Burhan Dergisi 40. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 40. Sayı
ANNECİĞİM Ak saçlı başını alıp eline, Kara hülyalara dal anneciğim! O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tüy gibi sal anneciğim! Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim!... Necip Fazıl Kısakürek editör’den Rabb’imiz şöyle buyuruyor: "Rabb'in, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan (anne veya babanızdan) biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile deme, onları azarlama; her zaman onlara güzel değerli sözler söyle, acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve "Ya Rab beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara acı, diyerek dua et!" (İsra; 24) Adamın biri "Rasulullah (s.a.v.)'e gelip sordu: "Ey Allah'ın Rasül'ü, insanlar içinde iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sahibidir? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Annen" diye cevap verdi. Adam: "sonra kim?" dedi. Rasulullah (s.a.v.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar: "Sonra kim?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: "Sonra kim" Rasulullah (s.a.v.) bu dördüncüyü "Baban!" diye cevapladı.' (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) Anne ve babalarımız… Acaba ihmal mi ediyoruz, unutuyor muyuz? Onlara karşı vazifelerimiz nelerdir? O vazifeleri yerine getiriyor muyuz? Hayatın keşmekeşinde onların hak ve hukuklarını ihmal ediyor muyuz? İşte bu endişelerle bu ayki dosyamızı “anne ve babalarımıza” ayırdık. Gayemiz onları hayırla hatırlamak, hatırlatmak ve hak ve hukuklarını gündeme getirmek. Hepsi bir birinden güzel mesajlarla dolu olan yazılarla derginiz Burhan bu ayda dolu dolu... Emek veren herkesten Rabbimiz razı olsun. ABONE KAMPANYASI Yola devam ediyoruz. Okuyucularımızın çok beğeneceğini umduğumuz “Fezail-i Amal” kitabının hediyesi ile 2009 yılı abone kampanyasını başlattık. Öğrencilerin çektiği sıkıntıları düşünerek öğrenciler için abone ücretini Elli YTL olarak tespit ettik. Biz üzerimize düşen şekli ile dergimizin en iyiye, en güzele ulaşması için gayret göstermekteyiz. Sessiz bir şekilde aramıza katılan yeni yazarlarımız oldu ve inşallah başka yazarlarımızda katılacak. Bizim âcizane arzumuz odur ki siz değerli okurlarımızın abone kampanyamıza katkıda bulunmanız. “Bir tane aboneden ne olur ki” demeden hiç olmazsa bir tane abone yapalım. Lütfen bu sesimize kulak veriniz: Her aboneden bir abone bekliyoruz. Dergimizin en güzel bir şekilde yola devam edebilmesi için buna son derece ihtiyacımız var. Lütfen dergimizi sevdiklerinizle buluşturun. Onlarda bu hizmetten faydalansınlar. Allah’a emanet olunuz. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 40 Ocak 2009 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR içindekiler 6 HZ. PEYGAMBER EFENDİMİZ 42 KAMP KÜLTÜRÜ VE KÜRESEL ANNESİNİN KABRİNİ ZİYARET EDİYOR ÖLÇEKTE DÜŞÜNMEK Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Umut BULUT 8 Gönlümüzün iki gülü ANNE ve BABA 44 İLİM ve KUDRET PENCERESİNDEN Sezgin ÇAKIR 12 GURBET DEDİM, ANNE DEDİM Halil ATİK 14 ANA-BABAYA HÜRMET, NEFSİ DİRİLİŞİN İMKÂNİYETİNE BAKIŞ Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 46 PEYGAMBERLER VE MUCİZELERİ 4 Osman KARABULUTOĞLU TERBİYE ve KUL HAKKI YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA Umut BULUT Ersan BİLGİN 49 Satırlık Hakikatler 18 ANNEM 50 EBU HANİFE VE HANEFİLERE Kübra GÜNALTUN GÖRE HADİS GRAFİK TASARIM Burhan Ajans 20 TOPLUMSAL DÖNGÜ VE ANNE DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL Öğrenci Abone: 50 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Mustafa İLHAN Hasan BAŞAR 23 ÇABALAR BOŞA GİTMEZ 56 ’MUSTAFA YAZGAN’IN TESPİT VE HATIRA NOTLARINDA NECİP FAZIL Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Umut BULUT 24 EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT 58 MUHABBET BAHÇESİ Mehmet TALU Yusuf ELİBOL 29 Hasen ve Sahih HADİSLERDEN 60 GECENİN GÜNEŞİ: TEHECCÜD SEÇMELER 22 Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR 30 “BAYBURT MÜSLÜMAN DİLENDİRMEZLER CEMİYETİ” İLE İLGİLİ TARİHÎ BELGENİN TAHLİLÎ NAMAZI Salih AYDIN 64 TASAVVUF VE SÛFÎLERİN VASIFLARI Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Yard. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR 36 HZ. PEYGAMBER’DEN ÖĞRETMEN 66 Şiir Yunus Emre LERİMİZE BİR TAKIM TAVSİYELER Prof. Dr. Sayın DALKIRAN 67 VİRD-ÜL LEYL 38 KEMÂLÂT 68 BURHAN ÇOCUK Ahmet HALİLOĞLU Musa KARACA 40 ATLARI ÖNCE ZİHİNLERDE 70 ERMENİ ZULMÜNDE ALLAH KOŞTURMAK DOSTLARI Aydın BAŞAR Ahmet HALİLOĞLU Hazreti Peygamber Efendimiz Annesinin Kabrini Ziyaret Ediyor 6 Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Gönlümüzün İki Gülü Anne ve Baba 8 Sezgin ÇAKIR 24 Ehli SÜnnet Ve’l Cemaat Mehmet TALU “Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti” ile ilgili tarihi belgenin tahlili 30 Yard.Doç.Dr. Murat KUMBASAR 40 Atları önce zihinlerde koşturmak Aydın BAŞAR Kamp kültürü ve Kürüesel ölçekte düşünmek Umut BULUT 60 42 Gecenin Güneşi: Teheccüd Namazı Salih AYDIN Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN bri izin Ka nnem mine A Hz. A [email protected] HZ. PEYGAMBER EFENDİMİZ ANNESİNİN KABRİNİ ZİYARET EDİYOR Hz. Peygamber efendimizin babası Abdullah'ın, oğlu Muhammed (s.a.v.)'i dünya gözü ile görmeden yani oğlunun doğumundan önce vefat ettiğini hepimiz biliyoruz. Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed (s.a.v), dört yaşına kadar sütannesi Halîme’nin yanında, altı yaşına kadar da annesi Âmine’nin yanında kaldı. Anne Hz. Amine, altı yaşındaki oğlu Muhammed ve evin hizmetçi kızcağızı el-Bereke (Ümmü Eymen) ile eşi Abdullah’ın kabrini ziyâret etmek için Medine'ye geldi. Eşi Abdullah'ın kabrini ziyâret etti; oğluna da dünya gözü ile göremediği babasının kabrini öğretti ve onun da ziyâretini sağladı. Bilindiği gibi, Abdullah da her Mekkeli gibi ticaretle meşgul oluyordu. Evlendikten kısa bir müddet sonra arkadaşları ile Suriye'ye ticarî bir seyahat yapmış ve oradan dönerken Medine’de vefat etOcak 2009 6 mişti. Abdullah, dönüş yolu üzerindeki Medine'de hastalandı. Babası Abdülmüttalib'in dayıları olan Neccâroğulları’nda misafir olarak kaldı. Dayıları kendisi ile çok yakından ilgilendiler. Abdullah, yakalandığı hastalıktan kurtulamadı; genç yaşında Medine'de vefat etti ve oraya defnedildi. İlahî kudret onu oğlundan önce Medine'ye yerleştirdi. Eşi Abdullah'ın kabrini ziyaretten dönen Hz. Âmine, Medine'den 190 km. uzaklaştıktan sonra Ebvâ köyünde rahatsızlandı ve orada vefat etti. Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed, şimdi de anneden öksüz kaldı. el-Bereke, altı yaşındaki çocuğu götürüp dedesine teslim etti ve onun bakımını dedesinin evinde devam ettirdi. Bilindiği gibi Hz. Muhammed, sekiz yaşına kadar dedesinin evinde, BAŞYAZI dedesinin vefatından sonra da evleninceye kadar amcası Ebû Tâlib'in evinde kaldı. Kırk yaşına geldiğinde Yüce Allah tarafından son peygamber olarak görevlendirildi. Elli üç yaşında Mekke'den Medine'ye hicret etti ve babasına kavuştu, annesine de yakın oldu. Altmış üç yaşında da vefat etti. Medine'ye hicret ettikten sonra birkaç kere Ebvâ'ya gitti ve annesinin kabrini ziyâret etti. Her işte ve her konuda olduğu gibi bu konuda da biz ümmetine örnek oldu. zaman annesinin kabrini ziyâret etmesinin, Müslü- HZ. PEYGAMBER'İN ANNESİNİN KABRİNİ ZİYARET ETMESİ Hz. Peygamber, bunların yirmiyedisine bilfiil katıl- manlar için uyulması gereken güzel bir örnek olduğunu düşünmekteyiz. Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in Medine dönemi, Mekke döneminden daha yoğun geçmiştir. On senelik Medine hayatında yirmiyedi gazâya katılmış, ellisekiz de seriyye çıkarmıştır. Yani on senede Medine'den seksen beş askerî birlik çıkmıştır. mış, ellisekizinin de emrini vermiş ve hazırlığına nezâret etmiştir. Yeni kurulan devletin işleri, yeni Hz. Âmine'nin defnedildiği Ebvâ köyünün, Medine'ye yaklaşık yüz doksan km. uzaklıkta olduğunu söylemiştik. Kabrin bulunduğu yere 'Ümmü'n -Nebi : Nebinin Annesi' diye isim verilmiştir. Kaynaklarımızda, Hz. Peygamber'in, hicretten önce annesinin kabrini ziyâret ettiğine dair bir bilgi bulamadığımı belirtmeliyim. Hicretten sonra Medine'ye yerleşen Hz. Peygamber, annesinin kabrini birkaç kere ziyâret etmiştir. Hicretin altıncı senesinde Hudeybiye'ye giderken Ebvâ'ya uğramış ve annesinin kabrini ziyaret etmiştir. Bu ziyâret esnasında kabir taşlarını düzelten ve kabrin başında ağlayan Hz. Peygamber'e niçin ağladığı sorulunca, "Annemin şefkat ve merhameti gözümün önüne geldi de onun için ağladım." cevabını vermiştir. Müslim (261/875)'in, Hz. Peygamber'in, annesinin kabrini ziyareti konusunda Ebû Hureyre'den olan bir rivâyeti şöyledir: "Hz. Peygamber, annesinin kabrini ziyâret etti ve ağladı; etrafındakileri de ağlattı." Rivâyet sahibi Ebû Hureyre, bu ziyâretin ne zaman gerçekleştiği konusunda bir bilgi vermiyor. Yine bir başka rivayet, Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethinden dönerken annesinin kabrine uğradığını, kabrin başında oturarak sanki hayattaki bir insanla konuşur gibi konuşup ağladığını haber vermektedir. oluşan ümmetin problemleri arasında Hz. Peygamber, en azından üç veya dört kere de annesinin kabrini ziyâret etmiştir. Bu ziyâretin ne kadar önemli olduğunu anlamamız ve kavramamız gerekir. Sevgili okuyucular! Annelerimiz bizim her şeyimizdir. Onlar, her türlü saygı, sevgi ve hürmete layıktırlar. Hayatta oldukları müddetçe başımızın tâcıdırlar, ellerini, ayaklarını öper duâlarını alırız. Vefat ettikten sonra da onları kabirlerinde ziyâret eder ve kendileri için hayırlar yaparak sevabını onlara yollarız. Onların kabirlerinin bulunduğu yerden uzakta yaşıyorsak, zaman zaman oraya giderek kabirlerini ziyâret edelim. Zaten bugün uzak bir yer kalmadı. Arabalar, trenler, uçaklar ve diğer vâsıtalar en uzak yerleri bile yakın hâle getirdi. Şurasını iyi bilelim ki, hiçbirimizin işi Hz. Peygamber efendimizin işinden daha çok ve daha önemli değildir. O, bunca önemli işinin arasında bir fırsat bulup annesinin kabrini ziyâret ediyorsa, bu bizim için bir derstir. ................................................... Mustafa Fayda, “Ebvâ”, DİA, X, 378-379. Beyhakî, Delâil, I, 147. Müslim, Cenâiz 108. Hz. Âişe (r. anha)'dan gelen bir rivâyete göre de Hz. Peygamber, Veda haccı dönüşünde annesinin kabrine uğramıştır. Hz. Peygamber'in zaman Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 356. Süheylî, Ravdu’l-ünüf, I, 195. 7 Ocak 2009 Sezgin ÇAKIR [email protected] Gönlümüzün iki gülü ANNE ve BABA Rabb'in, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan (anne veya babanızdan) biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile deme, onları azarlama; her zaman onlara güzel değerli sözler söyle, acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve "Ya Rab beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara acı, diyerek dua et!" (İsra; 24) Ocak 2009 Onlar hangi evladın aklına gelince gözler yaşarmaz? Onlardan ayrılmak kimleri sarsmaz? Onlar bizim sebebi varlığımız. Her türlü sıkıntımıza ve sıkıntılara göğüs gererek bizleri dünyaya getiren, büyüten, yetiştiren, yuvadan uçuran ve uçurduktan sonra da ölene kadar üzerimize kol kanat geren en değerli varlıklarımız. Azıcık üzülmemiz bile kendilerini endişeye sevk eden koruyucularımız. Hasta olduklarında bile yavrularının hastalıklarını düşünen, acıkmış oldukları halde bile evlatlarının açlığını düşünen şefkat abidelerimiz. Yudum yudum sevgileriyle büyüttükleri halde ayaklarımız yere basınca unutup bir tarafa attığımız ama ona rağmen dualarından bizleri unutmayan, yine de “yavrum” diyerek o sıcacık yürekleriyle bizleri sarmalayan anne babalarımız. Her şeyimizi borçlu olduğumuz anne ve babalarımız. Acaba onlara gereği gibi değer verip haklarını yerine getirebiliyor muyuz? Adeta cennetimize bilet olan o değerli varlıkların hayır dualarını alabiliyor muyuz? Rabb’imiz şöyle buyuruyor: "Rabb'in, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan (anne veya babanızdan) biri veya her ikisi 8 senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile deme, onları azarlama; her zaman onlara güzel değerli sözler söyle, acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve "Ya Rab beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara acı, diyerek dua et!" (İsra; 24) "Allah'a kulluk edin. O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin." (Nisa;36) “Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik…” (Ahkaf Suresi,15) Adamın biri "Rasulullah (s.a.v.)'e gelip sordu: "Ey Allah'ın Rasül'ü, insanlar içinde iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sahibidir? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Annen" diye cevap verdi. Adam: "sonra kim?" dedi. Rasulullah (s.av.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar: "Sonra kim?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: "Sonra kim" Rasulullah (s.a.v.) bu dördüncüyü "Baban!" diye cevapladı.' (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre: "Allah'ın Rasül'ünden, Allah'a ve Rasül'üne en muhabbetli amel nedir?" diye sordum. Cevap olarak "Vaktinde kılınan namaz" dediler. Sonra hangisidir diye sordum: "Ana-babaya iyilik yapmaktır" buyurdular. Sonra hangisidir? Dediğim de, "Allah yolunda cihad etmek olduğunu söylediler." (Buhari, Mevakitüs Salât, 5; Cihad, 1; Edep; Müslim) Sevgili Peygamberimiz bir gün ashabına: "Size büyük günahların en büyüğünün ne olduğunu söyleyeyim mi?" diye sordu. Yanındakiler "Evet" deyince Rasulullah (s.a.v.) bu günahları şöyle ifade etti: "Allah'a şirk koşmak ve anne babaya âsî olmak!" (Buhari, Edep, 6) Ebî Sâîd RA den de şöyle bir rivayet: Rasûlüllah SAV’e hicret etmek üzere Yemen’den bir kişi geldi. Rasûlüllah Efendimiz bu zâta sordu: —Yemen’de senin kimsen var mı? dedi. Cevaben: —Ana ve babam var, dedi. —Sana bu hicret için izin verdiler mi? Cevaben: —Hayır, dedi. —Öyle ise onlara dön ve izin iste. İzin verirlerse cihad edersin. İzin vermezlerse onlara itaat ile ikram ve ihsanda ve iyiliklerde bulun,” dediler. (Ebû Davud) Abdulah b. Amr b. el-Âs Radıyallahü Anhüma’dan yapılan rivayette: Nebi S.A.V’e bir kişi geldi ve cihad etmek için İzin istedi. Rasûlüllah SAV “Anne baban sağ mı” dedi. O kişi de “Evet” dedi. O zaman Rasûlüllah S.A.V onlara fecâhid, dedi. Yâni onlara hizmetle Allah Teàlâ’nın vereceği sevaba nail olursun, muhabbetle ikram et. Böylece cihad sevabına nail olursun. (Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, Neseî). Ebû Hûreyre RA ‘ in rivayetini dinleyelim: Cihad etmek üzere izin almağa bir kişi geldi. Rasûlüllah Efendimiz bu adama sordu: “Ana ve baban sağ mıdırlar?” Adam: “Evet,” dedi. “Öyle ise sen onlara bak ve emirlerine itaat eyle ki, cihad sevabını alasın.” (Müslim, Ebû Dâvud). Ebi Ümâme Radiyallahü Anh’in rivayetinde: Bir adam Rasûlüllah Efendimize gelip: — Ya Rasûlallah ana ve babanın evlâd üzerindeki hakları neden ibarettir” diye sordu da cevaben: — Onlar senin hem cennetin ve hem de cehennemindir. Buyurdular. İbn-i Mâce’nin bu rivayeti hepimize pek büyük bir ders ve ibrettir. Onlara hüsn-i muamele eder ve rızalarını kazanırsak işte cenneti bulduk demektir ve bilakis eğer onlara hüsn-i muamele edemez sert ve haşin davranıp gönüllerini kırar ve incitirsek o zaman da cehennemi hak etmiş oluruz Ebu’d-Derdâ’nın naklettiği bir hadisi burada tekrarlamak iyi olacaktır zannederim: Bir adam Ebu’d-Derda’ya geldi ve şöyle bir şikâyette bulundu: — Benim bir karım var. Babam beni zorladı ve nihayet everdi. Şimdi de bu kadını boşamamı istiyor. Cevaben; — Ben senin vâlideynine (anne babana) âsî olmanı emredemem ve senin karını boşamanı da emredemem. İster isen sana Rasûlüllah’tan işittiğim bir hadisi nakledeyim, Rasûlüllah Efendimiz buyurdular ki: “Ana ve baba cennetin orta kapısıdır. Sen ister isen bu kapıyı muhafaza eyle, istersen terk eyle, uzak ol.” O da hesapladı ve neticede karısını boşadı. Bu hadisi İbn Mâce ile Tirmizî nakletmiştir, “Sahihtir” derler. Ebû Dâvud, îbn-i Mâce ve Ibn-i Hıbbân sahihinde zikretmektedirler: Biz bir gün Rasûlüllah’ın 9 Ocak 2009 yanında oturuyorduk. Beni Seleme’den bir adam geldi ve: — Ya Rasûlallah, anam ve babam âhirete göçtükten sonra bizim onlara yapacağımız bir iyilik daha var mı? Buyurdular ki: — Evet, onlara dua ediniz ve onlara Cenâb-ı Hakk’tan mağfiret dileyiniz ve bir de onların yaptıktan ahidleri, sözleşmeyi, yani vasiyetlerini infaz ediniz. Yerlerine getiriniz. (Borçlar varsa ödeyiniz, hacca gitmedi iseler hacca vekâlet ediniz veya vekil yollayınız). Akrabalara ve diğer dostlara sıla-i rahim ediniz. Dostlarına da ikram ediniz. Ölmüş olan ebeveyne sıla-i rahim başka türlü olamaz. Ve ebeveynin dostlarına da ikram ediniz. En iyi sıla-i rahim de bu olsa gerektir. SALİHLERDEN ÖRNEKLER Salih bir baba oğluna bir inek yavrusunu hediye etmek üzere Cenâb-ı Hakk’a emânet etmiş. Çocuk büyümüş ve kendisini ibâdete vermiş. Gecenin bir kısmını ibadet, bir kısmını uyku ve bir kısmını tazarru ve niyaz ve dua ile geçirirmiş. Gündüzleri de çalışır, kazancının bir kısmını sadaka verir; bir kısmını kendine yemek için alıkor, bir kısmını da götürüp annesine verirmiş. Bir gün annesi oğluna demiş ki; oğlum, baban senin için falan yerde bir inek yavrusu bırakmıştı. Git onu al ve üç dinara sat velâkin bana sormadan verme, diye tenbih etmiş. Oğlu gidip ineği almış. Pazara götürmüş. Fakat insan kılığında bir melek, ben sana altı dinar vereyim ama anana sorma, demişse de çocuk buna razı olmamış ve gidip annesine söylemiş. Anne zeki bir kadın olacak ki bunun bir melek olduğunu anlamış ve oğluna: Oğlum, git o kişiye “Ben bu ineği satayım mı, yoksa satmayayım mı?” diye sor. Çocuk meleğe sormuş o da: “Satma, bunu Hazret-i Musa’nın kavmi senden derisi dolu altına satın alacaklardır, demiş.” Musa Aleyhisselâm’ın kavmi ise, öldükten sonra dirilmeye inanmazlarmış. O arada birisini öldürmüşler. Cenâb-ı Hak, bu ineğin, kesip, diliyle yahut arka derisiyle bu ölen kimseye vurulmasını emretmiş ve Allah’ın izniyle, o katlolunan adam dirilmiş ve kendini katleden adamı haber vermiş ve bu deri Hazret-i Ömer’in devrinde Hazret-i Ömer’e de nasib olmuş. O da o deriyi kamçı olarak kullanmış. Ocak 2009 Bâyezîd-i Bistâmî’den şöyle bir hikâye nakledilmektedir: Bir kış günü annesi oğlundan su istemiş. O da suyu getirinceye kadar uyumuş. Bâzeyîd, annesi uyanıncaya kadar başında beklemiş. Bu arada soğuktan bardak eline yapışmış. Annesi uyandığı vakit bardağı alınca parmağının derisi kopup kan akmağa başlamış. Annesi ne oldu, diye sormuş. O da hâdiseyi söylemiş. O zaman, “Allah’ım, ben bu oğlumdan razıyım, sen de ondan razı ol” demiş. Lâkin bu anne Bâyezid’e hâmile olduğu müddetçe, ağzına şüpheli bir şey almamış. Ve tabiidir ki, başka zamanlar da şüpheli bir şey yememişlerdir. Allah’tan korkanların halleri, şanları evladları böyle olur. Resûl-i Ekrem S.A.V Hazretleri’nin torunları, Hazret-i Fatıma Radiyallàhu Anha’nın oğlu Hazret-i Hasan R.A annesiyle beraber sofraya oturup yemek yemesini istemez imiş. Annesi Fatıma Radiyallàhu Anha oğluna sormuş ki: — Oğlum ne için benimle beraber oturup yemek yemiyorsun? Oğlu da: — Anneciğim olur ki, senin hoşuna giden bir lokmayı ben almış olurum da sonra sana karşı asî olmuş olurum, korkusuyla beraberce oturmayı hoş görmüyorum, deyince muhterem ve mübarek annesi: — Oğlum bütün yediklerin benim tarafımdan sana helâl olsun! Demiş. Görüyor musun anne ile oğul arasındaki sıkı rabıta nelerden doğmaktadır. Bunlar hep Hakk’ın onlara in’âm ve ihsanıdır. Bize düşen de, bunlardan ders almaktır. ANNE BABAYA ASİ OLMAMAK İbn-i Abbas’ın Rasûlüllah SAV’den yaptığı bir rivayette; “Her kim sabah ve akşam vâlideyni kendisinden razı olarak gününü geçirirse sabah ve akşam ona Cennetten iki kapı açılır ve eğer sabah veya akşamda vâlideynini kızdırırsa ona da cehennemden iki kapı açılır. O sırada orada olan birisi: — Yâ Resûlallah, eğer analar çocuklarına zulmediyorlarsa? dedi. 10 Cenâb-ı Peygamber: — Evet; zulmetseler dahi yine onlara karşı gelmemek ve âsi olmamak gerektir, buyurdular. Mâlumdur ki, onlar dinsiz dahi olsalar onlara yine ikram ve ihsan, insanlık ve İslâmlık borcumuzdur. Buhâri ile Müslim’in ve bir de Tirmizî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerife dikkatle bakınız: Ebu Bekr RA den rivayet edilmektedir: Rasûlüllah SAV Hazretleri buyurdular ki: “Sizlere büyük günâhları haber vereyim mi?” Uyanık olun ve dikkat edin diye de üç kere sözlerini tekrar ettiler. Bizler de: “Buyurun Yâ Rasûlallah” dedik. Buyurdular ki: “Büyük günâhların başı, Allah Teàlâ’ya şirk koşmaktır.” “İkincisi vâlideyne yani ana ve babaya âsî olmaktır.” Bunları söylerken dayanıyordu. Derken düzelip oturdular ve: “Âgâh olunuz, mütenebbih olunuz, yalan söylemek ve yalan yere şehâdet etmektir” diye o kadar tekrarladılar ki bizler acıdığımızdan ah ne olur, artık sükût edip rahat etseler diye temennide bulunuyorduk. İbni Ömer RA dan rivayet edilen hadisi şerif de şöyledir: Rasûlüllah SAV Hazretleri şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde Allah Teàlâ Hazretleri üç taifeye rahmet bakışıyla bakmaz. Ana ve babaya âsi olana, şarap içmeğe devam edene, bir de verdiği ihsanını başa kakana. Ve yine üç kişi de yani taife de cennete giremezler. Birisi vâlideynine âsî olan, ikincisi deyyus tâbir olunan kişi, üçüncüsü de kendisini erkeklere benzeten kadınlar.” Bu hadisi Neseî, el-Bezzaz, Hâkim, İbn Hibbân Sahihlerinde zikretmişlerdir. ANA BABAYA KARŞI ON MÜHİM VAZİFE Evladın ana ve babasına yapmakla mecbur olduğu on borcu vardır. Bunlar: l. Vâlideyn muhtaç oldukları vakit onlara bakmak. 2. Giyime muhtaç oldukları vakit onları giydirmek. 3. Hizmete muhtaç oldukları vakit hizmetlerinde bulunmak. 4. Her ne zaman çağırırlarsa hemen koşup gitmek. 5. Emrine her zaman itaat etmek; (günah olmadıkça). 6. Yanında gayet yumuşak konuşmak. 7. Babasını ismiyle çağırmamak. 8. Arkasında yürümek. 9. Kendi için istediği ve razı olduğu şeyleri onlar için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri onlar için de istememek. 10. Onların mağfireti için dua etmek. Büyükler vâlideyn için duayı terk etmenin evlâdın geçimini daraltacağını buyurmuşlardır. ANA VE BABA ÖLDÜKTEN SONRA DA: l. Akrabalarını ziyarete devam etmek. 2. Onlara istiğfarla dua etmek. 3. Babanın sıla yaptığı kimselerle alâka kesmemek gerekir. Eğer keserse nurunun söneceği bildirilmiştir. Onun için babanın dostlarını bırakmamalı, dostluğu devam ettirmeye çalışmalı ve onlara istiğfar etmeliyiz. Vâlideyn hakkını ödemek için beş vakit namazlarında duayı unutmamalıyız. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname'de evladın anne ve babasına karşı on beş görevini sayar. ANNE VE BABASIYLA OLAN SOHBETİNİN KALKIP OTURUŞUNU ADAB VE ERKÂNI ON BEŞTİR: 1. Anne ve babasının sözlerini dinlemek 2. Emirlerine göre hareket etmek. 3. Onlardan izin almadan oturmamak. 4. Onların kalkışında ayakta durmak. 5. Yol yürürken onlara öncülük yapmak. 6. Sesini onlarınkinden fazlaya yükseltmemek. 7. Onları ismiyle çağırmamak. 8. Çağırdıklarında efendim veya buyurunuz deyip emirlerini yerine getirmek. 9. İşlerini yapmak ve onlara hizmet etmekte titizlik göstermek. 10. Onların rızalarını kazanmak 11. Onları korumak ve onlara saygılı olmak. 12. Onlara öfkeli bir bakışla bakmamak 13. Onlara karşı yüzünü ekşitmemek, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerini hoş etmek 14. Onlara yaptığı bir iyilikten dolayı başa kakmamak ve minnet etmemek. 15. Emirleri olmadan gurbete gitmemek, ayrılmamak. 11 Ocak 2009 GURBET DEDİM, ANNE DEDİM Halil ATİK Pusunda mı gizemin? Ya da kaybettiğim yerde Yıkamaz yolları bu yağmur Yetmez gözyaşlarım Adına hasret demişim çekilen ahların Dualar,dualar... Dertli dertli dalar Dertli derdiyle dalar Hangi türkü bu anne içimi bir başka yakar?... Bembeyaz yollar Dilimde hiç bıkmadığım şarkılar Penceremde soyunmuş ruhum Rüzgâr nağmesinde parıltılar Frekansındayım hüznün,sesimde paslar Adını anmak bu kadar mı zor? Anne deyince kaç yürek sızlar? İçime gömdüm nice hayatları Terkettim sabır uğruna kalbimi Feryadıma attığım düğümlerim Bu demde çözdü gözlerimden beni Karanlığın girdabında sessizliğim Ya ben haykırıyorum Anlamamak mı hayat derdin? Ocak 2009 Güneş sızıntısında odam Sıcak bir çayım,soğuk yaram Yüzüme baksan inersin yüreğime İçimde bir başka adam 12 Bir selam versen bin ah dokur Ve bin ahı dokunur Harf harf elem İsyan sanma anam Bu gurbet elde bir kalem... Elimde kayıp fermanım Heyt be! Bende kayboldum ya bu şehirde Islah olur mu dahi yollar İflah bulur mu ayrılıklar? Ve sen anne Isıtmıyor burada sahte kazaklar. Değmiyorsa elin Isıtmıyor anne oyuncak mutluluklar... Kaç gece ağladığını Annem.... Yağan yağmurda yanıyorum Nasıl dayanır bu yürek bilmiyorum? Sen anne sen Sen ki her rüzgârda esen Sen ki her gülde biten Bu son gül anne ağlayan Dimdik ayakta Gurbet elde Yüreğiyle,duasıyla.... Unutmuşum Gene üstüm açık yattım anne Üşüdüm... Yüreğime duanı ekledim Yürüyorum terennümlerimle Özlüyorum anne Dostlar diyorsun ya sen,sığın diyorsun ya sen Burda o türde tiyatrolar oynanıyor Adınada dostluk diyorlar işte Hele güvenipde yıkılmak yok mu En zoruda bu be anne Dost anne,diyâr anne,yâr anne.... Ve bu sefer gelemedin... Elinden öpüşüm Hayırla git ve gel oğlum deyişin Bu seferde ağlama diye sitemin... Tebessümle uğurlarsın annem Sanarsın üzülmem Ve sanarsın ki bilmem 13 Ocak 2009 Ersan BİLGİN ANABABAYA HÜRMET, NEFSİ TERBİYE ve KUL HAKKI Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l–Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir: “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine: lara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler. – Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler. İçlerinden biri söze başlayarak: Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi. – Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Bir gün hayvanOcak 2009 14 Bir diğeri söze başladı: – Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım. Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi. Üçüncü adam da: rine bakılabilir. (Buhârî, Büyû` 98, İcâre 12, Hars ve’l–müzârea 13, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100, Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 6) NAMAZ, GÖZÜMÜZÜN NURUDUR - “Onlar (müminler), gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Bakara 2/3) - “Herşeyin bir alameti vardır. İmanın alameti ise namazdır.” (Münavi) - Namaz, imandan sonra en büyük hakikattır. - Namaz; ibadetlerin özüdür. Namaz; insana kulluk bilinci kazandırır, kulluk şuurunu canlı tutar. - Namaz, Rabbimiz (cc) ile irtibat kurmaktır. “…Ve beni anmak için dosdoğru namaz kıl.” (TaHa,14) – Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Birgün bu adam çıkageldi. Bana: - Namaz; ruhumuzu ve bedenimizi eğitir. “Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır.” (2/45) İNSAN İLE İNKAR ARASINDAKİ PERDE; NAMAZ – Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona: – Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız: – Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü. - “Hani İsrailoğullarından, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı tam verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, sözünüzden döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz.” (2/83) Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler, biiznillah. - “Namaz, dinin direğidir. Namazı terk eden dinini harap etmiş olur.” (Acluni) Namaz; dinin direği, imanın alameti, mutluluğun anahtarı, kalbin nuru, muttakilerin göz aydınlığıdır. Böylece anaya babaya karşı edeb, sevgi, saygı ve hürmetin, nefsin bilhassa şehevî hislerine sadece Allah korkusundan dolayı hakim olabilmenin ve kul hakkına ısrarla hürmet etmenin değerli amellerden olduğunu öğrenmiş oluyoruz. - İbadetler içinde ilk emredilen, hayatta en son terk edilecek ve ahirette hesabı ilk görülecek olan ibadet, namazdır. “Cennetler içinde (olanlar), cehennemdekilere "Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?" diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik…” Ve müslüman daraldığı zaman böyle samimi davranışlarını dua vesilesi yapabileceğini de bu hadis bize öğretmiş oluyor. Bu konuyu daha iyi anlamak için Bakara: 2/25, 82, 277; Âl i İmrân: 3/57; Nisâ: 4/57, 122; Mâide: 5/9; A’râf: 7/42; Yûnus: 10/9, 26; Hûd: 11/11, 23; Nâziât: 79/40, 41 ayetle- (74/40,41,42,43) - Bir gönül ehline sordular: “Efendim, namaz kılmayan kafir olur mu ?” O zat da şöyle cevap verdi: “Elbette namaz kılmayan kafir olmaz. Lakin kafirler namaz kılmaz.” 15 Ocak 2009 - “İnsan ile küfür arasında yalnız namaz kılmamak vardır. Yani namazı terk etmek, insanı küfre yaklaştırır.” (Tirmizi) - “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhari, Ezan) Cemaatle namazı terk etmemeli, bu sevabtan mahrum olmamalıdır. HUŞU İLE NAMAZ… - Huşu ile dosdoğru ve devamlı kılınan namaz, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyar. Dayanılmaz çile ve sıkıntılardan kurtuluş da namazladır. - Namazda elde edilen vecd ve aşk ile insanın hayatı değişir, hayatı İslamlaşır. Namaz, insanı zinde tutar ve namaz aynı zamanda bir cihad eğitimidir. Namaz, insanı tevhid şuuru, cemaat ve ümmet bilinci noktasında eğitir. - Tüm varlıkların ibadet şekilleri, tesbih ve zikirleri namazda toplanmıştır. - Namaz kılan insanla kılmayan insan, namaz kılan milletle kılmayan millet arasındaki fark; ölülerle diriler arasındaki fark kadardır, çünkü namaz; ruhtur, canlılıktır. - Namaz; fiili bir dua ve yakarış, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Yüce Allah’ın huzurunda huşu dolu bir boyun eğiş-kulluk ve Allah’ın düşmanlarına karşı bir kıyam ve başkaldırıdır. - Namaz, günde beş defa “Allahu Ekber (Allah en büyüktür)” ve “Rabbim yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz” sözlerine sadakattir. - “…Cemaate devam ediniz. Zira sürüden ayrılanı kurt kapar.” (Ebu Davud, Salat) - “İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (2/277) DİN HAYATTIR… - Bir çok insanımız İslam’ı inanç olarak kabul ettiğini söylemekte ve onunla iftihar etmekte, ancak İslam dininin ibadet ve ahkamına duyarsız yaşamaktadır. Yine bazı insanımızda toplumsal hayatın bataklığından çıkış noktası olarak namaza sarılmakta ancak sosyal yaşantısını, aile hayatını, ticari ve siyasi ilişkilerini inancına göre şekillendirmemektedir. Halbuki Yüce Dinimiz İslam, iman-amelibadet-ahlak hükümleriyle bir bütündür, Rabbimiz’in emirlerinin ve yasaklarının hepsi önemlidir. - Din hayattır ve dünya-ahiret saadetimiz, Müslümanlığımız oranında gerçekleşecektir… - Hayatımızın tamamı Rabbimiz’e kulluk bilinciyle namaz kıvamında, ibadet şuurunda olmalıdır. - Namaz, müminin miracıdır. - Namazlarımızı istekle, seve seve ve aşkla eda etmeli, namazla dirilmeli, namazda kazandığımız muhabbetle çevremizin dirilişine vesile olmalı, böylece bir ilahi aşk ve adalet medeniyeti oluşturmanın gayretinde olmalıyız. CEMAATLE NAMAZ… - “Namazı dosdoğru kılın, zekatı tam verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin.” (2/43) Cemaatle namazı terk etmek, Müslümanların dağınıklığının sebeblerindendir. İslam; cemaat, birlikberaberlik, sevgi-kardeşlik ve fadakarlık dinidir. “Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned) Hayır ve iyilikte yardımlaşma ve dayanışmayı emreden Yüce Dinimiz İslam, her vesileyle cemaatleşmeyi, kenetlenmeyi ve birleşmeyi emreder. Ocak 2009 YERYÜZÜ MESCİD… - Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) “Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı.” (Buhari, Teyemmüm) buyurmaktadır. Mümin kimse, “yeryüzü mescid, ben de bir ömür boyu beni yaratan, yaşatan ve nimetlendiren Allah Teala’nın huzurunda namazdayım” şeklinde bir teslimiyetle hayatını sürdürmelidir. Daima Müslümanca yaşamalı, müslümanca düşünmeli, ve nihayet müslümanca ölmelidir. - “İman etmiş kullarıma söyle: "Alış-verişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, namazı dosdoğru kılsınlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak etsinler." (14/31) 16 - “Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır; Onlar, namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.” endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum." (23/1,2,9) Söyledikleri beni son derece şaşırtmıştı ve bu - Namazlarımız namaz ola! Ömrümüz namazın gerektirdiği imanla, ahlakla ve ibadet şuuruyla baştan sona namazlaşa… konuyu açtığıma pişman etmişti. Tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler. Şaşırdım ve hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde du- - “Rabbim, beni ve nesillerimizi namazında sürekli kıl. Rabbimiz, duamızı kabul buyur." (14/40) amin. ruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde. Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle: - "Hani camiye gelmeyecektin ?" dedim BİR KISSA, BİR HİSSE… YEŞİL ELBİSE Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının Ezan okunurken arkadaşımla karşılaştım ve üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu... ona; - "Gel seni camiye götüreyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun." Evet, ömrün kıymeti bilinmeli, ömür ibadetleAllahımız’a kullukla geçirilmeli… - "Sen benim camiye gitmediğimi biliyorsun." SELAM’I YAYINIZ dedi. Abdullah b. Amr b. As (ra) anlatıyor: - "Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum." Bir adam, Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v) “İslam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır? diye sordu. Rasulullah aleyhisselam: - "Ne bileyim, olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum." dedi. “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermendir” buyurdu. (Buhari) Gayri ihtiyari gülmeye başladım. “İMAN ETMEDİKÇE CENNET’E GİRE- MEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE DE İMAN - "Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun için cami terk edilir mi? ETMİŞ OLMAZSINIZ. YAPTIĞINIZ ZAMAN BİRBİRİNİZİ SEVECEĞİNİZ BİR İŞİ SİZE HABER - "Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin." dedi. Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı. - "Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?" - "Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde VEREYİM Mİ; ARANIZDA SELAM’I (ESSELAMÜ ALEYKÜM…) YAYINIZ.” (Müslim) Güzel İsimleri’nden biri de “Selam” olan Allah Teala şöyle buyuruyor: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.” (Nisa,86) 17 Ocak 2009 Kübra GÜNALTUN ANNEM Canımın canı, gönlümün gülü istemiyorum anne, çünkü annem... uyanmaktan korkuyorum. Bazen, yaşamak korkutuyor beni. Oysa Bu mektup sana söyleyemediklerimin şefkatli ellerinden tutup parklarda ve yüreğimde kopan fırtınanın gezinirken nasılda güvende hikâyesidir. Herkesin bir hikâyesi hissederdim kendimi vardır anne. Benim hikâyem hep suskun kaldı. Bazen gözyaşı olup Yaşamak zorundayım anne... aktı gözlerimden. Akıp gitti işte... Umudumu yitirmeden, 'tükendim' Kalbinin atışlarını dinleyerek sevgi demeden yaşamak zorundayım. Bu dolu kucağında uyuyan bir bebek yaşam savaşında, öğrettiklerin olarak kalmayı öyle çok isterdim ki. ayakta tutuyor beni. Öyle çok Annelerin gözünde evlatları hiç incindim ki anne, fakat incitmedim. büyümezmiş. Ne olur kaç yaşına Çünkü incinsem de asla incitmemeyi gelirsem geleyim sineni esirgeme senden öğrendim. benden. Korkuyordum anne... Ocak 2009 Öylesine yorgunum ki anne... 'Başaracaksın kızım' deyip boynuma Dizine yatıp tatlı rüyalarla uzun bir sarıldığında tüm acımasızlığı ile uykuya dalmak istiyorum. Uyanmak karşıma dikilen dünya yerle bir oldu 18 sanki. Tüm korkular silindi gözlerimden. Yüreğimi sımsıkı tuttun, korkularımı alıp götürdün benden. Acılardan geçerken bile gülümsemeyi öğrettin bana. Canım annem... Bazen bana kızınca 'kızın olunca anlarsın' dersin. Bende inatla söylediklerini anlamam ya, bilirim incinir o güzel yüreğin. Ne olur affet beni anne. Yerli yersiz öfkelerimi, kızgınlıklarımı, sabırsızlıklarımı affet. Ben yine bir şeylere öfkelenip odamın soğuk duvarlarıyla baş başa kalayım. Sen bana aldanma anne. Yalnız kalmak istediğimi sanma. İçimde ki öfke denizinin dalgaları söylemek istediklerimi alıp götürse de, ben hep muhtacım senin yüreğine. Soğuk duvarların ortasında üşüyorum anne... Sen yine çal odamın kapısını. Elimi tut. Bak ne kadar da üşümüş ellerim. Sonra sımsıkı sarıl boynuma. Sende ısınayım anne, sende dinsin dalgalarım. Bu öfke denizinde çırpınmaktan yorgun düştüm. Ne olur tut ellerimi. Birlikte karaya çıkalım anne. Ben senin beyaz güvercininim anne... Yüreğinde öğrendim uçmayı ve fırtınalara direnmeyi. Bir yanımda öğrettiklerin, diğer yanımda duaların varken, fırtınalar sürükleyemiyor artık beni. Annem... Sen yanımdayken hüzünlerim huzura bırakıyor yerini. Sensiz kalmak ürkütüyor yüreğimi. Ah sensizlik! Düşlemesi bile acıtıyor içimi. Canım çekiliyor ruhumdan. Kızgın bir sahranın ortasında buluyorum kendimi. Bomboşum... Anne diyen çocukların sesleri yankılanıyor beynimde. Elini tutamayacağım, sesini duyamayacağım kadar uzaktasın. Sonunda uyanıyorum bu acı düşten... Çok şükür yanımdasın. Beni değil sensiz, sensizliğin düşüyle bile yalnız bırakma anne... 19 Ocak 2009 Hasan BAŞAR TOPLUM SAL DÖNGÜ VE ANNE Baba otoritenin sembolüdür ve bundan dolayı da babaya saygı duyulur. Çünkü otorite her zaman saygıyla karşılanmıştır. Oysa anne şefkattir, duygudur. Annelik bir limandır dar anlarımızda sığındığımız. Bir dermandır gönüllerimize, açılarımızda dert ortağımızdır. Ardımızdan en çok ağlayanımız. Annenin baba kadar otoritesi yoktur. Evladına hiçbir engellemeler koymadan yaklaşır. Annelik evrenseldir. Rengi, dili ne olursa olsun. Bütün insanlık, bütün çağlar boyunca aynı olmuş, bundan sonrada aynı olacaktır. Annenin ve annelik makamının bizim gönlümüzde ve hayatımız da apayrı bir yeri vardır. Anne merhamet ve şefkat duygularına ait ne varsa içinde barındırır. Ağıtlarımızda, türkülerimizde, Ocak 2009 20 atasözlerimizde bunu en güzel şekilde ifade ederiz. Hatta günlük hayatta duygularımızı ifade etmek için kullandığımız deyimlerde dahi ana kelimesini kullanırız. “Anası ağlamak; Büyük zorluklarla karşılaşmak.” ,“Anasını ağlatmak; Aşırı sıkıntıya sokmak.” , “Anasını bellemek; Büyük kötülük yapmak.” Annelik toplumsal görgü kurallarının aktarıldığı en önemli kaynaktır. İster kadın, ister erkek olsun bireylerin toplumsal düzeni, gelenek ve görenekleri öğrendikleri birinci el annedir. Bu anlamda toplumun devamı için anne önemli bir yere sahiptir. Bu anlamda toplumun devamı için kadına gerekli önem verilmelidir. Toplumsal döngü mutlaka gerçekleştirmelidir. Yoksa toplum ayakta duramaz. Döngünün aktarıl- madan yüzünün akıyla çıkarsa yeni ve mutlu bir ai- ması kadar doğru şekilde aktarılması da önemlidir. lenin temelini oluşturabilir. Döngünün oluşturulma süreci gençlerin gön- Bu döngüyü doğru şekilde gerçekleştirmeyi lüne bırakılmayacak kadar önemlidir. Bu iş elbette başaran Osmanlı İmparatorluğu 6 asrı aşkın bir gençlerin işidir ama tek karar verici gençler olma- süre varlığını devam ettirmiştir. Bir döneme dam- malıdır. Çünkü gençler yaşları gereği pek sağlıklı gasını vuran Osmanlı’nın yetiştirdiği kadın bu an- karar veremezler. Duygusaldırlar ve pek gerçekleri lamda görevini yerine getirmiştir. “Osmanlı kadını” göremezler. Aileyi ayakta tutan sevgi ve saygının dediğimiz bu kadının tipik özelliklerine bir göz ata- yanında gerçeklerdir. Bireyler hayatın gerçekleri ile lım. Şefkat ve merhametin yanına otoriteyi oturt- karşılaştığında akıl ve sağduyudan yoksunsa o muş Osmanlı kadını, akıl ve sağduyu temsil zaman problem başlar. Günümüzde boşanmaların ederken duyguyu da içinde barındırır. Annelik sabır artmasında bu durumun önemli bir etkisi vardır. Bunun için anne ve baba inisiyatifi ele almalıdır. Anne olarak seçilecek kadın iyice araştırılmalıdır. Bu anlamda görücü usulü evlilik önemli bir işlev görebilir. ister, özveri ister, emek ister bunu başarmakta sağlam karakter ister. Bu anlamda Osmanlı kadını sabırlıdır, özverilidir. Devletin ve milletin bekası için her türlü fedakârlığa ve acıya katlanabilirler. Çanakkale’de evladını kınalayıp vatana kurban olsun diye gönderen anne ile Kurtuluş Savaşında top Görücü usulünde genel anlamda belirleyici olan annedir. Anne, oğlu evlenme çağına geldiği zaman araştırma yapmaya başlar. Çünkü anne yeni kurulacak yuvaya uygun anne adayını kendi kriterlerine göre seçer. Bunu yaparken akıl ve mantık süzgecinden geçirdikten sonra karar verir. Çünkü ortada bir döngü var ve bu döngünün bir halkası olacak olan kadın, uzun ve titiz bir araştır- mermisi ıslanmasın diye evladını feda eden Elif Ananın fedakârlığı. Bu fedakârlık devletin zirvesinde padişah analarında da görülür. Osmanlıda anneler hep gizli kahramanlardır. Padişah anaları yabancı kökenli olmalarına rağmen aldıkları terbiye ile Osmanlı ka21 Ocak 2009 dının tipinin özelliklerini yansıtırlar. Ta ki Hürrem Bir Alman subayla sohbet etme fırsatı buldu- Sultan’a kadar. Saraydaki yozlaşma Hürrem Sul- ğumda evli olup olmadığını sordum. O da evli ol- tan’la başlar. Hürrem Sultan’a kadar padişah ana- duğunu söylemişti. Peki, çocuk dediğimde : “Hoca ları saray içi entrika nedir bilmezken, Hürrem çocuk problem. Ben şimdi geziyorum, canımın is- Sultan’la birlikte entrikalar içinde etkin rol alamaya tediği her şeyi yapıyorum. Ama çocuk olduğunda başlarlar. Padişah anaları devletin ve milletin gele- bunların hiçbirini yapamam.” İşte batının çocuğa ve ceğini değil kendi evlatlarının geleceğini düşün- aileye bakış açısının özeti. meye başlayınca yani öncelik şahsa indirgenince Osmanlıda tılsım bozulmuştur. Artık ağacın göv- Bizde de durum hiç iç açısı değildir. Huzur desine kurt girmiş ve kemirmeye başlamıştır. Os- evlerindeki atış maalesef bunun bir göstergesidir. manlı’da duraklama döneminin Kanuni Sultan Huzur evleri hem ismiyle hem de varlığı ile beni ra- Süleyman’ın ölümüyle başlaması tesadüf değildir hatsız etmektedir. Evlatlarının yanında huzur bula- sanırım. mayan anne ve babaların huzur bulmak için bu yerlere gitmek zorunda kalmaları ne acı. Bu yer- Günümüzde Osmanlı kadını dediğimiz ka- lere “huzur evleri” denmesinin sebebi insanların dınların sayıları da bariz şekilde azalmıştır. Günü- huzur buldukları yer olmasından olsa gerek. Bura- müzde dan da anlaşılan anne ve babalar evlatlarının ya- hala varlığını devam ettirenler ise Anadolu’nun ücra köşelerinde kalmış batı ile temas nında huzur bulamıyorlar. Sonra anne ve etmemiş kadınlarımızdır. Dünya yalana teslim babaların bu yerlerde yaşamak zorunda kalması olmuş. Hak, adalet, özgürlük gibi kavramları savu- evlat için olduğu kadar toplum içinde yüz karası bir nanlar eşi ve benzeri görülmeyen zalimlikleri ser- durumdur. Devletin bu yaştaki insanlar için yer aç- gilemektedirler. Aynı yalan kadınlarımız içinde ması önemli ancak sadece açması sorumluluğunu tezgâhlanmıştır. Kadına hak, özgürlük yalanı adı hafifletmez. Bireylerine anne ve babalarına sahip altında onu bir meta olarak gören zihniyetin art ni- çıkma bilinci aşılamalıdır. Bu elbette birinci dere- yetini hepimiz iyi bilmekteyiz. Batı ile temasa geçen cede evlatları ilgilendirir ama bu evlatların bu hale kadınımız vasfını kaybetmiştir. Cemil Meriç’in söy- nasıl geldiklerini de sorgulamak biz aydınlara düş- lediği gibi batı ile temas eden kendi kültürüne düş- mektedir. Sonuçta evlatlarının yanında huzuru bo- man kesilmektedir. zulan anne ve babalar ortaya çıkmıştır. Anne ve babalarına bakmayan çocukları suçlamak, sorgu- Her kadın potansiyel bir anne adayıdır. An- lamak ve eleştirmek kolaydır. Onların bu hale gel- nelik duygusunun yüceliği kadının şahsiyeti ile mesinde ne kadar suçumuzun doğru orantılıdır. Onun içindir ki küçüklüğünden iti- sorgulamak ta bize düşer. olduğunu baren kızlarımız ona göre hazırlanmalıdır. Bunu da yapacak kişi hiç şüphesiz annedir. İyi bir anne, iyi Evlatların anne ve babalarına karşı yükümlü- bir annenin elinden çıkar. Bir zamanlar çocuk olan lüklerini yerine getirmeyişinde onlar kadar bizimde anne, annesinden aldığı anne eğitimi ile annelik sorumluluğumuz vardır. Çünkü yıllarca modern- yapacak olan kadın. Erkekler hayatın karmaşası ile leşme adı altında yetiştirdiğimiz nesiller anne ve mücadele ederken kadına da çok önemli bir görev babalarına bakma sorumluluğunu üstlenemez hale yüklemiştir. Nesillerimizin devam etmesini sağla- geldiler. Bu sorumluluk onlara ağır gelmeye baş- yacak olan çocuklarımızı eğitme görevi. Yuvanın ladı. Durum kontrolden çıktı mı? Hayır. Daha iş derleyip toparlayıcısı annedir. İyi anne yuva içeri- işten geçmemiştir. Ama bu işe dur demezsek top- sinde denge unsurudur. Aile içi iletişimde annenin lum için tehlike çanları çalmaya başlayacak de- fonksiyonu çok fazladır. mektir. Ocak 2009 22 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK ÇABALAR BOŞA GİTMEZ “Tüm çalışmalarımızın karşılığını sadece Rabbimizden bekler, kulların övgü ve yergilerine hiç aldırmayız. Fani dünyanın değersiz dünyalıkları karşılığında ebedî cennet nimetlerini satmayız.” Deliller: Bakara,86 ve 218; Haşr, 8; Maide, 54 İnsan olarak kendimiz ve yakın çevremiz için koşuşturduğumuz gibi,cemiyet için ve bütün insanlık için de bir şeyler yapmak mecburiyetindeyiz. Allah: “İnsan için ancak çabasının karşılığı vardır” (Necm, 39) buyurarak yeryüzünde kıyamete kadar geçerliliğini koruyacak bir gerçeğe dikkatlerimizi çekiyor. Biz buna “sa’y (çaba) kanunu” diyoruz. Allah’ın melekler göndererek takviyesi haktır. Ancak beşeri gayret ortaya konulduktan sonra… (Enfal, 9; Tevbe, 40) Şu halde başarmak için çaba zaruridir. Biz samimi gayretimizi ortaya koyarız, yardım için Rabbimize naz ve niyazda bulunuruz. Sonucu tayin, O’na aid bir husustur. Tecelliye müslimce teslimiyet gösteririz. Umduğumuzu elde et- 23 tiğimizde şımarmaz, ümit ettiğimize kavuşamayınca da moral bozukluğuna uğrayıp çabamızı noktalamayız. Bu hasbî gayretlere esnasında bazen çok tuhaf tecellilerle yüzyüze gelmek de sıkça rastlanan şeylerdendir. Bu da yanlış anlaşılmak, takdir olunmamak hatta bazen de itham olunmak ve suçlanmaktır. İnsan eğer, kızgınlık ve acelecilikle yanlış ve ters karar alır da hizmet çabasını terk ederse, yanlış yapmış olur. Yani koşuşturmasının her cihetiyle Allah’a malum olduğunu (Tevbe, 94) ve emeğinin karşılığının Ahiret’te tastamam ödeneceğini (Bakara, 281) teminatını unutmuş olur. Fıtrat itibariyle insanoğlu acelecidir.(İsra, 11) Allah için yaptıkları da olsa karşılığını hemen görmek ister. Bu bazen nefsimizin arzu ettiği gibi tecelli ederse de çok kere Ahiret’e kalır. Sabırlı olmalı ve kendimizi vadeli mükafata alıştırmalıyız.Kullarda vefasızlık yaygındır.Hem onların bizim hizmetimize karşılık yapabilecekleriher türlü teşekkür, ilahî bir hiçtir ve geçicidir. (Bkz. Taha, 131) Ocak 2009 Mehmet TALU EHL-İ SÜNNET VE’LCEMAAT Günümüzdeki küfür tufanından, isyan selinden kurtulabilmek için, ALLAH Teâlâ'nın dinine sımsıkı sarılmak gerekir. Bilindiği gibi Nuh (A.S) ve beraberindekiler ALLAH'ın dinine sarıldıkları için selamete ermişler, o günkü tufandan kurtulmuşlardır. Bunun için de öncelikle: İtikadı tashih etmek; yani Hz Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in, Sahabe-i Kiramın, Ehl-i Beyt'in, Selefi Salihinin inandığı gibi inanmak; bid'atlerden, bozuk itikadlardan kaçınmak; Ehl-i Sünnet uleması tarafından yazılmış muteber ve güvenilir akaid kitaplarını okuyarak doğru ve mutedil yolda olmak; Muhkem yani mânâsı açık ve kesin olan ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere sarılmak, Müteşabih yani mânâsı tam açık olmayan ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri esas ve usûl olarak kabul etmemek, bunların manasını ALLAH'a havale edip, ilimde yeterli derecesi olan gerçek ve icazetli âlimlere sormak; tashih-i itikat yani inançların doğru olması hususunda çok titiz ve Ocak 2009 24 hassas olmak; bid'atlerden, zındıklıklardan sapık görüşlerden kaçınmak; ilmiyle amel eden, ihlaslı âlimlerin, Salihlerin, kâmil mürşidlerin Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz yolundan gidenlerin itikadı üzere inanmak gerekir. İşte bu inanç, Nuh (A.S.)ın gemisi gibidir. Ebû Zer (R.A) dan rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ona binen kurtulur, selamete erer, binmeyip geri kalan da (oğlu bile olsa) boğulup gider.” 1 İnsana en fazla lazım olan şey; bilinmesi ve kesin şekilde inanılması gerekli olan hususlara iman etmektir. İman etmiş olanların en çok dikkat ve titizlik göstermeleri gereken konu "Tashih-i itikâd", yani inanılacak, bilgilerin, Kur'âna, Sünnet'e, Din'e uygun olmasını temindir. Hz. Muaviye (R.A) anlatıyor: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir gün aramızda doğrulup buyurdular ki: Haberiniz olsun! Sizden önce ehl-i kitap yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek, bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece birisi cennettedir. Bu da (ehl-i sünnet ve'l-) cemaattir. 2 Avf b. Malik (R.A) dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. (Bunlardan) biri cennette ve yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. (Onlardan da) yetmiş bir fırka ateşte ve biri cennettedir. Muhammed'in canı (kudret) elinde bulunan (ALLAH'a) yemin ederim ki, benim ümmetim muhakkak yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette ve yetmiş iki fırka ateştedir. -Ya Resûlellah! Cennette olan fırka kimlerdir? diye soruldu. -O (Sahabilerin yolunda olan) cemaat, diye cevap verdi. 3 Hadis-i şeriflerde geçen cemaat kelimesi ile Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz'in ve sahabelerinin yolunda olup bid'at ve yanlış itikaddan uzak duran grup kastedilmiştir ki, bu gruba ehl-i sünnet ve’l-cemaat derizki şu hadis-i şerif bunu ifade etmektedir: Abdullah b. Amr b. As (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Beni İsrail üzerine gelen şeyler, tıpatıp aynısıyla benim ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan aleni olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim beni İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir. - Bu fırka hangisidir? diye soruldu. - Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlar-dır,” buyurdular. 4 Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz'in dedikleri aynen tahakkuk etmiş ve maalesef müslümanlar bir sürü fırkaya ayrılmışlardır. Biri müstesna, hepsi derece derece bozuk ve dalâlettedir. Bu müstesna yol, bu kurtulacak olan fırka, ehl-i sünnnet ve’l-ce- maat mezhebidir. İslâm, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizimiz'den bugüne kadar bozulmadan, tahrife uğramadan, bir kopukluk olmadan gelmiştir. Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerinde ebediyen ittifak etmez. Siz bu cemaate sımsıkı sarılınız. Çünkü ALLAH Teâlâ’nın yardımı cemaat üzerinedir” 5 buyurmuştur. Gerçek İslâm, Kur'ân'ın ve Sünnetin doğru yorumuna dayanan İslâm'dır. O da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat İslâmlığıdır. Hakikat budur. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: Artık onlar, sizin (Sen ve Ashabı’nın) iman ettiği gibi, iman ederlerse, muhakkak hidayete ermiş olurlar ve eğer yüz çevirirlerse, hiç şüphe yok ki onlar Hak’tan yana büyük bir ayrılık içindedirler. O halde ALLAH Teâlâ onlara karşı sana yetecektir. Ve O her şeyi hakkıyla işitici ve hakkıyla bilicidir. 6 Bu ayet-i Kerime açıkça ifade ediyor ki: Kıyamet kopuncaya kadar, Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz ve Ashab-ı Kiram gibi inanıp, onlar gibi amel edenler, onlara hakkıyla tabi olanlar hidayettedirler. “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” da bunlardır. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz ve Ashabından sonra onların itikadına ve ameline muhalif olarak türeyen bütün fırkalar, muhalefetleri ölçüsünce Hak’tan, hidayetten ayrılık içindedirler. Bir Müslüman için en büyük değer imandır. Ona ebedî mutluluk kapısını imanı açar. İmanla yaşar ve ömrü ölümüne imanla bitişirse en büyük saadeti kazanmış olur. İmanı elden giderse en büyük zarara uğramış olur. İman yoksa para, mal, mülk, büyük servet, tantana, şaşaa, debdebe hiçbir şeye yaramaz. Burada yeri gelmişken Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin, bu ayet-i celileyle alâkalı acaip, insanı hayrete düşürecek bir kıssasını zikredelim: Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretleri bize bir kaç kere şöyle anlattılar: Bir gece seher vakti, uyanıkken aşikâre olarak şeytan geldi ve bana: - "Sen hangi mezheptensin?" diye sordu. Ben de: - "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebindenim." dedim. 25 Ocak 2009 - "Peki mezhebinin hak olduğuna delilin nedir ?" diye sordu. Ben de: - "Kur’an-ı Kerim'dir." dedim. O da: - "Her mezhep sahibi haklı olduğuna dair Ku’ran’ı delil getiriyor. O hâlde onların haksız olup, senin haklı olduğun ne malûm?" dedi. Bunun üzerine, ben ona nice ayet ve hadislerle cevap verdiysem de, bir türlü def olmuyor ve bana karşılık veriyordu. Böylece uzun müddet mücadele devam etti, çok yoruldum, âciz kaldım ve yanımda duran yatağa düştüm, uzandım. O anda Mevlâ Teâlâ Hazretleri yukarıda zikredilen: (Artık onlar, sizin (Sen ve Ashabı’nın) iman ettiği gibi, iman ederlerse, muhakkak hidayete ermiş olurlar ve eğer yüz çevirirlerse, hiç şüphe yok ki onlar Hak’tan yana büyük bir ayrılık içindedirler. O halde ALLAH Teâlâ onlara karşı sana yetecektir. Ve O her şeyi hakkıyla işitici ve hakkıyla bilicidir.) ayet-i celilesini hatırıma getirdi. Ben de hemen yatağımdan doğrulup ona cevap olarak bunu okudum ve dedim ki: - Bu ayet-i celilede Mevlâ Teâlâ, habibine (S.A.V) ve ashabına hitaben buyuruyor ki: “Eğer onlar (kendi dinlerini hak bilip, insanları ona davet eden yahudi, hristiyan ve diğer din mensupları) senin ve ashabının inandığı gibi inanırlarsa, muhakkak (ancak o zaman) hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hak'tan büyük bir ayrılık içindedirler.” Sonra Şeytana dedim ki: İşte bu ayet-i celile nazil olduğu zaman ne Mutezile, ne Şia, ne Cebriyye, ne de Kaderiyye gibi batıl mezhepler vardı. Ancak Efendimiz (S.A.V) ve ashabı mevcuttular ve Hak üzere olanlar da ancak bunlardır. Öyleyse dünya yıkılıncaya kadar onların inancı gibi inanıp, amelleri gibi amel edenler onlara hakkıyla tâbi olduklarından hidayet üzere olmuş olurlar ki: "Ehl-i sünnet vel-cemaat" bunlardır. Efendimiz (S.A.V) ve ashabından sonra onların itikadına muhalif, inancına zıt olarak ortaya çıkan bütün fırkalar, topluluklar ise batıldır. Hidayetten ayrılık içindedirler. Mevlâ Teâlâ, Efendimiz (S.A.V) ve ashabına hitaben: "Eğer onlar sizin inandığınız gibi inanırlarsa, muhakkak hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hak'tan büyük bir ayrılık içindedirler ve hidayetten de uzaktırlar" buyuruyor, işte Şeytana bunları deyince, defolup gitti. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, sonradan çıkmış herhangi bir mezheb, fırka ve cereyan değildir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin, Sahabe-i güzin Ocak 2009 (R.A.)mun, Ehl-i Beytin, Selef-i Sâlihîn efendilerimizin, Eimme-i müctehidînin tebliğ ettikleri ve açıkladıkları, aslına uygun gerçek İslâm'dır. Bu yol cadde-i kübrâdır. İ'tikad ve füru'daki bid'at fırkaları ise küçük patikalardan ve çıkmaz yollardan başka bir şey değildir. Bu bakımdan Ehl-i Sünnet, Kur'ân'a ve Sünnet'e dayanan gerçek İslâm demektir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ile, Kur'an ile başlamıştır. Ehl-i Sünet'i herhangi bir fırka gibi görmek, gerçekleri çarpıtmaktır. İslâm dininin ana caddesi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoludur. Hadîste geçen “sevad-ı azam” Ehl-i sünnet’tir. 7 Ehl-i Sünnet diğer fırkalar gibi herhangi bir fırka değildir. Bu arada şu hususu da belirtmek isterim ki: Bütün mü’minler kardeştir. Bid’ati ve yanlışlığı kendisini küfre götürmeyen herkes mü’mindir. Beraeti zimmet asıldır. BÜYÜK İMAMLAR Kendilerine "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" ve "Fırka-i Nâciye" adı verilen Müslümanların itikatları, kısaca yazdığımız şekildedir. Malûmdur ki, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ile görüşüp ona iman etmiş olan zatlara "Ashab-ı Kiram, Ashab-ı Güzîn" denir, Ashab-ı Kiram’ı görüp onlardan feyz almış olan müslümanlara da "Tabiîn" adı verilmiştir. Ashabı güzîn ile tabiîne, "Selef-i salihîn" denilir. Bunlar, ehl-i sün-net ve'l-cemaatın ilk rehberleridir. Bunlar Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in yolunu hakkıyla takib etmiş, İslâmiyeti her tarafa yaymaya çalışmış, İslâm birliğini, İslâm câmiasını kuvvetlendirmiş, bid'atlardan, yani din adına sonradan türemiş, dine aykırı bulunmuş şeylerden beri bulunmuşlardır. Ehl-i sünnetin i'tikat hususunda büyük üstatları, büyük imamları vardır. Bunlardan her biri, selefi salihîn mezhebi üzere yürümüş, İslâm âleminde yüz gösteren muhtelif ceryanlara, felsefî görüşlere karşı hak ve hakikati müdafaaya çalışmış, İslâm akaidinin ne kadar saf, ne kadar doğru olduğunu yeni yeni deliller ile, çalışmalar ile isbat etmiştir. İşte bu büyük mücahit âlimlerden birisi: İmam Matüridî (H. 280-333), diğeri de: İmam Eş'arî (H. 260-324) dir. İmam Matüridî ile İmam Eş'ari arasında esas itibariyle ihtilâf yoktur. Her ikisi de selefi sâlihin yolunu takib etmiştir, ikisi de hak üzeredir. Ancak ikinci 26 derecede bulunan, teferruat sayılan birkaç tali meselede ihtilafları vardır. Fakat bunların başlıcaları da sözde ve görünüşte bir ihtilaftan başka değildir. Bu sebeple bugün Müslümanların en büyük kısmı, itikatça ya İmam Maturidi'ye veya İmam Eşari'ye tabi bulunmaktadır. ALLAH Teâlâ Hazretleri hepsinden razı olsun. Amin. BÜYÜK MÜCTEHIDLER Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslam tarihinin ilk asırlarından zamanımıza kadar ibadetler hususunda ve muamelât (muameleler) ile ukûbât (cezalar) gibi İslam Hukuku’nu teşkil eden meseleler hususunda dört büyük müçtehidden birinin mezhebine tabi olagelmişlerdir. Bu dört büyük müçtehid şu zatlardır: 1- İmam-ı Azam Ebû Hanife (H. 80-150) 2- İmam Malik ibn-i Enes (H. 93-179) 3- İmam Muhammed ibn-i İdris eş-Şafii (H. 150204) 4 - İmam Ahmed ibn-i Muhammed ibn-i Hanbel (H. 164-241) DÖRT DELIL Bu dört kudretli, mübarek imamın mezhebleri kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine kurulmuştur. Kitaptan maksat, Kur'an-ı Mübin'dir. Sünnet’ten maksat, Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz'in mübarek sözleri, işleri ve görüp de men etmeksizin sükût buyurmuş olduğu şeylerdir. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz'in evvelce men etmemiş olduğu bir şeyi görüp de ona karşı sükût buyurmaları, o şeyin meşru olduğunu gösterir. İcmâ-ı ümmet’ten maksat, bir asırda bulunan bütün müçtehitlerin bir hâdisenin şer'i hükmü hakkında ittifak etmeleridir. Abdullah bin Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerinde ebediyen ittifak etmez. Siz bu cemaate sımsıkı sarılınız. Çünkü ALLAH Teâlâ’nın yardımı cemaat üzerinedir” 8 buyurmuştur. Abdullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Müslümanların güzel gördüğü birşey, ALLAH katında da güzeldir” 9 buyurmuştur. Bu sebeple müslümanların dini varlıklarını temsil eden bütün müçtehitlerin bir mesele hakkında aynı görüş ve kanaatta bulunmaları, o mesele hakkında şer'an muteber bir delildir, bir hüccettir. Kıyas-ı fukaha’ya gelince bundan maksat da: Bir hâdisenin kitap ile, sünnet ile veya icmâ-ı ümmet ile sabit olan hükmünü aynı illete, aynı sebebe, aynı hikmete bağlı olarak o hadisenin tam benzerinde de meydana çıkarmaktan ibarettir. Bu ikinci hâdise hakkındaki hüküm de; güzelce düşünülünce anlaşılır ki, yine kitap ile veya sünnet ile veya icma ile sabit bulunmuştur. Müçtehit ise yaptığı kıyas ile bu hükmü yeniden isbat etmiş olmuyor. Bilakis ikinci hadiseye göre kapalı bulunan bu hükmü yeniden açığa, meydana çıkarmış oluyor. Kıyas-ı fukahâ, bir içtihat meselesidir. Bunun meşru olması, makbul olması ise şer'an sabittir. “Ey akıl, basiret sahipleri! Düşünün de ibret alın.” 10 Kur'an emri buna delildir. Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz, ümmetinin fukahası için böyle bir içtihadı câiz görmüş, güzel kabul etmiştir. Nitekim Sahabe-i Kiram’dan Muaz ibn-i Cebel (R.A.) Yemen’e kadı tayin olunmuştu. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimizin: - “Ya Muaz! Bir dava ile karşılaşırsan nasıl, ne ile hükmedeceksin?” Sualine, Muaz da şöyle cevap vermiştir: - ALLAH’ın kitabı ile hükmedeceğim. - ALLAH’ın kitabında bir hüküm bulamazsan? - Resûlullah (S.A.V) in sünneti ile hükmedeceğim. - Ya, Resûlullah’ın sünnetinde ve ALLAH’ın kitabında da bir hüküm bulamazsan?.. - O zaman içtihadımla, kendi görüşümle hükmedeceğim, hüküm vermekten geri kalmam. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri Muaz’ın göğsüne vurarak: - ALLAH Teâlâ'ya hamd olsun ki Resûlünün elçisini resûlünün razı olduğu şeye muvaffak buyurmuş” 11 diye memnuniyetini belirtmişti. 27 Ocak 2009 Bu sebeple salâhiyetli zatların kıyas yolu ile içtihatta bulunmaları da şer'an pek güzel ve makbul bulunmaktadır. Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ile kıyas-ı fukahaya: “Edile-i Erbaa= dört delil”, “Usulü Erbaa= dört temel, asli delil” denir. Bütün müçtehitlerin ekseriyeti bu dört delili kabul etmiş, bütün yüksek müçtehitler, şer'i hükümleri bu dört delilden birine veya bir kaçına dayandırmıştır. Artık bu delillerin hepsini de kabul etmek gerekli bir vazifedir. Bu deliller insanların haklarını, vazifelerini bildiren İslam hukukunun gelişmesini temine mahsus birer çok yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dini hayatı bu dört feyizli hikmet ve maslahat kaynağından asla uzak, beri olamaz. Yukarıda mübarek adlarını yazdığımız dört büyük imam, müslümanlar hakkında bir ilahi rahmettir. Bunlar dört temel delilden dini hükümleri çıkarmış, müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Artık bunlardan her hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman hak bir mezhebe intisap etmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in yolunda bulunmuş olur. Bu pek muhterem müçtehitlerin hepsi de dini meselelerin esasında ittifak etmişlerdir. Aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer'î (ayrıntılı) meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların birçoğu da görünüşte bir ihtilaftan başka şey değildir. Çünkü bu meselelerin birçoğunda bu mübarek zatlardan biri, bir azimet ve takva yolunu, diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu tercih etmiş, bu şekilde ümmet-i merhumenin önünde geniş bir rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte Abdullah ibni Abbas (R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in: “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.” 12 hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur. İşte bu yüksek müçtehitler, bu vazifeyi sadece Hak Teâlâ'nın rızası için yapmış, müslümanlara lazım olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her asırda milyonlarca ehli islama rehber olmuşlardır. Artık bu muhterem zatların İslam milleti için ne büyük hizmetlerde bulunmuş olduğunda, bunların her türlü şükrana layık bulunduğunda kim şüphe edebilir? Bu kıymetli âlimler büyük bir manevi kuvvet ve seciye ile ve pek güzel bir niyet ile içtihat sahasında çalıştıkları içindir ki isabet ettikleri meselelerden dolayı ikişer kat, isabet edemedikleri meselelerden dolayı da birer kat sevaba nail olmuşlardır. Şunu da ilave edelim ki, bu dört büyük müçtehide ait dört mezhepten her birinin müntesipleri, kendi mezheplerinin daha doğru, daha isabetli, sünnete, maslahata daha uygun ve daha elverişli olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, o mezhebi tercih etmelerinin hikmeti kalmaz. Fakat bundan dolayı diğer mezheplerin itibarını azaltmak da akıllarından geçmez, bu dört mezhebin dördüne de hürmet ederler. Bu hürmet, ehl-i sünnetin şiarıdır. Malûmdur ki, İslam hukukunu ihtiva eden ilme, “fıkıh” denir. Fıkıh, lûgatta bir şeyi hakkıyla bilmek, bütün esaslarıyla kavramak manasınadır. İbadetlere, muamelelere, cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme, fıkıh ilmi adı verilmiştir. Dini hükümleri mufassal delillerden, yani yukarıda yazdığımız dört temel delilden anlayıp çıkarmaya ilmi gücü olan İslâm âlimlerinden her birine fakih, çoğuluna da fukaha denir. Müçtehitler ise fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler. ................................................................... 1 Taberani, El- Mu’cemü’l-Kebir, 3/45, No:2636,2637, Müsned-i Bezzar, 9/343, No:3900. Ayrıca bak. Hüd Suresi:43, 2 Ebû Davud, Sünne:1, Tirmizi, İman:18 , 3 İbn- Evet… Düşünmeli ki, müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara âit ne kadar çok meseleler vardır. Bunların hükümlerini, Kur'an-ı Mübin ile hadis-i şeriflerden ve ümmetin icmâından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay birşey değildir. Bu pek büyük bir ihtisas işidir. Ocak 2009 i Mace, Fiten:17, 4 Tirmizi, İman:18, 5 Taberanî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 12/342, No:13623, 6 Bakara suresi:137, 7 Bak. Ahmed b. Hanbel; 4/278, No: 17982, 8 Taberanî, elMu’cemü’l-Kebîr, 12/342, No:13623, 9 Hakim, el-Müstedrek: 3/78, A,b.Hanbel, 1/379, Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, 9/112, 10 Haşr sûresi: 2, 11 Ebû Dâvud; Akzıye:11; No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230; A. b. Hanbel; 5/230, 12 Deylemi, Firdevs; No:6497; 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’lEvliya;7/119 28 Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 22 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Sevap, Ceza ve İman 117- Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Bir kimse demir bir aletle kendisini öldürürse yani intihar ederse kıyamet gününde, demir alet elinde olduğu halde ebedi olarak cehennemde karnını parçalayarak gelir. Yani uzun bir müddet ceza görür. Yine bir kişi zahiri içerde intihar ederse, kıyamette cehennemde zehir elinde uzun bir müddet içmeye devam eder. Bir kimse de kendini dağdan atar intihar ederse, kıyamet gününde kendisini cehennemde böylece atar ve uzun müddet orada kalır.” Hadisi, Müslim rivayet et- miştir. 118- Ebu Said ile Ebu Hureyre’de rivayet edilmiştir. Rasulullah şöyle buyurmuşlardır. “Bir mümine hastalık, sıkıntı, zahmet, üzüntü kendisini meşgul eden küçücük bir eziyet isabet ederse AllahTeala, bu sebeple günahlarını mağfiret eder.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 119- Hz. Aişe Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki; “Altı sınıf insana, Allah, ben ve duasına icabet edilen bütün nebiler lanet eder. Birincisi: Bunlarda Allah’ın kitabına ilave etmek yapanlar, İkincisi: Allah’ınn kaderini yalan sayanlar, Üçüncüsü: Kibirle insanlara davrananlar ve bununla Allah’ın zelil kıldığını aziz kılmak isteyenler, Dördüncüsü: Allah’ın aziz kıldığını zelil yapanlar, Beşincisi: Allah’ın haram kıldığını helal yapmak isteyenler ve Ehl-i Beytimden de Allah’ın haram kıldığını helal yapmak isteyenler, Altıncısı; Sünnetimi terk edenlerdir.” Hadisi Tirmizi ve Hakim rivayet etmiştir.t etmişlerdir. 29 Ocak 2009 Yard. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR “BAYBURT MÜSLÜMAN DİLENDİRMEZLER CEMİYETİ” İLE İLGİLİ TARİHÎ BELGENİN TAHLİLÎ İstanbul Büyükşehir Belediyesini, toplumumuzu yakından ilgilendiren dilencilik meselesine el atması ve teşhis-tedavi bağlamında çözümler üretilmesi konusunda gösterdiği duyarlılıktan dolayı tebrik ediyorum. “Veren el alan elden üstündür” prensibini hayat düsturu haline getirmiş bir medeniyetin müntesipleriyiz. Bizim medeniyetimiz “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” ilkesini asırlarca topraklarında hâkim kılmış, sadece insanlara yönelik değil diğer canlıların da hakkını gözetmek adına dünya tarihinde ilk defa vakıf müessesini oluşturmuş bir medeniyettir. Kaynağını tarihindeki bu güzelliklerinden alan ülkemiz insanı, kendisindeki bu cevheri, her zaman ve zeminde korumuştur. Ancak Anadolu insanının batı ve batının değerleriyle tanışmasından sonradır ki bizde ki Ocak 2009 30 güzel hasletler yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Yardımseverlik, diğerkâmlık, başkaları için yaşama gibi hasletler bunlardan birkaçıdır… Her geçen gün bozulan ekonomi, maalesef sosyal yapının da bozulmasına yol açmıştır. Gelir dağılımındaki dengesizlik; zenginle fakir arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür. Bu etkenler insanların birbirine olan güvenini sarsmış, umutları sekteye uğratmıştır. İş imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle, geçim kaygısı çeken insanların sayısı günden güne artmıştır. Bu da hırsızlık, boşanma ve intiharları tetiklemiş ve aile yapımızın bozulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu fotoğrafın karelerini her gün televizyon ekranlarından ve gazete sayfalarından hemen hepimiz takip etmekteyiz. Buna karşılık, toplumumuzun bu yarasına merhem olabilmek için kurulmuş vakıf, dernek ve kuruluşlarımızın faaliyetlerini de takdirle yâd ediyoruz. İşaret ettiğimiz bu problemin tedavisi konusunda ne yapabiliriz? Bakınız, batıyla yüzleşmeden önce, yani yaklaşık yüzyıl evvel Bayburtlular “Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti”’’ni kurmuşlar. Bir Bayburtlu olarak o günün şartlarında kurulan bu mükemmel faaliyeti günümüze ışık tutması açısından sizlerin ıttılaına arz etmek istiyorum. Aşağıda maddelerini arz edeceğim bu cemiyet, 1913 yılında Kaza kaymakamı Tunalı Hilmi Bey önderliğinde, Bayburt eşrafının geniş katılım ve desteğiyle kurulmuş ve 12 maddelik bir nizamname oluşturulmuştur. Bu nizamname Samsun ve Erzurum’da basılmıştır. Bu tarihi vesika, arkadaşım, hemşehrim kıymetli tarihçi Taceddin Kayaoğlu Bey tarafından Milli Kütüphane’de bir araştırma sırasında bulunmuş ve gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu arada, Taceddin Kayaoğlu Bey’e teşekkürlerimi arz etmeyi vazife telakki ederim… Zannederim bu cemiyetin teşekkülünde en büyük pay, Tunalı Hilmi Bey’e aittir. Önder olmadan, rehber olmadan, yol gösterici olmadan böyle bir teşebbüse girişilmesi zor olurdu, diye düşünüyorum. Hepimizin bildiği gibi Tunalı Hilmi Bey, vasıflı kapasiteli birikim sahibi bir devlet adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Araştıran, çözümler üreten, yerinde durmayan, aktif ve dinamik olma gibi birçok vasıf, belki O’nun olmazsa olmazlarıdır. Böylesi bir insan önünüze düştü mü vatandaş olarak ona destek olmaktan başka ne yapılabilir ki!!! “Bayburd Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti”Hakkında Bir İnceleme Denemesi” adlı çalışması bizim araştırmamızda faydalandığımız en önemli kaynaklarımız arasındadır. Onun öncülüğünde kurulan cemiyetin amacını ve neler yapmak istediğini nizamnamenin maddelerini sıralarken göreceğiz. Ayrıca bu nizamname ile o dönemde Bayburt kazasının ekonomik ve sosyal açıdan tarihî perspektifi de ortaya çıkacaktır. Çünkü bu cemiyetin faaliyete geçtiği dönem, savaş ekonomisinin uygulandığı bir dönemdir. Olaylar bu çerçevede değerlendirilmelidir. Burada Tunalının böyle bir cemiyete ön ayak olarak işsizliğe bir ölçüde de olsa engel olma ve toplumsal-kültürel yozlaşmanın önüne geçebilme çabalarını görmekteyiz. Tunalı Hilmi’nin bu girişiminin manidarlığı yanında, Bayburt’u tercih edişinin de manidarlığı açıktır. Zira Bayburt halkı sosyal, siyasal ve kültürel açıdan bu tür cemiyetlerin kurulmasına oldukça yatkındır. Tunalı Hilmi de Bayburt halkının bu yapısını sezmiş ve cemiyeti Bayburt’ta kurdurtmuştur. Ez cümle Bayburt halkının sosyal ve kültürel yapısı ve pratik zekasına şu örneği vermek yerinde Bayburtlu da bunu yapmış ve desteğini esirgememiştir. Tunalı Hilmi, 1916’ya değin çeşitli kazalarda kaymakamlık yaptı. Bu kazalardan birisi de bahse konu Bayburt’tur. Daha sonra savaş nedeniyle ülkeye göç eden ve sığınanların durumlarını denetlemek ve düzenlemekle görevlendirilmiş. 1920’de Bolu Mebusu olarak son Osmanlı Meclisi’ne girmiştir. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Ankara’ya geçmiş ve TBMM’de Bolu’yu temsil etmiştir. 1921 Anayasası’nın hazırlık çalışmalarına katılmış. 2. ve 3. dönemlerde Zonguldak milletvekili olarak TBMM’de bulunmuştur. Tunalı Hilmi, 22 Kasım 1928’de İstanbul’da vefat etmiştir. İşte Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti’nin ortaya çıkışında Tunalı Hilmi’nin düşünsel, dinamik ve cemiyetçi kişiliğinin katkısı yadsınamaz bir gerçektir. Yağmur Say’ın “Bir Şart-Bir Dilek” Adlı Broşürler İle 31 Ocak 2009 olacaktır. Tunalı Hilmi Bayburt Kaymakamıdır. O dönemde Malasa (Aydıncık) köy muhtarı aynı zamanda köy imamıdır. Köyünün bir problemin halli için kaymakama gelir. Ancak kaymakam, muhtarın kıyafetini pek uygun bulmadığı için görüşme talebini reddeder. Muhtar, kaymakamın bu davranışından çok hüzünlenir ve hemen oracıkta şu dörtlüğü kaleme alır ve kaymakamın huzuruna çıkar ve mahalli ağızla şöyle der: “Bu gayri kıyafette gelen imamın bir dar zıvga giyip gezmesine bak, Başında kabalak belinde kama, üstü sim sırmalı kabzesine bak, Eke tavuk suya düşse boğulur, ya kaz cücüğünün (civcivinin) üzmesine bak, Kölhan atlar, çulda çirkin görünür, meydanı irfanda üzmesine bak.” Bu dörtlük karşısında çok etkilenen kaymakam, muhtarı huzuruna alır, - Bayağı da derinmişsin, be muhtar! der, talebini dinler ve isteğini yerine getirir. Söz buraya gelmişken, bu nizamnameyi ve daha birçok devlete veya şahsa ait belgeyi elde ettiğimiz arşivleme kültürü hakkında, kısaca şunları söylemek istiyorum. Bilindiği üzere arşivin tarihi çok eski milletlere dayanır. Eski Mısır ve Roma’da birçok devlet, tapınak ve aile arşivlerine sahipti. Mezopotamya’nın Nippur şehrinde, M.Ö. 2000 yılından başlayarak tablet halinde belgelerin saklandığı bit devlet arşivi bulunmuştur. Hattuşaş (Boğazköy)’ta yapılan kazılar sonucunda da, M.Ö. 1800-2000 yılları arasında Hititlere ait muharebe, antlaşma, kanun, kral yıllıkları, ve daha birçok belgelerin saklandığı büyük bir devlet arşivi ortaya çıkarılmıştır. Fransa, 1790, İngiltere 1838, Almanya ise 1867 tarihinde milli arşivlerini kurmuştur. İslâm devletlerinde ise öteden beri yazılı ve yazısız kâğıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En büyük İslam devletlerinden birisi olan Osmanlılar da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en müstesna yerlerde muhafaza etmişlerdir. Osmanlı arşivleri Türkiye için olduğu gibi, dünya milletleri için de en sağlam ve geniş olanıdır. Üç kıtaya yayılıp, çeşitli dil, din ve ırktaki insanları asırlarca idare eden Osmanlılar, arşivlerinde bu milletlere ait bilgileri titizlikle kâğıt üzerine geçirip saklamışlardır. Bugün yüz milyonlarca Osmanlı devletine ait Türkçe arşiv malzemesi Osmanlıdan ayrılan devOcak 2009 32 letlerde kalmıştır. Meselâ, Kudüs Françisten Manastırında 2644 Türkçe vesika mevcuttur. Romanya arşivinde 210.000 vesika olduğu biliniyor. Bunun yanında milyonlarca vesika çürütülmüş, yakılmış, ve 1931’de vagonlar dolusu Bulgaristan’a satılmıştır. 500.000 kadar Türkçe defter ve vesika Bulgaristan’dadır. Maalesef bir kısım evrak da ambalaj kâğıdı olarak esnafa intikal etmiştir. temin edilmek üzere köylerine, kazalı olmayan dilenciler ise kazadan dışarıya hükûmet vasıtasıyla tard ettirilir. Midhat Cemal Bey bu durumu ne güzel de ifade etmiş; Güçsüz, hem kendisi, hem de nafakası şer’an üzerine vacip kişileri besleyemez olanlardır. Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar, Hala uyuyanlardaki mahiyyeti görsün, Efsanesi kaybolsa kıyamet koparanlar, Tarihini okkayla satan milleti görsün. Yukarıda da değindiğimiz üzere cemiyetin nizamnamesi 12 maddeden mürekkep olup elimizde mevcut iki nüshası Erzurum İttihad Matbaası ve Samsun Matbaa-i Cemil’de basılmıştır. Nizamname, Milli Kütüphane’de Eski Eserler Bölümü EHT 1978 A 172 numarada kayıtlıdır. Sade bir üslupla kaleme alınarak yayımlanan bu nizamnamenin maddeleri şu şekildedir: MADDE-1: “Bayburt’ta “Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti” adıyla bir cemiyet kurulmuştur. MADDE-2: Cemiyet kısaca söylemekle maksadını bildirmiş, hatta husule gelmiş olmak ümidini besleyerek ilan eder ki, İşin, işlemenin dostudur. İşsizliğin, dilenciliğin düşmanıdır. İmdi, işsizliği bahane edinerek dilenciliğe girişmiş, yahut girişecek olanlara iş bulmayı sadakanın en makbulü tutar. MADDE-3: Cemiyet her işsize iş bulmaya borçlu değildir. Yaşça, başça, sağlamlıkça, sanatça, işçilikçe ve her türlü yaşayışça göze çarpar bir halde güçlü bulunanlar cemiyete kat’iyyen sığınamaz. Cemiyet yalnız bir hastalık, bir felaket, belki de bir talihsizlik yüzünden düşmüş olanlara açıktır. MADDE-4: Cemiyet, münasip gördüğü bir işi işlemeyenden hemen elini çeker. Eğer o kimseyi dilencilikte görür ise hükûmet vasıtasıyla derhal cezalandırır. MADDE-5: Köylü dilenciler, dilenciliklerine köylerinde de asla müsaade edilmemek, fakat köylüleri tarafından hallerine göre geçimleri MADDE-6: Cemiyet, şehirli güçsüzlere 15 yaşından aşağı, yukarı itibariyle yazın 40, 60; kışın 60, 80 parayı geçmemek üzere gündelik verir. Nafakası şer’ân üzerine vacip kişileri besler olan bir güçsüze bakmaları için Şer’iyyeye müracaatla işi neticelendirmek de cemiyetçe bir vazifedir. Cemiyet bu vazifelerini “Dilendirmezler Ocağı” adıyla anılır bir idare heyeti marifetiyle görür. MADDE-7: “Dilendirmezler Ocağı” ihtiyaca göre umûmî ictimalarda azaltılır, çoğaltılır. Fakat en 5 beş azadan oluşur. Biri, birinci reis, biri de ikinci reis, biri başkâtip, biri müfettiş, biri de sandıkkârdır. Öbürleri Ocak azasıdır. Haftada muntazaman başkatipliğin davetiyle de fevkalâde toplanırlar. Kararlarını ekseriyet, fakat “Güçsüz Kararı”nı azasının dörtte üç reyiyle verirler. Bunun kararı olmaksızın bir akçe sarf edilemez. Reisler, Cemiyetin de reisleridir. Birinci reis, daima belde müftisidir. İkinci reisle beraber Cemiyet’in hariçte mesulleridir. Başkatip, muhaberatla hesabın gayr-ı kuyudattan; müfettiş tahkikatla güçsüzlere müteallık tahavvülattan; sandıkkâr tahsilatla, hesabattan, cemiyetin dahilde mes’ulleridir. Merci-i vasıta, başkâtipliktir. Müracaat eden bir yoksul ise başkâtiplikten bir “hüviyet kağıdı” alır; müfettişliğe götürür. Muamele “Dilendirmezler Ocağı” kararıyla biter. Ocağın, birinci reisinden başka azası, umumi toplantılarda 6 ay için seçilirler. MADDE-8: Umumi ictimalar ağustosla şubatta olmak üzere yılda iki defa, reisliğin toplanma gününden evvel on beş gün evvel, kazadaki bütün cemiyet azasına gönderilecek davetiyelerle vuku bulur. “Dilendirmezler Ocağı’nın üçte iki yahut cemiyetin kazadaki azası33 Ocak 2009 nın üçte biri tarafından başkâtipliğe verilecek mazbata üzerine de fevkalade vaki olur.” Geçmiş, gelecek altı aylık işler, hesaplar, terakkîler hakkında malumat alınır, görüşülür, karar verilir, seçimler yapılır. Azadan fevkalade bir şakirliği (başarısı) görülenlere mukabele vazifesi de îfâ olunur. MADDE-9: Aza; “Sâîler” ve “Dilendirmezler” adıyla iki koldur. Sâîler; Cemiyete duhuliye olarak en azdan bir çeyrek mecidiye “sâîler sadakası” verip yazılanlar, her nerede olur ise olsun “Müslüman dilenmez, dilendirilmez!” emelini takip etmek, ettirmek vaadinde bulunanlardır. Kazada mukim Bayburt kazalılar bu kısma yazılamazlar. “Dilendirmezler”; nereli olursa olsun cemiyete girerken en azdan bir çeyrek mecidiye Ocak 2009 “dilendirmezler sadakası”, hem girdiğinin ilk ayında hem her senenin martla eylülünde en azdan yarımşar mecidiye “aylar sadakası” verenlerdir. Sadakasını zamanında vermeyen istifasını vermiş sayılır. Cemiyete yine girebilirse de yine “dilendirmezler sadakası” verecektir. Koldan kola geçen de en azdan bir çeyrek mecidiye verir. Dilendirmezler, gönüllerinde “kat’i bir merhamet”, ruhlarında “müslüman dilenmez, dilendirilmez!” emelini taşırlar. Kim ki rast geldiğine sadaka vermekten kendisini alamaz; der-akeb (hemen) zaafının keffareti olmak, yani acıdığı kimseyi düşkünlükten mutlak surette kurtarmak emeliyle, vazifesiyle hükûmete, yahut cemiyete haber verir. Vermezse ikinci bir keffaret karşısında bulunarak cemiyet sandığına hemen bir yıllık zekatını, sadakasını yatıracaktır. 34 MADDE-10: Cemiyet azası, 7 kişiye kadar inmiş, bunlarında reyleri birleşmiş ise fesh edilebilir. Yine o şart ile ki fesh kararını verenler, cemiyetin bütün varını alarak Edirne ’ye gidecekler orada ömürlerinin sonuna kadar İslam yoksulları için çalışacaklardır. MADDE-11: Bu nizamname cemiyet azasının kazada mevcut üçte iki reyi ile ta’dil edilebilir. MADDE-12: Cemiyetin mührü, nizamnamesi, kendisi hükûmetçe tanınmıştır. 25 Mübarek Ramazan 1331/ 15 Ağustos 1329 (1913) KAZA KAYMAKAMI TUNALI HİLMİ BEY’İN DAVETİ ÜZERİNE CEMİYETİ KURAN TEMEL ÂZÂSI: Topçuyüzbaşısı Mahmut, Tabibi Rıfat, Baytarı Osman, Mülazımı Ahmet Efendiler, Posta Müdürü Nuri Efendi, Eytam Müdürü Fahri Efendi, Sıhhıye Baytarı Abdurrahman Efendi, Rüşdiye Müdürü Ali Fehmi Efendi, Â’şar Kâtibi Yakup Efendi, Evkaf Memuru Fehmi Efendi, Mütekaid Kolağası Es’ad Efendi, Duyun-i Umûmîye Memuru Hamdi Efendi, Mal Müdürü Rıfkı Ekrem Efendi, Müfredat Katibi Sabri Efendi, Orman Memuru Hakkı Efendi, Erzincan’da Muallim Bayburtlu Muallim Mahmut Kemal Efendi, Dava Vekillerinden Şerif, Tevfik, Ziya Efendiler Tüccardan Durak Efendi, Hocaoğulları Hacı Mahmud ve Muhammed Efendiler, Debbağ esnafından Şükrü Efendi, Otelci Muhyiddin Efendi, Bakkal Hasan Efendi, Çakıroğlu Nazım Efendi, Pamukcuoğlu Hacı Yusuf Efendi, Erzurumlu Tevfik Efendi, Tuzcuzade Şamil Efendi, Keskinoğlu Hamdi Efendi, Debbağ İbrahim Ağa, Bilal Çavuş, Hacı Bey. TEMEL AZASINDAN DİLENDİRMEZLER OCAĞI İkinci Reis: Molla Mehmedlioğlu Mehmed Efendi, Başkâtip: Saraycıklı Derviş Efendi, Müfettiş: Hacı Dursunoğlu Şükrü Efendi, Sandıkkâr: Pulur Beyi Hafız Hayreddin Bey AZA Ceza Reisi Arslan Bey, Süleyman Paşaoğlu Hasib Bey, Ağaoğlu Hüsnü Bey, Belediye Reisi Enkavioğlu Hacı Mehmed Efendi, Sekmenoğlu İlyas Efendi, Ulemadan Müftüoğlu Hacı Nazım Efendi, Tahsil Memuru Alişan Bey, Esnaf Şeyhi Halil Ağa, Şingahlı Hacı Mustafa Efendi, Develioğlu Nevres Efendi, Karslı Arslan Çavuş, Ziver Efendi. Son söz olarak, Bayburt’un medâr-ı iftiharlarından Şair Zihni’nin dilinde: “Âşinâ-yı hakâyık u mecâz”, “Neşr ü tahsilde Mısr u Hicâz”, “İlmü tefsirde hilkat-tıraz”, “Ahd-i gülşende şehr-i şiraz” ve “Belde-i sairede azdan az” olan Bayburt’un Tunalı Hilmi önderliğinde gösterdiği bu fevkalade örneklik, hem Bayburt hem ülkemiz hem de tüm insanlık âlemi için numune-i imtisaldir. Adı geçen cemiyet ne yazık ki bir yıl faaliyet göstermiş, 1914 yılından itibaren muhaceret başladığından cemiyet faaliyetini sürdürememiştir. Bu bir yıl içerisinde ne gibi faaliyette bulunduğu hususunda yoğun araştırmalarımıza rağmen kayda değer bir bilgiye ve belgeye rastlayamadık. İcraat gösterip gösteremediğini bilemediğimiz böyle bir cemiyeti oluşturup kurma dahi, takdire şayan bir hareket olsa gerektir. İnsanımızın bugünlerde unutmaya yüz tuttuğu “hasbîlik”, “diğerkâmlık” ve “yardımseverlik” gibi güzel hasletleri kaybetmemesini, gelecek nesillere bu bilinci aktarmasını, halkı aydınlatmakla görevli sorumlu kişilerin, bu hasletlere sahip insanımızın faaliyetlerini organize edecek olan vakıf, dernek ve belediyelerimizin özellikle de devlet yetkililerimizin bu mevzuda gerekli bütün tedbirleri almasını temenni etmekteyiz. İstanbul Büyükşehir Belediyesini bu hayırlı teşebbüsünden dolayı tekrar kutluyor, bu faaliyetin maksadına ulaşmasını diliyoruz. Saygılarımla... Birinci Reis: Müftü Mehmet Sa’id Efendi, 35 Ocak 2009 Prof. Dr. Sayın DALKIRAN HZ. PEYGAMBER’ DEN ÖĞRETMEN LERİMİZE BİR TAKIM TAVSİYELER Rabbimiz bu dünya hanını ve misafirhanesini hazırlamış ve aziz misafirlerini davet etmiştir. Ancak ev sahibi olan Yüce Allah, misafirlerin, nasıl davranacakları, ne şekilde hareket edecekleri, onların hangi hareketlerinden memnun hangi davranışlarından hoşnut olmayacağını görevlendirdiği rehberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu rehberler şüphesiz ki, peygamberlerdir. Peygamberlerin terbiyecisi âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah onların terbiyelerini güzel yapmış ve onlardan da kullarını iyi terbiye etmelerini istemiştir. Allah, onların ellerine rehber ve kılavuz olarak kitaplarını vermiştir. Peygamberler de bu kılavuzlara öncelikle kendileri uymuş ve sonrasında da diğer insanlara bunları tebliğ etmişlerdir. Şüphesiz ki, diğer peygamberlerin de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de vazifesi öğretmenlikti. O, bu görevini şu ifadesi ile bildirmektedir: “Şüphesiz ben bir öğretmen olarak gönderildim.1” Evet, Hz. Peygamber (a.s.v.) öyle bir öğretmen idi ki, onun özü ve sözü bir idi. O, yüce bir ahlak üzere idi ve yüce ahlakı tamamlamak üzere vazifelendirilmişti. Onun her hali, tavrı tam bir edep numunesi idi. O, edepte de, hayâda da en mükemmeldi. O, yaptığı işleri en güzel yapandı. O, zamanın değeOcak 2009 rini en iyi bilen ve zamanını en iyi şekilde değerlendiren biriydi. O, her fiil ve hareketleri ile çevresine tam bir örnek teşkil ediyordu. O, ayrımıcı değil, birleştirici idi. O, çevresi ile uyumlu idi. Yaşlılara, hastalara, musibetzedelere ayrı bir itina gösterir, dertlilerin derdi ile dertlendiği gibi, sevinen insanların da sevinçlerine ortak olurdu. Tek kelime ile o, sevinçte ve tasada diğer insanlarla beraber olurdu. O, her güzelliğin ve hayrın taraftarı, her çirkinliğin ve şerrin karşısında idi. Evet, o öyle bir öğretmen idi ki, yanında yıllarca ve hizmetinde bulunmuş Enes (r.a.)’a bir defa bile “neden bunu yapmadın?” veya “Neden şöyle yaptın?” diyerek bir defa bile azarlayarak sormamıştı. O sevgiye dayalı bir eğitim metodu benimsemişti. Ayrıca o, insanları eğitirken her hangi bir nesneyi yasaklamışsa mutlaka onun alternatifini gösterirdi. Zira bir şeyin yasaklanması karşısında alternatif göstermek fevkalade önemlidir. Yeryüzünde helaller daha fazla, haramlar ise sınırlı sayıdadır. Kaldı ki, eşyada mübahiyet asıldır. Eğer bir şey yasaklanmamış ise, o şey helal olarak kabul edilir. Rasulullah, bir seferinde bahçesindeki meyveleri çalarken yakalanarak kendisine getirilen bir çocuğa, “yere düşenlerden yeseydin ya” şek36 linde alternatif göstermiştir. Öğretmenler de okulda bir çocuğa bir davranışının kötü olduğunu söylüyor ve onu bir daha yapmaması konusunda ikaz ediyorlarsa, bu davranışının neden kötü olduğu açıklanmalı ve peşinden de doğru şekli gösterilmelidir. Kendisine hep yasaklardan söz edilen ancak yapabilecekleri konusunda rehberlik yapılmayan bir genç bir gün mutlaka tabir caiz ise patlayacak, “yeter artık” diyecek ve çok daha büyük yanlışın içine düşecektir. Rasulullah’ın tebliğinde en önemli husus onun daima müjdeleyici olması, nefret ettirmemesi ve kolaylaştırması, zorlaştırmamasıdır. O, bu prensibi eğitim ve öğretimde de tatbik etmiş ve bir sözünde şöyle buyurmuştur: “…Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü) üç defa söyledi. “Bir de öfkelendiğin zaman sus.2” Görüldüğü gibi hadiste kolaylaştırma emredilmektedir. Bir de hemen peşinden “öfkelenince sus” buyruğu gelmektedir. Zira eğitim sabır işidir. Meyve, sebze ve tahıl gibi bir kısım bitkileri yetiştirmek için belli bir kısım kurallar vardır. Ekilir, dikilir, sulanır, gübrelenir ve gerekli bakımı yapılır ve mevsimi gelince ürün elde edilir. Hayvanları yetiştirmekte de durum bundan farklı değildir. Yalnız, bitkilere göre biraz daha gayret sarf etmek icap edebilir. Buradaki fiil ve davranışlar hemen hemen aynıdır. Ancak iş insana gelince durum çok daha zordur. İnsanı yetiştirmek, onu eğitmek, ona şekil vermek gerçekten bir muammadır. Her insan kendi başına ayrı bir alemdir. Her insana aynı eğitim usulünü tatbik etmek ve sonuç almak gerçekten imkansız gibi bir şeydir. Bir insan fıtraten yumuşak huylu iken diğeri sert tabiatlıdır. Biri çok zeki iken bir başkası algılama güçlüğü çekebilir. Biri hoş görülü iken bir başkası tahammülsüzdür ve ona göre sadece kendi anlayışı doğrudur ve herkes buna kendisi gibi inanmak mecburiyetindedir. Evet, insanın eğitimi kadar zor olan bir başka varlık bulunmamaktadır. Haliyle bu zorlu eğitim sabır ister. Sınıfta her öğrenci öğretmeni dinler. Ancak bazısı çok çabuk etki altında kalır, bazısında ise çok zaman sonra tesiri görülür. Öğretmen bu farklı fıtratları göz önünde bulundurarak sabır ve tahammül içinde görevini sürdürecektir. Peygamberlerin görevi sadece tebliğ olup, neticeyi Allah’tan istedikleri gibi, peygamberlerin mesleğini üstlenmiş olan öğretmenler de kendisine düşenin sadece anlatmak olduğunu bilmeli ve sonucu sabırla beklemelidir. Tehditler hiç de pedagojik değildir ve Rasulullah’ın sünnetine uygun değildir. Peygamber mesleği hiçbir şekilde tehditlerin savrulduğu, karşıdaki genç neslin henüz hayatın başında hayattan nefret ettirildiği bir meslek asla olmamalıdır. Hz. Peygamber’in bir hususu karşısındakine bildirir ve öğretir iken daha iyi anlaşılmasını temin için en az üç defa tekrarlardı3. Bundan dolayı öğretmen konuları anlatırken bu prensibe uyarak önemli gördüğü noktaları en az birkaç defa tekrarlaması mutlaka çok yararlı olacaktır. Bu durum, genç neslin daha iyi anlaması ve yetişmesi açısından iyi neticeler verecektir. “Hayra vasıta olun ki sevap kazanasınız.4” tavsiyesinde bulunan Hz. Peygamber (a.s.v.), adeta öğretmenliğin en güzel yönlerinden birine dikkat çekmektedir. Zira bir öğretmen görev yaptığı sürece sabır ve tahammül içinde binlerce öğrenciye şekil vermektedir. Bu öğrenciler ileride öğrendiklerini bir başkasına öğretecek ve bu zincir devam edecektir. Bu durum devam ettiği sürece kişinin sevap hanesinde artış olacaktır. Bu işin güzel tarafıdır. Ancak öğretmen kötü ve olumsuz şeyleri genç nesle öğrettiği takdirde durum tam tersine döner. Öğrenciler öğrendikleri yanlışları başkalarına bellettiği sürece “sebep olan yapan gibidir” kaidesince günah hanesi kabaracaktır. Öyleyse öğretmen çok daha dikkatli olmak zorundadır. O, bir başkası gibi olamaz. Zira bir öğretmen, aynı anda onlarca öğrenciye iyi ya da kötü şekil vermek durumundadır. Bu bir fırsattır ve bu fırsatı ileride bir daha yakalayamayabilir. Mademki, kendisine bir fırsat sunulmuştur. Bu fırsatı iyi değerlendirerek öğrencilerini ahlaken iyi yetiştirdiği gibi, zamanın müsbet bilimleri ile de teçhiz etmelidir. Biz Hz. Peygamber’in eğitim ve öğretim hususunda sadece birkaç yönüne dikkat çektik. Gerçekten onun bir hayatı kuşatan eğitim metotlarını öğrenmeye ve tatbik etmeğe son derece muhtacız. İdeal bir öğretmende hangi özelliklerin bulunması gerekiyor ise, Hz. Peygamber (a.s.v.) da onlar fazlası ile bulunmaktadır. Zira o, yirmi iki yıl gibi kısa bir süre zarfında akılları, kalpleri ve ruhları son derece güzel terbiye etti. Bundandır ki, onun asrına saadet asrı denilmiştir. Ümit ederiz ki, bugünün öğretmenleri ondan gereği gibi istifade ederler. ......................................... * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 1 İbn Mace, Mukaddime 17. Tebliğ görevini ifa eden öğretmen, her seferinde kolaylaştırma yönüne gitmeli, dersini sevdirmeli ve nefret ettirmekten şiddetle kaçınmalıdır. 2 Buhari, Edebü'l-Müfred 447. 3 Tirmizi, İsti’zan ve Âdâb, 28. 4 Nesai, Zekât, 65. 37 Ocak 2009 Ahmet HALİLOĞLU KEMÂLÂT Hiçkimse kendi başına birşey olmadı. Hiçbir demir kendi başına keskin kılıç olmadı. Mevlana Mevlayı Rum olmadı. Ta ki Şems-i Tebrizinin müridi olmadıkça... Ümmet-i Muhammed’in yürüdüğü sayısız yollar içinde cadde-i nuranisi hükmünde olan ve Efendimiz sav. ve Ashab-ı Kiramın izlerini takip eden Ehl-i Sünnet büyükleri bin dört yüz senedir yukarıda alıntıladığımız beyit düsturu ile hareket ettiler. Kemalatı elde etme yolculuğuna kimse kendi başına çıkmadı. Kimi ; Mevlana Hazretleri gibi medresesini talebesini terk etti ; kimi İmam-ı Şarani ks gibi kitaplarını. Ama Ehl-i Sünnetin gül yüzlü nurani çehreli alimleri mürşid-i kamillerden kemalat elde etme usullerini öğrendiler ve taliplere öğrettiler. Kalpten kalbe akan bu yol günümüze kadar devam etti. Ne var ki ; 19. yüzyıldan itibaren oryantalistlerin İslam Alemine attıkları muhtelif farklı fikirlerden birisi de kişinin bir mürşide/yol göstericiye/mürebbiye ih- Ocak 2009 38 tiyacı olmadan kemalat kesb edileceği görüşüdür. Bu görüş oryantalistler kanalıyla içimize sirayet ettikten sonra maalesef geniş bir kabule şayan olmuştur. Bu fikir ile birlikte “ Kardeş kardeşe mürşid tavrı takınamaz” sözü maalesef insanlarımız arasında ciddi bir bunalıma yol açmış, bazı kesimlerin hususi tahrik ve çabaları ile de insanımız gönül insanı olan mürşid-i kamillerden uzak durmaya başlamıştır. Gerçekten herhangi bir kimse bir mürşide ihtiyacı olmadan tek başına kemalat kesb edebilir mi ? Kamil bir imana erişebilir mi ? İşte bu soruların cevabını ikinci bin yılın müceddidi İmamı Rabbani’den aramalıyız. Kemalat elde etme usullerine bakarak bu soruların cevabını bulabiliriz. İmam-ı Rabbani Hazretlerimizin beyanına göre Cenab-ı Hakka ulaştıran yolların ilki Kurb-u Nübüvvete denk gelen yoldur. (1) Bu yol yine İmam-ı Rabbani Hazretlerinin ifadesiyle aslın aslına ulaştıran, kısa ve kestirme yoldur. Bu yoldan asıl gidenler enbiya (pey- gamberlerdir). Yine Ashab-ı Kiram da sohbet-i Nebevi’ye mazhar olmaları şerefiyle bu yoldan ulaşmışlardır.. Bu yoldan bir de ümmetin büyük evliyaları (kümelin evliya) olarak isimlendirilen büyük Hak aşıkları gidebilirler. Şah-ı Nakşibend, Seyyid Abdulkadir Geylani, Seyyid Ahmed-er Rufai gibi piran-ı kiramın kemalat elde etme yolları kurb-u nübüvvet vasıtasıyladır. Feyz asıldan alındığı gibi aracı ve tavassuta da bu yolda yer yoktur. İkinci yol ise ; Kurb-u velayet yoludur. Velayet yakınlığı olarak isimlendirilen bu yola cezbe, sülûk, fena, beka,riyazat ve mücahede de dahildir. Bu yolda tavassut ve aracı olduğu gibi ümmetin aktab, evtad ve tüm veli kulları vuslata bu yoldan ulaşmışlardır. Kurb-u velayette manevi sekr (geçginlik/manevi aşk sarhoşluğu) mevcuttur. (2) Hallac-ı Mansur ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin k.s. yaşadığı manevi haller bu yolun bir getirisidir. Kurb-u nübüvvette ise manevi sarhoşluk hali ve bu sekr haline dayalı bazı ilimler elde edilememekte veya nasip az olmaktadır. Kurb-u Nübüvvetin zuhur etmesi kişinin kendi gayretine ve çalışmasına bağlı değildir. Bir ikram-ı ilahi, bir inam-ı rabbanidir. Kesbi değil vehbidir. Kurbu Velayet ise böyle değildir. Kişinin kendi gayreti ve çalışması yolun başı için gerekliyse de fena ve beka makamları ise kurb-u nübüvvette olduğu gibi Allah-u Teala’nın ikramı ve bağışıdır. İmam-ı Rabbani Hazretleri Kurb-u Nübüvveti ictiba yolu, kurb-u velayeti ise inabe yolu olarak isimlendirmektedir. (3) İctiba yolunda yani kurb-u nübüvvet çekip alan yoldur. İnabe yolu ise yolda yürümektir. Kurb-u velayet ile yola başlayanların; ancak ikram-ı ilahi ile kurb-u nübüvvete ulaşacaklarını bizatihi İmam-ı Rabbani Hazretlerimiz beyan etmektedirler. Nitekim Piran-ı Kiram Hazeratı da illa ki kendilerine bir mürşid edinmişler; daha sonra İmamı Rabbaninin beyanı ile bir ikram-ı ilahi olarak Kurb-u Nübüvvet yoluna terfi etmişlerdir. Bu noktada en güzel misallerden birisi de Muhammed Bahaeddin Buhari Şah-ı Nakşibend Hazretleridir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri manevi seyre Seyyid Emir Külal Hazretlerinde başlamış ve yine O’nun gözetiminde Hace Abdulhalık-ı Gücdevani Hazretlerinin ruhaniyetinden üveysi olarak yola devam etmiştir. Günümüzde hiçbir mürşidin maddi/manevi terbiyesine girmeden üveysi olarak irşad vazifesi edindiklerini iddia edenler için Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bu ahvali ciddi bir tefrik vesikası hükmündedir. en mühim basamağı ise Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmektir. Bu yolda salikin en çok sakınacağı amil ise evham, rüya ve hayale itibar etmemesidir. Bunları hiç nazarı itibara almayacak ve ilim ile salih amele devam edecektir. (4) Amel-i Salih olmadan öğrenilecek ilim ise kuru malumattan öteye geçemez. Kurb-u Nübüvvet yolundan yetişen evliyaullahın en mühim siması ise tabiinden Üveys-el Karani’dir. Üveys-el Karani Efendimiz sav. görmemiş ancak muhabbetinden ötürü kesb-i kemal elde etmiştir. Kurb-u Velayet yolu ise ; hayatta olan bir mürşid-i kamilin nezaketinde yapılacağı için nispeten daha kolaydır. Bu yolda mürşid her an dervişini muhtelif tehlikelere (rüya /evham / vesvese/hayal gibi) karşı koruyacaktır. Bu yolda mücahade, hizmet ve sohbet mühim bir yer tuttuğu gibi ; İmam-ı Rabbani Hazretleri de kıyamete kadar bu yolun açık olacağını beyan buyurmuşlardır. Nitekim İmam-ı Şarani Hazretleri “ Bir insan altı yüz kanatla tek başına amel etse bile kemalatı elde etmeye yol bulamaz ve mürşidsiz yola çıkanın evham ve hayal tuzaklarında boğulmasından korkulur “ buyurmuşlardır. İlim kanadı ile seyre başlayanlar; engin bir okyanusta küçük bir kayık ile yola çıkanlar gibidir. Küçük bir kayık okyanusun dalgaları, fırtınaları karşısında çaresizlik yaşıyorsa; ilme tek başlarına başlayanlar da aynı sıkıntılar ile karşı karşıya kalacaktır. Nefsin binbir evhamı, şeytanın binler vesveseleri kendisini meşgul edecektir. Nefsin hastalıklarının ise nasıl izale edeceği keşmekeşler devresi olan günümüz insanı için muhaldir. Riya, ucb, kibr gibi nefsani marazların ötesinde İmam-ı Gazalinin ks buyurdukları gibi kalpten en son çıkan manevi hastalık olan riyaset sevdasının nasıl terk edileceği de belirsizdir. Halbuki günümüzde muhtelif buhranların pençesinde kıvranan, ilmi olmayan kardeşlerimiz için en salim, en emin, en sıkıntısız ve en kolay yol kurb-u velayete denk gelen tarikat-ı aliyyelerdir. Bu yollar; nefsin, çağın ve şeytanın girdaplarından kurtulmak isteyenler için emin bir liman, salim bir hangah hükmündedir. ................................................... Bazı Nakşibendi ve Şazeli yolu büyüklerinin hususi olarak tercih ettikleri Kemalat-ı Nübüvvette lazım olan ana sermaye ilimdir. İlim olmadan bu yolda yürümek mümkün olmadığı gibi kemalat elde etmenin 1 Mektubat 3.cilt 122. Mektup 2 Mektubat 1.cilt 301. Mektup 3 Mektubat 1.cilt 302. Mektup 4 Edeple Varış Lütufla Dönüş S:63 - 64 39 Ocak 2009 Aydın BAŞAR [email protected] Atları Önce Zihinlerde Koşturmak Müslüman’ın en büyük zaaflarından bir tanesi de batıl ile mücadele ederken korkak ve çekingen davranması, çaba sarf etmesi gereken bir durum olduğunda evinde oturmayı tercih etmesidir. Sosyal hayatın içine girerek insanlara faydalı olmak için bir savaş vermek yerine, rahat koltuğunda televizyon karşısına çivilenmesidir. Dahası; dünyanın süslerine, lüksüne, gösterişine aldanması ve bütün eforunu bu sahte mutluluk getiren oyalayıcıları kazanmak için harcamasıdır. Adiyat sûresinin 8. ayetinde, insanın nankörlüğünün nedeni olarak, kendi bencil hayrına düşkün olması gösterilir. 6 ve 7. ayetlerdeki; insanın kendi nankörlüğüne şahid olması ise bilinçaltındaki bu tür olumsuz düşüncelerinin kendisinin de farkında olmasıdır. Yani bir tarafta Yüce Allah için cihad etmek varken, diğer tarafta, sıcak döşekte yatmak vardır. İnsan nefsi sıcak döşekte yatmayı tercih etme eğilimindedir. Bir tarafta Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için gece gündüz demeden ilim tahsili yapmak Ocak 2009 40 ve bu uğurda yorulmak varken, diğer tarafta gezip eğlenmek vardır. Nefis burada da kendine hoş geleni tercih etme eğilimindedir. İnsanın bu eğilimlerinin farkında olması; nankörlüğünün de farkında olması yani ona şahitlik etmesidir. Her insan, nefsinin olumsuz telkinlerinin farkındadır. Ancak Kuran ve sünnetle amel eden samimi müminler bu olumsuz eğilimlerin baskısından kendilerini kurtarabilirler. Kur’an-ı Kerim “ben bilinçaltı tedavisi yapıyorum” diyerek insanların bilinçaltlarını tedavi etmese de Kur’an’ı anlayarak okuyanlar ve onunla emel edenlerdeki olumsuz bilinç hallerinin olumlu bilinç hallerine dönüştüğünü gözlemlemek hiç de zor değildir. Sahabe-i Kiram efendilerimizin bilinç dünyalarındaki devrim de yine Kur'an sayesinde olmuştur. Sahabe efendilerimizin vücutlarının savaşlarda açılan kılıç yaraları ile dolu olmasını veya onların birçoğunun binlerce kilometre ötelere dinlerini tebliğ etmek için gitmelerini ancak onların bilinç dünyalarındaki dava şuuru veya sahip oldukları adanmışlık ruhu ile açıklayabiliriz. Hz Hamza radıyellalhu anh, ciğerleri sökülerek öldürülmüştü. Hz Bilal radiyellahu anh, sıcağın en şiddetli olduğu zamanlarda çölde sırt üstü yatırılarak üzerine sıcak kayalar konulmuş ve ondan Yüce Allah’a şirk koşması istenilmişti. O ise “Allahu ehad, Allahu ehad, Allahu ehad” diyordu ve ekliyordu. “Allah’a yemin ederim ki müşrikleri kızdıracak bundan daha iyi bir kelime bilseydim onu da söyleyecektim.” Bizanslılar tarafından Hıristiyanlığa çağrılan ve kaynar kazana atılmakla tehdit edilen Abdullah bin Huzeyfe radıyellahu anh ise ağlıyor sonra yine ağlıyor ve “Ben bir tek canımın olduğuna, o canın da Allah yolunda bir tek şu anda kazana atılacağına ağlıyorum. Hâlbuki ben vücudumdaki kıllar sayısınca canımın olmasını ve her bir canın Allah yolunda böylesine bir işkenceye uğratılmasını isterdim” diyordu. Müşrikler tarafından tek gözü oyulan Abdullah bin Ma’zun radıyellahu anh “Allah yolunda diğer gözüme de aynı şey yakışırdı” diyerek bu yoldaki adanmışlığını gözler önüne seriyordu. Sahabe efendilerimiz daha cihad meydanlarına çıkmazdan evvel cihat ruhunu kazanmışlar ve ilerideki yapılacak olan büyük mücadeleye zihnen çoktan hazırlatılmışlardı bile... Savaşa giden bir insan, kolunun, bacağının veya kafasının kopmayacağından hiçbir zaman emin olamaz. Eğer İslam dinini yaymakla vazifeli o muazzez nesli teşkil eden sahabiler, insan fıtratının nankör duygularına kapılarak bedenine ve malına gelecek olası ziyanlardan çekinip bir korkaklık sergileselerdi, Yüce Allah’ın dini yeryüzünde belki de sahipsiz kalacaktı. Sahabiler daha Mekke döneminde henüz sayıca azken Adiyat Sûresi’nin Allah için cihad azmi ve ilay-ı kelimatullah coşkusu aşılayan ilk beş ayetinin inmesi ile kalben ve zihnen cihada alıştırıldılar. Daha sonra da beyin ve kalplerinde bu işi halletmiş olarak vakti geldiğinde de bedenlerini savaşa hazırladılar. Evet, onlar vazifelerini hakkıyla yaptılar. Peki ya biz yaptık mı dersiniz? Yoksa Kur'an’ın üçte ikisi cihad olduğu halde bizler cihadı bilinçaltımızdan söküp attık mı? Kuran Müslümanların bilinçaltı tedavisini onları cihada bilinç ve kalp bazında hazırlamak suretiyle yaparken, Müslümanları pasifleştirmek isteyenler ise bugün onların cihadı önce bilinçaltında terk etmelerini sağlamak için çalışıyorlar. Terk edişin seyri şöyle gerçekleşir: İlk önce cihadın sözü terk edilir, sonra kendisi... Yani cihad ayetlerinden kimse bahsetmez ve sanki onlar hiç yokmuş gibi davranılır. Cihad önce konuşmalardan, yazılardan, makalelerden, kitaplardan, gazetelerden, hutbe ve vaazlardan çıkartılır, sonra da büsbütün hayattan çıkartılır. Cihadı bilinçaltlarından ve hayatlarından çıkartanlar, peygamberleri Hz. Musa’ya “...Sen ve Rabb’in gidip ikiniz savaşın. Biz burada duracağız...” (Maide, 5/24) diyenlere benzerler. Adanmış müminler ise peygamberlerine bu hitapta bulunan zalim ümmetle aralarındaki farklılıkları her dönemde muhafaza ederler. Adiyat suresinin bağlamına nüzul dönemini de hatırlayarak tekrar dönecek olursak, Mekke dönemi Müslümanların bilinçlendiği ve şuur kazandığı bir dönem olurken, Medine dönemi ise bu bilincin meyvelerinin toplandığı bir dönem olmuştu. Mekke döneminde zihinlerde net bir şekilde seyredilen ve bu sûrenin ilk beş ayetinde resmedilen cihad fotoğrafı, Medine döneminde bir gerçek olmuştu. Zihinlere önceden yapıştırılan bu fotoğraf, bilinçaltındaki nankörlüğün üzerini kaplamış ve böylece bilinçaltı tedavisi gerçekleşmişti. Eğer bu bilinçaltı tedavisi o zaman gerçekleşmemiş olsaydı bizler bugün, sahabe hayatında haşa bencilliğin ve nankörlüğün izlerine rastlayacaktık. Oysa biz hep onların adanmışlık destanlarına şahit oluyoruz. Peki ya böyleyken bizim nankörlüğümüze ne demelidir? Nankör deyince Kur'an’ın yaptığı bu bilinçaltı tedavisini görmemiş ve olumsuz hallerinden kurtulamamış olan duyarsız kişiler aklımıza geliyor. Dışarıda sel gibi dinsizlik propagandası yapılırken, Müslümanlar aşağılanırken ve dünyanın her yerinde çeşitli zulümlere maruz bırakılırken, bu acı durum karşısında umursamaz tavırlar takınan tipler aklımıza geliyor. Dünyanın oyun ve eğlencesine, geçici süslerine aldanan zevk düşkünleri ve sadece kesesini doldurmak peşinde olan servet düşkünleri aklımıza geliyor. Dinleri veya inançları için parmaklarını bile oynatmayan şuursuz insanlar aklımıza geliyor. Adiyat Suresi’ndeki bu sahnelerin Müslüman zihinlerde canlanma zamanı artık gelmedi mi? Biz kalbimizde, zihnimizde bu atları hiçbir zaman koşmayacak mıyız? Sûrede bahsedilen ateş saçan atları İslam için koşturmaktır marifet! Bu şaşkınlıkla, bu korkaklıkla, bu siliklikle, ne düşüncede, ne amelde ansızın zalimlerin ortalarına dalmak ancak ham bir hayaldir. Bizler önce bilincimizde sonra da pratikte bu atları koşturmanın bir yolunu bulmalıyız. Yoksa bunun hayalini kurmak bile mi yasaktır bize? Bu din garip geldi garip gidecek! Evet ama nankörlükten de mi kurtulamayacağız? İnsan gerçekten de çok nankördür. Ve buna kendisi de şahittir. Bunun nedeni ise geçici dünya yararına olan düşkünlüğüdür. Yani mal veya zenginlik tutkusudur. Şimdi dilerseniz Adiyat suresinin mealini bu duygularla yeniden okuyalım. Yemin olsun Allah yolunda harıl harıl koşanlara (Nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara Ve sabah vakti akın yapanlara Ve tozu dumana katanlara Derken bir topluluğun ortasına dalanlara.,, Şüphesiz ki insan rabbine karşı pek nankördür. Doğrusu kendisi de buna şahittir. Gerçekten de o kendi hayrına çok düşkündür. Bilmez mi o; kabirde olanların dışarı atıldığı; Ve kalplerde olanın açığa çıktığı O gün onların Rabbi her şeyden haberdardır. 41 Ocak 2009 Umut BULUT Kamp Kültürü ve Küresel Ölçekte Düşünmek Kendi dışındaki dünyanın sorunlarını ortaklaştırmayan İslam düşünce sisteminin bir ayağı her zaman topal kalmaya mahkumdur. Dünya sorunları karşısında söyleyecek sözü olmayan Müslüman aydınları yeniden sorgulamak ihtiyacı içindeyiz. Uluslararası şirketlerin dünya ekonomisi üzerindeki akıl almaz baskıları, ilaç kartelleri, petrol ve silah kartelleri, çok uluslu şirketler ve dünyanın parasına yön veren bankalar dev yatırım şirketleri giderek dünyada yoksul ülkeler için tehdit olmaya başlamıyor mu? Ocak 2009 42 İnsan kaçakçılığı, mülteciler sorunu, insan hakları ihlalleri, kaçakçılık, terörizm, kadın sorunları, ayrımcılık, dini ve ahlaki sorunlar, açlık ve gıda sorunları, çevre sorunları, psikolojik savaşlar ve ruhsal sorunlar karşısında Müslüman aydınların vereceği cevabı ciddi bir biçimde merak ediyorum.Tüm bu ve buna benzer dünya sorunlarını Müslümanlar olarak Müslümanca bir bakışla değerlendirip çözüm üretmek durumundayız. Bizler Müslüman olarak bu konuları konuşmayacaksak bizim konuşacak başka neyimiz var? ‘’Taraf olmayan bertaraf olur’’ gibi bir mantıkla insanı illede bir tarafın adamı olmaya; belli kamp kültürünün bir parçası olmaya zorluyoruz. Bu şuna benziyor soğuk savaş döneminde Sovyet kampı ve Amerikan kampı vardı ve hiç bir kampa girmek istemeyenleri de bağlantısızlar diye ayrı bir kampa dahil etmişlerdi. Bize dayatılan bu kamp kültürü ortak hareket etmeyi zorlaştıran ve hatta imkansızlaştıran bir şey olduğu için bu işten kimlerin Dünyanın genel sorunlarına gözümüzü kapatarak müslümanlara matuf sorunlara çözüm bulmamız mümkün değildir. Kendi zihin kamplarımızda uğraştığımız pek çok sorunun dışarıda ayakları vardır. Olması da normaldir. Dış dünyadan bağımsız içimizdeki sorunlara çözümler geliştirme şansımız nedir pek tahmin yürütemiyoruz.Fotoğrafın tümünü göremeyen Müslüman aydınların büyük çoğunluğu; kendi zihin kamplarını kurmakta dışardan izole olmuş bir halde sorunlara kendince çözümler üretmeye çalışmaktadır. Bu zihin kamplarının dışına çıkamadıkları daha doğrusu çıkamadığımız için çözümün bir tarafı hep eksik kalmaktadır.Yarım yarım çözümlerle insanlara çare olmaya çalışıyoruz bu da çoğu zaman yeterli olmuyor. Ve biz hep hayal kırıklığı yaşamaktan başka bir şeyleri yaşamaya imkanımız ve ömrümüz yeterli olmuyor.Topyekün bir ekonomi teorisi, topyekün bir siyaset felsefesi, topyekün bir hukuk ve topyekün bir toplum projesi düşünebiliyor muyuz? Mesela kendimizi ve başkalarını tanımlarken -müslüman olmak- tekbaşına yeterli görülmeyip, bir takım alt tanımlamalara ihtiyaç duyuyoruz ve herkesi belli zihin kamplarına yerleştiriyoruz. Bu da yetmeyip dışarda kalanları da -cami cemaati- adı altında ayrı bir kampa oturtuyoruz.Kendi kamplarımızın dışına çıkamadığımız gibi herkesi de belli kamplara sıkıştırma telaşı içine giriyoruz. çıkarı olduğunu müslüman olarak kendimize bir daha sormayalım mı? Herkesi taraflaştıran bu kamp kültürü kendi içinde kendi dilini, ekonomisini, kavramlarını ve kendi hiyerarşisini üretiyor.Kendi kampını ayakta tutmak isteyen herkes kendi dışındakileri Müslümanlık adına ötekileştiriyor. Bu anlamsız kamp kültürü çözüme yönelik çabaların enerjisini de emiyor bir bakıma. Belki iyi niyetlerle yapılmak istenen hizmetler zaman sonra bir kavganın bölünmenin ve husumetin bir sebebi olup çıkıyor.Aslında evrensel ölçekte düşünüp çözümler üretmemizin önündeki en ciddi engel de bu kamp kültürünün bizatihi kendisidir. Kamp kültürünü ve bu kültür kamplarımızı ciddi bir şekilde sorgulamadan evrensel ölçekte Müslüman sorunlarına çözüm bulma şansımız yoktur. Dünya ölçeğinde Müslüman sorunlarına çözüm sunmaya çalışan aydınlar üzerinde yükselecek yeni ve yerli bir düşünce hamlesinin sorunlarımıza çözüm için bir umut ışığı olarak önümüzde durmaktadır. Tam da bu noktada büyük hayaller kurmaya ihtiyacımız var. Unutmayalım ki hiçbir şey hayalleriniz kadar güçlü değildir… 43 Ocak 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE İLİM ve KUDRET PENCERESİNDEN DİRİLİŞİN İMKÂNİYETİNE BAKIŞ Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyette öldükten sonra dirilişi akıllarına sığdıramayanlara karşı getirilen delîllerde, sık sık Allah'ın sonsuz ilim ve kudretine dikkat çekilerek, bu husustaki şüphenin asıl kaynağı ortadan kaldırılmıştır. "O her şeyi bilir" (Bakara, 29; En'âm, 101; Hadîd, 3), "O her türlü yaratmayı bilir" (Yâ-sîn, 79), "Yer yüzünün onlar(ın bedenlerin)den eksilttiği şeyi biliyoruz" (Kâf, 4) gibi âyetlerde Allah, sonsuz ilmiyle her şeyi ve her türlü yaratmayı bildiğini, bedenin dağılan bütün zerrelerini, ilmiyle ihâta ettiğini bildirdiği gibi, "De ki, rûhunuzu size vekîl olarak tayîn edilen ölüm meleği alacaktır" (Secde, 11) âyetiyle de insanların rûhlarının da başıboş kalmayıp, görevli melekler tarafından muhafaza edileceğini ifâde etmiştir. Kezâ, "O her şeye kadîrdir" (Hûd, 4; , "Bir şeyi murâd ettiğinde O'nun yaptığı sadece ol! demektir, derhâl oluverir" (Yâ-sîn, 82) gibi çok sayıdaki âyetlerde de, sonsuz kudretine dikkat çekerek hiç bir şeyin kendisine ağır Rûm, 50; Şûrâ, 9...) Ocak 2009 44 gelmediğini, yormadığını, her şeye gücünün yettiğini ifâde etmiştir. Hatta, inkârcıların, "Biz kemik ve toprak yığını olduğumuzda, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?!" (İsrâ, 49) şeklindeki yeniden dirilişi uzak görerek meydan okumalarına karşı Cenab-ı Hak da, "De ki, ister taş olun ister demir! İsterse kalbinizde büyük olan başka bir mahlûk!.." şeklinde meydan okuyarak, insanların ne halde olursa olsun, isterse bu bedenî yapılarından çok farklı varlıklar olsunlar onları iâde etmenin kendisi için çok kolay olduğunu belirtmiştir. Yine öldükten sonra kemiklerinin toparlanıp bir araya getirilemeyeceğini zanneden insanlara karşı, "Evet, biz onun parmak uçlarını dahi eskisi gibi düzenlemeye kâdiriz!" (Kıyame, 4) buyurarak, değil kemikleri bir araya getirememek, parmak uçlarını, yani kemiklerden, daha küçük, daha ince, daha latîf ve daha ayrıntılı olan parçaları dahi bir araya getirmeye kâdir olduğunu ifâde etmiştir1. Bu âyetler bize Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudretini ve O'na hiç bir şeyin zor gelmediğini, büyük ve küçüğün O'nun katında bir derecede olduğunu bildiriyor. Bir şâir şöyle demiştir: Eğer bütün kâinât halkı yüz bin yıl Allah'ın kudret sıfatı üzerinde düşünseler, Sonunda âcizliklerini itiraf ederek, Allahım! Biz seni hiç bilmemişiz derlerdi2. Allah'ın sonsuz kudretini anlamak için, bir kitâp gibi, sayfa sayfa gözlerimizin önüne serilmiş olan kâinâtı okumalıyız. Çünkü, kâinâttaki her varlık lisan-ı hâlleriyle O'nun sonsuz kudretini ilân ediyor, âdeta O her şeye kadîrdir âyetini okuyorlar. Günümüzde hızlı bir gelişme gösteren ilimler de, keşfettiği ve tesbît ettiği hakikâtlerle bu kudretin büyüklüğünü anlamamıza yardım etmektedirler. Meselâ, Çok sayıdaki galaksilerden sadece birisi olan Samanyolu galaksisinde yüz milyar yıldız vardır. Bu galaksinin bir uçtan bir uca genişliği yüz bin ışık yılıdır. En yakın galaksi Andromeda 2, 2 milyon ışık yılı mesafededir. Kâinatta yüz milyar galaksi olduğu tahmin ediliyor. Buna göre kâinâttaki yıldız sayısı yüz milyar x yüz milyar kadardır!! Bu kadar yıldızı yer yüzünde yaşayan insanların her biri saniyede bir yıldız saymak üzere tek tek saysalar, böyle bir işlem dünya dolusu insanın durup dinlenmeksizin yüz bin sene vaktini alırdı. Bu yıldızlardan sadece birisi olan Güneş bir saniye içinde insanoğlunun medeniyetinin başlangıcından beri kullandığı enerjiden daha fazlasını üretir. Arzımız güneşten gelen enerjinin sadece milyarda birini alır. Bununla beraber Allah'ın bu geniş mülkünde çok daha garip gök cisimleri vardır. Meselâ, bir kuasar'ın bir saniyede saldığı enerji miktarının bütün dünyanın enerji ihtiyacını milyarlarca sene karşılayacağı hesaplanmıştır3. Bize daha yakın olan ve müşâhedemiz altında bulunan yer yüzünde cereyan eden hâdiseler de akıllara durgunluk verecek derecededir. Gözle görülemeyen canlılardan, koca balinalara kadar milyonlarca canlı türü yeryüzünü şenlendirmekte, yüz binlerce bitki ve çiçek çeşidi de bu bahçeyi süslemektedir. Yeryüzünün her karışı canlılarla kaynamaktadır. Öyle ki, bir gram toprakta milyonlarca canlı barınmaktadır. Bütün bunlar Allah'ın sonsuz kudretini gösteren denizden bir kaç katre kabilinden bazı misâller ve şu âna kadar tesbit edilmiş bazı ilmî gerçeklerdir. İşte böyle bir Zât için, vakti gelince bu hayata son verip kıyameti koparmak çok kolaydır: "Kıyametin kopması göz açıp kapama hatta daha az bir zamandan ibarettir. Allah her şeye kadîrdir" (Nahl, 77). Bütün ölülüri diriltmek de O'nun için bir tek insanı diriltmek gibidir: "Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir" (Lokman, 28). Çünkü, Cenab-ı Hakk'ı bir iş diğer bir işten, bir durum bir diğerinden alıkoyamaz. "Bir şeyi murâd ettiğinde O'nun yaptığı sadece ol! demektir, derhâl oluverir" (Yâ-sîn, 82) âyetinin gereğince, bir şeyin vücuda gelmesi için irâde ve kudretinin taalluku yeterlidir. Evet, Allah'ın kudretî zâtî olduğundan, kudretin zıddı olan acz ona arız olamaz. Bu kudretin mertebeleri, azı, çoğu yoktur. Hiç bir şey ona engel değildir. O kudrete nisbetle küçük, büyük, cüz, küll birdir. Çünkü her şey her şeye bağlıdır. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz. Kış uykusuna yatmış bir hayvanı bahar mevsiminde uyandırmak, o kudrete ağır gelmediği gibi, şu dünyanın ölümü de, diriltilmesi de öyledir. Bütün canlıları ihyâ etmek ondan daha ağır değildir4 Göz, kandil, güneş gibi nûr ve nurânî şeyler için cüz'î, nev; cüz, küll; bir ve bin birdir. Meselâ güneşe bak! Uzun timsâlleriyle gezegenler, yıldızlar, havuzlar, su kabarcıkları, katreler, su parçaları, şebnemler ve cam parçaları, bir ânda gezegenlerle zerreler arasında eşit ve kolay bir şekilde nasıl boyanıyor. İşte, teşbihte hata yok, Cenab-ı Hakk'ın kâinât kitabındaki tasarrufları da böyledir. Allah, kâinât kitabının bütün bablarını, fasıllarını, sayfalarını, satırlarını, cümlelerini ve harflerini def'aten, külfetsiz olarak yazar. Nitekim şöyle buyuruyor5: "sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir" (Lokmân, 28). Bu âyet mantıken aks-i nakîz kaidesiyle istilzâm ediyor ki, bütün insanları yaratmaya kadir olamayan, bir tek nefsi yaratmaya da kadir olamaz, ... Öyleyse, arzı, güneşi ve bütün yıldızları tesbîh daneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olamayan kimse, kâinâtta yaratma davasında ve îcâd iddiâsında bulunamaz...6 Bütün bu izahlardan anlıyoruz ki, kudreti ve ilmi sonsuz olan Allah için insanları kıyamet gününde tekrar yaratmak ve yeni, sonsuz bir âlemi inşâ etmek çok kolaydır. Çünkü, Allah bu dünya hayatında bunun sayısız örneklerini göstermiştir. İnsanı, ismi zikredilmeyen bir varlık iken var eden onu tetrar yaratmaya da kadirdir. Bu âlemi yok iken yaratan, benzerini de yaratmaya kadirdir... ................................... * . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Bkz. Zemahşerî, IV,190; Razî, XXX,192; Kurtûbî, XIX, 62; Nesefî, IV, 314; Bursevî, X, 244; Kutub, fî Zılâl, VI, 3769; İbn Aşûr, XXIX, 341. , 2. Ferit Kam, Dinî Felsefî Sohbetler, sadeleştiren, S. Hayri Bolay, Ankara., tsz., s.118., 3. Şimşek, Big Bang, s. 6; Demirkan, s.72; Tuna, Güneş Sistemi, s. 46, 4. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 519., 5. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 244., 6. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s.129. 45 Ocak 2009 Osman KARABULUTOĞLU PEYGAMBER LER VE MUCİZELERİ 4 Bir Şeyi Kanun Olarak İsimlendirmek Herhangi bir kanunu, kanun olarak isimlendirmede zorunluluk varsa, sıradan gerçekliğin sürekliliği de ona kifayet etmiyorsa böyle bir durumda bulunan şeye tabii kanun demek doğru olmaz. İşte bundan dolayı filozof Hume ilmi inkâr etti. Kant ise çağdaş ilimleri tecrübeye dayanan zaruri kanunlar kılmaya çalıştı lakin başarılı olamadı. Bu meselelerin halli bu kitapta tafsil edildi. Emil Sasa diyor ki: ‘Şu bir gerçek ki ilim tabiata aşinalık hususunda çok gelişti fakat bu gelişme hiçbir vakit matematiksel zaruretler gibi zorunluluğu isbat olunamadı’ Yani Sasa şunu demek istiyor, tabii kanun denilen şeylerin değişimi mümkündür muhal değildir. Leibnız ise: ‘Tabii kanunlar Bayıl’ın iddia ettiği gibi mahzî ve indî kaOcak 2009 46 nunlar değildir; matematiksel kanunlar gibi zorunlulukları yoktur.’ Diyor. Ve ilave ediyor: ‘Makineyle dönen çark güzeldir, lakin zaruri değildir.’ Meşhur matematikçi Henry Povinkariye de ‘Faraziye ve İlim’ adlı kitabında: ‘Tecrübeye dayalı kanunlar tashihe her zaman açıktır; daha güçlüsü ortaya çıkınca değiştirilmesi kaçınılmazdır.’ Diyor. Bura da anılmaya değer bir şey de matematiğin: ‘Tezat arz etmeyen her şeyin değişimi mümkündür.’ Kaidesi üzerine kuruluşudur. Mucize Mümkün müdür Muhal midir? Mucizelerin mümkün oluşunda kuşku yoktur, bir müddet önce Ehram gazetesinde üstat Ferit Vecdi beyle aramızda geçen tartışmada vuku bulduğu gibi mucizenin vukuunu, aklî muhallerden olduğunu iddia edenler, tecrübemize nazaran vaki olmayanla muhali birbirinden ayırt edememelerinden kaynaklanıyor. Hâlbuki ikisinin arasında büyük fark var. 1 Zira âlemin nizamlayıcısı Allah ise ve onu öyle düzenlemede muhtar ise dilediği zaman o nizam değiştirmeye de kadirdir. Zira muhal, vaki olmayandan daha özeldir, vukuunun imkânsızlığı ile vaki olmayandan daha ziyadedir. Bir şeyin vukuu veya vukusuzluğuna delalet eden tecrübe, vaki olmayanın muhali yetini, vaki olanın ise zaruri oluşunu göstermez. Zira zaruretle, muhaliyetle veya imkânsızlıkla hükmetmek tecrübenin değil, naklin ihtisasındandır. İmkânın konumu, vuku bulandan çok daha geniştir; vukuun sahası dardır, bir şeyin vukuunun zaruri oluş sahası ise daha da dardır. Tıpkı imkânsızlık manasına olan muhal, saha olarak vuku bulmayandan daha dar olduğu gibi. Müminlerin inanışında, Allah’ın eşyada cereyan eden sünnetini değiştirmeyi murat ettiği zaman o eşyadan onu alır. Bu alış, âdeti ve kanunu yırmaktır; aklı yırtmak (Hark) değil ki, muhal olsun. Allah’a nisbetle bir sünnetin, bir kanunun veya bir âdetin yırtılması ise mümkinattandır. BEŞ NOKTA: İmkân, vuku, vukuun zorunluluğu, vukusuzluk ve bir şeyin vukuunun muhali yetinde beş nokta söz konusudur: Tecrübe sadece vuku ve vukusuzlukta söz sahibidir. Hatta onun vuku bulmayanda hüküm ferma oluşu tam değildir.2 Diğer üçüne gelince orada hükmeden akıldır. Nasıl ki dirinin ölümü, izni ilahi ile katil sebebi ile oluyorsa, enbiyanın ölüleri diriltmesi de ilahi izinledir. Bu iki durum, imkân açısından müsavi olduğu halde, birincisinin vukuu çok, ikincisinin ise az olmaktan başka aralarında bir fark yoktur. İşte, ateşin sürekli yakacılığı izni ilahi ile olduğu gibi ateşten yakma fiilinin kaldırılması da emri ilahi iledir. Ancak birincisinin vukuu çok ikincisinin azdır. YAKICILIK ATEŞİN KENDİDEN Mİ? Durum tahkik ve tetkik edildiği zaman yakıcılığın ateşin kendinden kaynaklanmadığı ortaya çıkar. Zira her şeyde failî hakiki Allah’tır; kainatta Mümkün olan bazen çok büyük bir şey olur, tecrübe ona ulaşamaz, kavrayışı kıt olan ise onu muhal zanneder yahut vaki olanın örneği çok olur da idraki zayıf olan onu zaruri zanneder, mesela: Yakıcılık şanından olan Ateşi, sürekli yakar görür de yakıcılığının zaruri olduğuna ve ondan ayrılamayacağına insan hükmeder. Hâlbuki zaruret ve muhali yet cidden azdır, bir şeyin azametiyle ayrışmaz veya çökmez. Mesela: ‘Asayı’ Musa’nın yılan kılınması, körlerin ve alaca hastalığın iyileştirilmesi, ayın ikiye bölünmesi, kudreti ilahiye ye nisbetle mümkündür. Hatta bir anda azametli bir şeyi icat, ikinci bir anda icat edilen o şeyi yok etme imkân dâhilindedir de, bir anda bir sineğin, hem icadı ve hem de yok edilmesi veya bir anda bir sineğin kanatlarının hem hareketi ve hem de hareketsizliği mümkün değildir. Çünkü burada tezat arz eden iki şeyin cem-i söz konusudur. Bu ise muhaldir, buna kudreti ilahi bile taalluk etmez. O takdirde mucizeleri inkârın menşei ve onu uzak addetme, eğer münkirin akidesi: ‘Âlemin nizamı kendi tabiatından kaynaklanır orada tercihi ilahi söz konusu değildir’ şeklinde değilse, bu ahmaklıktan öte bir şey değildir. 47 Ocak 2009 Filozof Malbiranş, ‘Son zamanlarda din’ adlı eserinde ne güzel söylemiş: ‘Biz hadiselerin birbirini takibini görüyoruz da fakat taraflardan birini diğerine bağlayan rabıtayı göremiyoruz; Bu rabıtayı niye göremiyoruz? Bu rabıta bizden niye gizlidir? Çünkü o ilahidir, mahlûkatta misli olmayan bir şeydir.’ ondan gayri müessir yoktur. Kim yakma fiilini ateşe, soğutma ve söndürme ameliyesini de suya mal eder ve: Bunlardan her birinin kendine has faaliyeti vardır der, sonra da bunun her zaman ve mekânda deneme ve müşahedeye dayandığını iddia ederse sadece vehmetmiş olur. Biz yakma ve yakılma hadisesinde yanan ve yakılan cismi ateşle beraber görüyoruz da ateşin yakan şey olduğunu göremiyoruz; yani yanma fiilini tesbit ettiğimiz gibi yakanın illetinin ateş olduğunu tesbit edemiyoruz, her ne kadar yanan ve yakılanın beraberliği görülse de. Zira deneme ve müşahede ile sabit olan, ateş, yanan bir şeyle, birbirine temas ettirildiğinde yakış ve yanma fiilinin ortaya çıkışıdır da, ateşin, yakmada hakiki fail ve müessir olduğunun ortaya çıkışı değildir. Niye? Çünkü illiyet bir şeyin, diğer bir şeyle deveranı ile sabit olmaz; onlarda birlikteliliğin görülmesi (ateşle yanan cismin görülmesi gibi) ‘illiyet’in görülmesi demek değildir. Bu hassasiyeti Malbıranş ve ondan önce İslam müçtehitleri anlamıştır; bu anlayış çok hoş ve çok da güzeldir. Ayriyeten Malbıranş, bu ‘illiyet’ meselesini maddi meselelere tatbik etmiş ve yukarıda alıntılanan şu sözü söylemiştir: ‘İlliyetin görülmemesinin sebebi onun ilahi bir şey oluşu ve benzerinin yaratılanlarda bulunmamasıdır; biz yaratılanların kendisini görüyoruz illetini değil.’ 3 Çünkü yanma eserinin ateşle beraber ardı ardına ortaya çıkış ve deveranı o eserin ateşin faaliyet illeti olduğunu göstermez. Zira illet gizli bir şeydir, muayene ve müşahede edilemez ki yakma illetinin failinin ateş olduğu tesbit ve tayin edilsin. İşte bura da şu ortaya çıkıyor: Birçok hadisenin tecrübe ve müşahede ile sabit olduğu kanaati yukarıdaki ateş örneğinde anlatıldığı gibi doğru değildir. O zaman hadiselere müdakkik nazarı ile bakan kimseye düşün, tecrübenin delalet ettiği sınırları hassas bir şekilde çizmek ve o sınırları aşmamaktır. (M.S. Mev. S.31-34) ............................................................. 1. Ayrı, ayrı zamanlarda yaşamış geçmiş toplumların tecrübesi peygamberlerin mucizesine şahadet ediyor. Gerek geçmiş peygamberlere ve gerekse onların mucizesine insanların şahadeti sabittir; bunların şahitliği de tarihçilerden ve meşhur olaylara tanıklık edenlerden sübut açısından derece itibari ile daha düşük değildir. 2. Bundan dolayı İstevart Mil diyor ki: ‘ Herhangi bir meselede zorunluluk ve zaruret geçmiş zamanlarda vukuu ne kadar çok olursa olsun tecrübe ile sabit olur. Ancak vaki olan ne kadar çok olursa da nihayetsiz hal ve hadiseler söz konusu Filozof Malbiranş, ‘Son zamanlarda din’ adlı eserinde ne güzel söylemiş: ‘Biz hadiselerin birbirini takibini görüyoruz da fakat taraflardan birini diğerine bağlayan rabıtayı göremiyoruz; Bu rabıtayı niye göremiyoruz? Bu rabıta bizden niye gizlidir? Çünkü o ilahidir, mahlûkatta misli olmayan bir şeydir.’ (Metalip ve Mezahip) olunca bunlar karşısında geçmişte olanın hiçbir kıymeti yoktur. Bu itibarla mucize, ne âdeti yırtar ve ne de sebebiyet kanunlarını haleldar eder. Zira mucizenin sebebi iradeyi ilahidir.’ 3. Mucizenin en meşhur münkirlerinden olan filozof Hume, bunu böyle anlamış ve şöyle dillendirmiştir: ‘Biz dikkatli bir gözle baktığımız da, kanun ve onun sebeplerini görmüyoruz , hadiseleri ve neticelerini görüyoruz buna rağmen sebep ve kanunları görmeden bunlara illiyet ve zaruret diyoruz. Mesela bilardo oynarken toplardan birine vurduğumuz da denk gelirse diğerini de hareketlendirir; bizim hissedip gördüğümüz işte bu kadardır; buradaki hadisede topların hare- Bu söz, bizim ‘Usul’ âlimlerinin: ‘ ‘İlliyet’ deveranla sabit olmaz’ hükmünün aynıdır. Ocak 2009 48 ketlerinin birinin önce diğerinin ise sonra oluşundan başka bir şey yok ortada. Biz olayın kendisini görüyoruz illet ve sebeplerini değil. Satırlık Hakikatler Bilgiyi ar tırmayan gü ömürden n boşa gitmiştir, sayılmaz Hadis-i Ş rıyla gözyaşla , lu o d retlerle r. Dünya ib yüklüdü erif Hadis-i Şerif Gökten hikmet yağar, fakat şu dört şeyden biri bulunan göle girmez: Dünyaya meyleden gönül, yarının tasasını yüklenen kişi, kardeşine haset eden kıskanç adam, insanlara karşı üstünlük sevdasına düşen şahıs. Gıda alm aktan m aksat, A edebilm llah’a ib adet ek için, vücudu kuvvetle ndirmek tir. İmam-ı Gaz ali Yahya bin Muaz Anbara bıraksanda cevher doğurmaz tavuk, Türlü hikmet yumurtlar, arpalıkta dalkavuk. Zafer güzel düğündür, lakin yolu mezarlıktan geçen bir çimenliğe benzer. Dr. Fehmi Cumalioğlu Yavuz Sultan Selim Han “Şimdi Allah sizden yükü hafifleştirdi ve bilmiştir ki, sizde muhakkak bir zaaf var. Şimdi sizden sabredici yüz kişi bulunursa, iki yüze galip olurlar. Ve eğer sizden bin kişi bulunursa, Allah’ın izniyle iki bine galebe ederler. Çünkü Allah sabredenlerle bereberdir.” (Enfal: 66) Dil, y r ’an elde Ku ir b , h e kad aram iz, bir h da Bir elde im iş ir ld a Bir hela yamalak düny man. lü m ı s Şu yar tam mü e n , iz kafir mer Hayyam Ö Ne tam umuş kalır, ak olduğu diş se rt old için ömür uğu i b çin d oyunca Buda ökülü r. 49 Ocak 2009 Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Mustafa İLHAN EBU HANİFE VE HANEFİLE RE GÖRE HADİS Bazıları, mezhep taassubuyla Ebu Hanife’yi kötülemek konusunda çok ileri gitmişlerdir. Hadisçilere göre bu hücumun sebebi Ebu Hanife’nin rey ve kıyası rivayetlere sokması ve bunlara itibar etmesidir. Peygamberimizin “Ümmetim yetmiş fırkaya ayrılacak.” hadisini zikrederek Ebu Hanife’nin reye başvurmasından dolayı küfür ehli olduğunu bile söyleyenler olmuştur. Fakat söz konusu hadise bakıldığında Peygamberin bütün rey yapanları değil de, bu işte kasıt güdüp Allah’ın dinine zarar vermek isteyenleri kastettiği anlaşılmaktadır. Zaten Peygamber efendimizin dahi rey kullandığına dair rivayetler olduğunu kaynak kitaplar söylemektedir. Yine Peygamber efendimiz Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken O’ndan kitap ve sünnette yer almayan konularda reyle içtihat edeceğini bildirmiş olması, reye karşı tutumu olmadığını gösterir. Ebu Hanife’nin bazı sahabilere yetiştiği fakat onlardan rivayet almaOcak 2009 50 dığı söylenir. Değişik kaynak kitaplarında Enes b. Malik, Abdullah b. Ebi Evfa, İbnü’t Tüfeyl gibi sahabe isimleri geçmekle beraber bunlar kesin bilgiler değildir. Bizzat Ebu Hanife’nin hadisçiliğinden bahsedersek, O her şeyden önce fakih olduğu için hadis bilgisinden yoksun olacağı düşünülemez. Ebu Hanife’nin sıkça tartışılan bir yönü olan hadis rivayetlerinin az olması konusunda İbnu Haldun şöyle der: “Ebu Hanife’nin rivayetinin az olması, rivayet şartlarını sıkı tutmasından ve akli gerçeklere aykırı olan rivayetleri zayıf saymasından” ileri gelmiştir. Buna rağmen Ebu Hanife’nin isnatlı olarak rivayet ettiği hadis sayısı da az değildir. Ebu Hanife’nin kaynak sıralamasında önce Allah’ın kitabına sonra Resul’ün sünnetine baktığı sonrada sahabe kavlinden dilediğini tercih et- tiği nakledilir. O “Peygamber’den gelenin başımız gözümüz üstünde yeri vardır” diyerek hadise karşı bağlılığını teyit etmiştir. beklenmezdi” demek suretiyle böyle hadis olamayacağını söyleyip ona katılmadığını beyan etmiştir. EBU HANİFE VE TALEBELERİNİN HADİS TERCİH VE TEFSİRİNDE DİKKATE ALDIĞI UNSURLAR Ebu Hanife’nin hadisleri değerlendirmede böyle bir kıstası dikkate aldığını gösteren açık bir söylemi yoktur. Ancak fıkhî meselelerde delil olarak kabul ettiği hadisler ve bunların yorumları, bu konuda gerekli ipuçlarını vermektedir. Bir örnekle göstermek gerekirse; İmam Muhammed, “Amellerin en faziletlisi en güç olanıdır” hadisine dayanarak, “Allah yolunda cihat edenin, aynı zamanda oruçlu olması halinde cihadın daha faydalı olduğunu” belirtmiştir. Fakat Ebu Hanife makul bir yaklaşımla değil cihad yapanın Hac yolcusunun bile oruç tutmasını hoş karşılamamıştır. Yine Ebu Hanife “Hz. Ali’nin duası ile batan güneşin geri döndüğü” nü ifade eden rivayeti akla aykırı olduğu için reddetmiştir. 1. Kuran’a Uygunluk: Bu konuda Ebu Hanife şöyle der: “Eğer bir kimse ‘Peygamber’in her söylediğine inanıyorum Nebi haksız konuşmaz ve Kuran’a muhalefet etmez’ derse, bu onun Peygamber’i tasdik, Kuran’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kuran’a muhalefet etseydi Allah-u Teala, ‘Eğer Muhammet bize karşı Kuran’a bazı sözler katmış olsaydı biz onu kuvvetle yakalardık, O’nun şahdamarını koparırdık, hiçbiriniz de O’nu koruyamazdınız.’(Hakka 69/44-47) kavline uygun, olarak O’nu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resul’ü Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Nebi sayılmaz. Nebi’den Kuran’a aykırı hadis rivayet eden kimseyi reddetmek, Peygamber’i reddetmek ve O’nu yalanlamak değildir. Bu ancak batıl rivayette bulunan o râvîyi reddir.” Ebu Hanife’nin bu ifadesinde açıkça anlaşıldığı gibi hadisleri değerlendirmede dikkate aldığı en önemli unsur Kuran’a uygunluktur. Talebelerinde de aynı hassasiyet görülmektedir. 2. Akla Uygunluk: Sahabe döneminde bazı hadis rivayetlerinin onlar tarafından akli değerlendirmeye tabi tutulduğu bilinmektedir. İbnu Abbas ve Hz. Aişe’nin, Ebu Hureyre ile bazı sahabelerin rivayetlerine itirazları bu kabildendir. Örnek olarak Ebu Hureyre’nin “Veled-i zina üç şerlilerin en şerlisidir” mealindeki hadis rivayeti İbnu Abbas’a ulaşınca, “Eğer veled-i zina üçün en şerlileri olsaydı, annesinin recm edilmesi için çocuğunu doğurması 3. İnsana Verilen Değer: Ebu Hanife’nin çeşitli meselelere getirdiği çözümler incelendiğinde O’nun diğer imamlar ve müçtehitlere nazaran insan unsuruna daha çok önem verdiği ve insani değerleri mümkün olduğunca korumaya gayret ettiği görülmektedir. Örneğin “Velisinin izni olmadan kadının nikâhının caiz olmayacağı” şeklinde Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetler vardır. Ebu Hanife ise hür, akil ve baliğ olan bir kadının kendi rızasıyla nikâhlanmasının caiz olduğunu belirtir. Ve bu görüşünü, “Kocası olmayan kadın, kendi nefsi hususunda velisinden daha çok hak sahibidir” şeklindeki bir diğer hadise dayandırır. 4. Kolay ve Maslahata Uygun Olanı Tercih (İstihsan): İnsanlar için bu madde ışığı altında hüküm verme Hanefi mezhebinin belli prensiplerindendir. Ve bu prensibe uygun olarak Allah-u Teala “Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez” (Bakara 2/185) buyurur. Hz. Peygamber de, “ Dininizin hayırlısı 51 Ocak 2009 kolaylıktır” buyurmuştur. Bir örnekle anlamlandırmak gerekirse, Peygamber’den rivayet edilen hadislerden birinde “Her buluğ çağına eren kimsenin Cuma günü gusletmesinin vacip olduğu” belirtilmektedir. İmam Muhammed ise “Cuma günü gusül faydalıdır. Fakat vacip değildir ve bu konuda birçok hadis vardır” der ve bazılarını nakleder. 5. Maksada Uygun Olanı Tercih: Ebu Hanife’nin hadisi yorumlamada önem verdiği hususlardan biridir. Bu husus hadislere muhalefet değildir. Hz. Peygamber’e gelip Müslüman olan Kuleyb’e Hz. Peygamber “Üzerindeki küfür saçını kes” demiş, O da başını tıraş ettirmiştir. İmam Muhammed bu hadisi zikrettikten sonra “Bunu her yeni 7. Zamanla Ortaya Çıkan Gelişmeleri Dikkate Alma: İslam hukukunun temel prensiplerinden olan bu kuralın İslam’ın ilk devirlerinden itibaren örneklerini vermiş olduğunu bilmekteyiz. Mesela hurma ve kuru üzüm nebizlerinin birlikte yapılıp karıştırılarak içilmesini Hz. Peygamber’in yasaklamış olduğu, rivayetlerde bildirilmektedir. Ebu Hanife’nin naklettiğine göre hurma ve kuru üzüm nebizlerinin karıştırılıp içilmelerinde bir beis yoktur. Çünkü bunlar evvelce fakirlikten dolayı kerih görülmüştü. İmam Muhammed “Allah Müslümanlara genişlik verdiği zaman bunları içmenin mahsuru yoktur” hadisini nakledip “ Biz bunu alırız, Ebu Hanife’nin görüşü de budur” demektedir. HANEFİ MEZHEBİNİN HADİS METODU ‘Eğer Muhammet bize karşı Kuran’a bazı sözler katmış olsaydı biz onu kuvvetle yakalardık, O’nun şahdamarını koparırdık, hiçbiriniz de O’nu koruyamazdınız.’ Müslüman olana vacip görmüyoruz. Çünkü ashabdan çoğuna bunu emretmedi. Muhtemelen Peygamber, saçları ile övündüğü için, ya da saçlarının daha temiz olması için Kuleyb’e tıraş olmasını emretti” demiştir. 6. Örfe Uygunluk: Hanefi mezhebinin diğer mezheplerden farklı olarak örfe daha büyük önem verdiği bilinmektedir. “Örf ile sabit olanın, nass ile sabit olmuş gibi kabul edileceği” prensibi, İmam Muhammed’den nakledilmektedir. “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah yanında da güzeldir, Müslümanların çirkin gördüğü şey, Allah yanında da çirkindir” hadisi bu konuda Hanefilerin dayandığı diğer bir delildir. Örneğin Hz. Peygamber buğdayla buğdayın, arpayla arpanın aynı cinsten olmak kaydıyla ve peşin olarak satılmasını aksi takdirde ribâ olacağını bildirmiştir. Ebu Hanife ise elde mevcut olmasa da buğdayın, mevcut olanla aynı satılabileceği görüşündedir. Ocak 2009 Ebu Hanife ve talebelerinin daha sonra ortaya çıkan bir bilim dalı olarak, hadis usulüne dair müstakil eserleri yoktur. Ancak ilk fıkıh kitapları içinde hadis usulü ile ilgili bazı bilgiler yer almaktadır. Bunlar, fıkhî usullerde esas alınan hadislerin tercihi sadedinde ve genellikle diğer imamlarla görüş ayrılığı bulunan meselelerde zikredilen unsurlardır. Yani bir müçtehit hükme esas aldığı hadisi, ya isnat yönünden, ya râvînin durumu yönünden veya hadisin maruf olup olmaması yönünden tercih veya terk etmekte, böylece karşı tarafın dayandığı hadisi daha az kuvvetli veya zayıf bulmaktadır. Sünnet Terimi, Kullanılışı ve Tanımı: Serahsî’nin belirttiğine göre Hanefilerde sünnet, “Resulullah’ın ve ondan sonra sahabelerin takip ettiği yoldur”, Şafii ise sünnetten Peygamber’in yolunu ve sünnetini kasteder. Serahsî sünnet teriminin yalnız Peygamber’e hasredilemeyeceğini izah ederken “Men senne sünneten haseneten…” (Müslim) hadisini delil getirir. Yine, “Size benim ve benden sonraki raşit halifelerin sünnetine uymak düşer, buna sımsıkı sarılın” (Dârimî) hadisini zikreder. Sünnetin Kısımları ve Sünnete İttibaın Hükmü: Hanefi usulcülerine göre sünnet iki çeşittir. Sünnet-i Huda: uyulması hidayet, terki dalalet ifade eder. Kamet getirmek gibi sünnetler buna örnek verilebilir. Diğeri ise Sünnet-i Zevaid: uyulması güzel, terki mübah olanları ifade eder. Peygamber’in oturuşu, kalkışı, giyinişi buna örnektir. HABERLERİN KISIMLARI Mütevatir haber: Hz. Peygamber’den şüphe bulunmayan bir şahitlikle, aynen onu görüp işitenin aldığı şekilde ulaşan haberlerdir. Kuran’ı Kerim’in nakli, beş vakit namaz, rekât sayıları buna örnek52 tir. Bu haberlerde yalan ve galat ihtimali mevcut değildir. İlmi zaruri ifade ettiği için mütevatir hadisi inkâr eden tekfir olunur. Meşhur Haber: Sahabe tabakasından ahad olarak rivayet edilip, tabiin ve tebe-i tabiin tabakalarında tavatür derecesine ulaşan haberlerdir. Dolayısıyla meşhur hadis asıl itibariyle ahad, yani tek kişi ile başlamış, sonraki tabakalarda ise mütevatir olmuştur. Mest üzerine mesh etme hadisi ile kadının halası ve teyzesi üzerine nikâh haramlığını bildiren hadis meşhur hadislerin örneklerindendir. Ahad Haber (Haber-i Vâhid): Bir, iki veya daha çok râvînin rivayet ettiği, fakat meşhur ve mütevatir mertebesine ulaşamayan her haber, genel olarak da tek kişinin rivayet ettiği haberdir. Hanefilere göre haber-i vâhid ilm-i yakîn ifade etmez, inkâr eden kâfir olmaz, amel icap ettirse de, kesin hüküm değildir. Ebu Hanife’ye göre, haber-i vâhidle sabit olan nassla amel etmek, mutlaka gerekmez. İmam Muhammed ve Ebu Hanife arasında geçen şu diyaloga bir göz atalım: İmam Muhammed: Abdestte ağza ve buruna su almayı unutan ve sonra namazını kılan kişi hakkında görüşün nedir? Ebu Hanife: Namazı tamdır. İmam Muhammed: Abdestte başını mesh etmeyi unutup namazını kılsa durumu ne olur? Ebu Hanife: Başını mesh etmesi ve namazını iade etmesi gerekir. Çünkü başın meshi Allah’ın kitabıyla farz edilmiştir. Ağız ve buruna su almak bunun gibi değildir. Ebu Hanife haber-i vâhidin kabulünde şu şartları ileri sürmüştür: 1. Haber-i vâhid, şayet Kuran’ın umum ve zahirine aykırı ise kitaba uygun olanını alarak muhalif haberi reddederdi. 2. Haber-i vâhid, kavli ve fiili meşhur bir sünnete muhalif olursa onunla amel etmezdi. 3. Râvînin rivayet ettiği habere bizzat kendisinin aykırı davranması halinde o haberi terk ederdi. 4. Seleften birinin ilgili konudaki haber-i vâhide itirazda bulunması halinde o rivayeti tek ederdi. 53 Ocak 2009 5. Râvînin haberi duyduğu andan rivayet ettiği ana kadar hiç değiştirmeden aklında tutmasını şart koşardı. 6. Râvînin rivayet ettiği haberi hatırlamadığı takdirde yazıya güvenmesini yeterli görmezdi. Ebu Hanife’nin zayıf hadisle ameline örnek sunmak gerekirse; Buhari, “Bütün namazlarda, cemaate kıraat vacibdir” görüşündedir (Buhari, Ezan, 95). Hanefiler ise, Buhari’nin görüşünü kabul etmeyip delil olarak “Kim imama uyarsa, onun kıraatı, kendisinin kıraatıdır” hadisini göstermişlerdir. HADİSLE İLGİLİ BAZI MESELELER 1. Hadiste İnkıta (Kopukluk): Hanefi usulcülerine göre hadiste iki türlü kopukluktan bahsedilir. Şekli veya zahir kopukluk ve gizli veya batın kopukluk. Şekli kopukluk mürsel haberlerde görülen kopukluk çeşididir. Gizli veya batın kopukluk ise ikiye ayrılır. İlki çatışma sebebiyle kopukluktur (Allah’ın kitabıyla çatışan haber, maruf sünnetle çatışan haber, sahabelerin ileri gelenlerinin kabul etmediği haber, cemaate aykırı düşen haber). Diğeri ise nakledendeki kusur ve noksanlıktan doğan kopukluktur (fâsıkın haberi, çocuğun haberi, ihmalkâr, bunak ya da sapık fırka mensubunun haberi). 2. Mürsel Haberin Tanımı ve Delil Olma Değeri: Meşhur olan tarifi, senedinden bir sahabi düşen hadis şeklinde yapılmıştır. Resulullah şöyle buyurdu… Resulullah şöyle yaptı… şeklindeki sözler mürseldir. Mürsel hadis zayıf sayılır ve sebebi de senedinin muttasıl olmayışıdır (ilk kaynağına kadar kesintisiz varmayışıdır). Bununla beraber Hanefilere göre mürsel haberler hüccettir. 3. Zayıf Hadis: Hadisçilere göre, sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan hadis olarak tanımlanır. Hangi hadisin zayıf sayılıp sayılmayacağı fukaha arasında da ihtilaflıdır. Bununla birlikte Hanefiler, “zayıf hadisler kıyasa önceliklidir” derler. Ocak 2009 4. Râvî İle İlgili Meseleler Râvîde şu dört şartın bulunması gerekir. a. İslam: Râvînin hadisinin kabul edilmesi için Müslüman olması şarttır. Müslüman olmayanların hakikatı gizlemeleri ve yalan haber katmaları mümkündür. İmam Muhammed kâfirin haberi ile eğer onunla amel ihtiyaten gerekliyse ameli caiz görür. Aksi takdirde caiz görmez. b. Akıl: Rivayet edilen haber düzenli ve belirli bir manası olan bir söz olduğu için onu nakledenin akıl melekesine sahip olması şarttır. Çocuğun haberi hüccet değildir. Çünkü şeriat onu kendi dünyevi işlerinde veli kılmamıştır. Din işleri daha önemlidir. Matuhun durumu da çocuk gibidir. İhtiyat halinde kâfirin haberiyle amel caiz olduğuna göre Müslüman çocuğun haberiyle de amel caiz olur. c. Adalet: Bu konuyla ilgili olarak, büyük günah işleyenin adaletinin düşeceği ve yalancılıkla itham edileceği söylenmiştir. Yine küçük günahlarda ısrarcı olanların durumu da aynıdır. 54 Şayet bir kimse alışverişinde adil değilse, haberinde de yalan yönünün ağır bastığı kabul edilir. Yani bir haramdan uzak durmayan, haram olduğunu bildiği yalanı da önemsemez. e. Zabt: Zabt, kelamı gerektiği gibi işitmek, ondan bahsedilen manayı anlamak, sonra bütün gayretiyle onu ezberlemek, daha sonra da onu rivayet edeceği zamana kadar muhafaza etmektir. 5. Nesh Kelime anlamı olarak, önceki hadis hükmünün, sonraki hadis hükmüyle yürürlükten kaldırılması demektir. Nesh, Hanefi mezhebinde geniş ve önemli bir yer tutar. Nitekim Ebu Hanife’nin kitap ve sünnette neshin mevcudiyetini kabul ettiği ve bilhassa nâsih ve mensûhu ayırmada çok titiz davrandığı belirtilir. Hanefilere göre neshin geçerli olup olmadığı yerler şunlardır: a. Allah’ın isim ve sıfatlarında nesh olmaz. b. Kendisinde “hâlidîne fihâ ebedâ” gibi ebedilik bildiren ve “ilâ yevmi’l-kıyâme” gibi, hükmün kıyamete kadar yürürlükte olduğunu ifade eden lafızların bulunduğu meselelerde nesh cari olmaz. c. Hz. Peygamber’in koyduğu ve hayatında nesh etmediği hükümler ondan sonra nesh olunmaz. d. Nesh, emir ve nehiylerde olur ve bu da ancak kitap ve sünnete münhasırdır. Şimdi neshin sünnette cari olan kısımlarını inceleyelim. 1. Sünnetin Sünnetle Neshi: Bu şu şekilde meydana gelir. Mütevatir haber, her türlü haberi tahsis ve nesh ettiği gibi, meşhur haberler de mütevatir haberi nesh edebilir. Dolayısıyla meşhur haber, ahad haberi nesh edebilir. Fakat mütevatir ve meşhur haberler ahad haberlerle nesh edilemezler. Ancak ahad haberlerin başka bir ahad haberi neshi caizdir. Hadislerde nâsih ve mensûh şu yollarla bilinir: hadislerde olduğu gibi, bizzat Hz. Peygamber önceki hükmün geçerliliğini kaldırmıştır. b. Yine hadislerde nâsih ve mensûh, iki veya daha fazla hadisin çelişmesiyle bilinir. Önce olanın neshine karar verilir. Bu neshe örnek olarak, “ateşte pişmiş bir şeyi yiyenin abdest alması gerektiği”ni bildiren hadisin daha, sonra bu durumda abdestin gerekmeyeceğini bildiren hadislerle nesh edilmesi gösterilebilir. c. Bir râvînin rivayet ettiği hadise muhalif hareket etmesiyle de nesh anlaşılmış olur. Mesela Ebu Hureyre’nin “köpeğin ağzını sürdüğü kabın yedi kere yıkanması gerektiğini” bildiren kendi rivayetine aykırı hareket etmesi, bu tür neshe örnek gösterilebilir. 2. Sünnetin Kitapla Neshi: Hanefilere göre sünnetin kitapla neshi caizdir. Zira Hz. Peygamber Medine’ye geldiklerinde onaltı ay Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kıldılar. Bu hüküm Kuran’la değil fiili sünnetle sabitti. Daha sonra bu sünnet “Yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir” (Bakara 2/144) ayetiyle nesh edildi. 3. Kitabın Sünnetle Neshi: Hanefilere göre kitabın sünnetle neshi caiz olup, şu kaideyi belirtirler: Mütevatir ve meşhur haberlerle Kuran ayetlerinin neshi caizdir. Kitabın kendi dışındaki bir şeyle neshine Serahsi şu örneği verir: Kuran-ı Kerim’de Peygamber’e hitaben nazil olan “Ey Muhammed bundan sonra sana hiçbir kadın helal olmadığı gibi zevcelerini boşayıp başkalarıyla değiştirmen de helal değildir” (Ahzab 33/52) ayeti, Hz. Aişe ve İbnu Ömer’in rivayet ettikleri “Resulullah dünyadan ayrılmadan önce kadınlar ona mübah kılındı” haberi ile nesh olunmuştur. Hanefilerin çoğunluğuna göre nesh, cem’e takdim edilir. Tarihleri biliniyorsa daha sonra olan, önce olanı nesh eder. Bu mümkün değilse, imkân nispetinde iki delilin arası cem edilmeye çalışılır. Hiçbiri mümkün olmuyorsa, iki delille de amel terk edilir. ..................................................................... a. Hz. Peygamber’in işaret ve tahsisi ile. Kabir ziyaretini ve kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını önce men eden, sonra serbest bırakan * Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]), ** Araştırmacı 55 Ocak 2009 Umut BULUT ’MUSTAFA YAZGAN’IN TESPİT VE HATIRA NOTLARINDA NECİP FAZIL Biz sizi Büyük Doğu Dergisi yazarı olarak tanıyoruz. Necip Fazıl Kısakürek’le uzun bir dostluğu olan bir yazar olarak bize üstadı anlatır mısınız? Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’mizin son yüz senelik tarihi içinde isim yapmış, sosyal siyasal, kültürel, edebî ve ahlakî boyutlarda büyük çapta tesiri görülmüş değerli bir şair, edip, hatip, gazeteci, yazar araştırmacı ve yayıncıdır. O, bu vasıflarıyla ürünlerini bir devrin içindeki bütün olumsuzluklara karşı yükseltici ve inkılap çapında bir noktaya erdirici kutlu bir fikrin mensubudur. Bu vasfıyla bu gün bile 2008-2009 ortamında Türkiye’mizde mevcut siyasal, sosyal, kültürel ve edebî kadroların oluşumunda doğrudan doğruya etkili bir fikir ve aksiyon lideridir. Sizinle ilişkisini ne düzeydeydi? Onunla tanıştığınız dönemlerdeki intibalarınız bizimle paylaşır mısınız? Necip Fazıl Kısakürek’le on sekiz yılım birlikte geçti. Bu mutlu dönem Ocak 2009 56 içinde gördüm, anladım ve yaşadım ki; Türkiye’nin son derece ilkel ve karanlık günlerden aydınlığa çıkış serüveninde üstadın çok kesin ve etkili rolü olmuştur. Necip Fazıl Kısakürek, her şeyden önce ruh ve canıyla inanmış bir Müslüman’dı. Eserleri ve özellikle şiirleri bu inancın yoğun duygularıyla yüklüdür. Bütün eserlerini unutsanız yayınlanmamış kabul etseniz, nesirde ‘’Çöle İnen Nur’’ nazımda ise ‘’Çile’’ onu bu anlattıklarım istikametinde yüceltecek müstesna eserler olduğunu söyleyebilirim. Üstatla ilk tanışmanız nasıl oldu? Ben on – on iki yaşlarında öğretmen olan babamın takip ettiği bütün İslamî yayınları 1945- 55 yılları arasında çocukluk safiyeti içinde okurdum. Üstadın ismi çocuk beynime ve hafızama bu yaşlarda yazıldı. Çocukluk duyguları içinde bile onun eserlerindeki derinliği sezebiliyordum. Ama o gün eğitim ve kültür dünyamıza hâkim olan menfi güç- Röportaj ler onu Türk kamuoyuna ‘’Sarhoş, ayyaş, iki şahsiyetli ve gerici bir kişi’’ olarak lanse ediyordu. 1965’te Türkiye ve Ortadoğu Kamu Yönetimi Enstitüsü’nün asistanı olarak Gaziantep’te verdiği bir konferans esnasında kendisiyle konferansın ertesinde aynı şehirde tanışma imkânına erdim. Hayatta kesinlikle ‘tesadüf’’ kelimesinin geçerli olmadığına inanan bir kişiyim. İlahi takdirin ve misyonun bizi bu vesileyle bir araya getirdiğini Bu gün 2008’in Aralık ayında içim ürpererek hissediyorum. O gün bugün Anadolu yaylalarında ‘’Bir fikir akıncısı’’ gibi bizimle ‘gönüldaş’ olan çok değerli kardeşlerimle birlikte koşturduk durduk. Sonuç geriye çevrilemeyen bir manevi zaferdir. Necip Fazıl Kısakürek, genç şair döneminde Türkiye’nin ve Avrupa’nın bütün artı ve eksilerini o müthiş zekasıyla tespit edebilmiş ve bu tespitin ütopik eseri olarak ‘’İdeolocya Örgüsü’’ kitabını yayınlamıştır. Hayatı diyebilirim ki saniye saniye bir çile ve ıstırap darbelerinin zonklamasıyla dolmuş, bu dayanılmaz işkencenin dışa vurmuş kalem ve kelam mahsullerini (ürünlerini) hapislere girip çıkarak çok kabarık bir fatura olarak ödemiştir. Demek ki bu ülkede soylu ve yüce inkılaplar yapılacaksa, bir ülke kaybettiği güneşin sıcaklık hasretini aramak çığırına girmişse ve bunun için muhteşem bir derinlikte bir gençlik kadrosu gerekiyorsa bu çekilen çileler mutlaka ödenmesi gereken faturalardır. Bize Büyük Doğu Dergisi’ndeki serüveninizi anlatır mısınız? Üstadın cemiyet faaliyetleri içindeki Büyük Doğu Fikir Kulüpleri önemli bir yer tutar. Bendeniz o dönemde Ankara ‘b.d ‘’fikir Kulübü başkanıydım. Bu kulüpte çok değerli kadromuzda o kulübe mensup son derece güzide insanların gayreti ve himmeti olmuştur. Bu günler bana göre o günlerin ürünüdür. Bu gün çok mutluyum o çok değerli insan ile geçirdiğim yıllar fikir, düşünce, sanat, edebiyat, hitabet çalışmalarımda asla reddedemeyeceğim temelleri oluşturmuştur. Büyük Doğu Dergisi onun çileli dünyasının ve soylu fikir mücadelesinin tarihi belgesidir. Bu kadroda, (Raporlar kitabında da isimleri yazılı olan yazarları ‘’benim kadrom’’ diye ilan etmiştir) Sabahattin Zaim, Nevzat Yalçıntaş, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan gibi kırka yakın güzide şair ve yazar vardır. Büyük Doğu Dergisi’nde yazmaya ne zaman başladınız bu nasıl oldu? Son dönemlere yakın çıkardığı dergide benim de yazmamı istedi. Orta sayfanın sol tarafındaki sütunda benim yazılarımı değerlendirdi. Sağ tarafındaki sütunda çok muhterem Sezai Karakoç’un muhtevalı yazıları yer alıyordu. Birkaç kere Üstatla mahkeme koridorlarında beraber sanık noktasına çıktım. Hiçbir zaman bir kompleks içinde olmaksızın bu oluşumların bir doğum sancısının başlangıcı olduğunu biliyor ve hissediyordum. O günlerle bu günleri bizim için bir mukayese edecek olursanız neler söylemek istersiniz? Bu gün başta İstanbul olmak üzere bütün ülkeyi saran bir yayıncılık mükemmeliyeti içinde İslamî yayınların derin tecrübelerle gelişmekte ve muhteva kazanmakta olduğunu görüyorum. Dün kitapçılarda doğru dürüst derde şifa olacak kitap bulamazken bu gün her kitapçımızda istediğimiz her kitabı bulma şansına sahibiz. O zamanki gençlikle bu günün gençliğini mukayese edecek olursanız neler söylersiniz? O zamanla bu zaman arasında bu günkü gençlik mutlaka o günlerin havasını (atmosferini) soluklamak ve o günleri hayalinde canlandırarak bu günlerin şartlarıyla kıyaslamak zorundadır. Heyecansa ben bu gün çok sevgili genç evlatlarımın( hanım kızlarımın- delikanlı oğullarımın) yoğun bir inanç heyecanı içinde olduğunu düşünüyorum. O gün yol kavşağında iki ayrı yol vardı. Ya şu tarafa ya bu tarafa gitmek zorunda idiniz. Ama bu gün bu gençlik önünde açılmış yüzlerce aldatıcı ideoloji, teknolojik cambazlık ve anlatılmaz girift duygular içinde ‘’ o tek ve ölümsüz hakikati’’ torbadan şans çeker gibi çekip çıkarmak ve bulmak zorundadır. Bu günkü gençliğin işi çok zor, fakat bizim dönemimizden çok daha şanlı şerefli ve kutsaldır. Yalnız şu internet olayı bile bu gün bu gençlik için müstesna bir tebliğ ve eğitim fırsatını içermektedir. İyiyi kötüyü ayırabilmek bu gençliğin gerçek büluğa erişidir. Üstadın hususiyetleri üzerine bize bir şeyler söylemek ister misiniz? Necip Fazıl Kısakürek’in en çarpıcı özelliklerinden biri muhteşem ve kontrollü bir dava hiddeti içinde olmasıdır. Ancak o çarpıcı zekâsıyla yüksek idrak isteyen bir konuyu kendisiyle tartışmak noktasına gelenlere karşı uyarıcı tepkiler sergilerdi. Fakat asli yapısıyla Necip Fazıl Kısakürek, zarif bir Osmanlı ailesinin yetiştirdiği, Avrupai kültür ve nezaket kurallarını bilen, İslamî edep ve terbiye içinde kendisiyle son derece rahat konuşulabilen bir kişiydi. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim. 57 Ocak 2009 MUHABBET BAHÇESİ Yusuf ELİBOL ANA HAKKI VE ALKAMA'NIN SONU Hazreti Peygamberimiz (s.a.v) ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın huzuruna telaşla girerek: - Ya Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi. Hazreti Peygamberimiz: - Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu. Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalıştığını söyledi. Bu sefer Peygamberimiz: - Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu. Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimiz (s.a.v) kadının kocası Alkama'nın anasını huzura çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz: - Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? diye sordu. Alkamanın anası: - Ya Resulallah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi. Peygamberimiz (s.a.v) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın: - Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü, dedi. Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu. Hazreti Peygamber, kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için, orada bulunanlara: - Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi. Kadın hayretle : - Odunu ne yapacaksın ya Resûlallah! diye sormaktan kendini alamadı. Çünkü o da şüphelenmişti. Peygamber Efendimiz : - Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca, kadın dayanamadı, - Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlallah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi. Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek : - Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular. ÂSIM’IN NESLİ PROJESİ - Bilâl-i Habeşi Alkama'nın yanına varıp şehadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı : Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah'a teslim etti. ANNENİN İHTİYACI VAR Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır: İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine: - Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi. - Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede Ocak 2009 uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona: - Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç: - Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona: - Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi. 58 ANA DUASI ŞEFAATÇI EVLAT Musâ peygamber, Tûr Dağı’nda Allah u Tealâ ile konuşma Osmân bin Maz'ûn şerefine erdikten sonra: “Yâ Rabbi, benim Cennet’teki komşu- (r.a.) hazretlerinin bir oğlu larım kimlerdir, bazılarını bildirir misin?” diye bir istekte bulun- vefat etdi. Ondan dolayı muştu. üzüntüsü çok olup, mahzûn Allah, Musâ peygambere: “Senin Cennet’teki komşuların- oldu. Evinde oturdu. Evinde dan biri, falan yerde yaşayan bir kasaptır. Görmek istersen, dük- bir mescid binâ etti. Orada kânı falan yerdedir. Git, bir gece kendisine misafir ol,” buyurdu. ibâdet ederdi. Musâ Peygamber, bu kasabın nasıl bir iyilik işleyerek kendine Cennet’te komşu olmayı hak ettiğini düşündü. Bu merakla, onun bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı. Nihayet kasabı bularak: “Ey Allah’ın kulu, bu gece sana misafir olmak istiyorum, kabul eder misin?” dedi. Kasap: “Hay hay! Tanrı misafirlerine, kapım daima açıktır, Resûlullah (s.a.v.) hazretleri işitip, buyurdu ki, - Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin! Sonra onu, Resûlulla- akşam olsun da eve birlikte gidelim, dedi. Akşam olunca, kasap elindeki sepetin içini yiyeceklerle doldurdu. Birlikte evin yolunu tuttular. Eve gelince kasap: – Bana müsaade buyurun, evvela şu salıncakta, değerli bir misafirim daha vardır. Onun hatırını sorup ihtiyaçlarını karşıla- hın (s.a.v.) yanına götürdüler. Resûlullah (s.a.v.) ona buyurdular ki; yayım, sonra sizinle ilgilenirim, dedi. Odanın bir köşesinde asılı - Bil ya Osman ki, mu- duran salıncaktan yaşlı bir kadın çıkardı. Altını temizledi, elbi- hakkak Cehennemin yedi sesini değiştirdi. Adeta bir iskeletten ibaret kalmış ihtiyarın bütün kapısı vardır. Ve Cennetin hizmetini görüp, yemeğini yedirdikten sonra, tekrar yerine ya- sekiz kapısı vardır. Cennet tırdı. O sırada İhtiyar kadının anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler söy- kapılarından her birine gitti- lendiği duyuldu. Kasap da bu sözlere “âmin” dedi. ğinde, oğlunu orada görüp, Musâ peygamber sordu: “Bu kimdir ki, kendisine bu kadar özenle hizmet ediyorsun?” Allah’ü teâlâ’dan sana şefâ'at eder hâlde olduğunu Kasap: “Bu benim anamdır. Vaktiyle benim bütün zahmet ve sıkıntılarıma katlanmış vefakâr bir kadındır. Şimdi ben de kendisine evlâtlık görevimi yapmaya çalışmaktayım.” – Peki, hizmetinin sonunda bir şeyler söyledi, sen de âmin, dedin; ne dedi ki? – Annem, hizmetlerimden çok memnun kaldığı için, bana her gün, “Oğlum, Cennet’te Musâ Peygambere komşu olasın.” diye dua eder; ben de âmin derim. Bu olacak iş mi? Musâ Peygamber kim, ben kim? Ben onun yanına bile yaklaşabilir miyim görmeğe râzı olmaz mısın? Osmân bin Maz'ûn 'radıyallahü teâlâ anh', - Yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi. Süâl edildi ki, yâ Resûlallah! - Bizim oğullarımız da böyle olur mu? hiç? Bu esnada kendisini tanıtan Musâ Peygamber: “Müjdeler olsun sana,” dedi. “Ben Musâ Peygamber’im. Cennette senin Buyurdular ki, - Evet olur, kıyâmete bana komşu olacağını Allah haber verdiği için, komşumu gör- kadar mek üzere buraya gelmiştim. Anana hizmetten sakın geri eden ve sevab isteyen her- kalma,” diyerek oradan ayrıldı. kese de böyledir! 59 ümmetimden sabr Ocak 2009 Salih AYDIN Gecenin güneşi: Teheccüd Namazı “Geceleyin de, sana özgü bir nafile olmak üzere teheccüde kalk ki, Rabb’in seni Makam-ı Mahmud’a eriştirir.” (İsra, 17/79) “Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanan, asla büyüklenmeksizin Rab’lerini hamd ile tesbih eden kimseler iman ederler. Onların yanları geceleri yataktan uzaklaşır, korku ve ümit arasında Rab’lerine dua ederler ve rızıklandırdığımız şeylerden de Allah yolunda harcarlar. Onların bu yaptıklarına karşılık gözlerini aydın edecek nasıl bir mükâfatın saklandığını kimse bilmez!” (Secde, 32/15–17) Ocak 2009 iner ve: "Ben her şeyin hakimiyim, Ben her şeyin hakimiyim, kim Bana dua eder, duasını kabul edeyim? Kim Benden ister, istediğini vereyim? Kim Benden bağışlama diler, kendisini bağışlayayım?" diye buyurur. Fecr vaktine kadar bu hal üzere devam eder. ( Müslim: Salâtu'l-müsafirîn: 168) Ebu Hureyre RadıyallahüAnh'den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Ebû Hureyre (r.a)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Geceleyin kalkıp namaz kılan ve karısını uyandırarak ona da kıldıran, şayet kalkmak istemezse yüzüne su serpen erkeğe Allah rahmet eder, (günahlarını bağışlar). Yine geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su serpen kadına da Allah rahmet eder (günahını bağışlar)" (Ebû Davûd, Salâtü'tTatavvu', 18). "Gecenin üçte biri geçtikten sonra AHahü Teala dünya göğüne Hadis-i şerif insanı teheccüd namazı kılmaya teşvik ettiği gibi, aile fert- 60 lerini kaldırıp onlara da bu faziletli namazı kıldırmaya teşvik etmektedir. Yine Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: "Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekat namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar" (Ebû Davûd, Vitr, 13). Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar ise Allah'ın mağfiret ve mükâfatına nail olacaklardır. Kur'an-ı Kerimde onlar hakkında "Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, işte Allah bunlar için bağış ve büyük mükâfat hazırlamıştır" (el-Ahzab, 33/35) buyurulmuştur. ALLAH’IN RIZASI İBADETLE KAZANILIR Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah kendilerine mükâfatlarını tam olarak versin ve kendi lütfundan daha da artırsın diye (böyle yaparlar). Şüphesiz O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir." (Fatır;30) Ayet-i kerimeden anlaşılan odur ki, insan yapmış olduğu amelinin, ibadet ve zikrinin mükâfatının karşılığını eksiksiz, hatta fazlasıyla alacaktır. Allah-u Zülcelal'in fazlı ve keremi ile sevapların mükâfatı kat kat fazla olacaktır ki, bu Allah'ın rahmetinin bolluğunu gösterir. Allah-u Zülcelal kendisine ibadet edilmesinden ve çok yalvarılmasından razı olur. Çünkü Allah'a, kulunun münacatı çok hoş gelir. O halde, gece-gündüz Alllah'a ibadet edip yalvarana muamelenin nasıl olacağını sen düşün! Allah-u Zülcelal'in rahmetine muhtaç kullar olarak, geceleri seher vakitlerinde çokça yalvarıp, ömrümüz yettiği sürece af ve mağfiret talebinden geri kalmamamız gereklidir. Çünkü geçmiş Evliyaların yaşantısına baktığımız zaman, ömürlerinin çoğunu Allah-u Zülcelal'e ibadetle geçirdiklerini görüyoruz. Herkes uyurken, senin kalkıp Allah-u Zülcelal'e münacaat etmen, yalvarman, diğer vakitlerde yapacağın dualardan çok daha kıymetlidir. Allah aşıklarının gönülleri nurlarla aydınlanmıştır: Şeyh Şehabeddin Ömer Sühreverdi şöyle demiştir: "Hakiki Allah aşığı, gece zikir ve münacaata başlayınca, onun gecesinin nuru gündüzüne yayılır. Gündüzü de gecesinin himayesinde olur. Onun gönlü Allah-u Zülcelal'in nurlarıyla münevver olur. Kalbi Allah'ın kalelerinden bir kale içinde olur." Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelâl Peygamberlerden birisine şöyle vahy etmiştir: "Gerçekten benim bazı kullarım var ki onlar beni sever, ben de onları severim. Onlar bana kavuşmayı özler, ben de onlara kavuşmayı arzularım. Onlar beni zikreder, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar eder, ben de onlara nazar ederim, onların yoluna girersen seni de severim. Onlardan yüz çevirirsen sana kızarım." Bunun üzerine o Peygamber: "Ya Rabbi! Onların alameti nedir?" diye sorunca, Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu: "Şefkatli bir çobanın koyunlarını takip edip izlediği gibi, onlar da gündüzleyin gölgeleri takip ederek ibadet vakitlerini tespite uğraşırlar. Gün batımında kuşun yuvasına dönmeyi arzuladığı gibi, onlar da bana ibadet için güneşin batmasını arzularlar. Gece olup her sevgili sevgilisiyle başbaşa kalınca, onlar bana ibadet için ayakta durur, yüzlerini benim için secdeye sererler. Benim kelamımla münacaat ederler. Kendilerine ihsan ettiğim nimetler için beni övüp dururlar. Onların benim için katlandıkları sıkıntıları görüyor, muhabbetimden dolayı nasıl dertlendiklerini işitiyorum. Onlara ilk olarak üç nimet veririm: Birincisi: Kalplerine nurumdan bir parça nur atarım, artık benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler. İkincisi: Eğer yedi kat gökler, bütün yerler ve ikisinin içindekiler sevap olarak onların mizanına konacak olsa, onların yaptıklarına karşılık olarak bunları az bulur, kendilerine daha fazlasını veririm. Onların yaptıkları bu ibadetin ecri, benim yanımda daha fazladır. Üçüncüsü: Onlara zatımla yönelirim. Bir düşün! Benim zatımla yöneldiğim bir dostuma ne vereceğimi hiç kimse bilebilir mi?" Görüldüğü gibi gece ibadeti, Allah-u Zülcelal'in sevgisine ulaştıran çok büyük bir vesiledir. Bütün bunları dinleyip anladıktan sonra, insan gece uykusundan fedakârlık yaparak Rabbiyle başbaşa kalmalıdır. Bakınız, bütün bu bahsedilenler, bizim için ibret verici ve ibadete teşvik edici olmalıdır. Gece ibadet ve taatle meşgul olanlara bakın, hepsi Allah-u Zülcelal'in rızasını, sevgisini kazanmış zatlardır. GECE İBADETE KALKMAK İÇİN NELER YAPMALI? Sen kendini onlardan uzak görme! Seninle 61 Ocak 2009 onlar arasında ne fark var ki, sabahlara kadar uyku uyuyorsun, nefsinin her istediğini veriyorsun da ruhunun gıdası olan ibadetten uzak kalıyorsun? Anlaşılan odur ki sen kendinden utanıyor ve bu ibadetleri yapmaya azmediyorsun, fakat gece uykudan kalkamıyorsun. Sebebine gelince, gece kalkabilmenin şartlarından ve gece yapılan ibadetlerin manevi hazzından haberinin olmamasıdır. Zahiri ve batıni kolaylaştırıcı sebepler olmadıkça, gece uykusundan kalkmak hakikaten çok zordur. Bunun zahiri sebepleri dörttür: Birincisi: Fazla yemek yememektir. Çünkü çok yemek, çok uykuya sebep olur ve bu suretle kalkmak da zorlaşır. Âlimlerden bazıları, müridlerin akşam sofrasına giderek: "Sakın çok yiyip, çok içip, çok uyumayın; çünkü çok yer, çok içer, çok uyursanız; sonra ölüm anında çok pişman olursunuz." derdi. İşte, gece kalkabilmek için birinci şart; az yiyip, mideyi hafif tutmaktır. İkincisi: Vücudu gündüzleri haddinden fazla yormamaktır. Çünkü bu sebeple sinirler zayıflar ve çok uykuya ihtiyaç hâsıl olur. Üçüncüsü: Öğleden sonra biraz uyumaktır. Buna "kaylule" denir. Bu uyku, gece kalkmak (kıyam) için yardımcı bir sünnettir. Dördüncüsü: Gündüzleri isyana (günah, gaflet) dalmamaktır. Çünkü bu hal, kalbi karartır ve rahmeti celbedecek sebeplere engel olur. Adamın biri Hasan-ı Basri'ye (ks): "Ben gece kalkmak için her çareye başvurur, hatta abdest suyumu da hazırlarım. Böyle iken yine de uyanamam, bunun hikmeti nedir?" diye sormuş. Hasan-ı Basri de şöyle cevap vermiştir: "Günahların seni bağlıyor." Haram lokmadan sakınmazsan ahiretini kaybedersin Âlimin biri şöyle demiştir: "Oruç tuttuğun zaman, kimin yanında ve nasıl bir lokma ile iftar ettiğini düşün. Çünkü insanın yediği bir lokma ile kalbi öyle bir döner ki, bir daha eski haline gelemez. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve gece kıyamına engel olur. Buna en çok neden olan da haram lokmadır. Helal lokma ise başka hiç bir şeyin yapamayacağı şekilde, kalbe tesir eder, kalbi cilalandırır, iyiliğe ve ibadete çeker. Kalplerini murakabe halinde bulunduranlar, İslam'ın şehadetinden (dini bilgi olarak) başka, bunu tecrübe ile de bilirler." Bu sebepten bazıları şöyle demiştir: "Nice lokmalar var ki, insanı gece kıyamından, nice bakışlar var ki, insanı Kur'an okumaktan alıkoyarlar. İnsanoğlu Ocak 2009 62 bir lokma yemek veya bir iş sebebiyle, bir senelik gece ibadetinden mahrum olur. Namaz insanı kötülükten alıkoyduğu gibi kötülükler de insanı namazdan ve diğer iyiliklerden alıkoyarlar." Gece ibadete kalkmanın batınî sebepleri dörttür: Birincisi: Müslümanlara kin beslemekten, bid'atlerden ve fuzuli dünya meşgalelerinden kalbin salim olmasıdır. Kalbi dünya meşgalesi ile dolmuş kimse, geceleyin kalkamaz. Hatta kalksa bile meşgalesiyle uğraşır, huzur içinde ibadet edemez, ibadeti hep vesvese ile geçer. İkincisi: Düşünce ile korkunun galip olması. İnsanoğlu, ahiretin güçlüklerini ve cehennemin derelerini düşündüğü zaman, uykusu kaçar ve korkusu çoğalır, bu sayede de gece ibadetine devam eder. ALLAH dostlarının dediği gibi: "Cehennemi düşünmek, abidlerin uykusunu kaçırmıştır." Üçüncüsü: Gece ibadetinin faziletini, bu husustaki ayet, hadis ve diğer sözlerden öğrenmektir. Bu sayede insan ümitlenir, heveslenir, cennetteki yüksek derecelere rağbeti artarak gece ibadetine yönelir. Dördüncüsü: Allah-u Zülcelalin sevgisi ve iman kuvveti. Gece ibadetini kolaylaştıran amellerin en kuvvetlisi, Allah-u Zülcelalin sevgisi ve iman kuvvetidir. Çünkü gece namaz kılan insan, okuduğu her kelime ile Allah-u Zülcelal'e münacaatta bulunduğunu, hatta kalbinden geçenlere de Allahu Zülcelal'in vâkıf olduğunu, kalbinden geçen hataraların (en ince düşüncelerin) Allah-u Zülcelal'in ilhamı olduğunu bilir. Allah-u Zülcelal'i seven kimse, elbette O'nunla tenhada yalnız kalmayı ister ve sevgilisi ile münacaattan da zevk alır. Bu zevk onu kıyamını uzatmaya sevk eder. GECE İBADETİNİN ZEVKİ Ebu Süleyman Darani (k.s) şöyle demiştir: "İbadet erbabının gece karanlığında yaptıkları ibadetten aldıkları zevkleri, eğlence erbabının eğlence yerlerinde aldıkları zevkten daha fazladır. Hatta eğer geceler olmasaydı, yaşamayı dahi arzu etmezdim." Yine Ebu Süleyman Darani şöyle demiştir: "Abidlerin gece ibadetinde aldıkları zevki, ibadetlerin sevabı ile karşılaştıracak olsan, o zevk, ibadetlerinin mükâfatından çok daha fazla gelirdi." Âlimlerden biri de şöyle demiştir: "Dünyada cennet nimetlerine benzeyen tek bir şey varsa, o da âlimlerin gece ibadetinden aldıkları zevktir." Ebu Derda (ra) der ki: "Allah-u Zülcelal'in bir takım kulları var ki, bunlara 'ebdal' denir. Bunlar Peygamberlerin halifeleri ve yeryüzünün direkleridir. Nübüvvet sona erince, Hz. Peygamber (s.a.v) kavminden bir kısmını onların yerine koydu. Onların böyle olması, fazla namaz, fazla oruç ve tabii ibadetlerinden dolayı değil, ancak ciddi verâ ve samimi niyet sahibi olup herkese iyilik düşünmelerinden ve Allah için nasihat etmelerindendir. Onlar korkaklığa varmayan sabır, zillete düşmeyen tevazu sahibidirler. Onları Allah-u Zülcelâl seçti. Onlar İbrahim (aleyhisselam)'ın kalbi gibi bir kalbe sahiptirler." Ebu Derda'dan bu sözleri rivayet eden zat diyor ki: Ebu Derda'ya dedim ki, bunlardan daha üstün vasıflı birilerini duymuş değilim, bu dereceye nasıl ulaşılabilir? Ebu Derda (r.a) şöyle devam etti: "Dünyayı terk ile bu seviyeye ulaşabilirsin. Zira sen dünyayı terk ettiğin zaman, ahirete yönelirsin. Ahireti sevdiğin nisbette dünyadan yüz çevirirsin. Dünyadan yüz çevirdiğin nisbette de sana faydalı olanı görür, bulursun. Allah-u Zülcelâl, kulunun iyi talebine karşılık, ona doğru yolu gösterir, onu korur. Şunu da bil ki, bu anlattığım, Kur'an-ı Kerim'dedir. Nitekim Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir." (Nahl;128) Görüldüğü gibi mükâfatlar nasıl ibadet, zikir ve taatle olursa, yine hayır, hasenat ve yardımla, Allah kişiye ecir ve sevabını kat kat verecektir. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Allah-u Zülcelâl seher vakti, uyanık kimselerin kalbine bakar ve onların kalbini nur ile doldurur. Onların kalpleri hikmetle dolar. Sonra onların kalplerinden hoşlanmadıkları şeyler, gafillerin kalbine aktarılır." Allah-u Zülcelal'in rahmet ve bereketini talep etmeye ve rızasını kazanmaya çalışmalıdır. Yoksa şu zamanda, insanın maneviyatı, yok olup gidiyor ve ebedi saadetin dünyanın kazanılması çok zorlaşıyor. Bütün gayretimizi verirsek, ancak az bir miktarını kazanabileceğiz. Cenab-ı Mevlâ Hazretlerine kendisine layık kul, Peygamber Efendimiz Hazretlerine layık ümmet ve İlâh-î Ente Maksûdî ve Rızâ ke Matlûbî sırrına erenlerden eylesin (Âmin) 63 Ocak 2009 Tasavvuf ve Sûfîlerin Vasıfları Ebû Hureyye (r.a), Allah Resulü’nün (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Kim ki helal kazancından sırf Allah rızası için bir hurma miktarı tasadduk ederse, hiç şüphe yok ki Allah onu (sadakasını) en güzel şekilde kabul buyurur, sahibi hesabına bereketlendirir, malını çoğaltır. Tıpkı birinizin, hayvanının yavrusunu besleyip, bir müddet sonra onun, büyük bir hayvan olması gibi.” Bu hadis-i şerif, insanı karşılıksız iyilik yapmaya teşvik etmektedir. İyilik yaparken de ihlaslı olmak gerektiğine dikkat çeker. İhlaslı olarak yapılan iyiliğin, kabul olunacağını ve ecrinin kat kat verileceğini müjdelemektedir. Bütün bu müjdeler ihlasın içinde bulunur. O da irfân sahiplerinin nurudur. İhlâssız yapılan ameller tamamıyla karanlıkta kalır, ameller ancak ihlâsla nurlanır. İşte bu yüzden amellerini ihlâsla yapan âriflerin gayretleri yücelir. Bu meyanda şu ayet zikredilir: “İyi bil ki hâlis din yalnız Allah’ındır.” Tasavvuf yoluyla, mütehakkik zümresine erenlerin gönülleri pak, gittikleri yol güzeldir. Onların bütün gayeleri Rableridir. Ahlâkları da Nebi (s.a.v)’in sünnetine uygundur. Onun sünnetinden sapanlar bu zümrenin aksi konumundadır. TASAVVUFUN VE SUFİLERİN VASIFLARI Ey oğul! Günümüzde tasavvuf yolunda olanlara bakarsan, onların çoğunun münkir, başı bozuk ve bütün usûlleri bozarak kendilerinden icat çıkaran kimseler olduğunu görürsün! Birçoğu, cahil ve ahmak olmalarının yanı sıra hilekâr, düzenbaz, kendilerini beğenmiş ve kibirli insanlardır. Onların en kötüleri ise züht ve takvâ ehli ile sıdk ve safa ehli hakkında kötü düşünceler besleyenleridir. Safâ ehlinin alametleri vasıf edilemeyecek kadar ince, hayal edilemeyecek kadar ötedir. 64 Sözlerinde, işlerinde ve davranışlarında nefsin, halkın ve dünyanın afetlerinin kirinden arınmak, Sûfinin alametlerindendir. Kalbine gelen ilhamları, Allah’a uzak olmanın tozundan, toprağından temizleyerek; O’ndan gayriye bakmamak. Şunlar da sûfinin alametlerindendir: Nefsiyle beraber olmasına rağmen nefsin cümle çirkin huylarından uzaktır. Halkla beraber olmasına rağmen halkın kötülüklerine bulaşmaz. Kalp sahibidir, ama kalbi Allah’a aittir. Hâl sahibidir, ama hâlden habersizdir. Vakit sahibidir, ama vaktin kayıtlarından azadedir. Hakk’ın emrinin zemininde sabit ve sağlam durması, Hakk’ın kudretinin celali karşısında hor ve hakir olması, Hakk’la yetinip O’ndan başkasına ihtiyaç duymaması sûfinin vasıflarındandır. Sûfi, zâhiren veya bâtınen Hak’tan başkasına yönelme ve Hak’la arasındaki bağların kopma korkusunun kırbacıyla kalbini kırbaçlar. Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan uzaklaşma ve harama düşme korkusunun kırbacıyla özünü kırbaçlar. Sûfi: nefsini hizmet nuruyla, kalbini muhabbet nuruyla ve özünü marifet nuruyla aydınlatır. Sûfinin gönlü, şevk kanadıyla kanatlanıp uçar. Sûfinin alâmetlerinden biri de, bekleyişinin güzelliği ve hüznünün derinliği ile aslının, Hak yolunda Hak için Hakk’la, kaim olmasıdır. Sûfi, Hakk’ın mülkünden (yaratılmışlarından) uzaklaşıp, onlardan kaçarak tüm varlığıyla O’nun saltanatına yönelir. Sûfiler için âlemlerin Rabbine dost olmanın tadı, O’nu bulmanın verdiği zevkin şiddetinde gizlidir. Hakk’tan yüz çevirip halka yönelmeyi bırakarak Hakk’a dönmüş, O’na güvenmiş ve O’nunla karar bulmuştur. Korkan kalp, ilahî söz, rabbanî ilim, ferdanî gayret, ruhânî hâyat, nûrânî kader ve vahdânî anlam sûfinin vasıflarındandır. Sûfi gizli ve aşikâr olarak Allah’a şükrederek, irade ve ihtiyarını tümden O’nun iradesine teslim etmiştir. Kalbi ve diliyle her an ve her vakit Hakk’ı zikrederek küfür deryasına düşmez, unutkanlık çöllerinde kaybolmaz. O, Mevlâ’sının arş-ı âlâdan kendisini gözetlediğini ve her hâline vakıf olduğunu bilir. Hakk’ın nazarının azameti karşısında erir. Kudretinin muhteşemliği karşısında varlığa param parça olur. Rabb’inin muhabbetinin tatlılığı hariç, tüm zevklerden geçerek hâlinin temizliği ile nimet deryasına dalar. nin yakınlık ve müşâhede odalarına kabul edilmeye lâyık olur. Muhabbet ve dostluk kâsesinden içer. Sûfi sükut eder ve öfkesini tutar. Kalbinin meyillerine aldırmadan, dünyevî arzularına gem vurarak rahatı terk eder. Sevgilisi ile arasına uzaklık girmesinden korkarak nefsinin menfaatlerinden uzaklaşan, dünyevi arzu ve rahatını terk eden kimse, Allah katında insanların en iyisi ve takvâlısı, en doğrusu ve en temizi, en akıllısı ve en şereflisidir. O, dünyaya ibret gözüyle, nefsine küçümseye- Sûfi, ibadetin suretinde kalmaksızın ubudiyetin doğru yolunda dosdoğru yürür. Kalbiyle Allah’a güvenmesi sayesinde, kendini O’ndan alıkoyan tüm gailelerden uzaktır. İman sahiplerine karşı son derece mütevazıdir. Rabbinin yakînini elde edinceye kadar, O’nun affı ve lutfûyla hüzün yaygısı üzerinde oturur. rek, ahrete ümit ederek, Rabb’ine de hayran- Sûfinin dili, kalbi gibidir yani özü sözü birdir. Bütün sözlerinde ve davranışlarında doğruluk üzeredir. O, Allah Teâlâ’nın “Yapamayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?”3 hitabındaki kötü hasletten uzaktır. Nimetin azlığına şükreder, belanın çokluğuna sabreder. İzzet sahibi olan Rabb’in takdirinden hoşnuttur. Allah için daima kalbi hüccetle uyanıklık halindedir. Yaratılmışlara uşaklık etmekten uzak olup, Allah’tan başkasından korkmaz, O’ndan gayrisinden bir şey ummaz. İstediği zaman, ancak Allah’tan ister. Eşi benzeri olmayan Allah’tan başka zarar veren, fayda veren, yükselten, alçaltan, izzet veren ve zillet veren bir varlığın olmadığını bilir. Sûfi, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sünnetine, ahlakına ve ashabının yoluna tabidir. Âkıbetinin kötü olmasından korkar. İnsanlar (avam), kaderle uğraşırken o kaderi yaratanla meşguldür. İnsanlar tedbir almakla uğraşırken o işini tedbirle gören ve açıklayan Hak ile meşguldür. Sûfi, hizmet yaygısı üzerinde edeple oturur. Fakr ve yoksunluk döşeğine yaslanmıştır. Rabbi- lıkla bakar. Sûfi, sadakatte sarsılmaz yüksek dağlar gibidir. Hiçbir şiddetli kasırga, onu yerinden oynatamaz. Kendine ait olmayanı istemez, kendisine nasip olmayana da tasalanmaz. kendini âlemlerin Rabbine hizmete adamıştır. Hak’tan gelen musibetler sebebiyle O’ndan yüz çevirmez; Hak’tan başkasını kendisine sevgili olarak seçmez. Sûfinin nefsi, hata ve zilletten temiz, kalbi gaflet ve unutkanlıktan uzaktır. Onun gönlü Allah’tan başka bir kuvvetten ve kudretten memnun olmaz. Sûfinin gıdası Allah’ın rızasıdır. Onun ağlaması çocuğunu yitiren bir annenin içli ağlayışı gibidir. Kalbi ancak Allah’a dayanır, ancak O’na teslim olur, nimet için ancak O’na şükreder. Her ihtiyacını ancak O’na arz eder. Her hâlükârda Allah’la dosttur. Her ameliyle O’na yönelir. Her sözünde Hakk’ı anlatarak O’nu zikreder. İradesini celâl sahibi olan Allah’a bırakmıştır. Uykusu az, hüznü derin, bedeni zayıf, dostu Melik ve Celil olan Allah’tır. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden 65 Göçtü Kervan Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında Çağrışı tellallar inanmaz mısın Göçtü kervan kaldık dağlar başında Emr-i hac göçeli hayli zamandır Muhammed cümleye dindir imandır Delilsiz gidilmez yollar yamandır Göçtü kervan kaldık dağlar başında Yunus sen bu dünyaya niye geldin Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin Enbiyaya uğramaz ise yolun Göçtü kervan kaldık dağlar başında Yunus Emre Ocak 2009 66 Vird-ül Leyl (Gece Virdi) 67 Ocak 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] PLANLI DERS ÇALIŞMA Arkadaşlar hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde çıkamaz. Başarı bedel ister yani çalışmak ister. Ders başarısı için çok çalışmak değil etkili çalışmak gerekir. Etkili çalışma ise ancak planlı çalışmayla mümkün olur. Planlı çalışma bir öğrenciye ; Kendisine yeterli zaman ayırmasını sağlar. Daha etkin olmasına yardımcı olur. Kendisine güvenini artırır. Sorunlarını çözmesini kolaylaştırır. Doğru karar vermesini sağlar ve kararsızlıktan kurtarır. Planlı çalışma zamanın iyi planlanmasıdır. Günlük ders çalışma planı oluşturulurken okuldan geliş zamanı ile yatış saati arasında kalan süre hesaplanmalıdır. Bir gün boyunca yemek, dinlenme, okul isleri, varsa hobileri ,spor gibi günlük aktivitelerden arta kalan sürede 45 dk. Ders, 5 dk. Tekrar, 10 dk. Dinlenme olmak üzere seçilen konular bitene kadar çalışılmalıdır. Günlere göre dersler belirlenmeli, Hangi saatte hangi derse çalışılacağı kesin olarak önceden bilinmelidir. Yapılan plana ne ölçüde uyulduğu mutlaka denetlenmeli, ders çalışma alışkanlık haline getirilmelidir. ANNE BABAYA KARŞI DAVRANIŞLAR Dünyaya gelmemize vesile olan anne-babalarımız, bizler için hayat ve huzur kaynağıdır. Her birimiz güçsüz ve aciz bir konumda iken, Rabbimizin lütfuyla, anne-babamızın, sevgi, şefkat, merhamet dolu kucağında hayata başlarız. Evlatlarına anlatılamayacak bir zevkle kol kanat gererler. Öyle ki onlar, yemez yedirirler; giymez giydirirler. Doğruyu, yanlışı, şefkati, merhameti, sevgiyi, fedakarlığı ve daha nice insanî erdemleri öncelikle onlardan öğreniriz. Bu itibarla anne-babalarımız, ilk rehberlerimizdir. Anne babanızı üzmekten, onlara isyan etmekten sakının. Allah(cc) sadece kendisine ibadetle anne babaya yapılan iyiliği ilişkilendirmiştir. “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anayababaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. “Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa,sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve deki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sende onlara acı.” de. Ocak 2009 68 HAZRET-İ LOKMAN'IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ "Ey oğul! Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” "Oğlum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır. Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir. Ey oğul! Takvayı kendin için kârlı bir ticaret olarak kabul et. Çünkü böyle ticaretler sonsuz kazançlar temin eder. Ey oğul! Cahil kimselerle dostluk kurma. Çünkü onunla dost olursan, kendi yaptıklarını senin hoş karşıladığını sanır. Ey oğul! Âlimlerin meclisinde bulun. Hikmet ehlinin sohbetlerini dinle. Çünkü Allah kuru toprağı yağmurla nasıl canlandırırsa, ölmüş kalpleri de hikmetli sözlerle öyle diriltir." Sevgili arkadaşlar dünya ve ahiret saadeti için bu öğütlere bizde uyalım. Bu öğütleri hayat kırıterimiz haline getirelim. BİLMECELER 1- Altı adam bir şemsiyenin altında ıslanmadan nasıl durabilir? 2- Geceleri fener, gündüzleri söner. 3- 10 tilki, 8 kedi, 20 tavuk ne yapar? 4- Matematik kitabı çok üzülüyormuş, neden? 5- İki bacaklı keskin bıçaklı ? Cevaplar: 1- Yağmur yağmazsa 2- Yıldız 3- Gürültü 4- Çünkü çok problemi varmış 5Makas GÜLMECE Sıcak bir yaz günü üç çocuk kantine gitmişler. Satıcı birinci çocuğa ne istediğini sormuş. Çocuk bir lokum istemiş. Hava çok sıcak olduğu için satıcı lokumları kaldırmış. Sinirli bir şekilde lokumları indirip çocuğa verdikten sonra lokumları tekrar yukarı kaldırmış. İkinci çocuğa ne istediğini sormuş. Bu çocukta bir lokum isteyince adam çılgına dönmüş. Tekrar aynı şeyleri yaptıktan sonra lokumları kaldırmadan önce üçüncü çocuğa sormuş. Çocuğum sende mi bir lokum istiyorsun? Çocuk hayır demiş. Adamda rahatlıkla lokumları kaldırmış. Sonra çocuğa sormuş oğlum peki sen ne istiyorsun. Çocuk: Ben iki lokum istiyorum demiş. 69 Ocak 2009 Ahmet HALİLOĞLU ERMENİ ZULMÜNDE ALLAH DOSTLARI Ermeni Meselesi ve 1915 olayları sebebiyle; “Ermenilerden, özür dilenmeli mi, dilenmemeli mi?” tartışmalarının yaşandığı günümüzde bu sorunun cevabını tarihin tozlu saifelerinde bulmak mümkündür. Biz de bu makalemizde “Yaradılanı sveriz; Yaradan’dan ötürü” düsturuna sahip Hak âşıklarının yani sufilerin özellikle 1915 yılında Doğu Anadolu’da nasıl davrandıklarını incelemek istiyoruz. Sufiler, karıncayı incitmekten bile çekinirler ama yeri geldiği zaman gaza meydanlarında aslan kesilirler. Kübreviyye yolunun aziz piri Necmüddin-i Kübra gibi... Aziz Pir; Moğol Hakanı Cengiz Han’ın ordusunun önüne atılmaktan bir an bile sakınmaz. Harezm topraklarına şehit düşen bir Allah dostudur o. Libya’ya düşerse yolumuz. Orada da İtalyanlara karşı direnişte bir diğer Sufi Grubu görürüz: Senusiler... Ocak 2009 70 Çöl Aslanı Ömer Muhtar’da Senusiyye yoluna mensub bir garib derviştir aslında. Fakat garipliği tekke’dedir sadece… Yoksa otuz sene boyunca imkansızlıklar çölünde İtalyanlarla dişe diş nasıl mücadele eder de onları dize getirebilir, kolay mıdır? Sonra Hazar denizinin batısına bakalım. Orada İmam Şamil var mesela; Kafkasları Ruslara dar eden Şeyh Şamil de bir Nakşi Şeyhi, hem sufi hem de büyük bir mücahid kumandan. Destanlar yazan bir kahraman. Rus Çarının dahi hayranlığını kazanacak kadar mert bir Allah adamı. Mutasavvıflar kah Yunus gibidir. Herkese kucak kucak sevgi dağıtırlar. Merhum Esad Coşan Hocaefendi gibi; namazdan önce çöp sepetine attığı böceğin durumuna bakmak için namazı bozarlar. Bazen de Yavuz Selim Han gibidirler. Selçuklular Devrinden beri milleti sadıka olarak bildiğimiz Ermenilere 1850’lerin İkinci yarısında sonra Amerikalı misyonerler ve Rusların kışkırtması ile bir haller oldu. İsyanlar, katliamlar ve Doğu Anadolu’da yaptıkları zulumleri tarih kitaplarından okuyabilirsiniz. TAŞKESENLİ İBRAHİM EFENDİ Aslen Bingöllü bir aileye mensup olan İbrahim Efendi ; hocası Şeyh Ahmed Efendinin bulunduğu Erzurum’un Taşkesen Köyüne yerleşir. 1914’te Cihad-ı Ekber fetvası ile beraber talebeleri ile birlikte cepheye koşar. Artık durulacak gün değildir. Bir yanda Ruslar Doğu Anadolu’da ilerlemektedir; diğer yandan Ermeni Komitacılar cephe gerisini kasıp kavurmaktadırlar. Dahile karşı kılıç çekilmesine müsaade etmeyen tasavvuf; hariçten gelen her saldırıya cevap verilmesini zaruri kılan insanları ferd ferd yetiştiren, yerine göre sufi yerine göre mücahid olmayı öğreten dayanağı Kur’an ve Hz. Rasulullah olan bir anlayış işte. Taşkesenli ise büyük bir mutasavvıf.. Ak sarıklı talebeleri ile cepheye koşturur. Kah Ruslara kah Ermenilere karşı gönüllü alayı ile birlikte savaşır. Sarıkamış yakınlarında aldığı şarapnel parçası ile bir ayağı sakat kalır. Bu sebeptendir ömrünün geri kalan kısmında Topal Şeyh ünvanı ile anılması. Ömrü ahirinde Manisaya gelir ve 1927 yılında Manisanın Demirci İlçesinde vefat eder. MUHAMMED ZİYAEDDİN NURŞİNİ Bitlis’in Nurşin İlçesinde mukimdir. Nakşi Halidi yolunda Hazret-i Sani olarak bilinir. 1915 yılında Rusların; Ermenilerin kılavuzluğunda Bitlisi işgal edip bir yandan katliama başlamaları üzerine dervişleri ile beraber cepheye koşar. Zor günlerdir; Anadolu insanının dostunun kalmadığı devirlerdir. Norşin Tekkesinde vird örtüsü – tarikat dersi yaparken başa örtülen beyaz örtü- artık kefene dönmüştür. Allah Allah nidaları Bitlis semalarında yankılanır. Virdler siperlerde yapılır. Hatme-i Hacegana dervişler nöbet bitiminde katılırlar. Bitlis İşgali ve Ermeni zulmü sona erdiğinde Şeyh Muhammed Ziyaeddin talebelerini, dervişlerini, akrabalarını cihad meydanında bırakır. Bir de sağ kolunu… Çok uzun yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa’dan “ Bitlis Norşinli Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine” diye başlayan bir teşekkür mektubu ve İstiklal Madalyası alır. Gazilik Maaşını ise “vatan savunmasının bedeli ahirettedir” diyerek reddeder. SEYYİD ABDUHAKİM ARVASİ 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir: Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini 71 Ocak 2009 Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi. olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu. Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun. SAİD NURSİ HAZRETLERİ Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı Ocak 2009 Sultan Mehmed Reşad ile Kosova Ziyareti dönüşünde aldığı tahsisat ile Van’da MedresetüzZehranın temellerini atan Said Nursi Hazretleri; Birinci Dünya Savaşı ve Rusların Bitlisi işgali üzerine talebeleri ile birlikte Bitlis Müdafaasına koştu. Bu dönemde at sırtında yazılan ve Kuran-ı Kerimin icazını anlatan İşaratül İcaz isimli tefsiri alanında Türkçedeki en mükemmel kaynaklardan birisidir. Savaş siperlerinde hiçbir kaynak olmadan yazılmıştır. Başta yeğeni Abdurrahman olmak üzere pek çok talebesini Bitlis önlerinde kaybeden Said Nursi Hazretleri de Ruslara esir düştü. Üç sene süren uzun bir esaret döneminde sonra Polonya ve Almanya üzerinden kaçarak esaretten kurtulmuştur. 72