Ankara Sempozyumu 2 - Atılım Üniversitesi
Transkript
Ankara Sempozyumu 2 - Atılım Üniversitesi
ANKARA SEMPOZYUMU Konuşmacılar: Atılım Üniversitesi Kütüphane Müdürü Nilüfer Ünal, Atılım Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık, Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İsmail Bircan, Anayasa Mahkemesi Emekli Başkan Vekili Güven Dinçer, Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Zafer Şahin, Atılım Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölüm Başkanı Yardımcı Doç. Dr. Gül Güneş Yer: Atılım Üniversitesi Cengiz Seyhan Turhan Konferans Salonu Tarih: 13.10.2009 Sunucu Ayla Göğkuş: Sayın Belediye Başkanı, Sayın Rektör, Sayın Rektör Yardımcısı, Sayın Dekan, Değerli Öğretim Elemanları, Sevgili Öğrenciler; Atılım Üniversitesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından düzenlenen Ankara Sempozyumuna hoş geldiniz. Öncelikle program akışını sunmak istiyorum. Atılım Üniversitesi Kütüphane Müdürü Sayın Nilüfer Ünal, Rektör Prof. Dr. Sayın Abdurrahim Özgenoğlu ve Çankaya Belediye Başkanımız Sayın Bülent Tanık‟ın gerçekleştirecekleri açılış konuşmalarının ardından başkanlığını üniversitemiz Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sayın İsmail Bircan‟ın gerçekleştirecekleri ilk oturuma geçilecektir. Anayasa Mahkemesi Emekli Başkan Vekili Sayın Güven Dinçer, Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Zafer Şahin ve Atılım Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Sayın Gül Güneş‟in konuşmacı olarak katılacakları ilk oturum saat 12‟ye kadar sürecektir. Öğle yemeğini takiben saat 14‟te başlayacak ikinci oturum başkanlığı Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sayın Halil İbrahim Ülker tarafından gerçekleştirilecektir. Bu oturumda Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Sayın Işık Kansu Ankaralılar Meclisi Onur Kurulu Başkanı Sayın Ahmet Çavuşoğlu, Kolleksiyoner Sayın Necati Kazancı ve Gezgin Yazar Sayın Timur Özkan konuşmacı olarak yer alacaklardır. Şimdi açılış konuşmalarını yapmak üzere Atılım Üniversitesi Kütüphane Müdürü Sayın Nilüfer Ünal‟ı kürsüye davet ediyorum. Nilüfer Ünal; Atılım Üniversitesi Kütüphane Müdürü: Değerli Konuklarımız hoş geldiniz. Bugün Ankara‟nın başkent oluşunun 86. Yılını kutluyoruz. Ankara sancılı bir şehir. Ankara‟nın başkent olması için çok mücadele verilmiş. İstanbul ve Ankara arasında çekişmeler yaşanmış. İstanbul, Ankara‟ya biraz da küçümser bir tavırla bakmış. Her yıl 13 Ekim tarihinde Ankara‟ya bakarak bir başka hüzünlenirim. Ve hüznüm her yıl biraz daha katlanır. Neden? Ankara caddelerinde yürürken, kimi zaman otoyolda yürür gibi hissederim. Kimi zaman otoyol halini almış yollarda trafik ışıkları ararım, karşı kaldırıma geçmek için. Kimi zaman karşı kaldırıma geçmek için çabalarken, orta refüjde dükkanların ortasında bulurum kendimi. Kimi zaman alt geçitlerden geçerken hamama geldim zannederim. Kimi zaman “suyu dikkatli kullanın banyo yaparken suyu ziyan etmeyin” ya da “Ankara‟yı sel basarsa üst komşunuza sığının” diyen telkinlerle karşı karşıya gelirim. Kimi zaman da başımı bilboardlara vurur sersemlerim. Ve her gün trafik keşmekeşiyle sinirlerim perişan olmuş bir ruh haliyle akşamın 8‟inde evime ulaşırım. BEN NE İSTİYORUM? Ben, Kızılay‟da yürürken Akasya ağaçları üzerinde konserler veren kuşları geri istiyorum. Ben, yıkılan Kızılay binasını istiyorum. Ben, havagazı fabrikasını geri istiyorum. Ben, Büyük Sinemayı, Ankara Sinemasını geri istiyorum. Ben sanat ve kültür merkezi eski Ankara‟yı istiyorum. Ben PİKNİK‟te oturmak istiyorum. Ben, içinde düşünürlerin, devlet adamlarının, sanatçıların heykelleriyle donatılmış ve onların kısa yaşam öyküleriyle bizi bilgilendiren yemyeşil alanlar istiyorum. Ben o parklarda oturup bir bardak çayımı içerken kitap okumak istiyorum, hatta kitap okurken küçük bir konser de dinleyebilirim. Ben eski Ankara‟mı istiyorum, yenisi başka bir yere kurulsun. Sayın Konuklar çok şey mi istedim, bilmiyorum ama sempozyumumuzun amacı hep birlikte günümüzü sorgulamak ve geleceğin Ankara‟sı nasıl olmalı, bunu düşünmek. Hepinize yeniden hoş geldiniz derken, sempozyumumuza katkıda bulunan tüm konuşmacılarımıza teşekkür ederim. Saygılarımla. 1 Sunucu Ayla Göğkuş: Sayın Nilüfer Hanıma teşekkür ediyoruz. Şimdi diğer konuşmacımız Atılım Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu‟nu kürsüye davet ediyorum. Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu; Atılım Üniversitesi Rektörü: Sayın Başkanım, Sayın Konuklar, Değerli Mensuplarımız, Sevgili Öğrenciler; Ankara Sempozyumuna hoş geldiniz diyorum hepinizi saygı sevgiyle selamlıyorum. Ankara‟yla ilgili Nilüfer Hanım geçmişe yönelik özlemlerini dile getirdi aynen katılıyorum. Üniversite yıllarımı ben de Ankara‟da geçirdim ve Nilüfer Hanımın belirttiği Büyük Sinema olsun, Piknik olsun, Kızılay‟daki o yokuşlar olsun, bütün bunları ben de yaşadım. Tabii ben de özlemle anıyorum. Ama bunları geri getirmek galiba kolay olmayacak hatta mümkün de değil diye düşünüyorum. O günler anılarda kalacak iyi bir anı olarak kalacak zihinlerde hafızalarda. Ankara çok önemli aslında bizim için. Niye önemli? Ankara bildiğiniz gibi İstiklâl Savaşı‟nın, Kurtuluş Savaşı‟nın merkezi ve karargâhı daha sonra da Cumhuriyetimizin simgesi oldu ve bugün 86. Başkent oluşunu kutluyoruz ama içimiz de bir taraftan kan ağlıyor diye düşünüyorum. Çünkü Ankara‟nın içinin boşaltılmakta olduğunu hepimiz herhalde fark ediyoruz. Bununla ilgili zaman zaman medyada haberler çıkıyor ve doğrusunu söylemek gerekirse bu beni çok rahatsız ediyor. En son yaşanan olayda Merkez Bankası‟nın İstanbul‟a taşınacağı konusu idi. Bu beni cidden rahatsız etti. Şuanda sanki beklemede gibi ilk fırsatta bu da yapılacak diye düşünüyorum ben. Ankaralılar olarak Ankara‟ya sahip çıkmak zorundayız. Ankara‟nın önemini hiçbir zaman azaltılması yolundaki gayretleri, çabaları desteklemememiz tam tersine onlara engel olmamız gerekir. Ankara‟nın tarihi aslında bilinen tarihi Hititlere kadar gidiyor. Belki 2500 yıl öncesinden bahsediliyor. Ama Ankara kimliğini kişiliğini bence Cumhuriyet‟le buldu ve bu kişiliğini bizim korunmasına yardımcı olmamız gerekir diye düşünüyorum. Aslında bir günlük sempozyumdaki Ankara‟yı anlatmak için yetmez. Bunu sadece Ankara‟nın Başkent oluş gününe de münhasıran yapılmış olması da yetmez. Belki Ankara‟yı Ankaralılar olarak bizim daha çok tanıtmamız gerekiyor. Sayın Belediye Başkanımıza bu güzel günde bu özel günde aramızda olduğu için teşekkür ediyorum. Bu sempozyumun hazırlanmasında katkıları olan herkese teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Sunucu Ayla Göğkuş: Sayın Rektörümüze çok teşekkür ediyoruz. Şimdi konuşmalarını gerçekleştirmek üzere Çankaya Belediye Başkanı Sayın Bülent Tanık‟ı kürsüye davet ediyorum. Bülent Tanık; Çankaya Belediye Başkanı: Sayın Rektörüm, Çok Değerli Hocalarım, Saygı Değer Konuklar, Çok Değerli Öğrenci Kardeşlerim, Arkadaşlarım, Ankara‟nın Başkent ilan edilmesinin 86. yıldönümünde sizlerle birlikte olmaktan büyük gurur duyuyorum çok mutluyum. Bu özel sempozyumun Ankara‟nın biraz önce değerli hocalarımızın da işaret ettiği gibi kaybedilen değerlerinin özlenen özelliklerinin yitirilen kimliğinin yeniden kazanılması korunması yeni kayıplara uğratılmaması açısından çok önemli mesajlar vereceğine inanıyorum. Sempozyum konusunun ve gününün seçimiyle birlikte zaten bu yönde bir işaretin çok net açıklanmış olduğunu düşünüyorum. Ankara özel bir proje gerçekten Cumhuriyetin projesi Mustafa Kemal Atatürk‟ün Ulusal Kurtuluş mücadelesini takip eden dönemde yeni bir toplumu kurma projesinin en önemli siyasal simgelerinden ve onun projelenmiş somutlanmış alanlarından birisi. Yüzlerce yıllık hilafet ve saltanat merkezinin alternatifi olarak Anadolu‟nun ortasında bozkırın göbeğinde tarihi bir çekirdek olmakla birlikte son yıllarda çok gerilemiş, çok zayıflamış bir kasaba konumunda olan bir yerleşmenin modern Cumhuriyetin başkenti olarak ve özel kent anlayışının simgesi olarak geliştirilmek üzere tasarlandığı ve hayata geçirildiği bizzat Gazi Mustafa Kemal tarafından pek çok alanının pek çok unsurunun tasarlanıp yaptırıldığı bir kent. Ankara özel bir simge gerçekten ve Cumhuriyetin iradesini işaret ediyor. Bu kentin tarihi çekirdeğinin yanı sıra Cumhuriyet döneminde gelişmiş olan ve Atatürk‟ün köşkünün bulunduğu Çankaya Tepesine doğru uzanan alandaki yeni yapılaşma bölgesine doğrudan doğruya Cumhuriyet dönemi inşasıyla Cumhuriyetin tarihini anlatan yıl oranın özelliklerinin işlenmiş olduğu bir dantel gibi bir kep parçası gibi sığırcıklarının türkülerinden ve onların 2 kakalarından korunma ihtiyacı dahil olmak üzere yeni şehrinden Ankara‟nın haz alan ve onunla gururlu bir kuşağız biz. Geçen hafta Ankara bir ödül aldı. Ödüle ihtiyacı olduğu için aldığını düşünüyorum. Takdir edilmek güzel bir şey ödüllendirmek de güzel bir şey gerçekten ama hak etmekte başka bir şey. Dün Chavez‟in bir açıklaması vardı bir başka ödülle ilgili o diyordu ki bir yanlış hatırlamıyorsam; beyzbol oyuncusunun söz olarak 500 sayıda 1000 tane puan alacağım demesine karşılık ödül verilmesine benzeyen bir işlem bu iş, yani sözle ortaya konmuş iddiaya ödül vermek ya da başka bir biçimde ihtiyaç duyulan bir ödülü ihtiyaç duyulan zamanda tedariki konusunda acaba ne kadar haklı. Sayın Hocam biraz önce işaret etti Merkez Bankası‟yla ilgili Ankara‟nın finans sektörü devletin en önemli işlevlerinden birisi olarak para yönetim merkezlerinin ve parayı işleten odakların ticaret tutkusu ve ticaret ile ilgisi bir aşka dönüşmüş yönetim anlayışı tarafından İstanbul‟a taşınmış olması ve bu yönde bir genel yönelişin olması hepimizin üzülerek izlediği bir durum bir olgu. Buna karşı başkentin 15 yıllık yönetiminin kasıtlı duyarsızlığı konuya sahip çıkmama ve ilgisiz kalma tavrı ayrıca bildiğimiz bir başka olgu. Ankara son 15 yıldır kasıtlı olarak kötü yönetiliyor. Bu köklü yönetim Cumhuriyetin modernite projesinin merkezinin çökertilmesi ve buradaki kimlik unsurlarının tahribi üzerine kurgulanmış vaziyette. Buradaki kimlik unsurlarının, kimlik değerlerinin aşındırılması yoz kimlik unsurlarının öne çıkarılması Arap toplumu değerlerine, mozaik tutkusuna kenti teslim etme yönünde bir yönelişin egemen olması sürecini ifade ediyor. Ankara‟nın çökertilmesi ve başkentin İstanbul‟a kaydırılması özlemi aslında özü itibariyle Cumhuriyet değerlerine karşı bir saldırı olarak değerlendirilmesi dikkatle karşı durulması gereken bir konu bunun sadece bir siyasi tercihle ilgili olarak düşünülmemesi gerekir. Siyasi tercih bunu yönlendiriliyor ortaya çıkan ve çıkacak duruma baktığımız zaman ise yaşam biçimi ve siyasi seçmelerin ötesinde toplumsal hayatı son derece kökten olumsuz etkileyecek gelişmeleri de ortaya çıkarabilecek bir süreç kışkırtılıyor. Soyut bir cümle olduğunun farkındayım üzerinde durup açıklık kazandırmaya çalışacağım. İstanbul kenti bundan 30 yıl önce 2 milyonun altında nüfusa sahip bir kentti, birinci Boğaz Köprüsü yapılmadan önce ve kent bir merkezi çekirdekten başka onun etrafında halkalanmış ve boğaza dizilmiş inciler gibi küçük küçük başka yerleşmelerden oluşan bir konumdaydı. İstanbul ve ticaret tutkusu aynı zamanda Hilafet ve Saltanat tutkusu diye de ifade edilebilir. Bu kenti bugün il sınırları içerisinde belediye sınırıyla örtüşük alanda 12 milyon nüfusun üstünde bir nüfusa ulaştırmıştır. Büyüme büyük olma iyi bir iddia olarak görünür. Ama belli bir ölçeği aştığınız zaman kentlerde sorunların lineal artmadığını geometrik arttığını, beklenenin çok daha üstünde maliyetlerle hayatın sürdürülebilir olduğunu insanlık bu nüfuslar arttıkça görmekte görülüyor. İstanbul‟un yeni yüzlemelerle nüfusunun artması İstanbul‟a iyilik değildir, İstanbul‟a kötülüktür Türkiye‟ye kötülüktür. Çünkü o ölçüde yığılmış bir metropolü yaşatmak bir toplum açısından çok büyük maliyetler demektir. Ankara‟nın büyümesinin de ölçeğinin ve büyümesinin planlanmasının bu kriterleri de gözeterek ciddi bir biçimde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Kentlerimizi büyüme motorunun peşine takılmış onunla sürüklenen bir ideolojiyle sürekli yukarılara ve sürekli etrafa yayılan ve boyuna yapılaşan konumdan kurtaramadığımız sürece hayat bizim için yaşanılmazdır. Biz beyaz saçlıların, genç öğrenci arkadaşlarıma söylüyorum. Hülyasında olan rüyasında olan 1960-70‟li yılların Ankara‟sını yeniden bulmak belki hocamın söylediği gibi anlamlı da olmayabilir. Bugün sizler için değer olmuş olan çünkü yaşanarak kentlerin mekanlarına, yapılarına değer katılır, sizler için değer olan şeylerin de yarın gene aynı biçimde sürekli değişen sürekli dönüşüme uğrayan sürekli kentsel dönüşüme uğrayan bir süreçle boyuna yitiriliyor olmasına dur demek gerekir. Bu yaşamın güvenilir kılınmasının ana unsurlarından birisi hiçbir şeyin tabii ki her şey değişir hayatta ve değişmek zorundadır. Ama değişimin hızı değişimin yönü önemlidir neyin değiştiği önemlidir. Toplumsal yapımız ciddi olarak dönüşüyor mu? Ne yöne dönüşüyor? Bu sorulara verdiğimiz yanıt onun ürettiği mekânla da ilişkilidir. Kent mekanında dönüşme biçimi bizim toplumsal olarak dönüşme biçimimizle yönümüzle doğrudan ilgilidir. Mekanda bizi yeniden üretir toplumu yeniden üretir. Bu yüzden Ankara‟daki ve kentlerimizdeki oluşan oluşumları değişimleri dikkatle algılamamız ve insan bilincinin insan seçmelerinin siyasetin bu iş üzerindeki etkilerini 3 dikkatle sorgulamamız ve oluşturmamız gerekiyor. Birileri bizler adına bu konuda karar verirler ve biz sadece etkilenen ve alan tüketen olmak durumunda kalırsak o zaman başımıza gelecek seçeneklerden kuvvetle olası olan birisinin bugünkünden farklı olmayacağını düşünüyorum. Onun için daha çok çevremizle daha çok kentimizle daha çok siyasal yaşamla daha çok dünyayla evrenle ve toplumsal ilişkilerle ilgili düşünmek zorundayız. Sizlerin bu yönde bir eğitim sürecinde ağırlıkla bulunduğunuzu ve bulunacağınızı hissediyorum. Dünya zor bir dönem geçiriyor. 2009 yılı küresel bakımdan büyük bir ekonomik krizin ve buhranın yılı olarak tanımlanabilir. Bu ülkemiz ekonomisi için de geçerlidir. Türkiye‟de buhran yaşıyor. İşsizlik yoksulluk ve üretimde sıkıntılar kıtlık olasılıkları her an gündemdedir. Cumhuriyetin 86. yılı kadar olmasa da 80 yıl kadar önce 1929‟da benzer bir buhran dünyada yaşanıyordu. Bu buhranın sonucu milyonlarca insanın öldüğü ve dünyada her şeyin neredeyse yakılıp yıkıldığı bir 16 yıl insanlık yaşadı. II. Dünya Savaşı‟ndan söz ediyorum. 29‟dan 46‟ya kadar dünya bir buhranın pençesinde kapitalizmin ekonomik krizleri çözebilmek için savaşa sürüklenmiş bir dünya olarak pek çok şeyin yıkıldığı ve o yıkılan şeylerin yeniden yapılma sürecinde sistemin yeniden kanlandığını biliyoruz. Diliyorum ki 2009 buhranı 29 buhranı gibi vahim sonuçlar doğurmaz acılar üretmez. Daha deyim yerindeyse keşke teğet geçse dünyayı ve daha kolay aşılsa. Bu buhran döneminde ülkenin kentlerin ve insanların acı içinde kıvranması yerine üretkenliği arttıracak ve ekonomiyi sağlam zeminlere oturtacak bir yönetim anlayışına şiddetle ihtiyaç vardır. Krizden pay çıkarma safsataları çok dar kesimlerin pay çıkarması anlamındadır. Krizden sağlam çıkmak için çok dar geniş kesimlerin hem ülke yönetimiyle, hem kent yönetimiyle, hem de kendi yaşamlarıyla ilgili daha kalıcı daha sağlam ekonomik yapılanmaları hedefleyen gayret içerisinde olmaları, kendilerini geliştirme süreçlerini ve şirketlerini üretim olanaklarını geliştirmeleri onları daha güçlü kılacak mekanizmalar ve bu güçlenmeyi sağlayacak dayanışma ağları ve örgütlenmeleri sağlamaları krizin biraz hafif atlatılması açısından ve bundan olumsuz etkilenebilecek geniş kesimler açısından, son derece önemli adımlar olarak görülüyor. Başkentin Büyükşehir yönetiminin bu konuda paket dağıtmadan öte bir projesi olmadığını biliyorum. Dökme suyla değirmen dönmez. Paket dağıtmanın ötesinde yoksul kesimlerin üretkenliklerinin arttırılması özgüvenlerinin arttırılması kimlikli Cumhuriyet yurttaşları haline getirilmeleri ve o kimliklerine sahip çıkacak biçimde örgütlü bilinçli üretken yurttaşlara dönüştürülmelerini sağlamak merkezi yönetimin olduğu kadar yerel yönetimin de temel sorumluluk ve görev alanlarındandır. Bu konuda eğitim kurumlarımızın aydınlatıcı yol gösterici modern hayata dönük çağdaş yurttaşlar üretme istenci bizim için güvencedir. Çankaya Belediyesi olarak belediyemizin ilişkisi olan belediye sınırlarımız içinde ve belediyemize komşu öğrencileri hocaları belediyemiz sınırlarında yaşayan 11 üniversitenin varlığı 3 tane yüksek öğretim kurumunun varlığı ayrıca çok önemli bir kazanç ve şans olarak görünüyor. Başkentin başkenti Çankaya 86 yıllık ömrü olmasa da gelişmesini daha sınırlı bir zaman içerisinde yaşamış olsa da 1936‟da ilçe olmuştur. Çankaya İlçesinin Belediye Başkanı olarak sizleri bu açılışta selamlamaktan duyduğum gururla bu sempozyumda çok değerli görüşler üretecek hocalarımıza uzmanlarımıza saygı ve selamlarımı ileterek bir kez daha kutluyorum. 86 yılı daha nice yıllara taşıyacağınıza ve bu gerileme sürecine dur diyeceğinize inanıyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyoruz. 1. OTURUM: Prof. Dr. İsmail Bircan, Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı; Oturum Başkanı Güven Dinçer, Anayasa Mahkemesi; emekli Başkan Vekili; “Ankara’nın Başkent Oluşu ve Cumhuriyet Öncesi Ankara’nın Kültürel Yapısı”, Dr. Zafer Şahin, Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğr. Gör. : “Ankara’nın Tarihi Dokusu”, Yrd.Doç.Dr. Gül Güneş, Atılım Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölüm Başkanı; “Ankara Kent Halkının Boş Zamanlarını Değerlendirme Alışkanlıkları” 4 Prof Dr. İsmail Bircan; Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı: Değerli Konuklar, Sevgili Öğrenciler; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Ankara Sempozyumunun birinci oturumunu açıyorum. Değerli konuklara, konuşmacılarımıza söz vermeden önce Ankara‟nın başkent oluşunu Atatürk‟ün diliyle size kısaca Nutuk‟tan seslenerek anlatmak istiyorum. “Türkiye Devleti‟nin Başkenti Ankara şehridir. Lozan Antlaşması‟nın eklemden alan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma kararı uygulandıktan sonra yabancı işgaller tamamen kurtulan Türkiye‟nin toprak bütünlüğü fiili olarak sağlanmıştır. Artık yeni Türkiye Devleti‟nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler Yeni Türkiye‟nin Başkenti Anadolu‟da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu. Bu seçimde coğrafi ve askeri strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentinin bir an önce tespit ederek içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de bilindiği üzere başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içerde ve dışarıda kararsızlıklar sürüyordu. Basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul‟un yeni milletvekillerinden bazıları Refet Paşa başta olmak üzere İstanbul‟un Hükümet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara‟nın gerek iklim gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar. İstanbul‟un “payitaht" olması lazımdır ve mutlaka olacaktır diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse bizim başkent deyimiyle kastettiğimiz anlam ile bu ifadelerdeki “payitaht" deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmi ve kanunu yoldan ilan ettirerek “payitaht" sözcüğünün ve yeni Türkiye Devletinde kullanılmasına gerek kalmadığına göstermek lazım geldi. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını meclise teklif etti. Altında daha 14 kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur Türkiye Devleti‟nin Başkenti Ankara Şehridir.” Gerçekten Lozan Barış Antlaşması‟nın imzalanmasından sonra Türkiye‟nin Cumhuriyet bağlamında kazanımlarından en önemlilerinden bir tanesi de 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara‟nın yasa ile Başkent ilan edilişidir. Geldiğimiz bu 86 yıllık süreç içinde Ankara‟nın yozlaştırılması ve erozyona uğratılması İstanbul‟a birtakım kazanımlar sergilenmesi artık hocalarımızın da belirttiği gibi sabrımızı taşıracak düzeye gelmiştir. Dolayısıyla bugün Ankara Sempozyumu içinde 3 değerli konuşmacımız Ankara Sempozyumu çerçevesinde değerlendirmelerini yapacaklar. Ben ilk sözü Anayasa Mahkemesinin değerli öğretim üyelerinden ve değerli başkan vekillerinden Güven Dinçer‟e söz vermek istiyorum. Kısaca Güven Dinçer‟in kısa özgeçmişini okumak istiyorum. 1934 yılında Ankara‟da doğdu. Öğrenim ve çalışma hayatının tamamı Ankara‟da geçti. 1953 yılında Ankara Gazi Lisesi‟ni ve 57 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. 1960 yılından 1990 yılına kadar Danıştay‟da görev yaptı. 1970–79 yıllarında Danıştay Savcılığı görevlerinde bulundu. 1979 yılında Danıştay Üyeliğine seçildi ve Danıştay Üyeliği sırasında Genel Sekreterlik görevinde bulundu. 62–63 yıllarında Türkiye Orta ve Doğu Amme İdaresi Enstitüsünde 69-70 yıllarında Amme İdaresi eğitim programlarına katıldı. 1990 yılında Anayasa Mahkemesi Üyeliğine seçildi. 99 yılında Anayasa Mahkemesi Başkan Vekilliğinden emekli oldu. Sayın Dinçer emeklilik dönemlerinde Ankara‟yla ilgili çeşitli konularda kültürel çalışmalar yapmaktadır. Kurucuları arasında bulunduğu Ankaralılar Vakfının 2000–2004 yılları arasında Vakıf Başkanlığı yaptığı dönemde Ankara‟yla ilgili sergiler açtı. Sergi albümleri kitaplar, harita ve takvimler yayınladı. Bilimsel toplantılar düzenledi. Ankara Türkülerinin çok seslendirilmesinde öncülük etti. Ankara‟nın tarihi kültürel ve güncel konuları hakkında çok sayıda yazı yayınladı. Ben ilk konuşmacı olarak Ankara‟nın Başkent Oluşu ve Cumhuriyet Öncesi Ankara‟nın Kültürel Yapısıyla ilgili konuşmasını yapmak üzere Sayın Dinçer‟e sözü bırakıyorum. Buyurun Sayın Dinçer. Güven Dinçer: Anayasa Mahkemesi Emekli Başkan Vekili: Teşekkür ederim. Değerli Rektörüm, Değerli Öğretim Üyeleri, Sevgili Öğrenciler; hemen Ankara‟nın başkent oluşuyla 5 ilgili olarak üzerinde az durulan Cumhuriyet öncesi Ankara‟sının kültürel yapısı hakkında size bazı bilgiler vereceğim. Şimdi 1918 yılının karanlık dumanlı günlerinde Türkiye‟de Anadolu insanı daha gerçeğin ne olduğunu görememişti. Biliyorsunuz Kuvayi Milliyecilerin en büyük sıkıntıları Kuvayi Milliyenin en çok muhtaç olduğu huzur günlerinde 20‟ye yakın iç isyanla karşılaşmasıdır. Çünkü halkımızda o zaman bu konu yeterince aydınlatılmadığı için uzun yıllar İstanbul‟un tek idaresine inandıkları için olayları değerlendirememişlerdir. Ama Ankara enteresan bir kent daha 1918‟den Atatürk İstanbul‟da arayışlar yaparken Ankara‟yı tespit etmiştir artık. Ankara‟nın bambaşka bir kültürel yapısı var. Ankara 8 asırlık bir Türk Müslüman yönetiminde o inanç içinde bir Türk yönetiminde bir üretim merkezi bir kültür merkezi aynı zamanda özgürlük düşüncesiyle yoğrulmuş bir merkez. Onun için Ankara olayları çok çabuk kavrayarak Milli Mücadelecilerin yanında en büyük desteği vermiştir. Bu kısa açıklamadan sonra İstanbul‟dan başlayarak Ankara‟nın Milli Mücadeledeki büyük bir rolüyle ilgili bazı noktaları size satır başlarıyla hatırlatmak istiyorum. Atatürk 1918‟de arkadaşlarıyla ne yapılabileceğini konuşurken ve temaslarda bulunurken biliyorsunuz kendisi Ali Fuat Cebesoy‟un çok yakın dostu arkadaşlar kendi subaylıklarından itibaren Ali Fuat Cebesoy‟un ailesi asker bir aile birçok generaller yetişmiş bir aile o ailenin içine sofrasına kabul edilmiş genç bir insan Ali Fuat Cebesoy‟la 1918‟de yaptığı görüşme şu kendisi Ali Fuat Cebesoy‟a diyor ki siz Ankara‟ya Kolordu Kumandanı olarak gidiyorsunuz, aman Ankara halkıyla özdeşleşin onların itimadını kazanın. Çünkü ben Anadolu‟ya geleceğim. Anadolu‟ya resmi bir görevle gelemezsem Ankara‟ya gideceğim. Beraber orada mücadele edeceğiz. Atatürk, Ankara‟yı bazı konuşmalarında yayınlanan bazı belgelerden anlıyoruz ki o sıra tanıyor ve incelemiş. Zaten Ali Fuat Cebesoy‟un hatıralarında da Ankara‟nın Sivas Kongresi zamanındaki rolü üzerinde de ayrıca durmuştur. Atatürk 19 Mayıs 1919‟da Samsun‟a çıktıktan sonra Ankara‟daki Ankara Valisi Muhittin Paşa Milli Mücadeleye karşı tavır koymuştur. Bunun üzerine Ankara‟daki bir Çorum seyahatinde Ankaralı korumaları milisler tarafından tevkif ettiği Sivas‟ta bir Milli Mücadele kahramanına ve arkadaşlarına teslim edilir. Onun üzerine Ankara‟da yeni vali tayiniyle karşı karşıyayız. Ziya Paşa isminde klasik bir idareci İstanbul‟dan vali tayin ediliyor. Ankara‟da Kuvayi Milliye Derneğinin Başkanı olan meşhur Müftü Börekçi Hoca ve Kuvayi Milliye Derneği bir telgrafla yeni gelen valiyi kabul etmeyeceklerini bildiriyorlar. Ankara‟nın eski bir geleneği ve vali Ankara‟ya sokulmuyor. Ankara kentinin ileri gelenleri asker ve sivil erkan öğretmenler toplanıp vali vekili seçiyorlar çok enteresan bir olay. Yahya Galip Bey isimli bir defterdar yiğit bir insan o vali vekili seçiliyor. Sivas Kongresi toplanmadan önce biliyorsunuz o hep belirsizlik devri Atatürk 19 Mayıs 1919‟da Samsun‟a çıktıktan 7 ay sonra Ankara‟ya geliyor. Dikkatinizi çekerim bu 7 aylık süre Anadolu insanına oranın yerel liderlerine derdini anlatmak için yani geçirilmiş bir vakittir. Ankara‟ya geldiğinde on binlerce insan tarafından karşılanıyor böyle bir ihtiyaç içinde değil o Ankara‟nın geleneği. 1886‟daki o küçük Yunan Harbiyle bizim ordularımız Atina‟ya kadar gitmiştir. Onun sonunda Ankara‟daki redif taburunun karşılanışı 1886‟da Akköprü‟de yapılıyor. Tarihi kayıtlara göre 15 bin civarında Ankara redif taburu karşılıyor. Bu Ankara‟nın geleneğinde var tabii sayıları bilmiyoruz eksik fazla mübalağalı olabilir. Ama Ankara‟nın geleneğinde bu var. Ankara‟nın geleneğinde başka enteresan konular da var. Ankara 1363‟te I. Murad‟a anahtarları teslim ederken ahiler vasıtasıyla (Murad‟ın da ahilik inancına dünya görüşüne yakınlığı var) orduyla geldiği zaman kent onu kapıda karşılıyor. Murad Ankaralılara hitap ederken ne diyor biliyor musunuz? Çok ilginç devletsizler diyor. Çünkü aşağı yukarı 200 yıllık bir beylikler dönemi idaresi ve bunun 60 70 yılı mutlak olarak bağımsız seçimle gelen bir devlet şekli olarak Ankara‟ya gidiyor ahi yönetimine, bunlar bağımsızlığa alışmış insanlar. İşte Ankara‟nın Milli Mücadeledeki tavırlarından en önemlisi buydu. Beyazıt döneminde yani I. Murad‟dan sonraki demek ki Timur‟la olan savaştan önceki bir dönemde yanlış bir merkezi karar Ankara‟da infiale sebep oluyor. Ankara idareye el koyuyor silahlı olarak. Ahi yönetimi gerçekte her zaman bir yerel yönetim olarak bir güç olarak var. Silahla el koyuyor şehre ve bunların derhal değiştirilmesini istiyor. Bursa‟dan hükümet bunu değiştiriyor. Çünkü bunların büyük bir hatırları var. Ankara‟nın kültürel yapısında Osmanlı İmparatorluğunun bir Türk hakimiyetinde bir imparatorluk olarak kurulmasında fikir babalığı Ankara‟dan geliyor. Bunu bu benim şahsıma mütevazı yorumu değil çok büyük bir düşünce adamı olan Ahmet Hamdi Tanpınar‟ın yorumudur. İki şairimiz yanlız şair olarak bilinir Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya 6 Kemal. Aslında onlar tarihi felsefesi konusunda Türkiye‟yle ilgili çok ilginç yorumlar yapmış insanlardır. Başta biz aydınlar olmak üzere tüm gençlerin onların bu yorumlarını yakından takip etmeleri ve bilmeleri lazımdır. Bunu Ahmet Hamdi Tanpınar yorumluyor, diyor ki: İmparatorluğunun yapmak istediğini Ankara‟daki Hacı Bayram‟ın düşüncesi zaten yapıyor. Hacı Bayram Anadolu‟da dinsel tarikatların liderlerinden ilkidir Türk ve Anadolu‟da doğmuş biridir. Onlara hayatındaki bütün dinsel liderlerin hepsi Horasan‟dan gelmedir. Anadolu Milli Varlık tarafından her zaman bir düşünce kaynağı oluşturuyor. Şimdi devam edelim Sivas Kongresine gelenler Ankara‟da toplandı Ankara‟dan Sivas‟a. Sivas Kongresinde alınan en büyük kararlardan biri İstanbul‟la muhaberatın kesilmesidir. Nerede oluyor bu Ankara‟da oluyor. Çünkü Türkiye‟deki Telgraf Sistemi Anadolu merkezi Ankara‟dır. Bütün hatlar Ankara‟ya bağlanır Ankara‟dan sonraki hatla İstanbul‟la temas kurulur. Sivas‟ta Atatürk ve arkadaşları bu kesilme kararını aldığı anda ilk uygulaması Ankara‟da oluyor. Kararı alırken onlar da biliyorlar Ankara‟da kimlerin idareye hakim olduğunu. Ziya Paşa‟nın Ankara Valisi tayin edilmesi üzerine İstanbul Hükümeti‟nden o zamanın Adliye Nazırı Cemal Paşa yani ittihattaki Cemal Paşa değil bu, yine ayrı bir genelgemiz ve Milli Mücadelede yakın davranışları olduğunu zannederim, çünkü Atatürk‟le olan muhaberatın bunu gösteriyor. Atatürk‟ün ondan bazı talepleri var. Onun da talep ettiği küçük bir şey var. Ziya Paşa‟yı Ankaralılar niye sokmadı? Bunu bir Nutuk‟taki belgelerden öğreniyoruz. Atatürk bunun üzerine Ankara‟daki Kuvayi Milliyecilere şu öğüdü veriyor: Biraz daha ihtiyatlı olalım ve Ziya Paşa‟nın gelmesini tekrar bir düşünelim. Aradaki ilişkileri kesmemek, çünkü Anadolu‟ya devamlı yeni kumandanlar tayin ediliyor, İstanbul‟dan Harbiye Nazırı tayin ediyor ve Atatürk bunlara ve Kuvayi Milliyeciler hakim olmak istiyorlar. Onun için Cemal Paşa‟yı Harbiye Nazırını üzme taraftarı değil. Ama Ankara valisinden cevap Atatürk‟e: Biz o valiyi kabul etmeyiz oluyor. Eğer bu konuda ısrarlıysanız ben de sizin gibi görevimi bırakıyorum. Sineyi millete dönüyorum, diyor. Atatürk bu belgeleri çok ironik bir tarzda Nutuk‟a almış. Bunun üzerine Atatürk Cemal Paşa ile görüşür. Bu mümkün değil Ankara Halkı bu ahiyi kabul etmez. Son olarak çok önemli bir iki noktaya daha temas etmek isterim. Ankara ve çevresi Tekalif-i Milliye‟de çok büyük fedakarlıklarla kurulmuştur. Tabii zaten gerçek şu; bunlar Polatlı‟ya kadar gelmiş Tekalif-i Milliye Sakarya‟dan önce Güneydoğu‟da, düşmanlar Adana‟da Antep‟ten Maraş‟a kadar gelmişlerdir. Doğu Anadolu 1917 Rus İhtilalinden sonra Rus ordusunun çekilmesinden sonra büyük bir Ermeni zulmü görmüştür. Çünkü Rus ordusunun kumandanlarının hatıralarından öğreniyoruz ki biz buralardan derhal çekilelim tarihin önünde biz rezil olacağız bu insanların yaptıklarından diyorlar. Büyük bir katliam var büyük bir vahşet var. Doğu Anadolu demek istediğim 1920‟de bitmiş vaziyette zaten kendini ayakta tutacak hali yok. Kala kala bir Orta Anadolu Maraş‟tan yukarı doğru bir de Karadeniz Bölgesi Tekalif-i Milliye denilen aşağı yukarı halkın varlığının dörtte birinin talep edildiği bir dönemde Ankara en büyük fedakarlıkları yapmıştır. Biliyorsunuz 1920–22 yıllar arasında İstanbul tarafından ve onlara avuçları içine alınan Batılılar tarafından çok kullanılmış bir motiftir Anadolu İsyanı. İstanbul‟da bir fetva çıkarılmıştır. Bu fetvada alçakça düşünceler var. Kuvayi Milliyecilerin katli gerektiği yazılı açık açık yazıyordu. Kuvayi Milliyecilere karşı savaşanlardan diyor ölenler varsa şehittir. Buna karşı Ankara‟da beş Ankara çevresinden müftüyle birlikte bizim meşhur Börekçi Rıfat Hocamız çok büyük bir insan hani eski bizim mesleğimiz pek kullanmıyor ama cennet mekan. Bu büyük insan ve diğer beş müftü toplanıp bir müsvedde hazırlıyorlar ve Anadolu‟ya telgrafla bildirilerek Anadolu‟nun ilçelerine 153 müftü tarafından karşı fetva çıkartılır çare yok ve İstanbul Hükümeti‟nin ve Sultanın esir olduğu ve bunların bildirilerinin geçerli olmadığı açıklanıyor halka. Son olarak da Ankara‟nın bir enteresan daha rahat anlayışı var. 1922 zafer kazanılmış ayağının tozuyla kahramanlar iç politika sorunlarını çözmeye çalışıyorlar ve ikinci meclis kurulacak seçim kanunu üzerinde müzakereler var. 3 tane milletvekili kanun teklif ediyor diyorlar ki Kuvayi Milliye sınırlarında yanaşacakları bu sınırlar içinde doğmamış olanlar milletvekili olamaz Atatürk‟ün başkent kenti. Ne kadar büyük acı yani insan tarihe geçmişe baktığınız zaman yani üzülerek bakıyor yani ne kadar büyük bir nankörlük. Tabii bu mecliste kabul edilmiyor. Ama bu teklif verilir verilmez 7 Ankara Belediye Meclisi toplanıyor, Atatürk‟ü Ankara hemşerisi ilan ediyor. Ankara söylediğim gibi bir üretim kültür ve yönetim merkezi olarak daima Anadolu‟nun en önde gelen şehirlerindendir. Bizim tabii Cumhuriyeti övmek isteyen haklı olarak onu yazan büyük yazarlarımız Fahrettin Atay, Karaosmanoğlu bunlar Ankara‟yı hep on beş yirmi bin nüfuslu tozlu bir Anadolu kasabası gibi açıklamışlardır. Peki, bunların yetişmeleri tamamen İstanbul‟da olduğu için tahmin ederim ben bunlar Ankara Kalesi‟ne çıkıp o çarşılarda gezdiğini bile zannetmiyorum. Ankara‟nın ruhunu anlayamamışlardır. Ama Cumhuriyetin büyük savunucusu Karaosmanoğlu büyük edebiyatçı romancı ve Cumhuriyet ideolojisini savunmuş insanlardır. Felsefesini yapmaya çalışmıştır. Ama Ankara tarihini bilmiyoruz dediğim gibi İstanbul‟un fikir dünyasında etkileyen insan anlayabilen insan Ahmet Hamdi Tanpınar. Şimdi burada Ankara‟yı öyle garip bir kasaba sanki bir günde siyasi bir iradeyle Canberra Adası Avustralya‟nın başkenti olmuş büyük dev bir devlet olmak isteyen Brezilya‟nın özlemi gibi. Ama Ankara öyle değil. 27 Aralık‟ta Atatürk ve arkadaşları Ankara‟ya geliyor. 30 Aralık‟ta bir numaralı Anadolu‟ya gönderilen tebliğ, Heyeti Temsiliye‟nin merkezi Ankara‟dır diyor. Heyeti Temsiliye kimdir? Heyeti Temsiliye geçici hükümettir. Emrediyor insan tutuklatıyoruz, emrediyor İstanbul‟la muhaberatı kesiyorum, asker topluyor vergi alıyor, Heyeti Temsiliye bu adı konmamış hükümet denememiş neyse onun merkezi Ankara‟dır diyor. Zaten İsmet Paşa‟nın teklifiyle de buluyor bir gerçeğin bir realitenin yasallaşmasıdır. Ankara büyük bir kültür merkezi büyük bir yönetim merkezi özgürlük düşüncesinin merkezi her bakımdan büyük bir kent 1908‟deki idari değişikliğe kadar Ankara vilayetinin alanı bugünkü Türkiye Cumhuriyeti‟nin dokuzda biridir. Çorum, Yozgat, Kırşehir ve Kayseri Ankara ilinin sancaklarıdır. Yani sancak o zaman ilçeyle il arasında bir ara teşkilatıdır. Yani Ankara‟nın hudutları Sivas‟tan Eskişehir sınırına kadar Sivrihisar yahut vs yine Ankara‟ya dahil olurdu öyle sayılırdı. Hem kültür olarak dahil yapı olarak dahil hem de idari sınır olarak daha sonra bu ayrılmıştır. Ankara Romalılardan beri bir eyalet merkezidir. Osmanlı İmparatorluğu‟nun ilk günlerinde de çok uzun yıllar Anadolu eyaletinin beylerbeyliği Ankara‟da XVII. Yüzyılda kurulan bir vakıf ve bunlar dikkati çekmiyor. Bunlar büyük bir iki hamam iki kervansaray han yüzlerce dükkan Sadrazam Mehmet Efendi okunan büyük bir vakıftır. İstanbul‟daki padişah vakıflarıdır. Ancak gücü bu kadar büyük bir vakıf yapmaktır. Camiler medreseler Darülkurralar ve 25 adet çeşme yapılıyor. Vakıfı Ankara‟nın muhtelif semtlerindedir. Şimdi ki Suluhan, onun yanındaki kalmamış olan Çukurhan, Şengül Hamamı Vilayetin orada olan yıkılan Çiftte Hamamlar pek çok mülk bir çarşı bunun vakfın adı içinde bir tek kişinin yaptırdığı. Şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan Mahmut Paşa dedesinin yüz dükkanları var. O dükkanlar çalışırken Ankara‟da 16 han çalışmaktadır. Şimdi bir tanesi Koç Grubu tamir etti. 16 tane han var ve hanlara büyük çarşılar var. Ankara büyük bir üretim merkezi Ankara yalnız kendi için üretim yapan bir kasaba değil, ahi teşkilatı sayesinde bakır, demir, ayakkabıcılık dericilik sofla Ankara büyük bir üretim merkezi ve bütün Türkiye‟ye ihracattır. XVII. asırda Ankara‟da dört konsolosluk veya yabancı misyon var ticari ilişkilerde efendim böyle bir şey ve bu şehrin yönetiminde etkili olan ahi düzeni bu şehrin servetini korumakla görevli, aynı zamanda bunlar o kadar güçlüler ki servetleri o kadar fazla ki servetlerini silahlarıyla korumak zorundalar ve ahiler Moğol istilasında mukavemet etmişlerdir. Timur İstilasında mukavemet etmişlerdir. Ahiler o derece ki Tokat‟ı, Sivas‟ı savunmuşlardır. Fakat Timur ele geçirmiştir. Kayseri‟yi ahiler savunmuşlardır. Timur Kayseri‟ye girememiştir. Ankara‟ya savaşa geldiği zaman Ankara‟nın içine almaya kaleyi almaya gözüne kestirememiştir, çok ilginç bir şey. Doğrudan doğruya Çimpe Ovasında savaşa gitmiştir çok ilginç bir şey. Hemen ben size bir belge okuyarak Ankara‟yla ilgili kültürel yapının açıklanmasıyla da ilgili bölüm başlıklarını tamamlamak istiyorum. Ankara özgür yani düşkün bir yer Ankara üretim kenti böyle asalak bir şehir değil. Anadolu‟nun birçok yerlerinde 80 tane il var. Bunların kuruluş nedenleri siyasidir, askeridir hatta Cumhuriyetin başında Milli Mücadelede büyük kahramanlık yaptığı için onların bulunduğu kasabayı il de yapmışlardır. Ama Ankara öyle bir şehir değil, Ankara XVI. asırda yapılan bir sayımda Bursa‟dan sonra ikinci nüfus barındıran şehirdir. Sebebi nedir? Ankara üretim merkezi Bursa gibi Ankara böyle bir yerdir. Tarihten ben size kısaca arada bir tanıtım okuyacağım. Celali İsyanları Türkiye‟yi çok yormuştur. Bizim ordularımız Viyana önündeyken Anadolu‟da Celali İsyanları çıkmıştır. Zaten biliyorsunuz ne tesadüfse bütün tarih boyunca bizim en sıkıntılı günlerimizde iç 8 isyanlar çıkartılır hep çıkar. Hatta Ege‟deki birçok efelik olayının arkasında İngiliz parası olduğunu söylenir. Bunları bilmiyorsun çünkü İngiliz belgelerinde burayı inceleyen büyükelçi arkadaşlarımızdan öğreniyoruz pek çoğu bantlıdır. Elli sene sonra yayınladı ama bazıları yayınlanmaz Türkiye‟de parçalanmış olan aileler var, hainler yazılıdır orada Şimdi Celali İsyanlarına gelelim. Celali İsyanları sırasında Ankara Kadısı Vildanzade Mevlana Ahmet Efendi bu Ankara‟daki ahilerin başında olan birisidir, hemen Ankara‟ya şimdiki birinci sur vardır üç sur, bir sur daha var üçüncü suru yaptırıyor takviye ediyor ve Ankara‟yı savunulur hale getiriyor. Fakat devlet de Balkanlarda gayreti içinde olduğundan bu Kalenderoğlu ismindeki eşkıyayla baş edemiyor ve Ankara‟ya sancak beyi tayin ediliyor. Ne yapsın hiç olmazsa eşkıyayla başı dertten kurtulsun diye. Elinde ferman Ankara‟ya geliyor Kalenderoğlu eşkıya Ankara kadısı ona şunu söylüyor: Sancak sana verilmiş amma siz buraya alay beyleri alay komutanları gibi gelmediniz. Yine Celaliler suretinde geldiniz ve siz halka vahşet vermemek için şehir üzerinden kalkıp bir menzil uzakta yerde oturun ben sizin işlerinizi görürüm halkla yakınlaşmanız konusunda çalışayım ve sonra sizin çadırınıza varayım. Bana nice riayet edersunuz göreyim. Sonra halk tatmin olun. Size dahi şehre girmeye imkan mı var ve kabul etmiyor. Ankara böyle bir özgürlük düşüncesi içinde güvende bu şekilde Ankara özgürlük kenti üretim kenti büyük bir merkez olarak Atatürk‟ü anlayacak ve ilk günde değerlendirecek bir tarihi kültürel miras içindedir. Ama tabii bütün Anadolu gibi Atatürk Ankara‟da yoksulluğun son yıllardaki harplerin hepsinin sıkıntısını çekmiş, onun izini taşıyan bir ülke Ankara ve çevresinden 93 harbine 1878‟deki harbe yani Doğu Cephesine Ruslarla yine Batı Cephesinde Ruslarla savaşa 180 bin insan göndermişlerdir. Bunun herhalde yarıdan çoğu da dönmemiştir. Ankara böyle bir kenttir ve Atatürk‟e erken anlamadaki ve onun arkasına kaya gibi durmanın sebebi de Ankara için bu büyük tarihi ve kültürel mirastır. Teşekkür ederim. Prof. Dr. İsmail Bircan: Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı; Değerli Konuşmacımıza teşekkür ediyoruz. Anayasa Mahkememizin Emekli Başkan Vekili ve emekli olduktan sonra çeşitli üniversitelerimizde dersler veren birikimlerini öğrencilerle paylaşan öğrenci yetiştiren Sayın Dinçer‟e teşekkür ederiz. Ben kısa birkaç başlıkla bunu özet yapmak istiyorum. Bir kere değerli konuşmasında Sayın Dinçer Ankara‟nın o dönemde önemli bir üretim merkezi olduğundan bahsetti. Bir kültür kenti olduğundan ve en önemlisi özgürlüklerine düşkün olan bir kent olduğunu söyledi. Milli Mücadeleye en fazla destek veren kentlerin başında geldiğini vurguladı ve altını çizerek not aldım. Ahilik sisteminin Ankara‟da yaygınlaştığını söyledi ve bunun önemini vurguladı. Bildiğiniz gibi ahilik bir örgütlenme biçimidir. Örgütlü toplumlar ve kentler diğerlerine göre daha öne çıkan bir durum sergilerler. Günümüzde de zaten örgütlü toplumlar gelişmiş toplumlardır. Dolayısıyla 1920‟li yıllarda Ankara‟nın ahilik sisteminin yaygınlaşması ve geleneklerini öne çıkarması, yönetim biçimini vurgulatması bu bakımdan diğer kentlerimiz önünde bir başkent oluşunun da nedenlerinden bir tanesidir. Dolayısıyla İstanbul fetvasında yıpratmak için Kuvayi Milliye Mücadelesini eyalet merkezine kadar değişik kültürel boyutlarına sosyal boyutlarına değindi. Ben son olarak bir de Atatürk‟ün Nutkundan okumuştum size kanunun gerekçesini de kısaca değinmek istiyorum. Çünkü günümüzde büyük önder Atatürk‟ün yaptıklarını örnek alarak yapılan ülkeler var. Gerekçe özetle şöyle: Yeni Türkiye‟nin varlığının ülkenin kuvvet kaynaklarının gelişmesinin sağlanması Anadolu‟nun merkezinde başkent tesis etmek lüzumunu açıklıyor. Coğrafi ve stratejik durum iç ve dış güvenlik bunu gerekli görüyordu. Sadece ortaya alınması Ankara‟nın Anadolu‟da ortaya yakın bir yerde kurulacağı fikrinin önemli değil stratejik iç ve dış güvenlik açısından da vurgulatıyor, gerekçede Ankara‟nın başkent oluşunu. Dolayısıyla yüz yıllar sonra hani bu tür değerlendirmeleri dünyanın dünyaya örnek olmuş olan Atatürk‟ün bu lider konumunda başka yerlerde de görüyoruz. Söz gelimi Brezilya biliyorsunuz başkentini Brezilya‟ya çekti içerde bir kent büyük bir kent başkenti aldı. Keza şimdi Kazakistan Almatı‟dan Astana‟ya çekti. Bunlar nedir? Hep stratejik ve nüfus ve diğer değişkenler itibariyle ülkenin koruduğu bütünlüğünü stratejik önemini vurgulayan değişme örnekleridir. Bunu ilk yapanlardan bir tanesi de büyük önder Atatürk olmuştur. 9 Efendim ikinci konuşmacımız Dr. Zafer Şahin Ankara‟nın Tarihi Dokusunu bizlere sunacak paylaşacak. Kısaca özgeçmişine değinecek olursak 1974 yılında Ankara‟da doğan Dr. Zafer Şahin 1996 yılında ODTÜ Şehir ve Bölge Planlaması Bölümünden mezun oldu. Çeşitli Yerel ve Merkezi Hükümet Kuruluşlarından Şehir Plancısı ve Proje yöneticiliklerinde bulundu. Gerçekleştirdiği planlama ve tasarım çalışmalarıyla ulusal ve uluslararası ödüller aldı. Şehir plancılığı görevinin yanı sıra özellikle yerel yönetimler kentleşme yerleşme ve siyasal ilişkiler alanında akademik çalışmalar yaptı ve 2007 yılında Ankara‟da 85 ve 2005 arasında Kent Planlamanın Siyaseti başlıklı çalışmasıyla doktor unvanını aldı. Uygulama ve akademik çalışmalarının yanı sıra sivil toplum lideri olarak da görev yaptı. ODTÜ Mezunlar Derneği yönetim kurulu üyeliği, ODTÜ Klasik Türk Müziği Topluluğu Dayanışma üyeliğinin yanı sıra Türkiye Mimar ve Mühendisler Birliği Şehir Plancılığı Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanlığı Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Özellikle 2006-2008 yılları arasında Şehir Plancılığı Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı olarak basında sıklıkla yer aldı. Kentleşme Planlama Siyaset İlişkilerinin her alanıyla çok yakından ilgilenmekle birlikte Edebiyat ve Klasik Türk Müziğinde yakından ilgilenmektedir. Bu geçtiğimiz ay itibariyle Dr. Zafer Şahin bu sene üniversitemizde yeni açtığımız Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyeliğine atandı. Dolayısıyla genç dinamik ve alanında kentleşme planlama ve siyaset ilişkileri alanında uzman bir arkadaşımız. Şimdi sözü kendisine bırakıyorum. Buyurun Sayın Şahin. Öğretim Görevlisi Dr. Zafer Şahin: Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü; Öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Öncelikle Sayın Güven Bey‟e özellikle teşekkür etmek istiyorum. Sayın Güven Hocamız bizlere Ankara‟nın nasıl bir sosyal dokusu olduğunu nasıl bir kültürel dokusunun olduğunu ve Ankara‟yı bugünlere getiren tarihsel geçmişle nasıl bir payı olduğunu çok güzel bir şekilde anlattı. Ben buna katkı yapmak ve sunuşuma giriş yapmak üzere Ankara‟nın manevi mimari Hacı Bayram Veli Hazretlerinin bir dörtlüğünü paylaşmak istiyorum önce sizlerle. “Nagihan bir şara vardım, Anı ben yapılır gördüm. Ben dahi bile yapıldım, Taş ve toprak arasında.” Günümüz Türkçesiyle açıklarsak şöyle demiş; ben bir şehre bir kaleye geldim. Orada birtakım inşaat faaliyetleri gördüm. Onlar yapılırken ben olduğum gibi kalamadım. Ben de değiştim ben de dönüştüm. Mealen böyle derken aslında ta 600 yıl öncesinden Ankara‟da Ankara‟nın manevi iklimini düşünsel iklimini şekillendiren insanların düşünce dünyasında mekanın öneminin ne kadar fazla olduğunu da bizlere aktarıyor. Güven Bey‟in anlattığı o sosyal dokunun kültürel dokunun arkasında hemen yanı başında bir de mekansal doku var aslında. Yani bir kent yapısı vardır o kentin özgün bir düzenlenme biçimi vardır ki biz ona bugün “tarihi doku” diyoruz. Tarihi doku derken o sosyal ilişkilerin biçimlendiği dünyaların arasındaki alanların sokakların mesafelerini, mahallelerin birbirine göre nasıl konumlandığının, orada yaşayan insanların nasıl gündelik alışkanlıklarının olduğunu, nasıl bir kültürel yapılarının olduğunu bu bütünün tamamını anlatmaya çalışıyoruz. Ama yine de biz plancılar mimarlar bu meslek grupları gündelik hayattaki kavramları alıp onlara yeni anlamlar yüklemeyi seviyoruz. Onun için sunumun başında yine bu dokudan neyi kastediyorsak kısaca değinmeye çalışacağım. Bir de bugün sunumumda farklı bir şey yapacağım. Genellikle bu tür sempozyumlarda biz ipin ucunu kaçırıp kimi zaman fazla teknik planlamanın derinliklerindeki değerlendirmelere kaçmaya meyilliyizdir. İşte tarihi dokunun nasıl olması gerektiği nasıl korunduğu neler olduğunu neler bittiğini ayrıntılı bir şekilde anlatırız. Ama işin bir de başka boyutu var ben ona yürek boyutu diyorum. Yöntem boyutu olduğu kadar yürek boyutu da var; o sokakların arasında gezerken hissettiğiniz şeyler. Sunuşumun ilk kısmında yöntem bakış açısıyla size Ankara‟nın tarihi dokusunun nasıl ele alındığı, Cumhuriyet sonrasında bugünlere nasıl geldik bunu kısaca özetlemeye çalışacağım. Doku dediğimiz zaman yaprağın da bir dokusu var. Büyüteçle ya da mikroskopla yaklaştığınızda bu dokunun ayrı parçalarını göreceksiniz. Çeşitli ana kanallar daha dar 10 kanallar kılcal kanallar göreceksiniz. Ama bu kanalların hepsi tek bir şeyi ifade ediyor size aslında, “hayat”, çünkü bu yaprak fotosentez yapmazsa bizler yaşayamayız. Aynı şekilde kentlerin dokuları da aynı mantıkla bize bir şeyler anlatmaya çalışırlar. Tarihi kent dokusu ise bunlar arasında en eski ve en anlamlı olanıdır. Çünkü içerisinde sadece yeni oluşmuş bir kent parçasındaki gündelik hayat ilişkileri değil, tarihi süzgecinden süzülerek gelen binlerce yıllık bir birikimi de sizlere aktarırlar farkında olmasanız da sizi dönüştürürler. Şimdi bugünlerde artık internetin sağladığı olanaklarla kentlerin dokularını uydu kanalıyla görmek daha da kolaylaştı. Kentlerin dokularına baktığınızda şöyle bir şeyle karşılaşırsınız. Eğer o kentin dokusunda nerede bir farklılık, nerede bir zenginlik, nerede bir derinlik varsa büyük ihtimalle kentin tarihi dokusunun orası olma olasılığı da yüksektir. Nerede bir yeknesaklık, nerede bir tek düzelik nerede zenginlikten uzaklık varsa da oralarında biraz daha fazla yeni yerleşim alanları olma olasılığı yüksektir. Ankara‟nın tarihi dokusu yani ulusu çok zengin bir resim sunuyor bize. Büyük parçalar var, küçük parçalar var; büyük damarlar var, küçük kılcal damarlar var aynı yaprağın dokusunda olduğu gibi. Peki, yani bir kentin tarihi dokusu aslında o kentin tarihsel katmanlarını, tarihsel sosyal kültürel birikimini, insanların yaşamın biçimlerinde yapılaşma düzeninde korunmasında ve fiziksel yapılaşmasında gösteren özgün bir düzene verilen ad bizim literatürümüzde. Peki, tarih içerisinde bu koruma süreci tarihi dokuların korunması bugünlere getirilmesi mantığı nasıl oluşmuş, buna kısaca bakarsak şunu görüyoruz. Aslında tarihi kent dokularının ve tarihi varlıkların koruması fikri de ulus devlet kavramına koşut olarak ortaya çıkıyor. Çünkü ulus devlet demek ortak bir tarih ve dil birliği demek, ortak tarih demek de insanların ve toplumların kentlerine baktıklarında biz buyuz diyebilecekleri kentlerini tarih edecekleri tanımlayabilecekleri varlıkları gerekli kılıyor. Bunların planlama yoluyla gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılması, yaklaşımları ise daha günümüze yakın tarihlerde özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yoğunlaşmış çabalar olarak gözümüze çarpıyor. Peki, Ankara‟da biz tarihi kent dokumuzu nasıl ele aldık? Şimdi Ankara‟nın tarihi kent dokusunu üç ayrı parçada kabaca anlatabiliriz. Birinci parçayı Ulus tarihi kent merkezi kısmı olarak açıklayabiliriz. Bilmeyenler için şöyle anlatmaya çalışayım. Bugünün Cumhuriyet Ankara‟sı olarak adlandırdığımız binalarıyla çeşitli Roma dönemi eserlerini de içeren büyük parçaları içeren kısma Ulus tarihi kent merkezi diyebiliriz. Biraz daha Cumhuriyet döneminde oluşmuş ve sonrasında Cumhuriyetin başkenti kalbini oluşturmuş kısım, ikinci kısım tabii ki Ankara Kalesi‟dir. Ama Ankara Kalesi Güven Hocamızın da belirttiği gibi üç ayrı surla çevriliyken zamanında bugün için Ankara Kalesi‟nden kastettiğimiz artı iç kaledir. Birinci sur ve içindeki kısımdır ve yakın çevresidir. Üçüncü kısım bizim Hamamönü dediğimiz Ankara‟nın sivil mimari örnekleri içeren bugün Kurtuluş‟ta o tren istasyonundan başlayan Ankara Kalesi eteklerini yalayarak Bentderesi‟ne kadar uzanan yüzlerce Ankara evinin bulunduğu eski cami ve mescitlerin bulunduğu Aslan Ali Camisi‟nin Ahi Şerafettin Ahi Elvan Camilerinin bulunduğu Karanlık Sabuni Mescidi gibi ilginç isimlerin keşfedebileceği önemli tarihi kent parçası. Şimdi bunları biz ele almak için tarih içerisinde üç ayrı planlama süreci yaşadık Ankara‟da. Ama ona gelmeden önce evet acaba Cumhuriyet boyunca Ankara kentinin bütününü planlarken biz tarihi kent dokusunu nasıl ele aldık buna kısaca değinmeye çalışayım. Belki bir kısmınız biliyor ama Ankara‟nın özgünlüklerinden bir tanesi de şu; Cumhuriyet kurulduktan sonra Cumhuriyeti kuran kadrolar Ankara‟yı Cumhuriyetin öncü ve örnek kenti imar uygulamalarında bir sembol haline getirebilmek için çok ilginç bir süreç başlattılar. Avrupa‟ya bir heyet gönderdiler ve o dönemin planlama açısından en önemli uzmanlarını davetli bir yarışmaya çağırdılar. Bu yarışma sonucunda Alman Mimar H. Jansen‟in bugün Jansen Planı olarak adlandırdığımız planı yarışmayı kazandı ve 1940‟lı yıllara kadar bu plan uygulandı. Bu planın en özelliği şudur. H. Jansen‟in Planı Ankara‟yı ikili bir kent olarak tasarlamıştır. Ankara Kalesi ve çevresi geleneksel Ankara‟dır. Ama Jansen aşağıya doğru uzanan demin ki sözlerimi hatırlayın daha düzenli daha yeknesak olan yeni kenti, yeni şehri eski kente Atatürk Bulvarı‟yla bağlamayı düşünmüştür ve Atatürk Bulvarının hemen üzerinde Devlet Mahallesi ile bağlanır. Devlet Mahallesi‟nin girişi Güven Anıtı‟nın bulunduğu Güvenpark‟la yani dolmuş duraklarıyla değil, aslında Güvenpark‟la açılıp Devlet Mahallesi‟nden girdiğinizde Milli Eğitim Bakanlığı‟nı İçişleri Bakanlığı‟nı eğitilirsiniz 11 güvenliğiniz sağlanır ve Meclise kadar gidersiniz. Meclisin basamaklarından halkla temsilcilerin buluşmasını sağlarsınız. Böyle bir mantıkla Ankara‟yı tasarlamaya çalışmış. Ancak tabii bu tasarlama çabası 1940‟lı yıllarda başlayan gecekondulaşma süreciyle kesintiye uğramış. Yavaş yavaş Ankara biraz kentsel rantın ekonomik faaliyetleriyle yönlendirilmiş bir kent haline gelmeye ve 1950‟li yıllara geldiğimizde yeniden bir plan ihtiyacı doğmuş günün değişen koşullarına koşut olarak. Tabii bir yandan da otomobil ulaşımının artık kenti şekillendiren unsurlardan biri haline gelmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Yine çok partili hayata geçtiğimiz bir dönem bütün bunların mekana yansımasını bu planda görüyoruz. Yine bir uluslararası yarışma açılır bu kez bu yarışmayı Vahit Yücel ve Raşit iki Türk mimar kazanır. Ancak bu plan Ankara‟nın tarihi dokusu açısından çok iyi şeyler getirmez. Bugün o tarihi yapıların baktığı caddelerin kenarındaki 8–10 katlı yapıları doğuran süreci başlatır. Çünkü biryandan da Türkiye‟nin apartmanlaşma ve kat mülkiyeti kanunu süreci başlamıştır. Ankara bölgelere ayrılır. Hangi bölgenin kaç katlı yapılardan oluşacağını gösteren haritalar hazırlanır ve 1970 yıllarının ortalarına kadar Ankara‟nın gelişimini bu planlar yönlendirir ama bu planların Ankara‟daki tarihi dokudaki yüzlerce yapının yok olmasına çok önemli bazı dokuların ortadan kalkmasına sebep olduğunu bugün biliyoruz. 70‟li yıllara geldiğimizde Ankara o çekirdeğindeki küçük yapıyı çoktan aşmıştır. Çok daha büyük yaygın kent yapısına sahiptir. Bugün Eskişehir Yolu dediğimiz yolun üzerinde değişmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ankara değil İstanbul‟da da İzmir‟de de metropoliten kent dediğimiz olgu ortaya çıkmaya başlar. Bunu da kontrol altına almak için o dönemin İmar İskan Bakanlığı bünyesinde metropoliten alan büroları kurulur. Yani merkezi olarak bu büyük kentleri planlamalıyız diye düşünülür ve Ankara için yeni bir plan hazırlanır. Ama bu plan şu anlamda önemli tarihi kent döneminin kent bütünü içerisinde öneminin korunması için politikaların geliştirildiği çok önemli bir uzmanlık belgesi ki biz bunu bugün Ankara 1990 Nazım Planı diyoruz. Bugün Hacı Bayram Veli‟de bir düzenleme yapıldıysa çok azda olsa tarihi dokuda bazı uygulamalar gerçekleştirildiyse biliyoruz ki bugün biz bu plan sayesinde gerçekleşmiştir. Ancak bu planın miyadını doldu diyelim bu plan 80‟lerin başında hazırlanır. Miyadının dolduğu 1990‟larda kötü bir şey gelir Ankara Tarihi Kent Dokusunun başına. O kötü şeyde şudur: Ankara plansız bir dönemde yapılmaktadır. 1990‟dan 2008 yılına kadar geçen 18 yılda Ankara‟nın bütünü ve tarihi kent dokusu plansız gelişir. Peki, plan yoksa ne vardır? Sayıları 8.000 bulan imar planı değişiklikleriyle Ankara‟nın kentsel gelişimi yönlendiriliyor. Çok küçük bir bilgi Ankara‟da 40 bin tane yapı odası vardır. Bu şu demektir her 5 yapı adasından bir tanesi değişti. Bu da plansızlığın başka bir ifadesi demektir. İşte böylesine bir süreçte maalesef Ankara tarihi kent dokusu çok büyük kan kaybetmiştir. Yakılmıştır yıkılmıştır içinde kalan insanlar taşınmıştır. Son direnen Ankara‟nın yerlileri taşınmıştır. Belediyelerin kapısına evleri işgal edilen yakılıp yıkılan insanlar yığılmıştır ama hiçbir çözüm bulunamamıştır ve bugün Ankara‟da Ankara‟nın tarihi kent dokusunda sayıları 900‟ü bulan Ankara Evi Sivil Mimarlık örneği tarihi cami mescit gibi bunun gibi yapılar maalesef kaderine terk edilmiştir. En son 2023 Ankara Başkent Nazım Planı adında 2008 yılı Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından bir plan yapıldı. Bu planda da kitabi tabirlerle Ankara tarihi kent dokusundan bahsedilmekte korunacağından bahsedilmekte ama aradan 1,5 seneye yakın vakit geçti hala bir faaliyet maalesef görmedik. Hergelen Meydanı‟nda yükler, kanılar, atlar, öküzler varken bugün artık daha farklı bir manzarayla karşı karşıyayız. Ankara fakat buna rağmen çok önemli koruma çalışmalarına da ev sahipliği yapmıştır. Ulus tarihi kent merkezini hatırlayın. Bu merkez için 1980‟li yılların sonunda bir planlama yarışması açılır. Bu yarışmayı Orta Doğu Teknik Üniversitesi‟nde Prof. Dr. benim sevgili hocam rahmetli Raci Bademli‟nin başkanlığındaki bir ekip kazanır ve bugün biz koruma planlaması açısından en ileri en rafine örneklerden biri dediğimiz Ulus tarihi kent merkezinin planı üretilir ve ancak burada acı bir gerçek var. Bu plan yerel yönetimler tarafından pek sahiplenmez ve uygulama planları da hazırlanmadığı için maalesef uygulanma düzeyleri %2,5‟ler seviyesinde kalır. 87‟den bu yana bazı planlama çalışmaları yürütülmüş. Bu planlama çalışmaları da hiçbir zaman yürürlüğe girememiş. Bürokratik yasal engellerden dolayı çeşitli anlaşmazlıklardan dolayı maalesef koskoca Ankara Kalesi‟nde bir plan olamamıştır. Son olarak belki sevindirici örnek 12 Hamamönü dediğimiz bölgede Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Ankara Merkez Eski Kent Dokusu planlanması sağlıklaştırılması ve kurulması projesi gerçekleştirildi. Bu çalışmalara hasbel kader bende önemli bir parçasına katıldım. 1999 yılından beri çeşitli çalışmalar yürütüldü sizi de son zamanlarda gördüğünüz o ramazan programları gerçekleştirilen Hamamönü‟ndeki iyileştirme çalışması gerçekleştirildi. Ancak yine orada da o iyileştirmelerin niteliği ayrı platformda tartışmaya muhtaç ama yine de yeni bir hareket getirdi denilebilir. 2005 yılında ise çok komik bir şey oldu. Ankara Büyükşehir Belediyesi alandaki bütün planı iptal ediyorlar. Yani yıllardır zaten planı olmayan alanlarda yapılmış ufak tefek plan çalışması vardı bunları da iptal ediyorum dedi. Sonra 2006 yılında biz yıpranan yasa diyoruz. Garip bir yasa çıktı yıpranan kent dokularını şöyle şöyle şöyle şöyle yapılması diye bir yasa çıktı. Orada bir yenileme alanı diye bir tarif getirildi. İstanbul‟da yoğun bir şekilde uygulanıyor. Bu alanların tamamı yenileme alanları ilan edildi ve bir firmaya 6 yıllığına 2006 yılında bu bölgenin plan ve projelerinin hazırlattırılması için ihale yapıldı. Ancak yapılan plan ve projelerin tarihi kent dokusunu daha da vahim duruma düşüreceği görüldüğünden meslek odaları ve üniversiteler tarafından özellikle ODTÜ ve Gazi Üniversitesi tarafından bu plana beş adet dava açıldı ve yargı kararlarıyla hakikaten bu plan ve proje çalışmalarının dört yargı kararıyla iptaline hükmedildi. Çünkü hakikaten çok kalan tarihi dokunun ortadan kaldırılması gibi çok radikal kararlar vardı ve ortada şöyle bir gerçek var. Kamuoyuna yansıyan kent yöneticilerinin açıklamaları şu yönde yani Ankara‟nın tarihi dokusunun biraz tarihten kopup kent kimliği düşürülmeden tarihi ve kentsel değeri dikkate almadan yenileyelim iyileştirelim. Biraz granitliği ve canlılığı çelik binalar konduralım gibi bir yaklaşım var. Ama bu yaklaşım tabii kentin herhangi bir başka yerinde gerçekleştirilmesi anlamlı olabilecek ama tarihi kent dokusu çok da anlamlı olmayacak bir yaklaşım. Oysa yapılması gereken ne? Sunuşun bu kısmını belki bitirmem daha doğrudur. Yapılması gereken şu bunu da biliyorsunuz ki dünyanın hiçbir yerinde tarihi kent dokuları içinde nefes olmazsa içinde insan yaşamazsa o dokuları meydana getiren tarihsel süreklilik, tarihsel doku kültürel yapı en azından örneklenmezse yok olmaya mahkumdur. Tek tek binalar restore edebilirsiniz biblolaştırabilirsiniz. Ama içine ne koyacaksınız? Bugün deniyor ki pansiyon yapalım restoran yapalım. Kaç pansiyon kaç restoran yapacaksınız? İçindeki kültürün nasıl geriye getireceksiniz? Bunun için buradan belki ulaşır mı ulaşmaz mı bilmiyorum ama belki bir çağrıda yapmak lazım. Bugünden tezi yok kenti yönetenlerin bir ortak akıl toplantısı düzenlemesi kentin bütün taraflarını bir araya getirmesi Ulusa bir vizyon çizmesi o taraflara Ulus‟u tarihi kent dokusunu sahiplendirmesi o insanların kendilerini oraya ait hissetmesi için adımlar atması lazım. Bu yapılmadığı müddetçe maalesef gördüğünüz üzere tüm planlama çalışmaları havada kalıyor ve aksi takdirde belki eskimiş tarihi yapıların yerine granitle camla kaplı gösterişli binalar alabilir ama Ankara‟da Türkiye tarihinden kimliğinden çok ciddi şey yitirecek binlerce yıllık tarih ve miras unutuluşa gidecek. Güven Bey‟in anlattığı yapı nerede diye merak ediyor olabilirsiniz. Bu tarihi yok olurken o yapıda maalesef bugün Ankara‟da çözüldü. Ben sunuşumun bu kısmını isminden bahsettiğim Ulus tarihi kent merkezi koruma projesine daha bir yakından tanıdığımız sevgili Prof. Dr. Raci Bademli Hocama da hitap etmek istiyorum. Kendisi yakın zamanda aramızdan ayrıldı maalesef. Şimdi burada ben susacağım. Şimdi şöyle bir şey yaptım. Farklı zamanlarda Ankara‟da tarihi doku iki rota çizdim kendime. Bu rotalardan bir tanesi Ankara‟nın sivil mimarlık örnekleri dediğimiz daha gündelik hayatında yaşandığı kısmının içinden geçti. Bir diğeri de Eski Roma‟dan geçip Cumhuriyet Ankara‟sına yol aldı. Çeşitli fotoğraflar çektim. Fotoğrafların üzerine daha sonra kendimce ufak tefek notlar düştüm. Bu fotoğrafların bir kısmı bugün belge niteliği taşıyor. Benim yaşım çok fazla değil ama bu binaların yerinde yeller esiyor maalesef. O anlamda da o gözle de izlemenizi rica edeceğim. Evet, ben şimdi susuyorum Ankara‟nın tarihi dokusu konuşuyor. (3.video “26.15 dakika” izle) Prof. Dr. İsmail Bircan; Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı: Sayın Zafer Şahin‟e teşekkür ediyorum. Bu gösterisinde Ankara Tarihi Dokusunu iki boyutu ile ele aldı; birincisi yöntem boyutu, ikincisi yürek boyutu ki bunun içinde vizyon var, katılımcılık var, cesaret var, girişimcilik var. Dolayısıyla günümüze kadar 2006‟ya kadar gelen süreç içinde bunu değerlendirdi. Yöntem boyutunda 1940‟a kadar 40‟lı yıllara kadar H. Jansen planının 13 ikili kent dokusu itibariyle uygulandığını ve 1950‟li yıllara kadar da kentsel rantın ekonomik faaliyetleri kadar yönlendirdiğini vurguladı bu tarihten itibaren mekana yansıyan ekonomik rant ve diğer değişkenlerin mekana yansıdığını vurguladı ve daha sonra 1970‟lere kadar Nahit Yücel Raşit Beylerin yaptığı planları 8–10 katlı yapılaşmaya ve bölgesel bölgelere ayrılma sürecine izin veren yapılaşmayı vurguladı ve 1990‟lı yıllarda Ankara‟nın lazım planının yapıldığını söyledi ve altını çizerek de şunu vurguladı tarihi kent dokusu kan kaybetmiştir dedi. Tarihi doku içinde 900‟e yakın binanın tarihi binanın korunduğu kaderine terk edildiğini söyledi ve 2005‟te de Büyükşehir Belediyesi tarafından bütün planların iptal edildiğini vurguladı. Koruma çalışmalarının da yapıldığından söz etti Ankara içinde bunu netliğiyle gördük zaten. Koruma planlamasının önem verildiğini ve koruma çalışmalarının örneklenmezse yok olmaya mahkum olduğunun altını çizdi. Dolayısıyla bizi bir tarihi yolculuğa çıkardı Burada tabii kıyaslama yapmak gerekirse St. Petersburg eski adıyla Leningrad, Paris‟i görenleriniz vardır. Görenleriniz çoktur aranızda veya görecek olanlarınız vardır. Özellikle dünyanın en güzel kentlerinden birisi olan Leningrad son yıllarda turizm konusunda da öne çıkan dünya kentlerinden bir tanesi oldu. Keza ben yakından bildiğim gençlik Paris‟i çünkü doktoramı orada yaptım. Şanzelize Bulvarı gördüğünüz zaman dışarıdaki yüzyıllardır daha Napolyon‟dan gelen bu tarihi dokuyu koruyorlar. Ama binaların içinde istedikleri değişikliği yapabiliyorlar dış dokuyu kesinlikle dokunmuyorlar ve 180 metredir o bunların genişliği üst genişliği. Dünyanın en güzel anıtlarından bir tanesidir. Dolayısıyla Ankara‟dan nereden nereye geldiğini siyasi ve ekonomik müdahalelerin kenti ne hale getirdiğini Sayın Şahin örnekleriyle vurguladı. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Programa göre üçüncü konuşmacımız Sayın Yardımcı Doç. Dr. Gül Güneş kısaca onun da özgeçmişi; 1971 yılında Ankara‟da doğdu. 1992 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümünden birincilikle mezun oldu. Eylül 93 Temmuz 2002 tarihleri aynı bölümde Araştırma Görevlisi olarak görev yaptı. 95 yılında Çevre Yönetimi, 96 yılında Peyzaj Mimarlığı Yüksek Lisanslarını 2002 yılında doktorasını tamamladı. Çevre ve Orman Bakanlığı Dünya Bankası tarafından desteklenen Biyolojik Çeşitlilik ve Doğal Kaynak Yönetimi Projesinin Biyolojik Çeşitlilik Öğrenme Araştırmacısı olarak görev yaptı. Eğitim döneminde Bilkent Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümünde, 2003–2007 yılları arasında Ankara Üniversitesi Beypazarı Turizm ve Otel İşletmeciliği Meslek Yüksek Okulunda Yazılım ve Öğretim Elemanı olarak dersler verdi. 2007–2008 eğitim döneminden itibaren Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Turizm İşletmeciliği Bölümünde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaya başlayan Gül Güneş‟in Sürdürülebilir Turizm ve Eko Turizm yaklaşımları, Turizm Çevre İlişkileri Koruma ve Turizm ve Kırsal Alanlarda Sürdürülebilir Kalkınma konularında yerli ve yabancı yayınları bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk annesi olan Gül Güneş halen Atılım Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Müdürü Turizm İşletmeciliği bölüm başkanıdır. Buyurun Sayın Güneş. Yrd. Doç. Dr. Gül Güneş; Atılım Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölüm Başkanı: Teşekkürler Sayın Başkan, Sayın Rektör Yardımcımız. Sayın Güven Dinçer Bey‟inde Zafer Hocamızın güzel sunumlarının ardından aslında benim için çok uygun bir zemin hazırlanmış oldu. Benim yapacağım sunumlarda söz konusu sunumlarla çok çakışıyor. Zafer Bey‟in aslında bize bahsettiği birçok yeri bilemiyorum. Öğrenciler hatırladılar mı ama buraya eğer dolmuşlarla geliyorsanız bu Ulus civarında Zafer Bey‟in bize gösterdiği birçok yerden aslında geçiyoruz. Ama ne derece bilinçliyiz Hacı Bayram Cami‟nin oradan kalkıyor dolmuşlarımız Ulus dolmuşları buraya direkt gelen İncek dolmuşları. Ama çevrenize ne derece bilinçli bakıyorsunuz. Belki genç nesil için çok önem veriyorum. O nedenle de bugün değineceğim konular biz Ankara kent halkı olarak boş zamanlarımızı ne şekilde değerlendiriyoruz. Boş zaman kavramı aslında ne ve ne şekilde değerlendirilmeli, ama biz Ankara kenti halkı olarak boş zamanlarımızda enerji mi depoluyoruz enerjimizi mi tüketiyoruz. Özellikle genç nesil açısından bunun değerlendirme şekli nedir, boyutları nelerdir onlar üzerinde tartışmak istiyorum. Derslerde çok yoğun olarak değiniyoruz ama burada da vurgulamayı arzu ettim. Boş zamanların özellikle değerlendirmesiyle ilgili yaklaşımlar kaygılar düşünceler aslında Endüstri Devrimiyle daha çok ön plana çıktı. Çünkü o dönemde sosyal tabakalaşma toplum 14 içerisinde çok fazla artmaya başladı. İşçi sınıfı öncelikle günün büyük bir bölümünü çalışarak geçiriyordu. Ama ardından çok uzun süreli olan bu çalışma dönemlerinin hem psikolojiler üzerine hem de iş verimleri üzerinde büyük düşüşlere neden olduğu gözlemlendi ve bunun neticesinde işte bugün hepimizin sahip olduğu giderek tabii ki belli düzene kavuşan boş zamanlar hafta sonları çalışma saatlerinin düzenlenmesi gibi birtakım yaklaşımlar ortaya çıktı. Aslında boş zaman olarak bizim kastettiğimiz –bazen ben derste öğrencilere sorduğumda boş zamanlarında uyuyorum diyorlar– uyumaktan günlük ihtiyaçlarımızı karşılamaktan arta kalan özellikle yenilik ve zindelik kazanmak için yaptığımız çalışmaları içeren boş zaman değerlendirme çalışmaları ki boş zamanlar dediğim gibi gündelik gereklerden arta kalan zamanlarda değerlendiriliyor. Konuşmaların başından beri aslında Ankara için çok vurgulayıcı şeyler söylendi. Ankara‟nın özgür kimliğinden bahsedildi. Ankara‟nın gerek sanat, gerek kültür, gerek diğer konulardaki lider kimliğinden bahsedildi. Dolayısıyla öyle bir konuşmanın çok daha gerekli olduğuna inandım konuşmalar esnasında. Çünkü aslında boş zamanlarımızda biz ne derece özgür davranabiliyoruz, onları da irdelemekte fayda var diye düşünüyorum. Çünkü modern toplumlarda boş zamanlarını ne şekilde değerlendirildiği de gösterge, faaliyet ve yaratıcılık aslında önemli boş zamanları değerlendirmede. Tabii bunlarda aktif ya da pasif değerlendirme şekilleri olabiliyor ki rekreasyon ve aktiviteler diye de geçiyor bunlar. Kimi insan bunu belki televizyon izleyerek geçirmeyi yeğliyor, kimi insan da belki sinemaya giderek ama açıkçası burada benim vurgulamak istediğim açık ve yeşil alanlara ne derece vakit ayırıyoruz. Boş zamanlarımızda esas enerjimizi harcayabileceğimizi yeniden zindelik kazabileceğimiz birlikte ne şekilde değerlendirebiliyoruz. Çünkü günümüzde genç nesil için özellikle, benim şuanda 6 ve 10 yaşında iki oğlum var. O dönemdeki çocuklar için çok yoğun söylenen şey var hiperaktif; bütün çocuklar için hiperaktif kelimesi kullanılıyor. Ama aslında o çocukların o enerjiyi harcayabilecekleri mekanlar var mı? Eskiden biz ailelerimiz sokaklardan çağırdığında eve dönerdik. Çünkü dış mekanlar içi güvenliği de sadece kardeşimizi oyun arkadaşı bilmezdik. Birçok toplum içerisinde arkadaşlarımız vardı. İşte şimdi yeni nesil aslında bunları ne derece değerlendirebiliyor ya da artık şeker toplamaya çıkan çocukların bile tehdit altında olduğu bir toplumda boş zamanlar genç nesil tarafından ne derece güvenli değerlendirilebilir bunları konuşmakta fayda var diye düşünüyorum. Çünkü boş zamanların değerlendirilmesinde önemli olan vakit öldürücü ve yıpratıcılıktan çok yaratıcı yapıcı ve geliştirici faaliyetlere yönelmek hepiniz biliyorsunuz ki ister istemez bütün gün mesela bilgisayarın başında çok büyük bir elektrik yüklenmesi oluyor. Tokalaştığımızda bu enerjiyi karşımızdakine de anında aktarabiliyoruz. Aslında belki boş zamanlarımızda ayakkabılarımızı çıkarıp çimenlerin üzerinde biraz yürüsek o üzerimizdeki negatif enerjiyi, o elektrik enerjisini toprağa aktararak hem ondan kurtulmanın yanı sıra hem fiziksel yorgunluktan çok zihnimizde oluşan yorgunluğu da bir şekilde atmış olabileceğiz. Dediğim gibi bu rekreasyon kavramı da boş zamanların değerlendirilmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Bugün burada özellikle vurgulamayı istediğim konu şu ki Ankara‟nın son yıllarda ne yazık ki özellikle 90‟lı yıllarda bütün Türkiye‟ye yayılmaya başlandı, 50‟lerde Amerika‟da bir salgındı bu ama maalesef 90‟lı yıllarda bize geldi ve şuanda da esiri olduğumuzu düşünüyorum hızla yayılan alışveriş merkezleri. Aslında alışveriş merkezleri birçok kolaylıklar sağlıyor tabii ki onlara da değinmek istiyorum. Çünkü bununla ilgili daha önce turizm haberleri gazetesinde bir yazım çıktığında haklı eleştirilerde bulunan arkadaşlarım da oldu. Çocuklarını alıp oraya rahatça gidebildikleri güvenlik açısından uygun ortamlar olduğu, çeşitli aktiviteler gerçekleştiriliyor. Ama çok boyutu ile düşündüğümüzde bizim için neredeyse Ankara halkı için hafta sonları şöyle bir düşünürseniz tek seçenek haline gelmeye başladı. Bir arkadaşımızla buluşacaksak orada randevu veriyoruz. Bir alışveriş yapacaksak kesin oradan alışveriş yapmaya gidiyoruz. Bunu tabii ki boyutuyla düşünmek gerekiyor ama madalyonun bir de öbür yüzü var. Sizleri bilemiyorum ama ben eve geldiğimde alışveriş merkezlerinde dinlenmek yerine daha yorgun bir insan oluyorum. Çünkü orada muhtemelen manyetik alanlardan olan etkiler ve zihnimde oluşan o gündüz o güneş enerjisini emen beton zeminler gecede onları dışarıya veren ısı adası oluşturan etkiler nedeniyle eve geldiğimde ben kendimi çok daha yorgun hissediyorum. 15 Bilakis boş zamanını değerlendirmiş bir insan değil daha da yorulmuş hissediyorum. Bu nedenle açıkçası çok mecbur kalmadıkça kendi çocuklarımda dahil olmak üzere bu mekanlarda geçirmek yerine daha çok açık ve yeşil alanın yoğun olduğu alanda geçirmeye özeniyorum. Buralarda yaptığımız tabii ki toplumsal birtakım faaliyetler gene boş zamanlarımızın değerlendirmesine yönelik faaliyetler arkadaşlarımızla bir araya geliyoruz onlarla bir şeyler paylaşıyoruz. Sosyal aktiviteler gerçekleştiriyoruz. Ama bunun tek seçeneği bu mudur aslında tartışılması gereken bu, ya da Zafer Hocam vurguladı. Plansız yapılaşmanın plansız kentleşmenin bize sunduğu imkan nedeniyle biz bu hale geldik. Diğer taraftan tüketici bir toplum olmaya başladık. Biz özellikle 90‟lı yıllardan sonra alışveriş merkezleri tabii ki bizim için seçenek olabilir ama bunların şehrin içinde yapılması neden bu kadar gerekli, ya da şehrin içinde olmasının yanı sıra neden bu kadar fazla sayıda birçok dükkan. Diğer taraftan ekonomik kriz nedeniyle bugün bakıyoruz Karum da kapanıyor. Günlük ihtiyacını ya da kirasını karşılayamayacak durumda ama diğer taraftan bir bakıyoruz yeni bir alışveriş merkezi daha açılmış ya da hafta sonu biraz dinlenelim diye dışarı çıkıyoruz o trafiğin içerisine girdiğimizde o merkezlerin önündeki trafik içerisindeki ölümcül birtakım vakalarda dahil trafik kazalarını da geçiyorum onun haricinde orada yaşadığımız stres gerginlik acaba boş zamanlarımızı ne derece doğru değerlendirmemize neden oluyor bunları bir düşünmenizi istiyorum. Çünkü Ankara‟nın aslında hatırlanması gereken birçok değerleri var, biz bunları unuttuk. Dikkat ederseniz yakın zamanda Sayın Obama da ziyaret etti Türkiye‟yi. Ama ne yazıktır ki Ankara‟da çok az gezmek için zaman harcadı. Ama İstanbul‟da gezdiği yerlerle ilgili birçok kareler yer aldı. Aynı şekilde bizim yurtdışından gelen ziyaretçilerimiz içinde söz konusu, düşünüyorsunuz nereleri gezdirebilirim, gezdirmem gereken yerler alışveriş merkezleri mi? Hayır aslında birçok seçenek mevcut bunlardan sadece birkaç tanesine değinmek istiyorum bugün. Anıtkabir bizim için çok önemli bir değer ve gerçekten ben gerek Anıtkabir gerek bizim kent planlı kentleşmemizde çok önemli olan alanlar olan kent parkları diğer açık yeşil alanların çok önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü uçakla Ankara‟nın üzerinden geçerken Ankara‟ya inerken bunu gayet net bir şekilde fark ediyorsunuz. Zafer Hocamın bahsettiği gibi çok tek düze bir gelişme var öbür türlü sürekli binalar sürekli aynı yapılar. Ama ne zaman ki bir açık yeşil alan görüyorsunuz çok farklı bir güzellik. Fonksiyonel olan özelliklerden geçtim ki zaten ağaçların bitkilerin sağladığı birçok faydaları hepimiz biliyoruz. Ama aynı zamanda estetik bakımdan Ankara‟nın bu kimliğini yeniden kazanmasında çok büyük önemi var diye düşünüyorum açık yeşil alanların. Dikmen Vadisi Portakal Çiçeği Dikmen‟deki Portakal Çiçeği Vadisi ve bu biliyorsunuz Ankara çanak yapısında bir kent ve çanak yapısında bir kentin vadileri son derece önemlidir hava akımlarını sağlayabilmesi bakımından. Ama oradaki hava akımlarının bile önünü kapatabilecek binalar kentleşmeler söz konusu, dolayısıyla bu kadar yanlış planlama hataları yapıyoruz ki bunların geri dönüşü mümkün olmayacak diye düşünüyorum. Altınpark belki konumu nedeniyle çok daha farklı kesime hitap ediyor. Çankaya‟da olsaydı çok daha farklı bir kullanıcı kitlesi olabilirdi diye eleştirilerde alabilir. Ama Altınpark‟ta benim açıkçası çok da gözüme batan çok fazla sayıda beton alanların var olması. Bunu dediğim gibi bir Botanik Parkıyla Seğmenler Parkı‟yla kıyasladığımızda insanlar söz konusu iki parkta çok daha özgürce dolaşabiliyorlar diye düşünüyorum. Altınpark da biraz daha tüketime ve topluluk halinde hareket etmeye yönlendirilen bir insan söz konusu. Bilemiyorum hiç gören oldu mu? Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinin içerisinde bir Nilüfer havuzu vardır. Ben stajım esnasında tanışma imkanı bulmuştum ve geçen gün de ufak oğlumu oraya bıraktığımızda gene önünden geçtik oranın benim için önemi büyüktür. Görüyorsunuz orada da oturma mekanları var yani burası belki trafikten uzakta çok ufak bir mekan. Ama kullanıcılarını bekliyor bazen de bu tür mekanlar. Aslında hak ettikleri ilgiyi ve değeri bulmuyorlar. Ankara‟da Nilüfer‟i bulmak ne kadar güzel bir farklılık. Burada da sağ olsun peyzaj mimarımız Esra zaman zaman Nilüfer dikiyor ki birçok öğrencide bilmiyordur, o Nilüfer açıyor aslında burada küçük bir havuzun içerisinde ama biz gençler genelde etrafımıza bakarak çok ilgili olarak hareket etmiyoruz toplum içerisinde nedense çevremizdeki güzellikleri görmek için. Yeni yapılan parklarla ilgili tartışmalar çok ayrı bir boyut. Ama ben açıkçası dediğim gibi alışveriş merkezleri yerine kendi çocuklarım için bu tür mekanları tercih edebiliyorum. Çünkü en azından enerjilerini orada harcayabiliyorlar ve flora fauna denemesi bitki ve hayvan 16 varlığına o kadar ilgililer ki bu yaşta bu bilinci edinmeleri bence çok önemli, özgürce ve rahatça hareket edebiliyorlar. Onun haricinde koşabiliyorlar yürüyebiliyorlar. Çünkü biz şu moddayız; koşma, yürüme atlama. Tabii ki çocuk enerjiyi harcayamayınca dediğim gibi karşımıza hiperaktif dediğimiz çocuklar çıkıyor. Aslında onların bizden hiçbir farkı yok sadece onlara uygun imkanlar sunulmuyor. Kara Göl Çubuk‟ta biliyorsunuz gene sonbahar renklenmesiyle bizim aslında çok sevdiğimiz tercih ettiğimiz bir mekan. Tabii bu tür mekanlara gençlerin erişiminde bir başka konuda haklı olarak ulaşılabilirlik erişilebilirlik yani herkesin arabası var mı? Çünkü özellikle benim burada vurgulamak istediğim Teenager dediğimiz 13–19 yaş arası gençlerin boş zamanlarını değerlendirmesi ne derece önemli oldu. Çünkü esas enerji onlarda ve onların yenilik kazanması çok daha önemli, bunlara sunulan imkanlar nedir? Çünkü yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki Ankamall dediğimiz yerin çok fazla tercih edilmesinin bir nedeni de gençlerin rahatça erişimi, aynı zamanda aileler tarafından güvenli bulunması cep harçlıklarıyla birkaç alışveriş yapıp arkadaşlarıyla bir araya gelip zaman öldürebilecekleri bir mekanın olması. Ama dediğim gibi onların da haklı olduğu birtakım nedenler var. Oysa Amerika 50‟lilerde bunun esiriydi ama şuanda orada çok yaygın olan bir eğilim var. Artı insanlar alışveriş yapacaklarsa açık alanlara gidiyorlar. Yani bir ADİDAS köyü var bir alışveriş köyü var. İlla bizim tutkumuz alışverişse ki bu olmamalı aslında dediğim gibi bu da farklı boyutu tüketici bir toplum olmak. Ama belki bir arabamızı rahat park etme, ailece gitme ve güvenlik gibi arayışlarımız söz konusuysa eğer bunlar açık yeşil alanlarla bütünleştirilerek de yaratılabilir. Diğer taraftan gene böyle bir mekan düşünülüyorsa, aklıma gelen bir örneği de anlatmak istiyorum. İki hafta önce İsviçre‟de Neuchâtel‟de bir toplantımız vardı. Orada çok yüksek olmayan apartmanlar görüyordum yürüyüş esnasında ve o apartmanlar bizim aslında kültürel yaşantımızda da mevcut bu avlu sisteminde yeri çok yüksek değil. Dikdörtgen şeklinde avlu çok merak ettim bir gün girdim insanların girişi çıkışı da oraya izin veriliyor serbest bir şekilde. Avlu şeklinde o mekanlar ve içeride girdiğinizde orada gençler oturuyorlar bir masanın kenarında açık yeşil alanlarda sohbet ediyorlar. Anneler babalar çocuklarını almış çocuk oyun alanlarında oynuyorlar ve dediğim gibi bir apartman mekanı blok düşünün içerisinde açık ve yeşil alan var. Ama şuanda bizim özellikle Ankaralı olduğumuz için beni rahatsız eden konuları Ankara‟da vurguluyorum ama bütün metropoliten kentlerinde yapmaya çalıştığımız bunun tam tersi bir açık ve yeşil alandan ne kadar bina çıkar bunun hesabı yapılmakta. Ben şuanda Aydınlıkevler‟de oturuyorum sizin de çevrenizde vardır eminim düşünürseniz ki Yenimahalle, Bahçelievler herkes bunu yaşıyor. Yaklaşık bir sene önce park olarak gördüğünüz ve mutlu olduğunuz bir alanda bir sene sonra çok yüksek bir bina bitiriveriyor. Üzücü olan şu ki aslında açık ve yeşil alanların bunlar rant kaygısına dönüşen mekanlar haline gelebiliyorlar. Konuşmanın başında Sayın Bülent Tanık da vurguladı ben de bu Ankara‟nın ödül almasını çok doğru ve tarafsız bulmuyorum, açıkçası almak değil onu hak etmek önemli herkesin vurguladığı gibi ileriye dönük baktığımızda açık ve yeşil alanları hızla kaybediyoruz. Dolayısıyla yanlış planlama politikaları içerisindeyiz. Hemen yakınımızda Beypazarı var. Beypazarı çok klasik oldu diyeceksiniz ama Beypazarını da biz tüketmeye başladık. Günlük Ankara‟ya çok yakın bir mekanda artık oranın geleneksel olarak ön plana çıkan yiyeceklerinden gidip tatmak, günlük gezebileceğimiz tarihi bir mekanı gezip dönmek ama en azından bu açık alanda yapabileceğimiz bir aktivite ki orada İnözü Vadisi de var. Ama ondan önce şuna değinmek istiyorum biz orada gördüğümüz Beypazarı haricinde çok güzel müzeler var orada bizim gezmediğimiz. Dediğim gibi günü birlik gidilebilecek bir mekan. Özellikle genç nesil için önemli bir mekan olduğunu vurgulamak istiyorum. İlköğretim çağı için de çok önemli oluyor. İlköğretim çağındaki çocukları oraya götürüp açık müze olarak da kullanabilirsiniz. Orada kültürü görüyorlar, oralarda insanlarla resim çektirebiliyorlar. Burada eski ve yeni nesli görebiliyorsunuz. Ne kadar güzel bir kaynaşmadır bu. Orada konakta masal anlatılıyor gerçi masalı bizden de dinliyorlar ama o mekanda dinlemek eğitici ve motive edici o konağın içerisinde ve aynı zamanda sadece onlar dinlemiyor sizin yaşınızdaki gençler de dinliyorlar, çünkü biz bunlara gerçekten hasretiz gerçekten unutmaya başladık. Orada ıhlamur baskısı yapan bir kız da var. İşin güzel tarafı oradaki kız Beypazarı halkından ve gönüllü olarak yapıyor bu işi karşılığında herhangi bir beklentisi de yok, sadece o kültürün 17 yaşatılmasını istiyor yöresel kıyafetleri ile sizi karşılıyor. Yaşayan müze var eğer ziyaretiniz olursa Pazar günleri açık ve tamamen gönüllük esasına dayanan bir çalışma diğerlerinden çok farklı gençler için çok önemli bir mekan. Bilemiyorum kaçınız bu aktiviteyi gerçekleştiriyor ama kuş gözlemciliği var. Ben en çok bunun özlemini duymuşumdur. Yanımda bir kuş öttüğünde bu kuşun hangi tür olduğunu bilebilmek çünkü peyzaj mimarı olduğum için bitkileri az çok tanıyabiliyorum ama fauna hakkında bu kadar bilgili değilim özellikle kuşlar hakkında çok özenmişimdir ve sizin yaşınızdaki gençler de aslında sivil toplum kuruluşları dediğimiz kuruluşların doğa derneği var, onların çalışmalarında gönüllü olarak görev alarak bu kuşların gözlem esnasında nasıl tanınabileceklerini öğreniyorlar. Hem projelerde görev alıyorlar hem de dediğim gibi ilköğretim çağındaki çocuklar için de bu tür aktiviteler çok yararlı oluyor. Çünkü çocuklar orada doğa içerisinde görecekleri bitki ve hayvan varlığına ilişkin ve aynı zamanda geçmiş kültüre ait bilgileri alıyorlar ve ardından burada doğa derneğinin müzesi var burada kuşlar anlatılıyor daha sonra da doğaya gidip burada bu kuşları yerinde görüyorlar. Bir kartalı görüyorlar. Beypazarı‟nda endemik olan karaleylek var. Karaleyleği gözlemliyorlar. Onları dürbünle görüyorlar yuvaladıkları alanları görüyorlar. Bunların gerçekten çok büyük önemi var ve o şekilde değerlendiriyorlar boş vakitlerini. İnözü vadisi de Beypazarı‟na gidiyoruz ama bence bu yönünü bilmiyoruz biz hep tarihi mekanına kayıyoruz. Orası doğal bir güzellik aynı zamanda. İnözü vadisi doğal ve arkeolojisi alanlarını içeriyor, dolayısıyla burası hem bağ alanları olması açısından hem de buradaki kaya mezarlıkları diğer özellikleri bakımından önemli bir yer. Yöresel yiyecekler diyoruz ben çok önem veriyorum. Ziyaret ettiğim yerlerde klasik bir şey tatmayı sevmiyorum o yöreye ait şeyi tatmayı seviyorum. Karadeniz‟e gittiysem turşu kavurması yemeyi seviyorum. Başka bir yöreye gittiysem o yöreye ait bir şey yemeyi seviyorum. Gerçekten de biz bunları da seviyoruz. En son Giresun‟a gittiğimde oranın yerel halkı çok güzel ot tarifi verdi. Benim sorum şu oldu; kızınız ot yapımını biliyor mu? Henüz onunla paylaşmıyoruz ben yapıyorum o yiyor. O zaman biran önce ona öğretin bunların gelecek nesillerle aktarılması çok önemli diye düşünüyorum. Beypazarı‟nın Telkâri dediğimiz gümüş ve altın işçiliği gerçekten çok önemli ve takdire değer. Beypazarı‟na hep gidiyoruz ama işin ilginç tarafı Beypazarı‟nın hemen yakınında Karaşar diye bir beldemiz var. Ve burası trekking yapabileceğiniz Çukurören diye başlıyor yayla şenliklerinin yapıldığı alan yaklaşık 10km yi geçen 10 km den biraz daha uzun trekking hattı var, toplamı 40km ye yaklaşıyor. Orada çok rahat kuşları, bitkileri her şeyi gözlemleyerek yürüyebiliyorsunuz ve bu Beypazarı‟na sadece 25 km uzaklıkta ama biz Beypazarı‟na geliyoruz orada takılıyoruz. İfade ettiğim gibi Ankara‟nın 125km kuzey batısında Ankara‟ya bu derece yakın bir yayla eko sistemi var ama biz bunun farkında değiliz orada da tarihi değerler var. Aynı zamanda suni göletler var, bir yayla eko sisteminde görebileceğimiz tabii Karadeniz yaylalarına benzemesi orta Anadolu ve Bolu‟ya geçiş noktasında yayla eko sistemi var. Burada da rahatlıkla yürüyüşler yapabileceğiniz alanlar mevcut. En önemlisi de kardelen diyoruz. Biz Avrupa‟nın dörtte üçünden fazla bitki örtüsüne sahibiz. Tüm Avrupa‟da 12 bin olan bitki varlığı biz de 10 bin civarında otsu ve odunsu bitkilerde dahil ki şuanda biliyorsunuz, doğuda terör ve benzeri endişelerle yapılmayan araştırmalarla aslında bizim bilmediğimiz endemik dediğimiz sadece belli yörede yetişen bitkimiz de var, hayvanımız da var, floramız da var, faunamız da var. Dolayısıyla biz bunları çok bilincinde değiliz. Ama Ankara‟nın hemen yakınında kardelen endemik bir bitki biliyorsunuz, çok önemli bir projeye de ismini verdi kızların okutulmasıyla ilgili çok önemli ve başarılı bir proje orada neden kardelen denmişti projeye çünkü kardelen dik başlıdır aynen ismi gibi karı delip çıkar. Aslında o kardelen şubatın sonu mart başında eğri ova denilen yerde halı gibi yeri kaplıyor. Karların içerisinde onu izleyebiliyorsunuz. Aynı zamanda yine Ankara‟ya özgü sarı renkli Ankara çiğdemi vardır. Kuşburnu vardır biz bunları Ankara‟da gidip satın alıyoruz. Ama kuşburnu orada o şekilde bekliyor. Dolayısıyla yakınımızda çok güzel değerler var ve bunları değerlendiren bir topluluk da söz konusu. Nallıhan kuş cenneti var. Çevre ve orman bakanlığı tarafından koruma altında bu alan ve önemli kuş alanlarından bir tanesi bir çok kuşu gözlemleyebileceğimiz önemli bir mekan. 18 Biraz daha etrafımıza karşı ilgili boş zamanlarımızda kendimizi kapalı mekanlara kapatıp enerji kazanmak yerine kendimizi tüketecek bir gençlik olmayalım. Prof. Dr. İsmail Bircan; Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı: Sayın Gül Güneş‟e de teşekkür ediyorum. Eğer kısa bir özet yapmak gerekirse Sayın Güneş Ankara kentinin boş zamanlarını değerlendirme alışkanlıkları çerçevesinde yaptığı sunumunda özellikle çalışma saatlerinin düzenlenmesi ve zindelik kazanmak, yorgunluğumuzu atmak, stresimizi gerginliğimizi boşaltmak adına boş zamanların değerlendirme alışkanlıklarının altını çizdi ve bunun iki şekilde olabileceğini aktif pasif değerlendirme olabileceğinden söz etti. Sinema TV‟den tutunda çevremizdeki yeşil alanlara parklara kadar boş zamanlarımızı bizim değerlendirebileceğimizi negatif enerjimizi nasıl boşaltabileceğimizi vurguladı. Fiziksel ve zihinsel yorgunluk hepimizde oluyor. Dolayısıyla bunun en aza indirilmesi sürekli olarak zinde kalmak, dinç kalmak yaptığımız işi iyi yapmak bağlamında boş zamanlarımızı çok iyi değerlendirmememiz gerektiğinin altını çizdi. Bir de 90‟lı yıllardan itibaren dünya bir salon ve Türkiye‟de de sayıları 225‟e ulaşan alışveriş merkezleri çılgınlığı diyelim bunların altını çizdi. Çünkü Türkiye‟de 225 sayıları ama Ankara‟da sanıyorum 20‟ye yaklaştı alışveriş merkezleri. Dolayısıyla sadece bu merkezlerde vakit geçirerek boş zamanları değerlendirme değil, yeşil alanlara ve çevremizdeki Beypazarı‟ndan tutun da Karaşar örneğinde olduğu gibi trekking yapma olanaklarına kadar ilişik alternatifleri bizlerle paylaştı. Gerçekten Ankara ve Ankara içi ve çevresi bu bakımdan çok önemli potansiyele sahip, hatta son yıllarda öne çıkan Beypazarı biliyorsunuz kendisinin de bahsettiği gibi Uluslararası düzeyde Turizm Kongresinde Beypazarı‟nı da örnek olarak gösteren bir sunum gerçekleştirdi Uluslararası düzeyde. Sürdürülebilir Turizm bağlamında yeni destinasyonlar, yeni mekanlar turizm mekanları neler olabilir konusuna uluslararası bir bildiriye de imzasını attı. Dolayısıyla turizm alanında Türkiye‟de ve özellikle bu potansiyeli Ankara‟da değerlendirmenin altını çizdi. Nilüfer Havuzundan, Karagöl‟den Gözlem Kuşlarından Karaşar‟dan Kardelen‟den en sonunda Nallıhan‟daki Kuş Cennetinden de söz etti ki etrafımızı gözleyerek izleyerek doğal değerlerimizin tarihi değerlerimizin ve Ankara‟nın tarihi dokusunun bilincine varabiliriz ve bunun gelecek kuşaklara burada ilettiğimiz gibi aktarma konusunda çaba gösterebiliriz. Çünkü kültür değişimi kültürün paylaşımı, başka kuşaklara bir sonraki kuşağa aktarılması bu şekil etkinliklerle olacaktır. Değerlerimize sahip çıkmak, kültürümüze sahip çıkmak Ankara‟mıza sahip çıkmak bu bağlamda çok önem taşır. Güven Dinçer; Anayasa Mahkemesi Emekli Başkanı Vekili: Şimdi ben 1934 doğumluyum. Efendim Beypazarı‟nda 4 yıl ilköğretim okudum ben. 1944‟ler vs bu bakımdan Beypazarı‟nın çok derin bir kültürel yapısı var Ankara‟nın 3–4 ilçesi böyle Ayaş Beypazarı, Keskin bunlar çok uzun yıllardan beri kent yaşamındadır. Şimdi benim doğduğum Haymana, Bala bunlar kırsal alan etkisinde kent yaşamı olan yerler. Beypazarı‟nda o var. Beypazarı‟ndaki gümüşünden yemek kültürüne törenlere kadar diyeyim. Ankara‟nın küçük modeli de deriz ve bu kültürel gelenek çok eskilere dayanır. Mesela Beypazarı‟ndaki birçok benzerlikler Kütahya‟da da vardır. Kültürel yapı her şeyi etkiliyor. Bunun için üzerinde çok duruyoruz. Şimdi Cumhuriyet kurulurken Ankara‟daki bir Cumhuriyet Projesi Ankara‟da üç büyük yeşil alan yaratılıyordu; birisi Atatürk Orman Çiftliği, bir tanesi Baraj bir tanesi de Gençlik Parkı. Şimdi sonraki yozlaşmanın derecesine bakın ki bir belediye başkanı geliyor 10 yılda orayı yok ediyor. Yok, etmek üzerine proje üretmek istiyor. Ankara‟da geçen asır diyelim artık 1900‟lü yılların başlangıcında Ankara‟da Salnameler var bütün imparatorluklar bir tane merkezden çıkıyor birde her il kendi çıkarıyor kendini de yazıyor. Şimdi il kitabı şeklinde çıkıyor orada göremiyoruz Ankara‟da 10 bine yakın bağ ve bahçe parseli var. 3 bine yakın bağ evi var irili ufaklı. Bağ yaşamı bir kültürdür ve Haymana‟da bahçem var. Buradan gidersem yiyecekle gidiyorum. Orası üreten bir yer yani, o kültür Beypazarı üretim üzerine kuruldu ben dikkatinizi hep ona çekmek istiyorum. Üretimsiz toplum olmaz. Bunun için sanayisiz toplum olmaz. Ankara‟yı sanayisiz kurmak istemişlerdir, mümkün değil üretimsiz bir toplum olmaz. Üretim toplumu yönlendirir. Ama toplum üretimi de düzenler. Şimdi bir de 19 şehirleşmeyle ilgili birkaç noktaya değineyim. Benim devlette süren kırk yıllık hizmetim bana öğretti bunu. At binicisine göre kişner. Sen adamsan iyi öğretmen olursun, adamsan iyi memur olursun, adamsan iyi plancı olursun. Cumhuriyet‟in başı büyük bir yoksulluk dönemi Türkiye‟de her bakımdan Kurtuluş Savaşı yoksulların savaşı 600 yıllık imparatorluğun biriktirdiği, sorunların savaşı şimdi ona rağmen biz en güzel yapıları Türk Mimar Mühendislere ve yabancı mimarlara yaptırdık, ne zaman en yokluk dönemimize çaresizlik dönemimize ve bilgimizin az olduğu döneme geldi. Şimdi elimizde bu kadar büyük kadrolar da var yapılanlara bakın. Çünkü yönetenler dürüst değiller, yönetenler bu ülkeyi 1920‟lerde kuranlar ve yönetenler gibi sevmiyorlar o bilinçte değiller. Yani sevmediklerinin farkında değiller. Şimdi bakın Ankara‟da bir Cumhuriyetten evvel gelen miras vardır bir de yeni yapılan Ankara‟nın güzellikleri vardır. Biz hepsinin içindeydik. Jansen ben uzaktan plancı değilim dedi. Ama ben buna Ankaralı olarak bakıyorum yeniden yaratılan güzellikleri ben eskiyle dengelemişim. Eski Ankara çok müthiş yönetim Ankara Ulus civarındadır dikkatinizi çekerim. Toptan çarşılar kale civarında hanlarda, normal çarşılar ortada aşağı yüz denen bir konut alanı var, yukarı yüzde de arkadaşımız izah etti bunların hepsi kalenin etrafında, en büyük güzellik içinde denge içinde yani Jansen bunları koruyor ve bağ kültürünün gideceğini de düşünerek Gençlik Pakını planlıyor. Atatürk daha ileriye gidiyor kendisi ve cebindeki paraların tasarrufuyla almıştır. İstimlak değil bakın dikkatinizi çekerim, Atatürk Orman Çiftliğinin sınırları böyle dantel gibi karışıktır. Çünkü parsel parsel satın alınmıştır. Tasarruflarıyla satın almıştır. Hazineye de verirken modern ziraat yapılsın, halkıma öğretilsin ve aynı zamanda Ankara halkı dinlensin diye Gençlik Parkına ilave ediyor. Yani bunlar bağ kültürü dediğim modern hayat içinde yeri zayıflıyor büyük üretim içinde. Bunların yerine toplu dinlenme mekanları kuruluyor bu çok önemli bir şey. Bu Türkiye‟de Ankara‟da yapılınca bütün iller bunu gözlüyorlar kendileri de yapmaya çalışıyorlar bu çok güzel bir örnek. Ankara‟nın yıkımı ne zaman başladı? Ankara‟nın yıkımı o urban öbürünün adını öğrenmedim bu enteresan olduğu için Cumhuriyet‟in kurucu büyüklerinin birinin oğlu herhalde, Ankara‟nın gökdelenin Kızılay‟da olduğu yerde büyük bir bina vardı demek Cumhuriyetin kurucu nesilden büyüklerimizden biri. Bunların bu iki mimarın şehir içi her neyse bir yıkım projesidir yeni bir plan değildir, yaptıkları şudur 4 katlı binaları 10 kata çıkarttılar bu adamlar. 10 kata çıkınca alt yapı bozuldu, şehir düzeni bozuldu. Ondan sonra ne yapıldı? Bulvar genişletildi mahvetti bulvarı. Sonra 1959 yılında Demokrat Partinin yaptığı şehir imar hatası Ulus istimlak edilmeye başlandı. Aynı şeye Doğramacı devam etti eski Ankara‟da bizim evlerimizin olduğu taraf o zaman 1890-1900 arasında evler Ankara‟nın çok eski aileleri bu Büyük Börekçi‟de bizim komşularımızdan biridir, tabii biz kendisini tanıma şerefini kazanamadık çok küçüktük. Ama ailesini biliyoruz. Bizim evlerimiz vardı bu evler dantel gibi inanılmaz bir şekilde. Ah o evler yıkıldığında biz Bahçelievler‟de ev yaptırdık ondan sonra sevindik bir bakıma. Çünkü evler onarılmamıştı o fikir yoktu, o kültür yoktu, o para yoktu. Ama elden çıktı hepsi. Bu istimlaklar Ulucanlar‟da da yapıldı daha sonra. Sosyal Sigorta Hastanesi‟ne örneğin büyük felaketi yapılıyor. Çeşitli fırın var kelleci paçacı fırın var simitçi var tavlacı var ekmek fırını var. Bunları yapan adamlar oranın sahipleri o fırınları yıktıktan sonra ne yapacak paraları var, ne yapacak usta var hepsi birden çöktü orada helva imalathaneleri, akide şeker yapanlar, antikacılar, semerciler saraçlar hepsi gitti. Onlar Ankara‟nın çevresinde bir renkti, bunların hepsi yok edildi istimlaklar yüzünden. Konya planlama konusuna geleyim. Hırsızlar metropoliten krallığını sevmezler. Nasıl konuşuyorsun diyecekler. Bizim yaşımız artık bu gücü veriyor bize. Çünkü yaşayarak iyiyi de kötüyü de çok gördük. Hırsızlar metropoliten planlamayı sevmezler. Niye? Ankara‟yı gıdım gıdım planlayacak ki her seferinde dağıttığını toplayacak. Metropoliten plan böyle yapmıyor, bütün Ankara‟yı planlıyor otoparkıyla, sosyal tesisleriyle, yeşil alanlarıyla bunlar onu mahvettiler. 15 yıldır plansız kaldı ve ben şunu bugün öğrendim. Birde ara ara yapılan güzel şeylerde yıkımı için karar alıyorlar. Bunlar bir yıkım ekibi ve inanın yani tabii insan bugünkü meclisin itibarsızlığı düşünün. Bu bir gerçek 1920‟nin itibarını düşünün Türkiye‟nin en hain adamları. O Tunceli‟den gelmiş diye bu adam İstanbul‟dan Anadolu‟dan gelen okumuş insanlara hepsi cebinde parayla geliyorlar ve Moskova‟ya gidecek heyetin parasını meclis topluyor. Bu 20 meclisten Ankara‟yı taksim etmek isteyen insanların siyasi kadrolarına geliyoruz. Artık Ankara büyük şehir küçük şehrin belediye meclisleri her kimlerse bunlar Ankara‟yı bir arsa olarak sevgiyle bakmıyorlar. Zaten acaba lütfen bir düşününüz kaç tane belediye var Ankara‟da? Bu kadar belediye bölünür mü? Niye bölünür acaba? Bence şöyle demokrasi de taksim nasıl yapacaksınız? Herkese çöpleneceği bir alan bırakacaksınız. Çöplenme otlanma alanı ancak yetkilerin dağıtılmasıyla olur. Metropoliten plan olsa bir tek güçlü belediye olsa Ankara‟nın başında her yer parça parça taksim edilmez. Evet, teşekkür ederim efendim sağ olun. Bizdeki heyecanı bağışlayın yaşlı bir insan heyecanı, yaşadıkça insan hataları daha çok görme şansına sahip oluyor ve de söyleyebilme ihtiyacına teşekkür ederim. Prof. Dr. İsmail Bircan; Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı: Sayın Güneş‟e ve Sayın Şahin‟e söz vermeden önce son değerlendirmeleri almak üzere şayet varsa değerli katılımcılardan sorusu olan onları alalım, sorusu olan yok. Evet, son değerlendirme için Sayın Şahin‟e söz veriyorum. Öğretim Görevlisi Dr. Zafer Şahin: Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Belki son değerlendirme sözleri olarak geleceğe yönelik nelerin yapılması gerektiğine ilişkin birkaç söz sarf etsem anlamlı olacak. Mesleki hayatım boyunca Ulus‟un Ankara tarihi kent dokusuyla planlanmasında tüm taraflarında bulundum. Belediyede plancı olarak çalıştım. Daha sonra sivil toplum örgütü lideri oldum hatalarına karşı savaştım, akademik alanda bir şeyler yazdım. Fakat bütün bu deneyimlerin hepsi bana bir tek şey öğretti. Eğer tarihi dokuda yaşamayan Ankaralılar bu meselelerin farkına varmazlarsa bu çabaların hepsi maalesef yersiz ve sonuçsuz kalmaya mahkûm. Bizim bir arkadaşımız “taştaki iz” diye bir belgesel çekti zamanında da Ankara Film Festivalinde ödül almıştı. Güven Anıtının yapılış hikayesini anlatır taştaki iz ve orada önemli bir şey anlatıyor Sayın Altan Öymen: “eskiden Ankara‟nın çevre köylerindeki ilkokul çocukları otobüslerle Güven Anıtının önüne getirildi ve öğretmenleri anıtın ne anlama geldiğini anlatırdı. Bugün Güven Anıtının haline bir bakın kenarında ateşler yakılmıştır. İsim pisliğin içindedir. Hiçbir can güvenliğiniz yoktur. Maalesef Ankara‟nın bütününde böyle bir bilinçlenme hareketi yaratmazsak plancılarının, peyzaj mimarlarının diğer tüm meslek alanlarındaki uzmanların katkıları sonuçsuz kalmaya mahkûm olacak. İçine nefes değmeyen tarihi dokunun yaşaması mümkün değil, yaşayabilmesi için bizlerin, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin de ellerinden gelen tüm çabaları göstermeleri gerekiyor ama öncelikle yerel yönetimler ve merkezi hükümet buna bir yol açmalı. Bugün biz biliyoruz ki tarihi kayıtlardan cumhuriyetin ilk mevsimi harcadığı mesainin çok önemli bir kısmı Ankara‟nın mimarına ilişkindir. Kent rantları, arsa rantları bunların artışları bugün bakın belediyelerin tartışma konusu değildir. Bugünkü ulusal meclislerin tartışma konusudur. Arsa fiyatlarının artışı üzerine yüzlerce oturum yapılmıştır. Bunun ne olacağı insanların nerede oturacağı konusunda yüzlerce oturum yapılmıştır. Bugünkü belediye meclislerinin tek bir hareketi var. Ben burada susayım teşekkür ederim. Soru: Ben de bir katkı da bulunmak istiyorum. Osman Savcı Güneş Hanım‟ın son sözlerinde kardelen bölümünde katıldım. Güven Bey beni çok duygulandırdı. Böyle insanların olması hele şu ortamda insana ayrı bir duygu veriyor. Kötü ve yanlış işler karşısında bana dokunmuyor diye sessiz kalmak o kötü eyleme ortak olmak demektir. Şimdi bütün bu işler oluyor üniversitelerin görevi nedir, bunlara dur demek gerekirse her türlü halkı aydınlatmak. Bizim renkli basınımızda İran Humeyni devrimini o kadar kötü anlatmışlardı ki ama ben o akademik doktora yapan insanlarla beraber çalıştım. Şimdi İran Türkiye‟nin üç misli yüz ölçümü olan bir ülke ama gıda bakımından dışa bağlı şimdi o bizim renkli basınımızda kötü anlatılan o ülke dışa gıda maddesi ihraç etmeye başladı. Hepimiz biliyoruz ilk karpuzu biz nereden yiyoruz, İran karpuzu İran‟da böyle bir şey yoktu Şah döneminde. Şuanda belki bundan beş on yıl önce kendine yeten on ülkeden birisi olan Türkiye gıda bakımından yavaş yavaş artık dışa bağlı olmaya başladı. Ben kırsal bölgede köyde yaşayan bir insanım hep şunu düşündüm doğrudan çiftçiye destek diye bir yardım var. Tarlaların işlevine ne işlediğine bakılmadan Dünya Bankası 20 milyon kıraç araziye yardım gönderiyor. Bu işlem bu sınıfı tamamen çökertmektir. Ben köylü çocuğuyum benim zamanımda dağlardan sap getirilirdi. 21 Bugün deseniz ki şu tarladan size 100‟er dolar yevmiye vereceğim –çünkü bir yığını en az iki kişi getirir– gidin getirin hatta 500 dolar verin o sınıf kalktı ortadan şimdi bu doğrudan gelir desteği ile vatandaş diyor ki ne gereği var. 10-15 yıl içinde bu sınıf tamamen ortadan kalkınca artık dışa bağımlısın şeker fabrikasını da oradan kaldırdın mı artık dışa bağımlısın, şeker fabrikaları özelleştirerek öldürdün, hayvancılığı öldürdün. Bunlara dur demek önce akademiklerin, üniversitelerin görevi. Bu arada Humeyni‟nin yaptığı bir şey var sofular, molla her profesör kendi dalında ekibini alacak kırsal bölgeye gidecek o insanları aydınlatacak bunu yaptılar, bizim üniversitelerimiz de bunu yapmalı. Prof. Dr. İsmail Bircan: Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Üniversitelerin görevi topluma hizmet etmektir. Toplumun önünde gitmektir. Dolayısıyla söylediklerinize biz de katılıyoruz. Ben son sözü Sayın Güneş‟e veriyorum. Yrd. Doç. Dr. Gül Güneş; Atılım Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölüm Başkanı: Öğleden sonra da eminim güzel konuşmalar olacak ama yine herkes aynı konular üzerinde yoğunlaşacak, çünkü bizim bu Ankara sempozyumunda vurgulamaya çalıştığımız şu ki; Ankara gerek başkent kimliği ile gerek lider olması gereken aslında tüketici değil üretici kimliği ile ön plana çıkması gereken, özgür davranması gereken ve gerçekten sanatı, kültürü açık yeşil alanları örnek gösterilen bir kent olarak karşımıza çıkmasıdır ve bütün tartışmaların temelinde yatan da budur. Tabii bu tür kararların hepsini alırken çözümü bazen çok uzakta aramamak hatta uzaktan getirdiğimiz çözümleri aynen getirmemek gerekiyor. Sabah içim ezilerek bir şeyi gözlemledim, biz senelerdir ufak kapların içerisinde ağaç yetiştirmeye çalışıyoruz. Gene bu Tandoğan‟da gerçekleşmişti nedense yurtdışına gidip gördüğümüz her şeyi aynen ülkemizde uygulamaya çalışıyoruz aslında her yerin kendine özgü planlama yaklaşımı olmalı, belli kriterleri olmalı ve bunun içinde insanların çok geniş açıdan bakması gerekiyor. Toplumla birlikte planlama yapması gerekiyor. Ben özellikle gençlere vurgulama yaptım. Dolayısıyla bu tür planlamalarda gençlere sorulması yeterli olacak. Belki onlar çok geniş açık bir alan istiyorlar orada rahatça oturabilecekleri arkadaşlarıyla rahatça tartışabilecekleri, boş zamanlarını geçirebilecekleri çim bir alan ama üzerinde cimlere basmayın yazmayan bir alan, dolayısıyla toplumla birlikte her türlü kararı almamız gerekiyor diye düşünüyorum. Prof. Dr. İsmail Bircan; Oturum Başkanı Atılım Üniversitesi Rektör Yardımcısı: Değerli konuklar bugün Ankara sempozyumunun birinci oturumunda Ankara‟nın başkent oluşu ve Cumhuriyet öncesi Ankara‟nın kültürel yapısını Sayın Güven Dinçer, Sayın Zafer Şahin Ankara‟nın tarihi dokusunu bizlerle paylaştı. Sayın Gül Güneş Ankaralıların boş zamanlarını değerlendirme alışkanlıklarını bizlerle paylaştı. Dolayısıyla geleceğimize sahip çıkmak gelecek nesillere kültürümüzü aktarmak başta Ankara‟nın başkent oluşunu tartışmak olmak üzere üniversitemiz bunu gerçekleştirdiği konferanslarla tartışıyor ve bunu web sayfasında da yayınlıyor, kütüphanemizin sayfasında da yer alıyor, diğer bölüm sayfalarında yer alıyor. O nedenle üniversiteler toplumun önünde giden kuruluşlardır. Dinçer Bey‟in ve Osman Bey‟in de vurguladıkları gibi toplumun sorunlarını tartıştıran çözümler üreten bu çözümler kamuoyuyla paylaşan kuruluşlardır. Yüksek nitelikli insan gücü yetiştiren kuruluşlardır. Gençlerimiz burada 3 - 4 yıl sonra mezun olacaklar ve iş gücü piyasasına girecekler, burada ne kadar kaliteli bir eğitimle kendilerini donatırsak Atılım Üniversitesi‟nin geleceği o kadar parlaktır diyebiliyoruz. O nedenle bu tür açılımlar sorunları tartışıp çözümler üretmek ve konuşan bir üniversite olmak bizim vizyonumuzdur. Ön gördüğümüz hedefler arasındadır, tek amacımızda geleceğe iz bırakan gençler yetiştirmektir. Bu nedenle sanıyorum bu sempozyumun birinci oturumu başta değerli konuğumuz Dinçer‟in teşrifleriyle bize zaman ayırmasıyla 40 yıllık devlet deneyimini bizimle paylaşmasıyla son doruk noktasına ulaştı, kendisine Rektörlüğümüz adına şükranlarımızı iletiyorum. Yine iki değerli akademisyen hocamız, Sayın Güneş bilimsel verilerle desteklenen sunumlarını gerçekleştirdiler ve bize bir ufuk açtılar. Sadece Ankara‟da değil Ankara‟nın çevresinde de Türkiye‟nin nereden nereye geldiğini gösteren mekanlar olduğunu vurguladılar, dolayısıyla sanıyorum bu üç değerli 22 konuşmacının bizlerle paylaştığı konularla 1. oturumun amacına ulaştığını altını çizerek vurgulamak istiyorum. 2. Oturum Oturum Başkanı: Prof.Dr. Halil İbrahim Ülker, (Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı ) Işık Kansu, Cumhuriyet Gazetesi Yazarı : “Çocukluğumun Ankarası” Ahmet Çavuşoğlu, Ankaralılar Meclisi Onur Kurulu Başkanı : “Anılarda Ankara” Necati Kazancı, Kolleksiyoner : “Ankara Akarsuları” Timur Özkan, Gezgin, Yazar : “Gezgin Gözüyle Ankara” Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker: Oturum Başkanı, Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı; Atılım Üniversitesi‟ne Kütüphane Müdürümüze, katılanlara destek verenlere teşekkür ederiz. Değerli misafirler, hocalar, öğrenciler hoş geldiniz. Ankara önemli bir kent. Burada sadece kent, kentin fiziki altyapısı, tarihçisi falan değiliz. Bir ideolojinin bizim açımızdan simgesi. Sabah Çankaya Belediye Başkanı, oturuma katılan değerli konuşmacılar güzel analizler yaptılar. Kentlerin kimlikleri var, siyasi kimlik, sosyal kimlik, ekonomik kimlik vb. Ankara‟da bunların hangisi tartışılacak değerli konuşmacılar bilir, ama ben Ankara ile ilgili tarafsız olamam. Ankaralıyım, Ankara‟da doğdum, bütün okullarımı Ankara‟da okudum. Mesleki hayatımın uzun bir dönemini Ankara‟da yaptım. Hatta uluslararası kuruluşların çalışma merkezini ben Ankara‟ya çektim. Böyle bir yıllık çalışmam oldu. O nedenle ben Ankara‟ya karşı tarafsız olamam. Sempati duyarak sübjektif başlarım ama yine de Ankara bir tarihi simgedir siyasal simgedir. Cumhuriyet‟in yapılaşmasında bir modeldir. Ankara‟ya memur kenti derler mesela. Bu nedir? Bürokrat siyasi tarihte Türkiye Cumhuriyeti‟nden ulusal burjuvazinin olmadığı yerde modernite de aktörlüğe soyunmuş kesimdir. Bürokrat kent olmak bir övünç vesilesidir. Ancak toplumsal dönüşüm özellikle bu vahşi kapitalizmin toplumları dönüştürmesi maalesef Ankara‟ya istenmeyen şekilde müdahaleler yaptı. Yaklaşık 15–20 yıldır büyük kayıpları var. Tabii nüfusun artması, rant hırsı, siyasi iktidarların yerel yönetimlerin çekişmesi, Ankara‟ya kan kaybettirdi. Her şeye rağmen Ankara‟ya sahip olmaktan, Ankaralı olmakta büyük yararlar var. Birinci konuşmacımız Işık Kansu ile başlayalım. Işık Kansu‟nun özgeçmişinde neler var? 1956 Tokat Turhal ilçesinde doğdu. Lise TED Ankara Kolejini tamamladı. 1978'de Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu'nu bitirdi. 1975'te Rüzgârlı Sokakta Ankara Ekspres Gazetesinde çalışmaya başladı daha sonra bir özgür toplum dergisinde muhabirlik sayfa sekreterliği yaptı. 78 yılında Cumhuriyet Gazetesine girdi. Cumhuriyet Gazetesinde muhabirlik, istihbarat şefi ve haber müdürlüğü ve yazarlık yaptı. Halen Cumhuriyet Gazetesinde Ankara köşesinde yazmakta. Hem kişisel hem de mesleki anlamdaki çok değerli uzun bir öyküsü var. Işık Kansu, Cumhuriyet Gazetesi Yazarı: Öncelikle Atılım Üniversitesi‟ne bu toplantıyı düzenlediği için ve Cumhuriyet Gazetesi adına bana bu konuşma olanağı tanıdığı için çok teşekkür ediyorum. Değerli arkadaşlar, değerli dinleyenler, ben çocukluğumun Ankarasını bir simgeyle anlatmaya çalışacağım sizlere o simge akasya ağacı. Türkiye‟nin en çok sevdiğim biyologlarından Hikmet Birand‟ın ifadesiyle bize konuk bir ağaçtır. Aslında Anadolu ağacı diye biliriz akasyayı ama akasya Avustralya‟dan bize konuktur. 23 Benim çocukluğumda kırmızı çantam vardı ilkokula onunla giderdim; biz Konur Sokakta otururduk, Selanik Caddesi, Yüksel Caddesi, Mithatpaşa Caddesi, bütün buralar akasyalarla bezeliydi. Şimdi gezerseniz o sokakları, caddeleri akasyalar yoktur. Akasyaların yok oluş sürecinde neler yaşadık; bir kere oyunlarda eşittik biz Ankara‟da, çocuklar oyunlarda eşitti, sokaklarda oynardık, topumuzu kendimiz yapardık, misket oynardık, akasyaların gölgesinde eşit çocuklar eşit oyunlar oynardık. Okullarda eşittik. Mimar Kemal‟de okudum ben ilkokulumun bir bölümünü. O‟da Yüksel Caddesindeydi. Orada okullarda çocuklar eşittiler. Hepimiz siyah önlük giyerdik. Bize yurttaşlık bilgisinde Cumhuriyeti halk yönetimi olarak tanıtırlardı. Çok basit bir anlatımdı Cumhuriyet halk yönetimi ne güzel ve Atatürk bizim için halk önderiydi. Şimdiki gibi diktatör demezdik biz Atatürk‟e. Biz aynı önlükleri giyen Ankara çocukları, Cumhuriyet çocukları geçmişimizle övünürdük. Geleceğimize dönük umutlarımız vardı. Babamız Cumhuriyetin kurduğu en önemli yatırımlardan biri olan şeker fabrikasında çalışırdı. Biz Cumhuriyetin kurduğu şeker fabrikasının ekmeği ile büyüdük. Annemiz Sümerbank‟tan bize ayakkabı alırdı. Sümerbank ile övünürdük. Yani birinci Cumhuriyet Kuşağının ikinci Cumhuriyet çocuklarıydık biz. 23 Nisanlarda ulusal bayramlarda. Cumhuriyet Bayramları da dahil mutlaka o akasyalı sokaklar hepsi bayraklarla süslenirdi. Ben Konur Sokakla Meşrutiyet Caddesinin örtüştüğü yerde büyüdüm. O akasya ağaçlarının içinde o dönemde bir zerdali ağacı hatırlıyorum. Onun gölgesinde bir berber dükkanı vardı. Şimdi o yıkıldı o zerdali ağacı da yok. Onun yerine bir Amerikan hamburgercisi var. Garip bir şey o zaman bize okullarda süt içirilirdi. Süt de değildi o süt tozuydu. Benim ondan midem bulanırdı. Üstünde Amerikan bayrağı olan bir toz verirlerdi, suya karıştırılır içilirdi. Amerika‟nın yardımı olarak süt tozu verirlerdi. Ama ilkokuldaki hiçbir çocuk doğru dürüst içmezdi. Öğretmenlerimizden gizli saklı gider çeşmeye dökerdik biz onu. Bize dayatılmış bu garip şey hiç birimiz tarafından kabul edilmezdi. Karlı kış günlerinde o akasyalı sokaklara akasyaların yaprakları dökülürdü. Ablam bana Andersen‟den masallar okurdu. Kibritçi kızı okurdu. Kibritçi kız karda kibrit satar kimse almaz onun üzerine soğuktan kibritlerini yakmaya başlar ve yitip gider. Tıpkı Sabahattin Ali‟nin ayran öyküsündeki gibi, ablam onu da okumuştu bana. Bozkırda bir istasyonda küçük bir çocuk karlı bir kış günü ayran satar ama bir türlü satamaz, sonunda da yürüyerek evine dönerken donarak ölür. Bu öyküler herkesin insan gibi yaşaması özlemini doğurmuştur. Ve biz o dönemin çocukları okuduğumuz bu masallar ve öykülerle hiçbir çocuğun ölmemesi üzerinden yetiştik. Bu duygularla lise ve üniversiteye gittim sonra ölümler başladı. Hep yanımda yamacımda arkadaşlarım öldürüldü. 1970‟den buyana ilk önce sınıf arkadaşlarım öldü ve de öldürüldü yitik bir kuşak. Arkasından işe başladım ustalarım, ağabeylerim öldü. Bu ülkenin çocukları birbirine düşürülmüştü. Akasyalı sokaklarda eşit oyunlar oynayan, eşitlikçi eğitim alan çocuklar birbirine düşürülmüştü. İşte tam bu aşamadadır ki Ankara‟daki tüm akasyalar kesildi. Yetmişli yıllardır akasyaların kesilmesi; gerekçesi sinek yapıyor, yaprak döküyor ve tek tek akasyalar kesildi. Neyle birlikte yok oldular? Bağımsızlıkla, Cumhuriyet değerleriyle insan severlik ve hümanizmayla birlikte yok olup gittiler. Her iki anlamda yabana teslim edildi sokaklarımız. Çocuklarımız geçmişlerimiz ve geleceğimiz. Bugün bilinçsizliğe yani kör cahilliğe, yabancı hayranlığına, bencilliğe ve yalnızlığa itildi Ankara‟nın sokakları. Peki, 1923 devrimini mandacı bir kadro elinde diktatörlük ve yıkma girişiminde bulunmak basit bir iş midir? İşte zorlu bir sorudur bu. 1923 Cumhuriyetini tarihten silmeye yeminli bir mandacı kadronun tepeden aşağıya ikinciyi kurgulama açısından azımsanmayacak bir yol aldığı kesindir. Burada 2. Cumhuriyet değil de 2. dememizin özel bir anlamı var. Çünkü oluşturulmak istedikleri biz Ankara çocuklarının algıladığı anlamda bir Cumhuriyet değildir. 2. bağımsız değildir, bağımlıdır, mandacıdır. 2. de ulus yoktur. Cemaatler ve topluluklar birlikteliği vardır. Halk yoktur tepesinde oturulanlar vardır. Toplum yararına bir örgüt olarak çatılması gereken devlet, baskının, korkunun, yasağın ve yabanın aracı konumuna taşınır. Hazmetmezseniz hazmettirilir. Çocukluğumda Yurttaşlık Bilgisi kitabımdan, ilk kuşağı olan annemden babamdan öğrendiğim Cumhuriyeti anlardım. Basitti 24 ama başımı göğe erdirirdi. İkinci ise basitliği alçaklığı anlatıyordu. Bir şarkı sözü gibidir benim çocukluktan gelip varıp durduğum yer. Yaralandım ama yıkılmadım, ayaktayım beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker; Başkanı, Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı: Aynı yılları Ankara‟da bende yaşadım. Akasyalarla ilgili değişimi bize çok değişik bir formda anlattı Kansu Bey. Eğitim-öğretim çok önemliydi. Tabii şimdi de önem veriyoruz ama öncelikle biraz daha ekonomik nitelikli. Biraz daha hayat meşgalesiyle gelecek kaygısıyla dolu. Halbuki o yıllarda ilkokul kalenin içinde dedim sonra kaleler yıkıldı dibinde dedim. Ben Necati Bey ilkokulunda okudum. Orada öğretmenlerimiz bizi ders saatlerinin içinde sınıfta, ders saatinin dışında da harita odasında veya parkta eğitirlerdi. Yarım gün sabahtan öğleye kadar ders yapıyoruz. Ama inanılacak gibi değil, öğlen yiyecek bir şey alamıyoruz, hocamız bize bir şey de ikram edemiyor. Yarım saat hiçbir şey yemeden oyalanıyoruz. Akşama kadar da parktayız, kara tahtayı, bidonlarla suyumuzu alıp parka çıkıyoruz orada ders yapıyoruz. Müfettiş geldiğinde de hoca, müfettişlere dilediğiniz sorabilirsiniz dedi. Tam final sınavları olurdu. Küpün bir santim kenarını soruyor, biz hacmini hesap ederdik. Küpün içi altın dolu olursa onun hesabını yapardık. Coğrafya bilgimin çoğu ilköğretimden kalmadır. İyi bir kuşak yetiştirdiler ama temel vurgu şuydu: Ankara ile ilgili bir kitap vardı. Her yıl okutulurdu o kitap birinci sınıfta Van‟ın kedisi olayın kültürel yanı, ikinci, üçüncü, dördüncü sınıfta da aynı kitabın tarihimizdeki önemi, coğrafik konumu siyasal bilinçteki öncelikli rolü anlatılırdı. Burada rahmetle anarız hocalarımızı, bu dönemin eğitimcilerini, Ankara‟nın misyonu hatırlatılırdı; başkent Cumhuriyet‟in ideolojisi buradan yönetilir. Bizim bir hocamız anlatmıştı; Eskişehir‟de bir köyde bir dayı kapıyı kilitlemeden kahveye iniyor, dayı kapın açık mı diyorlar, evet, niye kilitlemedin? Ankara‟da sarı paşa var, hırsız gelemez, diyor. Ankara‟da Mustafa Kemal var diyor. Böyle bir misyon üstlenmiş Ankara. Işık Bey‟e teşekkür edip ikinci konuşmacımız Ahmet Bey‟e geçiyoruz. Ben Ahmet Bey‟le ilgili biraz bilgi vereyim. Ahmet Çavuşoğlu Ulus‟ta bulunan yeni otelin sahibi ve işletmecisidir. 10 Aralık 1946 Ankara‟da doğdu. Zafer Hanımla evli olan Çavuşoğlu‟nun Beril ve Can adında iki çocuğu vardır. Eğitime Türk Eğitim Derneği TED Ankara Kolejinde başlamıştır. Ankara İktisadi ve İdari Bilimler akademisinde bitirmiştir. Kökleri 400 yıl öncesine dayanan Ankaralı bir aile olan Çavuşoğlu ailesinin dedesi Çavuş Bey Cumhuriyet öncesi Ankara‟da Ulus‟ta bulunan Hanın sahibidir. Babası Raşit Bey Vehmi Koç ile ortak çalışmalarıyla ticaret hayatına atılmış Ankara‟nın ilk oteli Cihan Palası faaliyete geçirmiştir. Çavuşoğlu 75 yılında Otelciler Lokantacılar İşverenler Sendikası Başkan yardımcılığı 77‟de Ankara kulüp başkanlığı, 80‟de Ankara Ticaret Odası Başkan Vekilliği, 87‟den itibaren ise on yıl Ankara Ticaret Odası Başkanlığı yapmıştır. 1996‟da Rahmi Koç‟la birlikte Ankaralılar Vakfı‟nı kurmuş, Ankara‟nın kültürel mirasının zenginliklerini, doğasını ve tarihini çeşitli turizm etkinlikleri aracıyla başkente ikamet eden uluslararası diplomatik camiaya gençlere tanıtmak, Ankaralılar arasında çağdaş kent bilincinin gelişmesine katkıda bulunmakla kendini görevli bilmiş, Ankara kültür ve turizm platformumun kurulmasına önderlik etmiştir. Ahmet Çavuşoğlu; Ankaralılar Meclisi Onur Kurulu Başkanı: Sayın Rektörüm, Sayın Dekanım, Değerli Öğretim Üyeleri, Sevgili Öğrenciler, Değerli Misafirler; hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Atılım Üniversitesi‟nin bu daveti için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ben hayatta her şeyin başı Atılım diyorum. Daha önce Mayıs 2007‟de sizlerle beraber olmuştuk, o günkü sohbetimizin konusu ve bugünkü sohbetimizin konusu aynı olduğu için belki o sohbete katılanlar için “it will become boring”. Hatıralar değişmiyor. Aynı hatıralar. Peki, ben neden buradayım? Beni bu Ankara çalışmalarına iten sebep neydi? Yahya Kemal‟in Ankara‟nın nesini seversin sorusuna cevabı “İstanbul‟a dönüşü” olmuştur. Tabii bu başkent için üzücü bir ifade ama 70‟in üzerinde ülke başkenti gezdikten sonra bu ifade de büyük geçerlilik payı olduğu muhakkak. Bugün benim söyleyeceklerimin çoğunu sizler zaten biliyorsunuz. Biz sizlerle bu hatıraları yeniden yaşayacağız. Atatürk neden Ankara‟yı başkent yapmak istedi bana göre en önemli konu bu. Atatürk olmazı olur yapmak için ve bozkırdan da büyük bir şehir yapmak hayali ile dolu olduğu için başkent yaptı ve bu 25 hayalini de gerçekleştirdi. Zaten büyük Atatürk değil midir ki biz bu toplantıyı 13 Ekim‟de yapıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti‟nin varlığını da Atatürk‟e borçluyuz. Ankara dünyadaki ilk planlı başkenttir. 26 kişilik bir jüri vardır, başkanı da büyük Atatürk‟tür. Üç proje vardır. Bunların içinden Jansen Planı seçilir ve bu planda yalnız 160 bin nüfusa göre seçilmiştir. Şimdi Ankara çok değişti, büyüdü. Fakat şimdi Ankara‟da bu kadar büyümeye rağmen Ankara‟da neyin ne zaman yapılacağını da kimse bilmiyor. Bunun içinde bana göre Ankara‟da Ankara‟nın tarihi geçmişini bilen –mesela aramızda Sayın Güven Dinçer var– ihtiyar heyetlerine ihtiyaç var diyorum. Çünkü bunların sayısı tabiat kanunu her geçen gün azalıyor. İlerde de bunların hiç birisini maalesef aramızda göremeyeceğiz. O zaman da bu hatıralardan noksan kalacağız. Ankara‟da computer mimari gelişti. Tabii ki bu kadar artan mimaride computera da ihtiyaç var. Ama bu computer‟in yanında da estetiğe sağlamlığa ve teknolojiye uygunluğa da ihtiyaç var. Daha geçen aylarda Ankara‟da yağmur yağdığı anda üst katlara çıkın diye sokaklarda otobüsler dolaşmaya başladı. Üst katı olmayan nereye çıkacak merak ediyorum onu, onlar herhalde altta kaldı ama Allahtan fazla bir yağış olmadı. Bizden önceki Ankaralılar neler yapmışlar ve bir koridor üzerinde Ankara‟ya anıtlar kazandırmışlar. Ulus‟ta Atatürk heykeli, Sıhhiye‟de Zafer Meydanı, Güvenpark‟ta Kızılay‟da Türk Övün Çalış Güven abidesi, peki bunlardan sonra ne yapılmış? Yeni anıtları göremiyorsunuz sadece çeşitli renklere boyanmış keçileri görüyorsunuz. Bu kadar 5 milyon nüfuslu bir kent düşünün şehrin meydanı neresi ben merak ediyorum. Ben aynı zamanda Sayın dekanımın ifade buyurdukları gibi otelcilik yaptığım için gelen turistler soruyorlar hangi meydana gidelim diye valla ben meydanı bilmiyorum siz bulursanız bana da haber verin diyorum ama adamlar akşam döndüklerinde biz meydanı bulamadık diyorlar belki gelecek sefer bulursunuz umuduyla onları yolluyoruz. Şimdi her yer alışveriş merkezi oldu, her yer site oluyor. İnsanların da aklı fikri para oldu. Bizim zamanımızda bir Kızılay binası vardı, önünde park vardı. O tarihlerde Türkiye‟ye kolalı içkiler gelmemişti, orada maden suyu ve soda satılırdı. Biz de etrafa hava olsun diye içmeye çalışırdık ama o kadar gazlıydı ki beceremezdik de. Şimdi o parka bakıyorum. Kızılay‟da ve Ulus‟ta İş Bankası‟nın beyaz saatleri vardı herkes saatlerini ona göre ayarlardı. Ankara onlara göre ayarlanırdı. O saatlerde kalktı niye kalktı onu da bilemiyorum. Biz Ankara‟yı gerçekten tanıtamıyoruz. Ben Danimarka‟ya ilk gittiğimde denizkızını görmeye gideceğiz dediler, heyecanlandım o zaman gençlikte var kız falan denilince sevindim, gideceğiz kız göreceğiz falan diye. Gittim baktım bir de ne göreyim denizin içinde 1,5 metrelik heykel, iki saatlik yolu bunun için mi geldik dedik. Evet, bütün dünya bunu görmeye geliyor dediler. Git gel orada parkta otur bizim yarım gün bitti. Dolayısıyla Danimarka‟da Kopenhag‟da biz bir gün daha fazla kalmış olduk. Danimarka bizim ve bütün dünyanın sayesinde küçücük heykel sayesinde bir gece de tanınıyor. Yine enteresan bir olay başladı. Eski binaları boyama ve değiştirme. Mesela Ulus‟ta merkez postanesi vardı o kadar estetik bir binaydı ki şimdi dört köşe kibrit kutusu gibi bir şey oldu. Peki, niye yaptın bunu kime sordun diyen yok. Biraz önce Sayın Kansu‟da ifade ettiler Ankara‟da ağaçlar kesiliyor, ithal ağaçlar geliyor. Aslında Ankara‟da her şey yetişiyor. Şimdiki Mesnevi Sokağın olduğu yerde benim halamların bağı vardı. Orada Antep fıstığı yetişirdi, Ankaralılar bunu bilmezler belki bizim yazları geçirdiğimiz Etlik Ayvalı‟da her türlü meyve sebze yetişirdi. Bizim bağlarımızda Karadeniz fındığı yetişirdi. Bursa şeftalisi derler yetişirdi. Ankara armudu derlerdi zaten dünyaca meşhurdu şimdi bunların hiç birisini biz göremiyoruz. Atatürk‟e bakıyorsunuz, Yalova‟da koca köşkü bile kaydırıp bir ağacı kurtarıyor. Özellikle bu sene yine duygulanıp gittim. Peki, Atatürk Orman Çiftliği‟nin çok geniş bir arazisi var. Ben Ticaret Odası başkanıyken o zaman orman bakanı Halit Dağlı dostumdu izin aldık az çok çam ağaçları diktik. Geri kalanlarını ağaçlandıralım dedik yok dediler yasak. Niye biz talip falan değiliz tapusunu isteyecek değiliz. Mevzuat böyle siz burayı ağaçlandıramazsınız dediler. Müjdat Gezen‟in bir fıkrası var herhalde parça parça orası da oraya gidecek. Ben bunları niye anlatıyorum, gerçekten içim yandığı için anlatıyorum. Çükü benim ailem Ankara‟ya çok büyük önem vermiş. Bununla da ilgili size ailemle ilgili hatıralar anlatacağım. Kayınvalidemin büyük amcası olan Ankara mebusu Hilmi Çayırlıoğlu Atatürk‟ü ziyaret ediyor, 26 kendisine diyor ki Ulus‟taki 100.Yıl Çarşısı Merkez Bankası‟nın, Ziraat Bankası‟nın Stad Otel‟in Vakıf Apartmanları‟nın olduğu büyük araziyi satmak istiyor. Çayırlıoğlu buna çok üzülüyor. Paşam yeni kurulan bir devletin arsalarını kuracak kadar alçalmadım diyor. İstanbul‟dan Ankara‟ya dönerken İsmet Paşa‟yı Beypazarı‟na teşrif etsinler misafirimiz olsunlar, emanet neyse biz karşılıksız olarak teslim edelim. İsmet Paşa geliyor, Çayırhan‟da kardeşi Belediye Başkanı Hakkı Çayırlıoğlu karşılıyor. Gerekli ikramlar yapılıyor. Muhafız eşliğinde İsmet Paşa Malıköy tren istasyonuna ulaştırılıyor. Yine Ankara‟da Atamıza yakışır bir yer arandığında benim en küçük eniştem (eski Ankara Milletvekili Hamdi Bulgurlu‟nun oğlu) babaanne Saffet Bulgurlu, kardeşleri Tevfik, Mehmet ve Fatma Bulgurlu bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü‟nün yüz dönümlük Bulgurlu Bağını hediye ediyorlar. Yalnız burada 9000 lira para ödendiği gibi zaman zaman kulağıma çalınan ifadeler olsa da aile para olayını şiddetle reddetmektedir. Tabii buranın en önemli bir özelliği de Atamızın Latife Hanım ile ilk oturdukları evdir. Tabii biz bu tenkitleri yapıyoruz ama hemen Ankaralıların bir vasfını da ifade edeyim. İyi bir şeyler yapılırsa Ankaralı teşekkürü de bilir. Ve yapılanı da unutmaz. Bu kadar karamsar tablodan sonra Ankara Ankara güzel Ankara, diyorlar ya ona gelelim. Ankara bildiğiniz gibi iki bölgeydi. Aşağı yüz, yukarı yüz. Aşağı yüz şimdi Ulus, İstasyon, Hergele meydanı. Yukarı yüz Samanpazarı civarı. Ulus Anafartalar Caddesi de Ankara‟nın en işlek yeri ve şimdiki gençlerin Arjantin caddesine benzer onların değimiyle piyasa yeridir. Bir ara Adliye ve Çocuk Esirgeme Kurumu buradaydı. Daha sonra Sıhhiye–Kızılay arası buranın yerini aldı. Burası beni de ilgilendiriyor eski Yüksel Palas‟ın Orduevi‟nin bulunduğu yerin hemen yanında American Airways‟in bir ofisi vardı. O zaman Türkiye‟de de pek sarışın olmazdı. Cuma ve Salı günleri de Pan American Ankara‟ya inerdi, artık Amerikan Havayolları da hemen hemen Ankara‟yı terk ettiler. Sarışın çok güzel Amerikan hostesler de oraya inerlerdi, biz de kolejden çıkınca bir aşağı bir yukarı acaba hangisini görürüz bize içlerinden gülen olur mu tebessüm eden olur mu diye orada devamlı aşağı yukarı gezerdik. Onun yanında Gül Palas vardı. Salonlara akşamları çay içmek için dolardı. Siyasetçiler ve Ankara‟nın ileri gelenleri oradaydı ve orada oturmak için rezervasyon gerekirdi. Sıhhiye, Kızılay arasında Ankara Büyük ve Ulus sinemaları vardı. Şimdi sinemacılar üzülecek ama hafta sonunu bırakın pazartesi Suare‟de önemli futbol maçlarının iki üç dakikalarını gösterildiği için rezervasyonsuz biz sinemalarda yer bulamazdık. O zamanlar televizyonda yoktu ben de koyu bir futbol fanatiğiyim. Maçları sadece radyodan dinleyebilirdik. Ama o kadar fanatiğim ki maçın birinci devresinde kulağımı dayardım, adeta içine girerdim, ikinci devrede öbür kulağımı dayardım. Fenerbahçe yenileceği vakitte annemle anneannemi çağırır, dua edin de şu bizimkiler bir gol atsın derdim. Bugünleri de öyle geçirdik. Babam arkadaşlarıyla 1936‟da Almanya‟da olimpiyatlara gitmişler fakat lisan bilmedikleri için çok sıkıntı çekmişler. Altı kardeşiz biz onun için çocuklarının hepsinin de lisan öğrenmesini istemiştir. TED Ankara Kolejinde okurken, o zaman çocukları evden al eve bırak servisler ne gezer, otobüslerin içinde sıkışa sıkışa ağabey bizi idare et diye Kızılay‟a kadar gelirdik, Kızılay‟dan koleje gitmek için de arada bu Selanik caddelerini de geçerdik. Fakat Ataç Sokağı geçince uzun bir patika vardı, yolu uzatmamak için oradan geçeceğiz ama nasıl geçeceğiz mümkün değil. Çantayı koyardık çantanın üzerinde aşağıya kayardık. Ama tabii ya çanta parçalanırdı ya da pantolon parçalanırdı. Eve gidince de tabii hesap sorarlardı. Ama sizlerden böyle hesap sormazlar. Biz o devirleri yaşadık ama şimdi çocuklar çok değiştiler benim oğlum Can‟da aranızda, bir hikaye anlatayım. Bir gün baba eve gelir terli terli büyük oğluna oğlum bana bir bardak su getir der, büyük oğlan ben getiremem der. Baba üzülür küçük oğlu araya girer baba ağabeyimin yaptığı edepsizliğe bak der. Baba sevinir, ama oğlan devam eder baba ağabeyimin getireceği yok kalk suyunu kendin al gelirken de bir bardak bana getiriver der. Devir tabii o günlere geldi. Ama umarım sizler öyle değilsinizdir. Sizlerde anne baba olacaksınız, anne babaya saygıyı, onların değerlerini hiç unutmayın. Sizlere yaptıkları fedakarlıkları hiç unutmayın. Akşam kolejden çıkınca paramız varsa İzmir caddesine köşesinde yakın bir yerde Atatürk Bulvarında Koç Apartmanının altında Özen pastanesi vardı. Orada piramit pasta yerdik. Güven Parkı‟nın arkası çocuk parkıydı aileden izin alabilirsek oraya giderdik Bakanlıkta Güven Palas‟ın oralarda Ayşe Abla çocuk yuvası vardı. 27 Orada ben eğitime başladım. Öğleden sonra Ayşe Abla hepimizi zorla uyuturdu. Ben de öğleden sonra uykusunu hiç beceremezdim. Ayşe Abla bir gün babamı çağırdı. Bu da öbür çocukları rahatsız ediyor ya bunu alın ya da uyusun dedi. Biz artık kafamızı gözümüzü kapatıp uyumaya çalışıyorduk. Uyuma numarası yapıyorduk. Yukarı doğru gidersek Ayrancı, Kavaklıdere, Çankaya‟da inanın bakkal yoktu sadece Güven market vardı ve biz ekmek almak için bile kilometrelerce o yolu inerçıkardık. Hele yukarı ayrancı o kadar tenhaydı ki şimdiki apartmanların sitelerin olduğu yer orası. Çankaya otobüsünü kaçırmışsak Ayrancı otobüsüne binerdik ve oradan tarlaların içinden bayırların içinden koşa koşa Çankaya‟ya gelirdik. Çankaya‟daki ilk modern apartmanlardan birini Nihat Erim yaptırmıştı. Sokağın hemen karşısında Cinnah‟ta üzerinde kocaman bir papatya olan sonra yanına küçük bir bakkal açıldı. Kavaklıdere ve Çankaya o kadar yokuştu ki o zamanki arabalar çıkamazdı bazı arabalar geri vitesini takar geri geri çıkmaya çalışırdı. Hatta bizim çıkamadığımız arabalar olursa biz iner onu itmeye çalışırdık. Şimdi oturduğumuz Güven Evlerine bile otobüs çıkamazdı. Belediye otobüsleri oraya çıkarken su kaynatmasın diye kaputu açarlar içine takoz koyarlardı ki motor falan ısınmasın diye. Arada takoz düşerse inerdi şoför takozu yeniden açar o takozu yeniden yerleştirdi. Devam ederdik yola. Kızılay‟da apartmanda ben terasta top oynardım. Top tabii bu aşağıya kaçardı. İner alırdık. Şimdi ben bu cüssemle Koç apartmanından aşağıya düşsem herhalde kimse beni bulamaz. Şimdi iş hayatımıza dönelim Ticaret Odası Başkanı olarak; eskiden Ankara‟da Ermeniler ve Rumlar ticarette ağırlıklıymış Ulus‟taki Bentderesi Kale, ticaretin merkeziymiş. Son dönemlerde bir kararname çıktı izinli ihraç. İngilizlerle 1838‟de yapılan ticaret anlaşmasını takiben önemini yavaş yavaş kaybetmeye başlamış. Ama ne yazık ki Sayın Belediye Başkanı bizi düşünüyor galiba keçiler gitti onun yerine heykeller geldi. Herhalde onlarla avunacağız. Azınlıkların yanında Türkler de ticaret hayatına girmek istemişler. Bu anlayışla Ankaralı onbir iş adamı Onbirler diye grup kurmuşlar Ankara Ticaret Odası‟nın gayri resmi ilk hali. Bu Onbirlerin içinde rahmetli babam başkanmış. Vehbi Koç, Garanti Bankası‟nın kurucusu Halil Naci Mıhçıoğlu, Çocuk Esirgeme Kurumu‟nun Başkanı Emin Halim Ergun, Ankara‟nın sevilen adamları vardı. Bunların arasında korkunç bir beraberlik vardı. Amaçları birlikte iş yapmak, birlikte eğlenmek, zor günlerde birbirlerine yardımcı olmaktı. Hatta İstanbul‟da şimdi sahibi olacağı bir evi alacağımız vakit babam Ankara‟yı çok severdi oradan ev almak isterdi. Param yok dedi param yok deyince rahmetli Ankara‟nın meşhur kunduracılarından İbrahim Atlas gitmiş babamdan habersiz evi babamın adına almış geldi. Şimdi biz birinden 50 milyar borç isteyeceğiz bin türlü bahane uydururlar. Tabii o günleri hatırladığım için bugünlerle kıyas yapmak istemiyorum. Ankara‟da ilk modern hastane Numune hastanesi Vehbi Koç ve babamlar inşa etmişler. Babam rahmetliye de orada tedavi olmak kısmet oldu. Birçok Ankaralı da orada tedavi oldu. Bir de enteresan bir hikaye şimdiki Hacettepe Hastanesi‟nin olduğu yerde Ankaralılar otururdu. Rahmetli Vehbi Koç ve babam da şimdi kaldırılan Ankara Hastanesi‟nin karşısında Yeni Cami de cuma namazını kılarlardı. Rahmetli Vehbi Koç 16 rekattan ve duadan sonra bir iki rekat daha kılardı. Bu ağabeyimin dikkatini çekmiş ağabey demiş bu işin sırrı iki rekattaysa ben dört rekat kılmayayım da size erişeyim. Rahmetli de sadece güler cevap vermez. Şimdi Altındağ Belediyesi‟nin olduğu yerde Esen Park vardı. Gençliğimiz yetiştiği Ankara Palas, Bomonti, İntim, Karpiç, Göl Gazinosu, Süreyya ve Gar gazinoları orada vardı. İnanır mısınız Kızılay‟daki Süreyya Gazinosuna girmek için vestiyerden başlardık aşağı kata kadar üç kere kontrolden geçerdik. Kılığımız kıyafetimiz alkol durumumuz eğer beğenmezlerse iki tanesini atlatırdık üçüncü de bile geri dönme ihtimalimiz vardı. Bir gün bizim Cihan Palas‟ta kalan Alman grubu sordu nereye gidelim o zaman Gar Gazinosu çok meşhurdu ben gar gazinosunu tavsiye ettim. Gar gazinosuna gitmişler fakat içlerinden bir tanesinin kravatı yok. Demişler ki biz kravatsız kimseyi içeri alamayız. Düşünün o tarihleri. Ne yapmışlar, düşünmüşler aralarında ayakkabı bağlarını sökmüşler o kravatsız adama bir papyon yapmışlar. O ayakkabı bağlarıyla içeri girebilmiş. Sonra gelip anlatmıştı bana tabii o zaman ki insanlar çok zariflerdi. Ankara‟nın önemli otelleri Cihan Palas, Park Palas Belvü Palas‟tı. Müşteri akşamleyin alkollü gelse sabahleyin iner bize sorardı ben bir hata yaptım mı diye, 28 halbuki hiçbir hataları yoktu. Ama o nezaketi hep görürdük biz. Reşat, Atatürk Orman Çiftliği, merkez ve piknik lokantaları Ankara‟nın en gözde mekanlarıydı. Hatta bir gün bizim otele gelen bir Alman Turist arkadaşımdan görülecek yerlerin listesini almış. İçinde baktım Piknik de yazıyor. Piknik tarihi bir yer mi dedi, yok bu restoran, öyle deyince hayli bir şaşırdı. Ama maalesef biz bunların da kıymetini bilemedik. Bulvar Palas da bunun kaybolan örneklerinden, Cihan Palas‟ta bunlardan biri. Hayatımda ilk defa salamı Kızılay‟da İş Bankası‟nın yanında Trakya‟da bir Rum Şarküteri vardı ondan aldık. Gerçekten mükemmeldi. Koyun pazarı civarı Ankara‟nın en meşhur Tuhafiyecilerinin ve bakırcıların bulunduğu yerdi Kaleiçi konaklarla doluydu. Ulus‟taki İstanbul Pasta solonu Cumhuriyet, Yıldız ve lokantaları da çok önemliydi. Bu arada tabii lokanta demişken bizim eski Can Oteli‟nin karşısında Üç Nal lokantası vardı. Bu lokantada da herkes hatıralarını masalara yazarmış bizim ağabeyler de lokantaya hevesle gitmişler fakat bakmışlar ki fiyatlar çok pahallı bari oturmayalım demişler, çıkarken masaya not yazmışlar Üç Nal‟a girdik dörtnala çıktık diye. Hep lokanta ve eğlence yerleri derken itfaiye meydanındaki Gazi, Türk Ocağı Lisesi, Atatürk Lisesi‟nin Ankara‟nın medarı iftiharı eğitim merkezleri. Adliyeyi de unutmayalım. Şimdiki Ulus Oteli‟nin olduğu yer adliyeden karakola oradan da Otele dönüşmüş. Düşünebiliyor musunuz o bina adliye olarak yetiyormuş. Çünkü suç yok, dilenci yok, para hırsızı yok, çek yok, senet yok, gösteriş yok, aksine yardımlaşma var gösteriş yok. Biz rahmetli Vehbi amcalarla Koç Apartmanında atlı üstlü otururduk onlar birdenbire İstanbul‟a göç etmeye kalktılar rahmetli Sadberk Hanım teyzeye sorduk niye taşınıyorsunuz dedim. Bize çok misafir geliyor mecburen ikram malzemesi de bol geliyor eve, fakat konu komşuya ayıp oluyor görüyorlar. İstanbul daha kozmopolit onun için burada gözükmemek için İstanbul‟a göçeceğiz dediler ve göçtüler. Ama şimdi parası olan olmayan banka kredi kartlarıyla herkes caka peşinde koşuyor. Bu arada ilk tüketici davası da Ankara‟da Ankaralı avukat Halil Makaracı tarafından 1956 yılında açılmış TBMM Ulus‟tayken, mebuslar Ulus‟ta dolaşırlardı inanır mısınız karşı kaldırımdan da geçseler rahmetli babam bizim ceketimizi düzeltip saygıyla selamlarımızı isterdi. Şimdi artık durum nedir onu sizin takdirinize bırakıyorum. Ulus bölgesinde çocukluğumdan beri olduğum için devamlı turizm merkezi olamaz mı diye hep düşünüyorum. Zira biliyorsunuz birinci ve ikinci Meclis, Ankara Palas, İş Bankası, Ziraat Bankası, Türk Ocağı, Opera, Kültür Bakanlığı, Gençlik Parkı, Kültür Parkı, Hacı Bayram‟daki dar sokaklar mesela eskiden orada ablamların oturduğu ev Sağlık Bakanlığıymış. Biz dünyayı gezerken bize hep bu dar sokakları gösteriyorlar, halbuki Hacı Bayram‟daki dar sokaklara gittiğiniz vakit felaketi görüyorsunuz bunlara sahip çıkmanız lazım. İş Bankası İstanbul‟a gitti, yakında Ziraat Halk Bankası da Vakıf Bankası da gitmesin. Burada üniversitelerimizden ve siz gençlerden ricam bari bunlara sahip çıkalım tabii burada çok önemli bir konu daha var altını çizmek istiyorum; Atatürk görüşmelerini özellikle Ankara‟da yaparmış Ankara‟nın başkent olduğunda ısrarcı olduğunu gösterirmiş. Şuan toplantıların çoğu İstanbul‟a kaydı çoğu İstanbul‟da yapılıyor. Tabii bu bizim gibi başkentliler için ne kadar doğru bunu bilemem. Atatürk 7 Eylül 1936‟da Harbiye‟yi, 5 Kasım 1936‟da da Mülkiye‟yi Ankara‟ya getirmiş, Ankara ebediyen başkent kalacak buyurmuştur. Şimdi tersine göç olmamasını umuyorum. Anadolu Medeniyetleri Müzesi 1797‟de büyük bir ödül aldı ve Ankara‟nın eski kent dokusunun bozulmaması için atalarımız 24 Mart 1925‟te kanun bile çıkarmışlar ama şimdi nerede kaldı o kanun. Belki bu kanunu sorsanız haberi bile yoktur. Ankara‟nın gövde kentlerinden Keçiören ve Etlik‟e geçelim. Yaz gelince buralara göçerdik buna bağa göçme denirdi. Yukarı Çankaya ve Ayrancı çok değersizmiş. Gündüzleri hanımlar fırın yakarlardı. Birbirlerine destek olurlardı. Bu bağcılık Ankaralılar için o kadar içlerine işlemişti ki onlar için mal mülk çok daha sonra gelirdi. Birgün babam hastanede yatarken bizim bağdaki evimizde yangın çıkmış. Ben daha çocuğum amcamla ağabeyim gidiyorlar gece yarısı yangına karşı tedbirler alındıktan sonra o soğukta amcamı arıyorlar amcam ortada yok. Biz sonbaharda gelirken ayvaları, armutları falan sererdik onları da zaman zaman alırdık gece yarısı o soğukta gitmiş elmalarla armutları ayıklıyormuş. Onlar için mal mülk inanın bundan çok sonra gelirdi. 29 Tabii o zamanlar fazla vasıta ulaşım imkanı yoktu, bizim kolej saat 4‟te biterdi 19‟da da düğün dernek olurdu. Otobüs saatleri tutmazdı ben Ulus‟tan Ayvalı‟ya ya da Etlik‟ten Ayvalı‟ya çok yayan gittiğim olmuştu. Bizim bir katırımız vardı Ulus‟tan çoğu malzemeyi o taşırdı. Babam rahmetli çok dayanıklı olduğu için derdi ki, kap kullanacaksan bakır, hayvan kullanacaksan katır. Geceleri bağda bir bekçimiz vardı herkes onu sayardı, ama şimdi Ankara‟da sanırım soyulmayan ev kalmadı. Bizim büyüklerimiz tasarrufa bu kadar önem verirken şimdi niye önem verilmiyor. Çok üzülüyorum ben sık sık Nallıhan üzerinden gidiyorum orada çok güzel bir kuş cenneti var. Türkiye‟de hemen hemen bütün kuş cenneti orada mevcuttur. Fakat o kadar ilgisiz ki orası artık kuşlar dilenci gibi su birikintilerinin başında bekliyorlar. Halbuki Ankara‟ya büyük bir turist desteği sağlayabilir bu cennet. Ailem kışın Taşhan‟da bir evde otururdu sonunda bu evi Cihan Oteli‟ne çevirmişler. Reklamlarında telefon var diye reklam yaparlarmış. Amcam o sırada telgrafhanede çalışırmış. Ankara‟daki ilk telgrafı da amcamın çektiğini söylerler. 1936‟da Cihan Palas‟ı yaptı. Hürriyet gazetesinin benimle bir röportajı var, fakat odalar banyolu müşteri banyoda ölür diye uzun süre ruhsat alamamış babamlar, ondan sonra büyük Atatürk devreye girmiş onun sayesinde ruhsat alabilmişler. Biraz da Angara, Angaralılardan bahsedelim. Bizler k‟yi ve e‟yi pek kullanamayız. Tel dolap yerine Til dolap deriz. Hatta bir tekerlememiz bile var: “Oğlum İrecep ilomon alda irafa goy iramazanda ilazım olur.” Kendimize has deyişlerimizde var. Böğüre böğüre bağıra bağıra demek, gali artık demek, gostak gostak, anagı, böndü testi, ıccak ıccak sıcak sıcak, çalmak süte yoğurt mayası katmak demek, alnının şakından nalladı, alının ortasından vurdu. Vuruvirince adam canbalak aşıvirdi yere düştü demekmiş bu da. Beypazarı‟nda da borç ödemeye ut salmak derlerdi. Borç ödemeyi kurtulmak olarak görürlerdi. Tabii bizim Oğuz Türklerinde ve bizim köklerimizde çok önemli olan Seymen alayından bahsetmeden geçmemek lazım. Seymen alayı dar zamanlarda ve önemli günlerde nadir olarak seçilen bir lider etrafında örgütlenme olayı. Oğuzlara aittir o yüzden Oğuzlar devletin hiçbir döneminde devletsiz kalmamışlardır. Biz Ankaralılar yemeğe çok düşkünüzdür. Ama rahmetli annemden sonra pıt pıt pilavını, çemenli tiritini, paparayı mumbarı, entekke böreğini çok özledim. Bizde pirinç kesinlikle arttırılmaz, şimdi öllüğün körü ne diyeceğim çoğunuz bilemeyeceksiniz. Bir hanımefendi, kıymalı ve peynirli erişte pişirirken çok bunalmış terlemiş. Komşu sormuş ne yemeği yapıyorsun diye. Kadın yorgun ve sinirli öllüğün körü demiş ve o tarihten bu tarihe beri de bizim Ankaralılar peynirli ve kıymalı erişteye öllüğün körü diyorlar. Artık benim çok sevdiğim Ankara yok. Ankara Ankara derken de ömrümün çoğu da gitti. Şimdi tren garı da gidiyor. Sokak isimlerinin değişmesi de beni çok üzüyor. Biraz önce yukarıda Güven ağabey de ifade ettiler, Cumhuriyet Ankara‟sının bir kent müzesi yok. Antik dönemden Cumhuriyet Ankara‟sına uzanan bir sergi yok, eski gar gazinosunun, oradaki cer atölyeleri müze yapılamaz mı? Konuşmamı ancak bir rubaiyle bir teselli mahiyetinde bitirmek istiyorum. “Sakın üzülme hayatta bir şeye, Kaptırma kendini ney ile meye, Fırsat elverdikçe ye iç sev sevil, Gideni bekleme gelecek diye” Kansu Bey akasyalardan çok bahsetti bizler akasyaları gördük siz göremediniz umarım sizin çocuklarınız akasyalar açarken o zaman doğarlar akasyalar açarken çocuklarınızı yetiştirirsiniz. 30 Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker; Oturum Başkanı, Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı: Ahmet Bey yaşam tarihindeki ufuk turuna bizi de taşıdı. Ankara‟nın öneminden bahsetti. Ankara‟nın başkent oluşunun bir tesadüf değil, bilinçli seçim olduğunu altyapının bir computer mimariye dönüştürülmek istenildiğini bir rant kapısı gibi görüldüğünü oysa güven ve estetiklik verilmesi gerektiğini bu kent dönüşüm projelerinin biraz insaniyet katılarak yapılması gerektiğini vurguladılar. Şuanda Cumhuriyet‟in kente kimlik kazandıracak eserlerin bırakılmadığını daha çok talan etme niyetiyle bu projeye yaklaşıldığını söylediler. İlk planlı kent olmasına rağmen dönüşümünün artık plansızlık çerçevesinde yürütüldüğünü söylediler. Ticari hayata sağlık sektörüne, eğlence, lokanta eğitim gibi değişik konulara ve onların nasıl giderildiğine değindiler. Ahmet Bey‟e birkaç şey ben de ekleyeceğim. Ulaşım Troleybüsle yapılırdı. Troleybüs üstten elektriğe bağlı yolda giderken biraz hız yaparsa düşerdi veya dönerse içerden gençler gürültü yapar aşağıya iner şoför ya da biletçi o boynuzların tekrar bağlanmasını sağlardı. Troleybüslere aynı saatlerde aynı kişiler bindiği için birbirimize merhaba derdik fazla tanımasakta şahsen bir aşinalık olurdu. O kadar uzun bilinmezdi mesela biz Cebeciden taşındığımızda Dışkapı‟ya yürür oradan Samanpazarı‟ndan veya Sıhhiye‟den dolaşan cebeci siyasal bilgilerin önünden geçen minibüse binerdim ama verilen para ile ancak iki troleybüse binme hakkımız vardı, yolun uzun bir bölümünü yürürdük. Okul şapkalarımız vardı, okullu olduğumuz belli olacak, hocalarımızı dışarıda gördüğümüzde de okul şapkası başımızda yoksa ve esas duruşta değilsek bir gün sonra en ağır şekilde fırçalanırdık. Tabii eğitim öğretim çok önemli orta birdeki tabiat bilgisi hocam tıp fakültesinden gelirdi Necat Akgün. Türkçe hocam Yekta Güngör Özden bildiğiniz Anayasa Mahkemesi Başkanı, dört duvar Ahmet fizik kitabının yazarı. Cumhuriyet bayramı çok önemliydi köyden teyzemler gelirdi. Bütün Anadolu Ankara‟ya gelir Cumhuriyet Bayramını izlerdi. Fener alayları mutlaka Cumhuriyet Bayramları akşamı yapılır o arada eğlenceyle ilgili Dörtyol Aile Bahçesi‟ne Müzeyyen Senar gelmiş, Zeki Müren gelmiş dediğimizde annemler mahcup mahcup babamı ikna etmeye çalışırdı. Çocukları teyzelerine bırakalım da gidelim. Çünkü televizyon yok, radyo tek kanal canlı yayın yapıyor gerçi akşamları bir saat fasıl olurdu beşten altıya kadar ama o fasılı Dörtyol Aile Bahçesinde dinlemenin keyfi bir başka ayrıcalıktı. Birgün sonra da Dörtyol Aile Bahçesine gittik diye övünülür o size bir prestij sağlardı. Ankara da çorap pazarları kurulur orada canlı hayvanlar satılırdı, kışa hazırlanırken savaşa hazırlanır gibi hazırlanırdı ana babalarımız. Orada kavurmalık etler, kışlık sucuklar hazırlığı yapılır et alınırdı. Eğitim çok önemliydi, çok belirleyiciydi. İlkokullar, ortaokullar, liseler sayılıydı ama nasıl Ankara bazen Türkiye‟nin önünde imaj çağrışım yapıyor. Futbolcu takımın önüne geçebiliyor. Zaman zaman klasik mantıktaki işlem ters dönebiliyor, dolayısıyla okullardaki hocalar bazen okulların önlerinde ağırlanırdı. Filan hocanın öğrencisi olmak filan müdürün döneminde okul bitirmek çok önemliydi. Liseler arasındaki bilgi yarışmaları, futbol karşılaşmaları son derece önemliydi. Üç tane sinema vardı başka da yoktu. Bir film gelir gündemi o belirlerdi, batı yakalanın hikayesi, film gitti altı ay tartışması yapıldı. Ama daha önemlisi iki çetenin reisi mor gömlek giymişti mor gömlek iki yıl moda oldu. Ankara radyosu başlı başına bir olaydı. Ankara uzun dalgadan yayın yapardı. Çoğu Türk halk müziği, Türk sanat müziği yurttan sesler cumartesi günü çocuk saati, herkes bilir akşam televizyon izlemeye gelenler gibi önemli radyo programlarına komşular gelir, radyo dışarı çıkar orada hep beraber izlerdik. Işık az olduğu ve radar olmadığı için uzun menzili ışıklarla düşman uçakları taranırdı. Cebeci pazarı en fazla siyasilerin konuştuğu, bisikletlerin kiraya verildiği, Perşembe günleri de pazarın kurulduğu bir Pazar. Hatip Çayı annelerimiz orada yün yıkar çocuklar oynar daha sonra üstü örtülürdü. Bunlar nostaljik tarafları ama Ankara gerçekten Türkiye adına bir prototip yaratılmaya çalışılmış yaşantı kültür mimari insan açısından. Üçüncü konuşmacımız Necati Kazancı; Alanya 50 doğumlu, ODTÜ mezunu, Makine Mühendisi uzun yıllar devam eden profesyonel iş yaşamından sonra halen serbest çalışıyor. Halkbilim, fotoğrafçılık, koleksiyonculukla uğraşıyor. Bu dönem yoğun olarak halkbilimiyle ilgilendi bu alandaki araştırma ve derlemelerini çeşitli makaleler halinde yayınladı, çeşitli yörelerden toplanmış etnografik giysilerden ve malzemelerden oluşan koleksiyonlarını birçok yerde sergiledi. Diğer koleksiyonları ile çeşitli 31 sergilere katıldı. Yurdumuzu neredeyse karış karış denebilecek şekilde gezdi. Ayrıca iş ve gezi amaçlı olarak da çok sayıda ülke gördü. Bakalım Ankara konusunda neler söyleyecek. Necati Kazancı, Kolleksiyoner: Sabah ki konuşmalarda da sık sık Ankara‟nın tarihinden bahsettik. “Ankara Akarsuları” sizlere belki çok yabancı gelecek, Ankara‟da akarsu mu var? Evet, bir zamanlar Ankara‟da akarsular vardı. Ankara‟yı genelde kurak kuru bir kent olarak düşünürüz. Gerçekten de bugün kentimizi gezdiğimizde akarsu, göl gibi doğal ortamlar yok. Ancak çok değil, bir seksen yüzyıl öncesine gittiğimizde durumun hiç de öyle olmadığını görmekteyiz. Örneğin 1900‟lerin başlarına gidelim henüz Ankara başkent olmamıştı. Yüzyıllardan beri süren sof üretimin sona ermesi, kuraklıklar ve bağlantılı olarak kıtlıklar nüfusun azalmasına neden olmuştur. Yirmi bine kadar düşen nüfus ekonomik sıkıntılar ve geçmişin yorgunlukları ile baş başadır. Binlerce yıldan süzülüp gelen tarihi ile kale ve çevresinde toplanmış olan kent yazgısının değişeceği günlere doğru hızla ilerlemektedir. Böyle bir dönemde Ankara‟yı dolaşalım. İstasyon çıkıp kaleye doğru yürürken çevremizdeki bataklıklar dikkatimizi çekiyor. Öğreniyoruz ki Mogan Gölü, Eymir Gölü ve İmrahor Vadisi yoluyla gelen İncesu Deresi getirdiği taşkın suları ile tüm bu alanları bataklık haline getiriyor. Yani kentin güney yönü İncesu Deresi ve onun devamı bataklıklarla çevrili daha önce kenti ziyaret eden seyyahlar yaz aylarında sivrisineklerden kuruyan bataklıklardan ve kalkan tozdan hep şikayetçi olmuşlar. Bu bataklık gölleri içerisinde belki de verilen kurbanlardan dolayı adı Kanlı Göl olan bir göl var. Gazeteci yazar Mehmet Kemal 1920‟li yılarının başlarını şöyle anlatır. “Ankara’nın büyük kentlerle bağlantısı olmayan, büyük kentlerden uzak kendi başına kalmış olması yabancıları ürkütüyordu. Hele kuzeyinden güneyinden şehri kuşatan üç dere (Çubuk Çayı; Hatip Çayı, İncesu) bazı bölgelerde bataklığa dönüşür sazlıklar oluşturuyor, kurbağalarla doluyordu. O yıllarda Ankara’ya gelmiş olan bir gazeteci şöyle bir telgraf çekmiştir: Ankara dağlar arasında bir bataklıktır. O bataklığın içinde bir yığın kurbağa başını kaldırmış ötüyor.” Şehrin önemli mahallesi olan Cebeci bu bataklıkların kenarında Cebeci Çayı olarak anılan bölgenin kenarında Kale ile Hıdırlık Tepe arasından geçiyoruz. Burada Roma döneminden kalma bir su bendine rastlıyoruz. Kent gibi bu bent de yorgun, kimi yerleri yıkık harap durumda. Bendin arkasında su göllenmiş, tutulan su tarımda ve tabakhanelerde kullanılırdı. Gerçi dericilerde sayıca azalmışlar. Hacıbayram Cami yönüne akan dere boyundaki ağaçlıklarda insanlar dinleniyorlar. Bendin günümüze kalmış eski fotoğraflarında görüldüğü gibi cephesinde üç ayrı ağzı var. Ağızlardan ikisi alt düzeyde biri daha üstte bulunuyor. Bu ağızlar bentteki su düzeyine uygun olarak akışa izin vermek ya da kısıtlamak için kullanılmaktadır. Mamboury 1933 yılında hazırlamış olduğu Ankara turistlik rehberinde bentten akan suyu yazarın ziyaret ettiği yıllarda (1930‟lar olmalıdır kitap 1933‟te basıldığına göre) bendin uzunluğunu 29 m genişliğini 7,75 m ve yüksekliğini de 5 m olarak vermiştir. Bent Hatip Çayı üzerinde kaynağını Elmadağ‟dan alan bu akarsu kenti kuzeyden çevrelemektedir. Bu noktada bir şeyi işaret etmek istiyorum. Bentderesi, Hatip Çayı ya da Kayaş Çayı aşağı yukarı aynı deşik isimlerde verilen adlardır. Ankaralıların en çok sevdikleri yerlerden biri kentin eteklerinde yer alan dere boylarında ağaçlık alanlardı. Cuma ve diğer tatil günleri birçok Ankaralı ağaçların gölgesinde serinlemek için buralara geliyor. Roma Bendi‟nden dolayı da bu kesime Bentderesi adı veriliyor. Ankara‟nın kent içinde mahalle çeşmelerine verilen içme suları da Elmadağ‟dan getirilmiş. İçme suyu ilk kez 1890 yılında borularla getirilmiş. Çeşme başında insanlar bekleşerek güğümlerini doldurmakla meşguller. Yalaklardan taşan sular yolları basıyor. Halk sularını seyyar satıcılardan sağlıyor. Suyun Elmadağ‟dan 1890‟da sağlandığı söyledik, ancak Ankara‟da önemli tarihsel kalıntılardan biri olan Roma Hamamı‟nın suyu da yaklaşık 2000 yıl kadar önce Elmadağ‟dan getirildiği biliniyor. Bu iki su sağlama sisteminin yapıları arasında 2000 yıllık farka karşın çok benzemektedir. Zira 1890‟da gelen su, döküm borularla ancak 2000 yıl evvel yapılan taş 32 borular olarak görebiliriz. 2000 yıllık kaya blokları içine yığılmış örnekler şuanda Roma Hamamı yerinde görülebilir. Ankaralılar bu derenin çeşitli kesimlerini mesire olarak kullanırlar. Hem kent yakını hem de Kayaş yönünde meyve ve sebze bahçelerinin su kıyısındaki kesimleri Ankaralılar tarafından sık gidilen yerlerdir. Günümüze dönelim, halen Ankaralıların Pazar günlerini benzer bir şekilde değerlendirdiklerini söyleyebiliriz. Dere boylarında o dönemlerde gerçekleşen diğer bir olay ise toplu çamaşır yıkama günleridir. O dönemde evlerde su yok çamaşır makinesi tabii ki yok. İnsanlar çamaşırlarını toplu olarak dere boylarında yıkıyorlar. Bu ise genellikle İncesu boylarında ve Hatip Çayı‟nın tabakhane sularıyla kirlenmeden önceki sularında yapılıyordu. İncesu deresinin ise daha çok kullanılmasının nedeni ise semt olarak bildiğimiz Topraklık tepesinden sağlanan bir tür deterjan olarak kullanılan toprağa yakın olmasıdır. Geçmiş dönemlerde bir toplumsal boyutu olan çamaşır yıkama etkinliğinin Kemal Bağlum ağzından aktaralım: “Ankara’da çamaşırların çeşme yalaklarında yıkanmasına izin verilmezdi. Ancak belirli çeşmelerin yanında bulunan çamaşırhane varsa burada yıkanabilirdi. Bu yüzden Ankaralılar çamaşırlarını ya Hatipçayı ya da İncesu deresinde yıkarlardı. Çamaşır günleri bayram havası yaşanırdı. Hatip Çayı üzerinde bulunan çamaşırhanelere önce eşeklerle odun ve çamaşır kazanları taşınır daha sonra yıkanacak çamaşırlarla birlikte çeşitli yiyecekler getirilirdi. Sabahın erken saatlerinden öğleye kadar süren bu yorucu çalışmada bir kadının yemek saati geldi diye bağırması paydos için yeterliydi. Çamaşır yıkayanlar sanki bu kadının bağırmasını emir olarak bilir işlerini biranda bırakır bu kez sofra hazırlama işine girişirlerdi. Çünkü çamaşır günü en nadide yiyecekler birlikte yenir, çocuklar ise bu fırsatı hiç kaçırmazdı.” İncesu dersi Mogan ve Eymir Gölleri, İmrahor Vadisi‟ni aşarak Ankara‟ya ulaşır. Bugün Kurtuluş semti, Kolej bölgesine varır ve burada şimdiki Atatürk Bulvarında bir kıvrım yaparak bulvarın Ulus solundan akarak Atatürk Kültür Merkezi sağasına gelir Hatip Çayı‟yla birleşmeden karışan yine bugün bir semt olarak bildiğimiz Bülbül Deresi vardır. İncesu için Ankara‟nın ilk mimar planlarından birini yapan H. Jansen bakın neler demiş: “İncesu ilkbaharda kısa bir zaman için ekimsiz araziyi bir çiçek halısına dönüştürür. İncesu vadisi de cennete münkalıp olur. Bu ağaçlar çiçek açtığı zamanlarda o taraflarda hafif kırmızı ve beyaza bürünür. Bilhassa Yenişehir’in doğusu ve Cebeci’nin güneyi güzellik itibari ile Ankara’nın diğer yerleri ile kıyas kabul etmezler. Yine Ankara’nın mimarisinde tabiatın hediye ettiği yeşillikleri korumaktır.” Bu iki dere kent merkezini geçer geçmez birleşirler. Çok kısa bir mesafeden sonra diğer bir çay olan Çubuk Çayı da bu iki çayla birleşerek Ankara çayını oluşturur. Çubuk Çayı İdris Dağları‟nı toplayarak ortaya çıkar. Çubuk ovasının düz bir yatakta geniş kıvrımlar yaparak geçer dar ve derin vadi içinden akarken kent yakınından geçer. Vadinin ovaya nokta olan Ankara‟ya 10 km olan mesafedeki bir noktaya çubuk barajı diyorlar. Çubuk barajı başkent oluşundan sonra hızla gelişen Ankara‟nın kullanma ve içme suyu gereksinimini karşılamak üzere kurulmuştur. Baraj 1929–1939 yılları arasında inşa edilir ve barajla beraber suyu arıtacak süzgeç tesisleri ve ulaşım yoluyla birlikte 3 Kasım 1936‟da açılır. Baraj genç Cumhuriyet için önemli bir yapıdır. Genç Cumhuriyetin bir prestij ve başarı öyküsüdür. Barajın yapımı sürekli olarak hem devlet adamlarının hem de halkın ilgisini çekmiştir. Büyük Önder Atatürk ile baraj çeşitli aşamalarında yerinde ziyaretlerde bulunmuştur. Bu ilginin nedeni ise barajın yapım işinin yerli firma, yerli mühendis ve teknik elemanlarca yapılıyor olmasıdır. Ayrıca bu büyüklükte bir yapının Ankara‟ya kazandırılmasıdır. Baraj yapımından sonra barajın çevresi dinlenme alanı olarak düzenlenmiştir. Barajın ardına geniş bir havuz ve geniş bir gazino yapılır ve çevresi ağaçlandırılır. Belediye ulaşımı sağlamak için mesire bölgesine otobüs seferleri düzenler ve ulaşım sorununu çözer. Baraj Ankara‟nın sosyal yaşantısında da etkili ve önemli olur. Toplu gezintiler için en rağbet edilen yer haline gelir. Çubuk Çayı barajdan sonra ovayı açılayarak akmayı sürdürür. Çay üzerinde görmezden gelemeyeceğimiz çok önemli bir Çay ise Akköprü‟dür. Akköprü bir Selçuklu eseridir. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad dönemi o dönemde Ankara valisi olan Kızılbey tarafından yaptırılmıştır. Köprü Çubuk Çayı üzerinde yedi gözlü olarak yapılmıştır. Orta göz kısmında 33 bulunan üç göz diğerlerinden farlı olup orta göz ise hepsinden büyüktür. Kemerleri sivri kemerlidir. Belirtildiğine göre yapım yılı 1222‟dir. Akköprü mimari olarak Selçukluların özgün eserlerinden biri sayılmaktadır. Akköprü Ankaralılar için özel bir yer askeri uğurlama karşılama yeri Çubuk Çayı‟na Ankaralılarca bir kutsallık ağacı dikilmiştir. Dileklerini küçük kağıtlara yazıp çayın sularına bırakıyorlar. Çayın suyu kağıtları sürüklüyor. Suyun kağıtları sürüklemesine uygun olarak dilek tutanlar dileklerinin olup olmayacağına ilişkin yorumlar yapıyorlar. Bu inancın ortaya çıkışı çubuk çayı üzerinde bulunan Solfasol Köyü‟nde doğmuş olan Hacı Bayram Veli‟ye bağlanmaktadır. Çubuk Çayı‟na kent içinden katılan derelerden biri de Hacıkadın Deresi‟dir. Bu dereyi ise Hikmet Birand anlatıyor. “Yazın Ankara’nın tepeleri boz dereleri yeşildir. Çünkü dereler kuytudurlar. Yazın sulak kışın ılık olurlar onun içinde yamaçları bağlık, tabanları ağaçlıktır. Ankara derelerinin en güzeli bence Hacıkadın Deresi’dir. Ben Hacıkadın’ı bir kış pazarı görmüş onun kış halini bile sevmiştim. Sonra oraya her yıl baharda kışın en az üç yol giderdim Hacıkadın Deresi’nde dik yamaçlar, derin yarlar, sarp kayalar, çağlayanlar var.” Bu gezimiz sırasında 1900‟lerde yine Ankara‟da demin bahsettiğimiz Kale ve çevresinde kent merkezinde 20 üzerinde köprüyü görüyoruz. O günlerde bugünkü Atatürk Kültür Merkezi alanı ile Emniyet Müdürlüğü sınırlarına yakın alanda olduğunu düşündüğümüz Toygar Köprüsü var. Bu köprü 1920‟li yıllara ilişkin haritalarda görülmekte, kesin olmamakla birlikte 3 gözlü bir taş köprü yer olarak bugünkü Konya Yolu üzerinde bu köprünün Ankara kent kültüründe bıraktığı iz ise bir halk bilmecesinde karşımıza çıkar. Bilmece şöyle Toygar oğlunun katırı her ne vursan götürür. Yanıtı ise köprü. Bugünkü sandığımız Toygar ise sözlükte bir çeşit tarla kuşu benzer bir geziyi şimdilerde yapalım. Hatip Çayı kentin içinde tümüyle kaybolmuş durumda bu çay büyüdükçe önce atık kanalı daha sonra da üstü kapatılarak yok edilmiş. Gerçi Hatip Çayı Elmadağ yönünden gelirken Mamak kadar açık ancak açık olan kısımlarını bir akarsu olarak görmek mümkün değil, çünkü sanayi atıkları ile dolu. İncesu deresinin sonu da pek farklı değil. Bir zamanlar kent resimlerinde Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin karşısında Atatürk Bulvarı‟nın yanında düzenlenen engellenmiş bir kanala akan dere 70‟lerde üstü kapatılarak yok edilmiştir. Bilemiyorum Roma Bendi‟nin yerini bilebilecek arkadaş var mı? Bu bent yapılırken önce beton bir bent yapılıyor. Ama daha sonra her ikisi birden yok ediliyor. Halbuki Ankara‟nın ilk mimar planlarını yapan mimar Jansen bendin bulunduğu bölgeyi Ankaralılar için bir havuz çevresini bir plaj olarak öngörür. Çubuk Çayı ise İncesu ve Hatip Çayı‟na benzer duruma düşmemek için direniyor. Şimdilik sadece açık kanal içine alınmış. Güzelim Akköprü ise yanından geçen beş şeritli yolun kenarında yüzyıllara uzanmaya devam ediyor. Kuşatılmış haliyle eski halinden bir eser yok. Dikmen Deresi, Kirazlı Dere, Bülbül deresi, Karanlık Dere, Kavaklıdere ve daha nice akarsular kentten silinmiş. Ve bütün bu sular şimdi nerede? Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker; Oturum Başkanı, Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı: Hep derler ki su medeniyettir. Gerçekten kent yaşamına ve kent alt yapısına akarsular, barajlar, göller, denizler büyük anlam taşır. Ulaşımdan estetiğe iklimden insanların psikolojik yapılarına kadar birçok şeyi doğrudan ya da dolaylı etkiler. Necati Bey ilginç bir sunuş yaptı. Ankara‟daki akarsuları gözden geçirdi. Bu akarsuların yeniden yapılandırılması yerine akarsuları yok etme yolunu tutmuşuz. Gerçekten yüzyıllık bir geçmiş sergileme görüntü verme çabası şahsen beni de üzdü. Çünkü Ankara çok kurak barajdaki su da yazın buharlaşıyor. Olan suyu da muhafaza edemememiz açısından Ankara‟ya yakışır hemşeriler olmadığımızı özellikle 1. ve 2. kuşak yaşayanların Ankara‟ya haksızlık yaptığını şahsen ben çıkarttım. Dördüncü ve son konuşmacımız bütün zamanların gezgini Timur Bey. Yakından tanıdığım birisi gerçekten çok fazla geziyor, özgeçmişiyle ilgili neler var bakalım. 1957 Ankara doğumlu. 1974 yılında çalışma hayatına atıldı. 1981‟de Ankara Devlet Mühendislik Mimarlık Fakültesinden mezun oldu. Türkiye‟den başka Libya, Rusya, İsrail ve Türkmenistan‟da çeşitli 34 şantiyelerde çalıştı. Öğrencilik yıllarında gezmeye başladı. Türkiye‟nin hemen hemen tamamını ve 70‟den fazla ülkeyi gezdi. Gezginler Kulübü ve Mimarlar Derneği 1927 üyesi ve 2005 yılında açılan Ankaralı gezginler e-posta kurucusu çeşitli gazete dergi kitaplarda yayınlanmış olan gezi yazıları ve söyleşilerinden başka “Gezmek Yaşamaktır” adlı bir kitabı var. Timur Özkan; Gezgin, Yazar: Bir Cumhuriyet projesi olarak Ankara‟nın başkent oluşu bir bayram kadar önemli zor başarılmış ama başarılmış bir hürriyet aşaması olarak görüyorum. Öbür taraftan benden önceki konuşmacıları dinlerken zaman zaman ben de onlardan biraz daha genç olmama rağmen eski günlerime gittim. Ankara‟da çok şeyi kaybettiğimizi üzülerek hatırladım. Ben bunlara ilaveler yapmak yerine hiç mi bir şey yapılmadı ya da bugünleri nasıl geçireceğiz, ya da bu umutsuzluktan nasıl çıkacağız Ankara‟yı daha iyi tanımak için neler yapacağız inanıyorum ki daha iyi tanırsak daha iyi de çözümler geliştirebileceğiz. O yüzden Ankara‟yı gezmek ve tanımak hepimizin yapması gereken bir iş gibi görünüyor. Fakat öbür taraftan çokta yanlış bir ezberimiz var. Ankara‟nın gezilecek görülecek neresi var diye bu beni çok rahatsız ediyor. Ankara‟ya birkaç gün ayırırsak bu ezberi değiştirebileceğimizi düşündüğüm bir kentte yaşıyoruz. Ankara Türk gezginlerle birlikte Ankaralıların da biraz ihmal ettiği buna karşılık yabancı gezginlerin daha iyi tanıdığı bir kent. Bir başkent olmasından kaynaklanan biraz resmi, siyasi diplomatik görüntüsü ilk bakışta yanıltıyor ve binlerce yıllık bir tarihin izleri gibi çok renkli, sosyal hayatı da gözden kaçıyor. Belki de bu yüzden Ankara hiç de hak etmediği “gezilecek, görülecek neresi var ki” şeklindeki yanlış bir şöhrete sahip bulunuyor. Halbuki Ankara‟ya gezgin gözüyle ayrılacak bir gün bile bu “yanlış ezber”i değiştirmek için yeterli olacaktır. Elbette Antik Dönem‟den Cumhuriyet yıllarına, o zor günlerden de bugünün Çağdaş Ankara‟sına yapılacak kapsamlı bir yolculuk için bir gün yeterli değildir. Fakat bu bir günde bile görülecektir ki sanıldığının aksine Ankara‟da gezilmesi görülmesi gereken çok yer vardır. Ankara‟da görülecek gezilecek neler var diye biraz da sistematik bir yol izlersek Ankara‟yı üç dönem halinde gezmek ve tanımak mümkün. Antik Ankara ilk dönemimiz. Araştırmacılar Antik Ankara‟yı Roma/Bizans ve Selçuklu/Osmanlı olarak iki bölüm halinde incelerler. Cumhuriyet Ankarası ve günümüz Ankarası. Ankara‟nın bunun haricinde yakın çevresinde de gezilecek görülecek çok sayıda yer var. Önce Ankara‟nın üç dönemini tanıtan önemli yerleri de gezdikten sonra kısaca da Ankara çevresindeki günübirlik rotalara da göz atacağız. Böylece birer günü Antik Cumhuriyet ve günümüz Ankarası yedi günde yedi çevre gezisi olmak üzere size on günlük bir Ankara turu yaptırmaya çalışacağım. Önce Ankara değince aklımıza neler geliyor. Bunlardan başlayalım. Ankara‟nın kedisi literatüre de adıyla girmiş. O iki renkli gözleriyle tanınan çok özel bir evcil hayvanımız. Ankara keçisi ve Ankara tavşanımız da yine bildiğimiz ama Ankara güvercini çok iyi tanımadığımız bir başka değerimiz. Ama meraklıları taklacı güvercin olarak tanırlar. Ankara deyince aklımıza Ankara kalesi gelir. Bir de Yakup Kadri‟nin ünlü Ankara romanı. Ama acaba bunlardan mı ibaret başka neler eklenebilir. Ankara‟nın meşhur tavası ve balı Ankara Seymeni, armudu ve Ankara taşı da adı Ankara ile özdeşleşmiş ama yavaş yavaş da unutulan değerleridir. Bir de Ankara çiğdemi var ki sadece Ankara‟da yetiştiği için literatüre Ankara adı ile girmiş. Ankara adı nereden geliyor. Ankara ile sayısız isim geçmiş fakat bunların içinde en çok öne çıkanlar Yunanca: Anküra, Latince: Ankyra (Gemi Çapası) Roma-Bizans; Ancyra, Ankagr Selçuklu-Osmanlı, Farsça: Engürü (Üzüm, Bağ) ... Engüriye, Engure Arapça: Angarya (Angarya) ... Angara, Angora Cumhuriyet döneminde de Ankara adı kullanılıyor. Bu arada Hitit tabletlerinde adı geçen Ankuva‟nın da Ankara olduğu da kesin olarak kabul edilmiyor. Ankuva diye bir yer var, fakat buranın Ankara olduğu kesin değil. Bunlar yaygın kabuller. Bir de alternatif düşünceler var. Atatürk‟e göre Ankara adı Sibirya‟daki ANGARSK kenti ve ANGARA ırmağından geliyor. Önder Şenyapılı; eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras‟ın anılarına istinaden; 1937‟de Yunanistan Başbakanı Meteksas‟ın Ankara ziyaretinde Atatürk‟ün haritadan Angarsk‟ı göstererek böyle dediğini yazıyor. Atatürk‟e katılan Nezih 35 Kuleyin, yüzyıllar önce buraya gelen atalarımızın; Orta Asya dillerindeki “An” (Çukur, hendek, derin dere) ve “Kara” (Karakol‟un kökeni olan “gözcü, denetleyici yerleşim yeri) sözcüklerini birleştirerek “Dereler Kenti” anlamında Ankara demiş olabileceklerini ifade ediyor. Ben de Sibirya gezisinde rehbere sordum “Angara” nehrinin adını o da Buryatça kökenli ve “çökük” anlamındaki “Anga” sözcüğünden ileri geldiğini söyledi. Burada alternatif arayan görüşteki küçük farklarla olsa bir benzerlik görüyoruz. Şimdi on günlük Ankara turumuzun antik Ankara etabında Ankara‟yı gezmeye başlayalım. Umarım genç arkadaşlarımız buralara zaman ayırmışlardır. Genellikle Antik Ankara gezisi Ulus‟taki Roma Hamamı‟ndan başlar. Bugün Roma hamamımın çok az bir kısmı ayaktadır. Ama Ankara‟nın en önemli antik eseridir. Antik Ankara ile başlayacak “Gezgin Gözüyle Ankara” gezimizin ilk durağı Ulus ve çevresidir. Roma imparatoru Caracalla tarafından yaptırılan Roma Hamamı MS 211‟e tarihlenir ve Ulus‟ta Çankırı Caddesi üzerindedir. Palaestra (Spor veya Güreş Alanı) ve Hamam (Sıcaklık, Ilıklık, Soğukluk) olmak üzere iki kısımdan oluşan Roma Hamamı‟nı gezerken gördüğümüz taş borular, buraya yaklaşık 30 km uzaklıktaki Elmadağ‟dan su getirmek için kullanılmıştır. Ayrıca halen devam eden kazılarda; şimdiye kadar bilinmeyen ve Ankara‟nın üçüncü surları olduğu tahmin edilen yeni bazı duvar kalıntıları da ortaya çıkarılmıştır. Roma Hamamı‟nı Ankara Kalesi‟ne bağlayan Antik Yol‟un küçük bir kısmı da ortaya çıkarılmış olup Sümerbank binasının arkasında görülebilir. Bu yol üzerindeki 1–2.yy eseri Antik tiyatro kaderine terk edilmiş olsa da az sayıdaki Roma mirası içinde önemlidir, 3 bin kişilik oturma yerlerinin bir kısmı Kale‟ye çıkan Hisarpark caddesi altında kalan Odeon‟un sahnesi ve yarım daire şeklindeki oturma yerlerinin bir kısmı ayaktadır. MS 361‟de bir diğer Roma imparatoru Julianus‟un kente gelişi onuruna yapılan Julianus Sütunu Ankara Valiliği binasının önündeki küçük meydandadır. Roma döneminden kalan diğer bir önemli eser olan Augustus Tapınağı ile Anadolu erenlerinden Hacı Bayram Veli‟nin türbesinin de bulunduğu Hacı Bayram Cami birbirlerine yaslanmış vaziyette ayakta durmaktadır. Ortak duvarları nedeniyle, sanki birisi yıkılsa diğerine vereceği zararı düşünerek her ikisi de zamana direnmektedir. Ankara‟da günümüze ulaşan ilk Roma eseri olan ve Dünya Anıtlar Fonu‟nun iki yılda bir yayımladığı mutlaka kurtarılması gereken 100 eser listelerine 2002 ve 2004 yıllarında olmak üzere iki kez giren Agustus Tapınağı MÖ. 25–20 yılları arasında yapılmıştır. 1428‟de yapılan ve 18. yy.da onarılan Hacı Bayram Cami bugün de kullanılmakta iken ziyarete kapalı tapınak ancak dışarıdan görülmektedir. Tapınağın duvarlarındaki Latince ve Yunanca yazılar da Agustus‟un yaptığı işler listelenmiştir. Ankara‟da antik dönemden kalan eserlerin en eskisi ise dik yamaçlar üzerinde bir kartal yuvasını andıran Ankara Kalesi‟dir ve hiç kuşkusuz başkentin görmeye değer yerleri arasında ilk sırada yer alır. Bir zamanlar Ankara‟nın iki önemli akarsuyu olan Hatip ve İncesu derelerinin birleştiği noktaya hakim bir tepede bulunan Ankara Kalesi‟nin kuruluş tarihi kesin olmamakla birlikte Galatlara (MÖ 3. yy) kadar uzanır. Dış Kale ve İç Kale olmak üzere iki bölümden oluşan kalenin tarihi aynı zamanda Ankara‟nın da tarihidir. Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar arada kısa bir süre Timur ve tekrar Osmanlı Dış Kale surları zaman içinde yıkılırken, girişinde Sultan Abdülhamit‟in her kente bir saat projesi kapsamında yaptırılan bir saat kulesinin yer aldığı İç Kale neredeyse tamamen korunmuştur. Bugün çok sayıda otantik restoran ve kafeye, butik otellere, sanat galerilerine ev sahipliği yapan ve Etlik‟ten Çankaya‟ya geniş bir Ankara panoraması sunan Ankara Kalesi‟nin burçlarında gün batımını izlemek gerçekten çok keyiflidir. Burada birleşen Hatip ve İncesu dereleri daha sonra Çubuk Çayı ile de birleştikten sonra Ankara Çayı adını alarak Sakarya Nehri‟ne doğru akmaya devam edeceklerdir. Ankara‟nın tarihi hanlarının bazıları da zaman içinde değişen işlevleriyle ayakta durmaktadır. Hepsi de kale çevresinde yer alan han binalarından; 18.yy‟a tarihlenen Pirinç Han turistik çarşı olarak düzenlenmiş. Dünya Anıtlar Fonu‟nun listesindeki bir diğer yer olan Çukur Han 36 şimdilerde bir butik otel olmaya hazırlanmaktadır. 1523 yapımı Çengel Han Rahmi Koç Müzesi olarak ve 1510 tarihli Sulu Han (Hasan Paşa Hanı) ise bir başka turistik çarşı olarak restore edilmiştir. Günümüze ulaşabilen hanların en eskisi olan (1471) Kurşunlu Han ise sadece Ankara‟nın değil, Türkiye‟nin hatta dünyanın en önemli müzelerinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi‟ni gezmeye bir gün bile yetmez ama 1997 yılında dünyanın 68 önemli müzesi arasında Yılın Müzesi seçilen bu önemli müzeyi görmeden olmaz. Kurşunlu Han ile birlikte yanındaki 15. yy.dan kalan Mahmut Paşa Bedesteni üzerinde kurulan müzede, tarih öncesi çağlardan günümüze kalan çeşitli arkeolojik eserler tarih sırasına göre sergilenmektedir. Gerçektende kale gibi kalenin çevresi de gezginler için vazgeçilemeyecek yerlerdendir. Bir zamanların Atpazarı, Samanpazarı ve Koyunpazarı olarak bilinen tarihi pazaryerlerinin işlevi bugün artık baharatçılara, sepetçilere ve turistik eşya satıcılarına dönüşmüştür. Ayrıca Kale ve çevresinde Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalan ve bugünde kullanılmakta olan birçok cami ve hamam bulunur. Bu camiler arasında en önemlileri; Ankara‟da halen ayakta kalan ilk Selçuklu eseri (1178) olan ve Selçuklu oyma sanatının güzel bir örneği ahşap minberiyle dikkat çeken Alaeddin Cami ile 13.yy.dan kalan Aslanhane (Ahi Şerafeddin) ve Ahi Elvan camileridir. Bunlara bir de Ankara‟daki tek Mimar Sinan eseri olan Ulucanlar‟daki Cenabi Ahmet Paşa Cami(1565) eklenebilir. Hamamların en eskisi Hacettepe‟deki Karacabey (1440) ile Yahudi Mahallesi‟ndeki Şengül (18.yy) hamamlarıdır. Ankara‟da bir Yahudi Mahallesi olduğunu pek bilen yoktur. Bugün tamamen terk edilmiş gibi görünse de yılda bir kez açılan tarihi sinagog, Anafartalar ve Denizciler caddeleri arasındaki bu tarihi mahalleye adını vermeye devam eder. Bu bölgeden ayrılmadan önce son olarak Ankara‟daki en eski Bizans eseri özelliği taşıyan Anafartalar‟daki Aziz Klemens Kilisesi’nin (4–5.yy) kalıntıları görülebilir. Ankara‟nın ilk gezi rehberini (1933) hazırlayan İsviçreli araştırmacı Ernest Mambury‟nin Fransızca eseri Guide Touristique‟e göre; 1931 yılına kadar kısmen ayakta olan ve Ayasofya‟dan daha eski ve de onun küçük bir modeli kabul edilen Aziz Klemens Kilisesi‟nin sadece bir kısım temel ve duvarları bugüne gelebilmiştir. Antik Ankara‟yı tamamlamadan önce görülmesi gereken bir yer daha var. Varlık Mahallesi‟ndeki 1222 yapımı bir Selçuklu eseri olan Akköprü, bugün artık kurumaya yüz tutmuş Çubuk Çayı‟nın üzerinde inşa edilmiş olup, bir zamanların askere gidenlerin uğurlandığı ve Hac‟dan gelenlerin karşılandığı bir yer olarak Ankara‟nın sosyal hayatında önemli bir yer tutmuştur. Ulus semti aynı zamanda Cumhuriyet Ankarası‟ nın da önemli mekanlarına ev sahipliği yapar. Cumhuriyet‟in ilan edildiği 1. Meclis (1920–24) binası bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak kullanılırken bu binadan biraz aşağıda yer alan 2. Meclis (1924–60) binası Cumhuriyet Müzesi olarak düzenlenmiştir. Bu iki bina ile birlikte tam karşılarında yer alan ve bugün Devlet Konukevi olarak kullanılan Ankara Palas (1928) bir dönemin en yakın tanıkları olarak ayaktadır. Ulus‟ta bulunan Sümerbank (1938), Türkiye İş (1929) ve Ziraat (1929) bankaları o dönemin mimarisini yansıtan diğer önemli eserlerdir. Bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan tarihi Türk Ocağı binası Türk resim ve heykel sanatı koleksiyonlarına ev sahipliği yaparken buraya komşu Etnografya Müzesi‟nde ise Selçuklulardan bugüne Anadolu‟dan derlenen folklorik eserler, silahlar, ağaç işleri vb sergilenmektedir. Haydarpaşa ve Basmane gibi ilk gar binalarımızı Almanlar yaptığı için Ankara Garı da öyle zannedilir. Halbuki 1937 yılında Mimar Şekip Akalın tarafından yapılan Ankara Garı, Cumhuriyet Türkiye‟sinin en önemli yapıtlarından biridir. Öte yandan burada sergilenen ve Atatürk‟ün yurt gezilerini yaptığı özel vagonu çalışma saatleri içinde gezilebiliyor. Ayrıca bir zamanların Direksiyon Binası iken daha sonra müze olarak düzenlenen ve Atatürk‟ün Çankaya Köşkü‟ne taşınmadan önce (1920–22) yaşadığı Atatürk Konutu, konutun alt katındaki Demiryolları Müzesi ile gar binasının yanındaki TCDD Galerisi ve Müzesi burada 37 gezilecek diğer yerler arasında sayılabilir ama gar bunlarla da bitmez. Atatürk konutunun yanındaki saklı bahçede yer alan ve Uzak Doğu‟da uzun ömrün simgesi olarak tanınan 70 yıllık Ginkgo Biloba ağacı ile garın peronlarının altından geçilerek ulaşılabilen ve bir benzeri sadece İzmir‟de bulunan TCDD Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi de meraklılarını bekler. Karayoluyla olduğu gibi Ankara Garı‟ndan bir banliyö treniyle kolayca ulaşabileceğimiz Atatürk Orman Çiftliği Atatürk‟ün mirası ve Ankara‟nın en büyük yeşil alanı olarak Cumhuriyet eserleri arasında önemli bir yer tutar. 1925 yılında kurulmaya başlanan ve Atatürk tarafından Ankara‟ya bağışlanan çiftlikte özellikle görülmesi gereken yerler arasında; halen bir restoran olarak kullanılan tarihi Gazi İstasyonu, Hayvanat Bahçesi ve Atatürk‟ün Selanik‟te doğduğu evin tıpkı-yapımı sayılabilir. Ayrıca her bütçeye uygun farklı seçenekleriyle Atatürk Orman Çiftliği yemek molası için de ideal bir yer olarak düşünülebilir. Buradan ayrılmadan önce Atatürk‟ten ve İsmet İnönü‟den sonra hayatını kaybeden Cumhurbaşkanlarıyla Kurtuluş Savaşı şehitleri için tasarlanan ve Anıt Kabir‟den sonraki ilk anıt-mezar olan Devlet Mezarlığı ziyaret edilebilir. Günümüz Ankara‟sına geçmeden önce Ankara‟yı başkent yaparak, bu bozkır kasabasının tarihini değiştiren ulu önder Atatürk‟ün yattığı Anıtkabir‟i ve içindeki Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi‟ni görelim. 1953 yılında açılan ve Aslanlı Yol, Tören Meydanı ve Mozole olmak üzere üç kısımdan oluşan Anıtkabir, bir yarışma sonucu Emin Onat ve Orhan Arda tarafından tasarlanmıştır. Müzede yer alan Atatürk‟e ait çeşitli hatıralara ilave olarak, Türk, Azeri ve Rus sanatçılar tarafından resim, maket şeklinde büyük panoramalara dönüştürülen; Aydın Erkman‟ın Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz adlı duvar resimleri, gerçek savaş objeleri ile birleştirilerek Kurtuluş Savaşı‟nın üç cephesi canlandırılmıştır. Ankara müzeleri bunlardan ibaret değildir. Oyuncak müzesi deyince akla İstanbul‟da yakın zamanda açılan müze gelir. Oysa 1920‟de açılan ve bin beş yüz oyuncağın sergilendiği Ankara Üniversitesi Oyuncak Müzesi, ülkemizin ilk oyuncak müzesidir. Türkiye‟nin tek doğa müzesi de Ankara‟dadır. Balgat semtindeki MTA Tabiat Tarihi Müzesi‟nde 193 milyon yıl önce Ankara‟da yaşadığı sanılan bir mürekkep balığı fosilinden gerçek bir “Aytaşı”na kadar çok farklı objeler görebilirsiniz. Ankara‟da bunlardan başka ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi, Havacılık, Meteoroloji gibi daha pek çok özgün müze gezilebilir. Dünün merkezi Ulus‟tan sonra bugünün merkezi Kızılay daha çok işyerlerinin ağırlıkta olduğu bir bölge olmakla birlikte Sakarya ve Yüksel yaya bölgeleri farklı kesimlere hitap eden restoran, kafe ve barlarıyla her zaman kalabalıktır. Sakarya Caddesi aynı zamanda, çiçekçiler ile balıkçıların, Yüksel Caddesi kitapçıların, biraz daha yukarıda diğer bir yaya bölgesi olan Olgunlar Sokak ise ikinci el kitapçıların mekanıdır. Denizsiz Ankara‟da balıkçıların bulunması şaşırtıcı olabilir ama daha da şaşırtıcı olanı buralarda günlük balık bulunabilmesidir. Balık sezonunda Karadeniz‟den günlük olarak getirilen balıklar burada “canlı canlı” satın alınabilir. Kızılay‟a adını veren tarihi Kızılay binası çoktan yıkılmış ve yerinde bir türlü bitirilemeyen bir çarşı inşaatı devam etmektedir ama Güven Park ve Ankara‟nın simgelerinden Gökdelen şimdilik yerini korumaktadır. Kızılay‟da bulunan ve bir diğer yaya bölgesi olan İzmir Caddesi girişinde yer alan sade bir anıtın önünde duralım. Ankara belki de dünyada en çok kardeş şehri olan bir başkenttir. Kardeş Şehirler Anıtı üzerindeki Kabil ve Ulan Bator ile başlayan listede, aralarında Moskova, Havana, Pekin gibi ünlü başkentlerin yer aldığı 30 (bugün için 40‟dır) kardeş kentin adı yazılıdır. Kızılay‟dan güneye doğru devam edersek çeşitli kamu binalarının ve bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nin yer aldığı Bakanlıklar semtine geliriz. Bakanlıklardan sonra çok sayıda büyükelçilik binasının bulunduğu Kavaklıdere ve Çankaya semtleri yer alır. Bu bölge aynı zamanda lüks otel ve restoranların bulunduğu Gaziosmanpaşa‟nın komşusudur. Başta lüks 38 kafeleriyle Arjantin ve Filistin caddeleri, şık mağazalarıyla Tunalı Hilmi Caddesi olmak üzere bu bölge, Ankara‟nın modern yüzünü yansıtır. Sheraton Oteli ilginç mimarisi ile Ankara fotoğraflarında hemen dikkat çeker. Bu bina aynı zamanda 143 metre yüksekliğiyle Ankara‟nın en yüksek binasıdır. Bu fotoğraflarda dikkat çeken diğer bir bina Atakule‟dir. Türkiye‟nin ilk döner restoranının da bulunduğu 127 metrelik Atakule„nin seyir terasından Ankara‟nın her tarafına bakabilir ve fotoğraf çekebilirsiniz ama bir yönü hariç. Her nedense adı Çankaya ile neredeyse özdeşleşmiş olan Cumhurbaşkanlığı Konutu‟nun fotoğrafının çekilmesi yasaktır. Öte yandan Ayrancı‟ya bakışta yoğun yapılaşmanın yarattığı çatı manzarası, Kavaklıdere‟ye bakışta büyükelçiliklerin geniş bahçelerinin meydana getirdiği yeşil alanlarla tam bir tezat oluşturur. Büyükelçiliklerin bulunduğu cadde ve sokakların bazıları bulundukları ülkelerin veya kentlerin isimlerini taşırlar. Örneğin Fransa Büyükelçiliği‟nin Paris, İran Büyükelçiliği‟nin Tahran caddelerinde bulunması anlaşılabilir ama ABD büyükelçilik konutunun, ABD‟nin anlaşamadığı ülkelerin başında gelen İran caddesinde olmasına ne demeli? Kuzey-Güney yönünde yaptığımız bu gezi boyunca Ankara‟nın birçok yerini gördük ama Ankara elbette buralardan ibaret değil. Çankaya‟da Dikmen Vadisi, Keçiören‟de Şelale ve artık düzenli seferlerine başlayan Teleferik, Gölbaşı‟nda çevresi gezinti alanı olarak düzenlenen Mogan Gölü, havaalanı çıkışında Altınpark, İstanbul çıkışında Göksu Park; Ankara‟daki diğer bazı gezinti ve dinlenme yerleri olarak not edilebilir. Anadolu ve dünya mutfaklarının hemen hemen tümünün bulunduğu Ankara‟da, Ankara yemekleri bulmak çok kolay değildir. Örneğin, Ankara Tavası Denizciler Caddesi‟ndeki Boğaziçi‟nde yenir. Meşhur Ankara Bozası ise Ulus‟ta Akman‟da içilir. Ayrıca Kaleiçi‟nde restore edilen tarihi evlerde mantıdan bazlama ve gözlemeye birçok yerel tat gurmeleri bekler. Literatüre Ankara Evi olarak geçen ve ahşap-kerpiç karışımı yapılan iki ya da üç katlı binalar genellikle Kaleiçi ve Hacettepe çevresinde görülebilir. İyi korunmuş bir Ankara evi olan Abidinpaşa Köşkü (eski vali konağı) Ankara Kulübü tarafından restore edilmiş ve Ankara manzaralı bir kültür ve sanat evi olarak halka açılmıştır. Bu evlerin kent ölçeğinde korunduğu bir yer olarak sıkça ziyaret edilen Beypazarı‟nda ise (Ankara‟ya 100 km) tarhana çorbası, güveç, etli sarma ve 80 kat baklava gibi bazı yöresel yemekler de yenebilir. Çağdaş kentlerin yazılı olmayan standartları arasında heykel ve anıtlar önemli bir ölçüt kabul edilir. Belediye başkanının talihsiz bir beyanının aksine Ankara, heykel ve anıtları ile çağdaş şehir olmayı hak eder. Ulus meydanındaki Cumhuriyet, Zafer meydanındaki Zafer veya Güvenpark‟taki Güvenlik anıtları yabancı heykeltıraşların eserleridir. Türk sanatçıların heykelleri arasında Mimar Sinan Anıtı‟nın özel bir anlamı vardır. Sinan‟ın 356 eserinden sadece biri ayakta olmak üzere ikisi Ankara‟dadır ama onun ilk heykeli burada yapılmıştır. Atatürk‟ün isteği üzerine Hüseyin Anka tarafından yapılan Mimar Sinan Anıtı, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi‟nin bahçesinde yer alır. Çağdaş heykellere iki örnek Kavaklıdere‟de görülebilir. Kuğulu Park‟ın meydana bakan köşesinde yer alan ve sanatçısını öğrenemediğim Ayakta Öpüşenler adlı soyut figür ile aynı meydanın karşı köşesindeki Metin Yurdanur‟un eseri Su Perilerinin Dansı Ankara‟ya çok yakışan çağdaş örneklerdir. Ankara aynı zamanda çok önemli bir kültür ve sanat kentidir. 100‟den fazla sanat galerisinde her akşam en az birkaç sergi açılışı yapılır. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile Devlet Opera ve Balesi‟nin üç ve Devlet Tiyatroları’nın dokuz sahnesi, sanatseverler için her gece birbirinden farklı pek çok seçenek sunar. Ankara kültür ve sanat kurumlarıyla olduğu kadar bu yıl 26‟sı düzenlenen müzik, 20‟si düzenlenen film, 13‟sü düzenlenen tiyatro ve 12‟si düzenlenen kadın filmleri festivalleriyle sanatta öne çıkarken şimdilik üç yaşındaki Ankara Kale Festivali önemli bir sosyal proje olarak her yıl biraz daha gelişmektedir. Son olarak sözü rakamlara bırakalım. Çevre ve Orman Bakanlığı‟na bağlı Türkiye genelindeki toplam 40 adet Milli Park ve 26 adet tabiat parkının birer tanesi (Kızılcahamam ve Çamkoru) ile 104 adet tabiat anıtının ikisi (Nallıhan‟daki 750 yıllık Kabaardıç anıt-ağacı ve 39 Asarlık Tepeleri) Ankara‟nın ilçelerinde bulunurken; Kültür ve Turizm Bakanlığı‟na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu‟nun kararlarıyla tescil edilen Türkiye genelindeki 9722 “sit alanının 538‟i ve 84830 tescilli yapının 1874‟ü Ankara‟da bulunmaktadır. Kim demiş “Ankara‟nın gezilecek, görülecek neresi var” diye, yeter ki gezmek isteyin ve Ankara‟ya her gelişinizde, en azından bir gününüzü de buralara ayırın. Her zaman önünden geçtiğiniz yerlerin bu defa içine girin. Ankara‟nın tarihi yerlerini, müzelerini gezin, şık kafelerinde veya güzel parklarında dinlenin, dünya çapında bale, konser temsillerini izleyin. Ve artık, sadece Ankara‟ya değil, kendinize de haksızlık etmeyin. Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker, Oturum Başkanı, Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı: Timur Özkan‟a teşekkür ediyorum farklı bir gözle gezginci gözüyle Ankara‟yı değişik bir format çerçevesinde bize yeniden anlattı. 13 Ekim‟in önemini vurguladı. Bir bayram değerinde olduğuyla sözlerine başladı. Ankara‟da kaybedilenler var ama yeni eklenenler ya da eklenecek şeylerin olduğunu söyledi. Sahip olduğumuz değerleri değişik başlıklar altında gezilecek görülecek çok yeri var diye detaylara girdi. Bunun hakkını veremediğimizi ifade etti ki tamamen katılıyorum. Ankara‟nın tarihini antik dönem Ankara‟sı, Cumhuriyet dönem Ankara‟sı günümüz Ankara‟sı olmak üzere üçe ayırdıktan sonra o dönemi temsil eden belli başlı eserlerden Roma Hamamı‟ndan, Hacı Bektaş Bayram Cami‟sinden, Anadolu Müzesi, Kale‟den, Ankara Sanatından, Ankara Cumhuriyet döneminde Birinci Meclis Binası, Ankara Palas, Bankalar, Gar, Çiftlik, Anıtkabir, Ankara binalarını hatırlattı. Günümüzde de daha çok alış veriş merkezlerinin yapıldığı bu dönemlerde yine Kocatepe Cami, oteller, müzeler gibi yapıları verdi. Kentleşme bir bilim dalı bir olgu, belki bu bilim dalından haberdar değiliz biraz da kent kimliği o kente önem verilen yaşamla ilgilidir. Bir yığın uzman var burada ben de kamu yönetimi siyaset bilimi profesörü olarak önemli hocalardan birkaç ders aldım. Kent alt yapısını insan psikolojisi ile karşılıklı çok sıkı etkileşim içinde olduğunu biliyoruz ama yine kimseler duymasın biz biraz uzun dönem göçer dönem özelliği taşımışız. Mekanı çok iyi kullanamıyoruz. Bir de bu kapitalist aşama yazı kültürüne geçiş gibi konularda bizim bazı arızalarımız var. Yani batının üçyüz yılda geçtiği dönemi biz otuz yılda geçmeye çalışmışız. Nedir o? Yazı kültürüyle etkileşim sanayi akıl döneminde Rönesans ve Reformu biz aceleye getirerek Cumhuriyet dönemini yaşamaya çalışmışız. Bu modellikteki projeleri Türk toplumunun dönüşümü çok dümdüz merdiven şeklinde olmamıştır. O nedenle biz biraz normal kapitalizmini rant kültürünü çabuk kazanma ile toprağı alabilmeyi birbirine karıştırmışız. Bir ümidim vardı benim Toffler‟in üç aşamalı insanlık tarihi analizi toprak, sanayi ve bilgi. Fiziki alt yapı o kentten beklentileri fonksiyonları ile oluşturulur. İstanbul‟da kaç tane şapka var. İstanbul kültür kenti, tarihi kent üniversite kenti, sanayi kenti. Orada bir kimlik bölünmesi söz konusu ama hala birileri o zorlanan güzellikten kendine çıkar sağlamaya çalışıyor. Hala hayatta olan Cumhurbaşkanlarımızdan bir tanesi dedi ki Ford gelse Çankaya‟nın bahçesini bile veririm dedi. Türkiye‟de bir numaralı insan olmuş devlet tüzel kişiliğini temsil etmiş birisi. İstanbul‟daki birinci köprü yapılırken çok kavga edildi. Mimarlar Odası birinci köprü yapılmasın dedi. Gerekçe şuydu: Kent enine büyür, insanlar Anadolu Yakasında yaşar Avrupa yakasına gider, çalışır felaket bir trafik ve İstanbul olağanüstü kimliğini kaybedip bir kaos içerisine düşer. Diyorlar ki birinci köprüye karşı çıkan zihniyetin arka tarafı. Yine bizim devlet büyüklerimizden biri şöyle der: İçkiliyken namaza yakın durmayın. Yani kontekst içerisinde değerlendirirsek kimse karşı çıkmadı. Köprüye karşı çıkılmasının nedeni şehrin enine doğru büyümesiydi. Mimarlar Odası Başkanı dedi ki birinci köprü ikinciyi, üçüncü köprü ikinciyi devam eder İstanbul rant kapısı olur su yolları kapanır, iklimi bozulur ve dünya güzelliği olan bir kent batar bir kaosun içine gömülür. Aynen de dediği gibi oluyor. Ankara da ağır gitmekle beraber aynı yolu izliyor. Tabii başkent olarak bizim siyasi simgemiz için çok şey ifade ediyor ama birileri aceleye getirip Ankara‟yı da harcamaya çalışıyor. Her kentin bir politikası vardır, kent konseyi vardır. Mesela yeni bir aile Paris‟e taşınamaz, ne zamana kadar bir aile Paris‟ten dışarıya taşınana kadar. Kimse binayı yıkıp yerine bina yapamaz, dış cephe kaplamasında oynayamaz, içinde birtakım değişiklikler yapar. İnşallah gider görürsünüz eski Roma‟yı bırakmışlar. Gitmişler yeniden Roma kurmuşlar. Ben şahsen ilk o 40 tarafa doğru ilk gittiğimde eski Roma‟ya gittim, yeni Roma‟ya hiç gitmedim. Çünkü uzun binalar alış veriş merkezleri her yerde var, Türkiye‟de daha modern daha şık. O nedenle Ankara‟ya karşı biz biraz ayıp etmişiz. Bundan sonra Ankara‟da neler yapılabilir? Muhtemelen kamu otoriteleri Hülya Avşar‟a sorar bunu. Ciddi bir şey olunca ya Ajda Pekkan‟a ya Hülya Avşar‟a soruyorlar. Yıllardır öğrendiler bana pek takılır niye bu insanlara fazla takıldığım için. Yani kendi yaşamımızı, kendi geçmişimizi, kendi geleceğimizi hafife alıyoruz. Türkiye artık bir yamyam ülkesi 8. dünya ülkesi değil yetişmiş insanlar uzmanlar var, çok değerli bürokratlar iş adamları var. Çok değerli okuryazar, farkındalığı yüksek kamusal sorumluluğu yüksek gruplar, kurumlar bu nedenle umarız ve dileriz kent konseyi daha demokratik siyasal halkın katıldığı daha demokratik hale gelir. Sadece seçerek getirdiği yöneticilere ara sıra danışmayı akıl ederler. 41