Sergen

Transkript

Sergen
2
4OCAK2
01
4-SAYI
1
1
4
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editörler
Emre Çelik
Rafet Baran Eryılmaz
Yazarlar
Egemen Yıldırım
Emre Özcan
Fırat Topal
Kaan Koç
Mustafa Demirtaş
Salih Demirci
Sinan Yılmaz
Sergen Yalçın
Stamford Bridge’de tek başına Chelsea’yi yıkması, at yarışlarına
olan tutkusu, kural tanımazlığı, keyfine olan düşkünlüğü ve elbette
bulunmaz yeteneği... Sergen Yalçın denince akla ilk gelenler arasında
bu saydıklarımız hiç şüphesiz en ön sıralarda yer alıyor. Ve tabi ki de
“Eğer kendini futbola verseydi kim bilir nerelere gelirdi?” sorusu.
Teknik direktörlük kariyerinin de futbolculuğundan aşağı kalır
yanı olmayan Sergen, yaklaşık 1,5 aylık süre zarfında 2 kere görevi
bıraktığını açıklayıp ardından aldı ve biz de Sergen Yalçın’ın her türlü
rengi barındıran kariyerini sayfalarımıza taşıma gereği hissettik.
Görünen o ki futbolculuk kariyeri boyunca yaptıkları ve yapamadıkları
ile sansasyon yaratan Sergen, kulübede attığı adımlarla da bir süre
kendisinden söz ettirmeyi sürdürecek.
Sergen Yalçın’ın yanı sıra ara transferde hareketli günler geçiren ve
geçirmeye de devam eden Galatasaray’ın izlediği transfer politikasını
mercek altına aldık. Galatasaray, geçen yılların aksine tamamen genç
isimlere yönelmiş durumda ve bunun sebeplerini araştırdık. Ve akla
gençlik projesi söz konusu olunca Yaya Toure, Kolo Toure, Emmanuel
Eboue, Romaric, Arthur Boka ve Gervinho gibi daha nice oyuncunun
Avrupa’ya ilk adım attığı kulüp olan Beveren. Son olarak Milan’ı tek
başına yıkan 19’luk santrfor Domenico Berardi. Sayfalarımızdaki
gençlik rüzgarının yanında ilginç bir de hikâye mevcut: Bugünlerde
Fas Ligi’nin tozunu atan Moghreb Athletic De Tétouan’ın La Liga’da
geçirdiği çok özel yıl. Son olarak ise 10 yıl önce, tam da bugün
aramızdan ayrılan Miklos Feher...
İyi okumalar,
Emre Çelik
[email protected]
[email protected]
#114 BU SAYIDA
Sıkıntı Var: Bir Sergen Yalçın Portresi
Sergen Yalçın’ın inişli, çıkışlı ve bir o kadar da renkli kariyeri
Ön sıradaki Sergen Yalçın
Ya Sergen Yalçın kendini futbola verseydi..?
Antep’te Sergen Rüzgarı
Sergen Yalçın’ın Gaziantepspor’da gelir gelmez
elde ettiği başarının sırları.
Ağları Sarsamayan Forvet
10 yıl önce ağların yerine bizleri sarstı Miklos Feher.
Beveren Ve Fildişi Hanedanı
Fildişi Sahili’nin 2000’li yıllara damga vuran jenerasyonunu
Avrupa’ya tanıtan kulüp.
La Liga’da bir Afrika takımı
Zamanında La Liga’da Afrika topraklarından
bir takım mücadele ediyordu...
Galatasaray’da Gençlik Aşısı
Sarı-kırmızılılar ara transferde attığı adımlarla uzun vadeli
bir planlamanın işaretlerini veriyor.
On Beşinden Sonra
Domenico Berardi, futbolla 15’inde tanışmasına rağmen
İtalyanların en önemli genç yeteneklerinden biri olmayı başardı.
Profil
Salih Demirci
HF114
Bir Sergen Yalçın Portresi
SIKINTI VAR
Birazdan Sergen Yalçın’ın biraz ilginç, biraz acıklı, çokça da komik hikâyesini
okuyacaksınız. Belki bunlar bir yerden kulağınıza çalındı, aşinasınız ama son numarası
gün aşırı Gaziantepspor’dan istifa etmek olan bu adamdan bahsetmek için sebebe gerek
var mı?
Öykümüz kronolojiktir ve herkesin onunla muhakkak bir anısı vardır.
Sergen Yalçın, Türkiye’nin futbol kubbesinde duyulmaya devam eden hoş bir sada…
Ben onu biraz farklı hatırlıyorum. Herkesin
aklında canlanan Sergen Yalçın hayalleriyle pek
uyuşmuyor. Bana kalırsa Sergen Yalçın kendi
özetini 2003 sonbaharında yaptı ve benim de
aklımda hep o kare kaldı.
Stamford Bridge’de ‘durdurulamayan göbekli adam’
iki gol atarak oyundan çıkıyor. Kafa geride, adımlar
ağır. Yerini Ahmed Hassan’a bırakacak ama oyuna
girecek olan kişi önemli değil. Her kimse zaten
Sergen’in sahada olmasının yerini tutamayacak.
Maçın Portekizli hakemi Cortez Batista, sahayı
mağrur adımlarla terk eden Sergen’in yanına
koşarak geliyor. Sözle ve el hareketleriyle
çabuk olmasını istiyor, fakat tavrı hiçbir karşılık
bulmuyor. Sergen ne hızlanıyor, ne yavaşlıyor.
Hakemin yüzüne bile bakmıyor. Çıkan sarı kartı
umursamıyor bile. Yarıya indirdiği çorapları, attığı
iki golle sanki Londra’nın kralı.
Diyordu ki, yemeği ben yaptım, bulaşıkları da siz
yıkayın. İstersem yaparım, ben istersem Marcel
Desailly yok yere düşüverir ve yine ben istersem
Tümer Metin’i bana attığı gol pası ile yenerim ve
siz, hiçbiriniz benim umurumda değilsiniz.
Hikâyenin başlangıcı elbette Ali Rıza Sergen Yalçın
adının konulduğu saatlerde. Ama milat, Beşiktaş
A takımına çıktığı ve siyah-beyaz formayı giydiği
ilk günlerde…
Sergen biraz fazla zeki
‘Yoldan yüz kişi çevirsek, yüzü de Sergen’in
yeteneğini fark eder. Sergen’i keşfetmek diye bir
şey yok.’ diyordu onun için, üzerindeki emeğini her
seferinde vurguladığı Serpil Hamdi Tüzün. Zaten
hocanın da meselesi Sergen’e sahip olmak değildi.
Elindeki hamuru nasıl yoğuracağını bilmekti.
Sergen sahada imkansızları rutine bağlıyor,
icabında yere yatıyor kalkıyor ve takımını gole
taşıyordu. Serpil Hoca da saha dışında Sergen’i bir
ideale taşıyordu. Ona pas atmayı yasaklıyordu, sol
ayağıyla şut atınca ceza veriyordu.
Birkaç adım sonrasını kafasında canlandırabildiğini
fark ettiği Sergen’e atacağı golleri canlandırma
ödevleri verdi ve kağıda çizilen gollerin birer
kopyası, sonraki yıllarda futbol sahasında
gerçekleşti.
Aslında mesele basitti. Sergen Yalçın’ın futbol
sahasında becerebildiklerini bu ülkede başka
kimse yapamıyordu ve Serpil Hamdi Tüzün’ün
sözleriyle o günlerde dünya üzerindeki futbol
takımları ikiye ayrılıyordu: ‘Sergen’e sahip olanlar
ve olmayanla.’
Tatmin olmuyordu. Sahada ne olup bitiyorsa, her
şey ona çok kolay geliyordu. Beşiktaş’ın genç yıldızı
olduğu günlerde gelen ilk şampiyonluk, ardından
Christoph Daum’la gelen bir başka zafer. Çoğu
zaman ise arası boştu…
Sergen bir kumarbaz
Adı önemsiz bir ülkenin ilim adamları oturmuşlar,
bağımlılıkları incelemişler. En bilinen türden
uyuşturucular ile başlamışlar, çeşitli uyarıcı türlerini
kendi içinde sıralamışlar. Sonra sıra diğer bağımlılık
yapan ne varsa onlara gelmiş. Çıkan sonuca göre
her ne maddeye bağımlı olursanız olur, hiçbirinden
kurtulmak kumar bağımlılığından zor değilmiş.
İnsan vücudu kumar harici bağımlılıklarda
geçmiş tecrübelerini kullanırken, üst üste bin
kez kaybeden biri bile ilk kazandığı anda kumarın
neden olduğu kötü tecrübeleri yok sayabiliyormuş.
Sergen de 10 yaşında oynamaya başladığı
at yarışını büyük bir kumar tutkusuna
dönüştürmüştü. Takımın mülayim kıdemlileri
Gökhan Keskin ve Metin Tekin’i bile kafalamayı
başaran sıkıcı kampları at yarışı ile eğlenceli hale
getiriyordu ama gün oluyordu, atlardan başka
bir şey düşünemiyordu. Asla kabul etmese de
Sergen’in futbolu, biraz da kumar tutkusu ile
şekillendi.
Aslında hikaye basitti. Sergen’in diğer insanlardan
fazlası vardı, kafasında birkaç adım sonrasını
tasarlayabiliyor ve kimsenin düşünemeyeceği
yere topu atarken bunu dünyanın en kolay işi gibi
yapıyordu. Alkışlar onu tatmin etmiyordu, geleceği
tahmin etmeyi seviyordu.
Her şeye rağmen aklına koyduğunu yapacaktı.
Üzerine titreyenlere karşı gelecek ama sonunda
istediğini alacaktı…
Sergen’in arkası Tempra
Şişli Lisesi’nin öğrencileri, bir süredir okullarını
yıktırmamak için ayakta. Şehrin afili yerinde,
genişçe bir araziye konuşlanmış olan lisenin
muadili zor bulunur kampüsü plaza yahut
residansa dönüştürülmek üzere devredilmek üzere
ve orası aynı zamanda Sergen Yalçın’ın da okulu.
Her gün Hürriyet Tepesi’nden Fulya’ya yürüyerek
yahut Mecidiyeköy - Beşiktaş arabalarına binerek
giden Sergen, gün gelmiş A takıma çıkmıştı ama
hala lise öğrencisidir. Yöneticilerden araba ister,
bahanesi de hazırdır. Zor oluyordur yürümek,
hem artık herkes Sergen’i tanımaktadır. Bu
talebi kulübün düzenlediği piyangodan elde
kalan Tempra ile karşılanacaktır ama Sergen’den
istenen, hafta sonu Bursa deplasmanında gol
atmasıdır. Sakat sakat maça çıkan genç Sergen,
çok istediği arabaya attığı gol sonrasında kavuşur
ve golü atar atmaz kenara işaret eder: ‘Beni
çıkarın!’
Aslında hikaye basittir. Sergen arabayı çok
istemektir, Tempra o zamanlar havalı bir arabadır
ve sakat da olsa gereğini yapmıştır. Daha
fazlası ise anlamsızdır. Zaten Süleyman Seba
da bayramdan bayrama kendini gösteren bir
başkandır.
Peki ya ayrılık zamanı geldiğinde geride ne
kalmıştı?..
Sergen Beşiktaşlı mıydı?
Fulya’nın kapısından girdiğinde 11 yaşında
olan Sergen, aradan geçen 15 yılın ardından
Beşiktaş’tan ayrılırken cebinde bir soru taşıyordu.
Fenerbahçe’ye imza atarken söylediği “Küçükken
Fenerbahçe fanatiğiydim, bundan böyle çocukluk
aşkım için top koşturacağım.” sözleri çocukluğunu
da içine alan yıllarını geçirdiği Beşiktaş’a ihanet
anlamına geliyordu. Gidişinden çok sarı-lacivert
renkler altında söyledikleri acıtmıştı. Anlaşılan o
ki, en başından beri Sergen’in gönlünde başka bir
‘aslan’ yatıyordu, bu süper yetenek hiçbir zaman
kendisini Beşiktaş’a ait hissetmemişti.
Öncesini ise Sergen anlatıyor: “Ben 16 yaşımdayken
beni profesyonel yapmayı unutmuşlardı. Sözleşme
şartlarından doğan bir boşluk nedeni ile istediğim
yere gidebilirdim. Diğer büyük takımlardan çok
büyük rakamlar teklif edildi, hem biz fakir bir
aileydik. Ama ben Beşiktaş’ı bırakmadım ve bu
olaydan dolayı aynı evin içinde olmamıza rağmen 1
yıl babamla konuşmadık.”
Aslında hikaye basitti. Sergen Yalçın’a bir masada
bırakmak ya da daha fazlasını kazanmak için para
gerekliydi ve o gün öyle icap etmişti. Sonradan
tribüne geldiği bir Trabzonspor maçında aleyhine
tezahürat duyunca bir daha Dolmabahçe’ye
gelmeye tövbe etti. Ama Sergen hep Beşiktaşlıydı,
tabii yine kendi tarzında.
Lakin vakit tamamdı, istikamet İstanbulspor’du.
Sergen Yalçın’a düşen ise yine gereğini yapmaktı,
hem de rekor transfer ücreti karşılığında…
Sergen’in Uğur Ekşioğlu ile kavgası
Beşiktaş’tan kopuşunu kendisi anlatıyor, okuyalım:
“Ben Türkiye’de ilk defa böyle bir şey görmüştüm.
İkinci başkan Uğur Ekşioğlu kaybettiğimiz bir
maçtan sonra ‘Sergen’i de satarız matarız.’ demişti.
Ben de basın toplantısı yaptım, ‘Al 10 numaralı
formayı sen giy, ben oynamıyorum.’ dedim
bıraktım, gittim. 10 gün idmanlara çıkmadım.
Gençlik işte, ne acaip adammışım. Şimdi olsa
hayatta yapmam. Sonra Süleyman Seba
bağırdı çağırdı, tekrar başladık. Ama sezon sonu
İstanbulspor’a sattılar beni.”
Başkan varken iyiydi de kurulan efsane kadro,
sonradan Merkez Sağ’ın liderliğine soyunacak
olan Cem Uzan başkanlığı bıraktıktan sonra
İstanbulspor sıfırı tüketti. Ortada kalan Sergen
biraz bekledi ama kendisine yeni bir ‘başkan’
bulmakta zorlanmadı…
Sergen’in yeni hamisi Jet Fadıl
Hızlı yatırımcı, öncü Anadolu Kaplanı, ilk yerli
arabanın müteşebbisi Fadıl Akgündüz önce
Tanju Çolak’ı, sonra da Sergen Yalçın’ı takımı Siirt
JetPa’nın kadrosunda katarken açık konuşuyordu.
“Kendisi bizim ilişkide olduğumuz kulüplerden
birinde oynayabilir. Bu ligde beşinci sırayı alan
Antalyaspor ya da forma reklamı anlaşmasına
vardığımız Fenerbahçe olabilir. Ertesi sezon ise
duruma göre Göztepe ya da Siirt Köy Hizmetleri’ne
verebiliriz. Ama şimdi Sergen’i Fenerbahçe’ye
verirsek hiçbir ücret talep etmeyiz. Yıldızı oyuncuyu
sarı-lacivertli taraftarlara hediye edebiliriz.”
Sonradan Eskişehirspor’da yaptığı gibi, kendisine
hamilik eden yöneticinin reklam yüzü olmayı
futbolculuk ücreti karşılığında kabul eden Sergen
için artık yeni bir dönem başlıyordu. Tekrar şaşaalı
günlere dönüş…
Sergen’i araştırıp almadılar
Ercan Taner yayını kesip reklama gitmek zorunda
kalmıştı, stüdyo gülme krizine girdiğinden ötürü.
Çünkü Sergen yine doğrusunu bildiğini ama
asla doğrusunu yapmadığı bir şeyle ilgili yorum
yapıyordu: Üstün yetenekli futbolcuların üst düzey
futbolda kalacağı sürenin dayandığı kriterler.
Ama vaktiyle ondaki sihri tüm dünya görmüştü,
hem de ne görmek. Hiçbir Türk futbolcu yoktur
ki, milli forma altında Sergen Yalçın’ın Almanya
deplasmanında yaptıklarının yanına yaklaşabilsin.
Paslar, şutlar, ince işler ve Lothar Matthaus’u
düşürdüğü aciz durum. İlk devrede sol kenardan
yaptığı inanılmaz dripling, sağından atıp
solundan geçtiği rakibe sonra da bir bel spazmı
hazırlamıştı. Topla çok yumuşak, kıvrak ve dünya
çapında bir pas becerisine sahip olacaksınız,
hem de geniş alanda üst düzey savunmacılara
nal toplatacaksınız. Hakan Şükür’e kaç pozisyon
hazırlandığının sayısı belli olmayan ve 0-0
biten bu maçta biz Almanya’yı deplasmanda
yenemediğimize üzülmüştük; Almanlar ise
Sergen’e sahip olmadıklarına...
Sezona Fenerbahçe’de başlayan ama sonra Aziz
Yıldırım’ın gazabına uğrayan Joachim Löw, o gün
telefonunun hiç susmadığını anlatır. En ciddisi
Franz Beckenbauer olmak üzere Alman teknik
adamdan Sergen’e dair bir şeyler duymak isteyen
bir grup futbol adamı, o gün futbol tarihine geçen
bir performans gösteren bu madrabazın kim
olduğunu merak ederler. Fakat hikayenin sonu
hepimizin bildiği şekilde sonuçlanır, araştırdıkları
Sergen’i almaya kimse yanaşmaz.
Aslında hikaye belliydi. O gün 27 yaşında
olan Sergen Yalçın, tüm dünyaya ne kadar iyi
olabileceğini göstermişti; ne kadar iyi olduğunu
değil ve hiçbir zaman sahip olduğu muhteşem
yeteneği ile mükemmel biri olmak istememişti.
Onun isteği, kimseyi umursamamak ama herkesin
onun üzerine titremesiydi. Hele ki Almanya’da
cümle âleme kim olduğunu ispatlamışken…
Sergen’in idmanla imtihanı
Güzel bir gazete kupürü vardır eskilerden. Zdenek
Zeman tahtayı kurmuş, takımı etrafına toplamış
ve çılgın futbol fikirlerini Fenerbahçe takımına
empoze etmeye çalışmaktadır. Bakmadan şuraya
pas atacaksınız, sen orada olacaksın, sen şunu
yapacaksın... Tabii hepsi Mustafa Doğan’ın bile
lifini attıran idmanlar aşılabilirse gerçekleşecek.
Sergen’in ise bu ‘zırvalar’ ile uğraşmaya hiç
niyeti yok, tahtaya bakmıyor bile. Bayern Münih
onun peşindeyken Zeman’ın onu sağ kanatta
oynatmaya hakkı yok, hele ki kulübeye mıhlamaya
hakkı hiç.
Zeman döneminde katıldığı idman sayısı
toplamı 4 olan Sergen, “Benim Almanya milli
maçında süper oynadığım dönemlerdi. Ama
Fenerbahçelilere antipatik geliyordum. Zaten
Zeman da bir antrenör değil, kütüktü. İdmanları
atletizm idmanı gibi yaptırırdı. Sürekli koştur
koştur...” derken fizyoterapist ile yoldaş olduğu
günlerin açıklamasını yapıyordu. İddia şu ki, sürekli
parasızlıktan yakınan bir masör, Sergen’in Zeman
idmanlarından kaçtığı günlerde aldığı tüyolarla
altılıyı bulup kendine ev almıştı.
Aslında Sergen yine Sergen’di, sadece bu kez
spotlar onun üzerine daha bir aydınlık şekilde
düşmüştü. Kim olsa karşısındaki, sonuç kendi
istediği olacaktı. Eskiden ve sonradan da aynıydı,
idman sevmezdi. Hem zaten Zeman’ın da deli
olduğunu kimse inkâr edemezdi.
Yine bir şeyler olmuş ve kapı önüne konuşmuştu.
Avrupa’ya git gel, yeni insanlar ile uğraşılmazdı.
Küçükken Galatasaraylı değildi ama olsun,
olurdu…
Sergen’e hülle formülü
Fenerbahçe Sergen’i sezon ortasında kapının
önüne koyunca, bonservisine sahip olan Siirt
JetPa’nın başkanı Fadıl Akgündüz dönemin trend
formülünü uyguladı. Aynı sezon içerisinde yurt
içinde birden fazla transfer yapamayan futbolcular,
yasal boşluktan yararlanarak önce yurt dışından
ayarlanmış bir takımla sözleşme yapıyorlar, ertesi
gün de yeni kulüplerine imza atıyorlardı. Bu metot
sıklıkla sözleşmesi biten oyuncuların AB’nin
Bosman Kararı’nı tanıyan ülke federasyonlarına
mensup kulüplere bedelsiz transferi ve ardından
yeni kulübe imza ile sonuçlansa da Sergen’in aynı
sezonda bir başka takımda kiralık oynaması için de
işe yaramıştı.
Makedonya’nın kökten ve aileden Türkiye’ye bağlı
yöneticilere sahip kulübü Sloga Jugomagnat’a
imza atan Sergen Yalçın, ertesi gün Galatasaraylı
olmuştu. O gün bir hazırlık maçı hasılatı
karşılığında dümene ortak olan Sloga Jugomagnat
ise Sergen Yalçın futbolu bıraktıktan bir sene
sonra, 2009 yılında kapandı. Artık böyle bir kulüp
yok.
Hülle olmasa Sergen bir kulübün tesislerinde
tek başına çalışmak zorunda kalacaktı, gerçi
muhtemelen onu da yapmazdı ama bu
Galatasaray işi sanki baya iyi olmuştu…
Sergen’in kaçırdığı fırsat
Galatasaray o sezonu ligde, Türkiye Kupası’nda ve
UEFA Kupası’nda şampiyon olarak tamamlarken
ancak ligdeki sevince ortak olabildi. Fenerbahçe
ile Avrupa Kupası oynadığı için aynı sezonda
Galatasaray için UEFA Kupası’nda oynayamıyordu.
Takımla birlikte Mallorca’ya gitmişti, zafer
yürüyüşünü tribünden takip ediyordu ama içinde
değildi. Taşeron işçi gibi lazım olursa dışarıdan
katkı yapıyordu, ama bir gün yine kumar oynamak
için Kıbrıs’a gidip de geç dönünce Fatih Terim’in
gazabından kaçamadı.
Ne Türkiye Kupası Finali için Diyarbakır’a, ne de
UEFA Kupası Finali için Kopenhag’a gidilirken
uçakta Sergen’e yer yoktu. Galatasaray sezonu
üç kupayla kapatırken Sergen yeni kulübünü
seçiyordu.
Aslında olay belliydi. Sergen Yalçın’ın önüne
muhteşem oynadığı Almanya maçından sonra
bir de Arsenal’e karşı sahada olma şansı gelmişti
ama kader en başından bunu engellemişti. Tekrar
herkese ne kadar iyi olduğunu gösterebilirdi ama
Diyarbakır’a bile gitmedi ve emin olmak gerekir ki,
pişman değildi.
Milli Takım günleri için de pişman olmasa gerek,
zaten en iyisini 1999 sonbaharında yaptı! Yine de
Galatasaray günleri ona tekrardan ulusal takımın
yolunu açtı, fakat Sergen yine bir kapıdan girip
diğerinden çıkıverdi…
Sergen’e bültenler fakslayın
Fatih Terim’in Sergen’le birlikteliği Galatasaray’la
sınırlı değildi, geçmişi vardı. Belki Sergen ulusal
takımdaki en güzel günlerini Mustafa Denizli ile
yaşamıştı ama Galatasaray günleri sonrası onu
Milan’a almak isteyen Terim’in herkeste olduğu
gibi Sergen’de de ayrı bir yeri vardı.
Huylu huyundan vazgeçmez, Fatih Terim de
öyleydi. Diyarbakır’a götürmediği Sergen’e
acımamıştı, lakin bunu ilk kez yapmıyordu. Her
kampta olduğu gibi söz konusu milli takım
kampında da en büyük eğlencesi at yarışı
oynamak olan Sergen, uzun süren kampta
stokları tüketmişti. Ertesi günün yarış bilgilerine
ulaşamıyordu ve kimseden de dışarıdan bülten
getirmesini rica edemiyordu. Nitekim Fatih Hoca
bunu kati suretle yasak etmiş, Sergen’den böyle
bir istek gelmesi halinde yerine getireni yakacağını
söylemişti.
Ama Sergen için yasağın bir anlamı yoktu. Bir
yolunu bulup günün at yarışı bültenini otele
fakslattıran Sergen, kâğıtların kendisinden
önce Fatih Terim’in eline geçmesi sonrası İtalya
maçında kadro dışı kaldı.
Aslında Sergen’in o gün yine at yarışı oynaması
gerekiyordu, olay bu kadar basitti.
Yeni duran Trabzonspor, eskilere benzemiyordu.
Kafaya esince basıp gece gezmesine gitmek
olmuyordu artık. Olsa bile İstanbul’daki abiler,
ablalar yoktu. İstanbul’a gitmek de bir sürü dert
demekti, çare ise yine dört ayaklı hayvanlara
gizlenmişti…
Sergen ve yine, yeniden atlar
Mehmet Ali Yılmaz arayınca kırmak olur mu? Para
konuşmadan başkanın teklifini kabul eden Sergen
Yalçın, böylelikle profesyonel ligde şampiyonluk
yaşayan takımların tümünde forma giyen tek
oyuncu oluyordu. Şimdilerde Bursaspor forması ile
bir maça çıkması gerekse de o günlerde bu bir ilkti
ve artık Sergen’in yeni bir lakabı vardı: Çelebi.
Geziyordu, İstanbul’un dört bir yanında oynamıştı.
Siirt’te işi olmazdı ama oraya da öyle bir uğramıştı.
Yeni durağı Trabzon’da ise Sergen’i futbol harici
ne varsa ona kapalı bir hayat bekliyordu. Tabii at
yarışları hariç.
Masörler ona ilk 4 ayağın tuttuğunu haber
verirlerse Sergen, idmanın ikinci bölümünü
sakatlık yalanıyla yarıda bırakmaktadır; çünkü tesis
çalışanlarının geleceği biraz da Sergen’e ve onun
tüyolarına bağlıdır. Masörlerini müptezel yapan
Sergen’in hayatını bir de Trabzon günlerinden
takım arkadaşı Erman Özgür’den dinlemeli:
“Bir at yarışı bir de Türk filmi seyretmeye bayılırdı.
Odasındaki televizyon küçük olduğu için yardımcı
hocalardan birinin odasına yerleşmesi ve at
yarışlarını yayınlayan TRT3 tesiste çekmediği için
TRT’yi telefonla aramasını şaşkınlıkla izlediğimi
hatırlıyorum. İnanılmaz bir özgüvene sahipti. Bizim
strese girdiğimiz zamanlarda onun “Ben ilk yarı iki
tane atarım, siz gol yemeyin yeter” derdi. Bir gün
hışımla odaya girdi, iki dakika sonra “koydum!” diye
bağırdı. Öyle bir sıçradı ki kafası tavana vuracak
zannettim.”
“Sergen abi altılıyı tutturmuştu ve bu sefer çok
iyi para alacaktı. “Yarınki maçı bana bırakın!”
dedi ve tahmin edersiniz ki ertesi günkü maçı 2-0
kazanıp lider olduk. Çok iyi oynayıp bir de gol attı.
Ama bu adam haftada bir altılıyı bulsa biz de
şampiyon olabiliriz, diye düşünürken sakatlandı.”
Aslında tutan yine yalnızca bir kupondu ama
Sergen giderayak Erman’a bir şey daha söylemişti:
“Seneye de Beşiktaş a gidip, 100’üncü yılda takımı
şampiyon yapacağım.”
Trabzon’da sezon sonuna doğru sakatlanınca işler
yine yoluna girmedi. Bu sefer de bu tecrübeyi
yok saymaya niyetlendi, tekrar Galatasaray’a
dönecekti…
Sergen’in artık Lucescu’su var
Sergen ilk Galatasaray döneminin başkanı Faruk
Süren’i çok sever. Peşine adam takan, gezmesine
ve kumarına karışan Aziz Yıldırım’dan sonra
‘beyefendi’ Faruk Süren bir başka gelmişti: “Faruk
Süren kaliteli adamdı. İnsanda kalite olunca daha
farklı oluyor. Rahat oturup, rahat konuşabiliyorsun.
Medeniyet başka şey, bir kere çok zeki adam. O
yüzden çok iyi anlaşıyorduk. Mesela başkaları gece
gidip gezmemle çok ilgileniyordu. Faruk Süren
beni gördüğünde, kız arkadaşımla bize şampanya
yolluyordu.”
Şimdi Faruk Süren değil Mehmet Cansun başkandı
ama en önemlisi, artık sürekli Sergen’in suyuna
giden biri Galatasaray kulübesindeydi. Mircea
Lucescu, Sergen’i yeniden ciddiyetle oynayan
bir oyuncu haline getirdi. Şampiyonlar Ligi’nde
oynattı, Nantes’a sağ ayağıyla attığı kritik gol
bugün hala akıllarda. Onunla birlikte Sergen
birkaç yıl öncesine, Almanya deplasmanını kasıp
kavurduğu günlere dönmeye çok yaklaştı. Ancak
2002’nin Şubat ayında futbol kariyerinin en
ağır sakatlığını yaşadı, sağ diz ön çapraz bağları
koptu. O güne kadar 13’ü ilk on bir olmak üzere 19
maçta forma giyen ve attığı 7 golün yanı sıra 9 da
gol pası vererek ligin asist kralı olan Sergen için
her şey kararmıştı. Sezon orada bitti ve daha da
kötüsü play-off’larını oynadığı Dünya Kupası’na
gidemeyecekti.
Ama nihayetinde her şerde bir hayır vardı…
Sergen’in paraları Hüsnü Güreli’de
Artık Sergen yalnız değildi. Lucescu’yla birlikteydi,
tabii bir de uzun süreli sakatlık sonrası erimeyen
göbeği vardı. Sezon öncesinde olduğu yerde
sezonu bitiren göbeğe Lucescu hiç dokunmadı,
Sergen’i hep Sergen gibi kabul etti ve onu hoş
tutmak için elinden ne geliyorsa yaptı. Fakat
bu özveri tek taraflı değildi. Romen teknik
adam futbolu çok iyi bildiğini, işini iyi yaptığını
ve sözlerinin bir karşılığını olduğunu Sergen’e
belletmişti. Konu futbolsa neredeyse kimseye
inanmayan, otoritesini ancak bir noktaya kadar
kabul eden Sergen Yalçın bu kez birine teslim
olmuştu.
Kafası da artık daha rahattı. Ait olduğu yere
gelmişti ve kulüpten alacağı maaş, babasının
ricası üzerine kendisine ödenmiyordu. Kulübünün
ekonomisinin patronu Hüsnü Güreli, Sergen’in
parasını işletiyordu ve kumara akıp gitmesi
böylece önleniyordu. Ama bu Sergen’di, huylu
huyundan vazgeçmezdi. Bu anlarda da devreye
Sinan Engin giriyordu. Her maç Sergen’le iddiaya
giriyorlar, gol ve asist için ortaya bir bedel
konulup Sergen’in ihtiyacı olan para sağlanıyordu.
Müptelası olduğu şeyleri yapabilmesi için artık
hazır, fit ve sahada iyi olmak zorundaydı.
Takımdaki hava da iyiydi, skorlar geldikçe takım
sahada bile makara yapıyordu. Lucescu’yu jüri
yapıp kim daha yakışıklı diye sormalar, gece
şakaları, beraber doldurulan at yarışı kuponları…
Her şey Sergen Yalçın için hazırdı ve vaadini de
yaptı.
Aslında o sezon, Sergen için her şey galiba baştan
belliydi.
Oyun içinde oyun… Sergen Yalçın gerçekten
çok mutluydu; el üstünde, başrolde ve
manşetlerdeydi. Üstelik olduğu gibiydi ve hiç
kimse ona karışmışyordu.
Sergen attı şampiyonluk geldi
Beşiktaşlılar bu cümleyi duyduklarında bir başka
hissederler. Şampiyonluğu getiren Galatasaray
maçını Dolmabahçe’deki mahşeri kalabalıkta
izleyenler bile kayışın koptuğu o anları Ercan
Taner’in ‘Sergen attı şampiyonluk geldi’ sözüyle
hatırlarlar. Sergen, Cordoba, Ronaldo, Zago,
Kaan Dobra, Ahmet Yıldızı, Üzülmez, Nouma,
Pancu, Tayfur, Guinti, Tümer… ama Tümer biraz
başka. Bütün sezon Sergen’le bir arada oynayıp
oynayamayacakları tartışmasıyla geçerken ikili
asla yakın dost olmadılar.
Aralarında hep bir çekişme, bir yarış vardı.
El üstünde tutulan Tümer’in her hareketini
hesaplayan yüksek egosu, Sergen’in olduğu gibi
davranan kıvrak zekâsıyla çarpışıyordu. Dışarıdan
bakanlar bunların hesabını yapmıyordu ama
içeride ne fırtınalar kopuyordu; kim bilir…
Fakat biliyoruz artık, çünkü Tümer Metin
otobiyografisi Metin Olmak’ta yazdı: “Sergen’le
aynı hizaya geldim, beni gördü ve topu bana
attı. Top ne zaman Sergen’in ayağından çıktı,
benim “1-0, Tümer Metin!” hayallerim yıkıldı.
Ben o topu tanıyordum. Ben o topun geliş hızını
tanıyordum. Ben o topun falsosunu biliyordum.
Ben o topun açısını da sahanın açısını da adım gibi
biliyordum. Ben o topun bana geldiği an onunla
nerede bulaşacağımı da olasılıkları da biliyordum.
Top Sergen’in ayağından çıkıp benimle buluştuğu
an yapabileceğim tek bir şey vardı. Sergen topu
atarken bana tek bir şans bırakmıştı: Tekrar topu
Sergen’e çıkartmak! Topu tekrar Sergen’e çıkarttım
ve gol oldu.”
Tümer’in de kabul ettiği gibi, Sergen kazanmıştı.
Tüm sezon içten içe çekişen ikili, her zaman
olduğu iplerin Sergen’in elinde olduğu bir anda
daha aynı amaç için farklı hislerle yan yanaydılar.
Tümer’in umudu vardı, tüm sezon aşamadığı
Sergen’den rol çalacaktı. Ama mümkün olmadı,
çünkü Sergen izin vermedi; üstelik bunu Tümer’i
kullanarak yaptı.
Son oyunu da Sergen kazandı ve belki bu yenilgi,
Tümer Metin’in günü geldiğinde Beşiktaş’ı
bir kalemde silmesini hiç yoktan bir sebebe
bağlıyordu.
Aslında Beşiktaş, 100. yılında şampiyon olmuştu
ve Sergen Yalçın çok mutluydu.
Siz ise Sergen’in biraz ilginç, biraz acıklı, çokça da
komik hikâyesini okudunuz.
Üç yıl daha oynadıktan sonra bir kez daha
Beşiktaş’tan ayrılan Sergen, sonra sırasıyla
Etimesgut Şekerspor ve Eskişehirspor’da oynadı.
Derbiler oynadı, gittiği yerlerde benzer hikâyelerin
kahramanı oldu. Maliye Bakanı’ndan torpiliyle hoca
kovdurdu, at yarışı oynadı ve nihayetinde 2008
yılında, 36 yaşındayken futbolu bıraktı.
Antrenör oldu, Beşiktaş altyapısında çalıştı.
Sarmadı, televizyona geçti. Şov programlarında
jüri üyeliği ile futbol yorumculuğu arasında gidip
geldi, kariyerinin ilginç anektotlarını aktarmaya
devam etti. İzlendi, ne söyleyeceği merak
edildi. Wesley Sneijder’in Galatasaray ile yaptığı
kontratın sonunu getiremeyeceği iddiasının neye
dayandığı sorusuna ‘Koltuğa!’ cevabını verdi.
Son olarak ise hocası olduğu Gaziantespor’dan
gün aşırı istifa ediyordu. Galiba sonunda nihayet
gerçekten istifa etti ama kulübede takım elbiseyle
durmanın tadını alan, ‘baktığınız zaman’ kolay
kolay vazgeçmez.
Attığı muhteşem gollere hürmetlerimizle…
Mustafa Demirtaş
Profil
HF114
Ön sıradaki
Sergen Yalçın
Kimileri onu çocukluğundan beri farkındaydı, kimileri onu izledikçe futbolu sevdi, kimileri
ise sadece anılarla onu tanıdı. Ama herkesin kararı aynıydı, Sergen Yalçın bambaşkaydı!
Peki, o anılara çok daha süslü cümleler, parıltılı bir kariyer yazılabilir miydi?
Bundan yarım asır öncesiydi. Dünyanın en iyi
takımları haziran ayında Paris’te toplanıyor
ve “en iyilerin en iyisini” belirlemek için Paris
Turnuvası’nda karşılaşıyorlardı. Aslında sonuç
çoktan belliydi, Pele’ye sahip olan Santos’a
rakip olabilecek takım yoktu. Avrupa şampiyonu
Benfica da öyle... Bu iki takım karşılaştığında Pele
ve arkadaşları, daha ilk yarıda 4-0’ı yakalamıştı
bile. Benfica, “Bu maç buradan dönmez, bari
gençleri oynatalım” düşüncesiyle ikinci yarıda bazı
değişiklikler yaptı. Oyuna girenlerden biri de 19
yaşındaki Eusebio. Mozambikli çocuk, neredeyse
ayağına aldığı her topu gole çevirdi, ayağının
tozuyla hat tricke imza attı! Maçı 6-3 kaybeden
takımın Portekiz’e dönüş yolculuğunda konuşulan
tek konu olacaktı: “Bu çocuk acaba takımdan kimi
kesecek?” Büyük yetenekler, kramponlarıyla o
çimlere daha ilk dokunduğu anda kendilerini belli
ederler. O tarihlerde Beşiktaş’ın alt yapısından
yetişmiş ve yavaş yavaş o zamanki adıyla Mithat
Paşa Stadı’nda sahne almaya başlayan genç Yusuf
(Tunaoğlu) için de durum farksız değildi. Küçücük
soyunma odasında arkadaşlarına “Gelin de şu topu
ayağımdan alın bakalım!” deyip, yorulana kadar
topu ayağından kaptırmayacak kadar yetenekliydi.
Onun için “böylesi elli senede bir gelir!” deniyordu.
Sahiden de Beşiktaş ve hatta Türk futbolu,
muhteşem yeteneklerine aklıyla hükmeden “bir
sonraki özel adam” için elli olmasa da yaklaşık otuz
yıl bekleyecekti. Hiç A takımla maça çıkmamış
olmasına rağmen birçok Beşiktaşlının onu izlemek
için altyapı maçlarını iple çektiği bir çocuk…
Sergen Yalçın.
Bir sonraki perdeyi kurgulayan adam
Sergen o ilk günlerini hatırladığı anda şöyle der;
“Beşiktaş’ın A takımı, belki de tarihin en efsane
kadrosuydu. Metin, Ali, Feyyaz, Rıza… Aşağıdan
gelen bir gencin, o takıma girebilmesi mucizeydi.
Birçok arkadaşım çok yetenekli olmalarına
rağmen hiç şans bulamadan kayboldu!” Ama
Sergen’in yetenekleri, çok nadiren rastlanacak
kadar özgündü. Serpil Hamdi hocanın ellerinde,
o yeteneklerini oyun zekâsıyla harmanlamaya
başladı. Hocası ondan ödev olarak, atağını kendi
başlatıp, finalini de kendisinin yapacağı gol
senaryoları yazmasını istedi. Sergen, hayal gücünü
kullanarak her hafta defterine o kurgularını
karalıyordu. Ama onu özel yapan şey, hayallerini
gerçek hayata taşıyacak kadar sihirli bir sol ayağa
sahip olmasıydı! O gol senaryoları sadece defterde
kalmadı, birçoğunu sahaya yansıtmayı başardı.
O özelliğini, olgunluk kazandıkça daha da etkin
kullanmaya başladı. Her zaman kilo problemi
yaşasa da, biraz ağır idman görünce “Ağrım var!”
deyip, iki tur koştuktan sonra kenara çekilse
de; kariyerinin son günlerine kadar sahada fark
yaratmaya devam etmesi en çok bu sebeptendi.
100. yılın finalinde “Sergen attı, şampiyonluk
geldi” mottosunu ortaya çıkardığı gün, yine Serpil
Hamdi Tüzün’ün verdiği ödevi yazar gibiydi. Topu
alıp, Tümer’le birlikte Bülent Korkmaz’ı ikiye bir
yakaladığı anda bir karar vermesi gerekirdi: Ya golü
Tümer’e attıracak, ya da Tümer’e zorla kendisine
asist yaptıracak! Yıllar sonra Sergen o sahne
hatırlatıldığında, “Hayatımda en çok istediğim gol
oydu” diyor ve “Elbette orada istesem Tümer’e
asist de yapabilirdim” itirafını yapıyordu.
Beckenbauer ona hayran kalmıştı!
2000 Avrupa Şampiyonası eleme grubundaki
meşhur Almanya maçı. Sadece Lothar
Matthaus’un solundan atıp, sağından geçtiği
an bile ülke futbolu için çok anlamlıydı. Sergen
o gün sadece yeteneklerini artık tüm Avrupa’ya
duyurmakla kalmamış, milli takımın kısa
zamanda gerçekleşecek efsanevi başarıları öncesi
özgüven aşısı yapmıştı. Beckenbauer, o günden
sonra Sergen için, “Bence o bir Türk Zidane!”
açıklamasını yapıyor ve Bayern Münih’e transfer
edilmesini istiyordu. Evet, Sergen’in o mizahi
anlatımıyla aksettiği günler… “Beni bir dönem
Bayern Münih istemişti. Adamlar bir araştırdı,
almadılar!” Zaten o araştırmaların sonucunda,
“zehir gibi çalışan bir futbolcu!” sonucu çıkmış
olsaydı o, Real Madrid’in de Zidane’ı olabilir, yani o
formayı ondan da önce giyebilirdi.
Sergen “koşmazdı” denilen günlerde bile eli
belinde gezmezdi hiçbir zaman. Yatarak müdahale
yaptığında çoğunlukla topu kazanır; o futbol
zekâsını, savunmada da kullanırdı. Çünkü bizzat
kendi sanatı olduğundan, karşısında çalım
veya ara pası atacak oyuncunun ne yapacağını
önceden kestirebilirdi. Gereksiz çalımlara girmezdi,
tribünlere sevimli görünmek için aynı adamı
iki kere çalımlamazdı. Topuğunu artistik olsun
diye değil, “asist olsun” diye kullanırdı. Etrafını
yönlendirirdi, işini hep ciddiye alırdı. Onu durduran
şeyler, saha dışındaydı.
Bugün her şeye sıfırdan başlasaydı...
Onun en büyük farklarından biri, yapabildiği
şeylerin çok zor işler olmasına rağmen, her
seferinde kolay göstermesiydi. Öyle bir ara pası
atıyordu ki, hedefteki forvet kendisinin boşta
olduğunu o pasla anlıyordu. Hiçbir zaman üzerinde
baskı hissetmezdi. Sparta Prag karşısındaki
Şampiyonlar Ligi grubunun hayati maçında, bitime
beş dakika sağ çaprazdan topla buluştuğunda,
“Alman kale” oynar gibi topu arka direkteki
Ronaldo’nun kafasına kepçeleyebilirdi. Chelsea
deplasmanındaki ikinci gol öncesinde, onca
keşmekeş arasında Cudicini’ye feyk ataraktan
kendisini Ay’a yolcuğa çıkarıp, maç sonunda
Roman Abramovich’e “Onu izlemek için İstanbul’a
geleceğim” dedirtebilirdi.
Şayet onu bugünlerden biriyle kıyaslamaya
kalkarsak, aradığımız örneği çok uzaklarda
aramamıza gerek kalmaz. Aslında uzakta ama aynı
zamanda çok yakında: Mesut Özil. Sol ayağındaki
sihir, hızlı düşünme ve karar verme, aynı zamanda
uygulama. Saha içindeki yönetmenlik, buram
buram 10 numara kokusu… Sergen de iyi yaşayıp,
futbola arka sıradakiler gibi değil, ilk günden ön
sıraya kurulup, sıfır devamsızlıkla dönemi bitiren
öğrenciler gibi yaklaşsaydı; Mesut’ta olduğu
kadar oyunun içinde olma özelliğini Avrupa
standartlarına çıkarabilirdi. Ve hatta gücünü
sürekli arttıracağını düşünürsek, ilk yıllarındaki
o muhteşem şut özelliğiyle ona bu konuda
fark atabilirdi. Bonservisi de en az 50 milyon
dolaylarında gezinirdi. Yaşamadığımız Sergen,
bizlere bunları sunabilirdi. Ama yaşattıkları bile
güzel ve hala bambaşka… Ali Rıza Sergen Yalçın,
öylesi bir daha gelmeyecek.
Onun için ne dediler?
Futbol adamlarına göre Sergen’in ifade
ettikleri ve kullanmadığı potansiyeli!
“Tembel olmasaydı, muhtemelen Barcelona’da
forma giyip Zidane’a karşı oynardı.”
Daniel Pancu
“Premier Lig’de forma giydim, birçok önemli
takımda oynadım, birçoğuyla karşılaştım.
Sergen gibisini az gördüm.” Ronny Johnsen
“Sergen benim için Türkiye’nin en iyi oyuncusu.
Sahada oyunu gören, okuyan, Tanrı tarafından
üstün yetenekler bahşedilmiş futbolcu.” Hagi
“Sergen futbolu biraz ciddiye alsaydı, dünyanın
sayılı muhteşem oyuncularından biri olabilirdi.”
Joachim Löw
“Sergen gördüğüm en efsane futbolculardan
biriydi. Serie A’da oynasaydı dünyanın
ikonlarından biri olabilirdi.” Federico Giunti
“Kariyerim boyunca böyle bir oyuncu
görmedim. Türkler nasıl bir oyuncuya sahip
olduklarını bilmeliler.” - Safet Susic
“Maradona’yla aynı klastandı. Sergen’in
en iyi zamanlarında Türk futbolu ondan
yararlanamadı.” Oscar Cordoba
“Onun futbol beynine sahip değilim. Platini’de
de yoktu sanırım.” - Jean Tigana
“Sergen sıra dışı bir futbolcu! Real Madrid’de
kolaylıkla oynayabilecek bir çocuktu. Futboluna
saygı duyuyorum.” Vicente del Bosque
“Onunla oynama şansına eriştim. Topa
her dokuduğunda ne kadar özel olduğunu
anlıyorsunuz.” John Carew
“Kimse bana Sergen’den bahsetmemişti.
Onun gibi muhteşem oyuncuları bulabilmek
gerçekten ama gerçekten çok zor.”
Zdenek Zeman
“40 yıllık kariyerimde onun gibisini görmedim.
Zidane’nin yerinde olabilirdi. Onun için her
zaman üzülüyorum.” - Mircea Lucescu
Sinan Yılmaz
Süper Lig
HF114
SERGEN
MUCİZESİ Mİ?
Futbolculuğu unutulmaz anlara sahne olan Sergen Yalçın, bugünlerde teknik
direktörlükte de adından söz ettiriyor. Efsane, devre ortasında geldiği ve çok kötü günler
geçiren Gaziantepspor’u şaha kaldırdı takımın çehresini 180 derece değiştirdi. Muhteşem
solak kırmızı-siyahlılara sanki bir sihirli değnekle dokundu
Sergen Yalçın neyi değiştirdi? Ne değişti de bu
sezon lige kötü bir başlangıç yapan, Sergen’den
önce, son haftalarda maçı daha ilk 30 dakikada
yediği gollerle kaybeden, direnci olmayan bir
takım, bu kadar zor yenilen, mücadele gücü
yüksek bir takıma dönüştü. Bu sorunun cevabı
için, futbolculara, kadro yapısına veya Sergen’in
teknik direktörlük yeterliliğine bakmadan önce
Gaziantepspor’un son yıllarda içinde bulunduğu
duruma bakmak gerekiyor.
Gaziantepspor 3 Temmuz sürecinden sonra son
derece istikrarsız bir kulüp görünümüne büründü.
Ne bir kadro istikrarından ne de puan durumunda
bir istikrardan bahsedebildik son 2,5 sezonda.
2010/11 sezonunu Gaziantepspor, Tolunay Kafkas
önderliğinde lig 4.’sü tamamlamıştı. Devre
arası transfer edilen Cenk’in müthiş formu ve
arkasındaki üç yabancı oyuncu Popov, Wagner
ve Sosa’nın uyumuyla Gaziantepspor çok iyi bir
takım olmuştu. Bu hücum hattının arkasında da
Olcan Adın, Dany, Emre Güngör, Serdar Kurtuluş,
Karcemarskas gibi oyuncular bulunuyordu. 2011/12
sezonu başında ise bu lig ortalamasının üzerindeki
kadro korunmasına rağmen, takım kötü bir
başlangıç yaptı. Avrupa’dan erken elenildi ve ilk 4
hafta mağlubiyetle geçildi. Ligimizin kanseri olan
sabır ve istikrar sorunu da hemen baş gösterdi ve
Tolunay Kafkas’ın uzun zaman emek harcayarak
kurduğu kadro ile arasındaki bağ sadece 4 haftada
koptu. Sonrasında Abdullah Ercan geldi ve işler iyi
gitmedi. Ercan, Wagner ile tartıştı, o gönderildi ve
kadro da biraz dağıldı. Cenk’in arkasındaki Sosa,
Popov, Wagner üçlüsü sırasıyla farklı dönemlerde
takımdan ayrıldılar. İstikrar yerini istikrarsızlığa
bıraktı. Takım düşme potasına kadar gitmişti ki
son 12 hafta kala Hikmet Karaman göreve geldi.
Tam da kendisiyle özdeşleşen şekilde hemen
büyük bir verim yakaladı. Son 8 hafta takımı gol
yemedi, müthiş bir 12 haftalık periyot sergilenmişti
ve insanlar o zaman da ‘Yahu ne oldu bu kötü
giden Antep’e helal olsun Karaman’a’ dediler.
Karaman yine kendisiyle özdeşleşen bir şekilde çok
iyi bitirdiği sezonun da ardından kötü transferler
ve yanlış kadro planlamasıyla ertesi sezona
yine kötü başladı. Bu sırada maddi sorunlar da
vardı tabii. Evet, son 2 senedir Gaziantepspor
futbolcuları maaşlarını almakta sürekli sorun
yaşıyorlar. 2012/13 sezonu devre arasına kadar
yine istikrarsızlığa gömülen Gaziantepspor, bir
teknik direktör değişikliğiyle şaha kalktı. Bu sefer
isim; Bülent Uygun’du, devre arası yapılan nokta
transferlerle ki; Abdul Razak Traore transferinde
benim de büyük bir payım var. Kulübe bu oyuncuyu
ben önermiştim… Takım yine ayağa kalktı. Yine
herkes “Yahu bu kötü giden Antep’e ne oldu?
Helal olsun Uygun’a” dedi. Yine sezon bitti. Bülent
Uygun yine Karaman gibi kötü bir transfer ve
kadro planlaması yaptı. Maddi sıkıntılar da bu
kötü transfer sezonlarına neden olmuş olabilir.
Bu sezona kötü girildi. Bir önceki sezonun flaş
ismi Sernas’ın kiralanması ve yerine bir yağlı
güreşçiye dönmüş Milevski’lerin transferi pek akıl
mantık işi değil gibiydi. Zira Milevski’yi gören bir
insan futbolcu fiziğiyle uzaktan yakından alakası
olmadığını görebilirdi. Ayrıca Gaziantepspor’un
en zengin ve bunca yabancı sorunu çeken
kulüplerin aksine yerli kalitesinin tavan olduğu
bölge santrforken, Cenk ve Muhammet gibi
oyuncuları kadrosunda barındırıyorken bu kadar
santrfor alması, göndermesi de hiç mantıklı
değildi. Nitekim Bülent Uygun da bu sezona kötü
girdi, işler kötü gitti ve Sergen geldi ve birden
Gaziantepspor şaha kalktı. Uzun lafın kısası… Bu
filmi üçüncü defa izliyoruz! Artık Gaziantepspor
taraftarının yönetime rest çekip şunu demesi
gerekiyor. “Biz bu filmi daha önce de görmüştük!”
Sonuçta 3 sezondur boşa giden bir süreç, ne
Yıldız futbolcu Milevski Antep’e büyük umutlarla
gelse de bekleneni veremedi ve takımdan ayrıldı.
bir sistem, ne bir istikrar, ne bir temel atılabildi.
Hocalar geldi, gitti, 10’ar haftalık müthiş periyotlar
yaşandı… Bu periyotlar Gaziantepspor’u 3
sezondur küme düşme korkusundan uzaklaştırdı
ama ilerleme adına, gelecek adına da hiçbir adım
atılamadı.
‘Haydi’ durumu motive ediyor
Şimdi bu kötü giden Gaziantepspor’un 3 seferdir
nasıl birden patlama yapabildiğini kendimce
açıklamaya çalışayım. Oyuncular, maaşlarını
da adam akıllı alamadıkları ve hiçbir gelecek
göremedikleri kulüplerinde umutsuzluğa düşüp,
kadro kalitelerinin altında maçlar çıkarıyorlar ve
art arda kötü sonuçlar alıyorlardı. Sonra bir teknik
direktör değişikliği ve muhtemel yönetim vaatleri
oluyor, maaşların bir kısmı ödeniyor ve hep birlikte
bir “haydi!” durumu oluşuyor. Zaten kalburüstü bir
kadroya da sahip oldukları için bunu 3. sezonda 3.
seferdir başarabiliyorlar. Cenk’in performansından
dahi bu ruh halini görebilirsiniz? Cenk basit bir
forvet mi? Hayır. Neden sürekli değil de dönem
dönem patlama yaşıyor peki? Geleceğinin,
hayallerinin geçtiğini, potansiyelini her geçen gün
kaybettiğini görüyor çünkü.
Gaziantepspor 3 sezondur hep kaliteli bir
hücum hattına sahip oldu, sorunlar daha çok
defansif oyuncu kalitesizliğindeydi. Bu yüksek
motivasyonlu hoca değişikliği sürecinde de
takım birden agresif, sert, ekstra istekli oynadı ve
sonuca gitmeyi bildi. Gaziantepspor’un Sergen’le
kazanırken de goller atıp, yediğini görüyoruz
zira takım için ancak şöyle bir planlamadan
bahsedebiliriz. “Üstü forma, altı sorma”
Sistem: 4-2-4
Hücum hattında Cenk, Muhammet, Turgut,
Traore hatta defansif adam eksiğinden defansif
oynatılan Medunjanin, savunmada ise ön libero
Bekir Ozan, Binya, Şenol, Ekrem Dağ vs vs. Arada
ciddi bir kalite farkı olduğu bariz. Sergen de bunu
iyi gördü. Elinde bir tane bile üstün fizik gücü
olan, agresif, sert defansif ortasaha oyuncusu
olmadığının bilincinde. Orhan Gülle’yi fiziği iyi
defansif ortasaha olarak sayabilirsiniz ama o da
maçın içinde çok kopuk oynayan, konsantrasyonu
çok düşük, bir de agresif futbol oynamayan bir
oyuncu. O yüzden Sergen orta saha göbeğinde iki
oyun kurucu ile oynuyor. Bekir Ozan tüm yavaşlığı
ve fiziksel zaaflığına rağmen defansif oyun kurucu
rolünde oynarken yanındaki Medunjanin de ligin
en teknik, en yaratıcı olmasına rağmen, en yavaş,
zayıf oyuncularından biri olarak serbest oynuyor.
Kanatlarda Traore, Turgut gibi oyuncular da yine
defansif melekeleri düşük oyuncular. Savunma
dörtlüsü de, özellikle bekler oldukça kalitesiz
zaten. Bu yüzden Sergen şimdilik şunu yapıyor.
4-2-4 gibi bir sistemle topu eveleyip gevelemeden,
mümkün olduğunca çabuk bir şekilde direkt ve
uzun bir şekilde ileri gönderiyor. Bunu yapmaları
için de göbeğe Bekir gibi, Medunjanin gibi ayağı
düzgün oyuncular koyuyor, maçı bir orta saha
mücadelesi haline dönüştürmediği için bu
ikilinin fiziksel zaaflarının ortaya çıkmamasını
sağlıyor. 4-2-4, direkt ve uzun toplarla oynanan
bu system, oyunu hızlandırıp tempoyu artırıyor
ve hücum hattı kaliteli olup, savunma hattı da
kalitesiz olduğu için Gaziantepspor gol atıp, yiyen
Cenk Tosun, Sergen Yalçın göreve geldikten sonra
çıktığı 7 maçta rakip ağlara 4 gol bıraktı.
bir takıma dönüşüyor. Ligin 2. yarısında da oyun
organizasyonundan uzak, hücumdaki kaliteli
ayakların yeteneğine bağımlı, izlemesi (top bir
o kalede bir bu kalede olacağından) zevkli bir
takım olacaktır Gaziantepspor. Fakat ortasahası
kalabalık, tempoyu ayarlamayı bilen, kısa ve çok
pas yapabilen takımlar Gaziantepspor’un foyasını
ortaya çıkarabilirler. Bu tarz oynayan takımlar
Gaziantepspor’un hücum ve savunma bağlantısını
topa sahip olarak koparabilir ve oyunu tamamen
domine edebilirler zira Gaziantepspor takım
halinde ve güçlü bir pres oyunundan oldukça uzak.
Paralar ödenmezse başarı uzun sürmez
Sergen şimdilik elindekini iyi etüt etmiş ve en
doğru şekilde kullanıyor gibi görünüyor, B planı
üretme ihtimali yok ama A planını iyi uyguladı.
Oyuncularını motive etmeyi de karizmasını
kullanarak biliyor, Ne de olsa o son 20 yılın en
yetenekli Türk futbolcusu ve oldukça popüler bir
karakter. Oyuncular hiç olmadıkları kadar agresif,
mesela Bekir Ozan Trabzonspor maçından sonar
hiç görmediğim kadar hırslıydı. Bu da başarının
sebeplerinden ama maaşlar ödenmediği sürece bu
hırs, istek çok uzun soluklu yine olmaz. Sergen’in
gerçek hocalığını görmek için de önümüzdeki
sezonu beklemek lazım diye düşünüyorum.
41 yaşındaki Sergen Yalçın, ilk
teknik direktörlük deneyiminde
Antep ile 6 maçta, 4 galibiyet, 1
beraberlik, 1 de mağlubiyet aldı.
Sergen zeki ama…
Bu transfer dönemini yönetim sıkıntıları yüzünden
doğru dürüst transfer yapamadan üstelik oyuncu
kaybederek pas geçtiler. Ben Sergen için, oldukça
zeki ama eğitimsiz ve yüksek egoya sahip biri
olduğu için, sürekli başarılara yelken açabilecek
bir kariyer pek göremiyorum. İşte kadrosunu,
oyuncuları erken algılayıp doğru bir mantık
üzerinden hemen geçerli bir sistem kurması onun
kıvrak zekasını gösteriyor ama Sergen çalışmayı
hiç sevmez ki! Oyuncu transferlerinde ne kadar
ince eleyip sık dokuyacak? Egosu insan ilişkileri
konusunda nasıl sorunlara neden olacak? Uzun
vadede bunlar hep çok ciddi soru işaretleri.
Kaan Koç
Unutulmaz
HF114
AĞLARI
SARSAMAYAN FORVET
Henüz çok gençti… 10 yıl önce, 25 Ocak 2004’te Don Afonso Henriques Stadı’nın
çimlerine yığıldı, bir daha kalkmamacasına…
“Futbol bana kazanmak kadar kaybetmeyi ve eğlencenin acılara üstün gelebileceğini de öğretti. Hedef
yalnızca mutluluk; harcanan tüm fırsatların telafisi olabilen mutluluk...”
Miklos Feher
Elini dizlerinin üstüne koyup başını öne eğdi; uzun,
sarı saçları ıslak ve parlaktı. 12-13 saniye boyunca
öylece durdu. Ne düşünüyordu o anda? Ne tür bir
acı duyuyordu göğsünde? Başına gelmekte olan
şeyin ciddiyetini bilemeden basit bir baş dönmesi
sanıp kendini yere bırakmayı yediremiyordu belki
de. 12-13 saniye. Sadece 12-13 saniye dayanabildi
elleri dizlerinde, saçları yere uzanan adam. Sonra
sola doğru devrilmeye başladı, saçları bu kez
geriye düşen başıyla birlikte arkaya savruldu. Ve
az önceki duruşundan geriye, göğsündeki can
tılsımının onu terketmesiyle tek bir şey kalıyordu;
yere yığılırken hala dizlerinde olan elleri. Çünkü
onu ayakta tutamayan bacakları kadar elleri de
kendi kontrolünde değildi artık. Bir bebekte bile
var olan düşerken tutunma refleksi yok; son ana
kadar kıpırdamayan, sonra yerçekimiyle iki yanına
iki parçalanmış dal gibi sıçrayan kollar. 25 yaşındaki
yakışıklı adam ölmüştü.
Arkadaşları çığlıklar atıyor; takım arkadaşı Sokota
hemen yanıbaşına eğilmiş, bir eli solgun saçlarını
tutuyor Feher’in. Rakipten Cleber, iki elini ona
doğru uzatmış, sanki bir Yunan tanrısı sanıyor
kendini; tutup kaldıramazsın ölü bir adamı Cleber!
Tiago iki elinin arasına almış kendi başını, karşı
takımdan Guga sımsıkı sarılıp uzaklaştırıyor onu
başka köşeye. Tiago ağlamaya daha yeni başlıyor,
haberi yok! Kaptan Simao Sabrosa dizlerinin
dizlerinin üstüne çöküyor; kaptanlığının sınırlarını
bil Simao, bir yere kadarsın! Ricardo Rocha,
sen de Feher’e uzaktan bakıyorsun, korkudan
gidemiyorsun yanına ve ağlıyorsun. Ağla Rocha,
elde kalan bu; ağlamak.
Hayat bu cümleleri söylüyor o gün. Feher yerde,
kanadından kopup düşmüş bir kuş tüyü gibi
yatıyor; bomboş. Feher’in gözleri açık. Elbet henüz
yeni oyuna girdiği maçın sonucunu, sezonun nasıl
biteceğini de merak ediyor ama 25 yaşındaki bir
adamın hayata gözlerini yumarak ölmesi zaten
imkansız. Feher acaba bilinci kaybolmadan evvel
en son hangi fotoğraf karesini görüyor, bunu
düşünüyorum. Acaba neyi gördü en son Feher o
sahada; kalbi onu yoklamadan hemen önce görüp
sitemle hakeme gülümsediği sarı kartı mı, eğilip
12-13 saniyelik köprüye girdiği anda ona zeminden
bakan çimlerin yeşilini mi yoksa sevdiği kadının
gözbebeklerini mi? Bilmiyoruz. Hayat bana “Her
şeyin sırrına eremezsin Kaan Koç!” diyor. Peki
hayat. Peki...
10 yıl oldu saçları sallanmıyor onun, 10 yıl oldu o
forvet gol atamıyor, tam 10 yıldır ailesiyle aynı
koltuğa oturamadı, 10 yıldır bir kıza aşk sözleri
söyleyemedi. 10 yıl evvel öldü Feher. Herkes için
aynıyken ölümün tablosu, herhangi bir yılın Ocak
21’inde bir sürü insan ölmüşken tarihte ben niçin
Feher’i anıyorum şu an? Sanırım o maçta gol
atacağını zannediyordum da ondan...
Ama o şimdi yalnız, eli kalbinde bir heykelin
içinden bakıyor bize. Ve saçları havada
dalgalanamıyor, duruyor kaskatı. Feher, gol
atmaktan vazgeçti tam 10 yıl önce. Biliyorum,
ayakta durabilseydi o maçta bizi değil ağları
sarsacaktı.
Egemen Yıldırım
Süper Lig
HF114
ASLAN’DA GENÇLİK AŞISI
Roberto Mancini ile oyun anlayışında son 2 yıla kıyasla gözle görülür bir fark olan
Galatasaray’da değişim, kadro ve transfer mantalitesine de yansımış durumda. Özellikle
devre arası transfer döneminde sarı kırmızılılar tabir-i caizse kabuk değiştiriyor ve kulüp
tarihinde pek rastlanmayan bir yapılanmayla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor
Türkiye’deki futbol kulüplerinin %95’inin yaşadığı
gibi Galatasaray da tarihi boyunca sıkça değişim
yaşayan bir kulüp. Mali, idari, sportif ve birçok
alanda sarı kırmızılılar belirli dönemlerde kendini
yenileme ihtiyacı hissetti. Bizler, bunun son
örneğini 2011/12 sezonunun öncesinde görmüştük.
Şimdilerde ise hem Avrupa hem de Türkiye’de
değişen futbol düzeninin etkileriyle birlikte
Galatasaray, keskin bir gençleşme operasyonunun
tam merkezinde.
Aslında yapılan hamlelerin Roberto Mancini
komutasında gerçekleştiği görülse de yatırımların
temelini oluşturan kişinin Fatih Terim olduğu su
götürmez bir gerçek. Üçüncü kez göreve geldiği
2011/12 sezonunun başında Terim’in yapmak
istediği aslında tam olarak bu olsa da gelişen
şartlar, onun bu planı faaliyete geçirmesine
olanak sağlamadı. Eğer Terim bahsettiğimiz planı
uygulayabilseydi başarılı olur muydu? Konumuz bu
değil ama Fatih Hoca’nın geçmişte yaşadıklarına
bakarsak onun potansiyeli ortaya çıkarmaktan
ziyade var olan potansiyelden maksimum verim
almada daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Fatih Terim’in üçüncü döneminde oluşturduğu
kadronun temel prensibi, devralınan enkazı
kısa vadede ortadan kaldırarak başarı kazanan
bir yapıya dönüştürmekti. Başarı kazanıldıktan
sonra ise oluşmuş iskelet, hem altyapıdan hem
de piyasadaki yetenekli gençlerle harmanlanarak
geleceğin Galatasaray’ı oluşturulacaktı. Kısa vadeli
düşünce, pratikte istenileni yerine getirse de uzun
vadeli düşüncenin pratiğe geçeceği dönemde
Terim ile yönetim arasında yaşanan anlaşmazlık
her şeyin yeniden başlayacağı izlenimini ortaya
çıkardı. Bu dönemde Fatih Terim’in yerine göreve
gelen Roberto Mancini’nin uzun vadeli planı
uygulamaya koyup koymayacağı muammayken
İtalyan teknik adam, göreve geleli henüz 3.5
ay olmasına karşın keskin bir yapılanmaya aldı
Galatasaray’ı.
Potansiyelde önü açık olan tünel
Spor Toto Süper Lig’de ikinci yarının başlamasına
bir hafta kala Galatasaray; Bucaspor’dan Umut
Gündoğan, Grasshoppers’tan Izet Hajrovic ve
Kayserispor’dan Salih Dursun’u renklerine bağladı.
Brezilya’nın en iyi sol beki olarak nitele ndirilen
Alex Telles’i İstanbul’a getiren ve imza attıran sarı
kırmızılılar, ayrıca Basel’in genç kanat oyuncusu
Endoğan Adili ile görüşmelere başladığını borsaya
bildirmiş durumda. İsmini yazdığımız 5 oyuncunun
göze batan özelliği, yaş ortalamalarının 21.6 yani
geleceğin Galatasaray’ını oluşturacak temel parça
hüviyetinde oluşu.
Saydığımız bu isimler, gösterdikleri performansla
bulundukları liglerde isimlerinden sıkça söz
ettirmiş durumdalar. Bir tek Endoğan Adili ile
ilgili net bilgiye sahip değiliz. Onunla ilgili de
sıkı bir araştırma sonucu bazı verilere ulaşabilir,
yeteneğine dair öngörülerde bulunabiliriz.
Potansiyelde bu 5 isim Galatasaray’a ciddi
katkılar verebilecek isimler. Yani sarı kırmızılıların
yürüdüğü yolun sonundaki tünelin önü açık.
Ayrıca basında Tolgay Arslan, Hakan Çalhanoğlu,
Tarık Çamdal, Veysel Sarı, Koray Günter ve Kaan
Ayhan gibi Milli Takım’ın gelecekteki yapı taşları
olabilecek isimlerin adı Galatasaray’la ciddi şekilde
anılmakta. Yani operasyonun boyutu oldukça
geniş.
Genç futbolcu Bruma yaşadığı talihsiz diz sakatlığı
sebebiyle sezonu kapattı.
İlk olmayı sağlayan veriler
Galatasaray’ın kadrosuna kattığı ve gündeminde
olan bu isimlerin aynı sezon içerisinde sarı kırmızılı
formayı giymelerini ilk yapan birçok veri mevcut.
Sezon başında transfer edilen Bruma’yı da dahil
ederek bu ilkleri tek tek sıralayalım:
- Başkan Ünal Aysal’ın bizzat istediği
“gençleştirme operasyonu”, Galatasaray tarihi
incelendiğinde böylesine geniş çaplı şekilde ve
mantalite olarak ilk kez gerçekleşiyor. Geçmişte
sarı kırmızılıların birçok genç futbolcu transferi
yaptığı aleni olsa da başkanından yöneticisine,
teknik direktöründen CEO’suna kadar herkesin bu
transfer hamlelerini operasyona dönüştürdüğüne
ilk kez şahit oluyoruz. Fenerbahçe’nin Christoph
Daum’la 2003-04 sezonunda buna benzer bir
hamle yaptığı hafızalarda yer alsa da, o dönemdeki
transferlerin gelişim kaydedemediği ve daha az
etki yarattığı açık.
- Geçmiş dönemlerde genç futbolculara yatırım
yapıp geliştirmek yerine direkt fayda sağlamayı
prensip edinen ve bu nedenle fahiş bedeller
ödemekten kaçınan Galatasaray, bu prensibi
değiştirmiş durumda. Sezon başından bugüne
sarı kırmızılıların 24 yaş ve altı futbolculara ödediği
bonservis miktarı 23 milyon 750 bin euro (Bruma
10 milyon, Salih 2 milyon 750 bin, Hajrovic 3.5
milyon, Telles 7 milyon, Umut 500 bin euro).
Özellikle Türkiye’nin kariyer geliştirme ülkesi
yerine kariyerinin sonunda para kazanma ülkesi
olarak görüldüğü Avrupa futbolunda yabancı genç
futbolcuların vitrin olarak Galatasaray’ı seçmesi ve
kulübün bu oyunculara 20 milyon euronun üstünde
yatırım yapılması Türk futbolunda bir ilk olarak
karşımıza çıkıyor. Yani Galatasaray’ın; Porto, Lyon,
Shaktar Donetsk gibi genç oyuncuları yetiştirip
ihraç etmede adeta fabrika düzenine sahip
takımların yapısını belli ölçülerde uygulamaya
soyunduğunu söylemek mümkün. Bu, Türk
futbolunun Avrupa ve Dünya futbol piyasasındaki
yeri açısından çok önemli bir artı. Genç futbolcular,
Galatasaray’ın yaptığı hamleler sayesinde sonraki
sezonlar için kariyerleri açısından Türkiye’yi uygun
bir seçenek haline getirebilir.
- Galatasaray, genellikle sezon başında
gerçekleştirilen geniş çaplı değişim politikasını
devre arasında uygulayarak yine daha önce örneği
görülmemiş bir hamleye imza attı. Devre arası
transferleri birçokları tarafından risk unsuru olarak
görülüp, büyük takımları nokta atışı transferler
yapmaya yöneltse de Galatasaray bu tercihiyle
doğru kimyayı yakalayabildiği takdirde Türkiye’de
neredeyse kemikleşmiş bir yapının değişmesi
adına örnek olabilir.
Kim katkı sağlar?
Galatasaray’ın yüksek ücretler ödeyerek takıma
kazandırdığı bu isimlerle ilgili en büyük soru işareti,
takıma direkt katkı sağlayıp sağlayamayacakları
yönünde. Bu tarz soru işaretlerinin ortaya çıkması
son derece normal. Çünkü ödenen meblağlar,
Türkiye standartlarının fazlasıyla üzerinde ve
taraftar onlara geleceğin yıldızı olarak değil, takıma
hemen katkı sağlayacak isimler olarak bakıyor.
Bu da baskıyı artırdığı gibi beklentiyi de yükselten
önemli bir faktör.
İlk yapılan transfer olan Bruma’dan başlarsak,
yabancı kontenjanının genç oyuncunun
yeteneklerini sergilemesine büyük bir ket
vurduğunu söyleyebiliriz. Oynadığı maçlarda
güçsüzlüğü göze batan Bruma, yaşadığı talihsiz
ve ağır sakatlıkla net yorumlar yapılmasını sezon
sonuna bıraktırdı.
Takıma direkt katkı vermesi en çok beklenen
iki ismin ilki Alex Telles. Galatasaray’ın yıllardır
kanayan yarası konumundaki sol bek için ilaç
olması beklenen genç oyuncudan beklenti bir
hayli yüksek. Hakan Balta’nın yıllardır süren
istikrarsızlığı ve düşük formu, Riera’nın da yüksek
maliyeti ile devşirme sol bek oluşu, Telles’in
takıma girişini beklenenden önceye çekebilir.
Geçen sezon Brezilya’nın en iyisi seçilmesi,
Galatasaray gibi 3 kulvarda mücadele eden bir
takımda ilk 11 oynamak için yeterli görülebilir.
Ancak genç oluşu, uyum süresi ve sisteme
alışması gibi temel sorunlar, şu an için önündeki en
büyük engeller. Zaman, onun için söylenecek klasik
ama doğru kelime.
Salih Dursun da tıpkı Telles gibi takıma direkt
katkı yapması düşünülen diğer isim. Onun
Brezilyalıya göre avantajı ligi tanıması ve bir
çok pozisyonda oynayabilmesi. Aslen orta saha
olan Salih, Kayserispor’da sağ bek oynamaya
başlayan ve nadiren savunmanın ortasında da
değerlendirilebilen bir oyuncu. Eboue’nin yabancı
statüsünde oluşu ve istikrarsız performansı,
onu Sabri’nin önüne koyarak ilk 11’e girmesini
hızlandırabilir.
Grasshoppers’tan beklenmedik bir şekilde
Galatasaray’ın yolunu tutan Izet Hajrovic’in de
ilk 11’e girmekte zorlanacağını söyleyebiliriz.
Başlıca etken, tabii ki yabancı sınırlaması. Ama
yeteneklerinin tartışılmaz olduğu bir gerçek.
Bosna Milli Takımı ile Dünya Kupası oynayacağı
da düşünülürse Mancini’nin onu rotasyona sık
sık dahil edebileceğini söyleyebiliriz. Ama kilit
noktalardan biri, takımın oynayacağı sistem.
Burak-Drogba-Sneijder üçlüsünün varlığı, kanat
varyasyonlarının uygulanmasını zorlaştıracak
birinci madde. Sezonun başlamasını beklemek,
daha sağlıklı yorum yapılmasına olanak
sağlayacak. Belki de işi en zor olan isim Umut
Gündoğan. Selçuk İnan-Melo gibi birbirini çok iyi
tamamlayan ve geçtiğimiz 2.5 sezonun en uyumlu
ikilisiyle aynı pozisyonun oyuncusu için forma
aslanın ağzında değil, midesinde olur. Yekta,
Emre Çolak, Ceyhun Gülselam ve Engin Baytar
gibi isimlerin sakatlık ve cezalar dışında bu ikiliyi
kesemediği ortadayken Umut’un forma için ekstra
efor sarf etmesi gerektiği aşikar. Onun en büyük
avantajı, Avrupa patentli bir alt yapı geçmişine
sahip olması.
Endoğan Adili ile ilgili olarak bildiğimiz tek şey
genç takımlarda gösterdiği performans. İsviçre
Ligi’nin en genç golcüsü unvanına sahip olan
Endoğan, kapalı kutu olarak karşımıza çıksa da
Football Manager oynayanların bileceği üzere
büyük bir potansiyele sahip. Bilinen tek handikabı,
genç yaşta yaşadığı ağır sakatlık. İzlemek şart.
Risk bu işin doğasında
Türkiye’ye geleli henüz 3.5 ay olan bir teknik
adam önderliğinde özellikle yerli oyuncu ağırlıklı
bir gençleşmeye gidilmesi, elbette riskleri de
beraberinde getirir. Özellikle taraftarlar, 3 kulvarda
birden mücadele eden takımlarından ligin ikinci
yarısında daha iyi bir performans bekleyecektir.
Peki bu hamlelerin ardından ortaya çıkan yeni
Galatasaray bu beklentilere cevap verebilir mi?
Şahsi görüşüm, yeni transferlerin takıma olan
katkılarının Ziraat Türkiye Kupası’nda daha fazla
olacağı yönünde. Ligin iddialı büyük takımlarının
kupada saf dışı kalmasıyla kamuoyunda kupanın
bir numaralı favorisi haline gelen Galatasaray, yarı
finale çıkmayı garantilediği andan itibaren yeni
transferlerin uyumunu bu kulvarda sağlamak
isteyecektir.
Ligde ise takıma etkileri, lig başladıktan bir kaç
maç sonrasında olacaktır. Özellikle temponun
zirve yaptığı dönemlerde takım içerisinde
oluşacak rotasyon, yeni katılan oyuncular
için bir şans olacaktır ve takımda bulunan
önemli isimlere mesaj vermelerini sağlayabilir.
Şampiyonlar Ligi’nde ise tecrübe ve uyum daha
ağır basacağından Telles haricindeki oyuncuların
takıma direkt girişi bir hayli zor görünüyor.
Grassopphers’tan kadroya katılan Hajrovic de
gençleştirme operasyonun önemli hamlelerinden
biri.
Risk, bu işin doğasında bulunan temel unsur.
Ancak şöyle de bir gerçek var ki büyük kazanımlar,
risk almadan sağlanamıyor. Galatasaray, yaptığı
bu büyük yatırımın karşılığını almayı mutlaka
isteyecektir fakat gerçekçi olan, yeni sezonun
başlamasını beklemek olacak. Geçtiğimiz sezonki
Drogba ve Sneijder hamleleri, takıma direkt
katkı sağlamaları baz alınarak yapılmıştı isimleri
ve kariyerlerinden dolayı... Bu beklenti hayal
kırıklığına dönüşmeyerek, Şampiyonlar Ligi’nde
çeyrek final ve ligde şampiyonluk olarak geri
kazanılmıştı. Bu sefer durum farklı ve gelecek
garanti altına alınmak isteniyor.Hayal kırıklığı kısa
sürede yaşanmak istenmiyorsa ‘sabır’ en doğru
kelime olur.
Bağlasan da durmayacak isimler
Her şeyi iyi güzel anlattık ama en önemli
sorunu göz ardı edemeyiz. Transfer edilen genç
yabancıların kadroya girebilmesi için kimlere
‘güle güle’ denilecek? Galatasaray’ın elini kolunu
bağlayan sorunlardan biri de bu. O zaman biraz
beyin jimnastiği yapalım.
İlk aday, birçok Galatasaraylı’nın da düşündüğü
gibi Dany. Riskli oyunu, Galatasaray için yetersiz
görülüşü iki ana unsur. Onun gidişi savunma
oyuncusu sayısı açısından sıkıntı yaratacak olsa
da Mancini’nin hazırlık ve Ziraat Türkiye Kupası
maçlarında Melo’yu stoper olarak denemesi, bu
hamlenin gerçekleşmesi en muhtemel hamle
olacağını bizlere gösteriyor.
Diğer aday Amrabat. Bonservisine ödenen
8.6 milyon euronun bu zamana kadar belki de
1 milyon avrosunu bile katkı olarak takımına
kazandıramayan Faslı oyuncunun bileti kesilse
de gitmemekte direnmesi, Galatasaray’ı hamle
yapmakta bir hayli zorluyor. Türkiye dışına gitmek
isteyen, ancak yeterli ilgiyi göremeyen 27 yaşındaki
oyuncu için Medical Park Antalyaspor ciddi bir
alıcı konumunda. Bruma’nın sakatlığının ardından
kanat varyasyonları için takımda kalma ihtimali az
oranda belirse de Riera’nın katkısının daha fazla
olması ve Hajrovic’in varlığı, onun Galatasaray
kariyerini en fazla sezon sonuna kadar uzatacağını
gösteriyor.
Son isim ise Riera. Aslında takım içerisinde topu
kullanmayı en iyi bilen isimlerden biri de o. Ancak
şu da bir gerçek ki Liverpool’da harikalar yaratan
Riera’dan eser yok. İlerleyen yaşı ve kaybolan hızı,
tercihen arka planda kalmasına neden oluyor. En
büyük avantajı ise istikrarı ve oyun bilgisinin üst
düzey oluşu. Amrabat’ın gözden çıkarılması bu
kadar barizken Riera için son bir şans daha olabilir.
Gelecek garanti altında mı?
Transferi gerçekleşen ve gündemde olan bu isimler
tek tek incelendiğinde geleceği çok parlak olan
isimler. Ancak büyük takım havası her zaman
başkadır. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi
ekiplerde oynamak bir çok baskıyı beraberinde
getirir. Tabi bir de İstanbul’un cezbedici yönü var...
Taraftar baskısı, İstanbul’un havası, kontratın
arkasına sığınarak mücadeleden kaçma ve
yeteneklerine ihanet etmek gibi olası sorunlarla
iyi baş ettikleri sürece potansiyellerini sahaya
yansıtacaklardır. Takıma uyum sağlayıp iyi
performansı istikrara dönüştürebilirlerse,
Galatasaray’ın geleceğinin garanti altında
olduğunu söyleyebiliriz.
Bu noktada sabır çok önemli. Kulüp, taraftar,
teknik ekip gibi etmenler eğer takıma kazandırılan
genç isimlere gerekli sabrı gösterebilirlerse bundan
hem Galatasaray hem de Türk futbolu kazançlı
çıkacaktır. Mancini gibi iyi özelliklere sahip bir
teknik adamla çalışmanın önemini kavramak, bu
isimler için belirleyici unsurlardan biri.
Türkiye
Uğur Karakullukçu
HF114
Domingos
Etkisi
Kayserispor’un yeni teknik direktörü Domingos Paciencia, sarı-kırmızılıları yeni bir yola
sokacak gibi görünüyor.
2005’te Ertuğrul Sağlam göreve geldiğinden
bugüne kadar teknik adamlarıyla uzun vadeli
çalışmalar planlayan ve bu çalışmalar neticesinde
elde ettiği istikrar ortamında birçok yerli ve
yabancı oyuncuyu parlatıp kendisine bir bonservis
ekonomisi yaratmayı başaran Kayserispor
Ocak 2014 itibariyle pek de beklenmedik bir
konumda. Uzun yıllar sonra ilk kez bu kadar düşük
performanslı bir devre geçiren sarı-kırmızılılarda
aslında Robert Prosinecki’ye ortalama bir Süper
Lig yönetimi sabrının çok üzerinde bir kredi
açılmasına karşın ayrılık kaçınılmaz hale gelmişti.
Sezon başında Beşiktaş tarafından ısrarla istenen
Hırvat hocanın çok sayıda sakatlıkla ortaya çıkan
derinlik problemine bir çözüm bulmaması ve
oyununu eldeki isimlere göre revize edememesi
onun sonunu getirmişti. Yerine ise bu kez yine
gelişime açık ancak Avrupa’da ismi de olan, farklı
bir isimle anlaşıldı: Domingos Paciencia.
Taviz yok
Domingos Paciencia 2011’de Braga gibi daha Minho
bölgesinin dahi en çok desteklenen ekibi olmayan,
mütevazı ve imkanları kısıtlı bir kulübü Avrupa Ligi
finaline taşıyarak aslında büyük bir sükse yapmıştı.
Hatta Avrupa basınında Jose Mourinho’nun kendisi
için kullandığı ‘Special One’ hitabına gönderme
yaparak aynı sene Porto’yla kupayı elinden alan
Andre Villas-Boas için ‘Special Two’ denilmişti
ancak ondan önce Braga taraftarları aynı lakabı
Domingos için kullanıyordu.
Porto’nun efsanevi sezonunun biraz gölgesinde
kalmış olsa da kendisine uluslararası bir isim yapan
ve örnek alınası bir takım planlamasına imza atan
Domingos bu başarısının ardından Sporting’in
yeni seçilen başkanı Gudinho Lopes onu ‘seçim
vaadi’ olarak Lizbon ekibine transfer etti. Buna
karşın beklentisi yüksek, kadro kalitesi sanılana ve
ödenen paralara oranla daha düşük her takımda
olduğu gibi problemli bir dönem geçirildi. Bir teknik
adam öğütme makinesi haline dönüşmüş olan
Sporting’in bu sezondan önce 3 yılda tam 7 teknik
adamla çalıştığını ve hiçbir hocanın bir sezonu
tamamlayamadığını ifade etmek gerek. Bu çarkın
nasıl işlediğini derginin 60.sayısında ‘Kayıp Dev:
Sporting’ başlığıyla işlemiştik. Bu kaotik ortamda
Domingos’un beklentileri karşılayamamış olması
da kabul edilebilir bir durum. Mendes aracılığıyla
Deportivo’nun başına geçtiği kısa süreli dönem de
Domingos’un teknik adamlığına dair önemli veriler
sunmuyor.
Sefa Yılmaz için şans
Kayserispor için Domingos’un Braga dönemini
referans almak çok daha makul çünkü tarihinin
en iyi dönemini geçirmesini sağladığı Braga,
hem taktiksel olarak kendisinin inşa ettiği hem
de kulüp profili olarak Kayserispor’a epey yakın.
Nispeten az taraftar baskısı ve Kayserispor’un
teknik adamlarıyla 2-3 sezonluk dilimlerle çalışıyor
oluşu eğer küme düşme hattından uzaklaşabilirse
Domingos Paciencia için de ideal bir ortam bulması
anlamına gelecek.
Domingos yönetimindeki Braga’nın en önemli
özelliği ise tavizsiz uyguladıkları alan savunması.
Hızlı ve doğrudan rakip kaleyi hedefleyen
hücumlarla kontrataklar kurgulayan Domingos’un
yönetiminde Kayserispor’u önümüzdeki
haftalarda bu şekilde izlememiz mümkün.
Hücum planına paralel olarak son dönemde
performansı düşen Sefa Yılmaz gibi topla kat
etmeye ve ceza sahasına sızarak gol bulabilme
özelliğine sahip kanat oyuncuları ön plana
çıkacaktır. Oyuncularını parlatıp piyasaları zirveye
ulaştıklarında göndermeyi artık bir ekonomi girdisi
haline getirmeyi başarmış neredeyse tek Süper
Lig kulübü olan Kayserispor adına sadece bu
gelişim dahi Domingos’un artı hanesine yazılabilir.
Aynı şekilde sezon başında 12 milyon avroyu
bulan teklifler alan Mouche’nin Sefa ile birlikte
Domingos’un sisteminde parlaması muhtemel.
Domingos etkisi
Mücadele, çalışkanlık ve disiplin… Bir Domingos
Paciencia takımında ortak payda olarak
görebileceğimiz bu melekelere sahip oyuncularla
Kayserispor şimdiki tek tek yetenekli ancak
bütüne hizmet etmeyen görüntüsünün 180 derece
tersine doğru yelken açması muhtemel. Daha sert,
daha iyi takım savunması yapan ve daha dişli bir
Kayserispor izlemek için hocaya belli bir zaman
tanımak gerekebilir ancak Domingos Paciencia’nın
Kayserispor’u bize bunları vadediyor.
Büyüteç
Emre Özcan
HF114
ON BEŞiNDEN
SONRA
Milan ağlarına bıraktığı 4 golle
bir anda İtalya’da gündemin ilk
sırasına oturan Domenico Berardi,
15 yaşında tesadüfen bir halı saha
maçında keşfedildi
Geçtiğimiz yaz transfer döneminin son gününde
bonservisinin yarısı, 4.5 milyon Euro ve Luca
Marrone’nin bonservisinin %50’si karşılığında
Juventus tarafından alınan Domenico Berardi
bu sezona Juventus oyuncusu olarak başladı.
Geçtiğimiz sezon Sassuolo formasıyla Serie
B’de çok iyi bir sezon geçirmiş ve takımının
şampiyon olarak Serie A’ya çıkmasında 11 golle
büyük bir pay sahibi olmuştu. Bir süredir transfer
planlaması olarak özel işler çıkaran Juventus’un
geleceği şekillendirme çabasının öznelerinden biri
olan Berardi’nin mevcut formu siyah-beyazlıları
muhtemelen bir hayli sevindiriyor.
Keza iki senedir şampiyon olmasına rağmen forvet
sıkıntısı yaşayan ve bu konudaki endişelerini
birden çok kez dile getiren Antonio Conte’nin
de baskısıyla bu sezona iki üst düzey forvet
transferiyle giriş yapıldı. Carlo Tevez ve Fernando
Llorente’nin takıma katılmasıyla gücü maksimize
olan Juventus’un sezona yavaş girişi soru
işaretlerini ortaya çıkarmıştı. Ama son 3 aydaki
büyük seriyle birlikte kulüp tarihinin üst üste maç
kazanma rekorunu tarihe gömen 2014 model
Juventus’un yüksek formunun merkezinde bu iki
forvet var.
Ne var ki gelecek Juventus’ta pek emin ellerde
görünmüyor. 30 yaşındaki Tevez ve 29 yaşındaki
Llorente şu an için ‘prime’larına yakın olabilirler.
Fakat sonrası için Juventus’un elinde pek bir
şey görünmüyor. Bu nedenle mevcut A takım
planlaması dışında geleceğe de odaklanmayı elden
bırakmayan Giuseppe Marotta önderliğindeki
Juventus futbol ekibi Sassuolo’dan Simone
Zaza’nın yanında Domenico Berardi’nin de
bonservisinin yarısını aldı.
Geçtiğimiz hafta Milan karşısında attığı 4 golle
bir anda dikkatleri üzerime çeken Berardi aslında
bir süredir İtalya’nın önemli genç yeteneklerinden
biri olarak görülüyor. Sadece 18 yaşındayken Serie
B gibi Avrupa’nın en sert ve zorlu alt liglerinden
birinde kendisini göstermeyi başararak Ciro
Immobile’i takip eden oyuncunun bu sezonun ilk
4 maçında cezası nedeniyle forma giymemesine
rağmen sonrasında ortaya koydukları Milan maçı
öncesinde dahi etkileyiciydi. İlk iki maçını boş
geçtikten sonraki dönemde 9 maçta 7 gol atarak
özellikle Sassuolo’nun çıkış yaptığı dönemde
takımı skorda taşıyan oyuncunun Milan’a karşı
gösterilen epik geri dönüşte attığı 4 gol ise onu
tam anlamıyla dünya futbol piyasasına tanıttı.
Oysa ki henüz 19 yaşında olan Domenico Berardi
sadece 4 yıldır organize futbol oynuyordu. Kendi
halinde bir İtalyan gençken abisini üniversite
ziyaretine giden ve onun grubuyla orada bir halı
saha maçında oynayan Berardi’nin etkileyici
futbolunun maçta Sassuolo’da tanıdıkları olan bir
kişinin dikkatini çekmesinin yarattığı etki sadece
4 yıl içinde gerçekten inanılmaz. Sassuolo’da
o dönemde genç takımı çalıştıran Luciano
Carlino’nun eline verilen Berardi’nin sadece
aylar içinde gösterdiği gelişim zaten tecrübeli
hocanın da dikkatini çekmişti: “Futbol altyapısını
12 yaşından önce almamış bir oyuncu için topla
gösterdiği birliktelik ve yumuşaklık anlaşılmaz
seviyede. Eğitim konusundaki hamlığı öğrenim
eşiğini de yüksek kıldı ve kendi yaşıtlarına göre çok
daha çabuk ve fazla öğrendi.”
Serie B’de 40 maçta ulaştığı 11 gole zirve ligde
sadece ilk yarıda ulaşan Berardi için Sassuolo
teknik direktörü özellikle Milan maçı sonrasında
endişeli. 4-2’lik galibiyet sonrasında oyuncusunun
üzerindeki spot ışıklarından rahatsızlığı iki
farklı basın açıklamasında ortaya koyan Di
Francesco’nun haklılığı kendi sahalarında aldıkları
2-0’lık mağlubiyet ve vasata ulaşamayan
Berardi’yle anlaşılabilir.
Juventus ise şu anda oyuncusunun gelişimini
keyifle birlikte merak içinde izliyor. Elde bulunan
oyuncu portföyünün Serie A için geniş olmasına
rağmen özellikle Şampiyonlar Ligi seviyesindeki
yetersizlik Berardi profilinin birkaç yıl içinde
takıma katkı yapmasını sağlayabilir. Şu anda
elde klasik bir kenar forvet bulunmaması
takımı çift forvetli düzene biraz hapsetmiş gibi
görünüyor. 3-5-2 dışında bu sezon sadece 4-42’yi kullanan Antonio Conte’nin 3-4-3 ya da 4-3-3
gibi düzenlere geçebilmesi için Domenico Berardi
gibi hücum hattının her bölgesinde oynayan
çok yönlü oyunculara ihtiyacı var. İyi bir bitirici
olmasının yanında özellikle başta sağ açık olmak
üzere kenarlarda da görev yapabilen Berardi’nin
sol ayağıyla içeri katederek çektiği şutlar onun
etkisini artırıyor. Juventus’un 20 yaşını görmeden
Berardi’yle ilgili takımda bir tasarruf yapma
ihtimali pek mümkün görünmüyor fakat oyuncu
gösterdiği gelişimi sürdürürse opsiyon sıkıntısı
yaşayan Antonio Conte gözlerini biraz daha açmak
zorunda kalabilir.
Fırat Topal
Futbol Kültürü
HF114
BEVEREN VE FİLDİŞİ HANEDANI
Fildişi Sahili’nin 2000’li yıllara damga
vuran jenerasyonunun Avrupa’ya ilk
adımlarını atmasını sağlayan Belçika
ekibi Beveren’in sistemine göz attık
Futbol kulüplerinin yabancı seçiminde belli ülkelere
yoğunlaşması zaman zaman karşılaşılan bir olay.
Ya peki ilk 11’in 10 futbolcusunun aynı ülkeden
gelen yabancılarla kurulu olması? Beveren ve
Fildişi açılımı okunmaya değer bir hikaye.
Belçika’nın kuzeyinde, 47 bin nüfuslu bir kent
Beveren. Çok fazla ilgi çeken turistik özellikleri
olmayan, ama şehre uğrayanların gözünden
kaçmayan kukla üretimi ile en azından
Belçikalılarca bilinen bir kent. 1953’teki Kuzey
Denizi Seli’nde önemli maddi kayıplar veren
kent, mimarı anlamda yenilendi. Futbol takımları
ise 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde, 1935 yılında
kurulmuştu. 1949’da Belçika 3. Ligi’ne yükselip
10 yıl mücadele ettikten sonra 1960’da 4. Lige
düştüler.1990’da Belçika milli takımının da başında
olan Guy Thys’ın 1966’da göreve başlamasıyla
3.Lig’den Fuar Şehirleri Kupası’na giden yolculuk
başladığında Beveren’in ilk altın jenerasyonu
olarak kabul edilen oyuncuları da sahneye çıkmaya
başladı.
Jean-Marie Pfaff ve Urbain Braems
tarihindeki en iyi sezondu. Ama kendilerini
geliştirmeleri için çok beklemeleri gerekmedi. 1979
yılında kulüp tarihinde ilk kez şampiyon oldular.
Pfaff sezon boyunca sadece 24 gol yemişti ve
Alman forvet Erwin Albert 28 golle kulüp tarihinin
ilk gol kralı olmuştu. Sol açık Jean Janssens de
Belçika’nın en iyi oyuncusu seçildi. Bu ödülü 1 sene
önce Pfaff kazanmıştı. 1982 Dünya Kupası’nda
Belçika milli takımına Pfaff, Van Moer, Baecke’den
oluşan 3 kişilik bir kafile yolladılar 1983’te kupayı,
Heysel’de Club Brugge önünde bir kez daha
kazandılar. Ardından 1984’te 1 lig şampiyonluğu
daha. 1985’teki kupa finalistliği, Beveren’in aşağı
yukarı 10 yıl süren şaşaalı dönemin de sonuna
getirdi.
1970’lerin sonları ve 80’lerin başları takımın 2. ve
bugüne kadarki son altın jenerasyonunun eseriydi.
9 sene boyunca kulübe hizmet vermiş Belçikalıların
simge isimlerinden Jean-Marie Pfaff’ın başını
çektiği kadro 1 sezon önce 2. Lig’e düşmüş takımı
1972-73 sezonunun sonunda tekrar bulundukları
yere döndürdüler. Birkaç sezon tablonun alt
tarafında gezindikten sonra 1975-76 sezonunu
lig altıncısı olarak bitirdiler. 1977-78 sezonunda
gelen lig beşinciliği ve kupa şampiyonluğu onların
1977-1985 arasında 2 kez lig şampiyonu olmuş,
4 kez kupada final oynamış bunlardan 2’sini
kazanmış ve bir dolu yıldız futbolcu çıkarmışlardı.
Bu arada 1978-79 Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda
yarı finale kadar gelip (bu yolda Inter’i çeyrek
finalde elemişlerdi), yarı finalde Barcelona’ya
mağlup olmuşlardı. Bu dönemin mimarı, 1975-78
yılları arasında Beveren’i çalıştıran, daha sonra
Trabzonspor’da da görev yapacak olan Urbain
Braems’di (Pfaff’ı Trabzon’a da getiren kendisiydi)
ve onun temellerini attığı yükseliş kulüp tarihine
altın harflerle kazınmıştı. Onu, Robert Goatheals
izledi, 1981’de Braems başladığı işi bitirmek için
Beveren’e döndü ve 2. şampiyonlukta bizzat rol
oynadı. Pfaff’ın 1982’de ayrılmasından sonra, yine
Belçika’ya uzun yıllar hizmet edecek, 18 yaşındaki
genç Filip de Wilde’i kaleye geçiren de oydu.
Arsene Wenger’in akıl hocası Guillou
Beveren o tarihten sonra Belçika Ligi’nin sıra
takımı haline geldi. 2 kez bir alt lige düşüp
anında geri dönmeleri ancak 1.Lig’de de hiçbir
varlık gösterememeleri onları sıkıcı bir takım
haline getirdi. 2001-02 sezonunda 91 gol yiyerek
lig sonuncusu oldu. Ancak Eendracht Alst ve
Molenbeek takımları federasyon tarafından 1.Lig
lisansı alamayınca ligde kaldılar. Takımın durumu
maddi olarak faciaydı. Onları kurtaran ise takımın
18. sırada olduğu sezonda başlarında olan eski
Fransız futbolcu Jean-Marc Gouillou oldu. Guillou,
1983-85 yılları arasında Cannes kulübünün başında
iken yanına Arsene Wenger’i oturtan ve onun
kariyerinde çok önemli rol oynayan bir isimdi.
1993 yılında Fildişi’nin en büyük kenti Abidjan’da
kurduğu Académie de Sol Beni ile, ülkenin en
başarılı takımı ASEC Mimosas’ın altyapısını
oluşturuyordu. Guillou 1993-2000 yılları arasında
bizzat Mimosas’ın teknik direktörlüğünü yapmıştı.
1998’de Afrika Şampiyonlar Ligi’ni kazanan
takım, Konfederasyon Kupası sahibi Tunus’un
Esperance takımı ile karşı karşıya geldi. Guillou bu
maç öncesinde yaşlanan kadroyu değiştirmek için
akademiden yararlandı ve sahaya yaş ortalaması
18 olan bir takımla çıktı. Kolo Toure, Didier Zokora,
Gilles Yapi Yapo gibi oyuncuların yanında oyuna
sonradan henüz 19 yaşındaki Arouna Dindane
de girmişti. İşin ilginci bu maç öncesi Esperance
başkanı Slim Chiboub, Guillou’nun bu hamlesini
aşağışayıcı olarak görmüş ve “çoluk çocuğa karşı
mı oynayacağız?” demişti. O çoluk çocuk rakibini
3-1 mağlup ederek Afrika Süper Kupası’nı sahibi
oldu.
Guillou’nun bu 7 yıllık döneminin ardından
sıra Beveren’e geldi. Tabii kaynak Afrika’da
yatıyordu. Ancak 2002 yılında takımın şans eseri
ligde kalmasının ardından Guillou ve akademi
yetkililerinin aralarındaki anlaşmazlık sebebi
ile Fransız görevinden ayrıldı ve kendisine JMG
Akademi adında yeni bir futbol okulu kurdu. Ancak
Beveren ve ASEC Mimosas aralarındaki bağı
koparmadılar. 2006 yılında anlaşma bozulana dek
Boubacar Barry, Kolo Toure, Yaya Toure, Emmanuel
Eboue, Gilles Yapi Yapo, Romaric, Arthur Boka,
Gervinho gibi oyuncular Beveren’de çeşitli
dönemlerde forma giydiler. Tabii bu oyunculardan
bazılarını sonradan, Guillou’nun elinden tutup
çıkardığı Arsene Wenger’in Arsenal’inde forma
giymesi tesadüf değildi. Beveren adeta, bu
futbolcular için bir tür Avrupa’ya açılma aracıydı.
2001-06 arasında 2 kulüp arasında bir tür pilot
takım fonksiyonu söz konusuydu. Hatta takım
mali zorluklarla boğuşurken Arsenal’in dolaylı
yollardan kulübe 1,5 milyon sterlin aktarması
BBC tarafından masaya yatırıldı. FA ve FIFA bu
alışverişte bir sorun olmadığını açıkladılar.
Fildişi Açılımı
Fildişili futbolcuların ağırlığı o kadar fazlaydı ki
bunu 2003-04 Belçika Kupası finalinde görebilmek
mümkün. Yarı finalde Anderlecht’i mağlup eden
Beveren finalde Club Brugge karşısına dikildiğinde
ilk 11’de tam 10 Fildişili oyuncu vardı ve 11. oyuncu
da Arsenal’den alınan Letonyalı Igor Stepanovs’du.
Oyuna sonradan giren 3 oyuncunun da 2’si Fildişili,
bir diğeri tanıdık bir isim, Björn Vleminckx’ti. 4-2
kaybettiler ama bu fantastik kadro ile o günlerde
çok fazla konuşuldular. Asıl ilginç olan ise Beveren
kentinin o günlerdeki siyasi yapısıydı. 1978’de
kurulmuş, aşırı sağcı, göçmen karşıtı militarist
Flaman Bloku partisi 2000 yılında Antwerp’deki
yerel seçimlerde oyların % 33’ünü toplamıştı.
Beveren’de de çok güçlü durumdaki parti göçmen
trafiğini sınırlamak, hatta durdurmak istiyor,
göçmenleri Belçika’nın bütünlüğü için bir tehdit
olarak görüyordu. Bu yüzden ırkçılık damgasını
yediler birçok kez. 2004 yılında kapatılana kadar
Avrupa’nın en güçlü aşırı sağcı partilerinden
biriydiler. Her 2 kişiden 1’i onlara oy veriyordu.
İşte bu partinin en güçlü olduğu şehirlerden birisi
olan Beveren’in futbol takımının kupa finalinde
sahaya çıkardığı 14 kişiden 12’sinin Afrikalı olması,
dahası bu maçtan 3 hafta sonraki yerel seçimlerde
Antwerp bölgesinin en güçlü partisi haline gelmesi
ironinin en çarpıcı olanlarından birisiydi.
2006 yılında ortaklığın bozulmasından sonra (ki
Arsenal ile varolan alışveriş de o yıl sona erdi)
Beveren hızlı bir düşüşe geçti.2006-07 sezonunda
küme düştüler, 2009-10 sezonu sonunda 2.ligde
oynamak için lisans alamadılar. Belediye Başkanı
Marc van de Vijver takımı RS Waasland ile
birleştirmeye karar verdi. Waasland-Beveren
adındaki kulüp 2010-11 sezonunda faaliyete
başladı ve 2011-12’de 2.ligde 2.sırayı alarak Belçika
Pro Ligi’ne döndüler. Guillou ise kurduğu JMG
Akademisi’ni Mısır, Tayland, Vietnam gibi ülkelere
taşıdı.
Tabii bu birleşmeye gönülleri razı olmayan
taraftarlar, dünyada daha önce örnekleri görüldüğü
üzere kendi aralarında tarihlerine sahip çıkmak
Yaya Toure
için yola çıktılar ve 2011’de Yellow Blue Beveren
isminde bir kulüp kurdular. Şu anda 8.ligde
mücadele ediyorlar ve gidecekleri çok uzun bir yol
var. Ama aynı renklere sahip AFC Wimbledon da
yola böyle başlamamış mıydı?
Emre Çelik
Unutulmaz
HF114
La Liga’da bir Afrika takımı
Şimdilerde Fas’ın en kuvvetli takımlarından biri olan Moghreb Athletic de Tetouan’ın
çok ilginç bir hikayesi mevcut. Hem de La Liga’ya kadar uzanan...
Fas Ligi’nin ilk yarısı geride kaldı ve devreye
lider giren takım Moghreb Athletic de Tetouan
oldu. 2011-12 sezonunda da Fas Ligi’ni şampiyon
tamamlayan Mağrip ekibi, son yıllarda Fas ve
futbol denince akla gelen ilk kulüp olan Raja
Casablanca’nın dominasyonunu adım adım kırıyor.
Elbette Tetouan’ın yakın gelecekte elde ettiği
başarılar, 5 yıldır kat ettiği mesafe ve bir anda
Fas’ın en büyük kulüplerinden birine dönüşümü
de son derece ilgi çekici. Lâkin Mağrip ekibinin
çok daha ilginç özellikleri mevcut. Barcelona ve
Real Madrid ile maç yapan ilk Afrika takımı olan
Moghreb Athletic de Tetouan, Fas topraklarında
yer almasına rağmen La Liga, hatta herhangi
bir Avrupa liginde, yer alan ilk ve tek Afrika ekibi
unvanına da sahip. Evet, yanlış duymadınız;
Moghreb Athletic de Tetouan.
Günümüzde Fas’ın bulunduğu topraklar, 19’uncu
yüzyılın ortalarında Fransızlarla İspanyolların
işgaliyle birlikte uzun sürecek bir sömürge altına
girdi. 1912’de imzalanan Fes Antlaşması ile ise
Fas, tamamen bu iki ülke tarafından paylaşılmış
ve bölgenin kuzey kısmı İspanyol sömürgesi
olmuştur. İspanyolların bölgenin başkenti olarak
Tetouan kentinde ise 1917 yılında ilk futbol
kulüpleri Sporting de Tetuán ile El HispanoMarroquí kurulur ve bu iki ekip 1918’de İspanya’da
hâlâ varlığını sürdüren Bilbao ekibinin adını
aynen alarak Athletic Club adıyla birleşir. Lâkin
bu birliktelik çok uzun olmaz ama ileride Tetouan
kentinin en büyük takımına ismini devredecektir.
1933’te ise Tetuoan’da yepyeni bir takım kurulur.
Gençliğinde Athletic Madrid’de sol açık oynamış ve
İspanya ordusunda görev alan Fernando Fuertes
de Villavicencio, görevi sebebiyle Tetouan’dadır ve
futbol sevgisini bu sömürge bölgesine taşımayı
hedefler. İleride Atletico Madrid Başkan Yardımcısı
görevini icra edecek ve Diktatör Francisco
Franco’nun en güvenilir adamlarından biri olacak
olan Villavicencio, yönetimsel olarak Athletic
Club Tetuán’ı kurar ve futbol takımını oluşturmak
için orduda görevli bir çavuş olan Lorite ve teknik
direktör Jose Calderon’u görevlendirir. Takım,
kendisi için doğal olarak Athletic Madrid’in kırmızıbeyazını alır. Amblem ise Athletic Madrid’in de
babası olan Bask ekibi Athletic Club’ın ambleminin
neredeyse birebir aynısıdır.
Athletic Club Tetuán, kuruluşunun ardından
oynadığı hazırlık maçlarının ardından ilk resmi
organizasyona 1934 senesinde İspanyol Fas’ındaki
futbol organizasyonu olan ve RFEF tarafından da
kabul gören La Copa de SA el Jalifa’ya katılarak
başlar. Lig usulü oynanan turnuvada ilk maçına
Africa SC deplasmanında çıkan Athletic Club
Tetuán, Ekim ayında oynanan bu karşılaşmayı 3-1
kazanır. Tetuán, 1934/35 sezonunu yedi takımlı
ligde dördüncü olarak tamamlar. Yeni kurulan
bir takıma göre fena bir başlangıç değildir ama
1935/36 sezonu bambaşka bir yolculuğun ilk adımı
olacaktır.
Tetuán İspanya ile tanışıyor
Athletic Club Tetuán, henüz La Copa de SA
el Jalifa’daki ikinci sezonunda ise kıyasıya bir
yarış içerisine girer. Altı takımlı ligde Español
FC ile son ana kadar kapışan Tetuán, son
hafta Melila karşısında aldığı sonuçla averaj
farkıyla şampiyonluğunu ilân eder. Kulüp, bu
şampiyonlukla birlikte sadece ilk kupasını
kazanmamış, aynı zamanda o dönem Fas’taki ligin
birincisine verilen haktan dolayı şimdiki adı Copa
del Rey olan Şimdiki adı Copa del Rey olan Copa
del Presidente de la República de Fútbol’a katılma
hakkını elde etmiştir.
Fakat Tetuán, İspanya macerası CDRF’den önce
müzesine bir kupa daha koyacaktır. Tetouan
şehrinin anısına düzenlenen ve 1928’de Real
Madrid ile Athletic Madrid’in de katıldığı Gran
18 Mayıs 1947 tarihinde yayınlanan bir gazete
küpürü
Copa’da rakip şampiyonluk mücadelesinde geçilen
Español FC’dir. Nisan 1935’teki maç berabere sona
erer ama Tetuán ikinci maçı kazanarak bu gayri
resmi kupayı da müzesine koymayı başarır.
Tetuán’ın İspanya yolculuğu ise 1936’da başlar.
Şimdiki adı Copa del Rey olan 1936’daki Copa
del Presidente de la República de Fútbol ‘de
ise yedinci grupta Tenerife ile eşleşir. İlk maçı
2-1 kazanan Tetuán, ikinci maçta da rakibini 1-0
ile geçer ve bugünkü Malaga’nın temellerini
oluşturan CD Malacitano ile ilk turda* eşleşir.
Mağrip ekibi, evi Estadio Varela’daki maçtan
2-2 berabere ayrılırken Campo de los Baños del
Carmen deplasmanındaki maçı 3-0 kaybederek
kupaya veda eder. Araya 1936-39 tarihlerindeki
İspanya İç Savaşı girecektir ama bu turnuva
Tetuán’ın Iber Yarımadası’ndaki yolculuğunun
sadece başlangıcıdır.
Savaş sonrası entegrasyon
1939’da sona eren İspanya İç Savaşı’nın ardından
çıkan İspanyolca isim kanunu, tıpkı Atletico
Madrid’e dönüşen Athletic Madrid ve Atletico
Bilbao’ya evrilen Athletic Club gibi Athletic Club
Tetuán’ı da etkiler. Kulübün ismindeki Baskça
Athletic ibaresi Atletico’ya dönüştürülür ve
kulübün adı Atletico Tetuán olur. Bu değişikliğin
hemen bir yıl ardından ise 1940’ta İspanya
kanadından bir kritik karar daha alınır. RFEF,
Federación del Norte de África’yı kendi bünyesine
katma kararı alır ve son şampiyon Athletic Club
Tetuán’ı Liga Segunda’ya davet eder. Fakat
Mağrip ekibi, savaş sonrası hem takımda hem de
yönetimde ciddi değişikliklere gidildiği için geri
çevirir. Tetuán, bir bakıma ‘henüz hazır değiliz’
demiştir ve haklılardır da. Ne de olsa yakın
gelecekte çok daha güçlü bir biçimde İspanya’ya
gireceklerdir.
Tetuán, aynı yıl tarihinde bir ilki de yaşayacaktır. 18
Haziran 1940’ta Estadio Varela’da oynanan hazırlık
maçında rakip Barcelona’dır. Tetuán, böylelikle
Barcelona’nın tarihinde Afrika’dan karşılaştığı
ilk ekip olur. Fakat bu tarihi maç hiç de Tetuán’ın
istediği gibi sonuçlanmaz, 8-1’lik sonuçla galip
gelen taraf Barcelona olur.
El Campeonato Marroquí’nin 1941/42 ve 1942/43
sezonlarının şampiyonu, Tetuán’dan başkası
değildir. Kulüp, 1943’teki şampiyonlukla elde ettiği
hak sayesinde, o sezon ilk defa kurulan İspanya
3’üncü Ligi’ne, yani Tercara’ya, katılma hakkını
kullanır ve 1943/44 sezonunda ilk defa İspanya
liglerinde yer alarak tarihe geçer. Hércules de Cádiz,
Málaga, Coria, Algeciras, Linares, Onuba, Córdoba,
Balompédica Linense ve Olímpica Jiennense ile
birlikte Üçüncü Grup’ta yer alan Afrika ekibi, ilk
sezonda beşinci olur. Takribi sezonda ise takım
sonuncu olarak küme düşer ama Fas’ta elde edilen
şampiyonluk sayesinde Tetuán’ın Liga Tercara’ya
dönüşü sadece 1 sezon sürecektir.
Tetuán La Liga’da
3 sezon boyunca Liga Tercara’da mücadele eden
Afrika ekibi, 1948/49 sezonunda elde ettiği
başarıyla Liga Segunda’ya yani La Liga’nın
bir altındaki lige yükselir. Santiago Núñez’in
çalıştırdığı Tetuán, lige yeni yükselmesine rağmen
ikinci grubu 16 takım arasında beşinci sırada
tamamlar. Tetuán, bu başarının tesadüf olmadığını
ise bir sonraki sezon gösterir. Sezonun bitimine
bir hafta kala şampiyonluğunu ilan etmeyi
başaran Tetuán, son hafta da en yakın takipçisi
Salamanca’yı yenerek pastanın üstüne kremayı
ekler ve Liga Segunda’yı şampiyon tamamlayarak
La Liga’ya yükselme hakkını elde eder. Tetuán,
bu başarıyla liglerin bitmesinin hemen ardından
başlayan Copa del Generalísimo’ya da katılır ama
Athletic Club Tetuán’ın La Liga’da 1951/52
sezonunda mücadele eden ilk 11’i.
Kurulduğu
günden bu yana
Atletico‘nun
kullandığı logolar.
kura şansızlığı ilk turda karşısına Barcelona’yı
çıkarır. Afrika ekibi, 3-1 ve 4-1’lik mağlubiyetlerde
turnuvaya veda eder ama kimin umurundadır ki...
Seneye La Liga’da boy göstereceklerdir.
Rüya sezon 9 Eylül 1951’de start alır. Tarihinde
ilk kez bir La Liga müsabakasına ev sahipliği
yapan Afrika toprakları, Estadio Varela, 15.000
kişiyle hınca hınç dolmuştur. Son derece yüksek
hava sıcaklığında oynanan maçta rakip ise
Real Zaragoza’dır. Tarihi kadro Pachón, Castillo,
Humanes, Julián, Solano, Martí-Gimeno, Antoñito,
Manolín, Moreno ve Chicha’dan oluşmaktadır
ve Teuton ilk devreyi berabere tamamlamayı
başarır. Lâkin 52’de Rosendo Hernandez’in golüne
engel olamayan Tetuán, böylelikle La Liga’daki
ilk maçını da kaybeder. Tetuán, ikinci maçında
ise Chamartin’de Real Madrid’in konuğudur.
Maça da hızlı başlar ve Guillermo Pont’un kendi
kalesine attığı golle öne geçer. 7’deki bu gole Real
Madrid, 11’de Molowny ile karşılık verse de Manolin
hem Tetuán’ın La Liga’da gol atan ilk oyuncusu
olur hem de takımını 2-1 öne geçirir. Lâkin maç
sonunda gülen taraf 4-2 ile Real Madrid’dir.
Tetuán, ilk galibiyeti üçüncü hafta evinde ağırladığı
Celta Vigo karşısında 2-1 ile alır. Lig kalibresinin
bir-iki siklet altındaki Tetuán, takribi üç maçını
kaybettikten sonra Riazor’da tarihi bir galibiyete
imza atar. Deportivo La Coruña karşısında maçın
ilk 23 dakikasında 2-0 geri düşen Tetuán, tam
altı dakika içerisinde üç gol bulur ve skoru da
koruyarak ligdeki ikinci galibiyetini alır. Bu maçtan
üç hafta sonra ise Tetuán, son şampiyon Atletico
Madrid’i 4-1 gibi şok bir sonuçlar Estadio Varela’nın
çimlerine gömer. Fakat sezon hiç de istenildiği gibi
değildir. Tetuán, Real Madrid (3-3) ve Valencia (1-1)
gibi zorlu ekiplerden puan alarak ses getirse de
ligin dibinden kurtulamaz. Sondan bir önceki hafta
Gijon karşısında alınan mağlubiyet de Tetuán’ın
resmen küme düştüğünü ilan eder. La Liga’daki
son maçta ise Tetuán, şampiyonluğu garantileyen
Barcelona’yı ağırlar ve 5-2 mağlup olarak La
Liga’ya veda eder.
Segunda yılları ve yuvaya dönüş
Küme düşmesinin ardından Atletico Club Tetuán’ın
dört sezon sürecek Liga Segunda macerası başlar.
Tetuán, 1952/53’te 1954/55 sezonlarında playoff grubuna kalmayı başarır ama ilk sezon averaj
farkıyla Celta Vigo’nun arkasında, diğer sezon
ise Real Oviedo’nun arkasında kalarak dördüncü
olur ve La Liga’ya yükselemez. 1955/56 sezonu
ise Tetuán’ın İspanya’daki son sezonu olur.
Segunda’da ikinci grupta yer alan takım, başarılı
bir sezonun ardından play-off şansını sadece 1
puanla kaçırmıştır ama Real Betis deplasmanında
alınan 4-1’lik galibiyetin ardından sona eren
sezonu mütakiben kulüp parçalanır. Daha doğrusu,
2 Temmuz 1956’da Atletico Club Tetuan ve SD
Ceuta birleşme kararı alarak Club Atlético de
Ceuta adıyla Tetuán’ın Segunda’daki yerinden
yola devam ederler. Lâkin 1956’da bölgenin siyasi
durumu da son derece karışıktır. Fransa , kendi
elinde bulunan Fas’ın bağımsızlığını kabul etse
de İspanya öncelikle sömürgesini vermeme
konusunda diretmiştir. Fakat bu sahiplik çok
da uzun sürmez ve sonunda Tetouan da Fas’a
katılır. Böylelikle İspanya topraklarındaki Ceuta
6 Ocak 1952 tarihinde 3-3 biten Real Madrid
maçından önce Atletico Club Tetuán’lı oyuncular.
ve Fas topraklarındaki Tetouan’ın takımlarının
oluşturduğu Club Atlético de Ceuta da bölünür
Tetuán yoluna tek başına devam eder. İlerleyen
yıllarda kulüp, Moghreb Athletic de Tétouan adını
alır. Renklerini ve amblemini de büyük ölçüde korur
fakat şaşalı günlerini mumla arar. Ta ki 2005’e
kadar...
2005’te Fas Ligi’ne tekrar yükselen Moghreb
Athletic de Tétouan, İspanyol kimliğini ve tarihini
de kurarak 2007’den itibaren de Atletico Madrid
ile yakın bir işbirliği içine girer ve başarılı bir yapı
oluşturarak Fas’ın en kuvvetli ekiplerinden birine
dönüşür. Zamanında Andrés Mateo, Iriondo,
Ramoní, Lesmes gibi dört oyuncuyu İspanya Milli
Takımı’na veren Mağrip ekibi, şimdi ise ülkesi
Fas’ın en büyük güçlerinden biri.

Benzer belgeler