalarına ilişkin çok sayıda çalışmada elektrot yerleşimi, uygulama parametreleri ve bulgular farklılık göstermektedir. Ülkemizde de çeşitli patolojilerde VEMP bulgularını inceleyen çeşitli çalışmalar yapılmıştır5,6. Her kliniğin test standardizasyonunu yapıp, normatif verilerini elde etmesi gerekmektedir. Farklı kliniklerde yapılan standardizasyon Yapılan bir ön çalışma ile çeşitli elektrot yerleşimleri ve uyarıcı frekansları denendi. En iyi kayıt elde edilen düzenek çalışmada kullanıldı. Çalışmada elektrotlar, toprak elektrot, alına; aktif elektrot, sternokleidomastoid kasının orta kısmına; referans elektrot ise 128 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu sternokleidomastoid kasının sternum kısmına gelecek şekilde yerleştirildi. kulaklar arası ve cinsiyetler arası farklar, t-test ile istatistiksel olarak analiz edildi. BULGULAR Çalışmada en düşük VEMP eşiği 80 dB nHL olarak elde edildi. Tüm katılımcılardan sadece 1 katılımcının VEMP davranımları 80 dB nHL’e kadar gözlendi. (Tablo I). 500 ve 1000 Hz tonal uyarıcılara verilen davranımlar karşılaştırıldı. 1000 Hz tone burst kullanıldığında P13-N23 dalga morfolojisinin daha belirgin elde edildiği görülerek, çalışmanın, 1000 Hz tone burst uyarıcı kullanılarak sürdürülmesine karar verildi (Şekil 1). Filtre 30-500 Hz; averajlama sayısı 200 olarak belirlendi. Dalgalı (alterne) polarite kullanıldı. Şiddetin azalmasına bağlı olarak amplitütlerde de azalma gözlendi (Şekil 2). VEMP eşiği ortalaması ±5,64 standart sapma ile 91,875 dB nHL olarak hesaplandı. Uyarıcı, monaural olarak insert kulaklıklarla verildi ve 0.80 ms’lik gecikme göz önünde bulunduruldu. Kayıt tek kanaldan yapıldı. 105 dB nHL’den başlayıp, şiddet 5’er dB azaltılarak eşikler saptandı. P13-N23 latans ve amplitüt değerleri, cinsiyetler ve sağ-sol kulak açısından analiz edildiğinde anlamlı fark saptanmadı (p<0.001). Bu nedenle tüm grubun ortalama verileri alındı (Tablo II, III, IV, V). Veri ortalamaları, SPSS (Statistical Package for the Social Sciences) yöntemi kullanılarak, Şekil 1: VEMP Cevabında Frekans Farkı: 500 Hz ve 1000 Hz tone burst uyarıcı kullanılarak elde edilen VEMP davranımları. 129 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu Şekil 2: Şiddet-Amplitüt ilişkisi. Tablo I: Katılımcıların uyarıcı şiddetine göre dağılımı Tablo II: Katılımcıların P13 ortalama latans değerleri ( 80 dB nHL yetersiz veri nedeniyle değerlendirilmedi). Tablo III: Katılımcıların N23 ortalama latans değerleri (80 dB nHL yetersiz veri nedeniyle değerlendirilmedi). 130 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu Tablo IV: Katılımcıların P13 amplitüt değerleri (80 dB nHL yetersiz veri nedeniyle değerlendirilmedi). Tablo V: Katılımcıların N23 amplitüt değerleri (80 dB nHL yetersiz veri nedeniyle değerlendirilmedi). yerleştirme konumlarını karşılaştırmışlar, elektrot SCM kasının orta kısmına yerleştirildiğinde, latans ve amplitütlerin en iyi şekilde elde edileceğini vurgulamışlardır . Murofishi ve ark, hava yolu VEMP sonuçlarının SCM üzerinde çeşitli elektrot yerleşiminden anlamlı şekilde etkilenmediğini, elektrotların SCM üzerindeki yerleşiminin VEMP sonucunu etkilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir13. Çalışmamızda ise, elektrot yerleşiminin kayıtlarda farklılık yarattığı; en iyi kayıtların aktif elektrotların SCM kasının ortasına yerleştirildiğinde elde edildiği bulundu. TARTIŞMA Literatürde, latans ve amplitüt açısından çocuk grupları ve yetişkinler arasında anlamlı farklılık olmadığının gösterildiği çalışmalar yer almaktadır.7,8 Ayrıca yetişkinlerde çeşitli yaş gruplarının karşılaştırıldığı çalışmalarda, 60 yaşa kadar, yaş gruplarında anlamlı farklılık elde edilmemiş, 60 yaş üzerinde, amplitütlerin yaş ile negatif, latansların ise pozitif korelasyon gösterdiği bulunmuştur.9,10. Bu bulgular göz önünde tutularak, çalışmamızda normatif veri için uygun bir örneklem oluşturulduğu düşünülmektedir. Literatürde VEMP uygulamalarına ilişkin çok sayıda çalışma yer almaktadır. Elektrot yerleşimi, uygulama parametreleri ve çalışma bulguları farklılık göstermektedir. Patko ve ark. yaptıkları araştırmada sakkülokolik yolların değerlendirilmesinde 500 Hz Short Tone Burst (STB) sinyalinin klik uyarıcıdan daha etkili olacağını ileri sürmüşlerdir14. Murofishi ve ark, hem klik, hem de kısa tonal uyarıcı kullanıldığında VEMP cevabının gözlenebileceğini 13 vurgulamışlardır . Colebatch ve Halmagyi’nin çalışmasına göre kısa latanslı uyarılmış miyojenik potansiyeller yüksek şiddetli akustik uyarıcıya cevap olarak kaydedilirler, uyarıcının türü önemli değildir2. Akin ve ark. ise klik uyarıcı ile tone-burst uyarıcı arasında latans ve amplitüd açısından tone burst lehine anlamlı fark Petrak tek kanallı elektrot yerleşiminde aktif elektrotları ipsilateral SCM kasının ortasına, referans elektrotları sternoklavikular (köprücük kemiğe yakın kısım) kısma, topraklama elektrotu ise kontralateral SCM kasına veya alına yerleştirmiştir11. Sheykholeslami ve ark., 1. lokasyon SCM kasının üst kısmına, 2. lokasyon SCM kasının orta kısmına, 3. lokasyon klavikular kısma ve 4. lokasyon SCM kasının sternal kısmına olmak üzere aktif elektrodun farklı 131 Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu gözlemişlerdir1.Yapılan deneme çalışmalarında tone burst uyarıcı lehine bulgular elde edilmiştir. Burada, kullanılan parametrelerin Akin ve ark. ve Petrak ’ın kullandığı parametreler ile benzerlik gösterdiği belirtilmelidir. Welgampola ve Colebatch, normal populasyonda; 250, 500, 1000 ve 2000 Hz tone burst uyarıcılar ile elde edilen VEMP sonuçlarını karşılaştırmışlardır. Optimal cevapları 500 ve 1000 Hz’de gözlemlediklerini, 500 ve 1000 Hz uyarıcılara karşı elde edilen davranımlar arasında anlamlı fark bulamadıklarını öne sürmüşlerdir. Çalışmacılar ortalama latans değerlerini P13 için 12.3, N23 için ise 21.4 olarak vermektedirler. Verilen P13 latans değeri, çalışmamızın verileri ile uyumluluk göstermiyorken, frekans seçimi ve N23 latans değerleri açısından paralellik içindedir15. Akin ve Murnane araştırmalarında cevabın en iyi şekilde gözlenebileceği frekans olarak 500 ve 1000 Hz’de verilen tone burst olduğunu belirtmişlerdir1. 2004’te yapılan bir çalışmada ise en iyi cevabın 500 Hz tone burst ile elde edildiği belirtilmektedir16. Uygulanacak uyarıcının frekans seçimine yönelik denemelerde, literatürden farklı olarak, 1000 Hz’lik uyarıcı kullanıldığında daha iyi kayıt elde edildiğinden, çalışmada 1000 Hz tone-burst sinyali kullanılmıştır. çalışmalarında monaural (M-VEMPs) ve binaural (B-VEMPs) akustik uyarıcıları kullanarak vestibüler uyarılmış potansiyellerin cevaplarını elde etmiş, ancak monaural ve binaural verilen uyarıcıların P13 – N23 latans değerleri arasında anlamlı bir fark bulamamışlardır18. Yine Young ve Kuo (2004) binaural akustik stimulasyon ile bilateral kayıt yaptıklarında, kulaklar arasında latans ve amplitüt açısından anlamlı bir farklılık bulamamışlardır19. Literatürde VEMP ile ilgili çalışma bulguları çeşitlilik göstermektedir. Bu farklılıkların kullanılan test parametrelerinden kaynaklanabileceği de göz önünde tutulmalıdır. Bir testin ayırıcı tanıda kullanılabilmesi için, uygulama ve değerlendirme parametrelerinin standart olması, normal popülasyona ilişkin yeterli verinin toplanması gereklidir. Yaptığımız normatif veri çalışmasında, P13N23 latans değerlerinde standart sapmanın küçük olmasına karşın, amplitüt değerlerinde standart sapmanın büyük olduğunu belirledik. Bu durumda ayırıcı tanıda latansın daha belirleyici olduğunu düşünmekteyiz. KAYNAKLAR 1. Basta ve ark. hava ve kemik yolu VEMP yöntemini uygulamış, 115 dB SPL’de hava yolu P13-N23 ortalama latans değerlerini 16.0 ve 23.5ms olarak bulmuşlardır, ki bu bulgu çalışma bulgumuzla uyumluluk göstermektedir17. 2. 3. Çeşitli araştırmalarda genellikle 95 dB nHL şiddetindeki uyarıcının verilmesiyle en iyi VEMP latanslarının gözleneceği ifade edilmektedir11,13. Çalışmamızda da katılımcıların büyük çoğunluğunda 90 dB nHL’de VEMP cevapları elde edilmiş, eşik ortalaması 91,875 dB nHL olarak bulunmuştur. 4. 5. Çalışmamızda VEMP testinde sağ ve sol kulak ölçümleri arasında farklılık bulunmamıştır. Wang ve Young 6. 132 Akin FW, Murnane OD, Proffitt TM. The effects of click and tone-burst stimulus parameters on the vestibular evoked myogenic potential (VEMP). J Am Acad Audiol 2003; 14:500-509. (PMID: 14708838) Colebatch JG, Halmagyi GM. Vestibular evoked potentials in human neck muscles before and after unilateral vestibular differentation. Neurology 1992; 42:1635-1636. (PMID: 1641165) Colebatch JG, Halmagyi GM, Skuse NF. Myogenic potentials generated by a click-evoked vestibulocollic reflex. J. Neurol Neurosurg Psychiatry 1994; 57:190–197. (PMID: 8126503) Driscoll C, Bekessy A, Bui V, Fox D, Harvey M, Mackenzie D. Vestibular evoked myogenic potentials: Clinical implications of a normative investigation. Aust NZ J Audiol 2007; 29:98-112. (ISSN: 1443-4873) Erbek S, Gokmen Z, Ozkiraz S, Erbek SS, Tarcan A, Ozluoglu LN. Vestibular evoked myogenic potentials in preterm infants. Audiol Neurootol. 2009;14:1-6. (PMID: 18663293) Erbek S, Erbek SS, Yilmaz S, Yucel E, Ozluoglu LN. Vestibular evoked myogenic potentials in Behcet\'s disease. Eur Arch Otorhinolaryngol. 2008 Nov;265:1315-1320. (PMID: 18365227) Marmara Medical Journal 2009;22(2);127-133 Ufuk Derinsu, ark. Vestibüler uyarılmış miyojenik potansiyellerin standardizasyonu 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. Picciotti PM, Fiorita A, Di Nardo W, Calò L, Scarano E, Paludetti G. Vestibular evoked myogenic potentials in children . Int J Pediatr Otorhinolaryngol. 2007;71:29-33. (PMID: 16996145) Chang CH, Young YH. Caloric and vestibular evoked myogenic potential tests in evaluating children with benign paroxysmal vertigo. Int J Pediatr Otorhinolaryngol. 2007;71:495-499. (PMID: 17196672) Su HC, Huang TW, Young YH, Cheng PW. Aging effect on vestibular evoked myogenic potential. Otol Neurotol 2004;25:977-980. (PMID: 15547429) Brantberg K, Granath K, Schart N. Age-related changes in vestibular evoked myogenic potentials. Curr Opin Neurol. 2007;12:247-253. (PMID: 17389791) Petrak MR. Vestibular evoked myogenic potential (VEMP) – Basic Applications, III. Ulusal Odyoloji Kongresi , 14 – 16 Eylül 2006 [ CD-ROM] Ankara. Sheykholeslami K, Murofushi T, Kaga K. The effect of sternocleidomastoeid electrode location on vestibular evoked myogenic potential. Auris Nasus Larynx 2001; 28: 41–43. (PMID: 11137362) Murofushi T, Matsuzaki M, Wu CH. Short tone burst-evoked myogenic potentials on the sternocleidomastoid muscle: are these potentials also of vestibular origin? Arch Otolaryngol Head Neck Surg 1999; 125:660–664. (PMID: 10367923) 14. Patko T, Vidal PP, Viberta N, Tran Ba Huy P, de Waele C. Vestibular evoked myogenic potentials in patients suffering from an unilateral acoustic neuroma: a study of 170 patients. Clin Neurophysiol 2003; 114:1344-1350. (PMID: 12842733) 15. Welgampola MS, Colebatch JG. Characteristics of tone burst-evoked myogenic potentials in the sternocleidomastoid muscles. Otol Neurotol 2001; 22:796-802 (PMID: 11698798) 16. Rauch SD, Zhou G, Kujawa SG, Guinan JJ, Herrmann BS. Vestibular evoked myogenic potentials show altered tuning in patients with Meniere\'s disease. Otol Neurotol 2004; 25:333338. (PMID: 15129114) 17. Basta I, Todt A. Ernst A. Normative data for p1/n1latencies of vestibular evoked myogenic potentials induced by air- or bone-conducted tone bursts. Clin Neurophysiol 2005; 116:2216-2219. (PMID: 16043396) 18. Wang SJ, Young YH. Vestibular evoked myogenic potentials using simultaneous binaural acoustic stimulation. Hear Res 2003;185:43-48. (PMID: 14599691) 19. Wang CT, Young YH. Earlier and later components of tone burst evoked myogenic potentials. Hear Res 2004;191:59-66. (PMID: 15109705) 133 CASE REPORT MALIGNANT FIBROUS HISTIOCYTOMA OF THE PENIS A CASE REPORT AND REVIEW OF THE LITERATURE Tufan Tarcan1, Cenk Murat Yazıcı1, Sevgi Küllü2, Ferruh Şimşek1 1 Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Penile malignant fibrous histiocytoma is an extremely rare tumor. To the best of our knowledge, we present here the fifth primary malignant fibrous histiocytoma of the penis. The patient presented with lung metastasis which initially responded well to systemic chemotherapy with Adriamycin and Ifosfamide, but recurred soon after. The local lesion did not respond to chemotherapy and the patient had to undergo a palliative penectomy. The disease progressed rapidly and the patient died one year after the diagnosis. Keywords: Penis, Malignant fibrous histiocytoma, Sarcoma PENİSİN MALİGN FİBRÖZ HİSTİOSİTOMU; VAKA SUNUMU VE LİTERATÜR DERLEMESİ ÖZET Penisin malign fibroz histiositomu, oldukça ender görülen bir tümördür. Bizim bilgimize göre, bu vaka sunumunda, literatürdeki beşinci primer penil malgn fibröz histiositom olgusu sunulmaktadır. Hasta, Adriamisin ve İfosfamid sistemik kemoterapisine önceleri iyi cevap veren ancak sonrasında tekrarlayan akciğer metastazları ile kliniğimize başvurdu. Lokal lezyon kemoterapiye yanıt vermediğinden, palyatif penektomi uygulandı. Hastalık oldukça hızlı bir şekilde ilerledi ve hasta tanı konulduktan bir sene sonra kaybedildi. Anahtar Kelimeler: Penis, Malign fibröz histiositom, sarkom common soft tissue sarcoma in late adult life, primary involvement of the genitourinary tract is very rare. Because of the rarity of such tumors, there is no agreement concerning the best method for staging and managing these patients6. To the best of our knowledge, this is the fifth report of a malignant fibrous histiocytoma of the penis. INTRODUCTION Penile soft tissue tumors are very uncommon and have a wide spectrum from malignant to benign features, commonly originating from vascular, neurogenic or myogenic tissues1-4. The incidence of penile cancer was reported to be 0.6-1/100.000 and only % 5 of these tumors were mesenchymal tumors5. Although malignant fibrous histiocytoma is the most Corresponding author: Cenk Murat Yazıcı, M.D. Marmara Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 134 Marmara Medical Journal 2009;22(2);134-137 Marmara Medical Journal 2009;22(2);134-137 Tufan Tarcan, et al. Malignant fibrous histiocytoma of the penis a case report and review of the literature CASE REPORT A 65-year old, circumcised, healthy male patient presented in February 1995 with a 3x3 cm painful soft and progressively enlarging mass on the middle-dorsum of the penis. It first appeared as a small nodule 6 months before the patient was admitted. There was no history of venereal disease and the patient was anti-HIV negative. The ultrasonography revealed a solid mass of heterogeneous echogenity localized under the tunica albuginea along the right corpus cavernosum. It was diagnosed as an organized hematoma since the penile skin was intact and the lesion was well demarcated. On surgical exploration, a dark-yellow lipomatous soft tissue protruded underneath the incision of grossly intact tunica albuginea. A tumor appeared to invade the whole corpus cavernosum on the right side (Figure 1). The operation was terminated when the frozen section of the incisional biopsy revealed malignant soft tissue sarcoma. Figure 1: A right sided dark-yellow lipomatous soft tissue under the intact tunica albuginea. Further evaluation of the patient with thoracoabdomino-pelvic computerized tomography revealed multiple pulmonary metastases. On histopathological examination, a neoplasm composed of fusiform cells with bizarre nuclei and prominent nucleoli with areas of mixoid stroma and storiform pattern was seen (Figure 2). Immunohistochemically, the lesion was negative cytokeratin, S-100 and Desmin. As it was both vimentin and alpha-1 antichymotripsin positive, it was interpreted as a malignant fibrous histiocytoma. Systemic chemotherapy was initiated with Adriamycin (50 mg/m2) i.v. on day 1 and Ifosfamide (5000 mg/m2) i.v. continuous over 24 hours with Mesna protection cycling every 21 days. After 6 cycles of chemotherapy, the metastatic lesions in the lung decreased significantly in size. so that only some milimetric lesions were apparent on a CT scan. However, there was no change in the penile lesion. The patient underwent a palliative penectomy which revealed positive surgical margins. Just after penectomy the disease recurred in the pelvis and in the lungs and the patient died soon after, before chemotherapy could be initiated again. Figure 2: Hematoxylen + Eosin sections of the tumor (200x). Fusiform cells with bizarre nuclei and prominent nucleoli with areas of mixoid stroma and storiform pattern. DISCUSSION Malignant mesenchymal tumors of the penis are extremely rare. Ashley and Edwards reported 20 endotheliomas of erectile tissue, 19 fibrosarcomas, 7 Kaposi’s sarcomas, 6 myosarcomas and 3 undifferentiated sarcomas in 19571. In the period between 1958 and 1969, 10 additional cases were reported from different centers with 4 leiomyosarcomas, 2 unclassified sarcomas, 1 fibrosarcoma, 1 hemangioendothelioma, 1 embryonal rhabdomyosarcoma and 1 myxosarcoma2-4,7-13. 135 Marmara Medical Journal 2009;22(2);134-137 Tufan Tarcan, et al. Malignant fibrous histiocytoma of the penis a case report and review of the literature Dehner and Smith reviewed an additional 46 cases with primary mesenchymal penile tumors which appeared in the files of the Armed Forces Institute of Pathology during a 25-year period. 22 of the tumors were malignant14. A nontender mass was the most common presenting symptom. The age at diagnosis ranged between 2 and 83 years, and between 5 days and 47 years in the group of malignant and benign tumors, respectively. There were 19 vascular tumors representing the largest single group in this series including 12 benign and 7 malignant tumors. Neurogenic tumors were the next most frequent neoplasms with 8 benign and 2 malignant tumors. There were 6 neoplasms composed of smooth muscle which were malignant in half of the cases. The series also included 4 fibrous tumors, 2 primary malignant lymphomas and 5 malignant unclassified neoplasms. Considering all malignant tumors there were only two patients with radiologically detected metastasis in the lungs. The most common site was the penile shaft in 21 patients (46%), followed by glans penis in 17 patients (37%). Malignant neoplasms showed a tendency to be located on the penile shaft in 64% of the cases. less common primary site locations including retroperitoneum, trunk, bone, head and neck21. Primary involvement of the genitourinary tract is very rare20. The first malignant fibrous histiocytoma of the penis was reported by Fletcher and Lowe in 198422. This was a 62- year- old man who presented with a painful ulcerated mass, on the dorsal surface of the foreskin. The adjacent glans and shaft of the penis was were not affected by the tumor. He was treated with radiotherapy, but had to undergo partial penile amputation because of the local recurrence 1 year later. He died 7 years after the diagnosis from an irrelevant disease. Four years later, Parsons et al reported another case of penile malignant fibrous histiocytoma with multiple soft tissue metastasis. Their patient was a 77year-old who admitted to hospital with toxemia and penile urethra obstruction and died 6 days after admission to hospital23. In 1990, another case of malignant fibrous histiocytosis located at glans was reported by Moran et al. The patient was 57 years old and died 6 month after penectomy24. To the best of our knowledge, our case is the fifth malignant fibrous histiocytoma of the penis in the literature and the second who presented with lung metastasis. The disease progressed in spite of the chemotherapy and the patient died 1 year after the initial diagnosis. Malignant mesenchymal tumors of the penis can be classified as superficial or deep tumors, according to the tissues from which they derive15. Superficial lesions rarely reach deep tissues, are usually low-grade and show a small tendency to distant metastases. On the other hand, deep tumors which originate from the glans, smooth muscle of the spongy and cavernous bodies represent more aggressive behavior and have poorer prognosis16. Although these tumors are very rare, some characteristics such as recurrence and the metastatic dissemination of penile sarcomas have been well established. Local recurrence is a frequent phenomenon and the most frequent sites for distant metastases are the lungs, liver and brain17-19. Acknowledgment We would like to thank Prof. Sharon W. Weiss, MD, (Department of Pathology, University of Michigan School of Medicine, USA) for her kind efforts in reviewing the pathological slides and Prof. Gerrit Stoter, MD (Rotterdam Cancer Institute, Rotterdam, Nederlands) for his kind assistance in consulting the case. REFERENCES 1. 2. Malignant fibrous histiocytoma accounts for 10 to 22% of all soft tissue sarcomas in late adult life20. The primary site of the tumor is located in an extremity in 71% of cases with 3. 136 Ashley DJB, Edwards EC. Sarcoma of the penis. Brit J Surg 1957; 45:170-179. Bakhen CL, Hanna A, Seybold HM. Leiomyosarcoma of the penis. J Urol 1968; 99:769771. Chaudhuri S. Balasubrahmanyan M. Leiomyosarcoma of the penis: A case report. Indian J Path Bact 1966; 9:278-284. Marmara Medical Journal 2009;22(2);134-137 Tufan Tarcan, et al. Malignant fibrous histiocytoma of the penis a case report and review of the literature 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. Fagundes LA, Hampe O, Brentana L, Johann D. Leiomyosarcoma of the penis: A case report. J Urol 1962, 88:803-805. Dehner LP, Smith BH. Soft tissue tumors of the penis. A clinicopathologic study of 46 cases. Cancer 1970; 25: 1431-1447. Alberto AA, Luciano J. Deep-seated sarcomas of the penis. Int Braz J Urol. 2005; 31: 245-250. Fraser GA. Myxosarcoma of the penis: A case report. Brit J Urol 1965; 37:465-467. Kovacs J. Crouch RD. Sarcoma of the penis. J Urol 1958; 80:43-45. Pack GT, Trinidad SS, Humpreys GA. Primary leiomyosarcoma of the penis: report of a case. J Urol 1963; 89:839-840. Ramos JZ, Pack GT Primary embryonal rhabdomyosarcoma of the penis in a 2-year old child. J Urol 1965; 96:928-932. Sundell B. Polymorphous -called sarcoma of the penis: report of a case. J Urol 1961; 86:612-613. Tripathi VNP, Dick VS. Primary sarcoma of the urogenital system in adults. J Urol 1969; 101:898904. Zaffagnini V. Il sarcoma del pene. Contributo anatomo-clinico e sintesibibliografica. Arch Ital Anat Istol Pat 1963; 37:322-339. Dehner LP, Bruce HC. Soft tissue tumors of the penis: A clinicopathological study of 46 cases. Cancer 1970; 25:1431-1447. Pratt RM, Ross RT. Leiomyosarcoma of the penis. A report of a case. Br J Surg 1969; 56: 870-872. 16. Trojani M, Contesso G, Coindre JM, et al. Softtissue sarcomas of adults; study of pathological prognostic variables and definition of a histopathological grading system. Int J Cancer 1984; 33: 37-42. 17. Webber RJ, Alsaffar N, Bissett D, Langlois NE. Angiosarcoma of the penis. Urology 1998; 51: 130131. 18. Lynch Jr. DF, Pettaway CA. Tumors of the Penis. In: Walsh PC, Retik AB, Vaughan Jr. ED, Wein AJ, eds. Campbell’s Urology, 8th ed. Philadelphia, WB Saunders: 2002: 2945-2981. 19. Antoneli CB, Novaes PE, Alves AC, Cardoso H, Lopes A. Rhabdomyosarcoma of the penis in a 15month-old boy. J Urol 1998; 160: 2200-2201. 20. Egawa S, Toyoaki U, Koshiba K, Kagata Y, Iwabuchi K: Malignant fibrous histiocytoma of the bladder with focal rhabdoid differentiation. J Urol 1994; 154-156. 21. Leite C, Goodwin JW, Sincivics JG, Baker LH, Benjamen R. Chemotherapy of malignant fibrous histiocytoma: A Southwest Oncology Group report. Cancer 1977; 40:2010-2014. 22. Fletcher CDM, Lowe D. Inflammatory fibrous histiocytoma of the penis. Histopathology 1984; 8:1079-1084. 23. Parsons MA, Fox M. Malignant fibrous histiocytoma of the penis. Eur Urol 1988;14:75-76. 24. Moran CA, Kaneko M. Malignant fibrous histiocytoma of the glans penis. Am J Dermatopathol 1990;12:182-187. 137 OLGU SUNUMU JİNEKOLOJİK LAPAROSKOPİ ESNASINDA ANA DAMAR YARALANMASI: OLGU SUNUMU Evrim Erdemoğlu, Recep Yıldızhan, Mertihan Kurdoğlu, Ertan Adalı, Mansur Kamacı Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Van, Türkiye ÖZET Jinekolojik laparoskopik cerrahilerde çok seyrek görülen ancak meydana geldiğinde de hasta hayatını tehlikeye sokabilen komplikasyonların başında ana damar yaralanmaları gelmektedir. Elektif jinekolojik girişimde bulunulan 15 yaşındaki bir olguda meydana gelen sol eksternal iliak arter yaralanması mevcut literatür eşliğinde; etyolojik faktörleri ve yönetim prensipleri de özetlenerek sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Vasküler hasar, Laparoskopi, Jinekolojik cerrahi MAJOR VESSEL INJURY DURING GYNECOLOGIC LAPAROSCOPY: A CASE REPORT ABSTRACT Major vessel injuries rarely occur in gynecologic laparoscopic surgery. However, when they do occur, they present life-threatening complications. A left iliac artery injury occurring in a 15 year-old patient undergoing an elective laparoscopic surgery is presented together with summarized etiological factors and management principles in the light of the available current literature. Keywords: Vascular injury, Laparoscopy, Gynecologic surgery bir kısmını oluşturmaktadır3,4. Jinekolojik laparoskopi esnasında vasküler hasar insidansı yaklaşık olarak binde 0.1’dir5,6. Genellikle ilk kapalı trokar girişinde veya Veress iğnesi yerleştirilmesi esnasında damar yaralanmaları bildirilmişse de7 cerrahi esnasındaki damar yaralanmaları ve yönetimi konusunda da literatürde az sayıda yayına rastlamak mümkündür8,9. Çalışmamızın amacı, bir olgumuz dolayısıyla laparoskopik cerrahi esnasındaki damar yaralanmaları ile nedenlerini incelemek ve bu durumlarda, hasta yönetimini tartışmaktır. GİRİŞ Laparoskopi; jinekologlar, genel cerrahlar, ürologlar ve gastrointestinal sistem cerrahları tarafından artan sıklıkla kullanılan tanısal ve terapötik bir tekniktir1. %4’lük morbidite oranıyla güvenli ve etkili bir prosedür olup hastalar tarafından da iyi tolere edilmektedir2. Bunun yanında, seyrek olmakla birlikte, laparoskopi esnasında gerçekleşen farklı iatrojenik lezyonları bildiren yayınlar da mevcuttur. Laparoskopiye bağlı ölüm nedenleri arasında anesteziye bağlı olanlardan sonra ikinci sırayı alan ana damar yaralanmaları (% 6.37-10.81) bunların önemli İletişim Bilgileri: Dr. Mertihan Kurdoğlu, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Van, Türkiye e-mail: [email protected] 138 Marmara Medical Journal 2009;22(2);138-141 Marmara Medical Journal 2009;22(2);138-141 Evrim Erdemoğlu, Ark. Jinekolojik laparoskopi esnasında ana damar yaralanması: olgu sunumu OLGU SUNUMU 15 yaşında, bayan hasta; karın ağrısı ve pelvik kitle ön tanılarıyla kliniğimize refere edildi. Hastanedeki izlemi esnasında vital bulguları stabil seyreden hastanın abdominal muayenesinde, sağ alt kadranda tespit edilen kitle dışında bir özellik bulunmamaktaydı. Laboratuar değerlerinde, C-reaktif proteinin 104 mg/dl ve CA-125’in, 54 U/ml tespit edilmesi dışında anormal bir bulguya rastlanılmamıştır. Ultrasonografisinde sol over lojunda 4 x 5 cm’lik komplike kitle izlenen hastanın magnetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkiki, sağ adneksiyel alanda 4 x 5 cm ebatında, lobule kontürlere sahip, yoğun içerikli sıvı seviyelenmeleri gösteren abse uyumlu olabilecek kitle ile ve douglasta serbest mai olarak rapor edildi. sigmoid kolonun pelvik girimdeki adhezyonlarının keskin disseksiyonla serbestleştirilmesi esnasında eksternal iliak arterde yaralanma gerçekleşti. Pfannenstiel insizyonla acil laparatomi yapılan hastada, pet ve digital baskı yardımıyla yaralanma bölgesinin proksimalindeki kan akımı kesildi. Arterin ön yüzdeki 5 mm’lik defekt tespit edilerek 6/0 prolen ile onarıldı. Preoperatif 10.6 mg/dl olan hemoglobin değeri işlem esnasında ve sonrasında 9.6 mg/dl olarak bulundu. Hastaya, pelvik inflamatuar hastalık, tuboovarian abse ön tanılarıyla intravenöz antibiyotik tedavisi başlandı. On günlük tedaviyi takiben tekrarlanan MRG tetkikinde aynı bulguların sebat etmesi üzerine diagnostik laparoskopi kararı alınmıştır. TARTIŞMA Laparoskopik cerrahinin yaygınlaşması ve gerek onkolojik cerrahide gerekse yaygın ileri derece yapışıklığı olan pelvik inflamatuar hastalık-endometriozis olgularında kullanımıyla komşu organ, üreter, vasküler yaralanmaların insidansı artmaktadır9. Laparoskopik cerrahide retroperitoneal yaralanmalar yetersiz tekniğe bağlı olabileceği gibi en deneyimli operatörler için bile kaçınılmaz olabilmektedir9,10. Postoperatif, hastaya 1 ünite kan transfüzyonu yapıldı ve 5. gün genel durumu ve vitalleri stabil olan hasta taburcu edildi. Operasyondan sonra vasküler komplikasyona sekonder hastada herhangi bir sekel oluşmamıştır. Açık laparoskopi tekniğiyle batına girildi ve eksplorasyonda çekum, çıkan kolon, inen kolon, omentum, sigmoid ve karaciğer ile karın ön duvarı arasında ileri derecede yapışıklıklar izlendi. Yardımcı bir trokar giriminden sonra bridektomi yapılarak batın içi adhezyonlar serbestleştirildi. Laparoskopik cerrahide dokunma hissinin kaybolması, 2 boyutlu çalışma ve retroperitoneal fibrotik hadiseler birleştiğinde yanlış cerrahi klevaj sonucu damar yaralanmaları görülebilir. Bizim vakamız için de geçerli olan bu durumlar ile beraber özellikle ciddi retroperitoneal fibrozis laparotomide bile damar tespitini ve izolasyonunu güçleştirebilir. Pelvik bölgeye yaygın olarak yapışmış olan omentum disseke edildi ve uterus ile bağları açığa çıkarıldı. Adneksler ve sigmoid kolon, rektum, terminal ileum arasındaki ileri derecedeki yapışıklıklar disseke edilerek serbestleştirildi. Sağ adneksiyel bölgede over, tüp ve infundibulo-pelvik ligament bir konglomere kitle oluşturmaktaydı. Sağda çekum ve çıkan kolon mobilize edildi ve yapışıklıklar açıldı. Pelvik retroperitoneal alan disseke edildi ve vital yapılar değerlendirilmeye çalışıldı ancak retroperitondaki yoğun inflamasyon ve fibrozis nedeniyle bu mümkün olmadı. Sağ tubada ileri derecede hidrosalpinks mevcuttu. Overden ve infundibulopelvik ligamentten serbestleştirildi ve tuboplasti yapıldı. Solda over ve tüpteki adezyoliz işlemini takiben Laparoskopik cerrahi esnasındaki damar yaralanmaları bizim olgumuzda da olduğu üzere keskin disseksiyon veya künt disseksiyonla olabileceği gibi monopolar veya lazer gibi enerji formlarıyla da oluşabilir9. Bunların kullanım prensipleri iyi bilinmeli ve riskli vakalarda özellikle göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak retroperitondaki damar yaralanmalarının riskini tamamen sıfıra indirmek mümkün olmayıp, operasyon 139 Marmara Medical Journal 2009;22(2);138-141 Evrim Erdemoğlu, Ark. Jinekolojik laparoskopi esnasında ana damar yaralanması: olgu sunumu ekibinin bu duruma ve yönetimine kendini hazırlıklı bulundurması gerekmektedir. Ana damar yaralanması yönetiminde, öncelikle yaralanma yerinin fark edilmesi ve gecikmeden müdahale ana prensip olup, gecikilen vakalarda mortalite bildirilmiştir9. Acil laparotomiyle batına girilip pet veya parmakla ya da klemple damara baskı uygulanarak göllenme önlenmeli, damardaki lezyon tespit edildikten sonra da 6-0 yada 5-0 prolenle onarılmalıdır7. Nezhat ve arkadaşları9, laparoskopik onarımları da bildirmişlerdir ve 1994 ile 1998 arasında gerçekleşen 8 ana damar yaralanmasından dört tanesini laparoskopik olarak onarmışlardır. Bu yaralanmalardan 3 tanesi lenf nodu disseksiyonu sırasında oluşmuştur. Komplikasyonlardan ikisi venlerde, biri ise arterde gerçekleşmiş olup yeterli disseksiyonla damarlar hazırlanmış ve kliplerle onarılmıştır. Laparoskopik onarım yapılan 4. olguda ise hasar hipogastrik arterde gerçekleşmiş ve bipolar disseksiyonla oklüzyon yapılmıştır. Sonuç olarak da cerrahın laparotomi ve laparoskopi arasında karar vermesini ve laparoskopik devam edecekse damarı atravmatik bir tutucuyla hemen klemplemesini ve aspirasyonla göllenmeyi önleyerek defekti bulmasını önermişlerdir. Laparoskopik onarım yapılan ve oklüzyonla kapatılan damarların bu serilerdeki özelliği vital damarlar olmamalarıdır. Eksternal iliak arter gibi uç arterlerdeyse laparoskopik onarım yerine gecikmeden laparotomiyle müdahale daha güvenli olabilir. Barbosa ve ark’nın serisinde, bizim olgumuza benzer şekilde yoğun adhezyonlar disseke edilirken sol eksternal iliak arter yaralanması olmuş ve o olguda da bizdeki gibi acil laparotomik girişimde bulunulmuş ve hasta kurtarılmıştır1. Nezhat ve arkadaşlarının9 serisinde de olgulardan birinde, pelvik yan duvardan unipolar makasla omental yapışıklıklar açılmaya çalışılırken az miktarda kanama olduğu ve bunun unipolar koterle koagulasyonu esnasında eksternal iliak arterde yaralanma gerçekleştiği bildirilmiştir. Bu olguda ise, aşırı kanamaya rağmen operatörün acil laparotomi yerine laparoskopik olarak kanamayı kontrol etmede ısrar etmesi ve ancak çok fazla kan kaybından sonra laparotomiye geçmesi yüzünden hasta kaybedilmiştir. Kanımızca, bu iki örnekle, uç arter yaralanmasında, laparoskopik onarımı deneyerek başarısı kesin olmayan bir yöntemle zaman kaybetmek yerine, daha güvenli olan acil laparotomik girişimin tercih edilmesinin önemi açıkça ortaya konmaktadır. Vasküler cerrahlar, acil laparotomi için en hızlı ve en iyi yaklaşımın median laparotomi olduğu ileri sürmektedirler1. Bizim vakamızda da olduğu üzere pek çok jinekolojist tarafından tercih edilen Pfannenstiel laparotominin sonraki vasküler onarımı zorlaştırdığı ileri sürülmüştür. Barbosa ve ark’nın çalışmasında da Pfannenstiel insizyon yapılan benzer bir olguda tam median laparotomiye dönme ihtiyacı doğmuştur1. Ana damar yaralanmaları, seyrek görülmekle birlikte sonuçlarının çok ciddi olması nedeniyle jinekolojik ve diğer laparoskopik girişimlerde erken tanınarak hızlı ve etkin bir şekilde yönetilmesi gereken komplikasyonların başında gelmektedir. Laparoskopik onarımlar da uygulanabilmekle birlikte bu tür olgularda temel yaklaşım, orta hat kesi ile yapılacak bir laparotominin ardından vasküler hasarın primer onarımı olmalıdır. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 140 Barbosa BM, Lozano FS, Queral L. Vascular injuries during gynecological laparoscopy--the vascular surgeon's advice. Sao Paulo Med J 2005;123:38-41. Dixon M, Carrillo EH. Iliac vascular injuries during elective laparoscopic surgery. Surg Endosc 1999;13:1230-1233. Bhoyrul S, Vierra MA, Nezhat CR, Krummel TM, Way LW. Trocar injuries in laparoscopic surgery. J Am Coll Surg 2001;192:677-683. Kidd GR, Watson CS. Detection of frequency changes in transposed sequences of tones. J Acoust Soc Am 1996;99:553-566. Chapron C, Querleu D, Mage G, M, et al. Complications of gynecologic laparoscopy. Multicentric study of 7,604 laparoscopies. J Gynecol Obstet Biol Reprod 1992;21:207-213. Marmara Medical Journal 2009;22(2);138-141 Evrim Erdemoğlu, Ark. Jinekolojik laparoskopi esnasında ana damar yaralanması: olgu sunumu 6. 7. 8. Harkki-Siren P, Sjoberg J, Makinen J..et al. Finnish national register of laparoscopic hysterectomies: a review and complications of 1165 operations. Am J Obstet Gynecol 1997;176:118-122. Nordestgaard AG, Bodily KC, Osborne RW, Jr., Buttorff JD. Major vascular injuries during laparoscopic procedures. Am J Surg 1995;169:543545. Harkki-Siren P, Sjoberg J, Kurki T. Major complications of laparoscopy: a follow-up Finnish study. Obstet Gynecol 1999;94:94-98. 9. Nezhat C, Childers J, Nezhat F, Nezhat CH, Seidman DS. Major retroperitoneal vascular injury during laparoscopic surgery. Hum Reprod 1997;12:480-483. 10. Kurzel RB, Edinger DD, Jr. Injury to the great vessels: a hazard of transabdominal endoscopy. South Med J 1983;76:656-657. 141 CASE REPORT THE ASSOCIATION OF IMMUNE THROMBOCYTOPENIC PURPURA WITH HEREDITARY SPHEROCYTOSIS Rukiye Saç, Mine Güveloğlu, İlknur Bostancı, Aysu Tazegül, Yıldız Dallar Ministry of Health, Ankara Training and Research Hospital, Pediatric Clinics, Ankara, Türkiye ABSTRACT A five year-old girl, followed up as hereditary spherocytosis from birth, was admitted to the hospital for erythematous and violet-colored lesions. Physical examination revealed petechiae, purpura and ecchymoses on her body. She was evaluated and diagnosed as having immune thrombocytopenic purpura. In many diseases, heredity contributes to disease susceptibility and outcome. The molecular bases of hereditary spherocytosis have been unravelled, but this is not valid for immune thrombocytopenic purpura. Genetic contributors in complex diseases such as immune thrombocytopenic purpura give new dimensions to studies on immune thrombocytopenic purpura. This is the first case, reported in the literature associating immune thrombocytopenic purpura with hereditary spherocytosis. Keywords: Association, Child, Comorbidity, Hereditary Spherocytosis, Immune thrombocytopenic purpura HEREDİTER SFEROSİTOZ VE İMMÜN TROMBOSİTOPENİK PURPURA BİRLİKTELİĞİ OLAN BİR OLGU ÖZET Yenidoğan döneminde herediter sferositoz tanısı konarak beş yıldır bu tanıyla izlenen kız çocuğu birkaç gündür farkedilen, hafif travmayla oluşan morluk ve kırmızılıklar nedeniyle başvurdu. Fizik muayene tüm vücutta ekimozlar, purpura ve peteşiler saptanan hasta immün trombositopenik purpura tanısı aldı. Birçok hastalıkta genetik faktörler rol oynamaktadır. Herediter sferositozun moleküler temeli açığa çıkarılmıştır, ancak immün trombositopenik purpura gibi kompleks hastalıklar için bu konu henüz araştırma aşamasındadır. Literatürde immün trombositopenik purpura ile herediter sferositoz birlikteliği bu güne kadar hiç bildirilmediği için bu vakayı sunuyoruz. Anahtar Kelimeler: Çocuk, Herediter sferositoz, Immün trombositopenik purpura, Komorbidite trait. The most common molecular defects are abnormalities of spectrin or ankyrin, which are major components of the cytoskeleton responsible for the red blood cell (RBC) shape. A deficiency in spectrin, protein 3, or INTRODUCTION Hereditary spherocytosis (HS) is a common cause of hemolysis and hemolytic anemia that is transmitted as an autosomal dominant and, less frequently, as an autosomal recessive Corresponding author: İlknur Bostancı, M.D. Ministry of Health, Ankara Training and Research Hospital, Pediatric Clinics, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] 142 Marmara Medical Journal 2009;22(2);142-145 Marmara Medical Journal 2009;22(2);142-145 Rukiye Saç, et al. The association of immune thrombocytopenic purpura with hereditary spherocytosis ankyrin results in uncoupling in the “vertical”interactions of the lipid bilayer skeleton and the loss of membrane micro vesicles. The loss of the membrane surface area without a proportional loss of volume causes sphering of RBCs and an associated in cation permeability, cation transport, adenosine triphosphate utilization and glycolysis. The decreased deformability of the spherocytic RBCs impairs cell passage from the splenic cords to the splenic sinuses, and the spherocytic RBCs are destroyed prematurely in the spleen. Splenectomy markedly improves the RBC lifespan and cures the anemia1-3. Here we present a case followed up by our outpatient hematology department with the diagnosis of HS for five years, admitted to our Hospital with acute onset isolated thrombocytopenia. History, physical examination and laboratory findings yielded a diagnosis of acute ITP. As far as we are considered, this is the first case of ITP and HS association reported in the literature. Although we could not determine, if the appearance of ITP was in the setting of HS, we think there may be a possible relationship between HS and ITP. CASE REPORT A five year-old girl was admitted to hospital with erythematous and violet-colored lesions noticed after a minor trauma. At history, she was evaluated as having prolonged jaundice in the newborn period and diagnosed as having HS. She was considered as a severe HS case because she depended on regular transfusions. Immune thrombocytopenic purpura (ITP) is the most common cause of the acute onset of thrombocytopenia in an otherwise healthy child. One to four weeks after exposure to a common viral infection, a small number of children develop auto antibodies against the platelet surface. The exact antigenic target for most such antibodies in acute ITP remains undetermined. After the binding of antibodies to the platelet surface, circulating antibody coated platelets are recognized by the Fc receptor on splenic macrophages, ingested and destroyed. A preceding viral illness is described in 50-65 % of cases of childhood ITP. The reason why some children respond to the common infection with an autoimmune disease remains unknown4-5. She has been followed in our pediatric hematology department for five years together with her mother, brother; two aunts and one uncle who were also diagnosed as having HS. On examination, she had jaundice, fatigue and pallor. There were petechiae, purpura and ecchymoses on her body. Postnasal drip was present. Expansion of the diploe of the skull was found. There was a grade II/VI degree systolic ejection murmur at the left sternal border. The liver was palpable at 4 cm, and spleen at 5 cm on the midclavicular line. She was admitted to hospital for an evaluation of the etiology of petechia and ecchymoses. On laboratory examination her platelet count was 5x103/mm3, hemoglobin value was 6 gr/dl, and white blood count was 13.200/mm3. Blood smear examination showed hypochromia, polychromasia, poikilocytes, anisocytosis and spherocytes. Bone marrow aspiration revealed moderate increase at young megacaryocytes. The other findings at bone marrow examination were normal. Spleen scintigraphy was made in order to exclude sequestration and it was considered as normal. Due to the etiology of thrombocytopenia autoimmune markers, The molecular bases of HS have been unrevealed but this is not valid for ITP. HS is due to mutations at different chromosome loci. Two genetic loci for HS have been identified by the study of balanced chromosomal translocations or small deletion, and by linkage analysis. One of the loci, and interstitial deletion of chromosome 8p11.1p21.2 eliminates the gene for ankyrin. The second locus is the gene for β-spectrin, which resides on chromosome 14q23-q24.2. Other loci involve the genes for band 3, protein 4.2, α- spectrin, and possibly β-adductin and dematin6. Although genetic basis of ITP have not been determined yet recent results provide preliminary evidence that variant genotypes of Fc gamma receptor and cytokines contribute to chronic ITP pathogenesis7-8. 143 Marmara Medical Journal 2009;22(2);142-145 Rukiye Saç, et al. The association of immune thrombocytopenic purpura with hereditary spherocytosis except antithrombocyte, the antibodies were negative. According to these findings, this was an acute event, an isolated thrombocytopenia (her anemia was due to HS). Bone marrow examination revealed young megakaryocytes. Antithrombocyte antibodies were positive. Acute immune thrombocytopenic purpura (ITP) was diagnosed. Immunoglobulin therapy rapidly increased her thrombocyte count to normal range in five days. Splenectomy was performed after one month. Pre-splenectomy vaccination for pneumococcus, haemophilus and meningococcus were administered. After surgery, she was recommended folinic acid and penicillin prophylaxis for life. Her platelet values recovered after the splenectomy. Her platelet count at postoperative second month was 3 3 424.000x10 /mm , her hemoglobin value was 9.5 gr/dl, and white blood count was 8.300/mm3. About half of these cases are due to de novo mutations of the type associated with dominant inheritance; the others are assumed to be due to recessive genes. Disturbance in immune function in ITP causes generation of auto antibodies through the loss of tolerance to self-antigens. Platelet associated antigens such as GP1b or GPIIb/IIIa and its assorted epitopes are a target for auto antibodies. Molecular similarity could be the mechanism by which tolerance to self-antigens is destroyed by pathogen-associated antigen. The common end point is that alteration in immune function results in the accelerated destruction of platelets. Other than megakaryocytes, keycirculating molecules of immune regulation implicated in the pathogenesis of ITP such as cytokines, interleukins, and thrombopoetin also influence hematopoiesis. Analysis of the cytokine profile at the time of diagnosis has yielded important observation in the pathogenesis of ITP. Alternations in the levels of interleukin (IL)-2 or IL-4 have been implicated in the models of autoimmunity partly because IL-4 is thought to shut off the proinflamatory response. Differences in the circulating levels of IL-2 have been reported to confer differences in antiplatelet T-cell reactivity, particularly in relation to platelet phenotype. It is plausible that the circulating cytokines alter the response of HLA class 2 presentations, but it is probable that the cytokines influence the interaction between T and B-lymphocytes and in the end induce resting B cells to proliferate and produce high affinity auto antibodies. For many diseases heredity contributes to disease susceptibility and outcome. Genetic contributors in complex diseases such as ITP present new dimensions to be studied. A single base chance in the regulatory region of a cytokine causes alternations in immune response. The variation in key genes in the host response might lead to loss of tolerance or the sustained production of auto antibodies in ITP8. DISCUSSION When the child followed up as HS was admitted to our hospital with acute onset petechiae and purpura; sequestration in the spleen should have been considered. But her spleen scintigraphy was normal, antithrombocyte antibodies were positive, and bone marrow examination revealed moderate increase at young megakaryocytes. Due to these findings, we thought this situation was an association of HS and ITP.Today, within our knowledge, referring to MEDLINE for stored documents, no association of HS and ITP has been reported. This first case of HS and ITP association is discussed in the view of literature, by reviewing the pathogenesis and genetic base of both diseases. Hereditary spherocytosis is due to mutations at different chromosome loci6. Two genetic loci for HS have been identified: one of the loci, an interstitial deletion of chromosome 8p11.1-p21.2, eliminates the gene for ankyrin. The second locus is the gene for beta-spectrin, which resides on chromosome 14q23-q24.2. In about two thirds of patients, the disease is inherited in a dominant pattern and can be followed from generation to generation. In the remaining cases both parents are normal. Fc gamma receptor-mediated destruction of auto antibody-sensitized platelets is central to the immune pathophysiology of childhood 144 Marmara Medical Journal 2009;22(2);142-145 Rukiye Saç, et al. The association of immune thrombocytopenic purpura with hereditary spherocytosis ITP. Allelic variants exist among the random population for some Fc gamma receptors9. In a study of Carcao et. al., the genotypic frequencies for two Fc gamma receptor single nucleotide polymorphisms, FcgammaRIIa131 arginine versus histidine and FcgammaRIIIa-158 valine versus phenylalanine were examined in 98 children diagnosed with childhood ITP. The genotype frequencies were compared with those of 130 healthy control subjects. Both the FcgammaRIIa-131H and the FcgammaRIIIa158V were significantly over-represented in children with ITP versus the control subjects (P-values 0.03)9. Further studies based on larger groups of patients will be necessary to identify genetic susceptibility factors for this disease. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. In our present knowledge, we know that there are certain mutations causing HS, and studies on ITP reveal that there is a genetic base under this autoimmunity. Is the association of HS and ITP in our patient a random coexistence or a co morbidity? It is possible that common mechanisms may be responsible for the occurrence of HS and ITP together in this case. We think further research is necessary. 8. 9. 145 Bolton-Maggs PH. Hereditary spherocytosis; new guidelines. Arch Dis Child 2004;89:809-812. Segel GB. Hereditary spherocytosis. In: Behrman RE, Kliegman RM, Jenson HB eds. Nelson Textbook of Pediatrics. Philadelphia:Saunders, 2004:1620-1621. Shah S, Vega R.Hereditary spherocytosis. Pediatr Rev. 2004;25:168-172. Kaplan RN, Bussel JB. Differential diagnosis and management of thrombocytopenia in childhood. Pediatr Clin North Am 2004;51:1109-1140. Bolton-Maggs P, Tarantino MD, Buchanan GR, et al. The child with immune thrombocytopenic purpura: is pharmacotherapy or watchful waiting the best initial management? A panel discussion from the 2002 meeting of the American Society of Pediatric Hematology/Oncology. J Pediatr Hematol Oncol. 2004;26:146-151. Eber S, Lux SE. Hereditary spherocytosis-defects in proteins that connect the membrane skeleton to the lipid bilayer. Semin Hematol 2004;41:118-141. Kühne T. Investigation and management of newly diagnosed childhood idiopathic thrombocytopenic purpura: problems and proposed solutions. J Pediatr Hematol Oncol 2003;25:S24-S27. Chanock S. The etiology of childhood immune thrombocytopenic purpura: how complex is it? J Pediatr Hematol Oncol 2003;25 Suppl 1:S7-10. Carcao MD, Blanchette VS, Wakefield CD, et al. Fcgamma receptor IIa and IIIa polymorphisms in childhood immune thrombocytopenic purpura. Br J Haematol 2003;120(1):135-141. OLGU SUNUMU OBSTETRİK DOPPLER ULTRASON İNCELEMESİNDE RASTLANTISAL SAPTANAN PRENATAL KONJENİTAL KİSTİK ADENOMATOİD MALFORMASYON OLGUSU Serdar Serinsöz, Nurten Turan Güner, Arda Kayhan, Suna Saatkaya, Güllüzar Yılmaz, Tan Cimilli Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji, İstanbul, Türkiye ÖZET Konjenital kistik adenomatoid malformasyon (KKAM), embriyonik farklılaşma anomalisi olarak normal akciğer dokusunun yerini değişik boyut ve sayıda kistlerin alması ile ortaya çıkan nadir hamartomatöz bir malformasyondur. Önceleri yenidoğan döneminde ortaya çıkan solunum problemlerine yönelik tanısal çalışmalar sonucu saptanabilirken günümüzde gebelerin prenatal US kontrolleri ile intrauterin dönemde tanı konulabilmektedir. OLGU 25 yaşındaki kadın olguya kliniğimizde rutin gebelik kontrolü amacıyla obstetrik Doppler US incelemesi yapılmıştır. 27 haftalık gebede fetusa ait raslantısal saptanan KKAM, literatür eşliğinde tartışılmıştır. TARTIŞMA KKAM’ın prognozu ve tedavi planlaması, lezyonun tipine ve yarattığı etkiye göre değişebilmektedir. Prognozun öngörüsü ve uygun tedavinin planlanması açısından lezyonun olabildiğince erken tanınması önemlidir. Özellikle yenidoğan döneminde oluşabilecek problemler açısından prenatal tanıda dikkat ve doğru yönlendirme önemlidir. Anahtar Kelimeler: Konjenital kistik adenomatoid malformasyon, Prenatal tanı,Obstetrik Doppler US PRENATAL CONGENITAL CYSTIC ADENOMATOID MALFORMATION DETECTED COINCIDENTALLY BY OBSTETRIC ULTRASOUND EXAMINATION ABSTRACT Congenital cystic adenomatoid malformation (CCAM) is a hamartomatous malformation accepted as an embryonic differentiation anomaly characterized by replacement of normal lung parenchyma by cysts of various sizes and numbers. Previously, CCAM could only be detected by diagnostic studies for respiratory symptoms during neonatal period. Today, the diagnosis of CCAM can be made during the intrauterine period via prenatal follow-up ultrasonography. A twenty-five–year old female patient with a 27-week pregnancy was evaluated by obstetric Doppler ultrasonographic examination for routine follow-up. The ultrasonography findings of coincidentally detected CCAM was reviewed in the light of the literature.The treatment and prognosis of CCAM depends on the type and the effect of the lesion . The detection of the lesion as early as possible is noteworthy for prevision and the appropriate treatment management. An attentive evaluation and accurate guidance in the prenatal period is of great importance for the detection of possible problems, particularly in neonatal period. Keywords: Congenital cystic adenomatoid malformation, Prenatal diagnosis, Obstetric Doppler US İletişim Bilgileri: Dr. Arda Kayhan, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 146 Marmara Medical Journal 2009;22(2);146-149 Marmara Medical Journal 2009;22(2);146-149 Serdar Serinsöz, Ark. Obstetrik Doppler ultrason incelemesinde rastlantısal saptanan prenatal konjenital kistik adenomatoid malformasyon olgusu GİRİŞ Konjenital kistik adenomatoid malformasyon (KKAM), embriyonik farklılaşma anomalisi olarak normal akciğer dokusunun yerini değişik boyut ve sayıda kistlerin alması ile ortaya çıkan nadir hamartomatöz bir malformasyondur1. Önceleri yenidoğan döneminde ortaya çıkan solunum problemlerine yönelik tanısal çalışmalar sonucu saptanabilirken günümüzde gebelerin prenatal ultrasonografi (US) kontrolleri ile intrauterin dönemde tanı konulabilmektedir. Kliniğimizde rutin gebelik kontrolü nedeniyle obstetrik US incelemesi yapılan 27 haftalık gebede fetusa ait raslantısal saptanan KKAM olgumuzu literatür eşliğinde sunmayı amaçladık. Şekil 1: Sağ hemitoraksta düzgün konturlu, keskin sınırlı anekojen kistik lezyon OLGU SUNUMU Yirmibeş yaşındaki olguda yapılan obstetrik US’de biofizik profile göre 28 haftalık tek dişi fetus saptandı. Fetal sağ hemitoraksta alt zonda, mediastende kaymaya ve toraks hacminde değişikliğe yol açmayan, ince internal komplet septalarla üç bölümü olduğu gözlenen, septalarda ve kist çevresinde vaskülarizasyon izlenmeyen, , 44x23x22 mm boyutta anekojen kistik lezyon saptandı (Şekil 1, Şekil 2). Diafragma bütünlüğü ve her iki hemidiafragma yerleşimi, mide, karaciğer ve fetal intestinal yapılar normal olarak değerlendirildi (Şekil 3). Fetusta eşlik eden başka anomali saptanmadı. Sağ hemitoraksta tespit edilen bu lezyon sonografik ve Doppler bulguları eşliğinde Tip I KKAM olarak değerlendirilerek rapor edildi ve takibe alındı (Şekil 4). Takiplerinde lezyonda progresyon olmaması üzerine miadında normal spontan doğum gerçekleştirildi. 1. dakika APGAR’ı 6, 5. dakika APGAR’ı 8 olan yenidoğan, prenatal yönlendirme ile takibe alındı. 6 aydır semptomsuz olması nedeniyle çocuk hastalıkları ve çocuk cerrahisi uzmanları ile birlikte takipleri devam etmektedir. Şekil 2: Lezyona ait internal komplet septasyonlar Şekil 3: Diafragma bütünlüğü ve her iki hemidiafragma yerleşiminin normal olarak izlendiği sagital sonogram görüntüsü 147 Marmara Medical Journal 2009;22(2);146-149 Serdar Serinsöz, Ark. Obstetrik Doppler ultrason incelemesinde rastlantısal saptanan prenatal konjenital kistik adenomatoid malformasyon olgusu %10 oranında bildirilmiştir. Çapları 2 mm’nin altında, silyalı ve nonsilyalı küboidal epitelle döşeli çok sayıda mikrokistik, çıplak gözle solid görünümlü olan ve geniş hacimlere ulaşabilen lezyonlardır4,5. Şekil 4: Renkli Doppler incelemede septalarda ve kist çevresinde vaskülarizasyon yokluğu ve kardiak ventriküllerdeki kan akımı TARTIŞMA KKAM, tüm konjenital akciğer malformasyonlarının %25’ini ve konjenital kistik akciğer malformasyonlarının %95 ini oluşturur1. KKAM, lober ve segmenter bronşlar ile matür alveollerin gelişiminin bozulması sonucunda kistik immatür akciğer dokusunun oluşumuyla sonuçlanan nadir bir pulmoner anomalidir2. 5-6. gebelik haftasında bronşioalveoler maturasyonun duraklaması ve mezenşimal hücrelerin aşırı çoğalması ile meydana gelen hamartomatöz bir lezyondur3. Erkeklerde daha sık olup, herhangi bir lobu tutabilir. %95 tek lob tutulurken, bilateral olarak görülme sıklığı %2’dir3. Stocker ve arkadaşları tarafından klinik, makroskopik ve mikroskopik kriterlere göre 3 subtipe ayrılmıştır. Tip I % 50 oranında görülür. Çapı 2 cm’nin üzerinde, kalın duvarlı, bronş ile ilişkili ise hava veya sıvı içeriği saptanabilen, silyalı psödostrafiye kolumnar epitel ile döşeli tek veya multipl kistleri kapsar. 1/3 olguda mukus salgılayan hücreler izlenebilir ve kist duvarı düz kas hücreleri de içerir. Tip II %40 oranında görülür. Çapları 1 cm’den küçük, duvarı silyalı küboidal veya kolumnar epitel ile döşeli multipl kistik yapılar vardır. Kist duvarı muköz hücreler veya kartilajinöz yapıları barındırmaz. Lezyonlar erken dönemde (31. gestasyonel gün) oluşabileceği için sıklıkla genitoüriner ya da gastrointestinal sistem anomalileri gibi diğer konjenital anomalilerle birliktelik gösterebilir. Tip III Sonografi, fetal toraksın değerlendirilmesinde primer yöntem olup bulgular malformasyonun tipine bağlı olarak farklılık göstermektedir. Tip I’de sıklıkla pulmoner lobun tümünü tutan, ekspansil multikistik lezyonlar şeklindedir. Tip II’de, küçük kistik yapılardan meydana gelen akciğer kitlesi formundadır ve sıklıkla diğer konjenital anomalilerle birlikte olduğundan sonografi tanıyı erken dönemde koyabilmektedir. Tip III’de ise ayırt edilebilen bir kistik yapı olmaksızın, solid homojen ekojenik kitle şeklinde görülebilmektedir. Gestasyonel yaşın prenatal US ile tanı koymada önemi büyüktür. Rutin US incelemelerinde KKAM’ın en kolay saptanabildiği dönem olgumuzda olduğu gibi 16-22. haftalar arası ile 32. hafta civarındadır. Her üç tipte de lezyonun boyutuna bağlı olarak polihidramnioz, hidrops, pulmoner hipoplazi ve mediastinal kayma görülebilir3. Polihidramnioz, kitlenin özofagusa basısı ile fetal yutkunmanın azalması veya anormal adenomatoid doku içeren fetal akciğer dokusunda sıvı üretiminin artması ile gelişmektedir. Hidrops, lezyonun büyüyerek vena kava superiora veya mediastinal kayma nedeniyle kalbe bası yapması sonucu gelişir. Normal akciğer dokusunda hipoplazi oluşmasının nedeni ise lezyonun basısı veya plevral effüzyondur. Tip I’de prognoz en iyi iken, Tip III’te en kötüdür. Bilateral ve geç saptanan olgularda kötü perinatal sonuçlar alma riski yüksektir1. Tip I ve II malformasyonların intrauterin gerileme gösterebileceği de bildirilmiştir. İntrauterin dönemde pulmoner lezyon tanısı alan hastalarda prognoz oldukça değişken olabilmektedir. Fetüste hidrops gelişimine neden olmayan, büyük pulmoner lezyonların hacim olarak küçüldüğü ve hatta tamamen kaybolduğu bildirilmiştir. Fetusta 32. haftadan önce hidrops gelişimi varlığında prognoz çok kötüdür. 32. hafta ve sonrasında hidrops gelişimi varlığında doğumun erken 148 Marmara Medical Journal 2009;22(2);146-149 Serdar Serinsöz, Ark. Obstetrik Doppler ultrason incelemesinde rastlantısal saptanan prenatal konjenital kistik adenomatoid malformasyon olgusu indüklenmesi ve doğum sonrası cerrahi müdahale eşliğinde kist rezeksiyonu gibi tedavi seçenekleri uygulanabilir. Olgumuz, 28. haftada tanı alarak, hidrops gelişimi olmaksızın ve akciğerdeki lezyonun boyutlarında artma gelişmeksizin miyadına kadar takip edilmiştir. Ayırıcı tanıda fetal torasik kitleler arasında ekstralober pulmoner sekestrasyon, diafragmatik herniasyon, konjenital lober amfizem, mediastinal kistik teratom, bronkojenik ve enterik kistler mutlaka düşünülmelidir1,4. Tip I KKAM ile öncelikle karışabilecek bronkojenik kist ayrımında, bronkojenik kistin tipik olarak daha küçük, tek ve orta hatta olması yardımcı kriterlerdir. KKAM’nin diafragmatik herni ile ayrımında, lezyon içerisinde peristaltizmin izlenmemesi ve diafragmatik bütünlük önemli ipuçlarıdır. Antenatal dönemde yapılan renkli Doppler US incelemesinde, pulmoner sekestrasyonun aortadan kanlanmasının gösterilmesi ile KKAM’dan ayırımı yapılabileceği gibi eş zamanlı olarak ortaya çıkabileceği de mutlaka akılda bulundurulmalıdır. KKAM’ın prognozu ve tedavi planlaması, lezyonun tipine ve yarattığı etkiye göre değişebilmektedir. Prognozun öngörüsü ile uygun tedavinin planlanması açısından lezyonun olabildiğince erken tanınması ve özellikle yenidoğan döneminde oluşabilecek problemler açısından prenatal tanıda dikkat ve doğru yönlendirme önemlidir. KAYNAKLAR 149 1. Revillon Y, Jan D, Plattner V, et al. Congenital cystic adenomatoid malformation of the lung: prenatal management and prognosis. J Pediatr Surg 1993; 28:1009-1011. 2. Sittig SE, Asay GF. Congenital cystic adenomatoid malformation in the newborn: Two case studies and review of the literature. Respir Care 2000;45:11881195. 3. Hernanz-Schulman M. Cysts and cystlike lesions of he lung. Radiol Clin North Am 1993; 31:631-649. 4. Stocker JT, Madwell JE, Drake RM. Congenital cystic adenomatoid malformation of the lung. Classification and morphologic spectrum. Hum Pathol 1977; 8:155-171. 5. Kacar M, Ünlübay D, Uysal S, Oruç Cömert D. Konjenital kistik adenomatoid malformasyonda prenatal ultrasonografik tanı. Tanı Girişim Radyol 2002; 8:506-509 CASE REPORT PARASPINAL INFILTRATIVE LIPOMA COMPLICATED WITH PARAVERTEBRAL ABSCESS IN A CHRONIC RENAL FAILURE PATIENT Tarkan Çalışaneller, Özgür Özdemir, Halil Kıyıcı, Elif Karadeli Başkent Üniversitesi, Nöroşirürji, Konya, Türkiye ABSTRACT Intramuscular lipoma is a deep-seated lipoma that arises in the muscle and, due to its infiltrative nature mimicking malignant tumors, it poses a great concern for clinicians and pathologists. Presentation of an intramuscular lipoma in the paraspinal muscles is extremely rare. In this report, we presented a rare case of thoracolumbar paraspinal infiltrative lipoma complicated with paravertebral abscess in a chronic renal failure patient. Keywords: Infiltrative lipoma, Paravertebral abbcess, Paraspinal muscle BİR KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ HASTASINDA PARAVERTEBRAL ABSE İLE KOMPLİKE OLMUŞ PARASPİNAL İNFİLTRATİF LİPOM ÖZET İntramusküler lipom, kas içinden köken alan ve infiltratif karakteri nedeni ile malign tümörleri taklit edebilen, ve bu yüzden klinisyenler ve patologlar açısından önem arzeden derin yerleşimli bir tümördür. İntramusküler lipomun paraspinal kaslar içinde yerleşmesi oldukça nadir görülen bir durumdur. Bu makalede, bir kronik böbrek yetmezliği hastasında paravertebral abse ile komplike olmuş paraspinal kaslar içinde yerleşmiş bir intramusküler infiltratif lipom olgusu sunuldu. Anahtar Kelimeler: İnfiltratif lipom, Paravertebral abse, Paraspinal kas malignant tumors; it poses a great concern for clinicians and pathologists1,2. Intramuscular lipomas are frequently located in the chest wall and in the extremities and, rarely they can originate in the muscles of the head and neck region3,4. Presentation of an intramuscular infiltrative lipoma in the INTRODUCTION Lipomas are the most common benign tumors of the soft tissues and classified into superficial (cutaneous) and deep-seated (subfacial) types1. Intramuscular lipoma is a deep-seated lipoma that arises in the muscle and, due to its infiltrative nature mimicking Corresponding author: Tarkan Çalışaneller, M.D. Başkent Üniversitesi, Nöroşirürji, Konya, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(2);050-154 150 Marmara Medical Journal 2009;22(2);150-154 Tarkan Çalışaneller, et al. Paraspinal infiltrative lipoma complicated with paravertebral abscess in a chronic renal failure patient paraspinal muscles is extremely rare5. With this report, we present a thoracolumbar paraspinal infiltrative lipoma complicated with paraspinal abscess in a chronic renal failure patient. Through a midline posterior approach between levels Th-12 and L-1 2levels, under general anesthesia, the lesion was identified beneath thoraco-lumbar fascia and surgical excision of the right paraspinal tissues was performed. Intraoperatively, the paraspinal tissues on the right side were yellowish in color and firm in texture. The lesion was infiltrative in nature and no clear dissection plane from surrounding structures was observed. Therefore, only subtotal excision of the posterior portion of the lesion could be achieved and the samples were sent for histopathological examination and bacterial cultures. Light microscopic examination revealed an infiltrative lesion composed of mature adipocytes in the striated muscle tissue (Fig-2). Irregular borders simulating an infiltrative pattern characterized the lesion histopathologically; but there were no cytological atypia, mitotic activity or necrosis. No significant fibrous or vascular proliferation was observed in the lesion. With these findings, the lesion was diagnosed as an infiltrative intramuscular lipoma. Bacterial cultures of the lesion revealed no bacterial proliferation. However, due to positive blood cultures for staphylococcus aureus and a strong suggestion of paravertebral abscess on the preoperative MRI examination, ceftriaxone treatment was changed to intravenous sulbactam-ampicilline treatment lasting for an additional month. The rest of the clinical course was uneventful and the patient was released from hospital on the sixth postoperative day. On the one-year follow-up thoracolumbar MRI examination, there was no recurrence of the tumor on axial precontrast T1- weighted images at the level of L-1 vertebra (Fig-1c). On fat-suppressed T1-weighted axial images with intravenous gadolinium, complete resolution of the abscess was observed and there was also no contrast enhancement in the paravertebral tissues at the level of Th-12 (Fig-1d). The Creactive protein level was 9,5 mg/ml and the leukocyte count was 8,83 K/ìL at the last blood biochemistry follow-up. CASE REPORT A 57-year-old male with a history of diabetes mellitus and chronic renal failure (under continuous ambulatory peritoneal dialysis for two years) was referred to our department complaining of severe back pain. He was hospitalized three weeks ago due to high fever and pain in the right upper quadrant of abdomen. Blood biochemistry displayed increased C-reactive protein level (166,1 mg/ml) and sedimentation rate (104 mm/h) without leucocytosis (10,2 K/ìL). No source of infection could be identified during that period and intravenous ceftriaxone treatment was started due to positive blood cultures for staphylococcus aureus. On admission to our clinic, he was under ceftriaxone treatment for fifteen days. He was neurologically intact but there was right paraspinal muscle sensitivity at thoracal-12 (Th-12) and lumbar-1 (L-1) vertebral levels. Thoracolumbar magnetic resonance imaging (MRI) examination revealed a poorly demarcated, isointense soft tissue mass (11x7x4 cm) in the right paraspinal muscle at L-1 level on axial precontrast T1- weighted images (Fig-1a, white arrow). Fat-suppressed T1-weighted images following administration of intravenous gadolinium demonstrated peripherally enhanced heterogeneous cystic lesions within the right paravertebral muscles at Th-12 level. There was also diffuse contrast enhancement in the right paravertebral muscles and in the right pedicle of the Th-12 vertebra (Fig-1b, black arrow). Preoperative radiological diagnosis primarily suggested a paraspinal abscess or necrotic tumoral mass. A computerized tomography guided needle biopsy revealed non-diagnostic histopathological results and negative bacterial culture. Consequently, surgical intervention was planned. 151 Marmara Medical Journal 2009;22(2);150-154 Tarkan Çalışaneller, et al. Paraspinal infiltrative lipoma complicated with paravertebral abscess in a chronic renal failure patient fibers and gradual replacement of muscle tissue by lipocytes. Intramuscular lipomas are usually seen in adults over 40 years of age and generally presented as painless mass lesions6,8. There is general agreement that men afflicted more often than women. Tumors are mostly slow growing and painless, and they often become apparent only during muscle contraction, when the tumor is converted to a firm spherical mass. Sometimes, movement causes aching or pain but the pain is rarely severe. Tumor sizes vary considerably, ranging from minute lesions to tumors of 10 cm or more in diameter9. Figure 1: Figure 1: Axial precontrast T1- weighted image shows a soft tissue mass in the right paraspinal muscle at L1 level. The lesion is poorly demarcated, heterogeneous and isointense relative to paraspinal muscle (a). Fat- suppressed T1-weighted axial image following administration of intravenous gadolinium demonstrates peripherally enhanced heterogenous cystic lesions within right paravertebral muscles. There was diffuse contrast enhancement in the right paravertebral muscles secondary to inflammation (b). No recurrence of the tumor on axial precontrast T1weighted images was observed at the level of L-1 vertebra (c). On fat-suppressed T1-weighted axial images with intravenous gadolinium, complete resolution of the abscess was observed and there was no contrast enhancement in the paravertebral tissues at the level of Th-12 (d). Figure 2: Benign infiltrative lesion composed of mature adipocytes in the striated muscle tissue, 40x, H&E. Typical locations of infiltrative intramuscular lipoma are the chest wall and the extremities, probably due to the large muscle bulk in these regions. It can sometimes originate in the muscles of the head and neck region and, presentation of an infiltrative lipoma in the paraspinal muscles is extremely rare. Although the etiology of lipoma is unclear, metaplasia, trauma, chronic irritation and congenital development are the suggested pathomechanisms7,10. A possible role of aberrant high mobility group proteins (HMGs) is suggested in the pathogenesis of infiltrative lipomas11,12. DISCUSSION Lipoma is the most common benign mesenchymal tumor and classified as a superficial (cutaneous) or deep-seated (subfacial) type. Infiltrative lipoma is a relatively uncommon deep-seated benign tumor that arises in the muscle and poses a great concern for clinicians and pathologists due to its deep location and infiltrative nature mimicking malignant tumors. Although, benign tumors typically show a clear margin with surrounding tissues, infiltrative lipoma does not have a clear margin and shows proliferation of lipocytes between muscle 152 Marmara Medical Journal 2009;22(2);150-154 Tarkan Çalışaneller, et al. Paraspinal infiltrative lipoma complicated with paravertebral abscess in a chronic renal failure patient For the preoperative diagnosis of infiltrative intramuscular lipoma, magnetic resonance imaging is the most useful radiological method. Lipomas may or may not contain radiologically detectable fat; however, classically, lipomas demonstrate high signal intensity on both T1- and T2-weighted images that is similar with subcutenous fat13. On the other hand, infiltrative lipomas may have intermingled fat and muscle fibers which are isointense with normal muscle on both T1and T2-weighted images9. The MRI findings of infiltrative lipoma vary from a small, single and homogenous mass to a large, inhomogeneous lesion with infiltrative margins. Fat-saturation sequences and the use of contrast agents can be helpful in the differentiation of lipomas from other types of tumors. Well-differentiated low-grade liposarcoma stands for the primary differential diagnosis and usually shows multinodularity and thick-irregular septa in MRI examinations9. Histologically, infiltrative lipoma is composed of mature vacuolar fat cells without nuclear atypia1. Various amounts of stroma and capillary structures could also be observed. Cross sections of the intramuscular lipoma reveal gradual replacement of the muscle tissue by fat that may extend beyond the muscle fascia into the intermuscular connective tissue spaces. Microscopic examination reveals lipocytes that infiltrate muscle in a diffuse manner. The entrapped muscle fibers usually show few changes other than various degrees of muscular atrophy. Characteristically, the lipocytes are mature; there are no lipoblasts or cells with atypical nuclei as in well-differentiated liposarcoma. The existence of nuclear pleomorphism and multinuclear giant cells should suggest the diagnosis of liposarcoma. In some cases, well-differentiated intramuscular liposarcoma may be indistinguishable from intramuscular lipoma on Hematoxylene–eosin stained sections. For suspected cases, in situ Fluorescent Hybridization (FISH) technique may be useful for differential diagnosis. completely removed. In case of subtotal excision, the recurrence rate reported in the literature has varied from as little as 3.0% to as much as 62.5%8,10,14. Wide resection is suggested when recurrence occurs8. In our patient, the infiltrative lipoma originated in a very atypical location and further, the diagnosis was complicated with a paravertebral abscess formation. The MRI characteristics of the paravertebral abscess together with the infiltrative nature of the lipoma primarily suggested the diagnoses of paravertebral abscess or necrotic metastatic tumor. Additionally, there was no clear margin of the lesion intraoperatively causing us to remove the lesion only subtotally. However, complete resolution of the contrastenhanced paravertebral mass lesion after antibiotic treatment and the absence of recurrence in the surgical area at the one-year follow-up MRI examinations, supported the diagnosis of infiltrative paraspinal lipoma complicated with paravertebral abscess formation. In conclusion, paraspinal muscle is an extremely rare location for infiltrative lipoma and it can mimic several pathologies including malignant tumors. Since it is a benign tumor with an excellent prognosis, a high degree of suspicion is necessary for diagnosis REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. Total resection is the treatment of choice and the prognosis is excellent if the tumor is 153 Enzinger FM, Weiss SW. Benign lipomatous tumors. In: Enzinger FM, Weiss SW, eds. Soft tissue tumors, 3rd edn. St. Louis: Mosby, 1995:381-430. Fletcher CD, Martin-Bates E. Intramuscular and intermuscular lipoma: neglected diagnoses. Histopathology 1998; 12:275-287. Mori K, Chano T, Matsumoto K, Ishizawa M, Matsusue Y, Okabe H. Type-selective muscular degeneration promotes infiltrative growth of intramuscular lipoma. BMC Musculoskelet Disord 2004; 18;5:20. Ozcan C, Görür K, Talas D, Aydin O. Intramuscular benign lipoma of the sternocleidomastoid muscle: a rare cause of neck mass. Eur Arch Otorhinolaryngol 2005; 262(2):148-150. Dattolo RA, Nesbit GM, Kelly KE, Cupp CL. Infiltrating intramuscular lipoma of the paraspinal muscles. Ann Otol Rhinol Laryngol 1995; 104(7):582-584. Marmara Medical Journal 2009;22(2);150-154 Tarkan Çalışaneller, et al. Paraspinal infiltrative lipoma complicated with paravertebral abscess in a chronic renal failure patient 6. Bennhoff DF, Wood JW. Infiltrating lipomata of the head and neck. Laryngoscope 1978; 88(5):839848. 7. Lerosey Y, Choussy O, Gruyer X, François A, Marie JP, Dehesdin D, Andrieu-Guitrancourt J. Infiltrating lipoma of the head and neck: a report of one pediatric case. Int J Pediatr Otorhinolaryngol 1999; 47(1):91-95. 8. Mattel SF, Persky MS. Infiltrating lipoma of the sternocleidomastoid muscle. Laryngoscope 1983; 93(2):205-207. 9. Matsumoto K, Hukuda S, Ishizawa M, Chano T, Okabe H. MRI findings in intramuscular lipomas. Skeletal Radiol 1999; 28(3):145-152. 10. Pélissier A, Sawaf MH, Shabana AH. Infiltrating (intramuscular) benign lipoma of the head and neck. J Oral Maxillofac Surg 1991; 49(11):12311236. 11. Tallini G, Dal Cin P, Rhoden KJ, et al. Expression of HMGI-C and HMGI(Y) in ordinary lipoma and atypical lipomatous tumors: immunohistochemical reactivity correlates with karyotypic alterations. Am J Pathol 1997; 151(1):37-43. 12. Tkachenko A, Ashar HR, Meloni AM, Sandberg AA, Chada KK. Misexpression of disrupted HMGI architectural factors activates alternative pathways of tumorigenesis. Cancer Res 1997; 57(11):22762280. 13. Munk PL, Lee MJ, Janzen DL, et al. Lipoma and liposarcoma: evaluation using CT and MR imaging. AJR Am J Roentgenol 1997; 169(2):589-594. 14. Keskin G, Ustundag E, Ercin C. Multiple infiltrating lipomas of the tongue. J Laryngol Otol 2002; 116(5):395-397. 154 CASE REPORT ACUTE INFANTILE HEMORRHAGIC EDEMA: A CLINICAL PERSPECTIVE (REPORT OF SEVEN CASES) Hayrullah Alp, Hasibe Artaç, Esma Alp, İsmail Reisli Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya, Türkiye ABSTRACT Acute infantile hemorrhagic edema (AIHE) is an uncommon cutaneous leukocytoclastic vasculitis characterized by large purpuric skin lesions, acral edema and fever. In spite of violent onset, spontaneous recovery without any sequelaes occurs within a few weeks. The causes of AIHE are unknown and there is no specific treatment. In this article, we have presented seven cases with AIHE admitted to our hospital between 2003-2006. We evaluated the effect of antihistaminic treatment on the course of the disease and we also reviewed the features of AIHE distinguishable from other purpuric diseases. Keywords: Acute infantile hemorrhagic edema, Antihistaminic treatment, Immune system AKUT İNFANTİL HEMORAJİK ÖDEM: KLİNİK BİR BAKIŞ (YEDİ VAKANIN SUNUMU) ÖZET Akut infantil hemorajik ödem (AIHE) nadir görülen bir kutanöz lökositoklastik vaskülit olup geniş purpurik deri döküntüleri, akral ödem ve ateş ile karakterizedir. Korkutucu başlangıcı olmasına rağmen haftalar içinde sekel bırakmadan spontan iyileşme görülür. AIHE’in etyolojisi belli değildir ve spesifik bir tedavisi yoktur. Bu makalede, hastanemize 2003-2006 tarihleri arasında başvuran ve AIHE tanısı konan yedi vakayı sunduk. Biz antihistminik tedavinin hastalığın seyri üstündeki etkisini araştırdık ve AIHE’in diğer purpurik hastalıklardan ayırıcı özelliklerini gözden geçirdik. Anahtar Kelimeler: Akut infantil hemorajik ödem, Antihistaminik tedavi, İmmün system younger than 3 years. Since it was first described in 1913, fewer than 120 cases have been reported 1-11. Cases of AIHE have also been described in our country2,4-6,10. It is characterized by fever, large purpuric skin INTRODUCTION Acute infantile hemorrhagic edema (AIHE) is a benign leukocytoclastic vasculitis that is confined to the skin without visceral involvement. It is usually seen in children Corresponding author: Hayrullah Alp, M.D. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 155 Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) lesions and acral edema. The causes of AIHE are unknown. The disease is usually seen during winter months and it has frequent association with upper airway infection, vaccination or drug intake1 . It is also considered as a variant of leukoclastic vasculitis with many similarities to HenochSchönlein Purpura (HSP) by many authors. Routine laboratory tests are nondiagnostic and there is no specific treatment3,12,13. The diagnosis of AIHE is based on clinical features and skin biopsy is not usually required for all cases3,12-14. Herein, we describe seven cases with AIHE. Our aim is to emphasize the effect of antihistaminic treatment on the course of the disease and discuss the features of AIHE distinguishable from other purpuric diseases. and two patients had lower airway infections. (Case 2 and 5). Other physical examination findings were normal in all cases. All of the patients had leukocytosis and elevated Creactive protein values at initial analysis which decreased systematically within a week. Also the sedimentation rate was found to be increased, except in one patient. (case 4) EBV EBNA IgM and IgG were positive in the patient with Down’s syndrome, but EBV VCA IgM and IgG were negative. In the other patients, viral and bacterial serologies (EBV, CMV, HBV, HCV, HIV, Rubella, Parvovirus, Leptospiroz, Brucella and Salmonella) were negative. Blood, urine, stool and nasopharyngeal cultures were also found to be negative. Also the peripheral blood flow cytometric analysis of the patient with Down’s syndrome was normal. All of the families refused the skin punch biopsy for histopathologic examination. Antibiotherapy was only given to patients 2 and 5 for pneumonia. Antihistamines (hydroxyzine HCI or diphenhydramine HCI) were randomly given to 4 cases. (Case 1, 4-6) The acral edema resolved in all patients within three days. In the group which received antihistamines, except for the case with Down’s syndrome, the cutaneous lesions disappeared faster than (mean 10 days) in the patients who were not given antihistaminic treatment (mean 14 days). The mean recovery period with antihistamines was four days shorter than in the other group. Fundamentally, the lesions disappeared in all cases within 2 or 3 weeks. The patients were followed up for between 5 months to 2 years and only the patient with Down’s syndrome had a recurrence a week after discharge. CASE REPORTS Seven cases with AIHE were admitted to Selcuk University, Meram Medical Faculty, Department of Pediatrics, between 2003 and 2006. Their ages varied between 7 months to 4 years at the time of diagnosis. The diagnosis of AIHE was based on clinical features and laboratory findings (Tables I, II). All the patients admitted to our clinic with large purpuric skin lesions, especially on lower limbs, and acral edema. (Figure 1) On initial physical examination; round or oval, ecchymotic, purpuric plaques with edema distributed particularly on the lower limbs and face were seen. (Figure 2) The edema was nontender. Two of the cases (case 1 and 3) also had the plaques on their ears which is uncommon. One of them was a girl with Down’s syndrome (Case 6) (Figure 3). On admission,all the cases had fever (38,2-38,5 ºC). Five patients had upper airway infections 156 Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) Table I: The clinical features of the patients Case Age (mo.) Prodromes* Clinical features Duration of No. /Sex eruptions (days) _______________________________________________________________________ 1 30/ M URI** Fever, edema of feet and face, purpuric lesions on upper and lower limbs, face and auricles IM Sefuroxim axetil was given before admission. 11 2 7/F LRI*** Fever, edema of feet and purpuric lesions on lower limbs. Crepitan rales were heard. IV Seftriaxon was given during hospitalization. 15 3 11/M URI Fever, edema of feet, purpuric lesions on upper and lower limbs, face and auricles. Right tympanic membrane was hyperemic. 13 4 24/M URI Fever, couch with nasal secretion, purpuric lesions on lower limbs and face Edema of feet and face. 10 5 10/F LRI Fever, edema of feet and face, purpuric lesions on upper, lower limbs and face. Pharynx was hyperemic and rales were heard. IV Seftriaxon was given during hospitalization. 9 6 48/F URI 7 8/M URI 1 2 3 Down syndrome. Fever, edema of feet and face. Purpuric lesions on upper, lower limbs and face. One recurrence occurred. 19 Fever, edema of feet and purpuric lesions on lower limbs. *Active infection on admission **Upper respiratory tract infection ***Lower respiratory tract infection 14 157 Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) Table II: The laboratory findings of the patients Case Admission No. ____________________________ *WBC (mm3) Sedimentation CRP rate (mm/saat) (mg/L) (0-20) (0-10) Control Antihistamines ___________________ Sedimentation rate (mm/saat) (0-20) CRP (mg/L) (0-10) 1 16.000 56 38,6 21 9,8 2 16.500 43 28 9 8,7 - 3 21.200 118 23,6 13 4,4 - 4 16.700 13 25,3 8 4 5 22.600 24 27,5 20 14,9 Hydroxyzine HCI 6 18.000 (Down’s syn.) 33 61,3 15 11 Hydroxyzine HCI 7 28 36,7 13 7, 3 20.100 Hydroxyzine HCI Diphenhydramine HCI - *White blood cell count Figure 2: Purpuric lesions on the feet (case 1) Figure 1: Large purpuric, ecchymotic skin lesions and edema on the lower limbs. (case 2) 158 Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) an infective focus in all cases at admission. However, nasopharyngeal, blood, urine and stool cultures were found to be negative. EBV EBNA IgM and IgG serologies were positive only in the case of Down’s syndrome. But, EBV VCA IgM and IgG were found to be negative. It was evaluated as a subacute infection. Also this could be a trigger factor for recurrence in this case. In AIHE, the histopathologic examination of the skin punch biopsies demonstrates leukocyte and eosinofile infiltration on the vessel wall. In the study of Saraclar et al., perivasculer fibrinogen, C3, IgM, IgG, IgA and IgE were detected 100%, 100%, 78%, 22%, 33% and 33% respectively, by a direct immunoflourescent study5. The IgA deposition appeared in only one patient out of nine in the study of Legrain et al.1. However, a skin biopsy is not usually required for diagnosis3,12-14. In our cases, the skin biopsies could not be done, but AIHE was diagnosed in the light of the clinical and laboratory findings. Figure 3: Large purpuric skin lesions and edema on the face of the girl with Down’s syndrome. (case 6) DISCUSSION Acute infantile hemorrhagic edema (AIHE) is classified as a small vessels’ leukocytoclastic vasculitis such as Henoch-Schönlein Purpura (HSP). Rosette-shaped purpuric plaques which rapidly expand to form multiple plaques on the face and limbs are typical skin lesions of the disease1,2. The causes of AIHE are unknown. Many of the authors consider the disease as an immunologic reaction after an antigenic trigger. Infections, drug intake and immunization are the main etiologic factors as in 75 % of the cases1,2,6. It has been reported in association with pneumococcal bacteremia, pulmonary tuberculosis, adenovirus infection, urinary tract infections, bronchopneumonia, neck abscess and bronchitis5,9,10,15-17. Our patients had upper and lower airway infections as trigger factors at admission. Differential diagnosis is required for AIHE from HSP, meningococcemia, septicemia, Kawasaki disease, purpura fulminans, urticaria, erythema multiforme and other diseases leading to cockade eruptions. From a clinical point of view, the most urgent need is to exclude the possibility of meningococcemia. For this reason; age, characteristics and localization of the lesions, accompanying symptoms, duration of the illness, immunohistologic and laboratory findings should all be considered. AIHE is usually seen in the chidren of under 3 years, typical cockade, annular, targetoid and purpuric lesions appear on the face, ears and extremities with acral edema. The edema is non tender and may be asymmetrical3. Also involvement of the internal organ systems is rare. Spontaneous recovery without any sequelaes occurs within a few weeks3,10. It is considered as a distinct entity, on the basis of the typical picture and the excellent prognosis. There are no diagnostic criteria for the disease1,3,4,12-14. Despite the extent of the skin lesions, the children are often nontoxic. The diagnosis of the disease was based on clinical features and laboratory findings. All of our patients had fever, acral edema, purpuric and ecchymotic lesions, localized particularly on the extremities and face (Table I). Elevated Creactive protein (CRP) with leukocytosis was detected in all patients (Table II). There was No specific treatment is available for AIHE, because the skin lesions usually resolve 159 Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) spontaneously within 2 or 3 weeks. But their appearance is very terrifying. In our patients, the cutaneous lesions regressed in meanly 4 days, while the edema disappeared in 2 or 3 days. Full recovery occurred in a 2 week period in all patients except for the girl with Down’s syndrome. Antihistamines (hydroxyzine HCI or diphenhydramine HCI) were randomly given to 4 patients. On follow up, the lesions disappeared earlier in the antihistamines group (mean 4 days) than in the others. In this group resolution of the lesions occurred within 19 days despite the antihistamines therapy only in the patient with Down’s syndrome, and also one recurrence was observed after her discharge. All these clinical observations remind us that there may be an immunologic insufficiency in this patient. However, immunoglobulin values and peripheral blood lymphocyte subtype analysis were normal. It is known that AIHE is a small vessel leukocytoclastic vasculitis that appears after an immunologic trigger. Thus it is believed to represent an immune complexmediated disease. Occasionally some T and B cell dysfunctions can accompany the Down’s syndrome18,19. So, in our patient with Down’s syndrome an unknown dysfunction of affected T and B cells may be associated with the long progress of the disease. Also this supports the view that of AIHE as an immune complex-mediated disease caused by immunologically affected T and B cells. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. Our study is a clinical observation of our patients who were consistent with the diagnosis of AIHE. The typical lesions in our patients with AIHE regressed with antihistamines earlier than in the natural progress. However, the major limitation of the study is the small number of cases. We suggest that antihistamines may be useful to shorten the duration of the skin lesions in the course of the disease. But to improve this suggestion, new case control studies with a large number of patients are needed. 13. 14. 15. 16. 17. REFERENCES 1. Legrain V, Lejean S, Taieb A, Guillard JM, Battin J, Maleville J. Infantile acute hemorrhagic edema 18. 160 of the skin: study of ten cases. J Am Acad Dermatol 1991; 24: 17-22. Ince E, Mumcu Y, Suskan E, Yalcinkaya F, Tümer N, Cin S. Infantile acute hemorrhagic edema: A variant of leukocytoclastic vasculitis. Pediatr Dermatol 1995; 12: 224-227. Odom RB, James WD, Berger TG. Cutaneous vascular diseases. In: Odom RB, James WD, Berger TG, eds. Andrews’ Diseases of the Skin, Clinical Dermatology, 9th ed. Philadelphia: W. B. Saunders; 2000: 1035-1036. Caksen H, Odabas D, Kosem M, et al.Report of eight infants with acute infantile hemorrhagic edema and review of the literature. J Dermatol 2002; 29: 290-295. Saraclar Y, Tinaztepe K, Adalioglu G, Tuncer A. Acute hemorrhagic edema of infancy (AHEI) - a variant of Henoch-Schönlein purpura or a distinct clinical entity? J Allergy Clin Immunol 1990; 86: 473-483. Bozaykut A, Pulat-Seren L, Ozahi-Ipek I, VardarTuncel G. Acute infantile hemorrhagic edema as a differential diagnosis of purpura: Report of three patients. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 2005; 48: 147-150. Snow IM. Purpura, urticaria and angioneurotic edema of the hands and feet in a nursing baby. JAMA. 1913;61:18-19. Paradisi M, Annessi G, Corrado A. Infantile acute hemorrhagic edema of the skin. Cutis 2001; 68:127-129. Di Lernia V, Lombardi M, Lo Scocco G. Infantile acute hemorrhagic edema and ratovirus infection. Pediatr Dermatol 2004; 21: 548-550. Parlak AH, Kavak A, Alper M, Özyurek H, Kocabay K. Acute infantile hemorrhagic edema: A case report. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 2002; 45: 326-329. Di Lernia V, Ricci C. Skin manifestations with Rotavirus infections. Int J Dermatol 2006; 45: 759761. Weston WL, Orchard D. Vascular reactions. In: Schachner AL, Hansen CR, eds. Pediatric Dermatology, 3rd ed. Spain: Elsevier Limited: 2003: 824. Taieb A, Legrain V. Acute hemorrhagic oedema of the skin in infancy. In: Harper J, Oranje A, Prose N, eds. Textbook of Pediatric Dermatology. Volume 2. USA: Philadelphia, Blackwell Science Ltd : 2002: 1569-1573. Soter NA. Cutaneous necrotizing venulitis. In: Freedberg IM, Eisen AZ, Wolff K, Austen KF, Goldsmith LA, Katz SI, eds. Fitzpatrick’s Dermatology in General Medicine, 6th ed. Volume 2. USA: Philadelphia, The McGraw-Hill Companies:2003: 1731. Jeannoel P, Fabre M, Payen C, Bost M. Acute hemorrhagic edema in infants: Role of adenoviruses? Apropos of a case. J Am Acad Dermatol. 1997; 37: 673-705. Morrison RR, Saulsbury FT. Acute hemorrhagic edema of infancy associated with pneumococcal bacteremia. Pediatr Infect Dis J 1999; 18: 832-833. Millard T, Haris A, MacDonald D. Acute infantile hemorrhagic oedema. J Am Acad Dermatol 1999; 41: 837-839. Scotese I, Gaetaniello L, Matarese G, Lecora M, Racioppi L, Pignata C. T cell activation deficiency Marmara Medical Journal 2009;22(2);155-161 Hayrullah Alp, et al. Acute infantile hemorrhagic edema: a clinical perspective (report of seven cases) associated with an aberrant pattern of protein tyrosine phosphorylation after CD3 perturbation in Down's syndrome. Pediatr Res 1998; 44: 252-258. 19. Cuadrado E, Barrena MJ. Immune dysfunction in Down's syndrome: primary immune deficiency or early senescence of the immune system? Clin Immunol Immunopathol. 1996; 78: 209-214. 161 DERLEME SPİNAL KORD YARALANMALI HASTALARDA BASI YARALARI Eda Gürçay S.B. Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği, Ankara, Türkiye ÖZET Bası yaraları dokuların uzun süre basınç altında kalmasına bağlı olarak cilt ve cilt altı dokularda hasara yol açan lezyonlar olarak tanımlanır. Eksternal faktörler (basınç, makaslama kuvveti, sürtünme ve nem) ve internal faktörler (ateş, malnutrisyon, anemi ve endoteliyal disfonksiyon) bası yaralarının etiyolojisine katkıda bulunur. Bası yaraları, spinal kord yaralanması olan hastalarda oldukça sık görülen, ciddi bir medikal komplikasyondur, hastaların %85’nin yaşamları boyunca bası yarası geliştirme riskine sahip oldukları rapor edilmiştir. Bası yarası riski yaralanmadan sonra zamanla artar. Bası yaraları vücudun herhangi bir yerinde oluşabilmesine rağmen %95’i vücudun alt kısmında özellikle sakral, trokanterik, iskial ve topuk bölgelerinde yer alır. Bası yaraları önlem ve tedavisi bakımından halen altın standardı oluşturulamamış kronik yaralardır. Bası yaralarının tedavisinde, multidisipliner ekip çalışması içinde konservatif yara bakımı ve cerrahi seçenekleri içeren çeşitli yaklaşımlar göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte güncel mevcut tekniklerle yara iyileşmesi haftalardan aylara kadar zaman alır. Bası yaralarının önlenmesi ve tedavisiyle ilgili prensipler hasta, hasta yakınları ve bakımdan sorumlu sağlık personeline yeterli şekilde açıklanmalı ve bu prensipler zamanla güçlendirilmelidir. Anahtar Kelimeler: Bası yaraları, spinal kord yaralanması, rehabilitasyon PRESSURE SORES IN PATIENTS WITH SPINAL CORD INJURIES ABSTRACT Pressure sores are defined as lesions caused by long periods of unrelieved pressure, resulting in damage to the skin and underlying tissue. External factors (pressure, shear force, friction, and moisture), and internal factors (fever, malnutrition, anemia, and endothelial dysfunction) contribute to the etiology of pressure sores. Pressure sores are a relatively common and serious medical complication for all persons with spinal cord injury, with a reported lifetime likelihood of up to 85%. The risk of pressure sores increases with time after injury. Although these sores can occur anywhere on the body, about 95% of them are located in the lower part of the body, especially on the sacral, trohanteric, ischial, and heel areas. Pressure sores are chronic wounds for which no gold standard for prevention or treatment has yet been established. Treatment of pressure sores must take into consideration several approaches with multidisciplinary team work, including conservative wound healing care, and surgical options. However, with currently available techniques, healing of a pressure sore takes several weeks to several months. The principles of pressure sore prevention and treatment must be adequately explained to the patient, family, and the health care team and must be reinforced in the course of time. Keywords: Pressure sores, spinal cord injury, rehabilitation İletişim Bilgileri: Dr. Eda Gürçay S.B. Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] 162 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları bası yaralarının sadece paraplejiklerde değil diğer ağır hastalıklarda da geliştiğinin gözlenmesi tedaviye yönelik olumsuz tutumun değişmesine yol açmıştır8. GİRİŞ GENEL BİLGİLER VE TARİHÇE Bası yaraları dokuların uzun süre basınç altında kalmasına bağlı olarak gelişen ve daha çok vücudun kemik çıkıntılarının üzerindeki alanda ortaya çıkan iskemi, hücre ölümü ve doku nekrozu olarak tanımlanır1,2. Yüksek morbidite ve mortalite oranları ile özellikle immobil, duyu fonksiyonları azalmış ve geriatrik bireylerde gelişen bir patolojidir3,4. ETİYOPATOGENEZ Girişim ve tedavi yöntemlerinin başarısı, etiyolojinin iyi anlaşılması ile mümkün olabilir. Bası yaralarının etiyolojisi çok boyutludur, bir veya daha fazla faktörün katkısı vardır. Eksternal faktörler (basınç, makaslama kuvveti, sürtünme ve nem) etiyolojiye direkt katkıda bulunurken, internal faktörler (ateş, malnutrisyon, anemi ve endoteliyal disfonksiyon) dolaylı olarak katkı sağlar9,10. Spinal kord yaralanması (SKY) olan hastalar bası yarasının gelişimi açısından yüksek riske sahiptir5. SKY’nin en önemli medikal komplikasyonlardan biri olan bası yaralarının önemi yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle yaşam beklentisini kısaltmasıdır. Bakım ve tedavisinin güç olması, uzun sürmesi ve yüksek maliyet göstermesi; hastaların hastanede yatma süresinin uzamasına, güven duygusunda bozulmaya, rehabilitasyon ve topluma katılımda zorluklara, yaşam kalitesinde azalmaya, birey ve ülke ekonomisinde işgücü ve kazanç kayıplarına yol açabilmektedir6,7. Uzun süreli yüksek basınç kapiller kan akımını azaltır ve tıkanıklık olur, ilgili dokuda iskemi meydana gelir. Normal kapiller basıncı arterioler kısımda 32 mmHg ve venöz kısımda 12 mmHg şeklinde bildirilmiştir. Basıncın 32 mmHg üzerinde olması, intersitisyel basıncı yükseltir, oksijenasyonu ve mikrosirkülasyonu bozar, hipoksi ve nekroza neden olur11. Basıncın büyüklüğü kadar süresi de önemlidir. Uzun süreli düşük basıncın kısa süreli yüksek basınçtan daha etkili olduğu belirtilmiştir. İki saat süreyle 35 mmHg basıncının ya da bir saat süreyle 60 mmHg basıncının geri dönüşümsüz doku harabiyetine neden olduğu gösterilmiştir12. SKY’de bası yaralarının varlığı çok eskiden beri bilinmesine karşın, etiyolojiye yönelik ilk görüşler XIX. y.y.’a aittir. 1853 yılında Brown-Sequard paraplejik hayvanlar üzerinde yaptığı çalışmalarda basınç önlendiği ve kuru tutulduğu takdirde yara açılmadığını, açılmış olan yaraların da normal hızda iyileştiklerini gözlemiş ve bası yaralarının etiyolojisinde aşırı veya uzun süreli basıncın ve nemli olmanın anahtar rol oynadığını ileri sürmüştür. 1879’da Charcot doku nekrozuna neden olarak sinir yaralanması sonrasında salgılanan nörotrofik faktörleri göstermiş ve bası yaralarının paraplejinin doğal sonucu olduğunu ileri sürmüştür. 1940’da spinal kord bakım ve rehabilitasyonun öncülerinden Munro SKY’nin oluşturduğu otonom sinir sistemi bozukluğu aracılığıyla periferik reflekslerde bir azalma yaptığını ve bunun da cilt ülserasyonlarına yol açtığını ileri sürmüş, bu ülserlerin SKY’nin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ve tedavisinin faydasız olduğunu savunmuştur. Birinci Dünya savaşı sonrasında karşılaşılan çok sayıda paraplejik hastada iyi bakım ile ülser gelişmediğinin gözlenmesi ve Makaslama olayı, düzleme paralel olarak yönlendirilen mekanik baskıdır. Birbiri üzerinde hareket eden yüzeylerin ters yöndeki kuvvet etkileri “makaslayıcı”dır. (örneğin sırt üstü yatarken yatağın baş tarafının 300’den fazla yükseltilmesi vücudun aşağı doğru kaymasına neden olup sakrum üzerinde gerilme yaratması). Bu kuvvet, damarların trombozisi ile mikrosirkülasyonun bozulmasına neden olur ve mekanik kuvvetlerle cilt altı dokular yaralanmaya açık hale gelir2,13. Sürtünme birbiri boyunca hareket eden iki yüzeyin oluşturduğu kuvvettir. Sürtünme kuvvetleri özellikle yatak seviyesinde olan hastalarda yatak çarşafları boyunca sürtünme yaparak, bası yaralarının oluşmasına veya büyümesine yol açar14. 163 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay. Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları Nem ortamını; terleme, idrar-gayta inkontinansı veya yaradan gelen yaygın drenaj oluşturur ki bu basınç, sürtünme ve makaslamanın etkilerini arttırır15. veya açık/rüptüre olmuş seröz bir bül ile de karşımıza çıkabilir. İleri tanımlama: Ölü doku veya çürük olmadan parlak veya kuru yüzeyel bir ülser şeklindedir. Bu evre ciltteki yırtıkları, flaster yanıklarını, perineal dermatiti, maserasyon veya deri soyulmasını tanımlamak için kullanılmamalıdır. Bası yarasının oluşmasında etkili diğer faktörler: koruyucu önlemlere uyumsuzluk, immobilite, inkontinanas, kontraktürler, spastisite, diabetes mellitus, periferal vasküler hastalık, hipotansif ataklar, renal ve hepatik fonksiyon bozukluklarıdır9. Bazı araştırmacılar SKY’li hastalarda bası yaralarının yaşlı, erkek, bekar, düşük eğitim seviyesi ve işsiz olan, sigara-alkol kullananlarda daha sık olduğunu kaydederken bazıları yaygın paralizi, komplet, uzun yaralanma süresi ve düşük fonksiyonel bağımsızlık ile ilişkili olduğunu savunmuşlardır16-20. SKY’li hastalarda lezyonun şiddetine bağlı olarak bası yaraları farklı prevalans oranları (% 23-32) gösterirler ve yaralanmanın süresine göre artmaya meyillidirler21. Bir grup ise başlangıç yaşı, yaşam kalitesi, depresyon, sosyal destek ve katılımla bası yarası oluşumunun ilişki göstermediğini rapor etmiştir20,22. Evre 3: Tam kat cilt kaybı vardır. Cilt altı yağ dokusu görülebilir fakat kemik, tendon veya kas açıkta değildir. Ölü doku olabilir fakat doku kaybının derinliğini kapatmaz. Yara altında ölü boşluk olabilir. İleri tanımlama: Yaranın anatomik bölgesine göre evre 3 bası yarasının derinliği değişir. Burnun üzerinde, kulak, oksiput ve malleollerde cilt altı dokusu olmadığı için evre 3 yara yüzeysel olabilir. Tam tersi olarak yağ dokusundan zengin olan bölgelerde ise evre 3 yara çok derin olabilir. Kemik/tendon görülmez veya direkt olarak palpe edilmez. Evre 4: Kemik, tendon veya kasın ortaya çıktığı tam kat doku kaybı vardır. Yara yatağının bazı kısımlarında ölü doku veya kabuk olabilir. Sıklıkla yaranın altında ölü boşluk vardır. Bası yaraları doku hasarının derecesine bağlı olarak sınıflandırılır. Ulusal Bası Yarası Danışma Paneli’nin (The National Pressure Ulcer Advisory Panel-NPUAP) geliştirdiği sınıflama yaygın olarak kullanılmaktadır. En son Şubat 2007’de güncelleştirilen sınıflamada her evre için sorun olabilecek durumlar ileri tanımlama olarak açıklanmış, “evrelendirilemeyen yara” ve “şüpheli derin doku yaralanması” şeklinde terminolojiler eklenmiştir23. Bu sınıflamanın ayrıntıları aşağıda sunulmuştur: İleri tanımlama: Yaranın anatomik bölgesine göre evre 4 bası yarasının derinliği değişir. Burnun üzerinde, kulak, oksiput ve malleollerde cilt altı dokusu olmadığı için yara yüzeysel olabilir. Evre 4 yara kasa ve/veya destek dokulara (fasya, tendon, eklem kapsülü) kadar ilerleyebilir ve burada osteomiyelit olasılığı artmıştır. Kemik ve tendon açıkça görülebilir ve palpe edilebilir. Evrelendirilemeyen yara: Tam kat doku kaybının olduğu, yara yatağının ölü doku (sarı, gri, yeşil veya kahverengi) ve/veya kabukla (kahverengi veya siyah) dolduğu yaradır. Evre 1: Cilt sağlamdır. Genellikle bir kemik çıkıntı üzerinde yer alan bölgede basmakla solmayan kızarıklık vardır. Siyah ırkta bu renk değişimini değerlendirmek zordur; renk çevre dokulara göre farklı olabilir. İleri tanımlama: Yara yatağı ölü doku veya kabuktan yeteri kadar temizlenmedikçe yaranın gerçek derinliği saptanamaz ve bu yüzden evreleme belirlenemez. Topuklarda görülen stabil (kuru, yapışık, eritemsiz ve fluktuasyon vermeyen) yara kabuğu vücudun doğal (biyolojik) örtüsüdür ve kaldırılmamalıdır. İleri tanımlama: Yara bölgesi çevre dokuya göre ağrılı, sert, yumuşak, daha sıcak veya soğuk olabilir. Koyu cildi olan bireylerde evre 1’i saptamak zordur. Evre 2: Dermiste kısmi kayıp vardır. Yara yatağının pembe kırmızı olduğu, ölü dokunun olmadığı yüzeyel bir ülser vardır. Sağlam 164 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay. Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları Şüpheli derin doku yaralanması: Bütünlüğü bozulmamış ciltte mor veya koyu kızıl lokalize bir bölgenin olması veya altta yatan dokunun basınç ve/veya sürtünmeye bağlı hasarlanması sonucu ciltte kanlı bül olması. Daha öncesinde bölgedeki dokunun çevre dokulara göre daha ağrılı, hassas, yumuşak, sıcak veya soğuk olması gözlenebilir. parapejiklerde almıştır10. iskial bölge ilk sırayı Dansereau ve Conway paraplejik hastalarda en çok iskial, trokanterik ve sakral bölgelerde bası yarası geliştiğini rapor ederken, yatağa bağımlı hastalarda en çok sakral ve kalkaneal bölgelerde görüldüğünü, bu bölgeleri iskial, trokanterik ve malleollerin izlediğini rapor etmişlerdir33. Walter ve ark. 99 SKY’li hastanın %38’inde bası yarasının olduğunu, bunların sakral, iskial ve trokanterik bölgelerde bulunduğunu ve hastaneye en sık bu nedenle yattıklarını belirlemişlerdir34. Bası yarası olan hastalarda hastanede yatış süresinin olmayanlara göre 42 gün daha uzun olduğu görülmüştür35. Nogueira ve ark.’rı 47 travmatik SKY’li hastanın 20’sinde (%42.5) toplam 46 bası yarasının olduğunu, her hastaya ortalama 2.3 bası yarasının düştüğünü, yaraların sıklıkla sakral bölgede (%36.9), sonra topuklarda (%17.4) geliştiğini belirlemişlerdir5. İleri tanımlama: Derin doku yaralanmasını koyu ciltlerde tanımak zordur. Değerlendirmede koyu yara yatağının üzerinde yer alan ince bül göz önüne alınır. Yara yatağı daha ilerleyebilir ve ince bir yara kabuğu ile örtülebilir. Değerlendirme vakit kaybedilmeden yapılmalı ve etkilenen doku katları ortaya çıkarılarak en uygun tedavi başlanmalıdır. EPİDEMİYOLOJİ SKY’li hastalar için bası yarası oluşma riski yaralanmadan bir saat sonra başlar ve ömür boyu devam eder. SKY’li hastanın yaşamları boyunca bası yarası geliştirme riski %85, bası yarası komplikasyonlarına bağlı ölüm oranı %7-8’dir1,24. Rish ve ark SKY’li hastalarda 25 yıllık morbidite ve mortaliteyi değerlendirmişler, morbiditenin büyük bir kısmına ve ölüme en sık genitoüriner ve bası yarasıyla ilişkili sepsis tablosunun neden olduğunu kaydetmişlerdir25. BASI YARALARININ ÖNLENMES Bası yarasının en başarılı tedavisi, oluşumunu önlemektir. Etkin bir önleme programı ekip yaklaşımını, uygun ve yeterli eğitimi, hasta uyumunun arttırılmasını ve bası azaltan araçların sağlanmasını gerektirir. Bası yarası oluşabilecek hasta adayları iyi tespit edilmeli, ilk aşama olarak hasta ve yakınları çok iyi eğitilmelidir2,6,10. Prevalansla ilgili güvenilir bir veri elde etmek metodolojik problemlerden dolayı güçtür26. Prevalans oranının ilk yıl %8, ikinci yıl %9 ve 20 yılda %32’lere ulaştığı; akut bakımda %29, rehabilitasyon sırasında %3 ve takip sırasında %17 olduğu rapor edilmiştir27,28 Yaklaşık 200.000 SKY’li hastanın ¼’ünde bası yarasının geliştiği tahmin edilmektedir29. Bası yarası bakım ve tedavisindeki gelişmelere rağmen uzun dönemde yüksek tekrarlama oranına sahiptir. SKY’li hastalarda rekurrens oranı %12-79 gibi geniş bir aralıkta bulunmuştur30,31. Etiyolojisindeki en önemli faktörün kontrolsüz basınç olması nedeniyle temel hedef basıncı ortadan kaldırmaktır. Hastaya uygun pozisyon verilmesi ve düzenli olarak 2 saatte bir pozisyon değiştirmesi çok önemlidir. Basıncı değişimli havalı yatak kullanmaları önerilir. Yatakta otururken sakral bölge tehlike altında olduğundan mümkünse baş 300’den yukarıda tutulmamalıdır. SKY’li hastaların her 20 dakikada bir 20 saniye süreyle push-up (ellerle sandalye kolluklarına dayanarak gövdeyi yukarı kaldırma) yapmaları sağlanarak basınç ortadan 2,10,13,36 kaldırılmalıdır . Bası yarası görülme yerleri: Bası yaralarının vücudun herhangi bir yerinde görülebilmesine rağmen, %95’i vücudun alt kısmında yer alır32. Klasik olarak sakral, trokanterik, iskial, lateral malleol ve kalkaneus bölgelerinde görülürken Cilt bakımı ilkelerinin en önemlisi iyi kişisel temizliktir. Cilt kuru ve temiz tutulmalıdır. 165 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay. Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları Nemli ortamın önlenmesi önemlidir. Nem cildin maserayonuna daha sonra hasarlanmasına neden olur. İdrar ve fekal inkontinansla mücadele edilmelidir2,10. Topikal negatif basınç tedavisi Yara tedavisinde negatif basınç, bası yarasının iyileşmesini kolaylaştırmak için kullanılan devamlı veya kesikli modda kontrollü negatif basınç uygulaması ile noninvazif mekanik yara bakımı tedavisi getirir. Vakum yardımlı kapama (Vacuum assisted closure; VAC) tedavisi yaradaki sıvıyı azaltmak, nemli yara iyileşme ortamı sağlamak, epitel migrasyonunu arttırmak, bakteri kolonizasyonunu azaltmak ve lokal kan perfüzyonunu arttırarak lokalize ödemi azaltmak için kullanılır. Negatif basıncın yaranın her yüzeyine eşit dağılması yara yatağına poliüretan köpüğün yerleştirilmesiyle sağlanır. Bası yaralarında devamlı modda 48 saat süreyle 125 mmHg (-) basınç uygulanır. Kontrendikasyonları kutanöz malign lezyonlar, tedavi edilmemiş osteomiyelit, yara yatağında nekrotik doku, organ ve boşluklarla direkt ilişkili fistüllerdir. Aktif kanama, hemostaz bozuklukları, antikoagülan kullanımı ve distal diyabetik ayak lezyonlarında dikkat edilmelidir. Kapama 48 saatte veya enfeksiyon varsa 12 saatte bir değiştirilir. Tedavilerin süresi 4-6 hafta arasında değişir. Devamlı modda uygulanan tedavi yara sıvısının uzaklaşmasını ve ödemin azalmasını kolaylaştırır. Intermittant mod mekanik germe gibi davranır. Negatif basınç tedavisi bası yaralarında tam iyileşme sağlamak veya yara yatağını cerrahi kapamaya hazır hale getirmek için kullanılır38,39. Nutrisyonel durum bası yaralarının insidansını, progresyonunu ve şiddetini etkiler. SKY’li hastalarda dengeli bir beslenme gerekmektedir. Serum albumin seviyesinin düşük olması (<3.5 g/dl) yaranın oluşması veya iyileşmesinin gecikmesiyle ilişkilidir. Hipoalbuminemi onkotik basınç değişikliğine neden olarak, bası yaraları için tek başına önemli bir sorun olan ödeme yol açar. Ödemli dokunun kan dolaşımı azalmıştır. Kapiller dolaşımda basınç değişimi olmadığından zararlı maddeler de atılamaz. Oluşan ödem ile birlikte küçük bir bası, sürtünme veya tahriş ile doku bütünlüğü kolayca bozulur. Hemoglobin değeri 12 gr/dl’nin altında olduğunda doku direnci ciddi derecede düşer. Kanın O2 taşıma kapasitesi azalır. Takiben doku iyileşme yeteneği azalır ve basının iskemik etkileri ortaya çıkar. Bu gruptaki hastaların bası yaraları, diğer hastalara göre daha geniş ve daha derin özelliktedir2,10,37. TEDAVİ Bası yarası tedavisi multidisipliner ekip yaklaşımı içinde ve mümkün olan en kısa süre içinde yapılmalıdır. İyileşme çeşitli haftalardan aylara kadar zaman alır. Gelişen teknoloji ve akut post-travmatik bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinin iyileşmesi ile evre I ve II ı yaralar 1-2 hafta içinde, evre III ve IV yaralar ortalama 2 aylık bir tedaviyle iyileşmektedir1,2,38. Fizik tedavi Hidroterapi: Basınçlı irrigasyon ve hidromasaj sağlar. Bu temizleme granülasyon dokusuna zarar vermeden sekresyonların ve bakterilerin uzaklaşmasını veya nekrotik dokunun yumuşamasını sağlar. Bu debridman tekniğinin en önemli avantajı tedavi süresini kısaltmasıdır. Bası yarası geliştiğinde kapsamlı bir değerlendirme yapılmalı ve en uygun tedavi planı hazırlanmalıdır. Konservatif tedavi: Bakteriyel çoğalmayı önlemek ve granülasyon dokusunun gelişimini ve reepitelizasyonu sağlamak için yara temiz tutulmalı, nekrotik dokuların debridmanı yapılmalıdır. Son yıllarda yaygın olarak kullanılan yara kapama örtüleri hızlı yara iyileşmesi sağlamakta ve enfeksiyondan korumaktadır10,32. Ultrason (US): Yara iyileşmesinde pulse US uygulamasının yararı ısıdan çok mikromasaj etkisi ve membran permeabilitesindeki artışla açıklanır. Ultraviole: Kısmen bakterisidal etki, kısmen de onarım işlemini uyaracağı ve epidermisin 166 Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay. Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları kalınlığını arttıracağı düşünülen eritem oluşturucu etki nedeniyle kullanılmaktadır. takip ederken öncelikle bası yarasının evresini, büyüklüğünü, eksuda veya nekroz varlığını ve çevre dokuların durumunu değerlendiriyor ve bu bulgular eşliğinde bası yarası için en uygun tedavi şeklini belirliyoruz. Hastaların hemoglobin, hematokrit, serum total protein, prealbumin, albumin ve transferrin düzeylerini, lenfosit sayısını içeren nutrisyonel parametrelerini de inceliyor, gerekirse nutrisyonel açıdan Klinik Nutrisyon Ünitesinden destek alarak beslenmelerini düzenliyoruz. İleri evre yaraların tedavisi için Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Kliniklerinden multidisipliner ekip anlayışı içinde destek alıyoruz. Lazer: Düşük enerjili lazer tedavisinin biyokimyasal reaksiyonları hızlandırdığı, fibroblast aktivitesini, kollajen sentezini, neovaskülarizasyonu, fagositoz ve yara metabolizmasını hızlandırdığı 4,38 bildirilmektedir . Cerrahi tedavi Cerrahide temel prensipler yara ile birlikte çevredeki tüm skar ve nekrotik dokuların eksizyonu, kemik çıkıntıların ve enfekte kemiklerin eksizyonu, iyi bir hemostaz ve drenaj, kas veya deri flepleri ile tüm ölü boşlukların doldurulması, yaranın iyi vaskülarize bir flep ile skar dokusu bası yarası olan bölgeye gelmeyecek şekilde kapatılması, donör alanın gerginlik olmadan primer veya deri grefti ile kapatılmasıdır. Debridman veya konservatif tedavi yöntemlerinin yetersiz kaldığı yara iyileşmesinde özellikle evre III ve IV olan yaralarda uygulanır1,13. KAYNAKLAR 1. 2. Cerrahi yöntemler arasında direkt kapama, deri grefti, deri flepi ve muskulokutanöz flepler sayılabilir. Cerrahi tedavi deriyle birlikte yumuşak dokunun da kapatılmasını sağlar. Kas içi flepler enfeksiyona fizyolojik bir bariyer oluşturur, yara içindeki ölü boşluğu kapatır ve vaskülariteyi arttırır. Direkt kapamada fazla derin olmayan bası yaralarının onarımı için kısmi kalınlıkta deri greftleri kullanılmaktadır. Ancak bu işlem dayanıklı olmaz, muskulokutanöz flepler genellikle SKY’li hastalar gibi işlevsel olmayan kas gücünün yitimi durumlarında en iyi seçenektir1,32,38. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. Sonuç olarak SKY’li bası yaralı hastalarda en önemli nokta; bası yarası oluşumunu önlemek, böylelikle tedavisi güç olan bu önemli sorunun getireceği maliyeti en aza indirmektir. Bası yarası oluşabilecek olan hasta adayları iyi tespit edilmeli ve hem hasta hem de hasta yakınları iyi eğitilmelidirler. SKY’li hastalarda bası yarasının evresi, yara yatağının ve çevre dokuların özellikleri iyi değerlendirilmeli, hastanın nutrisyonel parametreleri irdelenmeli, bu bulgular eşliğinde en uygun tedavi planlanmalıdır. Biz de kliniğimizde SKY’li bası yaralı olguları 10. 11. 12. 13. 14. 167 Mancoll JS, Phillips LG. Pressure sores. In: Aston SJ, Beasley RW, Thorne CHM, eds. Grabb and Smith’s Plastic Surgery. Philadelphia: LippincottRaven Publishers, 1997: 1083-1097. Kirazlı Y. Bası yarası. İçinde: Beyazova M, Kutsal YG, editörler. Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ankara: Güneş Kitabevi, 2000: 1260-1284. Bansal C, Scott R, Stewart D, Cockerell CJ. Decubitus ulcers: a review of the literature. Int J Dermatol 2005; 44: 805-810. Brem H, Lyder C. Protocol for the successful treatment of pressure ulcers. Am J Surg. 2004; 188(1A Suppl): 9-17. Nogueira PC, Caliri MH, Haas VJ. Profile of patients with spinal cord injuries and occurrence of pressure ulcer at a university hospital. Rev Lat Am Enfermagem 2006; 14: 372-377. Caliri MH. Spinal cord injury and pressure ulcers. Nurs Clin North Am 2005; 40: 337-347. Kanj LF, Wilking SV, Phillips TJ. Pressure ulcers. J Am Acad Dermatol 1998; 38: 517-536. Torrance C. Pressure sores: aetiology, treatment and prevention. London: Croom Helm, 1983: 1120. Bansal C, Scott R, Stewart D, Cockerell CJ. Decubitus ulcers: a review of the literature. Int J Dermatol 2005; 44: 805-810. Özcan O. Basınç yaraları. İçinde: Oğuz H, ed. Tıbbi Rehabilitasyon. Ankara: Nobel Tıp Kitabevleri, 1995: 507-514. Colen SR. Pressure sores. In: Goodgold J, ed. Rehabilitation Medicine St Louis, The CV Mosby Company, 1988:167-188. Mawson AR, Biundo JJ Jr, Neville P, Linares HA, Winchester Y, Lopez A. Risk factors for early occurring pressure ulcers following spinal cord injury. Am J Phys Med Rehabil. 1988; 67: 123-127. Erhan B. Bası yaraları. J PMR Sci 2006; 9(suppl): 64-68. Reuler JB, Cooney TG. The pressure sore: pathophysiology and principles of management. Ann Intern Med 1981; 94: 661-666. Marmara Medical Journal 2009;22(2);162-168 Eda Gürçay. Spinal kord yaralanmalı hastalarda bası yaraları 15. Herman LE, Rothman KF. Prevention, care and treatment of pressure ulcers in intensive care unit patients.J Intensive Med 1989; 4: 117-123. 16. Bergstrom N. Braden B. A prospective study of pressure sore risk among institutionalized elderly. J Am Geriatr Soc 1992; 40: 747-758. 17. Vidal J, Sarrias M. An analysis of the diverse factors concerned with the development of pressure sores in spinal cord injured patients. Paraplegia 1991; 29: 261-267. 18. Young JS, Burns PE. Pressure sores and the spinal cord injured. SCI Digest 1981; 3: 9-18. 19. Young JS, Burns PE. Pressure sores and the spinal cord injured: Part II. SCI Digest 1981; 3: 11-26. 20. Fuhrer MJ, Garber SL, Rintala DH, Clearman R, Hart KA. Pressure ulcers in community-resident persons with spinal cord injury: prevalence and risk factors. Arch Phys Med Rehabil 1993; 74: 11721177. 21. Johnson RL, Gerhart KA, McCray J, Menconi JC, Whiteneck GG. Secondary conditions following spinal cord injury in a population-based sample. Spinal Cord 1998; 36: 45-50. 22. Fuhrer MJ, Rintala DH, Hart KA, Clearman R, Young ME. Depressive symptomatology in persons with spinal cord injury who reside in the community. Arch Phys Med Rehabil 1993; 74 : 255-260. 23. Black J, Baharestani M, Cuddigan J, et al. National Pressure Ulcer Advisory Panel’s updated pressure ulcer staging system. Adv Skin Wound Care 2007; 20: 269-274. 24. Byrne DW, Salzberg CA. Major risk factors for pressure ulcers in the spinal cord disabled: a literature review. Spinal Cord 1996; 34: 255-263. 25. Rish BL, Dilustro JF, Salazar AM, Schwab KA, Brown HR. Spinal cord injury: a 25-year morbidity and mortality study. Mil Med 1997; 162: 141-148. 26. Gawron CL. Risk factors for and prevalence of pressure ulcers among hospitalized patients. J Wound Ostomy Continence Nurs 1994; 21: 232240. 27. Yarkony GM, Heinemann AW. Pressure ulcers. In: Stover SL, DeLisa JA, Whiteneck GG, eds. Spinal cord injury: Clinical outcomes from the model systems. Gaithersburg (MD): Apsen Publishing; 1995:100-119. 28. Carlson CE, King RB, Kirk PM, Temple R, Heinemann A. Incidence and correlates of pressure ulcer development after spinal cord injury. J Rehabil Nurs Res 1992; 1: 34-40. 29. Niazi ZB, Salzberg CA, Byrne DW, Viehbeck M. Recurrence of initial pressure ulcer in persons with spinal cord injuries. Adv Wound Care 1997; 10: 38-42. 30. Goodman CM, Cohen V, Armenta A, Thornby J, Netscher DT. Evaluation of results and treatment variables for pressure ulcers in 48 veteran spinal cord-injured patients. Ann Plast Surg 1999; 42: 665-672. 31. Schryvers OI, Stranc MF, Nance PW. Surgical treatment of pressure ulcers: 20-year experience. Arch Phys Med Rehabil 2000; 81: 1556-1562 32. Thomas DR. Prevention and treatment of pressure ulcers. J Am Med Dir Assoc 2006; 7: 46-59. 33. Dansereau JG, Conway H. Closure of decubiti in paraplegıcs. Report of 2000 cases. Plast Reconstr Surg 1964; 33: 474-480. 34. Walter JS, Sacks J, Othman R, Rankin , et al. A database of self-reported secondary medical problems among VA spinal cord injury patients: its role in clinical care and management. J Rehabil Res Dev 2002; 39: 53-61. 35. New PW, Rawicki HB, Bailey MJ. Nontraumatic spinal cord injury rehabilitation: pressure ulcer patterns, prediction, and impact. Arch Phys Med Rehabil. 2004; 85: 87-93. 36. Mc Kinley WO, Gittler MS, Kirshblum SC, Stiens SA, Groah SL. Spinal Cord Injury Medicine 2. Medical Complications After Spinal Cord Injury: Identification and Management. Arch Phys Med Rehabil 2002; 83: 58-64. 37. Collins N. The difference between albumin and prealbumin. Adv Skin Wound Care 2001; 14: 235236. 38. Dini V, Bertone M, Romanelli M. Prevention and management of pressure ulcers. Dermatol Ther 2006; 19: 356-364. 39. Evans D, Land L. Topical negative pressure for treating chronic wounds: a systematic review. Br J Plast Surg 2001; 54: 238-242. 168 REVIEW MECHANISMS OF CORNEAL WOUND HEALING AND ITS MODULATION FOLLOWING REFRACTIVE SURGERY Muhsin Eraslan, Ebru Toker Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ABSTRACT The corneal wound healing response is a complex cascade involving cytokine mediated interactions between the epithelial cells, stromal keratocytes, corneal nerves, lacrimal glands, tear film and cells of the immune system. The response of the tissue changes depends on the inciting injury. For example, incisional, lamellar and surface scrape injuries, like the ones used in keratorefractive surgery procedures, are followed by typical wound healing responses that are similar in some respects, but different in others. The severity of this response effects the outcome of the surgery. This review article will provide an overview of the cellular interactions and cytokin regulations associated with corneal wound healing response and modulation of this response after keratorefractive surgical procedures. The purpose of this review is to provide an overview of the corneal wound healing cascade, stromal– epithelial-immune interactions mediated by cytokines, the healing response in refractive surgery procedures and the modulation of this response. Keywords: Corneal, Wound, Healing, Modulation, refractive Surgery, Cytokin KORNEA YARA İYİLEŞMESİNİN MEKANİZMALARI VE REFRAKTİF CERRAHİ OPERASYON SONRASI MODÜLASYONU ÖZET Korneanın yara iyileşme cevabı; epitel hücreleri,stromal keratositler, kornea sinirleri, lakrimal bezler, göz yaşı tabakası ve immün sistem hücreleri arasındaki sitokin aracılı etkileşimi kapsayan karmaşık bir kaskaddır. Hasarın miktarına bağlı olarak dokunun yanıtı değişir. Mesela keratorefraktif cerrahi prosedürlerde kullanılan insizyonel, lameller ve yüzey kazınmasına bağlı hasarlar birbirine bazı yönlerden benzeyen fakat diğer yönlerden farklı olan tipik cevaplara neden olurlar. Bu cevabın şiddeti cerrahi sonrasında elde edilecek başarıyı etkiler. Bu makale kornea yara iyileşme yanıtındaki hücresel etkileşimleri, sitokin düzenlemelerini özetleyecek ve keratorefraktif cerrahi operasyonları takiben bu yanıtın modülasyonuna genel bir bakış sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Kornea, Yara İyileşmesi, Refraktif, Refraktif Cerrahi, Modülasyon, Sitokin The corneal wound healing response is a complex cascade involving cytokine mediated interactions between the epithelial cells, stromal keratocytes, corneal nerves, lacrimal glands, tear film and cells of the immune system. A summary of this process has been provided in Figure 1. The response of the INTRODUCTION The main purpose of the wound healing process is to regain the anatomical and functional abilities of the tissue in the fastest and the most perfect way. This process may last one year. Corresponding author: Muhsin Eraslan, M.D. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 169 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery tissue changes depends on the inciting injury. For example, incisional, lamellar and surface scrape injuries are followed by typical wound healing responses that are similar in some respects, but different in others. This review article will provide an overview of the cellular interactions and cytokin regulations associated with corneal wound healing response and modulation of this response. The homeostasis of the cornea and occular surface is maintained by the epithelium, stroma and nerves. The lacrimal glands and tear film also contribute to the maintenance of surface smoothness and integrity which are important for the function of the eye. After the injury, these components participate in a complex response that restores corneal structure and function in most situations. In this review article, we described the corneal wound healing response steps in the order of ocurrence, beginning with epithelial injury. EPITHELIAL INJURY After epithelial injury, cytokines are released from the injured epithelium and epithelial basement membrane; including interleukin (IL)-1 and the tumor necrosis factor (TNF) alpha1, bone morphogenic proteins (BMP) 2 and 4, the epidermal growth factor (EGF) and platelet derived growth factor (PDGF)2. Stromal keratocyte response, including an IL1 mediated synthesis of the Fas ligand, starts after the release of these factors and others derived from the tears. Keratocyte Fas ligand binds to the Fas receptor on nearby keratocytes and induces apoptosis1. This regulated cell death is mediated by cytokines released from the injured epithelium such as IL-1 and TNF alpha3-5. After corneal epithelial injury, response is initiated very quickly within the first hour. Some cytokine modulators act as regulators of the response. Interleukin-1 is a master modulator of many of the events involved in this cascade. Both IL-1 alpha and IL-1 beta mRNAs and proteins are expressed constitutively in the corneal epithelium6,7. IL-1 receptor (binds both IL-1 alpha and IL-1 beta) is also constitutively produced in keratocytes and corneal fibroblasts8,9. In healthily cornea, it is not possible to detect IL-1 alpha or beta in keratocytes by immunocytochemistry. Some studies have demonstrated that exposure to IL-1 can induce keratocytes to produce IL-1 via an autocrine loop10,11. Thus, in the wounded cornea, IL-1 protein is detectable in keratocytes or myofibroblasts. Figure 1: Corneal Wound Healing Cascade 170 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery express the PDGF receptors17-19. PDGF is found in the epithelial basement membrane, at very high levels and modulates corneal fibroblast proliferation, chemotaxis, and possibly differentiation17-19. TNF alpha might also have a function in initiating the early wound healing response5. IL-1 is released from apical epithelial cells undergoing programmed cell death as a part of the normal maturation and turnover of the epithelium and may be present in tears at increased levels in conditions associated with occular surface injury such as 12 keratoconjunctivitis sicca . In the absence of epithelial injury or death, probably the intact epithelium act as a barrier and tear IL- 1 does not pass into the anterior stroma. KERATOCYTE APOPTOSIS AND NECROSIS Keratocyte apoptosis is the earliest stromal event noted following epithelial injury and it is a target for modulation of the wound healing response. Epithelial injury induces the keratocyte apoptosis. Some of the triggers include mechanical scrape3, corneal surgical procedures like photorefractive keratectomy (PRK) and laser in situ keratomeliusis (LASIK)20, viral infection21, incisions20, and even pressure applied with an instrument on the epithelial surface21. After the epithelial injury, if the epithelial barrier breaks down or the basal cells are damaged, then IL-1 can reach the stroma immediately and it can bind IL-1 receptors on the keratocyte cells to modulate the functions of these cells. It has been shown to modulate apoptosis of keratocytes and corneal fibroblasts3. This modulation appears to be mediated indirectly via the Fas/Fas ligand system through autocrine suicide13. IL-1 is the primary regulator of the hepatocyte growth factor (HGF) and the keratinocyte growth factor (KGF)7. HGF and KGF are classical mediators of stromal-epithelial interaction produced by keratocytes and myofibroblasts to regulate proliferation, motility, and the differentiation of epithelial cells14,15. The IL-1, which is released after the injury, triggers production of HGF and KGF by keratocytes to regulate the repair process of the corneal epithelial cells. Keratocyte apoptosis appears to continue for a period of time extending for at least 1 week following injuries such as epithelial scrape, epithelial scrape followed by PRK, or a microkeratome cut into the cornea22 Apoptosis can be identified and localized in immunohistochemical preparations using TdT-mediated dUTP nick end labeling (TUNEL assay). A compromised epithelial barrier potentiates the effects of liberated epithelial and lacrimal cytokines by providing unhindered access to the stroma. IL-1 upregulates the expression of collagenases, metalloproteinases, and other enzymes by keratocytes10,11 and these enzymes generate the remodeling of collagen during corneal wound healing. As the wound healing process continues, however, there appear to be some cells recognizable as keratocytes that have hallmarks of necrosis rather than apoptosis22. It has been demonstrated that keratocytes in the healthy cornea are connected by cellular processes called gap junctions to form a synsytium23. It may be that cytokines released from the injured epithelium only bind to receptors on the most superficial keratocytes and that the signal to undergo apoptosis is directed to deeper cells via these intercellular communication channels. IL-1 and TNF alpha also upregulate the expression of some chemokines such as IL-8, RANTES, and monocyte chemotactic protein (MCP)-1 in keratocytes and corneal epithelial cells16. IL-1 also potentiates the chemotactic effect of platelet derived growth factor (PDGF) on corneal fibroblasts. One of the other master regulator cytokines that function to initiate the early wound healing response is PDGF. It is expressed by corneal epithelial cells and the keratocytes Injuries and viral infections of the epithelium and mechanical pressure on the epithelium trigger keratocyte apoptosis and necrosis in the superficial stroma. In contrast, a lamellar 171 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery cut across the cornea produced by a microkeratome induces keratocyte apoptosis and necrosis at the site of epithelial injury and anterior and posterior to the lamellar interface. The tracking of epithelial debris including pro-apoptotic cytokines, into the interface by the microkeratome blade may be the reason for localized apoptosis and necrosis. Cytokines from the injured peripheral epithelium could also diffuse along the lamellar interface and into the central stroma. This may be important since it influences the localization of other events such as proximity between myofibroblasts and wound healing fibroblasts that produce increased HGF. HGF has effects on corneal epithelial cells that tend to promote epithelial hyperplasia16. Thus, superficial keratocyte apoptosis and necrosis such as that triggered by PRK could be more likely to result in epithelial hyperplasia than in deeper keratocyte apoptosis and the necrosis noted in LASIK. This could be of clinical significance and may explain differences between the two procedures when they are used to correct high myopia. EARLY EPITHELIAL HEALING The early epithelial healing lasts 12-48 hours. Released growth factors and the cytokines help to organize a new basement membrane, the surface epithelium begins to slide and replicate, and this results in an epithelial plug that fills the wound. The epithelial stem cells have been localized to the limbal epithelium and migrate from the periphery to the central cornea and from the basal layers to the apical layers. This cell turnover continues in an orderly fashion. The route of the cells is the same in the epithelial wound healing. This epithelial cell mass movement have been described as X,Y,Z in the hypothesis by Thoft and Friend in 198326. According to this hypothesis, X is the proliferation of the basal epithelium, Y is the centripedal movement of the peripheral epithelial cells and Z is the cell lost due to death and desquamation. X+Y=Z equation means that cell loss has been balanced by cell proliferation and migration26. KERATOCYTE PROLIFERATION AND MIGRATION Following the beginning of keratocyte apoptosis, increasing numbers of cells undergo the more pro-inflammatory process of necrosis27. Proliferation and migration of remaining keratocytes begins within 12 to 24 hours, giving rise to activated keratocytes, fibroblasts and possibly myofibroblasts responsible for repopulating the depleted stroma28. Although it’s not clearly understood, healing of the normal epithelium leading to restoration of the homeostatic levels of key cytokines including IL-1 and PDGF may be the signal of the regulation of the beginning and ending of proliferation. TEAR GROWTH FACTOR RESPONSE AND EPITHELIAL HEALING After epithelial injury, growth factors that modulate epithelial healing such as HGF and epidermal growth factor (EGF) increase in the lacrimal gland24. Keratocytes are a source of growth factors such as HGF, and they undergo apoptosis in the anterior stroma. Thus, the lacrimal gland could serve as the primary source of HGF and other cytokines that regulate proliferation, migration and differentiation during the early wound healing period until myofibroblasts or corneal fibroblasts repopulate the anterior stroma. Both the epithelial cells and keratocytes may be influenced by cytokines in the tear film derived from the lacrimal gland, the conjunctiva or even the conjunctival vessels during wound healing25 and occular surface disease. In particular, different concentrations of EGF have been recorded in tear film in different corneal pathologies. MYOFIBROBLAST DIFFERENTIATION AND MIGRATION Myofibroblasts are critical cells in the wound healing process. They have contractile pseudopodia including alpha-smooth muscle actin(SMA) and can be visualised in the anterior stroma below areas of epithelial basement membrane disruption by stains 172 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery tissue deposited after injury29. This phase of stromal healing includes synthesis, breakdown and cross-linking of collagene which results in overall wound remodeling and strengthening. This cross-link forms over a period of several months and stabilizes the wound. It has long been known that remodeling tissues actively mediate collagenolysis, but the molecular mechanisms controlling this cell-regulated process remain unknown. against these components after one to two weeks following injury. They are presumed to be derivatives of keratocytes responding to the transforming growth factor (TGF)-beta. They also exhibit reduced transparency due to altered corneal crystalline production9 and play an important role in collagen and extracellular matrix remodeling through production of collagen, glycosaminoglycans, collagenases, gelatinases and matrix metalloproteinases (MMPs). Myofibroblasts are also important in the corneal haze formation and regression due to stromal remodeling. Early repair tissue is composed of a haphazard arrangement of collagen fibrils and an abnormal complement of proteoglycan and collagen types. Remodeling transforms the structure and molecular composition of repair tissue. Remodeling, over a period of months to years, gradually reorganizes corneal repair tissue so that its structure comes to approximate the uninjured cornea30. Changes resulting from remodeling eventually restore the cornea to normal transparency at the site of injury. The cells in the repair tissue continue to synthesize matrix molecules and thus mediate the synthetic phase of the remodeling process. Less information is available concerning the mechanisms controlling the degradative phase of repair tissue remodeling. The TGF-β superfamily is believed to be a potent stimulator of scarring throughout the body. It has also been implicated as a potent stimulant of the scarring process in the eye. Its actions on stimulating fibroblast functions during wound healing occur via its binding to specific cell surface protein receptors— namely, TGF- β receptor types I, II, and III. For this reason TGF- β is going to be used as a target for molecular therapy and the modulation of wound healing in the eye. INFLAMMATORY CELL INFILTRATION AND FUNCTION The effects of IL-1 and TNF-alpha on the epithelium and keratocytes triggers proinflamatuar cytokin release and stromal infiltration by macrophages/monocytes, T cells and polymorphonuclear cells within the first 24 hours following the injury. Inflammatory cells, which arrive via the limbal blood supply as well as from the tear film20, play a role in the phagocytosis of apoptotic and necrotic processes. Tran and coworkers (1996) demonstrated that corneal fibroblasts produce MCP-1 (also called monocyte chemotactic and activating factor or MCAF) in vitro when stimulated by IL-1 or TNF alpha16. And also granulocyte colony stimulating factor (G-CSF), neutrophilactivating peptide ENA-78, and monocytederived neutrophil chemotactic factor (MDNCF) coding genes are upregulated in the wound healing. Culturing of tissue fragments on collagen gels has demonstrated that tissue isolated cornea in the early stages of repair31 actively mediates collagenolysis. The fibroblast at the edge of the granulation tissue was recently identified as the predominant collagenase-synthesizing cell in healing skin32. Fibroblasts have also been identified as collagenase-producing cells in a pathological skin model33. The results of the more recent cell culture studies demonstrates that collagenases are generally produced by fibroblasts, PMNs or macrophages34, which are the cell types found in the stromal layer of early repair tissue. Following penetrating keratectomy, the repairing stroma, which consists of a haphazard meshwork of cells and fibrils, is considerably different in structure and composition from that of the normal stroma30. This lack of matrix order may contribute to the opacity and mechanical weakness of STROMAL REMODELING Remodeling is an important mechanism contributing to the morphogenesis of repair 173 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery corneal repair tissue. With time, these deficiencies are corrected through a prolonged process of synthesis, degradation and resynthesis. The parallel layers of collagen lamellae, characteristic of the intact cornea, reform across the injured region. Electron microscopic studies reveal that, during the remodeling process, collagen fibril size becomes progressively more regular, and the stromal fibrils attain a more orderly arrangement30. It is believed that these gradual changes, which can take months to years, contribute to the eventual return of normal corneal transparency marks and functional tissue regeneration. inflammatory cells eventually undergo apoptosis. Studies have suggested that apoptosis of some stromal cells can be detected at a very low rate as long as 3 months after the original injury27. The corneal epithelium may undergo epithelial hyperplasia following corneal injury18-19. This is one of the mechanisms of the regression of the refractive effect of PRK or LASIK surgery. There is often a return to a normal epithelial thickness over a period of months to years. MODULATION OF WOUND HEALING IN REFRACTIVE SURGERY The popularity of refractive surgery has increased during the past decade, and many people using glasses or contact lenses, have chosen this alternative to reduce their dependence on these devices. Following keratorefractive surgical procedures such as PRK, laser subepithelial keratomileusis (LASEK), and LASIK, used in the treatment of myopia, hyperopia, or astigmatism, complications like overcorrection, undercorrection, regression, haze and refractive instability can occur. A major factor affecting the outcome of all these surgical procedures, is the biologic diversity in the corneal wound healing response. It seems logical to assume that the degradative phase of tissue remodeling requires the participation of matrix degrading enzymes, called MMPs. Together, these enzymes, which are descended from a common ancestral gene, have the capacity to degrade most components of the extracellular matrix. The MMPs are produced by both resident cells in a tissue and invading inflammatory cells and have greatest activity at the neutral pH of the extracellular space. Each MMP is secreted into the extracellular space as an inactive proenzyme which must be converted to an active form. Different MMPs have different substrate specificities. Fibroblast collagenase can catalyze the degradation of native types I, II or III collagen. In contrast, fibroblast stromelysin can specifically cleave proteoglycans as well as fibronectin and laminin. Stromelysin also appears to play another important role by converting procollagenase to its fully active form. PRK and LASIK are the most common refractive surgeries performed for the correction of myopia, hyperopia, and astigmatism. Clinical outcomes with these procedures dependend on the corneal wound healing response. Depending on the level of attempted correction, the corneal wound healing response and the stimulus for the fibrotic response are usually stronger after PRK, possibly as a consequence of the disruption of the basement membrane overlying the central cornea in PRK. RETURN TO NORMALCY There is a return to normalcy with the elimination of inflammatory and myofibroblast/fibroblast cells and restoration of the quiescent state of the keratocytes after the months to years following the wound healing. Remodelling of the disordered collagen is a part of this process. Cintron and workers have demonstrated that this stromal remodeling process can continue for years and result in at least partial clearing of even the most severe stromal scar35. The majority of Wound healing in surface ablation (PRK) and LASIK Important differences exist in the pace, intensity and spatial distribution of wound healing activity as a function of the surgical approach to laser vision correction. Whereas PRK involves broad injury and removal of the epithelium, epithelial basement membrane, 174 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery Bowman’s layer and a portion of the anterior stroma, LASIK leaves these structures relatively undisturbed except at the flap margin by virtue of a stromal-epithelial flap. This difference in the degree of central epithelial trauma is a major factor in the clinical and histological differences noted after LASIK and PRK. Specifically, disruption of the epithelial basement membrane over the central cornea in PRK amplifies the wound healing response and accounts for higher rates of regression and haze. In a rabbit model, keratocyte apoptosis, keratocyte proliferation and myofibroblast generation are significantly greater after PRK for high myopia ( 9 D ) than after LASIK for equivalent myopia36,37. the epithelium in regression have been debated and appear to be a function of postoperative time, type of refractive surgery, whether treatment was directed at hyperopia or myopia and other factors40. Enhancement surgery for apparent residual refractive error prior to the 3 to 6 months postoperative visit is generally avoided because of the possibility of ultimately overcorrecting a patient with slowly-resolving epithelial hyperplasia. In LASIK, the distance of the ablation bed, and resulting stromal cellular responses, from the epithelium and absence of epithelial basement membrane disruption favor a more moderate healing response. However, cases involving very thin flaps or microkeratome-induced abrasions are likely to respond similarly to PRK with a higher incidence of regression and stromal haze36. Although haze is much more common after PRK for high myopia than in LASIK or PRK for low myopia, it is considered clinically significant in only about 0.5% to 3% in the Lipshitz et al and Kuo et al studies in 1997. In LASIK, keratocyte apoptosis and proliferation are observed immediately anterior and posterior to the lamellar interface. In PRK, however, keratocyte apoptosis localizes to the anterior stroma, while the posterior and peripheral stroma is dominated by keratocyte proliferation36. The increased postoperative load born by the residual stroma causes a proliferative keratocyte response aimed at increasing structural resistance to this stress. Failure on the part of the posterior keratocytes to generate sufficient resistance to stress relaxation and viscoelastic creep could be a contributing factor in ectasia. A concerning decline in keratocyte density in the flap and anterior sub-ablation zone has been noted on confocal microscopy after LASIK, but the clinical significance of this finding remains unclear38. In LASIK, direct implantation or ingrowth of epithelium into the lamellar interface provides a local source of epithelial cytokines and can result in interface haze, regression and diffuse lamellar keratitis (DLK)41. DLK is a diffuse, non-infectious inflammatory infiltrate that can occur after LASIK at the level of the flapresidual stromal interface. DLK, with its associated inflammatory cells and upregulation of PDGF and chemotactic factors, can in turn stimulate increased wound healing and refractive regression42. Many cases of clinically significant haze improve without intervention even after one postoperative year43. The intensity of the corneal response is clearly related to the magnitude of attempted treatment. Thus, the cellular responses noted above are more pronounced after PRK for high myopia than after PRK for low myopia (4.5D)37. Similarly, clinical regression has been shown to be more pronounced after PRK for corrections greater than 6D39. One hypothesis for this effect relates to the increased depth of stromal disruption and differences in the distribution and behavior of keratocytes in the posterior stroma. However, Refractive regression is a major challenge after PRK for myopia, hyperopia and astigmatism, especially for high levels of correction, and is both more common and more pronounced than after LASIK39. The source of regression is attributed to differential changes in the thickness of the cornea due to a combination of stromal remodeling and epithelial hyperplasia. These processes predominate in regions of greater tissue removal, and the refractive effect is a relative ‘‘undoing’’ of the initial correction. The relative contributions of the stroma and 175 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery stromal irregularity is also a powerful stimulant of myofibroblast generation and haze. differentiation by targeting specific modulators such as TGF- β. TGF- β is a multifunctional growth factor that controls the differentiation and function of many cell types. It also modulates the proliferation and activation, in addition to extracellular matrix production, cell migration, cell adhesion, and stromal remodeling. There are 3 different isoforms of TGF- β (TGF- β 1, TGF β 2, and TGF- β 3). These isoforms may have differing effects on apoptosis, proliferation, and differentiation into alternative cell types, including keratocytes, but further study is needed to fully appreciate the relevance of these differences. The many functions regulated by TGF- β suggest that it is a critical modulator of wound healing after refractive surgery. Inhibition of TGF- β binding to receptors with topical anti–TGF- β antibody has been shown to reduce haze induced by PRK. Modulation following refractive surgery At present, the only pharmacological agents commonly used in for the modification of wound healing following refractive surgery are topical corticosteroids. They are routinely used after refractive surgery procedures and also used in some individual cases to help refractive regression and haze. These agents are inhibiting activated keratocytes, probably by interfering with DNA synthesis, which decreases cellular activity and reduces collagen synthesis. They have been used by many investigators to reduce the incidence and duration of haze following PRK, but large, randomized, controlled trials have shown that their effect is limited to the duration of their use. Prolonged use of topical corticosteroids after PRK has been discouraged by some due to evidence that any efficacy depends on continued administration. In rabbits, the strength of healed keratotomy wounds is lower than normal after topical steroid use and higher than normal with NSAID use44. The role of the amniotic membrane in corneal wound healing has seen a revival of interest in recent years. It is reported that the stromal side of the amniotic membrane contains a unique matrix component that suppresses TGF- β signalling, thereby inhibiting proliferation and differentiation of stromal keratocytes47. Amniotic membrane transplantation has been used to reconstruct conjunctival surface as an alternative to conjunctival graft following removal of large conjunctival lesions such as pterygium and conjunctival neoplastic lesions. It has also been used in the management of damaged occular surfaces with limbal stem cell deficiency48. Amniotic membrane patching has shown promise in rabbits for haze prevention after PRK through a proposed inhibition of TGF-beta action49, and one clinical study has demonstrated shortened epithelial healing times and lower incidence of haze after LASEK when an inferior limbal strip of amniotic membrane was placed at the time of surgery50. Transplantation of tissueengineered epithelial cell sheets cultured from autologous limbal biopsy specimens have been shown in rabbits to provide immediate The naturally-occurring antimetabolite mitomycin-C (MMC) induces keratocyte and myofibroblast apoptosis and is used routinely by many for prevention of haze in PRK for high myopia. Some have also demonstrated efficacy in reversing PRK-induced haze and regression45. Controversy remains over the possibility of long-term implications of MMC-mediated keratocyte depletion46, particularly since postoperative keratocyte density is decreased even without MMC38. Because of this concern, there is a movement toward decreasing the concentration (from 0.02% to 0.002%) and duration of exposure when MMC is used. Whenever MMC is used, changes in wound healing often necessitate nomogram modifications to optimize refractive outcome. Recent investigations on molecular therapy have concentrated on inhibiting myofibroblast 176 Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery epithelialization, as well as decreased haze, keratocyte apoptosis and alpha-SMA relative to controls51. 8. 9. CONCLUSION The corneal wound healing response is a complex cascade mediated by the autocrine and paracrine interactions of cytokines, growth factors, and chemokines produced by epithelial cells, stromal cells, immune cells, lacrimal gland, and corneal nerves involving interactions between the epithelial cells, stromal keratocytes , corneal nerves, lacrimal glands, tear film, and cells of the immune system. A better understanding of this cascade is likely to lead to more effective strategies for therapy. Pharmacologic therapies directed at specific modulators such as the TGF-beta isoforms and also gene therapy experimental studies continue to be explored to find new strategies for controlling the processes of regeneration and fibrosis. 10. 11. 12. 13. 14. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 15. Kim WJ, Mohan RR, Wilson SE. Effect of PDGF, IL-1alpha, and BMP2/4 on corneal fibroblast chemotaxis: expression of the platelet-derived growth factor system in the cornea. Invest Ophthalmol Vis Sci 1999; 40: 1364-72 Tuominen IS, Tervo TM, Teppo AM, Valle TU, Grönhagen-Riska C, Vesaluoma MH. Human tear fluid PDGF-BB, TNF-alpha and TGF-beta1 vs corneal haze and regeneration of corneal epithelium and subbasal nerve plexus after PRK. Exp Eye Res 2001; 72: 631-41. Wilson SE,Weng J, Li Q, Vital M, Chwang EL. Epithelial injury induces keratocyte apoptosis: hypothesized role for the interleukin-1 system in the modulation of corneal tissue organization. Exp Eye Res 1996; 62: 325–338. Mohan RR, Kim W-J, Chen L, Wilson SE. Bone morphogenicproteins 2 and 4 and their receptors in the adult human cornea. Invest Ophthalmol Vis Sci 1998; 39: 2626–2636. Mohan RR, Kim WJ, Wilson SE. Modulation of TNF-alpha-induced apoptosis in corneal fibroblasts by transcription factor NF-kb. Invest Ophthalmol Vis Sci 2000; 41: 1327–1336. Wilson SE, Schultz GS, Chegini N, Weng J, He YG.. Epidermal growth factor, transforming growth factor alpha, transforming growth factor beta, acidic fibroblast growth factor, basic fibroblast growth factor, and interleukin-1 proteins in the cornea. Exp Eye Res1994; 59: 63–72. Weng J, Mohan RR, Li Q, Wilson S E. IL-1 upregulates keratinocyte growth factor and hepatocyte growth factor mRNA and protein production by cultured stromal fibroblast cells: 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 177 Interleukin-1 beta expression in the cornea. Cornea 1996; 16: 465–471. Wilson SE, Lloyd S A , He YG.. Glucocorticoid receptor and interleukin-1 receptor messenger RNA expression in corneal cells. Cornea 1994; 13: 4–8. Jester J V, Petroll W M, Cavanagh H D. Corneal stromal wound healing in refractive surgery: the role of myofibroblasts. Prog Retin Eye Res 1999; 18: 311– 356. Strissel KJ, Rinehart WB, Fini M E. Regulation of paracrine cytokine balance controlling collagenase synthesis by corneal cells. Invest Ophthalmol Vis Sci 1997; 38: 546–552. West-Mays JA, Strissel KJ, Sadow PM, Fini M E. Competence for collagenase gene expression by tissue fibroblasts requires activation of an interleukin 1 alpha autocrine loop. Proc Natl Acad Sci (U S A) 1995; 92: 6768–6772. Pflugfelder SC, Jones D, Ji Z, Afonso A, Monroy D. Altered cytokine balance in the tear fluid and conjunctiva of patients with Sjogren’s syndrome keratoconjunctivitis sicca. Curr Eye Res 1999; 19: 201–211. Mohan RR, Liang Q, Kim WJ, Helena MC, Baerveldt F, Wilson S E. Apoptosis in the cornea: further characterization of Fas/Fas ligand system. Exp Eye Res 1997; 65: 575–589. Wilson SE, He Y-G, Weng J, Zieske JD, Jester J V, Schultz GS. Effect of epidermal growth factor, hepatocyte growth factor, and keratinocyte growth factor, on proliferation, motility, and differentiation of human corneal epithelial cells. Exp Eye Res 1994; 59: 665–678. Zengin N, Koz M, Gonul B. Büyüme faktörleri: Kornea hastalıklarının tedavisinde yeni ufuklar. T Oft Gaz 1991; 21:543-548. Tran MT, Tellaetxe-Isusi M, Elner V, Strieter RM, Lausch RN, Oakes JE. Proinflammatory cytokines induce RANTES and MCP-1 synthesis in human corneal keratocytes but not in corneal epithelial cells. Beta-chemokine synthesis in corneal cells. Invest. Ophthalmol. Vis. Sci 1996; 37: 987–996. Kamiyama K, Iguchi I, Wang X, Imanishi J. Effects of PDGF on the migration of rabbit corneal fibroblasts and epithelial cells. Cornea 1998 ; 17: 315–325. Kim WJ, Helena MC, Mohan RR, Wilson SE. Changes in corneal morphology associated with chronic epithelial injury. Invest Ophthalmol Vis Sci 1999; 40: 35–42. Kim W-J, Mohan RR, Wilson SE. Effect of PDGF, IL-1 alpha, and BMP 2/4 on corneal fibroblast chemotaxis: expression of the platelet derived growth factor system in the cornea. Invest Ophthalmol Vis Sci 1999; 40: 1364–1372. Helena MC, Baerveldt F, Kim W-J, Wilson SE. Keratocyte apoptosis after corneal surgery. Invest Ophthalmol Vis Sci 1998 ;39: 276–283. Wilson SE, Pedroza L, Beuerman R, Hill JM. Herpes simplex virus type-1 infection of corneal epithelial cells induces apoptosis of the underlying keratocytes. Exp Eye Res 1997; 64: 775–779. Mohan RR, Wilson SE. Discoidin domain receptor (DDR) 1 and 2: collagenactivated tyrosine kinase receptors in the cornea. Exp Eye Res 2001; 72: 87– 92. Watsky MA. Keratocyte gap junctional communication in normal and wounded rabbit Marmara Medical Journal 2009;22(2);169-178 Muhsin Eraslan, et al. Mechanisms of corneal wound healing and its modulation following refractive surgery 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. corneas and human corneas. Invest Ophthalmol Vis Sci 1995; 36: 2568–2576. Wilson SE, Liang Q, Kim W-J. Lacrimal gland HGF, KGF, and EGF mRNA levels increase after corneal epithelial wounding. Invest Ophthalmol Vis Sci 1999 ; 40: 2185–2190. Wilson SE. Lacrimal gland epidermal growth factor production and the ocular surface.Am J Ophthalmol 1991; 111: 763-765. Thoft RA, Friend J. The X, Y, Z hypothesis of corneal epithelial maintenance. Invest Ophthalmol Vis Sci 1983; 24:1442-1443. Wilson SE, Mohan RR, Ambrosio R, Hong J, Lee J. The corneal wound healing response: cytokinemediated interaction of the epithelium, stroma, and inflammatory cells. Prog Retin Eye Res 2001; 20: 625-637. Fini ME. Keratocyte and fibroblast phenotypes in the repairing cornea.Prog Retin Eye Res 1999;18:529–551. Clark RA. Potential roles of fibronectin in cutaneous wound repair.Arch Dermatol. 1988;124:201-206. Cintron C, Hassinger LC, Kublin CL, Cannon DJ. Biochemical and ultrastructural changes in collagen during corneal wound healing. J Ultrastruct Res 1978; 65: 13-22. Brown SI, Weller CA. Cell origin of collagenase in normal and wounded corneas. Arch Ophthalmol 1970; 83: 74-77. Porras-Reyes BH, Blair HC, Jeffrey JJ, Mustoe TA. Collagenase production at the border of granulation tissue in a healing wound: macrophage and mesenchymal collagenase production in vivo. Connect Tissue Res 1991;27:63-71. Hembry RM, Bernanke DH, Hayashi K, Trelstad RL, Ehrlich HP. Morphologic examination of mesenchymal cells in healing wounds of normal and tight skin mice.Am J Pathol 1986;125:81-89. Werb Z, Alexander CM, Adler RR. Expression and function of matrix metalloproteinases in development.Matrix Suppl 1992;1:337-343. Cintron C, Covington HI, Kublin CL. Morphologic analyses of proteoglycans in rabbit corneal scars. Invest Ophthalmol Vis Sci 1990; 31: 1789–1798. Mohan RR, Hutcheon AEK, Choi R. Apoptosis, necrosis, proliferation, and myofibroblast generation in the stroma following LASIK and PRK. Exp Eye Res 2003; 76:71–87. Wilson SE. Activation of keratocyte apoptosis in response to epithelial scrape injury does not require tears [letter]. Invest Ophthalmol Vis Sci 2002. Available at http://www.iovs.org/cgi/eletters/42/8/1743). Erie JC, Nau CB, McLaren JW. Long-term keratocyte deficits in the corneal stroma after LASIK. Ophthalmology 2004;111:1356–1361. 39. Kim JH, Kim MS, Hahn TW, Lee YC, Sah WJ, Park CK. Five years results of photorefractive keratectomy for myopia. J. Cataract Refract. Surg 1997; 23: 731-735. 40. Lohmann CP, Guell JL. Regression after LASIK for the treatment of myopia: the role of the corneal epithelium. Semin Ophthalmol 1998;13:79-82. 41. Ambrosio R Jr, Periman LM, Netto MV, Wilson SE. Bilateral marginal sterile infiltrates and diffuse lamellar keratitis after laser in situ keratomileusis.J Refract Surg 2003;19:154-158. 42. Wilson SE, Ambrosio R Jr. Sporadic diffuse lamellar keratitis (DLK) after LASIK. Cornea 2002; 21: 560-563. 43. Netto MV, Mohan RR, Ambrosio Jr R, Hutcheon AE, Zieske JD, Wilson SE. Wound healing in the cornea: a review of refractive surgery complications and new prospects for therapy. Cornea 2005; 24: 509-522. 44. McCarey BE, Napalkov JA, Pippen PA, Koester JM, al Reaves T. Corneal wound healing strength with topical antiinflammatory drugs. Cornea 1995; 14: 290-294. 45. Vigo L, Scandola E, Carones F. Scraping and mitomycin C to treat haze and regression after photorefractive keratectomy for myopia. J. Refract. Surg 2003; 19: 449-454. 46. Netto MV, Mohan RR, Sinha S, Sharma A, Gupta PC, Wilson SE. Effect of prophylactic and therapeutic mitomycin C on corneal apoptosis, proliferation, haze, and keratocyte density. J Ref Surg 2006;22(6):562–274. 47. Tseng SC, Li DQ, Ma X. Suppression of transforming growth factor-beta isoforms, TGFbeta receptor type II, and myofibroblast differentiation in cultured human corneal and limbal fibroblasts by amniotic membrane matrix. J Cell Physiol 1999;179:325-335. 48. Tseng SC, Prabhasawat P, Barton K, Gray T, Meller D. Amniotic membrane transplantation with or without limbal allografts for corneal surface reconstruction in patients with limbal stem cell deficiency. Arch Ophthalmol 1998;116:431-441. 49. Wang MX, Gray TB, Park WC, et al.: Reduction in corneal haze and apoptosis by amniotic membrane matrix in excimer laser photoablation in rabbits. J Cataract Refract Surg 2001; 27:310–319. 50. Lee HK, Kim JK, Kim SS, et al.Effect of amniotic membrane after laser-assisted subepithelial keratectomy on epithelial healing: clinical and refractive outcomes. J Cataract Refract Surg 2004;30:334-340. 51. Yang J, Yamato M, Nishida K, et al. Corneal epithelial stem cell delivery using cell sheet engineering: not lost in transplantation.J Drug Target 2006;14:471-482. Review. Erratum in: J Drug Target 2006;14:662. 178 LETTER İrfan Yavasoglu, Gürhan Kadıköylü, Zahit Bolaman Adnan Menderes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Aydın, Turkey Dear Editor, Serologic examination often provides the only positive laboratory finding in brucellosis. In acute infection, Ig M antibodies appear early and are followed by IgG and IgA antibodies. In endemic areas or in the setting of potential occupational exposure, agglutinin titers of ≥ 1:320 to 1:640 are considered diagnostic; in nonendemic areas, a titer of ≥ 1:160 is considered significant. Repetition of tests after 2 to 4 weeks may demonstrate a rising titer. Cross- reactions also occur with the brucella lipopolysaccaride O chains of some other gram-gegative bacteria, including Escheria coli O157, Francisella tularensis, Salmonella enterica group N, Stenotrophomonas maltophilia, and Vibrio cholerae. Early experience with fluoroquinolone monotherapy was disappointing, but high-dose ofloxacin or ciprofloxacin ( 500mg twice daily), given for 6 weeks with rifampin, may become accepted as an alternative to the other 6- week regimens for adults3. The article entitled "Brucella epididymoorchitis as the first presenting sign of brucellosis: a case report and review of the literature" written by Tanıdır et al. and published in one of the recent issues of your journal was quite interesting1. So we also wanted to emphasize some points. Brucellosis may have different clinical manifestations2. Brucellosis, which affects the genitourinary system at the rate of 2-20%, is a multiorgan infectious disease. Human brucellosis is usually associated with occupational or domestic exposure to infected animals or their products. This is important. Although brucellosis is a chronic intracellular infection, there is no evidence for increased prevalence or severity among individuals with HIV infection or other forms of immune deficiency or immune suppression. The clinical syndromes caused by the different nomen species are similar, although B. Melitensis tends to be associated with a more acute and aggressive presentation and B. Suis with focal abscess induction. B. Abortus infections may be more insidious at the onset and more likely to become chronic. The most common syndrome is musculoskeltal pain and physical findings in the peripheral ans axial skeleton such as osteomyelitis, septic arthritis, spondylodiscitis ( 40 % of cases). Peripheral leukocyte counts are usually normal or low, with relative lymphocytosis. Relapse occurs in up to %30 of poorly compliant patients. The patients must be followed for relapse for at least 1 year4. In conclusion, although brucellosis commonly presents as an acute febrile illness, its clinical manifestations can be quite varied, and definitive signs indicating a diagnosis may be lacking. All cases of Brucella infections in animals and humans should be reported to the appropriate public health authorities. Corresponding author: İrfan Yavasoglu, MD. Adnan Menderes Üniversitesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı, Aydın, Turkey e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(2);179-180 179 Marmara Medical Journal 2009;22(2);179-180 Irfan Yavaşoğlu, et al. Letter REFERENCES 1. Tanıdır Y, Gümrah A, Akbal C, Tarcan T. Brucella Epididymo-Orchitis as the first presenting sign of Brucellosis: A case report and review of the literature. Marmara Med J 2008; 21:56-60. 2. Yavaşoğlu I, Kadıköylü G, Bolaman Z. Komayla seyreden bir nörobruselloz olgusu. Klimik Derg 2007; 20:63( letter). 180 3. Corbel M, Beeching N. Brucellosis. In: Kasper D, Fauci A, Longo DL, Braunwald E, Hauser SL, Jameson L, eds. Harrison's Principles of Internal Medicine. 16th ed. New York: McGraw-Hill, 2005: 914-917. 4. Kadikoylu G, Tuncer G, Bolaman Z, Sina M. Brucellar orchitis in Innerwest Anatolia Region of Turkey. A report of 12 cases. Urol Int 2002; 69:3335.