Öcalan`a Nobel`in perde arkası

Transkript

Öcalan`a Nobel`in perde arkası
“Ana gündemimiz
Diyarbakır Büyükşehir
özerklik” Belediye Başkanı Gültan
Kışanak ile demokratik,
adil ve kalıcı çözüm için,
özerklik, alternatif yerel
yönetim ve katılımcı
demokrasi uygulamalarını
konuştuk.
➜8
HAFTALIK HABER GAZETESİ • FİYATI 2.5 TL
Öcalan’a Nobel’in perde arkası
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 2014
Nobel Barış Ödülü’ne aday olmasını
sağlayan Kürdistan Bölgesi Ana
Muhalefet Partisi, Goran Hareketi
milletvekili Heval Kwêstanî, iddialı:
Öcalan’ın Ödülü alması için gerekli
➜2
zemin var.
SAYI 1 • 26 NİSAN-2 MAYIS 2014 • WWW.BASNEWS.COM
Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkilileri
BasHaber’e Barzani’nin planlarını
açıkladı: Bağımsızlık gündeme
geldiğinde, bu Yugoslavya
gibi bir iç savaş örneği değil,
Çekoslovakya gibi barışçıl bir
bağımsızlık modeli olacaktır.
➜ 10
Bu ticarete
sınır dayanmaz
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticaret
hacmi yıllık 13 milyar dolara ulaştı. Beş sınır
kapısının daha açılması gündemde. 2018’de 150
milyar dolar seviyesinden bahseden ekonomist
➜ 14
Yaşar “Sınırlar kalkmalı” diyor.
“Ayrılma
sağlam
temelde
olmalı”
MİTHAT SANCAR
Seçim sonuçlarının anlamı ve
önemi
➜3
SENNUR BAYBUĞA
Merhaba derken
Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi BasHaber’e
konuştu: Bağdat yönetimi ile karşılıklı anlayış içerisinde
ayrılmayı konuşabilirsek, sancısız bir şekilde, Çekoslovakya’da
olduğu gibi, diğer ülkelerin bir şey yapmasına gerek kalmayacak
diye düşünüyorum.
➜ 10
Erbil Başkonsolosu
İnam: Sınırda beş
yeni kapı açılıyor
Erbil’de Beymen baharı
MESUT YEĞEN
Seçimler ve Kürd siyaseti
➜9
FLORİTA ULUK BENLİ
1915’den günümüze Ermeniler
➜5
“Aktepe, Ovaköy,
Üzümlü, Derecik ve
Gülyazı’da yeni hudut
kapıları açılıyor. Habur
Kapısı’nda mevcut
iki köprüye ilaveten
üçüncü bir köprü
faaliyete sokuluyor.”
➜ 15
➜7
FERHAT KENTEL
Düzene karşıyken düzen olmak
➜2
BOTAN TAHSİN
BasHaber’in yayına başlaması
➜ 16
➜ 13
haber
“Nobel’i
Öcalan
alacak”
FERHAT KENTEL
Düzene karşıyken
düzen olmak
“Nobel Barış Ödül’ü
Öcalan’a verilirse çok
Heval Kwêstanî
mutlu olurum. Sonuçları
ne olur diye düşünürsek, bence Türkiye’deki
çözüm sürecine ciddi katkıları olur. Bir de Türk
milliyetçilerinin Kürdlere karşı önyargılarının ve
olumsuz fikirlerinin değişeceğine inanıyorum.
Ödül Öcalan’a verilirse kendisinin halk tarafından
da ne kadar sevildiği gerçeği ortaya çıkmış olur.”
Hêmin Xoşnaw-Ranya
BasHaber’in konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Kwêstanî, Öcalan’ın Nobel’in en
güçlü adaylarından biri olduğuna inanıyor.
“Öcalan’ın adaylığı kabul edilmedi” haberlerine karşı başvurunun kabul edildiğini belirten e-maili gösteriyor.
Öcalan’ın Nobel adaylığı için kimseyle
fikir alışverişiniz oldu mu?
Hayır. Bu başvuruyu yapmamın temel
sebebi, Öcalan’ın dünya görüşünde
ortaya çıkan değişimdir. Kendisi yakalandıktan sonra fikirlerinde ciddi bir
değişim oldu. Bu benim için temel çıkış
noktasıydı. Nobel adaylığı için başvurma fikrimin ikinci sebebi ise Öcalan’ın
2013 yılı Newroz’ unda tüm Türkiye
halklarına verdiği barış mesajlarıdır.
O mesajıyla Öcalan, Türklere ve Türkiye’deki bütün siyasi oluşumlara barış
için elini uzattı. Halen silahların susması ve barışçıl bir çözüm için çabalıyor. Times dergisi de, Öcalan’ı dünyadaki en etkili 100 kişiden biri seçmişti.
Bu yüzden Öcalan’ın Nobel alması gerektiğini düşündüm.
Öcalan için yaptığınız adaylık başvurusu hemen
cevaplandı.
Sizce bu Nobel
Komitesi’nin
bu adaylığa sıcak baktığını mı
gösteriyor?
Evet, komite 50
yıl boyunca
aday gösterenleri ya da aday gösterilenleri açıklamadı. Bilgiler hep gizli
tutuldu. Ama aday gösteren kişi ya da
kurum, adaylık başvurusu açıklandıktan sonra bunu kamuoyuyla paylaşabilir. Çünkü bu da bir şekilde o adaylığa destek istemek ve lobi faaliyeti
yürütmek oluyor. Yine bu yıl aday olan
pek çok kişi ya da kurumun adı basında yer aldı. Ben de aday gösterdiğim
kişinin adaylığının kabul edildiği haberini basın-yayın organlarında yaymak
istedim. Nobel Komitesi’ne göre aday
gösteren kişinin bunu açıklamaya hakkı var.
Abdullah Öcalan’ın durumuna bakarsak, savaşın bir tarafı. Barış Ödülü’nün
alınabilmesi için savaşın diğer tarafından da bir kişinin aday gösterilmesi
gerekiyor. Acaba Türkiye tarafından
aday gösterilen kimse var mı?
Aday gösterilenlerin kim olduğu henüz netleşmedi. Basındaki haberlere
göre bir kurumun adaylığı kesin. Bunu
öğrenebilmemiz için aday gösteren
kişilerin bunu açıklaması gerek. Ben
şimdiye kadar Öcalan’ın adaylığından
başka Türkiye’de kimsenin aday gösterildiğini duymadım.
278 kişi ve kurumun Nobel Barış Ödülü için aday gösterildiği söyleniyor. Bu
kadar aday arasında Öcalan’ın bu ödülü alma ihtimali sizce nedir?
Nobel Komitesi’nden aldığım bilgilere
göre 232 kişi ve 47 kurum aday gösterilmiş. Ben komitenin Öcalan’a ödülü
vereceğine inanıyorum. Birincisi, bu
ödülü alacak kişi halkların kardeşliği adına ciddi bir rol üstlenmiş olmalı.
Bence şu an Öcalan şu anda Kürd ve
Türk halkları arasında bir köprü durumunda. İkincisi, aday olacak kişinin barış görüşmelerini devam
ettirmiş ve ilerletmiş olması
gerekiyor. Kürd halkı ve PKK
üzerinde ciddi bir etkisi var.
2
Ö
ncelikle merhaba! Yeni bir mecra ve yeni bir tecrübe...
Bundan böyle bu köşeden, bu pencereden dışarı doğru, size doğru sesleneceğim. Ben mi sesleneceğim, yoksa
böyle bir pencereye yerleşeceğim için, sizden mi bana
seslenişler gelecek, bilmiyorum. Muhtemelen ikisi birden
olacak. Ama zaten “yeni bir tecrübe” biraz da böyle bir şey.
Türkiye 30 Mart’ta “genel seçim” niteliğini bile aşan,
adeta varlık-yokluk geriliminde bir “yerel seçim” yaşadı. Bu seçimler vesilesiyle Türkiye toplumunun derin meselelerinin, gerilimlerinin ana damarlarını görmek bir kere daha mümkün oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna hatta daha da gerilere kadar giden bir tarihsel süreç içinde siyasal, toplumsal ve kültürel gerilimler, bu gerilimlere bağlı olarak kutuplaşmalar hiç bitmedi. Toplumu sürekli yeniden
tasarlamak iddiasından hiç vazgeçmeyen devlet karşısında çeşitli toplumsal gruplar kendilerini koruyabilmek
için, cemaatlerine kapanarak direnmeye gayret gösterdiler.
Bu direnişin en önemli aktörleri ve onların vücuda getirdiği hareketler Kürd hareketi ve İslami hareket oldu.
Bugün devletle toplum arasındaki bu gerilime baktığımızda –son tahlilde- söz konusu hareketler karşısında
modernleşmeci ve otoriter ulus-devletin güç ya da en azından “meşruiyet” kaybettiğini söylemek zor olmaz.
Bir yandan Kürdlerin “ana dil” hakkından, “yerel yönetim” hakkına, hatta “özerk yönetim” taleplerine kadar konuşulan “yeni” durum Jakoben (ya da Kemalist) Türk devletinin öngördüğü bir sonuç değildi. Şüphesiz Güney
Kürdistan’daki gelişmelerden bağımsız olmayan bir şekilde, gelinen bu aşamada artık hiçbir gücün Kürdlerin
mücadele ede ede kazandıklarını tersine çevirmeye gücünün yetmeyeceğini söylemek de zor olmaz.
Bu haliyle Kürd hareketi, her ne kadar Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesinde adeta yerel bir otorite, iktidar ya da
meşruiyet dili tesis etmiş olsa da, Türkiye çapında hâlâ bir “hareket”, hâlâ “olmakta olan” bir hareket niteliğine
sahip...
Oysa İslami hareketin vermiş olduğu mücadelenin bir sonucu, uç ürünü ya da türevi olan AKP’nin varlığı ve on
seneyi aşan hükümet performansı çok daha başka bir gerçekliğe tekabül ediyor.
İslami hareketin en azından bir versiyonu ya da bileşeni olarak AKP’ye baktığımız zaman, artık “hareketi” değil;
“devletleşen bir hareketi” ya da “düzeni” görüyoruz. Şimdiye kadar Kemalist devletin her vesileyle, darbe hazırlıklarında, darbelerde, çeşitli “operasyonlarda” uygulamış olduğu kutuplaştırma ve ötekileştirme tekniklerine
artık AKP’nin kontrolü altında ortaya çıkan girişimlerde de bol miktarda rastlanabiliyor.
17 Aralık’ta Fethullah Gülen cemaatine atfedilen, şüphesiz büyük bir heterojen nebula olan “cemaatin” çeşitli kollarının karıştığı AKP karşıtı operasyon giderek AKP’nin seçim stratejisi için muhteşem bir fırsat sundu.
“Cemaat”e karşı AKP’li bakanların, onların ailelerinin, yakın iş çevrelerinin karışmış oldukları yolsuzluk hikayelerinin yarattığı olumsuz etkiyi marjinalize edebilecek bir kuvvette karşı saldırı başlatıldı.
“Devlet içindeki paralel yapı” (“Haşhaşilere karşı, yabancı güçlere, Pensilvanya’ya karşı İstiklal savaşı”), retorikleriyle, kafası karışık olan (eşyanın tabiatına uygun biçimde karışık olması da gereken) seçmenin önündeki
“gri” alanlar temizlendi; hayatın sadece “siyah” ve “beyaz”dan oluştuğu gibi bir kurgu bütün seçim atmosferini
kuşattı.
Oysa çok iyi biliyoruz ki, siyaset sosyolojisinin mercekleriyle üstün körü bile baksak, devlet denilen yapının asla
ve asla iki parçadan (bir “asıl olan” ve ona sızmaya çalışan “paralel olan”) oluşmadığı; tersine, devletin içinde
farklı dinsellik, etnisite ve kültürlerden dünya kadar fraksiyonun, lobinin, askeri ya da sivil güç odaklarının
olduğu ve bunların da kendi aralarında güç ilişkileri içinde çatıştığı ya da ittifaklar kurduğu görülebilir.
İşte 28 Şubatçı, darbeci ya da Ergenekoncu mantığa sahip generaller tarafından devletin içine girişi “paralel
bir yapının” girişi olarak kabul edilen bir AKP hareketi bu “karmaşık devlet” ve toplum ilişkilerini kendi lehine
basitleştirerek çevirmesini bildi.
“AKP üzerine” değil, “Erdoğan’ın kişiliği” üzerine, kişiselleştirme, özdeşleşme, kısaca “lider kültü” üzerine kurulu
bir kampanya içinde yaşanan 30 Mart seçimleri Türkiye’de varolan kutuplaştırmaları yeniden üretti.
Artık bugünden sonra, Türkiye “klasik Kemalist dönemi” büyük ölçüde aşmış görünüyor. Ancak “güven” sorunu
olan bir toplum için düzen ve düzenin güvenli sularının, devamlılığın, istikrarın ne kadar önemli olduğu düşünülürse, “Kemalizm”in yeni bir ses ve nefes bulduğunu söylemek de çok zor görünmüyor.
Ve unutmayalım; içine girdiğiniz yapıyı bir yandan değiştirirken, aynı anda o yapı da sizin içinize girer...
Üçüncüsü, ödülü alan kişinin silahların
susturulması ve barış görüşmelerinin
ilerletilmesi için çalışmış olması gerekiyor. Ben bu konuda da aday gösterdiğim Öcalan’ın savaşın sona erdirilmesi
ve silahların susturulması için ciddi
bir rol oynadığını düşünüyorum. Öcalan 2013 Newroz’unda verdiği mesajla
Türkiye’deki Kürd meselesinin barışçıl
yollarla çözülmesi için silahların tamamen susturulması gerektiğini açıkladı. Aslında ben bunu ‘Kürd sorunu’
olarak adlandırmıyorum. Belki Kürd ve
Türk meselesi demek daha doğru olur.
Daha doğrusu sadece Türkiye’nin de
değil bütün bölgenin en önemli meselesi. Kürd olduğum için Öcalan’ı aday
göstermedim. Bu meselenin çözülme-
sinin bütün bölgenin yararına olacağına
inanıyorum. Benim yaşadığım ülkede
de (Irak) sorunun çözümü için ciddi bir
yararı olacak. Adaylar arasında şansı en
yüksek olan aday olarak Öcalan’ı görüyorum. Çünkü Kürd meselesinin çözülmesi için oynadığı rol, dünya kamuoyu
tarafından da biliniyor.
Nobel Barış Ödül’ü Öcalan’a verilirse
çok mutlu olurum. Sonuçları ne olur
diye düşünürsek, bence Türkiye’deki
çözüm sürecine ciddi katkıları olur. Bir
de Türk milliyetçilerinin Kürdlere karşı
önyargılarının ve olumsuz fikirlerinin
değişeceğine inanıyorum. Ödül Öcalan’a
verilirse kendisinin halk tarafından da
ne kadar sevildiği gerçeği ortaya çıkmış
olur.
3
gündem
Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray
Meydanı’nda 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın
öncesindeki buluşmasında 90’lı yıllarda
gözaltında katledilen çocuklar anıldı.
Cumartesi
Anneleri’nin
19 Nisan, Cumartesi günü
yaptıkları anma eyleminde gözaltında kaybedilen
Özlem
çocuklar arasında buluDağdeviren nan Seyhan Doğan, Davut Altunkaynak ve Münir
Sarıtaş’ın yakınlarının yazdıkları mektuplar okundu, balonlar uçuruldu. İnsan
Hakları Derneği (İHD) Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon Üyesi Sebla Arcan
“Bu 23 Nisan’da da devleti yönetenler
kutlama mesajları yayınlayacak, yine
‘çocuklar geleceğimizdir’ diyecek, dünyada ilk ve tek çocuk bayramına sahip
olmanın önemine vurgu yapacaklar.
Kimse devlet eliyle katledilen, kaybedilen çocuklardan söz etmeyecek.” dedi.
Türkiye’de 1990’lı yıllarda yüzlerce
çocuk, devletin askeri ve polisi tarafından gözaltına alınıp kaybedildi. Devlet yetkilileri sürekli inkarcı bir tutum
gösterse de çocukların çoğuyla ilgili
olarak işkencede öldürüldüklerine
dair tespitler savcılık fezlekelerinde
yer aldı. Benzeri olaylarda olduğu gibi
Türkiye’de yapılan yasal girişimlerden
hiçbir sonuç alınamadı. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM)’nde açılan
davalarda devletin suçu belgelendi.
12 yaşında Dargeçit’te gözaltına alınan
Davut Altunkaynak’ın annesi Hayat
Altunkaynak mektubunda şu ifadeleri kullandı; “1995’de askerler Dargeçit’teki evimize baskın yaptılar; oğlumu sordular, oğlum evde yoktu. Beni
jandarma taburuna götürdüler; dövdüler, tehdit ettiler. Oğlum Davut’u da getirdiler, onu Filistin askısında gördüm.
Kuş kadardı bedeni, baygındı; ‘Ana su
ver’ diye sayıklıyordu. Ona su veremedim. Beni bıraktılar, Davut kaldı. Ondan
bir daha haber alamadık. Bize onu serbest bıraktıklarını söylediler. “Söyleyin
bana 12 yaşındaki bir çocuk neden
gözaltına alınır, neden vahşice işkence
edilir, neden kaybedilir?”
Şükrü Sarıtaş’ın Yüksekova’da, 13 yaşındayken gözaltına alınarak kaybedilen oğlu Münir Sarıtaş için yazdığı
mektup, Musa Anter’in oğlu Dicle Anter
tarafından okundu. Sarıtaş oğlunun nasıl öldürüldüğünü anlattı: “Ben oğlumun
gözaltına alınıp kaybedildiği tarihte cezaevindeydim. Cezaevinden çıktıktan
sonra oğlumun kaybedildiğini öğrendim
ve onu aramaya başladım. Dünya benim için zindan olmuştu. Oğlumun izini
sürerken, Midyat Cezaevinde tutulan,
Yüksekova Çetesi itirafçısı Kahraman
Bilgiç ile görüştüm. Bilgiç bana Binbaşı
Mehmet Emin Yurdakul’un köylüleri, köy
meydanında toplayarak işkenceden geçirdiğini söyledi. 73 yaşındaki Abdülkerim Yurtseven işkenceye dayanamayıp
bayılınca, onu ve köyde ikamet etmeyen
oğlum Münir’i yanına alarak, Yüksekova Dağ Tabur Komutanlığı’na getirdiği,
burada Yurtseven’in tekrar dövülmesi
üzerine kaburgalarının kırıldığı ve tabur
revirine götürülünceye kadar öldüğünü,
bu olay çocukların gözü önünde yaşandığından binbaşı Yurdakul’un çocukları
atış poligonuna götürerek öldürdüğünü
söyledi.”
Y
üksek gerilim ve sert kutuplaşma havasında girdiğimiz
30 Mart seçimleri geride kalalı üç hafta oldu. Bu süre
içinde seçim sonuçlarına ilişkin pek çok şey söylendi, yeni
bir şey söylemek hiç kolay değil. Böyle çok irdelenmiş,
neredeyse didik didik edilmiş bir konuda yazı yazmak için
klavyenin başına geçmek haliyle sıkıntılı oluyor. Bu gibi durumlarda Karl Valentin’in o sevdiğim sözünü hatırlıyor ve
rahatlıyorum: “Aslında her şey söylendi, ama henüz herkes tarafından değil.” Evet, belki her şey söylendi, ama
bu, benim de sözümü söylememe engel değil.
Seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerde, öncelikle şu sorulara cevap aranır: Kim kazandı, kim kaybetti ve
seçmen nasıl bir mesaj verdi?
Kazanan–kaybeden meselesini açıklığa kavuşturmak için, genellikle önceki seçimlerin sonuçlarıyla bir kıyaslama yapılır. 30 Mart seçimleri bakımından da ilk ve en sık başvurulan yöntem bu. Son yerel seçimlerden (2009)
sonra bir de genel seçimlerin (2011) yapılmış olması, karşılaştırmalı tahlil iştahını haklı olarak daha da kabartıyor. Karşılaştırma yöntemi, kazanan–kaybeden konusunda güçlü ölçütler sunsa da, her zaman tek başına doğru
sonuç vermez. Daha kapsayıcı ve tatminkâr bir değerlendirme için, seçimin gerçekleştiği şartları ve bilhassa
partilerin seçimlerden beklentilerini, daha doğrusu kendilerine koydukları hedefleri de dikkate almak gerekir.
30 Mart seçimleri açısından bu parametrelerin, en az eski–yeni oy oranları kıyaslaması kadar, hatta ondan bile
önemli olduğunu düşünüyorum. Zira seçimlere olağandışı şartlarda girildi ve başlıca siyasi aktörlerin, bir yerel
seçimin sonuçlarına bağlanamayacak özel hedefleri vardı.
Seçim sürecini olağandışı kılan en önemli faktörün AKP ile cemaat arasındaki amansız ve kuralsız savaş olduğu
şüphesizdir. Cemaat, yerel seçimleri Erdoğan’a bitirici veya sersemletici bir darbe vurma fırsatı olarak gördü ve
hedefine ulaşmak için her yolu denedi. Örneği görülmemiş bir dinleme ve kayıtları ifşa operasyonuyla, hükümeti
ve fakat esas olarak Erdoğan’ı sıkı bir kıskaca almayı denedi. Vahim yolsuzluk iddiaları art arda ortalığa saçıldı.
Bununla da yetinilmedi, hükümetin dış politikasını ve çözüm sürecini sarsacağı umulan ses kayıtları da piyasaya sürüldü. Merkezinde cemaatin yer aldığı konusunda çok ciddi verilerin ve çok yaygın bir algının bulunduğu
bu operasyona, CHP açıkça, MHP de mahcup bir şekilde katıldı. Bu çerçevede AKP’ye karşı doğrudan veya örtülü
ittifaklar kuruldu. Bu operasyonun merkezinde yer alan gücün başlıca hedefinin, AKP’nin oylarını yüzde 40’ın
altına çekmek olduğu söylenebilir. Böylece muhtemelen Erdoğan’ın ülke siyasetindeki ve partisinin içindeki
otoritesinin ağır darbe yiyeceği ve hatta siyasi hayatının sona ereceği hesaplandı. CHP de, bu şartlarda oylarını
biraz artırmakla bile, iktidar alternatifi haline gelme hayalleri kurdu. MHP’nin payına da, en azından gücünü
koruması şartıyla, iktidar ortağı olma yolu açılacaktı.
AKP’nin oy oranı yüzde 45 bandına oturunca, bu hesap boşa çıktı. Aslında AKP seçim kampanyasını parti olarak
değil, Erdoğan üzerinden yürüttü. Erdoğan’ın temel taktiği ise, tabanının/seçmen kitlesinin kendi etrafında kenetlenmesini sağlayacak sert bir kutuplaştırma söylemi oldu. Bir taraftan da, sağ/muhafazakar seçmenin her
zaman mesafeli durduğu, hatta alerji duyduğu “siyasetin siyaset dışı güçler tarafından dizayn edilmesi girişimi”
temasını sürekli işledi. Bunlara ekonomik istikrar ve “hizmet” propagandasını da ekleyerek, yolsuzluk iddialarını
geri plana atmayı başardı. Sonuçta kendisini siyaseten ayakta tutacak, hatta güçlendirecek oy oranına ulaştı ve
seçimlerden galibiyetle çıkmış oldu.
Bu kadar ağır bir kuşatmaya ve mahvedici olabilecek bir kampanyaya karşı AKP’nin elde ettiği oy oranı ve
kazandığı belediye sayısı, parti ve Erdoğan açısından açık bir galibiyettir. Erdoğan bu sonuçla, hem partideki
otoritesini pekiştirdi, hem de ülke siyasetine hedefleri doğrultusunda şekil verme imkânlarını elinde tuttu. Bu
gücü nasıl kullanacağını, yakın zamanda cumhurbaşkanlığı seçimi bağlamında göreceğiz. Erdoğan’ın burada
vereceği karar ve mesajlar, genel seçimler ve sonrasına dair planları hakkında da fikir verecektir.
Seçim sonuçları, Erdoğan’a planlarını gerçekleştirme konusunda önemli bir avantaj sunmuş görünse de, tek
başına bu “galibiyet”in kendisine bütün yolları açtığı elbette söylenemez. Bundan sonraki gelişmelerin seyri,
şüphesiz pek çok faktörün ve diğer siyasi aktörlerin tutumlarına da bağlı olacaktır.
Beklentiler ve hedefler açısından baktığımızda, CHP’nin 30 Mart seçimlerinin kaybedenleri arasında yer aldığını
söyleyebiliriz. Esasen partinin yönetim kademelerinin açıklamaları da, bu tespiti doğruluyor.
CHP, bu seçimlerde oy oranını yüzde otuzların birkaç puan üstüne taşımayı hedefliyordu. Parti yönetimi, bunun
için “riskler” almaktan da çekinmedi. Bu risklerin başında, cemaatle girilen örtülü ittifak geliyordu. Ayrıca Ankara ve İstanbul gibi genel oy tablosuna ve siyasal psikolojiye etkisi büyük olan şehirlerde, dışarıdan adaylar
transfer edildi. Partinin tabanında ve yönetim çevrelerinin bir kısmında temkinle, hatta kuşkuyla, kısmen de
tepkiyle karşılanan bu ittifak ve transfer politikası, şayet hedeflenen oy oranına ulaşılsaydı, bir “taktik başarı”
olarak kutlanacak ve muhtemel huzursuzluklar böylece bastırılacaktı. Ama öyle olmadı, ne cemaatle ittifak oy
oranını artırdı, ne de transferler o şehirleri kazandırdı. Bu durum, CHP’de eski kazanların yeniden kaynatılmasına
yol açtı. Kılıçdaroğlu yönetimi, parti içinde birbirleriyle ontolojik uyumsuzluk içinde olan kanatları 2015’teki
genel seçimlere kadar bir arada tutma politikasını yürütmekte zorlanacağa benziyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi,
bu havada ayrı bir iç huzursuzluk ve çekişme sebebi haline gelebilir.
Gelelim Kürd cephesine. Kürd hareketi, bu seçimlere iki partiyle girdi, malum. Kürd illerinde BDP’yle, diğer illerde
de HDP’yle. Kürd hareketi, 30 Mart seçimlerine, ülkenin genelindeki kutuplaşmadan uzak durarak ve kendi hedeflerine odaklanarak hazırlandı. Seçimlere “özgür kimlikle özyönetime” şiarıyla giren BDP, oylarını kayda değer
bir biçimde yükseltmeyi ve yeni belediyeler kazanarak Kürd coğrafyasında yönetim gücünü yaygınlaştırmayı
hedefliyordu. BDP’nin bu hedeflere tam olarak ulaştığı söylenemese de, seçimlerden galibiyetle çıktığı açıktır.
Kürd coğrafyasının siyasal açıdan dinamik, kimlik ve özyönetim taleplerinin hayata geçmesi açısından belirleyici şehirlerinin büyük bir kısmını kazanmış olmak şüphesiz ciddi bir başarıdır. Kürd hareketi açısından özel
yeri olan Diyarbakır ve Hakkâri’de oyların düşmüş olması, başarı sevincine burukluk katsa da, bu illerdeki bariz
üstünlüğü, oy kaybının etkisini önemsizleştiriyor. Türkiye’nin batısına açılma projesi olarak kurulan HDP konusunda bir hayal kırıklığı yaşandığını kimse gizleyemiyor, gizlenecek gibi de değil zaten. HDP, aldığı sonuçlarla
kuruluş amaçlarını gerçekleştirme noktasının şu an için uzağında duruyor. HDP’nin geleceği ve BDP’yle ilişkisi,
Kürd hareketi için önümüzdeki dönem zorlu bir mesele olacağa benziyor.
Seçim sonuçları, Kürd hareketinin, Öcalan tarafından çözüm sürecinin temel sütunlarından biri olarak ilan edilen
demokratik siyaset konusunda çok ciddi mesafe aldığını ortaya koydu. En azından demokratik siyaset imtihanının
bu ilk aşamasının başarıyla geçildiği kesin. Şimdi sırada, daha karmaşık ve çetin aşama var. Bu aşamanın özünü
ise, yıllardır yaşanan yerel yönetim deneyimini özyönetim modeline dönüştürmek oluşturuyor. Bu konuda benimsenecek yöntemler, atılacak adımlar ve geliştirilecek uygulamalar, Kürd hareketinin gelişim yönünü belirleyecek
ve Rojava’yı da içerecek şekilde Kürd coğrafyasının gelecekteki şekillenmesini etkileyecektir. Türkiye’deki sistem
tartışmaları ve alternatif siyaset arayışları açısından da, buradaki tecrübe hayati önemde olacaktır.
MİTHAT SANCAR
Seçim sonuçlarının
anlamı ve önemi
dosya
Erdoğan tanımaz, Gül belki!
Alman
gazeteci-yazar
Wolfgang
Gust
Almanya’nın soykırımdaki rolüne dikkat
çekiyor. “Ermeni Soykırımı” adlı kitabı da
bulunan Gust, Alman arşivlerinde yer alan
belgelerin kamuoyuna açılmamasına dikkat
çekiyor. Gust ile yaptığımız söyleşinin
satırbaşları şöyle:
Soykırım unsurları
Bugün soykırım olarak
tanımlanan olgunun tüm
unsurları Ermenilere uygulanmıştır. 1895-1896’da
Yunus
Demir
Ermenilere
yapılanlar,
1909 Adana Katliamı ve
nihayet 1915-1916’da yaşananlar, Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael
Lemkin’in tanımına göre de soykırımdır. 2005’te Almanya Parlamentosu
bu konuda bir bildirge yayınladı. Tüm
siyasi partilerin ortak kararıyla çıkan
bildiriye rağmen, Parlamento’daki tartışmalarda bazı milletvekilleri soykırım ifadesini kullanmıyor olabilir.
Yaptırımları var
Soykırımın tanınması konusunda
devletlerin belli korkuları var olabilir.
Soykırımın tanınması ekonomik ve finansal bir kargaşaya sebep olabilir.
Bunun bazı Alman şirketlerine yansımaları olabilir. Bugün gelinen noktada
bireysel olarak soykırıma katılan fail-
lerin hiçbiri hayatta değil ve bireysel
şu an hiçbir Türk tehdit altında değil.
Bu Almanya ile çok benzer bir durum.
İkinci Dünya Savaşı’nda 10 yaşındaydım. Savaştan sonra Almanlar ko-
nuşmak istemiyordu. Almanlar savaşı
kaybetti, ama Türkler pratik olarak
savaşı kazandı. Atatürk Türkiye’yi kazananların tarafına çekti.
1915’te Dersim
Doğu’daki bazı Kürdler, özellikle de
Dersimliler arasında, sürgün yollarında öldürülen Ermenileri saklamak ya
da korumak isteyenler oldu. Bu ABD’li
misyonerlerin kayıtlarında da var. Ermenilerin Rusya’ya göç etmelerine
yardımcı olan Dersimliler de var. Göç
edemeyen bazı Ermenilerin Dersimlilerle evlendiği biliniyor. Sonraki yıllarda Dersim’e yapılan saldırının sebeplerinden biri de bu olabilir.
ABD Türkiye’nin müttefiki
ABD’de güçlü ve etkin bir Ermeni diasporası olmasına rağmen, ABD 1915
Soykırımı konusunda Türkiye yanlısı
bir tutum içinde. Çünkü ABD, Türkiye
ile müttefik olan ülkeler arasında. Bir
cok ülke Ermeni Soykırımı’nı resmen
tanımış olabilir, fakat 1915’teki sürece müdahil olan ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerin, 1915’te yaşananları
soykırım olarak resmen tanımaları
o kadar kolay görünmüyor. Mevcut
Türkiye’ye bakacak olursak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1915’i bir
soykırım olarak resmen tanıyacağını
sanmıyorum. İlerleyen süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu konuda
belki farklı bir tutumu olabilir.
4
Vatandaşlık Gündemde
B a ş b a kan
Tayyip
Erdoğan’ın,
24
Nisan’ın
arefesinde
Ermenice de
dahil dokuz
dilde yayımlanan ve gerek Türkiye gerekse
dünya kamuoyunda geniş yankılar uyandıran taziye mesajı yeni adımların işareti olarak
değerlendiriliyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun elinden çıktığı ifade edilen mesajla
hedeflenen diyalog ortamının
vatandaşlık hakkının iadesi ile
geliştirilmesi söz konusu. Geçen
Ocak ayında Ankara’da yapılan
bir toplantıda dile getirilen ve Dışişleri Bakanlığı’nın sıcak baktığı
bildirilen öneri doğrultusunda
1915 olayları sırasında Osmanlı
topraklarından göç etmek zorunda kalan, o dönemin koşulları
nedeniyle T.C. vatandaşlığını hiç
kazanamamış ya da daha sonra
kaybetmiş Ermenilerin torunlarına vatandaşlık hakkı tanınması
gündemde.
İnkârın sonlandırılması önemli
Michigan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Roland Grigor Suny, soykırımın başka
ülkeler tarafından tanınmasını önemli bulmadığını, inkârcılığa son verilmesinin daha öncelikli
olması gerektiğini savunuyor ve bu konuda Türkiye’de de değişimler olduğuna dikkat çekiyor.
Değişimler de var
Yaklaşık 100 yıl geçmesine rağmen,
henüz tartışma aşamasındayız. Elbette bazı değişimler de var. 15-20 yıl öncesini düşünürsek, Ermeni Soykırımı
hakkında “Soykırım yoktur, kötü bir
şey olmuşsa da bu Ermenilerin hatasıdır. Ermeni çetelerini temizledik” deniliyordu. Tarihte ne olduğunu anlamak
için ortak çalışmalar yaptık, bugün gelinen noktada, bütünsel inkâr yerine,
Jöntürkler tarafından “tehcir” organize
edildiği kabul ediliyor.
Çanakkale’de Ermeniler de savaştı
Bana göre bu çok da önemli değil, yaşananları soykırım olarak tanıyıp tanımamalarını çok önemsemiyorum.
Resmi boyuttaki inkâr ve bundan vazgeçilmemesi beni daha çok endişelendiriyor. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki
yıl, Türkiye de devlet olarak ÇanakkaleGelibolu kutlamalarıyla gündemi meşgul tutmaya ve soykırımı unutturmaya
çalışacak. Oysa, Çanakkale’deki savaşa Ermeniler de katılıp mücadele etti.
Fakat Talat, Enver ve Cemal paşalar
Ermenilerin “tehlikeli” olduklarını savunarak Ermenileri sürgüne tabi tuttu.
El konulan Ermeni mülkleri
Almanya Yahudilerin mülklerini geri
vermeye çalıştı. Bu karmaşık bir konu.
Hukuki boyutları da var ve mahkeme-
ye gitmek gerekiyor. Bu halledilebilir.
Ama kaç Ermeni başvuru yapacak?
Kaç kişinin elinde evrak var? Ermeniler terk etmek zorunda kaldıkları
mülklere geri dönmek ister mi? Bunları cevaplamak zor.
5
dosya
FLORİTA ULUK BENLİ
1915’den günümüze
Ermeniler
BasHaber -1915 yılında Osmanlı
Devleti’ni yöneten İttihat ve Terakki
rejiminin Ermeni halkına yaşattığı “büyük felaketin” üzerinden 99 yıl geçti.
Modern tarihin kaydettiği ilk toplu katliam olarak kabul edilen Ermeni Je-
1915’te Ermeni Jenosidi’ne seyirci kalan insanlık, ancak 2. Dünya Savaşı
yıllarında Yahudi Halkına karşı Hitler
Rejimi’nin gerçekleştirdiği Holokost’un
ardından soykırımların engellenmesi
amacı ile harekete geçti. 1948’de Bir-
de soykırımla yüzleşmede cesaret verici olması temenni ediliyor. Aksi durumda suç envanterini kapatmayan devletin
benzer bir süreci Kürdlere de yaşatma
eğilimini hep koruyacağı endişesi canlı
kalıyor.
nosidi geçtiğimiz 99 yılda Türkiye’nin
yüzleşmekten kaçındığı en büyük travma oldu. Osmanlı’nın mirası üzerinden
şekillenen T.C. devleti yöneticilerinin
de tarihin bu hesaplaşılmamış yüzüne
bakmaktan kaçınması, Ermeni halkının taleplerine kulaklarını tıkaması ile
24 Nisan, öfke, korku, intikam ve nefret
gününe dönüşen bir sembol halini aldı.
Geçtiğimiz yılların 24 Nisanlarının birinde Türk ordusunda askerlik yaparken “silah arkadaşı tarafından kazayla
öldürülen” Ermeni genç Sevag Balıkçı
bu nefret gününe verilen son kurban
oldu. Ermeni gazeteci Hrant Dink, yüzleşilmediği için devam eden “büyük felaketin” katledilen güvercini oldu.
İttihat ve Terakki Rejimi, 24 Nisan
1915’te İstanbul’daki Ermeni Hınçak
ve Taşnak partilerinin 2 bin 250 üyesini
tutuklatarak, Çankırı ve Ayaş’taki toplama kampları ve zindanlarına doldurdu. Bu tutuklama “büyük felaketin” ilk
hamlesi idi. Ardından Ermeni ulusunun
her ferdinde ve tanık olan her insanın
vicdanında, zamanın sağaltamayacağı
yaralar açan insanlık suçları işlenmesine başlandı.
leşmiş Milletler (BM) Soykırım Suçunun
Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile bu suçu hukuksal bir tanıma kavuşturdu. Ancak Holokost’a karşı
geliştirilen hassasiyetin, Ermeni Jenosid’ine karşı gösterilmemesi ve Türk siyaseti ve diplomasisinin bu konudaki
uluslararası baskısı sorunun çözümünü
engelleyen en önemli etkenlerden biri.
Jenosid’in inkar edildiği, yüzleşilmediği sürece devam eden bir suç olacağına dikkat çeken uzmanlar, geçmişle
yüzleşmenin, bu felaketin telafi edilebilir sonuçlarının ortadan kaldırılabilmesi için gerekli ilk adım olduğu konusunda hem fikir.
Son yıllarda Ermeni halkına karşı
Kürdistan’da işlenen suçlardan dolayı
özür dileyen Kürd siyasetinin önde gelen aktörleri, devletin jenosidi inkar ettiği sürece aynı suçu işleme potansiyelini
taşıyacağına da dikkat çekiyor. Ancak
Kürd siyasetçilerin “özür dilemesinin”
yeterli olmadığına dikkat çeken Ermeni
aydınları, el konulan miraslarının iade
edilmesini de istiyor. Kürdlerin katliamdaki rollerini kabul etmesinin devlet için
24 Nisan 1915’de Taşnak ve Hınçak
yanlısı oldukları gerekçesi ile bir günde
2.500 Ermeni siyasetçi ve önde gelen
şahsiyetini tutuklayan devlet zihniyetinin 2009 yılında binlerce Kürd siyasetçiyi KCK ve PKK üyesi diye suçlayarak
tutuklamasının, geçmişin frekanslarının nasıl canlı kalabileceğine dair bir
örnek olduğuna dikkat çekiliyor.
İktidara geldiği ilk yıllarda Ermeni aydınlar ile ilişki kuran AKP hükümeti
sonraki yıllarda bu konuda geleneksel
devlet siyasetine geri döndü. AKP’nin,
Ermeni Soykırımını yasal olarak tanıma tartışmalarının yürütüldüğü ülkelerin hükümetlerine yaptığı baskı
ve Başbakan Erdoğan’ın bu konudaki
uzlaşmaz sert tavırları, 100. yılında da
Ermeni halkının acılarına ve kayıplarına kayıtsız kalacağına inananları huzursuz etmeye devam ediyor.
“Vatandaşlık hakkı iade edilsin”
Soykırım çalışmalarıyla tanınan yazar Sait Çetinoğlu,
100. yıldönümü öncesi diaspora Ermenilerin
vatandaşlık hakkının iade edilmesi çağrısı yaptı.
1915’le hesaplaşma konusunda Türkiye’deki muhalif kesimleri de eleştiren
Sait Çetinoğlu ile 2015 öncesi Ermeni
Katliamı ve yüzleşme üzerine konuştuk:
Soykırımın 100. yıldönümüne bir yıl
kala ne tür gelişmeler yaşanabilir?
Devletin dört yıllık bir projesi var. Türk
Tarih Kurumu’nun internet sitesinden
görülebilir. Ne tesadüf ki, böyle bir süreçte Sevan Nişanyan gibi cesur bir Ermeni aydın, bir bahane üretilerek dört
yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Diğer
önemli bir olay da, Türkiye’yi sıçrama
tahtası olarak kullanan cihatçıların Suriye’deki Ermeni kasabası Kessab’ın
işgal edilerek soykırımın ikinci kez yurt
dışına uzatılmasıdır. Armenian Weekly
gazetesinde, soykırımın yüzüncü yıldönümü konusunda, “Türkler, yani devlet,
bizden daha iyi çalışıyor” deniyordu.
Türkiye’deki “muhalif” kesim de bu konuda bir şey yapmaktan uzak. Bu hepimizin ayıbı, toplumun büyük bir ayıbı.
Kürd siyasetinin önemli isimlerinden Ahmet Türk, 1915 Soykırımı konusunda özür diledi...
Kürdler soykırım kurbanlarının adalet taleplerinin yanında olmalı en
azından Ermenilerden, Süryanilerden
ve diğer Hıristiyanlardan soykırım
sürecinde gasp edilerek alınanların
geri verilmesi konusunda Mor Avgin
Manastırı’nın topraklarını işgal edenleri, bu topraklardan çıkaracak bir
jestle soykırım mağdurlarının adalet arayışında önemli bir başlangıca
imza atabilirler.
Türkiye devletinin inkârcı tutumunda
yüzüncü yıldönümü olması sebebiyle
bir değişime yol açması beklenebilir
mi?
Hayır, devleti bir yere zorlayacak olan
kesin taban var olmalı. Tabanda böyle
bir eğilim yok. Mesela “Kürd Özgürlük
Hareketi”nin bazı temsilcileri, “Dedelerimiz böyle bir şey yaptı, bunu kınıyoruz” demekle yetiniyor.
100. yıldönümünde daha yoğun etkinlikler beklenebilir mi?
Batı Ermenilerinin bugünkü torunlarının ve bunların adalet arayışının yanın-
9
9 yıldır ölümü gösterip sıtmaya razı edilmiş
ruhundaki tüm bastırılmışlık ile “cemaat” adı
altında azaldıkça, insani değerlerini kaybettiğine
ve suçlu olduğuna inandırılan bir halkın ferdi olarak
dünyaya gelmişim.
Kendisine uzaklaşamamanın verdiği huzursuzlukla, geçmişle yüzleşme cesaretini derinlere gömen,
zaman zaman boyun eğmese de hemen hemen hiç
başkaldırmayan bir yitikliğin içinde şekillenmiş bir
Ermeniyim...
Doğduğum coğrafya halklarının suçlu, vatan haini,
öteki olduğumu; gözüme, kulağıma, aklıma, ruhuma sokmaya çalıştığında henüz sorgulamanın,
yüzleşmenin anlamını bilincime ulaştıramadığım
yaşlardaydım.
Kavrayamadığım onca durumu anlamak ve kendimi
savunma güdüsü ile büyüklerime sorduğum tüm
sorular cevapsız kalınca, merakın ve çaresizliğin ne
demek olduğunu öğrendim. Dinim ve inancımdan
dolayı öteki (pis Gavur, Ermeni dölü) olmayı, ismimin farklı oluşu, kampana ve ezan sesinin farklılığını az çok anlarken, siyasal olarak nasıl bir tehlike
olduğumu hiç ama hiç anlayamadım.
Ben büyüdükçe sorular da çoğalmıştı. Kabulü ya da
reddi için hiç çaba göstermediğim tebaa, vatan haini,
düşman gibi sıfatları çoktan çoğaltmıştı hakkımda.
Çoğaldıkça üzerime yapışan, taşıyamadığım bu yükü
anlamak için satır aralarını okumayı seçtim. Babamın
bizi eğlendirmek için sorduğu, ‘’ben babamın kızı
iken, babam benim oğlum oldu’’ bilmecesinin arasına
sıkışmış, cevabını yıllarca bulamadığım geçmişimle
ilişki kurmaya çalıştığım satır araları gibi…
Farklı bir dine ve etnik kökene mensup olmamız
öteki olmanın makul başka bir açıklaması olmuştu.
Hristiyan ve Ermeni olmanın ağırlığını daha önce
görmüştüm, inkârın akli karşılığı idi bir bakıma...
İnsan yaşlandıkça, fiziksel gücünü kaybettikçe,
bastırılmışlıklar zihinde yeniden canlanır. O günleri
yaşamış insanların anılarını anlatırlarken duydukları acıyı, korkuyu ve çaresizliği onları tekrar tekrar
dinlediğimde anladım.
100.yılına bir kala hala sorgulanamayan soykırım
gerçeğinin bedeli; dilinle, inancınla, kültürel aidiyetinle kendin olamaman, baskılanman ve inkar edilmendir. Günahı ve sevabıyla susup içe kapanarak
var olma çabandır Ermeni olmak. Bu coğrafyada yaşayan korkak-inkarcı halklar gibi suskun, dinleyici
olmayı reddediyor; sıtmaya razı olmak istemiyorum.
1915 gerçeği ‘özür’ ve ‘iade’ ile telafi edilebilecek bir
trajedi değil, aksine karşılıklı kabul ve travmaların
tedavi edilmesiyle, ders çıkarılması gereken utançlı
bir yaradır.
Dileğim o ki;
Bu coğrafyada 1915’den günümüze dek yaratılan
düşmanlıkların, yaşanan acıların son bulması; trajedinin bütün yönleriyle korkusuzca tartışılmasıdır.
da olan ve destekleyenlerin giderek
yükselen bir eylemlilik içinde olacağını
düşünüyorum. Bunun Türkiye’ye yansımaması düşünülemez. Türkiye’den
yükselecek vatandaşlık hakkının iade
edilmesi ve nüfus kayıt bilgilerine erişimin sağlanmasının talep edilmesi ve
bunun destek bulması başlangıç için
önemli bir adım olabilir.
inceleme
6
Türkiye: Generallerin Dönüşü
Aliza Marcus, Halil Karaveli
Türk Ordusu’nun artık (ülke siyasal hayatında) eskisi gibi etkili olmadığı farz
ediliyor. Geçen üç yıllık süre zarfında
Türk Ordusu’nda görevli üst kademedeki bir cok subay Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu,
demokratik olarak seçilmiş hükümete karşı darbe girişimi suçlamasıyla
yargılanmış ve cezaevine konulmuştu.
Erdoğan’ın Türk siyasal hayatında askerin karar alıcı rolünü başarılı bir şekilde
azaltma yoluna gitmesinden ve askerin
sivil yönetimin emrine vermesinden
sonra cezaevine konulan subayların
yeniden yargılamasın yolunda bir hamle yapıldı. Türkiye’de yaşanan bu geliş-
nel Başkanı olduğu AKP oyların yüzde
43’ünü aldı. CHP, Ankara ve İstanbul’da
da kontrolü elinde tutan AKP’ye karşı
seçim zaferi kazanamadı.
Sandıkta güçlü bir zafer kazanan Erdoğan, Gülen Cemaati’ne karşı aktif
bir şekilde eyleme geçmek için artık hazır. Polis ve yargıda etkin olan
Gülen Hareketi’nin 17 Aralık 2013’te
başlatılan geniş çaplı yolsuzluk soruşturmasının arkasında olduğuna, bazı
işadamları ve Başbakana yakınlığıyla
bilinen bazı siyasetçilerin çocukları hakkında soruşturma açılmasının
aslında Erdoğan’ı hedeflediğine dair
bir kanı var. Hükümet çevreleri nez-
yapılan, ülkenin en üst beş askeri komutanının üyesi olduğu, Milli Güvenlik
Kurulu toplantısı sırasında kurulmuştu. Milli Güvenlik Kurulu’nda, “paralel yapı” olarak tanımladıkları Gülen
Hareketi’nin/cemaatinin ülke güvenliğine tehdit oluşturduğuna dair oybirliğiyle karar alınmıştı. Gülen cemaati
faaliyetlerine karşı Türkiye’de “total
savaş” ilan edilmiş ve devlet görevi
icra eden Gülen Hareketi kadrolarının
tespit edilip, tasfiye edilmesi eylem
planı onaylanmıştı.
Birkaç hafta sonra Anayasa Mahkemesi, hükümete karşı darbe girişimi
içinde bulunmakla suçlanan komutan-
iddiası soruşturması olayı ve tapelerin
sosyal medyaya sızdırılmasıyla birlikte
geçtiğimiz sonbahardan itibaren tamamıyla çökme yaşandı. Ancak Erdoğan
askeri erkânla işbirliğine gitmede benzer riskleri yaşayacağa benzemiyor.
Aksi halde, onun hatası olur.
Şu sıra askerlerin Başbakan Erdoğan’a
karşı duydukları öfkeyi içlerine atmaları ve ortak geleceğe dönük hareket
etmeleri için yeterli nedenleri var. Askerler, subaylarının mahkeme önüne
çıkarılması amacıyla delil toplanması
ve yargılanması olayında Gülen Cemaatini suçluyorlar. Genel Kurmay eski
Başkanı İlker Başbuğ geçen ay ceza-
meler İslamcı esaslara dayalı politika
yapan Erdoğan hükümetine karşı darbe
yapılması tehdidini yalnızca azaltmadı,
aynı zamanda, Başbakan’ın İslami eğilimi olan diğer muhafazakâr kesimlerin
ve liberallerin desteğini almasını daha
da pekiştirdi. Bütün bu gruplar Silahlı
Kuvvetlerin daha önce istismar ettikleri
konuların bedelini ödediklerini görmekten mutlu olmuşlardı.
Erdoğan ile eski bir müttefiki, Pensilvanya merkezli eski vaiz Fethullah
Gülen’in müritleri İslamcı muhafazakâr
kesim arasında birkaç ay önce patlak
veren iktidar mücadelesi Türkiye’deki sosyal dinamiklerde değişikliklerin
meydana gelmesine neden oldu. Başbakan Erdoğan da tırpandan geçirdiği
generallerin durumunu yeniden gözden
geçirmeye başladı. Başbakan ve kurmayları yeni bir adım atarak, mevcut
askeri yetkililer her ne kadar omuz vermiş olsalar da, siyasal aktör olarak ordunun rolünün yeniden desteklenmesi
yönünde açıklamalarda bulundular.
Erdoğan’ın gittikçe artan oranda otokratik ve anti demokratik hale gelen yönetimine karşı bir referandum olarak
görülen 30 Mart yerel seçimleri Başbakanın vaadetmiş olduğu programına devam etmesi için ihtiyaç duyduğu
halk desteğini aldı. Sert muhalefetine
rağmen sosyal demokrat CHP oyların
yüzde 26’ını alırken, Erdoğan’ın Ge-
dinde Gülen Cemaati destekçilerinin
Erdoğan’a karşı düzenlenen tele-kulak olayından ve iddia edilen bazı yolsuzluk olaylarına Başbakanın karıştığını ima eden sosyal medyaya servis
edilen tapelerden sorumlu oldukları
kabul ediliyor (Erdoğan tapelerin ve
iddiaların gerçekliğini kabul etmedi).
Başbakan Erdoğan, seçimlerin yapıldığı günün gecesinde yaptığı zafer
konuşmasında, bundan böyle, esas
endişe konusunun Gülen Hareketi olduğunu açıkladı. “İnlerine kadar gideceğiz. Bedelini ödeyecekler” şeklinde
açıklama yaparak bu kaygısını ifade
etti. Seçimlerden önce, Twitter’e getirilen yasaklama da dâhil, Erdoğan’ın
gittikçe artan otokratik yönetim tarzı,
liberallerle aralarında sürtüşme yaşanmasına neden olmasından dolayı,
aynı zamanda, medya sektöründe,
sanat çevrelerinde ve iş dünyasında bulunan muhalifler üzerine baskı
yapılmasına neden oldu. Bütün bunları kendi başına yapmayacak. Eski
düşmanı asker gücüyle birlikte yönetmekte olduğu devletin kişiliğine
tehdit teşkil eden bu güçleri tırpandan
geçirme planını yaptığını ifade etti.
Bu durum generallere ayrıcalıklı eski
siyasal konumunu tekrar kazanma
fırsatını doğurdu. Başbakan Erdoğan
ile Genel Kurmay arasında meydana
gelen bu de facto ittifak 26 Şubat’ta
lar arasında olan Genel Kurmay eski
Başkanı İlker Başbuğ’un ömür boyu
hapis cezasını hükümsüz kılarak serbest bıraktı. Başbuğ, 7 Mart’ta tahliye
olduğunda Başbakan Erdoğan şahsen
kendisini arayıp tebrik etmiş ve diğer komutanların da tahliye olmasını
umduğunu bildirmişti. AKP ağırlıklı
Türk Parlamentosu’nda, Şubat ayında, bir cok askeri komutanın mahkûm
edilmesine karar veren Özel Yetkili
Mahkemeler’in kaldırılmasına yönelik
çalışma yapılması kararı alınmıştı. Cezaevinde olan bir cok subayın da yakında tahliye edileceği anlaşılıyor.
Erdoğan, 30 Mart gecesi seçim sonuçları ardında yaptığı balkon konuşmasında, Gülen Cemaati mensuplarının
devlet kadrolarına alınması konusunda
hata yaptığını söylemişti. Devlet çarkında kendine yer bulan Gülen Cemaati müritleri güçlendiler ve hükümetin
olağan idari faaliyetlerinde doğrudan
söz sahibi olmaya çalıştılar. AKP hükümetinin PKK ile barış süreci görüşmelerine itiraz ettiler. Gülen Cemaati
taraftarı olarak görülen İstanbul Cumhuriyet savcısı Şubat 2012’de Başbakan
Erdoğan’ın MİT Müsteşarı olarak atadığı Hakan Fidan’ı, PKK’ye yönelik Kürd
açılımı konusunda ifade vermek üzere
mahkemeye çağırdı. Gülen Cemaati ile
hükümet arasındaki ilişkilerin yapısında, Başbakanın dâhil olduğu yolsuzluk
evinden çıktı ve Gülen Hareketi’nin
oluşturduğu tehdidin etkisizleştirilmesinin ülkenin öncelikli sorunu olduğunu açıkladı. Tahliye edilmeden kısa bir
süre önce “Şayet yolsuzluk söz konusu ise, elbette ki ele alınması gerekiyor. Ancak, seçimle iş başına gelen bir
hükümetin, vatandaşın seçimi dışında
kalan yollarla, bir darbe manevrası
marifetiyle iktidardan indirilmesi girişimi seçenek dışında kalması gerekiyor” şeklinde beyanat vermişti.
“Kıdemli subaylar/komutanlar prestijlerini ve morallerini kırıp geçiren,
kendilerini sorgulayan mahkemelere
karşı öfkeli değiller. Ancak, Gülencilerin askeri kadroları ve dava dosyaları
üzerindeki etkisinden kaygı duyuyorlar. Gülen Cemaati yanlısı genç subaylar, geçen yıllar zarfında, yüksek
rütbelere ulaştılar. Üst rütbeli bazı
subaylar Gülen Cemaati yanlısı askerlerin kendilerini devirme kaygısını da
taşıyor.
Öte yandan muhtelif konuları içeren
hükümet karşıtı tapeler, Cemaat taraftarlarının ulaştığı seviyeyi gösteriyordu. Ancak, Erdoğan’ın atadığı MİT Müsteşarı, Genel Kurmay Başkanı ikinci
yardımcısı ve Dışişleri Bakanı’nın hazır bulunduğu, Suriye’ye müdahale
senaryosunun görüşüldüğü toplantıda
konuşulanların sosyal medyaya sızdırılması derecesinde olduğu bilin-
7
kent, yaşam, çevre
Kandil Belediyesi
statü ve bütçe istiyor
PKK’nin kontrolündeki Kandil Dağı
eteklerinde bulunan köylere beş yıldır hizmet
veren Kandil Belediyesi, Kürdistan Bölge
Yönetimi’nden destek bekliyor.
Omer Çawşîn-Kandil
Kandil’de önümüzdeki ay, belediye
başkanlığı seçimleri yapılacak. Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) kontrolünde
bulunan Kandil Dağı eteklerindeki köylere hizmet veren Kandil Belediyesi,
Kürdistan Bölgesi Hükümeti’nden belediye statüsü ve bölgedeki diğer belediyeler gibi bütçe verilmesini istiyor.
Kandil Belediye Başkanı Şêx Umer,
‘Hükümetten, parlamentodan ve valilikten bizi belediye olarak resmen
tanımalarını talep ediyoruz. Hizmet
bölgemiz çok geniş bir alanı kapsıyor
ve burada kısıtlı imkânlarla hzimet
vermeye çalışıyoruz. Hükümetin bize
yardım etmesini istiyoruz’ dedi.
Umer, bir bütçeye sahip olmaları durumunda bölgeye çok daha iyi hizmet
verebileceklerini söyledi.
Pirdeşal Köyü ve Kandil Belediyesi
Meclis Üyesi Elî Mehmûd Xidir, hizmet
bölgesinin 75 köyü kapsadığını ve bu
alanda yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığını söyledi. Bahar aylarında halkın
dağın eteklerine pikniğe geldiğini belirten Xidir şunları söyledi: ‘Kış aylarında soğuktan içme suyu kaynakları donuyor. Elimizde yeterli imkan olmadığı
için içme suyu için bile hizmet veremiyoruz. Yaklaşık beş yıl önce kurulan
belediyeye bir ay sonraki seçimlerde
meclis üyeleri seçilecek. Seçilen üyeler arasında yapılan bir seçimle de belediye başkanı belirlenecek. Ancak bu
kez eşbaşkanlık sistemiyle bir kadın
ve bir erkek başkan seçeceğiz. Bu da
halkla daha kolay iletişim kurmamızı
sağlayacak. Partilerin çekişmelerinden uzak, hizmet amaçlı bir meclis
oluşturmayı planlıyoruz ve bu seçimi
de PKK’nin gözetimi altında yapacağız’
Belediyenin temel hizmet araçlarından yoksun olduğunu vurgulayan Xidir,
şunları söyledi: “Ancak bölge halkının
yardımlarıyla bazı hizmetlerimizi sunabiliyoruz. İşin zor tarafı kış şartlarında kar seviyesinin yüksek olduğu
dönemlerde köylere hizmet götürmek.
Kandil Belediyesi olmasa, bölgedeki
köylere ulaşım yolları yoğun kar yağışı
nedeniyle bazen 10-15 gün kapalı kalabilir. Bölgenin doğal güzelliklerinin
korunması için de projelerimiz oluyor.
Şimdiye kadar bölgedeki bazı hayırseverler sermayedarlar sayesinde projelerimizi gerçekleştirebildik.”
Bölge halkının belediye hizmetlerini
yetersiz bulduğunu ancak bölgedeki
huzur ve sükunetten memnun olduğuna işaret eden Xidir, köylerde suç
oranının sıfıra yakın olduğunu bildirdi.
miyordu. Bu sızdırılma hadisesi, en
üst düzeydeki askeri makamların da
dâhil olduğu, üst düzey rütbelerde görev icra edenlerin hiç birisinin tapeler
olayından muaf olmadığına işaret ediyor.
Askeri makamlar, Gülen Cemaati
mensuplarının devlet faaliyetlerinde
öncü rol almasına olanak veren ve büyük bir maharetle toplanan delillerle
isnat edilen iddiaların ne anlama geldiğinin farkında olmayan Başbakan
Erdoğan olmasaydı subayların şimdi
cezaevinde olmayacaklarını biliyorlar.
Askerler, her şeye rağmen yaşadıklarının gerçek bir rövanşını alabilmek
ve iktidar ayrıcalığını yeniden talep
edebilmek için tek çarenin AKP ile
işbirliğinden geçtiğini biliyor. Ancak,
askerlerin Erdoğan’a sadık kalmala-
rı için herhangi bir nedenleri de yok.
Onlar, Gülen Cemaati’ne karşı derinden kızgın oldukları kadar Başbakan
Erdoğan’a karşı da öfkeliler. Askerlerin dönüşü kısa vadede Erdoğan için
faydalı olabilir, ancak, gelecekte potansiyel yeni bir tehdit olmalarına da
zemin hazırlayabilir.
Türkiye tarihinden alınan dersler aleni olarak orta yerde duruyor: Askerler
her zaman zafer kazanır. Çok sayıda
Osmanlı Sultanının otoritesine karşı
çıkan güçlü Yeniçeri Ordusu, Sultan II.
Mahmut tarafından 1826’da bozguna
uğratılmış olmasına rağmen, ordunun
ülke siyasetinde oynadığı rolü sona
erdirememişti. Türkiye’de tarihsel gelişmelere mola verildiğine pek ihtimal
vermeyin.
Çeviren: Nizamettin Karabenk
G
erginim. İnsan bu kadar gerginken bir ayrılık mektubu
bile yazamaz, yazsa da geri dönülemeyecek bir noktaya
evirir ayrıldığı insanla ilişkisini.
İlk kez yazı yazacağım bir yerde neşeden çok hüzne dair
yanımızla bir şey demeye çalışmak sanırım zor olacak. Bu
da benim diyetimin küçük bir parçası olsun.
Bu ülkede çok derdimiz var bizim. Doğan her çocuğun bilmem ne kadar borçla doğduğu hep yazılır çizilir de lanetimizle ve yalanın suskunlaştırdığı benliğimizin yükü ile doğan çocuklarımızdan hiç bahsedilmez. Bu coğrafyada
yaşayan bizlerin doğurduğu her çocuk, geçmişin yükü, laneti ve geleceğin sorumluluğu ile doğuyor. Bu sorumluluk belki aktarılıyor çocuğa belki de sonraki nesle aktarılarak, git gide artan bir ağırlığı taşıyarak devam ediyor
nesillerin gölgelerle kuşatılmış lanetli hayatlarına.
Biz bu yükü hafifletebilecek güce sahip miyiz değil miyiz bilmiyorum. Yaşım orta denen zamanlarına yaklaştı,
kendimi bildim bileli de bana bir kısmı devirle bir kısmı da sonradan öğrenerek geçmiş ortak lanetimizin ağırlığı
ile yaşıyorum.
Lise ikinci sınıftaydım, okul birincisi olmak için notları yüksek tutmaya çalıştığım bir dönem. Her derste bir dönem
ödevi verilir ya da öğrenci konuyu kendi seçerdi. O seçtiğin alanda bir sunum hazırlatırlar sana, beğenirlerse tüm
sınıflara gidip anlatıcı olursun. Tarih öğretmenimiz bana ‘Ermeni Meselesi’ başlıklı ödevi verdi, kendince en duyarlı
olduğu ve en zor çalışma diye titizlendiği meseleydi bu.
Ödevim çok beğenildi ve ben iki sınıfta daha bu sunumu yaptım. Onaltı yaşındaydım ve kahramanlık hikayeleri
bana gülünç gelse bile zulüm hikayelerinin aslını astarını henüz bilme derdimiz yoktu. Kim zalimse o zalimdi ,
kahramanlık komikti ama zalimler ve zulüm gerçekti.
Aradan çok uzun yıllar geçti, ben o ödevi anlatırken neler anlattığımı gerçekten hatırlamıyorum ama garip bir
şekilde o zaman bana yaptırılan işin mahcubiyetini duydum hep. İyi münazaracıydım, ‘çok hareketli’ bir ödev
hazırlamış olmalıyım ki Türk-İslam sentezcisi hocamız beni bu sunumu bir çok yerde yapmaya layık bulmuştu.
Çokça kullanıldığı için bu ülkede git gide içeriksizleşen ‘yüzleşme’ hikayem aslında bu bana yaptırılan şeyi sonraki yıllarda hatırlamamla aklıma geldi. Zulmü tartışmıyorduk evet ama faillerle ilgili ciddi bir kafa karışıklığımız vardı. Osmanlı’da savaşa giden atların ve humbaracıların sayılarına kadar bize anlattıkları tarih kitaplarının
epeyi komik geliyorsa, komik gelmeyen diğerlerinin de kim bilir ne yalanlarla dolu olabileceğini okuma yazma
işinde daha da ehlileşince fark ettim.
Küçük kızım okula başlayıp da bir gün evde ‘düşman birlikleri’ diye başlayan bir cümle okuduğunda derhal ve
keskin bir tepkiyle ona ’düşman diye bir şey yoktur dönem dönem çıkarları çelişen devletler’ vardır demekteki,
çocuğu birden serseme çeviren çıkışımın da sebebi bu tohumun onun kafasına atılmasına bile engel olma
isteğimdi. O çocuk şimdi ders kitaplarında düşman kelimesinin geçtiği cümleler okuyor evet fakat kafasında bu
yaşta bunları yazanların zekasıyla alay etmeyi öğrendi. O’nun düşman halklar kavramı yok, biz onu öldürdük.
Tüm bunları ardı ardına neden sıralıyorum; siyaset denen şey tek bir şeye hizmet etmiyor aslında; insana ve
yaşama. Bu iktidarcılık oyunu ve adına insanlık tarihi dedikleri yalanın içi hep siyasetin diliyle ve vermek istediği
yönün işaret ettiği kelimelerle doldurulur. Canlı da, insan da hele de çocukta yaşama dair, vicdana dair ve yaşamın kendisine dair ne izler bırakır kimse bilemez. Biz bu coğrafyada birlikte bahçelerimizi komşu kıldığımız aynı
su ile mahsüllerimizi suladığımız, bıçaklarımızı ödünç alıp verdiğimiz komşularımızı –evet- öldürmüş insanlar
topluluğuyuz. Öldürdük, öldüremediklerimizi kendi bahçelerinden ve evlerinden kovduk. Öyle bir kovduk ki bu
sesin yok ettiği kalp ve beyinlerimiz aynı zamanda şizofrenik bir davranış geliştirerek, kendini kovduklarının
ve öldürdüklerinin ‘düşman’ olduğuna ikna etti ve nesillere sözüm ona eğitim denen, tarih denen el yazmaları
ile bunu yutturarak yüzyıl boyunca kurtulamadığı laneti ile yaşadı. Ama mezardan bile yoksun bıraktıkları o
kapı komşularımızın mazlum ruhları aradan geçen yüzyıla rağmen sesleri ile peşimizde olmaya devam ettiler,
bırakmadılar yakamızı ve bırakmayacaklar. El koyduğumuz malları bizi rahat ettirmedi, bıraktıkları bahçeleri
çorak araziye çevirdik. Ve hala ama hala o şizofrenik yazmalarımızla kendimizi ve çocuklarımızı kandırmaya,
unutturmaya çalışıyoruz.
Neler olmuş, hangi bölgede kim kimin katili olmuş, tüm bunlar artık ortalara saçılmış durumda,
kimse
kimseyi kandırmaya çalışmasın. Bizim 23 Nisanı’mızdan başka artık 24 Nisanı’mız da var. Ve bandolarla, sert
yürüyüşlerle çocuklarımızı şenlendirebileceğimiz bir gün değil, bir gün öncesi gibi değil. Ve işte bu aslında
bizim yüzyıldır kaçmaya çalıştığımız hakikatimizin ta kitap ortası.
Çocukluğumuzu ilk gençliğimizi esir alan ve kafamızda gerçek olmayan bizi insan kılmayan düşmanlıklar yaratan bu lanetimizin savunmanı eğitim sistemimizden ve kitaplarından kurtulmak zorundayız, kendimiz için değil
ama zehiriyle yaşamaya mahkum kıldığımız doğurduğumuz ve doğuracağımız çocuklarımız için.
Bu coğrafyada yaşayan, yaşamış ve artık yaşamasının önü yaşayabilenler nedeniyle kesilmiş tüm halklar için,
bu toprakların ortak tüm evlatları için, acılarımızın üzerini örterek değil biraz aralayıp tutar tutmaz merhem
sürerek ve lanetlerimizle hesap görmeden korkmadan içimizi temiz ederek yaşayabileceğimiz ve tüm çocukları
da yaşatabileceğimiz günler olsun diliyorum.
Bu ülkenin belirli gün ve haftalarının tümü bando, şiir ve halk oyunları üzerine kuruludur, artık bize sessizce
sükunetle oturup kara kara düşüneceğimiz bir anma günü lazım.
SENNUR BAYBUĞA
Merhaba derken
Basnews Medya Limited Şirketi
İmtiyaz sahibi: Botan Tahsin
Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı - Yayın Koordinatörü: Yavuz Şimşek
İdare Müdürü: Yeter Polat
Haber Merkezi: Ronya Esra Şaran, Özlem Dağdeviren, Leyla Denli,
Aziz Tekin, Yunus Demir
Grafik: Ayhan Kaya
Hukuk Danışmanı: Hamiyet Çelebi
Adres: Meşelik Sokak, No: 22, D: 3, Beyoğlu, İstanbul
Tlf: 0 212 243 27 79
Faks: 0 212 243 27 60
E-mail: [email protected]
[email protected]
Web: basnews.com
Baskı: Ezgi Matbaası
Adres: Sanayi Caddesi, Altay Sokak, No.14 Yenibosna-İstanbul
BasHaber / BasNûçe gazetesinde yayınlanan haber, yazı, fotoğraf ve her türlü
telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketine aittir.
söyleşi
8
Türkiye kamuoyu Gültan Kışanak’ı hem Barış ve Demokrasi Partisi
milletvekili hem de Selahattin Demirtaş’la birlikte partinin eş başkanı
olarak görev yaptığı dönemde Kürd sorununun çözümü için dille
getirdiği cesur çıkışlarıyla tanıyor. İmralı’da tutuklu bulunan
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın doğrudan muhatap alınmasını
önerisini yüksek sesle ilk dillendiren oydu. 2012 Ağustosunda
Şemdinli’de PKK gerillaları ile kucaklaşan BDP’ liler arasındaydı.
“Kürdistan’da özgür ve eşit olmak istiyoruz. Özerk bir yönetim
istiyoruz.” “Hepimiz Kürd halk önderi sayın Öcalan diyalog ve
müzakerenin muhatabıdır dedik. Bugün sayın Öcalan resmi
olarak muhatap alınmış, görüşme ve diyalog başlamıştır.” “Sayın
Öcalan özgür olacak, halkıyla buluşacak.” “Bugün barışa doğru
bir adım atılacaksa, cezaevlerinin de kapısı açılmalıdır.”
sözleri de Kışanak’ a ait.
Kışanak 30 martta yapılan yerel seçimlerde yüzde 58 gibi
yüksek bir oy oranı ile Diyarbakır Büyükşehir Belediye
Başkanlığı’na seçildi. Amed tarihinde bu görevi üstlenen ilk
kadın olarak şehri diğer eş belediye başkanı Fırat Anlı ile
birlikte yönetecek. Kışanak demokratik, adil ve kalıcı çözüm,
demokratik özerklik, alternatif yerel yönetim ve katılımcı
demokrasi uygulamaları başta olmak üzere yapacağı işlerle
daha çok gündeme gelecek.
Kışanak ile arkadaşımız Ronya Şeran görüştü
Siz de eskiden bir gazeteciydiniz. Sonra milletvekili oldunuz. Şimdi de Amed
Büyükşehir Belediyesi eş başkanısınız.
Sizi bu şekilde dönüştüren şey nedir?
Doğrusu hiç tercihim değildi. Hani bu
tabi ki çok büyük bir soru. “Tercih etmediğin bir hayatı nasıl yaşıyorsun?”
diye sorarsanız. Sonuçta benim bireysel hayat planlamamda böyle bir gidişat yoktu. Biraz da bu kadın hareketinin
çalışmalarının yarattığı bir sonuç oldu
diyebilirim. Çünkü ben hem gazeteciydim hem kadın aktivistiydim. Yani ikisini birlikte yürütmeye çalışıyordum. Biraz da gazeteciliğin yarattığı bir birikim
var tabi. Gazetecilik son derece önemli
bir çalışma alanı. 12 yıl kesintisiz gazetecilik yaptım. Bu bende bir birikim
yarattı. Ben tabi ki emeğimi verdim. Bir
basın emekçisi, Özgür Basın geleneğinin bir bireyi olarak elimden gelen her
şeyi katmaya çalıştım. Ama o 12 yıl da
bana çok şey kattı. Bunun yarattığı bir
birikim vardı. Bir deneyim vardı. Kadın hareketinin de biraz bu kadın aktivistlik yönümün etkisiyle bu birikimi
artık siyasette bir politik mücadeleye
dönüştürmem yönünde bir beklentisi
oldu benden. Böyle bir talepleri oldu.
Milletvekilliğine başladıktan sonra da
bu işin önünü kesmek artık mümkün
olmadı. Milletvekilliği gibi genel siyasette etkili bir görevle karşı karşıya
kaldıktan sonra o artık kendi içinde her
defasında yeni bir görev senin önüne
koyuyor. Bundan kaçmak çok da mümkün olmuyor. Belediye başkanlığı da
biraz böyle oldu. Biraz yine kadın hareketinin, partimizin, genel hareketimizin
önerileri ve beklentileri doğrultusunda
bir görev olarak önümdeydi. Ben de bu
görevi yapmak için elimden gelen gayreti sarf edeceğim.
Demokratik özerklik söylemleriniz
gündem konusu oldu. Kürd halkı demokratik özerklik konusunda ne durumda?
Demokratik özerkliğinde iki boyutu var.
Birisi demokratik özerkliğin kendisi
aslında toplum odaklı bir proje yani
diyor ki, egemenlik ilişkileri olabilir,
bir devlet organizasyonu olabilir, bu
devlet organizasyonu demokratik değişime karşı direnebilir ama siz onu
beklemeyin. Toplum olarak kendi iç
ilişkilerinizi demokratik olarak örgütleyin. Siz toplum olarak kendi iç ilişkilerinizi demokratik olarak örgütlerseniz,
bu devlet sistemi demokrasiye duyarlı
hale gelmek ve değişmek zorunda kalacak. Bu iddiayı taşıyan bir proje bu
nedenle asıl bizim tartışmamız gereken kısım bu boyut diye düşünüyorum.
Yani bir toplum kendini nasıl örgütleyecek? Kadın nasıl örgütlenecek, gençlik nasıl örgütlenecek, çiftçiler, köylü-
ler vs... Herkes kendisini bu özgürlük
mücadelesinin, demokratik toplum
mücadelesinin içerisinde nasıl konumlandıracak? Asıl önemli olan konuşmamız gereken inşa dediğimiz şey de bu.
Bunu yaparsak öbür boyutu yani demokratik özerkliğin ikinci boyutu olan
yasaların değişmesi, devletin tutum
değiştirmesi, Kürdleri kabul etmesi,
tanıması haklarını teslim etmesi daha
kolay olacak çünkü en nihayetinde bu
egemenlik ilişkileri zorlanmadıkları yerde çözülmezler. Yani egemenlik
ilişkilerini zorlayacak bir toplumsal
zemin lazım. Evet belki geçen 30 yıllık
süre içerisinde çok sert bir mücadele
yaşandı, bu sert mücadele bir gündem
oluşturdu, bir zorlayıcı etken oldu, bir
değişim dinamiği ortaya çıkarttı ama
asıl gerçek anlamda çözüm gücü toplumun demokratik dönüşüm sürecidir,
örgütlü bir topluma dönüşmesidir. Bu
konuda önemli bir mesafe kat ettik
ama eksiklerimiz var.
Türkiye halkları buna hazır mı? Uygulanabilir bir proje mi şu an itibari ile
Türkiye’de Demokratik Özerklik?
Ben Türkiye’nin artık ana gündemi haline geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim,
Türkiye artık bu konuyu tartışıyor ve
çok öteleyebilecekleri bir konu değil.
Devletin de buna karşı çok kayıtsız
kalabileceğini düşünmüyorum. Ayrıca
Kürdlerin bu öngörüleri şöyle bir şeye
yol açtı. Birincisi başka hak özneleri
“Bizim de bir hak özgürlük sorunumuz
var, biz de bunun mücadelesini vermeliyiz” diye bir duygu yarattı. İkincisi
Kürdlerin kazanımlarından yararlanan
zeminler oldu. Kadın özgürlük mücadelesi açısından, kadının eşit temsili
açısından Kürd kadınları bir eş başkanlık modeli ortaya koydular. Bunu yaklaşık 10 yıl fiili olarak uyguladılar, çeşitli
kademelerden geçerek uyguladılar. En
nihayetinde bugün siyasi partiler yasası değişti eş başkanlık sistemi yasal bir
durum haline geldi. Burada bir terslik
yok. Normalde bütün değişim süreçleri
böyledir, toplum kendi ihtiyacına göre
kendisini konumlandırır, meşruiyeti
dayatır ve yasalarda buna ayak uydurur. Yoksa yasalar ta fi tarihinden beri
yazıldığı gibi kalırdı toplumsal muhalefet olmasaydı. Toplumsal muhalefet
bunu sürekli değişmeye zorlar. Meşruiyetini halktan alır. Toplumun örgütlü yapısından alır, zorlar. O nedenle
ben Türkiye’nin artık bu demokratik
özerklik tartışmalarına kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum hatta en son
ben bir açıklamada bulundum; yerel
yönetimler özerk olmalıdır diye bir şey
söyledim ve Manisa belediye başkanı
da çıkıp söylemiş demiş ki; biz de pay
istiyoruz. Bu normal bir şey.
9
söyleşi
Çok sert tepkiler aldı bu söylem.
Ben çok sert tepkiler aldığını düşünmüyorum. Yani bu ülkede değişime
direnen küçük bir gurup var, onlar zaten ırkçılıkla özdeşleşmiş düzeydeler.
Onları dışında tutarsak hani bu ırkçılık
düzeyine indirgenmiş marjinal küçük
bir grubu dışında tutarsak ben olumlu
tepkiler aldığını söyleyebilirim. Olumlu düzeyde tartışıldı, “Niye özerkliği
tartışmıyoruz, niye yerel yönetimlerin
ekonomik kaynaklarını güçlendirilmesini tartışmıyoruz, niye Kürd sorunu
çözümünde bunun da bir model olacağını tartışmıyoruz.” diyen çok ses çıktı.
Geçtiğimiz günlerde ilk halk meclisi
toplantınızda oldu bu da bu projenin
meclise diyorsun ki “Sen hiçbir siyasi
karar alamazsın.” Yani normalde meclisler yasama organıdır. Yasama ne
demektir? Kural koymaktır yani kural
koyma yetkisi olmayan bir mecliste yasamadan bahsedilebilir mi? Belediyelerde belediye meclisleri yasama organı değil yasaya göre tamamen idari bir
mekanizmanın daha kolay işlenmesi
için, halkçıymış gibi gözükmesi için
kurulmuş bir mekanizma. Biz diyoruz
ki; “artık mış gibi olmayacak.” Bunu
halk seçiyorsa, halk meclis olarak seçiyorsa bu da meclis olarak çalışacak.
Bu siyasi vesayeti kırmanın en önemli
yolu belediye meclislerini gerçekten
bir halk meclisi gibi çalıştırmak, kural
den kadın politikalarına, dezavantajlı
gruplar için kurulacak eşitlik komisyonundan kültür ve turizm konusunda
kurulacak komisyonlara kadar hayatın
her alanına dair sözünü söyleyebilecek, politika geliştirebilecek, çözüm
önerebilecek komisyonlar kuracağız.
Biz meclisi böyle güçlendirmeyi düşünüyoruz ve meclisi güçlendirerek bu
vesayet yaratan yasaları değiştirme
potansiyelini de açığa çıkaracağız. Şu
anda belediye yasası tam bir vesayet
yasasıdır. Neleri yapacağını değil neleri yapamayacağını tarif eden yasalar
bunların değişmesi lazım. Daha demokratik daha halkın iradesine saygı
gösteren yerel meclisleri güçlendiren
fiiliyata dökülmesinin bir parçası mı?
Tabi şimdi yerel yönetimler üç boyutta
vesayet altındalar. Mali bir vesayet altında, idari bir vesayet altında ve siyasi
vesayet altında. Şimdi bunların her üç
boyutunda da gelişme kaydedilmesi
lazım değişim dayatılması lazım. Siyasi vesayetin işlediği zemin belediye
meclisleridir. Halk gider oy verir, belediye meclis üyelerini seçer, bir meclis
oluşur ama o meclisin yetkisi yok. Yani
şöyle bir yasa düşünebilir misiniz “bu
meclisi halk seçti ama halkın ihtiyaçları doğrultusunda siyasi bir karar alırsak fesh olur” böyle bir yasa var. Türkiye belediyeler kanununda meclisin
fesh edebileceğini ön gören hükümler
içerisinde bu var. Diyor ki; “Belediye
meclisi yasayla kendisini tanımlamış
görevler dışında herhangi bir konuda
siyasi bir karar alırsa o meclis fesh
olur” diyor. Belediye başkanı görevden alınır. Yani hem sen ona meclis
diyorsun hem halkı kandırıyorsun “sen
meclis seçiyorsun” diyorsun, halk gidiyor oy veriyor ve meclis üyelerini seçiyor. Bir meclis kuruluyor. Ama sonra
koyabileceğini tartışmaktır. Yani halk
seçmiş; demiş ki “Benim yerime git.
Beni temsil et.” Yani halk ha Anakara’
daki parlamentoya üye seçmiş ha belediyesine meclis üyesi seçmiş, en nihayetinde halk kendisini temsil etme
yetkisini birine veriyor. “Beni temsil
et. Git benim sorunlarımı çöz. Benim
adıma karar al. Geçici bir süreyle beş
yıllığına sana yetki veriyorum. Git bu
işleri yap” diyor. Ama yasalar diyor
ki; “Hayır yapamazsın” O nedenle biz
belediye meclisini bir halk meclisi, bir
kent meclisi olarak çalıştıracağız. Diyarbakır büyük şehir belediye meclisi
bu hafta yaptığı toplantılarda hep bunu
tartıştı. Hangi konularda komisyon kurar? Bu komisyonların görevi, misyonu,
sorumluluğu ne olur? Nasıl bir çalışma
yürütür? Bunları tartışıyoruz ve belediye meclis üyesi arkadaşlarımızın ortaya çıkardığı öneriler doğrultusunda
yaklaşık 15 komisyon kurulacak. Belki
bir iki gün daha var tartışma süremiz.
Belki bir iki sayı daha artabilir ama en
az bir 15 komisyon kurarak eğitimden
sağlığa, yerel ekonomiyi güçlendirme-
yasalar haline dönüşmesi lazım.
Diyarbakır’ın bir çok sorunu var ve
bunlardan biri gençliğin uyuşturucuya bulaşması diye biliyorum, bununla
ilgili bir çalışma var mı?
Bu konuda çalışma başladı. Arkadaşlarımız bir madde bağımlılığıyla mücadele eylem planı çıkaracaklar. Biz
şöyle bir yönetim öngörüyoruz; kentte
ki bütün dinamikleri biz karar süreçlerine katacağız. Onlarla birlikte planlama yapacağız. Onun için bu madde
bağımlılığıyla mücadele eylem planı
için de bizim sosyal hizmetler daire
başkanlığımız kentte ki bu konuyla ilgili bütün sivil toplum örgütleri, bütün
sosyal taraflarla toplantılar, görüşmeler yaparak önümüze bir yıllık bir eylem programı çıkaracak. Yani kim ne
yapacak? Belediye ne yapacak? Büyük
Şehir belediyesi ne yapacak? İlçe belediyesi ne yapacak? Gençlik meclisleri
ne yapacak? Bu konuda çalışma yapan
başka kurumlar ne yapacak diye herkesin görevinin tanımlandığı, tüm toplumsal dinamiklerin seferber olduğu
bir süreçten bahsedebiliriz.
MESUT YEĞEN
Seçimler ve Kürd
siyaseti
3
0 Mart seçim skorları Kürd siyasetinin en güçlü
temsilcisi BDP-PKK hattı için neye işaret ediyor?
Galiba birkaç neticeye. İyisi de kötüsü olan birkaç
farklı neticeye. İlk bakışta, BDP-PKK hattı seçimlerden başarıyla çıkmış görünüyor. Malum, 1991’den
beri neredeyse kesintisiz devam eden “oyların istikrarlı bir biçimde arttırılması eğilimi” 30 Mart’ta
da tekrar etti ve BDP (+HDP) oyların yüzde yediye
yakınını aldı. BDP (+HDP)’nin başarısı bununla da
sınırlı kalmadı ve daha önce 8 olan il belediye başkanlığı sayısı son seçimlerde 11’e ulaştı. Urfa gibi
Kürd hareketinin geleneksel olarak zayıf kaldığı
yerlerde alınan oyların önemli oranda arttırılması
ve Erzurum ve Elazığ’a bağlı birkaç ilçede belediye
başkanlığının kazanılması da BDP-PKK hattının 30
Mart’ta başarılı olduğunu gösteriyor.
Ancak seçim skorlarının BDP-PKK hattı için işaret
ettikleri bunlarla sınırlı değil. 30 Mart, BDP-PKK
hattı için iyi neticelerin yanında nahoş neticeler de
üretmiş görünüyor.
İlk nahoş netice elbette seçimlerde gerçekleşen
genel başarının, beklenenin epey altında kalması
oldu. BDP (+HDP)’den beklenen, yüzde on barajının
aşılabileceğini gösteren, hiç olmazsa yüzde yedinin
üzerinde bir oy almasıydı. Malum bu olmadı.
İlk nahoş neticenin sebebi de olan ikinci nahoş
netice ise elbette HDP’yle ittifakın BDP’nin oylarını
arttırmaması oldu. Skorlar, BDP-HDP ittifakından
arzulanan, “Kürdlerin haricinde kalan yurttaşlarda
heyecan yaratma” işinin gerçekleşmemiş olduğunu
gösteriyor.
Kanımca, bu ikisinden de nahoş olanı, az da olsa
gerçekleşen genel oy artışının Kürdistan’da homojen bir biçimde gerçekleşmemesi ve bazı yerlerde
yaşanan oy kayıpları oldu. 30 Mart skorları BDP-PKK
hattının Kürdistan’daki seçim performansında hep
gözlenen çeşitliliğin bu kez iyice arttığına işaret
ediyor. BDP’nin seçim performansı açısından bakıldığında Kürdistan’da kabaca 5 mahal oluşmuş
görünüyor. Ağrı, Erzurum, Kars ve Urfa gibi eskiye
nazaran oy artışı kaydedilen yerler. Şırnak, Batman
ve Siirt gibi eskiden alınan yüksek oyların muhafaza
edildiği yerler. Bingöl gibi eskiden olduğu gibi çok
da yüksek oy alınmayan yerler. Diyarbakır ve Hakkari gibi geçmişten daha az oy alınan yerler ve son
olarak Adıyaman ve Malatya gibi geçmişte olduğu
gibi şimdi de teveccüh gösterilmeyen yerler.
Bu heterojen performans birkaç gelişmeye birden
işaret ediyor. Evvela, belli ki Adıyaman ve Malatya
gibi yerlerde bir ‘geri dönüş’ artık imkansız. Buralar
Kürd siyaseti açısından artık kaybedilmiş yerler, bu
belli. İkinci olarak, BDP-PKK hattı bazı mahallerde
zirveyi görmüş ve inişe geçmeye başlamış görünüyor. Üçüncü olarak, bazı mahallerde yeni bir şeyler
yapılmazsa sınırlara ulaşılmış görünüyor. Son olarak da BDP-PKK hattının Urfa, Ağrı, Kars ve Erzurum
gibi yerlerde önemli bir gelişme potansiyeline sahip
olduğu anlaşılıyor. Bu heterojen performansa neyin
yol açtığı önemli bir mesele ve elbette ciddi ve etraflı bir analizi hak ediyor. Ancak vaziyetin, objektif
durumun kendisi zannımca Kürd siyasetinin karar
alıcılarına önemlice bir mesaj veriyor: Kürd siyasetinin siyasi enerjisini, siyasi yaratıcılığını Kürdistan
merkezli kullanması galiba Kürd siyasetinin akıbeti
açısından daha hayırlı olacak.
Seçmen desteğinde zirve yapılan yerlerde yaşanmaya başlamış görünen inişi engellemek, potansiyel destek görülen yerlerde aktüel desteğin peşine
düşmek ve desteğin durağanlaştığı yerlerde hareketlenme sağlamak için Kürdistan merkezli bir siyasi yaratıcılığa ihtiyaç var; 30 Mart seçim sonuçları
buna işaret ediyor.
manşet
10
Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi
“Kürdistan Bölgesi’nin dünya enerji sektöründe gözle
görülür bir etkiye sahip olduğuna” dikkat çekerek şu
değerlendirmeyi yapıyor: Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı
var. Türkiye için en yakın, en ekonomik ve teknik açıdan
en kolay enerji elde etme yolu Kürdistan Bölgesi’dir.
Sadece bu da değil, Türkiye aynı zamanda Avrupa’ya
enerji nakletme yolları için merkez olmak istiyor.
Şiwan Serabî / Hewlêr
Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü
Sefin Dizeyi, enerjinin Kürdistan ve
Türkiye ilişkilerinde ortak ve önemli
bir faktör olduğuna dikkat çekerek, iki
tarafı da aydınlık bir geleceğin beklediğini vurguluyor. 1992’den 2003’e kadar
Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) temsilcisi olan Dizeyi, iyi derecede Türkçe
biliyor ve Türk olan eşi de Kürdistan ve
Türkiye arasında son yıllarda gelişen
siyasi ve ekonomik ilişkilerden dolayı
son derece iyimser.
Kürdistan Bölgesi ile Türkiye arasındaki ortaklık ve petrol sevkiyatı anlaşmasını bazı kesimler endişeyle karşılıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi Hükümeti
arasında petrol sevkiyatı ile ilgili imzalanan ve birkaç aydır yürürlükte olan
anlaşmanın aslında iki yıllık bir arka
planı var. Anlaşmadan önce de Kürdistan petrolü Türkiye üzerinden sevkediliyordu. Elbette biz bunu anayasal
bir hak olarak görüyoruz, yani yasal
hakkımızı kullanıyoruz ve aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti de
söz konusu anlaşmalara taraftır. Bununla birlikte Türkiye, hükümetimizin
Bağdat ile petrol sevkiyatı konusunda
anlaşmaya varmasını istiyor ki bu da
Irak’ın tamamı için faydalı olacak bir
anlaşma. Tabii biz de Bağdat’la anlaşmaya varmak isteriz ama Kürdistan
Hükümeti’nin istediği mekanizmanın
Sefin Dizeyi
işletilmesi şartıyla. Bunun için de Bağdat hükümeti’nin hiçbir zaman bütçeyi
veya memur maaşlarını bize karşı bir
koz olarak kullanmaması gerekiyor.
Ve Irak’ın tamamının çıkarları için bu
petrol sevkiyatından en iyi şekilde
nasıl yararlanabileceğini düşünmesi gerekiyor. Dediğim gibi Bağdat’la
uzlaşıya varma konusunda endişeler
baş gösteriyor ama ortada bir anlaşma var. Bu anlaşmanın iki tarafı var ve
beklentiler mevcut. Tabii ki diyalog yoluyla Bağdat’la uzlaşmak isteriz ama
önümüzde seçimler var. Bu kadar kısa
bir sürede uzlaşıya varılması zor görünüyor. 12 gün sonraki seçimler neticesinde Irak’taki siyasi tablonun gözle
görülür bir şekilde değiştiğini göreceğiz. O zaman Kürdistan Bölgesi’nin
Ankara ile yaptığı anlaşmayı sorunsuz
bir şekilde yürürlüğe koyması için eli
güçlenmiş olacak.
Bu tabloyu, ‘Kürdistan gelecekte ekonomik olarak Türkiye’nin bir parçası
olacak’ şeklinde okuyabilir miyiz?
İster istemez Kürdistan Bölgesi’nin
1991’den 2003 yılına kadarki süreçte
kendiliğinden Irak’ın diğer bölgelerinden ayrıldığını söylebiliriz. 2003 sonrasında ise Kürd siyasetçiler Bağdat’a gitti
ve orada ortaklığa dayalı bir sistem kurmak için istekli bir tavır sergiledi. Neticede Kürdistan Bölgesi ile Iraklı siyasetçiler arasında oluşturulan federalist,
çok-partili, demokratik yapı, maalesef
iki-üç siyasi parti tarafından bozuldu.
Sadece bu ortaklık anlaşmasını değil,
anayasanın kendisini de ihlal ettiler. Bunun sebebi de Kürdistan Bölgesi’nin her
zaman ekonomik özgürlüğünü elde etmek istemesiydi. Çünkü Bağdat’ın ekonomiyi bize karşı bir silah olarak kullanmasından çekiniyorduk. Ama bunu, yani
gelecekte olması muhtemel olumsuz
gelişmeleri beklemeye gerek kalmadı
ve bugün maalesef Bağdat Yönetimi,
bütçe payını bize karşı koz olarak kullanıyor. Hem de en kötü şekilde halkımızın
rızkını kesiyor. Bu kabul edilemez. Bir
yandan Bağdat’ın bu tür girişimlerinden
çekiniyoruz, bir yandan da ekonomik
özgürlüğümüzü kazanmaya çalışıyoruz. Elbette ki ekonomik özgürlüğümüzü kazanalım dediğimizde bu hemen
Irak’tan kopalım, siyasi bağımsızlığımızı
kazanalım anlamına gelmiyor. Ama ya-
BasHaber- Kürdistan Hükümeti Brüksel
temsilcisi Dellawar Ajgeiy, Bashaber’e
yaptığı açıklamada Erbil ile Bağdat
arasındaki ilişkilerin olumsuz yönde
ilerlediğine dikkat çekerek, Kürdistan’ın
Irak’tan ayrılma talebi konusunda Avrupa Parlamentosu’ndan destek istedi ve
şöyle konuştu: “Bağdat ile Kürdistan
Hükümeti’nin ilişkileri kötü durumda.
Bağdat ile Erbil arasındaki bu kötü gidişatın neden olacağı tüm sonuçlar için
kendimizi hazırlıyoruz. Olası sonuçlardan biri Kürdistan Bölgesi’nin Irak’tan
ayrılmasıdır. Kürdistan Bölgesi’nin
ayrılması durumunda Avrupa’dan
destek talebinde bulunuyoruz. Avrupa Parlamentosu’nun Kürdlere arka
çıkmasını bekliyoruz. Çünkü Avrupa
Birliği’nin halkların bağımsızlığını ve
kendi geleceğini tayin etme hakkını
savunduğunu biliyoruz.”
Ajgeiy, Kürdistan’da bulunan petrol ve
diğer enerji kaynaklarının Kürdlerin çıkarı doğrultusunda kullanılmasının da
önemli bir konu olduğunu vurgulayarak,
Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Av-
saların bize tanıdığı hakları kullanarak,
ekonomik olarak özgür olmak istiyoruz.
Aynı zamanda yardım etmeye çalışan
dost ve müttefiklerimizle de uzlaşı içerisinde çalışmak niyetindeyiz. Türkiye’yle
bu konuda aynı fikirdeyiz, son iki yıllık süreçte bunun için hazırlık yaptık,
çünkü Türkiye, Kürdistan’ın çok geniş
ve önemli bir pazar olduğunu görüyor. Türkiye’yle Kürdistan arasında 8-9
milyar dolarlık bir ticaret hacmi var ki
Irak’ın tamamıyla olan ticaret hacmi 12
milyar dolara yakın. Yani, Almanya’dan
sonra Türkiye’yle en çok ticaret yapan
ülke Irak ve bu ticaretin büyük bir çoğunluğu Kürdistan Bölgesi’yle yapılıyor.
Türkiye’yle olan bu geniş kültürel, siyasal ve ekonomik bağlar, bugün sözü edilen iyi ilişkilerimizi daha çok geliştiren
bir olguya dönüşüyor.
Türkiye ile olan bu iyi ilişkilerinizin ülkedeki Kürd meselesinin çözüm sürecinde etkisi var mı sizce?
Doğrudan etki olarak değil ama fikirsel
olarak bir yansıma olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu ekonomik gelişme fır-
satını şöyle okursak, Türkiye doğal bir
gelişim seyriyle Avrupa ülkelerinin seviyesine ulaşmalı. Örneğin Türkiye’nin
komşusu olan Yunanistan, ekonomik
krizle boğuşuyor. Evet, 2003’ten 2009
yılına kadarki süreçte Türkiye, Kürdistan Bölgesi’ni gözardı ederek doğrudan
siyasi ilişki kurmayı reddetti. İlişkilerini
Bağdat’la kurmayı denedi ama görüldü
ki Irak’ta istikrarsız bir ortam var ve siyasi anlamda da durum belirsiz. Bu da
Türkiye’nin yüzünü Kürdistan Bölgesi’ne
dönmesine sebep oldu. Kürd siyasetçilerinin doğru politikaları bölgede bir
barış ve istikrarın oluşmasını önayak
oldu ve bunda Kürdistan Bölgesi’nin
statüsü başlıca etkenlerden biri oldu.
Sadece Irak’ta da değil, bölgedeki genel istikrarsızlık, Türkiye’nin en azından
ekonomik ilişkiler açısından, politikalarını gözden geçirip yüzünü Kürdistan’a
dönmesini gerektiriyordu. Bu da bir
şekilde güçlü siyasi ve kültürel ilişkiler
kurulmasını zorunlu hale getiriyordu.
Şimdi yeni sınır kapılarının açılması için
çalışmalar yürütülüyor, bunun amacı
11
manşet
rupa Parlamentosu yetkililerinin enerji
kaynakları konusunda da Kürdler’den
yana görüş bildirmesini istediğini söyledi.
Çekoslovakya modeli
Son zamanlarda Bağdat ile Erbil arasında gerilen ilişkiler sonrasında giderek daha sık dile getirilen bağımsızlık konusunda BasHaber’e konuşan
Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkilileri
Barzani’nin planlarını açıkladı: “Kürdistan Bölgesi’nin bağımsızlığı gündeme geldiğinde, Yugoslavya gibi bir iç
savaş örneği değil, Çekoslovakya gibi
barışçıl bir bağımsızlık sınavı olacaktır.
Bağımsızlık şiddetle değil barış ile olacaktır. Bu nedenle Avrupa Parlamentosu Irak Kürdistan’ının bağımsızlığı
konusunda Kürdleri desteklemelidir.”
Kürdistan’ın Irak’la ilişkisi kalmadı
Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, geçtiğimiz hafta SkyNews kanalına yaptığı açıklamada bağımsızlığın
Kürd halkının en doğal hakkı olduğuna
dikkat çekerek Irak’a bağlı kalmaları
durumunda da konfederalizm dışında
hiçbir alternatifi kabul etmeyeceklerini
söylemişti.
Barzani, sözkonusu açıklamasında;
“Bağımsızlık, bütün uluslar gibi Kürd
halkının da en doğal hakkıdır, ama bu
ne zaman olur, bilinmez. Her ne kadar
şu anda bağımsızlık için en iyi fırsat
olsa da Kürdler nasıl davranacaklarını
biliyorlar, bir cok Arap tarafı bizi anlıyor
ve saygı duyuyor.” demişti.
Barzani, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Sykes-Picot sorununun çözülmesi
lazım, bu başarısız sürecin çözülmesi
için de şu an en iyi zamandır ve ülkemiz sakinlerinin kendi kaderleri hakkında karar vermeleri lazım. Irak şu
an bölünmüş ve parçalanmış durumda, Kürdistan Bölgesi’nin ve Batı Irak’ın
merkezle hiç bir ilişkisi kalmamış, ayrıca merkez kendi elinde olan şeyleri
de koruyamıyor, bundan dolayı da konfederalizm zamanı gelmiştir, federalizmin ve mevcut deneyimlerin Hewlêr ve
Bağdat arasındaki ilişkilerde başarısız
olduğu ispatlanmıştır, daha iyi bir yol
bulmalıyız ve en iyi yol ise şu an için,
konfederalizmdir, bu da anayasa sorunlarının çözümüne bağlı.”
Maliki: Irak bölünemez
Barzani’nin açıklamalarına tepki gösteren Irak Başbakanı Nuri Maliki ise,
Kürdlerin bağımsızlıktan bahsetmesinin kabul edilemez olduğunu savundu. Maliki, geçtiğimiz günlerde Lübnan
Hizbullahı’na yakınlığıyla bilinen Menar
TV’ye yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Hiç kimsenin ne Kürdistan’da ne de
başka bir yerde yasaların dışına çıkmaması gerekiyor, yasada, ‘Irak, bağımsız federal bir ülkedir’ deniliyor, bu da
Irak’ın bölünemez olduğunun garantisi,
bu yüzden de kimsenin bundan daha
fazlasını istemesi kabul edilemez.”
aynı zamanda iki parçadaki Kürdlerin
de birbiriyle daha iyi ilişkiler kurmasını
sağlamak. Bu politikayla Türkiye daha
çok öne çıkan bir ülke oldu ve endişelerin giderilmeye başlamasıyla ilişkiler
hızla gelişti. Bunun dolaylı yoldan Türkiye’deki ‘çözüm süreci’ne bir etkisi olacaktır. Umarım Başkan Mesut Barzani
ve değerli kardeşim Başbakan Neçirvan
Barzani’nin son iki yılda harcadıkları
çabalar boşa gitmez. Çünkü defalarca Türkiye’yi ziyaret ettiler, Türkiye’yle
ilişkilerin düzelmesi için emek sarf
ettiler, Kandil’le görüşerek Türkiye’yle
olan ilişkilerinde arabulucuk yaptılar
ve aynı zamanda Türkiye başbakanı
da İmralı’yla doğrudan görüşmelerin
yapılmasını sağlayarak Türkiye’nin bu
süreçte ön planda olmasını sağladı.
İstenen düzeyde olmasa da bu çabalar
neticesinde Türkiye’deki Kürd meselesinin çözümü için kapı aralanmış oldu.
Önemli adımlar atıldı ve atılacak olan
yeni adımlar için de iyimseriz.
Türkiye’nin mesela Kerkük gibi hassas
olduğu konular vardı. Bu konular hak-
kında Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik görüyor musunuz?
Evet, Türkmen meselesi gibi Türkiye’nin
hassas olduğu bazı konular vardı. Şimdi bizim bu konulardaki tutumumuzdan
övgüyle sözediliyor. Kürdler ve Türkmenlerin birlikte iyi bir gelecek kurabileceğinden söz ediliyor. Yani Kürdlerin
bağımsızlık ilan etmesi ya da Kerkük
meselesi artık bu hassas konulardan
değil ve gündem teşkil etmiyor. Bazen
Irak anayasasına saygı duyulması gerektiği şeklinde açıklamalar yapılıyor.
Türkiye de Irak halkının seçimlerine ve
isteklerine saygı duyuyor zaten.
Kürdistan Bölgesi’nin Türkiye’deki
temsilcilik düzeyini arttırmayı düşünüyor musunuz?
Hükümetimizin Türkiye’deki temsilcilikleri son dönemde ortaya çıkan bir
şey değil, 1991 yılından bu yana PDK
ve YNK gibi başlıca Kürd partilerinin
zaten temsilcilikleri vardı. Şimdiye kadar pek bahsedilmedi onlardan ama
gelecekte daha çok gündemde yer
alabilirler. Elbette gelecekte diploma-
Kürdistan Bölgesi
Başkanı Mesud
Barzani’nin bağımsızlık
ve mevcut durumun
korunması yönünde
iki ayrı plan üzerinde
çalıştığı iddia ediliyor.
Plan özetle ”istikrar
içinde istiklal” olarak
ifade ediliyor.
tik, kültürel ve siyasi ilişkilerimizi geliştirmek için yeni temsilcilikler açmak
işimizi kolaylaştırır.
Bu bahsettiğiniz tablo, bölgede eski
Osmanlı haritasının yeni bir şekilde
geri dönüşü anlamına gelmiyor mu?
Bu konudaki görüşünüz nedir?
Her gelişme Türkiye’de seçilmiş bir
parlamento ve Türkiye halkının arzusu dahilinde meydana geliyor. Yeni bir
sistem seçmek Türkiye halkı için eski
sistemi terk etmek demektir. Ama sınır
meselesinden bağımsız olarak değerlendirirsek, Türkiye ekonomisi ve siyasetiyle İslam coğrafyasında etkinliği
olan önemli bir ülke. Ama NATO üyesi
ve Avrupa Birliği’ne aday, yani bu politikalara bağlı ve söz konusu tarafların
siyasetine inanıyor. Elbette sınırlarını
ve etkinliğini genişletmek isteyecektir
ama şimdiki dünya düzeninde toplumlar ve devletler arasında barış, kardeşlik ve huzuru esas alan sağlam ilişkilerin kolay kurulmadığını da biliyor. Ama
dediğim gibi Türkiye yeni bir sistem
için eski sistemini terk ediyor.
Irak’taki siyasi tablo tamamen değişirse ve Kürdistan, Irak’tan koparsa, Türkiye için öngörünüz nedir?
Zaten Kürdistan Bölgesi, 1992 yılında
parlamentosunda federal yönetim ilan
etmeye karar vermişti ve bu da artık
Irak anayasasıyla örtüşüyor. Biz bu doğrultuda devam etmenin ve Kürdistan’ın
haklı mücadelesini böyle yürütmenin
daha doğru olduğuna inanıyoruz. Bağdat’taki yöneticilerin de Irak halkının
isteklerine saygı göstermesini istiyoruz.
Halkın %80’i mevcut anayasa için evet
oyu verdi. Ama Irak’ın şimdiki durumunun sorumlusu Kürdistan Bölgesi değil.
Yani Irak’ın şu an fiilen parçalanmış
durumda olmasının sebebi biz değiliz.
Ama maalesef Irak’ın parçalanmaya
doğru gittiğini görüyoruz ve tek arzumuz Kürdistan Bölgesi’nde huzurun,
güvenliğin, Kürdistan halkının saygınlığının ve bölgede son 10 yılda yakalanan
istikrarın korunması ve elbette geliştirilmesi. Mazlum halkımız hâlâ terörist
saldırılara maruz kalıyor. Biz halkımızın
daha iyi bir hizmet almasını ve yaşam
standartlarının yükselmesini istiyoruz.
Ama bölge siyasetçileri her türlü tehdit ve saldırıyı hak olarak görürken, söz
konusu Kürdler olunca Kürdistan’ın bağımsızlık hakkı olmadığını savunuyor.
Böyle bir durumda Türkiye ne yapacak
sizce, öngörünüz nedir?
Bu bir haktır, bir tercihtir. Zamanı geldiğinde karşılıklı anlayış çerçevesinde,
savaşmaya gerek kalmadan bunun
gerçekleşeceğine inanıyorum. Çünkü Bağdat’taki siyasetçilerin çoğu da
Kürdlerin artık kendi kaderini tayin
etmesi gerektiğine inanıyor ve ayrılabilirsiniz diyor. Ama bence ayrılmanın
sağlam bir temele oturtulması gerekiyor. Çünkü Irak’taki Kürdistan toprağının yüzde 45’i şimdiki Kürdistan
Bölgesi’nin idaresi dışında kalıyor. Eğer
Bağdat yönetimi ile karşılıklı anlayış
içerisinde ayrılmayı konuşabilirsek,
sancısız bir şekilde, Çekoslovakya’da
olduğu gibi, o şekilde olursa diğer ül-
kelerin bir şey yapmasına gerek kalmayacak diye düşünüyorum. Çünkü
Kürdistan Bölgesi istikrarlı bir bölge.
Kimi yorumculara göre Türkiye ile imzaladığınız petrol anlaşmasından sonra Türkiye’nin gözetimiyle bağımsızlık
ilan edebilirsiniz, sizce bu yorumlar ne
kadar gerçekçi?
Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var. Bir
ay önce Süleymaniye’deki Amerikan
Üniversitesi’nde katıldığı bir konferansta Ahmet Davutoğlu şöyle dedi:
“Türkiye’nin enerji ihtiyacı var ve dünya artık en kolay ve en ekonomik yoldan enerjiyi elde etmek için yarışıyor.”
Türkiye için en yakın, en ekonomik ve
teknik açıdan en kolay enerji elde etme
yolu Kürdistan Bölgesi’dir. Sadece bu da
değil, Türkiye aynı zamanda Avrupa’ya
enerji nakletme yolları için merkez olmak istiyor. Şimdilik Avrupa’ya giden
enerjinin yüzde 35’i Rusya’dan naklediliyor. Yakın zamanda Kürdistan’daki
enerjinin yüzde 15’i Türkiye üzerinden
Avrupa’ya naklediliyor olacak. O zaman
Türkiye bir enerji nakil merkezi olacak.
Bu yüzden de enerji etkili bir faktör
konumunda. Kürdistan Bölgesi şimdi
dünya enerji haritasındaki yerini keşfediyor ve gözle görülür bir etkiye sahip
olacak. Enerji artık politikaları çökertiyor ve yeni politikalar üretiyor. Örneğin
Birinci Körfez Savaşı’nda Kuveyt işgal
edildi. Evet, orda bir devlet, başka bir
devlete zulmetti, o ülkeyi işgal etti ve
sonuçta Birleşmiş Milletler 36 devletin
toplanmasına karar verdi. Acaba bütün
o devletlerin amacı Kuveyt’i işgalden
kurtarmak mıydı? Temel hedef buydu
ama amaçlardan biri de enerji nakil yollarını tayin etmekti ve bunu başardılar.
Şimdi Kürdistan Bölgesi’nin enerji politikası çok başarılı ve halk tarafından
takdir ediliyor. Ama aslında bu politikanın sonuçları önümüzdeki dönemde
ortaya çıkacak. Kürdistan Bölgesi’nin
de Türkiye’nin de enerji politikası en
kısa yoldan enerjiyi elde etmek ve sevketmek üzerine kurulu. İki ülkenin de
enerjide ortak çıkarları var, yani enerji
politikasının birlikte belirlenmesi normal bir durum.
kültür-sanat
12
“Ölüm unutma ile gelir”
Dünyaca ünlü Kolombiyalı, Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez insanlara “aşk içinde yaşamalarını” tavsiye eden bir veda mektubu bırakarak
hayata veda etti. Romanları, öyküleri
ile dünya edebiyatında özgün bir yer
edinen Marquez gazetecilik ve yayıncılık yapmış kararlı bir aktivist olarak
da her türlü özgürlük mücadelesinin
yanında durmuştu. 17 Nisan 2014
günü Meksika’da ki evinde yaşamını
kaybeden Marquez veda mektubunda
yaklaşık 87 yıllık yaşamından damıttığı
tecrübeleri iletti: Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü
insan aşkı bırakınca yaşlanır, Yaşlılara
ise ölümün yaşlanma ile değil unutma
ile geldiğini öğretirdim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte
saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.
Gabo lakabı ile bilinen yazar, 1927’de
Kolombiya’nın Aracataca kentinde
doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında
büyüdü. Başkent Bogota’daki Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde başladığı
hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım
bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun
yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya
1940’ların sonlarında başladı.
Gabo her ne kadar Faulkner’ın etkisinde kalsa da asıl Sad nameyi Kafka’nın
“Dönüşüm” romanından aldı. Annesinin kendisine anlattığı hikâyeler en
büyük romanında yer aldı. “Yüzyıllık
Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”,
“Kırmızı Pazartesi”, “Albaya Mektup
Yazan Kimse Yok”, “Labirentteki General”, “Aşk ve Öbür Cinler” ve “Bir
Kayıp Denizci” “Benim Hüzünlü Orospularım” gibi unutulmaz eserlere imza
atan Marquez, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Romanları
30’dan fazla dile çevrildi. New York
Times “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı için
eski ahitten sonra okunması gereken
birinci roman diye tanıttı.
Gabo aynı zamanda bir gazeteciydi. Bir
sure yerel gazetelerde çalışan Gabo
daha sonra El Espectador Gazetesinde
çalışmaya başladı. Gazetenin temsilcisi
olarak Paris, Cenevre Londra ve bir cok
Avrupa’nın bir cok kentinde uzun yıllar
larca pek çok büyük gazete ve ajans için
çalışmayı sürdürdü. 1994’te kurduğu
İber-Amerikan Yeni Gazetecilik Derneği
(FNPI), bugün kıtanın en saygın gazetecilik kurumlarından biri.
García Márquez, “büyülü gerçekçiliği”,
“bizim algıladığımız şekliyle gerçekliğin arkasında, tam olarak kavrayamadığımız çok fazla şey olup bitiyor” diye
kavrıyordu. Gazeteciliğe soktuğu kur-
getiriyordu. Ona göre etik, her durum-
çalıştı. Dünyanın en güzel mesleği olarak gördüğü gazeteciliği yazar olarak
uluslararası alanda çok ünlenmesine
karşın hiçbir zaman bırakmadı. Gazetecilik alanında sorduğu Bir gazeteci,
önce bir eylem örgütleyip sonra onun
haberini yapabilir mi? Hiç var olmayan
bir kişilikle röportaj yapabilir mi? Gibi
cevap bulunması elzem olan sorular ile
gazetecilik etiğini sorguladı. Gabo, Yıl-
gusal bölümler de bu yaklaşımla bağlantılı. Ekim 1996’da García Márquez
“Dünyanın en iyi mesleği” başlıklı bir
konuşma yaptı. Konuşma, yerleşik
medya düzenin karşı çıkan genç Latin gazeteciler arasında hızla yayıldı
ve sahiplenildi. Gabo, o konuşmasında
gazeteciliğin “edebi bir alan” olarak
değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor, ardından sözü, “etik” meselelere
istediğini yazabilir”di: İnandırıcı bir
da yeniden değerlendirilecek bir şey
değil, “hava ve su” gibi gazetecinin asla
ayrılamayacağı bir ilkeydi.
Fakat Gabo’nun etiği, akademide yaygın olan gazetecilik tanımından epey
farklıydı. Ona göre gazeteci, gerçekten
ayrılmamalı, asla yalan söylememeliydi, fakat “iki şartı sağladıktan sonra
biçimde yapması ve bilincinde, vicdanında, yazdığı şeyin gerçek olduğuna
inanması idi.
Gabo, bize bir onlarca roman bir o kadar da hikâye ve gazetecilik açısından
cevaplanması kolay olmayan sorular
ve okurken kelimeleri boğazımızda bırakan bir veda mektubu bıraktı.
Gabo’nun veda mektubu: İnsan aşkı bırakınca yaşlanır
Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine
değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı
yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit
giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim
olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh
resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerin
acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının
ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi
başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey
İnsanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu
bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken
aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?
13
güncel
Malula’nın büyüsü kaçtı
İsa ve Meryem’in 16 yıl yaşadığı rivayet edilen Suriye’de
Kalamun Dağları’nın eteklerindeki fantastik kasaba
Malula’da insanlık tarihi siliniyor.
Suriye’de, Kalamun Dağlarının eteklerinde yer
alan, fantastik kasaba
Malula, bir zamanlar çok
bakımlı, görkemli, maYıldız
nastırların ve kiliselerin
Çelik
olduğu bir yerdi. Kayalarından sızan suların şifa verdiği inancı
ile ‘şifa veren yer’, ‘ibadethane’ve ‘gizlenen ya da gizli yer’anlamlar içerdiği
gibi, Aramice’de de ‘geçiş yeri, geçit’
anlamına da geliyor. Şimdi bu ‘şifa
veren, geçiş yeri’ yani ‘Malula’ boş bir
Western kasabası gibi ıssız ama silah
seslerinin duyulduğu, kan kokusunu
maalesef burnumuzun ucunda hissedebileceğimiz bir yer haline geldi.
Suriye’de 3 yıldan bu yana yaşanan
çatışmalardan dolayı, İsa ve annesi
Meryem’in 16 yıl yaşadığı da söylenen, 5 kilisesi, 2 camisi olan ‘Büyülü
Malula’da da, yıkım çok ciddi boyutlarda. Özellikle kasabaya hakim tepedeki
taş kilise ve St. Takla kilisesi yakılmış,
ikonalar kayıp, kilisedeki haçların
hepsi sökülmüş. Saldırıyı yapan gruplar arasında ağırlıklı olarak ‘Nusra
Cephesi’nin adı geçiyor.
Bu saldırılardan dolayı, kasaba halkı
başka yerlere kaçmış. Suriye Devlet
Başkanı Başar Esad 20 Nisan’da Paskalya kutlamaları için Malula’ya gitti
ve ‘Suriye’nin her karış toprağına güvenlik, istikrar ve sevgi’ temennilerinde bulunarak dünyaya ‘biz bir aileyiz’
mesajını verdi.
Küçücük bir kasaba olan ‘Malula’yı
önemli kılan başka bir neden ise, İsa
peygamberin ana dili olan Taberiye ve
Nasıra dolaylarında konuşulan Galile
Lehçesi-Aramice’nin kullanıldığı ve
günümüze kadar ulaşmış, dünyadaki
tek yerleşim olması. Böylece ‘insanlık
tarihimiz’ için önemli olduğu gibi, Hıristiyanlar için de ayrı bir öneme sahip.
Dünya mirası’‘Malula’ya saldırılar düzenleyen hükümet karşıtı muhalifler
için ‘Malula’yı hedef kılan hangi özelliği
idi? Yanıt: Suriye’de yaşanan çatışmalar sırasında, Lübnan sınırından lojistik sağlarken, onları başkent Şam’a
ulaştırabilen önemli bir nokta olması.
Ayrıca Şam-Humus- sahil yolu üzerinde olup, her türlü nakliye için hayati
önem taşıyan stratejik bir yer olması.
Bu özellikler muhaliflerin iştahını kabartmaya yetmişti.
Malula’da olanlara biraz daha geriye
gidip baktığımızda, ilk saldırıya Eylül
2013’te maruz kalan Malula’da Aralık
2013’te 12 rahibe kaçırıldı. Rahibeler
Lübnan’a geçirilip, 9 Mart’ta serbest
bırakıldılar. Fakat şimdi, rahibelerin
nerede olduğu bilinmiyor. Kaçırılan rahibelerden biri ‘Nusra Emiri’ne teşekkür
ederim. Ne şerefli insan’ dediğinde, Suriye Hıristiyanlarından çok tepki aldı. Bu
söylem için kiliseler; ‘kendi görüşü, bizi
bağlamaz’diye açıklama yapınca, rahibelerin şu anda büyük ihtimal ile Suriye
içinde, sessiz kaldıkları söyleniyor.
Malula için ne dediler?
Yıllardır, Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde, Turizm Rehberliği yapan
İlkay Aktaş, Suriye’de yaşananlarla
ilgili Malulaların söylediklerini şöyle
anlatıyor: ‘Suriye halkının çoğu yaşananları ‘savaş’ olarak değil, ‘devrim’
olarak görüyor ve diyorlar ki; yurt dışı,
Rusya, veya Batı ile hiçbir çıkar ilişkisi
ya da işbirliği içinde olamayız. Biz devrimden önce de, sonra da hiçbir yere
gitmedik, gitmeyeceğiz, komşularımızı
da, dostumuzu da, düşmanımızı da, biliyoruz. Bu sadece Hıristiyanların değil,
tüm Suriye halkının bir olduğu olaydır.
Biz bütünüz. Allah tüm kullarını farklı
yaratmıştır. Bu farklılıklar bizim ihtilafa düşmemiz gerektiği anlamına
gelmez.’ Daha önceleri Suriye’de de
yaşarken gördüğüm ‘Demokratik’ bir
ülke olan Suriye halkı ancak böyle barışçıl dilekleri olur’ diyor.
Amerika’da yaşayan Nadya Uygun’a
‘Amerika’dan Malula/Suriye nasıl görünüyor, diye sorduğum da ise bir
BOTAN TAHSİN
BasHaber’in yayına
başlaması vesilesiyle…
K
ürd ve Türkler arasında yola çıkan barış kervanı, tıpkı
Pakistan ve Afganistan arasındaki zorlu barış yolculuğunda olduğu gibi bir barış serüvenine başladı. Bu barış yolu dar, uzun, ve engebelerle dolu stratejik hedefleri
olan zorlu bir yol olacak. Birkaç yıl önce bu zorlu yolculuğuna başlayan barış kervanı, her ne kadar olumsuz
bir durumun ortaya çıkmasıyla durabilecek kadar hassas
dengelere sahip olsa da, bundan doğabilecek kötü sonuçlar da bölgenin tamamını etkileyebilir düzeyde yıkıcı
olsa da, kervan şimdilik yol alıyor. Gelişmelere göre bazen yavaşlasa da ne mutlu bize ki barış kervanı henüz
yoldan sapmadı ve yürüyüşünü durdurmadı.
Her ne kadar Erdoğan, Barzani ve Öcalan bu kervanın en önemli üç karakteri gibi görünse de, bu kadar hassas bir
yürüyüşte elbette küçük karakterler de kervandaki yerini alıyor. Söz konusu üç önemli karakterin bu barış projesindeki rolleri belirleyici olmakla birlikte, küçük karakterlerin yaptıkları işler de özellikle toplumların birbirini
anlaması ve fikir birliğine varabilmesi için bu süreçte önemli ve nadide bir rol oynuyor.
Son zamanlarda daha kompleks bir sürece dönüşen durum, özellikle son yüzyılda siyasi ve demografik açıdan
bir bütünün parçaları olan halklar arasında hiç de akilane temeller üzerinde kurulmamış olan yanlış statükonun
değişmesine neden oldu. Şimdiye kadar binlerce Kürd ve Türkün hayatına mal olan bu yanlış politikalar artık
yaraların sarılması için yeni bir hazırlığa girişiyor. Birlikte yaşama kültürünün ve barışın tesis edilmesi için
savaşın bitmesi ve huzur ve istikrarın yeniden temin edilmesi gerekiyordu.
Kürd ve Türk ilişkilerindeki son iki yüz yıllık süreç, pek çok acı ve tatlı gelimeye sahne oldu. Bu süreç aynı
zamanda bize iki halk arasında her zaman bir iletişim ve alışveriş olduğunu ve güç dengelerinin aslında her
zaman iki halkın lehine olduğunu da kanıtlıyor. Osmanlı İmparatorluğu, Kürdlerin cengaverliği sayesinde
Avrupa’nın kalbine kadar ilerleyebildi. Çünkü Osmanlıların ilerleyişi, Kürdlerle kurdukları iyi ilişkilerle başarı
sağlamayı mümkün kıldı. Kürdler, her zaman Arap Yarımadası’ndan yayılan İslam’ın kutsal mesajının koruyucusu olmuşlardı. 130 yılı aşkın bir süre önce Osmanlı sultanları, Kürd beylerini, Afrika’nın güneyine İslam’ın
mesajını iletmek üzere gönderdi. Bu da bize Kürdler’in Osmanlı İmparatorluğu’ndaki güç dengelerinde ne kadar
önemli bir yer tuttuğuna işaret eden binlerce tarihi örnekten yalnızca biri.
Kürd ve Türkler arasındaki bu güçlü tarihi ilişkiler, daha sonra iki taraf açısından da sıkıntılı bir döneme girdi
ve 18. yüzyıl başlarındaki gelişmelerle kayda değer bir değişime uğradı. Söz konusu dönemde sultanların Kürd
mirleriyle olan ilişkileri bozuldu, Osmanlı bocalama dönemine girerek bir zamanlar dünyanın siyasi ve ekonomik gündeminde başrol oynayan bir aktörden parçalanan bir imparatorluğa dönüştü.
Son yüzyılda ise idarecilerin Kürdlerin siyasi haklarını teslim etmek istemeyişi nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, tarihi boyunca bölgede etkin bir siyasi güç olamadı ve Kürd meselesinin çözümsüz kalması, Türkiye’nin
her zaman coğrafyanın sıkıntılı ülkeleri arasında kalmasına yol açtı. Ortadoğu’daki onca önemli gelişmeye rağmen Türkiye, bölge siyasetinde etkisiz kaldı. Karar vericilerin Ortadoğu için yeni bir harita çizilmesine karar
verdikleri bu süreçte ise Türkiye’nin ciddi bir rol oynaması bekleniyor. Türkiye’nin bu rolü başarıyla oynamasını
sağlayacak anahtar ise, gelecekte sağlıklı bir siyasi yaklaşımı seçtiği ve devamettirdiği takdirde, Kürd meselesinin çözümünde yatıyor. Böylece bu süreçte Türkler ve Kürdler Avrupa ve dünya siyaseti üzerinde, Osmanlı sultanlarının rüyalarının ötesine varan, ciddi bir etki yaratabilir, enerjinin gücü, ortaklık bilinci ve birlikte yaşama
arzusu sayesinde imparatorluğun yıkılan duvarlarını aşarak çok daha ötesine uzanabilir.
Bu perspektifle, ‘Bas Haber’ adıyla çıkacak olan gazetede barış için yola koyulan kervanın mütevazi bir üyesi
olarak, halkların birbirini daha iyi anlaması, yakınlaşması ve ortak bir gelecek tahayyülü için yeni bir platform
olmak iddiasıyla yayına başlıyor. Amacı, gelecek için daha iyi ilişkiler kurulmasına katkıda bulunmak, halkların
birarada yaşama kültürüne katkıda bulunmak ve yeni bir adres olarak karşılıklı saygı ve anlayışı arttırmak
olacak.
Hıristiyan olarak düşüncelerini şöyle
dile getiriyor: “Detaylı bilgi sahibi değilim. Şehrin 5 ay içinde 43 kere el değiştirdiğini duydum. En son Suriye ordusu
ele geçirdi orayı deniliyor. Elbette, bu
Ermeniler için iyi bir şey. Çünkü niteliklerinden bağımsız olarak, Ermeniler
hep Suriye’de kollanmış bir toplum
bu son savaşa kadar. Ermeniler gerek
orada (Malula), gerek Kesab’da olanlar
için, Batı’ya ve Türkiye’ye de çok kızgın.
Zaten başlarına gelenlerden, sonra sığındıkları, yeniden yaşam kurabildik-
leri yerler bir kez daha ele geçiriliyor
ve onlara yine ‘techir’ düşüyor. Yani
‘bitmeyen çile’ ne diyeyim başka bilemiyorum. Oyuncak olmaktan bıkmış
haldeler. ABD’ne de kızgın haldeler,
ben de kızgınım. Çünkü politik malzeme olmaktan nefret geldi artık.’
Paskalya kutlamasında Malula’da olan
bir Suriyeli de ‘yıkımın bu kadar büyük
olduğunu tahmin etmemiştim, 2 bin
yıllık blok taş kilise bile zor duruyor
ayakta’ diyor.
dosya
14
Bu ticaret sınır kaldırtır
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticaret her geçen gün hızla artan ticaretin boyutu, resmi verilere göre
yıllık 10 milyar doları geçmiş durumda. Kayıt dışınında hesaba katılması durumunda 13 milyar dolarlık bir
ticaretten bahsetmek mümkün. Ticaretin yapıldığı sınır kapıları yetersiz kalıyor. Beş sınır kapısının daha açılması
gündemde. Ticaret hacminin 2018 yılında 150 milyar doları bulacağını tahmin eden ekonomist Süleyman Yaşar
“Sınırlar kaldırılmalı” diyor.
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticari ilişkiler son 10 yılda büyük
bir hızla artarak resmi
Cesim
verilere göre yıllık 10 milİlhan
yar doları aştı. Uzmanlar
kayıt dışı olanın da hesaba katılması durumunda Türkiye’nin
Kürdistan Bölgesi ile ticaretinde yıllık
13 milyar dolarlık bir boyuta ulaştığına dikkat çekiyor. 2018 yılında kayıt
dışı ile birlikte 150 milyar dolara ulaşacak bir ticaret hacminden bahseden
Ekonomist Süleyman Yaşar, ticaretin
daha iyi yapılabilmesi için ilk aşamada
iki ülke arasındaki sınır kapılarının çoğaltılması gerektiğine dikkat çekerken
kendi kendi önerisini de dile getirdi:
Bana göre sınırlar kaldırılmalı.
Irak, Türkiye’ nin ikinci ticaret ortağı.
Resmi verilere göre yıllık 12 milyar dolarlık ticaretin yüzde 70’i Kürdistan Bölgesi ile yapılıyor. Türkiye’nin 2013 yılının
ilk dokuz ayında Kürdistan Bölgesi’ne
yaptığı ihracat geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 9 artışla 8 milyar 473 milyon dolara ulaştı. 2014 mart
ayındaki ihracat da, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5,4’lük artışla 540
milyon 299 bin doları buldu. Bölge yatırım bakımından da çok daha avantajlı.
Kürdistan güvenli
Irak için yabancı yatırımları büyük önem
taşısa da güvenlik endişeleri ve bürokratik zorluklar nedeniyle yabancıları
Anadolu Aslanları İşadamları
Derneği İzmir Şube Başkanı
Zekeriya Hazırbulan
Yeni kapıların açılması çok önemli.
Hali hazırda sadece bir sınır kapısı var. Bu da kapıda kuyrukların
uzamasına neden oluyor. Kapıdaki
izdiham nedeniyle ticari malların
teslim süresi uzuyor. Türkiye’nin
2012 yılı ticareti, 12 milyar dolar
civarındaydı. Yeni kapılarla birlikte bu rakamın iki katına çıkacağını
tahmin ediyoruz.
her sektörde görmek mümkün değil.
Yatırımlar daha çok güvenlik sorunlarının az olduğu Kürdistan Bölgesi’nde
yoğunlaşıyor. Türkiye Körfez Ülkeleri ile
birlikte Kürdistan’a yatırım yapanların
başında geliyor, Türkiye’den yaklaşık
1600’den fazla firma bölgede faaliyet
gösteriyor. Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki yatırımı da bugünkü verilere
göre 1,1 milyar doları geçmiş durumda.
Bölgede kara yolları, tüneller, havaalanları, büyük oteller, alışveriş merkezleri
hizmet binaları gibi stratejik yatırım
projelerinin çoğu Türkiye firmaları tarafından yapılıyor. 2011’de faaliyete geçen
Erbil Uluslararası Havalimanı’nın yapımını Türk firmaları üstlendi. Erbil Adliye
binası, Erbil Valiliği binası, elektrik santralleri üniversite binaları gibi ülke için
önemli sayılabilecek daha bir cok stratejik inşaat projesi deTürk firmalarınca
yürütülüyor.
Beyaz eşyadan kozmetiğe
Türk firmaları Kürdistan Bölgesi’ne
gıda maddelerinden beyaz eşyaya
temizlik malzemelerinden kozmetik
ürünlere kadar bir cok ürün satıyor.
Halen günde 2 bin 500 aracın geçtiği
Habur Sınır Kapısı artık ihtiyacı karşılamadığı için yeni sınır kapılarının
açılması gündemde. Tarafların imzaladığı protokole göre üç yeni sınır kapısı
daha devreye girecek. Ekonomik ilişkilerin çok önemli olduğunu vurgulayan ve “Kuveyt ve Katar gibi bir bölge
oluştuğuna” dikkat çeken ekonomist
Süleyman Yaşar, gelişmeleri “Hem
Kürdistan için hem de Türkiye için karşılıklı olarak baktığımızda refahı artıracak bir unsur” olarak değerlendiriyor.
Türkiye’nin Kürdistan’da başta inşaat
sektörü olmak üzere bir cok ekonomik
sermayesi bulunduğuna ve bunun giderek arttığına dikkat çeken ekonomist
Cemil Ertem şu değerlendirmeyi yapıyor: Önümüzdeki dönemlerde savunma
Sanayi alanında da Kürdistan ile Türkiye
arasında ilişkilerinin gelişeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin bu alanda da ciddi ihracatları olacağını düşünüyorum.
Kürdistan’ın dışarıya açılması ve Akdeniz üzerinden ekonomisini ilişkilendirmesi Türkiye aracılığıyla olmaktadır. Bu
girişim bana göre bütün Ortadoğu ülkeleri için büyük bir imkândır.
“Yeni sınır kapıları açılmalıdır” diyen
Ertem geleceğe ilişkin öngörüsünü
de açıkladı: Yakın gelecekte Irak’ın üç
temel yapıda devam edeceğini düşünüyorum. Bu üç temel unsurdan biri
Kürdistan bölgesi. Bağımsız bir Kürd
devletinin bütün yetkilerini kullanacağı
bir yapılanma. Bu yapılanma Türkiye
ile çok ciddi siyasi ve ekonomi ilişkiler
içerisinde olacaktır. Türkiye’deki barış
sürecinin de bunu destekleyeceğini düşünüyorum
Kürdistan AB’yi geçti
Kürdistan bölgesindeki yatırımcıların
yarısından fazlasını Türk işadamları oluşturuyor. Kürdistan bölgesi
ekonomik faaliyetler bakımından
giderek Avrupa Birliği ülkelerinden
daha önemli konuma geliyor. Türkiye bugün Almanya’dan sonra en çok
ihracatı Kürdistan Bölgesi’ne yapıyor.
Türkiye kurulduğundan beri İngiltere,
Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka
gibi bir cok Avrupa ülkesiyle ekonomik ilişkiler geliştiren Türkiye’nin, son
on yıl içerisinde Kürdistan’la kurulan
siyasi ve ekonomik ilişkilerle birlikte
durumu değişti. Almanya’nın dışındaki diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye’nin
1949’dan beri ticari ilişkilerde bulunduğu İsrail, Kürdistan’ın gerisinde
kaldı.
Ziraat Bankası Erbil’de açılan ilk Türk
bankası oldu. Son üç yılda da Vakıfbank, İş Bankası, Albaraka Türk, Bank
Asya faaliyete başladı.
Türk ürünleri kaliteli imajı
Kürdistan Bölgesinde kayıtlı Türkiye
kökenli 1.600’ü aşkın şirketi faaliyet
gösteriyor. Ülkenin bir çok noktasında
gıdadan, tekstile, mobilyadan, beyaz
eşyaya, ıslak mendilden, sabuna, deodoranttan diş macununa kadar Türkiye
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi
Odası Yönetim Kurulu Başkanı
Ahmet Sayar
Gün geçtikçe artan ticaret, ekonomik boyutu yanında yarattığı kültürel, sosyal kaynaşma açısından
da önemli ve değerli. Kürdistan
Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler
sıralamasında Almanya’dan sonra
ikinci konumda ama verileri, ihracat
yapılan ülkelerin nüfuslarına oranladığımız zaman Kürdistan ilk sıraya yükseliyor. Ulaşım imkânlarını ve
lojistik alt yapımızı karşılıklı olarak
güçlendirmemiz gerekiyor.
15
dosya
markalı ürünle karşılaşmak mümkün.
Türkiye’nin kozmetik ihracatı yaptığı
ülkeler arasında Kürdistan Bölgesi birinci sırada. Halk arasında, diğer komşu ülkelerinkine ve uzakdoğu menşeli
olanlara göre Türk ürünlerinin daha
kaliteli olduğu imajı yaygın.
Her geçen yıl ticaret hacmi artıyor
Kürdistan bölgesinden son 10 yılda
toplam 1 milyar 226 milyon dolarlık
ithalat yapılırken, son beş senelik dönemde Güneydoğu’dan Kürdistan’a
yapılan ihracat 2 milyar 261 milyon
dolardan yaklaşık yüzde 43 artışla
3 milyar 242 milyon dolara yükseldi. Bu dönemde Kürdistan bölgesine
gerçekleştirilen toplam ihracatın yaklaşık yüzde 45’i Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nden yapıldı.
Türk firmaları Kürdistan’da 2003’te 242
milyon dolarlık iş üstlenirken, bu rakam
2004’te yaklaşık dört kat artarak 1,2
milyar dolara ulaştı. 2005 ve 2006 yıllarında yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle yatırımların azaldı. 2008 yılında
üstlenilen işlerin değeri 1,4 milyar doları buldu. Türk inşaat firmaları 2011’de
yaklaşık 1,8 milyar dolarlık proje üstlenirken 2012 yılında alınan projelerin
bedeli 4,4 milyar dolara ulaştı. Özellikle
Gaziantep ilinde üretim yapan bazı gıda
firmalarının Kürdistan’da çok önemli
satış rakamlarını yakaladığı vurgulanıyor. Kürdistan bölgesine yaklaşık 2,3
milyar dolarlık ihracat yapan Gaziantep
tek başına Türkiye’nin bölgeye ihracatının yüzde 21’ini sağlıyor.
Bölgede yeniden yapılanma çalışmaları kapsamında konut, ticari alan ve
altyapı inşa çalışmaları yoğun olarak
sürerken Diyarbakır’dan bazı inşaat
firmaları da bölgede yoğun olarak faaliyet gösteriyor. Nitelikli eleman sorunu olduğu için Diyarbakır ve çevre
illerden gelen inşaat ustaları buradaki
inşaatlarda çalışıyor. Diyarbakır’dan
Kürdistan’a yapılan ihracat da hızlı
bir artış gösteriyor. İhracat 2008-2012
yıllarında yaklaşık yüzde 40 yıllık or-
talama artış hızı ile 2012 yılında 107,2
milyon dolara ulaşılmış durumda.
Kürdistan Bölgesi’ne yapılan ihracat
Diyarbakır’ın toplam ihracatının yarısından fazlasını oluşturuyor
Kürdistan bölgesindeki yatırımlar geçen yıla göre yüzde yüzden fazla artış gösterdi. Bölgede 2012’de 5 milyar
985 milyon dolar olan yatırım miktarı,
2013’te 12 milyar 419 milyon dolara
yükseldi. 2006-2013 yılları arasında
bölgeye toplamda 37 milyar 29 milyon
dolar yatırım yapıldı. 644 yatırım projesi
için Erbil, Süleymaniye ve Duhok’ta toplam 38 bin 712 dönüm arazi tahsis edildi. 21 milyar 33 milyon dolarla yatırımın
en fazla yapıldığı il Erbil olurken Süleymaniye 11 milyar 427 milyon dolarla
ikinci, Duhok 4 milyar 569 milyon dolarla üçüncü oldu. Yatırımlarda büyüme
oranı 2006’da yüzde 1.18 iken, 2013’te
yüzde 33.54’ye yükseldi. Güvenli olması nedeniyle Irak’ın bir cok bölgesinden
sürekli göç alan Kürdistan bölgesinde
artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için
yeni konutlar inşa ediliyor.
Bölgeye yapılan yatırımların başında
konut sektörü geliyor. Yatırımların yüzde 35’ini konut oluştururken sanayiye
yüzde 31, turizme yüzde 15, ticarete
yüzde 7; sağlık, banka ve tarıma yüz-
de 2’şer yatırım yapıldı. Son yedi yılda
toplamda 316 milyar Irak dinarı alt
yapı, su, elektrik ve ulaşım masrafları
olarak yatırım hizmetlerine harcandı.
Türkiye’yi sırasıyla İran ve Çin takip
etti. Türkiye’nin birinci derecede tercih
edilmesinin nedeni Türk mallarının kalitesinden kaynaklanıyor..
Bölgenin en büyük şehri olan Erbil’e
Türk Hava Yolları, Atlasjet ve Pegasus
Havayolları’nın haftada 24 uçuşu bulunuyor. Havalimanında çeşitli ülkelere
ait bayrak direklerinin başında Türkiye’ninki bulunuyor.
Büyük bir şantiye şehri olan Erbil’de,
Türk plakalı TIR ve kamyon çoğunlukta. Erbil’de Türk firmaları adeta yeni
bir Dubai inşa ediyor. Binalar dikiliyor,
yollar yapılıyor. Ülker, Vestel, Arçelik,
Beko, İstikbal, Vakko, Divan, Alfemo,
Merinos ve Aksa gibi sayısız Türk markası bilboard reklamlarında.
Türk markalar Kürdistan caddelerinde
Vakko’dan Beymen’e, Ülker’den Vestel ve Arçelik’e kadar Türk markaları
Kürdistan bölgesindeki bir çok kentte caddeleri donatmış durumda. Türk
firmalarının yarattığı istihdam ise 80
binden fazla. Erbil’de son beş yıl içinde
irili ufaklı 10’a yakın alışveriş merkezi
açıldı. İçerideki işyerlerinin yüzde 80’i
ya Türk firması ya da Türkiye’den gelen
girişimciler tarafından işletiliyor.
Türk malları Kürdistan bölgesinde
Kürdistan bölgesinde 2012 yılındaki 22
milyar dolarlık ithalatın, 13 milyar dolarlık bölümü Türkiye’den yapıldı. Türk
girişimciler Kürdistan’daki otelleri işletiyor ve ülkenin en büyük alışveriş
merkezlerine sahipler. 50 binden fazla Türk vatandaşı, başta inşaat olmak
üzere bir cok sektörde çalışırken, bölgede ticaret ve inşaatta yüzde 70 ora-
Van İşadamları Derneği Başkanı
Ahmet Fatih Hatunoğlu
Mart 2014’te Van ‘da Sayın Neçirvan
Barzani’nin de katıldığı bir toplantı
gerçekleşti. Burada bölgesel kalkınma ve Kürdistan bölgesiyle sürdürülebilir ticari ilişkilerin geliştirilmesi konusunda önemli hususlara
temas edildi. Kürdistan bölgesiyle
Türkiye arasında hızla büyüyen bu
ekonomik ilişkiyi çok olumlu ve
stratejik buluyoruz. Ekonomik gelişmelerin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde tesis edilmeye çalışılan
barış ve kardeşlik sürecine de çok
olumlu katkıları olacaktır.
900 milyon Dolarlık projeler
Türkiye’nin Erbil Başkonsolosu Mehmet Akif İnam BasHaber’in soruları
üzerine şu bilgileri verdi:
Irak petrolünün dünya piyasalarına
açılması, bu ülkenin gelirlerinin artması anlamına gelir. Bu da tabiatıyla
Irak’ın normalleşmesine ve istikrarına katkıda bulunacaktır. Bölgenin
istikrarı bizim için son derece önemlidir. Bu itibarla, Bağdat ile Erbil arasında petrol ihracatı ve bütçe konularında sürmekte olan görüşmelerin
bir an evvel neticelenmesini arzu
ediyoruz. Ülkemiz süreci yakından
izlemektedir, taraflarla temas halindedir ve diyaloğu teşvik etmektedir.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi
(IKBY) tarafından çıkarılan petrolün
ülkemize test amaçlı akışı başlamış
olup, halen Ceyhan’daki depolarda
1,5 milyon varil civarında petrolün
biriktiği bilinmektedir. Halihazırda
sözkonusu petrolün satışı bahis konusu değildir. Öte yandan, Mart ayında teknik nedenlerle Kerkük-Ceyhan
Petrol Boru Hattı’ndan akışın gerçekleştirilemediği anlaşılmaktadır.
Ağırlıklı olarak inşaat sektöründe
faaliyet gösteren firmalarımız konuttan kamu binalarına, karayollarından hastane ve otellere kadar bir
cok alanda önemli ve büyük projelere imza atmaktadır. 2013 yılında
firmalarımızca IKB’de üstlenilen
projelerin yaklaşık değeri 900 milyon Dolar seviyesine ulaşmıştır. Bu
meblağ, aynı yıl Irak’ın tamamında
üstlenilen projelerin yüzde 43’üne
denk gelmektedir. IKB’ye ihracatımızın büyük bir bölümünü müteahhitlik projesi üstlenen firmalarımızın
malzeme, makine ve inşaat ürünleri
ile temel gıda, temizlik malzemeleri
ve elektrik-elektronik ürünler teşkil
etmektedir. İnşaat, tarım, enerji ve
sağlık sektörü başta olmak üzere,
ülkemizle bölge arasında önemli işbirliği potansiyelinin bulunduğuna
inanıyoruz.
Türkiye ve Irak arasında faal tek sınır kapısı Habur Kapısı’dır. Her gün
2500-3000 aracın, binlerce vatandaşın karşılıklı geçiş yaptığı, sözkonusu
kapının ihtiyacı karşılamakta zorlandığı herkesin ortak düşüncesidir.
Bu çerçevede, gerek Aktepe, Ovaköy,
Üzümlü, Derecik ve Gülyazı’da yeni
hudut kapılarının açılması, gerek
Habur Hudut Kapısı’nda mevcut iki
köprüye ilaveten üçüncü bir köprünün faaliyete sokulması amacıyla
temaslar sürmektedir.
magazin
16
Hewlêr’de
Beymen baharı
Ünlü Türk giyim markası
Beymen bahar sezonu
ürünlerini tanıtmak
amacıyla Kürdistan
Bölgesi’nin başkenti
Hewlêr’de bir defile
düzenledi.
BasHaber-Hewlêr
Beymen markası 2012 yılında Hewlêr’de bulunan Divan Otel kompleksinde
şube açtı. Beymen, kendi markası dışında Kürdistan Bölgesinde farklı bir cok
markanın da ürünlerini pazarlıyor.
Bir cok ünlü Türk mankenin katıldığı defilede ilgi çeken isimlerden
biri de eski Türkiye güzeli Özge Ulusoy oldu.
Foto-Hozan Jaf
Beymen’in Otel Divan kompleksinde
bulunan Hewlêr Şube Sorumlusu
Metin Topay, BasHaber’e yaptığı
açıklamada, bu defileleri
markalarının elbise, parfüm
ve diğer ürünlerinin tanıtımı
için her yıl periyodik olarak
düzenlediklerini belirtti.
Topay, bu büyük etkinlikler dışında misafirleri için de küçük defileler düzenlediklerini belirterek şöyle dedi:
“Amacımız, markamızı iyi tanıtabilmek. Her yıl, yeni sezonlarda defileler düzenliyoruz.”
Metin Topay, ülke dışındaki ikinci şubelerini Hewlêr’de açtıklarını söyleyerek diğer şubelerinin ise
Mısır’ın Başkenti Kahire başkentinde olduğunu belirtti.

Benzer belgeler

31.05.2014

31.05.2014 özerklik” Belediye Başkanı Gültan Kışanak ile demokratik, adil ve kalıcı çözüm için, özerklik, alternatif yerel yönetim ve katılımcı demokrasi uygulamalarını konuştuk.

Detaylı