sayı 3 / eylül-ekim

Transkript

sayı 3 / eylül-ekim
sayı 3 / eylül-ekim
Önsöz
3. sayımızın dosya konusu “Hayatın Yalın Hali: Kriz”. Bu çerçevede uzun yıllar
İsviçre Basel’de Basel Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği Krize Müdahele Servisi’nin
şefliğini yapmış olan Prof. Dr. Ali Tarık Yılmaz’la bir söyleşi gerçekleştirmek istedik.
Ama onun yoğun programı, bizim dergi çıkarma konusundaki acemiliğimiz
nedeniyle derginin çıkışına yetiştiremedik söyleşiyi. Kriz dosyasına katkıda bulunan
yazarlar Alper Hasanoğlu, Burcu Gençer-Türk ve Sevgi Güney.
Bu sayıdan itibaren bir köşemiz daha var. İnsan ilişkilerinin başka bir alanında,
reklam sektöründe uzun yıllardır çalışan Pelin Onat Mırıldanmalar başlıklı
köşesinden insan hakkında yazacak.
Son yıllarda öykü alanında öne çıkan isimlerden Şule Öncü psikoterapi nedir’i yazdı
kendi bakış açısından. O aynı zamanda bir psikolog.
Mecburi hizmetini bitirdikten sonra birkaç aydır tekrar İstanbul’da olan Dr. İmbat
Taşkın‚ taşrada psikiyatriyi’ yazdı.
Alper Hasanoğlu sanal ortamdaki ilişkilerin ulaşabildiği patolojik boyutları herhangi
bir psikiyatrik yorum yapmadan hikaye ediyor ‘gerçek bir sanal aşk hikayesi’nde.
Patolojik aşk hikayeleri Heidegger ve Arendt’le devam ediyor.
Aydın Parmaksız çok az bilinen bir masalı anlatıyor bu sayıda. Psikanalitik
yorumlamasını gelecek sayıda yapacak. Doğrusu ben merakla bekliyorum. Masal hiç
de bizim alışık olduğumuz masallardan değil çünkü.
Ceylan Özge Kunduz’dan iki çeviri var bu sayıda. ‘Homofobik insanlar gerçekten
de kendilerini kabullenememiş eşcinseller mi?’ başlıklı olanını Psikiyatri İnternet
Grubu’nda dönmüş olan eşcinselliğin tedavi edilmesi gerekne bir hastalık olup
olmadığıyla ilgili şaşkınlık verici tartışmayı yürütenlere adıyoruz.
Gelecek sayı dosya konumuz Borderline kişilik yapısı. Katkıda bulunmak isteyenlere
sayfalarımız açık.
İyi okumalar
Therapia
2
| Therapia Sayı 3
İçindekiler
Dosya konusu
Hayatın Yalın
Hali: Kriz
Travma ve krize ilişkin bir gözden geçirme: yöntemler ve farklılıklar– Sevgi Güney
Stresin nörofizyolojisi– Alper Hasanoğlu
Anne-babası boşanan çocuk… – Burcu Gençer-Türk
Krize sıra dışı bir müdahale...– Alper Hasanoğlu
Bir Varmış Bir Yokmuş: Ardıç Ağacı – Aydın Parmaksız
Patolojik Aşk Hikayeleri - 2: Heidegger ve Arendt – Alper Hasanoğlu
Mırıldanmalar: Klişe – Pelin Onat
İntikam ne zaman tatlıdır? Kısa bir intikam öyküsü – Arne Sjöström
Ferhat’la dağları delmek – Şule Öncü
Homofobik insanlar gerçekten de kendilerini kabullenememiş eşcinseller mi? – Brian
Mustanski
Taşra psikiyatrisi – İmbat Taşkın
Gerçek bir sanal aşk hikayesi – Alper Hasanoğlu
Künye:
Genel Yayın Yönetmeni:
Dr. Alper Hasanoğlu
Editör:
Ceylan Özge Kunduz
Sanat ve Grafik:
Dr. Doğu Çankaya
Tasarım:
Busy İstanbul
Bu Sayıya Katkıda Bulunan Yazarlar
(Alfabetik sırayla):
Burcu Gençer-Türk
İmbat Taşkın
Pelin Onat
Şule Öncü
Therapia Sayı 3 | 3
Travma ve krize ilişkin bir
gözden geçirme: yöntemler ve
farklılıklar
Travma ve kriz aynı şey midir yoksa birbirinden ayrıştırılması
gereken iki farklı kavram mıdır? Travmaya farklı terapötik yaklaşım
modelleri nelerdir? Kriz aynı zamanda yeni bir başlangıç olarak da
düşünülebilir mi? Krize nasıl müdahale edilmelidir?
sevgi güney, klinik psikolog, maps, ankara üniversitesi
4
| Therapia Sayı 3
konumdadır. Sağlıklı bir insan iyi günlerde olduğu kadar kötü
günlerde de yaşamına odaklı, sorumluluklarının üstesinden
gelen, esnek ve yaratıcıdır. Herhangi bir ruh sağlığına maruz
kalmış birey bunu yapamaz. Günlük yaşam işlevselliğinde
belirli derecelerde problemler yaşar.
Giriş
Ruh sağlığı bireyin olası birçok farklı değere sahip olduğu
bir süreğen skala olarak ele alınabilir. Ruh sağlığının
tanımı, duygusal iyi oluşun, yaratıcı ve doyumlu bir yaşam
kapasitesinin ve yaşamın kaçınılmaz zorlanmalarına karşı
esnek olmanın içinden geçmektedir. Ruh sağlığıyla ilgili
yapabildiğimiz bu birkaç cümlelik tanım, ruh sağlığı
hastalıkları için pek geçerli olamamaktadır. Nitekim ruh
sağlığı hastalıkları deyince aklımıza bu hastalıkların belirti ve
semptomları, bunların yoğunluk dereceleri ve süreleri gelir.
Ruh sağlığı hastalıkları ile ilgili tartışma götürmeyen tek
gerçek kişide belli bir şiddet (yoğunluk da diyebiliriz biz buna)
ve sürede gelişen bilişsel ve duygusal bozulmaların olduğudur.
Bu bozulmaların şiddeti ve süresi, ruh sağlığı hastalıklarının
adını ve düzeyini belirlemektedir. Bu aynı zamanda normal ve
anormal sorusunun da en net yanıtıdır.
Ruh sağlığı hastalıklarına neden olan tek bir faktör olmadığı
için ruh sağlığı süregiden bir skala olarak ele alınır. Bu
süregiden skalada bireyler, yaşamın zorlayıcı dönemleriyle
nasıl başa çıkacaklarına ilişkin becerilerini, üretken ve
dolu dolu çalışıp yaşama kapasitelerini, içinde yaşadıkları
topluma katkıda bulunma potansiyellerini öğrenegelirler.
Bu öğrenmelerinde kuşkusuz yaşam olayları tetikleyici
Yaşamsal döngümüz içinde karşılaştığımız her türlü değişiklik
beraberinde bir zorlanmayı da getirmektedir. Günlük yaşamın
içinde yer alan bu zorlanmalar, var olan bireysel psikososyal
dengemiz içinde yaşamımıza renk katar, üretkenliğimizi ve
yaşam enerjimizi arttırır. Bazen deneyimlediğimiz bu zorlayıcı
yaşantılar, içinde barındırdıkları travmatik etki itibariyle
sahip olduğumuz psikososyal dengemizi bozarak, bir kriz
durumu oluşmasına neden olabilir, bir ruh sağlığı problemi
olan travma sonrası stres bozukluğuna ve hatta başka bir
ruh sağlığı bozukluğuna maruz kalmamıza neden olabilir.
Buradaki zorlanma, neredeyse üstesinden gelinemeyecek
düzeydedir ve travmatik etkisi yıkıcı, benliğin gücünü harap
edecek durumdadır. Birey bu noktada korkuları ve ilgileri
itibari ile neredeyse bir “aşırı doz” durumundadır. Peki
bireyleri bu “aşırı doz” durumunun eşiğine getiren faktörler
içinde yaşam olayları yok mudur? Vardır. Nedir bu yaşam
olayları? Her hangi bir kronik hastalığa yakalanmak; fiziksel,
cinsel saldırıya maruz kalmak, doğal afetler vb. en özet haliyle,
bireysel psikososyal dengemizi bozacak, ani, beklenmedik,
her türlü yaşam olayı bir kriz durumunu ya da travma sonrası
ruh sağlığı hastalıklarından her hangi birine maruz kalmamızı
açıklayan her türden yaşam olayını “nedir bu yaşam olayları?”
sorusuna yanıt olarak verebiliriz. Biri için sıradan bir olay
başkası için kriz yaratacak denli ani ve travmatik olabilir.
Araştırmalar bir dizi yaşamsal faktör ve tetikleyicinin bir
araya gelip ruh sağlığı hastalıklarını oluşturduğunu ortaya
çıkarmıştır (Sayıl, 2004). Kriz durumları aynı zamanda
travmatik durumlar mıdır? Öyleyse krize müdahaleyi bilen
tüm profesyoneller aynı zamanda travmaya da müdahale
edebilir mi? Bunların ikisi de aynı kavramlarsa eğer, ruh
sağlığı alanında neden hem kriz durumları ve buna müdahale
edenler, hem travma durumları ve buna müdahale edenler
var? Bu çeşitlilik neden? Bu türden sorular aklınıza düşüyorsa,
buna açıklık getirmek için bu konuyu başlıklar halinde ele
almakta fayda var demektir. Aşağıdaki başlıklar halinde ifade
edilenler bir nebze de olsa bu ve bu türden birçok sorunun
yanıt bulmasına katkıda bulunacaktır.
Therapia Sayı 3 | 5
Psikolojik Travma Nedir?
Psikolojik travma bireyin psikolojik durumunun ani ve
hızla gelişen bir travmatik olay ya da olaylar dizisi nedeniyle
hasara uğraması durumudur (Yüksel, 2009; Jaycox et.al.,
2002; Herman, 1997). Bireyin üstesinden gelmekte yetersiz
kaldığı, yaşamını tehdit eder düzeyde olan duygusal yaralanma
durumlarına psikolojik travma denmektedir. Bireyin
deneyimlediği, tanık olduğu ya da yüz yüze kaldığı gerçek ya
da olası düzeyde yaşamı tehdit eden ya da ciddi bir yaralanma
ya da başkalarının veya kendinin fiziksel bütünlüğünü
tehdit eden olay ya da olaylar bütünü travmatik yaşam
olayları olarak adlandırılagelmektedir (Caplan, 1961; Foa
& Meadows, 1997). Ruh sağlığı hastalıkları kısmen de olsa
normal korku ve ilgilerin “aşırı doz”da olmuş halidir diye ifade
edildiğini hatırlayacak olursak, bu çizgide psikolojik travma
da potansiyel olarak alışılmadık, ani ve ekstrem bir olaya karşı
bireyin verdiği “normal bir tepkidir” aslında.
Zira anormal durumun normal bir tepki verilerek
çözülemeyeceği gerçeği, anormal duruma anormal tepki
vermeyi spontan kılmıştır. Bu durum Selye (1976) kuramında
şöyle açıklanır: Organizma bir çatışma halinde tüm gücüyle
o çatışmadan bir an evvel kurtulmaya çalışır. Bunun için
kendini bir teyakkuz durumuna sokar; nöronlar organizmanın
bu savaştan mağlup ayrılmasına neden olacak her türlü
iletiyi götürmemeye, sadece ilgili noktaya odaklanmaya
şartlı hale gelir. Selye’nin bu açıklaması şu örnekle daha
anlaşılır hale gelir: “Siz hiç kavga ettiğinizde bir yerinizin
ağrıdığını hissettiniz mi?”. İşte travmatik yaşam olayına
maruz kalmakta olan bireyin tepkisi de tıpkı böyledir. Olay
anında hiçbir şey hissetmez, olaydan sonra olayın etkilerine
ilişkin tepkiler geliştirir. Travmatik olay deneyimlenirken
verilen tüm tepkiler normal olarak kabul edilir. 3 aya kadar
buna akut stres bozukluğu denir. 6 aydan sonra yaşanan ve
6
| Therapia Sayı 3
verilen tüm tepkiler eğer “normal”in dışındaysa, bu durum
artık Travma Sonrası Stres Bozukluğu halini almıştır. Bazen
travmatik yaşam olayları ilk 6 aydan sonra sadece travma
sonrası stres bozukluğuna neden olmaz, bazı anksiyete ve
uyum bozukluklarına yol açtığı gibi, remisyonda olan bir
şekilde bireyin yaşamı içinde tedavi edilmiş bir ruh sağlığı
hastalığının da tekrarlamasına neden olabilir. Bu durumların
hepsi klinik oluşumlardır ve mutlaka bir klinisyen tarafından
tedavi edilmelidir.
Travmaya maruz kalmış birey:
Travmatik semptomları olan birey kendini, başkalarını,
dünyayı ve geleceğini algılamasında, değerlendirmesinde ve
çıkarımlar yapmasında ciddi bozulmalar yaşar. Psikolojik
bütünlüğü oluşturan bilişsel, duygusal, davranışsal ve hatta
biyolojik alanlarda çok belirgin bozulmalar oluşur. Bu
bozulmalar yoğun duygu durumlarına ve aşırı duyarlılığın
eşlik ettiği tepkiselliğe yol açar. Yüksel (2009) “Travma,
yaşayan herkesi etkiler ve bazılarında ruhsal sorunlara yol
açar. Travma sonrası ortaya çıkan tepkiler tek tip değildir.
Travmatik deneyimlerin ardından, travma dışında farklı
nedenlerle de görülebilen, depresyon, panik bozukluğu,
alkol ve madde kullanımında artış, disosiyatif bozukluklar,
uyum bozukluğu, bedensel bozukluklar, intihar düşünceleri
gibi, geniş bir yelpaze içinde değişebilen ruhsal hastalıklar
gelişebilir. Anksiyete bozuklukları arasında yer alan akut stres
reaksiyonu (ASR) ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)
ise travma ardından gelişen rahatsızlıklardır. Travma sonrası
gelişen bu iki özgün hastalık ilk kez DSM-III (1980) ile ruhsal
hastalık sınıflandırmalarına girmiştir”.
Travmatik yaşam deneyimi ile birlikte günlük işlevsel
rutinin alanlarından mental, seksüel ve fiziksel düzeyde
hasar yaşanır. Bu bozulmalar açıklanamayan, geçici statüde
kişilik değişimlerine yol açabilir. Bu değişimler travmatik
bireyin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini
kavramlaştırmasında ağır hasara yol açabilir. Dikkatinde,
oryantasyonunda ve kendine ilişkin algılamalarında, temel
güven duygusunda, genel olarak duygu durumunda ve
davranışlarında bozulmaları deneyimler hale gelir.
Travmatik deneyiminden sonra bu deneyimini düşüncelerinde
tekrar tekrar yaşar (zihinsel geviş getirme/ruminasyon).
Bu zihinsel uğraşlar ironik olarak deneyimlenen travmatik
durumu çağrıştıran her türlü durumdan kaçınmaya
yönelik olmakla birlikte travmatik deneyimi aynı zamanda
tetikler. Birey huzursuzdur, travmatik deneyiminin neden
olduğu ıstırap içindedir. Bu durumundan kurtulmak
için çabalar ancak travmatik deneyim bireyin etkili başa
çıkma becerilerinde bozulmalara yol açtığı için, uygun başa
çıkma stratejileri geliştiremez. Bu beceri eksikliği travmatik
bireyin kendisini daha güç durumlara sokmasına neden
olur. Madde kullanım bozukluklarının ortaya çıkış biçimini
alandaki otoriteler buna bağlamaktadırlar. Deneyimlenen
travmatik olay sonucu kızgınlık ve çaresizlik duygularının
yoğun bir şekilde yaşanması ağır kaygı ve buna bağlı duygu
durumlarının deneyimlenmesine sebep olur. Birey panik atak
dönemleri bile deneyimleyebilir. Bu durum travma sonucu
ortaya çıkan anksiyete bozuklukları çerçevesinde ele alınır.
Travmatik deneyimi sonucu birey acı ve üzüntü dolu imajlar,
düşünceler ve hatta görüntülerin (flashbacks) etkisi altına girer.
Bazen küçücük bir uyaran dalıcı (intrusive) düşünce içeriğinin
oluşmasına yol açabilir. Huzursuzluk, ajite hal, korku hali
temel güvenlik duygusunun zedelenmesi travma deneyimleyen
bireyin en göze çarpan özelliklerindendir. Bu klinik tablo
bireyin distrakte ve disosiye olmasına yol açabilmekte ve
zaman zaman konfüzyona neden olabilmektedir. Net düşünce
içeriğinin tamamen kaybolduğu dönemler yaşar travmatize
birey. Belki de bu yüzden başkalarının hiç tepki vermediği
çok sıradan küçücük bir uyarana, bu uyaran deneyimlenen
travmatik olayın tekrar yaşanmasına neden olduğundan,
çok aşırı tepki vermesine neden olur. Genel olarak tüm bu
sözü edilen klinik tablo ile travmatik birey alerttir, dikkatini
verme ve sürdürme becerilerinde ağır bozulmalar olmuştur,
temel güvenlik duygusu zedelendiğinden huzursuz ve ajitedir,
kendini “aşırı düzeyde” koruma ihtiyacı içindedir.
Travmatize olmuş birey deneyimlediği travmatik yaşam
olayına çok çeşitli tepkiler verir. Bu tepkileri genel olarak
proaktif tepkiler, reaktif tepkiler ve pasif tepkiler olarak
kategorize edebiliriz (Guney, 2012). Proaktif tepkiler yaşam
rutinini belirgin bir şekilde etkilemeden zorlayıcı yaşam
olayı ile başa çıkmak ve üstesinden gelmek için yapılan her
türlü girişime karşılık gelmektedir. Reaktif tepkiler zorlayıcı
yaşam olayı ile karşılaştıktan ve muhtemelen olası bir travma
oluştuğu zaman meydana gelir. Son olarak, pasif tepkiler
sıklıkla zorlayıcı yaşam olayının yok sayılması ya da duygusal
küntlükle karakterize olmaktadır. Travmaya proaktif tepkiler
veren birey sıklıkla travmatik durumun üstesinden gelir.
Ayrıca beklenmedik, ani zorlayıcı yaşam olaylarıyla da başa
çıkma becerileri gelişmiştir. Öte yandan travmatik yaşam
olaylarına reaktif tepkiler veren birey sıklıkla beklenmedik,
aniden gelişen zorlayıcı yaşam olayından daha çok etkilenir.
Pasif tepkiler veren birey maruz kaldığı travmatik olayı
tamamen bir kurban psikolojisi içinde algılar ve neredeyse
sıfır düzeyde olayın etkilerinin üstesinden gelmeye çalışır.
Bu durum onu uzun dönemli travma sonrası ruh sağlığı
bozukluklarını çıkarmaya yatkın hale getiren bir faktör olarak
işlev göstermektedir. Unutulmamalıdır ki, travmatik yaşam
olaylarına maruz kalan travmatize birey, bu maruz kalışının,
paylaşım, bireysel başa çıkma yolları ve sosyal desteklerle
sıklıkla üstesinden gelir. Ancak bazı vakalarda bir ruh sağlığı
profesyoneli ile psikoterapötik görüşmelerin yapıldığı
psikolojik olarak daha yapılandırılmış, güvenli koşullar altında
Therapia Sayı 3 | 7
deneyimlenen travmanın orijininin belirlenmesi ayrıca kritik
bir önem taşımaktadır.
Son zamanlarda yapılan araştırmaların (Guney, et. al., 2011;
Guney, 2012; Rashid, 2008; Seligman, 1996; 2002; Seligman
et. al., 2000), sonuçları göstermiştir ki bireysel düzeyde
yaşanan bu zorlayıcı, yaşamı tehdit edici ve negatif yaşam
olaylarının kapsandığı travmatik yaşam deneyimlerinde
bu bozulmalar belli bir süre yaşanır. Sonra bu deneyimleri
olan bireylerin küçük bir yüzdesi, bu yüzde 1-10 arası
değişmektedir, travma sonrası bir ruh sağlığı bozukluğuna
maruz kalır. Geri kalan çok büyük bir yüzde, deneyimledikleri
bu yaşam olaylarını kişisel gelişim süreçlerine “başarılı”
yaşam deneyimleri olarak kodlar ve bu kodlama “yılmazlık”
ve “dirençli” olmayı da beraberinde getirir. Üstesinden
gelindikten sonra deneyimlenen zorlayıcı travmatik yaşam
olayı, artık üstesinden gelinmiş, başarılı yaşam deneyimi
olarak algılanır ve bireyin kişisel gelişim sürecindeki yerini alır
(Guney, 2012; Seligman, et. al., 2005; Rashid; 2012).
Travmanın kategorileri:
Genel olarak iki ana kategoriye ayırabiliriz. 1. İnsan eliyle
oluşturulan travmatik yaşam olayları, durumsal travmalar
adını alır. Bunlar fiziksel saldırı, psikolojik saldırı, seksüel
saldırı, tecavüz, istismar vb. dir. 2. Doğal afetler, deprem, sel,
su baskınları, hortum, doğal yangınlar vb.
Travmanın değerlendirilme süreci:
Travmatik bir deneyimi olan bireyin değerlendirme
sürecinden önce mutlaka kendini güvende hissedebileceği
şekilde emniyetinin sağlanması gerekir. Bu emniyet
içinde barınma, beslenme ve tüm gerekli tıbbi ihtiyaçların
karşılanmasını kapsar. Hatta gerekli durumlarda, örneğin
8
| Therapia Sayı 3
tecavüz ya da cinsel istismar vakalarında, bireyin istemesi
doğrultusunda derhal hukuki işlemlerin başlatılması için ilgili
düzenekler ve stratejiler kurulur ve hayata geçirilir.
Değerlendirme sürecinde travmanın kişiye özgü özelliği
unutulmadan, travmatize bireyin deneyimlediği travmatik
olayı nasıl algıladığı ve bu deneyimine ne türden
yüklemlemeler yaptığı dikkatle değerlendirilmelidir (Guney,
2011). Yine bilgi işleme süreçleri, dikkatini verme ve
sürdürme becerileri, oryantasyonu, anlık ve volanter dikkati,
geriye dönüşleri (flashbacks), zihinsel geviş getirmeleri
(ruminasyonlar), dalıcı düşünce içeriği (intrusive thoughts),
gece kabusları, bunların sıklığı, yoğunluğu ve travmatize
birey için ne denli hırpalayıcı olduğu, düşünce, duygu ve
davranışlarındaki bozulmaların titizlikle ele alındığı klinik
bir değerlendirme süreci mutlaka bir klinisyen tarafından
yapılır. Psikolojik değerlendirme ölçeği alabilecek düzeye
gelince travma semptomlarının şiddeti ve süresinin
ölçüldüğü psikolojik testler uygulanabilir. Değerlendirme
işlemi başından sonuna değin dikkatle yapılır zira travmatik
deneyimlerin bireye özgü özelliği yanlış tedavi stratejilerinin
oluşturulmasına kolayca zemin hazırlayacağından, en uygun
tedavinin başlatılmasını bu değerlendirme süreci belirler.
Yüksel (2009) değerlendirme sürecinde dikkate alınması
gerekenleri şöyle ifade etmektedir; “Travma öncesi dönem:
Öykü, temel işlev düzeyi, kişinin daha önceki travmaları,
travma öncesinde psikososyal durum, deneyimlediği travmatik
olay/lar: olayın özellikleri, süresi, şiddeti, sayısı, olay sırasında
ve hemen sonrasında ortaya çıkan başa çıkma yanıtları,
travmatik olay nedeni ile yaşananlar, duygusal ve ekonomik
kayıplar, travma sonrası psikososyal ortam: Aile yapısı, iş ve
sosyal çevre ilişkisi kişinin travmaya verdiği anlam, travma
sonrasında sahip olduğu duygusal ve ekonomik destek
kaynaklarına ilişkin bilgiler dikkatle ele alınmalıdır.“
“Mağdur travmatik deneyimini, doğrudan veya farklı bedensel
ve psikolojik belirtilerle dolaylı olarak açıkladığında, ruh
sağlığı profesyonelinin travmayı işitmesi kritik bir değer
taşır. Profesyonelin; mağdurun hissedebileceği kırgınlığı,
öfkeyi, yaşadıklarının anlaşılamamasını, kendisine karşı
hissedebileceği güvensizliği ve benzeri karışık duygularını
nesnel olarak değerlendirme ve gerektiğinde mağduru
yönlendirme yükümlülüğü vardır. Bu ikisi için de zorlu bir
süreç olacaktır.” (Yüksel, 2009). Son 10 yıldır çözümlenmemiş
travmanın farklı bir ruh sağlığı hastalığına yol açtığı, bu
hastalığın travma sonrası stres bozukluğu ve uyum bozukluğu
kriterlerini karşılamadığını ifade eden Alman psikiyatrist
Linden(2003) hayata küsme bozukluğu adında yeni bir
travma sonrası hastalık olduğunu belirtmiştir. Unal ve ark.
(2011) travma sonrası oluştuğu öne sürülen bu yeni hastalık
kategorisini tanılandırmak ve objektif kriterlere oturtmak için
Linden (2009)’in geliştirdiği ölçeğin Türkiye’ye adaptasyon
çalışmasını yapmışlardır.
Travma’ ya terapötik yaklaşım modelleri:
Travmatik bireyin tedavisinde çok çeşitli tedavi yöntemleri
kullanılır. Ancak travmaya müdahale eden ruh sağlığı
profesyonelinin yaklaşımı ne olursa olsun, genel olarak üç
evrede kategorize olur tüm travma tedavileri.
1.Evre: travmatize bireyin tepkileri yönetilerek, stabilize edilir.
2.Evre: bireyin deneyimlediği travmatik yaşam deneyimine
ilişkin anıları ile çalışılarak, travmatik deneyime ilişkin
hırpalayıcı ve yıkıcılığının elimine edilmesine çalışılır.
3.Evre: bireyin deneyimlediği travmadan sonra çevresi ve
dünya ile yeniden bağlantı kurmasına çalışılır.
Birinci evrede, bireyin travmatik tepkilerini yönetmek büyük
önem taşır. Bireyin güvenlik duygusu ile çalışılır, kendini
güvende hissetmesi için tüm yapılması gerekenler, fiziksel
önlemler de dahil, yapılır. Kendine ya da başkalarına zarar
verme potansiyeli dikkatle değerlendirilmeli, en küçük bir
şüphede bile mutlaka ilgili müdahale ve tedavi yöntemleri
devreye konmalıdır. Psikoeğitim seansları bu evrede daha
işlevseldir. Bireyin deneyimledikleri ile ilgili bilişsel düzeyde
bilgi sahibi olarak travmanın aniden ve beklenmedik gelişmesi
ile bağlantılı belirsizlik duygusunun neden olduğu kaygı hali
bir ölçüde bu seanslarda yatıştırılır.
İkinci ve üçüncü evrelerde ruh sağlığı profesyoneli kullanacağı
psikoterapötik yaklaşımı belirginleştirmiştir ve uygulamaya
başlar. Nedir bu yaklaşım modelleri? En genel anlamda şöyle
özetlenebilir;
1.Bilişsel – Davranışsal Yaklaşımı Temel Alan Terapiler:
bu yaklaşımın altında nefes alma, gevşeme egsersizleri,
biofeedback, bilişsel yeniden yapılandırma, öfke yönetimi
teknikleri yer almaktadır. Bu yaklaşımda gelecekte oluşabilecek
travma semptomlarını ele alma, yönetme, hastalığım
tekrarlamasının önlenmesi, madde kötüye kullanımının
önlenmesi için kullanılan kaygı, düşünce eksersizleri, düşünce
sistemindeki gerçeklikten sapma ve bozulmaların giderilmesi,
ve yeniden yapılandırılmış hayal/imgelem de dikkati çeken
müdahale yöntemlerindendir. Yaygın olarak kullanılan belli
başlı teknikler içinde maruz bırakma (exposure) terapisi,
sistematik duyarsızlaştırma, kaygı yönetme teknikleri,
stres inoculasyon terapisi, EMDR, en yaygın kullanılanlar
arasındadır.
2.Kısa Dönemli Psiko-Dinamik Yaklaşımı Temel Alan
Terapiler: Psikodinamik psikoterapinin kısaltılmış formudur.
Travmatik olayla ilgili duygusal çatışma ve çelişkiler, travmatik
bireyin erken dönem yaşantıları çerçevesinde travmatik olaya
Therapia Sayı 3 | 9
odaklanılır. Horowitz, Marmar, Weiss, en çok göze çarpan
profesyonellerdendir.
3.Travma Tedavilerinde Evre Oryantasyonlu Travma Tedavi
Modelleri:
3.1. Herman (1997) travmatize bireyin iyileşme sürecini
tanımlayarak 3 evreli bir model oluşturmuştur. Bu model evre
spesifik model (stage spesifik model for traumatik recovery)
olarak isimlendirilmektedir. Bu modelde Herman güvenlik
duygusunun, zamanlamanın, travmatik anıların hatırlanması
ile ilgili, yasın ve yeniden yaşamla sağlıklı ilişki kurmanın
(reconnection to the World), yaşama bağlanmanın önemini ve
nasıl olması gerektiğini detayları ile anlatmıştır.
3.2.1 Briere (1996) self-travma modeli (self trauma model)
adı altında geliştirdiği modelinde humanistik, psikodinamik
ve bilişsel davranışsal teorileri harmanlamıştır. Model saygı,
pozitif odaklanma, travma sonrası büyüme üzerinde önemle
durulmakta ve bunlara yönelik teknikleri ön görmektedir.
3.2.2 Chu (1998) evre oryantasyonlu başka bir travma
tedavi modeli ortaya atmıştır. Chu’nun modelinin adı “evre
oryantasyonlu tedavi modeli (stage oriented treatment
model) dir. Bu modelde özbakım, işlevselliğin iyileşmesi,
yaşanan duyguların ifade edilmesinin sağlanması ve
çevresiyle/dış dünyayla bozulmuş olan ilişkilerinin yeniden
inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Chu bunları S (self-care),
A (acknowledgement), F (functioning), E (expression), R
(relationship) şeklinde formüle etmiş, bu 5 evreli tedavi
modeli kendi içinde erken, orta ve geç evre kategorilerine
ayırarak, her bir komponent’in detaylı uygulama önerilerini
açıklamıştır.
10
| Therapia Sayı 3
3.2.3 Farmako-terapi Modeli: travmatize bireyin
stabilizasyonunda oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Psikiyatri uzmanı hekim tarafından verilen ilaç yaşanan
kaygı, depresyon, uykusuzluk ve tüm travma semptomlarının
kontrolünde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Tricyclic
antidepresanlar (TCA), monoamine oxidose inhibitörleri
(MAO-I’ leri) ve seçici serotonin reuptakeleri (SSRI’ lar)
oldukça etkilidir. Farmoko-terapinin gerekliliği ve etkililiği,
travmatize olmuş bireylerin tedavisinde mutlaka bir psikiyatri
alanında uzmanlığını almış hekimin olması gerektiği gerçeğini
de hatırlatmaktadır. Zira birçok travma vakasında, travmatize
kişinin uygulanılan teknikleri anlamakta ve eşlik etmekte ağır
sıkıntılar yaşadığı günümüzde tüm ruh sağlığı profesyonelleri
tarafından bilinmektedir. Yine travmatik yaşam deneyimleri
ile travmatize olmuş ve comorbid bozukluklara maruz kalmış
popülasyonla çalışırken, semptom overlap’ leri ve karmaşık bir
şekilde filtre olmuş görünümlü klinik tablo bu gerekliliği en
üst noktaya çıkarmaktadır.
Hangi tedavi yaklaşım dahilinde hangi tedavi modelinin
kullanılacağına karar verirken, ruh sağlığı profesyonelinin
bunu mutlaka bir klinisyenle birlikte yapmasında yarar
olduğu inancı, travmatize bireye eksiksiz, tam bir tedavi
prosedürü sunulması için önem taşımaktadır. Travmatize
bireyle çalışırken hangi yöntemle çalışılacağı sorusuna ikinci
sırada verilecek yanıt, profesyonelin alanla ilgili eğitimi ve
oryantasyonudur. Bir de travmatize bireyin maruz kaldığı
travma ve deneyimlediği travmayı bireysel bağlamında
yüklediği anlamı, kapsayan tedavi ve müdahale ihtiyaçları
belirlemektedir. Tedavinin nasıl olacağına karar verirken
yukarıda bahsedilen sıra her zaman bu tarzda işlememektedir
ancak travmanın klinik bir durum olduğu ve içinde klinisyen
olmadan yapılan herhangi bir müdahalenin eksik ve belki
de başka sonuçlar doğuracak denli etkide bulunabileceği
gerçeğinin sırası hiçbir zaman değişmemektedir.
Psikolojik kriz nedir?
Sayıl (2008) krizi “bireyin süregiden yaşamında ortaya
çıkan, ani ve beklenmedik bir yaşam olayı ile tüm ruh sağlığı
dengesinin geçici olarak bozulup, alt-üst oluş hali” olarak
tanımlamaktadır. Kriz sözcüğü gündelik yaşamımızda aşina
olduğumuz, yaşamın içinde bir kavram olmasına rağmen,
psikiyatrik krizlerin bireysel yaşam işlevlerini ağır bir şekilde
tahrip edebildiği gerçeğini içinde barındırmaktadır. Bireyi
zorlayan, hırpalayan çeşitli durumların ve yaşam olaylarının
ruh sağlığına olumsuz etkileri çok eskilerden beri bilinegelen
bir gerçektir. Kuşkusuz yaşam inişler çıkışlarla dolu iken
bazen inişler kısmında birey kendini içinden çıkamadığı,
sonu olmayan bir tüneldeymiş gibi hisseder. Krizin duygusal
alandaki bu yansımaları psikolojik ve psikiyatrik kriz
kavramlarını konuşma diline ve ruh sağlığı alanına eklemiştir.
Zira yaşamın tam da içinde olan “kriz durumları” sadece
“normal” popülasyon’da günlük yaşamını sürdürürken ani
yaşam olayıyla sarsılan bireyin deneyimlediği bir “altüst”
oluş hali değildir. Her hangi bir kronik hastalık tanısı almış
örneğin bipolar duygu durum bozukluğu, obsesif kompulsif
bozukluk vb., tedavisini alarak hastalığı stabilize edilmiş bir
hasta, karşılaştığı ani ve beklenmedik yaşam olayıyla bir kriz
durumuna girebilir. Hastalığı bu kriz durumuyla tekrarlar,
hem krizin belirtileri hem de hastalığın semptomları birbirine
karışır. Bu yüzden hem psikolojik hem de psikiyatrik kriz
kavramlarını kullanmakta fayda vardır. Kriz durumunda
bireyin günlük yaşamını problemsiz sürdürebilmesi için gerekli
işlevlerinde yani kişisel iyi oluş halinde yaygın ancak geçici bir
çökme durumu söz konusudur. Sorun genel olarak kişisel iyi
oluş hali ile ilgili olduğundan kriz durumundaki bireye yardım
da bir tedavi biçimi değil bir müdahale biçimidir. Yapılan iş
müdahale olduğundan bu müdahaleyi nasıl yapacağına ilişkin
yeterli eğitim alan tüm ruh sağlığı profesyonelleri krizdeki
bireye yardım edebilmektedir. Bu yüzden Kriz merkezlerinde
klinisyenin süpervizyonları ile multi-disipliner bir ekip
hizmet vermektedir. Ülkemizde ilk ve tek Kriz Merkezi
Prof. Dr. Işık Sayıl tarafından Ankara Üniversitesi’nde 1989
yılında kurulmuştur. Bu merkezin, Ankara Üniversitesi, Tıp
Fakültesi, Psikiyatri kliniği ile organik bağının olmasının
yanı sıra, Ankara ve Psikiyatri kliniği olan her il ile işbirliğiyle
çalışmaları ülkemizde gerek koruyucu ruh sağlığı alanında,
gerekse intiharların sistematik bir şekilde ele alınıp, dolayısıyla
önlenmesinde çok önemli katkıları vardır. Zira Merkez Prof.
Dr. Işık Sayıl başkanlığındaki intihar önleme programlarıyla,
bir yandan ülkemiz sağlık sektöründe intihar vakaları ile
çalışan profesyonellere eğitim verirken, diğer taraftan intihar
riski taşıyan bireylerle karşılaşma potansiyeli olan sağlık
personelinin bilgilendirilme çalışmaları sürdürülmektedir.
Bu merkezde yalnız krizdeki bireye değil, intihar girişiminde
bulunmuş, psikiyatrik tanı almamış intihar vakalarına da
nitelikli ve girişim sonrası gerekli psikososyal tedavi ve
bakımın sağlanması hizmeti verilmektedir.
Literatürde Caplan (1964) krizi ilk tanımlayan psikiyatri
profesyoneli olarak “bireylerin çözümleyemeyecekleri
problemlerle karşılaştıkları anlarda kriz durumları oluşur”
şeklinde tanımlamıştır. Bu çözümleyememe durumu, bireyin
yaşadığı gerginliği, kaygıyı, duygusal aşırı huzursuzluk halini
ve işlevsellikte belirgin bir beceriksizlik halini basamak
basamak arttırır. Çok yakın zamanda, kriz bireyin tüm
kaynaklarının ve başa çıkma yollarının çözümleyemeyeceği bir
düzeye çıkan, tolere edilemez zorlanmalar olarak algıladığı her
türden durumlar ya da olaylar olarak tanımlanmıştır (James,
2008; Flannery & Everly, 2000).
Bu dayanılmaz zorlanmanın arkasında gerçekte pozitif ve
bireye ivme kazandıracak bir fırsatı da barındırmaktadır
kriz durumu. Çince kriz sözcüğü, içinde hem tehlike hem
de fırsat anlamlarına gelen iki karaktere karşılık gelmektedir
Therapia Sayı 3 | 11
(Greene, Lee, Trask, & Rheinscheld, 2000). Bu çerçevede
krize müdahale, kriz durumundaki birey için, yeni başa
çıkma yollarını öğrenip, kendini geliştirdiği bir yaşam
deneyimi olanağı sunmaktadır. Bu çerçeve’de kriz “kişisel
gelişim ve büyümenin tohumları” olarak isimlendirilip,
anlamlandırılmaktadır (Myer&Moore, 2006; James, 2008).
Tüm kriz yaklaşımlarında krize neden olan yaşam olayları
içinde “sevilen birinin kaybı, doğal afetler, her hangi bir kaza
olması, kronik gidişli fiziksel bir hastalık tanısı alma, ayrılma,
boşanma, işsizlik, beklenmeyen/istenmeyen hamilelik,
ekonomik güçlükler”, sayılmaktadır. Bu yaşam olayları
kuşkusuz herkeste müdahale ihtiyacını doğuracak kadar ciddi
bir durum olan kriz durumunu yaratmaz ancak bu olaylar her
bireyde denge durumunun bozulmasına yol açabilmektedir.
Psikolojik kriz durumundaki kişi:
Kriz durumu içindeki birey, maruz kaldığı “altüst oluş” hali
nedeniyle hızlı ve yaratıcı düşünme yeteneğini neredeyse
yitirmiştir. Kendini karanlık bir tünelin içindeymiş gibi
gördüğünden, alternatifleri ve olasılıkları algılayamaz,
düşünemez. Karşılaştığı durum karşısında birey alıştığı başa
çıkma yolları ile durumun üstesinden gelemez. İç ve dış
kaynaklarını harekete geçiremez. Bir dezorganizasyon hali
içindedir. Yaşadığı kriz durumu korkularını, gerginliğini
arttırmış, hatta onu konfüzyona sokmuştur. Günlük
yaşamının mevcut dengesi tamamen bozulmuştur. Krizdeki
bireyin duygu durumu gergin, kaygılı, korkulu, öfkeli,
utanmış, panik içinde, çaresiz, umutsuz, kötümserdir. Ağır
bir belirsizlik yaşar, duyguları ambivalandır. Bu duygu
durumu krizdeki bireyi kolay incinebilir ve hatta psikiyatrik
hastalıklara maruz kalma anlamında da yatkın yapar. Zira
bireysel savunma mekanizmalarında belirgin bir çöküş vardır.
Birey içinde bulunduğu kriz durumunun oluşumuna katkıda
12
| Therapia Sayı 3
bulunan yaşam olayını bireysel bütünlüğüne bir tehdit olarak
algılar. Bu tehdit algısı, kriz durumlarının bireysel düzlemde
çözümlenemeyişine ciddi bir zemin hazırlar.
Sayıl (2008) her hangi bir doğal afete maruz kalmış bireyin
kriz durumu ile ilgili olarak şunları vurgulamıştır: Yaşanılan
olayın büyüklüğü ve gürültüsü ile kalbi çarpar, ağzı kurur,
kasları gerilir, sinirleri ayağa kalkar, duyarlılığı artar, korkulu
bir bekleyişe geçer, yoğun bir endişe, kaygı, korku yaşar. Bir
uyarı yapılırsa neler olup bittiğini anlayabilir. Şaşkınlık, gerçek
olamaz duygusu, korku yaşanır. Uzun bir süreliğine olayın
görüntüleri, sesleri, kokuları bellekte yerleşir. Yaşama ilişkin
temel inançlar sarsılır. Temel güven duygusu, kendine güveni
kaybolur. Kaybettiği kişilerin, eşyaların, işinin, sahip olup da
kaybettiği ne varsa hepsinin yasını tutmaya başlar doğal bir
felakete maruz kalmış kriz durumundaki birey. Sayıl (2008)
doğal felaketler sonrasında yaşanan travmaya müdahalenin
teorik ayaklarının yas, kayıp ve kriz teorilerine dayandığını
vurgulamaktadır.
Kriz durumundaki birey krizin dezorganize durumu ve
yaşadığı konfüzyonun eşlik ettiği duygu durumu ile intihar
fikirleri içinde olabilir, intihar girişiminde bulunabilir. İntihar
fikirleri ve davranışı herhangi bir ruh sağlığının uzantısı
konumunda değil ise krize müdahale görüşmeleri içinde
intihar davranışına 6-8 seanslık bir krize müdahale uygulaması
yapılagelmektedir.
Krize müdahale yaklaşımının bu vakalarda oldukça işlevsel
ve intihar davranışının toplumlarda önlenmesinde oldukça
kritik bir önem taşıdığı belirtilmektedir. Krize müdahalenin
bu kritik önemi ruh sağlığına intihar davranışı sonrası
psikoterapötik krize müdahale modellerinin ele alınmasını
getirmiştir (Gordona Dedic, 2012). Dedic (2012) intihar
girişiminin akabinde uygulanacak psikiyatrik krize müdahale
yaklaşımının intiharların önlenmesinde çok önemli bir ivme
kazandırdığını belirtmektedir.
Farklı Kriz Formları:
En genel anlamda krizler iki alanda meydana gelirler. Birinci
alanda kişisel kriz durumlarını sayabiliriz. Örneğin, bireyin
deneyimlediği durumsal krizler, yaşamsal krizler, travmatik
yaşam deneyimlerinden kaynaklanan krizler, gelişimsel krizler,
bir psikiyatrik hastalığın neden olduğu krizler ve psikiyatrik
acillerdeki krizler. İkinci alanda yaşanan krizler toplumsal
düzlemde bir toplumun ya da topluluğun tümünün maruz
kaldığı kriz durumlarıdır. Örneğin, silahlı saldırılar, terörist
saldırıları, doğal afetler vb.
Psikolojik krizin durumunun değerlendirilmesi:
Krizdeki birey herhangi bir ruh sağlığı hastalığına maruz
kalmamıştır. Tanı konabilecek bir patolojisi yoktur.
Deneyimlediği kriz durumu öncesinde uyumlu bir yaşamı
vardır. Yaşadığı ağır konfüzyon hali geçicidir (Sayıl, 2008).
Kriz durumundaki bireyi değerlendirirken, bu durumun
1-5 hafta içinde bir şekilde sonlanacağının hatırlanması
gerekmektedir. Bu bilgiyi akılda tutarak, yaşanan krizin akut
bir durum mu yoksa bir kronik gidişli psikiyatrik hastalığın
ani bir yaşam olayıyla alevlenme hali mi olduğu dikkatle
belirlenmelidir. Bireyin, ailesinin tutumları, kişilik yapısı,
kriz durumu ile ilişkili geçmiş deneyimleri, bireysel ve sosyal
kaynakları, yardım almaya ne kadar açık olduğu ve yine
ailesinin de bu yardım sürecinde ne kadar sorumluluk almaya
ve işbirliği yapmaya istekli olduğu özenle belirlenmelidir
(Sayıl, 2008). Krizde bireyin bulunduğu yaşam dönemi,
kültürel ve çevresel özellikleri, fizyolojik durumu ve genetik
yatkınlığı deneyimlenen kriz durumunun üstesinden gelmeye
çalışan bireye yardım sürecinde oldukça etki eden faktörler
olarak işlev görmektedir. Nitekim sonucu, bireyin aldığı
profesyonel yardım kadar, kişisel faktörleri, sosyo-kültürel
ortamı ve aile yapısı kritik düzeyde etkilemektedir.
Krizdeki bireyi değerlendirirken altı basamaklı bir model
önerilmektedir. Bireyin güvenlik duygusunu zedeleyecek
muhtemel fiziksel koşullar kontrol alına alındıktan sonra
sırasıyla problemin belirlenmesi, bireyin kendini güvende
hissettiğinden emin olunması ilk basamakta yapılacaklar
arasındadır. 2. basamak harekete geçme evresidir. Burada
alternatifler araştırılır, planlar yapılır ve krizdeki birey ve sosyal
çevresindeki ebeveyni, yoksa onun için önemli olan kişiyle
bu işbirliğinin kurulması ve birlikte çalışılacağına ilişkin
sınırları belirli iyi bir bağlantı kurulması gerekmektedir. Bu
özellikle intihar riski olan kriz vakalarında mutlaka yerine
getirilmesi gereken bir durumdur. Homosid (başkasına zarar
verme) riski taşıyan kriz vakalarında bu işbirliğinin mutlaka
ilgili kurumsal bağlantılar kurulduktan sonra ailesinden veya
sosyal çevresinden bir kişi ile krize müdahale sürecinde ve
kriz durumuna müdahale edildikten sonra gideceği kuruma
devredilmesine kadar sürdürülmesi kritik bir önem taşır. Hatta
bazen bireyin hospitalize edilmesi gerekebilir, burada da ilişki
kişisine sorumluluk verilir.
Krize müdahale yöntemleri nelerdir?
Krize müdahale literatüründe üç yaklaşım modeli krize
müdahale yöntemlerine temel oluşturur. Bu modeller;
1. Denge (equilibrium) modeli: İlk kez Caplan (1961)
tarafından ortaya atılan bu model, bireyin kendisi ile
sosyal çevresi arasında etkileşimini oluşturan bir dengenin
varlığından bahseder.
2. Bilişsel Model: Bu modelde Albert Ellis, Donald
Meichenbaum ve Aron T.Beck ilk göze çarpan kuramcılardır.
Therapia Sayı 3 | 13
Kriz durumlarıyla bireyin bilgi işleme süreçlerinde dolayısıyla
da düşünce sisteminde aşırı genellemeler, ciddi bozulmalar
ve çarpıtmalar olduğunu, dolayısıyla bireyin yaptığı
yüklemlemeler ve çıkarımlarında da ve başına gelenleri
muhakeme etme, değerlendirme ve yordama süreçlerinde de
bozulmalar olduğunu vurgulamaktadır.
3. Psikososyal geçiş modeli: Bu modelde birey genleri ve
kuşaklar boyu öğrenmeleri olan bir organizma olarak ele
alınır. Kriz durumu bu psikososyal geçiş dönemlerinden yola
çıkılarak değerlendirilir. Bu model hem gelişimsel ekolojik
modeli hem de bağlamsal ekolojik modeli kapsamaktadır.
Gelişimsel ekolojik modelde gelişim dönemleri ile krizdeki
bireyin sosyal çevresinde var olup, kriz durumunun
oluşmasına katkıda bulunan faktörlerin önemi vurgulanır.
Bağlamsal ekolojik modelde krizin oluşmasına katkıda
bulunan bağlamsal sosyal çevre elementleri üzerinde durulur
(James, 2008).
Kriz durumundaki bireyle çalışılırken aktif ve önyargısız
dinleme becerileri ön plana çıkar. Bireyin kriz durumunda
hangi evrede olduğunu belirlemek oldukça önem taşır.
Krizdeki bireyin şok evresinde mi, sorunu çözmede ağır
başarısızlık yaşadığı evrede mi, bireysel ve sosyal kaynaklarını
harekete geçirmeye çalışıp bunu gerçekleştiremediği evrede mi
yoksa son evre olan çözüme ulaşma ya da dağılma evresinde
mi olduğu belirlenir. Krizin evresi belirlendikten sonra üç
genel evre halinde krize müdahale yapılır. Sayıl (2008) krize
müdahale sürecini şöyle açıklamaktadır;
1.Başlangıç Evresi: Problemin Belirlenmesi ve terapötik
amaçların formülasyonu: Şimdi ve burada ilkesi çerçevesinde
krize neden olan olayın detaylı anlatılması sağlanır. Burada
kriz profesyoneli debriefing tekniğinden yararlanabilir. Ancak
bu tekniğin eğitimini almış olmak kritiktir zira son yıllardaki
14
| Therapia Sayı 3
araştırmalar debriefing’in eğitim alınmadan yapılması
halinde bireye yarardan çok zarar verdiği ve bazı dezorganize
durumlara yol açıp, yaşanan kriz durumunu başkalaştırdığını
göstermiştir (Hawker, et.al., 2010; Sijbrandig, et.al, 2006).
Kriz profesyoneli durumu tekrar, kısa cümlelerle özetler, en
önemli sorunun ne olduğu ve nereden başlanacağına ilişkin
sorulara cevap aranmak için üzerinde çalışılacak sorunu
birlikte belirlemeye çalışılır. Bu evreden sonra yapılacaklar ile
ilgili kontrat yapılır.
2. Orta Evre (2 – 5 görüşme): İlk görüşmeyi izleyen aşamadır.
Unutulanlar, son durum, ve yakın geçmişle olayın ve mevcut
durumun ilişkileri üzerinde durulur. Olayın etkileri yeniden
konuşulur. Bu aşamada krizdeki bireyin benlik saygısı,
kayıpları, üzerinde durulur. Davranışlarındaki değişim gözden
geçirilir. Görüşmeler boyunca fikir birliğine varılan noktalar
hatırlatılır. Geçmişteki sorunları ve işe yaramayan başa çıkma
stratejileri konuşulur. Etkili yönleri, potansiyelleri, güçlü
yanları vurgulanır. Yeni başarılar deneyimlemesi için kısa
zamanda uygulanmak üzere görevler verilir. Mevcut başarıları
üzerinde konuşulur ve benzerlikler kurulmaya çalışılır.
Çözümler için cesaretlendirilir. Çözüm için yeterli olduğuna
ilişkin inancının gelişmesi için çalışılır.
3. Sonuçlandırma (6. Görüşme): bazı durumlarda bu
seans 2 seans olarak yapılabilmektedir. Geçmiş görüşmeler
gözden geçirilir. Sonlandırma ile ilgili dirençlerle baş edilmek
için krizdeki bireyle çalışılır. Kat edilen yol, gelişimleri,
değişimleri, ana konu ve etkin yaklaşımları gözden geçirilir.
Görüşmeler süresince yaptığı ödevler ve görevler vurgulanarak
başarı deneyimleri yaşaması sağlanır. Gelecek planlanır.
Yaşamında bir dönemin kapandığı ve zorlansa da bu dönemi
çözümleyerek kapattığı vurgulanır. Kontrol randevusu verilir.
Her ayda 1 kez 3 ay olmak üzere kontrole çağrılır. Kontrol
görüşmeleri krizdeki bireyin yaşadığı kriz durumuna ve
yüklemlediklerine göre değişir. Bazen kontrol görüşmelerine
gerek kalmaz. Bazen tek bir seanslık görüşme krizdeki bireyin
bulunduğu durumdan çıkmasına destek olur.
Kısa Dönemli Psikoterapiler ve Krize Müdahale
Kriz teorisi ile kısa dönemli psikoterapilerin teorilerini
birbirinden ayırmak gereklidir. Lindeman (1944) ve Caplan
(1961) çalışmaları psikolojik görüşme ve kısa dönemli
psikoterapilerin kullanılmasına ivme kazandırmıştır ancak
unutulmamalıdır ki kısa dönemli terapi duygusal problemlerin
düzenlenmesi için bir tedavi yöntemidir. Öte yandan krize
müdahale ani gelişen, beklenmedik bir yaşam olayı ile bilişsel,
duygusal ve davranışsal alanlardaki bozulmaların fark edilip,
düzeltilmesi yolunda, yardım etmeye odaklanmaktadır. Bazı
kısa dönemli terapiler krize müdahale ile benzerlikler gösterse
de, genel olarak kısa dönemli psikoterapiler, hatta çözüm
odaklı kısa dönemli psikoterapiler bile, krize müdahale ile
ilişkilendirilmemelidir. Bu farklılık krizdeki bireyin yoğun
olarak karşılaştığı kriz durumunu ne kadar katlanılmaz
algıladığı, bozulan rutin dengenin ne denli şiddetli olduğu
gerçeğinde gizlidir.
Travma mı? Kriz mi?
Bir olayın krize mi, ya da travmaya mı yol açacağı konusunda
farklı farklı görüşler olabilir. Ancak bu ayrıştırmaya şöyle
katkıda bulunmak mümkündür: Kriz durumları zamanlama,
hızlıca, en fazla 2- 5 hafta içinde, çözümlenmesiyle
travmatik durumlardan farklılaşır. Travmada hem hasta
hem de hasta olmayan bir popülasyon ile çalışılır. Ancak
her ikisi ile çalışılırken tüm materyal kliniktir ve bu tedaviyi
yapacak profesyonelin de travma terapileri alanında eğitimi,
dolayısıyla en azından bu alana özgü donanımı olması gerekir.
Öte yandan krize müdahale bir terapi yöntemi değil bir
müdahale yöntemidir. Uygulama esnasında çok fazla klinik
bilgi gerektirmez. Klinik bilgi gerektirecek durumlar zaten
organik bağ içinde çalışılan kliniklere refere edilerek ya da
kriz ekibinde çalışan klinisyene sevk edilerek çözümlenir.
Birçok kriz durumu aslında travmatik durumların da içinde
oluşabilmektedir. Ancak birçok travma önce kriz olarak
başlayabilmektedir. Krizde sosyoekonomik statü, duygusal
desteğin bulunabilme kolaylığı ve krizin kendi doğası
krizdeki kişinin krizinin nasıl çözümlenebileceğine ilişkin
oldukça net sonuçlar verebilir. Ancak travmatik durumlar
için aynı cümleleri bu kadar kesinlikle kuramamaktayız.
Örneğin ani gelişen beklenmedik bir durum bir kişide kriz
durumu yaratırken, diğerinde ağır bir travma sonrası stres
bozukluğunun tetikleyicisi olabilmektedir.
Krize müdahale süreç oryantasyonlu değildir. Krizin kendisi
zaten bir süreç değildir. Kriz aksiyon oryantasyonludur ve
duruma odaklıdır. Krize müdahale görüşmelerinde
ruh sağlığı profesyoneli spesifik bir olayın sağlıklı yollardan
yönetilmesine destek olur. Olayın etkilerini fark etmesine
ve bunun duygularına ve davranışlarına nasıl yansıdığını
anlamasına yardım eder. Kriz görüşmeleri boyunca krizdeki
birey başa çıkma becerileri, bireysel ve sosyal kaynaklarını,
destekleri ile ilgili bir öğrenme süreci yaşar. Kendini kurtarma
planı yapmayı öğrenir, yaşadığı sorun yumağını kendi
başına da çözebileceği deneyimlerini yaşar. Travmada bu
süreçler bu denli basit bir sıralamada işleyemez, zira travma
daha süreç odaklıdır. Krize müdahale görüşmelerinde ruh
sağlığı profesyoneli krizdeki kişiyi değiştirmeye çalışmaz,
aktif dinleyici ve gerektiğinde yönlendiricidir fakat bireyde
bir kişilik değişimine temel olarak değişimleri oluşturacak
müdahalelerde bulunmaz. Travmatik birey travma terapi
görüşmeleri ile bir değişim içine girer. Tüm terapilerde olduğu
gibi travma terapilerinde de bireyin düşünce, duygu durum
Therapia Sayı 3 | 15
ve davranış yapısında değişim hedeflenir. Bu yüzden belki
de travma terapilerinde zaman zaman “şimdi ve burada”
yaklaşımı “orada ve o zaman” yaklaşımına dönüşebilir. Kriz
durumlarında yaklaşım “şimdi ve burada”ya endekslidir.
Travmatik durumlar üç aşamalı ruh sağlığı hastalığı sürecini
içinde barındırır. Travmatik deneyimi olan birey ilk aşamada
akut stres bozukluğu evresindedir. Atlatırsa, ki popülasyonun
çok büyük bir yüzdesini kapsar, bu evreden sonra eski uyumlu
yaşamına geri döner. Atlatamaz ise travma sonrası stres
bozukluğu evrelerine giriş yapar. Halen tedavi alma şansı
yoksa kronik travma sonrası stres bozukluğu, uyum bozukluğu
ve komorbid rahatsızlıklara maruz kalma olasılığı artar.
Travmatik yaşam deneyimleri benliği zayıflatmaz, tam
tersine güçlendirir. Birey travmatik yaşam olaylarının ve
kriz durumlarının üstesinden geldikçe gelişir, büyür ve daha
dirençli bir hale gelir. Son yıllarda, travmatik deneyimi olan
kişilerin ancak % 8-10’unun travmaya bağlı bir ruh sağlığı
sorununa maruz kaldıkları, geriye kalan %90-95’lik oranın
eski uyumlu yaşamlarına daha da güçlenerek ve gelişerek
döndükleri saptanmıştır (Calhoun & Tedeshi, 2006; Rashid,
2008) Travma deneyimlerinin üstesinden gelebilmek için
pozitif psikoterapi ilkelerini ve otantik mutluluğu (Seligman,
2002; 2011) devreye sokmak, travmanın tedavisinde yeni bir
dönüm noktası olmuştur.
Kaynaklar
Aguilera, D., C. & Messick, J.,M. (1982) Crisis Intervention: Theory and
methodology (4th Ed), St. Louis MO.
Beardslee, W.(1989) The role of self understanding in resilient individuals:The
development of a perspective, American Journal of Orthopsychiatry, 59, 266-277.
Beck, A. T. (1976) Cognitive therapy and the emotional disorders. New York,
International Universities Press.
Briere, J. (2002) Treating adult survivors of severe childhood abuse and neglect:
further development of an integrative model, Briere, J. J.E.B. Myers, L. Berliner,
J. Briere, C.T. Hendrix, T. Reid, & C. Jenny (Eds.) The APSAC handbook
on child maltreatment, 2nd Edition. (pp. 175-202), Newbury Park, CA: Sage
Publications.
Burgess, Ann.,W.; Holmstrom, Lynda, L. (1974) Rape, trauma syndrome, The
American Journal of Psychiatry, Vol 131 (9), 981 – 986.
Calhoun, L.,G. & Tedeshi, R., G. (2006) Handbook of posttraumatic growth;
Research and
practice, Mahwak, N.Y.: Lawrence Erlbaum Associates.
Caplan, G. (1961). An approach to community mental health. New York:
Grunne & Stratton.
Chu, J. A. (1998). Rebuilding shattered lives: The responsible treatment of
complex post-traumatic and dissociative disorders. New York: Wiley.
Dedic, g. (2012) Model of Psychotherapeutic Crisis Intervention following
suicide attempt, Vojnosanit Pregl,69 (7), 610 – 615.
Teşekkür
Greenstone, J.L. & leviton, S.C. (2002) Elements of Crisis Intervention, second
edition, Pacific Grove, CA:Brooks/Cole
Bu makaleyi 1 yıl boyunca aldığım travma terapileri
eğitimimle hazırladım. Bana bu eğitimimi veren Dr. Francis
A. Macnab’e, Cairnmillar Psychotherapy Institute and School
of Psychology, Melbourne - Avustralya ve bu eğitimi almam
için beni 2547/ 39 uncu maddesine göre Üniversitemden
görevli gitmemi sağlayan Prof. Dr. Işık Sayıl’a minnettarım.
Aldığım bu eğitimimin bilgi dağarcığıyla ihtiyacı olanlara
yardım etme koşulum oldu.
Flannery, R.,R. & Everly, G.,S. (2000) Crisis Intervention: A review, International
Journal of Emergency Mental Health, 2(2), 119 – 125.
16
| Therapia Sayı 3
Foa, E. B., & Meadows, E. A. (1997). Psychosocial treatments for post-traumatic
stress disorder. Annual Review of Psychology, 48, 449–480.
Guney, S. (2011) Perceived Trauma and the Strengthspotting in Turkish
Population ,Procedia – Social and Behavioral Sciences 29, 75 – 80.
Guney, S. Akca, F. and Gulcilem, S. (2011)” The Interrelation Between Traumatic Life Events and Mental Health in Turkish University Students” Procedia Social
and Behavioural
University of Pennsylvania.
Sciences (Elsevier), vol. 12, 122-125.
Rashid, T. (2008) Positive Psychotherapy, In Pursuing human flourishing, New
York Press.
Ünal, S., Guney, S., Kartalci, Ş., Reyhani, İ. (2011) “The Post-Traumatic
Embitterment
Disorder Self-Rating Scale (PTED Scale): The Reliability and Validity Study in
Turkish
Population” .Dusunen Adam The Journal of Psychiatry and Neurological
Sciences, 24, 32-37.
Hawker, D.,M., Durkin, J. & Hawker, D., S., J. (2010) To debrief or not to
debrief our heroes: that is the question, Clinical Psychology and Psychotherapy,
DOI: 10.1002/ccp. 730.
Herman, J. L. (1997). Trauma and recovery. New York: Basic Books.
James, R.K. (2008) Crisis intervention strategies. Thomson Brokes/Cole, Six
edition, CA, USA.
Jaycox, L. H., Zoellner, L., & Foa, E. B. (2002). Cognitive behavior therapy for
PTSD and rape survivors. Psychotherapy and Practice, 58(8), 891–906.
Liem, J.,J., James, J.,O’Toole, and Boudewyn, A. (1997) Assessing resilience in
adults with
histories of childhood sexual abuse, American Journal of Orthopsychiatry, 67 (4):
594 -606.
Lindeman, E. (1944) Symptomatology and management of acute grief, American
Journal of Psychiatry, 101, 141 – 148.
Linden M. Posttraumatic Embitterment Disorder. Psychother Psychosom 2003;
72:195-202.
Linden M, Baumann K, Lieberei B, Rotter M. The Post-Traumatic Embitterment
Disorder Self-Rating Scale (PTED Scale). Clin Psychol Psychother 2009;
16:139–147.
Macnab, F.A. (1991) The Contextual Modular Therapy: New Directions for
Clinical Practice, spectrum publications, Victoria, Australia.
Macnab, F.A.(1984) Conflict and stress: The malcolm millar lecture in
psychotherapy. Aberdeen:University Press Aberdeen.
Macnab, F.A. (1999) The doctor’s case book: Discovering wisdom and
contentment. Melbourne: Information Australia.
Macnab, F.A. (2000) Traumas of life (volume 1).Melbourne:Spectrum
Publications, Australia.
Macnab, F.A. (2000) Traumas of life (volume 2). Melbourne:Spectrum
Publications, Australia.
Rashid, T. (2008) Positive psychotherapy, In Lopez SJ (ed.) Positive Psychology:
Exploring the best in people. Vol:4, Westport, C.T.: Praeger Publishers; 187 –
217.
Rashid, T., & Seligman, M. E. P. (in press). Positive psychotherapy: A treatment
manual. New York: Oxford University Press.
Saleebey, D. (1997) The strengths perspective in social work. White Plains. N.Y.:
Longman
Sayıl, I. (2008) Krize Müdahale ve İntiharı Önleme, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara-Türkiye.
Sayıl, I. (2004) Bireyden topluma ruh sağlığı. Erler Matbaacılık, İstanbul-Türkiye
Seligman, M. E. P., & Maier, S. F. (1967). Failure to escape traumatic shock.
Journal of Experimental Psychology, 74, 1–9.
Seligman, M.E.P. (2011) Flourishing: A visionary new understanding of
happiness and well-being, Free Press, N.Y., USA.
Seligman, M. E. P. (1996). Science as an ally of practice. American Psychologist,
51, 1072–1079.
Seligman, M. E. P. (2002). Authentic happiness: Using the new positive
psychology to realize your potential for lasting fulfillment. New York: Free Press.
Seligman, M. E. P., & Csikszentmihalyi, M. (2000). Positive psychology: An
introduction. American Psychologist, 55, 5–14.
Seligman, M. E. P., & Yellin, A. (1987). What is a dream? Behavior Research and
Therapy, 25, 1–24.
Seligman, M. E. P., Steen, T. A., Park, N., & Peterson, C. (2005). Positive
psychology progress: Empirical validation of interventions. American
Psychologist, 60, 410–421.
Selye H.(1976) Stress in health and disease. Reading, MA: Butterworth.
Sijbrandig, M., Olff, M., Reitsma, J.,B., Carlier, I., V. And Gersons, B., P.,
R. (2006) Emotional or educational debriefing after psychological trauma:
Randomised controlled trial, The British Journal of Psychiatry, 189: 150 – 155.
Wollman, D. (1993). Critical Incident Stress Debriefing and crisis groups: A
review of the literature. Group, 17, 70-83.
Yüksel , Ş. (2009) Travmatik yaraların açığa çıkmasında ve onarılmasında görüşme
ortamı, Klinik Gelişim, cilt. 22, no: 4, 11 – 17.
Meichenbaum, D., H. (1977) Cognitive – behaviour modification: An integrative
approach. New York: Plenum.
Murphy, S., Irving, C., B., Adams C., B., and Driver, R. (2012) Crisis
Intervention for people with severe mental illness, Cochrane database Syst. Rev.,
May 16, 5: CD001087.
Myer, R. A. & Moore, H. (2006) Crisis in context theory: An ecological model,
Journal of Counselling and Development, 84 (2), 139 – 147.
Rashid, T. (2005). Positive Psychotherapy Inventory. Unpublished manuscript,
Therapia Sayı 3 | 17
18
| Therapia Sayı 3
Stresin nörofizyolojisi
Stresi nasıl tanımlarız? Stres sırasında ortaya çıkan fizyolojik
reaksiyonlar hayatta kalmamız için neden önemlidir? Stresin
nörofizyolojisine doğru kısa bir yolculuğa çıkıyoruz.
alper hasanoğlu
Aynı zamanda, homeostatik süreçlerde değişiklere neden
olan herhangi bir durum olarak da değerlendirilir. Örneğin,
zararlı bir etkenin deney hayvanına akut olarak uygulanması
sonucu “genel adaptasyon sendromu” olarak adlandırılan bir
tablo ortaya çıkar. Bu sendromda gözlenen semptomlar, zararlı
etkenin yapısından bağımsız olarak ortaya çıkar.
özelliklerinden biri, birçok stresör tarafından oluşturulabilen
bu fonksiyonel değişimlerin, uygulanan stres uyaranlarının
yapısal ve genel özelliklerinden bağımsız olmasıdır. Bundan
dolayı da stres, nonspesifik bir yanıt olarak tanımlanmış ve bu
nonspesifik yanıtların ortaya çıkmasını sağlayan uyaranların
tümüne stresör denmiştir.
“Genel adaptasyon sendromu” üç aşama içerir: Birinci aşama
ilk 24 saati kapsar ve endokrin organların hacimlerindeki ani
azalma, gastrointestinal sistemde erozyonlar, adronokortikal
lipid ve kromafin maddelerin kaybı ile ekzoftalmi,
lakrimasyon ve salivasyon gibi kimi davranışsal bulgularla
karakterizedir. İkinci aşamada adrenallerin büyüdüğü,
gonadların atrofiye olduğu, vücut gelişiminin durduğu
gözlenir. Stres koşullarının devam etmesi durumunda, nihai
tükeniş-tükenme evresi olarak kabul edilen üçüncü aşama
ortaya çıkar.
Stres teorisindeki nonspesifiklik boyutu daha sonra başka bir
araştırmacı tarafından geliştirilmiştir. Bütün yaşam sürecince
karşı karşıya kalınan tehdit edici veya hoşa gitmeyen faktörlere
karşı gösterilen emosyonel reaksiyonlarda yer aldığı düşünülen
psikolojik boyut can alıcı bir öneme sahiptir. Psikolojik
uyaranlar hipofiz adrenal sistemi harekete geçiren en güçlü
uyaranlar arasında yer alır ve birey bu stresörlere karşı bir
hipofiz adrenal yanıtı gösterir. Fakat, adrenokortikal yanıtların
çok geniş bir uyaran grubuna karşı gösterilir, bunun nedeni de
fiziksel bir strese maruz kalan bireylerin mutlaka emosyonel
bir stres de yaşıyor olmalarıdır.
Tarif edilen “genel adaptasyon sendromu”nun en önemli
Therapia Sayı 3 | 19
Anksiyete ya da stresörlere karşı
bir reaksiyon olarak ortaya çıkan
korku ister gerçek ister gerçekdışı
olsun, psikolojik stresi ortaya
çıkaran tehlikelerle ilişkilidir.
Bunun sonucunda, “nonspesifik” olarak tanımlanan yanıtın
davranışsal ya da psikolojik bir doğasının bulunduğu ve
yorumlanmaya çalışılan “nonspesifik” yanıtların altında yatan
süreçlerin büyük olasılıkla daha önce kabul edilenden daha
“yüksek” santral sinir sistemi (SSS) fonksiyonlarını içermesi
gerektiği iddia edilmiştir. Stres yanıtlarının nonspesifisitesi ile
ilgili bu revizyonist kavramsallaştırma çabası stresin tanımını
daha modern ve gerçeğe yakın bir duruma getirmiştir. Stres
böylece, “psikolojik homeostatik süreçlerde değişikliğe yol
açan etken” olarak da tanımlanmaya başlamıştır.
Anksiyete ya da stresörlere karşı bir reaksiyon olarak ortaya
çıkan korku ister gerçek ister gerçek dışı olsun, psikolojik
stresi ortaya çıkaran tehlikelerle ilişkilidir. Stres sırasında
ortaya çıkan biyolojik değişikliklerin bir kısmı klasik olarak
“kaç ya da mücadele et” (flight or fight) şeklindeki defans
yanıtları olan fizyolojik reaksiyonları içerir. Bu fizyolojik
yanıtlar davranışların oluşmasına ve gösterilmesine katkıda
bulunarak canlı organizmanın hayatta kalma olasılığını
arttırmaya yöneliktir. Bu yanıtlar genel olarak kardiyovasküler,
solunum ve diğer viseral sistemlerde gözlenen ve içinde
bulunulan duruma uygun değişiklikleri içermektedir. Bunun
yanında kronik stres ve anksiyete organlara fiziksel olarak
zarar verebilir ve kardiyovasküler, gastrointestinal, pulmoner
ve diğer organlara dair patolojiler ile birlikte maladaptif
davranışların ortaya çıkmasına neden olabilir. Strese bağlı
ortaya çıkan rahatsızlıkların önlenmesi ve tedavisi, akut ve
kronik stres sonucu ortaya çıkan viseral değişiklikler ile ilgili
yüksek beyin yapılanmalarının daha iyi anlaşılabilmesine
bağlıdır.
Yukarıdaki gibi bir stres tanımı kabul edildiğinde, stres
düzeyini ölçen en güvenilir ve duyarlı yöntem kortikotropin
salgılatıcı faktör (CRF) üretimindeki artışın ölçülmesidir.
İç ve dış etkenler, nörohumoral mekanizmalar üzerinden
20
| Therapia Sayı 3
(büyük olasılıkla CRF), bir uyaran biçiminde ön hipofize
ulaşır ve hipofizde adrenokortikotropik hormon (ACTH)
salgılanmasına neden olur. ACTH da adrenal korteksi
uyararak glukokortikoidlerin salgılanmasına yol açar.
Glukokortikoidlerin glukoneogenezis, hiperinsülinemi,
lenfoid dokularda lizis, gastrik sekresyonun artışı, enflamatuar
ve antikor yanıtta azalma gibi birçok fizyolojik olayı içeren
geniş bir etki spektrumu vardır. Çok geniş spektruma yayılan
bu fizyolojik yanıtlar, ‘feedback’ etki ile SSS fonksiyonlarını
ve sonuç olarak büyük olasılıkla stres yanıtlarının ortaya
çıkmasını sağlayan psikolojik değişkenleri düzenler.
Stresin algılanması ve sunumundan sorumlu SSS bölgeleri
devamlı olarak yoğun çalışmalara konu olmaktadır.
Stres yanıtlarının ortaya çıkmasını sağlayan psikolojik
değişkenler ile ilgili en önemli olgu, duysal uyaranlarla, nihai
nöroendokrin yanıtların ilişkilendirilebilmesi sürecinde
nörolojik yapılara ihtiyaç duyuluyor olmasıdır. Stres yanıtının
inen kolu, büyük olasılıkla, emosyonların işlenmesinde
ve sunumunda önemli bir rol oynadığı bilinen bir beyin
sistemidir: Limbik sistem. Bu bağlamda en çok dikkate
alınması gereken sistemlerden biridir. Limbik sistem primer
olarak diensefalik ve telensefalik yapılardan meydana gelir.
Bu yapılar, neokorteksle somatomotor, viseromotor ve
nöroendokrin sistemleri kontrol eden beyin sapı ve spinal
kordun birbirleri ile ilişki içinde olmasını sağlar. Bütün
bu kavramsallaştırmaların sonucunda, adrenal sistemin
aktivasyonu (ACTH ve kortikosteroidler) bir anlamda limbik
sistemin de aktivasyonunu yansıtıyor denebilir.
Zamanla ortaya çıkmış olan kanıtlar CRF’ye SSS içinde
nörotropik bir rol atfetmişlerdir. Ortaya atılan bu kanıtlarda,
stresin davranışsal yanıtının oluşumunda alternatif bir
boyutun varlığına işaret edilmektedir. Psikolojik uyaranların
limbik sistem üzerinden CRF-hipofiz-adrenal aksı aktive
etmesi sonucu emosyonel yanıtlar oluşturmasının yanında,
aynı yol ile yani limbik sistem aracılığı ile bir SSS-CRF
sistemini de aktive ettiği ve bu SSS-CRF sisteminin strese
karşı gösterilen davranışsal yanıtların yanında emosyonel
davranışların kendilerinin oluşumuna da önemli boyutlarda
katkıda bulunduğu düşünülmüştür.
sapındaki bu hücre topluluğunun HPA aktivasyonu üzerine
olan eksitatör etkisini göstermektedir. Fakat ayağa elektrik
şoku uygulayarak oluşturulan streste ortaya çıkan PVN c-fos
induksiyonu bu tür bir deafernsiyonla bloke edilememektedir.
Bu da bu tür stresörlerle oluşturulan stres durumlarında
alternatif bir döngünün işlevselleştiğini göstermektedir.
Selye’nin klasik stres tanımını ve tarif ettiği “genel adaptasyon
sendromu”nu temel alarak baktığımızda, üçüncü aşama
olarak kabul edilen fazda kronik olarak strese maruz
kalınmasının birçok nöropsikiyatrik ve nörodejeneratif
hastalıklara neden olduğunu vurgulamıştım. Bunlar arasında
kimi sistemik hastalıkları (ör. kolit, asthma bronchiale,
hipertansiyon), afektif bozukluklar (ör: depresyon, fatik
sendrom, posttravmatik stres bozukluğu) ve nörodejeneratif
bozukluklardan Alzheimer Sendromu sayılabilir. Bu
hastalıkların ortaya çıkışı ve gelişiminin başlangıçta adaptif
olan yanıtların zamansal olarak uzun sürmesinden dolayı
hastalık oluşturucu etkenlere dönüşmesi sonucu olduğu
düşünülmektedir.
Ek bir HPA eksite edici informasyonun amigdala aracılığı
ile PVN`ye ulaştığı düşünülmektedir. Amigdalanın stres
koşullarında gözlenen davranışsal ve kardiyovasküler yanıtları
ortaya çıkardığı bilinmektedir. Amigdala lezyonlarının
adrenolektomi sonrası gözlenen ACTH artışını azalttığı
gösterilmiştir, bu bulgu da amigdalanın HPA aktivasyonunu
etkilediğini gösteren bir bulgudur. Daha detaylı araştırmalar
amigdalanın HPA fonksiyonlarına olan eksitatör etkisinin
amigdalanın santral, medial ve kortikal amigdaloid nukleusları
ile ilgili olduğunu göstermektedir. Medial ve kortikal amigdala
nukleuslarının uyarılması kortikosteron sekresyonunu arttırır,
bu da bu bölgelerin stresi eksite edici rollerine dikkat çeken bir
bulgudur. Bu nukleusların stres koşullarındaki rolleri yüzme
ve restraint streslerinden sonra bu bölgelerde gözlenen yoğun
c-fos induksiyonu ile de desteklenmektedir. Lezyon çalışmaları
amigdalanın HPA eksitasyonundaki rolünü doğrulamaktadır.
Örneğin mediyal veya santral amigdala nukleuslarının
haraplanması akustik ve fotik stimulasyona karşı gösterilen
HPA yanıtını bloke eder. Başka çalışmalar da santral nukleus
lezyonlarının restraint ve ürkü şartlanmasına karşı oluşan
ACTH ve kortikosteron yanıtlarını azalttığını göstermektedir.
Bunun yanında medial ve santral amigdaloid lezyonlar etere
kartı ortaya çıkan HPA yanıtını bloke etmemektedirler,
bu da amigdala stres yolaklarının stres-spesifik olduğunu
göstermektdir.
Yapılan hayvan deneylerinde stresin türüne özgü santral stres
döngülerinin var olduğu görülmüştür. Bu döngülere katılan
yapılardan bir tanesi, beyin sapında, katekolamin üreten ve
PVN’deki CRF içeren nöron gruplarına direk projeksiyonları
olan nöron yolaklarıdır. Buradan kaynaklandığı düşünülen
katekolaminerjik aktivitenin hemoraji, hipotansiyon ve
respiratuar distres benzeri stres durumlarında arttığı ve
ayrıca büyük olasılıkla ACTH’nın immun mücadelenin
oluşumundaki rolüne katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
Katekolaminlerin HPA aktivasyonuna neden olan eksitatör
etkisinin PVN`deki alfa-adrenoreseptörleri aracılığı ile olduğu
varsayılmaktadır. Beyin sapından PVN’ye giden yolaklar
kesildiğinde, hipofizotrofik nöronlardaki c-fos mRNA
ve protein induksiyonu inhibe olmaktadır, bu da beyin
Genel olarak limbik stres yolakları ‘higher order sensory
processing’e gereksinim gösteren stresörlere karşı duyarlıdır.
Therapia Sayı 3 | 21
22
| Therapia Sayı 3
Örneğin, ‘restraint’, ürkü şartlanması veya yabancı bir çevre
ile karşılaşınca gösterilen HPA yanıtları prefrontal korteks,
hipokampus veya amigdala lezyonlarından etkilenirler.
Bu stresörlerin şu ortak özellikleri vardır: 1. Bir stres
yanıtı oluşmadan önce yüksek merkezlerde değerlendirilip
işlenmeye ihtiyaç gösterirler, 2. hiçbirinin fizyolojik
homeostasisi tehdit edici özelliği yoktur, stresör özellikleri
geçmişte edinilen deneyimlere bağlıdır.
Eter ve hipoksi gibi fizyolojik uyaranlara karşı oluşan HPA
yanıtları limbik sistem lezyonlarından etkilenmezler. Bu
stresörlerin ortak özellikleri şunlardır: 1. Bu tür stresörler
viseral yolaklar aracılığı ile doğrudan PVN`ye iletilirler. 2.
Her iki stresör de yaşam için bir tehdit oluşturan respiratuar
distres sendromunun oluşumuna neden olabilir. Bu nedenle
de kognitif işlenmeye gerek duyulmadan ve onu atlayarak
PVN`ye hızlı bir eksitatör sinyal iletimi gerçekleşir.
Limbik-duyarlı ve limbik-duyarsız stresörlerin varlığı iki
ayrı stres yolağının bulunduğuna işaret etmektedir. Limbikduyarlı stresörler “prosesif ” olarak adlandırılabilirler, çünkü
fizyolojik karşılıklarına karar verilebilmesi için bir dizi
değerlendirilmeye gerek duyulmaktadır. Uyarılar kortikal
düzeyde değerlendirilir ve bu değerlendirmede farklı yapılar
yer alır. Limbik sistemdeki amigdala kompleksi yeni ya da
tehdit edici stresör uyaranı integre eder, işler ve uyaranın
aversiflik düzeyine göre otonomik, endokrin ve davranışsal
yanıtlara dönüşümüne bir anlamda karar verir; bu işlenmiş
bilgi daha sonra PVN’ye kompleks bir etki olarak iletilir.
Limbik döngü bu nedenle daha önceki deneyimlere
veya varolan aktivasyonun düzeyine bağlı olarak HPA
yanıtını arttırabilme ve azaltabilme yeteneğine sahiptir.
Respiratuar stresörler, kardiyovasküler ve immun uyaranlar
gibi limbik duyarsız stresörler ise “sistemik” stresörler
olarak adlandırılabilirler ve hızla direk yolakları aracılığı ile
PVN`ye iletilirler.
Bu bağlamda stresle ve stres sonucunda ortaya çıkması
muhtemel nöropsikiyatrik ve nörodejeneratif bozukluklar
ile ilgili yapılan araştırmalarda en çok üzerinde durulması
gereken sistemler SSS-CRF sistemi ile limbik sistemdir.
Therapia Sayı 3 | 23
Anne-babası
boşanan çocuk
Anne-babası boşanan çocuk ne yaşar, neler hisseder? Gittikçe artan boşanma
vakaları çocukların gelişimini ve geleceğini nasıl etkiliyor? Tüm aile için kriz
anlamına gelen boşanma sürecinde çocuklara nasıl destek olunmalıdır?
burcu gençer-türk
24
| Therapia Sayı 3
Eşlerin boşanma kararı verirken
çocuklarına dair en büyük
endişesi bu yaşam krizinin
ileride onlarda bırakacağı izler
Son dönemde bana danışan anne babalar çoğunlukla boşanma
döneminde çocuklarına nasıl davranmaları gerektiğini
soruyorlar. Gün geçtikçe parçalanan aileler hayatımızın doğal
bir parçası haline geliyor. Bundan 23 yıl önce annem bana
boşanacaklarını söylediğinde ilk aklıma gelen, sınıfımda annesi
babası ayrılmış tek çocuk olacağımdı. Dehşete kapılmıştım.
Oysa şimdi baktığımda, ailesi bir arada olan çocuk görmek
gitgide zorlaşıyor. Boşanma elbette tüm aile bireyleri için
bir kriz süreci. Var olan sistemin değişmesi ve yeni yaşam
koşullarına adapte olma mecburiyeti, yetişkinleri de çocukları
da etkiliyor. Ancak bu demek değil ki bu krizin sonucu illa ki
mutsuzluk olacak. Kriz süreci doğru yönetildiğinde, bir süre
sonra herkes yeniden dengesini bulup, huzurlu bir hayata
devam edebilir. Çocukların dengelerini bulma olasılığı, kendi
kişisel özellikleri dışında ebeveynlerin süreci nasıl yönettiğiyle
de doğrudan alakalı.
Eşlerin boşanma kararı verirken çocuklarına dair en büyük
endişesi bu yaşam krizinin ileride onlarda bırakacağı izler.
Her anne-baba çocuğunu sağlıklı bir birey olarak yetiştirmek
ister ve onun geleceğinde herhangi bir sorunun nedeni
olma ihtimali çok acı vericidir. Gelecekte oluşabilecek
sıkıntıları önlemenin en kolay yolu, şu anki duruma doğru
müdahale etmekten geçiyor. Doğru müdahale edebilmek
için ise önce anlamak gerekiyor. Ailesi parçalanan bir çocuk
ne hisseder, neler düşünür? Kendi anne-babamın boşanma
dönemi anılarıma geri döndüğümde farkettim ki, kitaplarda
okuduğumuz tüm duyguları yaşamışım. Derin bir üzüntü,
suçluluk, öfke, güvensizlik, terk edilmişlik, “şimdi bana ne
olacak” korkusu, “ya artık beni sevmezlerse” endişesi... Bütün
bu duygular, henüz hayat tecrübesi ve baş etme stratejileri
kısıtlı olan bir çocuk için gerçek bir kriz demek ve bu krizi
atlatabilmek için desteğe ihtiyacı var.
Çocuklara boşanma krizinde verilebilecek desteği iki ayrı
kategori olarak kurguluyorum. İlki günlük hayatlarını
yeniden düzene koymak için yapılacaklar diğeri ise duygusal
dünyalarında bu yeni oluşa alışmalarına verilecek destek.
Her ikisi de oldukça önemli olmakla beraber, ilk kategori
çoğu anne babanın artık hakim olduğu, her yerde yazılan
çizilen konular. Mesela evden ayrılan babaysa babanın yeni
evinde çocuğa, ona ait bir oda verilmesi, haftalık görüşme
günlerinin önceden belirlenmesi, eğer mümkünse çocuğun
günlük rutininin değişmemesi, yani aynı okula gitmesi, aynı
evde yaşaması gibi... Bunlarla hedeflenen, çocuğun boşanma
durumunda zaten artan belirsizlik hissini en aza indirgemek.
Anne-babanın birlikte olduğu yaşam biçimi çocuğun
kendini en güvende hissettiği alan ve aile parçalandığında
çocukta ilk zedelenen bu güvende olma hissi. Çocuk yeni
yaşam tanımında belirsizlik ne kadar az olursa, kendini o
kadar az tehdit altında hisseder. Bu yüzden ilk adım ona
öngörebildiği, yeni bir güvenlik alanı oluşturabileceği fiziksel
ortamı sağlamak. Bu amaca paralel olarak, boşanan çiftlere
önemle önerdiğim güvenilir, dengeli insan modeli olmaları.
Yani verdikleri sözleri tutan, diğer ebeveyni kötülemeyen,
bu yaşadıkları zor zamanların kimsenin suçu değil ortak bir
kararın sonucu olduğunu ifade eden... Hafta sonu görüşme
sözü verip gelmeyen bir ebeveyn çocuğun güvenlik duygusuna
zarar verdiği gibi belirsizliği de pekiştirir. Ben çocukken,
annemle babam her bayram öncesi benim tatili kimle
geçireceğime dair uzun bir kavgaya tutuşurlardı. Yılın en
keyifli zamanı olan bayramlar benim pek hevesle beklediğim
zamanlar değildi o yüzden. Büyük bir belirsizlik ve stres
nedeniydi. Kendimi arada kalmış ve sıkıntıya yol açmış gibi
hissederdim. Karar ne olursa olsun, diğer taraf üzüldüğü için
ben de mutsuz olurdum. Oysa bu durum önceden aralarında
karara bağlanmış olsa hepimiz için işler ne kadar kolay olurdu.
Therapia Sayı 3 | 25
Anne babasının boşandığını
öğrenen çocuklarda suçluluk
duygusu da oldukça sıktır.
Özellikle okul öncesi dönemdeki
bir çocuk, yaşanan herşeyin
sebebinin kendi olduğunu düşünür,
anne babasının boşanması da
dahil.
Krizin atlatılması ve dengenin yeniden kurulması sürecinde
verilmesi gereken ikinci destek konusu çocuğun yaşadığı
duygularla ilgili olmalı. Bu da aslında önemi sıkça vurgulanan
ancak nasıl yapılacağı belirsiz kalan bir konu. Ebeveynler
çocukları ile ilgili danışmaya geldiklerinde bana genelde
gözlemledikleri davranışları anlatıyorlar. Çok sakin bir
çocuk olan kızlarının en ufak şeye sinirlendiğinden veya
okulda hiç sorun yaşamamış oğullarının bir anda kötü notlar
almaya başladığından bahsediyorlar. Çocuklar söz konusu
olduğunda dikkatimizi çeken ilk konu nasıl davrandıkları
oluyor. Oysa davranışların oluşmasına neden olan düşünceler
ve duygular. Çocuklar duygularını isimlendirmek ve onlarla
baş etmek konusunda bizim kadar tecrübeli değiller. Üstelik
bunu başarmak için gerekli olan zihinsel becerileri de
henüz gelişimini tamamlamış değil. Bu yüzden olumsuz
düşünce ve duygularını davranışları yoluyla ifade ediyorlar.
Tepkiler çocuğun yaşına, cinsiyetine ve ebeveynlerine
yakınlığına göre elbette değişir. Ama çoğu çocuğun anne ve
babasının boşanmasıyla ilgili bazı ortak hisleri vardır. Hisleri
anladığımızda neden çocuğun bir anda bebek gibi davranmaya
başladığını veya niçin annesiyle babasını devamlı aynı ortama
sokmaya çalıştığını da daha rahat anlayabiliriz.
Çoğu çocuk ayrılık haberini aldığında, benim de bir zamanlar
deneyimlediğim gibi, farklı duyguları bir arada yaşayabilir.
Üzüntü, korku, suçluluk, kaygı, öfke boşanma durumularında
en çok öne çıkan duygular. Çocuklar anne-babalarının
26
| Therapia Sayı 3
ayrılıklarına üzülür çünkü artık eskisi gibi bir arada yaşayan
bir aile olamayacaklarını fark ederler. Çok sevdikleri her iki
ebevenylerini bir arada göremeyeceklerdir artık. Bir süre yas
tutmalarını normal kabul etmek gerek. Bu yas sürecinde
onlara yakın olmak ve anlaşıldıklarını hissettirmek çocuklara
iyi gelir.
Bir çocuğun boşanma sürecinde baskın olarak yaşadığı bir
başka duygu korkudur. Korkunun temelini oluşturan düşünce
ise anne babasının artık onu eskisi kadar sevmeyeceği, hatta
terk edip gideceği. ‘Birbirlerini sevmekten vazgeçtilerse bir
gün beni de sevmeyebilirler.’ özellikle okul öncesi çocuklara
ait bir düşünce. Bu yaşlarda hem anne hem de babanın
yoğun ilgi ve sevgisine ihtiyaç doruk noktada. Bu yüzden de
en çok korktukları şey bu sevgiden mahrum kalma olasılığı.
Korkularını genelde evden giden ebeveynden ayrılmak
istememe, gideceği zaman ağlama, yanında olduğunda
hep kucağına çıkmaya çalışarak belli etmeye çalışırlar.
Bu davranışları veya ‘anne gitme’ gibi yalvarışları çok sık
gözlemliyorsak demek ki çocuğun biraz daha fazla güvenceye
ihtiyacı var. Ona sık sık hem annenin hem de babanın
da onu ne kadar çok sevdiğini, ne olursa olsun onu hiç
bırakmayacağını hatırlatmak gerek.
Anne babasının boşandığını öğrenen çocuklarda suçluluk
duygusu da oldukça sıktır. Özellikle okul öncesi dönemdeki
bir çocuk, yaşanan her şeyin sebebinin kendi olduğunu
düşünür. Anne-babasının boşanması da dahil... Aklından
geçen, ‘Ben daha iyi bir çocuk olsaydım babam gitmezdi.’
veya ‘Odamı toplasaydım kavga etmezlerdi.’ gibi düşünceler
suçluluk duygularını besler. Bu tip düşüncelerin ve suçluluk
duygusunun etkisini biraz olsun azaltmak için onlara bu
durumun onlarla ilgili olmadığını defalarca anımsatmakta
fayda var.
Bunlar anne-babası boşanmış çoğu çocuğun yaşadığı ortak
duygular. Ama tabii ki her çocuk birbirinden farklı. Kendi
kriz süreçlerinde kendilerine has pek çok duygu ve düşünceye
sahipler. Bu yüzden duygusal destek verirken her ebeveynin
kendi çocuğunun duygularını ve içinde bulunduğu durumu
fark edebilmesi lazım.
Yetişkin de olsa çocuk da genelde olumsuz duyguları yok
sayma eğilimimiz var. Sanki bunları dillendirmezsek yok
olacaklar gibi... Parkta oğlumu gezdirirken çok kez tanık
oldum. Bir çocuk köpekten korkuyor ve ağlamaya başlıyor,
annesi onu kucağına alır almaz ‘Korkacak bir şey yok oğlum,
hiçbir şey yapmaz.’ diyor veya, istediği bir şey olmayınca
suratı düşen çocuğa hemen bir ‘üzülme’yi yapıştırıveriyoruz.
Böyle davranıldığında çocuklar hem yaşadıkları duygunun
yanlış olduğunu düşünüyorlar hem de bu duygudan
kurtulamadıkları için kendilerinde yolunda gitmeyen bir
şeyler varmış gibi hissediyorlar. Yakınlarındaki insanların
onları anlamadığı düşüncesi de cabası. Boşanma tecrübesi
yaşayan bir çocuğa verilebilecek en büyük destek yaşadıkları
olumsuz duygularda bir gariplik olmadığını göstermek.
‘Üzülme kızım, biz hala seni seviyoruz.’ içeriği çok güzel
bir cümle olsa da, aynı zamanda ‘Bu üzüntü duygusunu
yaşamaman gerek.’ gibi bir de alt mesaj içeriyor. Bunun yerine
yaşadığı duygunun anlaşıldığı ve kabul edildiği ‘Bu duruma
çok üzülüyorsun, anlıyorum. Yine de seni çok sevdiğimizi
unutma.’ gibi bir ifade diğerinden çok farklı görünmese de
çocuğun duygusunu hasıraltı etmeye çalışmıyor. Hatırlıyorum
da, annemle babam boşandığında onları üzmemek adına
bütün olumsuz duygularımı gizlerdim. Bu konuda o kadar
başarılı olmuştum ki ‘ne kadar olgun bir çocuksun’ etiketini
almaya hak kazanmıştım. Çevremdeki neredeyse herkesten
bu cümleyi duyduğumu hatırlıyorum. Yani üzülmeyen,
ağlamayan, laf dinleyen, annesine babasına sorun çıkarmayan
örnek bir çocuk. Oysa içimde hâlâ bazen hissettiğim bir dolu
endişe, korku, güvensizlik ve yalnızlık hissi vardı. Aldığım
tepkilerden anladığım, bunları saklamakla ne kadar iyi bir şey
yaptığımdı. Şimdi geri dönüp bakıyorum da, 9 yaşındaki bir
çocuk için ne kadar ağır bir yükmüş.
ortaya koyabilirler. Olumsuz duygularıyla kabul edildiklerini
gördüklerindeyse kendi sorunlarını çözebilirler. Onların
en çok ihtiyacı olan anlaşılmak ve kabul görmek. Ama ‘Ne
hissediyorsun?’ gibi direkt sorular onlar için cevap vermesi
kolay sorular değil. Oyuncakları bir aracı olarak kullanıp
hem yaşadıklarını ifade ediyor, hem de kendilerini güvende
hissedip sıkıntılarına çözüm bulabiliyorlar. Oynarken ortaya
koydukları duyguları onlara yansıtan bir yetişkinin varlığı da,
anlaşıldıklarını ve kabul ettiklerini gösteriyor. Oyun oynamak
yetişkinlerin dünyasında boş vakit değerlendirmek gibi
algılansa da çocuklar için ciddi bir iş. Boşanma gibi bir yaşam
krizi yaşarlarken de kendilerini ifade edebilecekleri bir oyun
ortamı yaratmak onlara destek vermenin en güzel yolu.
Boşanma tecrübesi yaşayan bir
çocuğa verilebilecek en büyük
destek yaşadıkları olumsuz
duygularda bir gariplik
olmadığını göstermek. ‘
Boşanma tüm aile için bir sistemin bitişi ve yeni bir sistemin
başlangıcı. Var olan düzenin bozulması çocuklar için krizin
başlaması demek. Bu krizin bitip bitmeyeceği, ne kadar
süreceği pek çok değişkene bağlı. Ebeveynlerin tutumu bu
değişkenler içinde belki de en önemlisi. Bu şekilde ifade
edince yapması kolay gibi algılanıyor. Oysa işin zor tarafı,
onların da aynı dönemde kendi krizlerini yaşıyor olmaları.
Kendi yaşam deneyimimden de anlıyorum ki, çocuklar
her zaman göründükleri gibi hissetmiyorlar. Bazen bizim
algıladığımızdan çok farklı bir dünyaları oluyor. Ama bunu
yetişkinlere göstermeyi her zaman beceremiyorlar. Bu
sebepledir ki, onlarla iletişim kurarken, onları anlamaya
çalışırken ve hatta sorunlarını çözmek gerektiğinde en
etkili yol oyun oynamak. Oyun onların doğal iletişim yolu.
Yönlendirilmemiş, kararları onların verdiği, güvenli bir oyun
ortamı kurduğumuzda bu dönemde yaşadıkları sıkıntıları
Therapia Sayı 3 | 27
Soteria Bern, sekiz yatak kapasiteliydi.
Bu alternatif tedavi yönteminde yukarıda
belirtildiği gibi ilaç vermekten mümkün olduğu
kadar sakınılıyordu ama bu San Fransisco
Soteria-House’daki kadar tabu değildi.
28
| Therapia Sayı 3
Krize sıra dışı bir
müdahale...
Psikotik ataklarda ilaçla tedavinin tek alternatif olmadığını
kanıtlayan Soteria projesinde krize müdahalenin hastayı tecrit
etmeden ama yine de güvenli bir ortamda nasıl yapılabileceğini
görüyoruz. Psikotik atak yaşayan hastanın yalnız bırakılmadığı,
hümanistik bir yaklaşımla tedavi edildiği Soteria Bern’de
yaşananlar…
alper hasanoğlu
Laing’in Londra’daki Kingsley Hall deneyiminden bir yıl
sonra, 1971 yılında, Loren Mosher’in San Fransisco’da hayata
geçirdiği alternatif psikoz tedavisi projesi Soteria-House, Lozan
Üniversitesi Psikiyatri Kliniği profesörlerinden Luc Ciompi’yi
çok etkilemişti. Loren Mosher, aşırı uçlar ülkesi Amerika’da
antipsikiyatrinin “olumlu” etkisiyle akut psikiyatrinin yüzünü
değiştirebilecek bir çalışma başlatmıştı. Mosher, hayatlarındaki
ilk şizofreni ya da daha doğru bir deyişle psikotik ataklarını
yaşayan hastaların antipsikotik ilaç vermeden milyöterapötik
(yaşam alanı tedavisi) yöntemlerle ve yoğun bire bir eşlik
aracılığıyla düzelebileceklerini iddia ediyordu.
1971 ile 1982 yılları arasındaki deneyimlerinin analizine göre,
klasik yöntemlerle (esas olarak ilaçla tedavi) tedavi edilen
kontrol grubuyla Soteria-House’da tedavi edilen hastalar
arasında psikopatolojik düzelme ve tekrar hastaneye yatırılma
kriterleri açısından anlamlı fark yoktu, yani Soteria’daki
tedavi yöntemi de en az klasik psikoz tedavisi kadar etkiliydi.
Soteria’daki hastalar, sosyal uyum açısından, diğer gruba göre
daha iyi durumdaydı. Kontrol grubundaki bütün hastalar
antipsikotik ilaç alırken ve bu antipsikotik ilaçla taburcu
edilirken, Soteria’daki hastaların yalnızca yüzde 24’ü, ki onlar da
daha düşük dozda, antipsikotik ilaç kullanmıştı.
Bütün bu sonuçlardan çok etkilenen Luc Ciompi 1984
yılından itibaren Bern’de bu alternatif projeyi hayata geçirme
şansı buldu. Şehir içinde üç katlı güzel bir binada faaliyetine
başlayan Soteria Bern, sekiz yatak kapasiteliydi. Bu alternatif
tedavi yönteminde yukarıda belirtildiği gibi ilaç vermekten
mümkün olduğu kadar sakınılıyordu ama bu San Fransisco
Therapia Sayı 3 | 29
Soteria-House’daki kadar tabu değildi. Hastalar sıkıntılarını
kaldıramaz duruma geldiklerinde, intihar eğilimleri çok kuvvetli
olduğunda hastanın da isteği doğrultusunda ilaç kullanılıyordu.
Sanrıları, varsanıları, korkuları ve tüm güvensizliğiyle kliniğe
kabul edilen hastalar önce kendi rızaları alınarak, psikotik kriz
geçene kadar 24 saat bire bir eşlik edildikleri “yumuşak oda”
olarak adlandırılan odaya alınıyorlardı. Akut psikiyatride olduğu
gibi klasik bir izolasyon söz konusu değildi. Krizdeki hastaya
yumuşak odada eşlik eden kişi 24 saatte bir değişiyordu. Burada
yaşanan şey hastayı anlamaya çalışmak ve ona krizi süresince
eşlik etmekti. Eşlik eden de aynı odada uyuyordu, tabii hasta
uyursa.
Psikotik kriz atlatıldıktan sonra, birey yurdun günlük hayatına
dahil oluyor, ama hiçbir şekilde bir şey yapmaya zorlanmıyordu.
Bundan sonraki stabilizasyon, sosyal ve mesleki entegrasyon
süreçleri adım adım ve demokratik bir ortamda, yani tedavinin
her aşamasına hastanın kendisi de dahil edilerek sürüyordu.
Luc Ciompi’nin belirttiği gibi, bu klasik biyolojik tedavi
yöntemini yok sayan bir yöntem olmaktan çok, onu
tamamlayan, bireyin ruhsal ve toplumsal gereksinimlerini de
göz önünde bulunduran “alternatif” bir tedavi yöntemiydi.
Kliniklerdeki yapay uğraş tedavilerinin (resim, elişi, atölye
çalışması, vb.) yerine yurt ortamında yemek yapma, yurdun
temizliği, bahçenin bakımı, yurtta bozulan şeylerin onarımı,
yurdun alışverişi gibi hayata dahil, hayatın içinden yöntemlerin
kullanılması bireylerin bu korunaklı ortamı terk ettiklerinde
kendi ayakları üzerinde durabilmelerini sağlıyordu. Öte yandan
tedavi süreci içinde kendilerini yardıma muhtaç psikiyatrik bir
hasta gibi hissetmelerinin, dolayısıyla etiketlenmelerinin de
büyük ölçüde önüne geçilmiş oluyordu.
Şimdi sözü Soteria Bern’in yöneticisi Michel Broccard’a
bırakıyorum. Onun kelimelerinden ‘yumuşak oda’da psikotik
30
| Therapia Sayı 3
atak geçiren hastanın krizine nasıl müdahale edildiğini
okuyalım:
“Soteria Bern’de psikoza edilen eşlik konusunda oldukça vahşi
fanteziler söz konusudur. En başta da böyle bir şeyin mümkün
olmadığıyla ilgili şaşkınlık içeren tepkiler... Konseptimizi en
basit olarak şöyle özetleyebilirim: Yumuşak odada uyaranların
mümkün olduğunca azaltılarak kaygının üstesinden gelinmesi
ve huzurun sağlanması. Eşlik edenler empati, gerçek bir
ilgi ve karşılarındakinin ihtiyaçlarına özgecil bir yaklaşımla
ikâmet edenleri (hastaları) sakinleştirmeye çalışırlar. Eşlik etme
konuşmayı, susarak yanında olmayı, masajı, elini tutmayı, basit
hareket ve nefes egzersizlerini, öylece yatakta yatmayı ve yerde
oturmayı vs. içerir.
Beklemek. Yumuşak odada uzun zaman geçiririz. Saatler,
saatler boyunca hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden…
Beklemek, söylemek istediğimizi bir yandan doğru, diğer
yandan yanlış ifade eder. Karşımdakinin güvensiz ya da bana
çok mesafeli olması dolayısıyla aramızda bir bağlantı kurulana
kadar beklemek zorundaysam, bu ifade doğrudur. Bu durumda
beklemek, başarmak zorunda olduğum bir sınav gibidir.
Karşımdaki bana güvenene kadar bekleyebildiğimi, bunun için
sabredebildiğimi kanıtlamak zorundayımdır.
Ama bekledikçe farkında olmadan belli bir beklenti içine
girebilirim. Karşımdakinin benim gerçekliğime uyum sağlaması
için nasıl davranması gerektiği yönündeki beklentilerimi
bir şekilde karşımdakine iletebilirim. Oysa olması gereken
karşımdakini, nasılsa öyle alabilmek, kabul edebilmektir. Ama
yine de belli bir normalleşme beklerim, çünkü işimin amacı da
budur.
Bekleyerek eşlik etmek… Ben sana bir adım atarsam sen de
bana bir adım atabilirsin.
Yumuşak odada uzun zaman geçiririz. Saatler,
saatler boyunca hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey
söylemeden… Beklemek, söylemek istediğimizi bir
yandan doğru, diğer yandan yanlış ifade eder.
Dışarıda bırakmak. Eşlik ederken her şeyi dışarıda
bırakabilmeliyim. Yapacak hiçbir şey yok. Yalnızca buradayım.
Bu odanın dışında olan biten her şeyi bir kenara bırakmak
zorundayım. Evdekilerin işleriyle meşgul olmak zorunda olan
nöbetteki diğer arkadaşımın neler yapmak zorunda olduğunu
unutmak zorundayım. Burada yer döşeğinin üzerinde
uyuklamak yerine, içeride arkadaşıma yardım etmem çok daha
iyi olur aslında.
Yalnızca evin diğer kısmını değil, dünyayı da dışarıda
bırakıyorum. Buna bir örnek: Körfez Savaşı’nın başladığı
sabah benim de 48 saatlik nöbetim başlamıştı. Çok yoğun
bir yumuşak oda nöbeti söz konusuydu. Savaşla ilgili bir sürü
fotoğraf televizyon ekranlarındaydı. Nöbetim başladığında
savaşla ilgili haberleri duymuştum ama gerçekten ne olduğunu
hiç algılamamışım. Körfezdeki dünya, savaş nedeniyle
tamamıyla değişirken, benim için önemli olan yumuşak
odadaki olası değişimdi.
Zaman. Yumuşak oda zamanın dışında bir mekandır. Psikotik
bir insana eşlik ederken kendi alışkın olduğum zaman ritmimi
terk etmeye hazır olmalıyım. Psikotik yaşantı zamansal olarak
verili olanı radikal bir şekilde yok sayar. Eşlik eden olarak
bunu kabul etmek zorundayım, yoksa eşlik mümkün olmaz.
Karşımdakinin emosyonel olarak yaşantıladığı şimdiki zamana
giremezsem, eşlik edebilmeyi unutmak zorundayım. Psikotik
şimdiki zaman geçmişle ve gelecekle, hatıralar ve korkularla
bezelidir. Psikotik şimdiki zaman, aynı anda farklı zamanlarda
yaşayabilmektir. Yumuşak odada eşlik etmek için geçirdiğimiz
süre oldukça farklı olabilir. Alt sınır 3-4 saatken, üst sınır 24-36
saat arasındadır.
şaşırtabilir. Oysa geceyi birlikte geçirebileceğimizi öğrenince
hastalarda büyük bir rahatlama olur. Akşamları korku daha
şiddetli olur çünkü. Dışarıda sokaklar sessizleşir. Evin içi de
daha sessizdir. Bu, psikotik hastanın içindeki seslerin daha çok
duyulması demektir. Birçoğu kendini korunmasız hissettiği için
uyumaktan korkar.
Eşlik eden personelin her birinin hastayı uykuya hazırlamak
için kendine göre bir ritüeli vardır. Ayak banyosu yapmak,
mum yakmak, bir şeyler okumak hastaya, yatağın kenarına
oturup beklemek, birlikte bir fincan çay içmek, günün kısa
bir değerlendirmesini yapmak, havadan sudan konuşmak gibi.
Bazen gece, konuşabilmek, bir şeyler anlatabilmek için en
uygun zaman dilimidir. Odadaki ya da mutfak masasındaki
lambadan gelen hafif ışık anlatabilmek için ihtiyaç duyulan
güven dolu ortamı sağlayabilir. Gece böylece bir tehdit
olmaktan çıkıp korunaklı bir sığınağa dönüşür. Derin
konuşmaların yapılabilmesi mümkün olur. Belki de gece,
gündüze kıyasla zamanın, mekanın, normalliğin ve kesin
çizgilerin dışında kaldığı için bu olanağı sağlar.
Korku. Sabaha karşı saat 05.00. Beni uyandırıyorsun, sessizce;
beni rahatsız ettiğin için özür dileyerek. Yüzünün ifadesinden
korkunun boyutunu anlayabiliyorum ve hemen ayılıyorum.
“Neden bitmiyor bu?” diye soruyorsun bana, “sona ermiyor?”
diyorsun. “Yanındayım” diyorum, “yatağına yat tekrar.”
Seni yatağına götürüyor, üstünü örtüyor ve yatağın kenarına
ilişiyorum. Gözlerin gözlerime kenetlenmiş durumda,
bırakmıyor beni. Başka bir yöne bakamıyorum, gözlerin
ruhuma nüfuz ederek orada kendine güvenli bir yer bulup
yerleşmeye çalışır gibi bakıyor bana. Ama benim dudaklarımdan
da aynı soru dökülüyor: “Neden sona ermiyor bu?”
Gece. Psikotik bir hastaya eşlik etmek, doğaldır ki akşam 22.00
ya da 23.00’te bitmez. Çoğunlukla geceyi de yumuşak odada
hastayla birlikte geçirmemiz gerekir. Bu ilk bakışta birçok insanı
Therapia Sayı 3 | 31
Yavaşça elimi yüzüne götürüyorum. Bana izin veriyorsun, ben
de gözlerini kapatıyorum. “Gözerini kapa, bakma ve görme
artık, yalnızca elimi hisset. Artık arama, artık sorma, yalnızca
elimi hisset.”
“Neden sona ermediğini bilmiyorum.” diye ekliyorum.
Elimin altında göz kapakların titriyor. Bütün bedenin kaskatı,
hareketsiz.
Öylece duruyoruz. Her şey yavaşlıyor. Kendi içime
dönüyorum ben de, senden ayrılıp. Bizi incecik ve çelimsiz
bir köprü birleştiriyor yalnızca. Senin gözlerin, benim elim.
Bu nasıl bir hayat? Ya benimki? Bu neden sona ermiyor?
Buradayız, hareketsiz, adeta taşlaşmış bir vaziyette. Birdenbire
yapayalnızım. Bizi unutuyorum.
Bir titremeyle kendime geliyor ve elimi çekiyorum. İrkiliyorsun.
“Buz gibisin” diyorsun, “bu yüzden titredin.” Ellerimin buz gibi
olduğunu fark ediyorum. Odanın ne kadar soğuk olduğunu
hissediyorum, ne kadar üşümüş olduğumu. Ne kadar zaman
geçti acaba?
“Sen de bir fincan çay içer misin?” diye soruyorum, “Ben biraz
ısınmak istiyorum.” Sen gözlerini kapadın. Nefes alıp verişini
duyuyorum tekrar. Bunun dışında her yer çok sessiz. Mutfağa
gittiğimde soğuktan ve gerginlikten hâlâ titriyorum. Suyu
koyuyorum ocağa ve üzerime bir kazak geçiriyorum.
İki fincan çayla geri döndüğümde ağlarken buluyorum
seni. “Bu Allahın belası duruma daha fazla tahammül
edemeyeceğim.” diyorsun. Öfkeyle gözyaşlarını siliyorsun.
“Böyle devam ederse, her şeyi paramparça edeceğim.” Yanına
oturuyorum, arkama bir yastık alıyor ve çayımı içiyorum. Öfke
birdenbire, geldiği gibi gidiyor. Sonra anlatmaya başlıyorsun.
Korunma. Eşlik etmek korumaktır. Yumuşak oda korunaklı bir
bölgedir. En başta bunun için düşünülmüştür. Uyaranlardan
korumak için... Nötral bir mekandır, mobilyasızdır,
duvarlarında resim yoktur. Hastaların kendilerini duygusal ve
fiziksel olarak geri çekebilecekleri bir yerdir. Bu odada olan,
32
| Therapia Sayı 3
Soteria’nın günlük hayatına katılmak zorunda değildir. Tekrar
günlük rutine entegre olmak istediğinde bunu yavaş yavaş ve
hiçbir zorlamaya maruz kalmadan kendi yapar.
Koruma aynı zamanda benim de bedensel olarak orada olmam
anlamına gelir. Ben çocuğunu kollarına alan iyi bir anne ya da
iyi bir babayımdır. Bu duruşu yalnızca ‘ifade etmek’ yetmez.
Bunun bedensel olarak da yapmalıyım. Bedeni koruduğumda
ruhu da korumuş olurum. Psikotik insan çok sık olarak
bedensel yakınlığa ihtiyaç duyar. Yanına oturmalı, elini tutmalı,
eğer gerekirse onu kollarıma almalıyım.
Samimiyet. Samimi olmak ne demek? Otantik olmak? Spontan
olarak tepki göstermek, aklından geçeni olduğu gibi söylemek
mi?
Buna bir örnek: Soterai Bern’de uzun zamandır kalan genç bir
kadın. Çok gergin ve kaçırılmaktan çok korkuyor. Erkeklere
güvenmiyor. Bu nedenle bizde kaldığından beri geceleri
kendisine kadın personel eşlik ediyor.
Bir gece bir kadın meslektaşım ve ben nöbetçiydik. Genç
kadınla geceyi kadın meslektaşım geçirecekti. Ama akşam
yemeğinden sonra hastadan korktuğunu ve geceyi onunla
geçiremeyeceğini ifade etti. Genç kadın da yumuşak odada
yalnız kalmaktan korkuyordu. Bu durumda kararı hastanın
kendisine bıraktık. Sonunda geceyi, onun yanında geçirmemi
istedi. Kötünün iyisi.
Gece yarısından sonra uyumak için hazırlandık. Genç kadın her
iki yatağı, daha önceki gecelerde olduğu gibi yan yana koymak
istedi. Işığı kapattıktan sonra elimi tuttu ve bir daha bırakmadı.
Elimi tutmak korkunun azalmasına yardımcı oluyormuş. Peki,
deneyelim bakalım, nasıl olacak. Belki de uykuya dalabiliriz.
Böylece üç saat geçirdik, kâh yatarak kâh oturarak. Durmadan
ışığı açtı, ayağa kalktı, tekrar yattı. Her defasında yanında kalıp
kalmayacağımı sordu, yalnız olmak istemiyordu.
Sabaha karşı saat üçte artık dayanamadım. Sabır ve iyi
niyetin de bir sonu vardı. Birden patladım: “Yeter artık,
Karşı tarafın bedensel bütünlüğüne saygı
göstermem, aynı zamanda kendi bedensel
bütünlüğüme de saygılı olmaktır. Örneğin
kendimi iyi hissetmiyorsam, bana istediği gibi
dokunmasına da izin vermemeliyim.
dayanamıyorum. Bırak durmadan hareket etmeyi. Gece
uyumak içindir. Ben şimdi uyuyacağım. Sen ne istersen yap.”
Yatağıma yattım. Oldukça şaşırmıştı. Işığı kapattım ve soğuk
bir sesle “İyi geceler.” dedim. Birkaç dakika içinde uykuya daldı,
üstelik benden de önce.
Otantik olmanın sözlük anlamı ‘samimi’ ve ‘inandırıcı’
olmaktır. Psikoza eşlik etmek söz konusu olduğundaysa, hiçbir
durum için önceden bilinen bir çözüm olmadığını kabul etmek
demektir. Karşıdakine saygı göstermek ama kendi ihtiyaçlarını
da yok saymamaktır.
Beden. Eşlik ederken bedensel temas merkezî rol oynar.
Yumuşak oda, içinde yürünebilecek, yere yatılabilecek
şekilde döşenmiştir, daha doğrusu döşenmemiştir. Oda
yapılandırılmamıştır. Odayı yapılandıran içindeki bedenlerdir.
Yapılandırılmamış olması içsel gereksinimlerin ifade edilmesine
olanak tanır.
Bedensel duruş ve hareketler odada ne olduğunun,
yaşantılandığının da ifadesidir. Eşlik eden olarak, bazen
inisiyatifi ele almam gerekir. Bedenimle, hareketlerimle huzurun
inşasını sağlarım. Örneğin örtü ve yastığı odanın bir köşesine
yerleştirir, rahatça sırtımı yaslar, çayımı yudumlarım . Ya da
psikotik kişinin yakınına oturur, kendini güvende hissetmesini
sağlarım. Bazen de mümkün olduğunca uzaklaşır, ihtiyaç
duyulan mesafeyi veririm ona.
Karşımdakinin hareket ve duruşuna da dikkat etmek
zorundayım. Eşlik ederken, ne umursamaz ve bedenimi
neredeyse hiç kullanmadığım bir mesafelilik içinde olmalıyım
ne de teklifsizce karşımdakinin üzerine gitmeliyim. Örneğin
durup dururken elimi omzuna koyarak güven vermeye
çalışmamalıyım.
Karşı tarafın bedensel bütünlüğüne saygı göstermem, aynı
zamanda kendi bedensel bütünlüğüme de saygılı olmaktır.
Örneğin kendimi iyi hissetmiyorsam, bana istediği gibi
dokunmasına da izin vermemeliyim.
Bedensel temas her zaman çift anlamlı olabilir ve cinselliği
çağrıştırabilir. Üzerinde konuşulmayacak tek şey cinselliğin
kesinlikle yasak olduğudur. El, kol, omuz, sırt ya da ayak
dışında bedenin başka bölgelerine dokunmayız.”
Bilinen psikiyatrik-psikolojik tedavi modellerinin antropolojik
ve felsefi düşüncelerle tamamlanması olarak düşünülen Soteria
projesinin yeniden tartışılması, biyolojik psikiyatrinin sanki tek
ve mutlak doğruymuş gibi dayatılmaya çalışıldığı zamanlarda
bence çok önemlidir. İlerlemek bazen geriye bakabilmektir
çünkü.
Bu nedenle ileriki sayılarımızda Soteria projesiyle ilgili daha
ayrıntılı yazılar Therapia’da yer alacak. Ama acelesi olanlar
aşağıdaki linklerden daha ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler.
http://www.soteria.ch
http://www.soterianetwork.org.uk/
http://en.wikipedia.org/wiki/Soteria
Yararlanılan kaynak
Broccard M. (2011). Praxis der Milieutherapie und
Psychosenbegleitung. Wie wirkt Soteria? içinde. (Edt. Ciompi
L., Hoffmann H., Broccard M.) Bern, Göttingen, Toronto,
Seaatle. Verlag Hans Huber.
Wie wirkt Soteria? kitabının editörlerinden ve Soterai Bern’in
yöneticisinin bir makalesinden faydalanılmıştır.
Therapia Sayı 3 | 33
34
| Therapia Sayı 3
Jacob ve Wilhelm
Grimm kardeşlerden
Ardıç Ağacı
Grimm Kardeşler’in ürpertici masallarının büyük bir kısmını
biliriz. Peki ya yamyamlık, kan ve suçluluk duygusu dolu Ardıç Ağacı
masalını? Cevabınız hayır ise okumaya başlayın.
aydın parmaksız
Bizim kültürümüzde çok da bilinmeyen ‘Ardıç Ağacı’,
yamyamlık, gözyaşı ve suçluluk duygusu gibi ögelerini yoğun
bir şekilde yer aldığı, rahatsız edici bir masaldır. Pek çok
masal gibi bu masalın da değişik versiyonları ve farklı isimli
benzerleri bulunmaktadır. Bu yazıda, İngilizceye Margaret
Hunt tarafından çevirilen ve 1884 yılında basılan ‘Household
Tales’ kolleksiyonunda 47 numaralı masal olarak yer alan
versiyonunu sizlere aktarıyorum. Belki de sevimsiz ve yıkıcı
görünen içeriği yüzünden çok da yaygın olmayan bu masalın,
şimdilik sadece metnini paylaşıyorum sizlerle. Bir sonraki
sayıda bu masalın psikanalitik teori ışığında yorumlandığında
dinleyicisine neler anlattığından bahsedeceğim.
İyi okumalar...
Ardıç Ağacı (The Juniper Tree)
Çok uzun yıllar önce, en azından iki bin yıl önce, güzel ve
inançlı bir karısı olan çok zengin bir adam varmış, adam ile
karısı birbirlerini çok severlermiş. Ancak, çok istemelerine
rağmen hiç çocukları olmazmış, kadın gece gündüz dua
edermiş ama yine de çocukları olmazmış.
Bahçesinde ardıç ağacı olan güzel bir evde yaşarlarmış. Bir
kış günü kadın, bu ardıç ağacının altında kendine bir elma
soyuyormuş, elmayı soyarken parmağını kesmiş ve karların
üzerine bir damla kan düşmüş. ‘Ah’ demiş düşen kan
damlasına bakarken, kendini çok mutsuz hissediyormuş, ve
‘Keşke kan gibi kırmızı, kar gibi beyaz bir çocuğum olsaydı.’
diye geçirmiş içinden. Bu dilekle birlikte rahatlamış, dileğinin
gerçekleşeceğini hissediyormuş adeta. Sonra evine dönmüş,
bir ay geçmiş karlar gitmiş, iki ay geçmiş her taraf yemyeşil
olmuş, üç ay geçmiş çiçekler açmış, dört ay geçmiş ormandaki
ağaçlar büyümüş, dallar birbirlerine dolanmış, kuşların sesleri
ormanda yankılanmış, ağaçlar çiçek açmış, sonra beşinci ay
geçmiş, kadın güzel kokusu insanı heyecanlandıran ardıç
ağacının altında durmuş, diz çöküp mutlu bir şekilde ağaca
yaslanmış ve altıncı ayın sonunda ağacın meyveleri iyice
olgunlaşmış ve yedinci ayın sonunda ardıç dutlarını toplamış
ve oburca yemiş, sonra hastalanmış, mutsuzlaşmış, sekizinci
ayın sonunda, kocasını yanına çağırmış ve ağlayarak ‘Eğer
ölürsem beni ardıç ağacının altına gömün.’ demiş. Bunu
söyledikten sonra rahatlamış, ve mutlu olmuş, ta ki bir sonraki
ayın sonuna dek, sonra kar gibi beyaz, kan gibi kırmızı bebeği
olmuş, ve bebeğini gördüğünde o kadar mutlu olmuş ki, bu
mutlulukla beraber ölmüş.
Therapia Sayı 3 | 35
Kocası, onu ardıç ağacının altına gömmüş ve keder içinde
ağlamış. Bir süre sonra acısı bir parça hafiflemiş, hâlâ karısı
için ağlasa da artık bu acıya dayanabiliyormuş ve bir süre daha
geçmiş, sonra yeniden evlenmiş.
Adamın, ikinci karısından bir kızı, ilk karısından ise küçük
bir oğlu varmış, oğlu kan gibi kırmızı, kar gibi beyazmış.
Kadın kızına baktığında çok mutlu oluyormuş, sonra küçük
oğlanı gördüğünde, onun daima yollarına çıkacağı düşüncesi
kalbine saplanıyormuş, ve sürekli olarak tüm mirasın kendi
kızına kalmasını nasıl sağlayabileceğini düşünüp duruyormuş.
İblis, küçük oğlana karşı dayanılmaz bir öfkeyle dolana kadar
kadının zihnini bu kötü düşünceler ile dolduruyormuş, öyle
ki kadın onu her gördüğü yerde tokat atıyor, dövüyormuş.
Zavallı çocuk ondan çok korkuyor, okuldan eve geldiğinde
huzur bulacağı, saklanabileceği bir köşe bile bulamıyormuş.
Bir gün, kadın üst kattaki odasına çıkmış, küçük kızı da
peşinden gidip, ‘Anne bana bir elma ver.’ demiş, ‘Tabii,
yavrum’ demiş kadın ve sandıktan güzel bir elma çıkarıp
vermiş. Sandığın ağır büyük bir kapağı ve yine büyük demir
bir kilidi varmış. ‘Anne’ demiş kız, ‘Kardeşim de bir tane
alamaz mı?’ Bu, kadını kızdırmış, ancak ‘Tabii, okuldan
geldiğinde alabilir.’ demiş.
Kadın, pencereden çocuğun geldiğini görünce, içine şeytan
girmiş gibi kötü düşünceler ile dolmuş, kızının elinden elmayı
çekip almış ve ‘Kardeşinden önce alamazsın.’ demiş. Elmayı
sandığın içine atıp, sandığın kapağını kapatmış. Derken
çocuk kapıdan içeri girmiş, kadının içindeki şeytan ona nazik
bir şekilde ‘Oğlum, elma ister misin?’ diye sordurtmuş ve
ona kötü bir şekilde bakmış. ‘Anne’ demiş çocuk, ‘Ne kadar
korkunç görünüyorsun. Evet, bir elma isterim’. ‘Benimle gel’
demiş çocuğa, sandığın kapağını açmış, ‘Kendin alabilirsin’
demiş ve çocuk elma almak için eğildiğinde, içindeki şeytan
36
| Therapia Sayı 3
kadını harekete geçirmiş ve güm! Kadın büyük bir hızla
sandığın kapağını kapatmış. Çocuğun kafası uçup, kırmızı
elmaların arasına düşmüş. Sonra kadının içini büyük bir
korku kaplamış, ‘Belki bunu benim yapmadığıma onları
inandırabilirim’ diye düşünmüş. Üst kattaki odasına gitmiş,
dolabının en üstteki çekmecesinden beyaz bir mendil çıkarmış
ve sonra çocuğun kafasını boynunun üzerine yerleştirip
etrafına mendili dolamış, böylece hiçbir şey belli olmuyormuş.
Sonra onu kapının önündeki sandalyeye oturtup eline bir
elma yerleştirmiş.
Tüm bu olanlardan sonra Marlinchen mutfağa, üzerinde su
kaynayan ateşin yanında durup etrafa bakınan annesinin
yanına gelmiş. ‘Anne,’ demiş Marlinchen, ‘kardeşim kapının
yanında oturuyor, bembeyaz görünüyor, elinde de bir elma
var. Elmayı vermesini istedim ama cevap vermedi, ve çok
korktum.’ ‘Onun yanına geri git,’ demiş annesi, ‘ve sana
cevap vermezse, kulağına vur.’ Böylece Marlinchen kardeşinin
yanına gitmiş ve ‘kardeşim, elmayı bana ver’ demiş. Ancak
çocuk sessiz kalmış, kız da kulağına vurmuş ve çocuğun kafası
düşmüş. Marlinchen dehşete kapılmış, ağlamaya ve çığlık
çığlığa bağırmaya başlamış, annesinin yanına koşup, ‘Anne,
kardeşimin kafasını kopardım!’ diyerek ağlamış, ağlamış,
ağlamış ve bir türlü sakinleşememiş. ‘Marlinchen’ demiş
annesi, ‘ne yaptın sen? Sessiz ol ve bundan kimseye bahsetme.
Bunun kimseye faydası olmaz. Onu pişirip siyah puding(*)
yapacağız.’ Sonra anne küçük çocuğu almış, parçalara ayırmış,
tencereye koymuş ve pişirmiş. Marlinchen ise ağlaya ağlaya
yanında durmuş, gözyaşları tencereye akıyormuş, böylece tuza
gerek kalmamış.
Tüm bu olanlardan sonra baba eve gelmiş, yemek masasına
oturmuş ve ‘Oğlum nerede?’ diye sormuş. Bu arada anne
büyük bir tabakta siyah puding getirmiş, bu sırada Marlinchen
ağlamaya devam ediyor, ağlamasını durduramıyormuş. Baba
Tam bu sırada ardıç ağacı
hareket etmeye başlamış, dalları
ayrılmış, ve tekrar birleşmiş,
sanki bir insanın sevinçle el
çırpması gibiymiş.
tekrar sormuş, ‘Oğlum nerede?’. ‘Ah’ demiş anne, ‘Ülkenin
öbür ucundaki, annesinin büyük amcasını ziyarete gitti, bir
süre orada kalacakmış’. ‘Peki orada ne yapacakmış? Bana bir
veda bile etmedi.’ demiş baba. ‘Gitmek istedi ve bana orada
altı hafta kalıp kalamayacağını sordu, orada iyi bakılacak.’
‘Ah’ demiş baba, ‘her şey yolunda değilmiş gibi mutsuz
hissediyorum. Bana veda etmeliydi.’ Bunları söyledikten
sonra da yemeğe başlamış ve ‘Marlinchen, neden ağlıyorsun,
kardeşin kesinlikle geri gelecek.’ demiş. Sonra, ‘Karıcığım, bu
yemek ne kadar güzelmiş, bana biraz daha ver.’ demiş. Yedikçe
daha fazla istemiş, ‘Bana biraz daha ver, sana hiç kalmayacak.
Öyle görünüyor ki bunun tamamı benim.’ demiş ve yemiş,
yemiş, yemiş, yemeği bitirene kadar tüm kemikleri masanın
altına atmış. Marlinchen kendi dolabına gidip, alt çekmeceden
en güzel ipek mendilini almış, masanın altındaki tüm
kemikleri toplayıp, mendilin içine koymuş, onları kapının
dışına götürmüş, ağlarken gözyaşı yerine kan akıyormuş
gözlerinden. Tam bu sırada ardıç ağacı hareket etmeye
başlamış, dalları ayrılmış, ve tekrar birleşmiş, sanki bir insanın
sevinçle el çırpması gibiymiş. Tam bu sırada ağaçtan bir
duman yükselmeye başlamış, dumanın tam ortasında bir ateş
yanıyor gibiymiş, ateşin içinden muhteşem bir şekilde öten bir
kuş çıkmış, gökyüzüne doğru uçup gitmiş ve ardıç ağacı eski
haline dönmüş, ne mendil ne de kemikler oradaymış artık.
Marlinchen ise sanki kardeşi hâlâ hayattaymış gibi mutlu ve
neşeliymiş ve mutlu bir şekilde eve dönmüş, masaya oturmuş,
yemeğini yemiş.
Kuş uzaklara uçmuş, bir kuyumcunun evine konmuş ve bir
şarkı söylemeye başlamış,
‘Annem, o beni katletti,
Babam, o beni yedi,
Kız kardeşim, küçük Marlinchen,
Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Kuyumcu, çatısında şarkı söyleyen kuşu duyduğunda
atölyesinde oturmuş, altın bir kolye yapmaktaymış ve şarkıyı
çok beğenmiş. Ayağa kalkmış, ancak tam eşiği geçerken
terliklerinden birini kaybetmiş. Bir ayağında ayakkabı ve
bir ayağında çorapla sokağın ortasına kadar gitmiş; önlüğü
üzerinde, bir elinde altın kolye, diğerinde pense ve sokakta
güneş parıldıyormuş. Sonra dosdoğru gitmiş ve durmuş, ‘Kuş’
demiş, ‘ne kadar güzel şarkı söylüyorsun! O şarkıyı bir daha
söyle.’ ‘Hayır’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı ikinci kez
söylemem! Altın kolyeyi bana ver, senin için tekrar söylerim
o zaman.’ ‘İşte’ demiş kuyumcu, ‘altın kolye senindir, şimdi
benim için o şarkıyı tekrar söyle.’ Kuş gelmiş, altın kolyeyi sağ
pençesi ile almış, kuyumcunun karşısına oturmuş ve söylemiş
şarkıyı,
‘Annem, o beni katletti,
Babam, o beni yedi,
Kız kardeşim, küçük Marlinchen,
Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Sonra kuş uçup gitmiş, bir ayakkabıcının damına konmuş ve
şarkı söylemiş,
‘Annem, o beni katletti,
Babam, o beni yedi,
Kız kardeşim, küçük Marlinchen,
Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Therapia Sayı 3 | 37
Ayakkabıcı şarkıyı duymuş ve kolluklarıyla dışarı koşmuş,
yukarıya, çatısına bakmış ve güneş onu körleştirmesin diye
ellerini gözlerine siper etmek zorunda kalmış. ‘Kuş’ demiş, ‘ne
kadar güzel şarkı söylüyorsun!’ Sonra kapıdan içeri seslenmiş,
‘Karıcığım, hemen dışarı gel, burada bir kuş var, kuşa bak, çok
güzel şarkı söylüyor.’ Sonra kızını ve çocuklarını, çıraklarını,
oğlanları ve kızları dışarı çağırmış, hepsi sokağa çıkıp kuşa
bakmışlar ve ne kadar güzel olduğunu, ne kadar hoş kırmızı
ve yeşil tüyleri olduğunu, ne kadar da gerçek altına benzeyen
bir boynu olduğunu ve kafasındaki gözlerinin yıldızlar gibi
parladığını görmüşler. ‘Kuş’ demiş ayakkabıcı, ‘şimdi o şarkıyı
bir daha söyle bana’. ‘Yok’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı
ikinci kez söylemem; bana bir şey vermelisin.’ ‘Karıcığım,’
demiş adam, ‘tavan arasına git, en üst rafta bir çift kırmızı
ayakkabı var, onları aşağı getir.’ Karısı gitmiş ve ayakkabıları
getirmiş. ‘İşte, kuş’ demiş adam, ‘şimdi o parçayı tekrar söyle.’
Kuş gelmiş, ayakkabıları sol pençesiyle almış, çatıya geri
uçmuş ve söylemiş şarkıyı,
‘Annem, o beni katletti,
Babam, o beni yedi,
Kız kardeşim, küçük Marlinchen,
Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Ve, şarkının tamamını söyledikten sonra, uçup, gitmiş. Sağ
pençesinde kolye, ayakkabılar sol pençesinde uzaklara uçmuş
ve bir değirmene gelmiş, değirmen ‘klipp klapp, klipp klapp,
klipp klapp,’ diye dönüyormuş ve içinde değirmencinin yirmi
adamı oturmuş, bir taşı oyuyor ve kesiyorlarmış ‘hick hack,
hick hack, hick hack’ ve değirmen dönüyormuş, ‘klipp klapp,
klipp klapp, klipp klapp’. Derken kuş gelmiş, değirmenin
önündeki limon ağacına konmuş ve şarkı söylemiş,
‘Annem, o beni katletti,’
Adamlardan biri işini bırakmış,
‘Babam, o beni yedi,’
Adamlardan ikisi daha çalışmayı bırakıp, dinlemeye
koyulmuşlar,
‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’
Dördü daha bırakmış çalışmayı,
‘Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,’
Artık sadece sekizi taş oyuyormuş,
38
| Therapia Sayı 3
‘Yatırdı’
Sadece beşi,
‘... ardıç ağacının altına,’
Ve sadece biri kalmış,
‘Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Ve sonuncusu da durmuş, sadece son sözleri duymuş. ‘Kuş’
demiş, ‘ne kadar güzel söylüyorsun! Ben de dinleyeyim, bir kez
daha benim için söyle.’
‘Yok’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı ikinci kez söylemem.
Değirmen taşını bana ver, o zaman tekrar söylerim.’
‘Evet,’ demiş adam, ‘sadece benim olsaydı, alabilirdin.’
‘Evet,’ demişler diğerleri de, ‘tekrar söylerse alabilir.’ O zaman
kuş aşağı gelmiş, ve yirmi değirmenci bir araya gelip taşı
kaldırmışlar ve kuş boynunu delikten geçirip, taşı bir gerdanlık
gibi takmış, tekrar ağacın üzerine konmuş ve şarkıyı söylemiş,
‘Annem, o beni katletti,
Babam, o beni yedi,
Kız kardeşim, küçük Marlinchen,
Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
...ve şarkı söylemeyi bitirdiğinde, kanatlarını açmış, sağ
pençesinde kolye, solda ayakkabılar ve boynunda değirmen
taşı, uzaklara, babasının evine doğru uçmuş.
Odada baba, anne ve Marlinchen akşam yemeği için
oturuyorlarmış, baba ‘Kendimi ne kadar hafif, ne kadar mutlu
hissediyorum!’ demiş, ‘Yok’ demiş anne, ‘çok huzursuzum,
sanki büyük bir fırtına geliyor.’ Marlinchen ise oturmuş
ağlıyormuş, derken kuş uçarak gelmiş ve çatıya konmuş, tam
bu sırada baba ‘Ah, gerçekten çok mutluyum, dışarıda harika
bir güneş parlıyor, sanki eski bir dostu görecekmişim gibi
hissediyorum.’ demiş, ‘Yok’ demiş kadın, ‘Çok huzursuzum,
dişlerim titriyor ve damarlarımda ateş dolaşıyor gibi’ ve
korsesini yırtıp açmış, Marlinchen ise bir köşede ağlıyor,
tabağını gözlerinin altında tutuyormuş, ve tabak tamamen
ıslanana kadar ağlamış. Derken, kuş ardıç ağacının üzerine
konmuş ve şarkı söylemeye başlamış,
Ayakkabıcı şarkıyı duymuş ve
kolluklarıyla dışarı koşmuş,
yukarıya, çatısına bakmış ve
güneş onu körleştirmesin diye
ellerini gözlerine siper etmek
zorunda kalmış.
‘Annem, o beni katletti,’
O anda anne, kulaklarını tıkamış, ve gözlerini kapamış,
duyamaz ve göremezmiş, ancak kulaklarında en şiddetli
fırtınayı andıran bir gürültü varmış, gözleri ise şimşek gibi
yanmış ve parlamış,
‘Babam, o beni yedi,’
‘Ah, anne,’ demiş adam, ‘bu çok güzel bir kuş! Harika şarkı
söylüyor, güneş çok güzel parlıyor ve tıpkı tarçın gibi bir koku
var.’
‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’
Marlinchen o anda başını dizlerine yaslamış ve durmaksızın
ağlıyormuş, ancak adam ‘dışarı çıkıyorum, bu kuşu yakından
görmeliyim.’ demiş, ‘Hayır, gitme,’ demiş kadın, ‘tüm ev
sallanıyor ve yanıyor gibi hissediyorum.’ Fakat adam dışarı
çıkmış ve kuşa bakmış:
‘Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Tam bu anda kuş altın kolyeyi bırakmış, kolye adamın
boynundan geçmiş ve tam olarak boynunu sarmış, çok güzel
olmuş. Adam içeri girip demiş ki, ‘ Bak, ne kadar iyi bir kuş
bu ve ne kadar güzel bir altın kolye verdi bana, ne güzel bir
kuş!’ Fakat kadın dehşete kapılmış ve yere düşmüş, başlığı
başından çıkmış ve kuş bir kez daha şarkı söylemeye başlamış,
‘Annem, o beni katletti,’
‘Bunu duymamak için yerin bin kat altında olsaydım!’
‘Babam, o beni yedi,’
Kadın, ölü gibi tekrar düşmüş.
‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’
‘Ah’ demiş Marlinchen, ‘ben de dışarı çıkayım, kuş bana da bir
şey verecek mi bakayım’ diyerek dışarı çıkmış.
‘Topladı tüm kemiklerimi,
Bağladı ipek mendili,’
Kıza da ayakkabıları atmış.
‘Yatırdı ardıcın altına,
Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Kız rahatlamış, neşelenmiş, yeni ayakkabıları giymiş ve dans
ederek evin içinde zıplamış. ‘Ah’ demiş, ‘dışarı çıkarken çok
mutsuzdum, ama şimdi çok rahatım; bu harika bir kuş, bana
bir çift kırmızı ayakkabı verdi!’ ‘Peki’ demiş kadın, ayağa
fırlamış ve saçları alev gibi havalanmış, ‘sanki dünyanın sonu
geliyormuş gibi hissediyorum! Ben de dışarı çıkıp bakayım,
bakalım ben de daha iyi hissedecek miyim?’ ve kapıdan
dışarı adımını attığı anda çok büyük bir gürültü olmuş! Kuş,
değirmen taşını atmış ve kadın değirmen taşının altında
tamamen ezilmiş. Baba ve Marlinchen gürültüyü duyup,
neler olduğunu anlamak için dışarı koşmuşlar ama sadece
duman, ateş, ve alevlerin yükseldiğini görmüşler ve her şey
bitip duman dağıldığında, küçük kardeşin orada durduğunu
görmüşler. Küçük kardeş, babasının ve Marlinchen’in
ellerinden tutmuş, üçü birlikte eve girip akşam yemeklerini
yemişler.
(*) Masalda, black pudding olarak bahsedilen yiyecek, blood
pudding ya da blood sausage olarak da bilinir. Domuz, koyun
ya da keçi kanının kurutularak, doldurulması ile yapılan
sosise benzeyen, genellikle kıta Avrupasında yaygın olan bir
yiyecektir.
Therapia Sayı 3 | 39
Martin Heidegger
40
| Therapia Sayı 3
Patolojik Aşk Hikayeleri-2
Martin Heidegger ve
Hannah Arendt
Patolojik Aşk Hikayeleri, birbirlerine ideolojik olarak taban tabana
zıt iki düşünce insanın imkansız aşkıyla sürüyor. Bir Yahudi
olan Hannah Arendt ve bir Nazi sempatizanı olan Heidegger’in
entelektüellikle beslenen aşklarına sürükleyici bir yolculuğa çıkıyoruz.
alper hasanoğlu
Heidegger’in Marburg’da coşkulu kalabalıklara verdiği
konferanslardan birinde dinleyiciler arasında 29 yaşındaki
Hannah Arendt de vardı. Bilgeliğe duyulan aşk ve felsefeydi
konu. Tarih Şubat 1925. Bakışları buluştu sık sık. Bir
mühendisin kızı olarak Hannover’de 14 Ekim 1906’da doğan
Hannah ile (asıl adı Johanna) bir şarap mahzeni ustasının oğlu
olarak Baden’da 26 Eylül 1889 yılında dünyaya gelen Martin
arasında tam 17 yaş fark vardı. Bakışlarla başlayan ilişkileri
mektuplarla ve gizli buluşmalarla devam etti. Birbirlerine
gönderdikleri mektuplarda konu yalnızca bilgeliğe duyulan
sevgi olmaktan çok kısa bir sürede çıktı.
Hannah Arendt henüz 7 yaşındayken hem babasını hem
de dedesini aynı hastalıktan, nörosifilizden kaybetti. Bu
ani kayıplara rağmen annesi Königsberg’de bir kız lisesine
gönderebildi Hannah’yı. Liseyi bitirdikten sonra birkaç
arkadaşıyla birlikte yolunun Martin Heidegger’le kesiştiği
üniversite şehri Marburg’a geldi. Heidegger ise Freiburg’da
Husserl’in öğrencisi olduktan sonra 1923 yılında felsefe
doçenti olarak Marburg’a gelmişti. O dönem felsefecileri
arasında Heidegger bir isyankar olarak görülüyordu. Dostu
Karl Jaspers’la birlikte felsefeyi ve üniversiteyi kökünden
değiştirmek istiyordu. Genç üniversite hocası ve çarpıcı
güzellikteki zeki öğrenci birbirlerine aşık oldular. 8 yıllık
evli, iki çocuk babası olan ve evliliğiyle kariyerini kesinlikle
tehlikeye atmak istemeyen filozofla öğrencisi arasındaki
bu güçlü aşk ilişkisi bir yıl kadar gizli buluşmalarla sürdü.
“Sevgili Bayan Arendt! Bu akşam size gelmek ve kalbinize
hitap etmek zorundayım.” diye yazıyordu ilk mektuplarından
birinde. 19 yaşındaki genç kız ünlü filozofun eski moda
çekiciliğine kapılmıştı bir kere. Her ikisi de aşklarını her
türlü engele karşı direnmek zorunda olan varoluşsal bir proje
olarak değerlendiriyorlardı. Aşklarının en yoğun olduğu
zamanlarda şöyle yazmıştı Heidegger bir mektubunda: “…
dünya artık senin ve benim dünyam değil, o bizim dünyamız
oldu. Bizim yaptığımız ve başardığımız her şey, sana veya bana
değil, bize ait.“ Yine de her gizli ilişkide olduğu gibi gelişti
her şey. Yalnızca birbirlerinin anlayacağı işaretler geliştirdiler,
buluşmalarından kimsenin haberi olmadı. Heidegger
Arendt’in odasına gelip gelemeyeceğini pencerenin belirli bir
şekilde açık tutulmasından anlıyordu örneğin. Birlikteliklerini
yalnızca kendilerine sakladılar. Gündelik hiçbir olay onları
tehdit edemedi. Hannah daha fazlasını her istediğinde Martin
mesafeyi korumayı daima başardı.
Therapia Sayı 3 | 41
Hannah Arendt
42
| Therapia Sayı 3
Kendini ailesine adamıştı Heidegger. Belki de yalnızca ahlaki
nedenleri vardı ya da artık tanınmaya başlamış bir profesörün
bir öğrencisiyle olan aşk ilişkisinin yaratacağı skandaldan
çekiniyordu. Karısından da ayrılmak istemiyordu ayrıca. Bir
yıl sonra Hannah ile ayrıldılar. Hannah kendini geri çekti ve
öğrenimini Heidelberg’te tamamlamak üzere 1926 yazında
Karl Jaspers’ın yanına gitti. Erkeğe ve aşka duyulan aşktan
yine bilgeliğe duyulan sevgi doğdu. Ama, “Seni ilk günkü
gibi seviyorum – bunu biliyorsun – ben de bunu hep bildim.
Bana gitmem için gösterdiğin yol, düşündüğümden çok
daha uzun ve zor. Bütün bir ömür.” diye yazıyordu Arendt
ayrılmalarından iki yıl sonra, Nisan 1928’de, Heidegger’in de
öğrencisi olan Günther Stern’le evlenmeden önce.
“Gizli” kralın ruhsal uğraşına giriş kapısı Hannah’ya
kapanmıştı, ama genç öğrenciyle yaşanan aşk, filozofun
eserlerindeki kavramlara sızmıştı bir kere. Heidegger onu
yalnızca ailesiyle olan günlük hayatından uzak tutabildi.
Ruhunun günlük hayatını şekillendiren hâlâ ve yalnızca
Hannah’ydı. Hannah ile yaşadığı ilişki düşüncesinin odağında
kaldı hep: “Yeni olanın istisnai karakterini nasıl koruyabiliriz,
onun sıradanlaşmasını nasıl engelleyebiliriz?”
Arendt’in 1928 yılında “Augustin’de Sevgi Kavramı” üzerine
yazdığı bitirme tezinde Heidegger’in etkileri hissediliyordu.
Daha sonra, Alman Yahudisi Rahel Varnhagen üzerine
kaleme aldığı çalışmada da Heidegger’in etkileri açık olarak
görülüyordu. Yine de her şey “en uzaktaki yakınlık” kadardı.
Yalnızca aşkla ilgili anılarda yakınlaşabiliyorlardı, günlük
politikada ise büyük bir uçurum vardı aralarında. Tahayyül
edilebileceğinden çok daha büyük bir uçurum...
Hannah 1929 yılında evlendikten sonra, bir bilim vakfından
bulduğu bursla büyük kriz dönemini atlatabildi, 1933 yılında
da Nasyonal Sosyalistler tarafından engellenmeden Paris
üzerinden New York’a kaçmayı başardı. Daha sonraki yıllarda
Hannah Arendt Amerika’daki Siyonist Göçmenler Birliği’ne
angaje olurken, Martin Heidegger de NSDAP’ye (Nasyonal
Sosyalist Alman İşçi Partisi) girdi. Freiburg Üniversitesi’ne
rektör olarak atandı ve rektörlük konuşmasında Nasyonal
Sosyalizm’e ideolojik bağlılığını coşkulu bir şekilde dile getirdi.
Karısı bir Yahudi olan dostu Karl Jaspers da konuşmayı
dinleyenler arasındaydı ve bu konuşma dostluklarının sonu
oldu. Hannah üniversite kariyerinden, özgür olmak için
vazgeçmişti ve bu arada Yahudiydi de. Aslında hayatı boyunca
bunu pek hissetmemişti ve umursamamıştı da. “Ailemle
birlikte yaşadığım sırada Yahudi olduğumu bilmiyordum.”
Ama Naziler göğsüne sarı Yahudi yıldızını takmışlardı bile.
Vatanı yoktu artık. Berlin’den Prag üzerinden Paris’e kaçtı.
Bir sürü Yahudi‘nin aksine 1941 yılında New York’a varmayı
başardı.
Buna karşın Martin Heidegger politik anavatanını bulmuştu.
Kısa bir süre için Hitler gözlerini kamaştırdı. Nasyonal
Sosyalizme olan politik tutkunluğu bir yıl kadar sürdükten
sonra, “bilgeliğe duyduğu sevgi”nin imparatorluğuna geri
çekildi.
1950 yılında Freiburg’da Heidegger’le Arendt arasında bir
görüşme gerçekleşti. “Bu akşam ve bu sabah bütün bir
hayatın onaylanmasıdır. Ve temelde hiç beklenmedik bir
onay. Garson adını söylediğinde … birdenbire zaman durdu.
(Buraya gelmemi engellemesi gereken bütün verilere rağmen),
(Hugo) Friedrich otelin adresini verdikten sonra, içimdeki
takıntının, mutlaka kaçınılması gereken tek sadakatsizliği
yapmamın zorunluluğu ve hayatımı mahvetmeye mahkum
olduğum gerçeği… şimşek gibi bilince çıktı.” diye yazdı
daha sonra 44 yaşındaki Arendt 61 yaşındaki Heidegger’e.
Uzun süre tek aşkını ve öğretmenini arayıp aramamak
konusunda kararsız kalmıştı ve şimdi Freibug’daki bir otelin
Therapia Sayı 3 | 43
lokantasında farklı dünyalardan gelen iki insan karşılıklı
oturuyorlardı. Ayrı geçmiş yılların acılığı içinden eski
duygular yavaş yavaş bilince çıkıyordu yeniden. Yahudi bir
entelektüel Nasyonal Sosyalistlerin dünyayı değiştireceğini
ummuş bir filozofu sevebilir miydi gerçekten? Heidegger’le
olan ilişkisinin Almanya’dan kaçışıyla birlikte son bulması
en doğrusuydu aslında. Heidegger’in Nasyonal Sosyalizm’e
olan bağlılığı, 1945 yılından sonra politik olarak yanlış
duruşunu kamuoyu önünde itiraf etmekteki beceriksizliği,
hepsi bir daha ilişkiye geçmemesi için yeterliydi. 15 yıl süren
yurtsuzluğu, siyonizme olan politik angajmanı, Amerika’da
politik bir düşünür olarak edindiği konum onu geçmişinden
radikal bir şekilde koparmıştı. Buna rağmen 1945-1951
yılları arasında ders verme yasağı süren Heidegger‘le düzenli
olarak mektuplaştıktan sonra ilişkisini tekrar başlattı, böylece
savaştan tam yedi yıl sonra yolları bir kere daha kesişti. Bu
arada 1951 yılında Arendt’in en önemli yapıtlarından biri
olan “Totaliter Rejimlerin Ögeleri ve Kökenleri” yayımlandı.
Hannah bu yıllarda Martin’i evinde ziyaret edebiliyordu.
Karısı Martin‘in tek hakimiydi artık ve o da kendisi için
“doğru” erkeği bulmuştu. Buna rağmen gizli gizli buluşmaya
devam ediyorlardı ama şimdi de Hannah’nın kuşkuları
vardı sanki. Ahlaki nedenlerden ötürü belki ya da bir
skandaldan korkuyordu. Çünkü Heidegger, birlikte görülmek
istenecek bir erkek değildi. ‘Führer’e duyduğu sempati
önce üniversitedeki kariyerine mâl olmuştu. ‘Suçluluğu’nu
Evet Heidegger politik olarak
haksızdı, suçluydu, ama eseri
kesinlikle bayağı değildi.
Haksızlığını, suçluluğunu ondan
önceki birçok düşünürün de içine
düşmüş olduğu bir yanılgı olarak
tanımlıyordu Arendt.
44
| Therapia Sayı 3
kamuoyu önüde itiraf etmeyi reddettiğinde de persona non
grata’ya (istenmeyen kişi) dönüşmüştü. O yıllarda Hannah
Arendt konferans vermek için Avrupa’ya sık sık geliyordu
ve Kudüs’deki Eichmann Davasını izlemek için de İsrail’e
gidiyordu. Hannah özellikle politik konularla ilgiliydi:
Hitler ve Stalin gibi önderlerin etkisiyle ortaya çıkan totaliter
sistemlerin itici gücü onu en çok meşgul eden konuların
başındaydı.
Birbirlerinden bu kadar ayrı iki karakteri tekrar birleştiren
şey neydi? Arendt sanki olanı biteni anlamak istiyordu.
Öğretmeni ve sevgilisini Nasyonal Sosyalizme iten neydi?
Nasyonal Sosyalizmin terörist ve faşist yüzünü görmesini
engelleyen neydi? Heidegger’in bu büyük yanlış ve suçla nasıl
başa çıktığını görmek istiyordu. Bütün bunların yanında
onun kendisine ihanet edip etmediğini de bilmek istiyordu.
Kendisinin büyük aşkı onun için yalnızca sıradan bir aşk
hikayesi miydi, yoksa geriye bir şeyler kalmış mıydı?
Hannah’nın Martin’den uzak durmasının nedenleri
Martin’inkilerden çok daha anlaşılırdı aslında ve ona göre çok
daha bilincindeydi Hannah bu nedenlerin. Mektuplarında
Martin’in itici gücü olarak “boş bir kurumdan, yalancılıktan
oluşan bir bileşimden ve daha doğrusu bir korkaklıktan”
söz ediyordu. Sıradan bütün Almanların benzer bahaneleri
olduğunu söylüyordu. Ama bir yandan da eserlerinin
tamamı Heidegger düşüncesinin etkisi altındaydı. Ününü
borçlu olduğu kavramlar Heidegger’in düşüncesinden
kaynaklanıyordu. 1962 yılında Adolf Eichmann hakkında
açılan dava üzerine bir makale kaleme almıştı Arendt.
Eichmann Avrupalı Yahudilerin yok edilmesinden sorumlu
en önemli Nazi yetkilisiydi. Ona göre Eichmann bir
canavar değil, görevini yerine getiren bir memurdu yalnızca.
Eichmann’da Arendt “kötülüğün bayağılığı”nı görmüş ve
vurgulamaya çalışmıştı. Eichmann ne yanlış ne de ahlaksızdı.
O düşünmüyordu. Düşünebilmekten uzaktı. Bayağıydı.
Bu yolla Heidegger’le özdeşleşmiş olan “bilgeliğe duyulan
sevgi” kavramını kurtarmaya çabalıyordu ve bir yandan
da Martin’e olan sadakatini korumaya çalışıyordu: Onun
düşüncesini kötü’den korumak istiyordu. Çünkü çok açık olan
bir şey vardı: Evet Heidegger politik olarak haksızdı, suçluydu,
ama eseri kesinlikle bayağı değildi. Haksızlığını, suçluluğunu
ondan önceki birçok düşünürün de içine düşmüş olduğu bir
yanılgı olarak tanımlıyordu Arendt. Heidegger’in eserlerinin
İngilizce’ye çevrilmesiyle uğraşıyordu bir yandan da. Onun
felsefe dünyasına tekrar girmesini sağlamaya çalışıyordu.
Yeniden buldukları aşklarında romantizmden başka her şey
vardı. Her iki düşünür çok farklı dünyalardaydılar artık.
Hannah Arendt ABD’de yeni dostlarıyla başka bir dünya
kurmuştu kendine. İsrail’in geleceğiyle ilgili tartışmaların
yoğunlukta olduğu bambaşka bir topluluk içindeydi. Düşman
Arap ülkeleriyle çevrili yalnız bir İsrail Devleti’nden ziyade
bir Yahudi-Arap Federasyonu’nu destekleyordu. Martin
Heidegger ise ikiye bölünmüş bir Alman Dünyası’nın
belirsizliğinde yaşıyordu. Zaman içinde her iki tarafta da
güvensizlik ortaya çıktı. Krizler, yanlış anlamalar... Arendt
Heidegger’i politik olarak sorumsuzlukla suçluyor, Heidegger
ise kendini ihanete uğramış hissediyordu. Buna rağmen
bağları tam olarak kopmadı.
ama felsefi ve politik alanlardaki farklılıkları üzerine hiç
konuşmadılar. Martin Heidegger 26 Mayıs 1976’da evinde
öldü. Ömrü boyunca nasyonalist düşüncelere sadık kalmış
olan karısı Elfride Heidegger (1893-1992) son yıllarının
evliliklerinin en huzurlu ve mutlu yılları olduğunu söylerdi sık
sık torunu Gertrud’a.
Kaynaklar
Barbara Sichtermann. 50 Klassiker Paare. Gerstenberg Verlag,
Hildesheim, 4. Baskı, 2006.
Prof. Dr. Antonia Grunenberg. Hannah Arendt und Martin
Heidegger. Geschichte einer Liebe. Piper Verlag, 2007.
Kendisini ancak mektuplar aracılığıyla “hayatının tutkusu”
olarak nitelendirebilen Heidegger’e karşı tutumu hep daha
açıktı Arendt‘in. “Saygıdeğer Heidegger, Sayın Baylar ve
Bayanlar” diye başlıyordu 26 Temmuz 1967’de hıncahınç
dolu bir salondaki bir konuşmasına. Heidegger dinleyiciler
arasındaydı bu kez ve en ön sırada oturuyordu. Topluluk
onlardan daha fazla tedirgindi. O da pek emin değildi gerçi
yaptığı konuşmanın içeriğinden ve daha sonra Heidegger’e:
“Konuşmam rahatsız edici miydi?” diye sordu, “Bence
daha doğal olamazdı.” “Konuşmanı sevmemiş olmam nasıl
mümkün olabilir?” diye yanıtladı Arendt’i Heidegger.
“İlkbaharın kırdığı kalbi sonbahar tamir etti.”
1967 yılında Freiburg’da tekrar buluştular, 1969 yılında
Hannah Arendt ikinci eşi Heinrich Blücher’le birlikte
Heidegger çiftini ziyaret etti. Hannah Arendt’in 4 Aralık
1975 yılındaki ölümüne kadar birkaç kez daha görüştüler,
Therapia Sayı 3 | 45
Klişeye güzelleme
“Klişe” kelimesi kulağa her ne kadar korkutucu ve sığ gelse de, bazı
yorgun kalp ve zihinler için sığınılacak cazip bir liman olabilir.
Nasıl mı?
pelin onat
Bir düşünsenize... Hiç hayal kırıklığına uğradıktan sonra tuhaf
bir rahatlama duymadınız mı? Zaman zaman mücadeleden
vazgeçmek ve kaderin kurbanı rolünü giymek daha konforlu
hissettirmedi mi?
Hiç kendinizi “bana olmaz” dediğiniz halde filmlerden aşina
olduğumuz en bilindik replikleri duyarken bulduğunuz
oldu mu? Ya da günün birinde eskiden başkalarını yaparken
yargıladığınız şeyin aynısını yaptığınızı fark ettiniz mi?
Tanıdık mı geliyor?
Evet, artık biliyoruz ki içinde yaşadığımız çağda bireysellik
hemen herkesin ağzında bir sakız ve etrafımızdaki düzen
bir yandan egomuzu şişirirken öte yandan bize bunu
enjekte edecek şekilde pazarlanıyor. Filmlerin konusundan
46
| Therapia Sayı 3
dergilerdeki reklamlara, kişiselleştirilmiş sosyal medya
sayfalarından elimizdeki telefonlara, parfümlerden mağazalara
kadar her şey bizim biricik ve çok özel olduğumuzu
bağırırken, biz de tükete tükete “özel olmanın” huşusuna
varmaya çalışıyoruz.
Halbuki bir iki adım geriye gidip uzaktan baktığımızda,
hepsinin dev bir pazarlama planı olduğunu görmek mümkün
ve aslında bizler hiç de o kadar bulunmaz ve benzersiz hayatlar
yaşamıyoruz.
Bireyselliği, hayatı karakteristik bir şekilde bize özgü renklerle
yaşamak olarak almak bir şey (ki bu oldukça da hayranlık
uyandırıcı), yaşadığımız dünyayı sadece bizim çevremizde
dönüyor sanıp narsistik bir şekilde kendi hislerimizi benzersiz,
varlığımızı herkesten farklı sanmak bambaşka bir şey.
İkincisinin bizi üzmesi kaçınılmaz. Hayal kırıklığından
sakınabilmek için bunun farkında olmak ve biraz daha
gerçekçi olmak gerekiyor.
Kendimizi başkalarının gözünde ne kadar farklıymışız gibi
konumlandırmaya çalışsak da, gün geliyor bir anda kocaman
bir klişenin ortasında olduğumuzu anlıyoruz. Şaşkınlık ve
panik içerisinde “bu benim başıma nasıl gelir?” diye çırpınarak
isyan ediyor ve durumla can hıraş savaşıyoruz.
Biz özeliz ya, yaşadığımız her duygu sadece bizim
hissedebildiğimiz duygular, başkalarının anlaması mümkün
değil ya... Bir klişenin içindeki herhangi bir oyuncu
olduğumuzu gördüğümüzde hayata küsüyor, derinden
yaralanıyoruz.
Oysa, bir an durup önyargı gözlüklerimizi çıkarsak ve aslında
özünde çevremizdekilerden farklı olmadığımızı görsek..
Asıl olgunluğun o parmağımızı sallaya sallaya kınadığımız
şeylerin bir gün bizim de başımıza gelebileceğini kabul etmek
olduğunu anlasak...
Egomuzun şişirilerek değil ancak defalarca art arda dövülerek
pişirilmesinden sonra en basit gerçeği görebileceğimizi anlasak:
“Yok birbirimizden farkımız.”
Bunu kabullendikten sonra hayatın değişim rüzgarlarına
teslim olmak ve olayları geldiği gibi almak daha kolay ve
ancak bunun farkına vardıktan sonra klişenin kıymetini
anlayabilir, onun konforlu kollarında yalnız olmadığımızı
bilerek dinlenmeye cesaret edebiliriz.
Sonuçta hepimiz bir elin parmağını geçmeyecek sayıda, aynı
duyguları yaşayıp durmuyor muyuz?
Pelin ONAT
1976 yılında İstanbul’da doğdu. 1998
yılında İstanbul Üniversitesi Amerikan
Kültür ve Edebiyatı bölümünden
mezun oldu.
Hizmet sektöründe çeşitli alanlarda
çalıştıktan sonra sinemacı ve yazar
aile ferdlerinin etkisiyle reklamcılık
dünyasına girdi ve 15 yıl boyunca
ajanslarda yöneticilik yaptı.
2012 yılında kendi şirketini kurdu,
markalara proje bazlı iletişim ve
danışmanlık hizmeti veriyor.
Bu kez kendi zaman yönetimini yaparak
yazmaya, kitaplara, hayvanlara ve
doğaya daha fazla vakit ayırabilen bir
birey olarak hayatına devam etmek en
büyük hayali.
Therapia Sayı 3 | 47
48
| Therapia Sayı 3
(In Mind dergisi 15. sayıdan çeviri)
arne sjöström
İntikam ne
zaman tatlıdır?
Kısa bir
intikam öyküsü
Hemen herkes “intikam tatlıdır” sözüne aşinadır.
Acaba bu sözde bir gerçeklik payı olabilir mi?
İntikamın ve intikamın hem psikolojik hem de
davranışsal anlamları ampirik olarak henüz yeni
ilgi görmeye başladı. Bu makalenin amacı intikam
meselesine bilimsel bir perspektiften bakarak
konuya dair genel bir bakış sunmak ve intikam
eylemlerinin potansiyel “işlevselliğini” incelemek.
çeviri: ceylan özge kunduz
Therapia Sayı 3 | 49
Arne Sjöström Philipps-University Marburg’dan 2010 yılında
mezun oldu. Şu anda uluslararası bir bilimsel proje olan ve
sosyal bilimlerin medya, politika ve halkla ilişkisini inceleyen
VISCOM’da araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Doktora
projesinde ise gruplarda intikam reaksiyonlarının işlevselliğini
konu ediniyor.
Alexandre Dumas’nın “Monte Cristo Kontu” klasik bir
intikam ve misilleme öyküsüdür. 19. yüzyılın başlarında
Fransa’da geçer. Öykü Edmond Dantés etrafında döner.
Dantés bir ticari geminin ikinci kaptanıdır ve haksız sebeple
ihanetle suçlanarak Château d’If ’te bir zindana hapsedilir.
Marsilya kıyısı açıklarındaki bu adada 14 yıl tutuklu kalır.
Edmond sonunda adadan kaçmayı başarır ve eve zengin
Monte Kristo Kontu kimliğine bürünerek geri döner.
Döndükten sonra da ona bir zamanlar iftira atan üç adamın
hayatını mahvetmek için harekete geçer. Komplocular
cezalandırılmayı o kadar hak ediyordur ve Dantés’in onlara
karşı kurduğu komplolar öylesine girift ve maharetlidir ki
onun öç alışındaki tatmini okuyucu da kolaylıkla tecrübe
edebilir. Buradan yola çıkarak intikamın neden ya da daha
doğrusu ne zaman daha tatlı olduğu sorusunu sorabiliriz. Bu
makalenin amacı bu soruyu yanıtlamanın yanı sıra intikam
meselesini aydınlatmak ve intikamın toplumsal ve bireysel
işlevlerini bilimsel bir bakış açısından incelemektir.
İntikamın Tanımı
İntikam olgusu insanlığın kendisi kadar eskidir. Her ne kadar
çoğu insan kendisini görünüşte “ilkel” olan bu kavramla
özdeşleştirmek istemese de aslında “iyi” intikam hikayelerini
dinlemekten keyif alır. Hatta intikam eylemlerinin estetik
bir çekicilik taşıdığı bile söylenebilir (Tripp, Bies, & Aquino,
2002). Bu, özellikle “iyi infaz edilmiş” yani hem yaratıcı hem
de maharetli şekilde gerçekleştirilmiş intikam tasvirleri için
50
| Therapia Sayı 3
geçerlidir. İntikam müzik, edebiyat ve sinemada hep ana
tema olmuştur. Bu durum bugün de değişmemiştir. Örneğin
Shakespeare’in tragedyası Hamlet ya da Clint Eastwood’un
Oskar ödüllü “Affedilmeyen”i… Bugün günlük gazeteler ve
haberler bile intikam öyküleriyle doludur. El Kaide lideri
Usame Bin Ladin’in öldürülmesinin ardından haber basını
terör örgütünün intikam eylemlerine girişebileceği konusunda
uyarıda bulunmuştu ve dedikleri gibi de oldu. Bir diğer örnek
de İranlı bir kadın olan Ameneh Bahrami’nin yaşadıkları.
Bahrami onu kör eden bir adamın gözünü çıkarttı, hem de
devletten aldığı resmî izinle. Bu tam anlamıyla “göze göz”
intikamdı. Hollandalı psikolog Nico Frijda’nın 1994’te
belirttiği gibi, intikamın her yerde görüldüğü ve evrensel
olduğu göz önüne alındığında bilimsel araştırma dünyasının
bu konuyu uzunca bir süre epeyce ihmal etmiş olması kayda
değer. Bir diğer deyişle ampirik bilim, intikam üzerine
araştırma yapma konusunda epeyce gecikti.
Bu olgunun ampirik olarak çalışılmasında atılacak ilk ve
önemli adım intikam tanımımızda mümkün olduğunca net
olmaktır. İntikam tanımları arasında belki de en net ve iyi
olanı, intikamı algılanan bir yanlışa cevaben zarar verme
eylemi olarak betimleyen tanımdır (Aquino, Tripp, & Bies,
2001; Stuckless & Goranson, 1992). İntikam saygısızca
yapılmış bir davranışa veya harekete verilen cevaptır ve söz
konusu suçun var olan adalet normlarını yok saydığının
kabulü üzerine kuruludur (Bies & Tripp, 1996; Gollwitzer,
2009). Dolayısıyla, intikam hem ahlakî sezgilerimizle hem de
öznel adalet ve hak etme anlayışlımızla ilintilidir (cf. Bies &
Tripp, 2005).
İntikamın bir başka önemli özelliği ise misillemenin
büyüklüğü ya da şiddetidir. İntikam alacak kişinin bakış
açısından bakacak olunduğunda bile intikamın prensip olarak
ölçülü ve adil olması gerekir (Stillwell, Baumeister, & Priore,
İntikam olgusu insanlığın kendisi kadar
eskidir. Her ne kadar çoğu insan kendisini
görünüşte “ilkel” olan bu kavramla
özdeşleştirmek istemese de aslında “iyi”
intikam hikayelerini dinlemekten keyif alır.
2008; Tripp, Bies, & Aquino, 2002). Buna uygun olarak
intikamın sonuçları da en başta verilmiş zararla kıyaslanabilir
olmalıdır. Ne var ki örnekler, bazı durumlarda misilleme
hareketinin başlangıçtaki provokasyondan çok daha kuvvetli
olduğunu gösterir. İntikam alanlar buna rağmen kendilerini
iyi hissedebilir ve “doğru şeyi yaptıklarını” düşünebilir.
İntikam son derece doğal ve beklenen bir reaksiyon olarak
görülebilir ama tam da bu sebeple böyle bir davranışın hem
itici güçlerini hem de yaşattığı tatmin hissini incelemek
önemlidir: İntikam gerçekten de tatlı mıdır?
İntikam tatlı mıdır?
İsviçreli nörobilimci Dominique de Quervain ve çalışma
arkadaşları (de Quervain et al., 2004) yaptıkları bir nörogörüntüleme çalışmasında intikamın tatlı bir tada sahip olup
olmadığı sorusuna değindiler. İleri görüntüleme teknikleri
sayesinde bilim insanları beyin aktivitesi ile bazı zihinsel
işlevler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarabiliyorlar. Cezanın nöral
temelini keşfetmek için yapılan bir deneyde katılımcılara bir
para oyunu oynatıldı ve bu sırada beyinleri görüntülendi.
Oyun kısaca şöyleydi: Bir katılımcı (ona A diyelim) parasını
ikinci bir kişiye (B) bağışlamak isterse toplam para iki katına
çıkıyordu. B, bunun karşılığında hiç para vermezse (adillik
normlarının dikte ettiği gibi) A oyuncusu B’ye ceza puanı
verebiliyordu. Sonuçlar, katılımcıların, adalet normlarına
uymayan oyuncuları -ceza puanlarını kendi paralarıyla
satın alınmak zorunda kalsalar da- cezalandırmayı tercih
ettiklerini gösterdi. Bu tür deneyler cezanın beynimizdeki
ödül ilişkili alanların aktivasyonuyla ilintili olduğunu
gösteriyor. Aktivasyon beynin ödül sisteminin bir parçası olan
dorsal striatum’da gerçekleşiyor. Yemek, seks ve uyuşturucu
gibi başka ödül ilişkili davranışlarda da bu alan işin içinde
bulunuyor. Sonuçlar ayrıca insanların adalet normlarından
sapan kişileri cezalandırmaktan tatmin duymayı beklediklerini
de gösteriyor. Sonuç olarak de Quervain ve çalışma arkadaşları
intikamın iyi hissettirdiğine ve aslında gerçekten de tatlı
olduğuna dair fizyolojik bir kanıt bulmuş durumda.
İntikam
Bu bulgulara paralel olarak, Mario Gollwitzer ve Markus
Denzler tarafından 2009 yılında yapılan bir çalışma
katılımcıların, intikam aldıktan sonra saldırganlığa (agresyon)
dair düşüncelerinin engellendiğini gösterdi. Bu, intikam
almanın bir başka olumlu etkisi gibi görünse de bu bulgu
sadece bazı koşullar sağlandığında geçerli oluyordu. Ancak
buna daha sonra döneceğiz. Bu bakışa bir diğer destek de
Arlene Stillwell ve çalışma arkadaşlarından geldi (2008).
Onlar da aynı etkiyi ters yönde buldular. Yani zarar gördükten
sonra intikam almaya girişmeyenlerin daha öfkeli hissettikleri
sonucu ortaya çıktı.
İntikamın intikam alan için her zaman çok da yararlı
olmayabileceğine dair bulgular da var. Kevin Carlsmith
ve çalışma arkadaşları tarafından yapılan bir araştırma
(2008), intikam alan insanların intikam alma şansına
sahip olmayan ya da intikam almayı yalnızca hayal etmiş
kişilerle karşılaştırıldığında kendilerini daha az tatmin olmuş
hissettiğini gösteriyordu. Yani intikam alanların, intikam
almamış olanlara göre, onlara acı çektirmiş kişilerle ilgili
daha fazla düşündükleri ya da intikam sonrasında gerçekten
“eşitlenip eşitlenmediklerini” daha fazla kafaya taktıklarını
ortaya çıkartıyordu.
Birbiriyle çatışan bu sonuçlardan bağımsız olarak yukarıda
bahsi geçen kanıt, “intikam tatlıdır” sözünde bir gerçeklik
payı olduğunu gösteriyor. Bu da şu soruyu akıllara getiriyor:
İntikam almak tam olarak ne zaman iyi hissettirir ve intikamı
bu kadar tatlı kılan şey nedir?
Therapia Sayı 3 | 51
İntikam davranışının altında
yatan temel ve en önemli amaç
intikamcıların faillere bir mesaj
iletmek istemesi ve failin yanlış bir
şey yaptığının farkına varmasını
sağlamak gibi görünüyor.
Bir mesaj iletmek mi yoksa acıyı eşitlemek mi?
Gollwitzer ve çalışma arkadaşları (Gollwitzer, Meder, &
Schmitt, 2011) intikamın pozitif şekilde deneyimlenmesinin
iki yolu olduğunu söylüyor. İlki, suçlunun, mazlumun
çektiği şekilde acı çektiğini görme arzusu. Bu görüş, zarar
gören kişiyle zarar verenin eşit derecede acı çekmesinin
kurban açısından tatmin edici olduğunu savunuyor. Bu
durumda zarar vermiş olan kişi acı çektiği müddetçe kurbanın
intikamdan mesul olup olmamasının bir önemi olmuyor.
Bu görüşe göre, bana bir oyun etmiş olan iş arkadaşımın bir
sunum sırasında pantolonunun yırtılmasını görmek benim
için yeterince tatmin edici olur. Başına gelen bu talihsizlikten
sorumlu olmasam da... Buna “göreli acı çekme hipotezi”
(comparative suffering hypothesis) (Frijda, 1994) adını
veriyoruz. Alternatif bir görüş de intikamın zarar vermiş olan
kişiye bir mesaj iletme amacı taşıdığı yönünde. Belki de bize
acı çektiren kişiye onun çok yanlış bir şey yaptığını söylemek
ve bu yüzden cezalandırılması gerektiğini kendisine iyice
anlatmak isteriz. Bu mesaj yerine ulaştığında da kendimizi
tatmin olmuş hissederiz. Bu varsayıma da “anlama hipotezi”
(understanding hypothesis) diyoruz. Var olan bulguları gözden
geçirdiğimizde her iki hipotez için de mantıklı argümanlar
bulunduğunu görüyoruz.
İlk hipotez e göre, işlenen bir suç, bu suçu işleyen kişi
ve kurban arasında duygusal bir dengesizliğe neden olur.
Dolayısıyla da kurban, bu dengesizliği azaltma çabasına girişir
(Frijda, 1994). Bu amaca yalnızca, zarar veren, kurbanın
çektiği kadar acı çekerse ulaşılmış olur. “Göreli acı çekme”
(comparative suffering) görüşünü destekleyen birçok çalışma
bulunuyor. Bu çalışmalardan bir tanesinde gözlemciler,
suçlunun başına talihsiz bir olay geldiğinde kendisine daha
az ceza verme eğilimi gösteriyor (Austin, 1979). İkinci
hipotez, yani “anlama” (understanding) hipotezi ise kurban
52
| Therapia Sayı 3
ve suçlu arasındaki iletişime vurgu yapıyor. Bu durumda
suçlunun yapmış olduğu şeyin farkına varması ve daha önceki
davranışından ötürü ondan intikam alındığını anlaması
önemlidir (cf. Miller, 2001).
Gollwitzer ve çalışma arkadaşları (Gollwitzer, et al.
2011) yakın zamanda bir araştırma yaptı. Bu araştırmada
üç aşamalı bir deneyle iki hipotezi birden test ettiler.
Deneyde katılımcılar bir çekilişe katıldı. Bu çekilişe göre
para kazanılıyor ya da kaybediliyordu. Katılımcılar ilk
aşamada çektikleri kurayla partnerlerine ne kadar para
verileceğini belirliyordu. Katılımcıların yarısı “güç” kurası
çekiyordu. Bu, onların hatalı ya da normlardan sapan
partnerlerinden (bu partnerler araştırmacıların ekibindendi
ve deneyin gereği olarak normlardan sapıyor ve adil olmayan
davranışlar gerçekleştiriyorlardı) para almasını sağlıyordu
ve bu sayede adil olmayan davranışların cezalandırılması
mümkün oluyordu. İkinci aşamada da katılımcıların diğer
yarısının “kayıp” kurası çekmesi sağlanıyordu. Bu kura da
partnere para kaybettiriyordu. Ancak bu kurayı çekenlerin
partnerleri cezalandırılma yoluyla değil “kader” sebebiyle
para kaybediyordu. Bir sonraki aşamada, Gollwitzer ve
çalışma arkadaşları şartları değiştirdi. Bu kez katılımcılardan
bazıları hatalı davranan partnerlerden, cezayı neden aldıkları
konusundaki düşüncelerine dair bir mesaj aldı. Kimi
katılımcılar ise bu mesajı almadı. (“Böyle aksilikler olur!”
diyenler de oldu “Benim için bu çok kötü oldu ama belki de
bu, sana bu kadar kötü davrandığım için ödemek zorunda
kaldığım bir bedeldir.”diyenler de.) Araştırmacılar son olarak,
katılımcıların tatmin olup olmadıklarını ve“herkesin hak
ettiğini aldığına” dair bir izlenim alıp almadıklarını ölçtü.
Ceza
Genel olarak bakıldığında çalışmalardan elde edilen bulguların
“göreli acı çekme hipotezi”ne kıyasla “anlama hipotezi”ni
daha çok desteklediği görülüyor. Diğer bir deyişle insanlar
en fazla tatmini ve “hakkaniyet” hissini intikam aldıklarında
ve suçlu, cezanın kendi zarar verici davranışından ötürü
olduğunu anladığında hissediyordu. Suçlu bir “idrak” mesajı
yazmadığında kurbanların yaşadığı tatmin hissi ancak, ikinci
aşamada partnerlerinin çekilişte kaybetmediğini öğrenen
katılımcılarınki kadar oldu. Dolayısıyla, tatminin yaşanması
ve adaletin yeniden tesis edildiğine dair algı, acı çekme
miktarındaki bir dengeden çok daha fazlasını talep ediyor.
İntikam davranışının altında yatan temel ve en önemli amacın
intikamcıların faillere bir mesaj iletmek istemesi ve failin
yanlış bir şey yaptığının farkına varmasını sağlaması gibi
görünüyor.
Ne var ki, sonuçlar intikam alan kişinin bunu yalnızca daha
iyi hissetmek için yaptığı şeklinde yorumlanmamalı. İntikam
ve ceza daha çok, adaleti tesis etme arzusuyla besleniyor;
ceza sayesinde fail hak ettiğini buluyor (Aquino, Tripp,
& Bies, 2006), bu da daha sonradan bir tatmin arzusuna
yol açıyor. Gollwitzer ve Bushman’ın bir yazısı (baskıda)
intikamla gelen cezanın yalnızca daha iyi hissetme amacından
beslenmediğini, daha çok, adaleti yeniden tesis etmek için
arzu edildiğine dair daha çok bulgu sunuyor. Gollwitzer ve
Bushman’ın araştırmasında, katılımcılar, yanlış yapan ya da
suç işleyen kişiyi, intikamın kendi ruh hallerini iyileştireceği
beklentisinden bağımsız olarak cezalandırıyor.
yardımcı olabilir. Ya da daha farklı şekilde açıklayacak olursak,
insanların intikam alarak neyi elde etmeyi umduğu ve adaletin
yeniden tesis edilmesi duygusunu onlara neyin verdiği,
kişilerin bu tip davranışlara olan duygusal tepkilerinden
anlaşılabilir.
Ne var ki intikam madalyonun yalnızca bir yüzüdür.
İntikamın bir bedeli de vardır. Örneğin intikam alınan
kişi de intikam alma yoluna gidebilir. Bu yüzden “affetme”
stratejileri geliştirilir (e.g., McCullough, 2008). “Af sistemi”,
böyle bir davranışın bedeli faydalarından fazla olduğunda
intikama engel olur. Sonuç olarak unutulmamalıdır ki intikam
adaletsizlikle baş etmenin tek yolu değildir.
Sonuç
Burada sunulan sonuçlar intikam arzusunun hiçbir koşulda
bastırılmamasını savunan bir çağrı olarak anlaşılmamalıdır.
Aksine, olaylara aşırı tepki göstermeyi ve bu tepkilerin
şiddet, hatta cinayet gibi daha yıkıcı şekilde gerçekleşmesini
engelleme amaçlıdır. Yapılması gereken, kişinin intikamla
ne elde etmeye çalıştığının üzerinde iyice düşünülmesidir.
İntikam bazen tatlı olabilir ama tüm tatlı şeyler gibi kararında
tüketilmelidir.
Bu noktada şu merak edilebilir: İntikamın neden tatlı
olabileceğini bilmek neden bu kadar önemli? İntikam alırken
insanları gerçekten neyin tatmin ettiğini öğrenmek bu
davranışın altında yatan motivasyonel kökleri belirlemeye
Therapia Sayı 3 | 53
Kaynaklar
Aquino, K., Tripp, T. M., & Bies, R. J. (2001). How
employees respond to personal offense: The effects of blame
attribution, victim status and offender status on revenge
and reconciliation in the workplace. Journal of Applied
Psychology, 86, 52–59.
Aquino, K., Tripp, T. M., & Bies, R. J. (2006). Getting even
or moving on? Power, procedural justice and types of offense
as predictors of revenge, forgiveness, reconciliation and
avoidance in organizations. Journal of Applied Psychology,
91, 653–658.
Bies, R. J., & Tripp, T. M. (1996). Beyond distrust: “Getting
even” and the need for revenge. In R. M. Kramer & T. R.
Tyler (Eds.), Trust in organizations: Frontiers of theory and
research (pp. 246–260). Thousand Oaks, CA: Sage.
Bies, R. J., & Tripp, T. M. (2005). The study of revenge in the
workplace: Conceptual, ideological and empirical issues. In S.
Fox, & P. Spector (Eds.), Counterproductive work behavior:
Investigations of actors and targets (pp.65–82). Washington,
DC: American Psychological Association.
Carlsmith, K. M., Wilson, T. D., & Gilbert, D. T. (2008).
The paradoxical consequences of revenge. Journal of
Personality and Social Psychology, 95, 1316–1324.
de Quervain, D. J.-F., Fischbacher, U., Treyer, V.,
Schellhammer, M., Schnyder, U., Buck, A., et al. (2004).
The neural basis of altruistic punishment. Science, 305,
1254–1258.
Frijda, N. H. (1994). The Lex Talionis: On vengeance. In
S. H. M. van Goozen, N. E. van der Poll, & J. A. Sergeant
(Eds.), Emotions: Essays on emotion theory (pp. 263–289).
Hillsdale, NJ: Erlbaum.
54
| Therapia Sayı 3
Gollwitzer, M. (2009). Justice and revenge. In M. E.
Oswald, S. Bieneck, & J. Hupfeld-Heinemann (Eds.), Social
psychology of punishment of crime (pp.137–156). Hoboken,
NJ: Wiley.
Gollwitzer, M. & Bushman, B. J. (in press). Do victims of
injustice punish to improve their mood? Social Psychology
and Personality Science.
Gollwitzer, M., & Denzler, M. (2009). What makes revenge
so sweet: Seeing the offender suffer or delivering a message?
Journal of Experimental Social Psychology, 45, 840–844.
Gollwitzer, M., Meder, M., & Schmitt, M. (2011). What
gives victims satisfaction when they seek revenge? European
Journal of Social Psychology, 41, 364-374.
McCullough, M. E. (2008). Beyond revenge: The evolution
of the forgiveness instinct. San Francisco, CA: Jossey-Bass.
Miller, D. T. (2001). Disrespect and the experience of
injustice. Annual Review of Psychology, 52, 527–553.
Stillwell, A. M., Baumeister, R. F., & Del Priori, R. E. (2008).
We’re all victims here: Toward a psychology of revenge. Basic
and Applied Social Psychology, 30, 253–263.
Stuckless, N., & Goranson, R. (1992). The vengeance scale:
Development of a measure of attitudes toward revenge.
Journal of Social Behavior and Personality, 7, 25–42.
Tripp, M., Bies, R. J., & Aquino, K. (2002). Poetic justice
or petty jealousy? The aesthetics of revenge. Organizational
Behavior and Human Decision Processes, 89, 966–984.
Vidmar, N. (2001). Retribution and revenge. In J. Sanders &
V. L. Hamilton (Eds.), Handbook of justice research in law
(pp. 31–63). New York: Kluwer Academic/Plenum.
Therapia Sayı 3 | 55
56
| Therapia Sayı 3
Ferhat’la
dağları delmek
‘Psikoterapi nedir?’ sorusu, dünyanın en uzun yanıtlı, yoruma en açık
sorularından biri. Bu soruyu sorduğumuzda; bilim, sanat ve felsefe
literatürünü kapsayan kütüphaneler dolusu bilgi karşılar bizi.
şule öncü
Therapia Sayı 3 | 57
Terapist kendi yaratıcılığını,
spontanlığını ve teknik birikimini
kullanarak danışanını yaratıcılığa teşvik
eder. Ancak burada denge çok hassastır.
Çünkü yaratıcılık, bilinçdışında olanı
kullanıma açma sürecidir
‘Psikoterapi nedir?’ sorusu, dünyanın en uzun yanıtlı,
yoruma en açık sorularından biri. Bu soruyu sorduğumuzda;
bilim, sanat ve felsefe literatürünü kapsayan kütüphaneler
dolusu bilgi karşılar bizi. Psikoterapi görmüş olanların
ve psikoterapistlerin zihinlerindeki psikoterapi olgusunu
sistematik bir şekilde özetleyip objektif bir tanıma dökmeleri
hiç de kolay değildir. Çünkü psikoterapi, ancak ve ancak
öznel anlamlarla, metaforlarla tanımlanabilir, tarif edilebilir,
anlamlandırılabilir.
M. Bilgin Saydam, metafor olgusundan söz ederken
psikoterapiste şöyle seslenir: “Maddeyle aslında hiç
karşılaşmayız. Karşılaştığımız, mecazlardır. Kültür, mecazı
gerçek sanmaktır. Mecazı ‘blöfü’ gör.”
Homo-narans olduğumuzu düşününce Saydam’a hak
vermemek elde değil. Biyolojik tanımı ‘homo-sapiens’ olan
canlının, toplumsal tanımı ‘homo-narans’ yani ‘hikaye
anlatan’. Bizler; kendini hikayelerle şekillendiren, ötekini
hikayesiyle tanıyan, hikayeleriyle hayat bulan varlıklarız.
Hikayeler üzerinden ilişki kuruyoruz. Hikayelerimizin
geçişliliğini sağlayan taşıyıcılar ise nesnelere, olgulara, olaylara,
kişilere yüklediğimiz öznel anlamlar; başka bir deyişle
metaforlardır.
Bu bağlamda psikoterapi de hayatın kendisi gibi, hikayelerin
karşılaşması ve metaforların paylaşılması esasına dayalı bir
ilişki kurma şeklidir. Psikoterapinin anlamı, danışanın ve
psikoterapistin içsel kaynakları olan öznel anlamlarıyla
belirlenir. Danışanın kaynaklarını kullanmayan bir psikoterapi
düşünülemeyeceği gibi, terapistin kaynaklarını kullanıma ve
değişime sunmadığı bir psikoterapi, eksik ve yarım kalır.
Danışanlar psikoterapiye sorunlarının çözümleri için başvurur.
Çözüm; olgulara farklı pencerelerden bakabilmekle, farklı
58
| Therapia Sayı 3
anlamlar yükleyebilmekle yani metaforları çeşitlendirmekle
ilgilidir. İnsan ruhu da tıpkı bir bitki gibi serpilip gelişmeye,
büyümeye eğilimlidir. Metaforların çeşitlenmesi bir
ağacın dallanıp budaklanmasına benzer. Ağacın dallanıp
budaklanması, çözüm yollarının, çarelerin ve anlamın
çoğalması demektir. Çözüm; mutlak zannedilen durumun
mutlak olmadığının idrakı ile başlar. Ancak idrak yetmez.
Danışan kendi alternatif anlamlarını üretebilir hale gelmelidir.
Bunun için de danışanın kendi içindeki güç kaynağının yani
yaratıcılığının açığa çıkarması gerekir.
Terapist kendi yaratıcılığını, spontanlığını ve teknik birikimini
kullanarak danışanını yaratıcılığa teşvik eder. Ancak burada
denge çok hassastır. Çünkü yaratıcılık, bilinçdışında olanı
kullanıma açma sürecidir. Bilinçdışı ise vahşi ve ürkektir.
Açığa çıkmak için güvenlik ister. Bu yüzden, yaratıcılığın
hayat bulabilmesi için etrafına bir çerçeve çizilmesi gerekir. Bu
çerçeve psikoterapinin güvenlik hattıdır, yani psikoterapi etiği.
Psikoterapi en temelde etiğiyle tanımlı bir disiplindir.
Etik deyince, psikoterapistin kendini nasıl tanımladığına
bakmak gerek. Bu konuda Murat Dokur, Irvin Yalom, Harry
Guntrip, M. Bilgin Saydam, J. L. Moreno, Yavuz Erten gibi
literatüre değerli katkılar sağlamış uzmanların görüşlerini
kendime yakın buluyor ve paylaşıyorum. Benimsediğim
psikoterapist etiğini yazıya dökmeye çalışacağım:
Psikoterapist, bir diğerine kabuğunu değil boşluğunu
dönebilen; boşluğunu güvenli ve terapötik bir hazne olarak
sunabilendir. Bu sayede danışanın o haznede dinlenmesine,
yenilenmesine, yeşerip büyümesine imkan sağlar.
Psikoterapist; yüksüz, yansız ve yargısız ilişki kurabilendir.
Çoğunluğun bir diğerine savunma ve saldırı yöntemleriyle,
kültürel ve ahlaki kısıtlanmışlıkla, kalıplaşmış değer
yargılarıyla yaklaştığı (yaklaşamadığı) bir dünyada, yaraları
iyileştirmek ancak böyle bir ortamda mümkündür.
Psikoterapist; danışanın istemediği bir role sokulmadan,
suçlanmadan, ayıplanmadan, etiketlenmeden, yargılanmadan
kabul gördüğü bir ilişkiyi kurmakla yükümlüdür.
Psikoterapist danışanını korur ve kollar. Kendini koruyup
kollamak da ancak bir başkasını koruyup kollayabilmekle
mümkündür.
Psikoterapist, danışanı hakkındakileri bilen değil, onunla
birlikte araştırandır. Danışanın zihnini okuyan değil, ona
ilgi ve merak duyandır. Yorumlarıyla danışanını işgal eden
değil; yorumu yapıcı bir teklif olarak sunandır. Dikte etmez,
alternatif metaforlar sunar. Uzaktan izlemez, birlikte yolculuk
eder. Normatif değildir, danışanın ihtiyacına göre şekillenir.
Psikoterapistin kendini, hayatı ve ötekini öğrenme süreci
bitmez, süreğendir. Danışanıyla birlikte değişime ve gelişime
açıktır.
Psikoterapist, ‘Ferhat dağları delemiyor’ hikayesini, ‘Ferhat
dağları delebilir’ hikayesiyle karşılayandır. Ancak şunları
araştırmayı da ihmal etmez: “Ferhat dağdan ne anlıyor, Ferhat
dağları niçin delsin, Ferhat dağları delmeli mi, Şirin kim...”
İşte bu ‘birlikte araştırma süreci’nde benim için, yazı ve
sinema da büyük önem taşıyor. Çünkü bu iki mecra, ortaya
koydukları hikayelerle; yeni karşılaşmalara, etkileşime,
dolayısıyla dönüşüme imkan sağlıyor. Gelmiş geçmiş en özgün
ve başarılı psikoterapistlerden biri olan Milton H. Erickson da
temelde bir hikaye anlatıcısıydı.
Yazı ve psikoterapi benim için ayrıca anlam yüklenecek şeyler
değil, anlamın ve kendi hikayemin üzerinde yapılandığı
birer zemin. Aslında iç içe geçmiş tek bir zemin. Buradan
düz bir okumayla ‘danışanlarımın hikayelerini yazıyorum’
sonucu çıkarılmasın (okurların sıkça sorduğu bir sorudur).
Danışanlarımın hikayelerini yazmıyorum. Edebi metinlerimin
farklı bakış açılarına ve sorgulamaya açık olmasına gayret
ediyorum. Okurlara olgularla ilgili alternatif metaforlar
sunmaya çalışıyorum. Bu konuda olumlu geribildirim almak
beni sevindiriyor. Bunun yanında, metnin estetik değerini,
akıcılığını ve mizah unsurunu çok önemsiyorum. Yazı,
bazen kendimi onardığım bir atölye; bazen de bilinmeyeni,
yeni ve farklı olanı deneme cesareti veren bir itki. Hayatı
anlamlandırdığım, anlamlarımı çeşitlendirip birbirine
bağladığım, bu sayede seçeneklerimi ve çarelerimi de
çoğalttığım bir yaşam alanı.
Bu bakımdan yazıyı (yazmaya istekli danışanlarla /
katılımcılarla) psikoterapide ve atölyelerde mümkün
olduğunca kullanıyorum. Film sahneleri, fotoğraflar, resimler,
objeler ve eylem de gerektiği zaman psikoterapinin bir parçası
oluyor. Sanatın olanaklarından yararlanmanın ve disiplinler
arası çalışmanın psikoterapiyi geliştirip zenginleştirdiğine
inanıyorum. Bugüne kadarki gözlem ve deneyimlerim de bu
inancı destekliyor.
Herkese anlamlı hikayeler ve karşılaşmalarla dolu, aydınlık
günler dilerim.
Homo-narans izleği üzerinden gidersek, psikanalizi edebiyatın
bir dalı sayanlara katılıyorum.
Therapia Sayı 3 | 59
Brian Mustanski, Ph.D. (The Sexual Continuum dergisi
26.04.2012’de yayımlanan makaleden çeviri)
Homofobik insanlar gerçekten
de kendilerini kabullenememiş
eşcinseller mi?
Yakın zamanda yapılan bir araştırma homofobinin farkında olmadan
aynı cinse çekim duymayla ilişkili olduğunu gösteriyor
çeviri: ceylan özge kunduz
Prestijli akademik dergi Journal of Personality and Social
Psychology’de yakın zamanda yayımlanmış bir dizi çalışma
farkında olmadan aynı cinse karşı çekim duyan kişilerin,
özellikle de aynı şekilde homofobik tutumlara sahip otoriter
ebeveynlerle büyüdükleri takdirde, ileri düzeyde homofobi
gösterdiklerini ortaya koydu.
Araştırma ekibine göre bu, hem ebeveynlik biçiminin hem
de cinsel yönelimin, özbildirim yoluyla bildirilen homofobik
tutumlar, ayrımcı önyargı, eşcinsellere karşı örtük düşmanlık
ve eşcinsellik karşıtı politikaların benimsenmesi de dahil
olmak üzere eşcinsellik karşıtı tutumların oluşumunda
oynadığı rolü belgelendiren ilk çalışma.
Üniversite baskısında, çalışmanın başyazarı Netta Weinstein,
“kendilerini heteroseksüel olarak tanımlayan ancak psikolojik
testlerde aynı cinse kuvvetli bir çekim duyduğunu gösteren
bireyler kendilerini kadın ve erkek eşcinsellerin tehdidi altında
hissedebilir çünkü eşcinseller onlara kendi içlerindeki benzer
eğilimleri hatırlatır.” diyor.
Bundan önce yapılan bir çalışmada cinsel çekimin jenital
ölçüleri kullanıldı ve homofobik erkeklerin ereksiyonlarında,
erkek eşcinsellere yönelik erotik materyaller karşısında bir artış
görüldüğü ortaya çıktı.
Aynı baskıda, çalışmanın ortak yazarlarından Richard
Ryan şunu ekliyor: “Bunlar kendileriyle savaş içinde olan
insanlar ve bir şekilde bu içsel çatışmayı dışarı yöneltiyorlar.”
Kadın ve erkek eşcinsellere karşı tutum, aynı cins evliliğin
yasallaştırılması ve işte ayrımcılık yapılmaması gibi güncel
siyasi meselelerin de önemli bir parçası. Ne var ki bu tip
eşcinsel karşıtı tutumları neyin ateşlediği konusunda çok az
bilimsel araştırma yapılmış durumda.
Bu dergide yayımlanan makalelerdeki tipik özellik bu
makalede de mevcut: Bu araştırma da birbirinden ayrı, çoklu
deneyler içeriyor. Deneyler Amerika Birleşik Devletleri ve
Almanya’da gerçekleştirildi. Her bir çalışma ortalama 160
üniversite öğrencisiyle gerçekleştirildi. Çalışma, katılımcıların
açık ve örtük cinsel çekimlerini ölçmeye odaklanıyordu.
60
| Therapia Sayı 3
Araştırmanın tasarımı nasıldı?
Deneyler Amerika Birleşik Devletleri
ve Almanya’da gerçekleştirildi. Her
bir çalışma ortalama 160 üniversite
öğrencisiyle gerçekleştirildi. Çalışma,
katılımcıların açık ve örtük cinsel
çekimlerini ölçmeye odaklanıyordu
Açık çekimler bilinçli olarak farkında olduklarımız ve bir
ankette bahsedip bildirebildiklerimizdir. Gizli çekimler ise
daha bilinçdışı olanlardır ve bir anketle tespit edilemezler.
Bunun yerine psikolojik görevler kullanılarak ölçülürler.
Araştırmacılar katılımcıların açık ve örtük cinsel çekimlerini
incelemek için, onların cinsel yönelimleri konusunda
ne söyledikleriyle zamanlı görevler sırasında nasıl tepki
verdikleri arasındaki farkı ölçtüler. Öğrencilere bir bilgisayar
ekranında sözcükler ve resimler gösterildi ve onlardan bunları
“homoseksüel” ya da “heteroseksüel” kategorilerine koymaları
istendi. Her bir 50 deneme öncesinde katılımcılar eşikaltı
algılamaya uygun bir şekilde “ben” ya da “başkaları” sözcükleriyle
önceden hazırlandılar (priming). Bu sözcükler ekranda 35
milisaniye kadar yanıp söndü. Bu, katılımcıların bilinçli şekilde
algılayamayacağı kadar hızlı bir şekilde gerçekleşti.
Ardından “eşcinsel”, “düz” (straight), “homoseksüel” ve
“heteroseksüel” sözcüklerinin yanı sıra heteroseksüel ve
eşcinsel çiftlerin resimleri gösterildi ve bilgisayar, katılımcıların
yanıt zamanlarını tam tamına takip etti. “Ben” sözcüğünün
“eşcinsel” sözcüğüyle daha kısa sürede ve “ben” sözcüğünün
“heteroseksüel” sözcüğüyle daha uzun sürede bağdaştırılması
örtük bir eşcinsel yönelime işaret ettiği şeklinde yorumlandı.
Araştırmacılar son olarak, katılımcıların homofobi seviyelerini –
hem toplumsal politikalar ve inançlar üzerine yapılan anketlerde
ifade edildiği gibi açık, hem de sözcük tamamlama görevlerinde
ortaya çıktığı gibi örtük şekilde– ölçtü. Örtük ölçü için
öğrenciler verilen bir sözcük tamamlama görevinde
–örneğin “k i _ _” gibi bir boşluk tamamlamada– akıllarına
gelen ilk üç sözcüğü yazdılar. Çalışmada, katılımcılara 35
milisaniye boyunca” eşcinsel” sözcüğünün gösterilmesinden
sonra yazdıkları saldırgan nitelikli sözcüklerdeki artışı takip etti.
Bu deneylerde kendilerini tepki zamanlı görevlerde
gösterdikleri performanstan daha heteroseksüel olarak
bildiren katılımcılar eşcinsel kişilere karşı daha fazla düşmanca
tepki gösterdiler. Diğer bir deyişle bir katılımcı kendisini
heteroseksüel olarak tanımladıysa ancak eşcinsellikle uyumlu
bir tepki örüntüsü gösterdiyse homofobik tutum göstermesi
daha muhtemel oluyordu.
Örtük ve açık cinsel yönelim ölçüleri arasındaki bu
uyumsuzluk çeşitli homofobik davranışları öngörüyordu.
Bunlar arasında özbildirim yoluyla iletilen eşcinsellik karşıtı
tutumlar, eşcinsellere karşı örtük düşmanlık, eşcinsellik karşıtı
politikaların benimsenmesi ve eşcinsellere daha ağır cezaların
verilmesi gibi ayrımcı taraflı yargılar da bulunuyor.
Her çalışmada olduğu gibi bu çalışmada da birtakım
sınırlılıklar söz konusu idi. Yazarların da belirttiği gibi tüm
katılımcılar üniversite öğrencisiydi. Yani ileride yapılacak
araştırmalarda bu etkileri daha genç, halen aileleriyle birlikte
yaşayan ergenlerin yanı sıra ebeveynlerinden bağımsız
bir hayat kurmuş olan yetişkinler üzerinde test etmek ve
tutumlara zaman içinde değişirken bakmak faydalı olabilir.
Buna ek olarak buradaki bulguların korelasyonel yapısı göz
önüne alındığında nedensel ve gelişimsel çıkarımlar güvenilir
şekilde yapılamaz. Son olarak, örtük ölçülerin bireyin ruh
durumuna (psyche) ya da “gerçek” cinsel yönelimine açılan
mükemmel bir pencere olmadıklarını da belirtmek önemlidir.
Bu sınırlılıklarına rağmen bu çalışma dizisi bize homofobinin
köklerini anlamada yardımcı oluyor. Özellikle de aynı cinse
karşı duyulan bastırılmış cinsel çekim durumlarında...
Dr. Mustanski IMPACT LGBT Sağlık ve Gelişim
Programı’nın direktörü olarak görev yapıyor.
Therapia Sayı 3 | 61
62
| Therapia Sayı 3
Taşrada psikiyatr
olmak
Mecburi hizmet sebebiyle gidilen uzak bir kasaba… Şehir hayatının
tüm konforunun bittiği yerde uzatılan bir yardım elinin değiştirdiği
hayatlar… Bir şeyleri değiştirip iyileştirirken edindiği tecrübelerle
ruhunu zenginleştiren bir hekimin anıları…
imbat taşkın
Therapia Sayı 3 | 63
Devlet hizmet yükümlülüğü ya da diğer adıyla mecburi
hizmetle tayin olduğum ilçeye doğru yol alırken, dört şeyin
birlikte bulunmasını bu kadar özleyeceğim hiç aklıma
gelmemişti…
Bu vazgeçilmez dörtlü; elektrik, su, çalışan kalorifer ve
kesilmeyen televizyon yayınıydı. Siyah, beyaz, kahverengi ve
griden oluşan dört temel rengin hakim olduğu 30.000 nüfuslu
bir orta Anadolu ilçesine tayin olmuştum. Tüm hayat iki
sokağın etrafında dönüyordu. Çalışacağım hastane, eczaneler
ve bakkal benzeri bir iki market ise sosyal aktivitelerin yegane
merkeziydi!
Ocak ayında işbaşı yapmak, aslında çok da talihli olmayacak
bir başlangıçtı. Lapa lapa yağan kar hemen tutuyor, kolay
kolay da kalkmıyordu. Yerlisi memnundu bu durumdan…
Genelde geçimlerini tarım ve hayvancılıkla sağladıklarından;
ekinlerin verimli olması için bu iklimin ne kadar önemli ve
gerekli olduğunu anlatıp duruyorlardı. Bende ise, yüz kilometre
uzaktaki şehir merkezine hava şartları nedeniyle ulaşamamak;
belli günlerde bu nedenle gazete, meyve, sebze gibi ürünlerin
ilçeye ulaştırılamaması, hemen bir kısıtlanmışlık duygusu
uyandırıvermişti…
Ahaliyi de oldukça rahat ve gevşek bulmuştum. ‘Oldu hocam’,
‘yaparız hocam’, ‘hallederiz hocam sıkıntı yok’ en sık duyduğum
söylemleri olmasına karşın, en basit işler öyle zor yapılıyor,
o kadar çok zaman alıyordu ki! Örneğin alışveriş yapmak,
asansörü/musluğu tamir ettirmek, tren bileti satın almak, kargo
göndermek… Ya sık sık sistem çöküyordu, ya görevli yerinde
bulunmuyordu, ya pos makinası arızalıydı ya da bin bir farklı
sebeple işler sürekli aksıyordu bu diyarda.
Psikiyatriye ayrılan, hastanenin en ücra köşesindeki kuş uçmaz
kervan geçmez polikliniğimde görevime başladıktan sonra,
bölge halkını ve kültürünü daha yakından tanıma fırsatım
oldu. Kullandıkları farklı kelimeleri ilk günlerimde not bile
alıyordum. Örneğin ‘gidişmek’, kaşınmak demekti. Pek çoğu
ilaçlarını yanlış dozda ve çoğunlukla gereğinden uzun süre
kullandıklarından, bu kelimeyi sık duyuyordum. Birisinin
‘lokumunu yemek’ ise onların kızını istemek anlamına
geliyordu. On sekiz, yirmi yaşlarında hemen tüm genç kızlara
bol bol görücü geldiğinden, bu cümleyi de sık duymaya
başlamıştım.
İlçeye tayin olan ilk psikiyatri uzmanı bendim.’ Acaba burada
biz hangi hastalıkları tedavi ediyoruz biliyorlar mıdır?’, ‘Bana
doğru zamanda başvurabilirler mi?’ ‘Değişik vakalar gelir mi,
64
| Therapia Sayı 3
yoksa tekdüze hastalar mı göreceğim?’ diye kendi kendime
endişelenirken, ilginç yaşam öyküleri de polikliniğime konuk
olmaya başlamıştı bile…
Evet, oldukça muhafazakar bir Anadolu kırsalıydı tayin
olduğum yer; ancak bir de madalyonun öbür yüzü vardı. İlçenin
biraz dışında yer alan birkaç gazino, bölgenin havasını epeyce
etkiliyordu. Genelde buranın kadınları akşam ezanından sonra
zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyordu, ancak erkekleri işlerini
bitirdikten sonra arkadaşlarıyla buluşup gazinolara eğlenmeye
gidiyorlardı. Eşlerinin gazino hayatından zevk almasından
endişe duyan ev hanımları, bu gazinoların müzisyenleri, ses ve
oryantal sanatçıları, koruma görevlileri yavaş yavaş psikiyatriye
başvurmaya başlamıştı. Birbirinden alabildiğine farklı yaşamlar
süren, ancak aynı doktorun kapısının önünde bekleyen
hastalarım, polikliniğimin önünde oldukça ilginç manzaralar
oluşturuyordu. Aile (çift) sorunlarıyla sık karşılaşır olmuştum.
Anksiyete bozuklukları, depresyon, alkol ve madde bağımlılığı,
II. eksenler de cabası…
Yeşilekin köyü sakinleri ise ayrı bir renkti benim için. Ben
hariç kimse ‘Yeşilekin’ adını bile kullanmıyor, kendileri de
‘nerede yaşıyorsunuz?’ sorusuna, diğerleri gibi ‘Deliköy’
yanıtını veriyordu. Sanırım, bunun sebebi özellikle akraba
evlilikleri sonucu, bu köyde pek çok psikiyatrik bozukluğun
görülebilmesiydi. Zaten takma adı ve anlamı yüzünden
kimse Yeşilekin’den kız alıp vermiyordu. Ben polikliniğimde
Yeşilekin’den en çok bipolar bozukluk hastasıyla karşılaştım.
Taşrada psikiyatr olmak, klasik antipsikotikleri yazma yetkisine
sahip psikiyatri dışı tıp doktorlarının geliştirdiği iatrojenik
ekstrapiramidal sistem bozukluklarıyla, en son kimin, ne zaman,
ne için yazdığı sorulmadan yinelenen benzodiazepin, vitamin
ve analjezik reçeteleriyle ve bunların komplikasyonlarıyla, sık
sık uğraşmak demekti. Eczanelerle iletişimde ise çok dikkatli
olmak gerekiyordu, çünkü onların tek hedefi size mümkün
olan en uzun süreli ilaç raporlarını çıkarttırmak ve ellerindeki
stokları eritecek reçeteleri yazdırmaktı. Aksi halde bölgenin
halkına ve kültürüne sizden daha fazla hakim olduklarından,
performans sisteminde size el birliğiyle zarar verebilirlerdi.
İlçenin en nüfuzlu eczacı kalfalarının ailelerinde psikiyatri
hastası olduğundan şanslıydım. Bu sayede, ilişkilerimi optimum
düzeyde tutabiliyordum.
Göreve başladığım ilk günlerde, bölgenin kültürüne göre büyü
yapıldığı iddia edilen pek çok hasta, hastaneye başvuruyor ve
acil doktorları tarafından bana yönlendiriliyordu. Konversiyon
bozukluğu, bipolar bozukluğun manik/depresif atakları veya
psikotik atak ile başvuran hastalar ve yakınları kendilerine
hangi yöntemlerle nasıl büyü yapıldığını anlatıyorlardı. Ekmek
içine yerleştirilip de hastaya yedirilenler, sicime üflenip sonra
yere konup hasta yürürken üzerinden atlaması sağlananlar,
mezarlıkta domuz kılından yapılıp evlerin içine gizlice
yerleştirilenler… Zamanla, uygun tedavi sonrası iyileşenleri
görenler, diğer büyülenme vakalarını da doğrudan bana
yönlendirmeye başladılar. Bu arada bölgenin sayılan cami
hocaları, hasta ve yakınlarına yaptığım açıklamalardan nasibini
almıştı. ‘Bu büyü değil, hastalık, bunun doktoru hastanemize
gelmiş artık, alın ona götürün’ diyorlardı.
güzel bir duygu. Benim ilçemdekiler daha önce hiç psikiyatri
uzmanıyla karşılaşmadığından, kafalarındaki ürkütücü ‘deli
doktoru’, ‘tımarhanede çalışır bunlar’ imajını, ‘ailemizin
doktoru, biz bütün aile ona gidiyoruz’ ile değiştirebilmek
bana mutluluk vermişti. Memleketime kesin döneceğimi
öğrendiklerinde, birçoğu gözyaşlarıyla vefa ziyaretlerini yaptılar.
Gladyatör filminde başroldeki Russel Crowe’un ‘yaptığımız
her şey sonsuzlukta yankılanır’ dediğini hatırladım o zaman.
Sanki benim de hastalarımla paylaştıklarım, benim ve onların
hayatında daha uzun bir süre yankılanacaktı…
Darısı benden sonraki mecburi hizmetçinin başına!
Bir gün 20 yaşlarında bir erkek hastayı büyülendi diyerek
polikliniğime getirmişlerdi. Sık sık alıp başını gidiyor, üzüntülü
ve sıkıntılı duruyor, ailesi ile pek konuşmuyor, kendi kendine
yanında biri varmış gibi konuşuyormuş. Son zamanlarda işe
güce de bakamaz oluşu, bardağı taşıran son damla olmuş. Ailesi
ve kendisiyle görüşme yapınca ilk psikotik atağını geçirmekte
olduğunu düşündüm. Meğer, askere gitmeden önce Zülfiye
diye bir kızı sevmiş, ama kızı kısa bir süre sonra bir başkası
ile evlendirmişler. İşte ara ara ona görünüp de değişik yerlere
götüren de bu Zülfiye’ymiş. Ailesi bana getirmeden önceki gün
ise Zülfiye onu çağırmış ve adaşı olan bir kedinin düğününe
götürmüş. Kedi padişahıyla evlenen kedi Zülfiye için 40 gün
40 gece düğün yapılmış. Gelinlik de giymiş kedi Zülfiye,
davul zurnayla bol bol oynamış da… Tedavisine hemen yanıt
vermişti hastam, yemek yemeye, konuşmaya, gülümsemeye, göz
kontağı kurmaya başlamıştı. Sonrasında kontrollere gelirken
işlevselliği düzelmişti, “hocam biz babamla pancara gideceğiz
buradan, fazla sıra bekletme bana” diyerek önceden pazarlığını
da yapıyordu. O sağlığına kavuşup unutsa da, ben onun ilginç
halüsinasyonlarını unutamayacaktım.
Mecburi hizmet, gidip de bu deneyimi yaşayanlar için
memleket hasretiyle geçen bir süre, bir külfet, hayatlardan
çalınan önemli bir zaman dilimi… Ama her türlü eziyetine
karşın oradaki yaşamlara bir süre için bile olsa dokunabilmek
İmbat TAŞKIN
01.10.1973' de İstanbul'da doğdum.
1995' de Marmara Üniversitesi İngilizce
Biyoloji bölümünde lisans eğitimimi
tamamladım.1996-2002 yıllarında
Yeditepe Üniversitesi İngilizce Tıp
Fakültesi'nde okudum. 2002-2005
yılları arasında pratisyen hekim olarak
çalıştım. 2005-2010 yılları arasında
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp
Fakültesi hastanesinde Psikiyatri ihtisası
yaptım. Mecburi hizmetimi Konya'nın
Ilgın ilçesinde tamamladım, sonrasında
devlet memuriyetinden istifa ettim.
Therapia Sayı 3 | 65
66
| Therapia Sayı 3
Hakiki bir sanal
aşk hikayesi...
Sanal aşk aldatma sayılır mı? İnsan hiç görmediği
birini kendi yarattığı sanal bir kişilikten
kıskanabilir mi? Dr. Alper Hasanoğlu, sanal
ihanetin gerçek ihanetten daha az acıtıcı olmadığı
bir vakayı aktarıyor.
alper hasanoğlu
Therapia Sayı 3 | 67
Sabah saat 07.30’da ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ adlı
kitabımın adına ilham veren muayenehanemin, gıcırdayarak
açılan ağır ahşap kapısını itip 500 küsur yılın kokusunun
sindiği girişin yine gıcırdayan tahtalarına dikkatle basarak,
bekleme odasının önünden geçip çalışma odama girdim.
Her iki yanındaki ıhlamur ağaçlarıyla sessiz ve sakin bir Basel
sokağındaki bu yaşlı, iki katlı taş bina 3 İsviçreli psikiyatr
meslektaşımla paylaştığım muayenehanem. Burası, odamın
penceresinden görünen yaşlı çınar ağaçlarının ve kırmızı
balıklı bir havuzun olduğu arka avlusuyla her baktığımda
içimi huzurla dolduran bir yer olarak kalacak hatıralarımda.
Zira artık yalnızca İstanbul’dayım ve o huzur dolu
muayenehanemi özlediğimi hissediyorum sık sık.
Ha bir de çatı katındaki tek odada yaşayan ev sahibimizin tam
da benim çalışma odamın penceresinin önüne dizdiği 14 saksı
marihuana bitkisi... Evde kendiniz için ekmeniz yasak değildir
zira. Ama bir psikiyatri muayenehanesine de özel bir ironi
katmıyor da değil bu ‘zararsız’ bitkiler.
Önce bekleme odasının penceresini açtım havalandırmak için,
banyoda tuvalet kağıdı olup olmadığını kontrol ettim, sonra
dönerek yukarı kata varan dar merdivenlerden mutfağın ve iki
meslektaşımın odasının olduğu kata çıkıp kahve makinesini
açtım. Gelen postaları kontrol ettim ve kahvemi doldurup
çalışma odama indim. Giocometti koltuğuma oturup
telesekreteri açtım. Orta yaşlı, yorgun bir kadın sesi doğu
Anadolu aksanıyla çok acil olarak kocasıyla ilgili sorunları
nedeniyle benimle konuşmak istediğini söyledi.
Kocasının genç bir kadınla ilişkisi olduğunu ama aslında
ilişkisi olup olmadığından da emin olmadığını, çünkü kadının
Türkiye’de yaşadığını, eşinin ise bir siyasi mülteci olarak 10
yıldır Türkiye’ye hiç gitmedigini söylüyordu. Ajandam çok
dolu olmasına rağmen, bu sanal ilişki ilgimi çektiğinden bir
68
| Therapia Sayı 3
istisna yaptım ve biraz daha fazla çalışmayı göze alıp kadına
randevu verdim.
Bir hafta kadar sonra karşımda 40’lı yaşların başında 10
senedir İsviçre’de yaşayan, yasadışı sol bir örgüte üyelikten
yıllarca hapis yattıktan sonra İsviçre’ye sığınan kocasının
peşinden dilini hiç bilmediği bir ülkede ömrünün geri kalan
kısmını geçirmeye mahkum olup aslında siyasetle hiç de ilgili
olmayan kadınlardan biri oturuyordu.
Hikayesini onun ağzından dinleyelim:
“Ben kocam için hayatımı feda ettim. O 9 yıl cezaevindeyken
ben İstanbul’da her görüş günü onu görmeye koştum. Kendini
yalnız hissetmesin diye. Onu bekledim. İki çocuğuma
baktım, parasız kaldım ama kocamla hep gurur duydum.
Onun yaptıklarına inandım, yurtsever olduğunu biliyordum
çünkü. O da dimdik durdu içeride. Direndi, direnişi diğer
devrimcilere örnek oldu.
Herkes çok saygı duyar kocama. Kocamın adı Mehmet.
Buraya geldikten sonra da örgüt içinde ona olan saygı devam
etti. Herkes kişisel ya da ailevi bütün sorunlarında ona gelip
danışırlardı, o ne derse ona göre hareket ederlerdi.
Ben şimdi onun nasıl bu hale düştüğünü anlayamıyorum.
Artık onu tanımıyorum. Her gün içki içiyor, esrar kullanıyor
ama örgütten kimse bilmiyor esrar kullandığını. Akşam üzeri
oturuyor laptop’un başına, bir yandan okey oynuyor, diğer
yandan sonradan genç bir kız olduğunu tespit ettiğim bir
kadınla gece geç saatlere kadar sohbet ediyor. Kimi zaman
kahkaha atıyor, kimi zaman kızıp kendi kendine söyleniyor.
Ama benimle, çocuklarıyla bütün ilişkisini kesti.
Sabaha karşı sarhoş yatağa geliyor, bazen zorla ilişkiye giriyor
İlk başta çok sorun etmedim,
sonra bir gece kapatmayı
unutmuştu sayfayı, ben de ne
konuştuklarına baktım, dehşete
düştüm.
benimle, sonra da sızıyor. Öğlene doğru uyanıyor, uyandıktan
sonra ilk işi maillerini kontrol etmek, kızın online olup
olmadığı kontrol etmek.
Aylardır işsiz olduğu için öğleden sonrasını dernekte geçiriyor,
akşama doğru elinde bira poşeti eve gelip laptop’una koşuyor.
İlk başta çok sorun etmedim, sonra bir gece kapatmayı
unutmuştu sayfayı, ben de ne konuştuklarına baktım, dehşete
düştüm. Kendisini 21 yaşında sünni bir ailenin çocuğu olarak
tanıtmış. Anne babasıyla yaşadığını, üniversitede hukuk
okuduğunu yazmış. Oysa 47 yaşında ve Alevi, biliyorsunuz biz
Dersim’liyiz.
Karşıdaki kız Samsun’lu, 20 yaşında, başı kapalı. Anlamam
mümkün değil. Bunu sorunca Mehmet’e, “Bırak, biraz
eğleniyorum, ne var?“ diyor. Halbuki ben birbirlerine
yazdıkları aşk ve sevgi dolu sözleri okudum. Üzüntüden
kahroldum. Ne yapacağımı bilemedim. Her şeyi okuduğumu
da belli edemedim Mehmet’e. Çok sinirlenmesinden, şiddet
uygulamasından korktum açıkçası.
Mehmet birkaç ay içinde o kadar kaptırdı ki kendini bu
kıza, eğer kız akşamları online değilse çok sinirli oluyor, bana
bağırıp çağırıyor, çocuklarını azarlıyor. Evin içinde dolanıp
duruyor huzursuz bir şekilde, sonra da bir şey söylemeden
çıkıp gidiyor. Gecenin bir vaktinde kör kütük sarhoş geri
dönüyor ve gene laptop’un başına oturuyor.
Geçenlerde kilerde bir şey ararken bir torba gördüm, üzerinde
Türkçe yazılar olduğu için merak edip baktım. İçinden
bir kadın kazağı çıktı. Anladığım kadarıyla kadına ait olan
bir parfüm sıkılıydı üzerine. Kahroldum, ne yapacağımı
bilemedim. Kimseyle de konuşamıyordum bu durumu,
çünkü bu Mehmet’in dernekteki konumuna zarar verir. Bu
da sorunlarımızı daha da arttırır. Sonuçta biz daha çok sıkıntı
çekeriz. Sesimi çıkarmamayı tercih ettim.
Ama Mehmet zamanla o kadar fütursuz olmaya başladı ki
bizim yanımızdan kızla telefon görüşmeleri yapmaya başladı.
Çantasında kadının gönderdiği renkli kağıtlar, basit bir el
yazısıyla yazılmış aşk mektupları buldum. Bunları saklama
gereği bile duymuyordu artık.
Hatta bir keresinde beni çok korkutan ve utandıran bir
şey oldu. Bir akşam Ren kıyısında yürüyorduk. Bilirsiniz
ilkbaharda ıhlamurlar açtığında çok güzel kokar Ren kıyısı.
Birlikte pek bir şey konuşmadan dolaşıyorduk Mehmet’le.
Telefonu çaldı, kız arıyordu. Mehmet hızlandı, sinirli sinirli
biraz da sesini yükselterek konuşmaya başladı kızla. Sonr
aniden telefonu kapattı, telaşla bana doğru geldi ve onunla
konuşmak zorunda olduğumu, ona annesi olduğumu, onu
çok sevdiğimi ve kısa bir süre sonra Türkiye’ye onu görmeye
gideceğini, onu tanımak için sabırsızlandığımızı söylememi
istedi. Yüzünü öyle korkunç bir ifade kaplamıştı ki, karşı
çıkarsam çok kötü şeyler olacağından korktum ve dediğini
yaptım.
Neler hissettiğimi tahmin edemezsiniz. Sonrasında hiçbir
açıklama zahmetine girmedi Mehmet. Ama o konuşmadan
sonra daha da sinirli oldu. Ben yine kimseyle konuşmadım
ama kendimi o kadar kötü hissediyordum ki geceleri
uyuyamamaya başladım. Bütün gece kimi zaman sinirli, kimi
zaman mutluluktan uçarak laptop'un önünde, bira ve joint
eşliğinde kendi kendine, yani kızla aslında konuşup duruyor.
Bizimle iletişimi sıfıra indi neredeyse.
Size yine de gelmezdim geçen hafta sonundaki olay olmasaydı.
Daha doğrusu ben o yazışmaları okumamış olsaydım...
Mehmet bir haftadır aşırı sinirliydi. Bana iki kez tokat attı
Therapia Sayı 3 | 69
hatta yemek yüzünden.
Yatağa dönüp sızdığı
gecelerden birinde yataktan
kalkıp artık kapatma
zahmetine girmediği
laptop’unda gerçek ismiyle
bir hesap daha açtığını
gördüm.
Sahte kimliğiyle yaptığı
yazışmaları okuduğumda,
son zamanlarda kızdan
kuşkulanmaya başladığını,
kendinden başkalarıyla
da ilişkisi olduğunun
düşünmeye başladığını
anladım. Kız kesinlikle
böyle bir şeyi reddediyordu.
Mehmet tek aşkıydı,
onu çok seviyordu, ona
kavuşabilmek için hasretle
gelecek yazı beklediğini
yazıyordu. Mehmet’se ona
inanmadığını, kendisini
aldattığını kanıtlayacağını
yazıyordu ona.
Anladığım kadarıyla kendi
gerçek ismiyle bir hesap daha
açıp kızla iletişime geçmiş.
Kısa bir süre içinde kızla flört
etmeye başlamış ve kızın
kendisine aşk sözleri yazmaya
başlaması üzerine çıldırmış.
Daha sonra sahte kimliğiyle
tekrar kızla bağlantı kurup
70
| Therapia Sayı 3
ona ağzına geleni yazmış,
söylemiş. Kendisini
aldattığını, bunu ondan hiç
beklemediğini filan…
Ben de biraz üzerine gidince
büyük bir kıskançlık
hissettiğini, kendini
kendinden kıskandığını
gördüm. “Bana bunu nasıl
yapar?“ diyordu. Onu ikna
etmeye çalıştım. İkisi de
sensin dedim, sakinleşmesini
istiyordum, kendine bir şey
yapacak diye çok korktum.
Evde eline geçen her şeyi
sağa sola fırlatmaya başlattı.
Laptop’u balkondan
atmasına zor engel oldum.
Durmadan “bana bunu nasıl
yapar?” diye bağırıyordu.
İki joint ve dört bira sonra
sakinleşti ve sızdı.
Yardım almaya bu olay
üzerine karar verdim. Bir
arkadaşım size geliyordu,
telefonunuzu ondan aldım.
Hemen randevu verdiğiniz
için çok teşekkür ederim.
Sizden randevu almanın çok
zor olduğunu biliyorum zira.
Lütfen şimdi söyleyin bana
doktor bey. Kocam beni
aldatıyor mu?”
Sahte kimliğiyle yaptığı yazışmaları
okuduğumda, son zamanlarda kızdan
kuşkulanmaya başladığını, kendinden
başkalarıyla da ilişkisi olduğunun düşünmeye
başladığını anladım. Kız kesinlikle böyle bir
şeyi reddediyordu.
Therapia Sayı 3 | 71
72
| Therapia Sayı 3

Benzer belgeler

İntikam ne zaman tatlıdır?

İntikam ne zaman tatlıdır? yorumlamasını gelecek sayıda yapacak. Doğrusu ben merakla bekliyorum. Masal hiç de bizim alışık olduğumuz masallardan değil çünkü. Ceylan Özge Kunduz’dan iki çeviri var bu sayıda. ‘Homofobik insanl...

Detaylı

sayı 5 - Therapiamag

sayı 5 - Therapiamag Künye: Genel Yayın Yönetmeni: Dr. Alper Hasanoğlu Editör: Ceylan Özge Kunduz Sanat ve Grafik: Dr. Doğu Çankaya Tasarım: Busy İstanbul

Detaylı

sayı 4 - Therapiamag

sayı 4 - Therapiamag Künye: Genel Yayın Yönetmeni: Dr. Alper Hasanoğlu Editör: Ceylan Özge Kunduz Sanat ve Grafik: Dr. Doğu Çankaya Tasarım: Busy İstanbul

Detaylı