sayı 5 - Therapiamag

Transkript

sayı 5 - Therapiamag
sayı 5
Önsöz
Gecikmiş 5. sayının dosya konusu depresyon.
Depresyonla ilgili olarak bu konuda bir kitap da
kaleme almış olan Prof. Dr. Hakan Türkçapar’la bir
söyleşi gerçekleştirdik. Bu konuda İmbat Taşkın,
Şencan Taşkale, Burcu Gençer-Türk ve Alper
Hasanoğlu’nun da katkıları oldu. Canan Eda kendi
intihar girişimi deneyimini paylaşma cesaretini
gösterdi. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Dosya dışında her zaman olduğu gibi Aydın
Parmaksız Bir Varmış Bir Yokmuş köşesinde bir
masalı inceliyor. Pelin Onat mırıldanmaya, Ceylan
Özge Kunduz ise keçiboynuzunu kemirmeye
devam ediyor köşesinde.
Masallar bize çok şey anlatıyor. Eski Radikal
yazarlarından öykücü Ümran Kartal da öyle
düşünüyor olsa gerek ki kendisi bir masal yazdı ve
yayımlamamıza izin verdi: Kemençe
Bu sayıda bir yenilik yaptık ve bir öyküye yer
verdik. Tolga Serim gençlik dönemi öykülerinden
birini bizimle paylaştı ve erkek kadın ilişkilerine
ironik bir ışık tuttu.
Down sendromlu bir gencin annesi bize ebeveyn
olarak yaşadığı zorlukları içten ve samimi bir dille
yazdı. Daha sonraki sayılarda bu gençle de bir
söyleşiye yer vermek istiyoruz.
Böbrek yetmezliği nedeniyle birden dialize
mahkum olan entelektüel bir öğretmen bu süreçle
nasıl başa çıkmaya çalıştığını paylaştı bizimle.
Bu sayıda okurlarımız yazar olarak çıkıyor
karşımıza. Aslı Aktümen Bilgin Michael Jackson
incelemesini, Sebahat Aslan mitolojik metaforlar
üzerinden kurduğu bir denemesini gönderdi bize.
Elvan Yavuztürk Aşktan Bu Kadar kitabının ona
çağrıştırdıklarını yazdı.
Mesut Atabek, Vedat Türkali’yi neden okumamız
gerektiğinin yanıtını aradı.
Önümüzdeki sayının konusu Direniş olacak.
Bu konuda yazdığınız, yazacağınız yazıları bize
([email protected]) adresi üzerinden
göndermenizi rica ediyoruz.
Keyifle okumanız dileğiyle...
Therapia
2
| Therapia Sayı 5
İçindekiler
Dosya konusu
Melankoliden
depresyona...
Prof. Dr. Hakan Türkçapar`la söyleşi - Alper Hasanoğlu
Çocuklar depresyona girer mi? - Burcu Gençer-Türk
Depresyon ve zihin - Şencan Taşkale
Metal yorgunluğu - Canan Eda
Depresyonun oluşumuyla ilgili kognitif modeller - İmbat Taşkın
Bir varmış bir yokmuş: Aydın Parmaksız
Mırıldanmalar: Pelin Onat
Keçi boynuzu: Ceylan Özge Kunduz
Kemençe – Ümran Kartal
Neden Vedat Türkali okumalıyız? – Mesut Atabek
Aşktan bu kadar mı? - Elvan Yavuztürk
Michael Jackson. - Aslı Aktümen Bilgin
Risus - Sebahat Aslan
Nasıl hastalandım? - Emine Yazıcı
Kirpi - Tolga Serim
Bir dünyaya geliş öyküsü - Gülben Tırtıllıoğlu
Künye:
Genel Yayın Yönetmeni:
Dr. Alper Hasanoğlu
Sanat ve Grafik:
Dr. Doğu Çankaya
Tasarım:
Busy İstanbul
Therapia Sayı 5 | 3
Söyleşi
Hakan Türkçapar`la depresyon ve psikoterapi üzerine konuştuk
alper hasanoğlu
Depresyon nedir, onun tanımını yaparak başlayalım mı önce?
Depresyon teriminin günümüz psikiyatrisinde çok çeşitli
anlamları vardır. Bunlardan en sık kullanılan üç anlam
şunlardır: 1. Normal bir duygulanım (affect) olarak depresyon;
bu anlamda depresyon her insanda rastlanabilecek normal bir
duygu halini anlatır. Günlük dildeki karşılığıyla depresyon,
insanın kendisi için önem taşıyan bir şeyini yitirdiği zaman
yaşadığı hüzün durumudur. Üstelik depresif duygulanım normal
insan yaşantısında çok sık bir şekilde ortaya çıkabilir. Hüzün,
mutsuzluk, düşkırıklığı gibi depresyonla bağlantılı durumlar
insanların günlük yaşamları içinde sık sık karşılaştığı duygulardır.
4
| Therapia Sayı 5
2. Ruhsal bir belirti (semptom) olarak depresyon: Psikiyatride
depresyon günlük yaşamın üzgün geçtiği, hüzün ve mutsuzluğun
egemen olduğu normal dışı bir duygudurumu (mood) anlatmak
için kullanılır. Depresyon bu anlamıyla bir belirtidir ve birçok
rahatsızlığa eşlik edebilir. Psikiyatri kliniğine bu yakınmayla
başvuran hastaların çoğu tam bir depresif atağın özelliklerini
taşımıyor olabilir ya da başka bir ruhsal rahatsızlığa tutulmuş
olabilir. Depresif belirtiler başta psikiyatrik bozukluklar olmak
üzere birçok nörolojik ve medikal hastalığa eşlik edebilir.
Depresif belirtiler aynı zamanda bireyin çevresel değişikliklere
ve yaşam olaylarına uyum sırasında verdiği bir cevap olabilir. 3.
Therapia Sayı 5 | 5
Bazı erken yaşam olayları kişiyi depresyona
yatkın hale getirebilir, ama belli bir geçmişi
yaşamak o kişinin mutlaka depresyona mahkum
olduğu anlamına gelmez.
Psikiyatrik bir rahatsızlık adı olarak depresyon: Depresyon,
üçüncü ve belki de şu anda bizim konumuzla en ilgili olan
anlamıyla, daha önceleri melankoli de denen, belli bir grup
belirti kalıbıyla giden ve bazen döngüsel bir nitelik gösteren
bir ruhsal rahatsızlıktır. Depresif rahatsızlıklar bugünkü
sınıflamalarda tek bir bozukluk şeklinde görülmemekte ve
farklı antiteler olarak sınıflandırılmaktadır. Yani depresyon
farklı türleri de olan bir rahatsızlıktır.
Depresyonu mutsuzluktan nasıl ayıracağız?
Bu ayrımı yapmakta üç nokta önemli: İlki normal bir hüzün
veya üzüntüye göre süre ve şiddet olarak yoğun olması,
ikinci olarak umutsuzluk yani bu durumun değişmeyeceği
beklentisi ve son olarak da kendini kötü görme. Bunun yanı
sıra duygudurumun normal hüzünde hissedilen üzüntüden
ayrı bir nitelik göstermesi, bizim psikiyatrik terminolojide
nonreaktif (tepkisiz) duygudurum dediğimiz çevre
şartlarından ve olumlu olaylardan etkilenmeme yani olumlu
olaylarda bile kişinin duygusunun değişmemesi ve sabahları
daha kötü hissetme özellikle ağır depresyonlarda gördüğümüz
ayırt edici özelliklerdir.
Siz depresyonun giderek daha çok görülmesini ya da
tanılanıyor olmasını nasıl yorumluyorsunuz? Bu gerçek
bir artış mı yoksa tıp dışı etkenler de rol oynuyor mu
bunda? Örneğin ilâç firmaları, psikiyatrların kolaycılığı,
psikoterapi bilen psikiyatr sayısının azlığı vs.?
Depresyonun giderek daha çok görülmesi tespitine ben
katılamıyorum, ancak depresyonun daha çok tanılanıyor
olduğu konusunda hemfikirim. Depresyon birçok psikiyatrik
rahatsızlık gibi doğal bir sınıf veya antite değildir. Psikiyatrik
bir tanıdır; birçok psikiyatrik rahatsızlık gibi bir sendromdur.
Tanılar veya sendromlar belli belirti ve bulgular bir arada
görüldüğünde verdiğimiz bir ad, bizim kişinin durumuyla
ilgili bir varsayımımızdır. Bu nedenle bunları tıbbi hastalıklar
gibi düşünmemeliyiz. Depresyonun daha çok tanılanmasının
altında, ruhsağlığı konusunda bilincin artması, bu konuda
çalışan insanların, ruh sağlığı profesyonellerinin sayısının
6
| Therapia Sayı 5
artması, toplumun bu konuda bilgisinin artması, yeni
antidepresan ilaçların keşfi, ilaç firmalarının bu konudaki
çalışmaları, insanların ruh sağlığı hizmetlerine daha fazla
başvurması, depresyonun tanılanma oranını arttırmaktadır
diye düşünüyorum.
Sosyal etkenler (yoksulluk vs.), içinde bulunulan zor
yaşam koşulları nedeniyle yaşanan mutsuzlukların,
uyum sorunlarının (görülen benzer belirtiler nedeniyle)
depresyon olarak değerlendirilmesine nasıl yaklaşmalıyız?
Eğer depresyon demezsek bu insanlara nasıl yardımcı
olabiliriz sizce?
Bugünkü haliyle kullandığımız depresyon tanı etiketi belirti
ve bulgulara dayalı olduğu için bu etiketin altında çok
çeşitli farklı tablolar yer alabilir. Depresyon adını verdiğimiz
belirti ve bulgu kümesi çok çeşitli etkenlerle ortaya çıkabilir.
Depresyonun “nedeni“ anlamında sosyal ve kişilerarası
etkenler, yaşam olayları (kayıplar); biyolojik, yapısal, genetik
etkenler; kişilik özellikleri, davranışsal alandaki değişiklikler
rol oynayabilir. Depresyon ne tamamıyla biyolojik bir hastalık
ne de tamamıyla psikolojik bir tepkidir. Biyolojik etkenlerin
de bazen neden bazen sonuç olarak yer aldığı psikososyal
özellikleri de olan bir durumdur. Yine bazı erken yaşam
olayları kişiyi depresyona yatkın hale getirebilir, ama belli
bir geçmişi yaşamak o kişinin mutlaka depresyona mahkum
olduğu anlamına gelmez. Bugünkü uygulamada birisine
depresyon deyip demememizi belirleyen şey kişinin getirdiği
belirtiler ve sergilediği bulgulardır. Dolayısıyla bu belirti ve
bulguların bir yaşam olayından sonra çıkmasıyla durduğu
yerde çıkması arasında tanı koyma açısından fark getiren bir
durum yoktur. Ancak tedavinin biçimini belirleme açısından
depresyonun nasıl ortaya çıktığı önem taşır. Psikososyal
etkenlerin rol oynadığı depresyonlarda psikoterapi tedavide
kullanılması gereken bir seçenek haline gelir.
İkimiz de kognitif terapistiz ve bunu günlük pratiğimizde
uyguluyoruz. Ama benim izlenimim kognitif terapinin
yavaş yavaş kendi dışındaki bütün ekolleri bilimdışı ilan
etmek gibi bir havaya büründüğü. En azından bizim
ülkemizde. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bugünkü şekliyle bilişsel davranışçı terapi psikoloji biliminin
ortaya koyduğu öğrenme kuramları ve bilişsel psikoloji
ilkelerine dayalı psikoterapi türüdür. Hedefi bu ilkelere
dayalı olarak geliştirilmiş psikoterapötik yöntemlerle sorun
olan duygu ve uyumsuz davranışların değiştirilmesidir.
Ancak ilginç bir şekilde bilişsel terapiyi geliştiren ilk
psikoterapistler, davranışçı terapistlerin tersine laboratuardan
gelen kişiler değil klinikten gelen iki klinisyendi: Ellis ve
Beck. Ellis 1955’te rasyonel Emotif Terapi ile ilk bilişsel
terapiyi geliştirdiğinde, bunu psikoloji biliminin verileri veya
ampirik çalışmaların etkisiyle değil kendi klinik tecrübesiyle
geliştirmişti. Bir psikanalist olan Ellis kendi pratiği içinde
psikanalizin işe yaramayan yanlarının verdiği huzursuzlukla,
düşünerek araştırarak ve meraklı olduğu felsefe tarihine
dönerek psikanalizin çözemediği, tıkandığı durumları bilişsel
yöntemlerle aşmayı denedi ve buradan ağırlıklı olarak bilişsel
bir terapi olan Rasyonel Emotif Terapi'yi kurdu. Diğer
yandan ondan bir on yıl sonra bu kez bir başka psikanalist
Aaron T. Beck, psikanalizin ampirik olarak da geçerli bir
kuram olduğunu bilim dünyasına kanıtlamaya çalışırken elde
ettiği deneysel verilerin (ve yine kendi klinik tecrübesinin)
psikanalizi desteklememesiyle bilişsel terapiyi geliştirdi. Daha
sonrasında bilimsel paradigmaya yani gözlem, hipotez ve
bunların test edilmesine dayalı yöntem psikoterapiye girmiş
oldu. Bu yöntem, yani psikoterapide kanıta dayalı yöntem
özetle şu sırayı izler:
1.Özgül rahatsızlığa ilişkin klinik gözlemler yapma
2.Klinik verileri dikkate alan psikoterapötik yaklaşıma uygun
kapsamlı bir psikopatoloji kuramı geliştirme
3.Psikopatoloji kuramının ampirik çalışmalarla sınanması
4.Psikopatoloji kuramında belirlenen sorunlara dönük
anahtar müdahaleleri içeren tedavi protokolü geliştirilmesi
5.Tedavi protokolünün etkinliğinin randomize klinik
çalışmalarla sınanması
6.Etkili olduğu gösterilen tedavi protokollerinin
yaygınlaştırılması
Diğer ekollerden bilimin psikoterapiye uyarlanmış bu
temel mantığına uyanlar varsa onlar da tabiî ki kanıta
dayalı veya bilimsel yöntemler olurlar. Ancak çoğu terapi
bu temel algoritmaya uymaz; bu onların işe yaramadığı
veya değersiz olmadığı anlamına gelmez ama onları bilimsel
olmaktan uzaklaştırır. Bu anlamda son yıllarda psikodinamik
psikoterapinin de en azından klinik yararlılık açısından
kendisini test ederek kanıta dayalı bir psikoterapi haline
gelmeye çalıştığını görüyoruz ki bu başlı başına önemli ve
sevindirici bir gelişmedir.
Türkiye’de antidepresan kullanımı reçeteye bağlı
olmadığı için suistimale çok açık. Bu da gerçek depresyon
hastalarının da antidepresanlara kuşkuyla bakmalarına yol
açıyor. Bu konuda sizce ne yapılabilir?
Depresyon tedavisinde hem ilaç tedavileri hem de
psikoterapilerin etkili olduğu bugün için elde edilen deneysel
çalışmalar ışığında kabul edilen bir görüş. Ancak seçilecek
tedavi türü depresyon türüne ve şiddetine göre değişebiliyor.
Bu da iyi bir klinik değerlendirmeyle mümkündür. Örneğin
İngilizlerin tedavi rehberi NICE Guideline, hafif depresyonda
egzersiz, kendi kendine yardım kitapları, bilgisayar destekli
terapi programları gibi daha düşük yoğunluklu yöntemleri
önerip, psikoterapi veya ilaç tedavisini orta şiddetli
depresyonlarda öneriyor. O zaman dikkat edilecek olan
şey antidepresanları uygun zamanda, uygun şekilde ve
sürede kullanmaktır diyebiliriz. Her üzüntü veya sıkıntı da
bir antidepresan kullanmak kadar, şiddetli ve ilaç tedavisi
gerektiren bir depresyonda antidepresan kullanmamak
da o denli zararlıdır diye düşünüyorum. Bunun yolu ise
antidepresan kullanıp kullanmama kararını profesyonel bir
yardım olmadan kişinin kendi kendine vermemesidir. Artık
günümüzde etkisi azalmakla beraber ruhsal sorun yaşamayı
veya bu konuda yardım almayı kabullenemeyen bir grup var.
Bazen insanlar bu nedenle eş dost tavsiyesiyle veya kendileri
Therapia Sayı 5 | 7
Tanıştığınız bir insana yaşı mesleği cinsiyeti ne olursa
olsun ısınmanızı ve güvenmenizi; daha sonra onunla tekrar
görüşmek istemenizi sağlayan insani özellikler nelerse
işte onlar bir terapinin başarıya ulaşmasını sağlayan
nonspesifik etkenlerdir.
araştırıp karar vererek antidepresana başlayabiliyorlar ki bence
bunun yerine kişinin yetkin birisi tarafından değerlendirilip
bu kararın verilmesi daha uygun.
Depresyon tedavisinde psikoterapinin yeri nedir? Ne
zaman ilaca baş vurmalıyız? Ne zaman ilaç psikoterapiyle
desteklenmeli?
Bu konuda bir bilişsel terapist olarak bilimin verilerine göre
hareket etmeliyiz diye düşünüyorum; az önce adını andığım
NICE Guideline ve Amerikan Psikiyatri Birliğinin Depresyon
tedavi kılavuzlarını esas alırsak hafif depresyonda tek başına
psikoterapi uygulanabilir; APA bu durumlarda istenilirse
ilaç tedavisinin de kullanılabileceğini belirtirken, NICE
Guideline ilaç tedavisini orta ve şiddetli depresyon vakaları
için önermektedir. Psikoterapi bu ayrımın yanı sıra depresyon
şiddeti ne olursa olsun belirgin psikososyal zorlanmalar, iç
çatışmalar, kişilerarası güçlükler, veya eşlik eden bir kişilik
bozukluğu veya sorunu olan, veya bu tür özellikleri olmasa
da genel anlamda ilaç tedavisine cevap vermeyen hastalarda
başvurulabilecek önemli bir tedavi seçeneğidir.
Meslektaşlarımız arasında psikoterapinin felsefesine
dair tartışmalar zaman zaman alevleniyor. Bunu bizim
psikiyatri portalında da izleyebiliyoruz kimi zaman. Bir
psikoterapi ekolünde uzmanlaşıp bu ekolü kullanarak
yıllarca terapi pratiği uygulamadan psikoterapinin
felsefesinin yapılmasına girişilmesini nasıl yorumlarsınız?
Eleştiri konusunda herkes her şeyi eleştirebilir diye özgürlükçü
bir şekilde düşünüyorum; ama iş bu eleştirilerin önem ve
yararlılığına gelince eleştiriyi yapan kişinin birikimi, deneyimi
ve tabii söylediği şeylerin içeriği önemli. Bilişsel terapi de
aslında eleştiriden doğmuş bir kuram. Örneğin psikanalizin
temel varsayımları, doğuşundan 1960’larda Beck’e gelinceye
kadar hiç ampirik olarak sınanmamış ardından Beck bu
sınama sonrası psikanalitik kuramın deneysel verilere uymayan
8
| Therapia Sayı 5
yönlerini reddetmiştir. Bu sınamayla gelen eleştiriden bilişsel
terapi doğmuştur. Ellis’te psikanalize önemli bir eleştiri
getirmiştir, o da Beck gibi psikanalisttir. Bu anlamda bence
en anlamlı ve önemli eleştiriler o konuyu veya alanı iyi
bilenlerden gelir; bu tür eleştirileri de her zaman heyecanla
karşılıyorum; ama konuyu ve alanı bilmeyen kişilerin
eleştirileri bu denli önemli ve etki yapıcı olmuyor diye
düşünüyorum.
Türkiye’de psikoterapi eğitiminin gelişimininin genel bir
değerlendirmesini yapabilir misiniz?
Türkiyede psikoterapi eğitimi son 10 yılda büyük bir
ivme kazandı; bu hem bilişsel terapi eğitimleri hem
de psikodinamik terapi eğitimleri için geçerli. 1960’lı
yıllarda yurt dışında psikanaliz eğitimi almış birçok eğitim
öğretim üyesi vardı. Ardından 1980-2000 arası göreli bir
duraklama dönemi geldi, 2000 sonrası ise psikoterapiye
olan ilgide, eğitici ve eğitimli terapist sayısında büyük bir
artış söz konusu. Eğitim verilen kliniklerde giderek artan
sayıda eğitici söz konusu. Başkanı bulunduğum Bilişsel
Davranışçı Psikoterapiler Derneğinin, Türkiye Psikiyatri
Derneğiyle (TPD) işbirliği içinde yürüttüğü bir eğitici
eğitimi programıyla eğitim kurumlarında çalışan yaklaşık 30
kişi 3 yıl süren bir eğitim sürecini tamamladılar. Bu kişiler
de daha sonra TPD tarafından belirlenen bölgelerde eğitim
verecekler. Psikodinamik terapilerde de dıştan izleyebildiğim
kadarıyla eğitici sayısı giderek artıyor. Hem Ankara’da hem de
İstanbul’da psikanalitik yönelimli kurumlar açıldı ve buralarda
kıymetli eğiticiler görev alıyor. Yine İzmir’de psikodinamik
yönelimli terapistler ve eğiticiler var.
İnsanların psikoterapiye olan ilgisinin artmasını bir moda
olarak mı değerlendirirsiniz yoksa ihtiyacın artması olarak
mı?
Bu bence olması gereken bir şeyin gecikmiş biçimde
gerçekleşmesi; kesinlikle bir moda değil; eğer artan bir ilgi
varsa bu aslında var olan bir eksikliğin kısmen kapanmaya
başlamasına bağlıdır diye düşünüyorum. İhtiyaç bence her
dönem vardı ancak imkanlar az olduğu için bu daha az
karşılanıyordu, arayış da daha azdı.
Türk psikiyatrisinin biyolojik psikiyatriye doğru
kaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belki bütün değil ama belli bir kesimde bu var; ancak bu
değişen oranlarda psikiyatri topluluğunda hep var olan bir
eğilimdir. Biyolojik psikiyatriye kayışta bu alanda yapılan
çalışmalar, ilaç sektörünün bu alandaki araştırma destekleri;
psikoterapinin büyük bir zaman emek ve tecrübeyle
öğrenilmesi, uygulamasının da aynı şekilde emek ve zaman
gerektirmesi de rol oynuyor olabilir. 1997 de Amerika’da
eğitim aldığım dönemlerde bulunduğum psikoterapi
enstitüsünde bir tıp doktoru olarak benim psikoterapiye olan
ilgimin onlarda büyük hayret uyandırdığını hatırlıyorum.
O dönemde enstitüde kadrolu olarak çalışan psikiyatrist
ayrılmıştı ve yerine yeni birini bulamıyorlardı. Ayrılma
gerekçesini sorduğumda psikoterapide 1 saatimi verip bir hasta
göreceğime aynı sürede 3-4 ilaç hastası görüp çok daha fazla
kazanırım gerekçesiyle enstitüden ayrıldığını söylemişlerdi.
Bu tür olaylar tabii duyulan hayretin de kaynağını açıklıyor.
Dolayısıyla bu trend özellikle psikiyatristler arasında her
ülkede bir oranda var olan bir trend.
Psikoterapinin psikiyatri ihtisasındaki yerinin bugünkü
durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gerektiği oranda eğitimde yer almıyor. Ama bu sadece
psikoterapi eğitimine özel bir durum değil bana kalırsa. Genel
olarak Türkiye’de psikiyatri ihtisasının ortak bir standardı yok;
psikoterapi eğitimi ise bu konudan en çok etkilenen yetkinlik
alanı. Psikoterapi eğitimi maalesef o kliniğin öğretim üyesi
kompozisyonu ve bilgi düzeyine bağlı, o alanda yetkin biri
yoksa maalesef psikoterapi eğitimi de yetersiz kalabiliyor.
Ancak bu konuda yapılan, yürütülen çok önemli çalışmalar
var ve giderek bütün uzmanlık programlarına belli bir
ortalama standardın yerleşmesine çalışılıyor; gerek Türkiye
Psikiyatri Derneği gerekse Tıp Uzmanlık Kurulu bu yönde
bazı hazırlıklar yaparak temel bir içerik oluşturmuş durumda;
şu anda iş bunun yaşama geçirilmesinde. Türkiye Psikiyatri
Derneği de bu konudaki, eksikliği gidermek amacıyla eğitici
eğitimleri düzenliyor.
Psikiyatrlar ve psikologlar arasındaki gereksiz savaş
hakkında bir şey söylemek ister misiniz?
Aslında sizin sorunuzun içinde cevap da gizli. Bu gereksiz
bir savaş. Bu tür savaşların temel nedeni meslek şovenizmi
ve ilişkileri yatay düzlemde değil dikey düzlemde hiyerarşik
görüp öyle konumlandırmamız. Ben böylesi bir savaşın
sadece psikiyatrlarla psikologlar arasında değil; psikologlarla
psikolojik danışmanlar; klinik psikologlarla “sade” psikologlar;
psikiyatrlarla psikolojik danışmanlar vb arasında da olduğunu
düşünüyorum. Son derece anlamsız bir durum. Ruh sağlığı
alanında çalışan herkes bir takımın üyesidir. Bir takımın
kalecisi, sağbeki veya sol açığı arasında bir astlık üstlük ilişkisi
olmaması gibi psikolojik danışman, psikiyatr, psikolog, klinik
psikolog, psikiyatrik hemşire arasında da yatay düzlemde eşit
ve paylaşımcı bir ilişki olması lazım. Her ekip üyesinin kendi
bilgi, tecrübe ve yetkinliğine göre üstlendiği benzer veya farklı
görevler olabilir, bu onlardan birini diğerinin üstü veya altı
yapmaz; önemli olan herkesin üzerine düşeni nasıl yaptığıdır.
Psikoterapide etik davranmak deyince ne anlamalıyız?
Bence ilk etik sorumluluk kişinin işini olabileceğin en iyi
şekliyle yapmaya gayret etmesidir. Yani psikoterapistin
psikoterapi uygulamalarında kendi uyguladığı yöntemi en iyi
şekilde bilip uygulaması. İkinci önemli nokta psikoterapötik
ilişkinin evrensel etik gerekliliklerine uymak; yani saygılı,
empatik, nesnel olmak, terapi süresi dışında sosyal, kişisel
Therapia Sayı 5 | 9
ilişki kurmamak, kendi özel sosyal toplumsal felsefi değer
ve yargılarımızı hastaya-danışana yansıtmamak ve empoze
etmemek, her insanın özünde iyi olduğuna veya iyi olma
potansiyeline sahip olduğuna inanmak ilk aklıma gelen
noktalar. Etik sorun yaşayan terapistlerin ise daha çok
usta çırak ilişkisi ve disiplininden geçmemiş veya yeterli
süpervizyon almamış terapistler olduğunu gözlemliyorum,
maalesef bu tür etik sorunlar terapistin bilgisi ve tecrübesi ne
olursa olsun görülebiliyor; bunun da temel nedeni terapistin
kendisinin sahip olduğu kişilik sorunları.
Sizce spesifik terapötik müdahalelerden bağımsız
nonspesifik etkenler dediğimiz ve bir terapinin başarıya
ulaşmasını sağlayan etkenler nelerdir?
Bu etkenlerin başlıcaları empati, koşulsuz kabullenme ve saygı;
aşırı baskıcı ve sahiplenici olmayan bir sıcaklıktır. Bunu şuna
benzetebiliriz: Tanıştığınız bir insana yaşı mesleği cinsiyeti ne
olursa olsun ısınmanızı ve güvenmenizi; daha sonra onunla
tekrar görüşmek istemenizi sağlayan insani özellikler nelerse
işte onlar aynı zamanda bir terapinin başarıya ulaşmasını
sağlayan nonspesifik etkenlerdir. Ancak bunların genel
anlamda neler olduğunu sayabilsek de kişiden kişiye uygun
davranışın ve dozunun değişebileceğini unutmamak gerek.
Bence kişiden kişiye dozu en fazla değişen nonspesifik etken
yakınlık ve samimiyettir. Sosyal anksiyetesi veya obsesif kişilik
özellikleri olan birisi için terapistin samimiyetinin daha az
dozda olması idealken, bir agorofobik veya bağımlı hasta için
daha fazla dozda samimiyet beklentisi olabilir.
Terapötik ilişkinin kendisinin bir terapötik müdahele aracı
olduğunu düşünyor musunuz? Eğer öyleyse terapötik ilişki
nasıl etkili oluyor?
Terapideki bu nonspesifik etkenler veya kısacası iyi terapötik
ilişki olayın temeli, olmazsa olmazıdır. Bu olmaksızın hiçbir
teknik bilgi veya beceri işe yaramaz. Genel tıptan örnek
verirsem terapötik ilişki hastanın doktoruna güvenip onun
verdiği ilacı kabul etmesi ve kullanmasıdır; teknik ise ona
verdiğiniz ilacın ne olduğudur. Eğer hastanız size güvenip ilacı
almıyorsa isterse verdiğiniz ilaç dünyanın en iyi ilacı olsun
işe yaramaz. Ama ilacı aldığı noktadan sonra verdiğiniz ilacın
gerçekten o rahatsızlığın ilacı olup olmadığı önem kazanır ki
tekniğin önemi de buna benzer. Özellikle kişilik sorunları olan
danışanlarda terapötik ilişki başlıca odak haline gelir.
10
| Therapia Sayı 5
Terapötik ilişkinin bir müdahale aracı olabilmesi için
hastanın ihtiyaçlarından bağımsız olarak nasıl inşa
edilmesi gerekir?
Özellikle kişilik sorunu olan hastalar görünürde hangi sorunla
başvururlarsa asıl sorunları olan karşılanmamış şematik
gereksinimler terapinin konusu olmaya başlar ve giderek
terapötik ilişki terapideki ana odak haline gelmeye başlar.
Burada terapistin bu ilişkiyi nasıl yönetip yorumladığı ve
kullandığı terapinin ne kadar iyi gidip gitmeyeceğini belirler.
Terapistin yeterli dozlarda ilgi göstermesi ve değer vermesi
olmaksızın terapi yürütülemez.
gerçekleştirebilir. Ancak eklektisizmi, iki terapinin birbirine
karıştırılması gibi almıyorum. Buradan da iyi bir şey çıkacağını
zannetmiyorum. Yani iyi iki dil olan Fransızcayla, İngilizceyi
birbirine karıştırarak daha iyi bir dil elde edemeyiz. Ortaya
sadece karışık bir yığın çıkar o zaman. Maalesef bazı insanlar
böyle yaparak psikoterapide eklektisizm veya bütüncül terapi
yaptıklarını sanabiliyorlar. Her psikoterapini kendi içinde
bir bütünlüğü ve ahengi vardır; bu da onun özgün yanıdır.
Kerneberg’in bilişsel teknikleri kullanması ya da tersi bence o
ekolün kendi içinde kalarak yaptığı teknik bir uygulamadır ve
böyle uygulamalar o terapiyi zenginleştirir; ama Kernberg’in
terapisini psikanalitik yönelimli psikodinamik psikoterapi
olmaktan çıkarmaz.
Eğer siz ya da bir yakınınız bir terapiste gitmek zorunda
olsa seçeceğiniz terapist nasıl bir terapist olur?
Kısa olarak buna cevabım: Öncelikle “iyi” bir insan sonra da
bilgili ve becerili bir terapist olmasına dikkat ederdim. İyi
insan olmayı giriş kapısı gibi düşünebiliriz. Bu özelliğe sahip
olanlar içindeyse yaptığı işte en iyi ve becerikli olanı tercih
ederdim.
Başarılı bir psikoterapinin sırrı nedir?
İnsanı sevmek; insanın dünya üzerindeki varoluşuna ilgi ve
şefkatle bakmak, yaptığı işin önemine inanmak, iyi ilişki,
o kişiye- insana ve sürece- psikoterapiye gerçek bir merak
duymak bunları beslemek ve çalışmak.
Humor, empati, terapistin güven telkin etmesi,
inandırıcılık, samimiyet, yaşı, cinsiyeti ne kadar önemli?
Bunlar terapistin nonspesifik özellikleridir; güven, samimiyet,
empati, saygı daha birincil, yaş ve cinsiyet ise bu anlamda
daha ikincildir ve danışandan danışana bunların önem sırası
değişebilir. Ancak bunların adının nonspesifik olması bizi
yanıltmasın bunlar terapistte bulunması gereken olmazsa
olmaz özelliklerdir.
Terapi ekolleri belli bir süre sonra benzeşecek, hatta
aynılaşacak mı yoksa kendi özgün yapılarını ve
farklılıklarını koruyacaklar mı? Örneğin CBT’nin
genişletilmiş bir şekli olarak kendini tanımlayan
şematerapi, psikanalitik teoriden belli şeyleri alırken,
Kernberg’in transferans odaklı terapisi de CBT’den belli
müdahale tekniklerini alıyor ve borderline terapisinde
benzer sonuçları alıyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben her terapi ekolünü bir dil gibi düşünüyorum ve her dilin
kendi kuralları içinde gelişeceğine inanıyorum. Dolayısıyla
psikoterapilerin entegre olacağı gibi bir beklentim yok. Belli
bir dil olarak her terapi diğer terapilerden yararlanabilir,
teknik eklektisizmi o dildeki bazı sözcükleri kendi içine alarak
İyi bir terapistin yalnızca belli bir ekole bağlı olarak
çalışması gerektiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa farklı
ekolleri kendi süzgecinden geçirip kullanabilir mi terapist?
Psikoterapiyi yeni öğrenenlere tavsiyem belli bir türde
terapiyi iyi bir şekilde öğrenmeleri, daha sonra da eksiklik
çektikleri noktalarda diğer psikoterapilerden kimi teknikleri
öğrenerek yine o iyi bildikleri psikoterapinin çerçevesi içinde
kullanmalarıdır. Benim psikodinamik psikoterapi alanında
hocalarımdan birisi olan sevgili Sağman Kayatekin’in
bir sözünü unutmuyorum; “Eğer bir şeyi iyi öğrenmek
istiyorsanız radikal bir şekilde ona inanmanız gerekir,
başka türlü öğrenemezsiniz” derdi. İyi bir öğrenme süreci
tamamlandıktan sonra ise eleştiri ve gerekirse eksik-yetersiz
noktaları başka alanlardan takviyelerle tamamlama süreci gelir
diye düşünüyorum.
Terapistin bir ekolü seçmesine, kendini o yönde
geliştirmesine neden olan nedir sizce?
Koşullar, çevre ve o kişinin özelliklerinin bir karışımıdır diye
düşünüyorum. Bazen kişi uygun bir çevre bulamadığında
sahip olduğu potansiyeli açığa çıkartamaz ve geliştiremez. Bu
anlamda bence bu seçimde en önemli ve belirleyici olan şey
terapistin insanın doğasıyla ilgili dünya görüşüdür.
Prof. Dr. Hakan Türkçapar Türkiye’nin
sertifiye etme yetkisi olan birkaç kognitif
davranışçı terapi eğitmeninden biri.
Depresyonun bilişsel davranışçı terapiyle
tedavisi konusunda bir de kitabı var.
Depresyon konusundaki söyleşiyi kendisiyle
yapmamızın nedeni bu kitap. Türkçapar
1990 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesini bitirdi. 1995 yılında psikiyatri
uzmanı oldu. 1997’de Pensilvanya
Üniversitesi'ne bağlı Beck Institute for
Cognitive Therapy and Research’de bilişsel
psikoterapi eğitimi aldı. 1999 yılında New
York Ellis Institute’de Rational Emotive
Behaviour Therapy eğitimini tamamladı.
2000 yılında Psikiyatri Doçenti oldu.
2002 yılında Ankara Üniversitesi'nde
Sosyal Antropoloji alanında bilim uzmanı,
2009 yılında da doktorasını tamamlayarak
Sosyal Antropoloji doktoru unvanını
aldı. 2003 yılında Academy of Cognitive
Therapy (ACT) tarafından Bilișsel Terapist
olarak sertifiye edildi. Aynı yıl akademinin
Fellow üyesi olan Dr. Türkçapar, 2005
yılından itibaren ACT’nin Uluslararası
akreditasyon komitesinde yer almaktadır.
2005-2012 arasında Dışkapı Eğitim
Hastanesi ve Etlik İhtisas Hastanesi
Psikiyatri kliniklerinin şefliğini yürüten
Dr. Türkçapar 2012 yılında da ACT
tarafından eğitici/konsültan olarak sertifiye
edildi. Dr. Türkçapar’ın, erken dönemde
yazılmıș “Freud” ve “Antipsikiyatri”
adlarında iki kitabının yanısıra, “Bilișsel
Terapi Temel İlkeler ve Uygulama” ve
“Klinik Uygulamada Bilișsel Terapi:
Depresyon” bașlıklı iki kitabı ve sayısı yüzü
așan bilimsel makalesi yayımlanmıștır.
Dr. Türkçapar, halen H. Kalyoncu
Üniversitesi Psikoloji Bölümü başkanlığı ve
Bilișsel Davranıșçı Psikoterapiler Derneği
bașkanlıklarını yürütmektedir.
Therapia Sayı 5 | 11
Çocuklar depresyona
girer mi?
Acaba çocuklar da depresyondayken yetişkinler
gibi derin bir üzüntü yaşarlar mı? Onlar da
kendilerini çaresiz hissederler mi? Yoksa öfkeli
veya içe kapanık mı olurlar?
Depresyon çocukları nasıl etkiler? Farklı yaşlardaki çocuklarda
depresyon farklı belirtiler gösterir mi? Basit bir karın ağrısı çocuklarda
depresyon belirtilerinden biri olabilir mi?
burcu gençer-türk
Günlük konuşma dilimize depresyon kadar giren başka bir
psikolojik konu var mı acaba? Neredeyse her on kişiden
biri depresyondan muzdarip. Hep bir yetişkin sorunu gibi
algılanan depresyon artık çocuklar arasında da sık görülüyor.
Aileleler bazen inanamayarak soruyorlar bana: ‘Çocuğun da
depresyonu mu olurmuş? Ne derdi olacak ki onun?’
Çocukluk çağı depresyonu yıllarca tartışmalı bir konu olarak
kaldı. Geleneksel psikoanalitik teori çocukların psikolojik
gelişimi tamamlanmadığından depresyonun erken yaşlarda
görülemeyeceği görüşünü savunurdu (Kauffman, 2005).
Bazı araştırmacılara göre ise depresyon; öfke patlamaları,
hiperaktivite veya öğrenme bozukluğu gibi başka tabloların
ardına gizleniyordu. Günümüzde bu konudaki ortak fikir,
çocukların yaşadığı depresyonunu pek çok şekilde yetişkin
depresyonuyla benzeştiği yönünde. Ancak, çocuklar ve
yetişkinlerin depresyonda aynı şeyleri deneyimlediklerini
söylemek de pek doğru olmaz; ne de olsa çocuklar
yetişkinlerin küçültülmüş versiyonları değiller. Onlar bize
oranla hayatta daha deneyimsiz oldukları gibi, zihinsel
becerileri de tam anlamıyla gelişmemiştir. Bu sebepledir
ki, depresyonun neden olduğu sıkıntılar ve depresif kişide
gözlemlenen davranışlar yaşa göre büyük değişimler gösterir.
Günümüzde sıkça rastlanan yetişkin depresyonunun ne gibi
belirtileri olduğu ve depresyonda neler yaşandığıyla ilgili artık
herkesin genel bir fikri var. Ancak ailelerin en çok merak
12
| Therapia Sayı 5
ettikleri konu çocuklarının depresyonda olup olmadığını nasıl
anlayacakları. Acaba çocuklar da depresyondayken yetişkinler
gibi derin bir üzüntü yaşarlar mı? Onlar da kendilerini çaresiz
hissederler mi? Canları hiçbir şey yapmak istemez, yapmaları
gerekenleri yapacak enerjiyi bulamazlar mı? Yoksa öfkeli veya
içe kapanık mı olurlar? Bu soruların cevabını çocuğun yaşını
göz önünde bulundurarak vermek en doğrusudur. Çünkü
çocukluk dönemi her yıl pek çok gelişimin yaşandığı değişken
bir dönemdir. Ve depresyon belirtisi zannedebileceğimiz bazı
davranışlar gelişimsel dönem özellikleri olabilir.
Yapılan bazı araştırmalar yeni doğan bebeklerin bile
depresyon belirtileri gösterebileceğini savunuyor (Goodman;
Gotlib, 1999). Doğumu takip eden ilk hafta bebeklerin
beyin aktiviteleri incelendiğinde, hamileliğinde depresyon
yaşayan annelerin bebeklerinin diğerlerinden farklı olduğu
bulunmuştur. Stres anında salgılanan kortizol, plasenta
aracılığıyla bebeğe geçiyor ve bebeğin bilişsel işleyişini
olumsuz etkileyebiliyor.
Hamilelik kadar önemli bir başka dönem de bebeğin ilk iki
yılı. Bu dönemde bebeğin fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan, ona
bol bol dokunarak şefkat ihtiyacını doyuran bir yetişkinin
varlığı bebeğe güvende olduğunu ve sevildiğini öğretir. Bu
deneyimden mahrum kalan bebeklerin depresyona benzer
belirtiler gösterdiğini biliyoruz. Bu belirtiler içinde en çok
fark edilen sosyal iletişimde eksiklik. Yeterli ilgiyi gören
Therapia Sayı 5 | 13
Taşınma, yeni bir kardeşin dünyaya gelmesi, kavganın
yoğun olduğu aile ortamı, boşanma, hastalık veya ölüm
çocuklar için özellikle zorlayıcı deneyimlerdir. Ama tabii ki
kötü bir deneyim yaşayan her çocuk da depresyona girmez.
bebekler etrafındakilerle iletişime geçmeye heveslidir. Onunla
konuşan yetişkinlere gülerek, uzanarak, kucağına gitmeye
çalışarak tepki verirler. Konuşmaya benzer sesler çıkararak ilgi
çekme çabasında olurlar. Sosyalleşmenin ilk adımları olan bu
davranışlar ilk altı ay içinde bebekte gelişmemişse bu birkaç
nedenle olabilir. Anne bebek arasındaki bağlanma sorunları
otizmden sonra en sık rastlanan nedendir. Bowlby’nin
bağlanma teorisine göre, bebeğin yaşamının ilk iki yılında
ona bakım veren insanla kuracağı sağlıklı ilişki gelecekteki
insan ilişkilerinin ve kendiyle ilgili algısının temelini oluşturur
(Bowlby, 1980). Böyle bir yetişkinin var olmaması veya
annenin depresyon, hastalık sebebiyle bebeğine yaklaşmaması
gelişimi sekteye uğratır. Beslenme, uyku sorunları, sosyal
uyaranlara karşı ilgisizlik, gülümsememe, yüz ifadelerinde
donukluk bu bebeklerde sıkça görülür. Hatta yeterince kucağa
alınmayan, bire bir kişisel ilgi göremeyen yetimhanedeki
bebeklerin fiziksel olarak büyümediği bile farkedilmiştir.
Bu tip belirtileri bağlanma sorunlarından kaynaklanan bir
bebeklik depresyonu gibi düşünebiliriz. Neyse ki bebekler ve
küçük yaştaki çocuklar oldukça dirençlidirler ve kendilerini
çabuk iyileştirebilirler. Belirtiler farkedildiği anda bağlanmayı
güçlendirmeye yönelik yapılacak her girişim, onların
kendilerini daha güvende ve sevilir hissetmelerine yardımcı
olur. Eğer anne doğum sonrası depresyonu geçiriyorsa ve
bebeğiyle ilgilenmekte zorlanıyorsa, devreye babanın veya
büyükannelerin girmesi yerinde olur. Sık sık kucaklamak,
beslenme, temiz olma gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak,
şarkı söylemek, konuşmak gibi sevgiyi gösteren davranışlar
anneyle başarılamayan bağlanmanın yerini doldurabilir.
Böylece depresif belirtilerde de azalma olur.
İki yaşından itibaren çocuklar konuşmaya başladığında iletişim
becerileri de oldukça artar. Artık isteklerini, ihtiyaçlarını,
sıkıntılarını ifade edebilmek için ağlamaktan veya işaret
etmekten başka bir yolları da vardır. Bu sayede bizler için
de yaşadıkları depresif ruh halini tanımak kolaylaşır. Ancak
14
| Therapia Sayı 5
yine de dile henüz yeteri kadar hakim olmadıklarından bir
yetişkin gibi ‘Ben çok mutsuzum.’ demelerini bekleyemeyiz.
Bu noktada çevredeki yetişkinlerin olası işaretleri görebilmesi
çok önemlidir. En belirleyici gösterge davranışlar ve fiziksel
sıkıntılardır. Oyun, gezinti veya arkadaşlarla bir arada
olmak gibi her zaman keyif aldığı aktiviteleri artık yapmak
istemiyorsa, bir anda içine kapandıysa ve her zamankinden
az hareketli ve konuşkansa depresyon ihtimali düşünülebilir.
Çünkü yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da depresyonun
yarattığı en yoğun duygular üzüntü, çaresizlik, umutsuzluk
ve hüzündür. Ve bu duygular da hayata karşı bir ilgisizliği,
harekete geçmek konusunda bir yavaşlığı beraberinde
getirir. Duygularını henüz yeteri kadar net tanımlayıp ifade
edemeyen küçük çocuklar genelde fiziksel olarak kendilerini
anlatmaya çalışır. Yeme düzenleri değişir, uykuya dalmakta
zorluklar başlar veya uyudukça uyurlar. Hatta bazen tuvalet
eğitimini tamamlamış çocuklar bu konuda dahi geri dönüşler
yaşayabilir. Karın ağrısı, mide bulantısı, baş ağrısı şikayetleri
bir anda artış gösterir. Tahammül etme sınırlarının düştüğünü
gözlersiniz; veya en ufak bir terslikte ağlama ve öfke krizlerine
girdiklerini. Okul çağındaki çocuklarda tüm bunlara ek olarak
okula gitmek istememe, kendini başarısız görme ve kendine
güvende bir azalma ortaya çıkabilir.
Şimdi bu yazdıklarımı okuyan anne babaların ne
düşündüğünü duyar gibi oluyorum:
‘E bizim çocuğumuzda bunların hepsi oluyor.’
Çocuklarda depresyonu doğru bir şekilde tanılayabilmek
bu yüzden zor zaten. Çünkü depresif semptomlar sayılan
bu durumlar aslında pek çok gelişimsel dönemin başlıca
özellikleri. İki üç yaşlarında yaşanan meşhur öfke nöbetleri
gibi. Elbette her çocuk dönem dönem bu belirtilere benzer
şeyler yaşar. Her üzgün çocuk depresyonda değildir, veya
iştahı kesilen her çocuk. Eğer işaretlerin pek çoğu bir
aradaysa, üç haftadan daha uzun zamandır aralıksız devam
etmekteyse ve son dönemde çocuğun hayatında başetmekte
zorlandığı olaylar gerçekleştiyse dikkatli olmakta ve bir
uzmana danışmakta fayda var. Taşınma, yeni bir kardeşin
dünyaya gelmesi, kavganın yoğun olduğu aile ortamı,
boşanma, hastalık veya ölüm çocuklar için özellikle zorlayıcı
deneyimlerdir. Ama tabii ki kötü bir deneyim yaşayan her
çocuk da depresyona girmez. Bazen çok etkileneceklerini
düşündüğümüz bir olaydan yarasız çıkarken, çok basit bir
olumsuzluk karşısında depresyona girebilirler. Hayatlarında
neler olduğunu ve hangi olaydan ne kadar etkilendiklerini
anlamak için oyunlarından yardım alabiliriz.
Sekiz dokuz yaşlarına kadar çocukları anlamanın en iyi yolu
oyunlarını gözlemlemektir. Bu yaş grubu oyunu iletişim dili
olarak kullandığından yaşadığı duygusal sıkıntıları oyunlarına
yansıtır. Kardeşini kıskanan çocukların oyunlarında bir
oyuncağın, oyundaki kardeşini dövdüğünü sıkça görürüz
mesela. Ailevi sorunları olan çocuklar genelde oyuncak
bebekleri anne baba rolüne sokup konuşturur. Bir yakınını
kaybeden çocuk ölüm temalı oyunları seçer, cenaze töreni
veya araba kazası gibi. Akademik başarısı düşük bir çocuğun
oyununda öğretmen öğrenci rolleri baskındır. Oyunlarının
konuları bize o anda kafalarının neyle meşgul olduğunu ve
neye çözüm aradıklarını açıkça gösterir.
Oyunlarına ve günlük konuşmalarına dahi konu olan
travmatik olaylar sonucu çocukların bir süre yas tutması,
normalden daha üzgün ve ilgisiz olmaları ve diğer tüm
depresyon belirtilerini göstermeleri normal kabul edilmelidir.
Yetişkinler bile çoğu zaman değişime kolay adapte olamazken,
bizler kadar deneyimli ve sorun çözme becerileri gelişmiş
olmayan çocukların depresif davranmasında garip bir durum
yok. Her türlü bilgiye çok rahat ulaşabildiğimiz bu devirde
çocuklarda yaşanan her türlü sıkıntı bir hastalık, bozukluk
gibi algılanabiliyor. Dört yaşında koltukların tepesinde gezdiği
için ailesi tarafından hiperaktif diye tanımlanan çocuklar
tanıyorum. Oysa o yaşta onun işi bol bol hareket edip dünyayı
keşfetmek.
Çocukluk dönemi kendini ve dünyayı anlamayı, gerekli
başetme becerilerini geliştirmeyi içeren bir deneme yanılma
süreci. Bu süreçte çocukların zaman zaman mutsuz, çekingen,
isteksiz, yorgun hissetmeleri onların depresyonda olduğu
anlamına gelmiyor. Depresyon, belirtilerin uzun süre devam
ettiği ve gerekli yaşamsal işlevlerin yerine getirilemediği
bir durum. Eğer çocuğunuz yemek, uyumak gibi fiziksel
ihtiyaçlarını gidermekte sıkıntı yaşıyorsa, sosyalleşme, oynama,
keşfetme, sorun çözme gibi becerileri isteksizlik yüzünden
geliştiremiyorsa, okula gitmekten kaçınıyor, yaptığı hiçbir
şeyden keyif almıyorsa işlevselliğinde bir sorun olduğu açıktır.
Tüm bunların depresyona işaret edip etmediğini anlamak
için de bir uzmandan yardım almak en doğrusudur. Dönem
dönem depresif semptomlar gösteren her çocuğa kendimizce
depresyon tanısı koymak yaşadıkları gelişim sürecine çok
büyük haksızlık olur.
Kaynaklar
Bowlby, J. (1980). Attachment and Loss: Vol.3. Loss, sadness and
depression. New York: Basic Books
Goodman, S.H., Gotlib, I.H. (1999). Risk for Psychopathology
in Children of Depressed Mothers: A Developmental Model For
Understanding Mechanisms of Transmission. Psychology Review
106(3): 458-90.
Kauffman, J. M. (2005). Characteristics of Emotional and
Behavioral Disorders of Children and Youth. New Jersey: Pearson
Prentice Hall.
Therapia Sayı 5 | 15
Depresyon ve
zihin
Ne büyük belleğin gücü, ne korkutucu, Tanrım, derin ve engin katmanlar; ve bu,
zihin ve bu, benim.
Augustinus, Aziz Augustinus’un İtirafları
Şencan Taşkale
Depresyonda dikkat, konsantrasyon ve bellek süreçleri
oldukça olumsuz etkilenir, bilgi işleme süreçleri yavaşlar.
Depresyonun bu etkisi, özellikle çalışması, üretmesi,
yetişmesi gereken bireyi epey zorlar. Çoğu zaman unutkanlık
ve dalgınlık, depresif duyguları maskeleyen ve kişinin
farkında olduğu, şikâyet ettiği tek belirti olabiliyor.
Unutkanlık ve dikkat sorunlarının duyguların bastırılması,
bilinçdışı yansımalar, yorgunluk, demans, diğer fizyolojik
sorunlar, vb. çok çeşitli açıklamaları olabilir. Depresif
duygudurum bunlardan önemli bir tanesidir.
Depresif bireyler, günlük aktivitelerde işlerini yapmalarını
engelleyecek derecede unutkan ya da dalgın olduklarından
16
| Therapia Sayı 5
yakınırlar. Zihinsel işlevleri inceleyen nöropsikometrik
testlerde ise, bellek deposuna kalıcı kayıt ile ilgili sorun
olmadığı görülür. Ancak kısa süreli hafıza ve anlık dikkat
süreçleri ile ilgili güçlük belirgindir. Yani depresyon hali
zihnin çalışma biçimini temelde hafıza kapasitesi üzerinden
etkilemez ancak çalışma performansını düşürerek etkiler.
Bazen de psikoterapilerde olumsuz olguları titizlikle tekrar
tekrar ortaya koyan depresif kişiler, bu yakın ya da uzak
anılara dair sorulara pek de net ve ayrıntılı yanıt veremezler.
Yani depresyonda zihnin malzemesi ayrıntılardan yoksun
olumsuz öğelerdir. Depresyon hem zihnin yöneldiği içeriği
hem de performansını etkileyen bir durumdur.
Therapia Sayı 5 | 17
Depresyon zihnin performansını nasıl etkiler?
Depresyon hemen her şeye karşı bir ilgisizlik ve hissizlik hali
yaratır. Bu durum dikkat, konsantrasyon, hatırlama gibi
bilişsel işlevlere de elbette etki eder. Bunun bir sebebi dikkatin,
depresif içeriğe normalden fazla mesai harcamasıdır.
Depresif birey unutkanlığını anlatırken, adeta bir “uçuşan
zihin” den (vogue memory) bahseder. Gün içerisinde
anlatılanları, az önce yapmayı planladığı işi, kime, neyi
anlattığını, eşyaları nereye koyduğunu, iki dakika önce ne
düşündüğünü unutabilir. Depresif duygulanımda dikkat
süreçleri, bir sis perdesinin ardında gibi çalışır. Günlük
yaşama dalgınlık ve konsantrasyon eksikliği olarak yansıyan
bu uçuşmanın, depresif duyguyu maskeleyen bir koruma
yöntemi olduğunu söyleyebiliriz. Depresyonda zihin olumsuz
18
| Therapia Sayı 5
bir içerikle başa çıkmaya çalışır. Bu durumda duygusal
açıdan zorlanan benlik, dikkat ve düşünce süreçlerini adeta”
flu”laştırır. Benlik-bellek sistemi organize biçimde dikkat ve
belleği silikleştirirek, benliği korur.
Ne var ki bu silikleşme, bir yandan “aşırı genelleyici” bir
düşünce süreci başlatır. Aşırı genelleyici düşünme biçimi,
depresif bir kısır döngü için zemin hazırlar. Bu durum acıdan
kaçınırken, bir yandan depresyona daha yatkın hale gelmek
olarak tanımlanabilir.
Depresif düşünce içeriğinde sık rastlanan bir düşünce hatası
olan “aşırı genelleme” yalnızca içeriğe değil, hafızaya kayıt
ve hatırlama biçimine de etki eder. Örneğin, “reddedilme”
durumu ile ilgili yakın zamandan spesifik bir yaşantı örneği
istendiğinde; depresif olmayan kişi, “geçen hafta toplantıda
Therapia Sayı 5 | 19
bir fikrim reddedildi” örneğini verebilirken; depresif kişi “iş
toplantılarında ne zaman fikrimi sunsam dinlenmiyorum”
örneğini verebilir. İkinci cevapta, belli belirsiz birkaç anı aşırı
genelleme yolu ile birbirine yapıştırarak hatırlanmaktadır.
Aşırı genelleyici dikkat, ayrıntılı kodlamayı engeller. Ayrıntılı
kodlama ve hatırlamada beynin sol frontal lobunun önemli rol
oynadığı biliniyor. Birçok çalışma, depresyonda sol frontal lob
aktivitesinin azaldığını gösteriyor(3).
Bu durumda anılar, olumsuzluk ortak paydasında kategorize
ederek saklanır. Depresyonun zihinsel süreçlerle ilişkisinden
bahsederken, bu bilgilerin kaydedildiği uzun süreli depoya
değinmekte fayda var.
Otobiyografik bellek: Bana dair ne varsa...
Otobiyografik bellek, yaşamın ilk yıllarından itibaren
kendimiz ile ilintili her tür anı ve bilgiyi sakladığımız, kendilik
duygumuzun oluşumunu sağlayan ve varoluşumuza anlam
katan bellek depomuzdur (1). Otobiyografik anılar, her bir
anıya ilişkin duygu harcı ile üst üste dizilen tuğlalar gibidir.
Depresyona meyilli kişilerde negatif yüklü otobiyografik
anıların, ayrıntılarından arınarak, adeta birbirine kaynaşmış
şekilde kategorize edilerek saklandığını söyleyebiliriz. Uzun
yıllar boyu biriken anılardan çıkan sonuç kendilik algısında
olumsuz öğeler, düşünce içeriği ve duygu durumda depresif
referanslardır.
Otobiyografik kayıtlar “kendilik algısı”nın temel materyalidir.
Kendine dair net bilgiler öz değerlilik inşasında rol alır(2).
Örneğin; depresyona yatkın kişilerin değersizlik duyguları
yoğundur. Paralel biçimde kendilik algıları belirsizdir ve
çocukluklarına dair net hatıraları olmadığından yakınırlar.
Duygu ve yanlı dikkat
Dikkat, kaydolmuş bilgileri hafızdan geri çıkarma; yeni
bilgileri algılarken süzgeçten geçirme ve düzenleme gibi
işlevlere sahiptir. Dikkat, duyguduruma duyarlı bir süreçtir.
Bu sebeple kayıt ve hatırlama işlevinde dikkat, duygudurum
ile uyumlu, yani “tanıdık” materyale ayrıcalık tanır. Örneğin
olumlu, olumsuz ve nötr kelimelerin verildiği bir testte
depresif birey olumsuz kelimeleri, olumlu ve nötr kelimelere
göre çok daha iyi kaydeder ve daha sonra sorulduğunda daha
20
| Therapia Sayı 5
iyi hatırlar.
Depresyon keskin bir duygudurumdur ve dikkati kendi
emrinde kullanmaya başlar. Bu olumsuz düşünce stili ve
anıların genelleyici ve ruminatif (geviş getirir biçimde) zihne
gelmesi de depresif duygudurumu besler.
Bu durum depresif kısır döngüyü başlatır. Depresyonun en
önemli semptomlarından biri olan çaresizlik ve umutsuzluk
hissinin ise burada sahneye çıkması kaçınılmaz. Birbirini
besleyen bu sıkı organizasyon karşısında, birey elbette pek de
umutlu hissedemez.
Depresyonda Bilişsel Kısır Döngü
Klinik depresyon tanısı alsın almasın, herkesin dalgınlık
ve unutkanlık şikâyetleri olur. Aşırı genelleyici kayıt/
hatırlama ve silikleşmiş dikkat herkes için bir paradoksal bir
savunma sistemidir. Ancak, bilişsel süreçlerde baskın olması
durumunda; depresyon için ciddi bir yatkınlaştırıcı olduğu
düşünülebilir.
Depresyonla başa çıkmada, işlevsel olmayan düşünce
içeriğinin düzeltilmesi büyük önem taşır. Bu bilgilerin
ışığında; dikkat süreçlerinde silikleşme ve aşırı genelleme
eğilimini değiştirmenin, kaynaşarak iç içe geçmiş negatif yüklü
hatıraların ayrışmasının da, depresif döngünün kırılmasında
bir o kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz.
1. Mark, J., Williams, G., Barnhofer, T., Crane, C.
(2007). Autobiographical Memory Specificity and
Emotional Disorder. Psychological Bulletin Vol. 133
No.1
2. Sedikedes, C., & Strube, M. J. (1997). Self-evaluation: To thine own self be good, to thine own self be
sure, to thine own self be true, and to thine own self be
better. Advances in Experimental Social Psychology, 29
3. Schacter, D. L., 1996 Belleğin İzinde, Beyin, Zihin
ve Geçmiş. sf:313-316. YKY
Therapia Sayı 5 | 21
Metal yorgunluğu*
Bardağı taşıran son damla...
Canan Eda
"Toplumsal açıdan önemli bir sorun olan intihar olgusu
diğer bütün toplumsal olgulara göre farklı bir özelliğe
sahiptir. Bütün toplumsal olguların temelinde insan yaşamını
devam ettirebilme çabası vardır. Bir kişi, yaşamını devam
ettirebilmek için basit bir hırsızlıktan tutun da diğer bir kişiyi
öldürmeye kadar varan birçok eylemi yapabilmekte; kendisi
için olumsuz olan şartları değiştirebilmek için elinden gelen
tüm çabayı gösterebilmektedir. Fakat intihar eden bir kişi,
tüm bu mücadele yollarını bırakarak, kendi yaşamına karşı bir
eyleme girişmiştir. İşte intihar olgusunu diğer tüm olgulardan
farklı kılan yön de budur: Kendi yaşamını devam ettirmeye
çabalamamak...” *
Bu yazıyı kaleme almaya karar verdiğimde ekrandaki beyaz
sayfaya ne yazacağıma, nereden başlayacağıma dair en ufak
bir fikrim yoktu. Bu yüzden olsa gerek, bir tanımla başlamak
istedim. Derginin diğer sayfalarında değerli bilim insanlarının
rasyonel açıdan ele aldığı bu olgu, kişisel tarihimin önemli
bir dönemecini oluşturmakta. Bu yüzden yazacaklarım ancak
olaya 'masanın diğer tarafından bakan'ın deneyimleridir.
Üniversiteyi kazandığım yıl, İstanbul'a dair en ufak bir
fikrim yokken o cangılın içerisine yüzme bilmeden suya atılır
gibi daldım. Başarılı bir öğrenci, aklı başında bir kızdım.
En azından etrafımdaki yüksek çoğunluğun ortak kanaati
buydu. Üniversite öncesi, liseye başladığım yıl ebeveynlerim
sancılı bir boşanma süreci geçirmişlerdi. Temelde kadın-erkek
22
| Therapia Sayı 5
ilişkisindeki problemli süreçten payımıza düşen, zaten yoğun
bir iş adamı olan babamla artık aynı çatı altında uyumuyor
olmaktı. Kişiliğine, karakterine, duruşuna hayran olduğum
rol modelim annem gibi, ben de ayaklarımın üzerinde dik
durmak zorundaydım. Bunun gerekliliğine öyle inandırmıştım
ki kendimi, Türk toplumunda yaşanan değişim süreciyle
90’lı yıllarda hız kazanmaya başlayan boşanma oranlarına
rağmen, yaşadığım şehirde alışkın olunmayan bu durumla
ilgili çevreme, arkadaşlarıma, hele de yaşıtlarıma "Yıkılmadım,
ayaktayım!" imajını vermeye çabalıyordum. Medet umduğum
düşünce: "Eğer yeterince uzun süre güçlü görünmeye çabalar
ve buna diğer herkesi inandırmayı başarırsan, gerçekten güçlü
olursun"du. Derken üniversite sınavı geldi çattı. İdealim
net, hedeflerim belirlenmişti. Dilediğim bölümü İstanbul'da
okuyacaktım. Nitekim annemin bütün ikna çabalarına
rağmen sınav sonuç belgem benim İstanbul biletim olmuştu.
İstanbul maceram oldukça keyifli başladı. O yılı şimdiye dek
yaşadığım en yoğun ve en güzel yıl olarak nitelendirebilirim.
Ailemden uzakta, kendi ayaklarımın üzerinde, gerçekten
büyüdüğümü hissettiğim ilk yıl. Bütün bu olumlu gelişmelere
rağmen ruh halim "yeterince güçlü görünmek"le, olduğum
gibi görünmek arasındaki amansız çekişmede hırpalanıyordu.
Ve ben bunu fark etmiyordum. Koca bir çınarı deviren
kurtçuklar gibi o an gözüme önemsiz görünen, geçip gittiğim
her ayrıntı sonrasında karşıma önü alınamayacak şekilde çıktı.
Nedeni, nasılı, ne zamanı önemli değil. Üniversitedeki ilk
yılın ardından yaz tatili için ailemin yanına döndüğümde,
babamla yaşadığımız ve esasında mevzu bahis edilmeyecek bir
tartışmadan sonra canıma kıymaya karar verdim. Karar verdim
demek ne derece doğru olur bilmiyorum, çünkü bu önceden
düşünülmüş, hesaplı bir olaydan ziyade bir öfke patlaması
sonrasında oluşan hınç duygusuyla nevrin dönmesiydi. Eylemi
gerçekleştirirken aklımdan geçenleri net anımsıyorum:
"Eğer hayatım bu şekilde devam edecekse ve ben buna
müdahale edemeyeceksem, otokontrolüm zayıflayacak ve hatta
yitecekse...
Ben oynamıyorum!"
Sonrasında uzun ve cidden sancılı bir hastane süreci, hayata
yeniden dönüş, zihnimin bana oynadığı oyun: Dissosiyatif
seçici amnezi ve yaklaşık 1,5 yıl süren sosyal hayata
adaptasyon, yaşadığım hafıza kaybının flash-backlerle aniden
ortadan yok olması, yaptıklarımın yaşadıklarımın farkına
varmam, bu eylemi gerçekleştirmiş olmaktan doğan derin bir
suçluluk, utanç ve sonrasında uzun yıllar devam eden kendini
affedememe hali.
Şu an, üzerinden geçen onca yıldan sonra dönüp baktığımda
daha iyi anlıyorum ki bu bir nevi "metal yorgunluğu" idi:
Oluşan strese direnebilme yetisinin zayıflaması, devam etme
olgusuna karşı geliştirilen direnç ve biraz da burnunun dikine
gitmeyi pek seven genç kızımızın "seçim yapma" iradesi(!)ni
kullanma ısrarı.
Sonrasında geçirdiğim tedavi sürecinin yanı sıra kişisel
arayışlarım, psikodrama, NLP, davranış bilimleri eğitimleri,
yitip giden belleğime nispet hafıza teknikleri eğitimleri vs
aslında bana şunu öğretti: Varlığımın taş dizilimleri yanlış ve
ben yıktığım bu kuleyi, sağlam yapı malzemesi ve doğru taş
dizilimleriyle yeniden inşa etmeliyim.
Dipnot: Manidar bir tesadüf eseri yazıyı bitirirken
bilgisayarımda çalmaya başlayan şarkı: "Should I give up? Or
should I just keep chasing pavements?" - Chasing Pavements/
Adele
* metal yorgunluğu: "Metal yorgunluğu, makinelerde,
taşıtlarda ya da yapılardaki metal parçaların yinelenen
gerilimlerin ya da yüklerin altında giderek dayanımını
yitirmesi ve aslında dayanabileceğinden çok daha zayıf son
bir gerilimin etkisiyle çatlayabilecek ya da kırılacak duruma
gelmesidir." / Ana Brittanicca
Therapia Sayı 5 | 23
Depresyon oluşumuyla ilgili
kognitif modeller
Depresyonun kökenlerine dair bilişsel modeller nelerdir? Depresif
birey hangi bilişsel hatalara sık sık düşer?
imbat taşkın
Depresyon multifaktöriyel etiyolojisi, yaşamboyu %2’lik
prevalansı, ciddi işlev kayıplarına yol açması, bireyin kendisi,
ailesi ve toplum için sorun oluşturması, ayrıca intihara
yol açabilmesi nedeniyle 21.yüzyılın en önemli sağlık
sorunlarından biridir. Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında
Amerika Birleşik Devletleri’nde kardiovasküler hastalıklardan
sonra depresyonun ikinci en sık rastlanan hastalık olacağını
öngörmüştür.
Yeterince tanınmaması, toplum sağlığı açısından koruyucu
sağlık hizmetlerinin eksikliği, tedavisini de güçleştirmektedir.
Burada depresyonu tanımak, etiyolojiyi açıklamak için
yararlanılan bilişsel ve davranışçı modellerden bahsedilecektir.
Davranışa odaklanan açıklama modelleri, depresyonun ortaya
çıkması ve devam etmesinde güçlendiricilerin azalmasına
ve etkinliklerin kaybolmasına büyük önem atfederken;
bilişsel bozukluğu esas alan açıklama modelleri, yaşantıların,
koşulların ve olayların kendisinden çok bireyin bunları
algılayış, yorumlayış ve düşünsel olarak işleyişinin depresyon
oluşmasına neden olduğunu vurgular. Günümüzde bilişsel ve
davranışçı modellerin birbirini tamamladığı düşünülmektedir.
Güçlendirme teorisine dayanan açıklama modelleri
Lewinsohn, güçlendirme etkisine sahip davranışsal repertuar
azlığının, depresyonun ortaya çıkmasına ve sürmesine
neden olduğunu ileri sürmüştür. Güçlendirici davranışlarda,
depresyonun ortaya çıkışıyla azalma meydana gelmektedir.
24
| Therapia Sayı 5
Pozitif güçlendiriciler; yaş, cinsiyet, bireyin yaşam deneyimleri
gibi bireysel değişkenlerden etkilenebildiği gibi potansiyel
güçlendirici yaşantı ve aktivitelerin kapsamından da
etkilenir. Bireyin davranış repertuarı ve güçlendirmeye yatkın
davranışlar gösterebilme becerisi, belirli bir zaman diliminde
belirli koşullarda hazır bulunan, ulaşılabilen güçlendiricilerin
kapsamı, yine pozitif güçlendirici miktarını etkiler.
Birey genellikle yakın sosyal çevresinde stresli veya kritik bir
yaşam olayını deneyimlediğinde, spontan bir afektif reaksiyon
gelişerek, olumsuz anıları ortaya çıkaran bellek sürecini
aktive eder. Kendine yönelik dikkatin artışı, başa çıkma
mekanizmalarının devreye girmesi ile birey kendisine ve içinde
bulunduğu duruma eleştirel bir tutum geliştirir. Böylelikle
eylemleri kısıtlanır, bireyin davranışları adeta bloke olur.
Aversif koşullarla artan kendine yönelik eleştirel dikkat hoşa
gitmeyen yaşam koşullarını arttırarak pozitif deneyimlerin
azalmasıyla sonuçlanır. Bu etkenlerle afektif reaksiyonlar,
disforik duyguduruma dönüşür. Depresif duygudurum,
süregiden eleştirel durumlar, giderek artan aversif ve azalan
pozitif deneyimler nedeniyle depresyonun bilişsel, emosyonel,
somatik, interaktif, motorik davranışsal belirtilerinin ortaya
çıkmasına neden olur.
Depresif davranış biçimi ise, bireyin yakın sosyal çevresinden
gördüğü ilgi, destek gibi güçlendiriciler aracılığıyla belli bir
süre boyunca devam edecektir. Depresif bireyler, olumsuz
yaşam olayları üzerinde düşünme, dertlenme veya hiçbir şey
yapmadan oturup kalmak gibi pasif ve güçlendiricilik değeri
olmayan aktivitelerle zaman geçirirler. Kendi aktivitelerini ‘az’
olarak değerlendirmeye meyillidirler ve duygularının arasındaki
farkları yeterince ayırt edemezler. Bireyin duygudurumuyla,
aktivite oranı arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Pozitif
güçlendirici aktivitelerin desteklenmesi, bunlarla ilgili sosyal
becerilerin öğrenilmesi, depresyon tedavisinin önemli bir
parçasıdır. Uygun bir aktivite düzeyi, pozitif güçlendirmeyi
arttıracaktır.
Sosyal becerilerin kazanılması, depresyon tedavisinde
oldukça önemli bir yere sahiptir. Depresif birey bir konuşma
sırasında, bu konuşmayı kendisi ve karşısındaki açısından
hoşa gidecek biçimde şekillendirme becerisinden yoksundur.
Tipik olarak yavaş, sessiz, göz kontağı kurmadan konuşur,
mümkünse konuşmaya katılmamaya çalışır. Karşı tarafı
anlamakta, ona anlayışlı davranmakta zorlanabilir. Olumsuz
duygularını karşılarındakine ifade etmekte güçlük çeker,
bu nedenle onlarda asık suratlı ve düşmanca biri izlenimi
bırakabilir. Çoğu depresif birey, uygun olmayan ilişki
biçimlerini sürdürmektedir. Gündelik yaşamlarıyla ilgili
sürekli yakınmakta, durmadan yardım talep etmekte,
karşılarındakiyle empati yapamamakta, diğerlerinden gelen
tepkileri yeterince algılayamadığından uygun reaksiyonlarda
bulunmamakta, pozitif güçlendiricileri algılayamayıp karşı
tarafa iletememektedirler. Oysa karşılarındakinde nasıl bir etki
bıraktıklarını anlamaları gerekmektedir. Kısa süreli bir acıma
ve yardım etme istediğinin ardından çoğunlukla diğerleri
için bir ‘yük’ gibi algılanacak olan depresif birey, pozitif
güçlendiricilerin ve arkadaş çevresinin giderek azaldığı bir
yaşam ile başbaşa kalacaktır.
Lewinsohn’un güçlendirici modelini temel alan davranışçı
terapilerin hedefi, depresif bireyin pozitif güçlendiricilerinin
arttırılmasını sağlarken yeni güçlendirici kaynakların
bulunmasına da destek olmaktır. Terapötik müdahaleler
özellikle sosyal olarak uygun davranış biçimlerinin
desteklenmesi, güçlendirici yaşantı ve aktivitelerin arttırılması
ve hastaya gereken sosyal becerilerin öğretilmesine odaklanır.
Coyne ve Linden, Lewinsohn’un güçlendirici modelini
Therapia Sayı 5 | 25
depresif bireylerin eş ilişkilerine uyarlamışlar, depresif
bireyin ilişki içerisindeki davranışını, salt pasif bir davranış
olarak değerlendirmemek gerektiğini belirtmişlerdir.
Depresif davranış, başlangıçta kısa bir süre için ilgi ve destek
gösterilmesini sağlayan bir pozitif güçlendirici olsa da, sonra
depresif bireyin sosyal beceri eksikliği veya iletişim biçiminin
bozukluğunun yol açtığı hatalı sorun çözme stratejileri
nedeniyle, depresyonun kötüleşmesine yol açacaktır.
Hincliffe ve Hautzinger; depresif bireyin yakın olduğu
sosyal partneriyle ilişkisini tanımlamışlardır. Depresif
bireyler, kendilerini sürekli olumsuz değerlendirmekte,
duygudurumları üzerine olumsuz bildirimlerde bulunmakta,
kötümser olmakta ancak sosyal partner ve onunla ilişkilerini
olumlu olarak değerlendirmektedirler. Yakın oldukları sosyal
partnerleri ise, ilişkilerinde olumlu, inisiyatif alan, aktif ve
yardım sunan bir rol almakta ancak depresif partnerleri ve
ilişkileri ile ilgili olumsuz yorumlar yapmaktadırlar.
Depresif bireylerin çoğunun davranışları, ilişki içinde
oldukları partnerlerinden, yardım, teselli, ilgi ve acıma
duyguları uyandırmaya yöneliktir. Ancak hiç kimse bunları
sürekli göstermeye hazır değildir. Bu nedenle depresif birey,
davranışlarını, istediğini alana dek yoğunlaştırır. Böylelikle
kendisi ilişki içinde partnerine bağımlı hale gelirken,
partnerinde agresif ve düşmanca duyguların gelişmesine
yol açar. Metakomünikasyon, yoğunlaşan depresyonla
tamamen ortadan kalkacaktır. Hincliffe ve Hautzinger’e göre,
depresif bireyin sosyal becerilerinin yanı sıra; dinleyebilmek,
olumlu/olumsuz duygularını ifade edebilmek, tartışabilmek,
çözüm bulabilmek gibi insanlar arası ilişki becerilerinin de
geliştirilmesi gerekmektedir.
Bilişsel teorilere dayanan açıklama modeli
1970’lerin ortalarına kadar depresyonda görülen bilişsel ve
davranışsal defisitler, duygudurum bozukluğunun sonuçları
olarak değerlendirilmiştir. Beck’in endojen olmayan unipolar
depresyonu açıklamakta kullandığı modele göre, çocukluk
çağında edinilmiş deneyimler, öğrenme yoluyla bazı temel
düşünce, varsayım ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden
olur. Şema olarak adlandırılan bu temel varsayım ve inançlar,
bireyin kendilerini, yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını ve
davranışlarını değerlendirmekte kullanılır.
Sağlıklı birey, kendi deneyimlerinden anlam çıkarabilir,
26
| Therapia Sayı 5
bunlardan yararlanarak öngörüde bulunabilir. Ancak şemalar
katı, değişime dirençli, deneyimlerle orantısız özellikler
gösteriyorsa, bireyin yaşamına katkıda bulunmayacak, aksine
onu uyum, üreticilik ve işlevsellikten uzak bırakacaktır. Beck’e
göre depresif birey ‘değersizlik’, ‘yetersizlik’, ‘başarısızlık’
gibi kendilik değerinin; ‘sevilmeme’ gibi toplumsal kabulün
göstergesi olan şemalara sahiptir. Dolayısıyla, kendilik değeri
ve toplumsal kabul ile ilgili herhangi bir durum veya yaşantı
bunlarla ilgili düşünce ve inançları içeren şemalarla bağlantılı
olarak yorumlanır. ‘Başarısızlık değersizliktir’ veya ‘kişi
mutlu olabilmek için herkesi memnun etmelidir’ biçiminde
düşünüldüğünde işlevsel olmayan şemalar ortaya çıkmaktadır.
Depresyon, kişinin bilinçli olarak farkında olmadığı bu
şemaların içeriğindeki varsayımları destekleyen yaşam
olaylarının ardından gelişir. İşlevsellik ve uyum amaçlı
olmayan çeşitli varsayımlardan oluşan şemaların harekete
geçmesi, olumsuz otomatik düşünceleri ortaya çıkarır.
Olumsuz otomatik düşünceler; üzüntü, umutsuzluk, öfke,
suçluluk, kaygı gibi rahatsızlık veren duygulara yol açan,
herhangi bir amaçlı düşünce zincirinin bir ürünü olmayıp
kendiliğinden beklenmedik bir anda ortaya çıkan depresyon
belirtilerinden sorumlu düşüncelerdir. Beck’e göre bireyin
akla uygun gelen irrasyonel olumsuz düşüncelerle uğraşması,
azalmış özsaygı, özeleştiri, intihar düşünceleri gibi kaçma ve
kaçınma ifadeleri arasında deneyimlediği bilişsel bozukluklar,
depresyonun bütün afektif, motivasyonel ve psişik
belirtilerinden sorumludur.
Çocukluk çağında oluşmuş şemaların önemli bir değişime
uğramadan kalıcılık göstermesi; bunları destekleyen, besleyen
kalıcılığını ve sürekliliğini sağlayan otomatik düşünceler
aracılığıyla olur. Olumsuz otomatik düşünceler, ortaya çıktığı
anda depresif birey tarafından yaşanan olayla uyumlu olarak
değerlendirildiğinden, mantık dışı kabul edilmez.
Otomatik düşünceler, kişinin içinde bulunduğu durumla
ilgili bilgi ve verilerin işlenmesi sırasında oluşan gerçekliği
sınanmamış verilerden oluşan bilişsel hatalar sonucu ortaya
çıkarlar.
Depresif bireyde sık rastlanan bilişsel hatalar:
-Keyfi çıkarsama (Arbitrary inference): Yeterince kanıt
olmadan kişinin yaşadığı olaylardan olumsuz sonuçlar
çıkarmasıdır.
-Seçici odaklanma (Selective abstraction): Kişinin içinde
bulunduğu durum veya deneyimlerin yalnızca olumsuz ve
kötü yanlarına odaklanmasıdır. Tüm ilgi olumsuzluklar ve
onların ayrıntılarındadır.
-Kişiselleştirme (Individualization): Kişi kendisi ile çok az
ilgisi olan veya hiç bağlantısı olmayan olayları kendisi ile
ilgili olarak değerlendirir ve olayların olumsuz sonuçlarından
kendisini sorumlu tutar.
-Aşırı genelleme (Overgeneralization): Tek bir olaydan genel
sonuçlar çıkartma eğilimidir.
- Hep ya da hiç biçiminde düşünme (Dichotomous thinking):
Her türlü deneyim ve yaşantı iki aşırı uç bağlamında
değerlendirilir. Mükemmel olmayan her türlü performans
değersizleştirilir.
- Küçümseme ya da büyütme ( Minimization or
magnification): Başarılanlar küçümsenir ve değersizleştirilir,
hata veya hatalı olarak değerlendirilen davranışlar, büyütülür
veya abartılır.
- Akıl okuma (Mind reading): Kişinin kendi olumsuz
düşüncelerini başkalarına atfetmesi, örneğin ‘benim aptal
olduğumu düşünüyor’ şeklinde ifade etmesidir.
- Falcılık (Fortune telling): Kişinin geleceği ile ilgili olumsuz
beklentilere sahip olması , örneğin ‘asla iyileşemeyeceğim’.
- Felaketleştirme (Catastrophization): Olayı olabilecek en kötü
biçimde yorumlama, örneğin ‘öleceğim’.
- Adalet yanılgısı (Fallacy of fairness)
-Duygulardan yola çıkarak bilme (Emotional reasoning)
-Cennet ödülü yanılgısı (Heaven’s reward)
-Etiketleme (Stigmatization)
Kişinin farkında olmadığı, sessiz bir şekilde duran şemaları,
yaşanılan bir olayla birlikte aktive olduğunda algılamada,
anlam çıkarma yetilerinde, şemalarla uyumlu bir bozukluğa
neden olmakta ve bilginin çarpıtılmış bir şekilde hatalı
olarak işlenmesine sebep olmaktadır. Hatalı bilgi işleme;
Beck’in bilişsel üçlü (cognitive triad) olarak tanımladığı,
kişinin kendisine, çevreye ve geleceğe olumsuz bakmasına
neden olmaktadır. Beck’e göre bu üçlü depresyonda aktive
olarak; kişinin kendisini başarısız ve değersiz hissetmesi,
dış dünyayı düşmanca ve engellerle dolu olarak algılaması,
geleceği ise umutsuz olarak değerlendirmesine yol açmaktadır.
Günümüzde, kognitif üçlünün ‘dış dünyaya olumsuz bakma’
kısmı değişikliğe uğramış, bireyin kişisel dünyasındaki
olumsuzlukları belirtmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.
Artık dış dünyaya olumsuz bakışın sebebinin, dış dünyanın
tehlikeli ve tehdit edici bir yer olmasından ziyade bireyin dış
dünyanın istek ve gereksinmelerine uyum sağlayamamasından
kaynaklandığı düşünülmektedir.
Beck’in bilişsel modelinde üzerinde durduğu bir diğer kavram
da biliş önceliği (primacy of cognition) kavramıdır. Buna
göre depresyon, bir duygudurum bozukluğundan çok, bilişsel
bir bozukluktur. Biliş duygulanıma öncülük eder. Olumsuz
düşünceler depresyonun sebebi değil önemli bir özelliğidir.
Bandura, bireysel yetkinlik (self efficacy) kavramıyla, kişinin
kendisi ile ilgili olumlu düşüncelerinin, çeşitli ortamlarda
olumlu sonuç alabileceğine olan inanç ve beklentileri
ile orantılı olarak artacacağını belirtmiştir. Buradan yola
çıkarak, Beck’in kognitif üçlü kavramıyla, Bandura’nın
bireysel yetkinlik kavramı birbirlerine benzer yönleri olduğu
düşünülebilir.
Jacobson, davranışsal düzeyde depresyonu değerlenirirken,
Beck’in modelini eleştirmiş ve depresif düşünceyi
değiştirmenin yolunun performansı değiştirmekten
geçtiğini, belirli davranışları arttırarak depresif ruh halinden
çıkılabileceğini öne sürmüştür.
Öğrenilmiş çaresizlik modeli
Seligman reaktif depresyonun temelindeki en önemli bilişsel
yapının öğrenilmiş çaresizlik olduğunu söylemiştir. Laboratuar
koşullarında deney farelerinin kafeslerine önce kontrol
edilemeyen şoklar verilmiş, daha sonra kontrol edebilecekleri
koşullarda şoklar verildiğinde yine kontrol edemedikleri
gözlemlenmiş. Bu kontrol kaybı; motivasyonel defisit (ileride
karşılaşılacak stres etkeni üzerinde kontrol sağlamanın
boşuna olacağı inancı/ deney faresinin şok verilmemesine
rağmen kafesi açmaya çabalamaması); çağrışım defisiti
(neden-sonuç ilişkilerini anlayamamaya bağlı ileride kontrol
edilebilecek durumları tanıyamama) ve emosyonel defisite
(şok durumunda duygusal tepkilerin azalması ve edilgenlik
durumunun artması/ deney faresinin şoku almaya alışarak
pasifize olması) yol açar. Birey eğer kişisel olarak önemli
yaşam ve çevre koşulları üzerindeki kontrolünü kaybettiğini
deneyimlerse; pasiflik, apati, vazgeçiş, iştah ve kilo kaybı,
istemli reaksiyonlarda yavaşlama, öğrenme güçlüğü, kontrol
kaybı duygusunun diğer durumlarla kendini göstermesi
sonucu endokrin bozukluklar, immunolojik defektler ve
Therapia Sayı 5 | 27
vejetatif yakınmalar geliştirebilir. İnsanlarda kontrol kaybı,
hayvanlardakine benzer şekilde, sorun çözme yeteneklerini
azaltmakta, edilgenliği arttırmakta ve çökkünlük belirtileri
oluşturmaktadır. Depresif birey çevresini ve hayatını kendi
davranış ve tutumlarıyla değiştirmesinin mümkün olmadığı
duygusunu geliştirmiştir. Aversif, kontrol edilemeyen
yaşantıların önemi ve miktarına bağlı olarak çaresiz ve buna
uygun tutumlar geliştirilir. Kontrol edememe duygusu ve
ön kabulüyle birey daha sonra öznel olarak önemli olan
herhangi bir yaşantı sonrası gelecekte çaresiz kalacağı
duygusuyla depresyon geliştirir. Burada belirleyici olan nesnel
olarak kontrolün mümkün olduğu bir durumda dahi öznel
olarak ortaya çıkan işlevsel olmayan bir biliş, yani çaresizlik
yaşanacağına yönelik beklentidir. Öğrenilmiş bu deneyim,
gelecekteki her türlü durumda ortaya çıkar. Başarısızlık
ve kontrolsüzlükle ilgili bu deneyim, kişiye bu çaresizliğin
nedenini sorgulatır. Depresif birey nedeni kendi beceri
eksikliğine atfederek, emosyonel, motivasyonel, vejetatif ve
bilişsel değişimlerin kalıcı hale gelmesine ve genelleşmesine
neden olur. Öğrenilmiş çaresizlik modelinde, durumun
kontrol edilebilir olup olmadığı değil; kontrol edilecek
olayın önemini belirleyen bilişsel işlem süreci ve kişinin
durumun kontrol edilememesi ile ilgili sorumluluğu kendisine
yüklemesi söz konusudur. Seligman’a göre yaşantının
travmatik olması değil, onun kontrol edilemez oluşu
depresyon oluşumunda önemlidir. Günümüzde, travmatik
yaşantının kontrol edilemez oluşu değil, bireyin onu böyle
algılaması ve yorumlamasının depresyona katkıda bulunduğu
düşünülmektedir. İnsanlara deney ortamlarında oluşturulan
stres koşulları çözümsüz problemlerin verilmesi veya kontrol
edilmeyen gürültüye maruz bırakma şeklinde olup hayvan
deneylerinde uygulanan suda boğulma, elektrik şoku verme
gibi stres koşullarından daha hafiftir, bu nedenle insanlara
hangi ölçülerde genellenebileceği kesinlik kazanmamıştır.
Günümüzde, insanların yalnızca kontrol edilemeyen stresle
değil, stresin neye atfedildiği ile ilgili olarak depresyona
girdikleri tahmin edilmektedir. Major depresif bireylerin
açıklama gerektiren durumlarda atfetme süreçlerinin çok basit
işlediği, bütün suçu ve sorumluluğu doğrudan üstlendikleri
görülür. Durumla ilgili bilişler bireyin eylem gücünü bloke
edecek şekildeyse, öğrenilmiş çaresizlik kısa sürede depresyonla
kendini gösterir.
Abramson, ‘öğrenilmiş umutsuzluk’ kavramını öne çıkararak;
stres yaratan durumlardan kendi yetersizliğini sorumlu tutan
(internal/içsel), stres nedeninin kalıcı ve değişmez olduğunu
düşünen (stable/stabil), olumsuz yaşantıları genelleme eğilimi
gösteren(global) bireylerin depresyona diğerlerine oranla
daha yatkın olduğunu belirtmiştir. Öznel olarak önemli bir
28
| Therapia Sayı 5
yaşantının kontrol edilemezliğiyle ilgili deneyimler sonucu
depresyon oluşurken; bu deneyimler içsel, stabil ve global
faktörlerce işlenerek gelecekle ilgili bir başarısızlık beklentisine
dönüşür, böylece depresif duygudurum daha kötüleşir.
‘Çaresizlik depresyonu’ ile anlatılmak istenen, depresyonun
semptom düzeyinde diğer olgulardan farklı olmayıp
oluşumunda sosyal destek eksikliği vb uygunsuz faktörler
bulunmaktadır. Çaresizlik modeli yerini umutsuzluk modeline
bırakmıştır. Umutsuzluk depresyonu (hopelessness depression)
ise, çaresizlik ve kontrol kaybı algıları değil, kontrol
çabalarının boşa olacağı inancı nedeniyle depresyonun ortaya
çıktığını vurgulayan bir kavramdır.
Depresyonun bilişsel modeline yönelik eleştiriler
Beck’in bilişsel modeli’nin bilişsel üçlü, hatalı bilgi işleme
(distorted information processing) ve işlevselliği bozuk şema
(dysfunctional schema) kavramları, teori ve uygulama bazında
çeşitli eleştirilere hedef olmuştur.
Bilişsel üçlü kavramını destekleyen yeterli ampirik kanıt
bulunmamaktadır. Hatalı bilgi işleme (distorted information
processing) kavramı; Haaga, Dyck ve Ernst gibi bazı yazarlar
tarafından, ‘hatalı’ (distorted) yerine ‘yanlı’ (biased) olarak
olarak değerlendirilmiştir. Yazarlara göre depresif bireylerin
yargılamalarında olumsuz yönde bir yanlılık olduğu
konusunda kesin kanıtlar bulunmaktadır. Beck bu eleştirilere,
depresif olmayan bireylerin düşünce biçimlerinde olumlu
bir yanlılık (positive bias), depresyona geçiş yapanların
düşünce biçimlerinin nötrleştiğini ve depresyondaki düşünce
biçiminde olumsuz yanlılık (negative bias) gelişeceği şeklinde
yorumlamıştır.
Beck depresif düşünce biçimini ‘hatalı’ (distorted) olarak
belirtirken, depresif olmayan düşünce biçimine herhangi bir
atıfta bulunmamıştır ancak bu kişilerin hatalı düşüncelerini
düzeltmek konusunda, depresif bireylerden daha başarılı
olduklarına inandığını belirtmiştir. Bazı yazarlar; depresif
olmayan bireylerin düşünce biçiminin, mantık üzerine
değil, düşüncenin kullanılabilirliği ve geçerliliği üzerine
kurulduğunu belirterek bu kavramı eleştirmektedirler.
İşlevselliği bozuk şemalar (dysfunctional schema) ile
ilgili bazı yazarlar, şemaların latent yapılar olup ancak
içerikleriyle ilgili yaşam olaylarına dair konularda harekete
geçeceğinden bunların ölçülüp değerlendirilemeyeceğini öne
sürmüşlerdir. Beck’e göre çeşitli ölçeklerle değerlendirilenler,
şemaların içeriğidir. Örneğin İşlevselliği Bozuk Tutumlar
Ölçeği DAS (Dysfunctional attitude scale) şemaların
temelini oluşturan işlevselliği bozuk düşünce ve inançları
ölçerken, şemaları yeterince değerlendirmemektedir. DAS
bazı yazarlar tarafından depresyon olmadan da yüksek
puanlar alınabildiğinden eleştirilmiş ancak bu bireylerde
ileride depresyon geliştiğinden, bilişsel yatkınlık hipotezi
desteklenmiştir.
Şemaları oluşturan düşünce ve inançların depresif tablo
ortaya çıkmadan önce mi sonra mı oluştuğu tartışmaya
açıktır. Çünkü depresif duygudurum olmadan ortaya çıkan
şemaya uyumlu bir bilgi işleme fonksiyonunun varlığı henüz
kanıtlanmamıştır.
Bazı araştırmacılar, bilişsel modelin çevresel ve sosyal faktörlere
yeterince değinmediğini ileri sürmüşlerdir. Depresif bireylerin
bazılarının yaşam olayları son derece olumsuzdur, bazıları
sosyal çevresinden yeterince desteği alamamaktadır. Beck bu
eleştirileri, otonom ve sosyotrop olarak adlandırdığı iki ayrı
kişilik tipini tanımlayıp teorisine entegre ederek yanıtlamıştır.
Otonom özellik gösteren bireyler, başkaları tarafından kontrol
edilmek istemeyen, bağımsızlığına ve başarısına büyük önem
veren kişiler olduklarından amaçları engellendiğinde ya da
başarısızlık söz konusu olduğunda depresyon tablosu içine
girebilirler. Sosyotrop kişilerse, sosyal bağların zayıflamasına,
ilişkilerin sonlanmasına, reddedilmeye aşırı duyarlı
bireyler olduklarından bu durumları deneyimlediklerinde
depresyona girebilirler. Bowlby de toplumsal bağların
zayıflamasının depresyon oluşumunda önemli bir yer
tuttuğunu belirttiğinden, Beck’in görüşü ile benzer noktaları
bulunmaktadır. Bilişsel teorinin bu yeni biçimiyle Beck belli
kişilik tipleri ve bunların duyarlı oldukları yaşam olayları
arasında bir bağ kurmuş ve kişilikle yaşam olayları arasındaki
etkileşimin depresyon oluşumundaki önemini vurgulamıştır.
Not: Bu yazı Dr. Alper Hasanoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Zihni
Sungur’un ders notlarından faydalanılarak derlenmiştir.
Therapia Sayı 5 | 29
Masal...
Bu sayıdaki masalımız önceki sayılardan farklı olarak, Doğu'dan,
Doğu'nun gizemli ve büyülü dünyasından geliyor.
aydın parmaksız
Çok bilinmeyen, kitaplarda rastlamadığım bu masal, Sayın
Prof.Dr. Oğuz Cebeci tarafından gelmiştir. Ağırlıklı olarak
erkek çocuğun ödipal dönem meselelerine değinen bu güzel masal
üzerinde çalışmanın, bir erkek çocuk babası olarak, ayrıca keyifli
olduğunu söyleyebilirim. İyi okumalar...
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden
birinde yoksul bir karı kocayla oğulları yaşarmış. Bir
ormanın kıyısında bir kulübeleri ve bir eşekleri varmış.
Her gün eşekleriyle ormana gider odun toplar, odun satar
geçinirlermiş. Gel zaman, git zaman oğulları büyümüş,
karı koca kendi aralarında “Artık oğlumuzu evlendirsek”
diye konuşmaya başlamışlar. “Şu eşeği satsak da oğlanı
evlendirsek” derlermiş. Oğlan da evlendirileceği için
heveslenirmiş. Fakat, bir türlü eşek satılamamış, oğlan da
evlenememiş. Oğlan da ne yapsın, bir gün yayını okunu
almış, anne babasının elini öpmüş, “Ben, kısmetimi aramaya
gidiyorum” demiş. Ormana girmiş. Ormanda yürürken,
yürürken, bir keklik vurmuş. Biraz sonra bir keklik daha
vurmuş. “Hayırdır inşallah, bize bir misafir var galiba”
demiş. O sırada bir de ne görsün, bir tilki. Tilki, elini bir
yere sıkıştırmış, canı acıdığı için avlanamıyormuş. Aç kalmış.
Bizim delikanlının ona verdiği kekliği yemiş, çok da memnun
30
| Therapia Sayı 5
kalmış. Gelmiş elini yalamış, “Sen artık benim efendimsin,
sen ne dersen ben onu yapacağım” demiş. Olmuşlar iki kişi.
O gece öyle geçmiş. Ertesi gün delikanlı yine ava çıkmış. Bu
sefer, üç keklik vurmuş. “Hayırdır inşallah, bize bir gelen var
herhalde” demiş. Biraz sonra, bakmışlar bir ayı. Ayı da bir
ağacın kovuğundaki, yaban arılarının yaptığı baldan alacağım
diye ağacın yarığına pençelerini sokmuş, fakat sıkışmış,
çıkamıyormuş. Hemen ayıyı kurtarmışlar. Üçüncü kekliği
de ona vermişler. Ayı kekliği yemiş, gelmiş, delikanlının elini
yalamış. “Sen benim efendimsin, bundan sonra sen ne dersen
ben onu yaparım” demiş. Ve böyle böyle bizim delikanlı her
gün bir keklik daha fazla vurmuş, her gün bir hayvan daha
buna katılmış. En sonunda bütün ormanın hayvanları bizim
delikanlının çevresinde toplanmışlar. Tilki çok akıllıymış.
Hayvanları toplamış ve demiş ki “Biz bu adamın bu kadar
iyiliğini görüyoruz, fakat bu yalnız. Barınacak bir yeri yok, bir
hanımı yok, ne yapalım?” Hemen, hayvanlar kendi aralarında
iş bölümü yapmışlar, kimi ağaç kesmiş, kimi taşımış,
bir saray yapmışlar. Fakat, sarayın içinde bir hanım yok.
“Hanımı nereden bulacağız?”demiş hayvanlar. Tilki demiş
ki, “Padişahın kızı ne güne duruyor? Ben giderim, sarayın
bahçesinde yatarım, ben yatarken Sultan beni görür, bu ne
güzel şey diye kürkümü okşamaya gelir, o sırada, Zümrüd-ü
Therapia Sayı 5 | 31
Anka kuşu gelir, yakaladığı gibi kaçırır”, “Peki” demişler. Tilki,
hakikaten gitmiş, sarayın bahçesine yatmış, Hanım Sultan da
görmüş, bakmış böyle güzel kürklü bir şey yatıyor, “Bu nedir?
Ne güzel şeydir” diyerek onu okşarken, Zümrüd-ü Anka
kuşu da gelmiş, yakaladığı gibi Prensesi, pırr diye uçmuş,
götürmüş sarayın bahçesine. Delikanlı, tabii, çok memnun
olmuş. Evlenmişler, barklanmışlar. Düğün, dernek kurulmuş.
Fakat, Padişah pek kızmış. Öyle ya kızı kayboldu ortadan. Bir
cadı kadın varmış. Cadı kadını çağırmış. “Ne olursa senden
olur” demiş. “Kızımı bulursan sana şu kadar altın, bulamazsan
boynunu vurdururum” demiş. Cadı kadın hemen remil atmış.
“Sizin kızınız, ormanda, hayvanlarla çevrili bir sarayın içinde
oturuyor” demiş. “Ben onu kurtarabilirim” demiş. Belinden
kara saplı bir bıçak çıkarmış. Bıçağı eşiğe saplamış, ve demiş
ki “Kızınızı kurtardım, kurtardım, kurtaramazsam ve benden
haber çıkmazsa, ve bu kara saplı bıçaktan kan damlarsa,
anlayın ki ben öldüm, yapacak bir şey yoktur”. Bir sihirli
küpü varmış, küpün üzerine oturmuş, “Uç benim sihirli
küpüm” demiş, küp havalanmış, doğruca gitmiş ormanda
Sultan'ın geçeceği bir yolun kenarına oturmuş. Orada bir saç
hazırlamış, güya gözleme yapıyormuş. Sultan oradan geçerken,
“Ah, neneciğim, sen burada ne yapıyorsun kendi başına?”
demiş. O da, “Evladım, gözleme yapacağım ama gözlerim
iyi görmüyor, şu küpün içinde yumurta var, yardım et de
yumurtaları çıkaralım” demiş. “Ah, tabii nineciğim” demiş
Sultan. Eğilmiş küpün içine, o eğilince, cadı kadın gitmiş, bir
tekme atmış, Sultan küpün içine düşmüş. O da küpün üzerine
atlamış, “Uç benim sihirli küpüm” demiş. Doğru saraya
gitmişler. “İşte, kızınızı getirdim” demiş. Akşam delikanlı
hayvanlarla gelmiş, bir de ne görsün; Sultan yok! Ne oldu, ne
oldu, anlamışlar ki, kızı kaçırmışlar. “Ne yapacağız?” demişler.
Tilki demiş ki, “Ah, ne olacak, ben yine giderim saraya, beni
görünce Sultan hemen gelir, Zümrüd-ü Anka kuşu da yakalar,
götürür” “Tamam” demişler, gitmişler yine saraya. Tilki
bahçeye yatmış, biraz sonra Sultan görmüş, koşa koşa tilkiyi
okşamaya gelmiş, Zümrüd-ü Anka kuşu da kızı yakaladığı gibi
pırr diye saraya götürmüş. Padişah yine kızmış. “Benim kızımı
yine kaçırdılar, ne yapsak?” diye tekrar cadı kadını çağırmış,
32
| Therapia Sayı 5
demiş ki, “Kızımı yine kaçırdılar, ne olursa senden olur”
Kadın yine belinden kara saplı bıçağı çıkarmış, “Getirdim
getirdim, getiremezsem, bu bıçaktan da kan damlarsa, anlayın
ki ben öldüm” demiş. Yine binmiş küpüne, pırr diye uçmuş,
gitmiş sarayın bahçesine konmuş. Fakat, daha Sultan ile
konuşma fırsatı bulamadan, hayvanlar cadının üzerine hücum
etmişler, cadı kadın parça parça olmuş, ölmüş. Padişah,
bir de bakmış, kara saplı bıçağın sapından kan damlıyor;
“Eyvah” demiş, “bu cadı kadın da öldü, ben şimdi kızımı nasıl
kurtaracağım?” Etrafındaki adamlar, kurnazlık düşünmüşler,
demişler ki, “Biz bununla anlaşmış gibi yapalım, sonra nasılsa
bir fırsatını bulur, öldürtürüz. Kızınızı da kurtarırız.” Elçiler
gitmiş, demişler ki, “Damat olarak, Padişah sizi kabul ediyor”
Delikanlı çok sevinmiş. Bütün hayvanlar, Sultan, Padişah
da maiyetindeki insanlarla barışmak üzere biraraya gelmiş,
yürüyorlarmış. Bu sırada, hayvanlar arasından ayı, en önden
gidiyormuş. Tilki eliyle işaret etmiş, “Önden gidilmez, ayıptır,
Padişah'ın arkasından yürü” diye. Ayı da, “bir pençe at da
Padişah'ın kafasını kopar” diye anlamış. Hemen bir pençe
atmış, Padişah'ın kafasını koparmış. Padişah ölünce, hemen
bizim delikanlıyı Padişah yapmışlar. O da hayvanları da aldığı
gibi, saraya gitmiş, Sultan ile ömrünün sonuna kadar mutlu
yaşamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Çözümleme denemesi
Masal, çocuğun evlenme meselesi ile başlar. Preödipal
dönemin sonunda, ödipal evreye girerken çocuk annesi ile
olan ilişkisini, birlikteliğini preödipal dönemde olduğu gibi
sürdüremeyeceğinin farkındadır. Ancak farklı bir şekilde de
olsa bu birlikteliği sürdürmek istemektedir. Ödipal evredeki
meselelerin, kız çocuk için ve erkek çocuk için farklı güçlükler
içerdiği, psikoseksüel gelişimlerinin farklı şekillerde ilerlediği
bilinmektedir. Bizim masalımızda, kahramanımız erkek çocuk
olduğu için, masaldaki temel meselelerin annenin aşkı için
baba ile olan mücadele ekseninde seyredeceği öngörülebilir.
Çocuk, kendinden daha büyük, daha güçlü bir rakip ile
karşı karşıya olduğunun farkındadır. Erkek çocuk için ödipal
dönemin, Oedipus Kompleksi ile hadım edilme tehdidinin
Therapia Sayı 5 | 33
Masalı dinleyen çocuk, baba ile bir
rekabete giremeyeceğini düşünüyor olsa da,
masal kahramanının baba figürü ile girdiği
ve mutlu sonla biten mücadeleden bir
anlamda tatmin olacaktır.
karşı karşıya geldiği dönem olduğu söylenebilir. Freud’a
(1) göre erkek çocuk için hadım edilme tehdidi, Oedipus
kompleksinden çok daha güçlü bir etkiye sahiptir. Buradan
yola çıkarak masal kahramanının iki temel sebepten ötürü evi
terk ettiği söylenebilir; Birinci sebep, masalı dinleyen çocuğun
hadım edilme korkusunu masalı dinlerken aşabilmesine,
daha doğrusu etrafından dolaşabilmesine imkan tanımaktır.
Freud’un da belirttiği gibi çocuğun ödipal arzuları, hadım
edilme tehdidi karşısında bastırılmaktadır. Çocuk, anneye
olan ilgisini ortaya çıkaramamaktadır. Dolayısıyla, masal
kahramanı ile kendini özdeşleştirebilmesi için anneye olan
ilginin başka birine, prensese yönlendirilmesine, en azından
masal içerisinde bu şekilde sergilenmesine ihtiyacı vardır.
İkincisi ise, ensest yasağıdır. Çok genel bir tabu olan ensest,
bu yönlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Buradan yola çıkarak
masalda, baba ile yapılan mücadelenin evin dışına taşınması
doğal bir sonuçtur. Masalı dinleyen çocuk, baba ile bir
rekabete giremeyeceğini düşünüyor olsa da, masal kahramanın
baba figürü ile girdiği ve mutlu sonla biten mücadeleden bir
anlamda tatmin olacaktır. Tıpkı masalı dinleyen çocuk gibi,
masal kahramanı da baba ile mücadeleye girememekte, babaya
açıkça meydan okumak yerine evi terk etmektedir. (Burada
bir rüya mekanizması olan ‘yer değiştirme’(displacement)
kavramından söz etmek yerinde olacaktır. Masal dünyasında
da, tıpkı rüyalar gibi bu yer değiştirme mekanizması türlü
sebeplerden sıkça kullanılmaktadır.) Masalada öncelikle
karşımıza çıkan evlilik meselesinin, bir boyutta anneye
olan ilginin, anne ile olan birlikteliği sürdürme fikrinin bir
temsili olduğu düşünülebilir. Buradan yola çıkarak, her ne
kadar çocuk evi terk ederken anne ve baba ile bir sorunu
yokmuş gibi görünse de, masalın ödipal meseleler üzerine
yoğunlaşacağı, baba ile hesaplaşmanın henüz bitmediği, sadece
34
| Therapia Sayı 5
evin dışına taşınmış olduğu söylenebilir.
Delikanlının, avladığı kekliklerin hepsini yemek yerine,
bir kısmını paylaşmayı tercih etmesi, oral meselelerini
bir seviyede çözdüğünü düşündürmektedir. Çocuğun bu
tutumu, Kırmızı Başlıklı Kız’ın büyükannesine götürdüğü
yemeklere el sürmemesi ile benzerlikler taşımaktadır. Her
gün yemeğini bir başka hayvan ile paylaşması, hayvanların
ona “Sen artık benim efendimsin” demesi, masal kahramanı
çocuğun, alt benliklerini keşfetmesini ve onlarla uzlaşmasını
simgelemektedir. Hayvanlar, rüyalarda olduğu gibi masallarda
da, bilinç altındaki sembolik anlamları ile var olan unsurlardır.
Melanie Klein, “The Psycho-Analysis of Children” adlı
eserinde aktardığı bir vakada, beş yaşındaki bir çocuğa
düşmanlarına karşı, kendi doğalarına uygun özellikleriyle
yardım eden vahşi hayvanların, bazen de çocuğa düşman
haline dönüşmesini ve bunun çocukta büyük bir kaygıya
yol açmasını, tehlikeli bir düşman olarak kendi sadizminden
duyduğu korkuya atfedilebileceğini söyler.(2) Klein’ın
aktardığı bu vakadan da yola çıkarak, hayvanların
oyunlarda, rüyalarda, ya da masallarda bazı bilinçdışı
yönleri simgeledikleri söylenebilir. Masalda, kahramanımıza
sadakat ve bağlılıklarını dile getiren hayvanların farklı
özellikleriyle çocuğun farklı altbenliklerini simgeledikleri
söylenebilir. Bu hayvanlar ortaya çıktıktan sonra çocuğun
pek görünmemesi, masalda çocuğun bir noktadan itibaren
altbenliğinin farklı yönlerini simgeleyen farklı hayvanlar
aracılığıyla var olduğunu düşündürmektedir. Tüm aksiyonlar,
ormanda inşa edilen saray, sultanın eş olarak bulunması,
ormandaki saraya getirilmesi bu hayvanlar tarafından
gerçekleştirilmektedir. Çocuğun gidip hayvanların gelmesi,
çocuğun baba ile yüzleşmekten kaçınmasını sağlayan bir
“yer değiştirme” mekanizması olarak okunabilir. Freud, fobi
kaynaklı korkuların belirli koşullarda ortaya çıktığını, sadece
korkulan obje algılandığında, tehlikeli bir durum geliştiğinde
ancak ortaya çıktığını söylemektedir. Dolayısıyla, baba
ortada yokken, hadım edilmekten korkmaya gerek yoktur.
Ancak baba ortadan kaldırılabilecek bir şey de değildir. Ne
zaman isterse ortaya çıkmaktadır. Ancak çocuk zihninde
onu bir hayvan ile değiştirirse, artık çocuğun yakınlarında
olmayacak ve o hayvanın varlığı da bir tehlike ve endişeye
sebep olmayacaktır. Bu yer değiştirme, içselleştirilmiş korkuyu
ortadan kaldıramayacak ancak başka bir yöne yansıtılmasını
sağlayacaktır. Bu anlamda hayvan fobisinin, baba tarafından
hadım edilme ya da yok edilme korkusunun bir yansıması
olduğu düşünülebilir. Freud’un bu düşüncesinden yola çıkarak
masalımızda baba ile karşılaşmak istemeyen çocuğun kendini
hayvan dostları ile ifade ettiği söylenebilir. Bu düşünce, diğer
masallarda negatif yönleriyle ortaya çıkan bazı hayvanların,
bu masalda neden pozitif yönleriyle var olduklarını
açıklamaktadır. Şöyle ki, tilki masallarda kurnazlığıyla bilinen,
ve bu kurnazlığı kendi menfaatleri için genellikle de negatif
amaçlar için kullanan bir hayvandır. Ancak bu masalda
kurnazlığını pozitif yönde kullanmakta, planlar yaparak, diğer
hayvanları organize ederek, hatta prensesin kaçırılmasında
bizzat görev alarak kahramana yardımcı olmaktadır. Anka
kuşu da bir yardımcı rol üstlenmiştir masalda. Hatta, kaba
saba ve vahşi özellikleri ile tanınan ayının da bir yardımcı
olarak önemli bir rolü vardır masalda.
Freud’un kişilik kuramı (yapısal kuram) ışığında bakıldığında,
masaldaki fonksiyonunu da göz önünde bulundurarak
tilkinin, kahramanın egosunu simgelediği söylenebilir.
Prensesin tilkiyi gördüğü anda ne olduğunu anlamaması,
ancak onu beğenmesi ve kürkünü okşaması fallik bir çağrışım
düşündürmektedir. Genç prensese tilkinin cezbedici ve merak
uyandırıcı görünmesi ışığında, prensesin preödipal dönemin
sonlarında, ödipal evre başlangıcında bir çağda olduğu
söylenebilir. Ancak, prenses preödipal meselelerini tam olarak
çözememiştir ve henüz evliliğe hazır değildir. Masaldaki ayı,
bir yardımcı rolündedir, ancak kaba saba bir yardımcıdır.
Ayıya en çok ihtiyacın olduğu an, kaba kuvvete ihtiyaç
duyulduğu andır. Ayı, kralı, bir anlamda baba sembolünü,
kafasını kopararak öldürür. Kralın kafasının koparak ölmesi,
çocuğun baba tarafından hadım edilme endişesinin bir
yansıması olduğu düşünülebilir. Sinsi kralın/babanın bu
şekilde ölmesi, hadım edilme korkusuyla evden ayrılan
delikanlıyla benzer ödipal kaygılara sahip küçük dinleyicisine,
bir seviyede rahatlama sunduğu söylenebilir. Sınırlı ama etkili
rolü ile ayının, Freud’un kişilik kuramındaki idi simgelediği
düşünülebilir.
Kara saplı bıçak, masaldaki önemli sembollerden biridir.
Bıçak, kılıç, kalem vs. gibi objelerin rüya dilinde penisi
simgelediği düşünüldüğünde, bir ucundan kan damlayan
bıçağın adet dönemini ve ilk cinsel birleşmeyi simgelediği
söylenebilir. Cadı kadının preödipal anneyi simgelemesi ve
bıçaktan kan damlamasının cadı kadının ölümüyle mümkün
kılınması ile masal, ödipal evreye geçebilmenin ve gelişimin,
preödipal anne ile olan güçlü bağın sonlanmasıyla ancak
mümkün olabileceği mesajını taşımaktadır dinleyicisine.
Bıçaktan kan damlaması, yani bıçağın işlevsel olması, ancak ve
ancak preödipal annenin ölümü ile mümkündür. Bu sağlanana
kadar, prenses tam anlamıyla evliliğe hazır olamayacak,
gelişimin bir sonraki evresine geçemeyecektir. Gerçekten de
ilk evlilik denemelerinin, prensesin preödipal anne ile bağının
devam etmesi sebebiyle tam anlamıyla başarılı olmadığı
görülür; cadı kadın ormana gidip prensesi bulduğunda, onu
kandırmayı başarmaktadır. Anne rahmini simgeleyen küpün,
Therapia Sayı 5 | 35
genç prensese cazip gelmesi, prensesin küpün içine eğilmesi,
anne ile olan sembiyotik yaşam biçimine duyduğu özlem
anlamına gelebilir ki bu da prensesin henüz tam anlamıyla
olgunlaşmadığını, gelişimin bir sonraki evresine geçmeye hazır
olmadığını göstermektedir. Prenses, anne ile ilgili meselelerini
çözdükten sonra tam anlamıyla gelişimin bir sonraki evresine,
masalın diliyle, evliliğe hazır olabilecektir. Bu manzara, kötü
kalpli kraliçenin ısrarlı bir şekilde Pamuk Prenses'i öldürmeye
çalışmasını andırmaktadır. Kötü kalpli kraliçenin Pamuk
Prenses'e ikram ettiği elmanın cazibesi ile bizim masalımızdaki
küpün cazibesi benzer özellikler taşımaktadır.
İkinci kez prensesin kaçırılması ve ikinci evlilik denemesinde
bu kez cadı kadının evliliği engelleme çabaları vahşi bir
şekilde cezalandırılması ile son bulacak, ve bıçağın sapından
kan damlayacaktır. Bu, preödipal annenin ölümü, genç
prensesin gelişimin bir sonraki dönemine geçişi anlamına
gelmektedir. Artık prenses daha olgun ve evliliğe hazırdır.
Diğer taraftan, delikanlının da baba ile olan meselelerini
çözmesi gerekmektedir. Kralın ısrarlı bir şekilde evliliği
engelleme çabaları, prensesin kral için sadece kızı olmasından
öte bir anlam taşıdığını düşündürmektedir. Delikanlının
gözünde, kral evliliklerinin önünde duran en büyük engeldir.
Delikanlının, prensese ve mutlu sona kavuşması için kral
engelini ortadan kaldırması, hiç istememesine ve sürekli
kaçınmasına rağmen kral ile, ödipal baba figürü ile yüzleşmesi,
baba ile arasındaki meselelerini çözmesi gerekmektedir.
Sonunda, çocuğun kontrol edilemez, içgüdüsel altbenliği
‘id’i simgeleyen ayı, kralı -baba figürünü- öldürür. Babanın,
hadım edilmeyi simgeleyen, kafasının koparılması yoluyla
öldürülmesi, karşı cinsten rakibi alt etme fikrini de akla
getirmektedir. Kralın öldürülmesi, kralın yerine geçme, kral ve
prensesin kocası olma, ‘anneye karşı hissedilen aşk için babayla
mücadele’ ödipal dönem motifiyle uyumlu bir olay örgüsüdür.
Toparlamak gerekirse masalımız, delikanlının mücadelesi
kapsamında ödipal meselelere eğilirken, prensesin
yaşadıklarıyla da preödipal meselelere değinmektedir. Erkek
çocuğun ödipal meselelerine odaklanan, preödipal – ödipal bir
masal olduğu söylenebilir.
Delikanlının baba ile olan meselesini evin dışına taşımasının
iki ana sebebi vardır; ilki, anneye duyulan ‘aşk’tan ensest yasağı
yüzünden açıkça bahsedilememesidir. İkincisi ise; masalı
dinleyen çocuğa, babaya karşı hissettiği negatif duygularını,
36
| Therapia Sayı 5
güvenli masal ortamında, bir baba figürü olarak kral üzerinden
ortaya koyarak bir anlamda tatmin sağlamasına imkan
vermektir.
Masalın sonunda, hem preödipal anne, hem de ödipal
baba vahşi şekilde cezalandırılarak, dinleyicisi çocuğa
içinde bulunduğu gelişim evresi ile ilgili meselelerine
dair bir rahatlama sunulmaktadır. Masal, mutlu sonuyla
dinleyicisi çocuğa gelişimin bir sonraki evresine geçişin
ona daimi mutluluğu getireceği, hayatının daha iyi olacağı
mesajını taşımakta, ve öfke, nefret gibi negatif duygularını
gerçekleştirebileceği ve bundan tatmin duyabileceği güvenli
bir ortam sağlamaktadır.
Therapia Sayı 5 | 37
mi?
Mesela ilişkilerde A planın iyiyse B planı aklına bile gelmez.
Varını yoğunu o an sevdiğinle paylaşmaktan başka derdin
olmaz. Oysa iş ilişkilerinde A planın ne kadar iyi olursa olsun
her zaman bir B planın olmalıdır. Şartların ne zaman değişeceği
belli olmaz ve kendi ayakların üzerinde durabilmek için
alternatif çözümleri cebinde taşımalısındır.
Görünen o ki kalbin hüküm sürdüğü yerde B planı barınamaz;
zira hayat her gönül sınavından sonra bize temkinli olmayı
öğütlese de insan ruhu hiç incinmemiş gibi yeniden inanmaya
programlar kendini.
Aklın hükümdarlığında ise B planları baş tacıdır. Tecrübelerden
edinilen hayat dersleridir, bizi ileriye taşıyacak dayanaklardır.
Yine de cevapları kategorize etmeye gelmiyor, gün geliyor
ezberlerimize atılan bir çelmeyle doğru bildiklerimiz
değişebiliyor. Akıp giden zaman içinde hesapsız kitapsız
yaşamayı seçenler B planlarına, temkinli yaşayanlar hesapsızlığa
sarılabiliyor.
B Planı
İnsanoğlu onunla kontrat yapmaya çalıştıkça, hayat bıyık
altından daha bir hain gülümsüyor.
Hesapsız kitapsız bugününü yaşayanlardan mısınız, yarınını
düşünüp içten içe B planı yapanlardan mı?
pelin onat
Paylarına düşen hayal kırıklıklarının önemli bir kısmını
yaşamış olanlar, hayatlarında bir B planı ile hareket etmeye
alıştırırlar kendilerini. Bu bir nevi can simididir onlar için;
düştüklerinde kanamasın diye dizlerini dirseklerini pamuğa
sarma çabası; tekrar ayağa kalkabilme ümidi...
Kişisel hayal kırıklıklarının yanısıra, bir de Türk ailelerinde
çocuk yetiştirirken onu fazlasıyla koruyup kollama, evham
içerisinde kötülüklerden uzak tutma eğilimi vardır malum.
Bazılarımız yetişkinliğe adım atınca bile hâlâ o üzerimize
zerkedilen evhamı içinde hisseder ve bu öğretilmiş korku
sayesinde başımıza geleceklere karşı savunmasız kalmaktan
ölesiye korkar.
38
| Therapia Sayı 5
Hal böyle olunca çözüm olarak biz de B planları yaparak
onları devreye sokar, hayata karşı önlem almaya çalışırız.
Ama asıl soru şu: B planı varken, A planı düzgün işleyebilir
mi? Diğer bir deyişle aklımızın bir köşesinde kötü senaryoya
karşı önlem almaya çalışırken, kendimizi şu an yaşadıklarımıza
tamamiyle verebilir miyiz?
Biz bir olaya kendimizi tamamen vererek yaşamazsak,
kendi potansiyelimizi bütün imkanlarıyla ortaya koymazsak
sonrasında yaşanacak olası hayal kırıklığı hayatın mı suçu olur,
bizim mi? Öyleyse bu durumda B planının ne anlamı kalır?
Yoksa bu sorunun cevabı, karşında ne olduğuna göre değişir
Pelin ONAT
1976 yılında İstanbul’da doğdu. 1998 yılında İstanbul
Üniversitesi Amerikan Kültür ve Edebiyatı bölümünden
mezun oldu.
Hizmet sektöründe çeşitli alanlarda çalıştıktan sonra sinemacı
ve yazar aile ferdlerinin etkisiyle reklamcılık dünyasına girdi ve
15 yıl boyunca ajanslarda yöneticilik yaptı.
2012 yılında kendi şirketini kurdu, markalara proje bazlı
iletişim ve danışmanlık hizmeti veriyor.
Bu kez kendi zaman yönetimini yaparak yazmaya, kitaplara,
hayvanlara ve doğaya daha fazla vakit ayırabilen bir birey
olarak hayatına devam etmek en büyük hayali.
Therapia Sayı 5 | 39
Dedem, yalnızca 3 yaşına kadar gördüğüm ama sakalını,
bastonunun her adımda yere değen ucunu, gezmeye
çıktığımızda tuttuğum elini hiç unutmadığım dedem
şöyle dermiş: “Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat
alabilene ne âlâ.”
Keçiboynuzu
“Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat alabilene ne âlâ.”
ceylan özge kunduz
40
| Therapia Sayı 5
Film Festivali 32 yaşında…
Festivalle bundan 13 sene önce tanışmıştım. Eski bir
sevgilimdi ikimizi tanıştıran. O zamanlar, yani 2000 yılında
Biletix falan da yoktu. Önce SESAM’a gider mukavvadan
yapılmış formlardan alırdık sonra da istediğimiz filmleri
işaretleyerek formu doldururduk. “Şu filme şu kadar
bilet istiyorum, öğrenci istiyorum; şu seansa, şu sinemaya
istiyorum” diye… Asıl heyecanlı kısım ondan sonra başlardı.
Doldurulan formlar SESAM’a teslim edilirdi. Aradan bir hafta
kadar geçtikten sonra gider sıraya girerdik. Görevli bize bir
zarf uzatırdı ve “borcunuz şu kadar” derdi. Önceden hesap
yaptığımız için bunun aşağı yukarı kaç filme denk geldiğini
bilirdik. Tahminimizden çok aşağıda bir rakam çıktıysa bu,
istediğimiz birçok filme bilet bulamadığımız anlamına gelirdi.
O zamanlar her şey daha zordu ama hayat o zaman bu kadar
karanlık değildi. Mesela Emek hâlâ yerindeydi. “Bir üst
kata” taşınmamıştı. Kültür ve sanat bu derece ayaklar altına
alınmamış, heykele ucube denmemişti daha. O dönemde de
Türkiye güllük gülistanlık değildi (zaten ne zaman olmuştu
ki?) ama umutsuzluk da böyle diz boyu değildi. Yıllar içinde
birçok şey kötüye gitti. Beyoğlu’nun sokaklarında oturmak,
içki içmek yasaklandı. Ne diye? Masalar sokaklardan geçişi
kapatıyor diye. Çıkmaz sokaklar da dahil edildi bu yasağın
kapsamına. Oradaki masalar da toplandı. Çıkmaz sokaktan
nereye çıkacaksak? Sokakta yaşama özgürlüğünü de elimizden
aldılar. Emek’te film seyretme lüksümüzü de. Festivalin ikinci
gününde İstiklal’de yürürken gördüm. Yapı Kredi Kazım
Taşkent Sanat Galerisi ufacık kalmış. Koca bir kısmı Zara
olmuş. Böyle başa böyle tıraş lafı geldi aklıma. Bizim neyimize
sergi gezmek? Ne olacak iki resim, iki fotoğraf görsek. Zaten
aynısını yapamaz mıyız o uyduruk resimlerin? Heykel de
zaten ucube. Zara’nın, Mango’nun güzelim Çin işi mallarını
seyretmek varken ne yapalım baldırı çıplakların boyadıkları
tuvalleri? Emek de tüm çabalara, direnişlere ve protestolara,
halkın azımsanmayacak bir kısmının hayır diye bağırmasına
aldırış edilmeden alışveriş merkezine dönüştürülecek. Olsun.
Böyle başa böyle tıraş. Yaşasın alışveriş merkezlerinin anısız,
cansız ama çok konforlu, yepyeni salonları!
Her şeye rağmen festival benim için hayata bağlanma, her
şeyin daha iyiye gideceğine dair umut olmaya bu sene de
devam etti. Festival zaten benim için bahar demek. Baharın
geldiğini bir badem ve erik ağaçlarıyla bir de festivalle idrak
ediyorum. Festival benim için her sene tekrarlanan bir ritüel.
Her festivalde biletlerimi önceden alırım. Ne kadar yoğun
bir dönemden geçiyor olursam olayım en az 20-25 filme
bilet almaya çalışırım. Bilet almak için sıraya girmeyi hâlâ
seviyorum. Biletix’in online sayfasından almıyorum. Hem
bilet başına %15’lik bir ek bedel koydukları için hem de
sırada beklemek benim için festival heyecanının bir parçası
olduğundan. Genellikle filmlere yalnız başıma gitmeyi
seviyorum. Arada birkaç filme birkaç yakın arkadaşla ya da
aileden birileriyle de gittiğim olur. Sonra, her festivalde Atlas’ta
birkaç filmin biletini mutlaka balkondan alırım. Hele ki
balkonda yalnızsam, elimde de çayım varsa son derece mutlu
olurum. Kaç kere filmi izlerken ağzımın kulaklarına vardığını
ve içimden “ne kadar mutluyum” dediğimi hatırlıyorum.
Sahiden düşününce, bu günlük hayatta ne kadar da az telaffuz
edilen bir şey: “Ne kadar mutluyum!”. Senede en az bir kere,
festivalde film seyrederken diyorum. En azından bir kere…
Therapia Sayı 5 | 41
Festival…
Yenilenme, sadeleşme,
zenginleşme zamanı…
Hayatın harala gürelesine ara
verme ve yaşamaya kaldığım
yerden devam etme zamanı...
Yeni filmler yeni yaşamlar
demek.
Düşüncenin yeni pencereleri…
Atlas demişken, yıllarca Atlas’ın kantininde çay kahve aldığım
beyaz saçlı, bıyıklı bir amca vardı. Bundan birkaç sene önce
fark ettim ki artık yok. Soramadım da, korktum. “Kaybettik
maalesef ” diyecekler diye. Bir gün cesaretimi toplayıp sordum.
Neyse ki emekli olmuş, hayattaymış. Sonra yer gösterenler…
Atlas’ta bu konuda sıkı bir düzen var. Kimse kendi başına
geçip oturamıyor koltuklara. Birçok insan rahatsız oluyor
bundan. Bahşiş vermemek için sanırım. Benim hiç itirazım
yok. Küçüklüğümdeki gibi hissediyorum. Üsküdar’daki Sunar
sineması geliyor aklıma. Orada da vardı yer gösteren görevliler.
Anılar arka arkaya aklıma geliyor. Bir ara Atlas’ın arka kapısına
çıkan pasajda (sanırım şu an restorasyonda) bir makarnacı
vardı. Hem uygun fiyatlıydı hem bol kepçeydi. Hem de
şahane sosları vardı. O da kapandı.
Kim bilir ne ara… İnci de aynı Emek gibi kovuldu
Serkil Doryan’dan. Onlara baktıkça, sahip olmaya devam
edeceğimizi düşündüğümüz her şeyin, yanımızda kalacağını
sandığımız herkesin aslında nasıl da geçici olduğunu
görüyorum. O yüzden artık her güzel şeye endişeyle
bakıyorum. Ya bir gün giderse diye… Köşedeki bakkal
tutunamazsa, her yer market olursa… Yandaki evde kedilere
bakan teyzenin evine müteahhitler göz diker de beslediği
kediler, kargalar hatta kirpiler evsiz barksız kalırsa… Sevdiğim,
sık sık gittiğim küçücük kafe el değiştirip kapanırsa... Evin
önüne heyula gibi bir gökdelen dikerlerse… Bakmaya
doyamadığım bir ağacı daha baharda yeni tomurcuklanmışken
42
| Therapia Sayı 5
gelip keserlerse… Tüm bu korktuklarım birer birer oluyor.
Hiçbir güzel şey ayakta kalmıyor. Aynı şey film festivalimin
başına da gelecek diye korkuyorum. Sevdiğimiz her şeyi
bizden yavaş yavaş alacaklar gibi geliyor. Güzel olan, bizim
için anlam ifade eden her şeye kafayı takıp yok edecekler.
Demek ki artık düzen böyle. Demek ki artık bize rahat yüzü
yok. Belki zamanın belki de yaşın getirdiği bir şey bu. Bu
korku, kayıp korkusu… Korktuğum değişiklik değil. İstediğim
de aynılık değil. Tek istediğim güzel şeylerin, bizim için
anlam ifade etmiş şeylerin korunması. Ben yaşamasam, ben
görmesem, ben parçası olmasam da orada kalması. Yaşamaya
devam etmesi. Gelecek kuşaklar da görsün diye. Onlara da
anlatacak bir şeyler kalsın diye…
Festival… Yenilenme, sadeleşme, zenginleşme zamanı…
Hayatın harala gürelesine ara verme ve yaşamaya kaldığım
yerden devam etme zamanı... Yeni filmler yeni yaşamlar
demek. Düşüncenin yeni pencereleri… Kadıköy Rexx’teki film
sonrasında sevdiğim mantıcıya gitmek, Beyoğlu sinemasının
eski koltuklarına gömülmek, Atlas’ın balkonunda kıs kıs
gülüp “ne kadar mutluyum ya” demek… Film festivali bu
sene de bitti. Bir çırpıda… Bir dahaki senenin Nisan ayını iple
çekiyorum.
Therapia Sayı 5 | 43
Kemençe
Bazen kendi yazdığı masalı anlatmak ister insan. Yalnızca kendi
masalını...
ümran kartal
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, masalcı genç bir kız
varmış. Bu kız, İstanbul’un vapurlarında yaşar, durmadan,
bıkmadan, usanmadan masal anlatır, hayatını kazanırmış.
O, masalını söylediği vakit, tatlı sözcükleri, fırından yeni
çıkmış bir kekin dumanı gibi, vapurun içini sıcacık dolaşmaya
başlar, annesinin kucağında bir küçük bebeğin ağlamasından
tutun da gazete hışırtısına, geveze dudaklara, vurdumduymaz
dedikoduların uğultusuna, uykulu gözlere, yorgun argın yüzlere,
saçlara, başlara, ellere, kollara, çay kaşıklarının şıngırtısına, şen
şakrak gülüşlere değermiş.
Günlerden bir gün, diyelim ki bir sonbahar ikindisinde, güneş
gökte kıvılcımlarını yumuşacık saçarken, ısıtırken ilikleri uysal
uysal, Eminönü’nden kalkıp Kadıköy’e giden vapurda, üst
arka güvertede, yine açmış kendine bir yer yolcular arasında,
44
| Therapia Sayı 5
anlatmaya başlamış. Bir varmış bir yokmuş, diyor; evvel
zaman içinde kalbur saman içinde derken kendisi evvel zaman
içine giriyor, neredeyse kendi varlığını unutuyor, masalıyla
bütünleşiyor, onu yaşıyormuş. O kadar ki, bir sözcükten ötekine
kulaç kulaç geçerken denizde açılmış da açılmış kız, açılmış da
açılmış, az gitmiş uz gitmiş.
O vardığı yer çok değişik bir alemmiş. Türlü türlü bitkiler, türlü
türlü yosunlar, binbir dallı ağaççıklar, sarı, mor, mavi, turuncu,
pembe, tiril tiril yapraklar varmış orada. Hepsi de suyun içinde
o yana bu yana sallanıyor, irili ufaklı balıklarla dans ediyormuş.
Masalcı kız da sözüyle birlikte kendini onların arasına salmış.
Böyle dolanırken dolanırken allı pullu bir bahçede bir yunusun
kumların üzerinde bir un çuvalı gibi yattığını görmüş. Kız,
şaşkın bir ifadeyle yunusu seyrederken “O, göründüğü gibi bir
Therapia Sayı 5 | 45
yunus değil,” deyivermiş iki yaprağın arasından pat diye beliren
denizatı.
“Nedir o zaman?” diye sormuş kız.
“O aslında bir yeryüzü oğludur.”
“Nasıl yani?”
“Yıllar yıllar önce geldi bizim yanımıza,” diye anlatmaya
başlamış çok bilmiş denizatı. “Yeryüzünden haberler getiren
karabataklardan öğrendiğime göre eskiden İstanbul’da birçok
Rum yaşarmış. Kadıköy’de, Fener’de, Galata’da, Pera’da. İstanbul
mahallelerinin renkleriymiş onlar, dilleri ve dinleri farklı da
olsa bir bütünün özbeöz parçalarıymış. Bu çocuğun ailesi de bu
renklerden biriymiş. Kadıköy’de otururlarmış. Komşularıyla,
günleri, geceleri, sevinçleri, kederi gayet güzel paylaşadursunlar,
bir gün bir yerlerde birileri hır çıktı, anlaşmazlık var diye
uyduruvermiş. Nedense birçok insan da buna inanmış. Hal
böyle olunca, bir sabah evlerine bir asker gelmiş. “Gideceksiniz,”
demiş. Yeryüzü oğlu bunu duyduğunda çok üzülmüş, güzel
ela gözleri yaşlarla dolmuş. Evini terk etmek istemiyormuş
çünkü. Evini çok seviyormuş. Bu yüzden düşünmüş taşınmış,
ne yapıp etmiş, en nihayet İstanbul vapurlarından birine
saklanmış. Yanına da, bir uğur, bir hatıra diye dedesinden
yadigar kemençeyi almış. Annesiyle babası her yeri didik didik
aramış, İstanbul’un altını üstüne getirmişler de küçük oğullarını
bulamamışlar. O günden sonra yeryüzü oğlu, vapurun içinde
Asya ile Avrupa arasında mekik dokuyup durmuş hep. Yolculara
kemençe çalarak derdine derman bulmaya çalışmış. Gündüzse
ta mavi gökyüzüne yükselirmiş tellerin tınısı, geceyse aya
yıldızlara, iki yakaya serpilmiş ışıl ışıl odalara ulaşırmış. Ama her
hâlükârda, denizin kıpır kıpır zümrütyeşiline, suyun şıpırtısına,
vapurun peşisıra fokurdayan beyaz köpüklere, martıların
kanat çırpıntısına, rüzgarın püfürtüsüne kah neşeyle kah
hüzünle karışırmış güzelim ezgiler. Derken günler, aylar, yıllar,
mevsimler geçmiş, bir an vapur dahi dar gelmiş kemençeci
oğlana, acısını dindirmeye yetmemiş, çıkmış alt arka açıktaki
demirlerin üstüne, kendini denize, canım mavi ışığın içine
bırakmış. Bilirsin, yeryüzünden bir varlık denizler altında
yaşayamaz, nefes alamaz...”
46
| Therapia Sayı 5
Tam burada masalcı kız denizatının sözünü kesmiş:
“Peki ben nasıl nefes alabiliyorum?”
“Bunun cevabı çok basit. Sen, şu anda, masalını anlatmaya
devam ediyorsun. O ise battıkça batıyormuş. Gözlerini kapamış
ölüyormuş. Köşkünün penceresinden bunu gören denizler ecesi
hemen denizler perisini görevlendirmiş. Denizler perisi nefes
iksirini hazırlayıp bir şişenin içine koymuş ve yeryüzü oğlunu
kucaklamış. Kucakladığı gibi dudaklarının arasından iksiri
boca edivermiş. Böylece yeryüzü oğlunu bir yunusa çevirmiş.
Gider ailesini bulur diye düşünmüş. Ama nafile. Kemençeci hiç
gitmemiş. Köşkün bahçesinde kalmış.”
“Belki ben bir şeyler yapabilirim onun için,” diye zapt edilmez
bir coşkuya kapılmış masalcı kız.
“Bunu denizler ecesine sorman gerekiyor,” diye karşılık vermiş
çok bilmiş denizatı.
Tez vakit denizler ecesinin huzuruna çıkmak istemiş kız. Binbir
çeşit deniz kabuğuyla süslü yedi kapıdan geçince, karşısında
denizler ecesini bulmuş:
“Sizden bir ricam olacak yedi kat masmavi denizlerin masmavi
şanlı sultanı,” diye girmiş söze. “Ben, bahçedeki yunus için bir
şey yapmak istiyorum,” dileğiyle devam etmiş.
“Mesela?” diye sormuş denizler ecesi.
“Masalları tersine çevirmek istiyorum,” diye cevap vermiş kız.
“Nasıl becereceksin bunu?”
“Mesela onu öpsem? Böylece eski haline döner, yeryüzüne
kavuşur.”
“Sen prens değilsin...”
“Tamam işte bu yüzden... Uyuyan Güzel’de prens gelir, prensesi
öper, prenses yüzyıllık uykusundan uyanır. Külkedisi’nde prens
elinde ayakkabı prensesini arar, en sonunda onu bulur, fakir ve
zavallı halinden kurtarır. Kırmızı Başlıklı Kız’da avcı gelir, kızı
kurdun midesinden çıkarır... Bunun tersi de mümkün olmalı. ”
“Böyle yapmakla tersine çevirmiş olmazsın, sadece tekrar etmiş
olursun,” demiş denizler ecesi.
“Ne yapmalıyım öyleyse?”
“Onun derdi dede yadigarı kemençesi. Suyun derinliklerine
bir çuval gibi batarken, kendi bir yana kemençesi bir yana
Therapia Sayı 5 | 47
Denizler perisi, masalcı kızı içeri buyur etmiş.
Duvarlarının her biri turuncu, sarı, yavruağzı
denizyıldızlarıyla bezenmiş bir odaya geçmişler.
Yerler ve tavanlar yaldız yaldız parlıyormuş,
dolunayın ışığı denizin üzerinde nasıl kıpırdanırsa,
aydınlatırsa ortalığı öyle.
savruldu, suyun rüzgarı kemençeyi yuttu, denizler cadısına
götürdü. Yeryüzü oğlu, yunus olduktan sonra kemençesini hiç
arayamadı.”
“Neden?”
“Çünkü, yunuslar gerçi gezgindirler ama hiçbir zaman yalnız
gezmezler.”
“O halde ben de yunus olayım,” demiş masalcı kız.
“İşte bunun için denizler perisine gitmen gerekiyor,” diye
salık vermiş denizler ecesi. “Denizler perisinin rengarenk,
gizemli, simli raflarından bir küçük şişe iksir bunun için yeterli
olacaktır.”
Derhal denizler perisine koşmuş kız. Denizler perisi, masalcı
kızı içeri buyur etmiş. Duvarlarının her biri turuncu, sarı,
yavruağzı denizyıldızlarıyla bezenmiş bir odaya geçmişler. Yerler
ve tavanlar yaldız yaldız parlıyormuş, dolunayın ışığı denizin
üzerinde nasıl kıpırdanırsa, aydınlatırsa ortalığı öyle. Raftan
nefes iksirini almış denizler perisi, küçük şişeyi kıza uzatmış.
Masalcı kız iksiri içmiş. İçer içmez bir yunusa dönüşmüş.
Öyle heyecanlıymış ki tam yüzüp uzaklaşacakken denizler perisi
onu kuyruğundan yakalamış ve şunları tembih etmiş: “Denizler
cadısı yeryüzü masallarını hiç sevmez. Bilesiniz.” “Tamam,”
anlamında yüzgeçlerini kırpıştırmış masalcı kız, ardından
soluğu hemen yeryüzü oğlunun yanında almış. “Geldim,” diye
hafifçe başını sallamış . “Seni gördüğüme sevindim,” diye hafifçe
gülümseyerek karşılık vermiş yeryüzü oğlu. Yola düşmüşler hiç
vakit kaybetmeden.
Az gitmişler, uz gitmişler, o akıntı senin bu akıntı benim,
sarmaşdolaş filizlerin, doludizgin bitkilerin, sade yaprakların,
yamru yumru ağaççıkların, salkım saçak çalılıkların, hercai
çiçeklerin, sapsarı, yemyeşil, tupturuncu, kıpkırmızı, masmavi,
pespembe balıkların arasında salınmış, orkinos sürülerinin tam
ortasından süzülmüş, fok balıklarına, kaplumbağalara selam
çakmış, kanyonlardan, falezlerden geçmiş, kah su üstünde
kah altında, karınları suyun yaldızını öpe öpe atlayıp zıplamış,
pusulasını şaşıran gemilere yol göstermiş, teknelere, takalara,
48
| Therapia Sayı 5
kayıklara eşlik etmişler, onlara kemençeyi anlatmışlar kendi
dillerince.
Derken bütün canlı renkler gitgide solmaya, ortalık
tenhalaşmaya, arka sokaklar gibi tekinsizleşmeye başlamış.
Burası siyah-beyaz sular alemiymiş. Burada ne bir çiçek, ne bir
ağaç, ne de çalı bulunuyormuş. Yeryüzünün bozkırları gibiymiş.
Çorak ve çıplak. Kumlar pismiş ki hem de nasıl. Kemençeci ile
masalcı kız bu koskocaman alanın girişinde bir o yana bir bu
yana yüzmüşler. Birden ‘Dann!’ diye bir ses duymuşlar. Sonra
bir ‘Dann!’ daha. Alanın sağ tarafında, kumların arasından iki
kapı kanadının açıldığını görmüşler. Oraya doğru yaklaşınca
kumlardan aşağı kuyu gibi inen karanlık mı karanlık bir tünel
görmüşler. Ta içerden, sanki ta arzın merkezinden gelen paslı bir
homurtu duyuluyormuş. Denizler cadısından başkası değilmiş
bu.
Tünelden içeri dalıp on, yirmi, otuz, kırk, elli, yetmiş, seksen
metre yüzdükten sonra denizler cadısının mağarasına varmışlar.
Burası koskocaman bir salonmuş. Duvarlarında sarkıtlar,
dikitler varmış. Bu sarkıt ve dikitlerin uçlarında balık kılçıkları,
solucanlar, kurtçuklar sallanıyormuş. Denizler cadısı iri bir
kayanın üzerinde oturuyormuş. Sol omzundan, gözleri olmayan
bir ıstakoz sarkıyormuş. Cadının hemen yanında tasmalı bir
köpekbalığı, kırışık ayaklarının ucunda vıcık vıcık yuvarlanan
denizanaları varmış.
İki yunusu görür görmez, “Ne istiyorsunuz?” diye hiddetle
bağırmış. “Kemençemi istiyorum,” diye karşılık vermiş
yeryüzü oğlu. “Onu sana geri vermem,” diye çıkışmış cadı.
“O, bana ait,” diye direnmiş yeryüzü oğlu. “Onu asla elde
edemeyeceksin!..” diye kükremiş cadı. Yeryüzü ormanlarındaki
aslanlar gibi öyle bir kükremiş ki, tam arkasındaki traverten
havuz birdenbire aydınlanmış. Kemençe, işte bu turkuaz ışıklı
havuzun içindeymiş.
Yeryüzü oğlu, sevinçten deliye dönmüş.Tam kemençesine doğru
bir hamle yapmışken, denizler cadısı “Ateeeeşşşş!” diye bağırmış.
Ufaktan ufağa bir gıcırtı duyulmuş. Hani, yaz gecelerinde
ormanlarda, yaprakların arasından bir böcek öter ya, cırcır
böceğidir, işte onun çıkardığı gıcırtıya benzer bir ses. Denizler
cadısının bir sürü ateş eden karidesi varmış. Bir sürü de ne
demek, milyonlarca. Bu su canlıları, kıskaçlarını hep bir anda
birbirine çarptıkça ortaya çıkan basıncın etkisiyle kabarcıklar
oluşmuş. Kabarcıklar fokur fokur kaynıyor, anafor gibi dönüp
duruyor dönüp duruyormuş. Mağaranın içinde göz gözü
görmez olmuş. Masalcı kızın aklına, denizler perisinin öğüdü
gelmiş. Cadı, yeryüzü masallarını hiç sevmezmiş ya, masalcı kız,
yeryüzü oğluna yardım etmek için masalının devamında arta
kalan cümleleri daha yüksek sesle söylemeye başlamış. Yeryüzü
oğlu, diyormuş, yeryüzü oğlu ne yapıp edip kemençesini geri
almaya kararlıymış. Kabarcıklar teker teker patlıyormuş. Cadı
ne yapacağını şaşırmış, dili tutulmuş, ateş diye bağıramaz
olmuş. Kemençenin tam önündeki kabarcık da ortadan
kaybolunca, yeryüzü oğlu kemençesini iki yüzgecinin arasına
almış, onu sevgiyle kucaklamış.
Bir alkış kopmuş güvertede. Masalcı kız, her masalından sonra
yaptığı gibi başıyla bir selam vermiş. Vapur, Kadıköy iskelesine
yanaşmak üzereymiş. Kız, üst arka güverteden alt güverteye
inmiş. Sırtını vapurun beyaza boyalı, çelik duvarına yaslamış;
elleri cebinde, kayıkları, dalgakıranın ucundaki feneri, deniz
otobüslerini, yük gemilerini, gökyüzünde süzülen uçağı, karşı
kıyıdaki evleri, iyice alçalan güneşi, güneşin denize değişini
seyretmeye koyulmuş. Vapurun içindeki tüm yolcular yavaş
yavaş inmişler. Onların yerine tıpış tıpış yenileri binmiş. Bu
zaten gün boyu böyle kendini tekrar edermiş. Vapur yanaşır,
vapura yolcular biner, vapur onları öteki kıyıya taşır, yolcular
iner, yolcular biner, vapur bu yeni yolcuları diğer yakaya
geçirir. Masalcı kız, yolcuların hepsinin bindiğini, vapurun
hareket ettiğini görünce üst arka güverteye çıkıp masalını
yeniden anlatmaya hazırlanıyormuş ki, bir tatlı tını çalınmış
kulaklarına. Arkasındaki merdivenlerden bir koşu yukarı
çıkmış, son basamağa gelince ne görsün. İç salondan güverteye
açılan kapının hemen önünde genç bir adam duruyormuş. Göz
göze gelmişler. “Geldim,” anlamında kafasını hafifçe sallamış
genç adam kemençesini gururla göstererek. “Seni gördüğüme
sevindim,” diye hafifçe gülümsemiş masalcı kız. Çünkü
yunuslar, kendi aralarında sadece kendilerinin anlayabileceği
acayip bir frekansla anlaşırlarmış. Genç adam önce yolcuların
arasında kendine bir yer açmış. Koymuş ardıç ağacından
yapılma sazını iki dizinin arasına, tıngırdatmaya koyulmuş zil,
sağır ve bamı inceden; kemençecinin sazı, masalcı kızın sözü
birbirine karışmış.
Therapia Sayı 5 | 49
Neden Vedat Türkali
okumalıyız?
Vedat Türkali üzerine...
mesut atabek
50
| Therapia Sayı 5
Edebiyatımızın onuru ve namusudur Türkali. Bir klişe ile
başlıyorum neden okumamız gerektiğine Türkali'yi. Yazarlar
ve sanatçılardan beklenen, günümüzdeki ve geçmişteki
kritik olaylara bakışta gerçeği aramalarıdır. Gerçeği ararken
acıyla karşılaşmak insanın kişisel psikolojik tarihinde
de kaçınılmazdır, toplumsal tarihimizde de. Bunu ve
nedenlerini tespit etmek ve çözümler üretmeye çalışmak,
acı verici yüzleşmeleri gerektirir.Bu yüzleşmeleri insanın
iç konuşmalarıyla hemen hemen tüm kitaplarında olanca
açıklığıyla görürüz yazarın. Bir romanı okurken kahramanlara
ait gerçekler ( korkuları, zayıflıkları ve gariplikleri) romanın
içine girmemizi sağlayan önemli ögelerdir. Kendimizi
kahramanlarda görmek ve açıklamak tum kitaplarda aranan
özelliklerdir. Bu bile Türkali'yi tek başına okunası kılabilir,
insan kendini solda tanımlamasa bile. Kaldı ki kendini
tanımlamaya çalışan ve yerini arayan insan dolayısıyla okuyan
insan olacaktır ve bu tavır bile onun bu anlamda gerçeği
aramasına yarayabilir.
“Bir çocugun en doğal gereksinimlerini umutsuz özleme
çeviren beş parasızlığı kim benden daha acı yaşamıştır” der
Guven 'in başında Turgut. Temel ihtiyaçları karşılanmamış
çocuklar değil midir toplumumuzu oluşturan bireyler?
Toplumu değiştirmek, dönüştürmek gibi iddiaları olan
insanların hayatlarından bahseder kitaplarında, dolayısıyla
daha çok sosyalizmle ilgilidir. İddialı bir ideale ulaşmaya
çalışan insanların mücadelelerinin insanca yaşanan
tanıklıklarını ve ülkemiz tarihinde saklanan ve savsaklanan
hukuksuzlukları bir kez daha görmemiz için gereklidir
Türkali. Adalet duygusu çok önemlidir insan için. Gerçekleri
göstermek ve dünyayı bunlar üzerinden açıklamaya çalışmak
edebiyatın amaclarından biridir de. Bunu tarihsel bilgilerle
donanımlı olarak yapmak işin cabasıdır. İkilemli konularda
karşı tarafın davranışlarını açıkça ortaya sermek, taraflı
bile olsa kendi gerçekliği içinde Hitler'e yakın olmanın 2.
Dünya Savaşı'nda ne demek olduğunu gösterir bence ve o
zamanlardan başlamış siyasi baskı ve hukuksuz gözaltılar ve
gözaltında ölümlerden bahsederek gerçeğin çığlığı olabilir.
Bunu anlatabilmek ve bunu göze sokmak ülkemizde belli
bir cesaret gerektirir. Cesur olduğu için de okumalıyız Vedat
Türkali'yi.
Aşkı ve cinselliği anlatışı özgürlükler bağlamında ele alınınca
oldukça etkilidir. Hemen sonra o aşkın toplum içindeki
varlığı, saklanamazlığı ve “evlilik” gerekip gerekmediği gibi
bu aşkın taraflarını sıkıntıya sokan psikolojik durumlarıdır
kahramanlarını bize yaklaştıran. Çıkmazları yaratan psikolojik
durumlarıdır. Herkesin yaşayabileceği ilişkilerdeki yakınlık
uzaklık kendilik duygularını ortaya koyar aşka ait olarak.
Oldukça kişisel kendilik durumlarını olanca açıklğıyla
yazması yazarın kendine ait yüzleşmeleri yaşadığını, bir
psikolojik süreç geçirdiğini iddia ettirebilir. Aşkın öznelliği
içinde yaşanan her türlü geri ve ileri gidişleri içeren iç
konuşmalar ve "ya olmazsa" riskini yaşayan aşkın keskinliğini
anlatabilmesidir belki de Türkali'yi okunur kılan.
“Bir gün tek başına” da Kenan'ın midesi ağrır ve süt içer,
gastrit semptomlarını bertaraf edebilmek için. Bence
endoskopi yapılsa mide yüzeyinde bir problemi yoktur
Kenan'ın. Psikosomatik bir semptomdur. Kenan'ın daha
derin problemleri vardır. Çocukça hareketleri ve bunların
sonuçlarında çektiği acılar ve sıkıntılar çağımız insanındaki
nevrotik ve narsistik eğilimleri ortaya koyar. Sorunlar
öyle kolayca çözülememektedir, günlük davranışlarındaki
bireysel çıkışları bütünlük içermediği için bir süre sonra geri
dönmektedir. Süt ise paradoksal olarak gastritik semptomlarda
ters bir etkiye sahiptir; ilk önce şikayetleri geçirir ama süt bir
süre sonra şikayetleri daha çok arttıracaktır. Romanlarında
kahramanların çağrışımlarla düşüncelerini devam ettirmesi
sonucu yüzleşmeler/yüzleşememeler ortaya çıkar.Vedat Türkali
psikolojideki davranışçı-bilişsel gelişmeler ile ilgili midir; yoksa
duyarlı bir yazar olmanın verdiği sanatsal bakış ile mi bunları
yerine oturtabilmektedir? "Bir gün tek başına” romanı bir
eleştirmenin kitapla ilgili makelesinde “Eylül” gibi psikolojik
bir roman olarak nitelenmiştir
Son zamanlarda Kürt sorunu ile ilgili olarak açıktır. Kürtler'in
yaşadığı gerçekler dünyanın geri kalanından farklı değildir
çünkü, Türkiye'nin geri kalanından farklı olmadığı gibi.
Kimse bilemez çünkü genç insanlar dağlara gider birbirlerini
vurmak için, aynı sokaktan, beraber gülle oynadıkları, beraber
maç yaptıkları aynı sokaktan aynı güzel kıza sevdalandıkları
aynı çıkmaz sokaktan aynı ölüme giderler. Bu sokak ise
herhangi bir savaşın "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" (
Im Westen nichts Neues) isimli Erich Maria Remarque'nın
yazdığı, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ele alan
romandaki iki düşmanın beraber düştüğü kazılmış siper
gibidir. Sadece erken düşülmüş siperdeki iki veya daha fazla
çocuğun birbirine olan düşmanlığıdır. Oysa çocukların
düşmanlığı en fazla bir saattir ve bir oyunla düzelir, çünkü
çocuklar birbirini öldürmezler. Herhangi bir insan sevgiyle
varolabilir çünkü yazar bunu içselleştirmiştir. Nazım'a
atıfları boşa değildir. Sartre ya da Camus'ye olmadığı gibi.
Kitaplarında kitaplardan bahseder, birçok kitaptan, her
konuda. Kitap okumayı ve araştırmayı önerir. Kitap okumayı
önerdiği için ve duyarlı olduğu için de okumalıyız Türkali'yi.
Therapia Sayı 5 | 51
Aşktan Bu Kadar mı?
Aydınlıktan ateşten korkmam ne olursa bedel
Değmez bir kalkanın ardına sığınmaya
Yaşama sadakattir dayandığımız temel
Arzulara da kulak vermelidir insan oysa
elvan yavuztürk
“Bir efsaneye göre Sostakoviç’in kafatasına saplanan bir şarapnel
parçası,
Eğer kafasını belirli bir şekilde eğerse onun müzik duymasını
sağlarmış”
Damdan düşen birini hayal edin. Biraz damdan düşer gibi
oldu ama! Bu kişinin oraya nasıl çıktığı önemli değil. Ayağı
kaymış düşmüş işte. Şans eseri kurtulmuş, hayatta. Üzeri yara
bere içinde. Belki bir iki kırık çıkık ama hala yaşıyor ya…
Yaraları çok yeni. Acıyı hemen sıcağı sıcağına hissetmese de,
hissedecek birazdan.Ya da yaraları pansuman edilip sarılırken.
İyileşme süresince ağrıları da olacaktır elbette. İhtiyacı olan
52
| Therapia Sayı 5
yardımlarla önce biraz doğrulur, sonra biraz daha destek
derken, bakmış ki ayağa kalkmıs,yürümeye başlamış bile.
Kırıklar kaynayıncaya, yaralar iyileşinceye, eski dengesini
buluncaya kadar bir hayli zaman da geçmemiş hani. Kendi
kendine "Geldi ve geçti" der. Kendini de alamaz “Ne işin
vardı o damın tepesinde?” demekten ama yine de bir daha
çıkamam diye de korkmaz nedense.
Çünkü anlar ki öldürmeyen, daha da güçlendirmiştir onu.
Aynı Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen güçlü kılar.” sözünde
olduğu gibi.
Aşk konusunda yapılan açıklamalar "Kadın ile erkeğin
başına gelen aşk durumunu, aşkın dönüşümü acı da olsa,
hayatımızda yaşanması gereken bir yaşanmışlık olarak kabul
eder ve bu aşkın zor olmasına da neden olsa, yaşanacaklardan
kaçınılamaz.” şeklindedir. Yani roller alınır, oynanır ve biter.
Bir başka deyişle, birileri kollarına kanat takıp seni tepelere
çıkartır, ayaklarını yerden keser ama bir bakmışsın ki başın
dönmüş, düşmüşsün. Aynı onun gibi, bu kadar basit. Melih
Cevdet Anday'ın da söylediği zaten bu değil midir ? “Hayatın
zorluğu belki çok basit olmasındadır. Aşk da belki tahmin
edemeyeceğimiz kadar yaşanabilecek kolay bir şeydir.
Ancak sizlere birazdan bahsedeceğim. Herve Le Tellier’ in
yazdığı“Aşktan Bu Kadar “romanında anlatılanlar bu kadar
da basit değildir. Romandan geriye kalan duygu da daha
başında söylemek gerekirse özlemdir. Tıpkı Jurg Willi’nin
de söylediği gibi “Aşkı yaşamanın ön koşulu aşka duyulan
özlem, aşkı özlemektir.” Yine romanın önsözünde "Siz Aşkı
bilenlerden ve hâlâ inananlardansanız, "Kadın ya da erkek,
aşktan bahsedilmesini istemeyenler ya da bundan böyle bu
kadar aşk yeter diyenler bu kitaba hiç bulaşmasınlar "diye
açıklamada bulunur yazar. Bunu bilerek karar vermenizi
tavsiye ederim. Çünkü içinde Çelişki+Matematik=AŞK,
Sıradan olmayan+Bir şeye ait olmadan yaşamak+Özlem=AŞK,
Güvenlik-Rutin=AŞKIN ÖLÜMÜ Saygı-Hayranlık=AŞK
ETMEZ Yabancılık +Ulaşılamazlik=AŞK EDEBİLİR!
Garantisi yok. Aşkı aşkmış gibi kurgulamak=AŞK
Therapia Sayı 5 | 53
Aramızda hiçbir şeyin olmayacağını ima
ettiğin her an aklımı kaybedecek gibi
oluyorum. Seninle tanışmadan önceki
yanızlığım aklıma geliyor.
DEĞİLDİR. Özlem+Özlem+Özlem=AŞK EDER.
Çiftleşme+Coşku=Çiftleşme dürtüsü=DNA'sını geleceğe
aktarma dürtüsü=AŞK ETMİYOR Baglılık+Oksitosin
(Uzun süren evli çiftlerde görülür. Sakinleştirici etkisi
yapar.)+gösterilen özen=Kimilerine göre AŞK Tatlı
sözler+Armağanlar+Romantik Arzular+Ateşli dönem=Beynin
delice sevdadaki sinirsel aktiviteyi sürdürememesi=DELİLİK
HALİ İçiçelik+sahiplenme=AŞKIN SONU Herkesin
birbirinin alanına saygı duyması+Özgür bırakarak
sevme=AŞKIN SEVGİYE DÖNÜŞME HALİ OLABİLİR!
Yenilik+Dopamin hormonu+Çekim=Gerilim=2. ve 3.
Bulusmalara sebebiyet vermek (Mantık hatası olabilir!Ancak
bilimsel açıklamasi bu şekilde) gibi matematiksel formüllerle
açıklamalar vardır. Anlaşıldığı ya da anlaşılamayacağı gibi
karışık ve aşk ile dolu bir romandır.Zaman zaman ara
verdiginizde başınız dönebilir! Biraz daha abartıp kafanızı
karıştırmak gerekirse, bu formülleri uyguladığınızda,
alacağınız veriler kendinize has olacaktır ve bütün sorumluluk
size aittir! Bu yüzden sorumluluk kabul edilemeyeceğini
önceden bildirmekle, seçimlerinizi ona göre yapıp
formülleri çok karıştırmadan, yerlerini değiştirmeden
kullanmanız önerilir. Yabancılığı seçip, bunu bir şeye ait
olmadan ile toplarsanız=Sonuç hiçbir sey de cıkabilir. Şimdi
duyacaklarınız, bu formüller kadar kafanızı karma karışık
yapıp sizi allak bullak edecek niteliktedir. O yüzden şöyle bir
arkanıza yaslanın,ayaklarınız yerden kesilmeden, kemerlerinizi
de bağladıysanız uçuş için hazırsınız demektir.
"Şu Mazarine Caddesi'ndeki Tagliatelle al Pesto Ligure adlı
İtalyan restoranında yemekteyiz.K im olduklarını bilmediğim
bir yığın insanla çevrelenmişiz.Birbirimizi tanımıyoruz,
ilgimi çekiyorsun, afallatıyorsun beni.Eğer bizimle oraya
gelmeseydin, ben eve geçecektim.
Yahudi soykırımından konuşuyoruz, toplama kamplarından.
54
| Therapia Sayı 5
Dayanamıyorum, üstelik bu anlattıklarımıza gözlerimden
akan yaşları gizleyemiyorum senden. Sonraları bunun
seni çok etkilediğini söyleyecektin.Birden şu sözcükleri
söylüyorsun. “Eşim, çocuklarım" ben de "ya ne olacaktı ki?"
diye düsünüyorum. Böyle bir kadın yalnız kalacak değildi
ya”. Aramızda hiçbir şeyin olmayacağını ima ettiğin her
an aklımı kaybedecek gibi oluyorum. Seninle tanışmadan
önceki yanızlığım aklıma geliyor. Su götürmez gerçek ortaya
çıkıyor. Tam bana göre bir kadın olduğundan artık şüphe
duymuyorum.” Yıldırım aşkı" tanımlamısını ilk kullanan
kişi sen oluyorsun. Ama daha sonraları Quinzaine'de
yayımlanan bir özgeçmişim için gazeteci hayatımdaki on
dönüm noktasını sorduğunda sonuncusuna "Bu yılın eylül
ayı, yıldırım aşkına tutuldum.” yazıyorum. Yves Janvier,
yirmi yaşında, tıp öğrencisi olarak, beyaz önlüğünü tüm
zarafeti ile taşıyan kıvrımlı kadınsı bedenine leopar desenli
elbiseler giyerek, taktığı sutyenlerle, biçimli göğüslerini ortaya
cıkarmaktan ve uzun güzel bacaklarını göz önüne sermekten
çekinmeyen, genelde pırıltılı ayakkabılar giyinen, dersleri
kaçırmayı göze alacak kadar kendine güvenen, sınavları başarı
ile veren zeki kadın ile kırklı yaşlara geldiğinde karşılaşacağını
nereden bilebilirdi? Karşılastığı bu büyüleyici kadın, psikiyatr
oldugu halde 12 yıldan beri, Dr.Thomas Le Gall’e, terapiye
gidiyordu. En az on yaş genç gösteren Anna Stein, kendisi
gibi Yahudi olan bir cerrah ile evliydi. İki çocukları olmuştu.
Onların evlilikleri her evlilik gibiydi. Çocuklar ve isteksiz...
Ama yine de seks hayatları iyi denebilecek durumdaydı.Ama
Anna'nın zaman zaman tutulduğu ağlama nöbetleri vardı.
Belki de onlarınki, bugün New York'ta, Central Park’a yakın
oturan, 60 yaşına gelmesine rağmen hâlâ ince bedeniyle
dikkat çeken antropolog, yazar Helen Fisher’in söyledigi gibi
"İlişkilerin çoğu kez dört yılda bittiği, çünkü bir çocuğun
aşağı yukarı bu süre içinde büyüyeceği, o insanı ışıl ışıl yapan,
Therapia Sayı 5 | 55
Yazar Yves, okumayı öğrendiğinde üç
yaşındadır ama yazmayı geç öğrenmiştir.
12 yaşından itibaren cebindeki not
defterine işittiği cümlelerin, şiirlerin
birkaç dizesini yazacaktır.
tutkulu, çılgın duygunun asıl gereksiminin cinsel ilişkide
bulunmak değil,aynı zamanda üremek icin olduğu ve bununla
birlikte bağlılık duygusunun eşleri aciz bir insan yavrusunu
yetiştirmek için bir arada tuttuğu gerçeğiydi".Arzunun önde
gelen isimlerinden olarak tanımlanan, Rutgers Universitesinde
profösör olan Fisher aşkın iniş çıkışlarını rahatlıkla tartıştığı
gibi , kendini aşkın şehvet baglılık tutku gibi tüm hallerini
MR (Manyetik Rözonans ) görüntüleme aracılığı ile,bunların
nasıl artıp azaldığına ilişkin tüm biyokimyasal verilerini
araştırmaya vermişti.Fisher” Beynimizde, aşık olduğumuz
zamanlarda üretilen ve aşk iksirinin bir parçası olduğunu
düşündüğü dopaminin ,doğru oranda olduğu takdirde
büyük dikkat yoğunlaşması,neşe,büyük bir enerji hatta
büyük ödül kazanma motivasyonu yarattigini “söyler. Yine
ona göre, bu yüzdendir ki yeni aşık olduğumuzda, bütün
gece uyanık kalıp, güneşin doğuşunu seyredebiliriz, ya da
kayak becerimiz olmadığı halde bir yokuştan aşağıya çılgınca
kendimizi salıverebiliriz”.Ya da Yvesin Anna’ya yazdığı
kitabında söylediği gibi şu aşk dolu sözleri içimizi titretebilir.
"Senin dahil olmadığın seninle ilgili hatıralarım da var benim
,onları bilmene olanak yok tabii.Öylesine içimdesin ki,fiziksel
yokluğun neredeyse hissedilmiyor.Bu senin ,sahilimde
bıraktığın ayak izin,varlığın bana bagışladığı sessiz melodin.
Sadece senin melodin.Sadece seni düsünüyorum.Bir önceki
gün seni ilk defa kollarıma aldım ve beni o an istila ettin.Seni
anlatan cümleler geliyor aklıma,not alıyorum amaçsızca.Bir
efsaneye göre Sostakovic'in kafatasına saplanan bir şarapnel
parcası,eger kafasını belirli bir şekilde eğerse onun müzik
duymasını sağlarmış.Sen benim Sostakoviç'in kafatasına
saplanan şarapnel parçamsın.Sostakoviç’in kafatasına saplanan
şarapnel parcası güzel bir roman adı olurdu.Hayat sonsuz
sayıda güzel roman adıyla doludur.
Bu çarpıcı ve Yvesin Anna icin söylediği “Yabancı kalmak,o
yanı güzel” sözleriden yola çıkarsak aşkın aşk olabilmesi
için , acaba içimizdeki yabancılığı, yabancı kalmayı daima
koruyabilmek olabilir miydi?Ayni Sostakoviç ‘in kafasina
saplanan bir şarapnel parçası gibi.Orada bir yabancı gibi
56
| Therapia Sayı 5
kalmak.Hiç kımıldamadan.Bu sabitlik belki de yine Yves’in
Anna’ya lafın arasında söylediği “Eğer sabit pozisyon istiyorsan
kımıldamamalısın”şeklindeki ifadesi, bu dengeyi bozmamak
icin gerekli miydi? Ancak belki de bu şekilde insanın
beynindeki kimyasını altüst eden hastalıklı aşk halimizi
doyasıya bitmeden yasama şansımız olurdu? Ya da kafamızı
biraz daha karıştırıp romana da anlam yükleyen şiirdeki şu
dizeleri okudugumuzda:
Aydınlıktan ateşten korkmam ne olursa bedel
Değmez bir kalkanın ardına sığınmaya
Yaşama sadakattir dayandığımız temel
Arzulara da kulak vermelidir insan oysa
Sözlerini, aşkın çeliskili ifadesi olarak düşünüp, aşkı
arzularımıza kulak verelim, aşkı korkmadan, saklanmadan
yaşayalım, hatta ateşe atlamamız gerekiyorsa bedeli ne olursa
olsun tam ortasına atlayalım, yanalım kül olalım, yeter ki aşk
olsun deyip mi yasamalıyız yoksa?
Aşki nasıl yaşarsak yaşayalım, aşkın diğer bir başka bilimsel
açıklamasını karasevdanın biyokimyasını araşıtırmış
İtalya’da Psikiyatri Profösörü olan Danatella Marazzitti
yapar.“Romantik aşkın yol actığı, kimyasal olarak değişime
uğramışlık durumunu, akıl hastalığına ,obsesif kompulsif
bozukluğuna ya da uyuşturucu maddelerin verdiği havalarda
uçma haline benzediğini söyler.”Yani aşk ile akıl hastalığı
birbirinden ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakındır” der.
O ve meslektaşları yaptığı araştırmada, bu duruma maruz
kalındığında, kandaki serotonin seviyesinin, normal aşık
olmayan insanlarlarda bulunan serotonin seviyesinden %40
daha düşük olduğunu belirtirler”Bu tabi ki hic bir gönlün
dinlemeyeceği fermandır onlar için. “Hepimiz aşık olur hatta
tekrar tekrar aşık olabiliriz“Marazzitiye göre.
Helen Fisher de “Kontrol edilemez tutku haline, kendini
kaptıranlar icin bir umut olduğundan bahseder ve de bu
Prozac'tır" der. Ama yine ekler "Boşanma aşamasına gelmiş
bir çift tanıyorum. Kadın antidepresan kullanıyordu ve
kullanmayı bıraktı. Eşine duyduğu cinsel çekimin tekrar
canlandığını hissetti ve tekrar birbirlerine aşık oldular." der.
Ama biz yine de bütün bu mantıklı dedigimiz! açıklamalara
rağmen, yazarın özel mantık yapısına gönderme yapmasından
bahsedelim. Yazar kendi de bir matematikçi olduğu icin,
Oulipo yani Gizil Edebiyat İşliği dediği edebi akımı, aynı
Ouliponun genel özelliklerindeki gibi olasılık ve farklı
matematik modellerini Abhanaz Dominosu Oyunu
kuralına göre kurgulamıştır. 28 taşlık domino setinden
oluşan bu oyunun en önemli özelliği, bir oyuncunun elinde
oynayabileceği uygun taş kalmadığında, çekilecek taşlardan
iki el daha çekip hâlâ oynayacak bir taş bulamamışsa önceden
oynanmış taşı yerden alıp tekrar oynayabilme kuralına dayanır.
(Bu oyunu bildiğimi düşünmeyin, kitabı okuduğunuzda ve
araştırma yaptığınızda siz de aynı verilere ulaşabilirsiniz.)
Yerden taş alındığında birbirine bağlı olarak oynamanız
gereken iki oyun dizisi meydana geliyor. Çift oynayan her
oyuncu bundan bağımsız başka oyun dizisi de oluşturuyor.
Aynı kitaptaki ilişkiler gibi... Blöf, oyun, çekilecek taşlar
bitene dek devam ediyor. Daha dört ana karakterin de olacağı,
altı karakter ile oynanacak oyundaki her bir aşık domino
taşındaki sayılardan birine karşılık düşer yine bu oyuna göre.
Yardımcı karakterler boşlukta, yani sıfıra karşılık bulur.
Boolean Matematiği adını Georga Boole’dan alır. 1 ve 0'lardan
oluşur.Boolean Matematiği, kendisi gibi, yukarıda verilen
matematiksel açıklamalar kadar karmakarışıktır diyelim ve
isterseniz biz yine oyuna, domino taşlarındaki karakterlere
dönelim.
Anna, Dr Thomas'a kocasi Stanla Yves'in hemen hemen
aynı yaşta, belki de Yves’in bir iki yaş büyük olduğunu
söyler. Psikanaliz ile yaş arasında kuvvetli bir benzerlik vardır
kitaptaki açıklamaya göre. Yves yazardır, Thomas danışanının
söylediklerini sol tarafa, anlatılan hikayeyi sağ tarafa,
anlattıklarından çıkardıkları olarak not alır. Anna’nın ekledigi
"Yıldırım aşkı" ifadesi Thomas'ın hoşuna gider ve sağ tarafa
elektrik ve boşalım diye yazar.
Anna geciktiği icin özür diler ve küçük kızının ateşi olduğunu,
park yeri bulamadığını söyler. Divana yerleşir. İki gün önceye,
bahsettiği Yves'le karsılaşmasına döner. Thomas önceki şemada
yazdığı X'i siler ve yerine Y yerleştirir. Ardından Anna’nın
etrafına onu ve eşi Stan'ı kapsayan ikinci yuvarlak çizer. En
son yine Anna’yı kapsayan üçüncü bir yuvarlak daha çizer,
ancak bu defa içine kendi adını yazar, Thomas’ı. Anna Stein
bu üç halkanın tek keşisimidir ancak bundan böyle hiçbirisine
bütünüyle ait değildir. Thomas da Anna ile olan seansından
hemen bir kaç saat sonra yıldırımla tanışacaktır. O psikiyatrist
olmaya, sevgilisinin, hamileyken bebeğini kaybetmesi ve
intihar etmesi ile karar vermiştir. Thomas eski sevgilisi
Piette’nin fotoğraflarına bakar, kadın 4 aylık hamiledir. Birkaç
hafta sonra bebeğini kaybedecek ve bir yıl sonra intihar
edecektir. Ama Thomas ondan önce okulu bırakmış, o olaydan
sonra da saçları sıfıra vurdurup derslere geri dönmüştür. Sonra
eski eşinin ve çocuklarının resimlerine bakar.
Thomas’ı genç bir sosyolog olan Samy’nin ayda bir verdiği
ritüel haline gelmiş yemeğe, bir arkadaşı onu kolundan
tutup götürür. "Sıkılmazsın yahu, insanlarla tanışırsın, güzel
kadınlar etkileyici tipler tanırsın der.” Derken açık renk gözlü,
kısa saçlı, etrafı kalabalık bir kadın ilişir Thomas'ın gözüne.
Konuşmalarından avukat olduğunu anlar ve kadının adının
Louise Blum olduğunu öğrenir. O kendinden emin, kendisine
kaçamak gülümsemesinin, onu kışkırttığını düşünür. Masada
tesadüfen sandalyeleri de yan yanadır. Thomas Masada sessiz
kalır Louise’in fiillere taktığı acelecilik hoşuna gider. Kendi
mesleği için de “analist" der.Biraz daha konuşunca birkaç
ortak sanatçı, gazeteci, tanıdık daha keşfederler aralarında.
Sonra hemen senli benli olurlar.Louise'in 10 yıl beraber
oldugu eşi ve çocukları ve önemli bir biyolog, dil araştırmacısı
Romain Vidal ile evlidir. Bunu Thomas'a söyler ama sözlerinin
söyleniş biçimi bir şey ifade etmez Thomas için. Louis ne ona
ne de kendisine ümit vermek ister. Thomas'ın kafasında bir
anda şimşek çakar, Anna ile Louise'in hayatlarının birbirine
çok benzediğini düşünür. ”Bak şimdi ya Louise Blum, Anna
Stein'ın sarışın ikiz kardeşiyse?" der kendi kendine. Louise’in
verdiği telefon numarasını ve mail'ini alır "Bana böyle güzel
Therapia Sayı 5 | 57
bir akşam yaşattığın için teşekkür ederim” der ve tam havamda
değildim başka bir yerde seni görebilirim yine buluşalım
şeklinde mail atar. Tam o sırada Anna Stein randevu için
kapıdan içeri girer. Anna’nın iştahı kesilmiştir "Bana neler
oluyor anlamiyorum" der. Thomas'a. Yves'le tanıştığı gecenin
ardından eve girer girmez kocası Stan’e her şeyi itiraf ettiğini
sanır. Uzun bir süreden sonra onu allak bullak eden adamla
karşılaştığını sürprizli bir ses tonu ile söylemiştir. Ama Stan ne
diyeceğini bilemez ve konu değistirir. Oysa Anna kocasının
tepki göstermesini, ona sımsıkı sarılmasını içgüdüsel olarak
anlattığını bilsin ister. Stan ona sarılmaz.Ya da bu sözlerinin
ağırlığı altına girmek istemez. Kendi arzularına açık kapı
bırakır. Bu Anna'yı kızdırır, hayal kırıklığına uğratır aynı
zamanda da memnun eder! Seans bittiğinde bilgisayarın
ekranında Louise Blum'dan gelen maili görür Thomas. Nefes
alışları hızlanır ve gerilir. Anna’ya kapıya kadar eşlik eder.
Uzaklaşırken onun belirgin hatlarına bakarak onu güzel bulur.
Anna’yı görünmez kadın yapmak her zaman zor olmuştur
onun için. Tekrar bilgisayarın başına döner Louis'den gelen
sıcak ama beklentilerini tam karşılamayan mesajını okur.
Louise’in, önce onu kocası ve çocukları ile tanıştırıp arkadaş,
ailece görüşecekleri dost statüsüne düşüreceğini sanır. Ama
anında gelen cevapta “kahvaltı" yazar. Louise buluşma için
kocasına yalan soylediğinden ve kocasında ,Thomas ona
iki kızının annesinden bahseder. Louise ve Thomas beraber
olurlar.
Thomas, Anna’nın etkilendiği Yves'in verdiği kitabı okumayı
düşünür çünkü psikanalizle yazı arasında kuvvetli benzerlik
vardır. Thomas Yves’i kendisinin ikizi gibi hayal eder.
Bir anda hikayenin Anna ile arasında cereyan etmesinden
çekinir. Bu arada eski “renksiz" arkadaşı ile beraber olur.
Aklı Louise'deyken, Anna Stan’in sözleri başka etki eder
ve mesafeyi korumalı diye düşünür. Ama Anna’nın Stan’ı
terk edeceğinden de korkar! Ama Anna da Yves'in parasız
olduğunu düşündügünden, onunla birlikte sefil olacağından,
sadece onun olursa sönmekten korkar.
Yazar Yves, okumayı öğrendiğinde üç yaşındadır ama
yazmayı geç öğrenmiştir. 12 yaşından itibaren cebindeki
not defterine işittiği cümlelerin, şiirlerin birkaç dizesini
yazacaktır. 32 yaşında kızının doğduğu ertesi günü eskiden
yazdığı yazıların bulunduğu kutuyu attığına çok pişman
olmuştur. O kendini çevreye farklı yapılarda tanıtmaktan
hoşlanmıştır hep. Elli yaşından genç gösteren bu atletik yapılı
adam, sevgilisi Ariane ile üç yıl önce, bir kitap fuarında pek
de hoşlanmadığı şekilde, kitap imzalama sırasında şarabın
58
| Therapia Sayı 5
cezbedici sarhoşluğuna yenik bir durumdayken tanışmıstır.
Yves Anna'dan daha genç olan sevgilisini daha önceden terk
eder ancak Ariane bunu fark bile etmez. Çünkü görünüşte
değişiklik yoktur. Yine beraber kahvaltı edip, beraber akşam
yemeklerini yerler. Önceden de sık olmayan beraberlikleri
vardır. Yine aynı sıklıkla beraber olurlar. Hâlâ şevkatle ve
saygıyla el ele tutuşurlar. Yves Ariane’yi daha çekici bulur.
Ama yaptığı hatayı! ileride Ariane’ye söyleyemez. Anna da
Yves'i kocasına itiraf edemez. Romanın aynı aşkta olduğu gibi,
çelişkilerle dolu halini, biraz daha ileriye alıp, oyununun da
hızını arttırırsak: Anna kocası Stan’a, kuzeni Moureen ve Yves
ile partiye gideceklerini söyler.O akşam Yves Anna'yı dışarı
çıkartmak için evine gelir ve annesi ve babası da oradadır.
Anna o gece Moureen ile Yves arasında bir şey olsun ister!
Dönüşte Anna kocasına Yves'den hiç bahsetmez.Anna, Yves’in
yeni evinde onunla beraber olur. Evde kocası Stan ve çocukları
ile birlikte yemek yerler ama Anna bir şey belli etmez. Doğum
gününü kocası ve çocukları kutlar. Bu arada Stan da karısı
Anna'yı aldatır. Yves ve Anna tekrar beraber olurlar, hem
de büyük hazla. Anna “beni neden seviyorsun” sorusuna
daha ışık saçan bir cevap bekler hep.Bir alışveriş bağımlısı
olduğu için alışverişe çıkar. Anna onun evinde yemek hazırlar.
Konuşurken ayrılma konusunda kararsızlığı ortaya çıkar.
Yves'in de Anna ile evlenmeye niyeti yoktur aslında. Anna,
Thomas’a Yves ile kurduğu hayali anlatır. Thomas bunun hayal
olduğunu söyler ona.
Yves’in anne ve babası ölür. Thomas da babasını kaybeder.
Anna Yves ile birlikte cenazeye gider. Orada kendini yabancı
hisseder. Anna Yahudidir. Yves ise kibar biri.
Louise’ in kocasi olan Romain Vidal önemli bir biyolog,
dil araştırmacısıdır ve kocası Romain’e onu terk etmek
için mektup yazar. Ama kayıt etmeden bilgisayarı kapatır.
Louise Thomas'a terapiye gider. Kocası Romain’e ayrılmak
isteyeceğini söyler Thomas'a ve bunu ona söyleyecektir.
Kocasının konuşmacı olduğu bir semineri dinlemeye gider.
Thomas ve beraber olduğu kadının kocasına hayranlık duyar.
Aynı şekilde Stan da Yves'in konferansına gider. Dinlerken
karısını da orada görür. Büyük bir üzüntü ve sıkıntı ile oradan
ayrılır. Thomas Louise ve çocukları ile birlikte dışarı çıkarlar.
Thomas Louis’in kızını ezilmekten kurtarır. Romain Thomas’a
seansa gider ve görüşür. Yanından ayrılmadan önce kızını
kurtardığı için ona teşekkür eder. Bu arada Stan da Yves'e
kitap imzalatmaya gider. "Anna ve Stan için” diye yazmasını
ister. Kitaptan konuşurlar. Stan soğukkanlılığını zorlukla
gizlemeye çalısır.
Thomas Louise ve çocukları ile at yarışlarına gider. Ancak
araları gerginleşir. Bir süre sonra da yine hep birlikte beraber
tatile gitmeye karar verirler. Louise cocuklarına tatilde 2 aylık
hamile olduğunu söyler.
Yves Anna'ya kitap yazar ama kitap yarımdır. Kitap Anna'ya
ait kırk hatıradan bahseder. Anna okur ve teşekkür eder.
Yves Anna'ya şiir yazar. Sonra okumasını ister ve roman sona
doğru yaklaşır. Yves'in Anna’ yı “Bir daha hiç kaybetmemek
için” yazdığı 40 hatırasını ve diğer detayları hâlâ merak
ediyorsanız tüm aşka dair halleriyle devamında diyelim ve….
Bunca Aşka dair Aşka tam uygun! Çelişkili ifadelerden sonra
bir başka değişle matematiği de düşüncelerimizin kendisi
olarak kabul edersek, bir düşünce biçimi olarak da, bir şey ile
başka şey arasında, aynı sayılarda olduğu gibi, sonsuz mesafe
ve ihtimal sayısının fazlalığından söz edebiliriz miyiz? Aynı
ilişkilerdeki olasılıklar gibi… Size göre aşkın ifadesi nasıldır?
Şimdi aşağıdaki seçeneklerden birini veya hiçbirini veya
diğerlerini, istediğinizi özgürce seçebilirsiniz. Seçimleriniz
ne olursa olsun sonunda mutlaka matematik Aşk +çeliski
+özlem vardir=Alacağınız sonucun ne çıkacağı sizin yaptığınız
seçimlerin sonucunu verecektir. Nasıl mı ifade edersiniz?
1-“Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştüğün zaman o kadar az
incinirsin.”diyerek Tibet Atasözü
2-Yaşama heyecan ümit veren, belki de nereye sapacağını,
hangi kavşaktan geçerken yavaşlaman ya da durman
gerektiğini (bu kısmın tasarımı bana ait) sana önceden
söyleyen Navigasyon aletine hiçbir zaman ihtiyaç duymadan,
hayatı akışına bırakıp yoldan da çıkmadan, kaybolmadan,
kendi yolunu kendin bularak özgürce ama sevgiyi de sevgiliyi
de özgür sevip yaşamak. Aynı Can Yücel’in sözlerindeki sevgi
gibi.” Sevgi emekmiş/ emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama
özgür bırakacak kadar sevmekmiş.” diyerek.
3-Ya da Can Dündar’in söylediği gibi “Aşk Ayakkabı Gibidir .
Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp hor kullandığınız zaman
kolayca eskittigimiz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp
özen göstermediğiniz zaman kısa sürede eskitirsiniz. Ve
nasıl ki delik bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca bir
miktar ömrünü uzatmış olursunuz delik bir aşkı onarmaya
kalkıştığınızda da asla eskisi gibi olmayacaktır.” diyerek
4-İrlanda atasözünde olduğu gibi: "Bir adam, en çok
sevgilisini, en iyi şekilde ailesini, en uzun da annesini sever.”
diyerek
5- “Evlilik, bir kale gibidir. Dışarıdakiler oraya girmek için,
içindekiler de dışarı cıkmak için uğraşır dururlar.” diyerek
Tayland Atasözü.
6- Jack Nicholson, Diane Keaton “Aşkta Her Şey Mümkün”
flimini seyredip“ Aşkta Her Sey Mümkün” diyerek
7-Aşk hakkında bunca söylenilenlere rağmen hâlâ
ayaklarınızın yerden kesilmesini istiyorsanız: Frank Sinatra’
nın “Fly me to the Moon” şarkısını dinlerim şimdi ben
diyerek
8-“Aslında kimseyi sevmeyiz yalnızca niteliklerin kendilerini
severiz” (Paskal) diyerek
9-Aynı kitaptaki gibi: "Öyle içimdesin ki, fiziksel yokluğun
neredeyse hissedilmiyor. Bu senin sahilimde bıraktığın ayak
izin, varlığının bana bağışladığı sessiz melodin. Sadece seni
düşünüyorum. Bir önceki gün seni ilk defa kollarıma aldım
ve beni o an istila ettin. Seni anlatan cümleler geliyor aklıma,
not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye göre Sostakoviç’in
kafatasına saplanan bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli
bir şekilde eğerse onu müzik duymasını sağlarmış. Sen
benim Sostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçamsın.
Sostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçası güzel bir
roman adı olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel roman adıyla
doludur.” diyerek
10-Yves'in Anna'ya yazdığı şiir gibi: "İstedim yazmayı bir
villanelle/iz birakmaksızın akıp giden zaman hakkında /
Anna’ya, varlığı çorak kalbime gelgeç bir sel/Keder ve zaman
bazen dolanır birbirine bir güzel/Naif ve fani aşk da katılır
onlara, İstedim yazmayı bir villanelle/Aydınlıktan,ateşten
korkmam ne olursa olsun bedel/Değmez bir kalkanın ardına
sığınmaya/İstedim yazmayı bir villanelle/Yaşama sadakattir
dayandığımız temel/Arzulara da kulak vermelidir insan
oysa/Anna’ya,varlığı çorak kalbime gelgeç bir sel/Dikenlidir
yollar, çökebilir tünel/Dylan Thomas’ın çizdigi yolda/İstedim
yazmayı bir villanelle/Anna’ya ,varlıği kurak kalbime gelgeç bir
sel/Gel gör ki aşktan bu kadar.” mı ? Yves diyerek
11-Bunlardan hiçbiri ya da "Oradan öyle söylemesi kolay.
Kolaysa sen yap” diyerek
Her şeye rağmen hayatınızda aşk ve sevgi hep olsun. Ama
serotonin dengeniz de çok oynamasın!
Sevgilerimle
Therapia Sayı 5 | 59
Hüzünlü Bir Yaşam
Öyküsü: Michael Jackson
Müzik efsanesinin yaşamına derinlemesine bir bakış...
aslı aktümen bilgin
60
| Therapia Sayı 5
Therapia Sayı 5 | 61
Kardeşler spora ve arabalara ilgi
duyarlardı, Michael ise hiçbir zaman
futbol ile ya da arabalarla ilgilenmedi.
Bu konuda kardeşleri ile rekabet
edemiyordu.
Michael Jackson (MJ), 1958 yılında 9 çocuklu bir ailenin
7. çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Joseph bir işçiydi,
müziği çok seven, amatör olarak gitar çalan, soğuk, mesafeli,
gerektiğinde şiddet uygulamaya çekinmeyen, despot ve çapkın
bir baba. Annesi ise daha sessiz sakin, uyumlu, dindar ve
kibardı. Protestanlıktan bir mezhep olarak ayrılan Yehova
şahitlerinden olan annesi, çocuklarını katı dini kurallara göre
yetiştirmeye çalışıyordu. Zaman geçtikçe Michael, La Toya
ve Rebbie içlerinde en dindarları olacaktı. Babasının ikinci
evliliği, annesinin ise ilk ve tek evliliğinden 9 çocuk sahibi
oldular. 1950, 1951, 1953, 1954, 1956, 1957, 1958, 1961
ve 1966... Son kardeş Janet hariç neredeyse her yıl için bir
çocuk. Yoksul ve kalabalık bir aile... Annesi MJ’i ne kadar
emzirdi, isteyerek mi, korunmadığı için mi bu kadar sık ara ile
çocukları oldu bilmiyoruz. O dönem ile ilgili tek bildiğimiz
şey, Katherina’ nın (Michael Jackson’un annesi) depresyonu ve
Joseph’e karsı kendi sınırlarını ve duruşunu netleştirme çabası.
Michael'ın annesi ile ilgili hatırladığı ilk anılar, annesinin
kendisine sarılarak söylediği ‘You Are My Sunshine’ şarkısı.
Babasını ise genelde kendisini döverken ya da azarlarken
hatırlıyor. İlk evlerini ‘Ön kapıdan girip 5 adım attığınızda
arka kapıya varmış olurdunuz’ diyerek anlatıyor MJ. İki
odalı bir evin bir odasında annesi ve babası, diğer odada üç
katlı bir ranzada tüm erkek kardeşler, karşısındaki çekyatta
ise üç kız kardeş yatıyor. Küçücük bir evde, 9 tane çocuğa
bakmaya çalışan bir anne... Çocukların doğum sıklığına
baktığımız zaman, aslında hiçbir çocuğunu doğru düzgün
emziremediğini, yeteri kadar aynalama yapamadığını
ya da oral dönemin temel ihtiyaçlarının yeteri kadar
karşılayamayacağını düşünürüz.
Maddi olarak çok zor günler geçirdiklerini, yaşamakta çok
zorlandıklarını hatırlıyor MJ. Bir gün ağabeyleri babasının
gitarını alıp çalmaya ve babalarından gizlice şarkı söylemeye
başlıyorlar. Anneleri oğullarını destekliyor ve sırlarını
babalarından gizliyor. Michael Jackson o dönem için babasının
62
| Therapia Sayı 5
dışarıda diğer çocuklarla oynamalarına izin vermediğinden,
‘Asla diğer çocuklar gibi sokakta eğlenmeye iznimiz olmadı’
diyerek bahsediyor. Baba Joseph, bir süre sonra oğullarının
müzikle ilgilendiğini öğreniyor, önce kızıp öfkeleniyor,
yatıştıktan sonra, oğullarının yeteneği ile heyecanlanıyor.
Joseph’in daima büyük hayalleri var, hırslı ve kinci bir adam.
Lider olmak, en büyük olmak istiyor, çocuklarına yıllarca
hep aynı öğüdü veriyor. ‘Dünyada kazananlar ve kaybedenler
vardır, benim oğullarım asla kaybetmeyecek!’
Jacksonlar’ın müziği artık bir grup şeklini alıyor, 5 oğuldan
oluşan bir grup. ‘Aile hiç bu kadar birbirine yakın olmamıştı’
diyor kardeşler. ‘Herkes sokakta takılır, gruplarıyla şarkı
söylerlerdi, fakat biz izinli değildik. Çevredeki herkesten çok
fazla soyutlanmıştık. Hiç arkadaşımız yoktu.’ Bu durum
yıllarca Michael'ın arkadaş edinmesini ve yabancılara
yaklaşmasını zorlaştırıyor. Ve çocukluğunda tanışamadığı,
bulamadığı arkadaşlarını 25 yaşından sonra aramaya başlıyor.
Ama yakın bir oyun arkadaşı için artık çok geç kalmış
olduğunu inatla fark edemiyor.
Joseph çocuklarını uzun saatlerce çalıştırıyor ve elinde kemeri
ile karşılarında oturuyor. Yaptıkları en ufak bir hatanın
sonucunu bildikleri için çocuklar sürekli çalışıyor. Michael'ın
büyüdükçe Joseph’ten olabildiği kadar uzaklaştığı ve annesine
giderek yaklaştığını biliyoruz. ‘Dokuz çocuğu olsa bile, her
birine sanki tek çocukmuş gibi davranırdı’ diye söylüyor
Michael 1991'de verdiği bir röportajda ve ekliyor, ‘Bir
annenin sevgisi olmadan yaşamayı hayal bile edemiyorum’.
Ancak çarpıcı ve belki de şüphe uyandırıcı olan, Michael'ın 3
tane çocuğunu anneleri olmadan yalnız yetiştirmesi. Gizemli
ve karizmatik olmayı seven Michael'ın, aseksüel, homoseksüel
ya da biseksüel olup olmadığı asla netliğe kavuşmadı. Bir
çocuğun hayatında annenin önemini bu kadar bildiği
halde, suni döllenme yoluyla sahip olduğu iki çocuğunu
annelerine belli bir ücret ödeyerek, çocukları annelerinden
ayrı büyütmeyi tercih ediyor. Başka bir taşıyıcı anneden
sahip olduğu diğer çocuğunun ise annesini hiç bilmeden
büyümesine izin veriyor. "Acaba kendisini kadın gibi mi yoksa
çocukların anneleri gibi mi görüyordu?" diye düşünmeden
edemiyoruz. Özellikle çocukları doğar doğmaz plasentası ile
adeta kaçırarak evine götürmesi, çocuklarının asla anneleri ile
vakit geçirmelerine izin vermemesi, onun içindeki kadınla mı
yoksa narsistik özelliklerinin sınırında olmasıyla mı ilgiliydi?
Michael beş yaşında olmasına rağmen grup içinde enerji ve
şov yeteneği ile göze çarpıyor. İlgi odağı olmayı çok seviyor.
Grubun solisti olmasına karar verilince, ondan önce grubun
solisti olan Jermaine’in duyguları inciyor (Jermaine 1956
doğumlu abisi) ve kendisini dışlanmış hissediyor. Erkek
kardeşler arasındaki rekabetin üzerine bir de müzikal rekabet
ekleniyor. Çünkü müzikal rekabet babalarının gözüne
girmenin tek yolu. Hayatı boyunca Michael ile en çok rekabet
eden ve onu en çok eleştiren de yine abisi Jermaine oluyor.
Joseph diğer kardeşlere, özellikle dans konusunda Michael'ı
örnek gösteriyor. Ama Michael bu durumdan hoşnut olmuyor,
‘Seçilmek istemiyordum, örnek olmak istemiyordum.
Ağabeylerim bana gücenmiş gibi bakarlardı, çünkü gösterilen
şeyi benim gibi yapamazlardı’ diye ekliyor. Bu durum,
yani babanın gözdesi olan küçük Michael, diğer ağabeyleri
öfkelendiriyor ama hiçbir zaman kavga boyutuna taşınmıyor.
Kardeşler spora ve arabalara ilgi duyarlardı, Michael ise hiçbir
zaman futbol ile ya da arabalarla ilgilenmedi. Bu konuda
kardeşleri ile rekabet edemiyordu. Onun tek rekabeti dans ve
müzikti, ‘Sevmiyorum beyzbolu’ derdi. ‘Bu kadar, başka hiçbir
sebebi yok.’
Dindar olan annesi, ailenin önceliklerinin değişmesinden
rahatsız oluyor, birden bire amaç eğlence için müzik
yapmaktan, çalışmak için geçinmeye dönüşüveriyor. Joseph
çocuklarını sürekli yarışmalara sokuyor ve hafta sonları
kulüplerde çıkmaya başlıyorlar. Girdikleri bütün amatör
yetenek yarışmalarını kazanıyorlar, çünkü babaları hep aynı
cümleyle onların menajerliğini yürütüyor. Joseph siyahi
olmaktan çok gurur duyuyordu, bunu her fırsatta söylüyordu.
Biz beyazlarla eşitiz, hiçbir farkımız yok, biz de yapabiliriz
derdi. Michael'ın ten rengini açtırması, gercekten vitiligo ya
da lupus olduğu için miydi? Yoksa beyaz mı olmak istiyordu?
MTV'de videosu yayınlanan ilk siyahi şarkıcı o olmuştu ama
istediği başarının önünde hep kara derisi mi duruyordu? Bir
kere menajerine, ‘beyaz olsaydım, çok daha fazla satardım,
kimse beni geçemez’ demişti. Ama asıl gerçek, babasının
ırkçılık düzeyinde siyahi sempatisine sahip olmasaydı. Siyah
olmak, babasının oğlu olmak demekti ama Michael Joseph’in
oğlu değil, beyaz ve makyajlı bir zarafet istiyordu.
Gece kulüplerinde sabahlara kadar çalan çocukların, zamanla
babalarını başka kadınlarla görmeleri, alkol alınan her
türlü ortamda bulunmaları biraz kafalarını karıştırıyordu.
Özellikle de Michael en küçük olduğu için bu durumdan
çok etkileniyordu. Babasının annesini defalarca aldattığını
görmüş, ama bunu annesine söyleyememenin vicdan
azabını duyar olmuştu. Annesi eve geldikleri akşamlar onları
uyuturken Yehova şahidi olmanın erdemlerinden bahsediyor
ve babasının neler yaptığını soruyordu. Michael hiçbir zaman
ona gerçekleri söylemedi ama giderek babasından ve zaman
ilerledikçe babası gibi her gece başka kadınlarla beraber olan
ağabeylerinden, cinsellik konusunda nefret eder olmuştu.
‘Bunu nasıl yapıyorlar anlamıyorum’ diyordu. ‘Aynı gecede iki
farklı kadına nasıl dokunabiliyorlar, ben evlenmeden kimse ile
beraber olmayacağım’. Annesinin dediğini yapmıştı, idealize
ettiği ‘iyi’ annesinin gözyaşlarını silmek için, eşcinsel olmanın
dini inançlarına aykırı olduğunu her fırsatta söylemiş, Elvis
Presley’nin kızı Lisa ile evlenene kadar bilinen hiç kadın
sevgilisi olmamıştı.
Therapia Sayı 5 | 63
Yıllar içinde Jacksonlar giderek ünlü oldular, 1968 yılında
motown ile bir anlaşma yaparak, ilk albümlerini yaptılar. 70’li
yılların başında Jackson 5, zenci pop ve soul vokal gruplarının
dünya çapında bir numaralı temsilcisi haline gelmişti. Ancak
ünlü olmak ve para kazanmak aileye çok da iyi gelmemişti.
Joseph’ten nefret eden sadece Michael değildi tabii ki, diğer
tüm çocukları aynı şekilde babasından öfke ve şiddet ile
bahsettiler ve hemen hepsi çok erken yaşta evlenerek evden
uzaklaştı. Hatta La Toya ileride yazacağı kitapta babasının
kendisine cinsel tacizde bulunduğundan bahsedecekti. Oysa
Michael uzun yıllar boyunca evden, annesinden bir türlü
ayrılamadı. Hiç arkadaşı yoktu ve ‘Evden ayrılırsam ölürüm
herhalde’ derdi. Meşhur Neverland’e taşınıp annesinden
ayrılabilmesi, ancak 30 yaşında olabildi. Michael'ın anne
rahmini terk edebilmesi için, gerçekten tüm varlığıyla
ailesinden kaçmak istemesi gerekecekti.
Çocukken daha girişken ve neşeli olan Michael, ergenlikte
içine kapandı, utangaç ve çekimser olmaya başladı.
Konuşurken kimse ile göz teması kurmuyordu. Ağabeylerinin
arasında utangaçlığı ile hemen fark ediliyordu. Ama sahneye
çıkınca tam tersi oluyordu, Michael sahnede açılıyor, çoşuyor
ve durmadan gülümsüyordu. Dışarıdaki asosyal Michael’dan
tamamen farklı bir genç adam oluveriyordu. ‘Asıl ailem sahne’
diyordu. ‘Kendimi en güvenli hissettiğim yer orası’. 5 yaşından
beri sahnede olan bir çocuk için annesinden daha çok gördüğü
şeydi spot ışıkları. Michael'ın hayatı boyunca da bu devam
edecekti. Sahnede devleşen Michael yıllar içinde ünü ve serveti
arttıkça, daha tuhaf ve daha içine kapanık olacaktı.
Michael her ne kadar annesine çok düşkün, annesinden asla
kötü bahsetmeyen, onu kutsal olarak ilan etmiş olsa da, onu
babasının ellerine teslim ettiği için, babası Michael'ı döverken
64
| Therapia Sayı 5
araya girmediği için ona kırgın değil miydi? Sadece bir kez
Joseph Katherina’ya şiddet uygulamaya kalkmış, onda da onu
sert bir şekilde durdurmuştu annesi Katherina. Ama aynı
şeyi çocukları için yapmamıştı. Yani bir şekilde çocuklarının
babaları tarafından sürekli çalıştırılmalarına, okul hayatlarının
bir şekilde bitmesine ve en önemlisi şiddete karşı dur
dememişti, göz yummuştu. Michael'ın özdeşim nesnesi annesi
miydi gerçekten, Diana Ross mu, Elizabeth Taylor mı? Zaman
içerisinde kendisinden yaşlı, ünlü ve güzel kadınlara özenmeye
başladı Michael. Onlar gibi kokmak- Michael hayatı boyunca
kadın parfümü kullanmıştı- onlar gibi bakmak, onlar gibi
muhteşem ve büyüleyici olmak istiyordu. Onlara benzemek
istiyordu, zarif ve narin. Makyajlı, bakımlı ve güzel. Diana
Ross yıllarca Michael'ı makyaj malzemelerini kullanmaması
için uyarmıştı. Elizabeth Taylor gibi olmak için beyazladı,
Diana Ross’un burnundan istiyordu gibi söylentiler daima
oldu.
Aslında Michael Jackson’ın estetik ameliyat çılgınlığı burun
ameliyatları ile başlar, ondan fazla burun ameliyatı olur.
Zamanla burnunda yeterli kıkırdak kalmayınca ek bir
plastik takma burun yapılır, gözleri, yanakları, dudakları.
Çenesinde bile estetik vardır. MJ’in kendi vücut algısı ile
olan sorunları çocukluktan başlayarak herkesin Michael'ın
burnunu babasının burnuna benzetmeleri ile başlar.
Kardeşleri ona 'koca burun' demektedirler. MJ bundan çok
rahatsız olur. Ama kaçacak yeri yoktur, çünkü MJ’in asıl adı,
Michael Joseph Jackson’dır. Yani isminin içinde babasının
adını taşır Michael. Her estetik ameliyattan sonra, ‘Babama
benzemiyorum değil mi?’ diye sorar menajerine. ‘Ona
benzemek istemiyorum, o olmak istemiyorum’. Ama yıllar
içinde bazı kişilik özelliklerinin, hırs, inatçılık ve kin gibi
Therapia Sayı 5 | 65
babasına çok benzediğini fark edecektir. Babasından kaçıp,
zarif ve güzel biri, zarif ve güzel bir beyaz ya da zarif ve güzel
bir beyaz kadına benzemeye çalışır yıllar içerisinde. Aklın
sınırlarını zorlar, kendi aklının sınırlarında gezinir.
Yaşam hikayesiyle paralel gidecek olursak, bir dönem evden
ayrılayarak Diana Ross ile beraber yaşar. Annesi hâlâ ilk
evlerindedir ve yanlarına taşınmamıştır. Michael sürekli
Diana Ross’u izliyor, ‘Tıpkı senin gibi olmak istiyorum Diana’
diyordu. Diana Ross sayesinde ünleri giderek arttı ve Michael
o dönem kardeşlerine, ‘Erken yaşta anladım ki, eğer birisi
bana benim hakkımda doğru olmayan bir seyler söylediyse, bu
bir yalandı. Fakat birisi bana imajım hakkında doğru olmayan
bir şeyler söylerse bunun adı halkla ilişkilerdi, reklamdı. Ve
reklam her zaman ihtiyaçtı’. Michael bunları 12 yaşındayken
söylemişti: Diana Ross’tan öğrenmişti. Hayatı boyunca da en
çok konuşulan ünlülerden biri oldu ve reklamları neredeyse
korkunçtu.
Konserler, albümler ve artan ün ile Michael giderek ön plana
çıkıyordu. Joseph bu durumdan çok rahatsızdı, ‘Bütün
oğullarım eşittir, hepsi aynı yetenektedir’ diyerek ısrar etse de
artık çok geçti, Michael'ın ışığı çok uzaktan fark ediliyordu.
Ancak büyüdükçe insanlara tuhaf gelen davranışları oluyordu.
Kemirgenlerle çok ilgiliydi, annesi bir kere yatağının altında
bir kafeste 30 tane fareyi beslerken bulmuştu onu. ‘Hayvanlar
benim dostum, beni anlıyorlar, insanlar gibi arkamdan
vurmuyorlar’ diyordu. Giderek yalnızlaşıyor, yaşıtlarıyla
hiç arkadaşlık kuramıyor, hep yetişkinlerle özellikle olgun
kadınlarla arkadaşlık kurmaktan hoşlanıyordu. Daha
ünlü ve zengin oldukça bu durum tam tersine dönmeye
başlayacak, Michael Jackson giderek çocuklarla ve sadece
çocuklarla arkadaşlık kurabilir hale gelecekti. Ünlü olmak,
dünyada her istediğini elde edebilir olmak, onun giderek
regresyonunu arttıracak, evde oyuncakları ile oynayıp, kendi
oyun parkı Neverland’i kuracak, eve sürekli Disneyland’dan
kostümlü oyuncular getirip masalları canlandıracak, Peter
Pan kostümleri ile şarkılar söyleyecek, küçük arkadaşları ile
kurabiye yiyerek süt içip aynı yatakta uyumaya başlayacaktı.
Michael'ın çığlık atan kızlardan kaçması, cinsel kimlik
karmaşası ile mi ilgiliydi; özdeşim nesnesi olarak iyi ve
şefkatli kadınları seçmesi, babası gibi kastre edici erkekler
ya da ağabeyleri gibi sporda rekabet edemeyeceği daha
66
| Therapia Sayı 5
yakışıklı ve kendine güvenli adamlar yüzünden miydi? Oral
döneminde asla yeteri kadar ilgi göremediğinden temel güven
duygusunun eksikliği hissedilse de, MJ’in yakın çalışanları
onun obsesif özelliklerinden, anksiyetesinden ve anal dönem
sorunlarını çağrıştıran biriktirme ve saklama özelliğinden
bahsederler. Preödipal dönem sorunlarının çok açık olduğu
MJ’in kimlik oluşumuna, ödipal dönem sonrası yaşanan
çatışmalar ve travmalar eklenince, psikoz sınırlarında bir
narsisizm, vucüt dismorfik bozukluğunu aratmayacak şekilde
ayna karsısında geçirilen saatler ve estetik ameliyatlar, madde
ve ilaç bağımlılığı ile tekrarlayan çok şiddetli panik ataklar
eklenir. Aslında şimdi bütün hayatını bir sürü anısıyla birlikte
araştırmış biri olarak, onun ne kadar katı bir süperegosu
olduğunu daha net görebiliyorum. Hem oral dönem, hem
de anal dönem sorunları olan insanların çok katı süperegoları
olduğunu biliriz. Ancak MJ’in kendini dünyanın sahibi olarak
gördüğü zamanlarda bile, süperegosu onun asla cinsel tercihini
söylemesine izin vermedi. İçselleştirdiği dindar annesi ya da
kastre edici babası mıydı bunun önündeki engel?
Michael bir süre sonra ailesinden ayrılıp, kendi kanatları
ile uçmaya başlar. Ama bu kolay olmaz, hem babası hem
de ağabeyleri sürekli peşindedirler. Seneler boyunca hala
Michael ile turne yapmak için uğraşılar ya da ondan ne
kadar kazanabiliriz? diye düşünmeyi bırakmazlar. Michael'ın
öz ailesine karşı duyduğu bu güvensizlik ve kullanılma
duygusu paranoid bir şekilde aşırı değerlendirilmiş olarak
tüm çalışanlarına ve çevresine yayılır. Evde 3 aydan uzun
süre hiçbir hizmetçi çalıştırmamakta, sürekli telefonların
dinlendiğinden ya da gözetlendiğinden şüphelenmektedir.
Etrafına bir kabuk inşa ederek kimsenin kendisine çok
yaklaşmasına izin vermemekte, bazen saatlerce durmadan
kendi kendine konuşmaktadır. Zamanla sadece sahnedeyken
iyi hissetmeye başlar, ‘Sahnedeyken açılıyorum ve hiç sorunum
kalmıyor’ diyordu, ‘İşte burası sahne… Tanrının benim
olmamı istediği yer’. Annesinin cümlelerini tekrarlıyordu,
annesi onu böyle yıllarca avutmuştu çünkü.
Michael Jackson Thriller albümü ile dünyada en çok satan
albüm rekorunu hâlâ elinde tutuyor. Bu albüm ile büyük
başarı kazandığı dönemde, kendi gücünün sınırlarını zorlar.
Elvis Presley ile hayali bir yarışta, sürekli onu geçmeye,
Beatles’ın tüm şarkılarını satın alarak, Paul Mc Cartney ile
arasının açılmasına sebep olsa da, artık kimseyi rakip olarak
görmek istememektedir. ‘Ben gelmiş geçmiş en iyi şarkıcıyım,
bir numarayım, neden Elvis’e kral diyorlar, asıl kral benim,
aman tanrım ben Michael Jackson’ım’ diyerek yineleyen
Michael’ın evlenmek için Elvis’in öz kızını seçmesi de bir
tesadüf olmasa gerek. Bu evliliğin çocuk taciz olaylarını
örtmek için yapıldığı, bir şekilde paravan bir evlilik olduğu
söylense de, Michael’ın Lisa ile yakın bir ilişki kurabildiği,
kollarlında huzuru yeniden bulduğu, ilk cinsel deneyimini
Lisa ile yaşadığını anlatır. Ancak Lisa Marie Prestley, MJ’den
‘O küçücük bir çocuk’ diye bahseder.
Michael Jackson yıllar içinde gelmiş geçmiş en büyük
starlardan biri olur. Onun korkunç şöhreti ve serveti insanın
başını döndürüp, herkesi biraz delirtmez mi? Ancak MJ’in,
oksijen kabininde uyuyor iddiaları, yatak odasında bir sürü
cansız manken bulunduğu, ölümsüzlüğün peşinden koştuğu,
o çılgın şehvet dolu danslarının ve kasık hareketlerinin
ardında, bastırılmış karmaşık bir cinsel kimliğin bulunduğu,
çocuk tacizi iddaalarına inatla etrafındaki tüm o çocuklarla
ilişkisini devam ettirdiği, anal bir agresyon gibi, asla kendi
bildiğinden ayrılmayan, inatçı ve yalnız bir sona doğru
sürüklenir Michael…
İlk çocukluk çağında aile içinde ve toplumsal çevredeki
önemli olumsuz değişikliklerin çocuktaki aynılık ve süreklilik
duygusunu olumsuz etkilediğini bilmekteyiz. Michael gibi,
tüm çocukluğu travmatik ve normal dışı olaylarla geçmiş
biri için sürekliliğin tam da sağlanamaması şaşırtıcı değil.
Bu açıdan baktığımızda, siyah küçük bir çocuk olarak doğan
MJ’in, 50 yaşında beyaz bir erişkin olarak hayata veda
etmesi göç değil de nedir? Tabiî ki önceden de bahsettiğim
gibi MJ’in süreci sadece siyahlıktan beyazlığa değil, sayısız
estetik ameliyat ve uğraşılan beden bütünlüğü ile de devam
ediyor. Yıllarca diyet yapan Michael önce et yemeyi bırakmış,
ardından özel sebze diyetleri için özel aşçılar getirmeye
başlamış, anoreksik bir hastayı aratmayacak şekilde giderek
daha az yemek yer, yemeğini parçalara böler, uzun süre
masanın başından kalkamaz ve sürekli zayıflar. Bazen de
durmadan kusar. Saatlerce aynanın karşısında kendisini
seyreder çıplak olarak ama gördüğünden asla memnun olmaz.
Yazımın sonunu o yalnız ve regresyona doğru sürüklenmiş
süper starın, hakkında ilk taciz iddialarında bulunmuş, Jordie
Candler’in MJ ile aralarında yaptıkları gizli 6 maddeden
oluşan bir anlaşma ile bitiriyorum. (MJ bu anlaşmayı yaptığını
kendisi de kabul etmiştir)
35 yaşındaki MJ ve 12 yasındaki Jordie’nin gizli anlaşmasının
6 maddesi,
1-yosma, şıllık, orospu gibi laflar kesinlikle yok
2-mutlu olmaktan asla vazgeçme
3-sonsuza dek benimle birlikte Neverland'de yasa
4-en iyi arkadaşlarımdan bile daha yakın ol
5-asla değişme
6-asla büyüme
Asla değişmeyen ve asla büyümeyen, hüzünlü bir yaşam
öyküsü, Michael Jackson…
Therapia Sayı 5 | 67
Risus
Bir ölümlünün Risus’a olan aşkı, Sentinus’a yakarışı…
sebahat aslan
Olimpos dağında uyandım dün gece, Risus, neşe ve kahkaha
tanrısı oradaydı, kalplerden kederi kovan acıları yatıştıran bir
tanrı varmış, ben onunla tanışmıştım, hatta evet o olmalıydı
başka bir suret ile bir insan bedenine bu kadar yakışabilirdi,
benliği bir Tanrı’ın vasıflarına yaklaşabilir yakınlaştıkça
bütünlüğü kavranabilirdi… Soğuk bir beden, hareket etmeye
meyilli uzuvlar dışında coşkulu bir yaşam arzusu taşıyordu,
sıcaktı ve dokundukça sen Sentinus’a yakarıyordun. Gelelim
bu derin uyku miti ile ilk tanışıklığımıza ve benim neşenin
zehrini yudumlayışıma…
Çok tanıdık kalp çarpıntılarından öte kalp kaynayışı demek
çok daha yerinde olurdu, gözlerinin rengi, sahip olduğu derin
bakışları ile sana başka yöne bakmayı yasak eder gibi teninde
geziniyordu, sen onu takip ettikçe yine seninle kenetleniyordu.
Bu bakışsal döngüleri seni onu izlemekten başka bir şeye
bakmaktan o kadar kolay alıkoyuyordu ki… Bakışları ilk zehri
oluveriyordu…
Sözleri, hangi dil o sözleri bu kadar gideceği, gidebileceği tüm
yerin adresine vakıf bir şekilde kullanır ki, canının en deşilesi
sesi olmaya başlar ve seni kendine yabancı kendine hayran
kendine has kılar ki…İşte onun sözleri bir neşenin kahkahası
kadar samimi bir hüznün gözyaşı kadar içten olabiliyordu,
sen zırhlandığın zaman o seni kolayca sözleri ile soyuyor, sen
soyunduğunda hızlıca sözleri ile üstünü örtüyordu. Nerede, ne
zaman ne söyleyeceğini ve düşüneceğini kestirmek hep o kadar
zordu ki…Sözleri ile ikinci zehri oluveriyordu…
Davranışları ölçülü bir sakinlik içinde sana ruhunun kapılarını
kapattıkça sen onunla dinginleşiyordun, ki o sana her
68
| Therapia Sayı 5
dokunuşunda aslında onun durmayı bilen beden hakimiyeti
seni kontrol edilemez vücut taşkınlıklarına itiyordu, o
biliyordu durmayı, seyrediyordu durmayanı, senin vücudunu
kendi ile bütünleştirme arzusu seni onun içinde yok olmaya
o kadar kolay razı ediyordu ki, o bedeni gülüşü ve kızgınlığı
ile damarlarına kadar varım derken, sen bu iki zıt duruşu o
bedende nasıl barındırdığını düşünüp duruyordun. Dokunuşu
ile üçüncü zehri oluveriyordu….
Sesi, sesinin her an değişebilen tonu, kızgın, sevgili, arkadaş,
merhamet, öfke ve güzel şarkı sözlerinin dillendiricisi…
Sesi ile dördüncü zehri oluveriyordu….
Akıl işte burada onun zihnine yakınlaşmak, mayın tarlasında
dolaşmaktan pek de farksız değildi, onun zihni bir anda seni
parçalara ayırabilecek kadar şaşırtıcı ve seni ecelden kaçıracak
kadar delice…
Yok böyle bir zihin yok. Sığdırmak istediğin, isteyeceğin
tanımların eksik kaldığı kurulu bir hükümdarlık gibi kendi
yasaları olan kendi adaleti olan ve kendi yargılamaları olan,
o hükümdarlığın buyruğu altına girmek istemen bile seni
o çalışan çarka, onun zihin çarkına yaklaştırmayacaktır
belki sadece yapman gerekenler ile yapmaman gerekenleri
öğreneceksindir ki bununla yaşamak istersen. Aklı ile beşinci
zehri oluveriyordu….
Aşk, merhamet, sevgi, neşe, arzu, şehvet bunlar sayısız zehir
oluveriyordu, tattıkça, tatlandıkça…
Ve işte bir ölümlü daha tatmıştı bu zehri... Risus’u tanıdım
ben…
Therapia Sayı 5 | 69
Nasıl
hastalandım?
emine yazıcı
O sene Mayıs geldiğinde, kış aylarında dahi günlük
yürüyüşlerini aksatmayan ben, sebepsiz yere bir yorgunluk
hissettiğimden, sürekli dinlenmek istiyordum. Ayaklarım
her seferinde geri geri gitmesine rağmen halsizliğimin
bahar yorgunluğu olduğunu düşünüyor, günde en az bir
saat yürümek için kendimle mücadele ediyordum. Tüm
alışkanlıklarım değişiyor gibiydi; örneğin eskiden gündüz
dinlenme imkânım olduğunda uyuyamazken, şimdi
başımı koyar koymaz uyuyakalıyordum. Kendi terimin
kokusunun arttığını hissettiğimden, günde iki üç kez duş
almaya başlamıştım. Kendimle ilgili fark ettiğim bu ve
benzeri olumsuz değişikliklere rağmen, doktora gitmeyi
düşünmemiştim.
‘Bahar yorgunluğu’ yaşadığımı düşünerek mekan değişikliği
iyi gelebilir önerileriyle İsviçre’ye çocuklarımı görmeye
gitmeye karar verdim önce. Onlarla hasret gidermek moral
vermişti başta ancak bedensel yakınmalarımda azalma
olmamıştı. Türkiye’ye dönmemin hemen ertesinde yine
aynı mantıkla, bir arkadaşımla beraber Bakü’ye gittiğimde,
ortam çok güzel olmasına, ağrım sızım olmamasına rağmen
bendeki yorgunluğun bir türlü geçmemesi daha çok dikkatimi
çekmişti. Hâlâ ‘bahar yorgunluğu’nu düşündüğümden
doktora gitmiyordum. Türkiye’ye döndükten birkaç
gün sonra Eskişehir’e görev nedeniyle gidecek olan bir
arkadaşıma yine havam değişir umuduyla eşlik etmeye karar
vermiştim. Oraya varınca bize yöresel yiyeceği olan çiğ
böreği ikram etmişlerdi. İşte o çiğ börekten sonra, sıkıntı
veren yorgunluğuma bir de mide bulantısı eklendi. Gece
dahi kalkıp yediklerimi çıkarttığım zor günler başladı. Bu
bulantı ve kusmalar beni gastroenteroloji doktoruna gitmeye
mecbur etmişti ki, bana önerilen hekimin kongre için yurt
dışında olduğunu öğrendim. Asistanlarının muayene etmesini
istemediğimden hemen geri döndüm. Bu şekilde geçen
birkaç günün ardından gece gündüz hep uyuklamaktan
kendimi alamıyordum. Gücümü biraz olsun toparladığımı
hissettiğim bir günde, doktora gidip yorgunluğumun sebebini
araştırmasını istedim. Tahlil sonuçlarım çıktığında, doktor
kanımın düşük olduğunu bu değerlerin yorgunluğumu
70
| Therapia Sayı 5
açıklayabileceğini anlattı. İkinci bir görüş almak için eskiden
tanıdığım bir doktora daha başvurduğumda onun da benzeri
yorumlarıyla yorgunluğumu kan değerlerimin düşüklüğüne
bağlamış ve kırmızı et tüketmemin önemine ikna olmuştum.
Cumartesi günü geldiğinde kızım yorgunluğumu, halsizliğimi
toparlama amacıyla bana gelmişti. Kırlara gezmeye gitmiştik.
O gezide birden yorgunluğum çok artmış, kızım beni apar
topar eve getirmek zorunda kalmıştı. Yine yatacakken, kızım
kötü göründüğümden tansiyonumu ölçmek istemişti. İlk
ölçümün ardından, yüzünde şaşkın bir ifadeyle ‘sanırım
yanlış ölçtüm’ demiş, kendisininkini ölçerek kontrol
etmişti. Maalesef tansiyon aleti yanlış göstermiyordu,
benim tansiyonum çok yüksekti ancak tuhaf bir şekilde
buna yönelik hiçbir şey hissetmiyordum. Apar topar bize en
yakın hastanenin aciline başvurduk. Müdahalelere rağmen
tansiyonum en fazla 180/90 mmhg’a kadar düşürülebilmişti.
Taburcu oluşumun ertesinde ise tansiyonum hiç vakit
kaybetmeden eski düzeyine yükselmişti. Aynı acil servise
tekrar başvurduğumuzda doktor tarafından kardiyolojiye
yönlendirildik. Kardiyoloji doktoru da tansiyonumu
düşüremedi. Ek tahlillerin sonucunun iyi olmadığını
doktorun halinden sezmiştim. Kızıma telaşla bilgi veren
doktor, bana sorunumun böbreklerimle ilgili olduğunu
ve Şişli Etfal Hastanesi bu konuda yeterli donanıma sahip
olduğundan orada takip edilmemi önerdi.
Hiçbir şeyi düşünecek halimiz olmadığından önerildiği
şekilde Şişli Etfal Hastanesi'ne gittik. Bu hastanenin fiziksel
koşulları oldukça kötüydü. Kızım zorlanarak bana kirli bir
sedye bulduğunda üzerine kıvrılarak hemen uyuyakalmıştım.
Uyanınca kızımın yakalayıp sedyemin başına getirdiği
doktoru fark ettim. Yine kan alındı ve yine tahlil yapıldı. Ben
sadece denileni yapıyordum, kızım Birinci Dünya Savaşı'nı
aratmayan acil serviste sedyemi sağa sola çekip insanların
bana çarpmasını engellemeye çalışıyordu. Adeta uyuşmuş
gibi hissederken 10-12 kişinin yattığı, her hastaya en az
iki refakatçinin eşlik ettiği kalabalık ve havasız bir odaya
alınmıştım. Demek ki tahlil sonuçlarım çıkmış olmalıydı.
Therapia Sayı 5 | 71
Serum takılı bir halde yatarken, korkunç bir baş ağrısı
başlamış, beynimde oldukça yüksek bir basınç oluşmuştu.
Acıyla sabahlarken o gece yaşadığım duyguları kızım ve ben
hariç kimsenin anlayabileceğini sanmıyorum. Sonrasında,
nefrolojiye yatırılmama karar verilmiş ve odam değiştirilmişti.
Ailemde hiç böbrek hastası olmadığından neler olup bittiğinin
halen farkında olmuyordum. Tüm bunlar geçecek, bu kabus
bitecek gibi geliyordu.
Eskiden beri sağlığıma güvenir, vücudumun onaramayacağı
hiçbir rahatsızlığın olamayacağını düşünürdüm. Düzenli bir
hayat yaşıyor, sağlıklı beslenmeye ve egzersiz yapmaya özen
gösteriyordum. Düzenli uyuyordum, çalışan bir anneydim
ama günlük yaşamın getirdiklerinin ötesinde beklenmedik
bir stres yaşamamıştım. Başıma gelenlere bu nedenle
anlam veremiyor, hâlâ ‘iyileşeceğim, düzeleceğim’ diye
düşünüyordum. Hastanenin fiziksel şartlarının kötülüğü beni
zorluyor ama doktorum bana güven verdiğinden katlanmaya
çalışıyordum. Serviste yattığım süre içinde kanım alınmaya
devam etti, idrar biriktirmem istendi. Öğrencilerime böbrek
konusunu defalarca anlatmama rağmen kendi böbreklerimi
görmezden gelmiştim, bu nedenle kendime kızıyordum.
O sırada bunu geçici bir hastalık sanmıştım ama yine de
öfkeleniyordum kendime. 3. günden sonra özel odaya geçtim.
Kızım ve eşim işleri ve hastane arasında mekik dokuyorlar, ne
kadar üzgün olduklarını bana fark ettirmemeye çalışıyorlardı.
Hiç unutamayacağım o günde, doktorlar toplu halde vizit
gezerken acı gerçekle karşılaşacaktım. Belki, hiçbir zaman
bana neler olduğunu duymaya yeterince hazır olamayacaktım,
ancak bir anda kronik böbrek hastası olduğumu, tedavinin ya
böbrek nakli ya da ömrümün sonuna kadar diyalize girmekle
mümkün olacağını duymak, beni mahvetmişti. Şoktaydım.
Ağlamaya, asla diyalize girmeyeceğimi söylemeye başladım.
‘Ailem var benim, nakil olurum ama diyalize girmem’ diye
bağırıyordum. Biraz daha kendi aralarında konuştuktan
sonra olanca hızlarıyla odadan çıkan doktorların umurunda
olmadığımı düşünüyordum. İşte acımla başbaşaydım,
yapayalnız ağlıyordum. Güvendiğim bir doktor velim beni
72
| Therapia Sayı 5
telefonla arayıp hatırımı sorduğunda, ona olanı biteni bir
çırpıda anlatıverdim. Telefonda, aslında vizitteki doktorların
zamansızlıktan yapamadığını yaparak, bana diyalizin önemini
anlattı. Sağolsun, ameliyat öncesi vücudumun neden diyalizle
temizlenmesi gerektiğine beni ikna etmişti. Çok uyumamın
sebebinin kanımda yükselen üreden kaynaklandığını da
anlatmıştı. Kızım ve eşimle geldiklerinde bu gelişmeyi
onlarla paylaşmama rağmen acım hafiflememişti. Aklım
mahallemizdeki böbrek yetmezliği olan komşu teyzenin diyaliz
sonrası merdivenleri nasıl sürünerek çıktığındaydı. Üstelik
hâlâ çok yorgundum, sık sık uyuyordum. Uyurken kısa bir
süre için hastalığımı düşünmüyordum ancak uyanınca her şey
yeniden başlıyordu.
Sürekli nasıl nakil olacağımı düşünmeye başlamıştım. ‘Annem
bana sağlıklı böbreğini seve seve verir hem böbreği bana kesin
uyar’ diye düşünüyordum. Onu fazla telaşlandırmamak adına
böbrek taşı düşürdüğümü söyleyerek yanıma çağırdık. 78
yaşındaydı, sağlıklıydı ve aynı tahmin ettiğim gibi durumumu
öğrenince hemen böbreğini bana vermek istedi annem. Ancak
ona tahlil yapıldığında, kistik yapıda böbreklerinin olduğunu
eğer alınırsa onu kaybedebileceğimizi öğrendik. Yine yıkılmış,
çaresizce ağlamaya başlamıştım. Sık sık telefonla hatrımı soran
kardeşlerim bana moral veriyorlardı. Doktorların tavrına her
geçen gün ayrıca üzülüyordum. Biliyordum çalışma tempoları
çok yoğundu ancak bu bir ‘günaydın’ ya da ‘nasılsınız?’ı
benden esirgeyecek denli hızla odama girip hastalığım ve
benim hakkımda anlamayacağım tıp dilinde konuşup odayı
yine aynı tempoda terk etmeleri için bir gerekçe olamazdı.
Onların tavırlarıyla moralim daha da bozuluyordu.
boğazımı seçmişlerdi acaba? Bilmiyordum, anlamıyordum
ama söylenenleri harfiyen uyguluyordum. Doğru dürüst
düşünemiyordum artık. Hiçbir şey de hissetmiyordum.
Kateterim mikrop kapmamalıydı, suya değmemeliydi.
‘Olsun’ dedim kendi kendime; nasılsa nakil olunca bunlardan
kurtulacaktım, geçici bir süre için bu kabusa dayanabilirdim.
Hem kardeşlerim her gün arayıp bana moral veriyorlardı.
Geçen her günle kardeşlerimin gelmesini beklerken, bana
böbrek vericisi için fazla umutlanmamamı söyleyen hemşire
hanımlara için için öfkeleniyordum. Verdikleri örnekler
içimi daraltıyordu, kendi kardeşlerimin başka olduğunu
düşünüyordum. Öyle ya, onlarda kronik böbrek hastalığı
tanısı konsaydı, ben böbreğimi hiç düşünmeden verirdim,
tıpkı annemin yaptığı gibi…
İlk diyalizim, yine o gelen görevliyle başladı. Ne olacağını
düşünmeye fırsat vermeden beni bir makinaya bağlayıp
yatırdılar. Canım acıyor, baş ağrısı ve bulantı ve kusmadan
‘herhalde birazdan öleceğim’ diye düşünüyordum. Bir ara
hemşire hanımların tansiyonumun 240mmhg civarında
olduğunu birbirlerine söylediklerini duydum, çok yüksekti. O
gece 02.30’a kadar doktorlar benim tansiyonumu düzenlemek
için uğraştılar. Diyaliz sonlandığında hâlâ tansiyonum
düşmemişti.
Meğer asıl yıkımı sonra yaşayacakmışım. Ne kardeşlerim
ne de bir tanıdığım bana böbreğini vermediğinde… Nakil
olamayacağımı anlayınca dünyam başıma yıkılmıştı, daha
kötü ne olabilirdi ki?
Ertesi gün bir görevli gelerek beni aşağı götüreceğini söyledi.
Aşağısı denen yer, diyaliz merkeziydi. Girmeden önce bir
kağıt imzalatmak istediler. Okumadan imzalamayacağımı
belirtince bana zaman verdiler. Bütün riskleri alt alta
sıraladıkları sayfada, okumama rağmen imzalamak dışında bir
seçeneğim yoktu. Farklı bir girişim düşünürken, müdahale
odasında ayaküstü asistanın ‘bismillah’ fısıltılarıyla boğazıma
kateter takılmıştı bile... Damarlarım görünüyordu, neden
Therapia Sayı 5 | 73
Kirpi
tolga serim
“Bu, bir arada yaşayan bir kirpi topluluğuna benziyor. Kış
vakti üşüdüklerinde, ısınmak için birbirlerine sokuluyorlar.
Ancak, çok yaklaştıklarında, dikenleri batıyor birbirlerine.
Canları yandığı zaman uzaklaşıyorlar, bu kez de üşümeye
başlıyorlar. Her bir kirpi, tüm yönlerde hareket ederek,
kendisi için en uygun konumu buluyor. Kimi zaman canı
yanıyor, kimi zaman üşüyor.” Küçük siyah defterime bunları
yazıyorum, nerede okuduğumu ya da nereden bildiğimi
düşünüyorum… Bilmiyorum. Bildiğim şey ise kısa ve sert
dikenlerim olduğu.
Bir süredir ayrılmaya çalışıyoruz, daha doğrusu kurtulmaya
çalışıyoruz birbirimizden. Bir süredir beceremiyoruz, bir
süredir tek nedenimiz kaybetmemek, sahip olmak yalnızca.
Ucuna kadar gittiğimizde, eğer hakikaten bunun “uç”
74
| Therapia Sayı 5
olduğunu fark edersek, biri geri dönüyor. Bir oyun. Egoların
blöflerle çarpıştığı, kazanılacak bir şeyin olmadığı ve hep
daha fazla yıpratan bir oyun. Kaybetmekten korkuyoruz,
neyi? Karşındakini… Kavgalar üretiyoruz, akıllıca
tartışmalar, kıskançlıklar. Eğer kavga şiddetli ve kurgusu iyi
ise sevişmelerle bitiyor sonu. Sanırım bir ödül bu, deli gibi
sevişmeler yani. Sonra bir süre daha sakinlik. Dünyanın en
güzel şeyi bu diyoruz birbirimize, daha önce hiç olmadığı
gibiler, seni benim gibi kimse sevmediler…
Dün geceki o müthiş kavgadan sonra da böyle oldu. Sabaha
kadar akıl almayacak şekilde. Yatakta roller yerine oturuyor.
Ama ikimiz de farkındayız, bu kafede buluşmamızın nedeni
bu. Sonunda sevişemeyeceğimiz bir yer. Kesin sonuç, ayrılık.
Ben biraz erken geldim, kafamı toparlamak ve o keskin
konuşmamı hazırlamak için. Artık özgür olacağım.
Therapia Sayı 5 | 75
Bir süredir ayrılmaya çalışıyoruz, daha doğrusu
kurtulmaya çalışıyoruz birbirimizden. Bir süredir
beceremiyoruz, bir süredir tek nedenimiz kaybetmemek,
sahip olmak yalnızca.
Yazmayacağım diye söz vermiştim, işte yine notlar almaya
başladım. Ne saçma, hep bir şeyler söyleyip haklı çıkmaya
çalışıyoruz. Ben mutlu değilim ve bunu istemiyorum diye
kesip atmak varken, olaylar, karşılaştırmalar, kıyaslamalar…
Hep hayaller, olduğu gibi görmek değil de olacak diye
düşlemek.
Bir malt daha söylüyorum, birkaç damla serin su istiyorum
içine;
-Abi malt’a su konmaz!
Diye ukalalık yapıyor komilikten bara yeni geçmiş ve yakında
tekrar ve hızla komi olacak barçocuk. “Ulan o malt şişeye
konduğunda, baban seni ananın rahmine …” demiyorum
tabi. Birkaç damla maltın hoş kokusunu ortaya çıkartır,
senelerdir uyuyan, kendine gelir diye güzel güzel anlatıyorum.
-Haa! Tamam abi ben şey sanmıştım…
Diye geveliyor. Kıyak olarak badem veriyor yanına.
Saate bakıyorum, bir saatten fazla var, trafik mrafik iki saati
bulur diye hesap yapıyorum, alkolü tadında almam gerek. Bu
az almam gerekiyor demek, alkol benim beynimdeki tüm karşı
çatışmaları süt liman yapıyor. Karşı tezlerimi okuldaki hocam
gibi hiç sallamıyor beynim o vakit. Çok içersem, kıza, yaa boş
ver ben hatalıydım, hayat çok kısa zaten, gel gidip sevişelim
tarzında gayet acınası ve sahte laflar edebilirim. Hem zaten
birazdan, eski sevgilim Zeynep gelecek. Yekta ile konuştum,
o söyledi. Nereden biliyor tüm bunları, bazen hayrete
düşüyorum. Eski sevgilin gelecek oraya dedi, hep takıldığı yer
olduğu için mi? Keşke başka bir yer söyleseydim. Şimdi bir de
karşılaşırlarsa… Aslında iyi olmaz mı? Aramızda nikâh yok, üç
dakika almaz celse… Hem eski sevgili ne demeye geliyor? Eski
karı lafını anlıyorum da, eski sevgili lafı garip geliyor. Bir malt
daha istiyorum.
-Abi her zamanki gibi mi? diye soruyor barkomi. Ulan ne her
zamanı be, daha bir saat oldu tanışalı, sen bana topu topu iki
servis yaptın, her diye bir zaman yok dangalak! Demiyorum
'tabii, evet lütfen' diyorum.
Omzumda bir el,
76
| Therapia Sayı 5
-Aa sen burada ne yapıyorsun?
Sonunun ünlem mi yoksa soru işareti mi ile bittiğini ayırt
edemediğim bir cümle, ses zaten tanıdık, Yekta da söylemişti,
ama şaşırmam lazım,
-Aa Zeynep!
Diyorum, kalkıp kocaman öpüyorum, arkadaşça ama
göğüslerini hissedecek kadar sarılıyorum. O da kocasıyla
buluşacakmış.
-Sizi gidi sizi, sevişmemek için ha!
Demiyorum tabi. Kocasını, evliliğini, çocuk düşünüp
düşünmediklerini anlamsızca soruyorum. Bana ne be?
Bana ne? Kocasının kariyerinden, yeni taşındıkları evden...
Anlattıkça sinir oluyorum. Sanki kız durduk yere anlattı.
Kafamı döndürüp yeni bir malt söylemek üzereyken, her
zamankinden;
-Abi yenge de bir şey alır mı?
Diye sırıtan baryavşak masaya dek gelmiş, elinde adisyon ve
kalem…
-Ne yengesi be! Hem o senin eski yengen ve şimdi evli, senin
bile, eskiliğinden anlayabileceğin gibi başkasıyla evli. Hem
sana ne? Hem ben isteseydim evlenirdim onunla.
Demiyorum tabi. En az onun kadar yavşakça sırıtıp;
-Bir şey içer misin? diyorum
-Hamfendiye bir cin tonik, bana da her zamankinden getir.
Diyorum.
Eski günlerden, anılardan, tatillerden, geçmişten
bahsediyoruz. Geri dönüp bakınca insan sadece güzel şeyleri
hatırlıyor, bir ara, ulan inek, madem her şey bu kadar güzeldi
niye terk ettin kızı diye ufak bir sorgulama yapıyorum. O
beni gördüğüne çok mutlu olduğunu falan anlatıyor, ben
ilişkimden bahsediyorum, biraz sonra geleceğinden, çok iyi
bir ilişkim olduğundan, aradığımı bulduğumdan… Yalan!
Birazdan gelecek ve ben strese girdim bile. Telefon çalıyor, o!
Trafikte takılmış. Müthiş konuşuyorum, Zeynep yanımda ya.
Sanki yeni tanışmışız ve ben ona kur yapıyorum kadar tatlıyım
telefonda. Yapmam gerekenin tam tersi. Boş bardağım alınıyor
yerine yeni bir malt konuluyor.
- Abi bittiğini gördüm, her zamankinden getirdim diye
sırıtıyor benim barkomik.
- Aferin sana, beni sarhoş et de, gece sen ben Zeynep gidip
toplu yapalım.
Demiyorum tabi. Zeynep’in yanında bir eyvallah çekiyorum.
Bir ara göz göze geliyoruz, kaçırıyoruz. Bana hadi gidelim,
elalemin ayıp ve günah saydığı bir fiili sabaha kadar işleyelim
dese, koşa koşa işlemeye geleceğimi biliyor. Ve bu fiil
kalpazanlık değil.
Zeynep’in de telefonu çalıyor, kocası geç kalacağı için
yemek yenecek restorana direkt gidecekmiş. O da kalkmak
eğiliminde. Benimkini de oraya göndersek, biz burada kalsak,
sonra bize gideriz … Diye mırıldanıyorum.
-Haa yok bir şey git tabii bekletme çocuğu, benimki de gelir
şimdi, haberleşiriz nasılsa.
Gibi anlamsız kelimeleri bir araya getirip daha da anlamsız bir
cümle kurmayı beceriyorum. Herzamanki’lerin de cesaretiyle
hoşgeldin'den daha sıcak bir öpücük ve daha göğüs hissettirici
bir sarılma… Gidiyor…
Neredeyse gelecek. Tuvalete gidiyorum, elimi yüzümü
yıkıyorum, üstümü başımı temizliyorum. Bu şimdi Zeynep’in
kokusunu da alır diye stresime stres ekliyorum. Oturuyorum
yerime, kahve mi içsem diye düşünüyorum, durmuyorum,
yazık olur son maltlara diye devam ediyorum düşünmeye.
-Aşkım, çok bekledin mi?, diye bir ses.
Öpüyorum, kokluyorum. Buna istediğim gibi sarılabilirim,
öyle yapıyorum, dalağını hissedecek kadar bastırıyorum.
-Abi sende de gelen gidenin hesabı yok, ben bile hesap
edemiyorum artık, her zamankinden mi?
Gergin yüzler, kötü bakışlar, kırık kalpler, stres gani.
Hassiktir be çocuğum, ne alakası var deminki sadece
arkadaşımdı, bu esas yengen.
Demiyorum.
Sadece net, anlaşılır, güzel bir vurguya sahip,
-Hassiktir!
Çekiyorum. Kız kalkarken,
- Eşyalarını yarın ben yokken al, cehenneme kadar yolun var
diyor. Ekliyor;
- Hassiktir!
'Masadan kalkıyorum, cehennem nere?' diye aklımdan
geçiriyorum, eve mi gel demek istedi acaba? Bara yazılıyorum,
”enjoy the ride” çalıyor. Hayattan zevk alınması gerektiği,
varılacak yerin değil de, yolculuğun önemli olduğunu,
gölgelerin peşinden koşmak yerine gerçek hayatın yakalanması
gerektiğini bildiren sözleri var. Nakaratı nakarken, aha
diyorum, te işte hayatın kendisi, güzel bir kadın var, bir
sandalye ötede, göz göze geliyoruz. Yaklaşıyorum, gözlerim
sekiz numara bakıyor, buğulu, bugün en az bir paragraf Jung
anlamış gibi çekici hissediyorum kendimi,
- Sürüş zevkine beraber varalım mı? Gibi iğrenç ötesi bir çeviri
yapıyorum. Demiyorum tabi.
-Merhaba, ben kirpi!
Diyorum. Ve ekliyorum;
-Üşüyor musun?
Konu dönüp dolaşıp her zamanki konuya geliyor, kıskançlık,
bu koku kimin diyor, bugün biriyle mi oldun diyor, sen adam
olmazsın diyor… Hoppala, hani kirpileri falan anlatacaktım,
Adler’den not almıştım bir dolu… Buyur buradan yak. İyi, bir
sigara yakıyorum. Bedenimin üstünü döndürüyorum, alkol
lazım… Benim barsalak ile yüz yüzeyiz neredeyse.
Therapia Sayı 5 | 77
Bir dünyaya geliş öyküsü
Down Sendromlu bir bebeğin annesinin ağzından dünyaya geliş öyküsü: 80'li yıllar
gülden tırtıllıoğlu
Doktorların söylediği tahmini doğum tarihi 24 Temmuz idi.
Ben çok emin değildim çünkü bir önceki ay regl gecikince
hamile olduğumu sanmıştım ve tamamiyle hamile olarak
hissetmiştim kendimi. 1-1.5 ay regl olmamıştım. 2. ayda yine
de bir test yaptıralım demiştik ve test negatif çıkmıştı. Ertesi
günü tüm tıp kurallarını ihlal ederek regl olmuştum. Bu yüzden
bir sonraki ay geciktiğinde nasıl olsa değildir derken ben bu işte
bir iş var korkusuna kapılmıştım çoktan. Bebek doğurmak için
henüz erken olduğunu düşünüyordum ve korkularım vardı.
Yine test yaptırdık ve bu sefer pozitif çıktı biz de bebeğimize
hazırlanmaya başladık.
Hamilelik genelde sorunsuz geçti. Temmuz ayı yaklaşırken
benim psikolojim dışında herşey normaldi. Bende bir
tedirginlik ve çok fazla ödem vardı. 9 Temmuz'da doktora
kontrole gittiğimde her şeyin normal olduğunu bildirdi,
ultrason da bunu destekliyordu. 15 gün sonra doğum
bekleniyordu. Benimse o günün gecesinde tüm tedirginliklerim
devam ediyordu. O gece doğru dürüst uyuyamadım, ertesi
günü tekrar kontrole gitmek gereği duydum ve doktora her
şeyin normal olmadığını ve bebeğin sıkıntıda olduğunu
hissettiğimi söyledim.
Hastanede biraz torpilli olduğumuzdan bizi geri göndermediler
78
| Therapia Sayı 5
ve benim tedirginliğimi gidermek için NST (non stress test)
testi yapacağını söyledi doktorum. Asistanlardan biri de biz
bu testi yaparız anneler kendini iyi hisseder, sen de kendini iyi
hissedersin evine gidersin demişti. Ben de ona niye siz burada
psikolojik tedavi mi veriyorsunuz demiştim, biraz atışmıştık.
(Sonraları o asistan hep oda kapısının dışından bakıp hiç
yanıma gelememişti.)
10 Temmuz tarihinde 11:00 gibi teste girdiğimde bebeğin
kalp atışlarının zayıflamakta olduğu tespit edildi. Ayrıca
plasenta yetmezliği, sıvı neredeyse kalmamıştı ve bebek hayatta
kalma mücadelesi veriyordu. 12 civarında acil ameliyathaneye
alacaklarını söylediler. Sedye üzerinde tavanları seyrederek bir
sürü koridor geçip ameliyathaneye geldik moralimiz berbattı ve
kısa süre sonra bebeğimiz sezaryenle doğdu.
Odada kendime geldiğimde hâlâ yarı baygındım ama bebeği
gördüğümde onun 1-2 hafta önce bir ansiklopedide gördüğüm
mongol bebeklerden olduğunu hissettim (o yazıda öyle
deniyordu) ve avcuna baktım, evet öyleydi. Tam ayılamadığım
için hayal meyal hep bebeğime baktım ve hep anlamaya çalıştım
yine de. Arada eşimi görüyordum gülümsüyordu ama biraz
acı vardı yüzünde, ziyarete gelenler oluyordu, yüzlerindeki
endişeyi görüyordum. Her şeyi sanki çok uzaktan bir sis perdesi
Therapia Sayı 5 | 79
Biz iyiydik ama dışardaki insanlar? Onların
hepsini nasıl eğitecektik? Onu arabasına koyup
gezerken bakışlar rahatsız ediciydi.
arkasından izliyordum. Konuşmalar, odaya gelenler gidenler..
Günler geçiyordu ama ben tam ayılamıyordum.
Bebek 2.5 kg. idi ve minicik hep uyuyordu. 15 gün
erken doğmuştu ve sarılık giderek artıyordu. Emzirmeye
çalışıyordum ama o hep uyuyordu. Süt fazlasıyla vardı ama
emziremiyordum. Korku ve bilinmezlik içindeydim. Gece
gündüz yoktu saatler yoktu. Sanki yüksek bir yerden aşağı
düşmüşüm ve ağır hasar almışım gibi öylece kalmıştım ve
kendime gelemiyordum. Konuşacak bir şey yoktu, soracak
soru yoktu, umut yoktu peki neler olacaktı şimdi.
Gece yarıları hastane koridorlarında tenha bir yerler bulup
doyasıya ağlıyordum.
Sanırım 4-5 gün daha geçmişti ve ben hâlâ yarı baygındım
ve sonra da ateşim çıkmaya başladı. Doktorum neyse ki ilaç
dayamadan biraz daha bekleyelim, süt etkisi olur dedi (sanırım
psikolojik durumumu da dikkate alıyordu). Birkaç gün öyle
ateşle yattım. Bu arada sütleri bir biberona koyup bebeğime
içirmeye çalışıyorduk. Onu arada veriyorlardı çünkü bilirübin
çok yükseldiğinden sapsarı bir halde ışının altında yatıyordu.,
Bebeğin topukları delik deşik olmuştu, belki kanını
değiştirmek gerekecekti.
9-10 gün daha geçti. Hâlâ hastanedeydik. Ben epey
ayılmıştım. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Eşime ilk
başta sen de hissettin mi, farkettin mi diye sormuştum o da
evet ama test sonucu çıkmadan bir şey diyemeyiz demişti.
Aslında test çoktan yapılmıştı. Bana tam iyileşinceye
kadar söylemek istemediklerini anlıyordum ve ben de öyle
istediğimden sonra hiç sormadım. Bebeğimize bakıyorduk,
espriler yapıyorduk. Eşimin de gizli gizli ağladığını sonra
öğrendim.
12 gün geçmişti. Bilirübin seviyesi kabul edilebilir düzeylere
inmişti, ve ben de ayağa kalkabiliyordum artık. Taburcu
olduk. Ailem bebeğimizi tam anlamıyla bağrına bastı.
Çıktıktan sonra eşim test sonucunu öğrenmek istiyor muyum
diye sorduğunda ona şimdi değil bana biraz daha süre verin
demiştim. Bebeğimi alıp saklamak, kaçmak, uzaklaşmak,
yanlız kalmak istiyordum. Kimseyi görmek istemiyordum.
Saatlerce süt verme bahanesiyle bebekle yanlız kalıyordum.
Hep onu seyrediyordum. Çok tatlıydı. Arada gözlerini
80
| Therapia Sayı 5
açıyordu, arada ses çıkarıyordu. Oldukça iyi süt emmeye de
başlamıştı.
10 gün daha geçmişti sanırım, bir gün eşime sordum. 'Test
doğruladı değil mi?' dedim. O da 'evet' dedi. (İnsan bilse de
bildiğini kabul etmek zordu.) Ne tür bir şeymiş? Genetik bir
şey yok, kromozom anomalisi, bilmem kaç binde bir olurmuş,
trafik kazası gibi, erken ve geç yaşlarda olasılık artarmış falan
filan.
Peki ne olacakmış, nasıl olacakmış, bizi neler bekliyormuş..?
Bilmiyorduk, kimse bilmiyordu. En kötü örneklerdi sadece
bilinenler, rivayet gibi...
Neredeyse 1 ayı geride bırakmıştık. Artık, bebeğimize daha
yakındık, onunla çok eğlenir olmuştuk. Onu yıkarken minicik
olduğundan kayıp düşürüvermekten korkuyorduk. Çok
tatlıydı. O yaz Datçada güzel bir tatil yaptık. Her gün güneş,
bol süt... Bembeyaz bir bebek olmuştu, artık sarılıklar filan
kalmamıştı, topukları iyileşmişti. Ağlayıp haylazlık yapmaya
bile başlamıştı. 2 aydan sonra hızla kilo almaya başladı. 4-5
aylık olduğunda normal çocukları yakalamaya bile başlamıştı.
Annem severken onun nasıl gülüp konuşacağını, etrafta
koşturacağını söylüyordu. İnanması güçtü, bilmiyorduk ama
hayali bile hoştu.
Eşim bana bu bebek iyi ki bizim bebeğimiz olmuş. Başka
ailede olsa belki de onun için çok kötü olabilirdi. Kimse bizim
kadar iyi bakamazdı demişti. Bu hep sonraları da aklımda
oldu. O şanslıydı, biz de öyle.
Ona neler verebileceğimiz ondan beklentilerimizden daha
önemliydi.
10-11 aylıkken anne sütünü keserek katı gıdalara geçme
aşamalarında kusma kanama gibi semptomlar başladı ve
midesinde (duodenumda) bir darlık olduğu tespit edildi.
Ameliyat oldu. 1 hafta daha hastanede kaldık. Çok ağlayıp
burnundakileri çekip çıkardığından ellerini bağlıyorlardı. İçler
acısıydı. Neyseki 10 gün sonra her şey tekrar normale dondü.
Oğlumuz, 1.5 yaşlarında bizimle kendi dilinden konuşuyordu
bile. Anneannesine “dada”, bana “da” , diyordu. Baba için
“ba” diyordu, benim anneanneme “bü dada” (büyük dada)
diyordu. Gülüyordu. 2-2.5 yaşında sıralamaya başlamıştı,
elinden tutunca yürüyordu. Ailenin neşesi olmuştu. Onu
alıp her yere geziyorduk. O yaz Kaş kampingde çadırda tatil
yapıyorduk ve tüm kampingin maskotu olmuştu. Herkesin
kucağındaydı. Simidiyle denize atıyorduk, onu uyutup bara
kaçıyorduk (yarım saatte bir kontrol ederek tabii). Sabahın
6'sında uyanıp bizi de ayağa dikmeye çalışıyordu. Artık her
şey, oğlumuz ve biz normale gelmiştik.
Annem diyordu ki, sevgi her şeyin üstesinden gelir. Hiç
moralinizi bozmayın, her şey çok güzel olacak.
Türkiye'de o tarihlerde danışabileceğimiz bir yer yoktu. Neyle
karşı karşıya olduğumuzu hâlâ bilmiyorduk. Hacettepe'de ilk
kontrol ve ilk bilgileri almıştık sonra İngiltere'de bir merkezle
yazışmaya başladık. İngilteredeki merkez bize çok yardımcı
oldu. Down Senromu'nu öğrendik, örnekler görebildik, diğer
DS çocukların ve gençlerin yaşam hikayelerini öğrendik. Ona
verebileceğimiz birinci en önemli şeyin sevgi ikincinin eğitim
olacağını öğrendik. Her şeyi ilk yaptığında ilk cümleleri, ilk
yürümesi, koşması, yaramazlıkları, heyecanlı, sevgi ve umut
dolu günler biraz hüzünle birbirini kovaladı.
Biz iyiydik ama dışardaki insanlar? Onların hepsini nasıl
eğitecektik. Onu arabasına koyup gezerken bakışlar
rahatsız ediciydi. Şimdi onlara çok kızamıyorum çünkü
onlar hayatlarında ilk defa gördükleri bir şeyi anlamaya
çalışıyorlardı. O yüzden öylece sürekli bakıyorlardı. Kimisi
sonra gülümsüyordu, kimisi kaçıyordu, kimisi acıyıp beni
teselli etmeye çalışıyordu. Kimisi cesaretini toplayıp “Çocuğun
nesi var? Bir şeyi mi var?” diye soruyordu. Ben de "onun sarı
saçları var, elinde oyuncağı var ona bakıyor, epikantusu var,
arabası var, biraz nezlesi var, uykusu var, hırkası var..." deyip
dalga geçiyordum.
4 yaşında normal bir kreşe başladı. Diğer çocuklar gibi
kaydırakta kaydı, bisiklete bindi. Artık öğrenmiştik. Bir kez
anlamadığında bir daha gösteriyorduk, bocalıyorsa bir kez
daha... Sonunda yapıyordu.
8 yaşında ilkokula başladı. 2. yılında okuma yazma kurdelesini
taktı. O yıllarda apartman görevlimizin aynı yaşlardaki kızıyla
oynuyordu. Çoğunlukla bizim evdelerdi. Bir gün kız ben
küstüm eve gideceğim o beni öpmeye çalışıyor dedi. Kızı zor
ikna ettim. Oğluma da onu rahatsız edersen seninle oynamaz
istemediği şeyi yapma filan deyip tekrar barıştırdım, oynamaya
devam ettiler.
Yine zorluklar kendini gösteriyordu. Türkiye'de o yıllarda
toplum bu konuda hiçbir şey bilmiyordu. Problemi
olan çocukların eve kapatıldığı, insan içine çıkarılmadığı
dönemlerdi. Arkadaşları eğit, öğretmenleri eğit, kasabı manavı
eğit (en kolayıydı), toplumu, sokaktaki insanı eğit. Herkesi
eğitiyorduk ama yasal durumlarla baş etmek mümkün değildi.
Büyüdükçe daha farklı bir eğitime ihtiyaç duymaya
başlamıştık. Okullar almıyordu artık. Eşim siyahi çocuğumuza
beyazlar ülkesinde okul bulmaya çalışıyoruz demişti. Okullara
paralar verdik olmadı, yeni yöntemler önerdik yasal engellere
takıldık. Kabul etmediler. Okul kabul etti öğretmen etmedi,
öğretmen kabul etti okul hayır dedi. Bir keresinde bir
öğretmen “ben çocukları sınava hazırlıyorum, sınıf mevcudu
25 ise 25'inin de sınavı kazanması lazım, kimse bilmez niye
24 kişi kazandı denir” demişti (o yıllarda ilkokul sonunda
sınav vardı). Bir kaç okul denedik. Bir okulda ana sınıfı vardı
ve büyük şans ana sınıfı öğretmeni Down Sendromu'nu
biliyordu. 2 yıl o okula gidebildi. Uyumsuz kaldığında ana
sınıfına gidip özel eğitim alıyor veya küpleri üst üste koyuyor
veya puzzle yapıyordu. Sonra o öğretmen başka okula gitti biz
de oğlumuzu okuldan almak zorunda kaldık.
Başka bir okulda bir öğretmen çocuğunuzda davranış
bozukluğu var dedi. Onun DS olduğunu bu yüzden bazı
kuralları hemen almayacağını birkaç kez iyilikle söyleyince
yapacağını söyledik. Hayır dedi, inanmıyorum, kalemle
oynama diyorum oynuyor yanına gidince de kalemi saklıyor,
gerizekalı bir çocuk nasıl bunu akıl edip saklasın. Bu çocukta
davranış bozukluğu var diye ısrar edince doktor raporu
götürmek zorunda kalmıştık. Sonraları onu çok sevmiş ve çok
iyi anlaşmıştı. O öğretmen de okuldan ayrılınca yine okuldan
almak zorunda kalmıştık ve artık başka okul arayamadık
çünkü yeni bir öğretmenle ve okulla uğraşacak halimiz
kalmamıştı.
Therapia Sayı 5 | 81

Benzer belgeler

sayı 3 / eylül-ekim

sayı 3 / eylül-ekim Gecikmiş 5. sayının dosya konusu depresyon. Depresyonla ilgili olarak bu konuda bir kitap da kaleme almış olan Prof. Dr. Hakan Türkçapar’la bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu konuda İmbat Taşkın, Şenc...

Detaylı

İyiyi Görmek

İyiyi Görmek depresyonlarda öneriyor. O zaman dikkat edilecek olan şey antidepresanları uygun zamanda, uygun şekilde ve sürede kullanmaktır diyebiliriz. Her üzüntü veya sıkıntı da bir antidepresan kullanmak kad...

Detaylı