İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
1
kültür ve sanatta
halktan yana
TAVIR
BU SAYIDA
aylık sanat dergisi
aralık'96
sayı: 4
anadolu kültür sanat
bilimsel araştırma
yay. org. film. tic. san. ltd. şti.
adına sahibi:
sadık çelik
yazıişleri müdürü
hüseyin avni akkaya
yazışma adresi
anadolu halk kültür sanat merkezi
şahkulu mah.
ilk belediye cad. no:10/3
beyoğlu/istanbul
tel/fax:(0212) 243 03 13
iletişim adresleri:
Okmeydanı halk kültür merkezi
piyalepaşa cad. no: 148
okmeydanı/istanbul
izmir
ege kültür ve sanat merkezi
859 sok. no:5/A saray işhanı konak
ankara
ekin sanat merkezi
sağlık sok. no:28/7 sıhhiye
adana
inönü cad. aydın işhanı kat:5 no:505
tel:(0322) 352 17 44
2
Tavır
Aydın-Sanatçı Meclisleri
3
Tavır
Görüşler/Öneriler
6
Tavır
Gökyüzünün Yedi Rengi-2 12
İbrahim
14
Sadık Çelik
Belgesel Habercilik
17
Can Dündar
Hangi Çatlı'nın Fikri?
18
Hakan Alak
Yürek Büyüdükçe
Korkular Küçülür
20
Nu Jiyan
Özgürlük Türküsü
22
Hasan İzzettin Dinamo
24
Meliha Çobana
25
Barış Yıldırım
26
Pınar Arda
28
Yasemin Özdemir
36
Hayati Azim
38
Tavır
Bir Film: Işıklar Sönmesin 42
Tavır
Ateşin
İşçileri
Zımex'te Çarpar Yüreğim
Şeyh Bedreddin
Ayaklanması-3
Mektup Göndermişsin, Aldım
ofset hazırlık:
tavır yayınları
baskı:
gürtaş ofset
ön kapak fotoğrafı: Brian Griffin
arka kapak resmi : Helmut Goettl
kapak içi fotoğraf: Güler Çelik (FOSEM)
Karaca
Sanatçı, Savaşçı Kadın:
Ayçe İdil
Tersine Döndürecek O Çarkı
Yürek Gücümüz
duisburg/almanya
hagedom str. 15, 47169 duisburg
tel:(00 49 203) 40 11 26
abone koşulları
(6 aylık) 450.000.-TL
(1 yıllık) 900.000.-TL
hesap no
(TL): 1116-0317930
işbankası ortaköy-istanbul şb.
(DM): 1011-3168468
işbankası beyoğlu-istanbul şb.
Merhaba
Röportaj/Mustafa
Altıoklar
Kızılcık Şerbeti
43
Menderes Samancılar
Karikatür
44
Yarın Bizimdir/Nota
45
Grup Yorum
Haber/Yorum
46
Tavır
TAVIR ARALIK 1996
2
MERHABA
S a p s a r ı bir ışık s e l i n i n y a t a ğ ı n a set çekip bizi g ü n e ş s i z , h a v a s ı z
b ı r a k t ı l a r . T o p l a n d ı l a r . . . K a r a bir b u l u t gibi ç ö k t ü l e r A n a d o l u
t o p r a k l a r ı n ı n üzerine. Bereketli tarlalarımızın n u r u n u çekip
aldılar; onu kıraç, verimsiz tarlalara çevirdiler.
O n l a r d a h a güzel evlerde yaşasın, daha çok yesin, daha çok
t ü k e t s i n diye; en güzel ç o c u k l u k g ü n l e r i m i z d e bir b a h ç e d e
sırılsıklam terleyerek koşmadık, salıncakta sallanmadık. Soğukta
simit, p a z a r d a l i m o n s a t t ı k ; bir t a m i r h a n e d e yağın, p a s ı n , k i r i n
içinde tanıdık yaşamı. Gençlik çağımızda yokluğa, yoksulluğa ayak
d i r e d i k ; bir l o k m a için k a n ı m ı z ı terimize k a t t ı k . Yoksulluğa
ş ü k r e t m e y i d a y a t t ı l a r b i z e . S e k i z i n d e işe g i t t i k , y i r m i s i n d e
evlendik, kırkında öldük...
O y s a y a n ı b a ş ı m ı z d a y d ı b o l l u k . Ballı ç ö r e k l e r , t a d ı n a d o y u l m a z
t u l u m peynirleri ve d a h a nice bereket... U z a n a m ı y o r d u k . H e m e n
yanımızda ama çok da uzaktı bize. Ancak onlar lütfettiğinde
yiyebilirdik. O z a m a n da aşımıza zehir akıyor, paraya kan
bulaşıyor, giydiğimize leke d e ğ i y o r d u . Çul giyer, aç gezer yine de
almazdık, harama el uzatmazdık; uzatmadık.
Onlar ceplerini halkın paralarıyla doldururken halk aç kaldı,
ç o c u ğ u n u o k u t a m a y a n bir b a b a i n t i h a r d a g ö r d ü k u r t u l u ş u n u ; bir
ipi d o l a y ı p b o ğ a z ı n a son verdi y a ş a m ı n a .
Onlar vatanımızı mahpusa çevirirken ve bu mahpusa ördükleri
her tel için ö d ü l l e n d i r i l i r k e n , bizim genç kızlarımız k a r a n l ı k
caddelerde bedenini satıyordu; beyaz zehir akıyordu kıpkırmızı,
t e r t e m i z k a n ı n d o l a ş t ı ğ ı d a m a r l a r a . H e r g ü n bir y a p r a k s o l u y o r d u
insanlık b a h ç e s i n d e , bir yıldız k a y ı y o r d u g ö k y ü z ü n d e n .
K ö y l e r i m i z i , o r m a n l a r ı m ı z ı , e v l e r i m i z i a t e ş e , d u m a n a , ise
boğdular. D u m a n dağıldığında yanmış, yıkılmış y u r d u m u z u
gördük.
Şırıl şırıl a k a n d e r e l e r i n h u z u r v e r e n sesini değil a k a n k a n l a r ı n
sıcaklığını d u y d u k , sefaleti g ö r d ü k , k u r ş u n yangınını bağrımızda
hissettik.
Ve isyan ettik!
Dağlardan aktı isyanımız; kondulardan, fabrikalardan taştı
kentin saraylarına.
Şimdi daha da büyüyor;
Fuhuşun, uyuşturucunun ve yozluğun, bunca zulmün, baskının
ve sefaletin sorumlularını; halkın tepesine çöreklenmiş çeteleri
mahkum ediyoruz.
Üretimlerimizi özgürce yaratabilmek, sergileyebilmek,
d ü ş ü n c e l e r i m i z i özgürce ifade edebilmek için, h a l k ı n a y d ı n l a r ı n ı n
ü z e r i n d e bir baskı c e n d e r e s i k u r a n bu çeteleri m a h k u m e d i y o r u z
isyanımızla.
D ö r d ü n c ü s a y ı m ı z d a h e p i n i z i k u c a k l ı y o r u z . Bir s o n r a k i
sayımızda görüşmek dileğiyle...
Dostlukla...
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
3
TAVIR
AYDIN VE SANATÇILARIN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ
A Y D I N - S A N A T Ç I MECLİSLERİ'DİR
A
ydın-sanatçı kesimin
üretim ve faaliyetle­
rinde karşılaştıkları
doğrudan ya da do­
laylı engeller; kuşku­
suz sistemin politika­
larından kaynaklan­
maktadır. Düzene bir
şekilde muhalif olan her aydın-sa­
natçı yasal ya da keyfi bir zorla ve
engellemelerle karşılaşabiliyor. Kültür-sanat kurumlarından mesleki ör­
gütlenmelere kadar pek çok yapı,
halk için üretimlerini sağlayacak ko­
şullarda bulunmak yerine, yıllardır iş­
levleri önündeki engelleri aşmak için
çırpınmakta, doğal olarak da bu çır­
pınışlar içerisinde boğulmaktalar. Ve
gerçek olan şu ki; engellerin büyük­
lüğü karşısında umutsuzluk, yılgınlık
ve bunların getirdiği, kişiselliğe ka­
dar varan çekişmeler, ayrışmalar,
küskünlükler bugün ön plandadır. Ve
daha da ötesi bu gerçeklik, süreç
içerisinde sorunları tartışmamaya,
hatta giderek düşünmemeye, kafa
yormamaya kadar varmıştır. Bu du­
rum yalnızca kültür-sanat örgütlülük­
lerinde değil, zor koşullar, olanaksız­
lıklar içinde üretimlerini devam ettir­
meye çalışan, kendi özgünlükleri
içinde farklı sorunlarla uğraşan sa­
natsal gruplar, topluluklar ve bireyler
için de geçerli.
Birer dev haline gelmiş ve yıkıl­
maz gibi görünen sorunlarımızı aş­
mak için gösterilecek çabaların, bir
araya gelindiğinde daha verimli ola­
cağı inancıyla tartışmaya açtığımız
"Aydın-Sanatçı Meclisleri" önerisi;
konuyu açtığımız aydınlar ve sanat­
çıların bir çok sorusunu ve kimi kay­
gılarını da gündeme getirdi:
"Bu birliğin işleyişi nasıl ola­
cak?", "Her kafadan bir ses çıkacak
mı?", "Birey olarak mı gelinecek, ku­
rum olarak mı?", "Kimler çağrılıyor,
herkes gelecek mi?", "Şu, şu insan­
lar ne zaman bir soruna sahip çık­
mışlar ki, böylesi bir birliktelikte yeralacaklar?", "Ben, kendi adıma baş­
kalarının konuşacağı bir birliğe kar­
şıyım. ", "Bir görüşe angaje olmuş gir
bi görünmek istemiyorum.", "Benzeri
birçok örnek yaşandı, ama kısır tar­
tışmalar sonucu dağıldı, aynı olum­
suzlukları yaşamak istemiyorum.",
"Bu bir tür dernek m olacak?", "Bu
kadar geniş tutulması meclisleri şekilsiz ve işlevsiz kılmaz mı?"...
Benzeri bir çok soru ve yaklaşım
sıralanabilir. Böylesi yaklaşımların
bir bölümü yukarıda da değindiğimiz
umutsuzlukların, yılgınlıkların başka­
larına ve kendine güvensizliklerin, ki­
şisel çekişmelerin getirdiği küskün­
lüklerin kısacası sistemin engelleri­
nin, yasaklarının ve empoze ettiği
yoz, çarpık kültür-sanat politikaları­
nın aydın ve sanatçılara yansıması
sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ancak
her ne olursa olsun bu soruların so­
rulması ve daha da çeşitlenmesi ge­
rektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu so­
rular cevaplanmadan, kimi kaygılar
ve tedirginlikler giderilmeden oluşa­
cak bir birlik, daha baştan daralmaya
ve işlevsizleşmeye mahkum olacak­
tır. Fakat şunu da belirtmek gerekir
ki, tüm bu soruları cevaplayacak, so­
runları çözümleyecek olan da aydın
ve sanatçıların kendileridir. "Nasıl bir
işleyişken, "Meclisin kime mal olaca­
ğı"na kadar önümüzde duran her so­
ru ve kaygı bu konudaki görüş ye
önerilerin zenginliğiyle giderilebilir.
Ama daha da önemlisi, aydın ve sa­
natçıların birlik konusundaki istekle­
ri, ısrarları ve samimiyetleridir. An­
cak böylesi bir içtenlik içerisinde ku­
rulacak bir meclisin temelleri sağlam
olarak atılabilir, ilkeleri ortak olarak
saptanabilir, bir güven oluşturabilir,
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
demokratik bir işleyişe oturabilir.
Aydın-Sanatçı Meclisleri'nin
oluşturulması için atılacak olan ilk ve
en önemli adımın; böylesi bir birlikte­
liğin gerekliliğine inanmak olduğunu
düşünüyoruz. Bu gerekliliğe inanç,
birliğin gerek oluşum sürecinde, ge­
rekse oluştuktan sonraki süreçte or­
taya çıkacak sorunları aşmada bir
yaklaşımı da beraberinde getirecek­
tir. Bugünden öngörülemeyen bir
çok sorun çıkabilir karşımıza. Bu so­
runlar sistemden kaynaklı ya da birli­
ğin iç mekanizmalarının oluşması ve
oluşan mekanizmaların işleyişinden
kaynaklı olabilir. Katılan aydın ve sa­
natçıların dünya görüşlerindeki kimi
farklılıklar; günlük yaşam içerisinde,
dışarıdan bakıldığında belki fındık
kabuğunu bile doldurmayacak kimi
küskünlükler, dargınlıklar; belki de
halklarımızın kültür-sanat yaşamına
ilişkin kalıcı üretimlerde bulunacak­
ken, örneğin ekonomik ve ailevi ne­
denlerden dolayı içine düşülen ticari
kaygıların yaratacağı problemler; alı­
nacak kimi kararlarda görüş ve öneri
çeşitliliğinin zaman zaman karar al­
manın önünü tıkayacak durumlar ya­
ratabilmesi ve daha aklımıza gele­
meyecek çok çeşitli sorunlar yaşa­
nabilir. Ancak tüm bunlar meclisin
önünü tıkayan, gelişmesini engelle­
yen değil tam tersi meclisin gereklili­
ğini ve önemini bir kez daha vurgula­
yan gerçekliklerdir. Çünkü bu sorun­
lar, oluşturulması gereken böylesi bir
birlikten önce de vardı, şu anda da
yaşanıyor ama çözülemiyor ve aşıla­
mıyor. Ve çözülemediği için de so­
runlar giderek büyüyor, derinleşiyor,
altından kalkılamaz hale geliyor. So­
runlar derinleştiği için umutsuzluk
hakim oluyor. Umudun olmadığı yer­
de ise çözülme, çürüme başlıyor.
Umutsuz kalındığı için halktan ko­
puk, hayatın acı gerçeklerine yaban­
cılaşmış bir aydın-sanatçı tipi çıkıyor
ortaya. Ve tabi işlevsiz, üretemeyen,
üretse de anlaşılamayan ya da halk­
la arası kopuk olduğu için ona ulaşa­
mayan bir kesim olarak ortada duru­
yor aydınlarımız, sanatçılarımız. Acı
ama gerçek olan budur.
Aydın ve Sanatçı Meclisleri'nin
bu nedenlerle oluşması gerektiğini
düşünüyoruz. Çünkü meclis, adı
üzerinde tartışma, söz ve karar alma
zeminidir. Ortaya çıkacak sorunlar
öncelikle olgun, anlayışlı, hoşgörülü,
ısrarlı, inançlı ve emekçi yaklaşım­
larla çözülebilir.
Bu ise bir kültürdür; özümüzde
var olan ama yok olmaya yüz tutmuş
bir kültür. Farklıklarımızla ama bu
farklılıkları gölgede bırakacak ortak
yanlarımızla biraraya gelmek; hepi­
mizde var olan ama özünde aynı
noktada odaklanan sorunlarımızı
paylaşmak ve çözümler üretmeye
çabalamak; birlikte kararlar alabil­
mek ve alınan kararları hayata geçir­
mek için adımlar atmak, çaba gös­
termek; sorunlarımızı sahiplenmek;
yalnız olmadığımızı görebilmek ve
belki de en önemlisi özgüvenimize
tekrar sahip olabilmek; bunları da
demokratik ilkeler ve kurallar çerçe­
vesine oturtabilmek... Tüm bunlar
yok edilmek istenen demokrasi kül­
türünün kazanımları olarak ortaya çı­
kacaktır, buna inanıyoruz.
Bir Örnek: Gazi Halk Meclisi
Meclislerin nasıl bir işleyiş meka­
nizmasına sahip olacağına, o mecli­
sin içerisinde yer alan kişi ve kurum­
ların karar vermesi gerektiğini düşü­
nüyoruz. Ancak bu konuda emekçi
halk kesimlerinin, kendi özgünlükleri
içinde başlattıkları benzeri çabaların
örnek alınabileceğini de düşünüyo­
ruz. Bugün birçok emekçi mahallede
halk kesimleri hiçbir siyasal görüş ve
inanç farklılığı gözetmeksizin kendi
sorunlarına sahip çıkmak için "Halk
Meclisleri"nin adımlarını atıyorlar.
Özellikle Gazi Mahallesi halkının
kendi meclislerini oluşturduklarını
görebiliyoruz. Esnafından ev kadını­
na, işçisinden emeklisine kadar ma­
halle halkı tarafından seçilmiş yakla­
şık 140 kişilik bir meclise sahip Gazi
Mahallesi. Yıllardır, hatta onyıllardır
o mahallede yaşayan, tüm mahalle­
nin tanıdığı, sevip saydığı ve mahal­
lenin sorunları için emek vermeye
aday olmuş insanlardan oluşan bir
meclis. Kararlar meclis tarafından ve
oy çokluğuyla alınıyor. Kendi içlerin­
de komisyonlar oluşturmuşlar; esnaf
komisyonu, yerel sorunlar komisyo­
nu, eğitim komisyonu, kadın komis­
yonu, spor komisyonu, hukuk komis­
yonu vs. Ayrıca 5 kişilik bir "sözcü­
lük" kurumu oluşturulmuş; kararları
halka ve kamuoyuna, basına duyur­
mak için. Alınan kararlar ise yine
meclisin seçtiği bir kurul tarafından
organize ediliyor ve hayata geçiril­
mesi sağlanıyor. Meclisin oluşum
sürecinden ve oluşturulmasından
bugüne kadar dört ya da beş ay geç­
miş olmasına karşın ücretsiz sağlık
taraması, yaklaşık 80 yoksul çocu­
ğun sünnet ettirilmesi gibi sonuç alı­
cı kararları hayata geçirmiş Gazi
Halk Meclisi. Ayrıca okullardaki eği­
tim sorununa ve öğretmen açığına el
atma, okuma-yazma bilmeyen çok
sayıda mahalle sakini için okumayazma kursları düzenleme, mahalle
içinde giderek artan atari ve bilardo
salonlarına karşılık, gençlerin sağlık­
lı yetişmelerine katkıda bulunacak
sportif faaliyetlerde bulunma gibi bir
dizi de kararlar alınmış durumda.
Peki kimler girebiliyor bu meclise?
Bu sorunun cevabını da meclisin
kendisi veriyor. Mahallede yaşayan
ya da işyeri olan, 18 yaşını bitirmiş
ve halka karşı suç işlememiş herkes
bu meclisin üyesi olabiliyor. Hangi si­
yasi görüşe sahip olursa olsun;
ANAPlı'sından Refahlı'sına, DSPli'sinden ÖDPli'sine ve devrimcilere
kadar her görüşten insan bu meclis içerisinde yer alabiliyor. Ancak bura­
da meclis bir noktayı önemle vurgu­
luyor. Hiç kimse meclis içerisinde
kendi siyasi görüşünü dayatamıyor,
propagandasını yapamıyor. Böylesi
yaklaşımlara kapalı olduklarını belir­
tiyor meclis. Her kim olursa olsun
Gazi'nin sorunlarını sahiplenen ve
onun için çıkar gözetmeden emek
harcayan herkese açık Gazi Halk
Meclisi.
Halk Meclisleri konusunda bilgi
sahibi olan ve Gazi Halk Meclisi'nin
oluşumunu ve gelişmesini izleyen
aydın ve sanatçılarımız da coşkulu
sözlerle ifade ediyorlar böylesi bir
çalışmayı. Bu görüşlerden bir kaç ör­
nek vermek istiyoruz:
Ataol Behramoğlu: Demokrasi­
nin en dolaysız şekilde doğrudan
doğruya gerçekleşmesinin yolu; top­
lumun bütün fertlerinin çeşitli top­
lumsal temellerde örgütlenmesinden
geçmektedir... Halk yararına çalış­
malara zorlanmak için de bu türden
dolaysız, birinci elden halk örgütlen­
melerini son derece önemli ve yarar­
lı buluyorum.
Öner Yağcı: Çürümüş bir sis­
temde sistemin çürüyen yanlarını
halk kendi yöntemleriyle çürümekten
kurtarmaya çalışıyor. Bu hem siya­
setin halklaşmasının hem de halkın
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
kendi geleceğine sahip çıkmasının
somut örneklerinden biridir. Böylesi
girişimlerin çoğalması, siyaseti bir
avuç soyguncunun sürdürdüğü bir
eylem olmaktan kurtaracaktır.
Esat Korkmaz: Onlarla görüşülmeli. Çünkü onların dilinden, onların
kafasından insanlara ulaşılması da­
ha etkili ve doğru olacaktır. Halk
Meclisi doğrudan demokrasinin uy­
gulandığı bir organ; herkes söz söy­
leyebiliyor ve karar verebiliyor. Bun­
lar da yaşama geçirilebiliyor.
İbrahim Karaca: ...edilgen ve
tek başına kalmamayı hatırlatıyor
bana... Yukarıdan aşağı politikanın
hayata yedirilmesi değil, hayatın
aşağıdan yukarı örgütlenmesi bura­
da daha anlamlıdır. Halk Meclisleri
doğrudan demokrasinin bir adımıdır.
Ruhan Mavruk: Bu meclisin
bence en önemli özelliği bütünleştiri­
ci olması. Değişik kültürlere mensup
insanları bütünleştirmek; sermaye­
nin oyunlarına karşı bilinçli ve güçlü
kılar. Bu meclislerde kültürel-sanatsal gelişmeye katkıda bulunmaları
için, yaşamın sorumluluğunu taşıyan
tüm aydın ve sanatçılara çağrıda bu­
lunuyorum.
Cengiz Gündoğdu: Halk, Halk
Meclisleri'nde insanın kendini nasıl
yönetebileceğini öğrenmeli... öğren­
diğini de öğretmeli. Buna demokrasi
bilinci denir. Halk Meclisleri kısır
tartışmalarla, kısır kavgalarla heder
edilmemeli. Türkiye bu yoldan ay­
dınlığa çıkar.
Haluk Gerger:... halka inisiyatif
sağlayan her girişim... özünde dev­
rimcidir. Gazi mahallesi özgür İstan­
bul ve giderek özgür Türkiye için
halk inisiyatiflerinin geliştiği ilk yer­
lerden biridir.
Gazi Halk Meclisi'nin oluşum ve
işleyiş seyri ve diğer emekçi mahal­
lelerin bu yöndeki çalışmaları, bir ör­
nek teşkil etmesi açısından daha da
detaylandırılabilir. Kendi alanımıza
ilişkin bir birlikteliğin nasıl oluşturula­
bileceğine ve işleyiş mekanizmala­
rındaki demokratik ilkelerin nasıl
sağlanacağına ilişkin somut bir ör­
nektir Gazi Halk Meclisi. Böylesi bir
işleyiş elbetteki alanımızın kendi öz­
günlüğü içerisinde farklılıkları içere­
cektir. Ancak öz olarak sorunlara ve
kendi geleceğimize sahip çıkmada,
herkesin söz ve karar sahibi olabil­
mesinde, bütünleştirici özelliği ile
5
edilgenliğin ve tek başına kalmama­
nın önüne geçebilmede ve bunların
doğal bir yansıması olarak da kültürsanat üretimlerini daha özgür kılabilmede bir olanak olacaktır Aydın ve
Sanatçı Meclisleri.
Aydın Sanatçı Meclisleri'nin
Kapsamı ve İşleyişi
Daha önceki yazılarımızda ve bu
yazımızın girişinde de vurguladığı­
mız gibi; Aydın-Sanatçı Meclisle­
ri'nin, muhalif olan, üretimlerinin ve
halkla bütünleşmesinin önü sistem­
den kaynaklı tıkanan, her kişi ve ku­
ruma açık olması gerektiğini düşü­
nüyoruz. Daha açık bir ifadeyle, Ay­
dın-Sanatçı Meclisleri'ne katılım en
geniş kesimi kapsayabilmelidir. Dü­
zenle işbirliği içinde olmayan tüm ay­
dın ve sanatçılar, meclisin doğal
üyesi sayılabilmelidirler.
Böylesine geniş bir katılımın
meclisi şekilsizleştireceği ve işlevsiz
kılacağı kanısında değiliz. Çünkü ya­
şadığımız ülke gerçeğine baktığı­
mızda, böylesi bir genişliğin gereklili­
ği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu genişliğin oluşturulmasındaki en
temel nedenlerden birinin,' bugüne
kadar egemenlerin aydın ve sanatçı­
lar üzerindeki ekonomik, siyasi, kül­
türel tahakkümüne karşı çıkış olması
gerektiğini söyleyebiliriz. Yakın za­
manda Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdapan'a, Grup Yorum'a yönelik bas­
kılar, aslında düzene muhalif tüm ay­
dın ve sanatçıları da kapsamaktadır.
Böylesine geniş katılımlı bir meclisin
"şekilsiz" olacağı kaygısı, geçmişte
yaşadığımız olumsuzluklarımızın,
zaaflarımızın bir sonucundan başka
ne olabilir ki? Birbirimize böylesine
güvensiz ve tahammülsüz olmaya
hakkımız olmamalı. Oysa önemli
olan; meclis çatısı altında hangimizin
ne söylediği değil, birlikte ne düşü­
nüp, ne karar alıp, ne yaptığımız ol­
malıdır. Karşılıklı ikna yöntemi ve ço­
ğunluğun almış olduğu karara uyma­
mız ve o kararı kendi kararımız ola­
rak sahiplenmemiz esas olabilmeli­
dir. Böylesi bir demokratik işleyişe
katlanabilir miyiz? Bireysel kaygıları­
mızı ve bencilliklerimizi ön plana çı­
karmadan, birbirimizi bütünleyebilir
miyiz? Meclis işleyişi, böylesi sorula­
ra vereceğimiz net cevaplarla bir
"demokratik tarz"a oturacaktır.
Mecliste yeralmak isteyen bir sa­
natçı örneğin bir kurumun başkanı
ya da yöneticisiyse, bu o kişinin ku­
rum adına mecliste yer almasını ge­
rektirmez. Bu konudaki karar o kişi­
nin ya da kurumun iradesine bağlı­
dır. Elbetteki süreç içerisinde o aydın-sanatçının varlığı kurum temsil­
ciliğine dönüşebilir: Bu da meclisin
güvenilirliği, işleyişindeki demokra­
tiktik ve istikrarıyla ilgili bir durumdur.
Ve önemli bir yan olarak da, mecli­
sin; içerisinde yeralan kurumlar üze­
rinde hükmü olan, o kurumların iç iş­
leyişine müdahale eden, bu noktada
bağlayıcı hükümlere varan bir yapı
olarak algılanmaması gerektiğini
vurgulamak istiyoruz. Tam tersi
meclislerin; içerisinde yeralan ku­
rumların sorunlarına ilişkin emek
harcayan ve katkı sunan bir oluşum
olması gerektiğini düşünüyoruz. Ör­
neğin yazarların, müzisyenlerin telif
hakları konusunda ya da sinema
emekçilerinin sendikal örgütlenmele­
rinde yapılacak düzenlemelere iliş­
kin çalışmalara, o alana ait olmayan
aydın-sanatçılar tarafından da des­
tek verilebilir, oluşturulacak baskı
unsurunu güçlendirici bir sahiplenme
yaratılabilir.
Kuşkusuz, Aydın-Sanatçı Mec­
lisleri'nin oluşturulmasına ilişkin detaylandırılması ve yanıtlanması ge­
reken daha pek çok soru var. Ancak
önemli olanın varolan öneri ve dü­
şüncelerin değerlendirilmesi, yeni
düşünce ve önerilerle beslenmesi,
bu önerilerin, birliği arzulayan ve ina­
nan kişi ve kurumların da önerisi ha­
line gelip ulaşılabilecek aydın ve sa­
natçı kesimlerine götürülmesi oldu­
ğunu düşünüyoruz. Bu, birlik çalış­
malarını hızlandıracak ve giderek de
zenginleştirecektir.
Alınan kararlara saygılı, kısır tar­
tışmalara düşmeyen ama tartışmak­
tan da kaçınmayan, herkesin söz,
karar ve yetki sahibi olabileceği, de­
mokratik bir kazam ma ve mevziye
dönüştürülebilecek Aydın-Sanatçı
Meclisleri'ni, iddialı ama emek veril­
diğinde başarılabilecek bir birlik ça­
lışması olarak ifade etmek istiyoruz.
Bunu başarmak da birbirimize gü­
venmekten ve kenetlenmekten geçi­
yor. İşte bu noktada yoz ve çarpık
düzenin, halk kesimlerinden koparıp
kendi pisliğine çekmek istediği biz
aydın ve sanatçılar, ülkemiz için çok
önemli bir işlevi yerine getireceğiz. •
6
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
RÖPORTAJ
AYDIN-SANATÇl MECLİSLERİ ÜZERİNE
GÖRÜŞLER VE ÖNERİLER -2füsun erbulak
tiyatro sanatçısı-yazar
Aydın-sanatçıların
ülkemizde
yaşanan sorunlara duyarlı olmak
ve kendi sorunlarını sahiplenmek
konusunda istekleri olmasına kar­
şın, bu örgütlü bir çabaya dönüş­
müyor. Bunun önündeki engeller
sizce nelerdir?
Sanıyorum işin niteliğinden kay­
naklanan bir şey bu. Mesela eskiden
TİSEN vardı; Tiyatro Oyuncuları
Sendikası. Sonra TODER oldu; Ti­
yatro Oyuncuları Derneği. Tiyatro
konusunda deneyimim olduğu için o
kanaldan yanıtlamaya çalışıyorum.
Şimdi insanın oraya aidat ödemesi
gerekiyor. Oyuncu işsiz kaldığında ,
orası size iş bulmadığı için gene siz
kendiniz iş buluyorsunuz. Aidat bile ödenmemekte sarfi nazar edili­
yor genelde. İkincisi, gemisini kurta­
ran kaptan gibi insanlar tek tek kendi
sorunlarını halletme yoluna gidiyor­
lar. Dolayısıyla da böyle bir örgütlen­
menin bire bir yararı olmadığı düşün­
cesine kapılıyorum. Ancak devrimci
bir politika yürütecek de, başka türlü
yararları olduğunu düşünücek. İde­
olojik yararları olduğunu düşünücek.
Öyle bir durum da yok. Şimdiki tiyat­
rocularda, özellikle şarkıcılarda belki
vardır bilmiyorum. Dolayısıyla boş
veriliyor. Ya zaman ayrılmıyor, kendi
kendilerine okuyorlar ama topyekün
bir kültür faaliyetine pek yanaşmıyor­
lar diye düşünüyorum. Çok mutluluk
veren bir iş, bire bir olarak yani, sah­
neye çıktığı anda o kadar keyif alıyor
ki, oynadığı oyunun niteliği ne olursa
olsun işsiz kalmamak en büyük dert
oluyor. Dolayısıyla da böyle bir ör­
gütlülüğü kendisine dayatmıyor. Bir
işçi sendikasında olduğu gibi ya da
bir emekçi olarak para kazanmak
için çalışıp tat almadan çalışılan in­
sanlar daha kolay örgütleniyorlar di­
ye düşünüyorum .
Bir sendika ya da vakıf örgüt­
lenmesi gibi değil de, tüm sanat
dallarını kapsayan, geniş katılım
ve ortak duyarlılıklarla gelişebile­
cek bir aydın-sanatçı örgütlenme­
si yaratılamaz mı?
inanın ki bilmiyorum. Yani biz öy­
le insanlarız ki, duyarlıyız muhak­
kak... Acıma duygularımız çok geliş­
miş, cenazelerde falan o tabutu kal­
dırabilmek için... işte şimdi de bir ar­
kadaşımız var gene hastanenin bi­
rinde ölüyor (Duygu Ankara). Para
yok, pul yok.
Hadi Çaman çok duyarlı bir in­
sandır. Hep cenazelerde o konuşur,
bütün yükleri o kaldırır, sahnesini
açar, ta mezara kadar gider, gelir fi­
lan, öyle bir şeyi var onun. Yani acı­
ma duygusunun ağır bastığı konular­
da yardımlaşırız da onun dışında
pek bir ihtiyaç olmuyor herhalde .
Özellikle
ülke
gerçeklerine
karşı bir duyarlılık geliştirme anla­
mında böyle oluyor galiba.
Hayır. Hiç öyle birşey yok. İnanın
yani
kesinlikle
yok.
Teorik
kitapları yutmuş olan insanlar bile
eskiden, ya da hala Marksist olan in­
sanlar bile, sosyalizme inanan, ko­
münizmin gelmesini umut eden ve
bunun ille geleceğine de bilimsel ola­
rak inanan insanlar dahi bu gereği
duymuyor. Sanıyorum çok paraya
endeksli olduk. Dolar bazında yaşı­
yoruz. İşin ideolojik yanı ağır basmı­
yor, daha maddeci bir duruma gelin­
di . Allahımız para oldu diye düşünü­
yorum.
Mesela Ölüm Orucu sürecinde
daha geniş bir aydın-sanatçı kesi­
minin ortak bir şekilde gösterdik­
leri bir tavrı, tepkisi oluşsaydı bel­
ki de ölümler henüz yaşanmadan
daha güzel sonuçlar yaratılabilir­
di.
Çok çok iyi olur da, lafınızı unut­
mayın gene şöyle bir şeyde inanç­
sızlığımız var bizim. Sanatçılar veya
emekçi sanatçılar olarak fazla ciddi­
ye alınmıyoruz. Bir imza kampanya­
sı yapılmıştı, bunu unuttum. O sıra­
da Altan Erbulak'la da görüşülüyor­
du. Altan gidiyordu, geliyordu Anka­
ra'ya. Türkan Şoray'dan İbrahim Tatlıses'e herkes imzalamıştı. Çok fazla
bir ilgi, hapishanenin durumlarının
iyileştirilmesi ile ilgiliydi yanılmıyor­
sam. Demişti ki; yani hepimizi tutuk­
layabilirlerdi ama stadyum bile yet­
meyecekti.
12 Eylül'den sonra imzalanan
Aydınlar Dilekçesi'nden bahsedi­
yorsunuz.
Evet. Fakat hiçbir ağırlığı olmadı.
Yani bütün sanatçılar, milyonlarca
insan bile Avrupa'da belki çok ciddi­
ye alınır, onların bir kararı, bir tepkisi
vardır ama bize vızıltı gibi geliyor.
Dolayısıyla birey de kendi başını
derde soktuğu halde hiçbir işe yara­
mayacağını bildiği için baştan sarfı
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
nazar ediyor. Bu işe ben bulaşmaya­
yım diyor, kenarda kalıyor. Yani Jean Paul Sartre... gibi ağırlığımız yok.
Cezayir savaşında Sartre hapise gir­
diğinde savaşı durdurmaya kadar bir
etkisi olabildi. Bizde öyle birşey yok.
Yani çok fazla bir ağırlığımız ya da
bir ciddiye alınırlığımız yok. Kırk yıl­
da bir bizi köşke çağırırlar, bazıları­
mız protesto ederiz, gitmeyiz Cum­
hurbaşkanlığı köşküne o kadar. Ara­
da bir para yardımı yaparlar. Tiyatrolara yapmıyorlar mesela. Yani sana­
tı isteyen bir toplum değil ya da ciddi­
ye alıp saygı duyan bir toplum değil.
Biz devlet taralından hasta insanlar
olarak değerlendiriliyoruz; bu işi çok
seven, çok tasalanan, canını verme­
ye hazır, para kazanmadan bu işi
yapmaya hazır bir takım evlekler.
Yani Türkiye koşullarında, 20.yy'da
ciddiye alınan bir konu değil sanat.
Cezaevlerinde birçok yazar ve
aydın var. Egemenlerin, gerçekle­
ri ifade eden insanlara karşı gös­
terdiği bu politikaları geriletecek
bir birliktelik oluşturulabilir.
Hiç bilmiyorum. İnanın ki bilmiyo­
rum. Ben zaten sanıyorum oldukça
da yaşlıyım artık. Gerek tiyatro ya­
parken, gerek yazınsal serüvenimi
gerçekleştirirken çözüm hiç bir za­
man öneremedim, hiç bir zaman bir
çare bulamadım ki. Ancak sergile­
meyi iyi biliyorum, yani durum nedir,
saptayabiliyorum, görüyorum. Hatta
hep o tip oyunları, o tip romanları se­
viyorum. Ama çözüm?.. Ne yapılabi­
lir, hakikaten bilmiyorum. Çok ka­
ramsarım, yani bir nihilist olacak ka­
dar karamsarım.
Biz Aydın-Sanatçı Meclisleri'ni
önerirken bu cephe, çok kısa va­
dede, dört dörtlük bir çalışma
temposuyla çalışarak sorunları
bir anda çözecektir demiyoruz.
Ama sanatçıların ve aydınların
kendi sorunlarını ele alıp çözüm
konusunda ciddi adımlar atabile­
ceği bir birliktelik olmalı diyoruz.
Bu düşünce konusunda neler
söyleyebilirsiniz? Yani Aydın-Sa­
natçı Meclislerini'ni yaratmak ola­
naksız mı?
Şimdi ben çok karamsarım. Bunu
böyle yanıtlamak istemezdim. Ama
hem iş kolunu çok iyi tanıyorum,
hem de bu iş kolundaki insanları çok
iyi tanıyorum. Çok bencil insanlar sa­
natçılar. Yani küçük başarılarla çok
çabuk avunabilen, çok çabuk mutlu
olan, gezmeye, tozmaya, yemeye,
içmeye çok meraklı oldukları için
böyle bir cepheyi oluşturabilecekleri­
ne kesinlikle inanmıyorum. Özellikle
tiyatroculara. Çünkü zaman bula­
mazlar. Senede bir kere bir toplantı
yapsanız gelmezler. Zaten sendika­
larda o ilk günler toplantıya katılma
şartı konulur, ancak sonradan üç
beş kişiyle yürür. Yani o tip bir örgüt­
lülüğümüz olmadı, olamadı. Niye,
bilmiyorum. Bencillikle mi ilgili? Ben
kendi derdimi kendim hallederim de
orada gidip laga luga dinleyeceğim
diye mi, bilmiyorum. Ağızları laf ya­
pan insanlar fakat, dinlemeye alış­
mış insanlar değil. Okurlar ama din­
lemezler. Oynamaya gelmezler, yani
çok oldu bunlar. Cepheyle ilgili olma­
yan meselelerde, ideolojik olmayan
birşeyde dahi, yani kaç para yevmi­
ye alınacak gibi doğrudan ilgilendi­
ren konularda bile bir arada bulunup
da bir güç birliği yapmazlar. Dolayı­
sıyla bu cepheye kim katılır önce
saptamak lazım, değil mi? Fransa'da
Fransızca ya da İngilizce oyunlar oy­
nuyor. Oradan öbür tarafa turnelere
gidiyor, yani kendi başarısıyla o ka­
dar sarhoş ki, solcu olmasına rağ­
men, her çıktığı televizyon progra­
mında Nazım Hikmet'ten şiirler oku­
masına rağmen bu tip birşeyde fay­
dalı olmaz. Onların dışında Ferhan
Şensoy geliyor aklıma. Komedilerini
daha güzel yazmak, matrak bir film
çevirmek gibi şeylerle o kadar meş­
gul ki, iki de çocuğuyla ve günde üç
oyun oynuyor. 3-6-9 oynuyor, peri­
şan oluyor zaten, kendine ayıracak
zamanı kalmadı. İşte hep burdan gi­
rer burdan çıkar. Ama imza atar, bir
bildiri götürseniz meclis konusunda
ne diyorsunuz diye, "destekliyoruz"
der ama fiili olarak destekleyeceğini
sanmıyorum. Zaman yetmez ya da
üşenir, sıkılır. İnşallah yanılırım.
Kimdir bunu yapabilecek, yani on ki­
şi çıksa, sizin gibi böyle dört tanesi,
olacak bu iş, oldu derim. Daha doğ­
rusu o on kişi her an değişir. Bir ay
on kişi, bir başka ay başka on kişi,
yirmi kişi birden hiç bir zaman ola­
maz.
Hep belli süreçler dayattığında
bir araya gelmiş sanatçılar. Örne­
ğin 1991 yılındaki emperyalist sa­
vaş döneminde Amerikan Konso­
losluğu'nun önünde "Emperyalist
Savaşa Son" pankartı açılmıştı
ama bakıyorsunuz hep dönemsel
şeyler bunlar. Ölüm Orucu süre­
cinde sanatçıların bir açlık grevi
var. Bunların hepsi birbirinden
kopuk. Sine-Sen'in yaptığı bir ba­
sın açıklaması vardı Şanar Yurdatapan'la ilgili. Şanar Yurdatapan'ın başına gelenler bugün her­
kesin yaşadığı, yaşayabileceği bir
olay.
Ne yapar sahiplenirse? İmza top­
lar, Cumhuriyette imza çıkar, işte
başka birşey yapmaz, yapamaz yani
somut olarak ne yapılabilir?
İsmail Beşikçi'nin, Işık Yurtçu'nun, Şanar Yurdatapan'ın ce­
zaevinde olması insanların vicda­
nında bir rahatsızlık yaratmıyor
mu?
Çok hayati birşey değil tabii. Oy­
sa şöyle biraz rahatsızlık yaratmalı,
yani kendimizi o insanın yerine koya­
rak ya da başka insanlar da olabilir.
Bırakalım politik, aslında en
insani temelde duyarlılığımız ol­
malı. İşte bunların hepsini ele ala­
bilecek ve çözümler üretecek
meclislerimiz mutlaka yaratılmalı
diyoruz. Zor da olsa, güçte olsa
yaratılmalı.
Ö zaman herhalde sayısal olarak
çok kısıtlı tutmak lazım. Biraz solcu
olan, bilinçti olan insanlar kendilikle­
rinden katılırsa belli bir sayısal ço­
ğalma olabilir. Yani işin başında bu
Kültür Cephesi'ni çok geniş tutmak
mümkün değildir gibime geliyor.
Kimse buna hayır demez. Asgari bir
insan sayısı lazım işi götürecek olan,
toplanacak olan, basın bildirisi yapa­
cak olan ve hapishaneye ziyarete gi­
decek olan... angaryasını çekecek
insan grubu olursa... çok geniş kap­
samlı bir cephe olabileceğini ben
pek ümit etmiyorum. Her tarafa bir­
den ulaşmak lazım tabi, mesela dev­
let tiyatrosunun bir sürü kentte şube­
si var, şehir tiyatrosunun burda 5-6
tane tiyatrosu var. Önce onlarla başlansa, sonra şarkıcı grupları... Tek
tek şarkıcılar yazarlar nasıl örgütle­
nir? Ne kadar gelirler? Ama cephe
ne demektir? Hiç değilse 365 günün
100 gününü oraya verecek insan de­
mektir ya da 50 gününü. Öyle bir in­
san düşünemiyorum ben.
Bizce geniş katılımlı olması
önemli. Meclis, farklı düşünen in­
sanların ortak kararlar çıkarabildi-
8
TAVIR ARALIK 1996
ği zeminlerdir. Yani farklı düşün­
celerin ifade edildiği, olumlu tar­
tışmaların yaşandığı, çelişkilerin
çözüldüğü ve o yabancılaşmanın,
kopukluğun giderildiği, sanatçıla­
rın yakınlaşmasının dayanışması­
nın öne çıktığı, güçlendiği zemin­
lerdir.
İşte bir başlamak lazım demek ki.
Ucundan bir başlamak sonra yaşa­
dıkça görmek. Yani bunun zaten bir
reçetesi olabileceğini sanmıyorum.
Çok geniş, sayısal olarak çok geniş
bir platformda yürüyebileceğini ben
sanmıyorum. Yani ben ayda 100 bin
lira bile verebileceklerini tahmin et­
miyorum. Disiplinli olarak her ay bı­
rak i milyonu, 100 bin lira dahi ver­
mezler. Ben bile Yazarlar Sendika­
sına iki senedir aidat ödemedim.
Güvenmediğim için ödemedim.
Gençler öyle değil tabi.
Peki şöyle bir sorun yok mu?
Yani bugün var olan örgütlülükle­
rin kendi içinde üretememelerin­
den kaynaklanan bir tıkanma yok
mu?
Kesin, çok doğru.
Yani bir gönüllülük ve sahip­
lenme olsa, bir sanatçı orada ara­
dığı ortamı bulabilse sahiplenir ve
kendisinden de birşeyler katabilir.
Ama Kültür Cephesi'nin bunu
sağlıyacağını nereden bile biliyorsu­
nuz? O ortamı bu kadar örgütlü yapı,
bu kadar zaman sağlayamamış, bu
nasıl sağlanacak? Yani bu örgütlülük
büyük bir disiplin işi.
Kültür Cephesi'nin, örgütlen­
melerin kendi içindeki sorunları
çözmede dolaylı etkileri olabilir.
Ama kurumların
özel çalışma
programına, işleyiş tarzına, anla­
yışına müdahale etmemeli bizce.
Belki örnek alınabilecek yanlarıy­
la, tek tek örgütlülüklerde dönü­
şümlere yol açabilir. Bu tip şeyler
olabilir. Ayrıca şunu doğru bul­
muyoruz biz. Örneğin bu öneriyi
açarken görüştüğümüz arkadaş­
lara hiçbir zaman biz böyle bir
cepheyi oluşturuyoruz siz de ge­
lin katılın demedik. Çünkü bu sa­
dece bizim cephemiz değil. Bizim
devrimci yaşam tarzımızın getirdi­
ği, doğal olarak gördüğümüz ve
hayata geçirdiğimiz şeyler de var.
Biz bunları zaten yapıyoruz. Me­
sela Grup Yorum militansı bir ta­
vır gösterir, gider CHP'yi işgal
eder. Bu onun kendi ideolojik yak­
laşımı sonucu ortaya koyduğu si­
yasi tercihiyle ilgilidir.
Hapse girer.
Bu kendi yaşantısıyla ilgili bir
konu. Ama bizim kastettiğimiz,
demokratik muhalefetin sanatçı­
lar cephesinden bir parçasını ya­
ratabilmek ve herkesi katabilmek.
Kültür Cephesi, ortaya koyacağı
tepkilerin yol, yöntem ve araçları­
nı kendi gerçekliğini göz önüne
alarak saptar.
Bu mümkündür, bir kısmını
amaçlıyorsanız bu mümkündür tabi.
Sonradan kendi içinde genişleyebilir.
Dal budak salar belki. Salmazsa da
ne yapalım. Küçücük bir nüve olur.
ruhan mavruk
şair
Ülke gerçekleri karşısında ay­
dınların bugüne kadar birlikte ha­
reket edemediğini, kalıcı, sürekli
birlikler yaratamadığını görüyo­
ruz. Sizce bunun sebepleri neler­
dir?
Aydın ve sanatçıların toplu ola­
rak birarada bulunması mümkün ol­
madı bugüne kadar. Bir korku hakim.
Ben şuna inanıyorum. Bugün düşü­
nen her insan, yazıp çizen her insan
düşündüğünün tümünü söyleyebil­
men, ifade edebilmeli. Örneğin top­
lumcu, gerçekçi ürün verdim diyenler
bile açıkça her düşündüğünü ifade
edemiyor. Pek az» ifade edebiliyor.
Bu konuda bütün sanatçıları bir ara­
da toplayacak kurumlar yok. Çeşitli
sanat merkezleri var. Bunlar da yine
kendi içinde kaldı. Önemli olan sol
yelpazede değişik düşünceden ay­
dınları, sanatçıları bir arada toplayıp,
baskılara tepki açısından bilinçli bir
birlik oluşturmaktır. Onların kendi iç­
lerindeki sorunlarına eğilmek... yani
bir cephe içerisinde güçlü kalmak
gerekli. Bugüne kadar bunun boşlu­
ğu hissedilmiyordu. Partilerin ya da
sendikaların kültür sanat komisyon­
ları yeterli olmadı bu konuda. Korku
var, kurumsuzluk, ekonomik neden­
ler, Türkiye'de sanatçı olmanın kendi
sorunları var. Sanatçıların kendi so­
runlarından yola çıkılırsa çok daha
kısa sürede toparlanacağına inanı­
yorum. Aydınlar cephesinden bakı­
lırsa; örneğin ben ünuversitede öğ­
retim görevlisi olarak çalışıyorum,
özel olsa da... örneğin bir asistan, bir
profesör, bir doçent bir konuda de­
meç vermekten çekiniyor. Çünkü bir
yere kadar asistan, konuşabiliyor
ama doçent olabilmesi için susması
gerekiyor. Bunlar ortada, bilinen şey­
ler.
Aydın-Sanatçı
Meclisleri'nin
kapsamı hakkındaki düşünceleri­
niz nelerdir?
Geniş çapta bir yelpazeye yönel­
tilmiş bir çağrıdır bu. Yani bu, birlikte
aşılabilir. Çünkü orada özel olan sa­
nat ve kültür insanlarını bir araya
toplamak, onların muhalefetini güçlü
ve bilinçli kılmak.
Biraz emekle şekilleniyor.
Bence yüreklilik de çok önemli.
Sizce sınır koyulmalı mı?
Birkaç kişiyle, yalnızca sosyalist
çizgide yazan insanlarla değil de
çağrımız geniş bir aydın-sanatçı ala­
nı olmalı. Ama benim burada bir kaygım var. Bunu oluşturacak çekirde­
ğin gerçekten insandan, emekten
yana olması. Bu konudaki tavrında
açık olmalı. Çekirdek benim için çok
önemli. Gerçekten güvenebileceği­
miz inançlı insanlarla, o çekirdekten
yola çıkalım. Çağrımız gene o geniş
alana olsun. Şunu özelikle vurgulu­
yorum: Popüler kimi sanatçılar az ya
da çok o sisteme bir ödün vermişler­
dir. Belki içlerinde tek tük son derece
dürüst davranarak yaşamın, düşün­
düklerinin bedelini ödeyerek bir yere
gelenler var. Bunlar da zaten baskı­
ların üzerinde yoğunlaştığı insanlar­
dır. Gelsinler... belki o zaman geç-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
misleri de gelir. Burada bambaşka
bir sanatçı olur, bambaşka bir aydın
olur. Kesinlikle geniş bir cepheye
açık olunmalı ama başlangıç için ha­
kikaten inanan, yürekli ve kalıcı in­
sanlar olması gerekli. Ayrıca sanatçı
ve yazarlarla sınırlı kalmamalı. Aka­
demisyenler, meslek odaları... Ben­
ce aydın; aydınlık veren, ışık veren­
dir. Karanlık bir çağda yaşıyoruz,
ama ışık tutabilecek insanları biz
çağıracağız, yoksa sanatçıyla ya da
sadece kitabı yayınlanmış olan dü­
şünürlerle sınırlı kalmamalı. O mec­
lis içinde yavaş yavaş alt birimlerin
kurulması, akademik çevreler, Mi­
marlık, Mühendislik Odalar'ı... hepsi­
ne yayılması lazım. Tabi bunlar za­
manla oluşturulacak şeyler. İlk önce
çekirdeğin sağlıklı insanlardan oluş­
ması, bunların genele çağrı yapma­
sı, daha sonra onun içinde iş bölü­
mü, kendi içinde komiteler kurularak
üniversitelere, odalara da çağrı ya­
pılması. Yani düşünen ama insan­
dan, emekten yana düşünen insan­
ların lokomotif olması. Önderliği ise,
en çok emek veren, en büyük yürek­
lilikle katılan belirleyecek.
Meclislerin
işleyişine
ilişkin
düşünce ve önerileriniz var mı?
Kültür cephesiyle sanat cephesi­
nin ayrı ayrı komisyonları olması,
bunların kendi aralarında alt birimle­
ri. Mesela sanatçıların tanıtım, dağı­
tım sorunları, medyaya ulaşma so­
runları, kültür emekçilerinin, kültür
insanlarına ulaşma sorunları var.
Gazi Mahallesi Halk Meclisi'nde ol­
duğu gibi çeşitli komitelerin kurula­
rak aralarında işbirliği yapılması...
Buna katılacak insanların bahane
ileri sürmeksizin o komisyonlarda,
çalışmalarda düzenli olarak bulun­
ması lazım. Mesela ileride bir dağı­
tım sorununu, bir basım sorununu bu
birlik halledebilir. Şimdi için erken
ama belki yayınevi oluşturulabilir.
Çoğu tiyatro grubu ürünlerini, yapıt­
larını sergilemek için izin alamıyor.
Bunlar sağlanabilir. Kültür Merkezileri'nde belirli günler ayrılarak bunun
toplantıları yapılabilir. Komitelerin bi­
na sorunu, ekonomik olarak bizlerin
aşamayacağı bir sorun olabilir ama
elimizde var olan imkanlarla, örneğin
OKM'de belirli günler ayrılarak komi­
teler toplanabilir. Komitelerin sağlıklı
belirlenmesi önemli. Kesinlikle çok
iyi örgütlenmiş komiteler lazım. Hat­
9
ta bunların birarada toplanabileceği
bir üst komite. Yani son derece dik­
katle planlanmış bir işleyiş.. Bunun
için ilk önce örneğin bir "gece" yapıl­
dıktan sonra radyolarda bir çağrı,
açıklama yapılarak, o çekirdek in­
sanların çağrıcağı insanlarla ilk önce
küçük toplantılar düzenlenebilir. On­
dan sonra yavaş yavaş katılan in­
sanlarla birlikte büyük toplantılar.
Onlarla birlikte en kısa zamanda o
komitelerin belirlenmesi. Çünkü iş­
lerliğe geçmezse, sanatçıda her za­
man kaygılar vardır. Tamam duygu­
saldır, coşkuludur, insan hakkı ihlali­
ne karşıdır. Bir yaprak düştüğü za­
man üzülür, bir kedi zehirlendiği za­
man üzülür ama biraz da çabuk te­
dirgin olan, çabuk alınan kesimdir.
Bunun üzerinde durmak lazım. Bir
an evvel bir varlık göstermek zorun­
dayız. Yani komiteler bir an evvel iş­
lerliğe geçsin, bir an evvel düzenli bir
şekilde kurulsun. Hepsinin görevi
belli olsun.
Yazdığına gerçekten inanan ay­
dınların bu cepheye katılacağına
inanıyorum. Ve şu önemli; tüm yüre­
ğiyle, tüm emeğiyle katılmak, bahanesiz olarak. Ne kadar kaçarsak, ne
kadar korkarsak sistem zaten poli­
siyle, polisiyle elele mafyasıyla üze­
rimize gelecek. Onun için sanatçı ol­
sun, emekçi olsun, işçi olsun ya da
aydın olsun, akademisyen olsun,
toplumsal muhalefet koymadan,
kaçmanın hiç bir çözümü yok. Ben
başarılı olacağına inanıyorum.
Kültür Cephesi ve Sanat Cep­
hesi diye birbirinden ayırarak bir
nitelemeniz oldu?
Çünkü sorunlar farklı, ifade bi­
çimleri farklı. Ama yine de ortak bir
komitede birleşiriz. Örneğin onbeş
günde bir sanat cephesi, kültür cep­
hesi ayrı olarak toplanıp da ayda bir
ya da bir buçuk ayda bir genel komi­
te olarak toplanır. Bunlardan birine
katılmış olan diğerine de katılmış
olacaktır. Ya da birbirlerini destekle­
yip karşılıklı iletişim şeklinde fikir ile­
teceklerdir. Yani ayrı örgütlenmeler
olmalı ama bunlar işbirliği ve fikir
alışverişi yapmalı.
•
hayati azim
yazar
Geçmişten bugüne sanatçıla­
rın ve aydınların birliği konusun­
da birçok çalışma yürütüldü. Bu
çabaların sağlıklı bir temele oturmayışı, kısa sürede dağılması, ka­
lıcı bir birlikteliğe dönüştürülememesi konusunda neler söylebilirsiniz?
Sanatçıların kalıcı birliktelikleri­
nin oluşmamasını bence önce sa­
natçıların kendi iç dünyalarında ara­
mak lazım. Sanatsal üretimin birey­
sel oluşundan kaynaklıdır bu konu.
Sanatçının
hem
üretiminde
hem de insani duyarlılıklarını ha­
rekete geçirmede kolektif bir ça­
lışma sürdürmesinin daha büyük
sonuçlar yakalayacağı açık. Bu
anlamda tepkisizlik ve örgütsüzlüğün nedenini yalnızca sanatçı­
nın iç dünyasında mı aramak ge­
rekir, yoksa başka nedenleri de
olabilir mi?
Kolektif çalışmaların bazı önemli
örnekleri var kuşkusuz. Ben bunun
en güzel örneği Grup Yorum diyece­
ğim. Fakat sanatın yani üretimin yine
de bireysel olduğunu düşünüyorum.
Yani müzik alanında çalışmalar ko­
lektif çalışmaya taşınıncaya kadar
bireysel bir duyarlılıkla üretiliyor. Bel­
ki özellikle bu müzik alanında böyle,
belki sinema alanında da... Tiyatro
alanında bu böyle ama yazın alanın­
da kolektif bir şey daha zor gibi geli­
yor bana.
10
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
O halde sanatçılar insani du­
yarlılıklarını bir araya getirme ve
harekete geçme, bir arada ortak
bir çalışma yürütme konusunda
neden bir araya gelemiyorlar? Ne­
den çekiniyorlar veya uzak duru­
yorlar?
Bunun bence birçok nedeni var.
Benim sözünü ettiğim neden bunlar­
dan bir tanesi. Bunun yanında tüm
sanatçıların bir araya gelmesi gerek­
tiğini düşünüyorum... Her sanatçının
farklı sorunları var. Sanat gruplarının
sorunları farklı. Bu temelde bütün
sanatçıları biraraya toplamak da
bence oldukça güç. Örneğin bir res­
sam, bir sinema oyuncusu farklı so­
runları yaşıyor, bir yazar farklı sorun­
ları yaşıyor. Bunun için bu insanları
sorunları temelinde bir arada tutmak
da oldukça güçleşiyor. Fakat bu so­
runların böyle sürgit yaşanacağını
da düşünmüyorum.
Farklı sanat dallarında da olsa­
lar, ülke sorunları temelinde yaşa­
dıkları ortak sorunlar yok mu? Bu
sorunları çözme anlamında bir
araya gelemez mi aydınlar ve sa­
natçılar?
İşte bu temelde gelemez değil.
Gelmek zorunluluktur adeta. Fakat,
öyle şeyler yaşanıyor ki, "ne yapabi­
lirimin cevabını kendi kendine yine­
liyor ve yine ortada yapacak hiç birşey kalmamış gibi bir durum açığa
çıkıyor.
Bu örgütlülükler nasıl oluştu­
rulabilir? Hangi ilkelerle yürümesi
gerekir?
Öncelikle sanat bireysel dedik.
Fakat genelde yaşadığımız sorunlar
birbirinin aynı. Örneğin sanatçının
özgür olup olmama sorunu var. Bu
sorunu öyle sanıyorum bütün sanat­
çılar duyumsuyordur. Öncelikle, sa­
natçının özgürleşmesi sorununun,
her sanatçının kendi beyninde çözül­
mesi gerektiğini düşünüyorum.
Tabi ki ortak sorunlar temelinde
de biraraya gelinmeli. Veya işte biraz
önce sözünü ettik. Türkiye'de öyle
olumsuz gelişmeler yaşanıyor ki, "ne
yaparım" sorusunu soruyorsun ve
örgütlü değilsen hiçbir şey yapama­
yacağın ortaya çıkıyor. İşte o temel­
de, ortak sorunlar temelinde örgüt­
lenmeler kurulmalı. Yani ülkenin or­
tak sorunları karşısında, "ortak bi­
çimde asgari müştereklerde nasıl
birleşebiliriz"in cevabını bulmak ge­
rekli.
İdeolojik
açıdan
birbirinden
farklı düşünen ve yaşamı birbirle­
rinden farklı kavrayan birçok in­
san var. Sanatçılar ve aydınlar
açısından da böyle. Ortak bir cep­
hede buluşulabilir mi? Siz ne dü­
şünüyorsunuz?
Ortaklığı, o cepheyi oluşturan sa­
natçıların bizzat kendileri bulabilir.
Ortak hedefi paylaşan sanatçılar,
birçok sorunda aynı temelde tepki
geliştirmeyi isteyecek, sorun etrafın­
da kenetlenecektir. Sanatçıların,
saptadıkları sorunlar üzerinde geliş­
tirdikleri çözüm yolları farklı olabilir.
Ancak çok geniş bir mecliste herke­
sin özgür düşünceleri, farklı düşün­
celeri ortak bir çözüm noktasında
birleşebilir. Çok farklı sorunlara, fark­
lı öneriler getirebilecek; daha radikal
veya daha ılımlı düşünceler ortaya
çıkacak. Şimdi bunları bir noktada
birleştirmek gerekecek diye düşünü­
yorum. Bu sanırım daha önceki ör­
gütlenmelerde yaşanan bir sorun.
Yani biri "biz susarak protesto ede­
lim bu olayı" derken biri "yürüyüş ya­
palım" diyebilir. Onları ortak bir pota­
da bir yerde buluşturmak gerekiyor.
Ama bu, şunu da getirmemeli; örne­
ğin bir yerlerde buluşup ortak bir ta­
vır geliştirilebilir. Ama onun ötesinde
bunu yeterli görmeyen sanatçılar ay­
rı bir eylemlilikte de bulunabilmelidir.
Sonuçları, kazanımları sizce
neler olur?
Bence bu çok olumlu ve ileri bir
adım olur. Demokratik hakları ka­
zanma bağlamında da yani daha zor
demokratik hakları genişletme bağ­
lamında da olumluluktur. Baştan da
belirttiğim gibi sanatçılar bireysel
üretim yapan insanlar ve örgütlülük­
ten de genellikle uzak duran insan­
lar. Bu bağlamda herhangi bir olum­
suzluktan da en kolay etkilenen ke­
sim aynı zamanda diye düşünüyo­
rum. Sanatçıların büyük bir kesimi
böyle. Bireysel düşündükleri için, bi­
rey olarak yaşadıkları için en ufak,
olumsuz bir gelişmeden bile en fazla
etkilenen ve en fazla savrulan kesim.
Bu ortak mücadele, bu ortak birlikte­
likler sanatçıların yalnızlık duyguları­
nı da aşmalarının bence bir ön adımı
olacak. Öncelikle sanatçılar kendile­
rini sorgulayıp "ben bu Kültür Cephesi'ne ne katabilirim"in cevabını bul­
malı. Bunu bulduktan sonra Kültür
Cephesi'nin işleyişi biraz daha ko­
laylaşacaktır. Görüş ayrılıkları orada
oturulur, tartışılır. "Biz şunları şunları
yapabiliriz" gibi. Yani herkesin katıla­
cağı, kendini ifade edebileceği bir
yapı oluşur. Bu yapıda herkes dü­
şüncesini ifade eder. Farzedelim ki
benim düşünceme daha aykırı veya
daha aykırı demeyeyim de daha ra­
dikal bir öneri kabul edildi. Bu öyle ol­
du diye ben buradan çekilirsem o
şey orada çöker. Yani yarın öbürgün
farklı bir düşünce ortaya çıkar. O çe­
kilir, bu yapı burada bozulabilir. Bu­
nun için bu yapıyı, bu cepheyi ayak­
ta tutmak için "ben bu cepheye şunu
katabilmeliyim" demeli insanlar ve
onu katmaya devam etmeli. Orada
ortak bir düşünce ortaya çıkacak.
Yani aydınlanmamış insan, o konu­
da bilgilenmemiş insan bir konu hak­
kında oradaki tartışmalarda bilgile­
necek. Orada sıra çözüm önerilerine
geldiği zaman birşeyleri göze alma
da gündeme gelir. Ne kadar göze
alacağı konusunda öneriler, çözüm
önerileri getirebilir. Demokratik işle­
yişle gücünün farkına varabilir, birbi­
rine kenetlenebilir ve daha ileri bir
aşamayı h e d e f l e y e b i l i r . •
esat korkmaz
araştırmacı-yazar
Her insan, herkes karşısında herşeyden sorumlu mudur? Sorumlu ise
bu sorumluluğu nasıl tanımlayabiliriz?
Tanımlanan sorumluluk herkes için
geçerli bir ortak payda mıdır?
Herhangi bir insan açısından, ken­
di meslek/uzmanlık alanı dışında bir
sorumluluğun doğması ya da doğma-
T A V I R ARALIK
1996
ması, insanlığa bir katkı ya da o yolda
bir "eksiklik" olarak ele alınır. Birey
kimliğini "örselemek"le birlikte tümden
ortadan kaldırmaz.
Ama sözgelimi sanatçı için bu so­
run "yakıcı"dır: Çünkü onun kimliğini
belirleyen, kendi "uzmanlık" alanı dışı­
na taşan sorumluluğudur.
Bir ayakabıcının, bir mühendisin,
mühendis ya da ayakabıcı olarak bir
sorumluluğu vardır. İyi ayakkabı üret­
mek, iyi proje yapmak gibi. Ancak,
baskıdan, işkenceden ya da yargısız
infazlardan sorumlu değildir.
Herhangi bir insan, bir uzman,
herhangi bir insan ya da uzman olarak
herkes karşısında herşeyden sorumlu
değilse, bir "uzmanlık" olarak algılaya­
bileceğimiz sanatçının sorumluluğu
nedir?
Bir sanatçının kimliğini onun so­
rumluluğu belirtiyorsa öncelikle bu so­
rumluluğu üreten/yaratan zemini ya­
kalamak gerekir.
Genelde "uyumluluk", bir özgürlük
olarak algılanır. Öte yandan aynı
"uyumluluk", bir insan tipini geleceğe
taşıma savıyla öne sürülen, uygula­
maya sokulan kuralların/ilkelerin "den­
gesidir. Uzantısında bu "denge"nin
bir ürünü olarak görülen "eşitliğin",
"etiğin", "estetiğin" dışa vurumudur.
Demek ki, "uyumluluğun" anayasal ya
da geleneksel olarak güvence kavuşturulduğu bir toprakta sanatçının işi
çok zordur. Çünkü buradaki "uyumlu­
luk", çoğunluğun buyurgan otoritesi­
dir; hemen herşeye egemen olan "gö­
rünmez eli"dir.
Bu nedenle "uyumluluğu" götür­
mek için sürekli çalışmak durumunda
kalan bir sanatçı anlamsızlığa, hiçliğe
düşer.
Sanatçı herşeyden önce "uyumlu­
luk" olarak bilince çıkarılan toplumun
genel yargısından, örfünden, etiğinden, estetiğinden bambaşka bir bakı­
şa/yaklaşıma sahiptir. Bu bakış/yakla­
şım, "uyumlu" çoğunluğu incitmek, ra­
hatsız etmek, aşağılamak değildir.
Bugün azınlık ya da "uyumsuz" gibi
gözükeni, yani yarının çoğunluğu ol­
maya aday olanı "çoğaltmanın" biricik
ve tek yoludur.
Artık günümüzde sanatçıyı güden,
sanat yapıtının "orta yerinde" duran
buyurgan bir otorite yoktur, olamaz
da. Sanatçı açısından "gerçeklik";
farklı bakış/yaklaşımlarla üretilen ve
'toplumsal" olarak algılanan bir bütün­
11
dür. Sanatçı, halka ait olanla koşulsuz
ilişki zemininde kendi farklılığını bu
"bütün"e katmakla yükümlüdür.
İnsanlık sorumluluklarını yüküm­
lenmedi diye bir sanatçıyı belki mah­
kum edemeyiz ama "ben yalnız sanat­
çıyım" demesini yargılayabiliriz. Çün­
kü sanatçı olarak sorumluluklarını bil­
miyor demektir. Kendini bilmemesini
kınamak bizim sorumluluğumuz; ama
kendini bilen ve bunun gereği bir mü­
cadeleye giren sanatçıyı kınama hak­
kına sahip değiliz. Tam tersine, onu
onurlardırmak bizim görevimizdir.
Sanatın ve sanatçının tam olarak
özümsenemediği koşulda, sanatçının
"sorumsuzluğu" yargısı öne çıkar. Bir
şeyin estetik sunuluşu, sunulan nes­
nenin izleyenden biraz uzağa konul­
masını gerektirir. Bu durum estetik su­
nuşun, insanı bağlamayan bir sunuş
olduğu yanılsamasını ve sanatçının
"sorumsuzluğu" algısını besler.
Bir estetik yargıya varılabilmesi
için temelde iki şey önemlidir: Birincisi;
estetiği yaratanın özgürlüğü, ikincisi
ise; nesne ile yaratıcının özgürlüğü­
dür.
Bu bağlamda estetiği "bir özgürlü­
ğün bir başka özgürlükle ilişkisinin
ürünüdür", diye tanımlamak olanaklı­
dır. Bu ürün karşısında beliren beğeni
ise nesne karşısında özgürlüğün
uyanması, bilince çıkması olarak algı­
lanabilir.
Özgürlük seyredilen birşey değil
de gerçekten bir "şey" olduğuna göre
sanatçı tarafından sanat; kendine öz­
gürlük tanıyan bir başkasının özgürlü­
ğüne başvurularak üretilir. Bu başvur­
ma, değiştirilmesi gereken bir şey ol­
duğu için yapılır.
Sanatçı olamayan "biri" özgürlüğü
gerçekleştirmek istediğinde; istediği
özgürlüğü çiğnemek isteyenlere karşı
en azından bir "zor" kullanmak duru­
munda kalır. Sanatçı ise bunun dışın­
dadır: Bir eserin güzel olmasını istiyor­
sa özgürlüğü, zor kullanmadan ses­
lendirmek durumundadır.
Gelinen noktada sanatçı sorumlu­
luğunu bir kez daha tanımlayalım: Sa­
natçının, özgürlüğün sürekli tehlikede
olduğu koşulda, özgürlüğü belirtme ve
ona seslenme görevini üstlenmiş kişi,
demektir. Bu koşula girmeyen, böyle
bir koşulda yaşamayı yadsıyan sanat­
çı suçludur. Durumu süreklilik kazanır­
sa çok geçmeden sanatçı olmaktan
da çıkar. Sanatçının yaşadığı ya da
girdiği koşulda, sanat ürünlerini yargı­
lama özgürlüğü yoksa sanatçı kişi ola­
rak anlamsızlaşır.
Demek ki bir sanatçı, her zaman
için "insan özgürlüğü"nden sorumlu­
dur. Şunu da vurgulamak gerekir: Sa­
natçı hiç bir zaman, önsüz-sonsuz
olarak algılanan bir "iyiliğin", "doğru­
nun" peşinde de olamaz. Çünkü öz­
gürlük somut bir şeydir. Yaşanan an­
da, somut işler içinde somut davranılarak kazanılan bir şeydir Tersi durum­
da, önsüz-sonsuz "iyiliğin", "doğru­
nun" izinde bir toplumun özgürlük adı­
na ezilmesini, barış adına savaşa sü­
rülmesini açıklamakta zorlanırız.
Sonuç olarak bir sanatçı, tarihin gi­
dişi yönünde davranır. Değiştirme
kaygısının ötesinde yaratılan bir sanat
ürünü, kendi özgürlüğünün tadına var­
maktan başka bir anlam taşımaz. Bu
durum kendi, "insanı" ile buluşamayan, bu nedenle kimseye yararı do­
kunmayan bir sanatçının çaresizliği­
dir.
Bu yüzden sanatçının kendi "insanı"yla buluşmasını engelleyen baskı
toplumlarında sanat yoktur.
Günümüzde baskının da ötesinde
sanatçının kendi "insanıyla buluşma­
sını engelleyen kimi olgular var: Sa­
natçılar büyük çoğunlukla burjuva sı­
nıfından ya da küçük burjuva toplum
katlarından çıkıyor. Sanat yapıtların
izleyenler de genel de buralardan ge­
len insanlar.
Bu sınıfsal zaaf sanatçının, asıl
yaratan/üreten toplum kesimine ulaş­
masını engelliyor. Ezen sınıftan ya da
ezen sınıfa yardım eden toplum katla­
rından gelen "iyi niyetli" insanlardan
başka iletişim kurabildiği "kimseler"
yok gibi. Asıl seslenmek istediği kim­
seler sanki kendisine ilgisiz.
Durumun çarpıklığı sanatçıyı bü­
yük bir çıkmaza sokuyor. Onun için bir
sanatçı, sanat yapıtını gerçekleştire­
bilme özgürlüğünü savunduğunda ço­
ğu kez içi "rahat" değildir. Çünkü sa­
vunduğu özgürlük, özünde kendi öz­
gürlüğüdür. Bugünün sanatçısı, daha
boyutlu bir "kurtuluşun" gerçekleştiril­
mesi için sorumlu olduğunu sürekli
canlı tutmak zorundadır; bu kurtulu­
şun gerçekleşeceğine yönelik umudu­
nu hiç bir zaman ve koşulda yitirme­
mek durumundadır.
Sorumluluğun suçluluğa dönüş­
memesi için gelecek tehlike karşısın­
da susmamalıdır.
•
12
TAVIR ARALIK 1996
İBRAHİM KARACA
GÖKYÜZÜNÜN YEDİ RENGİ -2Sordum kendime bir gün: Kimim ben?
Herşey bu soruyla başladı
Bu soruyla buldum kendimi.
Bu soruyla kaybettim
Bu soruyla sevdim dünyayı,
Bu soruyla dar oldu» dünya bana
Buralı değil miydi yoksa sözlerimiz
Yine yollara düştük, sürgünüz yine
Sırtımızda soytarılar
mirasyediler
krallar
Yüzümüzü ateş yalar
Bir de yıllanmış acılar
Oysa güzel bir dünyayı selamlamıştık
kendi anadilimizle
Meydan okuma gibidir belki bu yüzden
Ağıtlarımız, vedalarımız bile
Coşkun ırmaklar gibi yaşadık
Büyüdük çalı dibinde
Göl kıyısında
Anayurt sevdasında.
Biraz erken, beklenmedik gelse de bazen
ölüm,
Canımız sağolsun
Yola yakın kazın mezarımızı
Yorulmasın yoldaşlarımız
Bir yanında Fransız'a kurşun atan dedeler
Bir yanında öksüz bebeler yatar
Ey Diyarbakır!
Koca Amed
Zindanında yeni yetme ölüler
İyi bak şu bilet satan çocuğa
Elleri üşümüş, donuyor besbelli
Mavi başlığını annesi örmüştür
TAVIR ARALIK 1996
Ayakkabısı çamurlu, ıslak, boyasız
Çorabı yok.
Bir eli cebinde,
avucunda ekmek parası
Burnu pancar gibi soğuktan
Salya sümük
Birazdan otobüs gelecek
Bineceğiz
Gideceğiz
O kalacak
Ne dersin şair?
Dalıp gitmiş gözlerin
Diş gıcırtını duyuyorum
Yazmaya başladın bile
En yeni şiirini yüzünden okuyorum
Farkımız budur belki, kimbilir
Sen şiirini yazarsın
İçinde insan saklarsın
Ben çakarım kibritimi karanlığa
O çocuğu düşünürüm
Yakamazsam üşürüm
Ben vururum saraylara
O çocuğu düşünürüm
Vuramazsam üşürüm
Ben döğüşürüm
Ben döğüşürüm a be şair
Dolaşırım kuşatmaya
Böyle yaz
Kuşatılan bir kent değil
Ömrümüz.
Ne kumsal
Ne güneş
Ne deniz
Temmuz ve biz
Direnişteyiz
Meyve yüklü bir dal gibi ağır
Dala konmuş bir kuş gibi ince, hafif
Temmuz ve biz
Açlıkla besleniyor kavgamız
Ne alınyazısı, ne mide sancısı
Ey duvarlar
Ey tarih
Ey sağır kulaklar
13
Dinleyin ve not edin:
Açlığın altmışüçüncü günü
Uğurladık Aygün'ü
Hey çocuklar
Ölümü o kadar hafife aldınız ki
Onlar bile şaşırıyor gidişinize
Temmuz'da pus iner bu dağlara
Bulutlar yağmur devşirir,
küf kokar yorganım
Gözlerimi kapasam, her yer kırmızı
Buz tutuyor kirpiklerim
Oysa ne çok nedenim var
ağlamak için
Lokmasını kanımıza banıyor, geğiriyor yarasa
Dilinde bildik besmele
Kalın bir sis dolduruyor odamı
Bizim buralarda Temmuz
Çürütür adamı
Geceyarısı bir çığlıkla uyanıyorum,
dışarıda köpek ulumaları
Tamam diyorum, bir yıldız daha kaydı
Sen de mi İdil!
Etimi eziyor kemiklerim
İşte Berdan, İlginç, Hüseyin, Osman
Dile kolay, oniki can
Oturmuş bize bakıyor.
Anacığım!
İçimde bir kan ırmağı akıyor
Ey ölüm
Ne de çabuk alışıyoruz sana
Ne de kolay kanıksıyoruz
hiç istemesek bile
Ne çok şeyi anlattınız bize
Bir siperden yükseliyor türküleriniz
Yeniden hatırlıyoruz,
Ayışığı gibi doğuyor o soylu düş
Anacığım, sar göğsüne
Evladından sana miras bu gülüş
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
14
SADIK ÇELİK
HAYATA VE HALKA BAĞLILIK ANDIMIZI TÜRKÜLEŞTİREN
SANATÇI, SAVAŞÇI KADIN:
AYÇE İDİL
adın... Ezilen, horla­
nan, ağıtlar yakan,
dünyaya gelmesi is­
tenmeyen, geldikten
sonra sömürülen, öl­
düğünde cehennem­
lere layık görülen...
Kadın... Yüzyıl sa­
vaşları, yıkım, sefalet ve barbarlıkla
örselenen, onuru ve namusu kirletil­
meye çalışılan... Kadın... Zalimlerin
talan, kan, yağma ve yangın yerinde
adalet ve özgürlük için direnen; ana­
yurdunun onuru ve namusunu kendi
onuru ve namusu olarak gören, bu
uğurda ayağa kalkan, öc alan kahra-
K
manlaşan... Kadın... Kurtuluş sava­
şında; ayın altında, sırtında çocuğu,
kağnılara yüklü top ve mermileri cepheye taşıyan ya da bir muharebe
sonrası ateş, kan ve dumanlar ara­
sında, evladını, eşini, yakınını ara­
yan ve o büyük ürkütücü sessizliği,
yürekleri sarsan ağıtlarıyla yırtan...
Kadın... Çukurova'da kızgın toprağı,
teriyle sulayan ırgat; toprağın bere­
ketini çalan zorbaya, öfkeyle direnen
Irazca... Kadın... Törelerle çevrilmiş
kimliklerini, 12 Eylül'ün yasakçı, bas­
kıcı, katliamcı gerçekleri karşısında
terk eden, başlarına, umudumuzun
karanfil işlemeli başörtülerini takan;
kaybedilen, katledilen, tutsak edilen
evlatlarının ve dahası bütün bir hal­
kın onuru, özgürlük çığlığı olan... Ka­
dın... sokaklarda, meydanlarda,
kondularda polis joplarına taşlarla
karşı koyan... Kadın... Evlatlarının
özgür vatan savaşına yaşlı bedenle­
riyle cephane olan; "oruç"a olan "kut­
sal inançlarını, evlatlarının "Ölüm
Orucu" direnişiyle birleştiren, ölüme
yatan... Kadın... Özürlü bedeninin
yarattığı rahatsızlığa rağmen kendi­
ni, insanımızın gelecek kavgasına
adayan... Kadın... Erkek yoldaşlarıyla aynı siperde, aynı inanç ve karar­
lılıkla, halkın adalet duygusuna sila-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
hıyla tercüman olan; can atan, can
veren gerilla, komutan... Kadın...
Rollerdeki kahramanlıktan gerçek bir
halk kahramanlığına uzanan kısa fa­
kat dolu dolu bir ömür... İdil...
Anadolu'da Kadın
Anadolu'nun mitolojik ve toplum­
sal tarihi incelendiğinde kadın hep
en yalın, en gerçekçi anlarda üreten,
koruyan, sadakatli, vefakar, savaşçı
ve kahraman olarak çıkar karşımı­
za...
Kadının özgürleşme serüvenindeki en önemli tarihsel kesit, Şeyh
Bedreddin Ayaklanması'nda görülür:
"Hakikat Bacıları..." Anadolu kadını­
mızın uyanıklığı, pratik zekası ve öngörücülüğüdür Hakikat Bacıları. Ha­
kikat savaşçılarının eşleri, bacıları
olma onurunu, Osmanlı'nın zulmüne
karşı yürütülen savaşta, cephe gerisi
bütün işleri omuzlayarak ve kılıç ku­
şanarak elde eden Hakikat Bacıları,
"Hakikat Erleri"nden hiç de geri kal­
mayacak kahramanlıklar göstermiş­
lerdir. Zalimin zulmüne karşı erke­
ğiyle birlikte kılıç kuşanmış olan, ni­
neleri "Bacıyan-ı Rumlardan devra­
lınan bu savaşçı gelenek; özgür ve
kahraman kadınlar kuşağımızın da
mayasıdır.
Bu maya; 1.Dünya Savaşı'nda
işgalci Çarlık Rusya'sının zulmüne
karşı kahramanca direnen Nene Ha­
tunla; 1938 Dersim İsyanı'nın ilk ka­
dın komutan ve savaşçıları ve Kürt
halkının özgürleşen ilk kadın kahra­
manları Bese (Seyit Rıza'nın eşi) ve
Zerife Hanım'la yoğrulmuştur.
Yeni Sanatçının Şarkısını
Halkın Gerçek Sesiyle
Söylemeliyiz
Tarihte sömürü ve zulüm varol­
duğu sürece halkın direnişi de varo­
lacaktır. Halkın devrimci sanatçıları
ve bitim adamları da bu direnişin
içinde ve önünde olacaklardır. Tıpkı
kendi tarihsel dönemlerindeki rolle­
riyle sürece damgasını vuran Phrynicehus, Sokrates, Bruno, Şeyh Bed­
reddin, Pir Sultan, Nazım Hikmet,
Robson, Curie, Pablo Neruda, Langevin, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Victor Jara ve adını dahi bitmediğimiz
bir çok aydın, sanatçı, bilim adamı
gibi...
Bugün insanlığın kültürel mirası­
na eklenen yeni değerler, gelenek­
15
ler, halkın ve devrimci sanatçıların
can bedeli sergiledikleri direnişlerde
yaratılıyor. Evet, büyük insanlık da­
vamızın yapı taşlarına, sanatçılar da
harç taşımayı sürdürüyor, sürdüre­
cek. Ta ki dünyanın bütün ezilen
halkları özgür ve kardeşçe bir haya­
tın baş mimarı olana dek.
"Örgütüm al beni
Halkımla yeniden yarat" {*)
Devrimci sanatçı kişiliği, bir çırpı­
da ulaşılan ya da statükocu bir yak­
laşımla payelendirilen bir kişilik ol­
mayıp tam tersine sanalı bir süreci,
yenilenmeyi, gelişmeyi içeren değer­
ler, gelenekler bütünüdür.
Bu kişilikte; hayatı ve halkı sıkı
sıkıya kucaklayan, ona sürekti bir iv­
me kazandıran devrimci iradenin
saf, berrak, yalın kültürü vardır. Dev­
rimci sanatçı kişiliği, entellektüel,
ahlaki, sosyal, ruhsal yanlarıyla dev­
rimci kültürümüzün, halk kitleleriyle
dolaysız bağlar kurduğu "Yem İn­
san", "Yeni Sanatçı" tipidir..
Bugün devrimci sanatçı kişiliğini,
halklarımızın kurtuluş kavgasında
yaşamlarını feda eden devrimciler
için yazılan bir tiyatro oyununda "Ya­
şamış sayılmaz zaten yurdu için öl­
mesini bilmeyen" diyen Ayşe Gülen'ler, Ayçe İdil'ler temsil ediyor.
Devrimci sanatımızın feda kuşa­
ğı olarak da anacağımız bu şehitleri­
miz, devrimci halk kültürümüzün ku­
şaklar boyu yaşatılmasında bir sem­
bol olacaklardır.
Bu noktada onları anlamak, onla­
rın sanatçı kişiliklerinde devrimci özü
kavramak, Devrimci Halk Kültürümüz'ün yaratılışı ve geleceği açısın­
dan büyük bir önem taşıyor.
Yeni bir dünya, yeni bir hayat
kurmak için yola çıkanlar, bu dünya
ve hayatın bugünden yarına evrilen
bütün kültürel yanlarını devrimcileştirmek zorundadırlar.
Devrim, bir çırpıda olup biten "kı­
sa bir an" gibi bilinir. Oysa, içinde on­
larca yıla dayalı binlerce küçük dev­
rimler vardır. Bu devrimlerin kültürel
boyutu ise; "Yeni insan" dediğimiz
halk adamlarıdır. Bunlar; işçiler, köy­
lüler, öğrenciler, memurlar, esnaflar,
aydınlar, sanatçılar ve daha birçok
katmandan insanlardır.
İşte devrimci mücadelede sanat­
çılar bu engin birikim, deney ve de­
ğerlerle donanmış insanlarla, onların
yaşamlarıyla doğrudan bağlar kurup,
geleceğin özgür kültür ve sanatını
bugünden biçimlendirmek durumun­
dadırlar. Çünkü bu süreç aynı za­
manda devrimci sanatçının halka
dönük yaşantısını da biçimlendire­
cektir.
Devrimci sanatçı varlık nedeni
olan halkın gündelik yaşantısındaki
gerçekleri içselleştirmelidir. Onların
acılarını, sevinçlerini, aşklarını,
umutlarını, geleneksel, yöresel bü­
tün alışkanlıklarını, öfkelerini, otu­
ruşlarını, kalkışlarını, konuşmalarını
ve farklı davranış biçimlerini; onun
sosyal, kültürel psikolojisini, bu psi­
kolojinin devrimci dönüşüm seyrini
izlemeli ve bunları yeniden üretime
yani sanatsal yaratıya dönüştürmelidir. Bütün bunları, halkın acılarını
kendi acıları, sevinçlerini kendi se­
vinçleri olarak gören sanatçılar yeri­
ne getirebilir. Yani halkla acı çeken,
halkla sevinen, halkla umut eden,
halkla direnen, halka inanan ve bu
inanç uğruna ölmesini bilen sanatçı­
lar...
"Dünyayı, Memleketimi ve Seni
Seviyorum" adlı oyunda Nazım'ın di­
zelerini oyunlaştıran, oyundaki ger­
çekleri kendi kişiliğinde yaşayan Ay­
şe Gülen böyle bir örnektir. O büyük
bir sevgiyle bağlandığı memleketi
uğruna ölünebileceğini gösteren, bir
sanatçı olarak feda kuşağındaki yeri­
ni böyle kazandı. Evet bu kuşakta
yer almak bir kazançtır. Çünkü dev­
rimci sanatçı tipi bu feda kuşağının
izleri üzerinde olgunlaşmaktadır.
Sanatımız büyük insanlık dava­
mızda halkın kavgasına moral de­
ğerler taşırken, bir misyonu da üstle­
niyor. "Devrimci Halk Küttür Cephe­
si" olarak da tanımlayacağımız bu
misyon, sanatçılarımızın öz yaşam­
larında yarattıkları değerlerle halkın
kurtuluş umudunu besleyecektir.
Sanatçı, Savaşçı Bir Kadın
"O,
Cesur yürekli bir kadın sanatçıydı
Hayata ve halka bağlılık andımızı
Ölümüne bir yaşamla yerine getirdi
Adı: Ayçe İdil Erkmen'di."
Devrimci kültür-sanat kavgamız­
da OKM geleneğinin yarattığı dev­
rimci sanatçı tipinin ilk kuşak temsil­
cilerinden olan İdil, bizlere yalnızca
geçmişin güzel anılarında kalan duy­
gular bırakmamıştır. İdil'in devrimci
bir sanatçı olarak bıraktığı gerçek
16
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
miras, yaşamın bütün güzel, çirkin
yanlarını karmaşık ilişki ve çelişkile­
rini, bu ilişki ve çelişki çatışmasından
doğan sonuçları, emekten ve halk­
tan yana bir ele alışla yeniden üre­
ten, ürettikçe özgürleşen, özgürleştikçe olgunlaşan sekiz yıllık baskı,
yasak, tutsaklık ve can bedeli yarat­
tığımız yeni değerlerdir.
"Yaşamış sayılmaz zaten yurdu
için ölmesini bilmeyen". Oyuncu
İdil'in bu sözlerde yankısını bulan
devrimci sanatçı kişiliği, asıl yankısı­
nı tutsaklık koşullarında (Ölüm Oru­
cu Direnişi'nde) şu sözlerinde bulu­
yordu: "Bu direniş kendimi yenileme,
yoldaşlık sevgisi, bağlılık, kararlılık
ve tarif edilemeyecek birçok duygu
ve düşünceyi yaşattı bana..." Ve di­
renişin 68. günü İdil bu sözlerine la­
yık olmayı başardı. "Vatanı için öl­
mesini" bildi. O, kısacık ve bereketli
ömrünün en güzel yemişlerini verdi
hayata.
İdil tarihe "Ölüm Orucu'nda şehit
düşen ilk kadın" olma onurunu da ta­
şıdı. O, dünyanın ezilen bütün kadın­
larının gösterebileceği en büyük, en
bilinçli özgürleşme eylemlerinden bi­
rinin baş mimarıdır artık. Bu, başta
Anadolu ve Ortadoğu kadınları ol­
mak üzere dünyanın bir çok yerinde,
anayurtları ve kendi özgürlükleri için
savaşan kadınlara yeni bir moral de­
ğer demektir.
Bugüne kadar sadece dünyanın
başka ülkelerinin kadınlarını örnek
alan kadınlarımız, bundan böyle
kendi ülkelerinin rengini taşıyan ka­
dın kahramanlarını ve onların temsil
ettiği ruhsal iradeyi de örnek alacak­
lardır. Bu örnek, Sabo'dur, Eda'dır,
Sibel'dir, Adalettir, Zeynep'tir, Ley­
la'da. İdil, gün gün, hücre hücre öle­
rek yürüttüğü savaşta yenilenmenin,
özgürleşmenin sembolü olmuştur.
Temmuz '96'da dünya İdillerle sar­
sılmıştır.
idil dünya ölçeğinde neredeyse
nostaljik bir hatırlama boyutunda ka­
lan özgür kadınlar geleneğine yep­
yeni, dipdiri tarihsel bir boyut kazan­
dırmıştır.
İdil'in bir sanatçı oluşu da aynı
içerikte apayrı bir değer taşıyor. Baş­
ta devrimci sanatçılarımız olmak
üzere, ülkemizdeki bütün aydın ve
sanatçılarımıza direnme sembolü
olmuştur.
Vatan ve halk için direnmeyi çok
geri (örgütsüz ve edilgen) bir hat
üzerinde karakterize eden, direnme
savaşında halkın gerisine düşmüş
olan aydın ve sanatçılarımıza da ye­
ni bir yürek tılsımı taşımıştır. Onların
göğüs kafeslerine hapsettikleri vic­
danlarını da harekete geçirmeyi ba­
şarmıştır. Sanatçı ve aydınlarımız bu
vicdanı korumalıdır. Bu, başta kendi
kişilikleri olmak üzere, üzerinde ya­
şadıkları toprağın halklarına karşı,
tarihe karşı zorunlu bir ödevdir. An­
cak bu ödevi de kuytu odalarda de­
ğil, halkın içinde vermelidirler. Çünkü
halk, aydın ve sanatçının ana kayna­
ğıdır. Önce bu kaynağı beslemelidir­
ler. Bunu başardıklarında vatan ve
halk için direnmenin yanında ölebilmenin erdemini de öğrenmiş olacak­
lardır.
Halktan yana olma iddiası bulu­
nan bütün sanatçı ve aydınlarımız,
İdil'i tanımalıdır. İdil'i tanımak, onun
sanatçı aydın kişiliğini anlamak, bu
"ana kaynakla olan bağını kavra­
maktan geçiyor.
Bugün Yaşar Kemal'i Yaşar Ke­
mal yapan da bu kaynak değil midir?
Ona bu payeyi veren o engin, uçsuz
bucaksız topraklar üzerinde yaşayan
doğa ve insan; ağaçlar, otlar, börtü
böcekler, dereler, yusufçuklar, yalçın
kayalıklar, ağalar, ırgatlar... Bilcümle
bütün tasfirin kahramanı olan İnce
Memed değil midir?
Ya bugün... Ne yazıktır ki Yaşar
Kemal aynı topraklar üzerinde yaşa­
yan doğayı ve insanı yeni kahraman­
ları ile tasvir edemiyor. İdil ve diğer
bütün kahraman, şehitlerimiz bugü­
nün İnce Memed'leri, Irazca Kadınla­
rı'dır. İşte Yaşar Kemal'in bugünkü
kaynağı. Benzer şeyler Zülfü Livaneli için de söylenebilir. Ona müzikte
saygın bir nitelik, kişilik kazandıran
yine aynı kaynak değil midir? Halkın
devrimci değerleri, kahramanlıkları
değil midir? Ya bugün ne değişmiş­
tir? Halkın devrimci değerleri '80'lerde mi kalmıştır? Hayır. Bugün bu de­
ğerler yeni kahramanlıklarla çok da­
ha ilerilere taşınmıştır. Geride kalan
ise Livaneli'nin bilinci ve vicdanıdır.
Fakat bugün onu da, Yaşar Kemal'i
de heyecanlandıran, bilinçlerinde
vicdanlarında deprem yaratan, İdil
ve yoldaşlarının kahramanca yarat­
tıkları devrimci değerlerdir. Geçmiş
değerler, kahramanlıklar bugün bir
nostalji değil, kan, can bedeli yaşa­
yan ve insanlığı derinden etkileyen
bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçi­
minde vicdanını dinleyen herkese
yer vardır.
İdil'in sanatçı, aydın kimliği;
özümsediği bu yaşam biçiminin ürü­
nüdür. Orada engin bir halk sevgisi,
yoldaş güzelliği vardır. İdil'in devrim­
ci sanat geleneğimizdeki yeri hep bu
engin halk sevgisi ve yoldaş güzelliği
ile anılacaktır.
Bu konuda son sözü İdil'e vere­
lim. 17 Nisan 1992 günü Çiftehavuzlar'da dövüşerek şehit düşen önder
kadın kahramanımız Sabo ve diğer
kahramanlarımızla aynı gün katledi­
len tiyatro oyuncumuz Ayşe Gülen' e
şöyle sesleniyordu: "Bir çocuk neşe­
si ile coşarak çıkıp gittiğin bu odada
aldık haberini. Daha kendimizi toparlayamadan senin rolünü paylaş­
tık. Ne kadar da çok istiyordun o ro­
lü oynamayı... Şimdi ise aynı duygu­
larla biz seni oynuyoruz. Hem de Ay­
şe Gülen Halk Sahnesi olarak...
Seslerimiz yanındadır, seninledir
Ayşe"
İşte bizi yarına götürecek değer­
ler İdil'in ağzından bu satırlarda dille­
niyor. Bize kuşaklar boyu yol vere­
cek erdemler Ayşe Gülen'den sonra
İdil ile daha da perçinleniyor. Ne
mutlu bize ki, bugün ve yarın aynı
duygularla nöbeti devralacak yeni
Ayşe Gülen'lerimiz, Ayçe İdil'lerimiz
var. Çünkü bu kültürü kıskançlıkla
koruyan, sahiplenen bir kültür suyu­
nu yudumluyoruz. Çünkü, yeni İdil'­
lere gebe bir geleneğimiz; OKM'miz,
AKSM'miz var. Ölür, dirilir ama yeni­
den, yeniden açar kapılarını yoksul­
ların çamurlu ayaklarına.
"Bir gün kapımıza vurulan zali­
min mührünü söküp atacağız." de­
miştik. İşte bugün kapılarımız sonu­
na kadar açık. Hergün şehitlerimizin
gülüşleriyle, onların coşkuyla yürü­
yen adımlarıyla çıkıyoruz merdiven­
leri. Sahnemizde Ayşe Gülen ve İdil
provalarına devam ediyor. Tavır
odasında daktilo sesleri arasına ka­
rışan Ayşe Nil'in gülüşleri duyuluyor.
Devrimci sanatımız ve onun mili­
tan geleneği yoluna devam ediyor.
Gelecek, özgür kadın ve erkek sa­
natçılarımızın, savaşçılarımızın elle­
rinde daha da güzelleşecek.
•
(*) Örgütün Gücü/Nihat Behram
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
17
CAN DÜNDAR
Gazeteci Can Dündar'la televizyon haberciliği, basında kirlenme ve aydınlarsanatçılar hakkındaki düşünceleri üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi
röportaj kalıplarına sokmadan yayınlıyoruz.
"40 Dakika" Programı ve
BELGESEL HABERCİLİK
B
elgesel Habercilik as­
lında çok aşina oldu­
ğumuz bir kavram de­
ğil. Habercilik özellikle
son yıllarda daha çok
kısa, "hap haber" şek­
linde karşımıza çıktı.
O günün sıcaklığı için­
de kameraya ilişen olayları kısaca
ekrana getirmek şeklinde anlaşılıyor­
du habercilik. Fakat bu izleyicide bir
kafa karışıklığı, ne olup bittiğini tam
anlayamama ve olayın daha çok şid­
det, kan gibi televizyonun sevdiği
yanlarının öne çıkıp derinlemesine
algılanamaması gibi bir sorun yaşatı­
yordu. Biz "40 Dakika" programıyla
bunu aşmak istedik. Temelde yap­
mak istediğimiz; "araştırmacı gazete­
cilik" tabir edilen -ama günümüzdeki
örnekleriyle bu kavram da kirlendiği
için Kullanmaktan çekiniyorum- "de­
rinlemesine haber'de ne olup bittiğini
anlamaya çatışan bir habercilikti, Ele
aldığımız olayın kısaca tarihçesine
girmeden, mazisini bilmeden olayı
tam algılayamayacağımızı düşünü­
yorduk. Bir yandan da bugünkü un­
surlarını tümüyle verebilme kaygıları­
nı güdüyorduk. Bütün bunların içinde
insan unsurunu es geçmemeye çalı­
şacaktık Bir de bugünden baktığı­
mızda geleceğe dönük bir projeksi­
yon yapabilme imkanını araştıracak­
tık. Bütün bu kaygılar biraraya gelin­
ce, yapmakta olduğumuz belgesel
tarzının, habere uyarlama şeklinde
olabileceği gibi bir sonuca vardık. Ve
şu anda "40 Dakika" programında
yapmaya çalıştığımız; gündemdeki
bir konuyu ele alıp, bütün günlük ha­
ber bültenlerinin hay huyu içinde,
gözden kaçan ayrıntılarını biraraya
getirmek, belli bir tarihsel çerçeveye
oturtmak, izleyicinin program bittiği
zaman, işlenen konuya ait dörtbaşı
mamur bilgi sahibi olmasını sağla­
mak. Yani sonuçlar çıkartan ve insan
psikolojisi de hakim olsun diye düşü­
nerek yapılmış bir program bu aslın­
da.
Cezaevleriyle ilgili yaptığımız "40
Dakika" programını DGM Savcısı in­
celemeye almış durumda. Bir tahki­
kat sürdürüyor. Ne sonuç vereceğini
şu anda kestiremiyoruz. Ama bize
yansıyan tepkiler genelde olumluy­
du. Bu programda iyi bir gazetecilik
yaptığımıza inanıyoruz. Yeniden ya­
yınlanması yönünde çok talep geldi
ama sanıyorum bu tahkikat sürerken
öyle bir şansımız olamayacak. Tahki­
katın sonucuna göre belki tekrar dü­
şünülebilir.
Basın o kadar kontrol altına girdi,
o kadar değişik ilişkilerin içinde olma­
ya başladı ki; bunu gazete manşetle­
rinin günlük değişmelerinden tutun
da, televizyon haberlerinin gündemle
oynamasına kadar bir çok örnekle
hepimiz yaşıyoruz. Böyle kaygan bir
zeminde tekerleri sağlam tutabilmek
oldukça zor. Bir seyirci koşullanması
da var tabi. Ülkedeki genel gerilim,
bunun üzerine tekelleşmiş yapıda ve
iktidarla iyi ilişkiler içinde olmaya çalı­
şan bir medya gerçeği içerisinde bu­
nu yapmaya çalışıyoruz. Üstelik de
rakip arabalar her tür manevrayı ko­
laylıkla yapabilirken. Yani buna gizli
kameradan insan hayatının hiçe sa­
yılmasına kadar pek çok unsuru ka­
tarak söyleyebiliriz; böyle pek adil ol­
mayan bir yarış sürdürülürken prog­
ram yapmaya çalışıyoruz. Hem piya­
sada tutunmak, hem haber almak,
hem haberi hakkınca iletmek oldukça
zor. Ama doğrusu bütün bu "komedi­
ye" rağmen, televizyon izleyecisinin
gerçek haberi almak ihtiyacı içinde
olduğuna da inanıyorum. Bütün bu
kafa karışıklığından sıyrılıp, soğuk­
kanlılıkla ne olup bittiğini anlamaya
ve olaya ilişkin işaretler bulmaya çalı­
şıyoruz. Bu bize umut veriyor. Yoksa
şu anda televizyon üzerinde at oyna­
tanların mesleki yaklaşımlarına bakıp
karamsar olmak için yeterli gerekçe
var elimizde.
*****
Ülkedeki bütün muhalefet odakla­
rı neredeyse tek tek susturuluyor.
Sadece aydınlara, sanatçılara yöne­
lik değil. Bu baskılardan sendikalar
da, üniversiteler de, memurlar da pay
alıyor. Dolayısıyla sadece aydınlara
yönelik bir baskı gibi algılamak ya da
göstermek hatalı olur aslında. Fakat
bir kısım aydın bu konuda sesini yük­
selttiği için doğrudan hedef durumu­
na geldi. Ve maalesef parlamento,
yargı hatta hükümet iktidar karşısın­
da-bu iktidarı hükümetten ayrı olarak
kullanıyorum- zaman zaman aciz du­
rumda kaldığı için, sesini yükselten­
ler iyice ön plana çıkıyorlar. (Özellikle
medyada ya da sanat-düşünce dün­
yasında sesini yükseltenler). Bir tür
muhalefet odağı olarak düşünüyor­
lar. İktidar mücadelesinde en önemli
şeyin bilgi olduğu göz önüne alınırsa,
bu bilgiyi ortaya çıkarmaya dönük her
tür çaba, bir tür cezalandırılıyor. Artık
bilim adamının, gazetecinin, düşünü­
rün, sanatçının tarafsızlığı gibi bir
söylemden geçip bugünlere geldik.
Bugün artık bütün düşünürler, sanat­
çılar, yazarlar taraf olma gereği duy­
maya başladılar. En azından özgür
bir ülke ve bir düşünce adına taraf ol­
ma zorunda hissediyorlar kendilerini.
Bu da büyük bir rahatsızlığa neden
oluyor. Çünkü bir tür saflaşma yaratı­
yor. Daha çok bunu engellemeye dö­
nük bir çaba olarak görüyorum son
dönem baskıları. Ama en azından in­
sanlık tarihi gösteriyor ki, bu baskılar
sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
•
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
18
HARAN ALAK
HANGİ
ÇATLI'NIN
FİKRİ?
özlerini açtı... Bu
sabah yine başını
yastığından kaldı­
ramıyordu. Yine ye­
dikleri
midesine
oturmuştu. İçi sanki
kaynıyordu. İçkiyi
de yemeği de fazla
kaçırmıştı. Ağrıdan, sızıdan yerinde
duramıyordu. Acıdan kıvranıyordu.
Biliyordu böyle zamanlarda yediği
her lokma, içtiği her yudum vücudu­
nu harap ederdi ama onca yemeği,
tatlıyı, tuzluyu birarada gördümü du­
ramaz atlardı üzerine. Tabağındakileri bitirmekten öteye taşardı yeme
hırsı; sağındakinin, solundakinin ta­
bağına uzanmaya başlardı bir müd­
det sonra. Yerdi, yerdi, yerdi... Mide­
si tıka basa dolduğu halde gözü hep
açtı. Az sonra sancıdan kıvranacağını bildiği halde tabak tabak yerdi.
Tatlıyı, tuzluyu, acıyı birbirine karıştı­
rırdı. Çevresindekilerden çoğu onun
bu halini iğrenerek izlerdi. Yalnız bir­
kaç dalkavuk vardı ki çevresinde,
ona daha fazla yemesini öğütlüyor,
sağlığının çok iyi olduğunu söylüyor­
lardı.
G
Solgun ışıklı, gecekonduların yol
boyunca düzensiz dizildiği bu mahal­
lede gecenin karanlığı daha bir alaca
söküyordu. Fenersiz sokaklar gece­
leri insanın içini bunaltacak bir ka­
ranlığa gömülüyordu. Kaç kez böyle
karanlık vakti gelmişlerdi. Karanlığı
besleyen yüzleriyle kapıları kırmış,
sürükleye sürükleye götürdükleri in­
sanlarla kayboluvermişlerdi sokağın
ucunda.
Şimdi yine gelmişlerdi. Yolları
üzerindeki evlerin tümünü gözleriyle
bir kenara itip sadece birine yöneldiler. Tanıdıkları bir eve, tanıdıkları bi­
rine.
Evin kapısına geldiklerinde duraksadılar. Soluklarını tutup cesaret­
lerini gözden geçirdiler. Hazır olduk­
larına inandırdılar kendilerini. Bu sı­
rada perdenin arasından küçücük bir
ışık demeti vurdu yüzlerine. Bu kü­
çük hale gözlerindeki tüm cesareti
alıp götürdü. Oysa o cesareti topla­
yana dek ne kadar çok uğraşmışlar­
dı. Tekrar toparlandılar; parmaklanın
sıkıştırıp, nefeslerini tuttular ve kapı­
yı yumruklamaya başladılar. Açılan
kapıdan, bir boğanın arenaya dalışı­
nı resmedercesine daldılar içeri. Kır­
mızı gören, etrafına gözü dönmüş*
çesine saldıran azgın bir boğa gibi
saldırdılar iki gözlü konduya. Hepsi­
nin biraraya toplandıkları yerde bir
sandalye duruyordu; tekerlekli...
Sandalyenin üstünde saçları sütü gi­
bi ak bir ana oturuyordu. Yanında,
yöresinde dolaştılar bir süre. Tanı­
dıkları bir kokuyu arıyorlardı. Gözleri
parlayarak atladı bir tanesi: "Bul­
dum!" dedi. Neyi bulmuştu? Kaybet­
tiğini bulur insan, aradığını bulur.
Eliyle koyduğunun yerini unutmaz da
lazım olunca almaya gelirse, ona
bulmak denmez. Olsa olsa hile de­
nir, yalan denir, komplo denir. Böy­
le haykırdı aksaçlı kadın.
Biraz rahatlamıştı. Ağrısı, sızısı
yavaş yavaş diniyordu.İlacını almış­
tı. Tüm vücudu rahatlamış, kasları
gevşemiş, göz kapaklarına bir ağırlık
çökmüştü. Uyudu...
Gözlerini kapar kapamaz rüyalar
görmeye başladı. Hiç de renkli değil­
di gördükleri. İçiçe geçen karmaşıklaşan şeylerdi, Azerbeycan'a gitti bir
ara, orada tankların arasında dola­
nıp kimi, nasıl izlediğini gördü. Kü­
çükken evde bibloları devirirdi. Ne
TAVIR.ARALIK 1 9 9 6
kadar kızardı annesi. Eline geçirdiği
ne varsa onunla vurmaya başlardı.
Şimdi büyümüştü ama devirme hu­
yundan vazgeçmemişti. Koltuk sa­
hipleriydi gez-göz-arpacığın karşı­
sındaki. Çocukken evdeki fareyi ya­
kalamak için hazırladığı kapanları,
büyüyünce nasıl kısanlar için hazır­
ladığını gördü. Kibritle sobayı yakıp
ısındığı günlerden, evleri, köyleri,
şehirleri, hayvanları yaktığı günleri
gördü. Bir bardak suyu şekerle tat­
landırdığı günlerden koskoca deniz­
leri, gölleri zehirle kirlettiği günleri
gördü. Terliyordu; rüyası karabasa­
na dönüyordu. Uyanmak istiyordu.
Çünkü rüyasındaki deniz kabarıyor,
onu yutmaya hazırlanıyordu; yan­
mış, isten kararmış yıkık dökük evler
ayağa kalkmış üzerine üzerine geli­
yorlardı. Evlerin pencereleri bir göz
olmuş, alev saçıyordu. Uyanmak isti­
yordu. Dün gece sandalyesinden
alıp karanlık, izbe bir yere götürdüğü
kadın girdi rüyasına. Ak saçlı kadın
parmaklarını gözüne sokarcasına
zafer işareti yapıyor, susmamacasına konuşuyordu. Kulakları uğulduyor, kadının söylediklerini duyamıyordu. Kan ter içinde uyandı. Bu ka­
dın neler söylüyordu, neden böyle
allak bullak olmuştu? Terden sırılsık­
lam olmuştu. Biraz soluklandıktan
sonra acıktığını hissetti. Hizmetçile­
rine seslendi. "Ne varsa doldurup
getirin" dedi. Tıka basa yiyecekti.
Şairin dediği gibi "aksırıncaya, tıksı­
rıncaya kadar" yiyecekti.
Aksaçlı kadın yanında dolaşanla­
ra öfkeyle baktı. "Bu komplonuzu da
boşa çıkaracağız" sesi tüm binayı
çınlattı. Ağzını kapamaya çalıştılar.
Kadının söyledikleri ağzını kapatan
elin parmaklarının arasından harf
Harf çıkıyor, harfler havada yanyana
diziliyor ve cümle tamamlanıyordu.
"Bu komplonuzu da boşa çıkara­
cağız!"
Arabasında buldukları küçük
ama pahalı bu tozun; yüzbinlerce
genci zehirleyip yaşamını bitiren küçücük beyaz zerrelerden oluşan ve
insanoğlunun lanetlediği bu tozun ne
işi ne işi olabilirdi ki bu kadının yanın­
da. O evladı gibi sevdiği insanların
sararıp solmasına nasıl razı olabilirdi
ki? Bir anne, oğluna "al bunu kanına
kat" deyip onu zehirleyebilir miydi?
Nasıl yapardı bunu?
19
Hem o, damarlarından kanı çeki­
lip, bir köşeye atılan, ardından ağıt­
lar düzülen bir fidan tazeliğindekilerimizin; sorup sorup bulamadıklarımı­
zın, ömrüne duyamadıklarımızın;
demir parmaklıklar ardına kapatılan,
gün gün erirken zafer nidaları atabi­
len kocaman yüreklilerimizin annesi
değil miydi? Evlat acısını ondan iyi
kimse hissedemezdi.. Çünkü nerede
eline güneşi alıp, gülerek gözünü yu­
man varsa onun evladıydı. Yüzlerce,
binlerce kez yaşamıştı evlat acısını.
Böyle bir insan hangi gence bu be­
yaz zehirle kıyar da sonra huzurla
geçirirdi lokmaları boğazından.
Bu zehri üretenlere karşı adım
adım dolaşmıştı ülkeyi. Beyaz zehirin saltanatı son bulsun diye gecesi,
gündüzü bir olmuştu. Sadece beyaz
zehir değildi ki bu topraklarda hüküm
süren. Yalan, talan, kan günleriydi
yaşanılan. Dayanılmazdı bir köşede
beklenerek. O, bir anaydı. Varsın,
oğlu, kızı olmasın içerde; varsın dü­
şenlerin arasında olmasındı. Hepsi
evladı sayılmaz mıydı? Hepsi "ana
diye diye, yar diye diye; savaş diye,
aşk diye "düşmemiş miydi yola.
Daha dün denecek günlerde kö­
mür karasıyken saçları şimdi pamuk
beyazına dönmüştü. Derler ya, "de­
ğirmende ağarmadı bu saçlar" diye.
Armutlu'nun yokuşlarında, Sağmal­
cılar'ın kapısında, Galatasaray'da
ağardı bu saçlar. İlmek ilmek örülen
bir yaşam ağarttı bu saçları. Acılı,
kahırlı, sevinçli, kocaman gülücük­
lerle donanmış, sınanmış, dakikası
dakikasına onur dolu bir yaşam
ağarttı bu saçları.
Yemek masası yiyeceklerle donanmıştı. Her zamanki gibi peçetesi­
ni yakasına iliştirip sandalyeye otur­
du. Bu peçeteyi hep takardı ki taba­
ğından, kaşığından dökülenler, yağ­
lar ilişmesin üstüne. Beceremezdi
üstüne başına bulaştırmadan yemek
yemeyi. Ne kadar titiz davransa bir
yerlerden bulaşırdı üstüne yağlar.
Yemek masasının üzerine adeta
kapandı. Günlerce aç kalmışcasına
hırsla yöneldi yemeklere. Rüyasında
gördüklerini unutmuştu. Şimdi aklın­
da varsa yoksa yemek vardı. Önün­
deki börek tepsisi boşaldığında, kuy­
tu mahallede yalnız başına yaşayan
bir genç elindeki şırıngayı düşürdü.
Kolundan ince bir yol gibi kan boşa-
nıyordu. Kuytu mahallede yaşayan
gencin gözleri karardı düştü. Yediği
börek midesine bir asit gibi saplandı.
Ah edenlerin acısıydı midesinde du­
yulan... Umursamaz bir tavırla kuzu
etinden yapılmış muhteşem görü­
nüşlü başka bir yemeğe yöneldi. Ta­
bağa çatalı her götürdüğünde bir
gencin sırtı, kafası üzerine inip kal­
kan jop darbeleriyle morarıyor, acı
dayanılmaz bir hal alıyordu... Sindir­
mek için bir yudum içki aldığında bir
köşede bir genç kız kimbilir kaçıncı
kez fuhuş için pazarlığa girişiyordu.
İçkisi boğazına takıldı. Öksürdü.. İçki
dudağının kenarından peçeteyi gör­
mezden gelip gömleğine damladı.
Keyfi kaçmıştı ama o yemeye devam
etti. İzbe bir karanlığın ortasında ışık
saçarcasına oturuyordu aksaçlı ka­
dın. Düşünüyordu... Evlatlarını, acı­
larını, özgürlüğü düşünüyordu. O ye­
meye devam ediyordu.
Kapıyı utangaçca tıklatan hiz­
metçiler beklenen misafirlerin yola
çıtığını bildirdiler. Gündoğumundan
önce varırlardı. Bir yerlerden bir yer­
lere gitmek için bir otomobil yola çık­
mıştı. O yemeye devam ediyordu.
Otomobil gidiyor, Aksaçlı kadın bu
iğrenç komploya karşı tertemiz bir
yaşamı örmeye devam ediyor, o ye­
meğini bitirmeye çalışıyordu. Oto­
mobil yola çıkalı üç saat olmuştu.
Yemeğini bitirdi; sinirli sinirli düşün­
dü, neden hala gelmemişlerdi. Kaç
gündür onları bekliyordu. Midesi yine
ağrımaya, kulaktan çınlamaya baş­
ladı. Beynindeki uğultu bir gürlemeye dönüştü, gözleri karardı. Ve oda­
nın orta yerine kustu. Günlerdir, ay­
lardır yedikleri halının üzerine yığıldı.
Ortalığı bir koku sardı; dayanılmaz
bir koku, görüntü iğrençti. Midesine
söz geçiremiyordu. Bir böğürtü ve yi­
ne ağız dolusu kustu. Artık herşey
gözler önündeydi.
DEVLET - MAFYA - AŞİRET ÇETESİ!
KAZAYLA GELEN BİLMECE!
K0NTRGERİLLA TESCİLİ!
İŞTE ÇATLININ EROİN ÇETESİ!
Aksaçlı kadın elindeki gazeteleri
bir kenara bırakıp, düşündü. Araba­
sına konan zehir kimbilir hangi Çatlı'nın fikriydi?
•
TAVIR ARALİK 1 9 9 6
20
NU JIYAN
YÜREK BÜYÜDÜKÇE
KORKULAR KÜÇÜLÜR
B
aşı önüne düşmüş
koşar adım ilerliyordu
çatlamış asfaltta, be­
deni küçük, yüreği bü­
yük genç kız. Cadde­
lerde tek tük insanlar
bir görünüp bir kaybo­
luyordu. Gök yere
doğru hıçkırarak akıyor, kara bulut
duvarı, üstten kalın bir tabaka şeklin­
de süzülüyordu. Yağmur demet de­
met düşüyordu; asfalta, kaldırımlara
vuruyordu kendini, öldüresiye. Sert
rüzgarları yüzüyle yarıyordu genç
kız. Acelesi vardı. Giydiği mont su
geçiriyordu. Üşüyordu.
Güneş kara bulutlarla son boğuş­
masını yapıp günle beraber yuvası­
na dönerken, yağmur yeryüzünde ne
varsa boğmak istercesine hızlanmış­
tı.
Bu coğrafyada buz gibi bir kış hü­
küm sürer, geceler ise kan tadındadır.
Kış ıssızlığını sürüp insanların
ayağını kesmişti sokaklardan. Elle­
rinde buz gibi namlularla bazı insan­
lar tekellerine almışlardı caddeleri,
sokakları.
Yanakları soğuktan gül açmış,
esmer, küçük bir kız yanından ge­
çerken, o ekmeğini arayan küçük
kızla açlığın en sertini bağrında taşı­
yordu.
Hayatı içinde taşıyan bu kız kim
bilir hangi zemheriyle boğuşmaya gi­
diyordu. O ise bir dost sofrasına ko­
nuk olacaktı.
Dostlarının bulunduğu sokağa
girdiğinde yüreği büyük bir sevinçle
çarpmaya başlamıştı.
Kısa boylu, tombul evler sıra sıra
dizilmişlerdi yan yana, üst üste. Baş­
larında şapka gibi duran kiremitten
damlar kırık döküktü. Tahta kapılar
yarı baygın bir halde kapı eşiğine tu­
tunmaya çalışıyordu. Köhne, yırtık
kaldırımlar upuzun yatıyordu çamur­
lu yolun kenarında. Bacalardan yük­
selen kara duman gökyüzüne doğru
sıklaştırıyordu adımlarını.
Rüzgar bir o yana bir bu yana
koşturup duruyordu hala. Bahçede
tek başına duran yapraksız ağacın
beli bükülmüş, ev de yüz yaşında in­
sanlar gibi çökmüştü. Kerpiçler, taş­
lar sarkmıştı her yandan. Sırılsıklam
varabilmişti eve.
İçerdeki dostları, karla kaplı olan
ruhunda ekilmiş güllerdi.
Kapıyı büyük bir sevinçle vurdu.
Kapı astımlı bir hastanın nefes alışı
gibi sesler çıkararak açıldı.
Gözler serin bir ıslaklıkla kucak­
laştı. Ardından yüreklerinin tüm sıcaklıklarıyla kucakladılar teker teker
birbirini. Yavru bir tay gibi coşuyordu
yürekleri. Hayatın kuraklığına su ve­
rircesine akıyordu sevgileri. Diller
suskundu, gözler konuşuyordu.
Bakışlarında gül yüzlü yarınların
tohumu çatlar, boy atıp delikanlı
olurdu. Öyle bir dostluktu ki bu, yü­
rekleri kor ateşe düşürürdü.
Dost sofrası kuruldu. Zeytinler,
ekmekler, çaylar dizildi birer birer
sofraya. Göz göze, diz dize oturdu­
lar. Çaydanlık yan tarafta kalın bir
ezgi(!) tutturmuştu.
Gülüşler yükseliyor sofradan,
sert kayaları, buzları eriten sıcak gü­
lüşler. Dışarda herkes kendi içinde
yaşarken, ölümler adsız işlenirken,
bu küçük sıcacık evde mevsimlerin
en renklisi yaşanıyordu. Baharla ku­
caklaşan canlarla birlikte atıyordu
çünkü yürekleri.
Sazlar çalınır, türküler söylenir,
şiirler okunur ardından. Türkülerle
birlikte kucak kucak sevgi uçuşur
gökyüzüne doğru. Birleşip dost ses­
lerle ak doruklara konuyordu ezgile­
ri.
İşte alaca karanlık
Hasreti kıldan ince
Sevdası atomdan ağır
Bir civan perçemi oturmuş
Kepez Dağı'nın boranına
Gözleri tenhalaşmış dalgın
Gözleri yüreğinin ardına düşmüş
Yani sevdası başında
Bıraktığı sesi
Yangılar çıkartıyor
Akçadağ'da(*)
Yıldız yıldız parladı gözleri. Gon­
ca güller açtı yüreklerinde. Her bir
can, karanlık gecede parlayan ışık
seliydi. Mutluluktan yüreği kanatlanı­
yordu genç kızın. Yudum yudum içi­
yordu her mısrayı
Umut, sevda, hasret kokuyordu
her yan. Zaman akıp gitmişti, gece
ömrünün yarısını tüketmişti bile. Şiir
tadı kulaklarındayken daha, tahta
kapı kırılırcasına vuruldu. Kapı çığlık
çığlık ses verdikçe yaşamı boğmaya
çalışanların geldiğini anlamışlardı.
İlktir anlamını yitirmiş gözlerle
genç kızın göz göze geleceği. Elleri
dostunun ellerinde birleşti. Yüreğini
dayarcasına omuzuna, yanına so­
kuldu.
İnsan azmanı daldı ilkin içeri.
Sonra hepsi aç kurtlar gibi saldırdı
her yana. Az önce paylaştıkları ek­
mek saçıldı hasırın üstüne. Saldırıya
uğradı kalem, defter. Boylu boyunca
yere serildi okudukları şiir. Sıcacık
oda buz kesildi birden.
Yürek çarpıntıları tüm vücudunu
sarsıyordu. Hangi saz, hangi söz an­
latabilir yüreğinin korkuyla bu ilk tit­
remesini.
Ne yapacaklarını düşünürken al­
nında donup kaldı korkuyla yeşeren
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
ilk terler. Cevap bula­
mayan sorular kemiriyordu içini.
Sazın bam telinin
belini büküp bıraktılar
ortalık yerde. Karanlık
bakışlarıyla yüklüyor­
lardı her şeyi.
Sonra katıp onları
namluların ürpertisi­
nin önüne, şiirsel bir
yaşamdan alıp içi buz
gibi arabalarına doğru
götürdüler.
Çelikte
kaplı olan taşıt onları
pençelerinde sıkarak
emekleye emekleye
ilerliyordu
zulmün
rahmine doğru.
Arabadan izliyor­
du altında uzanan es­
mer geniş yolu. Gece
gittikçe
daralırken
yağmur çoktan bulut­
lara yüklenmiş çekilmişti gökyüzüne
doğru. Ay ışığı düşmüştü yeryüzüne.
Sarı sarı yapraklar son nefesleri­
ni de verip, uzanmıştı asfalta. Toprağın soluğu ciğerlerine konuyordu.
Bulutlar avuç avuç sisi serpmişler
dört diyara. Ay ışığı ağaçların ardın­
dan gülümsüyordu. O soluğu ciğer­
lerine konsun diye derin derin emer­
ken toprağı dağlara doğru geçip git­
mişti.
Göğe doğru uzanıyordu zulüm
yuvası. Minibüsten aldılar, binanın
pençelerine attılar onları. Baştan
• ayağa karanlık sağnağı altındaydı­
lar. Zulüm kokuyordu her yan. Garip
bir titremedir yüreğini kaplamıştı
genç kızın.
Silahlıydı, jopluydu düşman. O
ise cevapsız merak dolusu soruları
barındırıyordu içinde.
Duvar dibine sıralamışlardı. So­
ğuk birer birer yokluyordu bedenleri­
ni.
Adlarını, kimliklerini aldılar. Son­
ra ayrı ayrı hücrelere serptiler. Yal­
nızdı, bir başınaydı, korkuyordu.
Hücresinin her yanı pas tutmuştu.
Gün ışığından gayrı, acıdan yana
her şeye konuk edilmişti bu hücrede.
Duvar dibine çöktü. Düşünceleri paniklenmişti. Ne olacak sorusu kalp
atışlarını her tarafında hissettiriyor­
du.
Yan taraftan bir çığlık fırladı. Tüm
koridor boyunca dolaştı ve sustu. Bir
21
kitapta okumuştu. Gördüğü filmleri
gözünün önüne getirmeye çalıştı.
Dağlar geliyordu aklına. Dersim dağ­
ları, Munzur Çayı... Çok özlediğini
hissetti. İçi bin umutla doldu. İlk an­
daki paniği bitmişti. Kendini her şeye
hazırlamaya başladı.
Yan tarafta bir çığlık daha koptu.
Biliyordu artık yeni gelenlerin paniklenmesini sağlamak, telaşlandırmak
ve onları psikolojik baskı altında tut­
mak için geçmişten beri izlenen bir
taktikti. Hazırdı artık. Uyku seli boşanıyordu gözlerinde, bazen dalıyor,
bazen de uyanıyordu. Koridordan
gürültüler geliyordu... Kapı sesleri,
şakalaşma sesleri geliyordu. Sabah
olduğunu anladı. Oturmaktan ayak­
ları uyuşmuştu. Biraz hareket etme­
ye çalıştı. Her yanı kaskatıydı.
Kapı bağırarak açıldı. İri yarı biri­
si omuzlarından tutup koridora fırlat­
tı. Küfrediyordu. Saçını koparırcası­
na tutmuştu. Kurtulmaya çalıştı, kur­
tulamadı. Boğazında düğümlendi
hıçkırık. Bir odaya soktular onu.
Odanın içinde çiğ tutmuştu ışık.
Gözlerine yuvarlanıyordu. Bir sandelyeye oturttular. Sorular, sorular,
sorular... Yönünü kestiremediği to­
katlar iniyordu yüzüne.
Hiç konuşmuyordu. Elle sarkıntı­
lık ediyorlardı. Aşağılamaya çalışı­
yorlardı. Ne acı duyuyor, ne de kor­
kuyordu. Onu başka bir odaya götür­
düler. İfadesini almak istiyorlardı.
Beraber getirdikleri arkadaşları da
oradaydı. Gözleri buluştu. Konuşmu­
yorlardı. Ama bir bakış, oranın buz
tutmuş koridorunun soğukluğunu
aleve çevirmeye yetiyordu.
Ellerini kelepçelediler. Arka arka­
ya sıraya dizdiler. Mahkemeye gidi­
yorlardı. Arabaya bindirdiler. Yanına
oturmuş arkadaşının ellerine dokun­
du. Omzunu omzuna yasladı.
Rüzgar ıslık çalarak geçiyordu
camdan. Ağaçlar yazın tozunu sağa
sola yalpalayarak, yağmurda yıkanı­
yorlardı. Yüzlerinde bir çok acılı yel
taşıyan insanlar, yırtık kaldırımlarda
ilerliyordu. Mutluydu. Bu ilk içeri dü­
şüşüydü. Ama şimdi yollardaydı.
Mahkeme bir arkadaşları dışında
hepsini serbest bırakmıştı. Kendileri­
ni o gece alıp götürenler anlamlı an­
lamlı baş sallıyordu. Umrunda değil­
di. Korkuyu yenmişti bir kez. Sevdiği
insanın bir sözü takılmıştı aklına;
"İnsan öyle mükemmel bir varlık­
tır ki nerede olursa olsun, uyum sağ­
layamadığı bir ortam yoktur. İster
zemherinin içinde, ister akrep iğne­
sinde olsun, tutar soluğunu kıpırda­
maz, inancı yeter ki sağlam olsun,
yeter ki sol yanı yıkılmasın".
Yürek büyüdükçe korkular küçülüyordu... yürek yürüdükçe, korku
kaçacak delik arıyordu.
•
(") Savaş Ezgi
22
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
HASAN İZZETTİN DİNAMO
ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ
Ben, şair olmuşsam, özgürlük,
Yalansız riyasız söylüyorum
senin aşkından olmuşum.
Ben, bacak kadar çocukluğumdan beri
Hep sensizliğin yarattığı
dayanılmaz serüvenlerin
O korkunç ağusuyla dolmuşum.
En son türkümde seni söyleyeceğim
Bir emperyalist tankı altında
şair yüreğim ezilirken
Ya da dünyanın en güzel bir sabahında
Bir duvar dibinde kurşuna dizilirken.
Varsın ondan geri tonton şairler
Çember çevire dursun asfaltında şehrin
Varsın küçümencik aydınlar
"Cennet Bahçesi"nde dondurma yesin.
Eğer sen yenilirsen özgürlük,
Elveda artık serbest zamanlar, deniz türküleri,
Çevirecek şiirimizin dört bir yanını
Gamalı Haç markalı tel örgüleri.
Elveda, artık şehrin kaldırımlarında
Gülerek, oynayarak yürümek.
Elveda, öyleyse elveda bundan geri
sen, sevgili yemek.
Ben bu yeryüzünü neyleyeyim
Aşksız, arkadaşsız, özgürlüksüz
Denizlerin, dağların güzelliğini,
Altındağın kekliğini
Demir çizmeli hergeleler yerken?
Böyle bir zamanda
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
Şairler, neyleyeyim bu şiirleri ben
Tahta atlardan, uçurtmalardan sözeden.
Boyuna ağlamak geliyorsa içimden
Kendi küçük ekmeğimi yitireceğimden değil,
Artık, yem giynek, yeni ayakkabı
Yeni don, yeni gömlek alamayacağımdan
Artık caddelerde sempatik yüzler
bulamayacağımdan değil,
Daha büyük, daha büyük sorun
Ne şair diliyle, ne kuş diliyle, ne tanrı diliyle
Ahbaplar, insanca konuşalım
Uçurumlarında uyuduğumuz uygarlık
Büsbütün yalınayak mı bırakıp bizi göçecek?
Durun, durun hele
Bir matara suyumuz daha var içecek,
Alnı gelincik çelengiyle süslü
Kutsal özgürlük yiğitleri,
Sarsarak bir kez daha göğü, yeri
Tank-tank, top-top, mermi-mermi
Türkü söylemek günü geldi.
Göğsümüzün altında çarptıkça yüreğimiz
Savunacağız biz
Güneşi, havayı, suyu ve insanı,
Savunacağız biz
Kalbin öğrettiği
en güzel şeyi:
VATANI.
23
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
24
MELİHA ÇOBANCI
TERSİNE DÖNDÜRECEK O ÇARKI
YÜREK GÜCÜMÜZ
oluk kış güneşi vurmuş
odaya ve bir ses gezin­
mekte masalar arasında.
Anlamsızlığını her hece­
sinde vurgulayan, kulaklar­
da hiçbir iz bırakmayacak,
sevdanın ayağa düşürülmüşlüğünün sesidir bu;
"Ah sevda vah sevda
Böyle yaman sevda..."
Yeni bir güne dair bekleyişle dolu
gözler, dolaşıyor gazete sütunların­
da;
"...'un naaşı kaçırıldı."
S
Koskoca bir ülke burası. Her ka­
rış toprak, zerrelerinde yakılmışlığı,
sürülmüşlüğü, gözyaşı ve kanı ba­
rındırır. Kimbilir kaç çığlık delip ge­
çer her geceyi. Kimbilir kaç çocuk
vatansızlığa açar gözlerini her gece
ve kimbilir kaç insan tadamadan öz­
gürlüğü bir nebze, yiyemeden aşını
ağız tadıyla, çekip gider yeryüzün­
den sessiz sedasız...
"'... siyaset dinin hizmetindedir.
Biz laiklik ve demokrasinin güvence­
siyiz' dedi."
Koskoca bir ülke burası. Yemek­
lere tuz misali yalan atılır. Bir soluk
fazla yaşamak için su yerine kan
içenler, durmadan masallar üretir.
Güne göre maske değiştirerek, ya­
lancı, hırsız, namussuz olup iltifata
layık görülür. Ve bu ülkenin asıl sa­
hipleridir ki, her gece boğup içlerinde
isyan çığlıklarını, susarlar. Belki de
susacaklar, ta ki; hep birlikte haykır­
mayı öğrenene dek...
Dalıp giden gözler, o sese doğru
irkiliyor birden. Aynı berbat tarz, aynı
yozluk ve sevdadan tek iz taşımayan
aynı pervasızlık, hoyratlık... Her yan­
da gezinen çürümüşlüğün, yüreklere
de sızmaya çalışan izdüşümü sanki;
"Canısı canısı ömrümün yarısı
Ben senden ayrılmam
alnımın yazısı..."
Girdi, gölge gibi sessizce odaya.
Yüzünden okunuyor hainliği, satılmışlığı. Gözleri felfecir okumakta.
Öyle ya; yaranmalı sahibe ki, birkaç
kemik kapabilmeli artanlardan.
- Gece bekçisi geldi Kemal Bey.
- İyi... iyi... Şimdi şöyle yapalım:
Sen aşağıdaki camları silersin - ko­
lay iş- o da tuvaletleri temizlesin ve
yerleri paspaslasın. Oldu...!
- Peki efendim. Gelsin mi?
- Çağır, gelsin!
"... Finans kurumu açıldı."
Koskoca bir ülke burası. Dağı, ta­
şı, kurdu, kuşu, insanlarıyla beraber
satılır. Her türlü pisliği hayat felsefe­
si edinenler; ne banka hesaplarını
ne de gayrimenkul kayıtlarını şişir­
mekten bıkmazlar. Kimbilir kaç çocu­
ğun geleceğini çalarak, kaç ananın
gözyaşlarıyla yaptılar "yollarını" ve
kimbilir ne kadar alınterine borçlu­
lar? O zaman pamuğu toplayan el­
lerdeki diken yarası, makinede kalan
kolun yarısı ve gece yarıları götürü­
lüp de bilinmez karanlıklarda yitirilen
evlatların acısı; koskoca bir yumruk
olup ezmez mi dersin, insanlığı beş
paraya sayanları...
Ve geldin sen! Eller önde bağlan­
mış ama belli biliyor musun, daha
önce hiç durmamış öyle. Bir an evvel
kopup birbirinden, yanlara salına­
cak; öyle sabırsız, sıkıntılı durmakta.
Bellidir, daha önce çok namussuza
bildirmiş haddini. Onurunu işletip na­
sırlarına, taş kırmış, kum elemiş,
kazma sallamış... O yüzden alışık
değil, alışamaz öyle süklüm püklüm
durmaya. Ama gel gör ki, açlık zor
şey, hele de üç tane ufak çocuk var­
sa. O yüzden bütün şartlar kabul, de­
ğil mi? O yüzden istisnasız her gün
bu koca handa, akşam yedi, sabah
yedi, tüm gece tek başına ve daha
bir sürü iş... Asgari ücret... Kabul de­
ğil mi?
"Ne zaman gelecek 'ne iş olsa
yaparım' denmeyeceği günler? Bir
ömrün, karın tokluğuna tüketilmediği
ve alınterinin baş üstünde tutulduğu
o günler?"
Durup düşünüyorsun, belli. Ve
sözde kabuldür evet. Ama yürek çar­
pıyor hızla, lanet ediyor, "haksızlık"
diyor. Gözlerde çelik bir ışıltıya dö­
nüşüyor o yürek çarpıntısı ve koca
bir haykırış olup hapsediliyor olduğu
yere, belli biliyor musun? Çünkü o sı­
nıftansın sen de. Sana bu tuzakları
hazırlayanları yerle bir edecek, gü­
lümseyen bir dünyanın müjdecisi
olan o sınıftansın. Bu susuş, aynı za­
manda bu yürek gümbürtüsü, bu yüz
yanması ve parlayan gözler büyük
depremlere gebe. Sen de katacak­
sın, şimdilik boğulup kalan isyan çığ­
lığını o milyonlarca sese ve baharla­
rı gülen çocuklar gibi getirecekler­
densin sen de, belli biliyor musun?
Bir bulutlanıp bir açılıyor-soluk
kış güneşi. Ve Saatler normalden da­
ha yavaş sanki bu odada. Oysa dı­
şarıda, akıp duran pırıl pırıl bir gün
ve daha saat beşbuçuğa ne çok var.
O çarkın bir dişlisi bu oda, bu in­
sanlar; masa, daktilo, telefon, herşey, herşey... Denir ki; tersine dön­
dürecek o çarkı bir yürek gücümüz,
bir çoğalıp çağlayan sevdamız ve bir
de tarihi yazmış alınterimiz...
"IMF bütçeyi hayali buldu."
Ve yinelenip durmakta, aynı an­
lamsız sözlerle yüklü, aynı düzmece
ezgiler...
"Geçsede gençlik çağım
Boş kalsa da kucağım..."
•
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
25
BARIŞ YILDIRIM
ateşin işçileri
Ateşin işçileri ve kurtuluşun...
bizimle birlikte her sabah yola düşenler,
okula giden çocukları selamlayanlar,
evlerine yorgun dönen işçilerin komşusu.
Her sınıfta bir dostları var,
her sokakta bir tane,
her vardiyada türkü söylüyor biri
bileklerinde ırmaklar gibi gücü öfkenin
çalışanlar gecelerden sabahlara kadar
ateşi büyütenler...
Rüzgarlı günlerde
işçi avuçlarında gizlenen kibrit çöplerinden
biriktiriyorlar alevi.
Yanmış köylerin közlerini katıyorlar yüreklerine
ve alev alev kadın ve çocuk gözlerini
topluyorlar;
-onlar ki baktılar giden yiğitlerin ardından
hangi yangın daha hınçlı yanar ki?Ateşin işçileri ve kurtuluşun...
Ateşi büyütenler kentin sokaklarında,
korkusuz yiğitlere kıymışın,
anaları yıllar boyu boşuna bekletmişin,
çocukların umudunu çalmışın,
metreslerinin koynunda bile uykuya
varamayanların
çalan her kapının ardında
bekledikleri
Ateşin işçileri ve kurtuluşun
gecenin burçlarında yangın çıkaranlar,
alev salanlar namussuzun alın çatına,
her sabah bizimle birlikte yola düşenler
ve her gece şafak müjdecisi ateşler yakanlar
kurt inlerinde.
26
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
PINAR ARDA
ZIMEX'TE
ÇARPAR YÜREĞİM
1.
Tanımadın birtanesi Nazlıcan gelinini.
Göçmeden,
Güneşe gelin olmadan Nazlıcan
Görmek istedi,
"Olur da düşersem" dedi;
Beni gömün göremediğim
Zımex rüyasına!
Daldı Nazlıcan gelini,
Vuruldu sevdalı yüreğinden.
Sonra, onu Zımex'e götürecek
ayaklarından,
Tutuştu Emirgan yatakları.
Tutuştu sevdalı canlar!
Zımex'in Nazlı'sı,
Sevdalısını aradı son kez
Bulacaktı gözleri aradığını
"Ben önce düştüm" diyecekti,
Birlikte varamadık köyüne,
Zımex'e selam söyle!..
Olur ya toprağına karışamaz bedenim,
Ruhum saracak Zımex deresini!
TAVIR ARALIK 1996
2.
Göçtü Nazlı gelini...
Yakıldı sevdalı oniki canın bedeni,
Göğe karıştı,
Sardı ovalan, dağları
Yakılan oniki canın kokuları.
Duydum...
Kanlı geçit vermez ellerde
Yakılmış bedenleri,
Nazlıcan çoktan varmış Zımex Köyü'ne
Kucağında mavzeri,
Nergis çiçeği gibi.
Nazlı şimdi, çoğaltır devrimi
Sandık sandık gelin çeyizi.
Büyür Emirgan yatağında
Kardelen çiçekleri...
Zımex hergün yeniden giyinir
tüm güzelliğini
Bilir,
Gelecek Nazlı çiçeğin sevdalısı Haydar.
Bilir,
Kayalarına kafa tutan sevdalı yiğit
gelecektir.
3.
Reyhan bakışlı yoldaş,
Zımex deresinin coşkun akışında
gülüşün
Sabahın serinliğinin güne karışması,
Sonra alnımızı okşayıp,
Bağdaş kurduğumuz soframıza konması,
Senin köyün burası.
Birlikte öğrendiniz Zımex'le coşmasını,
Delice şeyler yapmayı.
Sen gideli Zımex sevdalını almış koynuna
bekler seni.
Yankılanır ağız dolusu kahkahaların
kayalarında şimdi.
Sarmış Zımex Nazlı gelinin yaralarını
suyunda,
Çelikleşmiş, çoğalmış
Nazlı gelinin sevdası
Çaytaşı'nda düşmüş Dokuz yiğit tuzağa,
Dokuz kızıl ok olup sökmüşler şafağı
vakitsiz,
Dokuz kızıl ok olup hançerleşmişler
zebanilerin göğsünde...
Bir Kemal varmış Çaytaşı'nda
Nazlı'nın yüreği akar Çaytaşı'nda
Bir Haydar varmış Çaytaşı'nda
Nazlının yüreği volkan olur
Dayanır kapılarına Çaytaşı'nın...
Haydar göçmüştür,
Kimbilir belki yıldızlar ülkesine
Belki güneşe.
Zımex aynı akıyor
Zımex başında uzanmış kayalarını
Yıkmak, yoketmek istemiyor
Biliyor sevdalı Zımex
Haydar'ın sevdalısı Zımex
Birgün sevdalı şahanların,
Çılgın yolcuların gelip suyuna dalacağını
Kayalarına tırmanacağını
4.
Sakın ola, sakın ola ha Zımex
Kan damlamasın suyuna!
Olur da türkülü gecelerine
Yas katan çıkarsa
Delir Zımex!
Hırçınlaş, deli bir dalga ol.
Koyma suyuna kirli katilleri
Akmasın pislik bağlamış yaralan
duruluğuna
Gelecekler Zımex
Dargın olma n'olur
Onlar,
Sevdalısı olmaya gittiler başka ülkelerin
Serin tut bağrını,
Hergün yeniden giyin tüm güzelliğini
Bil ki Haydar gelecek.
Say ki sevdalısını almaya...
Zımex: Dersim merkeze bağlı bir köy adı.
Çaytaşı: Dersim-Hozat'a bağlı bir köy adı.
Emirgan: Dersim-Ovacık'ta bir bölge adı.
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
28
YASEMİN ÖZDEMİR
ŞEYH BEDREDDİN
AYAKLANMASI
HAREKETİN
rtaçağda kadın in­
san yerine konul­
muyor, neredeyse
yok
sayılıyordu.
Kadına değersiz bir
nesneymiş gibi ba­
kıldığı, mal-mülk
seviyesinde görül­
düğü koşullarda Bedreddin, Kahire'de Sultan Berkuk tarafından ken­
disine cariye olarak "armağan" edi­
len Cazibe'ye büyük değer verir. Gelenekleşmiş "köle-efendi" ilişkisini
reddeder. Çünkü böyle bir ilişkinin
içinde yer almak, yani bir insanın Öz­
gürlüğünün sahibi olmak onu rahat­
sız eder. Öylesine ki, özgürlük kav­
ramını tartışmaya, kendisini sorgula­
maya başlar.
Bedreddin, Cazibe'ye özgürlüğü­
nü verir. Evlilik ilişkisi saygıya, sevgi­
ye dayalı, birbirine değer veren, bir­
birine yoldaşlık eden insanların ilişki­
sidir. Bedreddin Cazibe'yle görüşle­
rini paylaşacak, onun görüşlerine
değer verecektir.
Kadının neredeyse insan yerine
konulmayışı, Bedreddin'in özgürlük,
ve adalet anlayışına uygun değildir.
Bedreddin hakkaniyet peşindedir ve
O
-3-
YENİLGİSİ
saray ve saltanatın kendi çıkarları­
nın, zorbalık düzenlerinin tayin ettiği
ideolojilerini ve kültürlerini de parça­
layarak kendine has bir kültürü şekil­
lendirmeye çalışmıştır. Kurmayı öz­
ledikleri düzenin tohumlarını atmaya
başladıkça, yeni toplumun ihtiyaçla­
rına göre şekillenen kültür ve doğallığıyla kadın-erkek ilişkisi de değiş­
miştir.
Osmanlı tüm sınıflı toplumlar gibi
güce dayalı ve ataerkil bir toplumdur.
Ve toplumsal yapıda kadının konu­
mu da buna göre şekillenmiş ve kül­
türe yansımıştır.
Ayrıca Osmanlı, toplumsal hu­
zursuzlukları, hoşnutsuzlukları bastı­
rabilmek için kendi ideolojisini ezi­
lenlerin kafalarında da egemen hale
getirmiştir. Börklüce Mustafa bu ko­
nuda şöyle diyor:
"Beylerin zulmü altında inleyen
yoksul, karısının kendisinden de
aşağı durumda olduğu düşüncesiyle
avutur kendini. Karısını aşağıladıkça
avunması artar. Emrindeki yoksul­
lardan bir bölümünü ötekilerden üs­
tün tutmak da beylerin alabildiğine
işlerine gelir. Hem sözde üstün tut­
tuklarını hem de ötekilerini boyundu­
ruk altında tutarlar. Kadını erkek kar­
şısında aşağılamak, onlara bu çifte
imkanı verir." (Ben de Halimce Bedreddinem, s. 241)
Oysa Bedreddin hareketi, kolektif
bir toplum yaratmaktadır. "Yarin ya­
nağından gayri, her yerde, her şey­
de, hep beraber" diyebilecekleri bir
toplumdur bu. Bu toplumda herkes
gücü, yeteneği oranında çalışacak,
üretecek, ihtiyaçları oranında da ala­
caktır. Ezen-ezilen ilişkisi yoktur. Do­
layısıyla da asalaklık, özel mülkiyet
olmayacaktır. Böyle bir toplumda ka­
dın, emeği ve kişiliğiyle değer taşı­
maktadır.
"Hakikat karşısında yalnızca din­
ler ve halklar değil, kadınlar da er­
kekler de eşittir." diyerek ihtilalin ya­
salarını yazmaya başlamışlardır.
Tüm emekçiler eşittir ve. kardeştir.
Kadın da erkeğin emekçi kardeşidir.
Bu yüzden savaş kurulunca kadınlar
da erkeklerin yanıbaşında yeralmaktadır.
Osmanlının ve binlerce yıllık zor­
balık düzenlerinin anlayışları parça­
lanmakta, savaşın içinde özgürleş­
meye doğru adım atan kadının yete­
nekleri, becerileri ve savaşçı nitelik-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
leri ortaya çıkmaya, görülmeye baş­
lamaktadır.
Kadınlar akıllarıyla nice gün gör­
müş erkeği geride bırakabilmişlerdir.
Gerçekte Anadolu kadını uyanıklığı,
pratik zekası ve öngörüsüyle kendi­
sini kabul ettirmiş, tüm ezilmişliğine,
horlanmışlığına karşın bu üstün
özelliğini kuşaktan kuşağa aktarabilmiştir.
Ayaklanma içinde kadınlar özgür
kişiliklerini yaratmaya başlarlar,
ayaklarındaki zinciri kırmış, özgürlük
yolunda erkek yoldaşlarıyla omuz
omuza yürümeye başlamışlardır. Bu
yürüyüşte giderek özgürleşecek, dü­
zenin üzerlerine çöken kültüründen,
alışkanlıklarından kurtulacak ve öz­
güven kazanacaklardır. Bu, yürüyüş­
lerini hızlandıracak, savaş onlardaki
mücadeleci kahraman kişiliği ortaya
çıkaracaktır.
"Hakikat Savaşçıları'nın eşleri,
bacıları, yaptıkları bir toplantıda sa­
vaşa destek olacak tüm cephe gerisi
işlerini üzerlerine almalarının yanı sı­
ra, eli silah tutabilecek kadınların tıp­
kı nineleri Bacıyan-ı Rum örneğinde
olduğu gibi kılıç kuşanıp erkek yol­
daşlarıyla omuz omuza savaşmaları
kararını almışlardır. Artık kadınların
halkların özgürlük savaşında yer al­
ma tutkuları dizginlenemez durum­
dadır. Savaşa katılmak için kendileri
ısrar etmektedir. "Hakikat Bacıları"
kılıç kuşanmış "Bacılar Başı" adıyla
kendilerine has komutanlık kurum­
laşmalarını yaratmış, "Hakikat Erleri'nden geri kalmayacak kahraman­
lıklar göstermişlerdir.
Kadınlarda savaşçı kişilik öylesi­
ne içselleşmiştir ki, bir toplantıya
çağrılmamalarını yanlış yorumlayıp
Börklüce'nin karşısına dikilmişlerdir.
"Bizden, bacılarınızdan ne isti­
yorsunuz siz? Beylerin zamanında
olduğu gibi, ocakbaşında aş pişire­
rek ya da beşik sallayarak sizlerin bi­
zim yazgımızı belirlemenizi bekle­
memizi mi? Yoksa, içi boş kelleriniz
artık omuzlarınızın üzerinde durmaz
olduğu zaman sizin yüzünüzden
beylerin zulmüne, aşağılamalarına,
tutsaklıklara yeniden katlanmamızı
mı? Hayır! Geçti artık bunlar! Biz bu
kılıçları boşuna kuşanmadık, haberi­
niz olsun." (A.g.e., s. 272-273) der­
ken kararlı, cesaretli ve inançlıydılar.
Anadolu kadını tutsaklık zincirle­
rini koparmış, silahını kuşanmış sa­
vaşta yerini almıştır.
HAKİKAT SAVAŞI VE ÖNDERLER
"... Duyduk ki;
cümle derdinden kurtulup
piri pak olsun diye
on beş yaşında bir civan teni gibi,
toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkar beylerinin
timar-ı zeameti."
Eşitlik ve Kardeşlik İçin
Kahramanca Savaştılar
Bedreddin yiğitleri ayaklanmanın
ilk aşaması başarıya ulaştıktan son­
ra özgür topraklardaki örgütlenmeye
paralel olarak bir taraftan da hızla
halkı silahlandırmaya başladılar.
Çünkü, Edirne günlerinden Bedreddin'in çıkardığı en büyük ders, iktidar
olmanın güç olmaktan geçtiği idi.
Ayaklanma başladıktan sonra
yerleşim bölgelerinde bulunan kolluk
güçleri, mültezimler, bey adamları
kovulurken bir bölümü cezalandırılıp
silahlarına el konuluyordu. Diğer
yandan da ahilerin öncülüğünde ör­
gütlenen gruplar ile bütün halkı silah­
landırmak için yeni atelyeler açılıyor­
du. Çünkü daha ayaklanma başla­
madan biliyorlardı ki egemen, iktida­
rının etinden kaydığını gördüğünde
amansız bir şekilde saldıracak ve
ayaklanmayı ezmeye çalışacaktı.
Bunun için silahlanmak, amansız bir
kavga için hazırlıklı olmak gerekiyor­
du.
Ayaklanmanın başarıya ulaştığı
ilk bölge olan Aydın-Karaburun civa­
rında ayaklanmanın ilk günlerinde,
adalardaki Bedreddin taraftarları ile
kurulan ilişkiler sonucu bol miktarda
silah sağlandı. İki gemi dolusu aybaltası, el yapımı kalkanlar, kısa kılıçlar,
kundaklı oklar, mancınık vb. silahlar­
dan oluşan silah sevkiyatı yapıldı.
Buralardan getirilmiş silah örnekle­
riyle Karaburun'da, Akdağ'dan geti­
rilmiş cevheri işleyen demirci işlikleri
açılıp, kılıç, kargı, aybaltaları, tem­
renler yapılarak yaygın bir şekilde si­
lahlanıldı. Bölgedeki bütün silahlı bir­
likler, müfrezeler şeklinde örgütlene­
rek atlı ve yaya olarak konumlandırılmıştı. Ayrıca sakız teknesinden ve
beşyüz savaşçıdan oluşan bir deniz
gücü oluşturulmuştu.
Manisa yöresindeyse Karabu­
run'da olduğu gibi demirci ahilerinin
öncülüğünde gruplar oluşturuluyor,
işlikler açılarak fırınlar kuruluyordu.
Buralarda kılıç, teber, gürz ve kalkan
yapılırken köylülerin hem savaşlarda
hem de hasatta kullanabilecekleri
orak ve tırpan üretilmekteydi.
Manisa'da ayaklanma başladığı
zaman beylerin adamlarının elindeki
silahlara el konulmuş ve Yahudi ma­
hallesinden de beşyüz kadar Yahudi
silahlı bir şekilde Bedreddin kuvvet­
lerine katılmışlardı. Buradaki silahlı
güçler de ahilerden, yoksul köylüler­
den oluşan müfrezeler şeklinde ör­
gütlenmişlerdi.
Daha sonraları başta Hakikat Sa­
vaşçıları olmak üzere, hak düzenin
kurulduğu yerdeki bütün halk, Os­
manlı'ya başkaldırdıklarında savaşın
soluğunu hissetmeleriyle birlikte si­
lahla içli dışlı olmuşlardır. Üretimde
de kullanılan türlü silahlar (orak, tır­
pan, çekiç vb.) yapan savaşçılar,
eğitim faaliyeti içinde silahla bütünle­
şirler. Savaşta her şeyin bir silah ola­
bileceği gerçeği Hakikat Savaşı'nda
bir kez daha görülür.
Bedreddin ayaklanması birçok
hazırlık evresinden geçerek açık ça­
tışma, savaş aşamasına kadar gel­
miştir. Savaşın kendisine has eğitici­
liği, öğreticiliği bir kez daha kendisini
gösterir. Bazen uzun yıllar boyunca
öğrenilecek, kavranılacak şeyler, sı­
cak savaşın kızgın pratiği içinde bir­
kaç ay hatta birkaç haftaya sığdırılmıştır.
Savaşan güçlerin kendilerine ait
adaletleri, kuralları ve kültürleri, sa­
vaşın içinde çok daha çıplak bir bi­
çimde ortaya çıkar. Savaş, Bedred­
din yiğitlerinin düşmanla ve onun
ideolojisiyle aralarındaki çizgiyi kalınlaştırır.
Düşman boş durmaz, çok geç­
meden hakikat düzeninin kurulduğu
Batı Anadolu'ya yönelik saldırılarına
başlar.
İlkin İzmir Beyi'ne bağlı bir bölük
asker Aydın yöresine saldırıya ge­
çer. Torlak Kemal yapılacak saldırıyı
önceden öğrenir ve Agamemnon
Geçiti'nde düşmana pusu kurar.
Düşman geçitte karşılanacaktır. Yö­
reyi iyi bilen köylüler pusu kurmada
Torlak Kemal ve savaşçılarına yar­
dım ederler. Torlak Kemal, askerler
kalabalıksa geçitten geçmelerine
izin vermeyi düşünmektedir. Sayıları
30
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
azsa kendisi saldıracak, çoksa geçi­
din arasında sıkıştıracak ve yok ede­
cektir.
Fakat gelen askerlerin fazla kala­
balık olmadıklarını anlayınca asker­
lere propaganda yapar. Yanlış yerde
savaştıklarını, kendi kardeşlerine kı­
lıç çektiklerini söyleyerek etkilemeye
çalışır. Askerler Torlak Kemal'in üs-,
tüne saldırırlar ama aynı anda pusu­
dan karşılık alınca dağılırlar. Topar­
lanmadan yeni bir baskına uğrarlar.
Geçit tümden tutulmuştur. Ve Torlak
Kemal yeniden askerlerin komutanı
Bölükbaşı'ya seslenir, teslim olmala­
rını söyler. Bölükbaşı kurnazdır, Tor­
lak Kemal'i tuzağa düşürmeye, kaç
kişi olduklarını öğrenmeye çalışır.
Torlak Kemal tuzağa düşmez ve ge­
reken yanıtı verir. Ve yeniden propa­
ganda yapmaya başlar. İnsanların
mutluluğu için savaştıklarını anlatır
ve saflarına çağırır. Bölükbaşı teslim
olmaz bundan dolayı öldürülür. Askerlerse Hakikat Savaşçıları'nın saf­
larına geçerler.
Ege'deki bu gelişmeler, yöre
beylerinden başlayarak bütün Os­
manlı'yı tedirgin' ediyordu. Karabu­
run yiğitlerinin basit bir taht kavga­
sında olmadıkları gittikçe daha iyi
anlaşılıyordu. İzmir Beyi, karşısında­
ki gücün büyüklüğünü anlar ve biz­
zat kendi komutasında onbinlerce
asker toplayarak saldırıya geçer.
Torlak Kemal daha İzmir Beyi
asker toplarken düşmanın yeni bir
saldırı hazırlığı içinde olduğunu ve
saldırı zamanını öğrenir. Düşmanın
yine Agamemnon Geçiti'nden saldı­
racağını öğrenen Torlak Kemal ha­
zırlıklarını buna göre yapar.
Geçidi ve bölgeyi taşından topra­
ğına kadar iyi bilen Torlak Kemal
karşılama hazırlıklarına savaş hilele­
ri kullanarak başlar. Daha önceki ça­
tışmada olduğu gibi aynı geçitte pusu kurulmasını öneren' köylülerin
önerişini kabul etmez. Üzerlerine bir
ordunun geldiğini, kendilerinin bir
bölümünü kayıp verdireceğini ve ge­
riye kalanının geçidin ilerisinde hal­
ledileceğini söyler.
Geçidi iyice kontrol ettikten son­
ra, çok farklı bir pusu kurmayı düşü­
nür. Köylülerle birlikte savaş için son
hazırlıklara başlarlar. Önce geçidin
sarp yamaçlarındaki kayalıkların dip­
lerini açarak iyice temizlerler. Daha
sonra ise buraları kuru otlarla doldu­
rarak kamuflajını sağladıktan sonra
boğazdan iyice uzaklaşırlar. Bir yan­
dan da çevre köyleri boşalttırarak
herhangi bir olumsuz gelişme karşısında önlemlerini almış olurlar.
Bölgeye ulaşan bey ordusunun
atlı öncüleri, geçide gelerek kontrol
ederler. Canlı bulamayınca ordunun
asıl gücü geçitten geçmek üzere ha­
reket eder.
Torlak Kemal ve savaşçıları ise
karanlığın çökmesiyle birlikte orman­
dan, geçidin dik yamaçlarındaki ka­
yalara ulaşarak bir an önce geçitten
geçmek isteyen orduyu karşılamaya
hazırlanırlar. Ordu geçidi geçmeye
başlar ve tamamen geçidi kapladı­
ğında yüzlerce, binlerce kaya üzerle­
rine yağarak yaya birliklerinin yarısı­
nı yok eder. Osmanlı ordusu panik
içindedir. Torlak Kemal gece baskın­
larıyla orduyu dağıtmayı planlar. Ge­
ce ordunun güvenliğinin olmadığı bir
bölgeden baskın yaparak, hemen
geri çekilirler. Paniğin iyice artması
için iki yerden, bir kez daha vur-kaç
taktiğiyle saldırırlar. Ve onbinlerce
askerden oluşan bey ordusu dağıl­
ma aşamasına gelir. Savaşa köylü­
lerin de katılmasıyla binlere ulaşan
Hakikat Savaşçıları ormanda aydın­
latma için odun toplayan yüzlerce
askeri ya tutsak alırlar ya da imha
ederler.
Börklüce tüm pusuların, baskın­
ların, savaş hilelerinin ayrıntılarının
haberini alıyor ve inceliyordu. Savaş,
kararı almadan savaş başlamıştı.
Onbinlerce ölü pahasına geçidi ge­
çen düşman Ayasluğ üstüne yürür.
Fakat bir kez daha yenilgi alarak or­
du dağılır ve Vali gemiyle kaçar.
Kazandıkları başarılar halka ken­
di iktidarını ancak savaşarak kurabileceklerini kavratır. Savaş öğretici­
dir, öğretmektedir. Bölgede tüm köy­
lüler savaşa katılarak savaşın asli
unsurları haline gelirler. Torlak Ke­
mal savaşın geldiği bu aşamada hal­
kın savaşa katılımının öneminin far­
kındadır ve buna göre hareket eder.
Bu arada Saruhan Beyi zafer kaza­
narak güçlenmeye başlayan ayak­
lanmayı bastırmak üzere Aydın-Karaburun yönüne doğru hareket eder.
Börklüce Mustafa da ordu. üzerine
gelmeden onları karşılamaya karar
verir. Börklüce Manisa'ya doğru ha­
reket eder, Torlak Kemal de ele ge­
çirdiği Manisa'da Kurultayı toplaya­
rak beyin yaptığı hazırlığı anlatır. Be­
yi Aydın'a gitmeden Sipil Dağları'nda
karşılamayı önerir. Öneri Kurultay
tarafından kabul edilir. Torlak Kemal
Saruhan Beyi'ni Sipil Dağları'nda sı­
kıştırarak dağıtır.
Bir kez daha yenilgiye uğrayan
Osmanlı yeni hazırlıklara girişir. İlkin
Beyazıt Paşa, Börklüce Mustafa'yı
yok etmek için İzmir eyaletine Kralzade Süleyman'ı atar. Kralzade, Ha­
kikat Savaşçıları'nın vur-kaç taktiği
sayesinde başarı kazandığını anla­
dığından askerini bu savaş biçimine
göre eğitir ama yine başarısız olur.
Niçin savaştığını bilmeyen ve haksı­
zın, zalimin safında yer tutmuş olan
askerler hayatlarında ilk defa kendi
davaları için savaşan yoksul halkın
karşısında savaşın bu evresinde hiç­
bir sonuç alamadılar. Hakikat Savaş­
çıları'nın yaratıcılıkları ile gerçekleş­
tirdikleri pusularda ve vur-kaç eylem­
lerinde şaşkına dönen, psikolojileri
alt-üst olan Osmanlı askerleri tarh bir
dağınıklık içine düştüler.
Bedreddin yiğitleri düşmanla gir­
dikleri her çatışmada kahramanca
savaşa atılıyorlardı. Hakikat Savaşı
mazlumun zalimden hesap soruldu­
ğu bir savaştı. İnsanlar büyük bir sa­
hiplenme duygusuyla sarıldılar sa­
vaşlarına. Canlarını vermekten çe­
kinmeden kahramanca öne atıldılar.
Her çarpışma Hakikat Savaşçıla­
­­'nın yeni kahramanlıklar yarattığı
bir destana dönüştü.
Savaşın haklılığı ve zaferin geti­
receği ile hakkaniyet onları dönüş­
türmüş, ölüm korkusunu savaşarak
yenmişlerdi. Onlar "Hakikat Savaşçı­
larıydı ve hakikati kazanmanın be­
del istediğini çok iyi biliyorlardı.
Şehitler vererek yürümeye de­
vam ederler. Savaşta verilen şehitler
onları sarsmış, ardından bunun sa­
vaşın bir kuralı olduğunu da öğren­
mişlerdi. Düşman da ölüler vermişti.
Ölmüşler, öldürmüşlerdi. Börklü­
ce'nin dediği gibi:
"... Şehit düşenler, kişilikleri ve
yapıp eyledikleri hatırlandıkça yaşa­
yacaklar. Onların ölümsüzlükleri, ha­
kikatin kendisindedir..."
"Adalet uğruna şehit düşenler
ölümsüzlüğe erdiler."(Bende Halim­
ce Bedreddinem, s. 297)
Bedreddin yiğitlerinin kazandığı
bu zaferler halkın içinde "hakikat bi­
zimle" düşüncesini güçlendiriyor.
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
Bedreddin Hareketi güçlenerek ge­
nişliyor ve bütün Anadolu'ya yayılma
eğilimi gösteriyordu.
Ege'deki Bedreddin yiğitleri top­
lumsal ve askeri zaferlerin altına im­
za atarken Şeyh Bedreddin de sür­
günde bulunduğu İznik'ten kaçarak
Rumeli'ye, Deliorman bölgesine ge­
çer.
Şeyh Bedreddin Deliorman'da
yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan
Mumcular Köyü'nde dört bir yandan
gelerek toplanan halka gönderdiği
mesajda şunları söyler:
"... İnsanlar hak eşitliğine değil,
çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar.
Dirlik, düzenlik değil zorbalık var bu
yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar,
dünya nimetlerinden daha az pay
alanlar değil, tam tersine bütün zen­
ginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her
şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin
üzerindeki ölü toprağını ve ayağa
kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı
gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek,
zindanlara kapatılanların dillerinde,
köylülerin feryatlarında, cellat kütük­
lerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi.
"Öğrencilerimiz Börklüce Musta­
fa'yla, Kemal Torlak'ı insanlara doğ­
ru yolu, hak yolunu göstermeleri için
Aydın vilayetine gönderdik. Beylerin
topraklarını ellerinden alıp halkın or­
tak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sul­
tanın ordusunu doğruluğun, hakkın
gücüyle tepelediler... Biz bilim gücü­
müzle, evrenin birliğinin gizlerini bili­
şimizle, dinlerin ve halkların sahte
yasalarını değiştireceğiz, boş yasak­
ları kaldıracağız, dünyayı yalanın
utancından temizleyeceğiz. Toprağı
olmayanlar toprak sahibi, iktidarda
olmayanlar iktidar sahibi olacaklar.
Hakikat bayrağının altında toplanın,
saflarımızda yer tutun!" (Ben de Ha­
limce Bedreddinem, s. 372-373)
Şeyh Bedreddin Deliorman civa­
rında stratejik bir alanda çeşitli tah­
kimlerle askeri karargah diyebilece­
ğimiz bir şekilde konumlanır, Rumeli
bölgesindeki örgütlenmeyi yönetir­
ken savaş için hazırlık yapar. Ayak­
lanma güçlerinin ihtiyacı olan silahla­
rın üretilmesi için işlikler kurulur.
"Kayalık bir platoda buldular ken­
dilerini. Ağaçlar kesilerek açılmış
boş alanda, kereste yığınları arasına
çırpıştırıverilmiş sundurma ve çar­
daklar göze çarpıyordu. Herkes key­
31
fince bir köşeye çekilmiş, bir işle uğ­
raşıyordu; kimi ok, yay yapıyor, kimi
kargı yontuyor, kimi tırpanını kontrol
ediyor kimi balta sapı kesiyordu. Bir­
kaç kişinin, zırhlara öküz gönü geçir­
diği görülüyordu. Ötede birkaç kişi
de meşeden bir gürz yapmakla meş­
guldü." (Ben de Halimce Bedreddi­
nem, s. 376)
Şeyh Bedreddin Rumeli'deki
ayaklanmayı hazırlarken Mehmet
Çelebi de Batı Anadolu'daki isyanı
ezmeye yönelik hazırlıklar içindedir.
Osmanlı ordusunun bu hazırlıkları
önceliklerle karşılaştırılamayacak
denli güçlü olur. Sayıca çok daha üs­
tün bir ordu hazırlanır. Sultan Meh­
met Çelebi, komutanlığına Başveziri
Beyazıt Paşa'yı atadığı orduyla bir­
likte oğlu Şehzade Murat'ı da gön­
dermişti. Murat henüz 13 yaşınday­
dı, ama varlığıyla Osmanlı'nın karar­
lılığını simgeliyordu...
Rumeli'de ise Sultan Mehmet
Çelebi'nin Ege'ye onbinlerce asker
toplayarak sefer yapmak için hazırlı­
ğa giriştiğini öğrenen Şeyh Bedred­
din bu saldırıyı boşa çıkarmak ve
Osmanlı güçlerini bölmek için Rume­
li'den saldırmaya karar verir.
Sultanın ordusunun büyük bir
kısmının Ege'de olması ve bir kısmı­
nın da Şehzade Mustafa'nın kuvvet­
lerinin ardından Balkanlar'ın içlerine
yönelmesi, Edirne'nin savunmasız
kalmasına neden olmuştu. İyi bir ha­
zırlıkla Zagora üzerinden Edirne'nin
zaptedilmesinin olanağı vardı. Ve
bunun sonucunda Osmanlı'nın yıkıl­
ması kaçınılmazdı.
Bedreddin, ordunun geçeceği
yerlerde savaşçılardan başka kimse­
nin bulunmamasını, tamamen boşal­
tılmasını, ordunun bölgenin dışında
karşılanmasını içeren haberi Ortaklar'a iletti.
Torlak Kemal, Börklüce Musta­
fa'ya Osmanlı ordusunun yola çıktı­
ğını haber verir ve Osmanlı ordusuy­
la, Saruhan beyliğiyle vuruştukları
gibi vuruşmanın kaçınılmaz olduğu­
nu söyler. Tüm halk savaş için hazır­
lıklara başlar.
Ordu, İzmir'den Agamennon Geçiti'ne doğru hareket eder. Agamen­
non daha önceden baskın yapılan
geçittir ve arkasında orman vardır.
Osmanlı ordusu bütün ormanı yakar.
Hakikat savaşçıları ise ordunun üze­
rindeki tüm geçitlere, ormanlara pu­
su hazırlamışlardır. Ordunun İz­
mir'den istihkam sağlayacağı düşün­
cesiyle İzmir bölgesindeki güçlerini
ikiye bölerler. Düşmanın ormanları
yakması üzerine Hakikat Savaşçıları
ağır kayıplar verirler. Çok değerli sa­
vaşçılarını yitirirler. Arkasından düş­
man ordusu ormandan geçer. Sa­
vaşçılar orduyu orman çıkışında vur­
maya başlarlar ama düşman buna
hazırlıklıdır. Hakikat Savaşçıları'na
yönelik kuşatma başlar. Bunun üzeri­
ne Hakikat Savaşçıları Aydın yöre­
sinden gelenlerle birleşebilecekleri
şekilde geri çekilirler ve Aylasuğ'a
kadar gelirler. Burada Aydın'dan ge­
lenlerle birleşirler ve deniz yönünde
çekilmeye devam ederler.
"Geceyle beraber çarpışma da
kesilmişti. Sağ kalanların tümü, ge­
cenin kalın örtüsü aldında Akdağ
eteklerine çekilmişti. (Çarpışma o
zaman Aylasuğ, bugünse Selçuk di­
ye adlandırılan bölgede gerçekleş­
mişti.) Bedreddin yiğitlerinin elinde
bir tek Karaburun ve oraya yakın bir­
kaç köyle, küçük bir kıyı parçası işte
bu dağ yamacı kalmıştı. Bir sayım
yaptılar; ikibinden daha az oldukları
çıktı. Sekizbin kardeşleri orada, sa­
vaş alanında kalmıştı." (Ben de Ha­
limce Bedreddinem, s. 401)
Hep bir ağızdan türkü söyleyip,
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip
hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı indileri hep beraber yiyebilmek
yarın yanağından gayrı
her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek için
onbinler verdi sekiz binini..."
(N. Hikmet)
Börklüce, toplandıkları mağara­
da, yaralı ve yorgun savaşçılarına,
bilge yoldaşlarına bakarak şunları
söyledi;
"Şehitlerimize şan olsun! Dava­
mız, kalanların omuzları üstünde
bundan böyle..."(A.g.e., s. 401)
Börklüce Mustafa, Torlak Ke­
mal'e arkadan düşmanın cephe geri­
lerine vurması için haber gönderdi.
Bir ara üstünlüğü ele geçirdiler, ama
arkasından geri püskürtüldüler. Ge­
ce baskını yapmaya çalıştılar ama
başarısızlıkla sonuçlandı. Düşman
32
TAVIR
şilecektir" demişti.
Gerçekten de düşman tüm gü­
cüyle saldırmıştı. Yaşamın unutuldu­
ğu savaşlardan sonra, işte Börklüce
ölümün aranacağı işkencelerle karşı
karşıyaydı. Ama o ölmekten çekin­
miyor, ölürken bile düşmanlarına na­
sıl darbe vuracağını düşünüyordu.
Sehpaya çıkardıklarında dimdik başı
ve gülümseyen gözleriyle halkı se­
lamlar gibiydi.
Kadı, Börklüce Mustafa'nın katle­
dilmesine dair hazırladığı gösterme­
lik fetvayı okuduktan sonra, cellatla­
ra işlerine başlamalarını emretti. Fet­
va,' Mustafa'nın "cehennem azabı
çektirilerek" öldürülmesini buyuruyordu.
İşinin ehli cellat, buyruğu aynen
yerine getirmek için elinden geleni
yapmaya başladı. Mustafa önce
avuçlarına iri çiviler çakılarak tahta
bir çarmıha gerildi. Çiviler ellerine
gömülürken hiç kimse yüzünde bir
acı belirtisine rastlamadı. Adeta "ha­
kikat düşüncesi feryat etmez" der gi­
bi mühürlemişti ağzını. Ardından cel­
Kalanlar aynı kararlılıkla omuzlalat, elindeki kerpetenle Mustafa'nın
dılar kavgayı.
parmaklarını tek tek kırmaya başla­
Ordu yeniden saldırdı. Dağlara
dı. İşini bitirdiğinde kendi üstü başı
çekilmeye çalıştılar, başaramadılar.
kan revan içinde kalmıştı. İzleyenler
Ordu tekrar saldırdı. Çok şiddetli bir
korkunç bir sessizlik içerisindeydiler.
çatışma oldu. Börklüce Mustafa'nın
İşkencenin vahşiliğinden çok karşı­
(Dede Sultan) yakalanmasıyla Haki­
laştıkları direniş etkilemişti onları.
kat Savaşçıları yenildi.
"Yenildiler.
Müslümanlar'ın yanı sıra, Musevi
ve Hırıstiyanlar'ın da taraftarı olduğu
Yenenler, yenilenlerin
bir hareketin önderini çarmıha gere­
dikişsiz ak gömleğinde sildiler
rek tarihe atıf yapabilecek kadar perkılıçlarının kanını,
Ve hep beraber söylenen türkü gibi, vasızlaşan egemen güçlere karşı, bu
kez halk kendi arasından çıkan ve
hep beraber kardeş elleriyle
sadece hakikate inandığı için infaz
işlenen toprak
sehpasında bile kazanacaklarına
Edirne sarayında damızlanmış
dair umudunu yitirmeyen bir kahra­
atların eşildi nallarıyla,"
manı izliyordu.
(N. Hikmet)
Börklüce ve yoldaşlarını, ortasın­
Börklüce o vaziyetteyken, yüzler­
da bir idam sehpasının bulunduğu
ce Hakikat Savaşçısı'nı tek tek seh­
meydana topladılar. Halk da zorla
panın önüne getirdiler ve onun göz­
getirilmişti. Şehzade Murat ve Başleri önünde başlarını vücutlarından
vezir Beyazit Paşa düşmanlarının
ayırdılar. Bu, Börklüce'ye işkenceler­
yokoluşunu ibret olsun diye herkese
den kat kat daha fazla acı veriyordu.
seyrettirmek istiyordu.
Ama o yine de sehpaya getirilen her­
kesi, yüzündeki aynı ifadeyle karşıla­
Bedreddin, daha İznik'de eyleme
dı.
geçme kararı alıp da, bu kararını
aralarında Börklüce'nin de bulundu­
Kafası vurulanlardan hiç kimse
ğu müridlerine açıklarken, "eyleme
pişmanım demedi, bağış dilemedi,
kalkıştığımız anda, zorba nice gücü
yazıklanmadılar bile.
varsa, tepemize acı olarak yağdıra­
Kadının "tövbe, istiğfar et"sözle­
cak ve bizi yitirmek için harcayacak­
rini istisnasız tüm hakikat savaşçıları
tır. Ölümün aranacağı işkencelere,
"Yaşasın Hakikat", "İriş Dede Sul­
yaşamın unutulacağı kavgalara giri­
tan", "İriş Şeyh Bedreddin" nidalarıy­
baskına karşı tüm önlemlerini almış­
tı. Bu sefer iki yandan sıkıştırmaya
çalıştılar ama başarılı olamadıkları
için tekrar geri çekilmek zorunda kal­
dılar. Geri çekile çekile Karaburun'a
gelirler. Karaburun'a geldiklerinde
Börklüce savaşçılarıyla kalıp kitle­
den geri dönmesini ister. Şu cevabı
alır:
"Biz ki, insan olmanın onurunu
paylaştık sizinle. Biz ki, yaşamanın
anlamını yudumladık bunca yıldır.
Tam yerleşemedik belli. Tam oturta­
madık düzenimizi. Ama, yine de. ki­
şi emeğinin değerini, özgürlüğün an­
lamını, kardeşliğin temelini, barışın
niteliğini gördük, sevdik, inandık...
Bunları yitirdikten öte, ölümün sözü
mü olur? Siz nice bir öndersiniz ki,
bize bunların tümünü öğrettikten
sonra, varın tutsak yaşayın diyorsu­
nuz. Kuşca can bunca değerli olsay­
dı, burda ne işimiz vardı?.. Elbet biz
de sizinle kalıyoruz. Ve dahi ya yeni­
yoruz ya da ölüyoruz..." (Azap Or­
takları, Erol Toy, II. Cilt, s. 509)
ARALIK 1996
la karşıladılar. Son sözleri bunlar ol­
du. Bu, tarifi mümkün olmayan bir
zafer töreniydi. Savaşı savaş alanın­
da kaybedenler böylesi bir ölüm
anında destan yazıyorlardı adeta.
Yüzlerce kez indi kalktı celladın
baltası. Börklüce Mustafa'nın hep
omuz başında olmuş komutan yol­
daşları, korumaları, Karaburunlu ba­
lıkçıların önderleri, köylü önderleri,
ellerinde silahlarıyla valinin eski as­
kerleri... Tümünün başları doldurdu
birbiri ardına sepetleri.
Satırı çaldı cellat...
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardınca düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş Dede Sultan, iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..."
(N. Hikmet)
Ertesi gün Börklüce Mustafa'nın
çarmıha gerili cansız bedeni, bir de­
venin sırtında, tellalın "Allah isyancı­
ları ve din sapkınlarını cezasız bırak­
maz" haykırışlarıyla sokak sokak do­
laştırıldı.
Börklüce Mustafa böyle ölümsüzleşti...
Börklüce Mustafa (Dede Sultan)
Börklüce Mustafa gençliğinden
beri silahla ve savaşla içiçeydi. Ba­
bası gibi kendi de azaplığı seçmiş,
Osmanlı'yla birlikte katıldığı seferler­
de gösterdiği yiğitliklerle nefer reisli­
ğine kadar yükselmişti.
Azaplığının ilk yıllarında duyduğu
heyecan, savaşların gerçek nedenini
anlamaya başladıkça yerini bir sor­
gulamaya bırakıyordu.
Göğüs göğüse geçen çarpışma­
larda Mustafa korkaklığı, kahraman­
lığı ve ihaneti öğreniyordu. Ancak
onu diğer savaşçıların büyük çoğun­
luğundan ayıran en önemli özelliği
adalet anlayışıydı. Savaşçıların bü­
yük çoğunluğu Osmanlı ordusuyla
birlikte kazandıkları zaferlerin sar­
hoşluğunu yaşıyor ve Osmanlı Sultanı'na kendilerinin de bilmediği bir
nedenle olağanüstü bir bağlılık du­
yuyorlardı. Osmanlı Sultanı'nın ga­
vur karşısında ki "ihtişamı" onlar için
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
kin bir haldeyken karşılaştığı Sufi
de övünç kaynağıydı. Mustafa çok
şeyhlerinden yardım gördü. Bu
geçmeden bu ihtişamın gerçek içeri­
şeyhlerdeki öngörüden ve sezgi ye­
ğini anlamaya başladı.
teneğinden etkilenen Mustafa, ru­
Bir keresinde Osmanlı ordusu,
hunda kopmakta olan fırtınayı onlara
çok güçlü bir Haçlı gücünü bozguna
anlatıp yardımcı olmalarını istedi.
uğratmıştı. Sultan Yıldırım Beyazıt,
Şeyhlerin yanıtı ise aynen şöyleydi:
kazanılan zafere rağmen, kaybettiği
savaşçılardan dolayı çılgına dönmüş
"Senin ilacın sende. Ama sen
ve tutsakların öldürülmesini emret­
bunu bilmezsin. Ve senin hastalığın
mişti. Sadece bir güç gösterisini ifa­
da sende; ama sen bunu görmezsin.
de eden bu emirle Mustafa, belki de • Sen, kendin, yüceler yücesi bir ki­
ilk kez sarsılmıştı. Binlerce yoksul
tapsın; harfleri kapalı olan bir kitap.
Hıristiyan savaşın ardından yok yere
Sana dışarıdan hiçbir şey gerekli de­
katledilmişti. Oysa bu esirleri savaşa
ğil. Çünkü yüreğinde bütün bir evren
süren beyler ve prensler "asaletleri­
var senin. Ama sen kendini minik bir
ne" uygun bir şekilde ağırlanmış, şe­
kum taneciği gibi görürsün!"
reflerine av partileri düzenlenmişti.
(...)
Mustafa savaşta yitirdiği arkadaşları­
"Yüreğinin sesine kulak vermen
nı düşündü ve "neden" sorusu geldi
gerek, ne var ki, bu, bilimlerin en zo­
takıldı düşüncelerine.
rudur. Bu bilime sahip olanlar alimler
Bir başka olayda da; Yıldırım Be­
değil, iki elleriyle onların eteklerine
yazıt, tutsak aldığı Karaman Beyi'nin
tutunmuş olanları gizli bilgiye ulaştı­
öldürülmesini emretmiş, ardından
ranlardır. Eğer ne elde edeceğini bil­
emri yerine getiren komutanı, "Belki
meden, hatta bir şey elde edip etme­
efendimin öfkesi geçer, yatışır diye
yeceğini bilmeden yola koyulmaya
beklemek yok mudur sende? Hem
hazırsan, davran!" (A.g.e., s. 47)
senin gibi bir solucan nasıl cesaret
Hazır olduğunu söyleyen Musta­
eder de koskoca bir beye el kaldıra­
fa, yanındaki arkadaşını uğurlayarak
bilir?" diyerek komutanı katlettirmişti.
yeni yolunda ilk adımını attı. Su Şey­
"Mustafa ilk kez ta yüreğinin de­
hi Ebu Ali Ekrem'in müridleri arasına
rinlerinde haksızlığa karşı bir öfke­
katıldı.
nin kabardığını duydu.
Yaklaşık bir yıl boyunca, Sufilerin
Dost olsun, düşman olsun, gavur
çok ağır eğitiminden geçen Mustafa
olsun, Müslüman olsun, beyler her
önce savaşçı gururundan kurtuldu.
zaman her yerde bey olarak kalıyor­
Çünkü bu, onun kendisini tanımasını
lardı. Hükümdara en sadık hizmet­
engelliyordu. Bu engeli aşabilmesi
karların yaşamları, İslamın binlerce
için, şeyhler ondan köy köy dolaşıp
savaşçısının yaşamı, bir tek beyin
elindeki sadaka tasıyla dilenmesini
yaşamı kadar değerli değildi. Eğer
istediler. Ardından ondaki dayanıklı­
söz konusu olan egemenlikse, yurt,
lığı ve sabrı geliştirmek için çeşitli
din, iman, tanrı yasaları, insan yasa­
yöntemler uyguladılar. Ağır işlere
ları... hiçbirinin önemi yoktu." (Ben
koştular, aç bıraktılar. Bütün sınav
de Halimce Bedreddinem, s. 45)
dönemlerini başarıyla geçen Musta­
Mustafa kafasında bu düşünce­
fa kendini ve dünyayı daha iyi tanıdı
lerle attı yıl daha azap birliklerinde
ve kendisinin hakikate hizmetin ba­
nefer reisliği yaptı. Osmanlı ordusu­
samaklarından biri olduğunu, kendi­
nun Timur karşısında uğradığı boz­
sini hakikatin bir parçası olarak algı­
gun esnasında, beylerin Yıldırım Belamayı ve onu kendinden daha çok
yazıt'a nasıl ihanet ettiklerini ve çı­
sevmeyi öğrendi.
,
karları söz konusu olduğunda her
Yeni öğrendiği şeyler onun yükü­
şeyi satabileceğini gördü. Hem sa­
nü daha da ağırlaştırmıştı. İçindeki
dece beyler değil Yıldırım'ın öz oğul­
acıyı dindirecek bir öğretmen bul­
ları bile yenileceklerini anlayınca as­
mak üzere Anadolu'yu iki yıl boyun­
kerleri savaş meydanında bırakıp
ca dolaştı. Gezdiği çeşitli yerlerde
kaçmışlardı. Artık Mustafa kafasın­
Şeyh Bedreddin'in adını duyuyor,
daki sorulara daha net cevaplar ve­
onun bilgeliğini, kendini insanlığa
rebiliyordu.
adamış olduğunu dinliyordu. Bed­
Timur ordularına yakalanmamak
reddin'in Ankara Savaşı'nda ihanet
için bir silah arkadaşıyla birlikte gün­
eden beyleri yüzlerine karşı aşağıla­
lerce dağlarda dolaşan Mustafa, bit­
mış olması dilden dile dolaşıyordu.
33
Mustafa, kimi aradığını biliyordu. Bir
tesadüf eseri, memleketi Tire'de
Şeyh Bedreddin'le karşılaştı. Ve
Şeyh İznik'e sürgün edilinceye kadar
yıllarca yanından ayrılmadı. İyi bir
öğrenci olarak Bedreddin'in güvenini
kazandı. Ve onun kazaskerliği döne­
minde kethudalığını (kahyalığını)
yaptı. Yine bu güvenin sonucudur ki,
Bedreddin ayaklanmayı başlatma
kararı aldığında, Anadolu Şeyhliği'ne atadığı kişi Börklüce Mustafa'ydı.
Börklüce, Hakikat Savaşı'nın ön­
derlerinden biri olarak da kendini ka­
nıtladı. Batı Anadolu yoksullarının
gönlünde bir komutan, bir halk önde­
ri olarak taht kurdu. Yöre halkı ona
bir yüceltme ifadesi olarak "Dede
Sultan" adını taktı. Şeyhinin "yüreği
ve aklı" olarak, savaşlarda kazanılan
zaferlerde ve ortak yaşamın örgüt­
lenmesinde öncülük görevini yerine
getirdi. Her davranışıyla, hem Bed­
reddin müridlerine hem de halka ör­
nek oldu. Gün oldu Büyük Kurultaya
başkanlık yaptı, gün oldu tezgah ba­
şında ya da tarlada halkla birlikte ter
akıttı. Her yaştan ve kesimden in­
sanla kolayca iletişim kurmasını sağ­
layan bir alçakgönüllülüğe ve örgüt­
çü yeteneğe sahipti. Kararları yol­
daşları ve halkla birlikte alıyor, uygu­
lamada ortaya çıkan sorunlarda yine
yanındakilere danışıyordu. Bir ön­
derde bulunması gereken hem öğ­
renci hem de öğretmen olma özelli­
ğine sahipti.
Börklüce Mustafa, yaşamı ağır
işkenceler altında son bulana dek,
davasına ve ideallerine bağlı bir dev­
rimcî olarak yaşadı. Halk üzerinde
yarattığı etki, onun ölürken sergiledi­
ği kahramanlığının kitlesel bir karak­
ter kazanmasını sağladı. Her adı­
mında halka mesaj verme, onları
eğitme ve değer yaratma anlayışıyla
hareket eden bir önderdi. Nitekim
savaş meydanında ölebileceğini bile
bile korkunç işkenceleri tercih etmiş,
düşmanla girdiği son hesaplaşmada
da, müridlerinin ve halkın gözleri
önünde egemen zorbayı dize getir­
miştir... O görevini yerine getirmiş
komutanların huzuru içinde ölümü
karşıladı.
Dede Sultan kuvvetlerini yok
eden Beyazıt Paşa, Aydın ve Saruhan beyliklerinin topraklarını eski sa­
hiplerine dağıttıktan sonra, Mani-
34
TAVIR ARALIK 1996
Şeyh Bedreddin'in Mezarı: Çemberlitaş'ta II. Abdülaziz ve II. Mahmud'un me­
zarlarının bulunduğu türbenin bahçesine, Osmanlı döneminin "ileri gelenlerinin"
mezarlarının yanına gelişigüzel bir şekilde gömülmüş. Mezartaşı yok fakat sanki
inadına bir çift karanfil boy vermiş Bedreddin'in mezarında.
sa'ya Torlak Kemal'in üzerine yürü­
dü.
Torlak Kemal, yanındaki 3 bin
yoldaşıyla birlikte şehir dışına çıktı.
Şehri Osmanlı'nın saldırısından ko­
rumak için, düşmanı şehir dışında
karşılamaktı niyeti... Amansız bir sa­
vaş sonunda Karaburun yengisiyle
morali yükselmiş olan Osmanlı ordu­
su Hakikat Ordusu'nu bozguna uğ­
rattı. Silahlı ele geçen herkesin boy­
nu vuruldu. Bütün Yahudiler bir teki
kurtulmamacasına kılıçtan geçirildi­
ler. Geri kalanlar ise kadının ve vali­
nin insafına bırakıldılar. Torlak Ke­
mal ise en yakın yoldaşı Abdal Tor­
lak ile birlikte kale duvarında ipe çe­
kildi.
Torlak Kemal böyle ölümsüzleşti...
Torlak Kemal
Torlak Kemal'in kesin olmamakla
beraber Manisa'da doğduğu sanıl­
maktadır. Ailesi ve geçmişi hakkında
kaynaklarda bir bilgi yoktur. Bazı
kaynakların satır aralarında tekke
eğitimi görmüş olabileceğine dair ifa­
delere rastlanıyor ki, bu eğitim büyük
olasılıkla Sufi şeyhlerinin eğitimidir.
Şeyh Bedreddin'in Sufiler'e ait dü­
şüncelerini kolaylıkla anlayabilmesi
bunun işareti olarak görülebilir.
Torlak Kemal, Torlaklar diye anı­
lan bir topluluğun lideri durumunday­
dı. Bu topluluk devlet görevlilerine ve
ulemalarına karşıydı. Bunun nedeni
ise her türlü düzene muhalif oluşla­
rıydı. Torlaklar başına buyruk yaşa­
mı benimsemiş bir topluluktu.
Bir gün Bedreddin ve müridleriyle karşılaşan Torlaklar, başlangıçta
Şeyhi, hep tepki duydukları ulema­
dan biri sanarak sıkıştırırlar. Ancak
daha ilk sözleriyle Bedreddin farklılı­
ğını ortaya koyunca onu konuk eder­
ler. Kemal, Bedreddin'in anlattıkla­
rından etkilenerek müridliğe kabul
edilmesini ister. O andan itibaren de
Torlaklar Bedreddin Hareketi'nin
önemli güçlerinden birini oluşturur.
Özellikte Manisa yöresinde savaşçı
özellikleriyle büyük yararlılık göste­
rirler.
Torlak Kemal de büyük olasılıkla
Börklüce Mustafa gibi dervişlerin
geçtiği çite hayatından geçmiştir.
Çok uzun süreli açlık ve uykusuzlu­
ğa rağmen, yorulmadan çalışmakta,
köyden köye, kasabadan kasabaya
dolaşarak yaşamın ve savaşın ör­
gütlenmesi için olağanüstü bir ça­
bayla koşturmaktadır.
Manisa'da kurutan düzende Ya­
hudilerin önemli bir yer tuttuğu düşü­
nülürse Torlak'ın da Yahudi olma ih­
timalinden bahsedilebilir. Nitekim ki­
mi resmi tarih kaynakları da ondan
Yahudi diye bahsetmektedir. Gerçi,
onların Yahudi nitelemesi egemen
anlayışın etkisiyle bir aşağılama ifa­
desi olarak da kullanılmış olabilir.
Bedreddin, Torlak Kemal'den
doğruluğu ve titizliği yönüyle bahset­
mektedir. Gerçekten de Torlak Ke­
mal, Bedreddin'in diğer öğrencilerin­
de de mevcut olan halka açıklık ilke­
sini hep uygulamıştır. Neyin, nasıl
gerçekleştirileceğini halka net bir şe­
kilde anlatmış, açmaza düştüğü, an­
larda da bunu açık yüreklilikle belir­
terek halkın desteğini istemiştir. Bu,
onda varolan kendi düşüncelerine ve
halkın değerlendirmelerine duyulan
güvenin bir yansımasıdır.
Titizliği ise adaletin uygulanması
ve kimi önemli kararların arefesinde
özellikte öne çıkmıştır. Öğretmeni
Bedreddin'in "saygıdeğer amaçlara
saygıdeğer araçlarla ulaşılır." uyarısı
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
Torlak Kemal tarafından taviz veril­
meyecek bir ilke olarak benimsen­
miş ve hayata geçirilmiştir.
- Güneş de batarken sararır!
- Hangi yılan, zehrini akıttı da yü­
reğine, seni koyduğumuz yerde dur­
madın?
- Yuvasına yılan giren şahin, da­
"Hakikat Ölmez"
ha o yuvada oturup kalmaz.
Osmanlı Ege'de ortakça düzeni
zulüm ve vahşetiyle boğmuş, Börklü- Neden hükümdarının yüce buy­
ce Mustafa, Torlak Kemal ve binler­
ruklarına boyun eğmez, başkaldırır­
ce hakikat savaşçısını katletmişti.
sın?
Rumeli'de ise aylarca savaş için ha­
- Yüce buyruk, hakikatin buyru­
zırlık yapan Şeyh Bedreddin ve sa­
ğudur. Zorbalığı sineye çekmeyin,
vaşçıları, Deliorman'da toplanıp bin­
zorbaya boyun eğmeyin, diyen bir
lerce savaşçıyla Zagora'ya varmış­
buyruktur bu."(A.g.e., s. 422)
lardı.
Bedreddin, bir halk adamı, bir
halk önderi, yetenekli bir öğretmen­
Her şahin
di. Özellikleri salt bunlarla sınırlı ol­
peşine yüz aslan takıp gelmiş
saydı; onu öldürmek ve tarihten sil­
Köylü, bey ekinini, çırak, çarşıyı yakıp,mek mümkün olabilirdi. Ancak onun
Reaya zinciri bırakıp gelmiş,"
asıl gücü düşüncelerinde ve hedefleYani
rindeydi. Dolayısıyla, katlinden önce
. Rumeli'nde bizden ne varsa tekmil
düşüncelerinin ve hedeflerinin mah­
Kol kol ağaç denizine akıp gelmiş..
kum edilmesi gerekiyordu. Sultanın
Bir kızılca kıyamet!
etrafındaki akıl hocaları, böylesine
Karışmış birbirine
ünlü bir bilginin şıradan bir düşman
At, insan, mızrak denir, yaprak deri, gibi öldürülmesinin yakışık almaya­
Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. cağını anlattılar. Sultan da göster­
Ne böyle bir alem görmüşlüğü vardır, melik bir yargılamanın, çıkarlarına
Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var daha faydalı olacağına inandı ve ule­
Deliorman deli olalı beri..''
madan hazırlanmalarım istedi.
Zagora'daki güçlerle birleşen
Kendilerine Bedreddin karşısın­
Şeyh Bedreddin kuvvetleri Edirne
da hiç mi hiç güvenmiyorlardı, ama
yolunda Osmanlı ordusuyla çarpışa­
yine de "tam üç gün hazırlık gördü
rak yenildiler. Düşmandan çok daha
ulema. Kanıtlar aradılar, sesleri kısı­
güçlü olmalarına rağmen egemenler
lana dek tartıştılar, 'hadise'nin seri
tarafından yüzlerce yıldır işlenen
hükmünü tayin edebilmek ve Vazi­
halklar arasındaki güvensizlik ve Ön­
yete uygun bir ahkam' çıkarabilmek
yargılar Hakikat Savaşı'nın zaferini
için kitabullahtan peygamber sünne­
engelleyen önemli faktörlerden biri
tine kadar başvurmadık kaynak, ki­
olur.
tap bırakmadılar. Tek amaçları, hün­
Bu yenilginin ardından beylerin
karın önünde rezil olmadan şu 'pis'
ihaneti nedeniyle Şeyh Bedreddin
işin içinden sıyrılmaktı. Bedreddin,
Osmanlı'ya tutsak düştü.
işi fazla uzatmadan cellada teslim
Bedreddin, kendisini teslim alıp
ediliverecek sıradan biri değildi. Ne
sultana götürmeye gelen beye ve
olursa olsun, devletin en yüksek ma­
adamlarına direnmedi. Kurtulma im­
kamında yer almış, bütün müslüman
kanı olabilirdi. Bunu seçmedi. Bir kez
ilim aleminin yıldızı olmuş bir şeriat
daha engin öngörüsüyle hareket etti.
bilgini, aşılamamış bir fıkıh kitabının
Tarihe bırakacakları mirası ölümsüz­
yazarıydı. Böyle birinin başının vu­
leştirmek için yakaladığı bu fırsatı en
rulması ülkenin tüm bilginlerini aya­
iyi şekilde değerlendirmekti amacı.
ğa kaldırırdı. Bundan kaçınmak için,
Gidecek ve düşmanlarını, kendilerini
kendisini önce esaslı bir şekilde ka­
en güçlü hissettikleri anda, doğrulu­
ralamak, Şer'an mahkum etmek ge­
ğuna sonsuz inanç duyduğu görüş­
rekirdi. Böyle bir işi başarabilmek
leriyle mahkum ettikten sonra ölümiçinse, değil üç gün, üç ay yetmezdi.
süzleşecekti. Bu yüzden teslim oldu.
Eksiksiz bir biçimde hazırlanmak,
"Bedreddin'i huzura aldıklarında
kanıtlar toplamak ve açabileceği bir
(Sultan) Mehmet Çelebi hafif alaylı:
tartışmada onu yenmek gerekiyor­
- Benzini sarı görürüm, dedi. Sıt­
du." (A.g.e., s. 422-423)
ma illetine tutulmuş olmayasın sa­
Bedreddin, sultan yardakçısı
kın.
sözde hukukçuların bütün karalama
35
ve suçlamalarına kısa, net ve kurşun
gibi ağır yanıtlar verdi. Hakikati sa­
vunuyordu. Tarihin en önemli siyasi
savunma örneklerinden birini sergi­
leyen Bedreddin, bir süre sonra, ge­
tirilen mantıksız ve aptalca suçlama­
lara, hakaretlere yanıt vermekten
vazgeçti. Katli vaciptir diye biten fet­
vanın altına kendi mühürünü bastı.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi;
- Madem ki bu kerre mağlubuz,
netsek, neylesek zaid.
Gayri, uzatman sözü.
Madem ki fetva bize ait
Verin ki basak bağrına mührümüzü..."
(Nazım Hikmet)
Onu sehpaya çıkardıklarında,
savaşta binlerce yoldaşını kaybet­
miş, ideallerini gerçekleştirememişti.
Ama o, idam ipinin altında zafer ka­
zanmış mağrur bir komutan edasıyla
duruyordu. Gerçekten de bir zaferdi
bu.
İnsanların hakikat uğruna ölebi­
lecekleri kanıtlanmıştı. Batı Anado­
lu'da ve Rumeli'de kanla boğulan
Bedreddin müridleri, zulmün en kat­
merlisine rağmen, bir halkın direnme
ve Savaşma kararlılığının yok edile­
meyeceğini göstermişlerdi. Ve işte,
Şeyh Bedreddin de, ölümüne bir
adım kala "hakkın ve doğruluğun gü­
cüyle dize getirmişti sultanın yar- °
dakçılarını. Bu yenilginin utancını,
Bedreddin'i aşağılayarak silebileceklerini sananlar, üstünde ne var ne
yoksa çıkarıp çırılçıplak ettikten son­
ra astılar onu...
Yıl 1420'ydi. Yer, Batı Trakya'da
bugün Yunanistan sınırları içinde bu­
lunan Serez kasabasının ortasındaki
Bakırcılar Çarşısı'ydı...
Şeyh Bedreddin Mahmud böyle
ölümsüzleşti...
•
gelecek sayı;
ANADOLU İHTİLALİMİZ
SÜRÜYOR
36
TAVIR
ARALIK 1 9 9 6
HAYATI AZIM
MEKTUP GÖNDERMİŞSİN, ALDIM
aydi İdil! Siz içer­
den biz dışardan...
Günün herhangi bir
saati... sabah, ak­
şam, gece yarıla­
rı... çıkıveriyorsun
karşıma. Boğazda­
ki vapurlardan birine bindiğimde, Sarayburnu'na, Eminönü'ne ilişiverdiğinde bakışlarım...
Az sonra vapur iskeleye yanaşacak.
Vapurdan indiğimde denizin esinti­
siyle dalgalanan düz ve uzun saçla­
rın, upuzun eteğinle seni görüvereceğim. Şaşkınlıkla karışık sevinç
rüzgarları eserken gözlerimde "mer­
haba" demeden "hayrola" diyece­
ğim. Öylesine alışmıştık ki birbirimizi
kültür merkezinde görmeye, başka
bir yerde karşılaşamazdık sanki. Ne­
reden geliyordun o gün. Matbaaya
mı uğramıştın, yoksa montajcıdan
mı dönüyordun? "Hiçi Dolaştım bi­
raz" dedin. Birbirimizi görmenin se­
vinciyle ayrıldık. Sen kültür merkezi­
ne, ben Cağaloğlu'na.
Kültür merkezinde ilk karşılaştı­
ğımız gün utangaçca; "Ben Ayçe
İdil" demiştin. "Ayşe mi?" diye sor­
muştum. "Ayşe değil, Ayçe" dedin.
Sesinde kararlılık vardı bu kez. Ya­
nında iki kız daha vardı. Onları anım­
samıyorum şimdi. "Kültür merkezine
H
ilk gelişin mi?" diye sordum. Gözle­
rinde sevinç, gözlerinde umut: "Öz­
gürlük Türküsü'ndeyim."dedin. Son­
ra birden hüzün kapladı yüzünü:
"Ben gelmek istiyorum ama annem
kızıyor". Kaç ayını aldı, "Oraya gider­
sen, teröristlere gidersen intihar ede­
rim" diye apartmanı inleten annenle
cebelleşmen?
Haydi İdil! Siz içerden, biz dışar­
dan... Sesimiz gür çıkmalı.
Sabah işe giderken ikinci köprü­
den giden otobüsleri kullanıyorum
nicedir. Çam ağaçlarının üstünden
bir alçalıp bir yükselen üçgen duvar­
ları ilk gördüğümde irkildim. "Ümra­
niye Cezaevi" dedim birden. Oraya
gitmiştim birkaç kez. Fakat TEM oto­
yoluna bu kadar yakın olduğunu bil­
miyordum. Bir an, senin çok yakının­
dan geçip de bir merhaba bile diyememenin ezikliğini hissettim. Senin
Çanakkale'de olduğunu biliyorum el­
bette. O günden sonra oradan her
geçişimde yaşadım bu duyguyu.
Çamların üzerinden görünen gözet­
leme kulesine, çatıdaki kiremitlere,
duvarlara... seni görüverecekmişim
gibi baktım. Haydi İdil! dedim. Siz
içerden biz dışardan... Sesimiz gür
çıkmalı. Kazanacağız.
Bu çocukların servis parası, bu
ev kirası... elektrik ve telefon para­
sı... ayın onbeşinden onbeşine... Ye­
tişmiyor! Hesaplar bir türlü tutmuyor.
Tutacağı da yok. Sen nasıl kalkıyor­
dun) küttür merkezindeki hesapların
altından, üstelik para yokluğunda.
Bu kültür merkezinin kirası, bu dergi­
nin kağıt, matbaa gideri, bu yemek,
bu yol parası...
Kadıköydeyim. Hasır tabureli, sı­
ra sıra dizilmiş çay bahçelerinin
önünden insanları süzerek yürüyo­
rum. Tanıdık bir yüz görsem, oturup
bir çay içsek... Karakola uzanıyor
gözlerim. Silahlı iki polis karakolun
önünde nöbet tutuyor. Birden senin
çığlığın boşalıyor dışarı: "Ben Ayçe
İdil Erkmen!... Tavır Dergisi çalışanı­
yım!.. Beni kaybedecekleri..." Posta­
neye, işhanlarına, şehir tiyatrosuna,
iskeledeki vapurlara çarparak çoğa­
lıyor sesin. "Ben Ayçe İdil Erkmen!"
Çay bahçesindeki ağaçlar fırtınaya
tutulmuş sesinle. Dalgalar kabarmış.
Burada değildin, biliyorum. Anka­
ra'da gardan almışlardı seni. DAL'da
sorguda kaldın onbeşgün kadar.
Kaybedememişlerdi. "Ben, Ayçe İdil
Erkmen!..." diye haykıran sesin so­
kaklara taşmıştı.
Haydi İdil. Siz içerden, biz dışar­
dan...
Bir gelişimde, bilgisayarın başın­
da oturmuş "Gün Karanfil Kokuyor"
TAVİR ARALİK 1 9 9 6
kitabındaki öyküleri sayfalara oturt­
maya çalışıyorsun. Parmakların tuş­
larda, gözlerin ekranda dolaşıyor.
Gelip oturuyorum yanıbaşına. Öykü
başlığını biraz aşağı yukarı, ya da
sağa sola çekelim gibisinden öneri­
ler getiriyorum. Bir an ekrandan
uzaklaşıp bana dönüyorsun. "Panto­
lonun eskimiş, ihtiyacın var mı, ala­
lım mı?" diyorsun. Bayramlık alına­
cak çocukların sevinciyle "Alalım" diyorum. İçim içimi yiyor daha sonra.
Devrimci emekle kazanılmış parayı
kendim için, hele hele de pantolon
için harcayamam ki ben. Birkaç gün
sonra yine oturuyorum senin yanıba­
şına. Henüz alınmamış pantolon için
teşekkür edip kendim alabileceğimi
söylüyorum.
Çok geçmeden göremez oldum
seni. Yurtdışına gitmişsin. Gelir diye
bekledim. Kültür merkezindeki oda­
lardan birinden çıkıp geliverecektin
ve öğretmenine sokulup bir şey so­
ran, bir isteğini ileten bir ilkokul öğ­
rencisinin mahzunluğuyla yanıma
yaklaşıp 'Sen yazmak istiyorum", di­
yecektin. Bayrampaşa Cezaevi'ne
bir arkadaşını ziyarete gidip geldiğin­
de aynı kelimelerle, aynı böyle sor­
muştun. Bir an durup düşündüm.
Dergide düzeltmenlik, mizanpaj, yer
yer redaksiyon yapan, matbaaya,
kağıtçıya, montaj işlerine koşan, üni­
versite öğrenciliğini bırakıp gelmiş
idil'e ne söyleyebilirdim ki? "Ver ka­
lemi yüreğine yazsın" dedim sana.
Yazdığın yazıyı beraber okuduk son­
ra.
Bir daha dergiye gelmeyeceğini
hissediyordum artık. Çay mı, kahve
mi diye sorar gibi İdil yok mu, diye
sordum arkadaşlardan birine. "Gitti"
dedi. Gitmiştin. Dahasını sormadım.
Soramadım. "Kendine iyi bak" bile
diyememiştik birbirimize. Sana dair
bir acı kalmıştı içimde. Vedalaşabilseydik; "haklıydın" derdim.
Tek işin bilgisayar değildi ki se­
nin. Ayşe Gülen Halk Sahnesi'ndeydin aynı zamanda. Daha doğrusu
sana gereksinim oldukça oradaydın.
Nerede bir boşluk varsa oradasın.
Sahneler, ışıklar, alkışlar... bunlar
değil istediğin... Verdin kalemi yüre­
ğine, yazdı. Söyledin yüreğine, oy­
nadı. Sahici sahici oynuyordun. Ba­
sın toplantısı için birkaç yazar, sine­
ma oyuncusu gelmişti kültür merke­
zine. Konu; yerinde infaz. Moda'da
37
Uğur ve Şengül katledilmiş. Fuaye
her zamankinden daha kalabalık.
Küçük odadan hep birlikte fırladınız
ortaya. Çığlıklar, küfürler, itişmeler,
sürüklemeler, silahlar, maskeler...
Konukların tümü sıçrıyor oturdukları
yerden. Herşey sahici gibi. Kültür
merkezinin basıldığını düşünüyorlar
o an. Ben oyun sergileneceğini bildi­
ğim halde ürperiyorum şöyle bir.
Oyuncuları tanımasam daha bir deh­
şete düşeceğim. Bu bir oyun diyo­
rum kendi kendime. Az sonra öteki
oyuncular da için için tekrarlıyorlar
aynı tümceyi. Bu bir oyun. Sen Şengül'ü oynuyorsun. Evde üç kişisiniz.
İki kız bir erkek. Sırt sırta vermişsiniz
öteki oyuncuyla. O kaçıp kurtuluyor
infazdan. Sen ölüyorsun. Erkek
oyuncu da. Bu bir oyun. Az sonra
doğrulup kalkıyorsun düşüp öldüğün
yerden. Yüzünde, oyundan kalan iz­
ler...
Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar­
dan... Sesimiz gür çıkmalı.
İçimden geçen bu sözlere gülü­
yorum. Beni de aldılar içeri. Toplantı
gösteri yürüyüşüne muhalefetten.
Aydınlar, sanatçılar biraraya geldik
sizin için. "Bıçak kemikte..." dedik
Ortaköy'de. Hiç bir sese tahammül­
leri yok İdil. Hiçbir sese... cezaevin­
de ölümle bir başına kalasın diye.
Görebildiğim hücreler dolu. Herbirinde beşer altışar... Açlık grevine baş­
ladık alındığımızda. Karnım karnıma
yapıştı bir günde. Şeker yok, su da
yok. Dün, Cumartesi Anneleri'yle be­
raberdim. Arkadaşlarla bir ayran içtik
. lisenin önüne gelmeden. Ayran bar­
dakları dolanıyor gözümün önünde.
Buradan çıktığımda, diyorum ayran
bardaklarını her gördüğümde. Bura­
dan çıktığımda... Aslında dün orada
alacaklardı beni. "Alın bunları!" dedi
telsizli biri. Paniğe kapıldım bir an.
Birkaç adım geriledim. Yanımdakileri aldılar. Uzaklaştım oradan. Seni
düşündüm sonra, omuzlarımda seni
orada ölümle bir başına koyup gitmi­
şim gibi ağır bir yük.
Açlığımın ikinci günü. Karnım
karnıma yapıştı. Bu bir oyun değil
İdil. Sen 40'lı günlerdesin. Doğrulup
kalkmak yok oyunun sonundaki gibi.
Evvelki gün kitabı matbaadan aldık.
"Gün Karanfil Kokuyor" kitabını. Dü­
zeltmeydi, mizampajdı derken defa­
larca okudun sen de benim gibi. Ki­
tap okuyacak durumda olmadığını
da düşünebiliyorum elbette. Ulaştırabilseydim sana. Emek verdiğin ki­
taba bir dokunabilmeni, kapağına
bakmanı, sayfalarını çevirmeni isti­
yorum nedense?
Hadi İdil! Siz içerden, biz dışar-'
dan. Sesimiz gür çıkmalı. Biz kaza­
nacağız.
Ölmeyesin sakın. Kaç ayın kaldı
ki şunun şurasında? Dergiden bir ar­
kadaş görüşüne gitmişti geçen hafta.
Görüşe çıkamamışsın.
"Mitralyöz...Mitralyöz" diye sayıkladığının
haberini getirdi, yıldızları sarkıtıp
camdan aşağı. Bir mermi, bir mermi
daha...Vuruşa vuruşa ölmeyi yeğler­
din; mitralyöz mitralyöz. Ölmeyesin
İdil!
Okuyamıyorum. Yazamıyorum.
Yemek yiyemiyorum. Yürüyemiyorum. Çığlıklar isim olup biteviye yan­
kılanıyor beynimde. Her biri ateş
olup düşüyor içime. "Ben Aygün
Uğur! Eskişehir tabutluğu kapatıl­
sın!...", "Ben Altan Berdan Kerimgil­
ler! Hastaneye, mahkemeye gider­
ken dayağa son!...", "Ben İlginç Özkeskin! Cezaevlerinde insanca yaşa­
mak istiyoruz!...", "Ben Hüseyin Demircioğlu! Cezaevi kapılarında ya­
kınlarımız gözaltına alınmasın, iş­
kence görmesin!...", "Ben Ali Ayatal",
"Ben Müjdat Yanat!", "Ben Tahsin
Yılmaz!", "Ben Yemliha Kaya!", "Ben
Hicabi Küçük!", "Ben Osman Akgün!", "Ben Hayati Can!"... Bitip tü­
kenmeyen upuzun çığlıklar, onmaz
yaralar açılıyor içimde.
26 Temmuz 1996 İstanbul üstü­
me yıkılıyor. Konuşamıyorum. Tele­
fon çalıyor. Tanıdık bir ses: "Gazete­
de bir isim" deyip duraksıyor. "Ayşe
İdil Erkmen" diyor sonra. "Ayşe de­
ğil, Ayçe... Ayçe İdil Erkmen".
Bir mektup göndermişsin İdil. Al­
dım.
"... Bu onurlu görevi zaferle so­
nuçlandıracağız. Düşmanın devrim­
ci tutsakları, emekçi halkımızı teslim
almasına izin vermedik, bugün de
vermeyeceğiz... Direnen tüm yol­
daşlarımı, direniş ve zafer coşku­
suyla selamlıyorum. Hoşçakalın."
(16.7.1996 Ayçe idil Erkmen)
38
TAVIR ARALIK 1996
RÖPORTAJ
"İstanbul Kanatlarımın Altında" Filminin Yönetmeni
Mustafa Altıoklar
MEDYAYI NEDEN KULLANMAYAYIM?
Y
önetmenliğini Mustafa Altıoklar'ın yaptığı "İstanbul Kanatlarımın
Altında" adlı film yaklaşık altı ay boyunca gösterimde kaldı. Ya­
sakların, baskıların toplu halk katliamlarının, iktidar içindekiçatışmaların yoğunlukla yaşandığı 4. Murad devrinde, Hezarfen Ahmet
Çelebi'nin uçma tutkusunun, bu konuda yaptığı bilimsel çalışmala­
rın ve iktidarla arasındaki sorunların anlatıldığı bir film "İstanbul Kanatla­
rımın Altında". Yönetmen Mustafa Altıoklar, filmiyle aynı zamanda Os­
manlı devrine de bir bakış açısı, bir yorum getiriyor. Film, okullarda okudu­
ğumuz ve beynimize kazınan resmi tarihe denk düşmediği için ve 4. Mu­
rad'ın kişiliğini zedelediği gerekçesiyle devlet eliyle yasaklanma boyutuna ka­
dar vardı. Uç ilde filmin gösterimi yasaklandı. Filme gelen eleştiriler yalnız­
ca bu yanlarıyla da değildi. Oyuncularının medyada çok öne çıkmış insanlar
olmasından tanıtımındaki medyatik öğelere, 1400'lü yılların İstanbul'unu
canlandırmadaki teknik eksikliklerden kimi diyaloglarda ve kostümlerdeki
basitliklere kadar pek çok açıdan eleştirildi film. Buna karşın yaklaşık 400
bin sinemasever tarafından izlendi. İçeriği itibariyle filmin duyarlı bir çalış­
ma olduğuna ve yasaklanması nedeniyle sahiplenmesi gerektiğine inanıyo­
ruz. Film gerçekten bir takım eksiklikleri barındırıyor. Ama yüzyıllar önce­
sinin İstanbul tablosunu yansıtmada ya da kostümlerde bir takım yetersizlik­
lerin bulunması, filmin belirleyici yanları olarak görülmemeli. Ancak daha
fazla izleyici çekebilmek adına medyanın olanaklarından yararlanırken, kimi
sahnelerdeki anlatım tarzlarının gereksizliğine değinmek istiyoruz. Özellikle
filmdeki abartılı cinsellik öğelerinin; o dönemin ve çizilmek istenen karekterlerin yansıtılmasında ve belirginleştirilmesinde ne derece önemi vardır? Böy­
lesi bir anlatımla, izleyicinin o dönemi ve yaşadığımız dönemi sorgulaması
niyetimizi pekiştirebiliyor muyuz? Ama şöylesi bir gerçekle de yüzyüzeyiz.
Amerika ve Avrupa film tekellerinin "sanat ve estetiklik" adına birçok filmde önümüze sürdüğü cinsel yozluğu içeren yapıtları neredeyse yaşamımızın
bir parçası haline getirilmiş durumda. Ulusal film üretimlerinde de bu öğeler
giderek ağırlık kazanıyor. Oysa yönetmen M. Altıoklar'ın da değişiyle "Bir
film tartıştırıcı, aydınlatıcı, sorgulatıcı" olması gerektiği kadar, yokedilmeye
çalışılan değerlerimizi de korumalı, yansıtabilmelidir. Filmi daha "çekici"
kılmak adına getirilen bu yaklaşımın, yönetmen M. Altıoklar'ın kişisel terci­
hi olduğunu ve medyanın da "ilgisini" çeken yaşam biçiminin bir yansıması
olduğunu düşünüyoruz. Ancak yasaklara, baskılara karşı olan ve eşit, özgür
bir dünyayı özleyen her aydın-sanatçının, öncelikle halkın değerleriyle do­
nanması ve yaşam biçiminde emekçi halklarla daha sıkı bağlar kurması ge­
rekmektedir.
Film, içerisindeki bir çok vurguyu zorlamadan izleyiciye ulaştırabiliyor.
Hezarfen'in ve bir diğer bilim adamı olan Lagari Hasan Efendi'nin kadılar
yoluyla iktidar tarafından sorgulanması ve bu sıradaki diyaloglar, bugünü­
müzle kıyaslamalar yapmada etkili oluyor. Filmde baskıcı düzenler ve uygu­
layıcıları için söylenen son sözler ise yapım amacını ortaya koyuyor: "Onlar
hep vardı, varlar ve varolacaklar. Ama insanlık onları anmadı, anmıyor, an­
mayacak".
Filmin henüz gösterimde olduğu dönemde yönetmeni Mustafa Altıoklar'la gerçekleştirdiğimiz bir röportajı yayınlıyoruz.
Filminizin engellenme nedenleri
'hakkındaki düşüncelerinizi açar mısınız?
Gösterim yasakları şu anda Urfa,
Kayseri ve Balıkesir'de. Tepkiler ise
gerici ve milliyetçi kesimlerde her taraf­
ta. Aslında ben daha senaryoyu yazar­
ken bu tarz tepkilerin oluşacağını bili­
yordum. Benim için hiçbirisi sürpriz de­
ğil. Zaten filmin anafikrinde de bu var:
Hazerfan uçtuktan sonra 4. Murad'ın
"Senin gibi adamlar çok korkulacak
adamlardır. Çünkü her ne murad edeceksen elinden gelir. Dolayısıyla bekaan caiz değildir". Filmi oluşturan bu
sözdür. Tarihler boyunca otorite, ikti­
darlar mevcudiyetlerini korumak için,
hep çıkış yapanlara, hayata bir parça
aydınlık getirmeye, bir ışık tutmaya ça-.
lışanlara, yeni bir soluk olarak ortaya
çıkanlara korkuyla bakmışlardır. Hazerfan'a da korkuyla bakılmış. Bugün
ortaya çıkan filme, daha önce Hazerfan'a yapılan muamelenin yapılacağı­
nı, bu filmden de korkulacağını biliyor­
dum. Konuyu 4. Murad'ın eşcinsel olup
olmadığına indirgeyerek, aslında çok
daha derinden korktukları meseleleri
dile getirmeden bu konuyu ön planda
tutarak, bu nedenle filme karşı çıkıyorlarmış gibi görünerek aslında iktidar
kendini deşifre etmiş oldu gene. Ama
tepkiler yalnız olumsuz tepkiler değil.
Filmi oluştururken hangi düşün­
celerle hareket ettiniz?
Aslında benim özelliğim olmaması­
na, yapıma göre olmamasına rağmen
filmi popüler kültüre hitap edecek tarz­
da oluşturdum. İstediğim; apolitize edil­
miş genç kuşakların da sinemaya gel­
mesi, izlemesi, ilgilenmesi, meraklan­
ması ve filmin içindeki mesajları da be­
nim onlara aktarabilmemdi. Zannedi­
yorum bunda başarılı oldum. Filmin şu
ana kadar 380 bin civarında izleyicisi
oldu. İzleyicilerin de büyük çoğunluğu
üniversiteli gençler. Hatta bir çoğu film-
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
den alkışlayarak çıkıyorlar. Benim
amacım da buydu. Tarihte iktidarların,
bireyler üzerindeki baskıcı, yasakçı tu­
tumunun nasıl olduğunu, hangi yön­
temlerle yaptığını ve bu yöntemleri ne­
den uyguladığını, kendi mevcudiyetini
nasıl korumak istediğini genç kuşakla­
ra anlatmak içindi. Bu konuyu ben bu­
günkü topluma, düzene de indirgeye­
rek anlatabilirdim. Nazım Hikmet, De­
niz Gezmiş ya da Yaşar Kemal üzerine
de bir öykü oluşturulabilirdi. Yahut da
bugün uçmaya kalkan bir adamın öy­
küsü oluşturulabilirdi, Hazerfan'ın serü­
veni gibi. Aynı reji, aynı şekilde bugün­
de de geçebilirdi. Ama o zaman bugü­
nün gençlerini bu kadar çok sinema sa­
lonuna çekebilir miydim, onu bilmiyo­
rum. Böylesi tarihsel perspektife oturtu­
larak aynı zamanda genç kuşağa bas­
kıcı rejimlerin nasıl olduğunu ve neden
baskı uyguladıklarını anlatmak istedim.
Tarihi çarpıttığınız söyleniyor.
Sanırız Hürriyet yazarıydı. "O dö­
nem düşünce özgürlüğü mü vardı
ki, bu filmde düşünce özgürlüğün­
den bahsediliyor" demişti...
Evet... Murat Bardakçı "Aydınlan­
ma devri oldu mu?" diye sordu. Bunlar
tarihi çok iyi bildiklerini zanneden ve ta­
rihsel bilgilerin tekellerinde olduğunu
düşünen insanlar. Bunların Hallaç-ı
Mansur'dan haberleri yok. Farabi'den
haberleri hiç yok. İbni Sina'dan, islami­
yet içi mülteci akımından hiç haberleri
yok. İslamiyetin aydınlık çağında Ab­
basi Hükümdarı "Eski Yunan'da ne ka­
dar belge, bilgi, kitap varsa, her şeyi
çevirin" diyor ve bütün felsefi araştır­
malar ve bilimsel çalışmalar yapılıyor.
Ama daha sonra baktıklarında bu araş­
tırmalar onların dogmatik bakışlarının
tam tersine, çok insani bir yaklaşım
getirmeye başlıyor. Abbasi Hükümda­
rı'nın yerine geçenler korkuyorlar...
İktidarları sarsılıyor...
Sarsılmaya başlayınca bütün mül­
teci akımların temsilcilerini sürgüne
yolluyorlar. Farabi sürgünde yaşamak
durumunda kalıyor hayatının bir döne­
minde, İbn-i Sina da öyle. Ama İbn-i
Rüşd, Fas'tan İspanya'ya Endülüs
Emevileri'ne geçiyor. Ve o dönemde
Avrupa'nın bütün felsefesinde bilimin
temeli olan Yunan felsefi bilimini, Arap
dünyası aracılığıyla Kuzey Afrika'dan
dolaştırarak Avrupa'ya, Avrupa orta
çağına tanıtıyor. Avrupa'da aydınlan­
39
ma İbn-i Rüşd sayesinde başlıyor.
Bunları niye anlatıyorum? Otorite
biraz aydınlanma, biraz ışık gördüğü
zaman bastırmıştır. Bu batıda da ol­
muştu. Tek başına İslamiyet'le, Hıristi­
yanlık'la çok ilgisi yok. Her toplumda ol­
muştur. İktidarın kullandığı araçlardan
birisidir din. Bizde 12 Eylülden sonra
Franko'nun "3 F formülü çok net ola­
rak kullanıldı. "Fado, Fiesta ve Futbol".
Yani kadın, dans, futbol... 12 Eylül ve
arkasından gelen Özal döneminde bu
formülün benzeri uygulandı. Futbol...
hala futbol; Fiestanın yerine bizde ara­
besk ve pop kültürü devreye sokularak
uyuşturuldu toplum... Ve din. Bu üç
uyuşturucu maddeyle genç kuşak
uyuşturuldu. Bana kalırsa bu nedenle
zaten Türkiye'nin siyasi dengeleri alt­
üst olmuş durumda.
Bir söyleşide diyorsunuz ki;
"Ben bu filmde Hezarfen'i anlat­
makla, uçan ilk insanın bir Türk ol­
duğunu dünyaya göstermiş ol­
dum". Bu cevapla anlatmak istedik­
leriniz neydi?
Onlara birşey anlatmak istedim.
Kafalarını çok fazla çalıştırmadıkları bir
kapı açmak istedim. İlk uçan insan;
herhangi bir insan olabilir, herhangi bir
ulustan, etnik kökenden gelebilir. Hiç
sorun değil. Uçmayla ilgili çalışmaların
Leonardo da Vinchi tarafından bilimsel
temellere dayandırıldığını bildiğim için,
bende de bilim adamı tarafı olduğu ve
bilimin evrenselliğine inandığım için
Leonardo'yu es geçemedim tümde. Ve
filme Leonardo'yu kattım. O anlamda
Hezarfen'in Türkiyeli, Suriyeli ya da
Fransız olması hiç önemli değil. Uçma
eğilimini gerçeleştiren bir insan olması
önemli. Bilime, insanlığa katkısı önem­
li. Ama Türkçülüğü şiar olarak ele atıp
yola çıkarken filmi eleştirmeye kalkan­
lar, filmin böyle bir tarafını göremiyor­
lar. Aslında onların gururlarını okşaya­
cak bir tarafı var filmin. Ama onlar deği­
şime, diyalektiğe o kadar kapalılar ki,
filmin değiştirecek, diyalektiğe ivme ka­
zandıracak bir yapıt olduğunu gördük­
leri anda kendi sloganlarını bile gör­
mezden geldiler. Ben onlara kendi slo­
ganlarını göstermek için söyledim o
cümleyi. Yoksa kişisel olarak çok önem
taşımıyor. Ama tabi şöyle bir insani za­
afım olduğunu söyleyebilirim: Dünyada
en çok sevdiğim insanlar, benimle bu
topraklan paylaşan insanlar. Ne olursa
olsun; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi. Ya­
ni bunu zaaf diye adlandırırsak... İnsan
ayırdediyor olmaktan sözediyorum. Bir
Fransız'a, Rus'a oranla ben Türkiyeli
insanı daha çok seviyorum. Kendi in­
sanımı daha çok seviyorum. Onun için
bu topraklarda uçan bir insanın anlatıl­
mış olması ve bu anlatımın benim üze­
rime kalmış olması bana gurur veriyor.
Filmde anlatmak istediklerinizi,
yakın bir dönemi konu alarak değil
de daha fazla ilgi çekebilmek için
böylesi bir tarihsel süreci seçerek
gerçekleştirmek istediğinizi söyle­
diniz...
Dikkati oraya çekmek için. Genç
kuşağa hoş gelebilecek bir fonda anlat­
mak için Osmanlı dönemini seçtim.
Ama buna birşey daha ilave etmek is­
terim: Tarihin, geleceğin aynası oldu­
ğunu düşünüyorum. Bugün yaşanan
bir realite var. Güneydoğu sorunu var
mesela. Yaklaşık 15 yıldır Güneydo­
ğuda insanlar bir yandan ölürken, öl­
dürürken, diğer taraftan korkunç bir
ekonomik kayba neden oluyor bu.
Ama bu kayıp bambaşka yerlere kanalize edilerek o bölgedeki bütün sorunlar
rahatlıkla çözülebilirdi. Hala çatışma
sürüyor; yarın, öbürgün ya da üç-beş
yıl sonra bu çatışma nasıl sonlanacak,
bunu görmüş değiliz. Ama biz dönüp
tarihe baktığımız zaman, benzer çatış­
malar olduğu durumlarda hangi çö­
zümler uzun vadede gerçekçi çözüm­
ler olmuştur, bunları görebiliriz. Film bu
meseleyi anlatıyor. Şu anda yaşanan
olayın henüz sonu yok ama aynı olay
geçmişte bizim toplumumuzda ya da
başka toplumlarda mutlaka oldu. Olay­
ların çözümü için kullanılan yöntemler
hangi sonuçları verdi? Yani bir Alevi
uyanışını, Pir Sultan Abdal'ı katletmek­
le sonuçlandırmaya çalışmak hangi
sonuçları doğurdu, ne çözüm getirdi
otoriteye? Kısa vadede belki bir sindir­
me politikası uygulandı. Ya da Şeyh
Bedreddin'e... Benzer örnekler çoğaltı­
labilir. Bunlar hangi sonuçları verdi?
Hiçbirisi uzun vadede bir sonuç verme­
di ki, hala bu çatışmalar bugün bile sü­
rüyor. O zaman aynı yöntemleri uygu­
lamak; bir kere daha aptallık yapmak
oluyor, Tarihi bir konu seçmenin bir ya­
nı da buydu.
Bir de egemen iktidarların elle­
rinden başka çare gelmediği için,
tek çare olarak...
Baskı, şiddet olduğunu düşünüyor­
lar
T A V I R ARALIK 1 9 9 6
40
Yakın döneme ait, güncelliği ba­
rındıran ve daha yalın bir anlatıma
sahip film yapma düşünceniz var
mı?
Tabi... Ben otoriteyle, iktidarla, şab­
lon düzenlerle sorunları olan bir insa­
nım. İnsanlarımızın da sorunları oldu­
ğunu düşünüyorum. Bunları göster­
mek, Çözüm yollarını oturtmak da sa­
natçının asli görevi değildir belki ama
ben en azından kendi adıma, kendi fi­
kirlerimi deklare etmeyi bir eğilim ola­
rak düşünüyorum. Düşünen bir insa­
nım. Bu anlamda gerek tarihsel bir ke­
siti anlatan ama gerçeklere dayalı film­
ler tabi ki yapacağım. Ve bunların için­
de siyasal söylemler mutlaka olacak...
Bu konuda ısrarcı olmak gereki­
yor gerçekten. Siyasi iktidarın insan
yaşamındaki kültürel yönlendirmesi
üst boyuna. Böylesi bir yönlendir­
menin ve dejenerasyonun karşısına
çıkabilmek de özgürlükçü düşünce­
lerle ama ısrarcı bir biçimde üretim­
lerden, çalışmalardan, mücadele­
den geçiyor. Sonucunda baskılarla,
yasaklamalarla ya da daha ağır be­
dellerle karşı karşıya gelecektir aydın-sanatçı...
Şu aşamada bile daha ağır sonuç­
larla karşılaşabilirim. Ama bunlardan
korktuğumuz sürece... Nazım'ın bir şiiri
var; "Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa".
Bu uyarılara hazır olarak yola çıkıyo­
rum.
Yaşadığıma gerçeklere baktığı­
mızda cezaevleri, kayıplar, infazlar...
Bir Metin Göktepe olayının filmi yapılmalı bence... Mutlaka yapılmalı. Bu­
nu ben mi yaparım, başka bir arkadaş
mı yapar ama mutlaka filmi yapılması
gereken bir olay. Çünkü Metin Gökte­
pe olayını gazete ve televizyonlardan
izleyerek toplumun büyük bir çoğunlu­
ğu sorgulamıyor devletin neler yaptığı­
nı. Haber diye geçiyor; bir gazeteci öl­
dürülmüş. Ama "Yalan Rüzgarı" dizisinde neler olduğunu komşusuna anla­
tıyor. Metin Göktepe olayını filme ak­
tardığımız zaman, bunu komşusuna
anlatacak; "Dün bir film izledim, gaze­
teciyi öldürüyorlardı, ne acayip polis
teşkilatımız var" diye. Sinema sanatı
astında toplumu eğitmek, yönlendir­
mek ve fikirlerini başka insanlara anlat­
mak için herşeyden çok daha güçlü bir
araç. Mutlaka bu bilinçle olması gereki­
yor herkesin; sanatçının, sinema sa­
natçısının. Hepsinin olmasa bile hiç de­
ğilse bir kısmının.
Peki, film üretiminde insanları
bilinçlendirmeyi, aydınlatmayı he­
defleyecek ve bu konudaki sorunla­
rı aşacak bir çabayı, ortak çabayı
görebiliyor musunuz?
Ne yazık ki göremiyorum. Tabi ki
Yılmaz Güney sonrasında ve 12 Eylül'ün "bir dönem sonrasında siyasal
içerikli filmler yapıldı. Gerçi o dönemde
yapılan tümlerin handikapı da; aydının,
aydın bir sosyalistin, sosyalist bir yaza­
rın, sinemacının bunalımları türünden
filmlerdi. Daha gerçek sorunlara çok
fazla inilmedi ne yazık ki. Hatta bence
yüz karası bir film yapıldı en son olarak:
"Böcek". Bence açıkçası işkenceyi, in­
sani psikolojik temellere indirgeyerek
işkenceyi...
Aklamak...
Evet işkenceyi aklamak çizgisinde
bir film yapıldı. Sanıyorum bu niyetle
yola çıkmamıştır yönetmen ama ortaya
çıkan film böyleydi. Resmen, sonuç
olarak işkenceci aklanıyordu. Yani ço­
cukluğunda dayısından dayak yediği
için işkence yapıyor bu adam ve biz bu
adama kızmıyoruz. Filmde Halil Ergün'e yani işkenceci polise "Paydos"
filmindeki Sadri Alışık babacanlığı çizilmişti. Otomatik olarak daha ilk sahne­
den itibaren "yalnız yaşayan ihtiyar ya­
hu" demeye ve bu adamın gençliğinde
yapmış olduğu işkenceleri görmezden
gelmeye başlıyordum filmde. Tabi ki
her türlü film olsun. En azından benim
filmim yasaklanırken, yasakçı düşün­
ceye karşı çıkarken, böyle filmlerin ya­
pılmasına karşı değilim. Her kesim film
yapabilir. Yahut da dinci kesimin yaptı­
ğı filmler de yapılsın. Onlara da engel
koymadan oynatılsın. Zaten oynatıldığı
sürece aradaki farkı görebilecek her­
kes. Ama son yıllarda siyasal söylemin
filmlerde geri plana düştüğünü görüyo­
rum. Yanlış tespitler yapılıyor. Siyasal
filmler yaparsak seyirci bulamayız diye
düşünülüyor. Oysa Ali Kırca'nın "Siya­
set Meydanı'nı sabahlara kadar seyre­
diyor insanlar. Dolayısıyla siyasetten
kopuk değil, tam tersine siyasetle son
derece ilgili bir insan kitlesi var Türki­
ye'de. Ama yapılanlarda insanları bıktı­
rıcı, daraltıcı bir tarzda yapıldığı için se­
yirci bulamıyorlar. Bu bir yeteneksizlik,
yetersizlik. Anlatımdaki bu yetersizliği
seyirciyi suçlayarak örtmeye çalışıyor­
lar.
Bu durumun yaratılmasında si­
nemacılarımızın da payı var.
Pek çok alanda olduğu gibi sinema
da sektörleşememiş. Sektörleşmesi
halinde sorunları aşması için kendince
çabası olurdu zaten. Sektörleşmediği
için küçük küçük, kendi kendine parla­
malarla ancak film yapılmış bugüne ka­
dar.
Ya da tek başına sinema ve sinemacıların sorunu değil. Genel bir
kültürel bir sorun aslında.
Tabi ki. Şimdi, o kadar kızdığımız,
sevmediğimiz, beğenmediğimiz Ame­
rikan sinemasından bir örnek vermek
zorundayım. Çünkü şu anda filmlerini
dünyada en çok seyrettiren, Amerikan
sineması. Teknik nedenlerini anlatma­
yacağım, tanıtım tarafını anlatacağım.
Pek çok parlak yanıyla beraber tanıtım
da çok önemli. Hatta bu noktada tanı­
tımdan bahsederken bazı sol ve sosyalist dergilerde ve gazetelerde filmle
ve benle ilgili, bazı eleştiriler var. Kalbi­
min kırıldığını söyleyebilirim. Çünkü
yanlış yerden bakarak eleştiriler yapı­
yorlar. Doğmatik bir bakış ne yazık ki.
Örneğin...
Medyatik tarafıyla ilgili örneğin.
Evet. Şimdi Amerika'da izleyiciler
bir filme neden gider? Çok basit bir is­
tatistik yapılmış. Verilen cevaplar son­
rası, istatistiki değerlendirme sonucu
oluşan sıralamada şöyle bir durum çık­
mış: 1- Fragmanlar, 2- Arkadaşım tav­
siye ederse giderim, 3- Oyuncu kadro­
su, 4- Yönetmen, 5- Eleştirmenlerin
değerlendirmeleri, 6- Filmin afişleri.
Birincisi tanıtımla ilgili. Ama özellik­
le ikincisinin altını çizmek gerekiyor.
Şimdi tanıtımı yaparsın Benim filmim­
den örnek vereyim: Geçen sene çe­
kimlere başladık. Başladığımız günden
itibaren başta Okan Bayülgen, Savaş
Ay, Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer'in
varlığından dolayı...
Bu isimler de aynı düşünceyle
mi bir tercihti sizin için?
Evet. Çünkü ben söylemek istedik­
lerimi çok geniş kitleye aktarmak istiyo­
rum. Bu kişilerin varlığı nedeniyle bizim
fazla tanıtım yapmamıza gerek kalma­
dı. Tanıtım yapmak için çok şeyi zorla­
dık. Medya ilgilendi ve daha çekim
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
aşamasında bir ilgi ağı oluştu. Film
gösterime hazır hale geldiğinde tekrar
bir tanıtım gündeme geldi. Fragmanlar
gösterilmeye başlandı. Yeniçeri kıyafe­
ti giymiş insanlar ellerinde davullar şeh­
ri dolaştı. Bir ilgi uyandı... Bütün filmler­
de aynı şey söz konusu. En son "10
Film, 10 Yönetmen"de de benzer tanı­
tımlar oldu. Orada da medyatik isimler
kullanıldı. Filmim gösterime girdiğinde
gelen izleyici arkadaşına tavsiye ediyor
ya da etmiyor; artık ikinci basamağa
geçiyor durum. Benim filmimi de izleyi­
ci birbirine genellikle görmesini öneri­
yor. Ama eleştirmenler"kötü" diyor.
"Eleştirmenlere bakma, git gör". Benim
filmimde oluşan bu oldu. Seyirci arka­
daşlarını göndermeye başladı. Oyun­
cular ikinci plana düştü. Şimdi artık on­
lardan bahseden var mı?
"Medyatik film", "Mustafa Altıoklar;
medyatik", "Pop yönetmen"... O kadar
yanlış ki. Şu anda filmin içeriği konuşu­
luyor. Benim de yapmak istediğim buy­
du zaten. Ne ben, ne oyuncular... ama
filmin bir tartışma ortamı yaratması.
Sanat eseri olarak, bir fikir taşıdı toplu­
ma. Bu anlamda, filmin içeriği tartışılı­
yor olmasına bakılması lazım. Çok az
bir sol siyasal grup içerisinden, çok az
arkadaş kötü eleştirdiler. Büyük çoğun­
luğunda olumlu eleştiriler vardı filme.
Bence en başta şunu aşmamız lazım.
Bir olaya bakıp, "çok medyatik, çok po­
püler... Bu yaramaz". Hayır, öyle bir
şey yok. Hayata daha derin bakmak
zorundayız. Daha kapağına bakıp, bu
çok medyatik, atın bir kenara derseniz
arkasını göremezsiniz. Birşeyler anlat­
mak için kullandığım yöntemler neden
rahatsız ediyor insanları. Filmde
Okan'la, Savaş'ın oynaması; laisizmi,
demokrasiyi, özgürlüğü anlatan filme
genç insanların gitmesine yardımı olur­
sa neden olmasın? Bunun çirkin tarafı
ne? Fikirlerimizi, yani bu hayattan, ül­
keden isteklerimizi, beklentilerimizi
asık suratta anlatamayacağız. Onun
için güleryüz kattım filme. Sağ kesim­
den gelen eleştiriler çok dehşetli, haka­
rete varıyor ama hiç üzmüyor beni.
Ama beni doğru yola sevkedecek eleş­
tiriler geldiğinde, bana bir şeyler öğretecekse sonuna kadar açığım.
Ben bu filmde radikal bakış biçim­
lerini, iktidarın yöntemlerini, bağnazlığı,
filmin kahramanlarının bağnazlıkla ça­
tışmalarını anlattım. Bu çalışmayı anla­
tırken de medyayı kullandım. Medya­
nın promosyonunu kullandım. Medya
41
beni kullanmadı, ben medyayı kullan­
dım. Yani bizim medyayı teslim alma­
mız gerekmiyor ki. Biz medyayı teslim
alabiliriz. Medyanın da bize ihtiyacı var.
Son bir som...
Birşey söylemek istiyorum. Ben
Deniz Gezmiş'i anlatmak istiyorum.
68'liler Vakfı yıllardır yapacağız diyor.
Ama ortaya birşey çıkmamış. Ortaya
çıkacak şeyin nasıl olacağından da
açıkcası endişeliyim. Belgesel türde
birşey çıkacak galiba.
Peki Deniz Gezmiş size neyi ifa­
de ediyor?
Başkaldırıyı... Emperyalizme, ezil­
mişliğe başkaldırıyı, zulme başkaldırı­
yı, özgürlük karşıtlarına başkaldırıyı ifa­
de ediyor. Şimdi neden bu örneği ver­
dim. Deniz Gezmiş'i, mesala Daniel
Day Lewis'e oynatmak istiyorum. (Sol
Ayağım, Var Olmanın Dayanılmaz Ha­
fifliği, Babam İçin, Son Mohikan filmle­
rinin oyuncusu). Neden bizdeki
oyunculardan değil de, o? O oynarsa
bütün Türkiye, bütün dünya Deniz
Gezmiş'i öğrenir. Kafası çalışmayan
kızların büyük bölümü, sırf Daniel Day
Lewis oynadığı için o filme gider. Med­
yayı neden kullanmayayım?
Sanırız nasıl anlatılacağı daha
önemli.
Kim, nasıl anlatırsa anlatsın siyasal
tartışmalara yol açar. Ama ben nasıl
anlatacağımı söyleyeyim: Deniz Gezmiş'in insan tarafını anlatacağım. Yani
Beyazıt Kütüphanesi'nde ki kıza nasıl
aşık olduğunu, ona nasıl kur yaptığını,
olumsuz yanıt aldığında ona nasıl çı­
kıştığını. Arkasından bir sütçü beygiri­
ne atlayıp evinin Önünde ona "beyaz
atlı prensin geldi" deyip nasıl seranad
yaptığını... Yahut da 6. Filo'ya karşı
bayrağı kapıp Dolmabahçe'ye nasıl
koştuğunu, hangi duyguyla gittiğini. Ya
da Astsubay'a ateş ettiğinde karısının
elini yaralaması karşısında gösterdiği
insani reaksiyonu... Ve tabi ki siyasi
çizgisini, tabi ki mahkemede yargılanır­
ken bütün yargı sistemini ve adaletini,
otoriteyi nasıl yargıladığını anlatmak is­
tiyorum.
Politik ve insani yanlar birbirin­
den ayrı ele alınıp değerlendirilebiliyor.
24 yaşında idam sephasına gitmiş
bir insanın siyasal çizgisini bugünün
gençlerine sorarsanız; "Teröristmiş,
komünistmiş, asılmış" cevabını alırsı­
nız. Ama onun siyasi çizgisini, kavgası­
nı arka plandaki ruhsal çizgisini de ona
ilave olarak anlatmak...
Bunlar birbirini bütünleyen du­
rumlar.
Bizde bu tip meseleler anlatılırken
hamasi bir şekilde, bir eli silahlı kahra­
man tarafı anlatılır. Öbür tarafı anlatıl­
maz. Esas olan bu tarafı da anlatmak.
Mesela milliyetçilerin, filmde çok karşı
çıktıkları taraflardan biri de, 4. Murad'ın
insan tarafının gösterilmiş olması. Yani
gözünün kenarında bir damla yaş biri­
kebiliyor olması, sevgi gösteriyor olma­
sı, üzülen bir insan olduğunu göster­
mesi. Geçenlerde bir söyleşide bir şey­
ler söylediler, aklınız durur. Ben "4. Murad'ı neden bu kadar koruyorsunuz, üç
kardeşini asmış, altı tane sadrazamı
boğdurmuş, ilk Şeyhülislam katleden
padişahtır. Binlerce insan katletmiş;
Ben filmde bunları göstermedim" dedi­
ğim zaman, "Bunları gösterseydiniz
ya!" dediler bana. Yani böyle tarafı hoş­
larına gidiyor, insan tarafı hoşlarına git­
miyor. Kaldı ki şunun farkında değiller:
4. Murad insanları boğdurduğu zaman,
belki de onun dedesini de boğdurdu.
Katilin tarafını tutuyor. Şunu da ilave et­
mek istiyorum. Milliyetçiler tarihe dö­
nüp baktıkları zaman kendi ezilmişlik­
lerinin, toplumun alt katmanlarında yer
"aldıklarının farkında değiller. Ama bozkurt işaretleriyle dolaşıyorlar, onları
ezen sistemin uygulayıcıları oluyorlar,
Oysa onları bu duruma getiren; toplu­
mun al katmanlarında yer alamlarına
neden olan 4. Murad gibiler. Bunu on­
lara anlatmak gerekiyor.
Aydınların ve sanatçıların, resmi
ideolojinin siyasal ve kültürel baskı
politikaları ve araçlarına karşı, so­
runları aşmak üzere ortaklaşa hare­
ket etmeleri gerekiyor. Kültür-sanat
cephesinde bir birlikteliğin oluştu­
rulması gerekiyor. Sizin bu konuda
önerileriniz var mı?
Açıkçası... bir önerim yok ama böy­
le bir ortak tavrın gelişmesi için ümidim
var. Gelişmiş demokratik platformlarda
sanatsal faaliyetleri yeniden tartışmaya
açmak ve konuyla böyle uğraşmak ye­
rine sanatsal içeriği tartışarak "daha iyi
nasıl üretiriz"e bakmak gerekiyor.
•
TAVIR ARALIK 1996
42
TAVIR
BİR FİLM: IŞIKLAR SÖNMESİN
RESMİ İDEOLOJİNİN KISKACINDA BİR BARIŞ ÖZLEMİ
Film başlar. Karlı dağlar arasında
bir yolda gerillalar tarafından bir yol­
cu otobüsü durdurulur ve otobüste
bulunan bir korucu gerillalar tarafın­
dan cezalandırılır. Gerilla dağa çeki­
lirken altı-yedi kişilik bir jandarma
grubu gerillaların peşine düşer. Ge­
rilla ve jandarma grubu arasında ça­
tışma çıkar ve bu çatışma sırasında
silah seslerinden dolayı düşen çığda
gerilladan iki jandarmadan ise bir ki­
şi sağ olarak kurtulur. Bayan gerilla
Zozan yaralanmıştır. Bir süre sonra
dağda gerilla ve jandarma komutan­
ları arasında bir diyalog gelişir. Jan­
darma komutanı, gerillaya "infazcı
olmadıklarını ve kendilerini Türk
adaletine teslim edeceğini" söyler.
Filmin bu dakikalarında yaralı Zozan
ölür. Gerilla kaçarak yakılmış bir kö­
ye sığınır. Jandarma komutanı bir
süre sonra gerillayı bulur ve kavgaya
tutuşurlar. Bu sırada köydeki tek ai­
leden yaşlı bir köylü onlara müdaha­
le eder. Dışarıda ise köyü kontrgerilla sarar ve ateşe başlar. Eline bir köz
alarak dışarıya çıkan köylü "Işıklar
sönmesin lo!" diye bağırırken vuru­
lur. Bu kez dışarı yaşlı adamın üçdört yaşlarındaki torunu çıkar. Ardın­
dan dışarı çıkan gerilla ve jandarma
küçük kızı kollarından tutup havaya
kaldırırlar. Görüntü burada donar ve
ekranda bir yazı belirir: "Yaşanan
acılara bir damla su verilmesi dile­
ğiyle"...
Yaşanan acılara bir damla su
vermek, bu acıları dindirebilmek için
ter dökmek, emek vermek... Güzel
bir dilek, güzel bir tasarı, güzel bir
düşünce. Hem uykuya dalmış, dar
pencerelere hapsolmuş sinemaya
bir damla can vermek, hem toplu­
mun acılarını anlatmada cesaretle
adım atmak istemek; olumlu bir
adım, güzel bir düşünce.
Ama tüm bunları yaparken kimin
ne yaptığını bilmeli, özneleri ve nes­
neleri yerli yerine koyabilmeli ve öy­
lece anlatabilmeliyiz. İşte "Işıklar
Sönmesin"de senaryonun hazırlanı­
şından karakter tahlillerine, savaşın
niteliğinden çözüm önerilerine dek
kavramların karıştırılmasından ve
çarpıtılmasından doğan bir yanılgılar
zinciri var. Böyle olunca da bir damla
su olma esprisi ortadan kalkıyor.
Yönetmen daha filmin başında
ak ile karayı, sap ile samanı birbirine
karıştırıyor. Yönetmen bu savaşta
'gerilladan, onun misyonundan ne
anladığını ortaya koyuyor. Otobüs
sahnesinde, yol kesen gerillaya ba­
kıyorsunuz, adeta bir çapulcu sürü­
sü; kaba-saba adamlar, küfürlü ko­
nuşmalar, disiplinsiz davranışlar...
İşte size gerilla. Özgürlük savaşçısı
olmak ne kelime tam bir dağ eşkiyası. Oysa diğer yanda kibar, alabildi­
ğine titiz, halka zarar vermemek için
çırpınıp duran bir jandarma. Kimlik­
leri isterken ki "lütfen"li ifadeler. Bu
sahneleri izlerken kendi kendimize
soruyoruz; bu adamlar ya hiç kimlik
kontrolüne tabi tutulmamışlar, ya hiç
özel timle, jandarmayla muhatap ol­
mamışlar ya da bunu anlatmamak
için özel bir çaba içerisine girmişler.
Yönetmen film boyunca -özellikle
diyaloglarda- her iki tarafa da aynı
duyarlılıkla yaklaşma çabası içerisin­
de. Ama yukarıda anlattığımız tür­
den sahneler bu objektivist(!) kaygıyı
da silip götürüyor. Dolayısıyla, anla­
tılanlardan pek de rahatsızlık duy­
mayacak, resmi ideolojinin onayla­
yacağı bir film ortaya çıkabiliyor.
Düşünün! Bir gerilla, ölen bir yol­
daşının mezarına kızıl bir eşarp ko­
yuyor ve yanıbaşında bir jandarma
timi komutanı bu olanları sessizce iz­
liyor. Kulak kesenler, koleksiyoncu­
lar ne zaman sessiz kalmıştır böyle
temiz bir törene? Özellikle son gün­
lerde gazeteleri açan halk hergün
yeni bir skandal haberle sarsılırken,
öfkesi Dilenirken, Çatlılar'ın, Bucaklar'ın, devletin iplikleri pazara çık­
mışken sinema salonunda bu filmi
izleyen biri yönetmene sorar: Anlatı­
larınız doğru mu?
Film genel yaklaşımıyla bir barış
çağrısını da içeriyor. Yine düşünüyo­
ruz: Filmi çeken dostlarımız barıştan
ne anlıyor? Bir tarafta ezen, katle­
den, köyleri yakan, boşaltan, dağları,
ormanları bombalayan, ırza geçen,
dışkı yediren bir siyasi iktidar yapısı
var. Diğer tarafta ise zulme, aşağı­
lanmaya, asimilasyona, soykırıma
karşı kuşaklar boyu mücadele veren
bir halk var. Barış, yaşanan bunca
acıya kayıtsız kalmayıp, bir katkı
sunmak adına "gelin, silahları bıra­
kın, oturup konuşun, anlaşın, uzla­
şın" dilekleriyle mi gerçekleşir? Böy­
le mi kazanılır barış? "Milli Savun­
ma" adı altında savaşa bütçeden her
yıl trilyonlarca lira aktaran, kendi ya­
salarını bile çiğneyip mafya-kontrgerilla çeteleri üreten, emperyalizmin
vahşi çıkarları uğruna yıllardır ÇekiçGüç'ü topraklarımızda barındıran ve
kan dökmekten başka hiçbir çaresi
kalmamış bir siyasi yapıyla böyle bir
TAVIR ARALIK 1996
anlaşma nasıl gerçekleşebilir? Ba­
rış, böylesine vahşi bir siyasi yapı­
lanmanın ancak tüm kurumlarıyla
birlikte tarih sahnesinden silinmesiyle mümkündür. Topraklarımız üze­
rinde yaşayan tüm halkların birlikte
mücadelesiyle kazanılır barış. Barı­
şın siyasi literatürdeki karşılığı bu­
dur. Ona yeni açılımlar yüklemek as­
lında onu özünden saptırmaktır. Ba­
rış, baskının, sömürünün, insana
hükmetmenin, eşitsizliğin, adaletsiz­
liğin barınmadığı bir toplumsal işleyi­
şin adıdır. Ne başka bir tanımı, ne de
onu kazanmak için başka bir yolu
vardır.
"Işıklar Sönmesin" filmi yönet­
men Reis Çelik'in i(k uzun metrajlı
film çalışması ve gerek yönetmenin
gerekse diğer emeği geçenlerin iyiniyetinden kuşkumuz yok. Ama iyiniyetin göstergesi gerçekleri, ne kadar
yerli yerinde ifade ettiğimizdir. Film,
çekim aşamasında MGK'nın direk
müdahalesi ile karşılaşıyor. Ekibin
film üzerinde özgürce çalışmaları
engelleniyor. Dünyanın birçok yerinde sanatçılar, baskıcı yönetimlerin
yasakçı tavırlarına karşı yaratıcı bir
şekilde anlatım dilleri bulmuşlardır.
Açık açık söylenemeyecek birçok
şey simgelerle de olsa çok radikal bir
tarzda ifade edilebilmiştir. Tüm bu
engel ve baskılara rağmen verilen
bir emeği, bir özveriyi yadsıyamayız.
Fakat "Işıklar Sönmesin"de bu bas­
kıların yarattığı kaygılardan dolayı
tüm iyiniyete rağmen anlatım yapaylaşmış, süren savaşın içeriği çarpıtıl­
mış, kavramlar birbirine karıştırılmış.,
Filmin belki de en etkileyici yanı
müzikleriydi. Daha önce "Mem-UZin" filminin, "68'den 6 Mayıs"a ve
"Nazım Hikmet" belgesellerinin de
müziklerini yapmış olan Mazlum Çi­
menin, dinleyenin yüreğine işleyen
ezgileriyle Kürt halkının yaşadığı
acılar dilleniyor ve filme bambaşka
bir tad katıyordu.
Yönetmen: Reis Çelik
Yapımcı: Ferdi Eğilmez
Senaryo: Cemal Şan-Reis Çelik
Müzik: Mazlum Çimen
Oynayanlar: Berhan Şimşek ,
Tarık Tarcan, Sermin Karaali,
Tuncel Kurtiz
43
MENDERES SAMANCILAR
KIZILCIK ŞERBETİ
Ağlaya ağlaya düşme yollara
Yakışmaz kelepçe özgür kollara
Salkım söğüt gibi çöz saçlarını
Konsun börtü böcek yeşil dallara
Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaranı çat kaşlarını
Kızılcık şerbeti içtiğin söyle
Alçaklara inat kanlar kus ölme
Yağmurun kervanı kara bulutlar
Düşen damla damla sele ulaşır
Yüreklerde sevdalıdır umutlar
Büyür başaklarda göğe ulaşır
Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaram çat kaşlarım
Kızılcık şerbeti içtiğin söyle
Alçaklara inat kanlar kus ölme
46
TAVIR ARALIK 1 9 9 6
HABER/YORUM
YAŞAR KEMAL VE ŞANAR YURDATAPAN'A "CEZA"
li kalem tutan ne kadar
aydın varsa hapsetme­
ye niyetliler. Çocukları,
onlar öldükten sonra
soyadlarını değiştire­
cek utançlarından. Bunu devletin bütünü için
söylüyorum.
Türkiye,
dünyanın işkence merkezlerinin ba­
şında gelmektedir. Türkiye, tutuklu­
ların cezaevlerinde başlarına vurula
vurula öldürüldüğü, açlık grevlerinin
yaşandığı ve grevler sırasında talep­
leri kabul edilmeyen tutukluların öl­
dürüldüğü bir ülkedir. Türkiye, çiğne­
diği insan hakları ihlalleri ile dünyaya
meydan okuyor. İnsanlık bu zulmü
kabul etmeyecek.
E
Bu sözler Yaşar Kemal'e ait. "Dü­
şünce Özgürlüğü ve Türkiye" adlı ki­
tapta yeralan "Türkiye'nin Üstündeki
Kara Bulutlar" başlıklı yazısından
dolayı İstanbul DGM tarafından 1 yıl
Devrim Demir (Demokrasi)
8 ay hapis ve 466 milyon lira para ce­
zasına mahkum edilen Yaşar Kemal
ve . kitabın yayıncısı, yazar Erdal
Öz'ün bu cezaları, beş yıl süreyle ay­
nı "suçu" tekrar işlememe şartıyla er­
telendi.
Ardından bir ceza da Şanar Yurdatapan'a geldi. MED TV'de yayınla­
nan, öldürülen gazetecilerin anlatıl­
dığı "Kurşun Asker" adlı belgesel
programda müziklerinin kullanıldığı
ve Abdullah Öcalan'a yönelik suikast
girişimini kınayan bir bildiriye imza
attığı gerekçesiyle, Ankara DGM'nin
kararıyla tutuklandı. Bir aylık tutukluluk süresinden sonra, tutuksuz yar­
gılanmak üzere serbest bırakılan
Şanar Yurdatapan, "Yasadışı silahlı
örgüte yardım ve yataklıktan" yargı­
lanıyor.
Yaşar Kemal'in, ceza aldıktan
sonra mahkeme çıkışı yukarıda söy­
lediği sözler, ülkemiz gerçekliğini
çok açık bir şekil­
de ifade ediyor.
Ülkesinin
ger­
çeklerine gözleri­
ni kapamayan ve
halkına yönelik
saldırılarda aydın-sanatçı so­
rumluluğuyla
tepkisini dile geti­
ren aydın ve sa­
natçılara yönelik
baskılar giderek
şiddetlenecektir.
Önce Yaşar Ke­
mal ve Erdal
Öz'e verilen ce­
zalar, ardından
Şanar Yurdatapan'ın tutuklan­
ması ve kısa bir
süre önce Grup
Yorum elemanı
Hakan Alak'ın,
bu nedenle iş­
kencelerden ge­
çirilmesi; devle­
tin şiddetinin ile­
ride
varacağı
noktaların da işa­
retleridir.
Peki ya tepkisizlik? Asıl utanç ve­
rici olan bu değil midir? Cezaevlerin­
de onca aydın, sanatçı ve bilim ada­
mı varken ve daha da fazlası ceza
almayı beklerken tavırsız kalmak,
nasıl bir "sorumluluğun" ürünüdür?
Ama bu kara tabloyu tersine çevire­
cek olan da aydın ve sanatçıların
kendileri değil midir?
Eksik olan aydın ve sanatçı dayanışmasıdır. Dayanışma; bencillik,
yılgınlık ve korku duvarını parçalaya­
bilecek bir güçtür. "Başım belaya gir­
mesin" düşüncesiyle "rahat" yaşamını
üç gün daha uzatmakla yerine getiri­
lemez aydın-sanatçı sorumluluğu.
Eksik kalan tepkiler, öfkeler ya da
bunların tek tek dile getirilmesi, sa­
dece bir sözle, bir yazıyla ifade edil­
mesi gün gelir hükmünü yitirir. Bu­
nun daha da ötesi vardır. Herşeyden
önce gerekli olan dayanışma ve bir­
lik duygusu bir an önce açığa çıkarıl­
malı, sağlanmalıdır. Aydınlar ve sa­
natçılar kendi alanlarında sağlaya­
cakları bir cepheleşmeye ulaşmadık­
ları sürece, devletin her saldırısı ko­
rumasız, savunmasız "tek" kişiye yö­
nelik olacaktır. Sistem bunu görmek­
te ve bu yüzden bu kadar kolay ve
pervasız saldırmaktadır. Oysa her
aydın ve sanatçı bir diğerinin koruyu­
cusu ve savunucusu olabilmelidir.
Nazım Hikmet 1930 yılında, ce­
zaevinde özgürlüğüne kavuşması
için açlık grevine başladığında dışa­
rıda yoğun bir kampanya yürütül­
mekteydi. Dışarıdan destek açlık
grevi yapanlar arasında Melih Cev­
det Anday, Oktay Rıfat ve Orhan Ve­
li Kanık gibi sanatçılar da vardı. Böy­
lesine değerli bir dayanışma ve sa­
hiplenme örneği önümüzde durmak­
tadır. Bugün bu örnekleri çoğaltmak,
geleceğe onurlu miraslar bırakmak
ve özgürleşme mücadelesinde ay­
dın-sanatçı sorumluluğunu yerine
getirmek; herşeyden önce bir kültür
cephesinin oluşmasıyla mümkündür.
İşte o zaman devlet Yaşar Ke­
mal'in beynine 5 yıl süreyle pranga
vuruyorsa, binlerce Yaşar Kemal'in o
prangayı söküp atacağını anla­
yacaktır.
TAVIR ARALIK 1996
47
HABER/YORUM
GRUP YORUM SUSTURULAMAZ!
TUTUKLU GRUP YORUM ELEMANLARI KEMAL SAHİR GÜREL
VE UFUK LÜKER SERBEST, HAKAN ALAK'A GÖZALTI VE İŞKENCE
GRUP YORUM
11 Eylül 1996;
Kocaeli Fuarı'nda yaklaşık 2500 kişinin
izlediği bir konser gerçeleştirdi.
15 Eylül 1996;
Antakya'da yaklaşık 4500 kişinin izlediği bir
konser gerçekleştirdi.
5 Ekim 1996;
Grup Yorum Korosu Gazi Halk Meclisi'nin
düzenlediği sünnet şöleninde yaklaşık 3000 kişiye
seslendi.
7 Ekim 1996;
Çevre Radyo'da Şair Ruhan Mavruk'un
hazırladığı bir söyleşiye katıldı.
16 Ekim 1996;
Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
21 Haziran günü çalışmalarını sürdürdükleri stüdyodan çıkışta gözaltına
alınan ve tutuklanarak önce Metris, Kütahya ve ardından Sakarya Cezaevine
gönderilen Grup Yorum elemanlarından Kemal Sahir Gürel ve Ufuk Lüker, 13
Eylül günü İstanbul DGM'de yapılan ilk duruşmalarında tahliye edildiler.
Mahkeme günü Grup Yorum'u desteklemeye gelen çok sayıda izleyici po­
lisin keyfi tutumu sonucu mahkeme salonuna sokulmadı.
Grup Yorum elemanları toplu olarak yaptıkları savunmada, bu saldırının
asıl olarak devrimci sanata ve sanatçılara yönelik olduğunu vurguladı.
Tahliye talebi kabul edilen Grup Yorum elemanları serbest bırakılmak üze­
re Sakarya Cezaevi'ne geri gönderilirken mahkemeyi izlemeye gelenler tara­
fından 'Türküler Susmaz Halaylar Sürer!" sloganı ile uğurlandılar. Tutuksuz
yargılanan diğer elemanlar ise "Güleycan" parçasını söyleyerek kazanmanın
coşkusunu paylaştılar.
Diğer yandan Grup Yorum elemanı Hakan Alak 5 Kasım 1996 Salı günü
Sağmalcılar Cezaevi çıkışında gözaltına alındı. 12 gün boyunca Siyasi Şube'de işkence altında kalan Hakan Alak, çıkarıldığı DGM tarafından serbest bı­
rakıldı. Hakan Alak'ın gözaltına alınması, 8 Kasım günü İstanbul Tabibler Odası'nda yapılan bir basın açıklamasıyla protesto edildi. Basın açıklamasına
AKSM çalışanları dışında şair Ruhan Mavruk, şair ve yayıncı Seyyid Nezir,
müzisyen Hüseyin İlbey, Fevzi Kurtuluş, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından
Efkan Bolaç ve Marmara TİYAD'dan Fatma Şahin katıldı.
TİYATRO YE SİNEMA SANATÇISI DUYGU ANKARA'YI YİTİRDİK
Tiyatro ve sinema sanatçısı, ÇASOD üyesi Duygu Ankara (46), uzun süredir tedavi gördüğü kanser hastalığına yenik düştü. Sanatın giderek yozlaştırılÖzgür Radyo'da gerçekleştirilen bir söyleşiye maya çalışıldığı günümüzde demokrat sanatçı yapısıyla sanatçı onurunu koru­
maya çalışan ve sistemin halka yönelik baskıları karşısında duyarlılığını dile
katıldı.
getirmeye çalışan bir insan olarak tanıdık onu. Duygu Ankara ve onun gibi ola­
18 Ekim 1996;
naksızlıklar içerisinde hastalıklarla mücadele ederek yaşamını yitiren sanat­
HU öğrencilerinin düzenlediği alternatif
çılara gerçek değerini ikiyüzlü devlet değil, halk verecektir.
açılışa katıldı.
Kendisini saygıyla anıyoruz.
17 Ekim 1996;
19 Ekim 1996;
DLMK'lı öğrencilerin düzenlediği geleneksel
şenlik öncesinde 150 öğrenciyle birlikle polis
tarafından gözaltına alınarak 1 gün gözaltında
kaldı
25 Ekim 1996;
BEM-SEN'in 7. kuruluş yıldönömü nedeniyle
düzenlenen geceye katılarak küçük bir dinleti
sundu.
5 Kasım 1996;
Radyo Umut'ta Aydın Öztürk tarafından
hazırlanan "Sanat ve Yasaklar" kondu söyleşiye
katildi.
6 Kasım 1996;
Beyazıt'ta gerçekleştirilen. "YÖK'e Hayır!"
mitingine katıldı.
10 Kasım 1996;
TÜYAP Kitap Fuarı'nın son gününde
kasetlerini imzaladı.
11 Kasım 1996;
Polis tarafından gözaltına alınıp tutuklanan
ORTAKÖY KÜLTÜR MERKEZİ AÇILDI
Geçtiğimiz yıl, 9 Temmuz tarihinde Valilik ve Emniyet Müdürlüğü'nün karar­
larıyla kapatılan ve faaliyetlerinden men edilen Ortaköy Kültür Merkezi, mah­
keme kararıyla tekrar açıldı. OKM tarafından açılan ve İdari Mahkeme tarafın­
dan görülen dava, önce kapatılmanın onaylanmasıyla sonuçlanmış, daha son­
ra ise Yargıtay bu kararı bozmuştu. Tekrar görülen dava sonucu OKM'nin açıl­
masına karar verildi.
OKM'nin kapatılmasının üzerinden yaklaşık 15 ay geçti. Ancak bu süre içe­
risinde OKM gerçekten kapalı mıydı? Burjuva kültüre karşı halklarımızın öz
kültürünü savunan ve koruyan, devrimci değerleri el üstünde tutan ve emekçi
halklarımıza ulaştıran, devrimci sanatçı sorumluluğunu hiç bir koşulda yitirme­
den üretimleri ve faaliyetleriyle toplumsal gelişimin hep içinde olan yapısıyla
OKM, kapısına mühür vurulmakla kapatılamazdı. Ve geçen 15 ay süresince
OKM hep vardı, gene emekçilerin içindeydiler. Onlarla birlikte solumaya de­
vam ettiler yaşamı. Üniversite gençliğinin demokratik eğitim için her haykırışla­
rında OKM'nin de sesi vardı. Cezaevlerindeki baskı ve katliamlara sessiz kal­
madı, halkla birlikte OKM de hesap sordu. Ölüm Orucu Direnişi'nde savaşçıla­
rın dışarıdaki seslerinde analarla birlikte OKM'nin de haykırışları vardı. Bir
Ölüm Orucu şehidinin OKM'liyse, Ayşe Gülen ve Ayşe Nil gibi vatanımızın böy­
lesine değerli evlatlarını şehit vermişse, OKM kapalı olabilir miydi?
Şimdi tekrar aynı mekanında emekçi halklarımızın huzurunda OKM. Aynı
coşku, aynı inanç ve kararlılıkla.
48
TAVIR ARALIK 1996
HABER/YORUM
AYDIN YE SANATÇILARIN DOSTLUK YE DAYANIŞMA GECESİ
27 Kasım 1996 Salı günü La Bella Düğün Salonu'nda gerçekleşen gece,
bu defa aydın ve sanatçıların birliğini ve dayanışmasını içeriyordu. Sunuculu­
ğunu şair Ruhan Mavruk ve tiyatro sanatçısı Mesut Akusta'nın yaptıkları "İnsa­
nı e Hayatı Sevmekle Başlar Herşey" adlı gecede Gülbahar, Mazlum Çimen,
Onur Akın, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Metin Kahraman, Ayşegül,
Bilgesu Erenus, Nevzat Karakış, Yasemin ve Grup Yorum türküleriyle, Sennur
Sezer, Suna Aras, İbrahim Karaca, Cengiz Şahin, Aliye Özlü ve Cezmi Ersöz
şiirleri ve konuşmalarıyla katıldılar. Katılan sanatçılar gece boyunca özellikle
aydın ve sanatçıların dayanışmasının; siyasi iktidarın kokuşmuşluğunun tü­
müyle ortaya çıktığı bir dönemde birlikte hareket etmelerinin gerekliliğini vur­
guladılar.
KAMPANYAMIZ DEVAM EDİYOR
Ayçe
İdil
Erkmen
Sanatsal Ürünler Kampanyası
O SANATÇI ELLERİYLE YAŞAMI YENİDEN YARATAN
Ayçe İdil Erkmen... Bir sanatçıydı. Emekçiler hakettiği insanca ya­
şama kavuşsun diye yüreğini, bilincini kavgaya sundu.
Önce türküledi yaşamı. En güzel notalara imzasını koydu, emekçi­
ler için yazdı, oyunlar sahneledi. Sanatsal yeteneklerini bir tanrı ver­
gisi gibi görüp kendisine saklamadı. "Tüm benliğim halkımındır" di­
yenlerdendi. O, halkın sanatçısıydı.
...Ve tutsak düştü. Halkı için yazdığı, halkı adına tiyatro oynadığı
için tutsak düştü. Zindan karanlığını aydınlığa çevirmek, ezilenlerin
mücadelesini yükseltmek için bedenini sundu yaşama; ölüm orucuna
yattı. Direnişin 6 8 . gününde şehit düştü. Şehit olurken bize büyüyen
bir onur bıraktı. Halkın sanatçılarının onuru oldu.
Ayçe İdil Erkmen ve tüm Ölüm Orucu şehitlerinin anısını yaşatmak,
mücadelelerini anlatabilmek için geçen sayımızda başlattığımız kam­
panyayı sürdürüyoruz.
Onları anlatan öykülerinizi, şiirlerinizi, tiyatro oyunlarınızı, şarkıla­
rınızı, marşlarınızı bekliyoruz!
Bugüne kadar çok sayıda ürün ulaştı elimize. Bu nedenle çok te­
şekkür ediyoruz.
ÖYKÜLERİMİZLE, ŞİİRLERİMİZLE, MARŞLARIMIZLA,
ŞARKILARIMIZLA, TİYATRO OYUNLARIMIZLA ve RESİMLERİMİZLE
AYÇE İDİL ERKMEN'İ YAŞATALIM!
K ü l t ü r v e S a n a t t a H a l k t a n Y a n a T A V I R Dergisi
A N A D O L U H A L K KÜLTÜR-SANAT MERKEZİ
Anadolu Halk Kültür-Sanat Merkezi
Şahkulu Mah. İlk Belediye Cad. No: 10/3
Beyoğlu/İSTANBUL
Tel-Fax: (0212)243 03 13
Özgür Halklar Komitesi
/Information Zentrum für Freie Völker)
Kalkarer Str. 2
50733 Köln/ALMANYA
Tel: (00 49 221) 760 76 56 - 760 76 80
Fax:(00 49 221) 760 28 87
Oya Gökbayrak'ın tutuklanmasını protesto etmek'
için evinde sürdürülen açlık grevine katılarak
türkülerini seslendirdi.
26 Kasım 1996;
La Bella Düğün Salonu'nda gerçekşen
"İnsaflı ve Hayatı Sevmekle Baslar Herşey" adlı,
aydın ve sanatçıların birlikteliğinin vurgulandığı
dostluk ve dayanışma gecesine katıldı.
ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ
9 Ekim 1996;
İzmit'te Kocaeli Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı
16 Ekim 1996;
Edirne'de Trakya Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
17 Ekim 1996;
İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde
düzenlenen alternatif açılışa katıldı.
19 Ekim 1996;
İzmir'de Ege Üniversitesi öğrencilerinin
düzenlediği alternatif açılışa katıldı.
20 Ekim 1996;
Okmeydanı Halk Kültür Merkezi'nde bir
konser gerçekleştirdi.
24 Ekim 1996;
İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü'nde
düzenlenen alternatif açılışa katıldı.
26 Ekim 1996;
Ütopya Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi.
27 Ekim 1996;
Bulunmaz Kültür Merkezi'nde bir
dinleti verdi.
2 Kasım 1996;
Maliye-Sen'de düzenlenen bir panelde küçük
bir dinleti verdi.
10 Kasım 1996;
Tohum Kültür Merkezi'nde bir dinleti verdi.
S Aralık 1996;
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'
öğrencilerinin Susurluk olayı üzerine yapmış
oldukları basın açıklamasına türküleriyle katıldılar.
BİZİ ÇETELER,
MAFYACI POLİSLER YÖNETEMEZ!
Reddediyoruz! Vatanımızın üzerine çöreklenmiş bir avuç zorbanın ülkemizin yeraltı yerüstü
zenginliklerini, kültürünü yağmalamasını reddediyoruz.
Bir trafik kazası ve gizlenemeyecek gerçekler... Bir aşiret reisi - korucubaşı, bir polis müdürü ve bir
faşist katil, mafyacı... Sadece bunlar mı? Bunlar pandoranın kutusundan saçılanlar. Ya gizlendiğini
zannedenlere ne demeli? Sarışın bayana, omzu apoletlilere, polis şeflerine... Onlar bu oyunu hem
yönetenler, hem de oyunda rol alanlardır.
Bunlardır ki, artık herşey gün gibi açıktır. Devletin ne bir hukuk devleti ne de sosyal bir devlet olma •
özelliği yoktur. Ülkemizde halk adalet bulamaz. Düzenin mahkemelerinde mülkün temeli adalet değil;
yalan, talan ve yolsuzluktur.
Kontrgerilla çetelerinin hüküm sürdüğü topraklarımızda eğitim parayladır, hastane kapılarında rehin
kalır yoksul insanlarımız, alevinin ibadethanesine panzerler girer, başörtü takmak yasak duvarlarına
çarpar.
Halkının acılarını paylaşan, bu acıların dinmesini isteyen, bunun için yazan, çizen, düşünen aydınlar
kontrgerilla çetelerinin düşmanıdır. Yıllardır bu çetelerin baskılarına, terörüne rağmen müzik yapıyoruz.
Nazım Hikmet, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Kemal Tahir. devlet çetelerinin talanına dur dedikleri için eziyet
gördüler. Şimdi de Grup Yorum'a, Yaşar Kemal'e, Şanar Yurdatapan'a, Erdal Öz'e ve daha birçok
aydınımıza, sanatçımıza davalar açıyor, cezalar kesiyor, cezaevlerine dolduruyorlar. Çünkü onlar da
biliyor ki aydın, halkın sesidir. Halkın sesini, soluğunu kesmek için aydınları da nefessiz bırakmak
gerekmektedir.
Tarlada, makina başında, okulda emek veren herkesin hakkını almasını savunacaktır halktan yana
aydınlar-sanatçılar. Ama uyuşturucu, katliam batağına saplanmış mafya çeteleri; aydınları, sanatçıları,
halkı teslim alamayacaktır.
Bu Ülke Çetelerin Değil, Bizimdir!
Biz sokaklarında özgürce dolaştığımız;
işkencesiz, katliamsız, kayıpsız, halkların birarada, kardeşçe yaşadığı;
köylerin yakılmadığı;
fuhuşun, uyuşturucunun olmadığı;
düşüncenin suç sayılmadığı; düşünenlerin, yazarların, türkü söyleyenlerin, sanat eseri yaratımcılarının,
halkından yana tüm aydınların, sanatçıların yargılanmadığı, tutsak edilmediği, katledilmediği
Bağımsız, Eşitlikçi, Özgürlükçü, Demokratik Bir Ülke İstiyoruz!
Bunun için;
Suçluları istiyoruz!
Suçlular iktidardadın, iktidarın, polis, mafya ve faşist katillerden oluştuğunu biliyoruz. Susurluk'takilerdir
iktidarda olanlar. Şimdi yaptıkları pis işler bir bir açığa çıkmaya
başlamıştır.
Halklarımızı, ilerici, namuslu aydın-sanatçılarımızı bu
kontrgerilla çetelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.
mafya, kontrgerilla devleti
türkülerimizi susturamaz!

Benzer belgeler

İndirmek İçin Tıklayınız!

İndirmek İçin Tıklayınız! yan gerçekliklerdir. Çünkü bu sorun­ lar, oluşturulması gereken böylesi bir birlikten önce de vardı, şu anda da yaşanıyor ama çözülemiyor ve aşıla­ mıyor. Ve çözülemediği için de so­ runlar giderek...

Detaylı

Tavır Dergisi 4. sayısını pdf formatında görmek için tıklayınız

Tavır Dergisi 4. sayısını pdf formatında görmek için tıklayınız O y s a y a n ı b a ş ı m ı z d a y d ı b o l l u k . Ballı ç ö r e k l e r , t a d ı n a d o y u l m a z t u l u m peynirleri ve d a h a nice bereket... U z a n a m ı y o r d u k . H e m e n yanım...

Detaylı