bosphoruschronicle
Transkript
bosphoruschronicle
MARTI bosphoruschronicle The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2016 issue. Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2016 ekidir. Yayın Adı Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu Özel Amerikan Robert Lisesi Nilhan Çetinyamaç - T.C. Sorumlu Öğretmen Özgül Akgül Cinkara Eda Önen Editörler Nil Özervarlı Erce Erez Tasarım ve Sayfa Düzeni Tulya Elif Bekişoğlu Yazarlar Nil Özervarlı Melisa Oğuz Erce Erez Zeynep Özkan Zeynep Karababa Bilge Tayyar Emre Manavoğlu Ayşe Nazlı Teker İsmet Enhoş Berfu Ege Söbe Tulya Elif Bekişoğlu Aslı Erkan Ali Ekin Gürgen Beril Babatürk Ecem Öztürk İzem Doğan Emre Kabasakal Can Demircan Sevnur Kulak İlayda Orhan H. Sezin Esen Deniz Harezi Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy/İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Yayının Türü Yerel, Süreli Yayının Dili Türkçe Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (0212) 629 05 59-60 Basım Yılı Ocak 2016 İçindekiler 3 3 4 6 6 7 8 11 11 12 15 16 17 18 19 20 27 28 29 29 30 31 31 32 34 35 36 37 38 39 40 40 denize dökülen mısralar düz taraf Onların Son Nefesleri vurgun bozuk makineler ... Koş Koş Adam... … … Acizliğini Mendile Sümküren Adam Yemek Masası Peki Ya… karşılıklı isteksizlikler istememiştim … küçük İskender’le Bir Röportaj nokta nerede? sen kokan yer şıp şıp saat yaptılar ... Ayrılık … Baş Ucu Hikâyesi Misafir Odası … … Bir Şiir Zihin ... Mezardan Selamlar … Emre Manavoğlu Emre Manavoğlu Azem Bartu Yıldırım Nil Özervarlı Nil Özervarlı Nil Özervarlı İsmet Enhoş Tulya Elif Bekişoğlu Tulya Elif Bekişoğlu İlayda Orhan Deniz Harezi Ali Ekin Gürgen Ecem Öztürk Ecem Öztürk Emre Kabasakal Nil Ö./ Zeynep K./ Erce E. Zeynep Karababa Emre Manavoğlu Emre Manavoğlu Emre Manavoğlu Tulya Elif Bekişoğlu Erce Erez Erce Erez Can Demircan A.Ferhat Karademir Tulya Elif Bekişoğlu Sevnur Kulak Zeynep Özkan H. Sezin Esen Melisa Oğuz Zeynep Karababa Zeynep Karababa 1 Editörden... “Toparlanın, gitmiyoruz.” İsmet Özel Ufuktaki umuduyla, hazırlanmanın telaşıyla, engellerin endişesiyle ve biriktirdiğin anılarla yolculuklar damakta unutulmayan bir tat bırakır. Yaşanan sürecin verdiği heyecan ve varılacak noktaya ulaşmanın hazzı ile yeni tecrübeler elde edilir. Tıpkı böyle, hayatta da herkes kendi yolunu çizer ve elbette ki yollar kendi seçimleriyle gelir; çukurlarla tümsekler, hızlı olanlarla geride kalanlar ve rotanın devamını belirlemek için seçim yapmayı gerektiren ayrımlar vardır. Yapılan her seçim de kişiliğimizin inşasında bir tuğladır. Maalesef bazı yolculuklarda seçimler öbürleri kadar anlık ve önemsiz değil. Kimileri günlük hayatta en basit seçimler yaparken bir tarafta yaşam ve ölüm seçeneği arasında kalanlar olur. Bizler eve giderken acaba otobüsle mi gitmek yoksa metroyla mı gitmek daha hızlı olur diye düşünürken botla mı yoksa tekneyle mi büyük denizleri aşmanın kararsızlığını yaşayanlar var. Hangi caddeyi kullanmak daha kestirme olur, sorusundayken hangi semtte daha çok mendil satılabilir derdine düşenler var. Hangi köprüde daha az trafik vardır diye hesaplarken hangi yaylada mayın yoktur endişesine kapılanlar varsa eğer biz bu yolculukta arkamıza yaslanıp derin bir uyku çekmeyelim istedik. Martı olarak bir yolcu olmanın verdiği sorumluluğu üstlendik ve bu yolda bizimle olan herkesin sesine yer vermeye çalıştık. Bu sayımızda, hayatta yolumuzu belirlerken yaşadığımız ikilemlerden, üstesinden gel(eme)diğimiz engellerden, yapmamız gereken seçimlerden ve seçme şansı olmayanlardan esinlendik. Yolculukta yanınızdan eksik etmeyeceğiniz, okuması keyifli bir sayı olması dileğiyle… Nil Özervarlı 2 denize dökülen mısralar Emre Manavoğlu Ne zaman bir yerlerde bir şeyler ölse, şair ol. Keyfin kaçıksa ve tadın yoksa sevmediğin bir şairi oku bugün, belki barışırsınız. En barışamadınız, mısraları iki dudağının arasına alır, kendine yolluk yaparsın. O yollukla da daha önce gitmediğin denize nazır bir yerde yürüyüş yaparsın. Hiç olmadık bir anda salıverirsin mısraları denize, illa ki bir seveni bulunur. Balıkçının saatlerdir dolmayan kovasına dolar şiir, balıkçı evine ekmek götürür. Havaya ilişir, rüzgâr olur, yüzüne vurur, mutlu olursun. Çünkü tahassürdür bu. İnsanın insan olmaya duyduğu tahassür. Hüviyetin düşüverir ceketinin cebinden ve sen artık yalnızca sensindir. İnsansındır. Sahil boyu mısralar denize dökülürken ve insanlar bu denli insanken neden bir yerlerde bir şeyler ölsündür? Hatta al bak, bunlar da benim mısralarımdır. Yolluk yaparsın. Karşılaşırsak bir gün, iki insan oturur bir kahvehaneye, beraber dostluk bile yaparız. düz taraf Emre Manavoğlu yatağımın ters tarafından kalkamam, sol tarafı duvar. mavi kokan yerlerde, yeşil olan yerlerde bile tersinden kalkan onlarca insan var. yarının daha güzel olsun istersen sana bir duvar vereyim, koy sol tarafına. bende üç tane fazladan var. 3 Azem Bartu Yıldırım Onların Son Nefesleri Herkes konuşmadan, çabuk çabuk ilerliyordu. Küçük beyaz ayakkabıların metal zemin üzerindeki yumuşak adımları dışında çıt çıkmıyordu. Sağımda ve solumda suratları ifadesiz, ama gözleri merak ve huşu ile parlayan kişiler anormal bir zarafetle birbirlerine hiç dokunmadan, uçarcasına hareket ediyorlardı. Adım sesleri yavaşça boşluğa karıştı ve kısa bir süre sonra mutlak sessizlik sağlanmıştı. Sanki herkes birbirlerine son bir kez fısıldamak, heyecanlarını ve belki de tedirginliklerini dillendirmek istiyordu ama kimse buna tenezzül etmedi. Ne için toplandıklarını biliyorlardı beyaz tunikliler. Ve ben de ne için orada olduğumu biliyordum. Herkes her şeyi biliyordu. Sayısız çift göz, karşılarında duran dev çerçeveye demirlenmişti. Sessizlik, çerçevenin kaba çelikten siyah kapaklarının yavaşça kenarlara çekilmesiyle bozuldu. İki ağır kapak, arkalarında sakladıkları akıl almaz dehşet karşısında çığlık atarmışçasına kımıldadı. Kimse bu tırmalayıcı, dayanılmaz sese kulak vermedi. Saniyeler sonra bu çığlık da kayboldu ve yerini ani soluklanmalara bıraktı. Herkes ne olacağını biliyor ama yine de şaşırıyordu. Ben şaşırmadım. Nefes de almadım. Benim için bu sahne karşısında nefes almak olanaksızdı. Bu, nefesin sonuydu. Dev avlunun beyaz duvarları, içeri vuran kızıl-sarı ışıkla boyandı. Düz duvarların üzerinde yabancı renkler dans ediyor, birbirlerine karışıyorlardı. Birden çarpan uzaylı ışık gözlerimi kamaştırdı. Elimle gözümün üzerini kapadım ve etrafıma baktım. Solgun suratların bazıları korkuyla gölgelenmiş, bazılarıysa gördükleri görkemli heybet karşısında renkle ışıldıyordu. İşte hepimizin hasret çektiği o zaman gelmişti. Son gün batımı, son akşam alaca karanlığı. Sonsuz güneşin sonu. Çok eskiden, bir zamanlar mavi okyanusların üzerinden batan turuncu güneş şimdi boşlukta sapsarı parlıyor, bir daha doğmamak üzere yerkürenin üzerinden yavaşça batıyordu. Yerküre, dünya; bir zamanlar uzaya gidenlerin sonsuzlukta mavi-yeşil bir cennet olarak gördükleri asil dünya. Şimdi sanki güneşten de kırmızı, kendi alevlerinde yanan bir ateş topu gibi soğuk boşlukta pişiyordu. Güneşten fırlayan altından, keskin mızrakların dünyaya çarpıp ondan küçük parçalar kopardıktan sonra camekândan içeri saplanmasını izledik. Zaman ilerledi, mızraklar azaldı ve en sonunda dev güneş, yaralı, ateş kanayan dünyanın arkasından battı. Hepimiz duvardaki dev saate baktık: 23.59. Zaman son bir defa daha yavaş ama daha fazla ilerledi ve zamanın sonu geldi. Son milenyumun, son yılı, onun son ayının son haftasındaki son günü bitmişti. Dakikalar parçalanmış, saniyeler ve saliseler uzay boşluğuna karışmıştı. Önce ve sonra erimiş, akrep ve yelkovanın soyu tükenmişti. Duvardaki saatin ışığı bir daha yanmamak üzere söndü. Dünya’yı, Ay’ı ve ölümü fethettiğimiz gibi şimdi zamanı da fethetmiştik. Çığlıklarla son geçmişe açılan kapaklar sessiz bir fısıltıyla kapandı ve geleceği dışarıda bırakarak mühürlendi. Yine sessizlik. 4 Yine sessizlik ama ben o çığlıkları hâlâ duyabiliyordum. Demir kapakların açılırkenki çığlıklarını değil ama onların arkasındaki cehennemde kavrulan o son günahkârların acı dolu çığlıklarını... Sonsuzluğa kucak açmaya korkmuş, evlerinin döküntülerini, arka bahçelerinde, üzerlerine salıncaklar kurdukları çam ağaçlarının yanmış, içi boş kovuklarını geride bırakmaya dayanamamış olanlar... Perişan yuvalarından ayrılamayıp oldukları yerde yanmayı göze almış hainler... Hayata, zamana ve efendilere sadık aşağılık yaratıklar... Renksiz fotoğraflarda kaybolup Eski Dünya’nın o hüzünlü nostaljisini afyon gibi içlerine çeken ve zehir ağlayan o mahluklar... Bırakalım güneş, o engin saydıkları kan okyanusuna düşsün, bırakalım Eski Dünya ateşler içinde patlasın, kırılsın ve boşluktan aşağı düşsün. Bilmeyen insanlar son gecelerini de uyuyarak geçirsinler ve ebedî karanlığa tırmanabilecekken onun içine gömülsünler. Son çığlıkları da kesildikten sonra insanlar, son nefeslerini de o, şeytanın gözleri kör edici gölgesi altında versinler. Kırık, Eski Dünya sona ersin. İşte insanın sonu. İşte bizi büyülü kürelerinin içine hapseden tanrıların sonu; onların temsil ettiği her şeyi fethettik. Kaderimizi kamçılayarak kölemiz yaptık ve zamanı zafere olan yolculuğumuz için kurban ettik. İşte biz, dört ayaklı hayvandan doğrulup iki ayaklı insana ulaşmış, sonra da kollarımızı güneşe uzatıp ona tutunmuş, kendi dünyamıza çekmiş ve kendimizi sonsuzluğa salmış olan biz... Hayvanı, insanı, hayatı ve tanrıyı geride bırakmış, ebediyete ulaşmış biz, şimdi yolculuğumuza çıkıyoruz. Geçmişimizi kazıdık ve geleceğimizi büküp şimdiye çektik. Şimdi gidiyoruz ve artık her an şu an olacak. Ve biz şu an var olacağız. 5 vurgun Nil Özervarlı umutlar biriktirilen çocukluk plazalara sıkışmış hayaller görkemli ışıkların yanılsaması uçurtma süzüldü gözyaşlarıyla tanık oldu patlamaya gözleri önünde tutuştu evleri vuruldu annesi yanı başında ve bekledi kardeşinin cesedini ki beklemek de en tedirgin edeni usul usul battı gün tüm ölülere mezarlık çığlıklara müebbet hapis geceye davetiye çıktı Nil Özervarlı bozuk makineler güçlü adamlar değiliz. çok şükür ki, güce tapanlardan değiliz. hayatta karar veren mekanizma olsak iki aç-kapa sonra bozuluruz. zeytinyağına düşsek dibe batarız. sözümüzü duvarlara yazsak deprem olur, duvarlar yıkılır. okulu sevmeye başlasak dünya üzerindeki tüm öğretmenler ömürlük izne çıkar. yol ayrımına gelsek iki uç da çıkmaz sokak olur. hayır hayır, biz şanssız değiliz; sadece şansın bize verilecek bir lütuf olmasına karşıyız. söz hakkının verilmeyip alınacağını biliriz. seçenekler sunmanın yalnızca bir dayatmaya vardığını görürüz. en saf halimizle özgür irade sergilemenin, güçlü adamların oyunundaki ‘level atlama’ olduğunu biliriz. biz o güçlü adamlardan değiliz. çok şükür ki, güce tapanlardan değiliz. 6 ... Nil Özervarlı gülen gözlüler gözü dönenler savaş mıydı bu? mağlup baştan belli. yarısı kaçık, yarası açık. elleri kolları uzun sarmaşık diyarı çözülmedi denklemler büyümedik mi biz? bitmeyen bir saklambaç oyunu. çoğumuz kayıp, çağımız yitik. ... Nil Özervarlı kırıldı ince dal, çürüdü meyveler, soldu açan çiçek, sarardı yapraklar. hayır, sonbahar gelmedi. kargalar çıktı, ağacın tepesine. tüm öten kuşları vurdular. 7 İsmet Enhoş Koş Koş Adam ve Birtakım Ağaçların İçeriği Hakkında Bir Çeşit Hikâye Evvel zaman içinde ben zamandan bağımsız hareket ederdim. Orman zaman zaman her şey olurdu, ben ona tapardım. Siyah ağaçlar üstünde görülmemiş istekler, sabaha kadar insana benzeyen sesler tarafından bir o yana bir bu yana savruluyordu ve kuzeyi gösteriyordu. Ben gözlerimi açtığımda kendimi böyle buluyordum. Bir an gözlerim anlayacak bir şey aradı ama her şey yabancı geldi. Ben yabancılardan çok korkarım ama gelene de git diyemem. Ayaklarım da yürüyemez sürekli sağa çeker. Sonra koşmak geldi içimden. Toprağın üstünden koşmak güzel olurdu şimdi. Koştum, güzel oldu. Çok koştum. Ormandan çıktım, sokaklara, şehirlere ve zihnimle ulaşabileceğim yerlerin ucuna kadar gittim. Bir tarafta sesler uğulduyordu. Sesler beni sağır ediyordu. Sesler anlamadığım, bilmediğim ve yakınından bile geçemediğim şeylerin yaşanmış olmasını sağlıyordu. Ağaçlar hâlâ bitmiyordu ve çocukların gömlekleri donlarına ilikliydi. Ben koşmaya devam ettikçe beyaz donlar, ütülü gömlekler göndere çekilen bayraklarım oluveriyor, kendi içimde birilerine karşı kazandığımı hissediyorum ve korkuyorum. Bir zafer varsa düşmanlarım vardır. Düşmanlarım varsa benim korkmak için geçerli sebeplerim olabilir. Belki de bu yüzden koşmak zorunda kaldım. Belki bu ağaçların ve her şeyin, her şekilde, her yerde söyledikleri şeyler de benim düşmanımdır da ben onlara iyi davranıyorumdur. Ben koşarsam zamana ne olur? Bir ses duydum. Selamünaleyküm abi, senin düşmanın yok, dedi bir sümüklü böcek. Eyvallah. Beni uzun uzun gördü ve antenlerini birbirine değdirip garip sesler çıkardı. Ben ona bakmaya devam ettim. Güvenli olmadığını bilseydim o anlatırken ben beynimin içinde koşmaya devam ederdim ve bu beni güçlü kılardı. Güçlüsün abi sen zaten, dedi. Ben seni çok takdir ediyorum. Bu ormanlar, caddeler, su kuyuları, insanlar falan da o kadar kötü değillerdir. Hatta bazen güzel oldukları bile olur. Bazen can yakmazlar ve güzel sesler eşliğinde kabuğumuzla beynimizin yerini değiştirirler. Bir çırpıda hallederler. İstemeseydin koşmazdın, ama sen etrafına bakmadın, koştun. Çok güzel koşuyorsun bu arada abi, ayakkabın da yeniymiş ama altında sümüklü böcek ölüleri var. Ayağın değmişken beni de ezer misin? Hani filmlerde falan diyorlar ya, ben bu korkuyla yaşayamam diye onun gibi bir şey benimki de. Hem insan demokrasilerinde herkes nasıl ezileceğini kendi seçmez mi? Bu arada ceketinde bir delik var abi. Nasıl da kandırdım o adamı! Bir çatırdama duyuldu ve ayakkabının altında kendime güzel bir yer buldum. Hava serinledi, çok hızlıyız. Yaşasın, ne kadar da büyük adımlar atıyoruz neresi olduğunu bilmediğimiz yere. Ufak tefek su birikintilerinde biz, kabukları kırılmış sümüklü böcek yığınları, havuz partileri veriyoruz. Bu yığının içindeki diğer sümüklü böcekler dahil hiç kimse bizim hâlâ bir şeyler hissedebildiğimizi, istesek buradan kurtulabileceğimizi ve dünyayı 8 yönetebileceğimizi bilmiyor. Fukara sümükleri! Bense sadece insanların ne kadar geri zekâlı olduklarını düşünüp bir ayakkabının altında dünyanın farklı yüzeylerini tecrübe ediyorum. O adamı da bunun için kullandım. Zaten belli bir yaşı geçtikten sonra her çocuğun ayağına belli bir sümüklü böcek yapışır ve ömrünün sonuna kadar onu rahat bırakmaz. Sıradan bir hayatım vardı. İstediğim her şeyi elde edebilirdim. Sonra durdu. Durduk. Koşmak artık eski tadını vermemeye başladı. Sürekli bir şeyler söyleniyor ve benim haberim olmuyor gibi hissediyorum. Ayaklarım karıncalanmaya başladı. Daha önce hiç yorulmamıştım. Beni koşmak yormaz, olsa olsa gördüğüm şeyler yorar. O da hemen geçer. Ama bu sefer öyle değil işte. Yavaşlıyorum ve ben yavaşladıkça her şey daha da belirginleşip canımı yakıyor. Birisi bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kız galiba. Uzun saçlı ve gülüyor. Kıza baktım ama ilk önce gülüşüyle tanıştık. Nasılsın, dedi. Bilmiyorum, biraz anlatsana dedim. O anlamazlıktan geldi. İnsanın başına ne gelirse anlamazlıktan gelir zaten. Hava çok soğuk oldu, bir yere gidip oturalım mı, dedi. İşte ben oturmayı o zaman öğrendim ve anlayamadığım şeyler olmaya başladı. Daha çok gülüşüyle muhatap olup onun varlığını unuttum. Sonra o birden gülüşünü kıskanıp onu ortadan kaldırdı. Ben de oturdum. İyi mi ettim, bilmiyorum. Senin ceketin paramparça olmuş, giyme artık bunu, yenisini alalım, onunla oturursun, dedi. Hayır, dedim, olmaz, benim olayım bu. Ceketler parçalanır ama yenisini almak onu parçalayan zamana isyan etmektir. Ben bir kere isyan edeyim dedim, bir sümüklü böcek bana toplumsal mesaj vermeye kalktı. Ben değişirsem düşmanlarım beni daha rahat tanırlar. O, gülüşünü geri getirmeye çalıştı ama yüzü garip bir hal aldı. Sen bu ceketi çok seviyorsun herhalde. Tercih yap. Ben gidiyorum o zaman. Gideyim mi? Olur mu? Senin gülüşün olursa her şey çok güzel olur ve ben o zaman her şeyden özgür olurum. O zaman benim ayaklarım üşür, kafam önüme düşer ve senin suratına bakmak benim amacım olur. Kafamı keserler. Aklım, hayatım boyunca senin gittiğin yerlere gider. O zaman aklım, yaşanmamış anlar olur. O anlar, zaman olur ve ben de onlara ait olurum, diye düşündüm. Sadece olur, diyebildim. O beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Gitti. Sonunda geldi. Benim beklediğimi bildiği için geldi. Ter içindeydi ve çok güzeldi. Üstünde değişik bir koku vardı ve beni bir şekilde kendine çekti. Ne kadar garip bir ruh hali içerisindeyim. Güzel şeyler hissederken bile onları kaybedeceğim düşüncesi beni yerle bir ediyor ve ben sadece gülebiliyorum. Her akşam yatmadan önce bir şeyleri açıklığa kavuşturamadan uyuyorum. Rüyalarımda daha az karmaşık dünyalar görüyorum ve mutlu oluyorum. Hayatım boyunca masal okumak istiyorum. Kimsesiz gecelerden, kuş seslerinden, sessizliklerinden ve bana ne yapacağımı söyleyemeyen her şeyden korkuyorum. Korkularımı gülerek atlatıyorum ve bu, beni olmadığım biri yapıyor. Kendimden iğreniyorum. Allah kahretsin, yine güldüm! Bana bakıyor. Benim ne yapmam lazım? Ciddi ol. Sürekli gülen kızları ne doktorlar ister ne de mühendisler. Sen mükemmel bir adama benziyorsun. Bir de yeni ceket alırsak sen beni korursun. Anlarsın. Seversin. Ben sana yalnız bir soru soracağım. Ne soracağım bilmiyorum ama senin cevabın KAL 9 olsun olur mu? Sonra ezdiğim sümüklü böcek aklıma geldi. İçim ezildi. Simit yemeye gittim. Simitçi ölmek üzereydi ve ağlıyordu. Ben de ağladım, açım, dedim. Simitler neli? Susamlı var, susamsız var, dedi, sarıldı. Sade yok mu, dedim. Anladı. Yok, dedi. Allah belasını versin, yok. SADE YOK! SADE YOK! Sonra durdu. Yüzüme baktı. Sanki eski bir dostunu gördü. Yaşlı amca gülebiliyormuş. Senin bir ceketin var, dedi. Ona sahip çık. Senin gidebileceğin bir yer var mı, dedi. Burası dedim. Sonra bir çocuk geldi. Üstünde ceketi vardı. Sade yok, dedim ve koştum. İlk defa koşmayı bıraktığım ormana gittim. Sonra da öldüm zaten. Ne mutlu bana! Yeryüzünün ağaçları meşhurdur. Bakmayı bilirsen toprak yer gösterir. Sen oturursun, anlamazsın ama izlemekten başka çaren de olmaz. O zaman işte, çaresizlik zaman kavramını yok eder ve sen, birden farklı zamanda, birden farklı yerde, birden farklı olursun. En sonunda ısırgan otları, romantik çiçekler, pıtraklar, çınarlar, elma ağaçları, kızılçamlar, kötü ağaçları, soy ağaçları, darağaçları hepsi bir olur. Bu tabutun tahtası sedir! Hepsi sedir. Her gün sedirden çıkıp dünyama bakıyorum, bazen birilerine bakıyorum, bazen birileri oluyorum. Ceketim yok. Akşamüstleri şehrin, geceleri ormanın oluyorum. İstediğimi oluyorum ve hiç kimseye hesap vermeme bile gerek kalmıyor. Her gün istediğim gibi oluyorum. Canım yanıyor. Hep üşüyorum. Merhaba abi, sen öldün ya, ben gidiyorum artık ihtiyacım kalmadı. Benimki biraz mesaj kaygısı. Hadi görüşürüz. Allah belanı versin! 10 ... Tulya Elif Bekişoğlu Karalara bağladım Karalara büründüm Çarptım Karaya vurdum Güneş olur da doğmaz diye Ay varken kapatamadım gözlerimi Yine karaya çarptım Uyanmalı mı bu uykudan bilmiyorum Yükseliyor su Ve ben göremiyorum Denizlerden kaçtım ... Tulya Elif Bekişoğlu Doyurabilir misin İstanbul? Yetebilir mi sokakların Sevgi kusabilir mi Vanaların Yoksa çoktan dondular mı bi’ aralıkta Aç ve susuz Sevebilir misin duvarları Yoksa yıktılar mı Sahipsiz bombaların Peki doyar mı sessizler Gözleri sonbahar Üstelik İstanbul’da Kırışmış İstanbul da 11 Acizliğini Mendile Sümküren Adam İlayda Orhan Müthiş bir fırtına. Ağaçlar, kudretli ve zalim rüzgâra karşı olabildiğince sıkı tutunuyor köklerine; tıpkı anaokulunun ilk günü annesinden kopmamak için çığlık çığlığa çırpınan, ortalığı ayağa kaldıran bir çocuk gibi. Bir saat öncesine kadar Londra sokaklarını süsleyen, ters dönmüş, kopmuş, yırtılmış rengârenk şemsiyeler, şimdi yerini çamur renkli sulara, dökülmüş sapsarı yapraklara bırakmış. Normal bir günde ışık ve hayat saçan pencerelerin panjurları kapanmış; Londra, terk edilmiş görünüyor. Hyde Park’ın banklarından birinde bir adam gölgesi... Londra’ nın insanlara ev sahipliği yaptığının tek kanıtı... Parkın en eski ağaçlarından birinin altında oturuyor bu elli yaşlarındaki beyefendi. Oldukça kambur; duruşundan, hayatın onu çok yorduğu belli. Bej, en az kendisi kadar yıl devirmiş, bu süreç içerisinde haliyle yıpranmış bir takım elbise giyiyor. Takımın ön cebinde, gözleriyle müthiş bir uyum yakalamış deniz mavisi gömleğine katiyen uymayan bir mendil taşıyor: beyaz, kenarları pembe nakışlı, kare bir mendil. Uzun bir süredir hareketsizce önündeki gölü izleyen adam, mendilin varlığını yeni fark etmişçesine cebine yelteniyor. Yağmura karışan gözyaşlarını siliyor. Mendil, leke içinde; kahve lekesi, kan lekesi, göze görünmeyen bir sürü gözyaşı... Bir sürü insanın bir sürü gözyaşı... Adamın mendille tanışması kırk yıl öncesine gidiyor. Annesi, gün boyu bir odaya kapanır dikiş dikerdi. Adam, dikiş makinesinin mekanik sesini annesininki bellemiş; hayatı boyunca o sesi yalnız olmadığının tek kanıtı olarak görmüştü. Bir gün annesi, titreyen dizlerinin üzerinde, onun odasının kapısında belirmiş, nasırlı elleriyle ona bu mendili sunmuştu. Mendili başta çok kıskanmıştı adam; annesinin ellerine değmiş, annesinin kokusunu içine çekebilmiş, annesiyle, onun girmesinin katiyen yasak olduğu odada zaman geçirmişti. İkisi de aynı kadın tarafından dünyaya getirilmemişler miydi? Ne farkı vardı bu mendilden? Sonraları anladı aralarındaki farkı: Mendil, adamın hiçbir zaman sahip olamadığı –ve olamayacağı- bir samimiyete sahipti. İnsanlar; mutluluklarını, acılarını, üzüntülerini, şaşkınlıklarını mendille paylaşmaktan çekinmiyorlardı. O ise insanlar için şu an Londra şehrine hakim olan fırtına gibiydi. Korkulan, kaçınılan, kapıların ve panjurların yüzüne kapandığı bir varlık... Peki, annesinin ona bu mendili hediye etmesinin sebebi neydi? Bu mendile benzemesi gerektiğini göstermek mi? Gözlerini açmak mı? Yoksa acizliğini bu mendil sayesinde kapatmak mı? Annesinin vermek istediği mesaj ne olursa olsun, adam bir şeyden emindi: Hayatı boyunca bir mendil kadar olamayacaktı, ne yapsındı? *** 12 “Sen bir hiçsin.” Karşılık yok. “Amelia’nın masasında yemek yiyebileceğini mi düşündün gerçekten?” Karşılık yok. “Baksana, kız utancından ağlayarak tuvalete koştu.” Karşılık yok. “Bir şey demeyecek misin?” Karşılık yok. Çocuğun yaptığı tek şey, yumruk şekline getirdiği elinin içindeki mendili sıkmak. “Korkak!” Karşılık yok. Çevrelerinde daire oluşturmuş çocuklar gülüşüyor. “Ezik.” “Kendi hakkını savunmaya bile yeltenmiyor.” “Silik.” “Anne kuzusu.” Bıkmıştı artık susmaktan, yalnızlıktan, acizlikten, fırtına olmaktan... Gerçi, iletişim kurma şansı olan tek insan kendisiyken konuşması nasıl beklenebilirdi ki? Büyürken kelimelere hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştı. Birden, içinde yaşadığından habersiz olduğu bir güçle, kendisiyle yıllardır dalga geçen Joseph’e yöneldi. Uzun zamandır sıktığı yumruğunu havaya savurdu, havayı yumrukladı. Dengesini kaybedip asfaltı kucakladı. Çocuklar bu sefer kahkahalar atmaya başladı. Joseph kalakaldı. Böyle bir tepki beklemiyordu. Çocukların kahkahaları onu kendine getirdi, yerdeki çocuğa yöneldi ama araya giren ufak tefek bir çocuk ona engel oldu. Joseph için fark eden bir şey yoktu, yerdeki çocuk yerine araya giren çocuğun yüzünün ortasına isabetli bir yumruk attı. Sonra yerdekine döndü: “Anne kuzusu.” Zil çalmış, bütün çocuklar koşarak sınıflarına gitmişti; iki çocuk hariç. Ayağa kalktı ve üstünü silkeledi. Bir şey söylemeliydi... “Özür dilerim!” “Teşekkür ederim!” “İyi misin?” Hiçbir şey söylemedi. Yaptığı tek şey, hakkını savunan ufak tefek çocuğa burnundan damlayan kanı silmesi için pembe nakışlı beyaz mendilini uzatmak oldu. “Teşekkür ederim!” Mendili geri aldığı gibi belli belirsiz bir tebessümle eve yöneldi. Annesini yine hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir mendil kadar olamıyordu işte, ne yapsındı? *** Geç saatlerde bir pazartesi, Jessie’s Place. Normalde saat 20.00’de para sayımı yapar, bahşişlerin kaydını tutar, ortalığı silip süpürür ve barı kapatırdı ancak bu gece, gitmek bilmeyen bir müşteri, yalnızlığını bozuyordu. 30’lu yaşlarda kızıl saçlı bu kadın, belki de açılış saatinden beri bardaydı, mümkün olduğu kadar da kalmayı düşünüyordu anlaşılan. 13 “Bir tane daha, lütfen.” Gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti. Barda olduğu süre boyunca birçok ziyaretçisi oldu: “Nedir bu üzüntü?” “Senin kadar hoş bir kadın asla ağlatılmamalı.” “Hadi, anlat bana derdini.” Karşılık yok. Sanki onları görmüyordu. Sadece önündeki içkiye odaklanmıştı. “Bana hiçbir şey sormadın?!” Adam şaşkınlık içerisinde kadına baktı. Sesi kadife gibiydi, neden bu sesi çevresindekilerle paylaşmıyordu? Karşılık vermeden içkiyi uzattı. Kadın gülümsedi. Sonra birden ağlamaya başladı. Kadının hıçkıra hıçkıra ağlayışı adamı tarif edilmez bir üzüntüye itiyordu. Ağzını açtı, bir şey çıkmadı. Yapabileceği tek şeyi yaptı, cebinden pembe nakışlı beyaz –artık daha az beyaz, kan lekesi vardı- mendilini çıkarıp kadına uzattı. Kadın gözyaşlarını sildi, teşekkür edip bardan ayrıldı. Yapmıştı yine yapacağını. Bir mendil kadar olamamıştı. Mendili o kadar etkiliydi ki kelimelere ihtiyacı kalmamıştı. Sanki o, mendili değil de mendil onu kullanıyormuş gibi hissediyordu. Yalnızlığını çok sevdiğinden, mendilinin onun hayatını, onun yerine yaşamasına izin vermişti. Bir mendil olmak o kadar da kolay değildi. O da bir mendil kadar olamıyordu işte, ne yapsındı? 14 Yemek Masası Deniz Harezi Domatesler soyuldu, beyaz peynir masada. Salatalıkları da götüreyim masaya. Kızlar, giyinince masaya gelin. Arif bal getirmişti Rize’den acaba kaymakla yer mi? Kilosuna dikkat etmek istiyordu aslında ama yer bence masaya koysam. Bir şey olmaz kahvaltıdan. Bir şey unutmuş gibi hissediyorum, tekrar düşüneyim, masada ne eksik. Domates yemek masasında, salatalık yemek masasında, zeytinler yemek masasında, beyaz peynir yemek masasında, portakal suyu yemek masasında, yumurtalar pişiyor, ekmek… Aaa, ekmek kızartmayı unuttum, nasıl unuturum! Gazete ve ekmeği içeri almayı unutmuşum. Neyse kızartmasam da olur herhalde, Rukiye ve Mükerrem bal kaymakla yumuşak ekmek seviyor. Arif kızarmış mı isterdi? Kızlar da yerse... Yemek masasına bal kaymak koyayım. Ne derler, bal zihin açar. Hem Arif ’in de hoşuna gider. Ariiif! Kııızlar! Hadi kahvaltı hazır, herkes yemek masasına. Ah, gazeteyi de masaya koymadım, Arif okumak ister şimdi. Mükerrem kalk oradan, yemek masasının başına hep baban oturur, biliyorsun. Bunun tartışmasını yapmak istemiyorum, yemek masasının bazı kuralları var, biliyorsun. Rukiye, masaya peçete koymayı unutmuşum, ben yumurtaları getirirken sen de peçete alır mısın mutfaktan? Peçetelikle al kızım, öyle durur mu, bu ne, çingene masası mı? Al peçeteliği domateslerin oraya koy. Çay isteyen var mı? Ariiif, hadi gel masaya artık! Portakal suyu içecek misin? Ne kilosu ya, meyve sağlıklıdır. Şeker mi, şeker koymadım, taze sıktım. Meyve şekeri mi? Ay, yeni yeni şeyler çıkıyor hep. Kızlar hızlanın biraz, geç kalacaksınız okula. Rukiye, kaç kere söyledim yemek masasında sabah ödev yapma, yapacaksan ödevini akşam yapman lazım. Arif, sen mi bırakacaksın kızları bugün? Yumurta yememiş mi kimse, boşuna pişirdim. Hadi çıkın o zaman. Ben de yemek masasını toplayayım. Bir bardak da portakal suyu içeyim artık. Domatesleri de öğlen kendime salata yaparım. Fazla mı koydum acaba sabah? Neyse, yemek masasında bolluk iyidir. 15 Peki Ya... Ali Ekin Gürgen Sonunda gerçekten buraya mı geldim? Başımda bir namlusu kesilmiş pompalı, Elimde bir kör bıçak, gözlerim bağlı. Gerçekten tetiği çekerken ölmemek için Dua etmemi mi bekliyosunuz? Peki ya ben bu seçimi namluya bırakmazsam? Peki ya ben acı dolu birkaç yıl daha yaşamaktansa Kör bıçağıma teslim olursam? Peki ya benim bağlı gözlerim daha fazla ağlamak yerine Biraz uykuya ihtiyaç duyuyorsa? İşte o zaman, göz açıp kapayıncaya kadar, Dünüm, bugünün, yarınım kaybolur, Bedenim sahneden ayrılır, Kulisteki eskilerin arasına karışır. 16 karşılıklı isteksizlikler ben de normalde çokça düşünürüm uyutmam da kendimi sen geldiğinden beridir mışıl mışıl bir uyuyorum sorma. 17 Ecem Öztürk istememiştim Ecem Öztürk içimde bulmalıymışım evimi ne kadar aradıysam bulamadım mutluluğu yaratmalıymışım meğer onu da bir türlü yapamadım gözlerimi bağladılar karanlıkta aradıysam da gözlerini yine de göremedim ağzımı bantladılar bağırdım bağırdım gördüklerimi söyleyemedim benim de istediğim maviyi gördüğüm bir balkondu bana düşense sadece mahalle arasına bakan delik ayak izlerim silinmiş bulamıyorum da eskiyi tozlu raflarda sakladığım o özgürlük algısı ellerimi açsam oysa şimdi soğuk demir parmaklıklar her defasında da kafamı vura vura tıkmışlar ondandır denedim denedim ama bir düşüncem vardı söyleyeceğim hatırlayamadım çaresizim 18 ... Emre Kabasakal Zor mu ki? Yok yok, Kolay bence. Gitmek de kolay. Gelmek de. Bak bu küçük şeyler kolay. Kolaylar birleşir ama, Zor olurlar. ... Yaşamak zor. Bak o zor işte. Nefes alırken kolay. Ama bazen… O nefesten sonraki zor, Nefessiz bırakan bir nefes alırsan eğer. 19 “Şairler yarı peygamberdir.” Erce Erez Zeynep Karababa Nil Özervarlı Lise hayatınızdan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazanıyorsunuz, beş yıl okuyup son sene bırakıyorsunuz; daha sonra da İstanbul Üniversitesinde Sosyoloji Bölümüne başlıyor, orada da üç yıl okuyup bırakıyorsunuz. Peki bu denli radikal kararlara ne/neler sebep oldu? Aileniz ve çevreniz bu süreçte nasıl bir tepki verdi? Lise yıllarına sınava hazırlanma aşamalarında, ben edebiyata ilgili birisiydim. Şair değildim, yazdıklarım çok kaliteli şeyler değildi ki! İleride o dönemde yazdığım şiir kitaplarından oluşan bir şiir kitabı da çıkarmak istiyorum, genç kuşaktan bazı arkadaşlarımız şairleri gözlerinde büyütüp “Bir gün acaba biz de bu şairlerin seviyesine gelebilir miyiz?” diye düşünmesinler, benim de nerelerden ‘küçük İskender’liğe gittiğimin dürüstçe ortaya dökülmesi adına, özelikle de sizin yaşlarınızdaki arkadaşlara rehber kitap halinde çıkarmak istiyorum. Bakın, özellikle ben nerelerden nerelere, ne kötü şeyler yazarken kendimce kendimi daha iyi ifade edebileceğim yerlere nasıl taşıdım diye. O dönemde de bir şeyler yazıyordum, tiyatroyla çok ilgiliydim. Kafamda hep sinema düşüncesi vardı, çünkü babam ressamdı ama kitap kapakları 20 yapan, emekçi ressamlardan biriydi, galeri ressamı değildi. Onun sayesinde bir dolu şair, yazar, tiyatrocu tanırdım. Aynı anda da film afişleri de yapıyordu ve ben çok sinemaya gidiyordum, yönetmen olmak istiyordum. Kafamda çizdiğim çizgi şuydu; şiir yazan, edebiyat ürünleri ortaya koyan sinemacı olmak istiyordum. Adım atacağım mecra bu olmalıydı. Fakat, açıkçası bir dert yanma gibi algılamayın ama dönem olarak da 12 Eylül’e denk geldiği için çevremde danışacağım, benden yaşça büyük abi, abla bir usta olmadığından, benim için belirsizlikti kafamda oluşturduğum. Birçok insanın para kazandığı, hayatını mahvettiği, çarkların içindeki marka mesleklerin hiçbiri kafamda oluşmamış; mimar, mühendis doktor, bankacı gibi mesleklerin hiçbirine karşı bir ilgim olmamıştı. Bu bir tembellik belirtisi değil, hakikaten yeryüzünde ne yapacağım konusunda çok belirsizdim. Ve sınava, tıbbı kazandığım sınava, girerken bir gece öncesinden okul kaydı yapmamız gerekiyordu, ben gazetecilik yazdım. Belki oradan Radyo-Televizyon, İletişim fakültesine geçerim diye. Annem çok tatlı bir şekilde baş ucuma gelip “Oğlum nereyi yazdın?” dedi, cumartesi gecesi. “Anne,” dedim, “gazetecilik yazdım.” “İyi okuyan bir çocuksun, daha iyi bir yeri yazsana, düşünmez misin?” dedi kadın, tabii sitem ederek değil de tatlı bir şekilde. Ben de “Tabii doğru!” dedim hem annem de üzülmesin diye. Birinci tercihimi sildim ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesini yazdım, sınava girmeden yaklaşık altı saat önce tıbbı yazdım, aklımda hiç doktorluk yoktu. Ama hakikaten kadın da haklıymış, iyi okuyan bir çocukmuşum, tıbbı kazandım! Ama diyeceksiniz ki niye beş sene okudun, tıbbı sevdim ben ama doktor olma anlamında değil. Psikolojiyi zaten az çok okuyordum, seviyordum, ilgiliydim ama psikiyatriyi görmeye başladım orada. Patolojiyi gördüm, anatomiyi gördüm yani insanın içini, ruhunu, her şeyini görmeye başlamak, insanı bir malzeme olarak ele alıp incelemek çok hoşuma gitti. Hani, bunu çılgın bir profesör, doktor edasıyla yapmadım. İnsan hayatına, fizyolojisine daha önce bu kadar yaklaşmamıştım. Benim için çok etkileyiciydi ama sonra baktım ki ciddi ciddi doktor olma yolundayım. Doktor olamam. Doktorluk çok ciddi ve güzel bir meslek ve hayatımı oraya adamak zorundayım, çünkü ben tutkulu bir adamım, eğer bir şeyi seviyorsam onun peşinden giderim, o zaman da şiir, sinema benim için çok dışarıda kalır. Oradan ayrılınca da birtakım askerlik problemleri söz konusu olduğu için hiç çalışmadan bir sınava girip sosyolojiyi kazandım. Oradan da bir üç sene kazandım askere gitmemek için, sonra bir baktım ki askerden zaten beni aramıyorlar, o yüzden de sosyolojiyi bıraktım. Tıp ve arkasından gelen sosyoloji; kısacası bana aslında meslek olarak düşündüğüm ve yapamadığım, adım atamadığım sinemacı, şair, yazar işlerinde yol gösterici oldular. Çok fazla yararlandım hem tıp terminolojisinden hem sosyoloji terminolojisinden. Yazdıklarıma da çok fazla yansıdığını sizler de biliyorsunuz. Israrla, dönüp dolaşıp okuduğunuz, sizi beslediğini düşündüğünüz şairler kimler? Şair kimliğinizi şekillendirirken kendi sesinizi bulana dek kimlerin peşinden gittiniz? İlk dönemde toplumcu gerçekçileri daha çok 21 seviyordum çünkü babam komünistti. Bu yüzden evde daha çok onların kitapları vardı. Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin Korkmazgil… Ama diğer şairlere uzak değildi yani evimiz, yine Cemal Süreya da ağırlıklıydı ama Cemal Hoca da yaklaşık aynı ideolojinin çizgisinde kendini ifade etmiştir. Mesela İkinci Yeni çok azdı bizim evde. Ben 17-18 yaşımda o yüzden İkinci Yeni’yi çok sevmedim. Hatta sevmememin nedeni hem az okumam hem de anlamamamdı. Sonra zaman içerisinde -Nâzım’ı bir yana ayırırsakbenim en sevdiğim Türk şairi Edip Cansever oldu. Çünkü imge ağırlıklı şiir yazdığı için bana masalsı bir dokunuşu oldu Cansever’in. Belki tüm şiirlerimin değişmesindeki etken Edip Beyin şiirleriyle tanışmamdır ona bağlı olarak da İkinci Yeni’yi kapsayan bütün şairleri Ece Ayhan’dan Cemal Süreya’sına, Turgut Uyar’ına Ülkü Tamer’ine kadar uzanan çizgide daha çok imgesel şiiri çok sevdim. Yurt dışından da baktığımız zaman daha alternatif isimler Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud gibi, Beat Kuşağı şairleri gibi isimleri çok sevdim ama babamın bu politik ve ideolojik kabuğu nedeniyle de Pablo Neruda, Vladimir Mayakovski, Federico García Lorca gibi isimlere de hiçbir zaman uzak durmadım. İçimde hâlâ lafı güzel anlatmak edası olduğu için de Şekspiryen bir yanım da vardır bazen, bazı şiirlerimde; çünkü onun da o soneleri çok güzeldir. Ben aslında var olan bütün şairlerden beslenmeye çalışıyorum; ama dönüp dolaşıp tek bir şairi kurtaracaksın, Türk olacak, derseniz Edip Cansever’i seçerim. Şiirleriniz üzerinde nasıl çalışırsınız? Ortaya çıkartma süreçlerinde ilhamın yanı sıra izlediğiniz yol ve yöntemleriniz de var mı? Benim şiirle uğraşırken seçtiğim tek yol; sabahın erken saatleri olması, yalnız olmam, herhangi bir sesin olmaması evin içinde, diğer odalarda dahi kimsenin olmaması lazım. “Yalnızlıktan besleniyorum.” derken sakın ha şöyle anlaşılmasın, onun yarattığı melankoliden beslenmiyorum. Bütün konsantrasyonumu oraya verebilmek zorundayım yani tek başına doğuran canlılar gibiyim, ebeye ihtiyacım yok; yani ebe kavramı müzik, alkol, arkadaş, aşk, toplumsal çatışma sonrası acı çekmek falan değil. Benim için en önemli nokta, sabahın erken saatlerindeki dinginlikle telefonum, kapım çalmadan sokakta gürültü olmadan oluşacak kendimle kaldığım saatlerdir. Şiirlerinizde çok sert, mücadeleci, kafa tutan bir dil var. Bu bir seçim mi yoksa kendiliğinden şekillenen bir dil mi? Bu dil nasıl oluştu? Orta Doğu’da yaşadığımı hiçbir zaman unutmadım. Orta Doğu’da yaşadığını unutmayan bütün şairler bu topraklarda zaten direnen, mücadele eden, öfkeli ama romantik bir şiir yazar. Romantik kısmı da biraz Akdeniz 22 ülkesi olmamızdan ama Akdenizliliğimizi unuttuğumuz ve kendimizi Orta Doğu’ya sürükleyen liderlerin de peşinden gittiğimiz için daha öfkeli bir şiir oluyor. Çünkü muhalif kanattasın, oradan öfkeli ama bir elin de Akdeniz’in suyuna değdiği için oradan da romantiksin. Yani o romantik devrimci meselesine de belki biraz underground bir açılım getirdiğim için de bunun bir tercih değil var oluş biçimi olduğunu söyleyebilirim. davet ediyorum. Bazıları tesadüfen o gece orada tanıştığım arkadaşlar dahi olabiliyor. Bu yüzden yeni kuşağın farklı bir dil geliştirme çabası mı var yoksa kendini ifade biçiminde bir zayıflık ya da başka bir frekans mı açıyor onlara, çok hakim değilim ama genç kuşaktan hiçbir zaman kopmadım. Evimde, sokakta, gittiğim her yerde bütün yolculuklarda genç arkadaşlarımla yolculuk ediyorum. Bir kere onların içerisinden bir kişi seçmem diğer bütün genç arkadaşlarıma ihanet olur, o yüzden ben onlarla birlikte aynı kalabalığın içinde olmayı, orada da küçük İskender değil, İskender olmayı tercih ediyorum. Çünkü orada öyle bir hiyerarşi kurarsam, “ben küçük İskender ve genç arkadaşlarım” demek bir orkestra kurmak gibi olur, ben de maestrosu olurum, bunu da reddediyorum. Onlarla birlikte sokak müziği yapıyorsak onların her biri ayrı bir değerdir. “Zaten bir şiir sizi heyecanlandırabiliyorsa şairini ayrı yere koyarsınız. O sizin mücadele arkadaşınızdır. İkizinizdir. Sırdaşınızdır. Suç ortağınızdır.” Cansever için söylemişsiniz bu sözleri, bugünün şairlerinden de benzer suç ortağınız/ortaklarınız var mı? Tek bir isim söylemem çok mümkün değil ama şöyle bir durum söz konusu, ben yaklaşık yirmi küsur belki de otuz yıla yakındır sokakta, çeşitli barlarda, kafelerde şiir akşamları düzenliyorum ve bunları yaparken de mümkün olduğu kadar genç arkadaşları, isimli-isimsiz genç arkadaşları sahneye, mikrofona davet ediyorum. Bir tür açık platform ve hiçbir zaman ben şiirimi okuyup çekip gitmiyorum, onlarla birlikte hareket etmeye çalışıyorum, onların dünyasını da oraya Sizce sizin şiirlerinizin okur üzerinde nasıl bir tesiri var? Bir tespit yapabilmeniz mümkün mü? Afrodizyak olabilir. Afrodizyak bir aşkla baktıklarını biliyorum bazı şiirlerime, öfkelerini kabarttığımı zaman zaman hissediyorum; fakat her şeyden önemlisi siyasetçiler ne kadar kendi yalanlarıyla, kendi hayalleriyle bir “Yeni Türkiye” kurmaya çalışırsa çalışsın, benim özellikle yılda bir kere gerçekleştirdiğim TÜYAP’ta imza günümde, önümüzde biriken o genç arkadaşlarıma baktığımda Türkiye’nin her renginden insanı kapalısı, açığı, punkı, anarşisti hepsinin kuyrukta olduğunu görüyorum ve aralarında da hiçbir zaman kavga çıkmıyor. Hepsi birlikte bir Türkiye olarak önümde 23 ya da yanımda duruyorlar. Bence okurun üzerinde en büyük etkim, birleştirici bir yanım olması. Hiçbir zaman siyaset yapmadım ama demek ki birleştirici bir yanım da var. Bu ülkede şair olmak ne demek? Bu kimliğin getirileri ve götürüleri neler sizce? Hiçbir götürüsü olduğunu düşünmüyorum. Getirisi olma ihtimali de yok çünkü şairlik bir meslek değil. Şiir doğaya ters düşen bir şey ve doğal olmayan bir şey, bir tür meczupluk. Çünkü yalan söyleme sanatı bir illüzyon sanatı şiir. Nâzım Hikmet kalkıp zamanında “Akın var /güneşe akın! / Güneşi zaptedeceğiz / Güneşin zaptı yakın!” diyorsa ve biz hâlâ güneşe ulaşamadıysak bu bir yalan söyleme, bir umut sanatıdır. Kabilenin büyücüsü gibi çıkıp süslenip insanlara güzel yalanlar söyleme sanatıdır. Bunun bir getirisi olmaz, götürüsü de olmaz. Çünkü bunun bir üst kademesi aslında yıllar öncesinde bir tür peygamberliktir; çünkü çok ahlaklı insanlardır ve güzel şeylerden söz ederler ve kutsal metinlerin hepsi aslında şiirsel metinlerdir dönüp bakıldığı zaman, her biri şiirsel kitaplar. Bizler bunun kitapsız tayfasıyız. Hep kendi deyimimle, espri olarak, şairler de yarı peygamberdir ama kitapsız inmişlerdir; o yüzden onlar yazdıkları kitapları göğe doğru atarlar ve ‘Bak ben de yazdım!’ derler. O kitapların yukarıda da aşağıda da alıcısı olmadığı için kendi kafalarına düşer. Bu meczupluk her zaman çok güzeldir. Yani kendine zararlıdır, kendine faydalıdır ama ekonomik toplumsal bir getirisi götürüsü yoktur, öyle düşünüyorum. Çünkü milyonlarca şair var yeryüzünde, beş tane olsaydı belki bir getiri götürü söyleyebilirdim. Şairliği meslek olarak seçmeyi düşünen kişiler sizce yalnızca yazarak İstanbul gibi bir kentte var edebilirler mi kendilerini? Yoksa para kazanmak için bir başka dünyaya/kimliğe mecburlar mıdır? Şairlik bir meslek değil, bunu baştan söyleyelim. Şairlik bir yetenek, iyi bir yetenek, güzel bir yetenek, içinde bulunduğum için söyleyebiliyorum bunu. Eğer bir meslek gibi edinip ekonomik amaçla yaslanılırsa tabii ki ana kentlerde yaşamak çok zorlayıcıdır. Şairlerin önünde o kuyrukları görünce çok satıyor sanıp şairleri genellikle çok zengin sanıyorlar. Şairlerin ekonomik olarak sadece yazarak yaşamaları çok zordur. Tabii şairlerin başka meslekleri de vardır, temel eğitimlerini aldıkları meslekler. Sabahları bu mesleklerini icra ederler ve akşam eve gittiklerinde eşi, çoluğu çocuğu yattıktan sonra, rutin işlerini hallettikten sonra oturup şiir yazarlar. İşte bu benim her zaman acıyla seyrettiğim bir tablo. Bu yüzden meslek edinmedim, bu yüzden aile kurmayıp böyle bir sorumluk altına girmedim ve tek başıma yaşamaya karar verdim. O zaman kendimi çekip çevirebilirim. Şairler eğer gerçekten şiir yolunda ilerliyorlarsa bir tür kendini feda etme yolunu tercih etmek zorundalar; ama bu feda dediğim bir intihar etmek, bir yok oluş biçimi değil. “Ben bu yolda yürüyeceğim.” demek. Hakikaten Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsun ya da Hristiyan mahallesinde irmik helvası satıyorsun fark etmez kimlikler veya kültürler arasında… Fakat Simurg diye bir kuşumuz vardır, Simurg diye bir kuşun peşine düşer bir kuş kabilesi... Derler ki “Simurg hepimizi kurtarır, bize yol gösterir, gidip ona ulaşalım.” 24 fakat dağlar dağlar ötesinde bütün kuşlar kalkıp orada mutluluk vardır, huzur vardır, deyip günlerce kanat çırparlar, fırtınaların içinden geçerler, yıldırımların arasından geçerler ve giderek azalırlar. Kimi yokluktan düşer, kimi ölür, kimi çarpılır. Öndeki kuş “Hadi arkadaşlar, gidiyoruz, gidiyoruz!” diye çırpınır ve bir gün artık o dağa gittikçe yaklaştığında dönüp arkasına bakar, hiçbir arkadaşı yoktur, sadece kendisi ulaşmıştır. “Sonunda Simurg’a ulaştım.” der, o zaman anlar ki Simurg kendisidir. Şair de bu yolda yürümeli, yani kendini feda ederken “Ben bir gün Simurg olacağım.” derse zaten ondan Simurg falan olmaz. O bildiğin pilav üstü tavuk olur, o ancak o işe yarar; ama farkında olmadan kendini feda edebiliyorsa “Yürüyeceğim, çok ünlü olacağım, best seller olacağım!” demeden yürüyebiliyorsa ve iyi de yazıyorsa okur onu zaten buluyor. O yüzden ana kentte yaşamış, taşrada yaşamış, Türkiye’de yaşamış, Peru’da yaşamış çok fark etmiyor. Çok fazla şiir kitabınız var, tekrara düşme korkusu yaşamıyor musunuz? Şiir yazımında sürekliliğinizi, tazeliğinizi nasıl koruyorsunuz? Hiç öyle bir kaygım olmadı ve büyük olasılıkla da tekrar ediyorumdur. Çünkü zaten bildiğin doğrular, bildiğin hayat hikâyeleri, bildiğin hüzünler, bildiğin imgeler, kullandığın simgelerden hareket ediyorsan bütün şairler, bütün yazarlar, her insan tekrara düşer. Eğer bu tekrara düştüğü şey kötü bir şey değilse, yüz kızartan bir şuç değilse güzel bir şeydir. Yani bir insan dürüstlüğünü tekrar ediyorsa “Ne saçma sapan bir adam, sürekli dürüst!” demezsiniz. Şair de aynı şeyleri aynı kelimelerle sürekli anlatıyorsa bence güzel bir şey yapıyordur. Zaten kapasitesi de odur, biz o şairi, yazarı öyle sevmişizdir, ondan daha öte bir şey beklemek, onun bütün düzenini ve bizim gözümüzün önünde canlanan bütün atmosferini bozmak olacaktır. Şiir atölyeleri, yaratıcı yazarlık atölyelerine dair düşünceleriniz nedir? Sizce şiir öğretilebilir mi? Yazmaya hevesli gençler kendilerini nasıl geliştirebilir? Biz, atölyelerde şiir yazmayı öğretmiyoruz zaten, yani en azından kendi çalışma grubumdan bahsedersem, biz orada şiir okuma teknikleri üzerinde konuşuyoruz. Şiir okurken acaba nelere dikkat etsek, şairin bize anlattığı şeyleri daha kolay nasıl kavrarız, daha modern tekniklerle bunu çıkarmamız mümkün müdür, ses ve dil üstünden hareket ederek şairin gizemini, sırrını çözmeye ve aslında dış cephesini gördüğümüz bir bina olarak görürsek şiirini ve kendini, içeride ne dolaplar çevrildiğini görebilmek için o eve girebileceğimiz anahtarları bulup, içeri girip, şairin dünyasına girmeye çalışıyoruz. Ama belki şair o odada, o evin içinde yaşamıyor, biz yine de evin içine girmiş oluyoruz. Ama tabii ki katılımcı arkadaşların içinde şiir yazan arkadaşlar varsa bu okumaları iki şekilde kullanabilir: Bu tekniği kullanarak da yazabilir ya da bu tekniği kullanarak okura karşı fazla açık vermemeyi öğrenebilir. İki yoldan da çalışıyoruz, ama şiir yazmak öğretilemez. Çünkü şiir yazmak, dediğim gibi doğa dışı bir şey olduğu için, hiçbir sanat dalı gibi akademide öğretilen bir şey değil. Resim atölyesi var, heykel bölümleri var, tiyatro var, sinema var, fotoğraf var, dans var üniversitelerde. Belki metin yazma eğitimi bile verilebilir, olay kurgusu, imla takibi gibi şeylerin öğretilmesi amacıyla. Bir üstat, bir 25 yetenek çıkar mı oralardan bilmem ama. Bir tek şiirin okulu bile yok. Okul, bildiğiniz hayatın kendisi. Sizin böyle bir arzunuz varsa yazarsınız. Ama herkes şiir yazabilir mi, o konuda hiçbir iddiam yok. Herkes şiir yazabilir mi bilemiyorum ama dışarıdan da sanki herkes çocukluğundan beri biraz şiire ilgili olsa, biraz da şiire kafa yorsa şiir yazabilirmiş gibi geliyor. Çünkü tıpkı yürümek gibi bu bence. Ama her koşan da atlet mi oluyor, diye bir soru sorarsanız, tabii onu bilemem. Herkes koşabilir, herkes şiir yazabilir ama kaçımız atlet veya şair olur, onu bilemem. Yazmaya hevesli gençlere gelirsek eğer, herkes aynı şeyleri öğütlüyor; iyi oku, şairleri takip et, dünyayı takip et, şiirini besleyebilecek diğer sanat dallarıyla mutlaka temas halinde ol, işte sinema izle, tiyatro izle, müzik dinle, resimle ilgilen vesaire vesaire. Evet, bunların hepsi gerçekten şiir için faydalı ama sadece şiir için faydalı değil ki bunlar, herhangi biri için de faydalı. Yani aslında şiire doğrudan etkisi olan şeyler değil bunlar. Şiire etkisi olan şey, bana göre, bildiğiniz ve özgür hissettiğiniz, kendinizi cesur hissettiğiniz alandan dışarı çıkabilmek, hayat alanından dışarı çıkabilmek, hayatta yapmadığınız şeyleri yapmaya başlamanız. Hiç yapmadığınız, cesaret edemediğiniz, korktuğunuz, hatta cezalandırılacağınızı düşündüğünüz her şeyi yapmaya karar vermekle ilgili olan bir şey. İşte ben tıbbı bırakıyorum diyelim, ailem tabii karman çorman oldu. Ama ben bunu göze aldım. Pişman mıyım? Asla. Ama ben bugün anneme desem, şiiri bıraktım, tıbba dönüyorum, çok mutlu olur. Yani elli sene sonra o hâlâ orada kaldı. O, bu olayın şokunu hâlâ yaşıyor. Hani, dondu kaldı. Ama ben, bana göre, hiç yapılmayacak, İskender’den beklenilmeyecek bir davranış yaptım. İşte 26 “tanrının eli” denir ya, Maradona’nın attığı bir gol vardır, meşhur, eliyle attığı. “Tanrı’nın eliydi, benim elim değildi.” der. Orada da galiba Tanrı’nın eli değiyor, o zamana kadar şiirlerin kuvvetli değil, o cesareti sana kim veriyor, o ilahi bir şey, o an bir risk alıyorsun ve ben bunu yapacağım, diyorsun. İşte bence genç kuşak da kendi alanlarında ne yapmak istiyorlarsa, illaki bir şeyi terk etmek değil bir şeye katılmak da cesaret isteyebilir, bunları yapmalı. Ama kişiden kişiye de değişecektir cesaret alanları ve cesaret yüzdeleri. Ona bir şey diyemem. Ama cesur olmaları ve onlardan beklenilmeyen atılımları yapmaları lazım. Son olarak, yaptığımız seçimlerin hayatımıza olan etkisi ile ilgili bir dize istesek söyleyebilir misiniz? Hımm, bir düşüneyim. Yıllar önce, tam mısrayı hatırlamıyorum ama, herhalde Hrant’ın öldürülmesi sonrasında, çok kötü hissettiğimiz dönemlerdi, akan suların veya kuşların pasaportsuz olması üzerine düşünmüştüm. Yani bu da bir seçimdir. Devletler, aileler, kurumlar, size sınırlar çizer. Kısmen kendinizi orada iyi hissedersiniz, çünkü size orada haklar verirler, bazı bedeller karşılığında. Vergi ödersiniz, işte, ne bileyim, geleneğine göreneğine uyarsınız, onlar da sizin burada, buranın vatandaşı olmanızı sağlar. Ama mesela kuşların, rüzgârın, suların böyle bir şeyi yoktur. Her ülkeye pasaportsuz girip çıkabilir bütün kuşlar, bütün nehirler. Bence asıl seçim size seçenekler sunup da bunların arasında seçim yapın diyen insanlar karşısında kuş, nehir, rüzgâr olmak ve özgürleşmektir. E şıkkı bile değil. nokta nerede? Zeynep Karababa hani çocukken bi’ şey olmak ya böyle istersin çok güzel ama bir bir , bi’ şey olamamışsın cümle bakmışsın bile 27 sen kokan yer Emre Manavoğlu ah, bir bilsem saçına değen rüzgâr nereden geçer, bir dakika durur muyum? senin estiğin yerde iki ağaç bulurum, bir hamak. sonra uyku sen, yağarsan sen; yağmur sen, batarsa güneş; akşamüstü sen, ve eğer seversen, ben buradayım. bir sabah uzanırsan yanıma, seninle uyanırım. düşersem yattığım yerden, sana tutunurum. sen kokan yerden, sana da günaydın. 28 şıp şıp Emre Manavoğlu su tastan içilmez, sokaktaki çeşmeden içilir. çeşmeden su içmeyi unuttuğu vakit kirleniyor insan. üstü başı ıslanmadan aklı başına gelmiyor. saat yaptılar Emre Manavoğlu Gökyüzü denize tutundu düşmeden evvel; deniz kayalıklara ve kayalıklar sahil boyunca uzanan çitlere. Ben kaldırımlara düştüm iki ayak üstüne ve ben zaten hep iki ayak üstüne düşerim. Hele bir de akşamüstüyse ve bütün şehir deniz kokuyorsa daha güzel düşerim. Çitleri ve yerdeki ufak taşları ite kaka yürürüm ve yürüdüm. Her adımım birkaç saniye yaptı. Merdiven gördüm bir tane denize inen. İndim. İnene dek basamaklar birkaç dakika yaptı. Ayaklarımı denize oturttum, kendimi kıyıya. Bir erkek oturdu yanıma bir de kadın. Konuştular, konuştular. Bir erkek, bir kadın, düşen güneş, sahil ve çitler birlikte bir saat yaptılar. Erkeği ve kadını tanımam; güneşi, sahili ve çitleri tanırım, daha çok saat yaparlar. Fakat hava soğudu ve uykum geldi. 29 ... Tulya Elif Bekişoğlu Şarkılar bile sona eriyor Kadıköy’de Sabah geliyor Akşamın sokakları temizleniyor -yanlış not, düşülmesingeceler pis değil, yalnızca daha farklı ve güneş varken, istemiyor İstanbul farkları. Şarkılar susuyor Tabii bir yenisi de başlıyor Benim şarkım sessizleşiyor Susabilir Ve şarkılar bile sona erer Kadıköy’de -yalnız not, düşünülmesinBen gidebilirim 30 Ayrılık Erce Erez Alışmaya alıştım gün geçtikçe Gecelere alışırken ışıktan korkar oldum Güneşe sığınırken karanlıkta kayboldum Kaçtım işte gün geçtikçe Kaçtım işte Çaresizce açtım ellerimi her gece Gün geçti ve bitti böylece Geceler ve hüzün kaldı bana Şimdi bakıyorum da Alışmayı seçmeseydim keşke Keşke diyorum keşke Kendimde olsaydım o gece Gün bitmeden, ümit yok olmadan Az önce ... Erce Erez Yola çıkmadan az önce Demiş millete: Sorması ayıp Sizinkileri nasıl asıyorsunuz? Paçadan mı yoksa belden mi? Pisten, kirden arındırmak Suyunu kurutmak istiyorum Millet korkmuş Başlamış koşmaya Denize doğru Islanmaya 31 Can Demircan Baş Ucu Hikâyesi Farklı renklerle ve farklı duygularla dolu suratların perdeden bana bakması, güneş doğduğu andan itibaren sanki her sabah arkadaşlarım tarafından eşek şakasıyla uyandırılıyormuşum gibi perdenin aralığından tam yüzüme güneş vurması, simitçi ve eskicinin her sabah birbirleriyle yarışırmışçasına bağrışmaları ve hiçbir zaman adam gibi okumamama rağmen üç dört ayda bir düzenli olarak değişen baş ucu kitabımın bende yarattığı mutsuzluk, “böyle” olmamın nedenleri arasında en durgun ve en rahatsız edici kareyi yaratıyor olsa gerek. Kullandıkları tüm sıfatları düşünsem daha da “böyle” oluyorum, yüzüm ekşiyor ve onlar gibi çirkin genellemeler kullanmaya başlıyorum. Hepsinin tek kelimeye indirgenmesi iki taraf için de daha iyi sanki. Kitabımın yanında bana daha yakın duran, mor çizgileri hafif silinmiş, küçük şişman bardağın dolu ya da boş olması beni onların hiç dalmak istemedikleri “öyle” veya “şöyle” durumuna itiyor. Kötü olanla başlanmalı tabii ki. Bardak tamamen boş oluyor. Harcanmış geceye denk sanırım. Tüm gece yapılabilecek şeyleri düşünüyorum, hayallerimdeki ince detayları her seferinde kontrol ederek tekrar tekrar, yeniden kuruyorum; o, “birazdan” okuyacağım kitabın heyecanını ve mutluluğunu yaşayıp kitabı bir okşamadığım kalıyor ve biraz doğrulup saate bakıyorum, saat bire on var. “Bire on var” iyi olan senaryo; çok mutsuz bir hikâye olsun istemedim. O zaman en azından akrep ve yelkovana defalarca bakıp “Belki yanlış okumuşumdur.” heyecanını yaşayabiliyorum. Tabii pes ediyorum beşinci denemeden sonra. Bir anda yatağa düşüp ağırlaşıyorum. Sırtım terlemeye, vücudumda ve saçlarımda karıncalar dolanmaya başlıyor. Yorgan ısınmamışken bacağımın arasına sıkıştırıp onun serinliğiyle uyumaya çalışıyorum ama saat bire on var olsa da biri beş geçiyor olsa da istisnasız bir şekilde o serinliği uykuya dalmak için kullanamıyorum. Dönüyorum, dönüp durdukça doğrulup su içiyorum. Küçük yudumlarla içiyorum ki hemen bitmesin. Hemen içince daha da uzun sürüyor uyuyakalmam çünkü. Ne zaman o bardaktaki su biter (eğer doğru şekilde içtiysem), o zaman kısa süre içinde uyuyabileceğimden emin olduğum için, sanki uyku bir yaratıkmış gibi, ölü bir vücutla yüzüstü yatarak gelip beni almasını bekliyorum. Alıyor ama çok mesafeli. Kendini bana tamamen açmıyor. Bazen de tam açacakken beni simitçiyle eskiciye bırakıyor. Tabii ilk başlarda çok üzülüyordum ama şimdi belki de hakem olmam için bırakıyordur beni diye düşünüyorum. Asıl kötülük o zaman başlıyor. Asıl o zaman beni izleyip benimle eğlendiğini düşünüyorum bu uykunun. Kalkıyorum ve bakıyorum: Bardak boş. O zaman otobanın ortasında selektör yemiş tavşana dönüyorum. Yığılma başlıyor. Zaman, mesafe, sıcak, deri koltuklar, çirkin perdeler, gereksiz bardak altlıkları, kırılmış burunlar, düzgün 32 tırnaklar, pembe ojeler... Sonu gelmiyor. Korkarak ayağa kalkıyorum ve hızlıca hareket ediyorum, belki beni yakalayamazlar. O sürelerin bazılarında yumurta bulma umuduyla dolaba koşuyorum, bazılarında telefonumu açıyorum, bazılarındaysa baş ucu kitabımı değiştiriyorum. Bazen bunlar galibiyet gibi de geliyor ama kitabı okumaya başladıktan beş saniye sonra kelimeler karıncalara dönüşmeye başlayınca derin bir nefes alıyorum. Pes ediyorum çünkü biliyorum o günün düzelmeyeceğini. O günlerde beni kurtaran şey, akşam bardağın içinde biraz su kalmasını sağlayan, zor yakaladığım küçük heyecanlar veya hiç çekinmeden bana tokat atabilen arkadaşlar oluyor. Figüranım aslında. Ne hikâyeyi başlatan ne de bitirebilen benim. Yaşanan ağırlıklardan sonra bu hikâyelerde kendi hafifliğimi görüyorum anlatırken. Kolay, kötüyü anlatmak. Ana karaktere gerçeklerden kaçış sağlıyor. Adım adım ilerliyor her şey; en duygusal kısımlar bile çok mekanik gibidir. Keşke iyisi de öyle olsa da bir formülle yaratabilsem her şeyi. Tek değişkeni biliyorum sadece ve o ne kadar çeşitlenirse her şeyin o kadar yükseldiğini. Küçük heyecanlar değişerek var olmak zorunda; yazı olarak, müzik olarak, insan, oda, sokak olarak. Yoksa tüm gece yatıp aynaya bakmak kalıyor. Kendimi mi görmeye çalışıyorum yoksa odanın içinde kayboluşumu izlemek mi hoşuma gidiyor, onu bile hiç bilmiyorum. -İyilerde çok takılmam ama ona.- Sallana sallana geliyorum. Al, sakla bunları. Fırlatıyorum yaşadıklarımı önüne ama heyecanımı hissetmesini istemiyorum. O da en utandığım aile üyelerinden. Uyku yaratığına da gerek kalmıyor. Keşke sonrasında da hatırlasam ondan nasıl kurtulduğumu ama her seferinde yeniden öğrenmem gerekiyor. Neyse, en azından ayna tüm gece verdiklerimi analiz edip sonraki gün açıkça kelimelerle yerleştiriyor aklıma. Estetik tanrım varmış. Çirkinlik, güzellik, doğru ve yanlışlarla daha da yüceltip yaşatıyormuş beni. “Demek erkeklere böyle âşık olunuyormuş.” dedirten oymuş. İnsanların elinden tırnakları istediği gibi koksun diye zorla sigara çekmeyi öğreten de, istediğim paragrafları beklemediğim kişilere gönderten de... Doğru anlamış hepsini ama o da yazamıyor bunun formülünü. Bir de (hikâyeyi yazdırmasının sebebi) tanrımın getirdiklerini heyecanla, mor çizgileri hafif silinmiş, küçük, şişman bardağı ağzına kadar doldurup, yarısından biraz fazlasını içebilip gerisini yorgunca baş ucuma bırakmamla mühürlüyormuşum. Bakıyorum aynaya. Başarılı gerçekten ama ikimizin hatası da aynı. İkimiz de bir düzen arama çabası içindeyiz. Sanırım aynı anda ikna edeceğiz birbirimizi bundan vazgeçmeye. Aynı anda kabul edeceğiz, tek değişmeyenin mutlak tatminliğin imkânsızlığı olduğunu ve o bardağın görevinin bunu hatırlatmak olduğunu. 33 Misafir Odası A. Ferhat Karademir Saatin sarkacı bir sağa bir sola bakıyor, kovboy filmi bakışmaları gibi, bir oturma takımının vişneçürüğü üçlüsüne, bir oymalı aynadan yansıyan karşı duvardaki resme. Resim demek yanlış olur aslında, tamamlanmamış bir goblen bu; hani her rengin ilmek ilmek işlendiği türden, ama siyahları olmadan çerçevelenmiş. Hafif puslu camın üzerinden yansıyan ışık belli etmese resimdeki az sayıda gölgenin eksikliğini kimse fark etmeyecek belki de. Çerçevenin rengi oymalı aynanınkine yakın bir kahverengi: ne resme gitmiş ne de odanın geneline ayak uydurabilmiş bir tonda. Döşemecide yeniden verniklenmiş oturma takımının ahşap kısmı gururla parıldıyor, berjerlerin kol ve ayakları tatlı bir kontrast oluşturuyor bej kumaş kaplamalarıyla. Köşede iç içe duran cam sehpaların ahşaplarında da aynı tonu var kahverenginin ortadaki geniş, engin cam masada da. Oymalı ayna ve konsolun ağırbaşlı, yıllanmış rengine kıyasla daha koyu ve daha canlıydı bu renk, uyum içindeydiler gençlik ve yaşlılık gibi. Konsolun üzerine, cam masa ve sehpaların en dışta olanına serili dantellere de sıçramıştı bu kahverengilik. Kar beyazı nakışlarına çalınan sarılık artık içlerine işlemişti. Masanın koyu camı ve konsolun üstünün tonu da değişmişti sanki tozdan. İçeride hapsolmuş hava ağır ağır çöküyordu. Konsolun üstündeki mavi oyalı porselen vazo, hatta cam süslerden herhangi biri açık havaya çıkarılacak olsa içerinin havası karışmazdı, ters çevrilse belki yavaş yavaş akardı bal gibi. Kalın perdeler ve el işlemeli tüller ne denli tutsa da ışığı, geçenler dantelleri sarartmış, ahşabı karartmış, kilimlerin rengini kaçırmıştı; emilenler perde ve tülü soldurmuştu. Güneş batarken arkasında bıraktığı sarı odayı artık holden gelen beyaz ışık aydınlatıyordu puslu camdan geçebildiği kadar. Tozlu kristal avizelerin akkor lambalarından hangisinin patlak hangisinin çalışır durumda olduğundan avizeler bile haberdar değildi. Hemen bitişikteki salonda saat başı haberleri başlıyordu. Sarkaçlı saat bir saat yirmi yedi dakika geç kalmıştı, saniyeleri de ağırlaşmıştı sanki birazcık. Odanın içinde bir karaltı dolaştı. Holün üç buzlu camdan ibaret modern avizesinde yanan tek floresanına uçan karasinek, yılmadan aydınlığa gidiyordu. Anahtarı üstünde bırakılmış, iki kez çevrilmiş anahtar deliğinin ışığı kesildi bir anlık. Karaltı bir belirip bir yok oluyordu. Sineğin ne kadarcık gölgesi, puslu camı zar zor açıp içeriyi hareketlendiriyordu. Oda o kadar cansızdı ki içinde ters dönmüş, bacakları karnında bir ölü sinek bile yoktu. 34 ... Tulya Elif Bekişoğlu İstanbul’u seversin Sonbahar yaprakları dökemeden Ağaçları yersin Ama sen İstanbul’u seversin Bismillah. 35 ... Sevnur Kulak Yalan söyledin bana Hayır Gitmem dedin Gidemem Vazgeçmem dedin Vazgeçmedim Unutamam dedin Seni unutamam Masum, çocukluk dedin Büyüdüm… büyüdük İlk dedin Tek… Gözlerim kapalı dedin Kapalı yürüyemezdim. Sadece sen dedin Değiştik. Çok basitti gitmek Yalan arkada yalnızlık önde yürümek gibi Eylül gibi Soğuk gibi... Düz gitmek kolay ya, herkesin yaptığı gibi, Peki ya geri geri yürümek? Ya geriyi seçmek? Düşer miyim? Kalkabilir miyim? Düz yürümeye yemin eder miyim? Şimdi etmeli miyim… 36 Bir Şiir Zeynep Özkan Efsane şarkıları ilk defa dinleyecek gibi Tanıdık sesler tanıdık tonlar Bilmediğim sözler görmediğim dizeler Mutlu fotoğraflara bakacak gibi Hiç hatıram kalmayacak Siz hatırlanacak ben unutulacak gibi Biraz seninle biraz hüzünle yaşayacak Gözümü en sevemediğimin yanında kapatacak gibi Başkaları koşarken emekleyecek Ben suya bakarken yüzecekmişsiniz gibi Konuşurken susturulacak Susarken unutulacak gibi Yürek kırılacak Can acıyacak Film üzmeyecek gibi Geceyi soğuk yapanın karanlık Radyodakinin şarkı değil Şiir olduğunu fark edecek gibi Mutluluğa sebep arayacak Bulup da kaybedecek Noktayı virgül yapmaya mecali kalmayacak gibi Nefes almak yerine iç çekecek Saçlarını rüzgâra teslim edecek Gözünü tepelere değil bulutlara dikecek gibi Sessizliği bir sese hasret dinleyecek Umudun tükenmez olduğunu anlayacak gibi Biraz sen Biraz ben gibi 37 Zihin H. Sezin Esen Mermer salonlara kurulmuş hayatlar, imkânlar, daha önce var edilmemiş olanlar Bolluk daha da bollaşıyor, çoğalıyor durmadan Tükenmek de nedir? Ruhunu ele geçiren birkaç mücevher ve kozmetik, gece olduğunda göz kırpıyor Birkaç da nedir, birçok hatta; sonunda hak eden hakkını aldığında. Ama aslında çehreler gülerken göz bebekleri pişmanlıkla dolduğunda Elden ne gelir? Hak mıdır bu aslında? Her gece başka davet, her gece başka eğlence; hep bir harcama Yine de paran artıyor, cebin dolarken ruhun boşalıyor; Varlık içinde yokluk aslında budur, razı mısın buna? Tuvaletinin ipekli kumaşı tüm vücudunu sarıp urgan olduğunda Sesini kim duyar? Kim yardım için koşar yanına? Tüm bu girdap içine çeker seni, sarılırsın belki antika berjer koltuklarına Fakat koltuk da seninle aşağı sürüklendiğinde ve sen yenik düştüğünde Tutunacak kim kaldı yanında? Bu kıymetli koltuklar, narin ve lüks elbiseler için; hep istediğin, hak ettiğin Özünü unutmak, kaybetmek; seni sevenleri ve hatta sevdiklerini silip atmak da Hak mıdır? Hiç bakıyor musun ardına, düşünmek için onları; Veya soruyor musun hiç, bu tükenmeyen gelirin kaynağını? Yoklukta olanların hakkı, şimdi yanında bekleyenlerin cebine girdiğinde Ve ruhun büzüştüğünde yalnız ve çaresiz, iki yüzlü iblislerle Hak dediklerin değiyor mu terk ettiklerine? Eskileri anmak zor geliyor, nefesin daralıyor, boğazın düğümleniyor Umutsuzca özlediğinde eskiyi ve içindeki boşluk büyüdükçe günden güne Çare nedir? 38 Fotoğraflara baktığında, geçmişi hatırladığında ve gelecekle karşılaştırdığında Gecekondunuzdaki sobanın üzerinde kaynayan bakır demlikten içtiğin çayı; Neon ışıkların soğukluğuyla aydınlatılmış geniş odalarla ve Salon salomanje dairelerde yediğin, ama adını telaffuz bile edemediğin tatlıyla İster misin geriye dönmeyi? İstesen bile, geri dönüş bir seçenek mi? ... Melisa Oğuz Koca odada bir karınca misali, İzliyorum yatağın diğer yarısını. Hatırlıyorum seninle beni BİZİ Bir hüzün sarıyor bedenimi, Ürpertici bir soğuk, Sensizlik, Boş yastığın hayal kırıklığı. Odada yankılanan sesim. Masadaki fazladan tabak. Başımı yasladığım sol omzun eksikliği. Gözlerimden bir iki yaş süzülüyor yanaklarıma Kızıyorum kendime Ben ağlamazdım, sen ağlardın Hata mı ettim? Ettin diyor içim Evet, sevdim Seni seven BENİ sevdim O kapıdan sen çıkarken kal dedim bana Senin sevdiğin adama Gözlerinde sonsuzluğu bulduğun adama kal dedim Senin aşkını seçtim Âşık olduğun adamı seçtim Ben kendimi seçtim 39 Zeynep Karababa Mezardan Selamlar güzel günler göreceğiz çocuklar diyenler mezarda şimdi en iyisi beyaz güvercin olup uçmak kimse boynumuzu kırmadan ... Zeynep Karababa Neden savaşı ve kanı En çok seven takım elbiseliler Çelik kapıların arkasındaki Kafeslerinde yaşarlar 40 41 ölürse ten ölür canlar ölesi değil Yunus Emre