bosphoruschronicle

Transkript

bosphoruschronicle
MARTI
bosphoruschronicle
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2016 issue.
Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2016 ekidir.
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Nilhan Çetinyamaç - T.C.
Sorumlu Öğretmen
Özgül Akgül Cinkara
Eda Önen
Editörler
Nil Özervarlı
Erce Erez
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Tulya Elif Bekişoğlu
Yazarlar
Nil Özervarlı
Melisa Oğuz
Erce Erez
Zeynep Özkan
Zeynep Karababa
Bilge Tayyar
Emre Manavoğlu Ayşe Nazlı Teker
İsmet Enhoş
Berfu Ege Söbe
Tulya Elif Bekişoğlu Aslı Erkan
Ali Ekin Gürgen Beril Babatürk
Ecem Öztürk
İzem Doğan
Emre Kabasakal Can Demircan
Sevnur Kulak
İlayda Orhan
H. Sezin Esen
Deniz Harezi
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Ocak 2016
İçindekiler
3
3
4
6
6
7
8
11
11
12
15
16
17
18
19
20
27
28
29
29
30
31
31
32
34
35
36
37
38
39
40
40
denize dökülen mısralar
düz taraf
Onların Son Nefesleri
vurgun
bozuk makineler
...
Koş Koş Adam...
…
…
Acizliğini Mendile Sümküren Adam
Yemek Masası
Peki Ya…
karşılıklı isteksizlikler
istememiştim
…
küçük İskender’le Bir Röportaj
nokta nerede?
sen kokan yer
şıp şıp
saat yaptılar
...
Ayrılık
…
Baş Ucu Hikâyesi
Misafir Odası
…
…
Bir Şiir
Zihin
...
Mezardan Selamlar
…
Emre Manavoğlu
Emre Manavoğlu
Azem Bartu Yıldırım
Nil Özervarlı
Nil Özervarlı
Nil Özervarlı
İsmet Enhoş
Tulya Elif Bekişoğlu
Tulya Elif Bekişoğlu
İlayda Orhan
Deniz Harezi
Ali Ekin Gürgen
Ecem Öztürk
Ecem Öztürk
Emre Kabasakal
Nil Ö./ Zeynep K./ Erce E.
Zeynep Karababa
Emre Manavoğlu
Emre Manavoğlu
Emre Manavoğlu
Tulya Elif Bekişoğlu
Erce Erez
Erce Erez
Can Demircan
A.Ferhat Karademir
Tulya Elif Bekişoğlu
Sevnur Kulak
Zeynep Özkan
H. Sezin Esen
Melisa Oğuz
Zeynep Karababa
Zeynep Karababa
1
Editörden...
“Toparlanın, gitmiyoruz.”
İsmet Özel
Ufuktaki umuduyla, hazırlanmanın telaşıyla, engellerin endişesiyle ve biriktirdiğin
anılarla yolculuklar damakta unutulmayan bir tat bırakır. Yaşanan sürecin verdiği heyecan ve
varılacak noktaya ulaşmanın hazzı ile yeni tecrübeler elde edilir. Tıpkı böyle, hayatta da herkes
kendi yolunu çizer ve elbette ki yollar kendi seçimleriyle gelir; çukurlarla tümsekler, hızlı
olanlarla geride kalanlar ve rotanın devamını belirlemek için seçim yapmayı gerektiren ayrımlar
vardır. Yapılan her seçim de kişiliğimizin inşasında bir tuğladır.
Maalesef bazı yolculuklarda seçimler öbürleri kadar anlık ve önemsiz değil. Kimileri
günlük hayatta en basit seçimler yaparken bir tarafta yaşam ve ölüm seçeneği arasında kalanlar
olur. Bizler eve giderken acaba otobüsle mi gitmek yoksa metroyla mı gitmek daha hızlı olur
diye düşünürken botla mı yoksa tekneyle mi büyük denizleri aşmanın kararsızlığını yaşayanlar
var. Hangi caddeyi kullanmak daha kestirme olur, sorusundayken hangi semtte daha çok mendil
satılabilir derdine düşenler var. Hangi köprüde daha az trafik vardır diye hesaplarken hangi
yaylada mayın yoktur endişesine kapılanlar varsa eğer biz bu yolculukta arkamıza yaslanıp derin
bir uyku çekmeyelim istedik.
Martı olarak bir yolcu olmanın verdiği sorumluluğu üstlendik ve bu yolda bizimle olan
herkesin sesine yer vermeye çalıştık. Bu sayımızda, hayatta yolumuzu belirlerken yaşadığımız
ikilemlerden, üstesinden gel(eme)diğimiz engellerden, yapmamız gereken seçimlerden ve seçme
şansı olmayanlardan esinlendik.
Yolculukta yanınızdan eksik etmeyeceğiniz, okuması keyifli bir sayı olması dileğiyle…
Nil Özervarlı
2
denize dökülen mısralar
Emre Manavoğlu
Ne zaman bir yerlerde bir şeyler ölse, şair ol. Keyfin kaçıksa ve tadın yoksa sevmediğin bir şairi
oku bugün, belki barışırsınız. En barışamadınız, mısraları iki dudağının arasına alır, kendine
yolluk yaparsın. O yollukla da daha önce gitmediğin denize nazır bir yerde yürüyüş yaparsın.
Hiç olmadık bir anda salıverirsin mısraları denize, illa ki bir seveni bulunur. Balıkçının saatlerdir
dolmayan kovasına dolar şiir, balıkçı evine ekmek götürür. Havaya ilişir, rüzgâr olur, yüzüne
vurur, mutlu olursun. Çünkü tahassürdür bu. İnsanın insan olmaya duyduğu tahassür. Hüviyetin
düşüverir ceketinin cebinden ve sen artık yalnızca sensindir. İnsansındır. Sahil boyu mısralar
denize dökülürken ve insanlar bu denli insanken neden bir yerlerde bir şeyler ölsündür? Hatta al
bak, bunlar da benim mısralarımdır. Yolluk yaparsın. Karşılaşırsak bir gün, iki insan oturur bir
kahvehaneye, beraber dostluk bile yaparız.
düz taraf
Emre Manavoğlu
yatağımın ters tarafından kalkamam,
sol tarafı duvar.
mavi kokan yerlerde,
yeşil olan yerlerde
bile tersinden kalkan
onlarca insan var.
yarının daha güzel olsun istersen
sana bir duvar vereyim,
koy sol tarafına.
bende üç tane fazladan var.
3
Azem Bartu Yıldırım
Onların Son Nefesleri
Herkes konuşmadan, çabuk çabuk ilerliyordu. Küçük beyaz ayakkabıların metal zemin
üzerindeki yumuşak adımları dışında çıt çıkmıyordu. Sağımda ve solumda suratları ifadesiz, ama
gözleri merak ve huşu ile parlayan kişiler anormal bir zarafetle birbirlerine hiç dokunmadan,
uçarcasına hareket ediyorlardı. Adım sesleri yavaşça boşluğa karıştı ve kısa bir süre sonra mutlak
sessizlik sağlanmıştı. Sanki herkes birbirlerine son bir kez fısıldamak, heyecanlarını ve belki de
tedirginliklerini dillendirmek istiyordu ama kimse buna tenezzül etmedi. Ne için toplandıklarını
biliyorlardı beyaz tunikliler. Ve ben de ne için orada olduğumu biliyordum. Herkes her şeyi
biliyordu. Sayısız çift göz, karşılarında duran dev çerçeveye demirlenmişti. Sessizlik, çerçevenin
kaba çelikten siyah kapaklarının yavaşça kenarlara çekilmesiyle bozuldu. İki ağır kapak,
arkalarında sakladıkları akıl almaz dehşet karşısında çığlık atarmışçasına kımıldadı. Kimse bu
tırmalayıcı, dayanılmaz sese kulak vermedi. Saniyeler sonra bu çığlık da kayboldu ve yerini ani
soluklanmalara bıraktı. Herkes ne olacağını biliyor ama yine de şaşırıyordu. Ben şaşırmadım.
Nefes de almadım. Benim için bu sahne karşısında nefes almak olanaksızdı. Bu, nefesin sonuydu.
Dev avlunun beyaz duvarları, içeri vuran kızıl-sarı ışıkla boyandı. Düz duvarların üzerinde yabancı renkler dans ediyor, birbirlerine karışıyorlardı. Birden çarpan uzaylı ışık gözlerimi
kamaştırdı. Elimle gözümün üzerini kapadım ve etrafıma baktım. Solgun suratların bazıları
korkuyla gölgelenmiş, bazılarıysa gördükleri görkemli heybet karşısında renkle ışıldıyordu.
İşte hepimizin hasret çektiği o zaman gelmişti. Son gün batımı, son akşam alaca karanlığı.
Sonsuz güneşin sonu. Çok eskiden, bir zamanlar mavi okyanusların üzerinden batan turuncu
güneş şimdi boşlukta sapsarı parlıyor, bir daha doğmamak üzere yerkürenin üzerinden yavaşça
batıyordu. Yerküre, dünya; bir zamanlar uzaya gidenlerin sonsuzlukta mavi-yeşil bir cennet
olarak gördükleri asil dünya. Şimdi sanki güneşten de kırmızı, kendi alevlerinde yanan bir ateş
topu gibi soğuk boşlukta pişiyordu. Güneşten fırlayan altından, keskin mızrakların dünyaya
çarpıp ondan küçük parçalar kopardıktan sonra camekândan içeri saplanmasını izledik. Zaman
ilerledi, mızraklar azaldı ve en sonunda dev güneş, yaralı, ateş kanayan dünyanın arkasından
battı. Hepimiz duvardaki dev saate baktık: 23.59. Zaman son bir defa daha yavaş ama daha fazla
ilerledi ve zamanın sonu geldi. Son milenyumun, son yılı, onun son ayının son haftasındaki
son günü bitmişti. Dakikalar parçalanmış, saniyeler ve saliseler uzay boşluğuna karışmıştı.
Önce ve sonra erimiş, akrep ve yelkovanın soyu tükenmişti. Duvardaki saatin ışığı bir daha
yanmamak üzere söndü. Dünya’yı, Ay’ı ve ölümü fethettiğimiz gibi şimdi zamanı da fethetmiştik.
Çığlıklarla son geçmişe açılan kapaklar sessiz bir fısıltıyla kapandı ve geleceği dışarıda bırakarak
mühürlendi. Yine sessizlik.
4
Yine sessizlik ama ben o çığlıkları hâlâ duyabiliyordum. Demir kapakların açılırkenki
çığlıklarını değil ama onların arkasındaki cehennemde kavrulan o son günahkârların acı dolu
çığlıklarını... Sonsuzluğa kucak açmaya korkmuş, evlerinin döküntülerini, arka bahçelerinde,
üzerlerine salıncaklar kurdukları çam ağaçlarının yanmış, içi boş kovuklarını geride bırakmaya
dayanamamış olanlar... Perişan yuvalarından ayrılamayıp oldukları yerde yanmayı göze almış
hainler... Hayata, zamana ve efendilere sadık aşağılık yaratıklar... Renksiz fotoğraflarda kaybolup
Eski Dünya’nın o hüzünlü nostaljisini afyon gibi içlerine çeken ve zehir ağlayan o mahluklar...
Bırakalım güneş, o engin saydıkları kan okyanusuna düşsün, bırakalım Eski Dünya ateşler
içinde patlasın, kırılsın ve boşluktan aşağı düşsün. Bilmeyen insanlar son gecelerini de uyuyarak
geçirsinler ve ebedî karanlığa tırmanabilecekken onun içine gömülsünler. Son çığlıkları da
kesildikten sonra insanlar, son nefeslerini de o, şeytanın gözleri kör edici gölgesi altında versinler.
Kırık, Eski Dünya sona ersin.
İşte insanın sonu. İşte bizi büyülü kürelerinin içine hapseden tanrıların sonu; onların
temsil ettiği her şeyi fethettik. Kaderimizi kamçılayarak kölemiz yaptık ve zamanı zafere olan
yolculuğumuz için kurban ettik. İşte biz, dört ayaklı hayvandan doğrulup iki ayaklı insana
ulaşmış, sonra da kollarımızı güneşe uzatıp ona tutunmuş, kendi dünyamıza çekmiş ve kendimizi
sonsuzluğa salmış olan biz... Hayvanı, insanı, hayatı ve tanrıyı geride bırakmış, ebediyete ulaşmış
biz, şimdi yolculuğumuza çıkıyoruz. Geçmişimizi kazıdık ve geleceğimizi büküp şimdiye çektik.
Şimdi gidiyoruz ve artık her an şu an olacak. Ve biz şu an var olacağız.
5
vurgun
Nil Özervarlı
umutlar biriktirilen çocukluk
plazalara sıkışmış hayaller
görkemli ışıkların yanılsaması
uçurtma süzüldü gözyaşlarıyla
tanık oldu patlamaya
gözleri önünde tutuştu evleri
vuruldu annesi yanı başında
ve bekledi kardeşinin cesedini
ki beklemek de en tedirgin edeni
usul usul battı gün
tüm ölülere mezarlık
çığlıklara müebbet hapis
geceye davetiye çıktı
Nil Özervarlı
bozuk makineler
güçlü adamlar değiliz. çok şükür ki, güce tapanlardan değiliz. hayatta karar veren mekanizma
olsak iki aç-kapa sonra bozuluruz. zeytinyağına düşsek dibe batarız. sözümüzü duvarlara yazsak
deprem olur, duvarlar yıkılır. okulu sevmeye başlasak dünya üzerindeki tüm öğretmenler
ömürlük izne çıkar. yol ayrımına gelsek iki uç da çıkmaz sokak olur. hayır hayır, biz şanssız
değiliz; sadece şansın bize verilecek bir lütuf olmasına karşıyız. söz hakkının verilmeyip alınacağını biliriz. seçenekler sunmanın yalnızca bir dayatmaya vardığını görürüz. en saf halimizle özgür
irade sergilemenin, güçlü adamların oyunundaki ‘level atlama’ olduğunu biliriz. biz o güçlü
adamlardan değiliz. çok şükür ki, güce tapanlardan değiliz.
6
...
Nil Özervarlı
gülen gözlüler
gözü dönenler
savaş mıydı bu?
mağlup baştan belli.
yarısı kaçık,
yarası açık.
elleri kolları uzun
sarmaşık diyarı
çözülmedi denklemler
büyümedik mi biz?
bitmeyen bir saklambaç oyunu.
çoğumuz kayıp,
çağımız yitik.
...
Nil Özervarlı
kırıldı ince dal,
çürüdü meyveler,
soldu açan çiçek,
sarardı yapraklar.
hayır, sonbahar gelmedi.
kargalar çıktı,
ağacın tepesine.
tüm öten kuşları vurdular.
7
İsmet Enhoş
Koş Koş Adam ve Birtakım Ağaçların
İçeriği Hakkında Bir Çeşit Hikâye
Evvel zaman içinde ben zamandan bağımsız hareket ederdim. Orman zaman zaman her
şey olurdu, ben ona tapardım. Siyah ağaçlar üstünde görülmemiş istekler, sabaha kadar insana
benzeyen sesler tarafından bir o yana bir bu yana savruluyordu ve kuzeyi gösteriyordu. Ben
gözlerimi açtığımda kendimi böyle buluyordum. Bir an gözlerim anlayacak bir şey aradı ama
her şey yabancı geldi. Ben yabancılardan çok korkarım ama gelene de git diyemem. Ayaklarım
da yürüyemez sürekli sağa çeker. Sonra koşmak geldi içimden. Toprağın üstünden koşmak
güzel olurdu şimdi. Koştum, güzel oldu. Çok koştum. Ormandan çıktım, sokaklara, şehirlere
ve zihnimle ulaşabileceğim yerlerin ucuna kadar gittim. Bir tarafta sesler uğulduyordu. Sesler
beni sağır ediyordu. Sesler anlamadığım, bilmediğim ve yakınından bile geçemediğim şeylerin
yaşanmış olmasını sağlıyordu. Ağaçlar hâlâ bitmiyordu ve çocukların gömlekleri donlarına
ilikliydi. Ben koşmaya devam ettikçe beyaz donlar, ütülü gömlekler göndere çekilen bayraklarım
oluveriyor, kendi içimde birilerine karşı kazandığımı hissediyorum ve korkuyorum. Bir zafer
varsa düşmanlarım vardır. Düşmanlarım varsa benim korkmak için geçerli sebeplerim olabilir.
Belki de bu yüzden koşmak zorunda kaldım. Belki bu ağaçların ve her şeyin, her şekilde, her
yerde söyledikleri şeyler de benim düşmanımdır da ben onlara iyi davranıyorumdur. Ben
koşarsam zamana ne olur?
Bir ses duydum. Selamünaleyküm abi, senin düşmanın yok, dedi bir sümüklü böcek.
Eyvallah. Beni uzun uzun gördü ve antenlerini birbirine değdirip garip sesler çıkardı. Ben ona
bakmaya devam ettim. Güvenli olmadığını bilseydim o anlatırken ben beynimin içinde koşmaya
devam ederdim ve bu beni güçlü kılardı. Güçlüsün abi sen zaten, dedi. Ben seni çok takdir
ediyorum. Bu ormanlar, caddeler, su kuyuları, insanlar falan da o kadar kötü değillerdir. Hatta
bazen güzel oldukları bile olur. Bazen can yakmazlar ve güzel sesler eşliğinde kabuğumuzla
beynimizin yerini değiştirirler. Bir çırpıda hallederler. İstemeseydin koşmazdın, ama sen etrafına
bakmadın, koştun. Çok güzel koşuyorsun bu arada abi, ayakkabın da yeniymiş ama altında
sümüklü böcek ölüleri var. Ayağın değmişken beni de ezer misin? Hani filmlerde falan diyorlar
ya, ben bu korkuyla yaşayamam diye onun gibi bir şey benimki de. Hem insan demokrasilerinde
herkes nasıl ezileceğini kendi seçmez mi? Bu arada ceketinde bir delik var abi.
Nasıl da kandırdım o adamı! Bir çatırdama duyuldu ve ayakkabının altında kendime
güzel bir yer buldum. Hava serinledi, çok hızlıyız. Yaşasın, ne kadar da büyük adımlar atıyoruz
neresi olduğunu bilmediğimiz yere. Ufak tefek su birikintilerinde biz, kabukları kırılmış sümüklü
böcek yığınları, havuz partileri veriyoruz. Bu yığının içindeki diğer sümüklü böcekler dahil hiç
kimse bizim hâlâ bir şeyler hissedebildiğimizi, istesek buradan kurtulabileceğimizi ve dünyayı
8
yönetebileceğimizi bilmiyor. Fukara sümükleri! Bense sadece insanların ne kadar geri zekâlı olduklarını düşünüp bir ayakkabının altında dünyanın farklı yüzeylerini tecrübe ediyorum.
O adamı da bunun için kullandım. Zaten belli bir yaşı geçtikten sonra her çocuğun ayağına belli
bir sümüklü böcek yapışır ve ömrünün sonuna kadar onu rahat bırakmaz. Sıradan bir hayatım
vardı. İstediğim her şeyi elde edebilirdim. Sonra durdu. Durduk.
Koşmak artık eski tadını vermemeye başladı. Sürekli bir şeyler söyleniyor ve benim
haberim olmuyor gibi hissediyorum. Ayaklarım karıncalanmaya başladı. Daha önce hiç
yorulmamıştım. Beni koşmak yormaz, olsa olsa gördüğüm şeyler yorar. O da hemen geçer. Ama
bu sefer öyle değil işte. Yavaşlıyorum ve ben yavaşladıkça her şey daha da belirginleşip canımı
yakıyor. Birisi bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kız galiba. Uzun saçlı ve gülüyor. Kıza baktım
ama ilk önce gülüşüyle tanıştık. Nasılsın, dedi. Bilmiyorum, biraz anlatsana dedim. O anlamazlıktan geldi. İnsanın başına ne gelirse anlamazlıktan gelir zaten. Hava çok soğuk oldu, bir yere gidip
oturalım mı, dedi. İşte ben oturmayı o zaman öğrendim ve anlayamadığım şeyler olmaya başladı.
Daha çok gülüşüyle muhatap olup onun varlığını unuttum. Sonra o birden gülüşünü kıskanıp
onu ortadan kaldırdı. Ben de oturdum. İyi mi ettim, bilmiyorum. Senin ceketin paramparça
olmuş, giyme artık bunu, yenisini alalım, onunla oturursun, dedi. Hayır, dedim, olmaz, benim
olayım bu. Ceketler parçalanır ama yenisini almak onu parçalayan zamana isyan etmektir. Ben
bir kere isyan edeyim dedim, bir sümüklü böcek bana toplumsal mesaj vermeye kalktı. Ben
değişirsem düşmanlarım beni daha rahat tanırlar. O, gülüşünü geri getirmeye çalıştı ama yüzü
garip bir hal aldı. Sen bu ceketi çok seviyorsun herhalde. Tercih yap. Ben gidiyorum o zaman.
Gideyim mi? Olur mu? Senin gülüşün olursa her şey çok güzel olur ve ben o zaman her şeyden
özgür olurum. O zaman benim ayaklarım üşür, kafam önüme düşer ve senin suratına bakmak
benim amacım olur. Kafamı keserler. Aklım, hayatım boyunca senin gittiğin yerlere gider. O
zaman aklım, yaşanmamış anlar olur. O anlar, zaman olur ve ben de onlara ait olurum, diye
düşündüm. Sadece olur, diyebildim. O beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Gitti.
Sonunda geldi. Benim beklediğimi bildiği için geldi. Ter içindeydi ve çok güzeldi. Üstünde
değişik bir koku vardı ve beni bir şekilde kendine çekti. Ne kadar garip bir ruh hali içerisindeyim.
Güzel şeyler hissederken bile onları kaybedeceğim düşüncesi beni yerle bir ediyor ve ben sadece
gülebiliyorum. Her akşam yatmadan önce bir şeyleri açıklığa kavuşturamadan uyuyorum.
Rüyalarımda daha az karmaşık dünyalar görüyorum ve mutlu oluyorum. Hayatım boyunca masal
okumak istiyorum. Kimsesiz gecelerden, kuş seslerinden, sessizliklerinden ve bana ne yapacağımı
söyleyemeyen her şeyden korkuyorum. Korkularımı gülerek atlatıyorum ve bu, beni olmadığım
biri yapıyor. Kendimden iğreniyorum. Allah kahretsin, yine güldüm! Bana bakıyor. Benim ne
yapmam lazım? Ciddi ol. Sürekli gülen kızları ne doktorlar ister ne de mühendisler. Sen
mükemmel bir adama benziyorsun. Bir de yeni ceket alırsak sen beni korursun. Anlarsın.
Seversin. Ben sana yalnız bir soru soracağım. Ne soracağım bilmiyorum ama senin cevabın KAL
9
olsun olur mu?
Sonra ezdiğim sümüklü böcek aklıma geldi. İçim ezildi. Simit yemeye gittim. Simitçi
ölmek üzereydi ve ağlıyordu. Ben de ağladım, açım, dedim. Simitler neli? Susamlı var, susamsız
var, dedi, sarıldı. Sade yok mu, dedim. Anladı. Yok, dedi. Allah belasını versin, yok. SADE
YOK! SADE YOK! Sonra durdu. Yüzüme baktı. Sanki eski bir dostunu gördü. Yaşlı amca
gülebiliyormuş. Senin bir ceketin var, dedi. Ona sahip çık. Senin gidebileceğin bir yer var mı,
dedi. Burası dedim. Sonra bir çocuk geldi. Üstünde ceketi vardı. Sade yok, dedim ve koştum. İlk
defa koşmayı bıraktığım ormana gittim. Sonra da öldüm zaten. Ne mutlu bana!
Yeryüzünün ağaçları meşhurdur. Bakmayı bilirsen toprak yer gösterir. Sen oturursun,
anlamazsın ama izlemekten başka çaren de olmaz. O zaman işte, çaresizlik zaman kavramını yok
eder ve sen, birden farklı zamanda, birden farklı yerde, birden farklı olursun. En sonunda ısırgan
otları, romantik çiçekler, pıtraklar, çınarlar, elma ağaçları, kızılçamlar, kötü ağaçları, soy ağaçları,
darağaçları hepsi bir olur. Bu tabutun tahtası sedir! Hepsi sedir. Her gün sedirden çıkıp dünyama
bakıyorum, bazen birilerine bakıyorum, bazen birileri oluyorum. Ceketim yok. Akşamüstleri
şehrin, geceleri ormanın oluyorum. İstediğimi oluyorum ve hiç kimseye hesap vermeme bile
gerek kalmıyor. Her gün istediğim gibi oluyorum. Canım yanıyor. Hep üşüyorum.
Merhaba abi, sen öldün ya, ben gidiyorum artık ihtiyacım kalmadı. Benimki biraz mesaj
kaygısı. Hadi görüşürüz. Allah belanı versin!
10
...
Tulya Elif Bekişoğlu
Karalara bağladım
Karalara büründüm
Çarptım
Karaya vurdum
Güneş olur da doğmaz diye
Ay varken kapatamadım gözlerimi
Yine karaya çarptım
Uyanmalı mı bu uykudan bilmiyorum
Yükseliyor su
Ve ben göremiyorum
Denizlerden kaçtım
...
Tulya Elif Bekişoğlu
Doyurabilir misin İstanbul?
Yetebilir mi sokakların
Sevgi kusabilir mi
Vanaların
Yoksa çoktan dondular mı bi’ aralıkta
Aç ve susuz
Sevebilir misin duvarları
Yoksa yıktılar mı
Sahipsiz bombaların
Peki doyar mı sessizler
Gözleri sonbahar
Üstelik İstanbul’da
Kırışmış İstanbul da
11
Acizliğini Mendile
Sümküren Adam
İlayda Orhan
Müthiş bir fırtına. Ağaçlar, kudretli ve zalim rüzgâra karşı olabildiğince sıkı tutunuyor
köklerine; tıpkı anaokulunun ilk günü annesinden kopmamak için çığlık çığlığa çırpınan, ortalığı
ayağa kaldıran bir çocuk gibi. Bir saat öncesine kadar Londra sokaklarını süsleyen, ters dönmüş,
kopmuş, yırtılmış rengârenk şemsiyeler, şimdi yerini çamur renkli sulara, dökülmüş sapsarı
yapraklara bırakmış. Normal bir günde ışık ve hayat saçan pencerelerin panjurları kapanmış;
Londra, terk edilmiş görünüyor. Hyde Park’ın banklarından birinde bir adam gölgesi... Londra’
nın insanlara ev sahipliği yaptığının tek kanıtı... Parkın en eski ağaçlarından birinin altında
oturuyor bu elli yaşlarındaki beyefendi. Oldukça kambur; duruşundan, hayatın onu çok yorduğu
belli. Bej, en az kendisi kadar yıl devirmiş, bu süreç içerisinde haliyle yıpranmış bir takım elbise
giyiyor. Takımın ön cebinde, gözleriyle müthiş bir uyum yakalamış deniz mavisi gömleğine
katiyen uymayan bir mendil taşıyor: beyaz, kenarları pembe nakışlı, kare bir mendil. Uzun bir
süredir hareketsizce önündeki gölü izleyen adam, mendilin varlığını yeni fark etmişçesine cebine
yelteniyor. Yağmura karışan gözyaşlarını siliyor. Mendil, leke içinde; kahve lekesi, kan lekesi, göze
görünmeyen bir sürü gözyaşı... Bir sürü insanın bir sürü gözyaşı...
Adamın mendille tanışması kırk yıl öncesine gidiyor. Annesi, gün boyu bir odaya kapanır
dikiş dikerdi. Adam, dikiş makinesinin mekanik sesini annesininki bellemiş; hayatı boyunca o
sesi yalnız olmadığının tek kanıtı olarak görmüştü. Bir gün annesi, titreyen dizlerinin üzerinde,
onun odasının kapısında belirmiş, nasırlı elleriyle ona bu mendili sunmuştu. Mendili başta çok
kıskanmıştı adam; annesinin ellerine değmiş, annesinin kokusunu içine çekebilmiş, annesiyle,
onun girmesinin katiyen yasak olduğu odada zaman geçirmişti. İkisi de aynı kadın tarafından
dünyaya getirilmemişler miydi? Ne farkı vardı bu mendilden? Sonraları anladı aralarındaki farkı:
Mendil, adamın hiçbir zaman sahip olamadığı –ve olamayacağı- bir samimiyete sahipti. İnsanlar;
mutluluklarını, acılarını, üzüntülerini, şaşkınlıklarını mendille paylaşmaktan çekinmiyorlardı. O
ise insanlar için şu an Londra şehrine hakim olan fırtına gibiydi. Korkulan, kaçınılan, kapıların ve
panjurların yüzüne kapandığı bir varlık... Peki, annesinin ona bu mendili hediye etmesinin sebebi
neydi? Bu mendile benzemesi gerektiğini göstermek mi? Gözlerini açmak mı? Yoksa acizliğini
bu mendil sayesinde kapatmak mı? Annesinin vermek istediği mesaj ne olursa olsun, adam bir
şeyden emindi: Hayatı boyunca bir mendil kadar olamayacaktı, ne yapsındı?
***
12
“Sen bir hiçsin.”
Karşılık yok.
“Amelia’nın masasında yemek yiyebileceğini mi düşündün gerçekten?”
Karşılık yok.
“Baksana, kız utancından ağlayarak tuvalete koştu.”
Karşılık yok.
“Bir şey demeyecek misin?”
Karşılık yok. Çocuğun yaptığı tek şey, yumruk şekline getirdiği elinin içindeki mendili
sıkmak.
“Korkak!”
Karşılık yok. Çevrelerinde daire oluşturmuş çocuklar gülüşüyor.
“Ezik.” “Kendi hakkını savunmaya bile yeltenmiyor.” “Silik.” “Anne kuzusu.” Bıkmıştı
artık susmaktan, yalnızlıktan, acizlikten, fırtına olmaktan... Gerçi, iletişim kurma şansı olan tek
insan kendisiyken konuşması nasıl beklenebilirdi ki? Büyürken kelimelere hiçbir zaman ihtiyaç
duymamıştı. Birden, içinde yaşadığından habersiz olduğu bir güçle, kendisiyle yıllardır dalga
geçen Joseph’e yöneldi. Uzun zamandır sıktığı yumruğunu havaya savurdu, havayı yumrukladı.
Dengesini kaybedip asfaltı kucakladı. Çocuklar bu sefer kahkahalar atmaya başladı. Joseph
kalakaldı. Böyle bir tepki beklemiyordu. Çocukların kahkahaları onu kendine getirdi, yerdeki
çocuğa yöneldi ama araya giren ufak tefek bir çocuk ona engel oldu. Joseph için fark eden bir şey
yoktu, yerdeki çocuk yerine araya giren çocuğun yüzünün ortasına isabetli bir yumruk attı. Sonra
yerdekine döndü:
“Anne kuzusu.”
Zil çalmış, bütün çocuklar koşarak sınıflarına gitmişti; iki çocuk hariç. Ayağa kalktı ve
üstünü silkeledi. Bir şey söylemeliydi... “Özür dilerim!” “Teşekkür ederim!” “İyi misin?” Hiçbir
şey söylemedi. Yaptığı tek şey, hakkını savunan ufak tefek çocuğa burnundan damlayan kanı
silmesi için pembe nakışlı beyaz mendilini uzatmak oldu.
“Teşekkür ederim!”
Mendili geri aldığı gibi belli belirsiz bir tebessümle eve yöneldi. Annesini yine hayal
kırıklığına uğratmıştı. Bir mendil kadar olamıyordu işte, ne yapsındı? ***
Geç saatlerde bir pazartesi, Jessie’s Place. Normalde saat 20.00’de para sayımı yapar,
bahşişlerin kaydını tutar, ortalığı silip süpürür ve barı kapatırdı ancak bu gece, gitmek bilmeyen
bir müşteri, yalnızlığını bozuyordu. 30’lu yaşlarda kızıl saçlı bu kadın, belki de açılış saatinden
beri bardaydı, mümkün olduğu kadar da kalmayı düşünüyordu anlaşılan.
13
“Bir tane daha, lütfen.” Gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti. Barda olduğu süre
boyunca birçok ziyaretçisi oldu:
“Nedir bu üzüntü?” “Senin kadar hoş bir kadın asla ağlatılmamalı.” “Hadi, anlat bana
derdini.”
Karşılık yok. Sanki onları görmüyordu. Sadece önündeki içkiye odaklanmıştı.
“Bana hiçbir şey sormadın?!” Adam şaşkınlık içerisinde kadına baktı. Sesi kadife gibiydi,
neden bu sesi çevresindekilerle paylaşmıyordu? Karşılık vermeden içkiyi uzattı. Kadın gülümsedi.
Sonra birden ağlamaya başladı. Kadının hıçkıra hıçkıra ağlayışı adamı tarif edilmez bir üzüntüye
itiyordu. Ağzını açtı, bir şey çıkmadı. Yapabileceği tek şeyi yaptı, cebinden pembe nakışlı beyaz
–artık daha az beyaz, kan lekesi vardı- mendilini çıkarıp kadına uzattı. Kadın gözyaşlarını sildi,
teşekkür edip bardan ayrıldı. Yapmıştı yine yapacağını. Bir mendil kadar olamamıştı. Mendili o kadar etkiliydi ki kelimelere ihtiyacı kalmamıştı. Sanki o, mendili değil de
mendil onu kullanıyormuş gibi hissediyordu. Yalnızlığını çok sevdiğinden, mendilinin onun
hayatını, onun yerine yaşamasına izin vermişti. Bir mendil olmak o kadar da kolay değildi. O da
bir mendil kadar olamıyordu işte, ne yapsındı?
14
Yemek Masası
Deniz Harezi
Domatesler soyuldu, beyaz peynir masada. Salatalıkları da götüreyim masaya. Kızlar,
giyinince masaya gelin. Arif bal getirmişti Rize’den acaba kaymakla yer mi? Kilosuna dikkat
etmek istiyordu aslında ama yer bence masaya koysam. Bir şey olmaz kahvaltıdan. Bir şey
unutmuş gibi hissediyorum, tekrar düşüneyim, masada ne eksik. Domates yemek masasında,
salatalık yemek masasında, zeytinler yemek masasında, beyaz peynir yemek masasında, portakal
suyu yemek masasında, yumurtalar pişiyor, ekmek… Aaa, ekmek kızartmayı unuttum, nasıl
unuturum! Gazete ve ekmeği içeri almayı unutmuşum. Neyse kızartmasam da olur herhalde,
Rukiye ve Mükerrem bal kaymakla yumuşak ekmek seviyor. Arif kızarmış mı isterdi? Kızlar da
yerse... Yemek masasına bal kaymak koyayım. Ne derler, bal zihin açar. Hem Arif ’in de hoşuna
gider. Ariiif! Kııızlar! Hadi kahvaltı hazır, herkes yemek masasına. Ah, gazeteyi de masaya
koymadım, Arif okumak ister şimdi. Mükerrem kalk oradan, yemek masasının başına hep baban
oturur, biliyorsun. Bunun tartışmasını yapmak istemiyorum, yemek masasının bazı kuralları var,
biliyorsun. Rukiye, masaya peçete koymayı unutmuşum, ben yumurtaları getirirken sen de peçete
alır mısın mutfaktan? Peçetelikle al kızım, öyle durur mu, bu ne, çingene masası mı? Al peçeteliği
domateslerin oraya koy. Çay isteyen var mı? Ariiif, hadi gel masaya artık! Portakal suyu içecek
misin? Ne kilosu ya, meyve sağlıklıdır. Şeker mi, şeker koymadım, taze sıktım. Meyve şekeri
mi? Ay, yeni yeni şeyler çıkıyor hep. Kızlar hızlanın biraz, geç kalacaksınız okula. Rukiye, kaç
kere söyledim yemek masasında sabah ödev yapma, yapacaksan ödevini akşam yapman lazım.
Arif, sen mi bırakacaksın kızları bugün? Yumurta yememiş mi kimse, boşuna pişirdim. Hadi
çıkın o zaman. Ben de yemek masasını toplayayım. Bir bardak da portakal suyu içeyim artık.
Domatesleri de öğlen kendime salata yaparım. Fazla mı koydum acaba sabah? Neyse, yemek
masasında bolluk iyidir.
15
Peki Ya...
Ali Ekin Gürgen
Sonunda gerçekten buraya mı geldim?
Başımda bir namlusu kesilmiş pompalı,
Elimde bir kör bıçak, gözlerim bağlı.
Gerçekten tetiği çekerken ölmemek için
Dua etmemi mi bekliyosunuz?
Peki ya ben bu seçimi namluya bırakmazsam?
Peki ya ben acı dolu birkaç yıl daha yaşamaktansa
Kör bıçağıma teslim olursam?
Peki ya benim bağlı gözlerim daha fazla ağlamak yerine
Biraz uykuya ihtiyaç duyuyorsa?
İşte o zaman, göz açıp kapayıncaya kadar,
Dünüm, bugünün, yarınım kaybolur,
Bedenim sahneden ayrılır,
Kulisteki eskilerin arasına karışır.
16
karşılıklı isteksizlikler
ben de normalde çokça
düşünürüm
uyutmam da kendimi
sen geldiğinden beridir
mışıl mışıl bir uyuyorum
sorma.
17
Ecem Öztürk
istememiştim
Ecem Öztürk
içimde bulmalıymışım evimi
ne kadar aradıysam bulamadım
mutluluğu yaratmalıymışım meğer
onu da bir türlü yapamadım
gözlerimi bağladılar
karanlıkta aradıysam da gözlerini
yine de göremedim
ağzımı bantladılar
bağırdım bağırdım
gördüklerimi söyleyemedim
benim de istediğim
maviyi gördüğüm bir balkondu
bana düşense sadece
mahalle arasına bakan delik
ayak izlerim silinmiş
bulamıyorum da eskiyi
tozlu raflarda sakladığım
o özgürlük algısı
ellerimi açsam oysa şimdi
soğuk demir parmaklıklar
her defasında da kafamı
vura vura tıkmışlar
ondandır denedim denedim ama
bir düşüncem vardı söyleyeceğim
hatırlayamadım
çaresizim
18
...
Emre Kabasakal
Zor mu ki?
Yok yok,
Kolay bence.
Gitmek de kolay.
Gelmek de.
Bak bu küçük şeyler kolay.
Kolaylar birleşir ama,
Zor olurlar.
...
Yaşamak zor.
Bak o zor işte.
Nefes alırken kolay.
Ama bazen…
O nefesten sonraki zor,
Nefessiz bırakan bir nefes alırsan eğer.
19
“Şairler yarı peygamberdir.”
Erce Erez
Zeynep Karababa
Nil Özervarlı
Lise hayatınızdan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazanıyorsunuz, beş yıl okuyup son sene
bırakıyorsunuz; daha sonra da İstanbul Üniversitesinde Sosyoloji Bölümüne başlıyor, orada da
üç yıl okuyup bırakıyorsunuz. Peki bu denli radikal kararlara ne/neler sebep oldu? Aileniz ve
çevreniz bu süreçte nasıl bir tepki verdi?
Lise yıllarına sınava hazırlanma aşamalarında, ben edebiyata ilgili birisiydim. Şair değildim,
yazdıklarım çok kaliteli şeyler değildi ki! İleride o dönemde yazdığım şiir kitaplarından
oluşan bir şiir kitabı da çıkarmak istiyorum, genç kuşaktan bazı arkadaşlarımız şairleri gözlerinde büyütüp “Bir gün acaba biz de bu şairlerin seviyesine gelebilir miyiz?” diye düşünmesinler,
benim de nerelerden ‘küçük İskender’liğe gittiğimin dürüstçe ortaya dökülmesi adına,
özelikle de sizin yaşlarınızdaki arkadaşlara rehber kitap halinde çıkarmak istiyorum. Bakın,
özellikle ben nerelerden nerelere, ne kötü şeyler yazarken kendimce kendimi daha iyi ifade
edebileceğim yerlere nasıl taşıdım diye. O dönemde de bir şeyler yazıyordum, tiyatroyla çok ilgiliydim. Kafamda hep sinema düşüncesi vardı, çünkü babam ressamdı ama kitap kapakları
20
yapan, emekçi ressamlardan biriydi, galeri
ressamı değildi. Onun sayesinde bir dolu şair,
yazar, tiyatrocu tanırdım. Aynı anda da film
afişleri de yapıyordu ve ben çok sinemaya
gidiyordum, yönetmen olmak istiyordum.
Kafamda çizdiğim çizgi şuydu; şiir yazan,
edebiyat ürünleri ortaya koyan sinemacı olmak
istiyordum. Adım atacağım mecra bu olmalıydı.
Fakat, açıkçası bir dert yanma gibi algılamayın
ama dönem olarak da 12 Eylül’e denk geldiği
için çevremde danışacağım, benden yaşça
büyük abi, abla bir usta olmadığından, benim
için belirsizlikti kafamda oluşturduğum. Birçok
insanın para kazandığı, hayatını mahvettiği,
çarkların içindeki marka mesleklerin hiçbiri
kafamda oluşmamış; mimar, mühendis doktor,
bankacı gibi mesleklerin hiçbirine karşı bir
ilgim olmamıştı. Bu bir tembellik belirtisi değil,
hakikaten yeryüzünde ne yapacağım konusunda
çok belirsizdim. Ve sınava, tıbbı kazandığım
sınava, girerken bir gece öncesinden okul
kaydı yapmamız gerekiyordu, ben gazetecilik
yazdım. Belki oradan Radyo-Televizyon,
İletişim fakültesine geçerim diye. Annem çok
tatlı bir şekilde baş ucuma gelip “Oğlum nereyi
yazdın?” dedi, cumartesi gecesi. “Anne,” dedim,
“gazetecilik yazdım.” “İyi okuyan bir çocuksun,
daha iyi bir yeri yazsana, düşünmez misin?”
dedi kadın, tabii sitem ederek değil de tatlı
bir şekilde. Ben de “Tabii doğru!” dedim hem
annem de üzülmesin diye. Birinci tercihimi
sildim ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesini yazdım,
sınava girmeden yaklaşık altı saat önce tıbbı
yazdım, aklımda hiç doktorluk yoktu. Ama
hakikaten kadın da haklıymış, iyi okuyan bir
çocukmuşum, tıbbı kazandım! Ama diyeceksiniz
ki niye beş sene okudun, tıbbı sevdim ben ama
doktor olma anlamında değil. Psikolojiyi zaten
az çok okuyordum, seviyordum, ilgiliydim ama
psikiyatriyi görmeye başladım orada. Patolojiyi
gördüm, anatomiyi gördüm yani insanın içini,
ruhunu, her şeyini görmeye başlamak, insanı bir
malzeme olarak ele alıp incelemek çok hoşuma
gitti. Hani, bunu çılgın bir profesör, doktor
edasıyla yapmadım. İnsan hayatına, fizyolojisine
daha önce bu kadar yaklaşmamıştım. Benim
için çok etkileyiciydi ama sonra baktım ki ciddi
ciddi doktor olma yolundayım. Doktor olamam.
Doktorluk çok ciddi ve güzel bir meslek ve
hayatımı oraya adamak zorundayım, çünkü ben
tutkulu bir adamım, eğer bir şeyi seviyorsam
onun peşinden giderim, o zaman da şiir,
sinema benim için çok dışarıda kalır. Oradan
ayrılınca da birtakım askerlik problemleri
söz konusu olduğu için hiç çalışmadan bir
sınava girip sosyolojiyi kazandım. Oradan
da bir üç sene kazandım askere gitmemek
için, sonra bir baktım ki askerden zaten beni
aramıyorlar, o yüzden de sosyolojiyi bıraktım.
Tıp ve arkasından gelen sosyoloji; kısacası
bana aslında meslek olarak düşündüğüm ve
yapamadığım, adım atamadığım sinemacı,
şair, yazar işlerinde yol gösterici oldular. Çok
fazla yararlandım hem tıp terminolojisinden
hem sosyoloji terminolojisinden. Yazdıklarıma
da çok fazla yansıdığını sizler de biliyorsunuz.
Israrla, dönüp dolaşıp okuduğunuz, sizi
beslediğini düşündüğünüz şairler kimler?
Şair kimliğinizi şekillendirirken kendi sesinizi
bulana dek kimlerin peşinden gittiniz?
İlk dönemde toplumcu gerçekçileri daha çok
21
seviyordum çünkü babam komünistti. Bu
yüzden evde daha çok onların kitapları vardı.
Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin Korkmazgil…
Ama diğer şairlere uzak değildi yani evimiz, yine
Cemal Süreya da ağırlıklıydı ama Cemal Hoca
da yaklaşık aynı ideolojinin çizgisinde kendini
ifade etmiştir. Mesela İkinci Yeni çok azdı bizim
evde. Ben 17-18 yaşımda o yüzden İkinci Yeni’yi
çok sevmedim. Hatta sevmememin nedeni
hem az okumam hem de anlamamamdı. Sonra
zaman içerisinde -Nâzım’ı bir yana ayırırsakbenim en sevdiğim Türk şairi Edip Cansever
oldu. Çünkü imge ağırlıklı şiir yazdığı için bana
masalsı bir dokunuşu oldu Cansever’in. Belki
tüm şiirlerimin değişmesindeki etken Edip
Beyin şiirleriyle tanışmamdır ona bağlı olarak
da İkinci Yeni’yi kapsayan bütün şairleri Ece
Ayhan’dan Cemal Süreya’sına, Turgut Uyar’ına
Ülkü Tamer’ine kadar uzanan çizgide daha
çok imgesel şiiri çok sevdim. Yurt dışından da
baktığımız zaman daha alternatif isimler Charles
Baudelaire, Arthur Rimbaud gibi, Beat Kuşağı
şairleri gibi isimleri çok sevdim ama babamın
bu politik ve ideolojik kabuğu nedeniyle de
Pablo Neruda, Vladimir Mayakovski, Federico
García Lorca gibi isimlere de hiçbir zaman uzak
durmadım. İçimde hâlâ lafı güzel anlatmak
edası olduğu için de Şekspiryen bir yanım da
vardır bazen, bazı şiirlerimde; çünkü onun da
o soneleri çok güzeldir. Ben aslında var olan
bütün şairlerden beslenmeye çalışıyorum;
ama dönüp dolaşıp tek bir şairi kurtaracaksın,
Türk olacak, derseniz Edip Cansever’i seçerim.
Şiirleriniz üzerinde nasıl çalışırsınız? Ortaya
çıkartma süreçlerinde ilhamın yanı sıra
izlediğiniz yol ve yöntemleriniz de var mı?
Benim şiirle uğraşırken seçtiğim tek yol;
sabahın erken saatleri olması, yalnız olmam,
herhangi bir sesin olmaması evin içinde, diğer
odalarda dahi kimsenin olmaması lazım.
“Yalnızlıktan besleniyorum.” derken sakın ha
şöyle anlaşılmasın, onun yarattığı melankoliden
beslenmiyorum. Bütün konsantrasyonumu
oraya verebilmek zorundayım yani tek başına
doğuran canlılar gibiyim, ebeye ihtiyacım yok;
yani ebe kavramı müzik, alkol, arkadaş, aşk,
toplumsal çatışma sonrası acı çekmek falan
değil. Benim için en önemli nokta, sabahın
erken saatlerindeki dinginlikle telefonum,
kapım çalmadan sokakta gürültü olmadan
oluşacak kendimle kaldığım saatlerdir.
Şiirlerinizde çok sert, mücadeleci, kafa tutan
bir dil var. Bu bir seçim mi yoksa kendiliğinden
şekillenen bir dil mi? Bu dil nasıl oluştu?
Orta Doğu’da yaşadığımı hiçbir zaman
unutmadım.
Orta
Doğu’da
yaşadığını
unutmayan bütün şairler bu topraklarda zaten
direnen, mücadele eden, öfkeli ama romantik
bir şiir yazar. Romantik kısmı da biraz Akdeniz
22
ülkesi olmamızdan ama Akdenizliliğimizi
unuttuğumuz ve kendimizi Orta Doğu’ya
sürükleyen liderlerin de peşinden gittiğimiz
için daha öfkeli bir şiir oluyor. Çünkü muhalif
kanattasın, oradan öfkeli ama bir elin de
Akdeniz’in suyuna değdiği için oradan da
romantiksin. Yani o romantik devrimci
meselesine de belki biraz underground bir
açılım getirdiğim için de bunun bir tercih değil
var oluş biçimi olduğunu söyleyebilirim.
davet ediyorum. Bazıları tesadüfen o gece orada
tanıştığım arkadaşlar dahi olabiliyor. Bu yüzden
yeni kuşağın farklı bir dil geliştirme çabası mı
var yoksa kendini ifade biçiminde bir zayıflık
ya da başka bir frekans mı açıyor onlara, çok
hakim değilim ama genç kuşaktan hiçbir zaman
kopmadım. Evimde, sokakta, gittiğim her
yerde bütün yolculuklarda genç arkadaşlarımla
yolculuk ediyorum. Bir kere onların içerisinden
bir kişi seçmem diğer bütün genç arkadaşlarıma
ihanet olur, o yüzden ben onlarla birlikte
aynı kalabalığın içinde olmayı, orada da
küçük İskender değil, İskender olmayı tercih
ediyorum. Çünkü orada öyle bir hiyerarşi
kurarsam, “ben küçük İskender ve genç
arkadaşlarım” demek bir orkestra kurmak
gibi olur, ben de maestrosu olurum, bunu da
reddediyorum. Onlarla birlikte sokak müziği
yapıyorsak onların her biri ayrı bir değerdir.
“Zaten bir şiir sizi heyecanlandırabiliyorsa
şairini ayrı yere koyarsınız. O sizin mücadele
arkadaşınızdır. İkizinizdir. Sırdaşınızdır. Suç
ortağınızdır.” Cansever için söylemişsiniz bu
sözleri, bugünün şairlerinden de benzer suç
ortağınız/ortaklarınız var mı?
Tek bir isim söylemem çok mümkün değil ama
şöyle bir durum söz konusu, ben yaklaşık yirmi
küsur belki de otuz yıla yakındır sokakta, çeşitli
barlarda, kafelerde şiir akşamları düzenliyorum
ve bunları yaparken de mümkün olduğu kadar
genç arkadaşları, isimli-isimsiz genç arkadaşları
sahneye, mikrofona davet ediyorum. Bir tür açık
platform ve hiçbir zaman ben şiirimi okuyup
çekip gitmiyorum, onlarla birlikte hareket
etmeye çalışıyorum, onların dünyasını da oraya
Sizce sizin şiirlerinizin okur üzerinde nasıl bir
tesiri var? Bir tespit yapabilmeniz mümkün
mü?
Afrodizyak olabilir. Afrodizyak bir aşkla
baktıklarını biliyorum bazı şiirlerime, öfkelerini
kabarttığımı zaman zaman hissediyorum;
fakat her şeyden önemlisi siyasetçiler ne
kadar kendi yalanlarıyla, kendi hayalleriyle
bir “Yeni Türkiye” kurmaya çalışırsa çalışsın,
benim özellikle yılda bir kere gerçekleştirdiğim
TÜYAP’ta imza günümde, önümüzde biriken o
genç arkadaşlarıma baktığımda Türkiye’nin her
renginden insanı kapalısı, açığı, punkı, anarşisti
hepsinin kuyrukta olduğunu görüyorum ve
aralarında da hiçbir zaman kavga çıkmıyor.
Hepsi birlikte bir Türkiye olarak önümde
23
ya da yanımda duruyorlar. Bence okurun
üzerinde en büyük etkim, birleştirici bir
yanım olması. Hiçbir zaman siyaset yapmadım
ama demek ki birleştirici bir yanım da var.
Bu ülkede şair olmak ne demek? Bu kimliğin
getirileri ve götürüleri neler sizce?
Hiçbir götürüsü olduğunu düşünmüyorum.
Getirisi olma ihtimali de yok çünkü şairlik bir
meslek değil. Şiir doğaya ters düşen bir şey
ve doğal olmayan bir şey, bir tür meczupluk.
Çünkü yalan söyleme sanatı bir illüzyon sanatı
şiir. Nâzım Hikmet kalkıp zamanında “Akın var
/güneşe akın! / Güneşi zaptedeceğiz / Güneşin
zaptı yakın!” diyorsa ve biz hâlâ güneşe ulaşamadıysak bu bir yalan söyleme, bir umut sanatıdır.
Kabilenin büyücüsü gibi çıkıp süslenip insanlara
güzel yalanlar söyleme sanatıdır. Bunun bir
getirisi olmaz, götürüsü de olmaz. Çünkü bunun
bir üst kademesi aslında yıllar öncesinde bir tür
peygamberliktir; çünkü çok ahlaklı insanlardır ve
güzel şeylerden söz ederler ve kutsal metinlerin
hepsi aslında şiirsel metinlerdir dönüp bakıldığı
zaman, her biri şiirsel kitaplar. Bizler bunun
kitapsız tayfasıyız. Hep kendi deyimimle,
espri olarak, şairler de yarı peygamberdir ama
kitapsız inmişlerdir; o yüzden onlar yazdıkları
kitapları göğe doğru atarlar ve ‘Bak ben de
yazdım!’ derler. O kitapların yukarıda da
aşağıda da alıcısı olmadığı için kendi kafalarına
düşer. Bu meczupluk her zaman çok güzeldir.
Yani kendine zararlıdır, kendine faydalıdır
ama ekonomik toplumsal bir getirisi götürüsü
yoktur,
öyle
düşünüyorum.
Çünkü
milyonlarca şair var yeryüzünde, beş tane
olsaydı belki bir getiri götürü söyleyebilirdim.
Şairliği meslek olarak seçmeyi düşünen kişiler
sizce yalnızca yazarak İstanbul gibi bir kentte
var edebilirler mi kendilerini? Yoksa para
kazanmak için bir başka dünyaya/kimliğe
mecburlar mıdır?
Şairlik bir meslek değil, bunu baştan
söyleyelim. Şairlik bir yetenek, iyi bir yetenek,
güzel bir yetenek, içinde bulunduğum için
söyleyebiliyorum bunu. Eğer bir meslek gibi
edinip ekonomik amaçla yaslanılırsa tabii ki ana
kentlerde yaşamak çok zorlayıcıdır. Şairlerin
önünde o kuyrukları görünce çok satıyor
sanıp şairleri genellikle çok zengin sanıyorlar.
Şairlerin ekonomik olarak sadece yazarak
yaşamaları çok zordur. Tabii şairlerin başka
meslekleri de vardır, temel eğitimlerini aldıkları
meslekler. Sabahları bu mesleklerini icra ederler
ve akşam eve gittiklerinde eşi, çoluğu çocuğu
yattıktan sonra, rutin işlerini hallettikten sonra
oturup şiir yazarlar. İşte bu benim her zaman
acıyla seyrettiğim bir tablo. Bu yüzden meslek
edinmedim, bu yüzden aile kurmayıp böyle
bir sorumluk altına girmedim ve tek başıma
yaşamaya karar verdim. O zaman kendimi çekip
çevirebilirim. Şairler eğer gerçekten şiir yolunda
ilerliyorlarsa bir tür kendini feda etme yolunu
tercih etmek zorundalar; ama bu feda dediğim
bir intihar etmek, bir yok oluş biçimi değil.
“Ben bu yolda yürüyeceğim.” demek. Hakikaten
Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsun
ya da Hristiyan mahallesinde irmik helvası
satıyorsun fark etmez kimlikler veya kültürler
arasında… Fakat Simurg diye bir kuşumuz
vardır, Simurg diye bir kuşun peşine düşer
bir kuş kabilesi... Derler ki “Simurg hepimizi
kurtarır, bize yol gösterir, gidip ona ulaşalım.”
24
fakat dağlar dağlar ötesinde bütün kuşlar kalkıp
orada mutluluk vardır, huzur vardır, deyip
günlerce kanat çırparlar, fırtınaların içinden
geçerler, yıldırımların arasından geçerler ve
giderek azalırlar. Kimi yokluktan düşer, kimi
ölür, kimi çarpılır. Öndeki kuş “Hadi arkadaşlar,
gidiyoruz, gidiyoruz!” diye çırpınır ve bir
gün artık o dağa gittikçe yaklaştığında dönüp
arkasına bakar, hiçbir arkadaşı yoktur, sadece
kendisi ulaşmıştır. “Sonunda Simurg’a ulaştım.”
der, o zaman anlar ki Simurg kendisidir.
Şair de bu yolda yürümeli, yani kendini feda
ederken “Ben bir gün Simurg olacağım.” derse
zaten ondan Simurg falan olmaz. O bildiğin
pilav üstü tavuk olur, o ancak o işe yarar; ama
farkında olmadan kendini feda edebiliyorsa
“Yürüyeceğim, çok ünlü olacağım, best seller
olacağım!” demeden yürüyebiliyorsa ve iyi de
yazıyorsa okur onu zaten buluyor. O yüzden
ana kentte yaşamış, taşrada yaşamış, Türkiye’de
yaşamış, Peru’da yaşamış çok fark etmiyor.
Çok fazla şiir kitabınız var, tekrara düşme
korkusu yaşamıyor musunuz? Şiir yazımında
sürekliliğinizi, tazeliğinizi nasıl koruyorsunuz?
Hiç öyle bir kaygım olmadı ve büyük olasılıkla
da tekrar ediyorumdur. Çünkü zaten bildiğin
doğrular, bildiğin hayat hikâyeleri, bildiğin
hüzünler, bildiğin imgeler, kullandığın
simgelerden hareket ediyorsan bütün şairler,
bütün yazarlar, her insan tekrara düşer. Eğer
bu tekrara düştüğü şey kötü bir şey değilse, yüz
kızartan bir şuç değilse güzel bir şeydir. Yani bir
insan dürüstlüğünü tekrar ediyorsa “Ne saçma
sapan bir adam, sürekli dürüst!” demezsiniz. Şair
de aynı şeyleri aynı kelimelerle sürekli anlatıyorsa
bence güzel bir şey yapıyordur. Zaten kapasitesi
de odur, biz o şairi, yazarı öyle sevmişizdir,
ondan daha öte bir şey beklemek, onun
bütün düzenini ve bizim gözümüzün önünde
canlanan bütün atmosferini bozmak olacaktır.
Şiir atölyeleri, yaratıcı yazarlık atölyelerine
dair düşünceleriniz nedir? Sizce şiir öğretilebilir
mi? Yazmaya hevesli gençler kendilerini nasıl
geliştirebilir?
Biz, atölyelerde şiir yazmayı öğretmiyoruz zaten,
yani en azından kendi çalışma grubumdan
bahsedersem, biz orada şiir okuma teknikleri
üzerinde konuşuyoruz. Şiir okurken acaba
nelere dikkat etsek, şairin bize anlattığı şeyleri
daha kolay nasıl kavrarız, daha modern
tekniklerle bunu çıkarmamız mümkün
müdür, ses ve dil üstünden hareket ederek
şairin gizemini, sırrını çözmeye ve aslında dış
cephesini gördüğümüz bir bina olarak görürsek
şiirini ve kendini, içeride ne dolaplar çevrildiğini
görebilmek için o eve girebileceğimiz anahtarları
bulup, içeri girip, şairin dünyasına girmeye
çalışıyoruz. Ama belki şair o odada, o evin
içinde yaşamıyor, biz yine de evin içine girmiş
oluyoruz. Ama tabii ki katılımcı arkadaşların
içinde şiir yazan arkadaşlar varsa bu okumaları
iki şekilde kullanabilir: Bu tekniği kullanarak da
yazabilir ya da bu tekniği kullanarak okura karşı
fazla açık vermemeyi öğrenebilir. İki yoldan
da çalışıyoruz, ama şiir yazmak öğretilemez.
Çünkü şiir yazmak, dediğim gibi doğa dışı bir
şey olduğu için, hiçbir sanat dalı gibi akademide
öğretilen bir şey değil. Resim atölyesi var, heykel
bölümleri var, tiyatro var, sinema var, fotoğraf
var, dans var üniversitelerde. Belki metin yazma
eğitimi bile verilebilir, olay kurgusu, imla takibi
gibi şeylerin öğretilmesi amacıyla. Bir üstat, bir
25
yetenek çıkar mı oralardan bilmem ama. Bir tek
şiirin okulu bile yok. Okul, bildiğiniz hayatın
kendisi. Sizin böyle bir arzunuz varsa yazarsınız.
Ama herkes şiir yazabilir mi, o konuda hiçbir
iddiam yok. Herkes şiir yazabilir mi bilemiyorum
ama dışarıdan da sanki herkes çocukluğundan
beri biraz şiire ilgili olsa, biraz da şiire kafa
yorsa şiir yazabilirmiş gibi geliyor. Çünkü tıpkı
yürümek gibi bu bence. Ama her koşan da atlet
mi oluyor, diye bir soru sorarsanız, tabii onu
bilemem. Herkes koşabilir, herkes şiir yazabilir
ama kaçımız atlet veya şair olur, onu bilemem.
Yazmaya hevesli gençlere gelirsek eğer, herkes
aynı şeyleri öğütlüyor; iyi oku, şairleri takip et,
dünyayı takip et, şiirini besleyebilecek diğer sanat
dallarıyla mutlaka temas halinde ol, işte sinema
izle, tiyatro izle, müzik dinle, resimle ilgilen
vesaire vesaire. Evet, bunların hepsi gerçekten şiir
için faydalı ama sadece şiir için faydalı değil ki
bunlar, herhangi biri için de faydalı. Yani aslında
şiire doğrudan etkisi olan şeyler değil bunlar.
Şiire etkisi olan şey, bana göre, bildiğiniz ve
özgür hissettiğiniz, kendinizi cesur hissettiğiniz
alandan dışarı çıkabilmek, hayat alanından
dışarı çıkabilmek, hayatta yapmadığınız şeyleri
yapmaya başlamanız. Hiç yapmadığınız,
cesaret edemediğiniz, korktuğunuz, hatta
cezalandırılacağınızı düşündüğünüz her şeyi
yapmaya karar vermekle ilgili olan bir şey. İşte
ben tıbbı bırakıyorum diyelim, ailem tabii karman
çorman oldu. Ama ben bunu göze aldım. Pişman
mıyım? Asla. Ama ben bugün anneme desem,
şiiri bıraktım, tıbba dönüyorum, çok mutlu olur.
Yani elli sene sonra o hâlâ orada kaldı. O, bu olayın
şokunu hâlâ yaşıyor. Hani, dondu kaldı. Ama
ben, bana göre, hiç yapılmayacak, İskender’den
beklenilmeyecek bir davranış yaptım. İşte
26
“tanrının eli” denir ya, Maradona’nın attığı
bir gol vardır, meşhur, eliyle attığı. “Tanrı’nın
eliydi, benim elim değildi.” der. Orada da
galiba Tanrı’nın eli değiyor, o zamana kadar
şiirlerin kuvvetli değil, o cesareti sana kim
veriyor, o ilahi bir şey, o an bir risk alıyorsun
ve ben bunu yapacağım, diyorsun. İşte bence
genç kuşak da kendi alanlarında ne yapmak
istiyorlarsa, illaki bir şeyi terk etmek değil bir
şeye katılmak da cesaret isteyebilir, bunları
yapmalı. Ama kişiden kişiye de değişecektir
cesaret alanları ve cesaret yüzdeleri. Ona bir
şey diyemem. Ama cesur olmaları ve onlardan
beklenilmeyen atılımları yapmaları lazım.
Son olarak, yaptığımız seçimlerin hayatımıza
olan etkisi ile ilgili bir dize istesek söyleyebilir
misiniz?
Hımm, bir düşüneyim. Yıllar önce, tam
mısrayı hatırlamıyorum ama, herhalde
Hrant’ın öldürülmesi sonrasında, çok kötü
hissettiğimiz dönemlerdi, akan suların
veya kuşların pasaportsuz olması üzerine
düşünmüştüm. Yani bu da bir seçimdir.
Devletler, aileler, kurumlar, size sınırlar çizer.
Kısmen kendinizi orada iyi hissedersiniz,
çünkü size orada haklar verirler, bazı bedeller
karşılığında. Vergi ödersiniz, işte, ne bileyim,
geleneğine göreneğine uyarsınız, onlar da sizin
burada, buranın vatandaşı olmanızı sağlar.
Ama mesela kuşların, rüzgârın, suların böyle
bir şeyi yoktur. Her ülkeye pasaportsuz girip
çıkabilir bütün kuşlar, bütün nehirler. Bence
asıl seçim size seçenekler sunup da bunların
arasında seçim yapın diyen insanlar karşısında
kuş, nehir, rüzgâr olmak ve özgürleşmektir. E
şıkkı bile değil.
nokta nerede?
Zeynep Karababa
hani
çocukken
bi’ şey
olmak
ya
böyle
istersin
çok
güzel
ama
bir
bir
,
bi’ şey
olamamışsın
cümle
bakmışsın
bile
27
sen kokan yer
Emre Manavoğlu
ah, bir bilsem saçına değen rüzgâr
nereden geçer,
bir dakika durur muyum?
senin estiğin yerde iki ağaç bulurum,
bir hamak.
sonra uyku sen,
yağarsan sen; yağmur sen,
batarsa güneş; akşamüstü sen,
ve eğer seversen, ben buradayım.
bir sabah uzanırsan yanıma,
seninle uyanırım.
düşersem yattığım yerden,
sana tutunurum.
sen kokan yerden,
sana da günaydın.
28
şıp şıp
Emre Manavoğlu
su tastan içilmez,
sokaktaki çeşmeden içilir.
çeşmeden su içmeyi unuttuğu
vakit
kirleniyor insan.
üstü başı ıslanmadan
aklı başına gelmiyor.
saat yaptılar
Emre Manavoğlu
Gökyüzü denize tutundu düşmeden evvel; deniz kayalıklara ve kayalıklar sahil boyunca uzanan
çitlere. Ben kaldırımlara düştüm iki ayak üstüne ve ben zaten hep iki ayak üstüne düşerim. Hele
bir de akşamüstüyse ve bütün şehir deniz kokuyorsa daha güzel düşerim. Çitleri ve yerdeki ufak
taşları ite kaka yürürüm ve yürüdüm. Her adımım birkaç saniye yaptı. Merdiven gördüm bir
tane denize inen. İndim. İnene dek basamaklar birkaç dakika yaptı. Ayaklarımı denize oturttum,
kendimi kıyıya. Bir erkek oturdu yanıma bir de kadın. Konuştular, konuştular. Bir erkek, bir
kadın, düşen güneş, sahil ve çitler birlikte bir saat yaptılar. Erkeği ve kadını tanımam; güneşi,
sahili ve çitleri tanırım, daha çok saat yaparlar. Fakat hava soğudu ve uykum geldi.
29
...
Tulya Elif Bekişoğlu
Şarkılar bile sona eriyor Kadıköy’de
Sabah geliyor
Akşamın sokakları temizleniyor
-yanlış not, düşülmesingeceler pis değil, yalnızca daha farklı
ve güneş varken, istemiyor İstanbul farkları.
Şarkılar susuyor
Tabii bir yenisi de başlıyor
Benim şarkım sessizleşiyor
Susabilir
Ve şarkılar bile sona erer Kadıköy’de
-yalnız not, düşünülmesinBen gidebilirim
30
Ayrılık
Erce Erez
Alışmaya alıştım gün geçtikçe
Gecelere alışırken ışıktan korkar oldum
Güneşe sığınırken karanlıkta kayboldum
Kaçtım işte gün geçtikçe
Kaçtım işte
Çaresizce açtım ellerimi her gece
Gün geçti ve bitti böylece
Geceler ve hüzün kaldı bana
Şimdi bakıyorum da
Alışmayı seçmeseydim keşke
Keşke diyorum keşke
Kendimde olsaydım o gece
Gün bitmeden, ümit yok olmadan
Az önce
...
Erce Erez
Yola çıkmadan az önce
Demiş millete:
Sorması ayıp
Sizinkileri nasıl asıyorsunuz?
Paçadan mı yoksa belden mi?
Pisten, kirden arındırmak
Suyunu kurutmak istiyorum
Millet korkmuş
Başlamış koşmaya
Denize doğru
Islanmaya
31
Can Demircan
Baş Ucu Hikâyesi
Farklı renklerle ve farklı duygularla dolu suratların perdeden bana bakması,
güneş doğduğu andan itibaren sanki her sabah arkadaşlarım tarafından eşek şakasıyla
uyandırılıyormuşum gibi perdenin aralığından tam yüzüme güneş vurması, simitçi ve eskicinin
her sabah birbirleriyle yarışırmışçasına bağrışmaları ve hiçbir zaman adam gibi okumamama
rağmen üç dört ayda bir düzenli olarak değişen baş ucu kitabımın bende yarattığı mutsuzluk,
“böyle” olmamın nedenleri arasında en durgun ve en rahatsız edici kareyi yaratıyor olsa gerek.
Kullandıkları tüm sıfatları düşünsem daha da “böyle” oluyorum, yüzüm ekşiyor ve onlar gibi
çirkin genellemeler kullanmaya başlıyorum. Hepsinin tek kelimeye indirgenmesi iki taraf için de
daha iyi sanki.
Kitabımın yanında bana daha yakın duran, mor çizgileri hafif silinmiş, küçük şişman
bardağın dolu ya da boş olması beni onların hiç dalmak istemedikleri “öyle” veya “şöyle”
durumuna itiyor. Kötü olanla başlanmalı tabii ki. Bardak tamamen boş oluyor. Harcanmış
geceye denk sanırım. Tüm gece yapılabilecek şeyleri düşünüyorum, hayallerimdeki ince detayları
her seferinde kontrol ederek tekrar tekrar, yeniden kuruyorum; o, “birazdan” okuyacağım
kitabın heyecanını ve mutluluğunu yaşayıp kitabı bir okşamadığım kalıyor ve biraz doğrulup
saate bakıyorum, saat bire on var. “Bire on var” iyi olan senaryo; çok mutsuz bir hikâye olsun
istemedim. O zaman en azından akrep ve yelkovana defalarca bakıp “Belki yanlış okumuşumdur.”
heyecanını yaşayabiliyorum. Tabii pes ediyorum beşinci denemeden sonra. Bir anda yatağa
düşüp ağırlaşıyorum. Sırtım terlemeye, vücudumda ve saçlarımda karıncalar dolanmaya başlıyor.
Yorgan ısınmamışken bacağımın arasına sıkıştırıp onun serinliğiyle uyumaya çalışıyorum ama
saat bire on var olsa da biri beş geçiyor olsa da istisnasız bir şekilde o serinliği uykuya dalmak için
kullanamıyorum. Dönüyorum, dönüp durdukça doğrulup su içiyorum. Küçük yudumlarla içiyorum ki
hemen bitmesin. Hemen içince daha da uzun sürüyor uyuyakalmam çünkü. Ne zaman o bardaktaki su biter (eğer doğru şekilde içtiysem), o zaman kısa süre içinde uyuyabileceğimden emin
olduğum için, sanki uyku bir yaratıkmış gibi, ölü bir vücutla yüzüstü yatarak gelip beni almasını
bekliyorum. Alıyor ama çok mesafeli. Kendini bana tamamen açmıyor. Bazen de tam açacakken
beni simitçiyle eskiciye bırakıyor. Tabii ilk başlarda çok üzülüyordum ama şimdi belki de hakem
olmam için bırakıyordur beni diye düşünüyorum. Asıl kötülük o zaman başlıyor. Asıl o zaman
beni izleyip benimle eğlendiğini düşünüyorum bu uykunun. Kalkıyorum ve bakıyorum: Bardak
boş. O zaman otobanın ortasında selektör yemiş tavşana dönüyorum. Yığılma başlıyor. Zaman,
mesafe, sıcak, deri koltuklar, çirkin perdeler, gereksiz bardak altlıkları, kırılmış burunlar, düzgün
32
tırnaklar, pembe ojeler... Sonu gelmiyor. Korkarak ayağa kalkıyorum ve hızlıca hareket ediyorum,
belki beni yakalayamazlar.
O sürelerin bazılarında yumurta bulma umuduyla dolaba koşuyorum, bazılarında
telefonumu açıyorum, bazılarındaysa baş ucu kitabımı değiştiriyorum. Bazen bunlar galibiyet
gibi de geliyor ama kitabı okumaya başladıktan beş saniye sonra kelimeler karıncalara dönüşmeye
başlayınca derin bir nefes alıyorum. Pes ediyorum çünkü biliyorum o günün düzelmeyeceğini. O
günlerde beni kurtaran şey, akşam bardağın içinde biraz su kalmasını sağlayan, zor yakaladığım
küçük heyecanlar veya hiç çekinmeden bana tokat atabilen arkadaşlar oluyor. Figüranım aslında.
Ne hikâyeyi başlatan ne de bitirebilen benim. Yaşanan ağırlıklardan sonra bu hikâyelerde kendi
hafifliğimi görüyorum anlatırken.
Kolay, kötüyü anlatmak. Ana karaktere gerçeklerden kaçış sağlıyor. Adım adım ilerliyor
her şey; en duygusal kısımlar bile çok mekanik gibidir. Keşke iyisi de öyle olsa da bir formülle
yaratabilsem her şeyi. Tek değişkeni biliyorum sadece ve o ne kadar çeşitlenirse her şeyin o
kadar yükseldiğini. Küçük heyecanlar değişerek var olmak zorunda; yazı olarak, müzik olarak,
insan, oda, sokak olarak. Yoksa tüm gece yatıp aynaya bakmak kalıyor. Kendimi mi görmeye
çalışıyorum yoksa odanın içinde kayboluşumu izlemek mi hoşuma gidiyor, onu bile hiç
bilmiyorum. -İyilerde çok takılmam ama ona.- Sallana sallana geliyorum. Al, sakla bunları.
Fırlatıyorum yaşadıklarımı önüne ama heyecanımı hissetmesini istemiyorum. O da en utandığım
aile üyelerinden. Uyku yaratığına da gerek kalmıyor. Keşke sonrasında da hatırlasam ondan
nasıl kurtulduğumu ama her seferinde yeniden öğrenmem gerekiyor. Neyse, en azından ayna
tüm gece verdiklerimi analiz edip sonraki gün açıkça kelimelerle yerleştiriyor aklıma. Estetik
tanrım varmış. Çirkinlik, güzellik, doğru ve yanlışlarla daha da yüceltip yaşatıyormuş beni.
“Demek erkeklere böyle âşık olunuyormuş.” dedirten oymuş. İnsanların elinden tırnakları istediği
gibi koksun diye zorla sigara çekmeyi öğreten de, istediğim paragrafları beklemediğim kişilere
gönderten de... Doğru anlamış hepsini ama o da yazamıyor bunun formülünü. Bir de (hikâyeyi
yazdırmasının sebebi) tanrımın getirdiklerini heyecanla, mor çizgileri hafif silinmiş, küçük,
şişman bardağı ağzına kadar doldurup, yarısından biraz fazlasını içebilip gerisini yorgunca baş
ucuma bırakmamla mühürlüyormuşum.
Bakıyorum aynaya. Başarılı gerçekten ama ikimizin hatası da aynı. İkimiz de bir düzen
arama çabası içindeyiz. Sanırım aynı anda ikna edeceğiz birbirimizi bundan vazgeçmeye. Aynı
anda kabul edeceğiz, tek değişmeyenin mutlak tatminliğin imkânsızlığı olduğunu ve o bardağın
görevinin bunu hatırlatmak olduğunu.
33
Misafir Odası
A. Ferhat Karademir
Saatin sarkacı bir sağa bir sola bakıyor, kovboy filmi bakışmaları gibi, bir oturma
takımının vişneçürüğü üçlüsüne, bir oymalı aynadan yansıyan karşı duvardaki resme. Resim
demek yanlış olur aslında, tamamlanmamış bir goblen bu; hani her rengin ilmek ilmek işlendiği
türden, ama siyahları olmadan çerçevelenmiş. Hafif puslu camın üzerinden yansıyan ışık belli
etmese resimdeki az sayıda gölgenin eksikliğini kimse fark etmeyecek belki de. Çerçevenin rengi
oymalı aynanınkine yakın bir kahverengi: ne resme gitmiş ne de odanın geneline ayak uydurabilmiş bir tonda. Döşemecide yeniden verniklenmiş oturma takımının ahşap kısmı gururla parıldıyor, berjerlerin kol ve ayakları tatlı bir kontrast oluşturuyor bej kumaş kaplamalarıyla. Köşede
iç içe duran cam sehpaların ahşaplarında da aynı tonu var kahverenginin ortadaki geniş, engin
cam masada da. Oymalı ayna ve konsolun ağırbaşlı, yıllanmış rengine kıyasla daha koyu ve daha
canlıydı bu renk, uyum içindeydiler gençlik ve yaşlılık gibi.
Konsolun üzerine, cam masa ve sehpaların en dışta olanına serili dantellere de sıçramıştı
bu kahverengilik. Kar beyazı nakışlarına çalınan sarılık artık içlerine işlemişti. Masanın koyu
camı ve konsolun üstünün tonu da değişmişti sanki tozdan. İçeride hapsolmuş hava ağır ağır
çöküyordu. Konsolun üstündeki mavi oyalı porselen vazo, hatta cam süslerden herhangi biri açık
havaya çıkarılacak olsa içerinin havası karışmazdı, ters çevrilse belki yavaş yavaş akardı bal gibi.
Kalın perdeler ve el işlemeli tüller ne denli tutsa da ışığı, geçenler dantelleri sarartmış, ahşabı
karartmış, kilimlerin rengini kaçırmıştı; emilenler perde ve tülü soldurmuştu. Güneş batarken
arkasında bıraktığı sarı odayı artık holden gelen beyaz ışık aydınlatıyordu puslu camdan geçebildiği kadar. Tozlu kristal avizelerin akkor lambalarından hangisinin patlak hangisinin çalışır
durumda olduğundan avizeler bile haberdar değildi. Hemen bitişikteki salonda saat başı haberleri
başlıyordu. Sarkaçlı saat bir saat yirmi yedi dakika geç kalmıştı, saniyeleri de ağırlaşmıştı sanki
birazcık.
Odanın içinde bir karaltı dolaştı. Holün üç buzlu camdan ibaret modern avizesinde yanan
tek floresanına uçan karasinek, yılmadan aydınlığa gidiyordu. Anahtarı üstünde bırakılmış, iki
kez çevrilmiş anahtar deliğinin ışığı kesildi bir anlık. Karaltı bir belirip bir yok oluyordu. Sineğin
ne kadarcık gölgesi, puslu camı zar zor açıp içeriyi hareketlendiriyordu.
Oda o kadar cansızdı ki içinde ters dönmüş, bacakları karnında bir ölü sinek bile yoktu.
34
...
Tulya Elif Bekişoğlu
İstanbul’u seversin
Sonbahar yaprakları dökemeden
Ağaçları yersin
Ama sen İstanbul’u seversin
Bismillah.
35
...
Sevnur Kulak
Yalan söyledin bana
Hayır
Gitmem dedin
Gidemem
Vazgeçmem dedin
Vazgeçmedim
Unutamam dedin
Seni unutamam
Masum, çocukluk dedin
Büyüdüm… büyüdük
İlk dedin
Tek…
Gözlerim kapalı dedin
Kapalı yürüyemezdim.
Sadece sen dedin
Değiştik.
Çok basitti gitmek
Yalan arkada yalnızlık önde
yürümek gibi
Eylül gibi
Soğuk gibi...
Düz gitmek kolay ya, herkesin yaptığı gibi,
Peki ya geri geri yürümek?
Ya geriyi seçmek?
Düşer miyim?
Kalkabilir miyim?
Düz yürümeye yemin eder miyim?
Şimdi etmeli miyim…
36
Bir Şiir
Zeynep Özkan
Efsane şarkıları ilk defa dinleyecek gibi
Tanıdık sesler tanıdık tonlar
Bilmediğim sözler görmediğim dizeler
Mutlu fotoğraflara bakacak gibi
Hiç hatıram kalmayacak
Siz hatırlanacak ben unutulacak gibi
Biraz seninle biraz hüzünle yaşayacak
Gözümü en sevemediğimin yanında kapatacak gibi
Başkaları koşarken emekleyecek
Ben suya bakarken yüzecekmişsiniz gibi
Konuşurken susturulacak
Susarken unutulacak gibi
Yürek kırılacak
Can acıyacak
Film üzmeyecek gibi
Geceyi soğuk yapanın karanlık
Radyodakinin şarkı değil
Şiir olduğunu fark edecek gibi
Mutluluğa sebep arayacak
Bulup da kaybedecek
Noktayı virgül yapmaya mecali kalmayacak gibi
Nefes almak yerine iç çekecek
Saçlarını rüzgâra teslim edecek
Gözünü tepelere değil bulutlara dikecek gibi
Sessizliği bir sese hasret dinleyecek
Umudun tükenmez olduğunu anlayacak gibi
Biraz sen
Biraz ben gibi
37
Zihin
H. Sezin Esen
Mermer salonlara kurulmuş hayatlar, imkânlar, daha önce var edilmemiş olanlar
Bolluk daha da bollaşıyor, çoğalıyor durmadan
Tükenmek de nedir?
Ruhunu ele geçiren birkaç mücevher ve kozmetik, gece olduğunda göz kırpıyor
Birkaç da nedir, birçok hatta; sonunda hak eden hakkını aldığında.
Ama aslında çehreler gülerken göz bebekleri pişmanlıkla dolduğunda
Elden ne gelir?
Hak mıdır bu aslında?
Her gece başka davet, her gece başka eğlence; hep bir harcama
Yine de paran artıyor, cebin dolarken ruhun boşalıyor;
Varlık içinde yokluk aslında budur, razı mısın buna?
Tuvaletinin ipekli kumaşı tüm vücudunu sarıp urgan olduğunda
Sesini kim duyar?
Kim yardım için koşar yanına?
Tüm bu girdap içine çeker seni, sarılırsın belki antika berjer koltuklarına
Fakat koltuk da seninle aşağı sürüklendiğinde ve sen yenik düştüğünde
Tutunacak kim kaldı yanında?
Bu kıymetli koltuklar, narin ve lüks elbiseler için; hep istediğin, hak ettiğin
Özünü unutmak, kaybetmek; seni sevenleri ve hatta sevdiklerini silip atmak da
Hak mıdır?
Hiç bakıyor musun ardına, düşünmek için onları;
Veya soruyor musun hiç, bu tükenmeyen gelirin kaynağını?
Yoklukta olanların hakkı, şimdi yanında bekleyenlerin cebine girdiğinde
Ve ruhun büzüştüğünde yalnız ve çaresiz, iki yüzlü iblislerle
Hak dediklerin değiyor mu terk ettiklerine?
Eskileri anmak zor geliyor, nefesin daralıyor, boğazın düğümleniyor
Umutsuzca özlediğinde eskiyi ve içindeki boşluk büyüdükçe günden güne
Çare nedir?
38
Fotoğraflara baktığında, geçmişi hatırladığında ve gelecekle karşılaştırdığında
Gecekondunuzdaki sobanın üzerinde kaynayan bakır demlikten içtiğin çayı;
Neon ışıkların soğukluğuyla aydınlatılmış geniş odalarla ve
Salon salomanje dairelerde yediğin, ama adını telaffuz bile edemediğin tatlıyla
İster misin geriye dönmeyi?
İstesen bile, geri dönüş bir seçenek mi?
...
Melisa Oğuz
Koca odada bir karınca misali,
İzliyorum yatağın diğer yarısını.
Hatırlıyorum seninle beni
BİZİ
Bir hüzün sarıyor bedenimi,
Ürpertici bir soğuk,
Sensizlik,
Boş yastığın hayal kırıklığı.
Odada yankılanan sesim.
Masadaki fazladan tabak.
Başımı yasladığım sol omzun eksikliği.
Gözlerimden bir iki yaş süzülüyor yanaklarıma
Kızıyorum kendime
Ben ağlamazdım, sen ağlardın
Hata mı ettim?
Ettin diyor içim
Evet, sevdim
Seni seven BENİ sevdim
O kapıdan sen çıkarken kal dedim bana
Senin sevdiğin adama
Gözlerinde sonsuzluğu bulduğun adama kal dedim
Senin aşkını seçtim
Âşık olduğun adamı seçtim
Ben
kendimi seçtim
39
Zeynep Karababa
Mezardan Selamlar
güzel günler göreceğiz
çocuklar
diyenler
mezarda şimdi
en iyisi
beyaz güvercin
olup uçmak
kimse boynumuzu kırmadan
...
Zeynep Karababa
Neden savaşı ve kanı
En çok seven takım elbiseliler
Çelik kapıların arkasındaki
Kafeslerinde yaşarlar
40
41
ölürse ten ölür
canlar ölesi değil
Yunus Emre