Burhan Dergisi 40. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 40. Sayı
ANNECİĞİM
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!...
Necip Fazıl Kısakürek
editör’den
Rabb’imiz şöyle buyuruyor:
"Rabb'in, ancak kendisine kulluk etmenizi ve anne babaya
iyi davranmanızı emretti. Onlardan (anne veya babanızdan) biri
veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile deme,
onları azarlama; her zaman onlara güzel değerli sözler söyle,
acıyarak onlara daima kucak aç ve yumuşak davran ve "Ya Rab
beni küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara acı,
diyerek dua et!" (İsra; 24)
Adamın biri "Rasulullah (s.a.v.)'e gelip sordu: "Ey Allah'ın
Rasül'ü, insanlar içinde iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en
ziyade kim hak sahibidir? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Annen" diye cevap verdi. Adam: "sonra kim?" dedi. Rasulullah
(s.a.v.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar: "Sonra kim?"
diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam
tekrar sordu: "Sonra kim" Rasulullah (s.a.v.) bu dördüncüyü "Baban!"
diye cevapladı.' (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)
Anne ve babalarımız… Acaba ihmal mi ediyoruz, unutuyor
muyuz? Onlara karşı vazifelerimiz nelerdir? O vazifeleri yerine
getiriyor muyuz? Hayatın keşmekeşinde onların hak ve hukuklarını
ihmal ediyor muyuz? İşte bu endişelerle bu ayki dosyamızı “anne ve
babalarımıza” ayırdık. Gayemiz onları hayırla hatırlamak, hatırlatmak
ve hak ve hukuklarını gündeme getirmek. Hepsi bir birinden güzel
mesajlarla dolu olan yazılarla derginiz Burhan bu ayda dolu dolu...
Emek veren herkesten Rabbimiz razı olsun.
ABONE KAMPANYASI
Yola devam ediyoruz. Okuyucularımızın çok beğeneceğini
umduğumuz “Fezail-i Amal” kitabının hediyesi ile 2009 yılı abone
kampanyasını başlattık. Öğrencilerin çektiği sıkıntıları düşünerek
öğrenciler için abone ücretini Elli YTL olarak tespit ettik. Biz üzerimize
düşen şekli ile dergimizin en iyiye, en güzele ulaşması için gayret
göstermekteyiz.
Sessiz bir şekilde aramıza katılan yeni yazarlarımız oldu ve
inşallah başka yazarlarımızda katılacak. Bizim âcizane arzumuz odur
ki siz değerli okurlarımızın abone kampanyamıza katkıda bulunmanız.
“Bir tane aboneden ne olur ki” demeden hiç olmazsa bir tane abone
yapalım. Lütfen bu sesimize kulak veriniz: Her aboneden bir abone
bekliyoruz. Dergimizin en güzel bir şekilde yola devam edebilmesi için
buna son derece ihtiyacımız var. Lütfen dergimizi sevdiklerinizle
buluşturun. Onlarda bu hizmetten faydalansınlar.
Allah’a emanet olunuz.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 40
Ocak 2009
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
içindekiler
6 HZ. PEYGAMBER EFENDİMİZ
42 KAMP KÜLTÜRÜ VE KÜRESEL
ANNESİNİN KABRİNİ ZİYARET EDİYOR
ÖLÇEKTE DÜŞÜNMEK
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Umut BULUT
8 Gönlümüzün iki gülü ANNE ve BABA 44 İLİM ve KUDRET PENCERESİNDEN
Sezgin ÇAKIR
12 GURBET DEDİM, ANNE DEDİM
Halil ATİK
14 ANA-BABAYA HÜRMET, NEFSİ
DİRİLİŞİN İMKÂNİYETİNE BAKIŞ
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
46 PEYGAMBERLER VE MUCİZELERİ
4
Osman KARABULUTOĞLU
TERBİYE ve KUL HAKKI
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
Umut BULUT
Ersan BİLGİN
49 Satırlık Hakikatler
18 ANNEM
50 EBU HANİFE VE HANEFİLERE
Kübra GÜNALTUN
GÖRE HADİS
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
20 TOPLUMSAL DÖNGÜ VE ANNE
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
Öğrenci Abone: 50 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
Mustafa İLHAN
Hasan BAŞAR
23 ÇABALAR BOŞA GİTMEZ
56 ’MUSTAFA YAZGAN’IN TESPİT VE
HATIRA NOTLARINDA NECİP FAZIL
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Umut BULUT
24 EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
58 MUHABBET BAHÇESİ
Mehmet TALU
Yusuf ELİBOL
29 Hasen ve Sahih HADİSLERDEN
60 GECENİN GÜNEŞİ: TEHECCÜD
SEÇMELER 22
Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
30 “BAYBURT MÜSLÜMAN
DİLENDİRMEZLER CEMİYETİ” İLE
İLGİLİ TARİHÎ BELGENİN TAHLİLÎ
NAMAZI
Salih AYDIN
64 TASAVVUF VE SÛFÎLERİN
VASIFLARI
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Yard. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR
36 HZ. PEYGAMBER’DEN ÖĞRETMEN
66 Şiir
Yunus Emre
LERİMİZE BİR TAKIM TAVSİYELER
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
67 VİRD-ÜL LEYL
38 KEMÂLÂT
68 BURHAN ÇOCUK
Ahmet HALİLOĞLU
Musa KARACA
40 ATLARI ÖNCE ZİHİNLERDE
70 ERMENİ ZULMÜNDE ALLAH
KOŞTURMAK
DOSTLARI
Aydın BAŞAR
Ahmet HALİLOĞLU
Hazreti Peygamber Efendimiz
Annesinin Kabrini Ziyaret Ediyor
6
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Gönlümüzün İki Gülü
Anne ve Baba
8
Sezgin ÇAKIR
24
Ehli SÜnnet Ve’l Cemaat
Mehmet TALU
“Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti”
ile ilgili tarihi belgenin tahlili
30
Yard.Doç.Dr. Murat KUMBASAR
40
Atları önce zihinlerde koşturmak
Aydın BAŞAR
Kamp kültürü ve
Kürüesel ölçekte düşünmek
Umut BULUT
60
42
Gecenin Güneşi: Teheccüd Namazı
Salih AYDIN
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
bri
izin Ka
nnem
mine A
Hz. A
[email protected]
HZ.
PEYGAMBER
EFENDİMİZ
ANNESİNİN
KABRİNİ
ZİYARET
EDİYOR
Hz. Peygamber efendimizin babası Abdullah'ın, oğlu Muhammed
(s.a.v.)'i dünya gözü ile görmeden yani
oğlunun doğumundan önce vefat ettiğini hepimiz biliyoruz. Yetim olarak
dünyaya gelen Hz. Muhammed
(s.a.v), dört yaşına kadar sütannesi
Halîme’nin yanında, altı yaşına kadar
da annesi Âmine’nin yanında kaldı.
Anne Hz. Amine, altı yaşındaki oğlu
Muhammed ve evin hizmetçi kızcağızı
el-Bereke (Ümmü Eymen) ile eşi Abdullah’ın kabrini ziyâret etmek için Medine'ye geldi. Eşi Abdullah'ın kabrini
ziyâret etti; oğluna da dünya gözü ile
göremediği babasının kabrini öğretti
ve onun da ziyâretini sağladı. Bilindiği
gibi, Abdullah da her Mekkeli gibi ticaretle meşgul oluyordu. Evlendikten
kısa bir müddet sonra arkadaşları ile
Suriye'ye ticarî bir seyahat yapmış ve
oradan dönerken Medine’de vefat etOcak 2009
6
mişti. Abdullah, dönüş yolu üzerindeki
Medine'de hastalandı. Babası Abdülmüttalib'in dayıları olan Neccâroğulları’nda misafir olarak kaldı. Dayıları
kendisi ile çok yakından ilgilendiler.
Abdullah, yakalandığı hastalıktan kurtulamadı; genç yaşında Medine'de
vefat etti ve oraya defnedildi. İlahî kudret onu oğlundan önce Medine'ye yerleştirdi.
Eşi Abdullah'ın kabrini ziyaretten
dönen Hz. Âmine, Medine'den 190
km. uzaklaştıktan sonra Ebvâ köyünde rahatsızlandı ve orada vefat
etti. Yetim olarak dünyaya gelen Hz.
Muhammed, şimdi de anneden öksüz
kaldı. el-Bereke, altı yaşındaki çocuğu
götürüp dedesine teslim etti ve onun
bakımını dedesinin evinde devam ettirdi. Bilindiği gibi Hz. Muhammed,
sekiz yaşına kadar dedesinin evinde,
BAŞYAZI
dedesinin vefatından sonra da evleninceye kadar
amcası Ebû Tâlib'in evinde kaldı. Kırk yaşına geldiğinde Yüce Allah tarafından son peygamber olarak görevlendirildi. Elli üç yaşında Mekke'den
Medine'ye hicret etti ve babasına kavuştu, annesine de yakın oldu. Altmış üç yaşında da vefat etti.
Medine'ye hicret ettikten sonra birkaç kere Ebvâ'ya
gitti ve annesinin kabrini ziyâret etti. Her işte ve her
konuda olduğu gibi bu konuda da biz ümmetine
örnek oldu.
zaman annesinin kabrini ziyâret etmesinin, Müslü-
HZ. PEYGAMBER'İN ANNESİNİN
KABRİNİ ZİYARET ETMESİ
Hz. Peygamber, bunların yirmiyedisine bilfiil katıl-
manlar için uyulması gereken güzel bir örnek olduğunu düşünmekteyiz.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in Medine dönemi, Mekke döneminden daha yoğun geçmiştir.
On senelik Medine hayatında yirmiyedi gazâya katılmış, ellisekiz de seriyye çıkarmıştır. Yani on senede Medine'den seksen beş askerî birlik çıkmıştır.
mış, ellisekizinin de emrini vermiş ve hazırlığına
nezâret etmiştir. Yeni kurulan devletin işleri, yeni
Hz. Âmine'nin defnedildiği Ebvâ köyünün,
Medine'ye yaklaşık yüz doksan km. uzaklıkta olduğunu söylemiştik. Kabrin bulunduğu yere 'Ümmü'n -Nebi : Nebinin Annesi' diye isim verilmiştir.
Kaynaklarımızda, Hz. Peygamber'in, hicretten
önce annesinin kabrini ziyâret ettiğine dair bir bilgi
bulamadığımı belirtmeliyim. Hicretten sonra Medine'ye yerleşen Hz. Peygamber, annesinin kabrini
birkaç kere ziyâret etmiştir. Hicretin altıncı senesinde Hudeybiye'ye giderken Ebvâ'ya uğramış ve
annesinin kabrini ziyaret etmiştir. Bu ziyâret esnasında kabir taşlarını düzelten ve kabrin başında ağlayan Hz. Peygamber'e niçin ağladığı sorulunca,
"Annemin şefkat ve merhameti gözümün önüne
geldi de onun için ağladım." cevabını vermiştir.
Müslim (261/875)'in, Hz. Peygamber'in, annesinin kabrini ziyareti konusunda Ebû Hureyre'den olan bir rivâyeti şöyledir: "Hz. Peygamber,
annesinin kabrini ziyâret etti ve ağladı; etrafındakileri de ağlattı." Rivâyet sahibi Ebû Hureyre, bu ziyâretin ne zaman gerçekleştiği konusunda bir bilgi
vermiyor.
Yine bir başka rivayet, Hz. Peygamber'in
Mekke'nin fethinden dönerken annesinin kabrine
uğradığını, kabrin başında oturarak sanki hayattaki
bir insanla konuşur gibi konuşup ağladığını haber
vermektedir.
oluşan ümmetin problemleri arasında Hz. Peygamber, en azından üç veya dört kere de annesinin kabrini ziyâret etmiştir. Bu ziyâretin ne kadar
önemli olduğunu anlamamız ve kavramamız gerekir.
Sevgili okuyucular! Annelerimiz bizim her şeyimizdir. Onlar, her türlü saygı, sevgi ve hürmete
layıktırlar. Hayatta oldukları müddetçe başımızın
tâcıdırlar, ellerini, ayaklarını öper duâlarını alırız.
Vefat ettikten sonra da onları kabirlerinde ziyâret
eder ve kendileri için hayırlar yaparak sevabını onlara yollarız. Onların kabirlerinin bulunduğu yerden
uzakta yaşıyorsak, zaman zaman oraya giderek
kabirlerini ziyâret edelim. Zaten bugün uzak bir yer
kalmadı. Arabalar, trenler, uçaklar ve diğer vâsıtalar en uzak yerleri bile yakın hâle getirdi. Şurasını
iyi bilelim ki, hiçbirimizin işi Hz. Peygamber efendimizin işinden daha çok ve daha önemli değildir. O,
bunca önemli işinin arasında bir fırsat bulup annesinin kabrini ziyâret ediyorsa, bu bizim için bir derstir.
...................................................
Mustafa Fayda, “Ebvâ”, DİA, X, 378-379.
Beyhakî, Delâil, I, 147.
Müslim, Cenâiz 108.
Hz. Âişe (r. anha)'dan gelen bir rivâyete göre
de Hz. Peygamber, Veda haccı dönüşünde annesinin kabrine uğramıştır. Hz. Peygamber'in zaman
Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 356.
Süheylî, Ravdu’l-ünüf, I, 195.
7
Ocak 2009
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
Gönlümüzün
iki gülü
ANNE
ve
BABA
Rabb'in, ancak kendisine kulluk
etmenizi ve anne babaya iyi
davranmanızı emretti. Onlardan
(anne veya babanızdan) biri veya
her ikisi senin yanında yaşlanırsa
sakın onlara öf bile deme, onları
azarlama; her zaman onlara güzel
değerli sözler söyle, acıyarak onlara
daima kucak aç ve yumuşak davran
ve "Ya Rab beni küçükken bakıp
büyüttükleri gibi sen de şimdi onlara
acı, diyerek dua et!" (İsra; 24)
Ocak 2009
Onlar hangi evladın aklına gelince gözler yaşarmaz? Onlardan ayrılmak kimleri sarsmaz? Onlar
bizim sebebi varlığımız. Her türlü sıkıntımıza ve sıkıntılara göğüs gererek bizleri dünyaya getiren, büyüten, yetiştiren, yuvadan uçuran ve uçurduktan
sonra da ölene kadar üzerimize kol kanat geren en
değerli varlıklarımız. Azıcık üzülmemiz bile kendilerini endişeye sevk eden koruyucularımız. Hasta olduklarında bile yavrularının hastalıklarını düşünen,
acıkmış oldukları halde bile evlatlarının açlığını düşünen şefkat abidelerimiz. Yudum yudum sevgileriyle büyüttükleri halde ayaklarımız yere basınca
unutup bir tarafa attığımız ama ona rağmen dualarından bizleri unutmayan, yine de “yavrum” diyerek
o sıcacık yürekleriyle bizleri sarmalayan anne babalarımız. Her şeyimizi borçlu olduğumuz anne ve
babalarımız. Acaba onlara gereği gibi değer verip
haklarını yerine getirebiliyor muyuz? Adeta cennetimize bilet olan o değerli varlıkların hayır dualarını
alabiliyor muyuz?
Rabb’imiz şöyle buyuruyor:
"Rabb'in, ancak kendisine kulluk etmenizi
ve anne babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan (anne veya babanızdan) biri veya her ikisi
8
senin yanında yaşlanırsa sakın onlara öf bile
deme, onları azarlama; her zaman onlara güzel
değerli sözler söyle, acıyarak onlara daima
kucak aç ve yumuşak davran ve "Ya Rab beni
küçükken bakıp büyüttükleri gibi sen de şimdi
onlara acı, diyerek dua et!" (İsra; 24)
"Allah'a kulluk edin. O'na bir şeyi ortak
koşmayın. Ana babaya iyilik edin." (Nisa;36)
“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle
davranmasını tavsiye ettik…” (Ahkaf Suresi,15)
Adamın biri "Rasulullah (s.a.v.)'e gelip sordu:
"Ey Allah'ın Rasül'ü, insanlar içinde iyi davranıp
hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sahibidir? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Annen"
diye cevap verdi. Adam: "sonra kim?" dedi. Rasulullah (s.av.) yine "Annen" diye cevap verdi. Adam
tekrar: "Sonra kim?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.)
yine "Annen" diye cevap verdi. Adam tekrar sordu:
"Sonra kim" Rasulullah (s.a.v.) bu dördüncüyü
"Baban!" diye cevapladı.' (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)
Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet edildiğine
göre: "Allah'ın Rasül'ünden, Allah'a ve Rasül'üne
en muhabbetli amel nedir?" diye sordum. Cevap
olarak "Vaktinde kılınan namaz" dediler. Sonra
hangisidir diye sordum: "Ana-babaya iyilik yapmaktır" buyurdular. Sonra hangisidir? Dediğim de,
"Allah yolunda cihad etmek olduğunu söylediler." (Buhari, Mevakitüs Salât, 5; Cihad, 1; Edep; Müslim)
Sevgili Peygamberimiz bir gün ashabına:
"Size büyük günahların en büyüğünün ne olduğunu söyleyeyim mi?" diye sordu. Yanındakiler "Evet" deyince Rasulullah (s.a.v.) bu
günahları şöyle ifade etti: "Allah'a şirk koşmak
ve anne babaya âsî olmak!" (Buhari, Edep, 6)
Ebî Sâîd RA den de şöyle bir rivayet:
Rasûlüllah SAV’e hicret etmek üzere Yemen’den bir kişi geldi. Rasûlüllah Efendimiz bu
zâta sordu:
—Yemen’de senin kimsen var mı? dedi. Cevaben:
—Ana ve babam var, dedi.
—Sana bu hicret için izin verdiler mi? Cevaben:
—Hayır, dedi.
—Öyle ise onlara dön ve izin iste. İzin verirlerse cihad edersin. İzin vermezlerse onlara
itaat ile ikram ve ihsanda ve iyiliklerde bulun,”
dediler. (Ebû Davud)
Abdulah b. Amr b. el-Âs Radıyallahü Anhüma’dan yapılan rivayette:
Nebi S.A.V’e bir kişi geldi ve cihad etmek için
İzin istedi. Rasûlüllah SAV “Anne baban sağ mı”
dedi. O kişi de “Evet” dedi. O zaman Rasûlüllah
S.A.V onlara fecâhid, dedi. Yâni onlara hizmetle
Allah Teàlâ’nın vereceği sevaba nail olursun,
muhabbetle ikram et. Böylece cihad sevabına
nail olursun. (Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, Neseî).
Ebû Hûreyre RA ‘ in rivayetini dinleyelim:
Cihad etmek üzere izin almağa bir kişi geldi.
Rasûlüllah Efendimiz bu adama sordu: “Ana ve
baban sağ mıdırlar?” Adam: “Evet,” dedi. “Öyle
ise sen onlara bak ve emirlerine itaat eyle ki,
cihad sevabını alasın.” (Müslim, Ebû Dâvud).
Ebi Ümâme Radiyallahü Anh’in rivayetinde:
Bir adam Rasûlüllah Efendimize gelip:
— Ya Rasûlallah ana ve babanın evlâd üzerindeki hakları neden ibarettir” diye sordu da cevaben:
— Onlar senin hem cennetin ve hem de cehennemindir. Buyurdular.
İbn-i Mâce’nin bu rivayeti hepimize pek büyük
bir ders ve ibrettir. Onlara hüsn-i muamele eder ve
rızalarını kazanırsak işte cenneti bulduk demektir
ve bilakis eğer onlara hüsn-i muamele edemez sert
ve haşin davranıp gönüllerini kırar ve incitirsek o
zaman da cehennemi hak etmiş oluruz
Ebu’d-Derdâ’nın naklettiği bir hadisi burada
tekrarlamak iyi olacaktır zannederim:
Bir adam Ebu’d-Derda’ya geldi ve şöyle bir
şikâyette bulundu:
— Benim bir karım var. Babam beni zorladı ve
nihayet everdi. Şimdi de bu kadını boşamamı istiyor. Cevaben;
— Ben senin vâlideynine (anne babana) âsî olmanı emredemem ve senin karını boşamanı da
emredemem. İster isen sana Rasûlüllah’tan işittiğim bir hadisi nakledeyim, Rasûlüllah Efendimiz
buyurdular ki: “Ana ve baba cennetin orta kapısıdır. Sen ister isen bu kapıyı muhafaza eyle, istersen terk eyle, uzak ol.”
O da hesapladı ve neticede karısını boşadı.
Bu hadisi İbn Mâce ile Tirmizî nakletmiştir, “Sahihtir” derler.
Ebû Dâvud, îbn-i Mâce ve Ibn-i Hıbbân sahihinde zikretmektedirler: Biz bir gün Rasûlüllah’ın
9
Ocak 2009
yanında oturuyorduk. Beni Seleme’den bir adam
geldi ve:
— Ya Rasûlallah, anam ve babam âhirete göçtükten sonra bizim onlara yapacağımız bir iyilik
daha var mı?
Buyurdular ki:
— Evet, onlara dua ediniz ve onlara Cenâb-ı
Hakk’tan mağfiret dileyiniz ve bir de onların
yaptıktan ahidleri, sözleşmeyi, yani vasiyetlerini infaz ediniz. Yerlerine getiriniz. (Borçlar
varsa ödeyiniz, hacca gitmedi iseler hacca vekâlet
ediniz veya vekil yollayınız).
Akrabalara ve diğer dostlara sıla-i rahim ediniz. Dostlarına da ikram ediniz. Ölmüş olan ebeveyne sıla-i rahim başka türlü olamaz. Ve
ebeveynin dostlarına da ikram ediniz. En iyi sıla-i
rahim de bu olsa gerektir.
SALİHLERDEN ÖRNEKLER
Salih bir baba oğluna bir inek yavrusunu hediye etmek üzere Cenâb-ı Hakk’a emânet etmiş.
Çocuk büyümüş ve kendisini ibâdete vermiş. Gecenin bir kısmını ibadet, bir kısmını uyku ve bir kısmını tazarru ve niyaz ve dua ile geçirirmiş.
Gündüzleri de çalışır, kazancının bir kısmını sadaka verir; bir kısmını kendine yemek için alıkor,
bir kısmını da götürüp annesine verirmiş. Bir gün
annesi oğluna demiş ki; oğlum, baban senin için
falan yerde bir inek yavrusu bırakmıştı. Git onu al
ve üç dinara sat velâkin bana sormadan verme,
diye tenbih etmiş. Oğlu gidip ineği almış. Pazara
götürmüş. Fakat insan kılığında bir melek, ben
sana altı dinar vereyim ama anana sorma, demişse
de çocuk buna razı olmamış ve gidip annesine söylemiş. Anne zeki bir kadın olacak ki bunun bir
melek olduğunu anlamış ve oğluna: Oğlum, git o
kişiye “Ben bu ineği satayım mı, yoksa satmayayım mı?” diye sor. Çocuk meleğe sormuş o da:
“Satma, bunu Hazret-i Musa’nın kavmi senden derisi dolu altına satın alacaklardır, demiş.” Musa
Aleyhisselâm’ın kavmi ise, öldükten sonra dirilmeye inanmazlarmış. O arada birisini öldürmüşler.
Cenâb-ı Hak, bu ineğin, kesip, diliyle yahut arka
derisiyle bu ölen kimseye vurulmasını emretmiş ve
Allah’ın izniyle, o katlolunan adam dirilmiş ve kendini katleden adamı haber vermiş ve bu deri Hazret-i Ömer’in devrinde Hazret-i Ömer’e de nasib
olmuş. O da o deriyi kamçı olarak kullanmış.
Ocak 2009
Bâyezîd-i Bistâmî’den şöyle bir hikâye
nakledilmektedir:
Bir kış günü annesi oğlundan su istemiş. O
da suyu getirinceye kadar uyumuş. Bâzeyîd, annesi uyanıncaya kadar başında beklemiş. Bu
arada soğuktan bardak eline yapışmış. Annesi
uyandığı vakit bardağı alınca parmağının derisi
kopup kan akmağa başlamış. Annesi ne oldu, diye
sormuş. O da hâdiseyi söylemiş. O zaman, “Allah’ım, ben bu oğlumdan razıyım, sen de ondan
razı ol” demiş. Lâkin bu anne Bâyezid’e hâmile olduğu müddetçe, ağzına şüpheli bir şey almamış.
Ve tabiidir ki, başka zamanlar da şüpheli bir şey yememişlerdir. Allah’tan korkanların halleri, şanları
evladları böyle olur.
Resûl-i Ekrem S.A.V Hazretleri’nin torunları,
Hazret-i Fatıma Radiyallàhu Anha’nın oğlu
Hazret-i Hasan R.A annesiyle beraber sofraya oturup yemek yemesini istemez imiş. Annesi Fatıma
Radiyallàhu Anha oğluna sormuş ki:
— Oğlum ne için benimle beraber oturup yemek
yemiyorsun?
Oğlu da:
— Anneciğim olur ki, senin hoşuna giden bir
lokmayı ben almış olurum da sonra sana karşı
asî olmuş olurum, korkusuyla beraberce oturmayı hoş görmüyorum, deyince muhterem ve
mübarek annesi:
— Oğlum bütün yediklerin benim tarafımdan
sana helâl olsun! Demiş.
Görüyor musun anne ile oğul arasındaki sıkı
rabıta nelerden doğmaktadır. Bunlar hep Hakk’ın
onlara in’âm ve ihsanıdır. Bize düşen de, bunlardan ders almaktır.
ANNE BABAYA ASİ OLMAMAK
İbn-i Abbas’ın Rasûlüllah SAV’den yaptığı bir
rivayette; “Her kim sabah ve akşam vâlideyni
kendisinden razı olarak gününü geçirirse
sabah ve akşam ona Cennetten iki kapı açılır ve
eğer sabah veya akşamda vâlideynini kızdırırsa
ona da cehennemden iki kapı açılır. O sırada
orada olan birisi:
— Yâ Resûlallah, eğer analar çocuklarına zulmediyorlarsa? dedi.
10
Cenâb-ı Peygamber:
— Evet; zulmetseler dahi yine onlara karşı
gelmemek ve âsi olmamak gerektir, buyurdular.
Mâlumdur ki, onlar dinsiz dahi olsalar onlara
yine ikram ve ihsan, insanlık ve İslâmlık borcumuzdur.
Buhâri ile Müslim’in ve bir de Tirmizî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerife dikkatle bakınız:
Ebu Bekr RA den rivayet edilmektedir:
Rasûlüllah SAV Hazretleri buyurdular ki:
“Sizlere büyük günâhları haber vereyim mi?”
Uyanık olun ve dikkat edin diye de üç kere sözlerini tekrar ettiler. Bizler de: “Buyurun Yâ Rasûlallah” dedik. Buyurdular ki: “Büyük günâhların
başı, Allah Teàlâ’ya şirk koşmaktır.” “İkincisi
vâlideyne yani ana ve babaya âsî olmaktır.”
Bunları söylerken dayanıyordu. Derken düzelip
oturdular ve: “Âgâh olunuz, mütenebbih olunuz, yalan söylemek ve yalan yere şehâdet etmektir” diye o kadar tekrarladılar ki bizler
acıdığımızdan ah ne olur, artık sükût edip rahat
etseler diye temennide bulunuyorduk.
İbni Ömer RA dan rivayet edilen hadisi şerif
de şöyledir:
Rasûlüllah SAV Hazretleri şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde Allah Teàlâ Hazretleri
üç taifeye rahmet bakışıyla bakmaz. Ana ve babaya âsi olana, şarap içmeğe devam edene, bir
de verdiği ihsanını başa kakana. Ve yine üç kişi
de yani taife de cennete giremezler. Birisi vâlideynine âsî olan, ikincisi deyyus tâbir olunan
kişi, üçüncüsü de kendisini erkeklere benzeten
kadınlar.” Bu hadisi Neseî, el-Bezzaz, Hâkim, İbn
Hibbân Sahihlerinde zikretmişlerdir.
ANA BABAYA KARŞI ON MÜHİM VAZİFE
Evladın ana ve babasına yapmakla mecbur
olduğu on borcu vardır. Bunlar:
l. Vâlideyn muhtaç oldukları vakit onlara bakmak.
2. Giyime muhtaç oldukları vakit onları giydirmek.
3. Hizmete muhtaç oldukları vakit hizmetlerinde bulunmak.
4. Her ne zaman çağırırlarsa hemen koşup gitmek.
5. Emrine her zaman itaat etmek; (günah olmadıkça).
6. Yanında gayet yumuşak konuşmak.
7. Babasını ismiyle çağırmamak.
8. Arkasında yürümek.
9. Kendi için istediği ve razı olduğu şeyleri onlar
için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri onlar için de istememek.
10. Onların mağfireti için dua etmek.
Büyükler vâlideyn için duayı terk etmenin evlâdın
geçimini daraltacağını buyurmuşlardır.
ANA VE BABA ÖLDÜKTEN SONRA DA:
l. Akrabalarını ziyarete devam etmek.
2. Onlara istiğfarla dua etmek.
3. Babanın sıla yaptığı kimselerle alâka kesmemek
gerekir.
Eğer keserse nurunun söneceği bildirilmiştir.
Onun için babanın dostlarını bırakmamalı, dostluğu
devam ettirmeye çalışmalı ve onlara istiğfar etmeliyiz. Vâlideyn hakkını ödemek için beş vakit namazlarında duayı unutmamalıyız.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname'de evladın anne ve babasına karşı on beş
görevini sayar.
ANNE VE BABASIYLA OLAN SOHBETİNİN
KALKIP OTURUŞUNU ADAB VE ERKÂNI ON
BEŞTİR:
1. Anne ve babasının sözlerini dinlemek
2. Emirlerine göre hareket etmek.
3. Onlardan izin almadan oturmamak.
4. Onların kalkışında ayakta durmak.
5. Yol yürürken onlara öncülük yapmak.
6. Sesini onlarınkinden fazlaya yükseltmemek.
7. Onları ismiyle çağırmamak.
8. Çağırdıklarında efendim veya buyurunuz deyip
emirlerini yerine getirmek.
9. İşlerini yapmak ve onlara hizmet etmekte titizlik
göstermek.
10. Onların rızalarını kazanmak
11. Onları korumak ve onlara saygılı olmak.
12. Onlara öfkeli bir bakışla bakmamak
13. Onlara karşı yüzünü ekşitmemek, güler yüz ve
tatlı sözle gönüllerini hoş etmek
14. Onlara yaptığı bir iyilikten dolayı başa kakmamak ve minnet etmemek.
15. Emirleri olmadan gurbete gitmemek, ayrılmamak.
11
Ocak 2009
GURBET DEDİM,
ANNE DEDİM
Halil ATİK
Pusunda mı gizemin?
Ya da kaybettiğim yerde
Yıkamaz yolları bu yağmur
Yetmez gözyaşlarım
Adına hasret demişim çekilen ahların
Dualar,dualar...
Dertli dertli dalar
Dertli derdiyle dalar
Hangi türkü bu anne içimi bir
başka yakar?...
Bembeyaz yollar
Dilimde hiç bıkmadığım şarkılar
Penceremde soyunmuş ruhum
Rüzgâr nağmesinde parıltılar
Frekansındayım hüznün,sesimde
paslar
Adını anmak bu kadar mı zor?
Anne deyince kaç yürek sızlar?
İçime gömdüm nice hayatları
Terkettim sabır uğruna kalbimi
Feryadıma attığım düğümlerim
Bu demde çözdü gözlerimden beni
Karanlığın girdabında sessizliğim
Ya ben haykırıyorum
Anlamamak mı hayat derdin?
Ocak 2009
Güneş sızıntısında odam
Sıcak bir çayım,soğuk yaram
Yüzüme baksan inersin yüreğime
İçimde bir başka adam
12
Bir selam versen bin ah dokur
Ve bin ahı dokunur
Harf harf elem
İsyan sanma anam
Bu gurbet elde bir kalem...
Elimde kayıp fermanım
Heyt be!
Bende kayboldum ya bu şehirde
Islah olur mu dahi yollar
İflah bulur mu ayrılıklar?
Ve sen anne
Isıtmıyor burada sahte kazaklar.
Değmiyorsa elin
Isıtmıyor anne oyuncak mutluluklar...
Kaç gece ağladığını
Annem....
Yağan yağmurda yanıyorum
Nasıl dayanır bu yürek bilmiyorum?
Sen anne sen
Sen ki her rüzgârda esen
Sen ki her gülde biten
Bu son gül anne ağlayan
Dimdik ayakta
Gurbet elde
Yüreğiyle,duasıyla....
Unutmuşum
Gene üstüm açık yattım anne
Üşüdüm...
Yüreğime duanı ekledim
Yürüyorum terennümlerimle
Özlüyorum anne
Dostlar diyorsun ya sen,sığın diyorsun ya sen
Burda o türde tiyatrolar oynanıyor
Adınada dostluk diyorlar işte
Hele güvenipde yıkılmak yok mu
En zoruda bu be anne
Dost anne,diyâr anne,yâr anne....
Ve bu sefer gelemedin...
Elinden öpüşüm
Hayırla git ve gel oğlum deyişin
Bu seferde ağlama diye sitemin...
Tebessümle uğurlarsın annem
Sanarsın üzülmem
Ve sanarsın ki bilmem
13
Ocak 2009
Ersan BİLGİN
ANABABAYA
HÜRMET,
NEFSİ
TERBİYE ve
KUL HAKKI
Ebû Abdurrahman Abdullah İbni
Ömer İbni’l–Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Sizden önce yaşayanlardan
üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam
olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan
bir kaya mağaranın ağzını kapattı.
Bunun üzerine birbirlerine:
lara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez
hayvanları sağıp sütlerini annemle
babama götürdüğümde, baktım ki
ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak
istemediğim gibi, onlardan önce ev
halkının ve hizmetkârların bir şey
yiyip içmesini de uygun görmedim.
Süt kabı elimde şafak atana kadar
uyanmalarını bekledim. Çocuklar
etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.
– Yaptığınız iyilikleri anlatarak
Allah’a dua etmekten başka sizi bu
kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler.
İçlerinden biri söze başlayarak:
Rabbim! Şayet ben bunu
senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan
al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.
– Allahım! Benim çok yaşlı bir
annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey
yedirip içirmezdim. Bir gün hayvanOcak 2009
14
Bir diğeri söze başladı:
– Allahım! Amcamın bir kızı
vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir
erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o
kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim.
Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim
etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti.
Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete
göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman)
dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği
bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım,
verdiğim altınları da geri almadım.
Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı
uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı;
fakat yine çıkılacak gibi değildi.
Üçüncü adam da:
rine bakılabilir. (Buhârî, Büyû` 98, İcâre 12, Hars ve’l–müzârea 13, Enbiyâ’
53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100, Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin
Tercümesi: 6)
NAMAZ, GÖZÜMÜZÜN NURUDUR
- “Onlar (müminler), gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Bakara 2/3)
- “Herşeyin bir alameti vardır. İmanın alameti ise namazdır.” (Münavi)
- Namaz, imandan sonra en büyük hakikattır.
- Namaz; ibadetlerin özüdür. Namaz; insana
kulluk bilinci kazandırır, kulluk şuurunu canlı tutar.
- Namaz, Rabbimiz (cc) ile irtibat kurmaktır.
“…Ve beni anmak için dosdoğru namaz kıl.”
(TaHa,14)
– Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum.
Parasını almadan giden biri dışında hepsinin
ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın
parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Birgün bu adam çıkageldi. Bana:
- Namaz; ruhumuzu ve bedenimizi eğitir.
“Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz
huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir
yük)dır.” (2/45)
İNSAN İLE İNKAR ARASINDAKİ PERDE;
NAMAZ
– Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de
ona:
– Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar
ve köleler senin ücretinden türedi, dedim.
Adamcağız:
– Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey
bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.
- “Hani İsrailoğullarından, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın,
insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru
kılın ve zekatı tam verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, sözünüzden
döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz.” (2/83)
Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz
sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın
ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp
gittiler, biiznillah.
- “Namaz, dinin direğidir. Namazı terk
eden dinini harap etmiş olur.” (Acluni) Namaz; dinin
direği, imanın alameti, mutluluğun anahtarı, kalbin
nuru, muttakilerin göz aydınlığıdır.
Böylece anaya babaya karşı edeb, sevgi,
saygı ve hürmetin, nefsin bilhassa şehevî hislerine
sadece Allah korkusundan dolayı hakim olabilmenin ve kul hakkına ısrarla hürmet etmenin değerli
amellerden olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
- İbadetler içinde ilk emredilen, hayatta en
son terk edilecek ve ahirette hesabı ilk görülecek
olan ibadet, namazdır. “Cennetler içinde (olanlar), cehennemdekilere "Sizi şu yakıcı ateşe
sokan nedir?" diye sorarlar. Onlar şöyle cevap
verirler: Biz namaz kılanlardan değildik…”
Ve müslüman daraldığı zaman böyle samimi
davranışlarını dua vesilesi yapabileceğini de bu
hadis bize öğretmiş oluyor. Bu konuyu daha iyi anlamak için Bakara: 2/25, 82, 277; Âl i İmrân: 3/57;
Nisâ: 4/57, 122; Mâide: 5/9; A’râf: 7/42; Yûnus:
10/9, 26; Hûd: 11/11, 23; Nâziât: 79/40, 41 ayetle-
(74/40,41,42,43)
- Bir gönül ehline sordular: “Efendim, namaz
kılmayan kafir olur mu ?” O zat da şöyle cevap
verdi: “Elbette namaz kılmayan kafir olmaz.
Lakin kafirler namaz kılmaz.”
15
Ocak 2009
- “İnsan ile küfür arasında yalnız namaz
kılmamak vardır. Yani namazı terk etmek, insanı
küfre yaklaştırır.” (Tirmizi)
- “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan
namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.”
(Buhari, Ezan) Cemaatle namazı terk etmemeli, bu sevabtan mahrum olmamalıdır.
HUŞU İLE NAMAZ…
- Huşu ile dosdoğru ve devamlı kılınan
namaz, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyar. Dayanılmaz çile ve sıkıntılardan kurtuluş da namazladır.
- Namazda elde edilen vecd ve aşk ile insanın hayatı değişir, hayatı İslamlaşır. Namaz, insanı
zinde tutar ve namaz aynı zamanda bir cihad eğitimidir. Namaz, insanı tevhid şuuru, cemaat ve
ümmet bilinci noktasında eğitir.
- Tüm varlıkların ibadet şekilleri, tesbih ve zikirleri namazda toplanmıştır.
- Namaz kılan insanla kılmayan insan,
namaz kılan milletle kılmayan millet arasındaki
fark; ölülerle diriler arasındaki fark kadardır, çünkü
namaz; ruhtur, canlılıktır.
- Namaz; fiili bir dua ve yakarış, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Yüce Allah’ın huzurunda huşu
dolu bir boyun eğiş-kulluk ve Allah’ın düşmanlarına
karşı bir kıyam ve başkaldırıdır.
- Namaz, günde beş defa “Allahu Ekber
(Allah en büyüktür)” ve “Rabbim yalnız sana kulluk
eder, yalnız senden yardım isteriz” sözlerine sadakattir.
- “…Cemaate devam ediniz. Zira sürüden
ayrılanı kurt kapar.” (Ebu Davud, Salat)
- “İman edip güzel amellerde bulunanlar,
namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler;
şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır.
Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (2/277)
DİN HAYATTIR…
- Bir çok insanımız İslam’ı inanç olarak kabul
ettiğini söylemekte ve onunla iftihar etmekte, ancak
İslam dininin ibadet ve ahkamına duyarsız yaşamaktadır. Yine bazı insanımızda toplumsal hayatın
bataklığından çıkış noktası olarak namaza sarılmakta ancak sosyal yaşantısını, aile hayatını, ticari
ve siyasi ilişkilerini inancına göre şekillendirmemektedir. Halbuki Yüce Dinimiz İslam, iman-amelibadet-ahlak hükümleriyle bir bütündür, Rabbimiz’in
emirlerinin ve yasaklarının hepsi önemlidir.
- Din hayattır ve dünya-ahiret saadetimiz,
Müslümanlığımız oranında gerçekleşecektir…
- Hayatımızın tamamı Rabbimiz’e kulluk bilinciyle namaz kıvamında, ibadet şuurunda olmalıdır.
- Namaz, müminin miracıdır.
- Namazlarımızı istekle, seve seve ve aşkla
eda etmeli, namazla dirilmeli, namazda kazandığımız muhabbetle çevremizin dirilişine vesile olmalı,
böylece bir ilahi aşk ve adalet medeniyeti oluşturmanın gayretinde olmalıyız.
CEMAATLE NAMAZ…
- “Namazı dosdoğru kılın, zekatı tam verin
ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin.” (2/43)
Cemaatle namazı terk etmek, Müslümanların dağınıklığının sebeblerindendir. İslam; cemaat, birlikberaberlik, sevgi-kardeşlik ve fadakarlık dinidir.
“Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned) Hayır ve iyilikte yardımlaşma ve dayanışmayı
emreden Yüce Dinimiz İslam, her vesileyle cemaatleşmeyi, kenetlenmeyi ve birleşmeyi emreder.
Ocak 2009
YERYÜZÜ MESCİD…
- Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) “Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı.” (Buhari, Teyemmüm) buyurmaktadır. Mümin kimse, “yeryüzü mescid, ben
de bir ömür boyu beni yaratan, yaşatan ve nimetlendiren Allah Teala’nın huzurunda namazdayım”
şeklinde bir teslimiyetle hayatını sürdürmelidir.
Daima Müslümanca yaşamalı, müslümanca düşünmeli, ve nihayet müslümanca ölmelidir.
- “İman etmiş kullarıma söyle: "Alış-verişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden
evvel, namazı dosdoğru kılsınlar ve kendilerine
rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak
etsinler." (14/31)
16
- “Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir;
Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır;
Onlar, namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.”
endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."
(23/1,2,9)
Söyledikleri beni son derece şaşırtmıştı ve bu
- Namazlarımız namaz ola! Ömrümüz namazın gerektirdiği imanla, ahlakla ve ibadet şuuruyla
baştan sona namazlaşa…
konuyu açtığıma pişman etmişti. Tokalaşıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin
camide olduğunu söylediler. Şaşırdım ve hemen
gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde du-
- “Rabbim, beni ve nesillerimizi namazında sürekli kıl. Rabbimiz, duamızı kabul
buyur." (14/40) amin.
ruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde. Yavaşça
yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
- "Hani camiye gelmeyecektin ?" dedim
BİR KISSA, BİR HİSSE…
YEŞİL ELBİSE
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının
Ezan okunurken arkadaşımla karşılaştım ve
üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
ona;
- "Gel seni camiye götüreyim" dedim. "Bugün
cuma biliyorsun."
Evet, ömrün kıymeti bilinmeli, ömür ibadetleAllahımız’a kullukla geçirilmeli…
- "Sen benim camiye gitmediğimi biliyorsun."
SELAM’I YAYINIZ
dedi.
Abdullah b. Amr b. As (ra) anlatıyor:
- "Biliyorum ama sebebini gerçekten merak
ediyorum."
Bir adam, Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v)
“İslam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır? diye sordu.
Rasulullah aleyhisselam:
- "Ne bileyim, olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum." dedi.
“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermendir” buyurdu. (Buhari)
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
“İMAN ETMEDİKÇE CENNET’E
GİRE-
MEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE DE İMAN
- "Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun için
cami terk edilir mi?
ETMİŞ OLMAZSINIZ. YAPTIĞINIZ ZAMAN BİRBİRİNİZİ SEVECEĞİNİZ BİR İŞİ SİZE HABER
- "Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin." dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden
güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan
seçer ve her zaman ütülü tutardı.
- "Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
- "Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim.
Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde
VEREYİM Mİ; ARANIZDA SELAM’I (ESSELAMÜ
ALEYKÜM…) YAYINIZ.” (Müslim)
Güzel İsimleri’nden biri de “Selam” olan Allah
Teala şöyle buyuruyor:
“Bir selam ile selamlandığınız zaman siz
de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı
ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.” (Nisa,86)
17
Ocak 2009
Kübra GÜNALTUN
ANNEM
Canımın canı, gönlümün gülü
istemiyorum anne, çünkü
annem...
uyanmaktan korkuyorum. Bazen,
yaşamak korkutuyor beni. Oysa
Bu mektup sana söyleyemediklerimin
şefkatli ellerinden tutup parklarda
ve yüreğimde kopan fırtınanın
gezinirken nasılda güvende
hikâyesidir. Herkesin bir hikâyesi
hissederdim kendimi
vardır anne. Benim hikâyem hep
suskun kaldı. Bazen gözyaşı olup
Yaşamak zorundayım anne...
aktı gözlerimden. Akıp gitti işte...
Umudumu yitirmeden, 'tükendim'
Kalbinin atışlarını dinleyerek sevgi
demeden yaşamak zorundayım. Bu
dolu kucağında uyuyan bir bebek
yaşam savaşında, öğrettiklerin
olarak kalmayı öyle çok isterdim ki.
ayakta tutuyor beni. Öyle çok
Annelerin gözünde evlatları hiç
incindim ki anne, fakat incitmedim.
büyümezmiş. Ne olur kaç yaşına
Çünkü incinsem de asla incitmemeyi
gelirsem geleyim sineni esirgeme
senden öğrendim.
benden.
Korkuyordum anne...
Ocak 2009
Öylesine yorgunum ki anne...
'Başaracaksın kızım' deyip boynuma
Dizine yatıp tatlı rüyalarla uzun bir
sarıldığında tüm acımasızlığı ile
uykuya dalmak istiyorum. Uyanmak
karşıma dikilen dünya yerle bir oldu
18
sanki. Tüm korkular silindi gözlerimden. Yüreğimi
sımsıkı tuttun, korkularımı alıp götürdün benden.
Acılardan geçerken bile gülümsemeyi öğrettin bana.
Canım annem...
Bazen bana kızınca 'kızın olunca anlarsın' dersin.
Bende inatla söylediklerini anlamam ya, bilirim incinir
o güzel yüreğin. Ne olur affet beni anne. Yerli yersiz
öfkelerimi, kızgınlıklarımı, sabırsızlıklarımı affet. Ben
yine bir şeylere öfkelenip odamın soğuk duvarlarıyla
baş başa kalayım. Sen bana aldanma anne. Yalnız
kalmak istediğimi sanma. İçimde ki öfke denizinin
dalgaları söylemek istediklerimi alıp götürse de, ben
hep muhtacım senin yüreğine.
Soğuk duvarların ortasında üşüyorum anne...
Sen yine çal odamın kapısını. Elimi tut. Bak ne kadar
da üşümüş ellerim. Sonra sımsıkı sarıl boynuma.
Sende ısınayım anne, sende dinsin dalgalarım. Bu
öfke denizinde çırpınmaktan yorgun düştüm. Ne olur
tut ellerimi. Birlikte karaya çıkalım anne.
Ben senin beyaz güvercininim anne...
Yüreğinde öğrendim uçmayı ve fırtınalara direnmeyi.
Bir yanımda öğrettiklerin, diğer yanımda duaların
varken, fırtınalar sürükleyemiyor artık beni.
Annem...
Sen yanımdayken hüzünlerim huzura bırakıyor yerini.
Sensiz kalmak ürkütüyor yüreğimi. Ah sensizlik!
Düşlemesi bile acıtıyor içimi. Canım çekiliyor
ruhumdan. Kızgın bir sahranın ortasında buluyorum
kendimi. Bomboşum... Anne diyen çocukların sesleri
yankılanıyor beynimde. Elini tutamayacağım, sesini
duyamayacağım kadar uzaktasın.
Sonunda uyanıyorum bu acı düşten...
Çok şükür yanımdasın. Beni değil sensiz, sensizliğin
düşüyle bile yalnız bırakma anne...
19
Ocak 2009
Hasan BAŞAR
TOPLUM
SAL
DÖNGÜ
VE ANNE
Baba otoritenin sembolüdür ve
bundan dolayı da babaya saygı duyulur. Çünkü otorite her zaman saygıyla
karşılanmıştır. Oysa anne şefkattir,
duygudur. Annelik bir limandır dar anlarımızda sığındığımız. Bir dermandır
gönüllerimize, açılarımızda dert ortağımızdır. Ardımızdan en çok ağlayanımız. Annenin baba kadar otoritesi
yoktur. Evladına hiçbir engellemeler
koymadan yaklaşır. Annelik evrenseldir. Rengi, dili ne olursa olsun. Bütün
insanlık, bütün çağlar boyunca aynı
olmuş, bundan sonrada aynı olacaktır.
Annenin ve annelik makamının bizim
gönlümüzde ve hayatımız da apayrı
bir yeri vardır. Anne merhamet ve şefkat duygularına ait ne varsa içinde barındırır. Ağıtlarımızda, türkülerimizde,
Ocak 2009
20
atasözlerimizde bunu en güzel şekilde
ifade ederiz. Hatta günlük hayatta
duygularımızı ifade etmek için kullandığımız deyimlerde dahi ana kelimesini kullanırız. “Anası ağlamak; Büyük
zorluklarla karşılaşmak.” ,“Anasını ağlatmak; Aşırı sıkıntıya sokmak.” , “Anasını bellemek; Büyük kötülük yapmak.”
Annelik toplumsal görgü kurallarının aktarıldığı en önemli kaynaktır.
İster kadın, ister erkek olsun bireylerin
toplumsal düzeni, gelenek ve görenekleri öğrendikleri birinci el annedir.
Bu anlamda toplumun devamı için
anne önemli bir yere sahiptir. Bu anlamda toplumun devamı için kadına
gerekli önem verilmelidir. Toplumsal
döngü mutlaka gerçekleştirmelidir.
Yoksa toplum ayakta duramaz. Döngünün aktarıl-
madan yüzünün akıyla çıkarsa yeni ve mutlu bir ai-
ması kadar doğru şekilde aktarılması da önemlidir.
lenin temelini oluşturabilir.
Döngünün oluşturulma süreci gençlerin gön-
Bu döngüyü doğru şekilde gerçekleştirmeyi
lüne bırakılmayacak kadar önemlidir. Bu iş elbette
başaran Osmanlı İmparatorluğu 6 asrı aşkın bir
gençlerin işidir ama tek karar verici gençler olma-
süre varlığını devam ettirmiştir. Bir döneme dam-
malıdır. Çünkü gençler yaşları gereği pek sağlıklı
gasını vuran Osmanlı’nın yetiştirdiği kadın bu an-
karar veremezler. Duygusaldırlar ve pek gerçekleri
lamda görevini yerine getirmiştir. “Osmanlı kadını”
göremezler. Aileyi ayakta tutan sevgi ve saygının
dediğimiz bu kadının tipik özelliklerine bir göz ata-
yanında gerçeklerdir. Bireyler hayatın gerçekleri ile
lım. Şefkat ve merhametin yanına otoriteyi oturt-
karşılaştığında akıl ve sağduyudan yoksunsa o
muş Osmanlı kadını, akıl ve sağduyu temsil
zaman problem başlar. Günümüzde boşanmaların
ederken duyguyu da içinde barındırır. Annelik sabır
artmasında bu durumun önemli bir etkisi vardır.
Bunun için anne ve baba inisiyatifi ele almalıdır.
Anne olarak seçilecek kadın iyice araştırılmalıdır.
Bu anlamda görücü usulü evlilik önemli bir işlev görebilir.
ister, özveri ister, emek ister bunu başarmakta sağlam karakter ister. Bu anlamda Osmanlı kadını sabırlıdır, özverilidir. Devletin ve milletin bekası için
her türlü fedakârlığa ve acıya katlanabilirler. Çanakkale’de evladını kınalayıp vatana kurban olsun
diye gönderen anne ile Kurtuluş Savaşında top
Görücü usulünde genel anlamda belirleyici
olan annedir. Anne, oğlu evlenme çağına geldiği
zaman araştırma yapmaya başlar. Çünkü anne
yeni kurulacak yuvaya uygun anne adayını kendi
kriterlerine göre seçer. Bunu yaparken akıl ve mantık süzgecinden geçirdikten sonra karar verir.
Çünkü ortada bir döngü var ve bu döngünün bir
halkası olacak olan kadın, uzun ve titiz bir araştır-
mermisi ıslanmasın diye evladını feda eden Elif
Ananın fedakârlığı.
Bu fedakârlık devletin zirvesinde padişah
analarında da görülür. Osmanlıda anneler hep gizli
kahramanlardır. Padişah anaları yabancı kökenli
olmalarına rağmen aldıkları terbiye ile Osmanlı ka21
Ocak 2009
dının tipinin özelliklerini yansıtırlar. Ta ki Hürrem
Bir Alman subayla sohbet etme fırsatı buldu-
Sultan’a kadar. Saraydaki yozlaşma Hürrem Sul-
ğumda evli olup olmadığını sordum. O da evli ol-
tan’la başlar. Hürrem Sultan’a kadar padişah ana-
duğunu söylemişti. Peki, çocuk dediğimde : “Hoca
ları saray içi entrika nedir bilmezken, Hürrem
çocuk problem. Ben şimdi geziyorum, canımın is-
Sultan’la birlikte entrikalar içinde etkin rol alamaya
tediği her şeyi yapıyorum. Ama çocuk olduğunda
başlarlar. Padişah anaları devletin ve milletin gele-
bunların hiçbirini yapamam.” İşte batının çocuğa ve
ceğini değil kendi evlatlarının geleceğini düşün-
aileye bakış açısının özeti.
meye başlayınca yani öncelik şahsa indirgenince
Osmanlıda tılsım bozulmuştur. Artık ağacın göv-
Bizde de durum hiç iç açısı değildir. Huzur
desine kurt girmiş ve kemirmeye başlamıştır. Os-
evlerindeki atış maalesef bunun bir göstergesidir.
manlı’da duraklama döneminin Kanuni Sultan
Huzur evleri hem ismiyle hem de varlığı ile beni ra-
Süleyman’ın ölümüyle başlaması tesadüf değildir
hatsız etmektedir. Evlatlarının yanında huzur bula-
sanırım.
mayan anne ve babaların huzur bulmak için bu
yerlere gitmek zorunda kalmaları ne acı. Bu yer-
Günümüzde Osmanlı kadını dediğimiz ka-
lere “huzur evleri” denmesinin sebebi insanların
dınların sayıları da bariz şekilde azalmıştır. Günü-
huzur buldukları yer olmasından olsa gerek. Bura-
müzde
dan da anlaşılan anne ve babalar evlatlarının ya-
hala
varlığını
devam
ettirenler
ise
Anadolu’nun ücra köşelerinde kalmış batı ile temas
nında huzur bulamıyorlar.
Sonra anne ve
etmemiş kadınlarımızdır. Dünya yalana teslim
babaların bu yerlerde yaşamak zorunda kalması
olmuş. Hak, adalet, özgürlük gibi kavramları savu-
evlat için olduğu kadar toplum içinde yüz karası bir
nanlar eşi ve benzeri görülmeyen zalimlikleri ser-
durumdur. Devletin bu yaştaki insanlar için yer aç-
gilemektedirler. Aynı yalan kadınlarımız içinde
ması önemli ancak sadece açması sorumluluğunu
tezgâhlanmıştır. Kadına hak, özgürlük yalanı adı
hafifletmez. Bireylerine anne ve babalarına sahip
altında onu bir meta olarak gören zihniyetin art ni-
çıkma bilinci aşılamalıdır. Bu elbette birinci dere-
yetini hepimiz iyi bilmekteyiz. Batı ile temasa geçen
cede evlatları ilgilendirir ama bu evlatların bu hale
kadınımız vasfını kaybetmiştir. Cemil Meriç’in söy-
nasıl geldiklerini de sorgulamak biz aydınlara düş-
lediği gibi batı ile temas eden kendi kültürüne düş-
mektedir. Sonuçta evlatlarının yanında huzuru bo-
man kesilmektedir.
zulan anne ve babalar ortaya çıkmıştır. Anne ve
babalarına bakmayan çocukları suçlamak, sorgu-
Her kadın potansiyel bir anne adayıdır. An-
lamak ve eleştirmek kolaydır. Onların bu hale gel-
nelik duygusunun yüceliği kadının şahsiyeti ile
mesinde
ne
kadar
suçumuzun
doğru orantılıdır. Onun içindir ki küçüklüğünden iti-
sorgulamak ta bize düşer.
olduğunu
baren kızlarımız ona göre hazırlanmalıdır. Bunu da
yapacak kişi hiç şüphesiz annedir. İyi bir anne, iyi
Evlatların anne ve babalarına karşı yükümlü-
bir annenin elinden çıkar. Bir zamanlar çocuk olan
lüklerini yerine getirmeyişinde onlar kadar bizimde
anne, annesinden aldığı anne eğitimi ile annelik
sorumluluğumuz vardır. Çünkü yıllarca modern-
yapacak olan kadın. Erkekler hayatın karmaşası ile
leşme adı altında yetiştirdiğimiz nesiller anne ve
mücadele ederken kadına da çok önemli bir görev
babalarına bakma sorumluluğunu üstlenemez hale
yüklemiştir. Nesillerimizin devam etmesini sağla-
geldiler. Bu sorumluluk onlara ağır gelmeye baş-
yacak olan çocuklarımızı eğitme görevi. Yuvanın
ladı. Durum kontrolden çıktı mı? Hayır. Daha iş
derleyip toparlayıcısı annedir. İyi anne yuva içeri-
işten geçmemiştir. Ama bu işe dur demezsek top-
sinde denge unsurudur. Aile içi iletişimde annenin
lum için tehlike çanları çalmaya başlayacak de-
fonksiyonu çok fazladır.
mektir.
Ocak 2009
22
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
ÇABALAR
BOŞA
GİTMEZ
“Tüm çalışmalarımızın karşılığını sadece Rabbimizden bekler, kulların övgü ve yergilerine hiç
aldırmayız. Fani dünyanın değersiz
dünyalıkları karşılığında ebedî cennet
nimetlerini satmayız.” Deliller: Bakara,86 ve 218; Haşr, 8; Maide, 54
İnsan olarak kendimiz ve yakın
çevremiz için koşuşturduğumuz gibi,cemiyet için ve bütün insanlık için de bir
şeyler yapmak mecburiyetindeyiz. Allah:
“İnsan için ancak çabasının karşılığı
vardır” (Necm, 39) buyurarak yeryüzünde
kıyamete kadar geçerliliğini koruyacak
bir gerçeğe dikkatlerimizi çekiyor. Biz
buna “sa’y (çaba) kanunu” diyoruz. Allah’ın melekler göndererek takviyesi
haktır. Ancak beşeri gayret ortaya konulduktan sonra… (Enfal, 9; Tevbe, 40)
Şu halde başarmak için çaba zaruridir. Biz samimi gayretimizi ortaya koyarız, yardım için Rabbimize naz ve
niyazda bulunuruz. Sonucu tayin, O’na
aid bir husustur. Tecelliye müslimce teslimiyet gösteririz. Umduğumuzu elde et-
23
tiğimizde şımarmaz, ümit ettiğimize kavuşamayınca da moral bozukluğuna uğrayıp çabamızı noktalamayız.
Bu hasbî gayretlere esnasında
bazen çok tuhaf tecellilerle yüzyüze gelmek de sıkça rastlanan şeylerdendir. Bu
da yanlış anlaşılmak, takdir olunmamak
hatta bazen de itham olunmak ve suçlanmaktır. İnsan eğer, kızgınlık ve acelecilikle yanlış ve ters karar alır da
hizmet çabasını terk ederse, yanlış yapmış olur. Yani koşuşturmasının her cihetiyle Allah’a malum olduğunu (Tevbe, 94) ve
emeğinin karşılığının Ahiret’te tastamam
ödeneceğini (Bakara, 281) teminatını unutmuş olur. Fıtrat itibariyle insanoğlu acelecidir.(İsra, 11) Allah için yaptıkları da olsa
karşılığını hemen görmek ister. Bu
bazen nefsimizin arzu ettiği gibi tecelli
ederse de çok kere Ahiret’e kalır. Sabırlı
olmalı ve kendimizi vadeli mükafata
alıştırmalıyız.Kullarda vefasızlık yaygındır.Hem onların bizim hizmetimize karşılık yapabilecekleriher türlü teşekkür,
ilahî bir hiçtir ve geçicidir. (Bkz. Taha, 131)
Ocak 2009
Mehmet TALU
EHL-İ
SÜNNET
VE’LCEMAAT
Günümüzdeki küfür tufanından,
isyan selinden kurtulabilmek için, ALLAH Teâlâ'nın dinine sımsıkı sarılmak
gerekir. Bilindiği gibi Nuh (A.S) ve beraberindekiler ALLAH'ın dinine sarıldıkları için selamete ermişler, o günkü
tufandan kurtulmuşlardır. Bunun için
de öncelikle: İtikadı tashih etmek; yani
Hz Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in,
Sahabe-i Kiramın, Ehl-i Beyt'in, Selefi Salihinin inandığı gibi inanmak; bid'atlerden, bozuk itikadlardan kaçınmak;
Ehl-i Sünnet uleması tarafından yazılmış muteber ve güvenilir akaid kitaplarını okuyarak doğru ve mutedil yolda
olmak; Muhkem yani mânâsı açık ve
kesin olan ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere sarılmak, Müteşabih yani mânâsı tam açık olmayan ayet-i kerime
ve hadis-i şerifleri esas ve usûl olarak
kabul etmemek, bunların manasını ALLAH'a havale edip, ilimde yeterli derecesi olan gerçek ve icazetli âlimlere
sormak; tashih-i itikat yani inançların
doğru olması hususunda çok titiz ve
Ocak 2009
24
hassas olmak; bid'atlerden, zındıklıklardan sapık görüşlerden kaçınmak; ilmiyle amel eden, ihlaslı âlimlerin, Salihlerin, kâmil mürşidlerin Hz.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz yolundan gidenlerin itikadı üzere inanmak
gerekir.
İşte bu inanç, Nuh (A.S.)ın gemisi gibidir. Ebû Zer (R.A) dan rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ona binen kurtulur, selamete
erer, binmeyip geri kalan da (oğlu
bile olsa) boğulup gider.” 1
İnsana en fazla lazım olan şey;
bilinmesi ve kesin şekilde inanılması
gerekli olan hususlara iman etmektir.
İman etmiş olanların en çok dikkat ve
titizlik göstermeleri gereken konu
"Tashih-i itikâd", yani inanılacak, bilgilerin, Kur'âna, Sünnet'e, Din'e uygun
olmasını temindir.
Hz. Muaviye (R.A) anlatıyor: Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz bir gün aramızda doğrulup
buyurdular ki:
Haberiniz olsun! Sizden önce ehl-i kitap
yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet
ise yetmiş üç fırkaya bölünecek, bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece birisi cennettedir. Bu da
(ehl-i sünnet ve'l-) cemaattir. 2
Avf b. Malik (R.A) dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. (Bunlardan)
biri cennette ve yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar
da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. (Onlardan da) yetmiş bir fırka ateşte ve biri cennettedir.
Muhammed'in canı (kudret) elinde bulunan (ALLAH'a) yemin ederim ki, benim ümmetim
muhakkak yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir
fırka cennette ve yetmiş iki fırka ateştedir.
-Ya Resûlellah! Cennette olan fırka kimlerdir?
diye soruldu.
-O (Sahabilerin yolunda olan) cemaat, diye
cevap verdi. 3
Hadis-i şeriflerde geçen cemaat kelimesi ile
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz'in ve sahabelerinin
yolunda olup bid'at ve yanlış itikaddan uzak duran
grup kastedilmiştir ki, bu gruba ehl-i sünnet ve’l-cemaat derizki şu hadis-i şerif bunu ifade etmektedir:
Abdullah b. Amr b. As (R.A.) den rivayete
göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Beni İsrail üzerine gelen şeyler, tıpatıp
aynısıyla benim ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan aleni olarak annesine
gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi
mutlaka yapan olacaktır. Nitekim beni İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü.
Benim ümmetim de yetmiş üç millete
bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi
ateştedir.
- Bu fırka hangisidir? diye soruldu.
- Benim ve ashabımın üzerinde olduğu
şeyden ayrılmayanlar-dır,” buyurdular. 4
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz'in dedikleri aynen tahakkuk etmiş ve maalesef müslümanlar bir
sürü fırkaya ayrılmışlardır. Biri müstesna, hepsi
derece derece bozuk ve dalâlettedir. Bu müstesna
yol, bu kurtulacak olan fırka, ehl-i sünnnet ve’l-ce-
maat mezhebidir. İslâm, Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimizimiz'den bugüne kadar bozulmadan,
tahrife uğramadan, bir kopukluk olmadan gelmiştir.
Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerinde ebediyen ittifak etmez. Siz bu cemaate sımsıkı
sarılınız. Çünkü ALLAH Teâlâ’nın yardımı cemaat üzerinedir” 5 buyurmuştur.
Gerçek İslâm, Kur'ân'ın ve Sünnetin doğru
yorumuna dayanan İslâm'dır. O da Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat İslâmlığıdır. Hakikat budur. Çünkü
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: Artık onlar, sizin
(Sen ve Ashabı’nın) iman ettiği gibi, iman ederlerse, muhakkak hidayete ermiş olurlar ve eğer
yüz çevirirlerse, hiç şüphe yok ki onlar Hak’tan
yana büyük bir ayrılık içindedirler. O halde ALLAH Teâlâ onlara karşı sana yetecektir. Ve O her
şeyi hakkıyla işitici ve hakkıyla bilicidir. 6
Bu ayet-i Kerime açıkça ifade ediyor ki:
Kıyamet kopuncaya kadar, Hz. Peygamber (S.A.V)
Efendimiz ve Ashab-ı Kiram gibi inanıp, onlar gibi
amel edenler, onlara hakkıyla tabi olanlar hidayettedirler. “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” da bunlardır.
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz ve Ashabından
sonra onların itikadına ve ameline muhalif olarak
türeyen bütün fırkalar, muhalefetleri ölçüsünce
Hak’tan, hidayetten ayrılık içindedirler.
Bir Müslüman için en büyük değer imandır.
Ona ebedî mutluluk kapısını imanı açar. İmanla
yaşar ve ömrü ölümüne imanla bitişirse en büyük
saadeti kazanmış olur. İmanı elden giderse en
büyük zarara uğramış olur. İman yoksa para, mal,
mülk, büyük servet, tantana, şaşaa, debdebe hiçbir
şeye yaramaz.
Burada yeri gelmişken Üstadımız Hacı Ali
Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin, bu
ayet-i celileyle alâkalı acaip, insanı hayrete düşürecek bir kıssasını zikredelim:
Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise
Sırruhu) Hazretleri bize bir kaç kere şöyle anlattılar:
Bir gece seher vakti, uyanıkken aşikâre olarak şeytan geldi ve bana:
- "Sen hangi mezheptensin?" diye sordu. Ben de:
- "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebindenim."
dedim.
25
Ocak 2009
- "Peki mezhebinin hak olduğuna delilin nedir ?"
diye sordu. Ben de:
- "Kur’an-ı Kerim'dir." dedim. O da:
- "Her mezhep sahibi haklı olduğuna dair Ku’ran’ı
delil getiriyor. O hâlde onların haksız olup, senin
haklı olduğun ne malûm?" dedi. Bunun üzerine,
ben ona nice ayet ve hadislerle cevap verdiysem
de, bir türlü def olmuyor ve bana karşılık veriyordu.
Böylece uzun müddet mücadele devam etti, çok
yoruldum, âciz kaldım ve yanımda duran yatağa
düştüm, uzandım. O anda Mevlâ Teâlâ Hazretleri
yukarıda zikredilen: (Artık onlar, sizin (Sen ve
Ashabı’nın) iman ettiği gibi, iman ederlerse,
muhakkak hidayete ermiş olurlar ve eğer yüz
çevirirlerse, hiç şüphe yok ki onlar Hak’tan yana
büyük bir ayrılık içindedirler. O halde ALLAH
Teâlâ onlara karşı sana yetecektir. Ve O her
şeyi hakkıyla işitici ve hakkıyla bilicidir.) ayet-i
celilesini hatırıma getirdi. Ben de hemen yatağımdan doğrulup ona cevap olarak bunu okudum ve
dedim ki:
- Bu ayet-i celilede Mevlâ Teâlâ, habibine
(S.A.V) ve ashabına hitaben buyuruyor ki: “Eğer
onlar (kendi dinlerini hak bilip, insanları ona davet
eden yahudi, hristiyan ve diğer din mensupları)
senin ve ashabının inandığı gibi inanırlarsa,
muhakkak (ancak o zaman) hidayete ermiş olurlar.
Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hak'tan büyük bir
ayrılık içindedirler.” Sonra Şeytana dedim ki: İşte bu
ayet-i celile nazil olduğu zaman ne Mutezile, ne Şia,
ne Cebriyye, ne de Kaderiyye gibi batıl mezhepler
vardı. Ancak Efendimiz (S.A.V) ve ashabı mevcuttular ve Hak üzere olanlar da ancak bunlardır. Öyleyse dünya yıkılıncaya kadar onların inancı gibi
inanıp, amelleri gibi amel edenler onlara hakkıyla
tâbi olduklarından hidayet üzere olmuş olurlar ki:
"Ehl-i sünnet vel-cemaat" bunlardır. Efendimiz
(S.A.V) ve ashabından sonra onların itikadına
muhalif, inancına zıt olarak ortaya çıkan bütün
fırkalar, topluluklar ise batıldır. Hidayetten ayrılık
içindedirler. Mevlâ Teâlâ, Efendimiz (S.A.V) ve
ashabına hitaben: "Eğer onlar sizin inandığınız
gibi inanırlarsa, muhakkak hidayete ermiş
olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar Hak'tan büyük bir ayrılık içindedirler ve hidayetten
de uzaktırlar" buyuruyor, işte Şeytana bunları deyince, defolup gitti.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, sonradan çıkmış
herhangi bir mezheb, fırka ve cereyan değildir.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin, Sahabe-i güzin
Ocak 2009
(R.A.)mun, Ehl-i Beytin, Selef-i Sâlihîn efendilerimizin, Eimme-i müctehidînin tebliğ ettikleri ve açıkladıkları, aslına uygun gerçek İslâm'dır. Bu yol
cadde-i kübrâdır. İ'tikad ve füru'daki bid'at fırkaları
ise küçük patikalardan ve çıkmaz yollardan başka
bir şey değildir.
Bu bakımdan Ehl-i Sünnet, Kur'ân'a ve Sünnet'e dayanan gerçek İslâm demektir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ile, Kur'an ile başlamıştır.
Ehl-i Sünet'i herhangi bir fırka gibi görmek, gerçekleri çarpıtmaktır. İslâm dininin ana caddesi Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat yoludur. Hadîste geçen “sevad-ı azam” Ehl-i sünnet’tir. 7 Ehl-i Sünnet diğer
fırkalar gibi herhangi bir fırka değildir.
Bu arada şu hususu da belirtmek isterim ki:
Bütün mü’minler kardeştir. Bid’ati ve yanlışlığı kendisini küfre götürmeyen herkes mü’mindir. Beraeti zimmet asıldır.
BÜYÜK İMAMLAR
Kendilerine "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" ve
"Fırka-i Nâciye" adı verilen Müslümanların itikatları, kısaca yazdığımız şekildedir. Malûmdur ki, Hz.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ile görüşüp ona
iman etmiş olan zatlara "Ashab-ı Kiram, Ashab-ı
Güzîn" denir, Ashab-ı Kiram’ı görüp onlardan feyz
almış olan müslümanlara da "Tabiîn" adı verilmiştir.
Ashabı güzîn ile tabiîne, "Selef-i salihîn" denilir. Bunlar, ehl-i sün-net ve'l-cemaatın ilk rehberleridir. Bunlar Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in
yolunu hakkıyla takib etmiş, İslâmiyeti her tarafa
yaymaya çalışmış, İslâm birliğini, İslâm câmiasını
kuvvetlendirmiş, bid'atlardan, yani din adına sonradan türemiş, dine aykırı bulunmuş şeylerden beri
bulunmuşlardır.
Ehl-i sünnetin i'tikat hususunda büyük üstatları, büyük imamları vardır. Bunlardan her biri, selefi salihîn mezhebi üzere yürümüş, İslâm âleminde
yüz gösteren muhtelif ceryanlara, felsefî görüşlere
karşı hak ve hakikati müdafaaya çalışmış, İslâm
akaidinin ne kadar saf, ne kadar doğru olduğunu
yeni yeni deliller ile, çalışmalar ile isbat etmiştir. İşte
bu büyük mücahit âlimlerden birisi: İmam Matüridî
(H. 280-333), diğeri de: İmam Eş'arî (H. 260-324)
dir.
İmam Matüridî ile İmam Eş'ari arasında esas
itibariyle ihtilâf yoktur. Her ikisi de selefi sâlihin yolunu takib etmiştir, ikisi de hak üzeredir. Ancak ikinci
26
derecede bulunan, teferruat sayılan birkaç tali
meselede ihtilafları vardır. Fakat bunların başlıcaları da sözde ve görünüşte bir ihtilaftan başka
değildir.
Bu sebeple bugün Müslümanların en büyük
kısmı, itikatça ya İmam Maturidi'ye veya İmam
Eşari'ye tabi bulunmaktadır. ALLAH Teâlâ Hazretleri hepsinden razı olsun. Amin.
BÜYÜK MÜCTEHIDLER
Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslam tarihinin ilk asırlarından zamanımıza kadar ibadetler hususunda ve muamelât
(muameleler) ile ukûbât (cezalar) gibi İslam
Hukuku’nu teşkil eden meseleler hususunda dört
büyük müçtehidden birinin mezhebine tabi
olagelmişlerdir. Bu dört büyük müçtehid şu zatlardır:
1- İmam-ı Azam Ebû Hanife (H. 80-150)
2- İmam Malik ibn-i Enes (H. 93-179)
3- İmam Muhammed ibn-i İdris eş-Şafii (H. 150204)
4 - İmam Ahmed ibn-i Muhammed ibn-i Hanbel (H.
164-241)
DÖRT DELIL
Bu dört kudretli, mübarek imamın mezhebleri
kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine kurulmuştur. Kitaptan maksat, Kur'an-ı
Mübin'dir. Sünnet’ten maksat, Hz. Peygamber
(S.A.V) Efendimiz'in mübarek sözleri, işleri ve
görüp de men etmeksizin sükût buyurmuş olduğu
şeylerdir. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz'in
evvelce men etmemiş olduğu bir şeyi görüp de
ona karşı sükût buyurmaları, o şeyin meşru
olduğunu gösterir. İcmâ-ı ümmet’ten maksat, bir
asırda bulunan bütün müçtehitlerin bir hâdisenin
şer'i hükmü hakkında ittifak etmeleridir. Abdullah bin
Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
“Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerinde ebediyen ittifak etmez. Siz bu cemaate sımsıkı
sarılınız. Çünkü ALLAH Teâlâ’nın yardımı cemaat üzerinedir” 8 buyurmuştur. Abdullah (R.A.)
den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Müslümanların güzel gördüğü birşey, ALLAH
katında da güzeldir” 9 buyurmuştur.
Bu sebeple müslümanların dini varlıklarını
temsil eden bütün müçtehitlerin bir mesele
hakkında aynı görüş ve kanaatta bulunmaları, o
mesele hakkında şer'an muteber bir delildir, bir
hüccettir.
Kıyas-ı fukaha’ya gelince bundan maksat da:
Bir hâdisenin kitap ile, sünnet ile veya icmâ-ı ümmet ile sabit olan hükmünü aynı illete, aynı sebebe, aynı hikmete bağlı olarak o hadisenin tam
benzerinde de meydana çıkarmaktan ibarettir. Bu
ikinci hâdise hakkındaki hüküm de; güzelce
düşünülünce anlaşılır ki, yine kitap ile veya sünnet
ile veya icma ile sabit bulunmuştur. Müçtehit ise
yaptığı kıyas ile bu hükmü yeniden isbat etmiş olmuyor. Bilakis ikinci hadiseye göre kapalı bulunan
bu hükmü yeniden açığa, meydana çıkarmış oluyor.
Kıyas-ı fukahâ, bir içtihat meselesidir. Bunun
meşru olması, makbul olması ise şer'an sabittir.
“Ey akıl, basiret sahipleri! Düşünün de
ibret alın.” 10
Kur'an emri buna delildir. Resûl-ü Ekrem
(S.A.V) Efendimiz, ümmetinin fukahası için böyle
bir içtihadı câiz görmüş, güzel kabul etmiştir.
Nitekim Sahabe-i Kiram’dan Muaz ibn-i Cebel
(R.A.) Yemen’e kadı tayin olunmuştu. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimizin:
- “Ya Muaz! Bir dava ile karşılaşırsan nasıl,
ne ile hükmedeceksin?” Sualine, Muaz da şöyle
cevap vermiştir:
- ALLAH’ın kitabı ile hükmedeceğim.
- ALLAH’ın kitabında bir hüküm bulamazsan?
- Resûlullah (S.A.V) in sünneti ile hükmedeceğim.
- Ya, Resûlullah’ın sünnetinde ve ALLAH’ın kitabında da bir hüküm bulamazsan?..
- O zaman içtihadımla, kendi görüşümle
hükmedeceğim, hüküm vermekten geri kalmam.
Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri
Muaz’ın göğsüne vurarak:
- ALLAH Teâlâ'ya hamd olsun ki
Resûlünün elçisini resûlünün razı olduğu şeye
muvaffak buyurmuş” 11 diye memnuniyetini belirtmişti.
27
Ocak 2009
Bu sebeple salâhiyetli zatların kıyas yolu ile
içtihatta bulunmaları da şer'an pek güzel ve makbul
bulunmaktadır.
Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ile kıyas-ı fukahaya: “Edile-i Erbaa= dört delil”, “Usulü Erbaa=
dört temel, asli delil” denir. Bütün müçtehitlerin ekseriyeti bu dört delili kabul etmiş, bütün yüksek
müçtehitler, şer'i hükümleri bu dört delilden birine
veya bir kaçına dayandırmıştır. Artık bu delillerin
hepsini de kabul etmek gerekli bir vazifedir. Bu
deliller insanların haklarını, vazifelerini bildiren İslam hukukunun gelişmesini temine mahsus birer
çok yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dini hayatı bu dört feyizli hikmet ve maslahat
kaynağından asla uzak, beri olamaz.
Yukarıda mübarek adlarını yazdığımız dört
büyük imam, müslümanlar hakkında bir ilahi rahmettir. Bunlar dört temel delilden dini hükümleri
çıkarmış, müslümanlara takip edecekleri yolu
açıkça göstermişlerdir. Artık bunlardan her
hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman hak bir
mezhebe intisap etmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz'in yolunda bulunmuş olur.
Bu pek muhterem müçtehitlerin hepsi de dini
meselelerin esasında ittifak etmişlerdir. Aralarında
bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir
kısım fer'î (ayrıntılı) meselelerde ihtilaf etmişlerdir.
Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların
birçoğu da görünüşte bir ihtilaftan başka şey
değildir. Çünkü bu meselelerin birçoğunda bu
mübarek zatlardan biri, bir azimet ve takva yolunu,
diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu tercih etmiş,
bu şekilde ümmet-i merhumenin önünde geniş bir
rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte Abdullah ibni Abbas (R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz'in: “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.” 12 hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur.
İşte bu yüksek müçtehitler, bu vazifeyi sadece
Hak Teâlâ'nın rızası için yapmış, müslümanlara
lazım olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her
asırda milyonlarca ehli islama rehber olmuşlardır.
Artık bu muhterem zatların İslam milleti için ne
büyük hizmetlerde bulunmuş olduğunda, bunların
her türlü şükrana layık bulunduğunda kim şüphe
edebilir?
Bu kıymetli âlimler büyük bir manevi kuvvet
ve seciye ile ve pek güzel bir niyet ile içtihat sahasında çalıştıkları içindir ki isabet ettikleri meselelerden dolayı ikişer kat, isabet edemedikleri
meselelerden dolayı da birer kat sevaba nail olmuşlardır.
Şunu da ilave edelim ki, bu dört büyük müçtehide ait dört mezhepten her birinin müntesipleri,
kendi mezheplerinin daha doğru, daha isabetli,
sünnete, maslahata daha uygun ve daha elverişli
olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, o mezhebi tercih
etmelerinin hikmeti kalmaz.
Fakat bundan dolayı diğer mezheplerin
itibarını azaltmak da akıllarından geçmez, bu dört
mezhebin dördüne de hürmet ederler. Bu hürmet,
ehl-i sünnetin şiarıdır.
Malûmdur ki, İslam hukukunu ihtiva eden
ilme, “fıkıh” denir. Fıkıh, lûgatta bir şeyi hakkıyla
bilmek, bütün esaslarıyla kavramak manasınadır.
İbadetlere, muamelelere, cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme, fıkıh ilmi adı verilmiştir.
Dini hükümleri mufassal delillerden, yani
yukarıda yazdığımız dört temel delilden anlayıp
çıkarmaya ilmi gücü olan İslâm âlimlerinden her
birine fakih, çoğuluna da fukaha denir. Müçtehitler
ise fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.
...................................................................
1 Taberani, El- Mu’cemü’l-Kebir, 3/45, No:2636,2637, Müsned-i Bezzar, 9/343,
No:3900. Ayrıca bak. Hüd Suresi:43, 2 Ebû Davud, Sünne:1, Tirmizi, İman:18 , 3 İbn-
Evet… Düşünmeli ki, müslümanlıkta
ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara âit ne
kadar çok meseleler vardır. Bunların hükümlerini,
Kur'an-ı Mübin ile hadis-i şeriflerden ve ümmetin
icmâından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay birşey değildir. Bu pek büyük bir
ihtisas işidir.
Ocak 2009
i Mace, Fiten:17, 4 Tirmizi, İman:18, 5 Taberanî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 12/342, No:13623,
6 Bakara suresi:137, 7 Bak. Ahmed b. Hanbel; 4/278, No: 17982, 8 Taberanî, elMu’cemü’l-Kebîr, 12/342, No:13623, 9 Hakim, el-Müstedrek: 3/78, A,b.Hanbel, 1/379,
Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, 9/112, 10 Haşr sûresi: 2, 11 Ebû Dâvud; Akzıye:11;
No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230;
A. b. Hanbel; 5/230, 12 Deylemi, Firdevs; No:6497; 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’lEvliya;7/119
28
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 22
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Sevap, Ceza ve İman
117- Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdular: “Bir kimse demir bir aletle kendisini öldürürse yani intihar
ederse kıyamet gününde, demir alet elinde olduğu halde ebedi olarak cehennemde
karnını parçalayarak gelir. Yani uzun bir müddet ceza görür. Yine bir kişi zahiri
içerde intihar ederse, kıyamette cehennemde zehir elinde uzun bir müddet içmeye
devam eder. Bir kimse de kendini dağdan atar intihar ederse, kıyamet gününde
kendisini cehennemde böylece atar ve uzun müddet orada kalır.”
Hadisi, Müslim rivayet et-
miştir.
118- Ebu Said ile Ebu Hureyre’de rivayet edilmiştir. Rasulullah şöyle buyurmuşlardır. “Bir mümine hastalık, sıkıntı, zahmet, üzüntü kendisini meşgul eden küçücük bir eziyet isabet ederse AllahTeala, bu sebeple günahlarını mağfiret eder.” Hadisi
Müslim rivayet etmiştir.
119- Hz. Aişe Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki;
“Altı sınıf insana, Allah, ben ve duasına icabet edilen bütün nebiler lanet eder.
Birincisi: Bunlarda Allah’ın kitabına ilave etmek yapanlar,
İkincisi: Allah’ınn kaderini yalan sayanlar,
Üçüncüsü: Kibirle insanlara davrananlar ve bununla Allah’ın zelil kıldığını aziz kılmak isteyenler,
Dördüncüsü: Allah’ın aziz kıldığını zelil yapanlar,
Beşincisi: Allah’ın haram kıldığını helal yapmak isteyenler ve Ehl-i Beytimden de
Allah’ın haram kıldığını helal yapmak isteyenler,
Altıncısı; Sünnetimi terk edenlerdir.” Hadisi
Tirmizi ve Hakim rivayet etmiştir.t etmişlerdir.
29
Ocak 2009
Yard. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR
“BAYBURT
MÜSLÜMAN
DİLENDİRMEZLER
CEMİYETİ”
İLE İLGİLİ TARİHÎ BELGENİN
TAHLİLÎ
İstanbul Büyükşehir Belediyesini, toplumumuzu yakından ilgilendiren dilencilik meselesine el atması ve
teşhis-tedavi bağlamında çözümler
üretilmesi konusunda gösterdiği duyarlılıktan dolayı tebrik ediyorum.
“Veren el alan elden üstündür” prensibini hayat düsturu haline
getirmiş bir medeniyetin müntesipleriyiz. Bizim medeniyetimiz “Komşusu
açken tok yatan bizden değildir” ilkesini asırlarca topraklarında hâkim kılmış, sadece insanlara yönelik değil
diğer canlıların da hakkını gözetmek
adına dünya tarihinde ilk defa vakıf
müessesini oluşturmuş bir medeniyettir.
Kaynağını tarihindeki bu güzelliklerinden alan ülkemiz insanı, kendisindeki bu cevheri, her zaman ve
zeminde korumuştur. Ancak Anadolu
insanının batı ve batının değerleriyle
tanışmasından sonradır ki bizde ki
Ocak 2009
30
güzel hasletler yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Yardımseverlik, diğerkâmlık, başkaları için yaşama gibi
hasletler bunlardan birkaçıdır…
Her geçen gün bozulan ekonomi, maalesef sosyal yapının da bozulmasına
yol
açmıştır.
Gelir
dağılımındaki dengesizlik; zenginle
fakir arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür. Bu etkenler insanların birbirine olan güvenini sarsmış, umutları
sekteye uğratmıştır. İş imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle, geçim kaygısı
çeken insanların sayısı günden güne
artmıştır. Bu da hırsızlık, boşanma ve
intiharları tetiklemiş ve aile yapımızın
bozulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu fotoğrafın karelerini her gün televizyon
ekranlarından ve gazete sayfalarından
hemen hepimiz takip etmekteyiz.
Buna karşılık, toplumumuzun bu yarasına merhem olabilmek için kurulmuş
vakıf, dernek ve kuruluşlarımızın faaliyetlerini de takdirle yâd ediyoruz.
İşaret ettiğimiz bu problemin tedavisi konusunda ne yapabiliriz? Bakınız, batıyla yüzleşmeden önce, yani yaklaşık yüzyıl evvel Bayburtlular
“Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti”’’ni kurmuşlar. Bir Bayburtlu olarak o günün şartlarında
kurulan bu mükemmel faaliyeti günümüze ışık tutması açısından sizlerin ıttılaına arz etmek istiyorum. Aşağıda maddelerini arz edeceğim bu
cemiyet, 1913 yılında Kaza kaymakamı Tunalı
Hilmi Bey önderliğinde, Bayburt eşrafının geniş katılım ve desteğiyle kurulmuş ve 12 maddelik bir nizamname oluşturulmuştur. Bu nizamname
Samsun ve Erzurum’da basılmıştır. Bu tarihi vesika, arkadaşım, hemşehrim kıymetli tarihçi Taceddin Kayaoğlu Bey tarafından Milli Kütüphane’de
bir araştırma sırasında bulunmuş ve gün yüzüne
çıkarılmıştır. Bu arada, Taceddin Kayaoğlu Bey’e
teşekkürlerimi arz etmeyi vazife telakki ederim…
Zannederim bu cemiyetin teşekkülünde en
büyük pay, Tunalı Hilmi Bey’e aittir. Önder olmadan, rehber olmadan, yol gösterici olmadan böyle
bir teşebbüse girişilmesi zor olurdu, diye düşünüyorum. Hepimizin bildiği gibi Tunalı Hilmi Bey, vasıflı kapasiteli birikim sahibi bir devlet adamı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Araştıran, çözümler üreten,
yerinde durmayan, aktif ve dinamik olma
gibi birçok vasıf, belki O’nun olmazsa olmazlarıdır. Böylesi bir insan önünüze düştü
mü vatandaş olarak ona destek olmaktan
başka ne yapılabilir ki!!!
“Bayburd Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti”Hakkında Bir İnceleme Denemesi” adlı çalışması bizim
araştırmamızda faydalandığımız en önemli kaynaklarımız arasındadır.
Onun öncülüğünde kurulan cemiyetin amacını ve neler yapmak istediğini nizamnamenin
maddelerini sıralarken göreceğiz. Ayrıca bu nizamname ile o dönemde Bayburt kazasının ekonomik ve sosyal açıdan tarihî perspektifi de ortaya
çıkacaktır. Çünkü bu cemiyetin faaliyete geçtiği
dönem, savaş ekonomisinin uygulandığı bir dönemdir. Olaylar bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Burada Tunalının böyle bir cemiyete ön ayak olarak işsizliğe bir ölçüde de olsa engel olma ve toplumsal-kültürel yozlaşmanın önüne geçebilme
çabalarını görmekteyiz. Tunalı Hilmi’nin bu girişiminin manidarlığı yanında, Bayburt’u tercih edişinin de manidarlığı açıktır. Zira Bayburt halkı sosyal,
siyasal ve kültürel açıdan bu tür cemiyetlerin kurulmasına oldukça yatkındır. Tunalı Hilmi de Bayburt halkının bu yapısını sezmiş ve cemiyeti
Bayburt’ta kurdurtmuştur.
Ez cümle Bayburt halkının sosyal ve kültürel
yapısı ve pratik zekasına şu örneği vermek yerinde
Bayburtlu da bunu yapmış ve desteğini esirgememiştir.
Tunalı Hilmi, 1916’ya değin çeşitli kazalarda kaymakamlık yaptı. Bu kazalardan
birisi de bahse konu Bayburt’tur. Daha sonra
savaş nedeniyle ülkeye göç eden ve sığınanların durumlarını denetlemek ve düzenlemekle görevlendirilmiş. 1920’de Bolu
Mebusu olarak son Osmanlı Meclisi’ne girmiştir. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Ankara’ya geçmiş ve TBMM’de Bolu’yu temsil
etmiştir. 1921 Anayasası’nın hazırlık çalışmalarına katılmış. 2. ve 3. dönemlerde Zonguldak milletvekili olarak TBMM’de
bulunmuştur. Tunalı Hilmi, 22 Kasım
1928’de İstanbul’da vefat etmiştir.
İşte Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti’nin ortaya çıkışında Tunalı Hilmi’nin
düşünsel, dinamik ve cemiyetçi kişiliğinin
katkısı yadsınamaz bir gerçektir. Yağmur
Say’ın “Bir Şart-Bir Dilek” Adlı Broşürler İle
31
Ocak 2009
olacaktır. Tunalı Hilmi Bayburt Kaymakamıdır. O
dönemde Malasa (Aydıncık) köy muhtarı aynı zamanda köy imamıdır. Köyünün bir problemin halli
için kaymakama gelir. Ancak kaymakam, muhtarın
kıyafetini pek uygun bulmadığı için görüşme talebini reddeder. Muhtar, kaymakamın bu davranışından çok hüzünlenir ve hemen oracıkta şu dörtlüğü
kaleme alır ve kaymakamın huzuruna çıkar ve mahalli ağızla şöyle der:
“Bu gayri kıyafette gelen imamın bir dar
zıvga giyip gezmesine bak,
Başında kabalak belinde kama, üstü sim
sırmalı kabzesine bak,
Eke tavuk suya düşse boğulur, ya kaz cücüğünün (civcivinin) üzmesine bak,
Kölhan atlar, çulda çirkin görünür, meydanı irfanda üzmesine bak.”
Bu dörtlük karşısında çok etkilenen kaymakam, muhtarı huzuruna alır,
- Bayağı da derinmişsin, be muhtar! der, talebini dinler ve isteğini yerine getirir.
Söz buraya gelmişken, bu nizamnameyi ve
daha birçok devlete veya şahsa ait belgeyi elde ettiğimiz arşivleme kültürü hakkında, kısaca şunları
söylemek istiyorum. Bilindiği üzere arşivin tarihi
çok eski milletlere dayanır. Eski Mısır ve Roma’da
birçok devlet, tapınak ve aile arşivlerine sahipti.
Mezopotamya’nın Nippur şehrinde, M.Ö. 2000 yılından başlayarak tablet halinde belgelerin saklandığı bit devlet arşivi bulunmuştur. Hattuşaş
(Boğazköy)’ta yapılan kazılar sonucunda da, M.Ö.
1800-2000 yılları arasında Hititlere ait muharebe,
antlaşma, kanun, kral yıllıkları, ve daha birçok belgelerin saklandığı büyük bir devlet arşivi ortaya çıkarılmıştır. Fransa, 1790, İngiltere 1838, Almanya
ise 1867 tarihinde milli arşivlerini kurmuştur. İslâm
devletlerinde ise öteden beri yazılı ve yazısız kâğıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının
muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En
büyük İslam devletlerinden birisi olan Osmanlılar
da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en
müstesna yerlerde muhafaza etmişlerdir. Osmanlı
arşivleri Türkiye için olduğu gibi, dünya milletleri
için de en sağlam ve geniş olanıdır. Üç kıtaya yayılıp, çeşitli dil, din ve ırktaki insanları asırlarca
idare eden Osmanlılar, arşivlerinde bu milletlere ait
bilgileri titizlikle kâğıt üzerine geçirip saklamışlardır. Bugün yüz milyonlarca Osmanlı devletine ait
Türkçe arşiv malzemesi Osmanlıdan ayrılan devOcak 2009
32
letlerde kalmıştır. Meselâ, Kudüs Françisten Manastırında 2644 Türkçe vesika mevcuttur. Romanya arşivinde 210.000 vesika olduğu biliniyor.
Bunun yanında milyonlarca vesika çürütülmüş, yakılmış, ve 1931’de vagonlar dolusu Bulgaristan’a
satılmıştır. 500.000 kadar Türkçe defter ve vesika
Bulgaristan’dadır. Maalesef bir kısım evrak da ambalaj kâğıdı olarak esnafa intikal etmiştir.
temin edilmek üzere köylerine, kazalı olmayan
dilenciler ise kazadan dışarıya hükûmet vasıtasıyla tard ettirilir.
Midhat Cemal Bey bu durumu ne güzel de
ifade etmiş;
Güçsüz, hem kendisi, hem de nafakası
şer’an üzerine vacip kişileri besleyemez olanlardır.
Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar,
Hala uyuyanlardaki mahiyyeti görsün,
Efsanesi kaybolsa kıyamet koparanlar,
Tarihini okkayla satan milleti görsün.
Yukarıda da değindiğimiz üzere cemiyetin nizamnamesi 12 maddeden mürekkep olup elimizde
mevcut iki nüshası Erzurum İttihad Matbaası ve
Samsun Matbaa-i Cemil’de basılmıştır. Nizamname, Milli Kütüphane’de Eski Eserler Bölümü
EHT 1978 A 172 numarada kayıtlıdır. Sade bir üslupla kaleme alınarak yayımlanan bu nizamnamenin maddeleri şu şekildedir:
MADDE-1: “Bayburt’ta “Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti” adıyla bir cemiyet kurulmuştur.
MADDE-2: Cemiyet kısaca söylemekle
maksadını bildirmiş, hatta husule gelmiş olmak
ümidini besleyerek ilan eder ki, İşin, işlemenin
dostudur. İşsizliğin, dilenciliğin düşmanıdır.
İmdi, işsizliği bahane edinerek dilenciliğe girişmiş, yahut girişecek olanlara iş bulmayı sadakanın en makbulü tutar.
MADDE-3: Cemiyet her işsize iş bulmaya
borçlu değildir. Yaşça, başça, sağlamlıkça, sanatça, işçilikçe ve her türlü yaşayışça göze çarpar bir halde güçlü bulunanlar cemiyete
kat’iyyen sığınamaz. Cemiyet yalnız bir hastalık, bir felaket, belki de bir talihsizlik yüzünden
düşmüş olanlara açıktır.
MADDE-4: Cemiyet, münasip gördüğü bir
işi işlemeyenden hemen elini çeker. Eğer o kimseyi dilencilikte görür ise hükûmet vasıtasıyla
derhal cezalandırır.
MADDE-5: Köylü dilenciler, dilenciliklerine
köylerinde de asla müsaade edilmemek, fakat
köylüleri tarafından hallerine göre geçimleri
MADDE-6: Cemiyet, şehirli güçsüzlere 15
yaşından aşağı, yukarı itibariyle yazın 40, 60;
kışın 60, 80 parayı geçmemek üzere gündelik
verir.
Nafakası şer’ân üzerine vacip kişileri besler olan bir güçsüze bakmaları için Şer’iyyeye
müracaatla işi neticelendirmek de cemiyetçe
bir vazifedir. Cemiyet bu vazifelerini “Dilendirmezler Ocağı” adıyla anılır bir idare heyeti marifetiyle görür.
MADDE-7: “Dilendirmezler Ocağı” ihtiyaca göre umûmî ictimalarda azaltılır, çoğaltılır. Fakat en 5 beş azadan oluşur. Biri, birinci
reis, biri de ikinci reis, biri başkâtip, biri müfettiş, biri de sandıkkârdır. Öbürleri Ocak azasıdır.
Haftada muntazaman başkatipliğin davetiyle de
fevkalâde toplanırlar. Kararlarını ekseriyet,
fakat “Güçsüz Kararı”nı azasının dörtte üç reyiyle verirler. Bunun kararı olmaksızın bir akçe
sarf edilemez.
Reisler, Cemiyetin de reisleridir. Birinci
reis, daima belde müftisidir. İkinci reisle beraber Cemiyet’in hariçte mesulleridir.
Başkatip, muhaberatla hesabın gayr-ı kuyudattan; müfettiş tahkikatla güçsüzlere müteallık tahavvülattan; sandıkkâr tahsilatla,
hesabattan, cemiyetin dahilde mes’ulleridir.
Merci-i vasıta, başkâtipliktir.
Müracaat eden bir yoksul ise başkâtiplikten bir “hüviyet kağıdı” alır; müfettişliğe götürür. Muamele “Dilendirmezler Ocağı” kararıyla
biter. Ocağın, birinci reisinden başka azası,
umumi toplantılarda 6 ay için seçilirler.
MADDE-8: Umumi ictimalar ağustosla şubatta olmak üzere yılda iki defa, reisliğin toplanma gününden evvel on beş gün evvel,
kazadaki bütün cemiyet azasına gönderilecek
davetiyelerle vuku bulur. “Dilendirmezler Ocağı’nın üçte iki yahut cemiyetin kazadaki azası33
Ocak 2009
nın üçte biri tarafından başkâtipliğe verilecek
mazbata üzerine de fevkalade vaki olur.”
Geçmiş, gelecek altı aylık işler, hesaplar,
terakkîler hakkında malumat alınır, görüşülür,
karar verilir, seçimler yapılır. Azadan fevkalade
bir şakirliği (başarısı) görülenlere mukabele vazifesi de îfâ olunur.
MADDE-9: Aza; “Sâîler” ve “Dilendirmezler” adıyla iki koldur. Sâîler; Cemiyete duhuliye
olarak en azdan bir çeyrek mecidiye “sâîler sadakası” verip yazılanlar, her nerede olur ise
olsun “Müslüman dilenmez, dilendirilmez!”
emelini takip etmek, ettirmek vaadinde bulunanlardır. Kazada mukim Bayburt kazalılar bu
kısma yazılamazlar.
“Dilendirmezler”; nereli olursa olsun cemiyete girerken en azdan bir çeyrek mecidiye
Ocak 2009
“dilendirmezler sadakası”, hem girdiğinin ilk
ayında hem her senenin martla eylülünde en
azdan yarımşar mecidiye “aylar sadakası” verenlerdir. Sadakasını zamanında vermeyen istifasını vermiş sayılır. Cemiyete yine girebilirse
de yine “dilendirmezler sadakası” verecektir.
Koldan kola geçen de en azdan bir çeyrek mecidiye verir.
Dilendirmezler, gönüllerinde “kat’i bir
merhamet”, ruhlarında “müslüman dilenmez,
dilendirilmez!” emelini taşırlar. Kim ki rast geldiğine sadaka vermekten kendisini alamaz;
der-akeb (hemen) zaafının keffareti olmak, yani
acıdığı kimseyi düşkünlükten mutlak surette
kurtarmak emeliyle, vazifesiyle hükûmete,
yahut cemiyete haber verir. Vermezse ikinci bir
keffaret karşısında bulunarak cemiyet sandığına hemen bir yıllık zekatını, sadakasını yatıracaktır.
34
MADDE-10: Cemiyet azası, 7 kişiye kadar
inmiş, bunlarında reyleri birleşmiş ise fesh edilebilir. Yine o şart ile ki fesh kararını verenler,
cemiyetin bütün varını alarak Edirne ’ye gidecekler orada ömürlerinin sonuna kadar İslam
yoksulları için çalışacaklardır.
MADDE-11: Bu nizamname cemiyet azasının kazada mevcut üçte iki reyi ile ta’dil edilebilir.
MADDE-12: Cemiyetin mührü, nizamnamesi, kendisi hükûmetçe tanınmıştır. 25 Mübarek Ramazan 1331/ 15 Ağustos 1329 (1913)
KAZA KAYMAKAMI TUNALI HİLMİ BEY’İN
DAVETİ ÜZERİNE CEMİYETİ KURAN TEMEL
ÂZÂSI:
Topçuyüzbaşısı Mahmut, Tabibi Rıfat, Baytarı
Osman, Mülazımı Ahmet Efendiler,
Posta Müdürü Nuri Efendi,
Eytam Müdürü Fahri Efendi,
Sıhhıye Baytarı Abdurrahman Efendi,
Rüşdiye Müdürü Ali Fehmi Efendi,
Â’şar Kâtibi Yakup Efendi,
Evkaf Memuru Fehmi Efendi,
Mütekaid Kolağası Es’ad Efendi,
Duyun-i Umûmîye Memuru Hamdi Efendi,
Mal Müdürü Rıfkı Ekrem Efendi,
Müfredat Katibi Sabri Efendi,
Orman Memuru Hakkı Efendi,
Erzincan’da Muallim Bayburtlu Muallim Mahmut
Kemal Efendi,
Dava Vekillerinden Şerif, Tevfik, Ziya Efendiler
Tüccardan Durak Efendi,
Hocaoğulları Hacı Mahmud ve Muhammed Efendiler,
Debbağ esnafından Şükrü Efendi,
Otelci Muhyiddin Efendi,
Bakkal Hasan Efendi,
Çakıroğlu Nazım Efendi,
Pamukcuoğlu Hacı Yusuf Efendi,
Erzurumlu Tevfik Efendi,
Tuzcuzade Şamil Efendi,
Keskinoğlu Hamdi Efendi,
Debbağ İbrahim Ağa,
Bilal Çavuş,
Hacı Bey.
TEMEL AZASINDAN DİLENDİRMEZLER
OCAĞI
İkinci Reis: Molla Mehmedlioğlu Mehmed Efendi,
Başkâtip: Saraycıklı Derviş Efendi,
Müfettiş: Hacı Dursunoğlu Şükrü Efendi,
Sandıkkâr: Pulur Beyi Hafız Hayreddin Bey
AZA
Ceza Reisi Arslan Bey,
Süleyman Paşaoğlu Hasib Bey,
Ağaoğlu Hüsnü Bey,
Belediye Reisi Enkavioğlu Hacı Mehmed Efendi,
Sekmenoğlu İlyas Efendi,
Ulemadan Müftüoğlu Hacı Nazım Efendi,
Tahsil Memuru Alişan Bey,
Esnaf Şeyhi Halil Ağa,
Şingahlı Hacı Mustafa Efendi,
Develioğlu Nevres Efendi,
Karslı Arslan Çavuş,
Ziver Efendi.
Son söz olarak, Bayburt’un medâr-ı iftiharlarından Şair Zihni’nin dilinde: “Âşinâ-yı hakâyık u
mecâz”, “Neşr ü tahsilde Mısr u Hicâz”, “İlmü tefsirde hilkat-tıraz”, “Ahd-i gülşende şehr-i şiraz” ve
“Belde-i sairede azdan az” olan Bayburt’un Tunalı
Hilmi önderliğinde gösterdiği bu fevkalade örneklik, hem Bayburt hem ülkemiz hem de tüm insanlık
âlemi için numune-i imtisaldir. Adı geçen cemiyet
ne yazık ki bir yıl faaliyet göstermiş, 1914 yılından
itibaren muhaceret başladığından cemiyet faaliyetini sürdürememiştir. Bu bir yıl içerisinde ne gibi
faaliyette bulunduğu hususunda yoğun araştırmalarımıza rağmen kayda değer bir bilgiye ve belgeye
rastlayamadık. İcraat gösterip gösteremediğini bilemediğimiz böyle bir cemiyeti oluşturup kurma
dahi, takdire şayan bir hareket olsa gerektir.
İnsanımızın bugünlerde unutmaya yüz tuttuğu “hasbîlik”, “diğerkâmlık” ve “yardımseverlik”
gibi güzel hasletleri kaybetmemesini, gelecek nesillere bu bilinci aktarmasını, halkı aydınlatmakla
görevli sorumlu kişilerin, bu hasletlere sahip insanımızın faaliyetlerini organize edecek olan vakıf,
dernek ve belediyelerimizin özellikle de devlet yetkililerimizin bu mevzuda gerekli bütün tedbirleri almasını temenni etmekteyiz. İstanbul Büyükşehir
Belediyesini bu hayırlı teşebbüsünden dolayı tekrar
kutluyor, bu faaliyetin maksadına ulaşmasını diliyoruz.
Saygılarımla...
Birinci Reis: Müftü Mehmet Sa’id Efendi,
35
Ocak 2009
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
HZ.
PEYGAMBER’
DEN
ÖĞRETMEN
LERİMİZE
BİR TAKIM
TAVSİYELER
Rabbimiz bu dünya hanını ve misafirhanesini
hazırlamış ve aziz misafirlerini davet etmiştir.
Ancak ev sahibi olan Yüce Allah, misafirlerin, nasıl
davranacakları, ne şekilde hareket edecekleri, onların hangi hareketlerinden memnun hangi davranışlarından hoşnut olmayacağını görevlendirdiği
rehberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu rehberler şüphesiz ki, peygamberlerdir. Peygamberlerin terbiyecisi âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah onların
terbiyelerini güzel yapmış ve onlardan da kullarını
iyi terbiye etmelerini istemiştir. Allah, onların ellerine rehber ve kılavuz olarak kitaplarını vermiştir.
Peygamberler de bu kılavuzlara öncelikle kendileri
uymuş ve sonrasında da diğer insanlara bunları
tebliğ etmişlerdir.
Şüphesiz ki, diğer peygamberlerin de Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in de vazifesi öğretmenlikti. O,
bu görevini şu ifadesi ile bildirmektedir: “Şüphesiz
ben bir öğretmen olarak gönderildim.1” Evet,
Hz. Peygamber (a.s.v.) öyle bir öğretmen idi ki,
onun özü ve sözü bir idi. O, yüce bir ahlak üzere idi
ve yüce ahlakı tamamlamak üzere vazifelendirilmişti. Onun her hali, tavrı tam bir edep numunesi
idi. O, edepte de, hayâda da en mükemmeldi. O,
yaptığı işleri en güzel yapandı. O, zamanın değeOcak 2009
rini en iyi bilen ve zamanını en iyi şekilde değerlendiren biriydi. O, her fiil ve hareketleri ile çevresine tam bir örnek teşkil ediyordu. O, ayrımıcı değil,
birleştirici idi. O, çevresi ile uyumlu idi. Yaşlılara,
hastalara, musibetzedelere ayrı bir itina gösterir,
dertlilerin derdi ile dertlendiği gibi, sevinen insanların da sevinçlerine ortak olurdu. Tek kelime ile o,
sevinçte ve tasada diğer insanlarla beraber olurdu.
O, her güzelliğin ve hayrın taraftarı, her çirkinliğin
ve şerrin karşısında idi.
Evet, o öyle bir öğretmen idi ki, yanında yıllarca ve hizmetinde bulunmuş Enes (r.a.)’a bir defa
bile “neden bunu yapmadın?” veya “Neden şöyle
yaptın?” diyerek bir defa bile azarlayarak sormamıştı. O sevgiye dayalı bir eğitim metodu benimsemişti. Ayrıca o, insanları eğitirken her hangi bir
nesneyi yasaklamışsa mutlaka onun alternatifini
gösterirdi. Zira bir şeyin yasaklanması karşısında
alternatif göstermek fevkalade önemlidir. Yeryüzünde helaller daha fazla, haramlar ise sınırlı sayıdadır. Kaldı ki, eşyada mübahiyet asıldır. Eğer bir
şey yasaklanmamış ise, o şey helal olarak kabul
edilir. Rasulullah, bir seferinde bahçesindeki meyveleri çalarken yakalanarak kendisine getirilen bir
çocuğa, “yere düşenlerden yeseydin ya” şek36
linde alternatif göstermiştir. Öğretmenler de okulda
bir çocuğa bir davranışının kötü olduğunu söylüyor
ve onu bir daha yapmaması konusunda ikaz ediyorlarsa, bu davranışının neden kötü olduğu açıklanmalı ve peşinden de doğru şekli gösterilmelidir.
Kendisine hep yasaklardan söz edilen ancak yapabilecekleri konusunda rehberlik yapılmayan bir
genç bir gün mutlaka tabir caiz ise patlayacak,
“yeter artık” diyecek ve çok daha büyük yanlışın
içine düşecektir.
Rasulullah’ın tebliğinde en önemli husus
onun daima müjdeleyici olması, nefret ettirmemesi
ve kolaylaştırması, zorlaştırmamasıdır. O, bu prensibi eğitim ve öğretimde de tatbik etmiş ve bir sözünde şöyle buyurmuştur: “…Öğretiniz ve
kolaylaştırınız.” (Bu sözü) üç defa söyledi. “Bir
de öfkelendiğin zaman sus.2” Görüldüğü gibi hadiste kolaylaştırma emredilmektedir. Bir de hemen
peşinden “öfkelenince sus” buyruğu gelmektedir.
Zira eğitim sabır işidir. Meyve, sebze ve tahıl gibi
bir kısım bitkileri yetiştirmek için belli bir kısım kurallar vardır. Ekilir, dikilir, sulanır, gübrelenir ve gerekli bakımı yapılır ve mevsimi gelince ürün elde
edilir. Hayvanları yetiştirmekte de durum bundan
farklı değildir. Yalnız, bitkilere göre biraz daha gayret sarf etmek icap edebilir. Buradaki fiil ve davranışlar hemen hemen aynıdır. Ancak iş insana
gelince durum çok daha zordur. İnsanı yetiştirmek,
onu eğitmek, ona şekil vermek gerçekten bir muammadır. Her insan kendi başına ayrı bir alemdir.
Her insana aynı eğitim usulünü tatbik etmek ve
sonuç almak gerçekten imkansız gibi bir şeydir. Bir
insan fıtraten yumuşak huylu iken diğeri sert tabiatlıdır. Biri çok zeki iken bir başkası algılama güçlüğü çekebilir. Biri hoş görülü iken bir başkası
tahammülsüzdür ve ona göre sadece kendi anlayışı doğrudur ve herkes buna kendisi gibi inanmak
mecburiyetindedir.
Evet, insanın eğitimi kadar zor olan bir başka
varlık bulunmamaktadır. Haliyle bu zorlu eğitim
sabır ister. Sınıfta her öğrenci öğretmeni dinler.
Ancak bazısı çok çabuk etki altında kalır, bazısında
ise çok zaman sonra tesiri görülür. Öğretmen bu
farklı fıtratları göz önünde bulundurarak sabır ve
tahammül içinde görevini sürdürecektir. Peygamberlerin görevi sadece tebliğ olup, neticeyi Allah’tan
istedikleri gibi, peygamberlerin mesleğini üstlenmiş
olan öğretmenler de kendisine düşenin sadece anlatmak olduğunu bilmeli ve sonucu sabırla beklemelidir.
Tehditler hiç de pedagojik değildir ve Rasulullah’ın
sünnetine uygun değildir. Peygamber mesleği hiçbir şekilde tehditlerin savrulduğu, karşıdaki genç
neslin henüz hayatın başında hayattan nefret ettirildiği bir meslek asla olmamalıdır.
Hz. Peygamber’in bir hususu karşısındakine
bildirir ve öğretir iken daha iyi anlaşılmasını temin
için en az üç defa tekrarlardı3. Bundan dolayı öğretmen konuları anlatırken bu prensibe uyarak
önemli gördüğü noktaları en az birkaç defa tekrarlaması mutlaka çok yararlı olacaktır. Bu durum,
genç neslin daha iyi anlaması ve yetişmesi açısından iyi neticeler verecektir.
“Hayra vasıta olun ki sevap kazanasınız.4”
tavsiyesinde bulunan Hz. Peygamber (a.s.v.),
adeta öğretmenliğin en güzel yönlerinden birine
dikkat çekmektedir. Zira bir öğretmen görev yaptığı
sürece sabır ve tahammül içinde binlerce öğrenciye şekil vermektedir. Bu öğrenciler ileride öğrendiklerini bir başkasına öğretecek ve bu zincir
devam edecektir. Bu durum devam ettiği sürece kişinin sevap hanesinde artış olacaktır. Bu işin güzel
tarafıdır. Ancak öğretmen kötü ve olumsuz şeyleri
genç nesle öğrettiği takdirde durum tam tersine
döner. Öğrenciler öğrendikleri yanlışları başkalarına bellettiği sürece “sebep olan yapan gibidir”
kaidesince günah hanesi kabaracaktır. Öyleyse
öğretmen çok daha dikkatli olmak zorundadır. O,
bir başkası gibi olamaz. Zira bir öğretmen, aynı
anda onlarca öğrenciye iyi ya da kötü şekil vermek
durumundadır. Bu bir fırsattır ve bu fırsatı ileride bir
daha yakalayamayabilir. Mademki, kendisine bir
fırsat sunulmuştur. Bu fırsatı iyi değerlendirerek öğrencilerini ahlaken iyi yetiştirdiği gibi, zamanın müsbet bilimleri ile de teçhiz etmelidir.
Biz Hz. Peygamber’in eğitim ve öğretim hususunda sadece birkaç yönüne dikkat çektik. Gerçekten onun bir hayatı kuşatan eğitim metotlarını
öğrenmeye ve tatbik etmeğe son derece muhtacız.
İdeal bir öğretmende hangi özelliklerin bulunması
gerekiyor ise, Hz. Peygamber (a.s.v.) da onlar fazlası ile bulunmaktadır. Zira o, yirmi iki yıl gibi kısa
bir süre zarfında akılları, kalpleri ve ruhları son derece güzel terbiye etti. Bundandır ki, onun asrına
saadet asrı denilmiştir. Ümit ederiz ki, bugünün öğretmenleri ondan gereği gibi istifade ederler.
.........................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1 İbn Mace, Mukaddime 17.
Tebliğ görevini ifa eden öğretmen, her seferinde kolaylaştırma yönüne gitmeli, dersini sevdirmeli ve nefret ettirmekten şiddetle kaçınmalıdır.
2 Buhari, Edebü'l-Müfred 447.
3 Tirmizi, İsti’zan ve Âdâb, 28.
4 Nesai, Zekât, 65.
37
Ocak 2009
Ahmet HALİLOĞLU
KEMÂLÂT
Hiçkimse kendi başına birşey olmadı.
Hiçbir demir kendi başına keskin kılıç olmadı.
Mevlana Mevlayı Rum olmadı.
Ta ki Şems-i Tebrizinin müridi olmadıkça...
Ümmet-i Muhammed’in yürüdüğü
sayısız yollar içinde cadde-i nuranisi
hükmünde olan ve Efendimiz sav. ve
Ashab-ı Kiramın izlerini takip eden Ehl-i
Sünnet büyükleri bin dört yüz senedir
yukarıda alıntıladığımız beyit düsturu ile
hareket ettiler. Kemalatı elde etme yolculuğuna kimse kendi başına çıkmadı.
Kimi ; Mevlana Hazretleri gibi medresesini talebesini terk etti ; kimi İmam-ı Şarani ks gibi kitaplarını. Ama Ehl-i
Sünnetin gül yüzlü nurani çehreli alimleri mürşid-i kamillerden kemalat elde
etme usullerini öğrendiler ve taliplere öğrettiler. Kalpten kalbe akan bu yol günümüze kadar devam etti.
Ne var ki ; 19. yüzyıldan itibaren
oryantalistlerin İslam Alemine attıkları
muhtelif farklı fikirlerden birisi de kişinin
bir mürşide/yol göstericiye/mürebbiye ih-
Ocak 2009
38
tiyacı olmadan kemalat kesb edileceği
görüşüdür. Bu görüş oryantalistler kanalıyla içimize sirayet ettikten sonra maalesef geniş bir kabule şayan olmuştur.
Bu fikir ile birlikte “ Kardeş kardeşe mürşid tavrı takınamaz” sözü maalesef insanlarımız arasında ciddi bir bunalıma
yol açmış, bazı kesimlerin hususi tahrik
ve çabaları ile de insanımız gönül insanı
olan mürşid-i kamillerden uzak durmaya
başlamıştır. Gerçekten herhangi bir
kimse bir mürşide ihtiyacı olmadan tek
başına kemalat kesb edebilir mi ? Kamil
bir imana erişebilir mi ? İşte bu soruların
cevabını ikinci bin yılın müceddidi İmamı Rabbani’den aramalıyız. Kemalat elde
etme usullerine bakarak bu soruların cevabını bulabiliriz.
İmam-ı Rabbani Hazretlerimizin
beyanına göre Cenab-ı Hakka ulaştıran
yolların ilki Kurb-u Nübüvvete denk
gelen yoldur. (1) Bu yol yine İmam-ı
Rabbani Hazretlerinin ifadesiyle aslın
aslına ulaştıran, kısa ve kestirme yoldur.
Bu yoldan asıl gidenler enbiya (pey-
gamberlerdir). Yine Ashab-ı Kiram da sohbet-i Nebevi’ye mazhar olmaları şerefiyle bu yoldan ulaşmışlardır.. Bu yoldan bir de ümmetin büyük evliyaları
(kümelin evliya) olarak isimlendirilen büyük Hak aşıkları gidebilirler. Şah-ı Nakşibend, Seyyid Abdulkadir
Geylani, Seyyid Ahmed-er Rufai gibi piran-ı kiramın
kemalat elde etme yolları kurb-u nübüvvet vasıtasıyladır. Feyz asıldan alındığı gibi aracı ve tavassuta da
bu yolda yer yoktur.
İkinci yol ise ; Kurb-u velayet yoludur. Velayet
yakınlığı olarak isimlendirilen bu yola cezbe, sülûk,
fena, beka,riyazat ve mücahede de dahildir. Bu yolda
tavassut ve aracı olduğu gibi ümmetin aktab, evtad
ve tüm veli kulları vuslata bu yoldan ulaşmışlardır.
Kurb-u velayette manevi sekr (geçginlik/manevi aşk
sarhoşluğu) mevcuttur. (2) Hallac-ı Mansur ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin k.s. yaşadığı manevi haller bu yolun bir getirisidir. Kurb-u nübüvvette ise
manevi sarhoşluk hali ve bu sekr haline dayalı bazı
ilimler elde edilememekte veya nasip az olmaktadır.
Kurb-u Nübüvvetin zuhur etmesi kişinin kendi
gayretine ve çalışmasına bağlı değildir. Bir ikram-ı
ilahi, bir inam-ı rabbanidir. Kesbi değil vehbidir. Kurbu Velayet ise böyle değildir. Kişinin kendi gayreti ve
çalışması yolun başı için gerekliyse de fena ve beka
makamları ise kurb-u nübüvvette olduğu gibi Allah-u
Teala’nın ikramı ve bağışıdır.
İmam-ı Rabbani Hazretleri Kurb-u Nübüvveti ictiba yolu, kurb-u velayeti ise inabe yolu olarak isimlendirmektedir. (3) İctiba yolunda yani kurb-u
nübüvvet çekip alan yoldur. İnabe yolu ise yolda yürümektir. Kurb-u velayet ile yola başlayanların; ancak
ikram-ı ilahi ile kurb-u nübüvvete ulaşacaklarını bizatihi İmam-ı Rabbani Hazretlerimiz beyan etmektedirler. Nitekim Piran-ı Kiram Hazeratı da illa ki
kendilerine bir mürşid edinmişler; daha sonra İmamı Rabbaninin beyanı ile bir ikram-ı ilahi olarak Kurb-u
Nübüvvet yoluna terfi etmişlerdir. Bu noktada en
güzel misallerden birisi de Muhammed Bahaeddin
Buhari Şah-ı Nakşibend Hazretleridir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri manevi seyre Seyyid Emir Külal Hazretlerinde başlamış ve yine O’nun gözetiminde Hace
Abdulhalık-ı Gücdevani Hazretlerinin ruhaniyetinden
üveysi olarak yola devam etmiştir. Günümüzde hiçbir
mürşidin maddi/manevi terbiyesine girmeden üveysi
olarak irşad vazifesi edindiklerini iddia edenler için
Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bu ahvali ciddi bir tefrik vesikası hükmündedir.
en mühim basamağı ise Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmektir. Bu yolda salikin en çok sakınacağı amil ise
evham, rüya ve hayale itibar etmemesidir. Bunları hiç
nazarı itibara almayacak ve ilim ile salih amele devam
edecektir. (4) Amel-i Salih olmadan öğrenilecek ilim
ise kuru malumattan öteye geçemez.
Kurb-u Nübüvvet yolundan yetişen evliyaullahın en mühim siması ise tabiinden Üveys-el Karani’dir. Üveys-el Karani Efendimiz sav. görmemiş
ancak muhabbetinden ötürü kesb-i kemal elde etmiştir.
Kurb-u Velayet yolu ise ; hayatta olan bir mürşid-i kamilin nezaketinde yapılacağı için nispeten
daha kolaydır. Bu yolda mürşid her an dervişini muhtelif tehlikelere (rüya /evham / vesvese/hayal gibi)
karşı koruyacaktır. Bu yolda mücahade, hizmet ve
sohbet mühim bir yer tuttuğu gibi ; İmam-ı Rabbani
Hazretleri de kıyamete kadar bu yolun açık olacağını
beyan buyurmuşlardır.
Nitekim İmam-ı Şarani Hazretleri “ Bir insan altı
yüz kanatla tek başına amel etse bile kemalatı elde
etmeye yol bulamaz ve mürşidsiz yola çıkanın evham
ve hayal tuzaklarında boğulmasından korkulur “ buyurmuşlardır.
İlim kanadı ile seyre başlayanlar; engin bir okyanusta küçük bir kayık ile yola çıkanlar gibidir.
Küçük bir kayık okyanusun dalgaları, fırtınaları karşısında çaresizlik yaşıyorsa; ilme tek başlarına başlayanlar da aynı sıkıntılar ile karşı karşıya kalacaktır.
Nefsin binbir evhamı, şeytanın binler vesveseleri kendisini meşgul edecektir. Nefsin hastalıklarının ise
nasıl izale edeceği keşmekeşler devresi olan günümüz insanı için muhaldir. Riya, ucb, kibr gibi nefsani
marazların ötesinde İmam-ı Gazalinin ks buyurdukları gibi kalpten en son çıkan manevi hastalık olan riyaset sevdasının nasıl terk edileceği de belirsizdir.
Halbuki günümüzde muhtelif buhranların pençesinde kıvranan, ilmi olmayan kardeşlerimiz için en
salim, en emin, en sıkıntısız ve en kolay yol kurb-u
velayete denk gelen tarikat-ı aliyyelerdir. Bu yollar;
nefsin, çağın ve şeytanın girdaplarından kurtulmak isteyenler için emin bir liman, salim bir hangah hükmündedir.
...................................................
Bazı Nakşibendi ve Şazeli yolu büyüklerinin hususi olarak tercih ettikleri Kemalat-ı Nübüvvette lazım
olan ana sermaye ilimdir. İlim olmadan bu yolda yürümek mümkün olmadığı gibi kemalat elde etmenin
1 Mektubat 3.cilt 122. Mektup
2 Mektubat 1.cilt 301. Mektup
3 Mektubat 1.cilt 302. Mektup
4 Edeple Varış Lütufla Dönüş S:63 - 64
39
Ocak 2009
Aydın BAŞAR
[email protected]
Atları Önce
Zihinlerde
Koşturmak
Müslüman’ın en büyük zaaflarından
bir tanesi de batıl ile mücadele ederken korkak ve çekingen davranması, çaba sarf etmesi gereken bir durum olduğunda evinde
oturmayı tercih etmesidir. Sosyal hayatın
içine girerek insanlara faydalı olmak için bir
savaş vermek yerine, rahat koltuğunda televizyon karşısına çivilenmesidir. Dahası;
dünyanın süslerine, lüksüne, gösterişine aldanması ve bütün eforunu bu sahte mutluluk getiren oyalayıcıları kazanmak için
harcamasıdır.
Adiyat sûresinin 8. ayetinde, insanın
nankörlüğünün nedeni olarak, kendi bencil
hayrına düşkün olması gösterilir. 6 ve 7.
ayetlerdeki; insanın kendi nankörlüğüne
şahid olması ise bilinçaltındaki bu tür olumsuz düşüncelerinin kendisinin de farkında
olmasıdır. Yani bir tarafta Yüce Allah için
cihad etmek varken, diğer tarafta, sıcak döşekte yatmak vardır. İnsan nefsi sıcak döşekte yatmayı tercih etme eğilimindedir. Bir
tarafta Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için
gece gündüz demeden ilim tahsili yapmak
Ocak 2009
40
ve bu uğurda yorulmak varken, diğer tarafta gezip eğlenmek vardır. Nefis burada
da kendine hoş geleni tercih etme eğilimindedir. İnsanın bu eğilimlerinin farkında olması; nankörlüğünün de farkında olması
yani ona şahitlik etmesidir. Her insan, nefsinin olumsuz telkinlerinin farkındadır.
Ancak Kuran ve sünnetle amel eden samimi müminler bu olumsuz eğilimlerin baskısından kendilerini kurtarabilirler. Kur’an-ı
Kerim “ben bilinçaltı tedavisi yapıyorum” diyerek insanların bilinçaltlarını tedavi etmese
de Kur’an’ı anlayarak okuyanlar ve onunla
emel edenlerdeki olumsuz bilinç hallerinin
olumlu bilinç hallerine dönüştüğünü gözlemlemek hiç de zor değildir.
Sahabe-i Kiram efendilerimizin bilinç
dünyalarındaki devrim de yine Kur'an sayesinde olmuştur. Sahabe efendilerimizin
vücutlarının savaşlarda açılan kılıç yaraları
ile dolu olmasını veya onların birçoğunun
binlerce kilometre ötelere dinlerini tebliğ
etmek için gitmelerini ancak onların bilinç
dünyalarındaki dava şuuru veya sahip oldukları adanmışlık ruhu ile açıklayabiliriz.
Hz Hamza radıyellalhu anh, ciğerleri sökülerek öldürülmüştü. Hz Bilal radiyellahu anh, sıcağın en şiddetli
olduğu zamanlarda çölde sırt üstü yatırılarak üzerine
sıcak kayalar konulmuş ve ondan Yüce Allah’a şirk koşması istenilmişti. O ise “Allahu ehad, Allahu ehad, Allahu
ehad” diyordu ve ekliyordu. “Allah’a yemin ederim ki müşrikleri kızdıracak bundan daha iyi bir kelime bilseydim onu
da söyleyecektim.”
Bizanslılar tarafından Hıristiyanlığa çağrılan ve kaynar kazana atılmakla tehdit edilen Abdullah bin Huzeyfe
radıyellahu anh ise ağlıyor sonra yine ağlıyor ve “Ben bir
tek canımın olduğuna, o canın da Allah yolunda bir tek
şu anda kazana atılacağına ağlıyorum. Hâlbuki ben vücudumdaki kıllar sayısınca canımın olmasını ve her bir
canın Allah yolunda böylesine bir işkenceye uğratılmasını isterdim” diyordu. Müşrikler tarafından tek gözü oyulan Abdullah bin Ma’zun radıyellahu anh “Allah yolunda
diğer gözüme de aynı şey yakışırdı” diyerek bu yoldaki
adanmışlığını gözler önüne seriyordu.
Sahabe efendilerimiz daha cihad meydanlarına
çıkmazdan evvel cihat ruhunu kazanmışlar ve ilerideki
yapılacak olan büyük mücadeleye zihnen çoktan hazırlatılmışlardı bile... Savaşa giden bir insan, kolunun, bacağının veya kafasının kopmayacağından hiçbir zaman
emin olamaz. Eğer İslam dinini yaymakla vazifeli o muazzez nesli teşkil eden sahabiler, insan fıtratının nankör
duygularına kapılarak bedenine ve malına gelecek olası
ziyanlardan çekinip bir korkaklık sergileselerdi, Yüce Allah’ın dini yeryüzünde belki de sahipsiz kalacaktı.
Sahabiler daha Mekke döneminde henüz sayıca azken
Adiyat Sûresi’nin Allah için cihad azmi ve ilay-ı kelimatullah coşkusu aşılayan ilk beş ayetinin inmesi ile kalben ve
zihnen cihada alıştırıldılar. Daha sonra da beyin ve kalplerinde bu işi halletmiş olarak vakti geldiğinde de bedenlerini savaşa hazırladılar. Evet, onlar vazifelerini hakkıyla
yaptılar. Peki ya biz yaptık mı dersiniz? Yoksa Kur'an’ın
üçte ikisi cihad olduğu halde bizler cihadı bilinçaltımızdan
söküp attık mı?
Kuran Müslümanların bilinçaltı tedavisini onları cihada bilinç ve kalp bazında hazırlamak suretiyle yaparken, Müslümanları pasifleştirmek isteyenler ise bugün
onların cihadı önce bilinçaltında terk etmelerini sağlamak
için çalışıyorlar. Terk edişin seyri şöyle gerçekleşir: İlk önce
cihadın sözü terk edilir, sonra kendisi... Yani cihad ayetlerinden kimse bahsetmez ve sanki onlar hiç yokmuş gibi
davranılır. Cihad önce konuşmalardan, yazılardan, makalelerden, kitaplardan, gazetelerden, hutbe ve vaazlardan çıkartılır, sonra da büsbütün hayattan çıkartılır. Cihadı
bilinçaltlarından ve hayatlarından çıkartanlar, peygamberleri Hz. Musa’ya “...Sen ve Rabb’in gidip ikiniz savaşın.
Biz burada duracağız...” (Maide, 5/24) diyenlere benzerler. Adanmış müminler ise peygamberlerine bu hitapta
bulunan zalim ümmetle aralarındaki farklılıkları her dönemde muhafaza ederler.
Adiyat suresinin bağlamına nüzul dönemini de hatırlayarak tekrar dönecek olursak, Mekke dönemi Müslümanların bilinçlendiği ve şuur kazandığı bir dönem
olurken, Medine dönemi ise bu bilincin meyvelerinin toplandığı bir dönem olmuştu. Mekke döneminde zihinlerde
net bir şekilde seyredilen ve bu sûrenin ilk beş ayetinde
resmedilen cihad fotoğrafı, Medine döneminde bir gerçek olmuştu. Zihinlere önceden yapıştırılan bu fotoğraf, bilinçaltındaki nankörlüğün üzerini kaplamış ve böylece
bilinçaltı tedavisi gerçekleşmişti.
Eğer bu bilinçaltı tedavisi o zaman gerçekleşmemiş olsaydı bizler bugün, sahabe hayatında haşa bencilliğin ve nankörlüğün izlerine rastlayacaktık. Oysa biz hep
onların adanmışlık destanlarına şahit oluyoruz. Peki ya
böyleyken bizim nankörlüğümüze ne demelidir? Nankör
deyince Kur'an’ın yaptığı bu bilinçaltı tedavisini görmemiş
ve olumsuz hallerinden kurtulamamış olan duyarsız kişiler aklımıza geliyor. Dışarıda sel gibi dinsizlik propagandası yapılırken, Müslümanlar aşağılanırken ve dünyanın
her yerinde çeşitli zulümlere maruz bırakılırken, bu acı
durum karşısında umursamaz tavırlar takınan tipler aklımıza geliyor. Dünyanın oyun ve eğlencesine, geçici süslerine aldanan zevk düşkünleri ve sadece kesesini
doldurmak peşinde olan servet düşkünleri aklımıza geliyor. Dinleri veya inançları için parmaklarını bile oynatmayan şuursuz insanlar aklımıza geliyor.
Adiyat Suresi’ndeki bu sahnelerin Müslüman zihinlerde canlanma zamanı artık gelmedi mi? Biz kalbimizde, zihnimizde bu atları hiçbir zaman koşmayacak
mıyız? Sûrede bahsedilen ateş saçan atları İslam için
koşturmaktır marifet! Bu şaşkınlıkla, bu korkaklıkla, bu siliklikle, ne düşüncede, ne amelde ansızın zalimlerin ortalarına dalmak ancak ham bir hayaldir. Bizler önce
bilincimizde sonra da pratikte bu atları koşturmanın bir
yolunu bulmalıyız. Yoksa bunun hayalini kurmak bile mi
yasaktır bize? Bu din garip geldi garip gidecek! Evet ama
nankörlükten de mi kurtulamayacağız? İnsan gerçekten
de çok nankördür. Ve buna kendisi de şahittir. Bunun nedeni ise geçici dünya yararına olan düşkünlüğüdür. Yani
mal veya zenginlik tutkusudur. Şimdi dilerseniz Adiyat suresinin mealini bu duygularla yeniden okuyalım.
Yemin olsun Allah yolunda harıl harıl koşanlara
(Nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara
Ve sabah vakti akın yapanlara
Ve tozu dumana katanlara
Derken bir topluluğun ortasına dalanlara.,,
Şüphesiz ki insan rabbine karşı pek nankördür.
Doğrusu kendisi de buna şahittir.
Gerçekten de o kendi hayrına çok düşkündür.
Bilmez mi o; kabirde olanların dışarı atıldığı;
Ve kalplerde olanın açığa çıktığı
O gün onların Rabbi her şeyden haberdardır.
41
Ocak 2009
Umut BULUT
Kamp
Kültürü ve
Küresel
Ölçekte
Düşünmek
Kendi dışındaki dünyanın sorunlarını ortaklaştırmayan İslam düşünce sisteminin bir
ayağı her zaman topal kalmaya mahkumdur.
Dünya sorunları karşısında söyleyecek sözü
olmayan Müslüman aydınları yeniden sorgulamak ihtiyacı içindeyiz. Uluslararası şirketlerin dünya ekonomisi üzerindeki akıl almaz
baskıları, ilaç kartelleri, petrol ve silah kartelleri, çok uluslu şirketler ve dünyanın parasına yön veren bankalar dev yatırım şirketleri
giderek dünyada yoksul ülkeler için tehdit olmaya başlamıyor mu?
Ocak 2009
42
İnsan kaçakçılığı, mülteciler sorunu,
insan hakları ihlalleri, kaçakçılık, terörizm,
kadın sorunları, ayrımcılık, dini ve ahlaki sorunlar, açlık ve gıda sorunları, çevre sorunları, psikolojik savaşlar ve ruhsal sorunlar
karşısında Müslüman aydınların vereceği cevabı ciddi bir biçimde merak ediyorum.Tüm bu
ve buna benzer dünya sorunlarını Müslümanlar olarak Müslümanca bir bakışla değerlendirip çözüm üretmek durumundayız. Bizler
Müslüman olarak bu konuları konuşmayacaksak bizim konuşacak başka neyimiz var?
‘’Taraf olmayan bertaraf olur’’ gibi bir mantıkla
insanı illede bir tarafın adamı olmaya; belli
kamp kültürünün bir parçası olmaya zorluyoruz. Bu şuna benziyor soğuk savaş döneminde Sovyet kampı ve Amerikan kampı vardı
ve hiç bir kampa girmek istemeyenleri de bağlantısızlar diye ayrı bir kampa dahil etmişlerdi.
Bize dayatılan bu kamp kültürü ortak hareket etmeyi zorlaştıran ve hatta imkansızlaştıran bir şey olduğu için bu işten kimlerin
Dünyanın genel sorunlarına gözümüzü
kapatarak müslümanlara matuf sorunlara
çözüm bulmamız mümkün değildir. Kendi
zihin kamplarımızda uğraştığımız pek çok sorunun dışarıda ayakları vardır. Olması da
normaldir. Dış dünyadan bağımsız içimizdeki
sorunlara çözümler geliştirme şansımız nedir
pek tahmin yürütemiyoruz.Fotoğrafın tümünü
göremeyen Müslüman aydınların büyük çoğunluğu; kendi zihin kamplarını kurmakta dışardan izole olmuş bir halde sorunlara
kendince çözümler üretmeye çalışmaktadır.
Bu zihin kamplarının dışına çıkamadıkları daha doğrusu çıkamadığımız için çözümün bir tarafı hep eksik kalmaktadır.Yarım
yarım çözümlerle insanlara çare olmaya çalışıyoruz bu da çoğu zaman yeterli olmuyor. Ve
biz hep hayal kırıklığı yaşamaktan başka bir
şeyleri yaşamaya imkanımız ve ömrümüz yeterli olmuyor.Topyekün bir ekonomi teorisi,
topyekün bir siyaset felsefesi, topyekün bir
hukuk ve topyekün bir toplum projesi düşünebiliyor muyuz?
Mesela kendimizi ve başkalarını tanımlarken -müslüman olmak- tekbaşına yeterli
görülmeyip, bir takım alt tanımlamalara ihtiyaç duyuyoruz ve herkesi belli zihin kamplarına yerleştiriyoruz. Bu da yetmeyip dışarda
kalanları da -cami cemaati- adı altında ayrı bir
kampa oturtuyoruz.Kendi kamplarımızın dışına çıkamadığımız gibi herkesi de belli
kamplara sıkıştırma telaşı içine giriyoruz.
çıkarı olduğunu müslüman olarak kendimize
bir daha sormayalım mı? Herkesi taraflaştıran
bu kamp kültürü kendi içinde kendi dilini, ekonomisini, kavramlarını ve kendi hiyerarşisini
üretiyor.Kendi kampını ayakta tutmak isteyen
herkes kendi dışındakileri Müslümanlık adına
ötekileştiriyor. Bu anlamsız kamp kültürü çözüme yönelik çabaların enerjisini de emiyor
bir bakıma.
Belki iyi niyetlerle yapılmak istenen hizmetler zaman sonra bir kavganın bölünmenin
ve husumetin bir sebebi olup çıkıyor.Aslında
evrensel ölçekte düşünüp çözümler üretmemizin önündeki en ciddi engel de bu kamp
kültürünün bizatihi kendisidir. Kamp kültürünü
ve bu kültür kamplarımızı ciddi bir şekilde sorgulamadan evrensel ölçekte Müslüman sorunlarına çözüm bulma şansımız yoktur.
Dünya
ölçeğinde
Müslüman
sorunlarına
çözüm sunmaya çalışan aydınlar üzerinde
yükselecek yeni ve yerli bir düşünce hamlesinin sorunlarımıza çözüm için bir umut ışığı
olarak önümüzde durmaktadır.
Tam da bu noktada büyük hayaller kurmaya ihtiyacımız var. Unutmayalım ki hiçbir
şey hayalleriniz kadar güçlü değildir…
43
Ocak 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
İLİM ve KUDRET
PENCERESİNDEN
DİRİLİŞİN
İMKÂNİYETİNE
BAKIŞ
Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyette
öldükten sonra dirilişi akıllarına sığdıramayanlara karşı getirilen delîllerde, sık
sık Allah'ın sonsuz ilim ve kudretine dikkat çekilerek, bu husustaki şüphenin asıl
kaynağı ortadan kaldırılmıştır. "O her
şeyi bilir" (Bakara, 29; En'âm, 101; Hadîd, 3), "O her
türlü yaratmayı bilir" (Yâ-sîn, 79), "Yer yüzünün onlar(ın bedenlerin)den eksilttiği şeyi biliyoruz" (Kâf, 4) gibi âyetlerde
Allah, sonsuz ilmiyle her şeyi ve her türlü
yaratmayı bildiğini, bedenin dağılan
bütün zerrelerini, ilmiyle ihâta ettiğini bildirdiği gibi, "De ki, rûhunuzu size vekîl
olarak tayîn edilen ölüm meleği alacaktır" (Secde, 11) âyetiyle de insanların rûhlarının da başıboş kalmayıp, görevli
melekler tarafından muhafaza edileceğini ifâde etmiştir.
Kezâ, "O her şeye kadîrdir" (Hûd, 4;
, "Bir şeyi murâd ettiğinde
O'nun yaptığı sadece ol! demektir,
derhâl oluverir" (Yâ-sîn, 82) gibi çok sayıdaki âyetlerde de, sonsuz kudretine dikkat çekerek hiç bir şeyin kendisine ağır
Rûm, 50; Şûrâ, 9...)
Ocak 2009
44
gelmediğini, yormadığını, her şeye gücünün yettiğini ifâde etmiştir. Hatta, inkârcıların, "Biz kemik ve toprak yığını
olduğumuzda, gerçekten biz mi yeni
bir yaratılışla diriltileceğiz?!" (İsrâ, 49)
şeklindeki yeniden dirilişi uzak görerek
meydan okumalarına karşı Cenab-ı Hak
da, "De ki, ister taş olun ister demir!
İsterse kalbinizde büyük olan başka
bir mahlûk!.." şeklinde meydan okuyarak, insanların ne halde olursa olsun, isterse bu bedenî yapılarından çok farklı
varlıklar olsunlar onları iâde etmenin
kendisi için çok kolay olduğunu belirtmiştir. Yine öldükten sonra kemiklerinin
toparlanıp bir araya getirilemeyeceğini
zanneden insanlara karşı, "Evet, biz
onun parmak uçlarını dahi eskisi gibi
düzenlemeye kâdiriz!" (Kıyame, 4) buyurarak, değil kemikleri bir araya getirememek, parmak uçlarını, yani kemiklerden,
daha küçük, daha ince, daha latîf ve
daha ayrıntılı olan parçaları dahi bir
araya getirmeye kâdir olduğunu ifâde etmiştir1.
Bu âyetler bize Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudretini ve O'na hiç bir şeyin zor gelmediğini, büyük ve küçüğün O'nun katında bir derecede olduğunu bildiriyor.
Bir şâir şöyle demiştir:
Eğer bütün kâinât halkı yüz bin yıl
Allah'ın kudret sıfatı üzerinde düşünseler,
Sonunda âcizliklerini itiraf ederek, Allahım!
Biz seni hiç bilmemişiz derlerdi2.
Allah'ın sonsuz kudretini anlamak için, bir kitâp
gibi, sayfa sayfa gözlerimizin önüne serilmiş olan kâinâtı okumalıyız. Çünkü, kâinâttaki her varlık lisan-ı
hâlleriyle O'nun sonsuz kudretini ilân ediyor, âdeta O
her şeye kadîrdir âyetini okuyorlar.
Günümüzde hızlı bir gelişme gösteren ilimler de,
keşfettiği ve tesbît ettiği hakikâtlerle bu kudretin büyüklüğünü anlamamıza yardım etmektedirler. Meselâ,
Çok sayıdaki galaksilerden sadece birisi olan Samanyolu galaksisinde yüz milyar yıldız vardır. Bu galaksinin bir uçtan bir uca genişliği yüz bin ışık yılıdır. En
yakın galaksi Andromeda 2, 2 milyon ışık yılı mesafededir. Kâinatta yüz milyar galaksi olduğu tahmin ediliyor. Buna göre kâinâttaki yıldız sayısı yüz milyar x yüz
milyar kadardır!! Bu kadar yıldızı yer yüzünde yaşayan
insanların her biri saniyede bir yıldız saymak üzere tek
tek saysalar, böyle bir işlem dünya dolusu insanın
durup dinlenmeksizin yüz bin sene vaktini alırdı. Bu
yıldızlardan sadece birisi olan Güneş bir saniye içinde
insanoğlunun medeniyetinin başlangıcından beri kullandığı enerjiden daha fazlasını üretir. Arzımız güneşten gelen enerjinin sadece milyarda birini alır. Bununla
beraber Allah'ın bu geniş mülkünde çok daha garip
gök cisimleri vardır. Meselâ, bir kuasar'ın bir saniyede
saldığı enerji miktarının bütün dünyanın enerji ihtiyacını milyarlarca sene karşılayacağı hesaplanmıştır3.
Bize daha yakın olan ve müşâhedemiz altında
bulunan yer yüzünde cereyan eden hâdiseler de akıllara durgunluk verecek derecededir. Gözle görülemeyen canlılardan, koca balinalara kadar milyonlarca
canlı türü yeryüzünü şenlendirmekte, yüz binlerce bitki
ve çiçek çeşidi de bu bahçeyi süslemektedir. Yeryüzünün her karışı canlılarla kaynamaktadır. Öyle ki, bir
gram toprakta milyonlarca canlı barınmaktadır. Bütün
bunlar Allah'ın sonsuz kudretini gösteren denizden bir
kaç katre kabilinden bazı misâller ve şu âna kadar tesbit edilmiş bazı ilmî gerçeklerdir.
İşte böyle bir Zât için, vakti gelince bu hayata
son verip kıyameti koparmak çok kolaydır: "Kıyametin kopması göz açıp kapama hatta daha az bir zamandan ibarettir. Allah her şeye kadîrdir" (Nahl, 77).
Bütün ölülüri diriltmek de O'nun için bir tek insanı diriltmek gibidir: "Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir"
(Lokman, 28). Çünkü, Cenab-ı Hakk'ı bir iş diğer bir işten, bir
durum bir diğerinden alıkoyamaz. "Bir şeyi murâd
ettiğinde O'nun yaptığı sadece ol! demektir, derhâl
oluverir" (Yâ-sîn, 82) âyetinin gereğince, bir şeyin vücuda
gelmesi için irâde ve kudretinin taalluku yeterlidir.
Evet, Allah'ın kudretî zâtî olduğundan, kudretin
zıddı olan acz ona arız olamaz. Bu kudretin mertebeleri, azı, çoğu yoktur. Hiç bir şey ona engel değildir. O
kudrete nisbetle küçük, büyük, cüz, küll birdir. Çünkü
her şey her şeye bağlıdır. Her şeyi yapamayan bir şeyi
de yapamaz. Kış uykusuna yatmış bir hayvanı bahar
mevsiminde uyandırmak, o kudrete ağır gelmediği
gibi, şu dünyanın ölümü de, diriltilmesi de öyledir.
Bütün canlıları ihyâ etmek ondan daha ağır değildir4
Göz, kandil, güneş gibi nûr ve nurânî şeyler için
cüz'î, nev; cüz, küll; bir ve bin birdir. Meselâ güneşe
bak! Uzun timsâlleriyle gezegenler, yıldızlar, havuzlar,
su kabarcıkları, katreler, su parçaları, şebnemler ve
cam parçaları, bir ânda gezegenlerle zerreler arasında eşit ve kolay bir şekilde nasıl boyanıyor. İşte,
teşbihte hata yok, Cenab-ı Hakk'ın kâinât kitabındaki
tasarrufları da böyledir. Allah, kâinât kitabının bütün
bablarını, fasıllarını, sayfalarını, satırlarını, cümlelerini
ve harflerini def'aten, külfetsiz olarak yazar. Nitekim
şöyle buyuruyor5: "sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir"
(Lokmân, 28). Bu âyet mantıken aks-i nakîz kaidesiyle istilzâm ediyor ki, bütün insanları yaratmaya kadir olamayan, bir tek nefsi yaratmaya da kadir olamaz, ...
Öyleyse, arzı, güneşi ve bütün yıldızları tesbîh daneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olamayan kimse, kâinâtta yaratma davasında ve îcâd
iddiâsında bulunamaz...6
Bütün bu izahlardan anlıyoruz ki, kudreti ve ilmi
sonsuz olan Allah için insanları kıyamet gününde tekrar yaratmak ve yeni, sonsuz bir âlemi inşâ etmek çok
kolaydır. Çünkü, Allah bu dünya hayatında bunun sayısız örneklerini göstermiştir. İnsanı, ismi zikredilmeyen bir varlık iken var eden onu tetrar yaratmaya da
kadirdir. Bu âlemi yok iken yaratan, benzerini de yaratmaya
kadirdir...
...................................
* . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve
düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Bkz. Zemahşerî, IV,190; Razî, XXX,192; Kurtûbî, XIX, 62; Nesefî, IV, 314; Bursevî, X, 244;
Kutub, fî Zılâl, VI, 3769; İbn Aşûr, XXIX, 341. , 2. Ferit Kam, Dinî Felsefî Sohbetler, sadeleştiren, S. Hayri Bolay, Ankara., tsz., s.118., 3. Şimşek, Big Bang, s. 6; Demirkan, s.72; Tuna,
Güneş Sistemi, s. 46, 4. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 519., 5. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s.
244., 6. Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s.129.
45
Ocak 2009
Osman KARABULUTOĞLU
PEYGAMBER
LER VE
MUCİZELERİ
4
Bir Şeyi Kanun Olarak İsimlendirmek
Herhangi bir kanunu, kanun olarak isimlendirmede zorunluluk varsa,
sıradan gerçekliğin sürekliliği de ona
kifayet etmiyorsa böyle bir durumda
bulunan şeye tabii kanun demek
doğru olmaz. İşte bundan dolayı filozof Hume ilmi inkâr etti. Kant ise çağdaş ilimleri tecrübeye dayanan zaruri
kanunlar kılmaya çalıştı lakin başarılı
olamadı. Bu meselelerin halli bu kitapta tafsil edildi.
Emil Sasa diyor ki: ‘Şu bir gerçek
ki ilim tabiata aşinalık hususunda çok
gelişti fakat bu gelişme hiçbir vakit matematiksel zaruretler gibi zorunluluğu
isbat olunamadı’ Yani Sasa şunu
demek istiyor, tabii kanun denilen şeylerin değişimi mümkündür muhal değildir.
Leibnız ise: ‘Tabii kanunlar Bayıl’ın iddia ettiği gibi mahzî ve indî kaOcak 2009
46
nunlar değildir; matematiksel kanunlar
gibi zorunlulukları yoktur.’ Diyor. Ve
ilave ediyor: ‘Makineyle dönen çark
güzeldir, lakin zaruri değildir.’
Meşhur matematikçi Henry Povinkariye de ‘Faraziye ve İlim’ adlı kitabında: ‘Tecrübeye dayalı kanunlar
tashihe her zaman açıktır; daha güçlüsü ortaya çıkınca değiştirilmesi kaçınılmazdır.’ Diyor.
Bura da anılmaya değer bir şey
de matematiğin: ‘Tezat arz etmeyen
her şeyin değişimi mümkündür.’ Kaidesi üzerine kuruluşudur.
Mucize Mümkün müdür Muhal
midir?
Mucizelerin mümkün oluşunda
kuşku yoktur, bir müddet önce Ehram
gazetesinde üstat Ferit Vecdi beyle
aramızda geçen tartışmada vuku bulduğu gibi mucizenin vukuunu, aklî muhallerden olduğunu iddia edenler,
tecrübemize nazaran vaki olmayanla muhali birbirinden ayırt edememelerinden kaynaklanıyor. Hâlbuki ikisinin arasında büyük fark var. 1
Zira âlemin nizamlayıcısı Allah ise ve onu
öyle düzenlemede muhtar ise dilediği zaman o
nizam değiştirmeye de kadirdir.
Zira muhal, vaki olmayandan daha özeldir,
vukuunun imkânsızlığı ile vaki olmayandan daha
ziyadedir. Bir şeyin vukuu veya vukusuzluğuna delalet eden tecrübe, vaki olmayanın muhali yetini,
vaki olanın ise zaruri oluşunu göstermez. Zira zaruretle, muhaliyetle veya imkânsızlıkla hükmetmek
tecrübenin değil, naklin ihtisasındandır. İmkânın
konumu, vuku bulandan çok daha geniştir; vukuun
sahası dardır, bir şeyin vukuunun zaruri oluş sahası ise daha da dardır. Tıpkı imkânsızlık manasına olan muhal, saha olarak vuku bulmayandan
daha dar olduğu gibi.
Müminlerin inanışında, Allah’ın eşyada cereyan eden sünnetini değiştirmeyi murat ettiği zaman
o eşyadan onu alır. Bu alış, âdeti ve kanunu yırmaktır; aklı yırtmak (Hark) değil ki, muhal olsun. Allah’a nisbetle bir sünnetin, bir kanunun veya bir
âdetin yırtılması ise mümkinattandır.
BEŞ NOKTA:
İmkân, vuku, vukuun zorunluluğu, vukusuzluk ve bir şeyin vukuunun muhali yetinde beş nokta
söz konusudur:
Tecrübe sadece vuku ve vukusuzlukta söz
sahibidir. Hatta onun vuku bulmayanda hüküm
ferma oluşu tam değildir.2 Diğer üçüne gelince
orada hükmeden akıldır.
Nasıl ki dirinin ölümü, izni ilahi ile katil sebebi
ile oluyorsa, enbiyanın ölüleri diriltmesi de ilahi izinledir. Bu iki durum, imkân açısından müsavi olduğu
halde, birincisinin vukuu çok, ikincisinin ise az olmaktan başka aralarında bir fark yoktur.
İşte, ateşin sürekli yakacılığı izni ilahi ile olduğu gibi ateşten yakma fiilinin kaldırılması da emri
ilahi iledir. Ancak birincisinin vukuu çok ikincisinin
azdır.
YAKICILIK ATEŞİN KENDİDEN Mİ?
Durum tahkik ve tetkik edildiği zaman yakıcılığın ateşin kendinden kaynaklanmadığı ortaya
çıkar. Zira her şeyde failî hakiki Allah’tır; kainatta
Mümkün olan bazen çok büyük bir şey olur,
tecrübe ona ulaşamaz, kavrayışı kıt olan ise onu
muhal zanneder yahut vaki olanın örneği çok olur
da idraki zayıf olan onu zaruri zanneder, mesela:
Yakıcılık şanından olan Ateşi, sürekli yakar
görür de yakıcılığının zaruri olduğuna ve ondan ayrılamayacağına insan hükmeder. Hâlbuki zaruret
ve muhali yet cidden azdır, bir şeyin azametiyle ayrışmaz veya çökmez. Mesela:
‘Asayı’ Musa’nın yılan kılınması, körlerin ve
alaca hastalığın iyileştirilmesi, ayın ikiye bölünmesi, kudreti ilahiye ye nisbetle mümkündür. Hatta
bir anda azametli bir şeyi icat, ikinci bir anda icat
edilen o şeyi yok etme imkân dâhilindedir de, bir
anda bir sineğin, hem icadı ve hem de yok edilmesi
veya bir anda bir sineğin kanatlarının hem hareketi
ve hem de hareketsizliği mümkün değildir. Çünkü
burada tezat arz eden iki şeyin cem-i söz konusudur. Bu ise muhaldir, buna kudreti ilahi bile taalluk
etmez.
O takdirde mucizeleri inkârın menşei ve onu
uzak addetme, eğer münkirin akidesi: ‘Âlemin nizamı kendi tabiatından kaynaklanır orada tercihi
ilahi söz konusu değildir’ şeklinde değilse, bu ahmaklıktan öte bir şey değildir.
47
Ocak 2009
Filozof Malbiranş,
‘Son zamanlarda
din’ adlı eserinde
ne güzel söylemiş:
‘Biz hadiselerin
birbirini takibini
görüyoruz da fakat
taraflardan birini
diğerine bağlayan
rabıtayı
göremiyoruz; Bu
rabıtayı niye
göremiyoruz? Bu
rabıta bizden niye
gizlidir? Çünkü o
ilahidir, mahlûkatta
misli olmayan bir
şeydir.’
ondan gayri müessir yoktur. Kim
yakma fiilini ateşe, soğutma ve söndürme ameliyesini de suya mal eder
ve: Bunlardan her birinin kendine
has faaliyeti vardır der, sonra da
bunun her zaman ve mekânda deneme ve müşahedeye dayandığını
iddia ederse sadece vehmetmiş olur.
Biz yakma ve yakılma hadisesinde yanan ve yakılan cismi ateşle
beraber görüyoruz da ateşin yakan
şey olduğunu göremiyoruz; yani
yanma fiilini tesbit ettiğimiz gibi yakanın illetinin ateş olduğunu tesbit
edemiyoruz, her ne kadar yanan ve
yakılanın beraberliği görülse de.
Zira deneme ve müşahede ile
sabit olan, ateş, yanan bir şeyle, birbirine temas ettirildiğinde yakış ve
yanma fiilinin ortaya çıkışıdır da, ateşin, yakmada hakiki fail ve müessir
olduğunun ortaya çıkışı değildir.
Niye? Çünkü illiyet bir şeyin,
diğer bir şeyle deveranı ile sabit
olmaz; onlarda birlikteliliğin görülmesi (ateşle yanan cismin görülmesi
gibi) ‘illiyet’in görülmesi demek değildir. Bu hassasiyeti Malbıranş ve
ondan önce İslam müçtehitleri anlamıştır; bu anlayış çok hoş ve çok da
güzeldir. Ayriyeten Malbıranş, bu ‘illiyet’ meselesini maddi meselelere
tatbik etmiş ve yukarıda alıntılanan
şu sözü söylemiştir: ‘İlliyetin görülmemesinin sebebi onun ilahi bir şey
oluşu ve benzerinin yaratılanlarda
bulunmamasıdır; biz yaratılanların
kendisini görüyoruz illetini değil.’ 3
Çünkü yanma eserinin ateşle
beraber ardı ardına ortaya çıkış ve
deveranı o eserin ateşin faaliyet illeti
olduğunu göstermez. Zira illet gizli
bir şeydir, muayene ve müşahede
edilemez ki yakma illetinin failinin
ateş olduğu tesbit ve tayin edilsin.
İşte bura da şu ortaya çıkıyor:
Birçok hadisenin tecrübe ve müşahede ile sabit olduğu kanaati yukarıdaki ateş örneğinde anlatıldığı gibi
doğru değildir. O zaman hadiselere
müdakkik nazarı ile bakan kimseye
düşün, tecrübenin delalet ettiği sınırları hassas bir şekilde çizmek ve
o sınırları aşmamaktır.
(M.S. Mev. S.31-34)
.............................................................
1. Ayrı, ayrı zamanlarda yaşamış geçmiş toplumların tecrübesi peygamberlerin mucizesine şahadet ediyor. Gerek geçmiş peygamberlere ve gerekse onların mucizesine insanların
şahadeti sabittir; bunların şahitliği de tarihçilerden ve meşhur olaylara tanıklık edenlerden sübut açısından derece itibari
ile daha düşük değildir.
2. Bundan dolayı İstevart Mil diyor ki: ‘ Herhangi bir meselede
zorunluluk ve zaruret geçmiş zamanlarda vukuu ne kadar
çok olursa olsun tecrübe ile sabit olur. Ancak vaki olan ne
kadar çok olursa da nihayetsiz hal ve hadiseler söz konusu
Filozof Malbiranş, ‘Son zamanlarda din’ adlı eserinde ne güzel
söylemiş: ‘Biz hadiselerin birbirini takibini görüyoruz da fakat taraflardan
birini diğerine bağlayan rabıtayı göremiyoruz; Bu rabıtayı niye göremiyoruz? Bu rabıta bizden niye
gizlidir? Çünkü o ilahidir, mahlûkatta
misli olmayan bir şeydir.’ (Metalip ve
Mezahip)
olunca bunlar karşısında geçmişte olanın hiçbir kıymeti yoktur. Bu itibarla mucize, ne âdeti yırtar ve ne de sebebiyet kanunlarını haleldar eder. Zira mucizenin sebebi iradeyi ilahidir.’
3. Mucizenin en meşhur münkirlerinden olan filozof Hume,
bunu böyle anlamış ve şöyle dillendirmiştir: ‘Biz dikkatli bir
gözle baktığımız da, kanun ve onun sebeplerini görmüyoruz
, hadiseleri ve neticelerini görüyoruz buna rağmen sebep ve
kanunları görmeden bunlara illiyet ve zaruret diyoruz.
Mesela bilardo oynarken toplardan birine vurduğumuz da
denk gelirse diğerini de hareketlendirir; bizim hissedip gördüğümüz işte bu kadardır; buradaki hadisede topların hare-
Bu söz, bizim ‘Usul’ âlimlerinin:
‘ ‘İlliyet’ deveranla sabit olmaz’ hükmünün aynıdır.
Ocak 2009
48
ketlerinin birinin önce diğerinin ise sonra oluşundan başka
bir şey yok ortada. Biz olayın kendisini görüyoruz illet ve sebeplerini değil.
Satırlık Hakikatler
Bilgiyi ar
tırmayan
gü
ömürden n boşa gitmiştir,
sayılmaz
Hadis-i Ş
rıyla
gözyaşla
,
lu
o
d
retlerle
r.
Dünya ib
yüklüdü
erif
Hadis-i
Şerif
Gökten hikmet yağar, fakat şu dört şeyden biri
bulunan göle girmez:
Dünyaya meyleden gönül, yarının tasasını
yüklenen kişi, kardeşine haset eden kıskanç
adam, insanlara karşı üstünlük sevdasına
düşen şahıs.
Gıda alm
aktan m
aksat, A
edebilm
llah’a ib
adet
ek için,
vücudu
kuvvetle
ndirmek
tir.
İmam-ı
Gaz
ali
Yahya bin Muaz
Anbara bıraksanda cevher doğurmaz
tavuk,
Türlü hikmet yumurtlar, arpalıkta
dalkavuk.
Zafer güzel düğündür, lakin yolu mezarlıktan
geçen bir çimenliğe benzer.
Dr. Fehmi Cumalioğlu
Yavuz Sultan Selim Han
“Şimdi Allah sizden yükü hafifleştirdi ve bilmiştir ki, sizde muhakkak bir zaaf var.
Şimdi sizden sabredici yüz kişi bulunursa, iki yüze galip olurlar.
Ve eğer sizden bin kişi bulunursa, Allah’ın izniyle iki bine galebe ederler.
Çünkü Allah sabredenlerle bereberdir.”
(Enfal: 66)
Dil, y
r ’an
elde Ku
ir
b
,
h
e
kad
aram
iz, bir h da
Bir elde
im
iş
ir
ld
a
Bir hela yamalak düny man.
lü
m
ı
s
Şu yar
tam mü
e
n
,
iz
kafir mer Hayyam
Ö
Ne tam
umuş
kalır, ak olduğu
diş se
rt old için ömür
uğu i
b
çin d oyunca
Buda
ökülü
r.
49
Ocak 2009
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
Mustafa İLHAN
EBU
HANİFE VE
HANEFİLE
RE GÖRE
HADİS
Bazıları, mezhep taassubuyla
Ebu Hanife’yi kötülemek konusunda
çok ileri gitmişlerdir. Hadisçilere göre
bu hücumun sebebi Ebu Hanife’nin
rey ve kıyası rivayetlere sokması ve
bunlara itibar etmesidir. Peygamberimizin “Ümmetim yetmiş fırkaya ayrılacak.” hadisini zikrederek Ebu
Hanife’nin reye başvurmasından dolayı küfür ehli olduğunu bile söyleyenler olmuştur. Fakat söz konusu hadise
bakıldığında Peygamberin bütün rey
yapanları değil de, bu işte kasıt güdüp
Allah’ın dinine zarar vermek isteyenleri kastettiği anlaşılmaktadır. Zaten
Peygamber efendimizin dahi rey kullandığına dair rivayetler olduğunu kaynak kitaplar söylemektedir. Yine
Peygamber efendimiz Muaz b. Cebel’i
Yemen’e gönderirken O’ndan kitap ve
sünnette yer almayan konularda reyle
içtihat edeceğini bildirmiş olması, reye
karşı tutumu olmadığını gösterir.
Ebu Hanife’nin bazı sahabilere
yetiştiği fakat onlardan rivayet almaOcak 2009
50
dığı söylenir. Değişik kaynak kitaplarında Enes b. Malik, Abdullah b. Ebi
Evfa, İbnü’t Tüfeyl gibi sahabe isimleri
geçmekle beraber bunlar kesin bilgiler
değildir.
Bizzat Ebu Hanife’nin hadisçiliğinden bahsedersek, O her şeyden
önce fakih olduğu için hadis bilgisinden yoksun olacağı düşünülemez.
Ebu Hanife’nin sıkça tartışılan bir
yönü olan hadis rivayetlerinin az olması konusunda İbnu Haldun şöyle
der: “Ebu Hanife’nin rivayetinin az olması, rivayet şartlarını sıkı tutmasından ve akli gerçeklere aykırı olan
rivayetleri zayıf saymasından” ileri gelmiştir. Buna rağmen Ebu Hanife’nin isnatlı olarak rivayet ettiği hadis sayısı
da az değildir.
Ebu Hanife’nin kaynak sıralamasında önce Allah’ın kitabına sonra Resul’ün sünnetine baktığı sonrada
sahabe kavlinden dilediğini tercih et-
tiği nakledilir. O “Peygamber’den gelenin başımız gözümüz üstünde yeri vardır” diyerek hadise karşı bağlılığını teyit etmiştir.
beklenmezdi” demek suretiyle böyle hadis olamayacağını söyleyip ona katılmadığını beyan etmiştir.
EBU HANİFE VE TALEBELERİNİN HADİS
TERCİH VE TEFSİRİNDE DİKKATE ALDIĞI
UNSURLAR
Ebu Hanife’nin hadisleri değerlendirmede
böyle bir kıstası dikkate aldığını gösteren açık bir
söylemi yoktur. Ancak fıkhî meselelerde delil olarak kabul ettiği hadisler ve bunların yorumları, bu
konuda gerekli ipuçlarını vermektedir. Bir örnekle
göstermek gerekirse; İmam Muhammed, “Amellerin en faziletlisi en güç olanıdır” hadisine dayanarak, “Allah yolunda cihat edenin, aynı zamanda
oruçlu olması halinde cihadın daha faydalı olduğunu” belirtmiştir. Fakat Ebu Hanife makul bir yaklaşımla değil cihad yapanın Hac yolcusunun bile
oruç tutmasını hoş karşılamamıştır. Yine Ebu Hanife “Hz. Ali’nin duası ile batan güneşin geri döndüğü” nü ifade eden rivayeti akla aykırı olduğu için
reddetmiştir.
1. Kuran’a Uygunluk: Bu konuda Ebu Hanife şöyle der: “Eğer bir kimse ‘Peygamber’in her
söylediğine inanıyorum Nebi haksız konuşmaz ve
Kuran’a muhalefet etmez’ derse, bu onun Peygamber’i tasdik, Kuran’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kuran’a muhalefet
etseydi Allah-u Teala, ‘Eğer Muhammet bize karşı
Kuran’a bazı sözler katmış olsaydı biz onu kuvvetle yakalardık, O’nun şahdamarını koparırdık,
hiçbiriniz de O’nu koruyamazdınız.’(Hakka 69/44-47)
kavline uygun, olarak O’nu kuvvetle yakalar ve
şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resul’ü Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Nebi sayılmaz. Nebi’den Kuran’a aykırı
hadis rivayet eden kimseyi reddetmek, Peygamber’i reddetmek ve O’nu yalanlamak değildir. Bu
ancak batıl rivayette bulunan o râvîyi reddir.”
Ebu Hanife’nin bu ifadesinde açıkça anlaşıldığı gibi hadisleri değerlendirmede dikkate aldığı
en önemli unsur Kuran’a uygunluktur. Talebelerinde de aynı hassasiyet görülmektedir.
2. Akla Uygunluk: Sahabe döneminde bazı hadis
rivayetlerinin onlar
tarafından akli değerlendirmeye tabi
tutulduğu bilinmektedir. İbnu Abbas ve
Hz. Aişe’nin, Ebu
Hureyre ile bazı sahabelerin rivayetlerine itirazları bu
kabildendir. Örnek
olarak Ebu Hureyre’nin “Veled-i
zina üç şerlilerin
en şerlisidir” mealindeki hadis rivayeti İbnu Abbas’a
ulaşınca,
“Eğer
veled-i zina üçün
en şerlileri olsaydı,
annesinin
recm
edilmesi için çocuğunu doğurması
3. İnsana Verilen Değer: Ebu Hanife’nin çeşitli meselelere getirdiği çözümler incelendiğinde
O’nun diğer imamlar ve müçtehitlere nazaran insan
unsuruna daha çok önem verdiği ve insani değerleri mümkün olduğunca korumaya gayret ettiği görülmektedir. Örneğin “Velisinin izni olmadan
kadının nikâhının caiz olmayacağı” şeklinde Hz.
Peygamber’den nakledilen rivayetler vardır. Ebu
Hanife ise hür, akil ve baliğ olan bir kadının kendi
rızasıyla nikâhlanmasının caiz olduğunu belirtir. Ve
bu görüşünü, “Kocası olmayan kadın,
kendi nefsi hususunda velisinden
daha çok hak sahibidir” şeklindeki bir
diğer hadise dayandırır.
4. Kolay ve
Maslahata Uygun
Olanı Tercih (İstihsan): İnsanlar için
bu madde ışığı altında hüküm verme
Hanefi mezhebinin
belli prensiplerindendir. Ve bu prensibe uygun olarak
Allah-u
Teala
“Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez” (Bakara 2/185)
buyurur. Hz. Peygamber de, “ Dininizin
hayırlısı
51
Ocak 2009
kolaylıktır” buyurmuştur. Bir örnekle anlamlandırmak gerekirse, Peygamber’den rivayet edilen hadislerden birinde “Her buluğ çağına eren kimsenin
Cuma günü gusletmesinin vacip olduğu” belirtilmektedir. İmam Muhammed ise “Cuma günü gusül
faydalıdır. Fakat vacip değildir ve bu konuda birçok
hadis vardır” der ve bazılarını nakleder.
5. Maksada Uygun Olanı Tercih: Ebu Hanife’nin hadisi yorumlamada önem verdiği hususlardan biridir. Bu husus hadislere muhalefet değildir.
Hz. Peygamber’e gelip Müslüman olan Kuleyb’e
Hz. Peygamber “Üzerindeki küfür saçını kes”
demiş, O da başını tıraş ettirmiştir. İmam Muhammed bu hadisi zikrettikten sonra “Bunu her yeni
7. Zamanla Ortaya Çıkan Gelişmeleri Dikkate Alma: İslam hukukunun temel prensiplerinden olan bu kuralın İslam’ın ilk devirlerinden
itibaren örneklerini vermiş olduğunu bilmekteyiz.
Mesela hurma ve kuru üzüm nebizlerinin birlikte
yapılıp karıştırılarak içilmesini Hz. Peygamber’in
yasaklamış olduğu, rivayetlerde bildirilmektedir.
Ebu Hanife’nin naklettiğine göre hurma ve kuru
üzüm nebizlerinin karıştırılıp içilmelerinde bir beis
yoktur. Çünkü bunlar evvelce fakirlikten dolayı
kerih görülmüştü. İmam Muhammed “Allah Müslümanlara genişlik verdiği zaman bunları içmenin
mahsuru yoktur” hadisini nakledip “ Biz bunu alırız,
Ebu Hanife’nin görüşü de budur” demektedir.
HANEFİ MEZHEBİNİN HADİS METODU
‘Eğer Muhammet bize karşı Kuran’a
bazı sözler katmış olsaydı biz onu
kuvvetle yakalardık, O’nun şahdamarını
koparırdık, hiçbiriniz de O’nu
koruyamazdınız.’
Müslüman olana vacip görmüyoruz. Çünkü ashabdan çoğuna bunu emretmedi. Muhtemelen Peygamber, saçları ile övündüğü için, ya da saçlarının
daha temiz olması için Kuleyb’e tıraş olmasını emretti” demiştir.
6. Örfe Uygunluk: Hanefi mezhebinin diğer
mezheplerden farklı olarak örfe daha büyük önem
verdiği bilinmektedir. “Örf ile sabit olanın, nass ile
sabit olmuş gibi kabul edileceği” prensibi, İmam
Muhammed’den nakledilmektedir. “Müslümanların
güzel gördüğü şey, Allah yanında da güzeldir, Müslümanların çirkin gördüğü şey, Allah yanında da çirkindir” hadisi bu konuda Hanefilerin dayandığı
diğer bir delildir. Örneğin Hz. Peygamber buğdayla
buğdayın, arpayla arpanın aynı cinsten olmak kaydıyla ve peşin olarak satılmasını aksi takdirde ribâ
olacağını bildirmiştir. Ebu Hanife ise elde mevcut
olmasa da buğdayın, mevcut olanla aynı satılabileceği görüşündedir.
Ocak 2009
Ebu Hanife ve talebelerinin daha sonra ortaya çıkan bir bilim dalı olarak, hadis usulüne dair
müstakil eserleri yoktur. Ancak ilk fıkıh kitapları
içinde hadis usulü ile ilgili bazı bilgiler yer almaktadır. Bunlar, fıkhî usullerde esas alınan hadislerin
tercihi sadedinde ve genellikle diğer imamlarla
görüş ayrılığı bulunan meselelerde zikredilen unsurlardır. Yani bir müçtehit hükme esas aldığı hadisi, ya isnat yönünden, ya râvînin durumu
yönünden veya hadisin maruf olup olmaması yönünden tercih veya terk etmekte, böylece karşı tarafın dayandığı hadisi daha az kuvvetli veya zayıf
bulmaktadır.
Sünnet Terimi, Kullanılışı ve Tanımı: Serahsî’nin belirttiğine göre Hanefilerde sünnet, “Resulullah’ın ve ondan sonra sahabelerin takip ettiği
yoldur”, Şafii ise sünnetten Peygamber’in yolunu
ve sünnetini kasteder. Serahsî sünnet teriminin yalnız Peygamber’e hasredilemeyeceğini izah ederken “Men senne sünneten haseneten…” (Müslim)
hadisini delil getirir. Yine, “Size benim ve benden
sonraki raşit halifelerin sünnetine uymak düşer,
buna sımsıkı sarılın” (Dârimî) hadisini zikreder.
Sünnetin Kısımları ve Sünnete İttibaın
Hükmü: Hanefi usulcülerine göre sünnet iki çeşittir.
Sünnet-i Huda: uyulması hidayet, terki dalalet ifade
eder. Kamet getirmek gibi sünnetler buna örnek verilebilir. Diğeri ise Sünnet-i Zevaid: uyulması güzel,
terki mübah olanları ifade eder. Peygamber’in oturuşu, kalkışı, giyinişi buna örnektir.
HABERLERİN KISIMLARI
Mütevatir haber: Hz. Peygamber’den şüphe
bulunmayan bir şahitlikle, aynen onu görüp işitenin
aldığı şekilde ulaşan haberlerdir. Kuran’ı Kerim’in
nakli, beş vakit namaz, rekât sayıları buna örnek52
tir. Bu haberlerde yalan ve galat ihtimali mevcut değildir. İlmi zaruri ifade ettiği için mütevatir hadisi
inkâr eden tekfir olunur.
Meşhur Haber: Sahabe tabakasından ahad
olarak rivayet edilip, tabiin ve tebe-i tabiin tabakalarında tavatür derecesine ulaşan haberlerdir. Dolayısıyla meşhur hadis asıl itibariyle ahad, yani tek
kişi ile başlamış, sonraki tabakalarda ise mütevatir
olmuştur. Mest üzerine mesh etme hadisi ile kadının halası ve teyzesi üzerine nikâh haramlığını bildiren hadis meşhur hadislerin örneklerindendir.
Ahad Haber (Haber-i Vâhid): Bir, iki veya
daha çok râvînin rivayet ettiği, fakat meşhur ve mütevatir mertebesine ulaşamayan her haber, genel
olarak da tek kişinin rivayet ettiği haberdir. Hanefilere göre haber-i vâhid ilm-i yakîn ifade etmez,
inkâr eden kâfir olmaz, amel icap ettirse de, kesin
hüküm değildir.
Ebu Hanife’ye göre, haber-i vâhidle sabit olan
nassla amel etmek, mutlaka gerekmez. İmam Muhammed ve Ebu Hanife arasında geçen şu diyaloga bir göz atalım:
İmam Muhammed: Abdestte ağza ve buruna
su almayı unutan ve sonra namazını kılan kişi hakkında görüşün nedir?
Ebu Hanife: Namazı tamdır.
İmam Muhammed: Abdestte başını mesh etmeyi unutup namazını kılsa durumu ne olur?
Ebu Hanife: Başını mesh etmesi ve namazını
iade etmesi gerekir. Çünkü başın meshi Allah’ın kitabıyla farz edilmiştir. Ağız ve buruna su almak
bunun gibi değildir.
Ebu Hanife haber-i vâhidin kabulünde şu
şartları ileri sürmüştür:
1. Haber-i vâhid, şayet Kuran’ın umum ve zahirine aykırı ise kitaba uygun olanını alarak muhalif haberi reddederdi.
2. Haber-i vâhid, kavli ve fiili meşhur bir sünnete muhalif olursa onunla amel etmezdi.
3. Râvînin rivayet ettiği habere bizzat kendisinin aykırı davranması halinde o haberi terk
ederdi.
4. Seleften birinin ilgili konudaki haber-i vâhide itirazda bulunması halinde o rivayeti tek
ederdi.
53
Ocak 2009
5. Râvînin haberi duyduğu andan rivayet ettiği ana kadar hiç değiştirmeden aklında tutmasını
şart koşardı.
6. Râvînin rivayet ettiği haberi hatırlamadığı
takdirde yazıya güvenmesini yeterli görmezdi.
Ebu Hanife’nin zayıf hadisle ameline örnek sunmak gerekirse; Buhari, “Bütün namazlarda, cemaate kıraat vacibdir” görüşündedir (Buhari, Ezan,
95). Hanefiler ise, Buhari’nin görüşünü kabul etmeyip delil olarak “Kim imama uyarsa, onun kıraatı, kendisinin kıraatıdır” hadisini göstermişlerdir.
HADİSLE İLGİLİ BAZI MESELELER
1. Hadiste İnkıta (Kopukluk): Hanefi usulcülerine göre hadiste iki türlü kopukluktan bahsedilir. Şekli veya zahir kopukluk ve gizli veya batın
kopukluk. Şekli kopukluk mürsel haberlerde görülen kopukluk çeşididir. Gizli veya batın kopukluk ise
ikiye ayrılır. İlki çatışma sebebiyle kopukluktur (Allah’ın kitabıyla çatışan haber, maruf sünnetle çatışan haber, sahabelerin ileri gelenlerinin kabul
etmediği haber, cemaate aykırı düşen haber). Diğeri ise nakledendeki kusur ve noksanlıktan doğan
kopukluktur (fâsıkın haberi, çocuğun haberi, ihmalkâr, bunak ya da sapık fırka mensubunun haberi).
2. Mürsel Haberin Tanımı ve Delil Olma
Değeri: Meşhur olan tarifi, senedinden bir sahabi
düşen hadis şeklinde yapılmıştır. Resulullah şöyle
buyurdu… Resulullah şöyle yaptı… şeklindeki sözler mürseldir. Mürsel hadis zayıf sayılır ve sebebi
de senedinin muttasıl olmayışıdır (ilk kaynağına
kadar kesintisiz varmayışıdır). Bununla beraber
Hanefilere göre mürsel haberler hüccettir.
3. Zayıf Hadis: Hadisçilere göre, sahih ve
hasen hadisin şartlarını taşımayan hadis olarak tanımlanır. Hangi hadisin zayıf sayılıp sayılmayacağı
fukaha arasında da ihtilaflıdır. Bununla birlikte Hanefiler, “zayıf hadisler kıyasa önceliklidir” derler.
Ocak 2009
4. Râvî İle İlgili Meseleler
Râvîde şu dört şartın bulunması gerekir.
a. İslam: Râvînin hadisinin kabul edilmesi
için Müslüman olması şarttır. Müslüman olmayanların hakikatı gizlemeleri ve yalan haber katmaları
mümkündür.
İmam Muhammed kâfirin haberi ile eğer
onunla amel ihtiyaten gerekliyse ameli caiz görür.
Aksi takdirde caiz görmez.
b. Akıl: Rivayet edilen haber düzenli ve belirli
bir manası olan bir söz olduğu için onu nakledenin
akıl melekesine sahip olması şarttır.
Çocuğun haberi hüccet değildir. Çünkü şeriat
onu kendi dünyevi işlerinde veli kılmamıştır. Din işleri daha önemlidir. Matuhun durumu da çocuk gibidir.
İhtiyat halinde kâfirin haberiyle amel caiz olduğuna göre Müslüman çocuğun haberiyle de
amel caiz olur.
c. Adalet: Bu konuyla ilgili olarak, büyük
günah işleyenin adaletinin düşeceği ve yalancılıkla
itham edileceği söylenmiştir. Yine küçük günahlarda ısrarcı olanların durumu da aynıdır.
54
Şayet bir kimse alışverişinde adil değilse, haberinde de yalan yönünün ağır bastığı kabul edilir.
Yani bir haramdan uzak durmayan, haram olduğunu bildiği yalanı da önemsemez.
e. Zabt: Zabt, kelamı gerektiği gibi işitmek,
ondan bahsedilen manayı anlamak, sonra bütün
gayretiyle onu ezberlemek, daha sonra da onu rivayet edeceği zamana kadar muhafaza etmektir.
5. Nesh
Kelime anlamı olarak, önceki hadis hükmünün, sonraki hadis hükmüyle yürürlükten kaldırılması demektir.
Nesh, Hanefi mezhebinde geniş ve önemli bir
yer tutar. Nitekim Ebu Hanife’nin kitap ve sünnette
neshin mevcudiyetini kabul ettiği ve bilhassa nâsih
ve mensûhu ayırmada çok titiz davrandığı belirtilir.
Hanefilere göre neshin geçerli olup olmadığı yerler şunlardır:
a. Allah’ın isim ve sıfatlarında nesh olmaz.
b. Kendisinde “hâlidîne fihâ ebedâ” gibi ebedilik bildiren ve “ilâ yevmi’l-kıyâme” gibi, hükmün
kıyamete kadar yürürlükte olduğunu ifade eden lafızların bulunduğu meselelerde nesh cari olmaz.
c. Hz. Peygamber’in koyduğu ve hayatında
nesh etmediği hükümler ondan sonra nesh olunmaz.
d. Nesh, emir ve nehiylerde olur ve bu da
ancak kitap ve sünnete münhasırdır.
Şimdi neshin sünnette cari olan kısımlarını inceleyelim.
1. Sünnetin Sünnetle Neshi: Bu şu şekilde
meydana gelir. Mütevatir haber, her türlü haberi
tahsis ve nesh ettiği gibi, meşhur haberler de mütevatir haberi nesh edebilir. Dolayısıyla meşhur
haber, ahad haberi nesh edebilir. Fakat mütevatir
ve meşhur haberler ahad haberlerle nesh edilemezler. Ancak ahad haberlerin başka bir ahad haberi neshi caizdir.
Hadislerde nâsih ve mensûh şu yollarla bilinir:
hadislerde olduğu gibi, bizzat Hz. Peygamber önceki hükmün geçerliliğini kaldırmıştır.
b. Yine hadislerde nâsih ve mensûh, iki veya
daha fazla hadisin çelişmesiyle bilinir. Önce olanın
neshine karar verilir. Bu neshe örnek olarak,
“ateşte pişmiş bir şeyi yiyenin abdest alması gerektiği”ni bildiren hadisin daha, sonra bu durumda
abdestin gerekmeyeceğini bildiren hadislerle nesh
edilmesi gösterilebilir.
c. Bir râvînin rivayet ettiği hadise muhalif hareket etmesiyle de nesh anlaşılmış olur. Mesela
Ebu Hureyre’nin “köpeğin ağzını sürdüğü kabın
yedi kere yıkanması gerektiğini” bildiren kendi rivayetine aykırı hareket etmesi, bu tür neshe örnek
gösterilebilir.
2. Sünnetin Kitapla Neshi: Hanefilere göre
sünnetin kitapla neshi caizdir. Zira Hz. Peygamber
Medine’ye geldiklerinde onaltı ay Mescid-i Aksa’ya
yönelerek namaz kıldılar. Bu hüküm Kuran’la değil
fiili sünnetle sabitti. Daha sonra bu sünnet “Yüzünü
Mescid-i Haram’a doğru çevir” (Bakara 2/144) ayetiyle nesh edildi.
3. Kitabın Sünnetle Neshi: Hanefilere göre
kitabın sünnetle neshi caiz olup, şu kaideyi belirtirler:
Mütevatir ve meşhur haberlerle Kuran ayetlerinin neshi caizdir.
Kitabın kendi dışındaki bir şeyle neshine Serahsi şu örneği verir: Kuran-ı Kerim’de Peygamber’e hitaben nazil olan “Ey Muhammed bundan
sonra sana hiçbir kadın helal olmadığı gibi zevcelerini boşayıp başkalarıyla değiştirmen de
helal değildir” (Ahzab 33/52) ayeti, Hz. Aişe ve İbnu
Ömer’in rivayet ettikleri “Resulullah dünyadan
ayrılmadan önce kadınlar ona mübah kılındı”
haberi ile nesh olunmuştur.
Hanefilerin çoğunluğuna göre nesh, cem’e
takdim edilir. Tarihleri biliniyorsa daha sonra olan,
önce olanı nesh eder. Bu mümkün değilse, imkân
nispetinde iki delilin arası cem edilmeye çalışılır.
Hiçbiri mümkün olmuyorsa, iki delille de amel terk
edilir.
.....................................................................
a. Hz. Peygamber’in işaret ve tahsisi ile.
Kabir ziyaretini ve kurban etlerinin üç günden fazla
tutulmasını önce men eden, sonra serbest bırakan
* Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]),
** Araştırmacı
55
Ocak 2009
Umut BULUT
’MUSTAFA
YAZGAN’IN
TESPİT VE
HATIRA
NOTLARINDA
NECİP FAZIL
Biz sizi Büyük Doğu Dergisi yazarı olarak tanıyoruz. Necip Fazıl Kısakürek’le uzun bir dostluğu olan bir
yazar olarak bize üstadı anlatır mısınız?
Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’mizin son yüz senelik tarihi içinde isim yapmış, sosyal siyasal, kültürel, edebî ve
ahlakî boyutlarda büyük çapta tesiri görülmüş değerli bir şair, edip, hatip, gazeteci, yazar araştırmacı ve yayıncıdır. O,
bu vasıflarıyla ürünlerini bir devrin içindeki bütün olumsuzluklara karşı yükseltici ve inkılap çapında bir noktaya erdirici
kutlu bir fikrin mensubudur. Bu vasfıyla
bu gün bile 2008-2009 ortamında Türkiye’mizde mevcut siyasal, sosyal, kültürel
ve edebî kadroların oluşumunda doğrudan doğruya etkili bir fikir ve aksiyon lideridir.
Sizinle ilişkisini ne düzeydeydi?
Onunla tanıştığınız dönemlerdeki intibalarınız bizimle paylaşır mısınız?
Necip Fazıl Kısakürek’le on sekiz
yılım birlikte geçti. Bu mutlu dönem
Ocak 2009
56
içinde gördüm, anladım ve yaşadım ki;
Türkiye’nin son derece ilkel ve karanlık
günlerden aydınlığa çıkış serüveninde
üstadın çok kesin ve etkili rolü olmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek, her şeyden
önce ruh ve canıyla inanmış bir Müslüman’dı. Eserleri ve özellikle şiirleri bu
inancın yoğun duygularıyla yüklüdür.
Bütün eserlerini unutsanız yayınlanmamış kabul etseniz, nesirde ‘’Çöle İnen
Nur’’ nazımda ise ‘’Çile’’ onu bu anlattıklarım istikametinde yüceltecek müstesna eserler olduğunu söyleyebilirim.
Üstatla ilk tanışmanız nasıl
oldu?
Ben on – on iki yaşlarında öğretmen olan babamın takip ettiği bütün İslamî yayınları 1945- 55 yılları arasında
çocukluk safiyeti içinde okurdum. Üstadın ismi çocuk beynime ve hafızama bu
yaşlarda yazıldı. Çocukluk duyguları
içinde bile onun eserlerindeki derinliği
sezebiliyordum. Ama o gün eğitim ve
kültür dünyamıza hâkim olan menfi güç-
Röportaj
ler onu Türk kamuoyuna ‘’Sarhoş, ayyaş, iki şahsiyetli
ve gerici bir kişi’’ olarak lanse ediyordu. 1965’te Türkiye ve Ortadoğu Kamu Yönetimi Enstitüsü’nün asistanı olarak Gaziantep’te verdiği bir konferans
esnasında kendisiyle konferansın ertesinde aynı şehirde tanışma imkânına erdim. Hayatta kesinlikle ‘tesadüf’’ kelimesinin geçerli olmadığına inanan bir
kişiyim. İlahi takdirin ve misyonun bizi bu vesileyle bir
araya getirdiğini Bu gün 2008’in Aralık ayında içim ürpererek hissediyorum. O gün bugün Anadolu yaylalarında ‘’Bir fikir akıncısı’’ gibi bizimle ‘gönüldaş’ olan
çok değerli kardeşlerimle birlikte koşturduk durduk.
Sonuç geriye çevrilemeyen bir manevi zaferdir.
Necip Fazıl Kısakürek, genç şair döneminde
Türkiye’nin ve Avrupa’nın bütün artı ve eksilerini o
müthiş zekasıyla tespit edebilmiş ve bu tespitin ütopik
eseri olarak ‘’İdeolocya Örgüsü’’ kitabını yayınlamıştır. Hayatı diyebilirim ki saniye saniye bir çile ve ıstırap darbelerinin zonklamasıyla dolmuş, bu
dayanılmaz işkencenin dışa vurmuş kalem ve kelam
mahsullerini (ürünlerini) hapislere girip çıkarak çok
kabarık bir fatura olarak ödemiştir.
Demek ki bu ülkede soylu ve yüce inkılaplar yapılacaksa, bir ülke kaybettiği güneşin sıcaklık hasretini aramak çığırına girmişse ve bunun için muhteşem
bir derinlikte bir gençlik kadrosu gerekiyorsa bu çekilen çileler mutlaka ödenmesi gereken faturalardır.
Bize Büyük Doğu Dergisi’ndeki serüveninizi
anlatır mısınız?
Üstadın cemiyet faaliyetleri içindeki Büyük
Doğu Fikir Kulüpleri önemli bir yer tutar. Bendeniz o
dönemde Ankara ‘b.d ‘’fikir Kulübü başkanıydım. Bu
kulüpte çok değerli kadromuzda o kulübe mensup
son derece güzide insanların gayreti ve himmeti olmuştur. Bu günler bana göre o günlerin ürünüdür. Bu
gün çok mutluyum o çok değerli insan ile geçirdiğim
yıllar fikir, düşünce, sanat, edebiyat, hitabet çalışmalarımda asla reddedemeyeceğim temelleri oluşturmuştur. Büyük Doğu Dergisi onun çileli dünyasının ve
soylu fikir mücadelesinin tarihi belgesidir. Bu kadroda,
(Raporlar kitabında da isimleri yazılı olan yazarları
‘’benim kadrom’’ diye ilan etmiştir) Sabahattin Zaim,
Nevzat Yalçıntaş, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören,
Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan gibi kırka
yakın güzide şair ve yazar vardır.
Büyük Doğu Dergisi’nde yazmaya ne zaman
başladınız bu nasıl oldu?
Son dönemlere yakın çıkardığı dergide benim
de yazmamı istedi. Orta sayfanın sol tarafındaki sütunda benim yazılarımı değerlendirdi. Sağ tarafındaki
sütunda çok muhterem Sezai Karakoç’un muhtevalı
yazıları yer alıyordu. Birkaç kere Üstatla mahkeme
koridorlarında beraber sanık noktasına çıktım. Hiçbir
zaman bir kompleks içinde olmaksızın bu oluşumların
bir doğum sancısının başlangıcı olduğunu biliyor ve
hissediyordum.
O günlerle bu günleri bizim için bir mukayese edecek olursanız neler söylemek istersiniz?
Bu gün başta İstanbul olmak üzere bütün ülkeyi
saran bir yayıncılık mükemmeliyeti içinde İslamî yayınların derin tecrübelerle gelişmekte ve muhteva kazanmakta olduğunu görüyorum. Dün kitapçılarda
doğru dürüst derde şifa olacak kitap bulamazken bu
gün her kitapçımızda istediğimiz her kitabı bulma şansına sahibiz.
O zamanki gençlikle bu günün gençliğini
mukayese edecek olursanız neler söylersiniz?
O zamanla bu zaman arasında bu günkü gençlik
mutlaka o günlerin havasını (atmosferini) soluklamak ve
o günleri hayalinde canlandırarak bu günlerin şartlarıyla
kıyaslamak zorundadır. Heyecansa ben bu gün çok sevgili genç evlatlarımın( hanım kızlarımın- delikanlı oğullarımın) yoğun bir inanç heyecanı içinde olduğunu
düşünüyorum. O gün yol kavşağında iki ayrı yol vardı.
Ya şu tarafa ya bu tarafa gitmek zorunda idiniz. Ama bu
gün bu gençlik önünde açılmış yüzlerce aldatıcı ideoloji,
teknolojik cambazlık ve anlatılmaz girift duygular içinde
‘’ o tek ve ölümsüz hakikati’’ torbadan şans çeker gibi
çekip çıkarmak ve bulmak zorundadır. Bu günkü gençliğin işi çok zor, fakat bizim dönemimizden çok daha şanlı
şerefli ve kutsaldır. Yalnız şu internet olayı bile bu gün bu
gençlik için müstesna bir tebliğ ve eğitim fırsatını içermektedir. İyiyi kötüyü ayırabilmek bu gençliğin gerçek
büluğa erişidir.
Üstadın hususiyetleri üzerine bize bir şeyler
söylemek ister misiniz?
Necip Fazıl Kısakürek’in en çarpıcı özelliklerinden
biri muhteşem ve kontrollü bir dava hiddeti içinde olmasıdır. Ancak o çarpıcı zekâsıyla yüksek idrak isteyen bir
konuyu kendisiyle tartışmak noktasına gelenlere karşı
uyarıcı tepkiler sergilerdi. Fakat asli yapısıyla Necip Fazıl
Kısakürek, zarif bir Osmanlı ailesinin yetiştirdiği, Avrupai
kültür ve nezaket kurallarını bilen, İslamî edep ve terbiye
içinde kendisiyle son derece rahat konuşulabilen bir kişiydi.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.
57
Ocak 2009
MUHABBET BAHÇESİ
Yusuf ELİBOL
ANA HAKKI VE ALKAMA'NIN SONU
Hazreti Peygamberimiz (s.a.v) ashabıyla
oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın huzuruna telaşla girerek:
- Ya Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız
yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve
kendiside getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden
korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti Peygamberimiz:
- Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette
bulunurdu? diye sordu.
Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine
getirmeye çalıştığını söyledi.
Bu sefer Peygamberimiz:
- Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimiz (s.a.v) kadının kocası Alkama'nın anasını huzura çağırdı. Hazreti
Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:
- Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? diye sordu.
Alkamanın anası:
- Ya Resulallah, oğlum evleninceye kadar
çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta
son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm,
onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz (s.a.v) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini
söylediyse de kadın:
- Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü,
dedi.
Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu.
Hazreti Peygamber, kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için, orada bulunanlara:
- Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.
Kadın hayretle :
- Odunu ne yapacaksın ya Resûlallah! diye
sormaktan kendini alamadı. Çünkü o da şüphelenmişti.
Peygamber Efendimiz :
- Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha
iyi buyurunca, kadın dayanamadı,
- Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı
olamam ya Resûlallah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.
Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek :
- Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular.
ÂSIM’IN NESLİ
PROJESİ
- Bilâl-i Habeşi Alkama'nın yanına varıp şehadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkama'nın dili
açılmıştı :
Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah,
deyip ruhunu Allah'a teslim etti.
ANNENİN İHTİYACI VAR
Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle
anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete
muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden
biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah
Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya
ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu
hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede
Ocak 2009
uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için
bağışladık, deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun
yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.
Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı
hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
58
ANA DUASI
ŞEFAATÇI EVLAT
Musâ peygamber, Tûr Dağı’nda Allah u Tealâ ile konuşma
Osmân
bin
Maz'ûn
şerefine erdikten sonra: “Yâ Rabbi, benim Cennet’teki komşu-
(r.a.) hazretlerinin bir oğlu
larım kimlerdir, bazılarını bildirir misin?” diye bir istekte bulun-
vefat etdi. Ondan dolayı
muştu.
üzüntüsü çok olup, mahzûn
Allah, Musâ peygambere: “Senin Cennet’teki komşuların-
oldu. Evinde oturdu. Evinde
dan biri, falan yerde yaşayan bir kasaptır. Görmek istersen, dük-
bir mescid binâ etti. Orada
kânı falan yerdedir. Git, bir gece kendisine misafir ol,” buyurdu.
ibâdet ederdi.
Musâ Peygamber, bu kasabın nasıl bir iyilik işleyerek kendine Cennet’te komşu olmayı hak ettiğini düşündü. Bu merakla,
onun bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı. Nihayet kasabı bularak: “Ey Allah’ın kulu, bu gece sana misafir olmak istiyorum,
kabul eder misin?” dedi.
Kasap: “Hay hay! Tanrı misafirlerine, kapım daima açıktır,
Resûlullah (s.a.v.) hazretleri işitip, buyurdu ki,
- Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin!
Sonra onu, Resûlulla-
akşam olsun da eve birlikte gidelim, dedi.
Akşam olunca, kasap elindeki sepetin içini yiyeceklerle
doldurdu. Birlikte evin yolunu tuttular. Eve gelince kasap:
– Bana müsaade buyurun, evvela şu salıncakta, değerli bir
misafirim daha vardır. Onun hatırını sorup ihtiyaçlarını karşıla-
hın (s.a.v.) yanına götürdüler.
Resûlullah (s.a.v.) ona
buyurdular ki;
yayım, sonra sizinle ilgilenirim, dedi. Odanın bir köşesinde asılı
- Bil ya Osman ki, mu-
duran salıncaktan yaşlı bir kadın çıkardı. Altını temizledi, elbi-
hakkak Cehennemin yedi
sesini değiştirdi. Adeta bir iskeletten ibaret kalmış ihtiyarın bütün
kapısı vardır. Ve Cennetin
hizmetini görüp, yemeğini yedirdikten sonra, tekrar yerine ya-
sekiz kapısı vardır. Cennet
tırdı. O sırada İhtiyar kadının anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler söy-
kapılarından her birine gitti-
lendiği duyuldu. Kasap da bu sözlere “âmin” dedi.
ğinde, oğlunu orada görüp,
Musâ peygamber sordu: “Bu kimdir ki, kendisine bu kadar
özenle hizmet ediyorsun?”
Allah’ü teâlâ’dan sana şefâ'at eder hâlde olduğunu
Kasap: “Bu benim anamdır. Vaktiyle benim bütün zahmet
ve sıkıntılarıma katlanmış vefakâr bir kadındır. Şimdi ben de
kendisine evlâtlık görevimi yapmaya çalışmaktayım.”
– Peki, hizmetinin sonunda bir şeyler söyledi, sen de âmin,
dedin; ne dedi ki?
– Annem, hizmetlerimden çok memnun kaldığı için, bana
her gün, “Oğlum, Cennet’te Musâ Peygambere komşu olasın.”
diye dua eder; ben de âmin derim. Bu olacak iş mi? Musâ Peygamber kim, ben kim? Ben onun yanına bile yaklaşabilir miyim
görmeğe râzı olmaz mısın?
Osmân bin Maz'ûn 'radıyallahü teâlâ anh',
- Yâ Resûlallah; râzı
oldum, dedi.
Süâl edildi ki, yâ Resûlallah!
- Bizim oğullarımız da
böyle olur mu?
hiç?
Bu esnada kendisini tanıtan Musâ Peygamber: “Müjdeler
olsun sana,” dedi. “Ben Musâ Peygamber’im. Cennette senin
Buyurdular ki,
- Evet olur, kıyâmete
bana komşu olacağını Allah haber verdiği için, komşumu gör-
kadar
mek üzere buraya gelmiştim. Anana hizmetten sakın geri
eden ve sevab isteyen her-
kalma,” diyerek oradan ayrıldı.
kese de böyledir!
59
ümmetimden
sabr
Ocak 2009
Salih AYDIN
Gecenin
güneşi:
Teheccüd
Namazı
“Geceleyin de, sana özgü bir
nafile olmak üzere teheccüde kalk
ki, Rabb’in seni Makam-ı Mahmud’a
eriştirir.” (İsra, 17/79)
“Bizim ayetlerimize ancak,
kendilerine hatırlatıldığı zaman
hemen secdeye kapanan, asla büyüklenmeksizin Rab’lerini hamd ile
tesbih eden kimseler iman ederler.
Onların yanları geceleri yataktan
uzaklaşır, korku ve ümit arasında
Rab’lerine dua ederler ve rızıklandırdığımız şeylerden de Allah yolunda
harcarlar.
Onların
bu
yaptıklarına karşılık gözlerini aydın
edecek nasıl bir mükâfatın saklandığını kimse bilmez!” (Secde, 32/15–17)
Ocak 2009
iner ve: "Ben her şeyin hakimiyim,
Ben her şeyin hakimiyim, kim Bana
dua eder, duasını kabul edeyim?
Kim Benden ister, istediğini vereyim? Kim Benden bağışlama diler,
kendisini bağışlayayım?" diye buyurur. Fecr vaktine kadar bu hal
üzere devam eder. ( Müslim: Salâtu'l-müsafirîn:
168)
Ebu
Hureyre
RadıyallahüAnh'den rivayet edildiğine göre Resulullah
Aleyhisselâm
şöyle
buyurmuştur:
Ebû Hureyre (r.a)'dan rivâyet
edilen bir hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Geceleyin kalkıp namaz kılan ve
karısını uyandırarak ona da kıldıran,
şayet kalkmak istemezse yüzüne su
serpen erkeğe Allah rahmet eder,
(günahlarını bağışlar). Yine geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını
uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su serpen kadına da Allah rahmet eder (günahını bağışlar)" (Ebû
Davûd, Salâtü'tTatavvu', 18).
"Gecenin üçte biri geçtikten
sonra AHahü Teala dünya göğüne
Hadis-i şerif insanı teheccüd namazı kılmaya teşvik ettiği gibi, aile fert-
60
lerini kaldırıp onlara da bu faziletli namazı kıldırmaya teşvik etmektedir.
Yine Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)
Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu
rivâyet etmişlerdir: "Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekat namaz
kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar" (Ebû Davûd, Vitr, 13). Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar ise Allah'ın mağfiret ve
mükâfatına nail olacaklardır. Kur'an-ı Kerimde
onlar hakkında "Allah'ı çok zikreden erkekler ve
zikreden kadınlar, işte Allah bunlar için bağış
ve büyük mükâfat hazırlamıştır" (el-Ahzab, 33/35) buyurulmuştur.
ALLAH’IN RIZASI İBADETLE KAZANILIR
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah kendilerine mükâfatlarını tam
olarak versin ve kendi lütfundan daha da artırsın diye (böyle yaparlar). Şüphesiz O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir." (Fatır;30)
Ayet-i kerimeden anlaşılan odur ki, insan
yapmış olduğu amelinin, ibadet ve zikrinin mükâfatının karşılığını eksiksiz, hatta fazlasıyla alacaktır. Allah-u Zülcelal'in fazlı ve keremi ile sevapların
mükâfatı kat kat fazla olacaktır ki, bu Allah'ın rahmetinin bolluğunu gösterir.
Allah-u Zülcelal kendisine ibadet edilmesinden ve çok yalvarılmasından razı olur. Çünkü Allah'a, kulunun münacatı çok hoş gelir. O halde,
gece-gündüz Alllah'a ibadet edip yalvarana muamelenin nasıl olacağını sen düşün!
Allah-u Zülcelal'in rahmetine muhtaç kullar
olarak, geceleri seher vakitlerinde çokça yalvarıp,
ömrümüz yettiği sürece af ve mağfiret talebinden
geri kalmamamız gereklidir. Çünkü geçmiş Evliyaların yaşantısına baktığımız zaman, ömürlerinin
çoğunu Allah-u Zülcelal'e ibadetle geçirdiklerini görüyoruz. Herkes uyurken, senin kalkıp Allah-u Zülcelal'e münacaat etmen, yalvarman, diğer
vakitlerde yapacağın dualardan çok daha kıymetlidir.
Allah aşıklarının gönülleri nurlarla aydınlanmıştır:
Şeyh Şehabeddin Ömer Sühreverdi şöyle demiştir: "Hakiki Allah aşığı, gece zikir ve münacaata başlayınca, onun gecesinin nuru
gündüzüne yayılır. Gündüzü de gecesinin himayesinde olur. Onun gönlü Allah-u Zülcelal'in
nurlarıyla münevver olur. Kalbi Allah'ın kalelerinden bir kale içinde olur."
Anlatıldığına göre, Allah-u Zülcelâl Peygamberlerden birisine şöyle vahy etmiştir: "Gerçekten
benim bazı kullarım var ki onlar beni sever, ben
de onları severim. Onlar bana kavuşmayı özler,
ben de onlara kavuşmayı arzularım. Onlar beni
zikreder, ben de onları zikrederim. Onlar bana
nazar eder, ben de onlara nazar ederim, onların
yoluna girersen seni de severim. Onlardan yüz
çevirirsen sana kızarım."
Bunun üzerine o Peygamber: "Ya Rabbi!
Onların alameti nedir?" diye sorunca, Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu: "Şefkatli bir çobanın koyunlarını takip edip izlediği gibi, onlar da
gündüzleyin gölgeleri takip ederek ibadet vakitlerini tespite uğraşırlar. Gün batımında
kuşun yuvasına dönmeyi arzuladığı gibi, onlar
da bana ibadet için güneşin batmasını arzularlar. Gece olup her sevgili sevgilisiyle başbaşa
kalınca, onlar bana ibadet için ayakta durur,
yüzlerini benim için secdeye sererler. Benim
kelamımla münacaat ederler. Kendilerine ihsan
ettiğim nimetler için beni övüp dururlar. Onların
benim için katlandıkları sıkıntıları görüyor, muhabbetimden dolayı nasıl dertlendiklerini işitiyorum.
Onlara ilk olarak üç nimet veririm:
Birincisi: Kalplerine nurumdan bir parça
nur atarım, artık benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler.
İkincisi: Eğer yedi kat gökler, bütün yerler
ve ikisinin içindekiler sevap olarak onların mizanına konacak olsa, onların yaptıklarına karşılık olarak bunları az bulur, kendilerine daha
fazlasını veririm. Onların yaptıkları bu ibadetin
ecri, benim yanımda daha fazladır.
Üçüncüsü: Onlara zatımla yönelirim. Bir
düşün! Benim zatımla yöneldiğim bir dostuma
ne vereceğimi hiç kimse bilebilir mi?"
Görüldüğü gibi gece ibadeti, Allah-u Zülcelal'in sevgisine ulaştıran çok büyük bir vesiledir.
Bütün bunları dinleyip anladıktan sonra, insan gece
uykusundan fedakârlık yaparak Rabbiyle başbaşa
kalmalıdır. Bakınız, bütün bu bahsedilenler, bizim
için ibret verici ve ibadete teşvik edici olmalıdır.
Gece ibadet ve taatle meşgul olanlara bakın, hepsi
Allah-u Zülcelal'in rızasını, sevgisini kazanmış zatlardır.
GECE İBADETE KALKMAK İÇİN NELER
YAPMALI?
Sen kendini onlardan uzak görme! Seninle
61
Ocak 2009
onlar arasında ne fark var ki, sabahlara kadar uyku uyuyorsun, nefsinin her istediğini veriyorsun da ruhunun gıdası olan ibadetten uzak kalıyorsun? Anlaşılan odur ki
sen kendinden utanıyor ve bu ibadetleri yapmaya azmediyorsun, fakat gece uykudan kalkamıyorsun. Sebebine
gelince, gece kalkabilmenin şartlarından ve gece yapılan ibadetlerin manevi hazzından haberinin olmamasıdır.
Zahiri ve batıni kolaylaştırıcı sebepler olmadıkça,
gece uykusundan kalkmak hakikaten çok zordur. Bunun
zahiri sebepleri dörttür:
Birincisi: Fazla yemek yememektir. Çünkü çok
yemek, çok uykuya sebep olur ve bu suretle kalkmak da
zorlaşır.
Âlimlerden bazıları, müridlerin akşam sofrasına giderek: "Sakın çok yiyip, çok içip, çok uyumayın;
çünkü çok yer, çok içer, çok uyursanız; sonra ölüm
anında çok pişman olursunuz." derdi. İşte, gece kalkabilmek için birinci şart; az yiyip, mideyi hafif tutmaktır.
İkincisi: Vücudu gündüzleri haddinden fazla yormamaktır. Çünkü bu sebeple sinirler zayıflar ve çok uykuya ihtiyaç hâsıl olur.
Üçüncüsü: Öğleden sonra biraz uyumaktır. Buna
"kaylule" denir. Bu uyku, gece kalkmak (kıyam) için yardımcı bir sünnettir.
Dördüncüsü: Gündüzleri isyana (günah, gaflet)
dalmamaktır. Çünkü bu hal, kalbi karartır ve rahmeti celbedecek sebeplere engel olur.
Adamın biri Hasan-ı Basri'ye (ks): "Ben gece kalkmak için her çareye başvurur, hatta abdest suyumu da
hazırlarım. Böyle iken yine de uyanamam, bunun hikmeti
nedir?" diye sormuş. Hasan-ı Basri de şöyle cevap vermiştir: "Günahların seni bağlıyor."
Haram lokmadan sakınmazsan ahiretini kaybedersin
Âlimin biri şöyle demiştir: "Oruç tuttuğun zaman,
kimin yanında ve nasıl bir lokma ile iftar ettiğini
düşün. Çünkü insanın yediği bir lokma ile kalbi öyle
bir döner ki, bir daha eski haline gelemez. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve gece kıyamına engel olur.
Buna en çok neden olan da haram lokmadır. Helal
lokma ise başka hiç bir şeyin yapamayacağı şekilde,
kalbe tesir eder, kalbi cilalandırır, iyiliğe ve ibadete
çeker. Kalplerini murakabe halinde bulunduranlar, İslam'ın şehadetinden (dini bilgi olarak) başka, bunu
tecrübe ile de bilirler."
Bu sebepten bazıları şöyle demiştir: "Nice lokmalar var ki, insanı gece kıyamından, nice bakışlar var
ki, insanı Kur'an okumaktan alıkoyarlar. İnsanoğlu
Ocak 2009
62
bir lokma yemek veya bir iş sebebiyle, bir senelik gece ibadetinden mahrum olur. Namaz insanı kötülükten alıkoyduğu gibi kötülükler de
insanı namazdan ve diğer iyiliklerden alıkoyarlar."
Gece ibadete kalkmanın batınî sebepleri
dörttür:
Birincisi: Müslümanlara kin beslemekten,
bid'atlerden ve fuzuli dünya meşgalelerinden kalbin salim olmasıdır. Kalbi dünya meşgalesi ile dolmuş kimse, geceleyin kalkamaz. Hatta kalksa bile
meşgalesiyle uğraşır, huzur içinde ibadet edemez,
ibadeti hep vesvese ile geçer.
İkincisi: Düşünce ile korkunun galip olması.
İnsanoğlu, ahiretin güçlüklerini ve cehennemin derelerini düşündüğü zaman, uykusu kaçar ve korkusu çoğalır, bu sayede de gece ibadetine devam
eder. ALLAH dostlarının dediği gibi: "Cehennemi
düşünmek, abidlerin uykusunu kaçırmıştır."
Üçüncüsü: Gece ibadetinin faziletini, bu husustaki ayet, hadis ve diğer sözlerden öğrenmektir.
Bu sayede insan ümitlenir, heveslenir, cennetteki
yüksek derecelere rağbeti artarak gece ibadetine
yönelir.
Dördüncüsü: Allah-u Zülcelalin sevgisi ve
iman kuvveti. Gece ibadetini kolaylaştıran amellerin en kuvvetlisi, Allah-u Zülcelalin sevgisi ve iman
kuvvetidir. Çünkü gece namaz kılan insan, okuduğu her kelime ile Allah-u Zülcelal'e münacaatta
bulunduğunu, hatta kalbinden geçenlere de Allahu Zülcelal'in vâkıf olduğunu, kalbinden geçen hataraların (en ince düşüncelerin) Allah-u Zülcelal'in
ilhamı olduğunu bilir. Allah-u Zülcelal'i seven kimse,
elbette O'nunla tenhada yalnız kalmayı ister ve
sevgilisi ile münacaattan da zevk alır. Bu zevk onu
kıyamını uzatmaya sevk eder.
GECE İBADETİNİN ZEVKİ
Ebu Süleyman Darani (k.s) şöyle demiştir:
"İbadet erbabının gece karanlığında yaptıkları
ibadetten aldıkları zevkleri, eğlence erbabının
eğlence yerlerinde aldıkları zevkten daha fazladır. Hatta eğer geceler olmasaydı, yaşamayı
dahi arzu etmezdim."
Yine Ebu Süleyman Darani şöyle demiştir:
"Abidlerin gece ibadetinde aldıkları zevki, ibadetlerin sevabı ile karşılaştıracak olsan, o zevk,
ibadetlerinin mükâfatından çok daha fazla gelirdi."
Âlimlerden biri de şöyle demiştir: "Dünyada
cennet nimetlerine benzeyen tek bir şey varsa,
o da âlimlerin gece ibadetinden aldıkları zevktir."
Ebu Derda (ra) der ki: "Allah-u Zülcelal'in
bir takım kulları var ki, bunlara 'ebdal' denir.
Bunlar Peygamberlerin halifeleri ve yeryüzünün direkleridir. Nübüvvet sona erince, Hz. Peygamber (s.a.v) kavminden bir kısmını onların
yerine koydu. Onların böyle olması, fazla
namaz, fazla oruç ve tabii ibadetlerinden dolayı
değil, ancak ciddi verâ ve samimi niyet sahibi
olup herkese iyilik düşünmelerinden ve Allah
için nasihat etmelerindendir. Onlar korkaklığa
varmayan sabır, zillete düşmeyen tevazu sahibidirler. Onları Allah-u Zülcelâl seçti. Onlar İbrahim (aleyhisselam)'ın kalbi gibi bir kalbe
sahiptirler."
Ebu Derda'dan bu sözleri rivayet eden zat diyor ki:
Ebu Derda'ya dedim ki, bunlardan daha üstün vasıflı birilerini duymuş değilim, bu dereceye nasıl
ulaşılabilir?
Ebu Derda (r.a) şöyle devam etti: "Dünyayı
terk ile bu seviyeye ulaşabilirsin. Zira sen dünyayı
terk ettiğin zaman, ahirete yönelirsin. Ahireti sevdiğin nisbette dünyadan yüz çevirirsin. Dünyadan
yüz çevirdiğin nisbette de sana faydalı olanı görür,
bulursun. Allah-u Zülcelâl, kulunun iyi talebine karşılık, ona doğru yolu gösterir, onu korur. Şunu da bil
ki, bu anlattığım, Kur'an-ı Kerim'dedir. Nitekim
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, sakınanlarla ve iyilik
edenlerle beraberdir." (Nahl;128)
Görüldüğü gibi mükâfatlar nasıl ibadet, zikir
ve taatle olursa, yine hayır, hasenat ve yardımla,
Allah kişiye ecir ve sevabını kat kat verecektir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Allah-u Zülcelâl seher vakti, uyanık kimselerin kalbine
bakar ve onların kalbini nur ile doldurur. Onların kalpleri hikmetle dolar. Sonra onların kalplerinden hoşlanmadıkları şeyler, gafillerin
kalbine aktarılır."
Allah-u Zülcelal'in rahmet ve bereketini talep
etmeye ve rızasını kazanmaya çalışmalıdır. Yoksa
şu zamanda, insanın maneviyatı, yok olup gidiyor
ve ebedi saadetin dünyanın kazanılması çok zorlaşıyor. Bütün gayretimizi verirsek, ancak az bir
miktarını kazanabileceğiz.
Cenab-ı Mevlâ Hazretlerine kendisine layık
kul, Peygamber Efendimiz Hazretlerine layık
ümmet ve İlâh-î Ente Maksûdî ve Rızâ ke Matlûbî sırrına erenlerden eylesin (Âmin)
63
Ocak 2009
Tasavvuf ve Sûfîlerin Vasıfları
Ebû Hureyye (r.a), Allah Resulü’nün (s.a.v)
şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Kim ki helal kazancından sırf Allah rızası için bir hurma miktarı tasadduk ederse,
hiç şüphe yok ki Allah onu (sadakasını) en
güzel şekilde kabul buyurur, sahibi hesabına
bereketlendirir, malını çoğaltır. Tıpkı birinizin,
hayvanının yavrusunu besleyip, bir müddet
sonra onun, büyük bir hayvan olması gibi.”
Bu hadis-i şerif, insanı karşılıksız iyilik yapmaya teşvik etmektedir. İyilik yaparken de ihlaslı
olmak gerektiğine dikkat çeker. İhlaslı olarak yapılan iyiliğin, kabul olunacağını ve ecrinin kat kat
verileceğini müjdelemektedir. Bütün bu müjdeler
ihlasın içinde bulunur. O da irfân sahiplerinin nurudur. İhlâssız yapılan ameller tamamıyla karanlıkta kalır, ameller ancak ihlâsla nurlanır. İşte bu
yüzden amellerini ihlâsla yapan âriflerin gayretleri yücelir. Bu meyanda şu ayet zikredilir: “İyi
bil ki hâlis din yalnız Allah’ındır.”
Tasavvuf yoluyla, mütehakkik zümresine
erenlerin gönülleri pak, gittikleri yol güzeldir. Onların bütün gayeleri Rableridir. Ahlâkları da Nebi
(s.a.v)’in sünnetine uygundur. Onun sünnetinden
sapanlar bu zümrenin aksi konumundadır.
TASAVVUFUN VE SUFİLERİN VASIFLARI
Ey oğul!
Günümüzde tasavvuf yolunda olanlara bakarsan, onların çoğunun münkir, başı bozuk ve
bütün usûlleri bozarak kendilerinden icat çıkaran
kimseler olduğunu görürsün! Birçoğu, cahil ve
ahmak olmalarının yanı sıra hilekâr, düzenbaz,
kendilerini beğenmiş ve kibirli insanlardır. Onların en kötüleri ise züht ve takvâ ehli ile sıdk ve
safa ehli hakkında kötü düşünceler besleyenleridir.
Safâ ehlinin alametleri vasıf edilemeyecek
kadar ince, hayal edilemeyecek kadar ötedir.
64
Sözlerinde, işlerinde ve davranışlarında
nefsin, halkın ve dünyanın afetlerinin kirinden
arınmak, Sûfinin alametlerindendir. Kalbine
gelen ilhamları, Allah’a uzak olmanın tozundan,
toprağından temizleyerek; O’ndan gayriye bakmamak. Şunlar da sûfinin alametlerindendir:
Nefsiyle beraber olmasına rağmen nefsin cümle
çirkin huylarından uzaktır. Halkla beraber olmasına rağmen halkın kötülüklerine bulaşmaz. Kalp
sahibidir, ama kalbi Allah’a aittir. Hâl sahibidir,
ama hâlden habersizdir. Vakit sahibidir, ama
vaktin kayıtlarından azadedir.
Hakk’ın emrinin zemininde sabit ve sağlam
durması, Hakk’ın kudretinin celali karşısında hor
ve hakir olması, Hakk’la yetinip O’ndan başkasına ihtiyaç duymaması sûfinin vasıflarındandır.
Sûfi, zâhiren veya bâtınen Hak’tan başkasına yönelme ve Hak’la arasındaki bağların
kopma korkusunun kırbacıyla kalbini kırbaçlar.
Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan uzaklaşma ve harama düşme korkusunun kırbacıyla
özünü kırbaçlar. Sûfi: nefsini hizmet nuruyla, kalbini muhabbet nuruyla ve özünü marifet nuruyla
aydınlatır.
Sûfinin gönlü, şevk kanadıyla kanatlanıp
uçar. Sûfinin alâmetlerinden biri de, bekleyişinin
güzelliği ve hüznünün derinliği ile aslının, Hak
yolunda Hak için Hakk’la, kaim olmasıdır. Sûfi,
Hakk’ın mülkünden (yaratılmışlarından) uzaklaşıp, onlardan kaçarak tüm varlığıyla O’nun saltanatına yönelir. Sûfiler için âlemlerin Rabbine
dost olmanın tadı, O’nu bulmanın verdiği zevkin
şiddetinde gizlidir.
Hakk’tan yüz çevirip halka yönelmeyi bırakarak Hakk’a dönmüş, O’na güvenmiş ve
O’nunla karar bulmuştur.
Korkan kalp, ilahî söz, rabbanî ilim, ferdanî
gayret, ruhânî hâyat, nûrânî kader ve vahdânî
anlam sûfinin vasıflarındandır.
Sûfi gizli ve aşikâr olarak Allah’a şükrederek, irade ve ihtiyarını tümden O’nun iradesine
teslim etmiştir. Kalbi ve diliyle her an ve her vakit
Hakk’ı zikrederek küfür deryasına düşmez, unutkanlık çöllerinde kaybolmaz.
O, Mevlâ’sının arş-ı âlâdan kendisini gözetlediğini ve her hâline vakıf olduğunu bilir. Hakk’ın
nazarının azameti karşısında erir. Kudretinin
muhteşemliği karşısında varlığa param parça
olur. Rabb’inin muhabbetinin tatlılığı hariç, tüm
zevklerden geçerek hâlinin temizliği ile nimet deryasına dalar.
nin yakınlık ve müşâhede odalarına kabul edilmeye lâyık olur. Muhabbet ve dostluk kâsesinden içer. Sûfi sükut eder ve öfkesini tutar.
Kalbinin meyillerine aldırmadan, dünyevî arzularına gem vurarak rahatı terk eder.
Sevgilisi ile arasına uzaklık girmesinden
korkarak nefsinin menfaatlerinden uzaklaşan,
dünyevi arzu ve rahatını terk eden kimse, Allah
katında insanların en iyisi ve takvâlısı, en doğrusu ve en temizi, en akıllısı ve en şereflisidir.
O, dünyaya ibret gözüyle, nefsine küçümseye-
Sûfi, ibadetin suretinde kalmaksızın ubudiyetin doğru yolunda dosdoğru yürür. Kalbiyle Allah’a güvenmesi sayesinde, kendini O’ndan
alıkoyan tüm gailelerden uzaktır. İman sahiplerine karşı son derece mütevazıdir. Rabbinin yakînini elde edinceye kadar, O’nun affı ve lutfûyla
hüzün yaygısı üzerinde oturur.
rek, ahrete ümit ederek, Rabb’ine de hayran-
Sûfinin dili, kalbi gibidir yani özü sözü birdir.
Bütün sözlerinde ve davranışlarında doğruluk
üzeredir. O, Allah Teâlâ’nın “Yapamayacağınız
şeyleri niye söylüyorsunuz?”3 hitabındaki kötü
hasletten uzaktır. Nimetin azlığına şükreder, belanın çokluğuna sabreder. İzzet sahibi olan
Rabb’in takdirinden hoşnuttur. Allah için daima
kalbi hüccetle uyanıklık halindedir.
Yaratılmışlara uşaklık etmekten uzak olup,
Allah’tan başkasından korkmaz, O’ndan
gayrisinden bir şey ummaz. İstediği zaman,
ancak Allah’tan ister. Eşi benzeri olmayan Allah’tan başka zarar veren, fayda veren, yükselten, alçaltan, izzet veren ve zillet veren bir
varlığın olmadığını bilir.
Sûfi, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sünnetine, ahlakına ve ashabının yoluna tabidir. Âkıbetinin kötü olmasından korkar. İnsanlar (avam),
kaderle uğraşırken o kaderi yaratanla meşguldür.
İnsanlar tedbir almakla uğraşırken o işini tedbirle
gören ve açıklayan Hak ile meşguldür.
Sûfi, hizmet yaygısı üzerinde edeple oturur.
Fakr ve yoksunluk döşeğine yaslanmıştır. Rabbi-
lıkla bakar.
Sûfi, sadakatte sarsılmaz yüksek dağlar
gibidir. Hiçbir şiddetli kasırga, onu yerinden oynatamaz. Kendine ait olmayanı istemez, kendisine
nasip
olmayana
da
tasalanmaz.
kendini âlemlerin Rabbine hizmete adamıştır.
Hak’tan gelen musibetler sebebiyle O’ndan yüz
çevirmez; Hak’tan başkasını kendisine sevgili
olarak seçmez. Sûfinin nefsi, hata ve zilletten
temiz, kalbi gaflet ve unutkanlıktan uzaktır.
Onun gönlü Allah’tan başka bir kuvvetten ve
kudretten memnun olmaz.
Sûfinin gıdası Allah’ın rızasıdır. Onun ağlaması çocuğunu yitiren bir annenin içli ağlayışı gibidir. Kalbi ancak Allah’a dayanır, ancak
O’na teslim olur, nimet için ancak O’na şükreder. Her ihtiyacını ancak O’na arz eder. Her hâlükârda Allah’la dosttur. Her ameliyle O’na
yönelir. Her sözünde Hakk’ı anlatarak O’nu zikreder. İradesini celâl sahibi olan Allah’a bırakmıştır. Uykusu az, hüznü derin, bedeni zayıf,
dostu Melik ve Celil olan Allah’tır.
Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
65
Göçtü Kervan
Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Çağrışı tellallar inanmaz mısın
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Emr-i hac göçeli hayli zamandır
Muhammed cümleye dindir imandır
Delilsiz gidilmez yollar yamandır
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Yunus sen bu dünyaya niye geldin
Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin
Enbiyaya uğramaz ise yolun
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Yunus Emre
Ocak 2009
66
Vird-ül Leyl
(Gece Virdi)
67
Ocak 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
PLANLI DERS ÇALIŞMA
Arkadaşlar hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde çıkamaz. Başarı bedel ister yani
çalışmak ister. Ders başarısı için çok çalışmak değil etkili çalışmak gerekir. Etkili çalışma ise
ancak planlı çalışmayla
mümkün olur.
Planlı
çalışma
bir
öğrenciye ; Kendisine
yeterli zaman ayırmasını
sağlar.
Daha
etkin
olmasına yardımcı olur.
Kendisine
güvenini
artırır.
Sorunlarını
çözmesini kolaylaştırır.
Doğru karar vermesini
sağlar ve kararsızlıktan
kurtarır.
Planlı çalışma zamanın iyi
planlanmasıdır. Günlük
ders
çalışma
planı
oluşturulurken okuldan
geliş zamanı ile yatış
saati arasında kalan süre
hesaplanmalıdır. Bir gün
boyunca
yemek,
dinlenme, okul isleri, varsa hobileri ,spor gibi günlük aktivitelerden arta kalan sürede 45 dk.
Ders, 5 dk. Tekrar, 10 dk. Dinlenme olmak üzere seçilen konular bitene kadar çalışılmalıdır.
Günlere göre dersler belirlenmeli, Hangi saatte hangi derse çalışılacağı kesin olarak önceden
bilinmelidir. Yapılan plana ne ölçüde uyulduğu mutlaka denetlenmeli, ders çalışma alışkanlık
haline getirilmelidir.
ANNE BABAYA KARŞI DAVRANIŞLAR
Dünyaya gelmemize vesile olan anne-babalarımız, bizler için hayat ve huzur kaynağıdır. Her birimiz
güçsüz ve aciz bir konumda iken, Rabbimizin lütfuyla, anne-babamızın, sevgi, şefkat, merhamet dolu
kucağında hayata başlarız. Evlatlarına anlatılamayacak bir zevkle kol kanat gererler. Öyle ki onlar, yemez
yedirirler; giymez giydirirler. Doğruyu, yanlışı, şefkati, merhameti, sevgiyi, fedakarlığı ve daha nice insanî
erdemleri öncelikle onlardan öğreniriz. Bu itibarla anne-babalarımız, ilk rehberlerimizdir.
Anne babanızı üzmekten, onlara isyan etmekten sakının. Allah(cc) sadece kendisine ibadetle anne
babaya yapılan iyiliği ilişkilendirmiştir. “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anayababaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. “Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık
çağına ulaşırsa,sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara
merhamet ederek tevazu kanadını indir ve deki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri
gibi sende onlara acı.” de.
Ocak 2009
68
HAZRET-İ LOKMAN'IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ
"Ey oğul! Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.”
"Oğlum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır. Başına gelene
sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir.
Ey oğul! Takvayı kendin için kârlı bir ticaret olarak kabul et. Çünkü böyle ticaretler
sonsuz kazançlar temin eder.
Ey oğul! Cahil kimselerle dostluk kurma. Çünkü onunla dost olursan, kendi yaptıklarını
senin hoş karşıladığını sanır.
Ey oğul! Âlimlerin meclisinde bulun. Hikmet ehlinin sohbetlerini dinle. Çünkü Allah
kuru toprağı yağmurla nasıl canlandırırsa, ölmüş kalpleri de hikmetli sözlerle öyle diriltir."
Sevgili arkadaşlar dünya ve ahiret saadeti için bu öğütlere bizde uyalım. Bu öğütleri hayat
kırıterimiz haline getirelim.
BİLMECELER
1- Altı adam bir şemsiyenin altında ıslanmadan
nasıl durabilir?
2- Geceleri fener, gündüzleri söner.
3- 10 tilki, 8 kedi, 20 tavuk ne yapar?
4- Matematik kitabı çok üzülüyormuş, neden?
5- İki bacaklı keskin bıçaklı ?
Cevaplar: 1- Yağmur yağmazsa 2- Yıldız 3- Gürültü 4- Çünkü çok problemi varmış 5Makas
GÜLMECE
Sıcak bir yaz günü üç çocuk kantine gitmişler.
Satıcı birinci çocuğa ne istediğini sormuş. Çocuk
bir lokum istemiş. Hava çok sıcak olduğu için satıcı lokumları kaldırmış. Sinirli bir şekilde lokumları indirip çocuğa verdikten sonra lokumları
tekrar yukarı kaldırmış. İkinci çocuğa ne istediğini
sormuş. Bu çocukta bir lokum isteyince adam çılgına dönmüş. Tekrar aynı şeyleri yaptıktan sonra
lokumları kaldırmadan önce üçüncü çocuğa sormuş. Çocuğum sende mi bir lokum istiyorsun?
Çocuk hayır demiş. Adamda rahatlıkla lokumları
kaldırmış. Sonra çocuğa sormuş oğlum peki sen
ne istiyorsun. Çocuk: Ben iki lokum istiyorum
demiş.
69
Ocak 2009
Ahmet HALİLOĞLU
ERMENİ
ZULMÜNDE
ALLAH
DOSTLARI
Ermeni Meselesi ve 1915 olayları sebebiyle; “Ermenilerden, özür dilenmeli
mi,
dilenmemeli
mi?”
tartışmalarının yaşandığı günümüzde
bu sorunun cevabını tarihin tozlu saifelerinde bulmak mümkündür. Biz de
bu makalemizde “Yaradılanı sveriz;
Yaradan’dan ötürü” düsturuna sahip
Hak âşıklarının yani sufilerin özellikle
1915 yılında Doğu Anadolu’da nasıl
davrandıklarını incelemek istiyoruz.
Sufiler, karıncayı incitmekten bile
çekinirler ama yeri geldiği zaman gaza
meydanlarında aslan kesilirler. Kübreviyye yolunun aziz piri Necmüddin-i
Kübra gibi...
Aziz Pir; Moğol Hakanı Cengiz
Han’ın ordusunun önüne atılmaktan
bir an bile sakınmaz. Harezm topraklarına şehit düşen bir Allah dostudur o.
Libya’ya düşerse yolumuz.
Orada da İtalyanlara karşı direnişte bir
diğer Sufi Grubu görürüz: Senusiler...
Ocak 2009
70
Çöl Aslanı Ömer Muhtar’da Senusiyye yoluna mensub bir garib derviştir
aslında.
Fakat
garipliği
tekke’dedir sadece… Yoksa otuz sene
boyunca imkansızlıklar çölünde İtalyanlarla dişe diş nasıl mücadele eder
de onları dize getirebilir, kolay mıdır?
Sonra Hazar denizinin batısına
bakalım. Orada İmam Şamil var mesela; Kafkasları Ruslara dar eden
Şeyh Şamil de bir Nakşi Şeyhi, hem
sufi hem de büyük bir mücahid kumandan. Destanlar yazan bir kahraman. Rus Çarının dahi hayranlığını
kazanacak kadar mert bir Allah adamı.
Mutasavvıflar kah Yunus gibidir.
Herkese kucak kucak sevgi dağıtırlar.
Merhum Esad Coşan Hocaefendi gibi;
namazdan önce çöp sepetine attığı
böceğin durumuna bakmak için namazı bozarlar. Bazen de Yavuz Selim
Han gibidirler.
Selçuklular Devrinden beri milleti sadıka olarak bildiğimiz Ermenilere 1850’lerin İkinci yarısında
sonra Amerikalı misyonerler ve Rusların kışkırtması ile bir haller oldu. İsyanlar, katliamlar ve Doğu
Anadolu’da yaptıkları zulumleri tarih kitaplarından
okuyabilirsiniz.
TAŞKESENLİ İBRAHİM EFENDİ
Aslen Bingöllü bir aileye mensup olan İbrahim Efendi ; hocası Şeyh Ahmed Efendinin bulunduğu Erzurum’un Taşkesen Köyüne yerleşir.
1914’te Cihad-ı Ekber fetvası ile beraber talebeleri
ile birlikte cepheye koşar. Artık durulacak gün değildir. Bir yanda Ruslar Doğu Anadolu’da ilerlemektedir; diğer yandan Ermeni Komitacılar cephe
gerisini kasıp kavurmaktadırlar.
Dahile karşı kılıç çekilmesine müsaade etmeyen tasavvuf; hariçten gelen her saldırıya cevap
verilmesini zaruri kılan insanları ferd ferd yetiştiren,
yerine göre sufi yerine göre mücahid olmayı öğreten dayanağı Kur’an ve Hz. Rasulullah olan bir anlayış işte. Taşkesenli ise büyük bir mutasavvıf..
Ak sarıklı talebeleri ile cepheye koşturur. Kah
Ruslara kah Ermenilere karşı gönüllü alayı ile birlikte savaşır. Sarıkamış yakınlarında aldığı şarapnel parçası ile bir ayağı sakat kalır. Bu sebeptendir
ömrünün geri kalan kısmında Topal Şeyh ünvanı
ile anılması. Ömrü ahirinde Manisaya gelir ve 1927
yılında Manisanın Demirci İlçesinde vefat eder.
MUHAMMED ZİYAEDDİN NURŞİNİ
Bitlis’in Nurşin İlçesinde mukimdir. Nakşi Halidi yolunda Hazret-i Sani olarak bilinir. 1915 yılında Rusların; Ermenilerin kılavuzluğunda Bitlisi
işgal edip bir yandan katliama başlamaları üzerine
dervişleri ile beraber cepheye koşar. Zor günlerdir;
Anadolu insanının dostunun kalmadığı devirlerdir.
Norşin Tekkesinde vird örtüsü – tarikat dersi yaparken başa örtülen beyaz örtü- artık kefene
dönmüştür. Allah Allah nidaları Bitlis semalarında
yankılanır. Virdler siperlerde yapılır. Hatme-i Hacegana dervişler nöbet bitiminde katılırlar. Bitlis İşgali
ve Ermeni zulmü sona erdiğinde Şeyh Muhammed
Ziyaeddin talebelerini, dervişlerini, akrabalarını
cihad meydanında bırakır. Bir de sağ kolunu… Çok
uzun yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa’dan “ Bitlis
Norşinli Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine” diye
başlayan bir teşekkür mektubu ve İstiklal Madalyası alır. Gazilik Maaşını ise “vatan savunmasının
bedeli ahirettedir” diyerek reddeder.
SEYYİD ABDUHAKİM ARVASİ
1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların
mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim
evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve
hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere
kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün
sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri
alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla
bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza
bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük.
Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu
vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman
istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u
ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru
adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka
çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan
ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ
eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç
topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları
esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor,
kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ
ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan
can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları,
kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize
ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o
sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik.
Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde
90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim
Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini
71
Ocak 2009
Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı
Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık
otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.
olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda
sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı
Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum.
İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda
görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra,
ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.
SAİD NURSİ HAZRETLERİ
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa
da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da
kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak
altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20
kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı
ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı
Ocak 2009
Sultan Mehmed Reşad ile Kosova Ziyareti
dönüşünde aldığı tahsisat ile Van’da MedresetüzZehranın temellerini atan Said Nursi Hazretleri; Birinci Dünya Savaşı ve Rusların Bitlisi işgali üzerine
talebeleri ile birlikte Bitlis Müdafaasına koştu. Bu
dönemde at sırtında yazılan ve Kuran-ı Kerimin
icazını anlatan İşaratül İcaz isimli tefsiri alanında
Türkçedeki en mükemmel kaynaklardan birisidir.
Savaş siperlerinde hiçbir kaynak olmadan yazılmıştır.
Başta yeğeni Abdurrahman olmak üzere pek
çok talebesini Bitlis önlerinde kaybeden Said Nursi
Hazretleri de Ruslara esir düştü. Üç sene süren
uzun bir esaret döneminde sonra Polonya ve Almanya üzerinden kaçarak esaretten kurtulmuştur.
72

Benzer belgeler