43. Almas Yancar

Transkript

43. Almas Yancar
Iğdır Sevdası
ALMAS YANCAR
1940’lı ve 50’li yıllarda Iğdır şehir merkezinde iki Kürt şahsiyetinin
ağırlığı birbirine paralel çizgide ve birbirini tamamlar niteliktedir. Bir yanda; arkasında Torun ailesinin yüzyıllık yönetim gelenek ve tecrübesini alan
Abdürrezak Bey, diğer yanda, dört bir koldan Iğdır’ı çevreleyen Celali aşiretini temsilen Hacı İsa Yiğit (Ali Mirze Bey’in dördüncü oğlu), toplum lideri
olarak ağırlıklarını koymuş, güven ve denge oluşturmuşlardı.
Hayatım
1928 yılında Aralık ilçesine bağlı Hıdırlı köyünde dünyaya gelmişim.
Babam Hacı İsa Yiğit Ali Mirze Bey’in oğlu, Mecit Hun’un da öz dayısıydı.
Kısa süren okul hayatım oldu. Doğubeyazıt eşrafından, Hıdırağa aşiretine mensup Ehmede Eli Ağa’nın oğlu Hüseyin Bey’le evliyim.
“Peki Pir!..Sen her şeyi biliyorsun da...”
Rus yönetimi zamanında Yezidi ve Müslüman Kürtler birbirlerine
yakın köylerde otururlar, hatta çadırlarını aynı yayla yerinde açarlarmış. Aralarında dostluk ve kirvelik varmış. Ali Mirze Bey de Hesen Bey (Erivan Kürt
radyosu sunucusu Ahmede Gogê’nin dedesi) adında Yezidi aşiret lideriyle
kirve olmuştu. Bir gün Hesen Bey, kirvesi Ali Mirze Beyi evine davet etmiş.
Yemek davetine Yezidi dininin ruhani lideri Pir de katılmış. Geniş
odayı çepeçevre saran misafir kalabalığın içinde sadece Ali Mirze Bey Müslüman imiş. Tatlı konuşma havası birden bire yön değiştirip Yezidi ve İslam
dinlerinin tarihi üzerine ciddi bir tartışmaya bürünmüş. Pir kendinden emin
cemaate şöyle seslenmiş:
“Bütün Kürtler, İslam dininden önce Yezidi dinine inanıyorlardı.
Ancak Araplar beraberlerinde İslam dinini getirerek biz iki kardeşin arasına
girdiler. Biz hepimiz Kürt’üz ama İslam dini bizi birbirimizden ayırıyor.”
Pir konuşmasını burada kesip Ali Mirze Bey’e:
“Ali Mirze Bey, İslam dininden vazgeç! Gel atalarımızın dini Yezidiliği kabul et!,” demiş.
Ali Mirze Bey öneri karşısında ne söyleyeceğini bilememiş. Ne Kürtlerin İslam öncesi tarihini iyi biliyor ne de kendi dininden vazgeçip Yezidiliği
kabullenmeye niyetliymiş. Ali Mirze Bey, söyleyecek laf bulamamanın çaresizliği içinde öylece sessizce oturuyormuş Hesen Bey çok sevdiği kirvesinin
bu şekilde cemaat önünde zor durumda bırakılmasına gönlü el vermemiş.
Pir’e birkaç kez müdahale etmiş ama kendisini felsefe ve tarih konusunda çok
iyi yetiştirmiş Pir bütün itiraz ve karşı gelmeleri bir çırpıda yerle bir ediyormuş. Bu durum ev sahibi Hesen Bey’in hiç mi hiç hoşuna gitmiyormuş.
601
Almas Yancar
Yemek saati geldiğinde misafirler dini tartışmaya ara verip yere serilen sofranın etrafında kümelenmişler. Ev sahibi Hesen Bey herkesin önüne tabak dolusu pilav üstüne de et servisi yapmış. Pir’in tabağına da önce eti koyup
üzerini bolca pilavla kapatmış, öyle ki et hiç görünmüyormuş. Pir, şaşkın, bir
önüne konan tabağa bir de hemen yanı başında ki Ali Mirze Bey’in tabağına
bakmış, dayanamayıp Hesen Bey’e itiraz etmiş:
“Hesen Bey niçin benim tabakta et yok, bak Ali Mirze Bey’in tabağına ne güzel kızarmış etlerden koymuşsunuz”
Hesen Bey’in amacı da Pir’i bu tuzağa düşürmekmiş:
“Pir’im sabahtan beri yer-gök (haşûşe) ilminden, felsefe ve tarihten
konuşup üstad olduğunuzu bize kanıtlandınız. Nasıl oluyor da Pir’imiz her
şeyi biliyor ama pilavın altında et olduğunu bilmiyor?”
Pir titrek eliyle kaşığını pilava daldırmış. Tabağın altındaki etleri görünce şaşkın öylece kalakalmış. Kendi bilgisinin de bir sınırı olduğunu ona
anlatan bu olay karşısında söyleyecek laf bulamamış. Geldiğinden beri ilk kez
Pir’in köşeye sıkıştığını gören Ali Mirze Bey neşeli neşeli yemeğini kaşıklamaya devam etmiş. Hesen Bey kirvesini rahatlatmanın mutluluğuyla sofranın
bir ucunda oturmuş, zafer kazanmış komutan edasıyla gülümsüyormuş.
“Ba te çı dıbeje?” (Rüzgar esiyor ne diyor?)
Ali Mirze Bey felsefi polemikleri severmiş. Yezidi Pirlerle karşılıklı
oturup saatlerce tartışırlarmış. Fakat bu tartışmalar çoğu zaman satranç hamleleri gibi birbirini tuzağa düşüren gizemli ve karmaşık bir biçim alırmış.
Hazır cevaplılık ve ince düşünme sanatı işin püf noktasıymış.
O yıl Ali Mirze Bey obasını Kandil yaylasında kurmuştu. Yezidilerin
yaylası Zarifxan da oradan pek uzakta değilmiş. Bir gün Ali Mirze Bey siyah
çadırın önünde yer minderine kurulmuş çayını yudumluyormuş. Zarifxan
tarafından bir atlının dört nala geldiğini görmüş. Atlı, Mirze Beyin önünde
durmuş, nefes nefese:
“Bey’im beni Pir gönderdi. “Gelo ba te çı dıbeje?” (Rüzgar esiyor ne
diyor?) şeklinde size bir haber gönderdi. Ali Mirze Bey’in cevabını hemen al
bana getir diye emretti.”
“Pirine şu haberi götür: ‘Waxte şilli te çı dıbeje?’ (Yağmur geliyor ne
diyor?)”
Atlı dört nala uzaklaşmış. Pir heyecanla cevabı bekliyormuş. Atlı,
Pirin huzuruna çıkmış:
“Pirim! Ali Mirze Bey, “Yağmur geliyor ne diyor?” dedi.”
Pir, cevabın derin felsefi anlamıyla sarsılmış sendeleyerek yere otur602
Iğdır Sevdası
muş. Rüzgar estiği zaman beraberinde kara bulutları ve dolayısıyla yağmuru
getirdiği bir gerçekti. (Belirli bir olayın(rüzgarın) başka bir olaya (yağmura)
neden olduğu savı, determinizm ve din felsefelerinin temel hipotezlerinden
birisidir.Mücahit). Ali Mirze Bey bunu hemen anlamış, cevabını şıp diye yapıştırmıştı. Pir elini dizine vurarak:
“Vay be! Ali Mirze Beg zehf kûr e!” (Çok derin düşünceli birisi!)
diye iç geçirmiş.
Ali Mirze Bey İran’a kaçarken
Devlet, Ağa ve Beyleri Sürgün Yasasını çıkarınca (1926) Ali Mirze
Bey İran’a kaçmaya karar vermişti. Önce Axura köyündeki oğlu Tahir’e haber göndertip bütün koyunların gizliden İran’a geçirilmesini sağlamıştı.
Birkaç gün sonra bir manga asker Ali Mirze Bey’i tutuklayıp sürgüne
göndermek için Hıdırlı köyüne gitmişti. Ali Mirze Bey komutanı saygıyla
karşılayıp onurlarına ziyafet vermiş. Bu arada ev halkına, şüphe uyandırmadan Kerre’ye kaçıp Ağrı Dağı eteklerinde gizlenmelerini tembih etmiş.
Ziyafet devam ettikçe ev halkı peyderpey ortadan kayboluyormuş. Sıra en
sonunda Ali Mirze Bey’e gelmiş:
“Sayın komutan ben hemen gelirim. Gecikirsem meraklanmayın”,
demiş.
Subay ve askerler önlerine açılan zengin sofrada iştahla atıştırırlarken
Ali Mirze Bey evden ayrılmış. Tepeye varır varmaz da daha önceden planladıkları yerde kendisini bekleyen ev halkıyla buluşup hep birlikte İran’a doğru
yola koyulmuşlar.
Subay Ali Mirze Bey’i epeyce beklemiş. Aradan birkaç saat geçtiği
halde kimsenin ortalıkta görünmediğini görünce evin odalarına göz atmış.
Ortalıkta in cin cirit atıyormuş. Aldatıldığını anlayan subay hışımla evi ateşe
vermiş, karşısına geçip:
“Ulan Ali Mirze! Sensin beni oyuna getiren ha! Sensin bu evi sahipsiz
bırakıp kaçan ha!Al işte bu da benim sana cevabım”, demiş.
Annem Horê Hanım hamileymiş. Bu telaş ve korku içinde Zemyan
deresine doğru yürürlerken sancısı tutmuş, mağaraların birinde doğumunu
yapmış. Ali Mirze Bey dünyaya gelen kız torununa isim bulmakta zorlanmamış. Ailemizin başına gelen böyle ani bir felaketi bizi her zaman hatırlatsın
diye ablamın adını Musibet koymuş.
Yıllar sonra Musibet ablam Hoşhaber köyünden Gelturan aşiretinden
bir aileye gelin gitti. 1958 yılında ikiz çocuğa hamileydi. Doğum sırasında
şiddetli baş dönmesi geçirmişti. Kadınlardan birisi, “Bir bardak gaz yağı
603
Almas Yancar
içirelim iyi gelir” diyerek cahilce bir öneride bulunmuş. Ablam gazyağını içmeyi reddetmiş ama ısrarlara dayanamayıp yudumlamış. Birkaç saat sonra da
vefat etmişti. (Biri kız biri oğlan (Nusret) ikiz çocukları kurtulmuştu)
Evimizdeki Kuran-ı Kerim
Kayınpederim Ehmede Eli Ağa, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan
Doğubeyazıt Vilayetindeki Hıdırağa aşiretine mensuptu. Iğdır bölgesindeki
Ermeni komitacıların Müslüman halka karşı zulüm ve katliam ettiği haberi
(1919) Doğubeyazıt’a gelince eline silahını alıp Hamidiye Alayına katılmıştı.
Evden ayrılmadan önce:
“Savaşa gidiyorum, şehit düşüp dönmemekte var. Çocuklarımı size
emanet ediyorum”, demiş.
Kerem ve Ali Mirze Beyler kendi bölgelerinde, Ermeni komitacılara
karşı saldırıları örgütlüyorlarmış. Hamidiye Alayları da Türk askeri eşliğinde
Yaycı ve Kuzugüden köyleri cephesinden saldırıya geçmişler. Kayınpederimin anlattığına göre, 10-15 kişilik bir Ermeni çetesini esir edip aşiretinden
birisine teslim etmişler:
“Biz gelinceye kadar esirlere göz kulak ol!”
Geri geldiklerinde esir Ermenilerden birkaçının sorgusuz sualsiz öldürüldüğünü gören Ehmede Eli Ağa, olaya çok sinirlenmiş:
“Müslümanlıkta esir kim olursa olsun el sürülmez” diyerek geri kalan
Ermenileri Aras nehrine götürüp serbest bırakmış.
Kayınpederim Hamidiye birliğine geri dönerken yolu Oba köyünden
geçmiş. Metruk olan köy evlerinin birisinin duvarında asılı gördüğü Kuranı-ı
Kerim’i yanına almış. Savaş bitimde Doğubeyazıt’a döndüğünde kutsal kitap
onun tek savaş ganimetiymiş.
Ağrı Dağı İsyanı
Şeyh Lavrens (Lawrence)
Kayınpederim Ehmede Eli Ağa, Ağrı Dağı İsyanına aktif olarak katılmıştı.
Anlattığına göre o yıllar Korhan bölgesindeki isyancı güçler arasında
“Şeyh” lakabında ama halk arasında “Lavrens” olarak bilinen yabancı birisi
varmış. Yanında Ahmet isimli 14 yaşında bir çocukla dolaşırmış. Bu çocuk
hiç kimseyle konuşmaz sorulan hiçbir soruya cevap vermezmiş. Şeyh Lavrens bir ay kadar kayınpederimin evinde misafir olmuş. Kürtçe’yi farklı şivede konuşuyor fakat daha çok Arapça tefsirler yapıyormuş. Arada bir kocaman
bir mağaraya girip kimsenin anlamadığı bir dilde bağırıp çağırıyormuş. Aşağı
indiğinde kan ter içinde bir hali varmış.
Kayınpederim Arapça bildiği için “Şeyh” ona uzun uzun tefsirler ya604
Iğdır Sevdası
parak dini telkinlerde bulunuyormuş. Bölgedeki ahali “Şeyh”’in mucizelerine
her nasılsa kendini inandırmıştı. Hastalandıkları zaman yanına gidip muska
yazılmasını isterlermiş. Her ne hikmetse bir kaç hasta da iyileşince “Şeyh”e
olan bağlılıkları daha da artmış. “Şeyh” böyle bir muskayı benim kayınvalidem için de yazmış, “Bu muskayı yanından ayırma öldüğün zaman baş
ucunda asılı olsun!” diye de tembihlemişti. Kayınvalidem bu muskayı 1966
yılında kadar yanından hiç ayırmadı. O yıl birden bire karar verip muskayı
günah diye yakmıştı.
“Kalça wi ber e” (Geniş kalçalı birisi)
“Şeyh” bir gün kendisine eşlik eden atlılarla birlikte oba yerinden
geçiyormuş. Ahmed Şemo kayınpederime merakla:
“Bu öndeki adam da kim?”, diye sormuş.
“Bir Şeyh!”
“Hayır inanmıyorum, demiş Ahmed Şemo, bu bir yabancıya benziyor.”
“Nasıl anladın?”
“Çünkü kalçası geniş birisi...”
Kayınpederimin Rüyası
Ağrı Dağı İsyanın son aylarıydı (1930 Yaz sonu) Ali Mirze Bey Korhan’daki kayınpederime şu mesajı iletti: “Ehmede Eli Ağa, görünen o ki Türk
askeri Ağrı Dağı’nı dört bir yandan kuşatmaya almış. Yakında saldırıya geçecekler. Sivil halkın zarar görmemesi için benimle beraber Sinek yaylasına
gel!”
Kayınpederim o gece rüyasında kabus görmüş. Ağrı Dağı patlamış,
kendisi de Zemyan deresine doğru savrulmuş, son anda uçurum kenarındaki
bir çalıyı yakalayıp hayatta kalabilmiş. Esen şiddetli rüzgarda vücudu havada sallanıyormuş. Uyandığı zaman kan ter içinde rüyasına anlam vermeye
çalışmış. Herhangi bir rüya yorumcusu kabusa “tehlike geliyor dikkatli ol!”
şeklinde bir meal verecekti. Ama o “Şeyh”e gidip onun düşüncesini almak istemişti. Şeyh, “Ehmede Eli Ağa, bu rüya şu anlama geliyor ki siz Türk Ordusunu dağıtıp İslam’ı muvaffak kılacaksınız. Uçurumun kenarında yakaladığın
çalı, her zaman güveneceğin İslam’ı temsil ediyor. Dayanın zafere az kaldı!”
Şeyhin bu şekilde yorum yapması üzerine kayınpederim savaş yerinde kalmaya karar vermişti.
Genel Saldırı Başlayınca..
Askerler bir sabah saldırıya geçmişler. İsyancılar gruplar halinde İran
sınırına doğru çekilmeye başlamışlar. Ortalıkta tam bir panik havası varmış.
605
Almas Yancar
Bir araya gelen birkaç kadın ve çocuk başkalarını beklemeden yola çıkıyor,
can havliyle gece gündüz dere tepe demeden kaçıyorlarmış. Hamile olan kayınvalidem, yanına kızı Hatun’u da alarak kendisi gibi hamile Besê Hanım ve
onun kızı Cemile’yle yola çıkmışlar. İran sınırına yakın bir yerde askerlerin
geldiğini görünce gizlenmek için yer aramışlar. Arazi kumluk ve küçük çalılıklarla doluymuş. Kayınvalidem kendisini ve iki küçük kızı can havliyle çalı
yığınlarının dibindeki boş bir çakal yuvasına atıp üzerini battaniyeyle örtmüş.
Diğer kadın da çalının arkasına saklamış. Askerler kadını yakalamışlar. Battaniyenin altıda başka birilerinin olacağından şüphelenmeden kayınvalidemin
sırtında yürüyüp tepinmişler.
Besê Hanım acı şekilde can vermişti. Olayın şokuyla çocuğunu düşüren kayınvalidem zorlukla yoluna devam edip Dela Seva denilen noktadan
sınırı aşıp İran askerlerine teslim olmuştu.
Görümcem Hatun Hanım yıllar sonra Şıh Hüseyin Balamir’le evlendi. Ne zamanki çocukluk yıllarına dair konuşsa birdenbire sessizleşir, gözleri
boşlukta asılı kalırdı. O yıllara dair hafızası tamamen silinmişti. Hatun Hanım1989 yılında trafik kazasında vefat etti.
Kaybolan Dört Kız Kardeş
Kayınvalidemin başına bunlar gelirken, kayınpederim de dört kızını
atlara bindirip İran’a doğru kaçırmaya hazırlanıyormuş. Mıste Eli ve Xelile Eli adında yaşları küçük iki üvey kardeşi kayınpederimin yanına gelip,
“Kekê, böyle bir günde kendi kızlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorsun değil mi!” şeklinde sitem edince kayınpederim yaşları 7-13 arasında
değişen dört görümcemi attan indirip bir çalılığın altına saklamış, yakıcı
güneşten korumak için de ceketini çıkarıp onlara gölgelik yapmış. Kızlarına
şefkatle, “Bir yere ayrılmayın ben amcalarınızı o tarafa geçirip geleceğim”
diye tembihlemiş.
Kayınpederim geri geldiğinde askerler sınırı boyunu tuttuğundan
Türkiye’ye geçmesi mümkün olmamış. O günden sonra da dört kızın akıbeti
hakkında bilgi edinememiş. Üzgün geri dönüp İran tarafındaki Helikan aşiretine sığınmış. Oğlu Hüseyin’le beraber siyasi göçmen kampına gidip gizliden
karısını ve Hatun’u alıp uzaklaşmışlar.
Kış ayına doğru askeri hareket yavaşlayınca sınırı geçip Doğubeyazıt’a gitmişler. O yıllar kaçakları barındıran veya onlara ekmek verenler anında
kurşuna diziliyormuş. Kimse onlara sahip çıkmak istememiş. Nihayet Örtülü
köyünde bir tanıdık onları evinde alıkoyup yardım etmiş.
Ramazan ayıymış. Gece yarısı ev sahibi kendi kızı Rukiye’yi sahura
kaldırmak için yüksek sesle, “Rukiye, Rukiye!” diye bağırınca kayınpederim
uykusundan yarı rüya yarı gerçek karışımı bir duyguyla uyanmış. Bir an bu606
Iğdır Sevdası
nun kaybolan kızı Rukiye olduğunu sanmış ama ev sahibinin kızının adının
da Rukiye olduğu öğrenince hüngür hüngür ağlamış. Kayınpederim bu acıya
daha fazla dayanamamış, bir hafta içinde vefat etmiş. Kayınvalidemin anlattığına göre kayınpederim öldüğünde ağzından kan gelmişti. Aşırı üzüntüden
ölen insanlar hep böyle ölürlermiş.
Kayınpederimin vefatından sonra 20 yaşındaki oğlu Hüseyin kaybolan dört kız kardeşinin izini sürmeye karar vermiş. Kız kardeşlerin isimleri ve
yaşları sırasıyla şöyleymiş: Rukiye 13, Hazal 9, Zeynep 5 ve Rabia 3.
Hüseyin, kız kardeşlerinin kayboldukları bölgeye gitmiş. Civardaki
köylerden birisinde oturan yaşlı bir kadınla tanışmış. Kadın şu olayı anlatmış:
“Ortalık savaş yeriydi. Sahipsiz çocuklar her yöne doğru kaçışıyordu.
Bir akşam üstü dört kız çocuğu evime geldiler. Kızlardan en büyüğü kız kardeşlerinden en küçük olanını bir şalla beline bağlamış, iki eliyle de diğer kardeşlerini tutuyordu. Benden istedikleri ilk şey, “Metê av!” (Halacığım su ver!)
demek oldu. Evimde bir düzineye yakın kaçak çocuk saklanıyordu. Hepimiz
suya muhtaç durumdaydık. O gece evimde kaldılar. Gece yarısına doğru çocuklar susuzluktan dilleri dışarıda kesik kesik soluklanıp can çekişiyorlardı.
Onların bu acısını biraz azaltmak kaygısıyla bir bez parçasını sidiğimle ıslatıp
sırayla kupkuru dudaklarına sürdüm. Ancak yeni gelen dört kız kardeş bunu
kendilerine yapmamı istemediler. Sabahleyin uyandığım zaman evde olmadıklarını, başlarını alıp gittiklerini anladım”
Bu tanığın ifadeleri Hüseyin’i umutlandırmıştı. İran tarafına geçerek
araştırmalarına devam etmiş, bir köy yerinde kendisi gibi Hıdırağa aşiretinden birisiyle tanışmıştı. Kaybolan kız kardeşlerin hikayesini duyan köylü
kendi çabasıyla savaş yerine gidip cenazelerin her birini tek tek incelemiş ancak kız kardeşlere benzer kimseyi bulamamıştı. Hüseyin, kardeşlerinin savaş
bölgesinden çıkmayı başardıklarını biliyor fakat izlerini bulamıyordu.
Yeni İpucu?
Dört kız kardeşin kaybolması olayının üzerinden uzun yıllar geçmişti.
Zannedersem 1971 veya 1972 yılına doğruydu. Bir gün oğlum Mehmet elinde
bir gazeteyle (Günaydın Gazetesi) bana geldi. Gazetede ilginç bir haber yer
alıyordu. Türkiye’yi ziyaret eden Hüseyin isimli Malezya Başbakanı
“Benim annem Türkiye Kürtlerinden” diye bir demeç vermişti. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle demişti:
“Babam Ağrı Dağı İsyanı sırasında Uluslararası Milletler Cemiyetinin
askeri gözlemcisi olarak bölgeye gitmişti. Burada tanıştığı Rukiye isimli çok
güzel bir kızla nişanlanmıştı. Rukiye’nin dört kız kardeşi ve Hüseyin adlı bir
erkek kardeşi varmış. Onun adını da bana koymuşlar” .
607
Almas Yancar
Son Girişim
1990 yılında Nahcıvan sınır kapısı açılınca oğlum Mehmet oraya
gidip kaybolan dört halasıyla ilgili bilgi toplamaya çalıştı. Nahcıvan, görümcelerimin kayboldukları bölgeye çok yakın olduğundan yaşlı insanların
böyle bir olaydan haberdar olabilecekleri umudunu taşıyorduk. Ancak tüm
çabamıza rağmen ciddi bir ipucu bulamadık. Anlatılanlara göre Ağrı Dağı
İsyanı’ndan kaçıp Nahcıvan’a sığınan aileler 1937 yılında bir gecede Stalin
tarafından Orta Asya’ya özellikle Kazakistan’a sürülmüşlerdi. Mehmet Alma
Ata ve diğer şehirlere gidip bilgi topladı. Ancak Kafkasya bölgesinden sürülen Kürtler, köy ve kasabalara dağıtılmış tamamen asimle edilmişti. Mehmet,
Kazakistan’da tanıştığı birkaç Kürt ailesinden, “Ağrı Dağı eteğindeki Taraş,
Beri bizim köylerimizdi” şeklinde anılara şahit olmuştu.
“Ey Ali Mirze, sen halkına sadık bir insansın”
Rus yönetimi zamanında Tiflis’ten bir mektup gelmiş. Rus Valisi
bölgenin ileri gelen, yetenekli ağalarının seçilip Tiflis’e gönderilmesini emretmiş. Ali Mirze Bey, Farsça ve Arapça’da başka Rusça’da konuştuğundan
daveti Iğdır bölgesinde kabul etme cesaretini tek o göstermiş.
Bu toplantıya başka yerlerden de yüzlerce lider davet edilmişti. Daha
ilk toplantıda Vali, Ali Mirze Bey’in ne kadar yetenekli olduğunu görüp anlamış bu nedenle onu ikinci ve son sınavdan geçirmeye karar vermişti. Sınavın
amacı yöneticilerin kendi değerlerine ve geleneklerine olan bağlılıklarını
ölçmekmiş:
Vali, yanında hanımı özel çalışma odasında otururken, yardımcısına
Ali Mirze Bey’in odaya getirilmesini emretmiş. Ali Mirze Bey uzun boyuyla
odanın kapısında belirdiğinde Vali sevinçli ifadeyle koltuğundan doğrulmuş,
elinde kadeh şarapla Ali Mirze Bey’e doğru gitmiş.
“Sizi glava (yönetici) olarak atamaya karar verdim. Bu başarınızın
şerefine şimdi kadehlerimizi tokuşturalım” Ali Mirze Bey eline sıkıştırılan
kadehi beceriksizce yakalamış. Vali ve hanımı “zazdarov!” (şerefe!) diyerek
kadehlerini yukarı kaldırıp yudumladıklarında Ali Mirze Bey de kadehini
kaldırmış ama yudumlamak yerine kadehini yukarıya alnına doğru kaldırmış,
yavaş bir jestle indirmiş. Vali ve hanımı kadehlerini kaldırdıklarında Ali Mirze Bey aynı şeyi tekrarlamış. Vali kızgınlıkla (!):
“Niçin içmiyorsun?”
“Benim dinim bana şarabı yasaklıyor...”
“Ama beni onurlandırmak zorundasın...”
“Sayın Vali Hazretleri! Sizi ve hanımınızı onurlandırmak için kadehi
üç defa başımın üstüne kaldırdım. Biz Kürtlerde bu “ikramınıza değer veriyorum” anlamındadır.”
608
Iğdır Sevdası
“Şarabı içmek zorundasın! Bunu emrediyorum!”
“Üzgünüm sayın Vali! Bu emrinizi yerine getiremem. Benim geleneklerim ve maneviyatım benim için daha önemlidir!”
“Öldürülmenizi emredebilirim..”
“Yine de içmem, sayın Vali!”
Ali Mirze Bey’in kararlı ve inançlı davranışı karşısında Vali istediği
adamı bulmanın mutluluğuyla:
“Şarap ikramını sizin dininize ve geleneklerinize ne kadar bağlı
olduğunuzu ölçmek için yapmıştım. Ölüm tehdidine rağmen taviz vermediniz. Kendi dinine ve geleneklerine bağlı olabilen bir insan kendisine verilen
göreve ve halkına da aynı sadakatle bağlı olacaktır. Sizi glava olarak tayin
ediyorum. “
Pero Nenemin Kazanı
Pero nenem evlerinin birkaç kez dağılmasına ve ailesinin mağdur
olmasına çok üzülüyormuş. İran’da iki yıllık sürgün hayatından sonra tekrar
Türkiye’ye geldiklerinde Hıdırlı köyündeki yakılıp yıkılan evlerinden geriye
sadece bir kazan kalmış. Pero nenem askerlerin dipçik ve taşla ezdikleri kazanı ihtimamla evin bir köşesinde saklar kimseye vermezmiş. Bir gün Hacı İsa,
nenemin yanına gidip:
“Anne Allah aşkına ne diye bu kırık kazana bu kadar değer veriyorsun?”, diye sormuş.
Pero nenem ağlamaklı:
“Oğlum bu kazan bana çektiğimiz acıları hatırlatıyor. Annen olarak
senden tek ricam var. Bu kazanı götür tamir ettir. Ben öldüğüm zaman bu
kazanda kaynattığınız suyla da beni yıkayın. O zaman kendimi cennete gitmiş
gibi mutlu hissedeceğim”, demiş.
Pero nenenin vasiyeti yerine getirildi, bu kazanda kaynayan suyla son
yolculuğuna uğurlandı.
Zemyan Deresi
Yasak bölge kalktıktan sonra (1950) Hıdırlı köyüne gidip yerleştik.
Aralık ilçesinde Ziver Hanım isminde Azeri bir kadınla dostluğum
vardı. Bazen bir araya gelir sohbet ederdik. Bir gün bana şu olayı anlattı:
“Ağrı Dağı İsyanı’nın dağıldığı günlerdi. İsyan bölgesinden sivil
halktan insanın öldüğü haberleri geliyordu ama yasak bölge olduğu için gidiş
geliş yoktu. Bildiğim tek şey, her sabah kasabamızın köpekleri koyun sürüsü
gibi kendiliğinden bir araya gelir, Ağrı Dağı’na doğru koşarak yola çıkarlardı.
Akşam döndüklerinde ağızlarında insan kemikleriyle ortalıkta dolaşırlardı.
609
Almas Yancar
Daha sonra bu köpeklerin Zemyan deresine gidip orada açık arazide yatan
cesetleri yediklerini öğrendik. Köpekler öylesine vahşileşmişlerdi ki kimse
onlara yaklaşamıyordu bile”
Babam Hacı İsa
Babam Torun ailesinden Eyüp Paşa’nın torunu Horê hanımla evlendiğinde büyük bir düğün töreni düzenlenmişti. Anlatılanlara göre yüzlerce
atlıdan oluşan gelin halayı Ağrı’dan Iğdır’a gelinceye dek önlerini “uğurlu
olsun!” diye kesenlere 90 altın dağıtmıştı!.
Babam kız kardeşi Fatma’nın çocuklarına çok düşkündü. Bir gün Mecit (Hun), dayısına sormuş:
“Dayı en çok hangi yeğenini seviyorsun?”
“Hepsini”
“Mümkün değil dayı. O zaman söyle Gurci’yi niye seviyorsun?”
“Fatma’nın ilk beşiği”
“Peki ya Cemile’yi?”
“En güzel kız”
“Peki ya Gülizar’ı”
“En şirin kızı”
“Peki ya Seyran’ı?”
“Ev işleri onun sırtında”
“Peki ya Almas’ı?”
“O da Fatma’nın son beşiği”
“Dayı ağzından hiç olmasa bir defa olsun “sevmiyorum” lafı çıksaydı
bari”, demiş Mecit şaşkın şekilde.
Berber Koltuğunda
Bir gün Mecit Bey beraberinde Hacı İsa olmak üzere Ankara’da berbere gitmişler. Hacı İsa’nın bıyıklarına özel önem verdiğini bilen Mecit Bey,
fırsatı değerlendirmeye karar vermiş.
Fırsatını bulup kadın kalfaya,
“Birazdan dayım iskemleye oturacak, bıyıklarını biraz kısalt” diye
tembihlemiş.
Hacı İsa kendisine hazırlanan komplodan habersiz koltuğa oturmuş.
Hayatında ilk kez kadın bir berberin kendisini tıraş etmesinden dolayı Hacı
İsa son derece utangaç ve sıkıntılıymış. Berber, Hacı İsa’nın saçlarını nizamına uygun kısalttıktan sonra makasını havada şakırdata şakırdata bıyıklarını kısaltmaya koyulmuş. Hacı İsa bir yandan çok değer verdiği bıyıklarının havada
uçuştuğunu görüyor diğer yandan bu kadına “dur!” diyememenin sıkıntısıyla
610
Iğdır Sevdası
terliyormuş. Mecit de bu anı özellikle beklediği için,
“Dayı nasıl gidiyor?” diye alaylı sormuş. Hacı İsa bıyıksız kalmanın
telaşıyla hiç yapmak istemediği hareketi yapmış kadının eline dokunarak
“Hanımefendi yeter!” diyebilmiş. Dışarı çıktıklarında Hacı İsa bir yandan
kısalan bıyığına üzülüyor bir yanda da kadının eline dokunduğu için günah
işlemenin ezikliğini taşıyormuş.
Ahmed Şemo’nun Kıskançlığı
Babam ve Fatma Halamın anlattığına göre Ahmed Şemo çok kıskançmış. Öyle ki bu nedenle kız çocuklarının okula gitmesini istememiş. Başımdan geçen bir olayı anlatmak isterim.
Ahmed Şemo’nun kızı Seyran’la akran sayılırdım. Seyran oldukça
esmer tenli, diğer kız kardeşlerine nazaran daha az çekiciydi. Bir gün babam
benim kaydımı ilkokula yaptırınca Seyran benim yeni hayatıma imrenmişti.
Babasına gidip okullu olmak istediğini söyleyince, Ahmed Şemo ne diyeceğini bilememiş. Tatlı ve okşayıcı bir sesle:
“Kızım okula sadece güzel ve beyaz tenli kız çocuklarını alıyorlar.
Almas da güzel bir kız, ben ne yapayım”, demiş
Bir gün de Hacı İsa kız kardeşi Fatma’yla özel bir olayı konuşmak
istemiş. Birlikte evin önündeki geniş bahçenin (Hamit Hun’a ait bahçe) uzak
bir ucunda yan yana dolaşıyorlarmış. Ahmed Şemo uzaktan gelen konuşmaları işitmiş, “Bahçenin o ucunda konuşanlar da kim?” diye sormuş. Kızı, “Annem dayımla konuşuyor” demiş.
Ahmed Şemo, eşi Fatma’yla baş başa kalınca:
“Te qelend kır! Maşallah bugünkü hareketini çok beğendim”, demiş.
“Yine ne oldu?”
“Daha ne olsun bahçenin bir ucunda İsa’yla sohbet ediyordun”
“Ama o benim kardeşim”
“Tanıyanlar için senin kardeşin. Ama İsa’yı tanımayanlar diyecek
“Ahmet Şemo’nun karısı yabancı bir erkekle bahçede fingirdeşiyordu. Diyelim ki sen anlamadın cahillik ettin ama İsa’dan böyle bir dikkatsizlik beklemezdim doğrusu”
İbrahim Ağa
Ali Mirze Bey’in oğlu İbrahim Ağa vefat ettiğinde 35 yaşlarındaydı.
Evliydi, teyzemle de nişanlıydı. İbrahim Ağa, Rus okulunda okumuş, 1.5 yıl
kadar da Iğdır belediye başkanlığı görevini yapmıştı.
Ali Mirze Bey’in küçük oğlu Esat (Eso) Ağa , Trabzon-Tebriz arasında çalışan deve katarlarını yönetmekle sorumluymuş. Ali Mirze Bey İran’a
611
Almas Yancar
kaçınca devlet Trabzon’daki deve katarlarına el koymuş. Esat Ağa’yı tutuklayıp 1.5 yıl cezaevine atmış. Esat Ağa, tahliye olduktan sonra İran’a, ailesinin
yanına dönmüştü.
Adetli Köyünde Ziraat
Adetli köyünün toprağı bereketliydi ama su yetersizliği bir sorundu.
Mecit Bey uzun yıllar zorlu ve disiplinli bir çalışmayla arazilerini ıslah etmeye çalıştı, pamuk, çeltik, karpuz ve buğday ekimi yaptı.
Adetli köyüyle, kaynak suların bol olduğu Hıdırlı köyünü küçük bir
tepe birbirinden ayırır. Bir gün Mecit Bey’in aklına Hıdırlı’nın suyunu borularla tepeyi aşırıp Adetli’ye ulaştırma fikri gelmişti. Eşim demircilik işlerinde
yetenekli ve bilgi sahibi birisiydi. Mecit Bey:
“Hüseyin, bolca teneke getirsem acaba onları kesip boru yapman
mümkün mü?” diye sordu. Hüseyin “olur” cevabını verince ertesi gün Mecit
kamyon dolusu tenekeyi Hıdırlı’ya getirdi.
Hüseyin günlerce uğraşıp 500 m uzunluğunda bir boru yaptı. Bir ucu
su kaynağında olan boru tepeyi aşıp toprak kanala bağlandı. Suyun tepeden
aşmasını sağlamak için de traktörün çevirdiği santrifüjör makinesini su kaynağına yerleştirdiler. Traktör çalışır çalışmaz su basıncının kuvvetiyle borular
önce sarsıldı sonra da her taraftan patladı. Her şeyi öngörmüşlerdi ama su
basıncını hesaba katmamışlardı. Boruları toprağa gömseydiler belki de bu
olmayacaktı. Mecit Bey hayal kırıklığı içinde ayrılmıştı.
Bir yıl da (1957) Mecit Bey, Nağı Bey’in oğlu Abbas Bey’le (Odoğlu)
çeltik ekimi yaptı. Sivrisinekler öylesine azgın ve yoğun saldırıyordu ki işçiler geceyi dağın yüksek ve serin kısımlarında geçiriyorlardı.
Su yetersizliği nedeniyle çeltik işinde de istedikleri neticeyi alamadılar. Bir yıl da buğday ekimi yapıldı. Verimli ve iri taneli bir hasılat elde edildi.
Ama ansızın bastıran yağmurlar her şeyi berbat etmişti. İki yıl da karpuz
ekimi yapıldı. Bu kez yaban domuzu sürüleri her şeyi mahvetmişti.
Mecit Bey, Hıdırlı’ya gelip Hacı İsa’yla hoşça vakit geçirirdi. Karasu’ya yakın yerde Kaniye Kılla denilen su kaynağında balık avlamaları zevkli
olurdu. Kamıştan yapılmış rulo şeklindeki uzun çitle balıkları dört yandan
kuşatmaya alırlar, sonra da kocaman sepetleri daldırıp balıkları yakalarlardı.
Gün boyunca ortalık kebap kokusundan geçilmezdi.
Hacı İsa Ölüm Yatağında
Babam yıllarca guatr hastalığından acı çekmişti. Kansere çevirince,
bir gün ağır hasta ölüm yatağına düştü. Aile başucunda toplanmış, son görevimizi yerine getiriyorduk. Babam derin uyku halindeydi. Arada bir gözlerini
açıp etrafa bakıyor sonra yine komaya giriyordu. Şöyle vasiyet etti:
612
Iğdır Sevdası
“Çocuklarım beni Hoşhaber köyünde kızım Müsibet’in yanına gömün,” dedi. Aradan birkaç saat geçti, babam tekrar gözlerini açtı bu kez,
“Az önce babam Ali Mirze’yi rüyamda gördüm. Torunum Mehmet’le
(Yancar) oturmuş oynuyordu. Bu yüzden beni babamın yanına Karakuyu
mezarlığına gömün” diye vasiyet etti.
613

Benzer belgeler

17. Mahmut Alar

17. Mahmut Alar Abdürrezak Bey, diğer yanda, dört bir koldan Iğdır’ı çevreleyen Celali aşiretini temsilen Hacı İsa Yiğit (Ali Mirze Bey’in dördüncü oğlu), toplum lideri olarak ağırlıklarını koymuş, güven ve denge ...

Detaylı

53. Mehmet Yiğit

53. Mehmet Yiğit Ata ve diğer şehirlere gidip bilgi topladı. Ancak Kafkasya bölgesinden sürülen Kürtler, köy ve kasabalara dağıtılmış tamamen asimle edilmişti. Mehmet, Kazakistan’da tanıştığı birkaç Kürt ailesinden...

Detaylı