AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ Müslüman Ahmediye Cemaati
Transkript
AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ Müslüman Ahmediye Cemaati
AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ Müslüman Ahmediye Cemaati yeni bir din demek değildir. Ahmediler Müslüman’dır ve dinleri İslâmiyet’tir. Bize göre bir zerre kadar dahi olsa İslâmiyet’ten yüz çevirmek haramdır. Ahmediyet yeni bir isimdir. Ama yeni bir isim, yeni bir din demek değildir. Ahmediyet ismi, Ahmedi Müslümanların İslamiyet’e bakış açısını diğer Müslümanlarınkinden ayırdı etmek için kullanılmıştır. İSLÂM İSMİ İslâm ismi, Allah’ın (C.C.) kendisi tarafından Müslümanlara verilmiştir ve Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) daha önceki peygamberler gelecekle ilgili haberlerinde bu şerefli isimden bahsetmişlerdir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur : “Size daha önce de, bu kitapta da, Müslüman adını verdi.”1 Kitab-ı mukaddeste ise şöyle deniliyor: “Ve Rabb’inin ağzı ile tayin edilecek yeni bir adla çağrılacaksın.” 2 Hiçbir isim, Allah’ın (C.C.) kendi kulları için bizzat seçtiği ve önceki peygamberler vasıtasıyla bildirip önem kazandırdığı isimden daha kutsal olamaz. Böyle bir isimden kim vazgeçer. O, bizim için canımızdan daha azizdir. O, ismin ifade ettiği din bizim için yegâne dindir, yegâne manevi hayat kaynağıdır. Ama, zamanımızda çeşitli Müslüman gruplar kendilerine özgü inançlarına ve görüşlerine göre değişik isimler kabul ettiklerinden, bizim de, başkalarından kendimizi ayırt etmek için, bir isim kabul etmemiz gerekiyordu. Kabul edebileceğimiz en iyi isim Ahmedi veya Ahmediyet idi. Bu isim zamanımız için bir anlamı ve önem arz etmektedir. Zamanımız Peygamber Efendimizin (S.A.V.) evrensel tebliğinin bütün dünyaya duyurulması için kararlaştırılmış zamandır. Bu devirde Hz.Resulüllah’ın Ahmed ismi tecelli edecekti ve getirdiklerinin yayılması sonucu Allah’ın hamd-ü senası ortaya çıkacaktı. İşte bundan dolayı Ahmedi isimden daha güzel bir isim almamız mümkün değildi. Biz bütün kalbimizle Müslüman’ız. Gerçek bir Müslüman’ın kabul etmesi gereken inançları kabul ederiz ve reddetmesi gereken inançları reddederiz. İslâmiyet’in gerçeklerine içtenlikle bağlı olmamıza rağmen, bizi kâfir, bidat ehli veya yeni bir dine uyanlar diye nitelendiren, zâlimdir. O bundan ötürü Allah’a (C.C.) karşı sorumludur. İnsan içinde taşıdıklarından değil, ağzı ile söylediklerinden dolayı suçlanır. Ancak kendini Allah yerine koyan kimse bunu yapabilir. Çünkü kalbin içinde gizli olanı ancak Allah (C.C.) bilir. Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) daha üstün ve bilgin kimse olamaz. O dahi şöyle buyurmaktadır. 1 2 Hacc Suresi, Ayet 79 İşaya, 62:2 1 .......................................................... “Aranızda çıkan ihtilaf ve tartışmaları bana getiriyorsunuz. Fakat ben de sizin gibi bir insanım. Bazılarınız davalarını başkalarından daha iyi anlatıp müdafaa edebilirler. Bundan ötürü, içinizden birinin hakkını başka birine verirsem, ona ateşten bir parça vermiş olurum. Almamak ona düşer.” 3 Bu konuyu aydınlatan başka bir Hadis şöyledir: Usame bin Zeyd Hz.Resulüllah (S.A.V.)tarafından bir askeri birliğe komutan tayin edilmişti. Usame (R.A.) gazada (savaşta) karşılaştığı bir kâfire saldırdı. Kâfir öldürüleceği esnada kelime-i şahadet getirdi. Buna rağmen Usame, yine de onu öldürdü. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bunu öğrenince Usame’yi azarladı. Usame (R.A.) kendini savunmak için “Ya Resulüllah! O, korkudan kelime-i şahadet getirmişti” deyince, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) sordu: “Sen onun kalbini yarıp ta içinde olanı gördün mü?4” Bu kelimelerle Hz.Resulüllah ona şunu anlatmak istedi: Söz konusu adamın korkusundan mı yoksa samimi inancından mı, kelime-i şahadet getirdiğini tahmin etmek sana düşmezdi. Çünkü insanın içindekini bilmek fani kimsenin haddi değildir. Durum böyle iken, kalplerimizde bulunduğu iddia edilen şeyden dolayı değil, ağzımızla beyan ettiğimiz şeyden dolayı mahkum edilebiliriz. Kalplerimizde olanı yalnız Allah (C.C.) bilir. Başkalarını kalplerinde taşıdıklarından dolayı suçlayan yalancıdır ve Allah indinde sorumludur. Biz Ahmediye Cemaati mensupları Müslüman olduğumuzu ilan ettiğimiz halde, kalben Müslüman olmayıp, İslamiyet’i sadece gösteriş için kullandığımızı iddia edenler haksızlık yapmaktadırlar. İslâmiyet’i ve Peygamber Efendimizi (S.A.V.) inkâr ettiğimizi, yeni bir inanışı uydurduğumuzu veya namazlarda yeni bir Kıbleye döndüğümüzü söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir suçlamada bulunmak hakkılarıysa, aynı şekilde onları suçlamak bizim de hakkımızdır. Biz de Müslümanlıklarının bir gösterişten ibaret olduğunu ileri sürebiliriz. Yahut İslâmiyet’i ve Peygamber Efendimizi (S.A.V.) inkâr ettiklerini iddia edebiliriz. Ama, düşmanlığı bizi böyle bir haksızlığa sürükleyemez.. Kalbindekinden dolayı kimsenin lehine veya aleyhine fetva vermek haddimiz değildir. Şeriate uyduğumuzdan dolayı, başkaları hakkında tartışırken, tartışmamız sadece açıkça kabul ve reddettiklerine dayanır. *********************************************************** AHMEDİ MÜSLÜMANLARIN İNANÇLARI Şimdi cemaatimizin inançlârının İslâmiyet’e aykırı olup olmadığı anlaşılsın diye, onları birer birer sayacağım: 3 4 Sahih Buharî, Kitab-ül Ahkam Müsnit Ahmed Bin Hanbel 2 l- Allah’ın {C.C.) varlığına inanırız. İnancımıza göre, O’nun varlığına inanmak hayal veya batıl inanç peşinde koşmak değil, en büyük ve en önemli gerçeği kabul etmek demektir. 2-Allah’ın (C.C.) bir olduğuna inanırız. O’nun ne yer yüzünde ne gökyüzünde bir ortağı yoktur. Başka her şey O’nun mahlukudur ve O’nun yardımına ve desteğine muhtaçtır. O’nun ne oğlu, ne kızı, ne babası, ne anası, ne de kardeşi vardır. Birliği ve zatında benzeri yoktur. 3-Allah’ın (C.C.) kutsal, bütün kusurlardan münezzeh ve her türlü mükemmelliğe sahip olduğuna inanırız. O’nda bulunacak hiçbir kusur olmadığı gibi, bulunmayacak hiçbir mükemmellik de yoktur. Kudreti sonsuzdur, keza bilgisi de. O Her şeyi kuşatmaktadır, fakat O’nu kuşatan hiçbir şey yoktur. Evvel ve âhir O’dur, gizli ve aşikar O’dur, yaratıcı O’dur ve bütün kâinatın Rabbi O’dur. O’nun hükmü ve emri geçmişte olduğu gibi bugün de sürmektedir ve gelecekte de sürecektir. Ölümden münezzehtir, diridir ve hiç ölmeyecektir. Hiçbir ayıbı ve noksanı yoktur. O yok olmak, çökmek ve batmaktan münezzehtir. O’nun işleri kendi iradesiyledir; zor ve baskı altında yapılmış değildir. Dünyayı evvelce nasıl idare etti ise bugün de idare ediyor. Sıfatları ebedi olup kudreti daima aşikârdır. 4-Meleklerin, Allah’ın (C.C.) mahluklarından bir kısmını teşkil ettiğine inanırız. Onlar Kuran-ı Kerim’de zikredilmiş olan kanuna uyarlar, yani “kendilerine verilen emri yerine getirirler.” Belirlenmiş vazifelerin yapılması için Allah’ın (C.C.) hikmeti ile yaratılmışlardır. Onların varlığı hakikidir, ve Kuran-ı Kerim’de onlarla ilgili ifade ve beyanlar mecazi değildir. Aynen insanlar ve diğer mahluklar gibi, melekler de Allah’a (C.C.) muhtaçtır. Allah, kudretinin ortaya çıkması için meleklere muhtaç değildir. İsteseydi, kâinatı, melekler olmaksızın da yaratırdı. Fakat, O’nun mükemmel hikmeti meleklerin yaratılmasını istedi. Böylece melekler vücuda geldi. Allah (C.C.) ışığı göz için ve ekmeği açlık için yarattı. Işığı ve ekmeği, bunlara kendisinin ihtiyacı olduğu için değil, insanların ihtiyacı olduğu için yarattı. Melekler sadece Allah’ın (C.C.) isteğini ve hikmetini açığa vururlar. 5-Allah’ın (C.C.) seçkin kullarına konuştuğuna ve maksadını onlara vahyettiğine inanırız. Allah’ın (C.C.) vahyi kelimeler şeklinde nazil olur. Vahyin manasını veya kelimelerini vahyi alan hazırlamaz. Bunların her ikisi de ona Allah’tan gelir. Vâhiy insan için hakiki bir gıda teşkil eder. İnsan vahiy ile yaşar ve o kanaldan Allah (C.C.) ile temasâ geçer. Allah’ın (C.C.) vahyini kapsayan kelimeler kuvvet ve ihtişamları bakımından eşsizdir. Hiçbir insanın yaratamayacağı bu kelimeler irfan ve hikmet hazineleridir. Onlar öyle bir maden ocağıdırlar ki, ne kadar derin kazarsanız o kadar kıymetli cevherler çıkarırsınız. Gerçekten, maden ocağı vahiye nazaran bir hiçtir. Bir mâden ocağı tükenebilir, fakat vahyin hikmeti tükenmek bilmez. Vahiy, yüzeyi güzel kokulu ve içi paha biçilmez incilerle dolu bir denize benzer. Yüzeyinde duranlar güzel kokudan zevk alırlar ve derine dalanlar incileri bulurlar. Vahyin muhtelif çeşitleri vardır. Bazen nizamlardan ve kanunlardan ve bazen de öğütlerden ibarettir. Bazen gayba dair, bazen manevi gerçeklere dair bilgi getirir. Bazen Allah’ın (C.C.) hoşnutluğunu, bazen hoşnutsuzluğunu, bazen sevgi ve saygısını, bazen ihtar ve azarlayışını nakleder. Bazen ahlak meselelerini, bazen de gizli kötülüklerden Allah’ın (C.C.) haberi ve bilgisi olduğunu anlatır. Özetle, Allah’ın kendi iradesini kullarına tebliğ ettiğine inanırız. Bu tebliğler, onları alanın manevi durumuna ve şartlara göre değişir. Bütün İlâhî tebliğler içinde en mükemmel ve en kapsamlı olanı Kuran-ı Kerim’dir. 3 Kuran-ı Kerim’in ileri sürdüğü kanun ve ihtiva ettiği manevi öğretiler sonsuza dek kalıcıdır. Kur’an-ı Kerim’den sonra hiçbir vahiy onu ortadan kaldıramaz. 6- İnancımıza göre, dünyayı karanlık istila ettiği, insanlar günah ve kötülüğe saplandığı ve Allah’ın (C.C.) yardımı olmaksızın şeytanın tesir ve nüfuzundan insanların kurtulması güçleştiği zaman, Allah kerem ve merhametinden ötürü salih ve sadık kulları arasından seçtiği kimselere dünyayı uyarma ve doğru yolu gösterme ödevini yükler. Allah, “Kendisine bir uyarıcı gönderilmemiş hiçbir millet yoktur”5 buyurmaktadır. Yani Allah dünyanın bütün milletlerine elçilerini göndermiştir. Bu elçilerin tertemiz ve nezih hayatı başkaları için daima mükemmel bir örnek ve rehber olmuştur. Onlar vasıtasıyla, Allah irade ve maksadını vahyeder. O elçilerden yüz çevirenler alçalır. Bu elçilerin sesine kulak verenler Allah’ın sevgisini kazanır. İlâhî nimetlerin kapıları onlara açılır. Nesillerce manevi rehber olurlar ve gerek bu dünyada gerek öteki dünyada yüce bir mertebeye ulaşırlar. Yine biz inanırız ki; geçmişte insanlığı karanlıktan ve kötülükten selamete çıkaran İlâhî elçiler farklı seviyelerde manevi büyüklüğe sahiptiler ve gönderilmelerini gerektiren İlâhî maksadı yerine getirdiler. Onların en büyüğü Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed(S.A.V.)’dır. Allah (C.C.) onu “İnsanların efendisi ve bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi” diye nitelendirmişti. Allah ona iyi ve kötüye dair bilgiler vahyetti ve yardımı ile onu mübarek ve mes’ut kıldı. Dünyanın en kudretli hükümdarları onun korkusuyla titrediler. Bütün yeryüzü onun için bir mescit kadar kutsal idi. Zaman geldi ki onun ümmeti dünyanın her tarafına yayıldı, tek Allah’a, ortağı ve benzeri olmayan Allah’a, secde eden Müminler ortaya çıktı. Haksızlık ve adaletsizliğin yerine hak ve adalet, zulmün yerine iyilik ve şefkat hüküm sürmeye başladı. Ondan önceki peygamberler Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)zamanında yaşamış olsalardı. ona itaat etmeye ve onun izinden gitmeye mecbur kalırlardı. Kuran-ı Kerim gerçek olarak şöyle diyor: ................................................................................................ “Ve Allah’ın (C.C.), peygamberler vasıtasıyla, halktan bir misak (söz) alıp “Size kitap ve hikmet verdim ve ondan sonra elinizdekini tasdik eden bir peygamber gelince ona inanacaksınız ve yardım edeceksiniz” dediği zamanı hatırlayınız.” 6 Peygamberlerin Peygamberi Efendimiz (S.A.V.) de gerçek olarak şunu söylemişti: .......................................................................................................... “Musa ve İsa bugün hayatta olsalardı, bana inanmak ve uymak mecburiyetinde kalırlardı.” 7 8Biz aynı zamanda inanırız ki: Allah (C.C.), yalvaran kullarının dualarını kabul eder. Onları güçlüklerden kurtarır. O haydır (diridir), yaşayan bir Allah’tır ve O’nun yaşayan hüviyeti Her şeyde her an aşikârdır. Allah’tan gelen irşad bir kuyu kazarken kurduğumuz ve kuyu tamamlandıktan sonra artık vücuduna ihtiyaç kalmadığı için yıktığımız iskeleye benzemez. Allah’tan gelen irşat, ışığa ve ruha benzer ki, onsuz hiçbir şeyi göremeyiz ve cansız bir kütle haline geliriz. Allah’ın dünyayı yaratıp ondan sonra bir kenara çekildiği doğru değildir. O’nun kullarına ve mahlûklarına karşı hayırhâne ve 5 Fatır Suresi, Ayet 25 Al-i İmran Suresi, Ayet 82 7 Tefsir İbn-I Kasir, c.2 s.246 6 4 kerimane alakası devam eder. Kulları ve mahlukları kendilerini aciz ve zayıf hissettikleri zaman onların yardımına yetişir. Yine, kulları ve mahlukları O’nu unuturlarsa Kendini onlara hatırlatır ve onlara karşı kayıtsız ve alakasız olmadığını bu suretle anlatır. Sonra da özel elçileri vasıtasıyla onlara emniyet telkin ederek şöyle der: --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ben gerçekten yakındayım. Bana yalvaranın, dua ettiğinde, duasını cevaplarım. Bundan dolayı, Beni dinlesinler ve Bana iman etsinler ki, doğru yolda yürüyebilsinler.” 8 Yani, Allah insanların dua ve niyazlarını işitir. O halde, O’na inanmak ve dua etmek insanlara düşen bir vazifedir. Bunu yaparlarsa O’ndan irşat ve hidayet alırlar. 9-Biz yine inanırız ki: Zaman zaman Allah olayların seyrini özel olarak tayin eder ve sıralar. Bu dünyanın olayları yalnız tabiat kanunları denilen kanunlar tarafından idare edilmez. Bu kanunlardan başka özel kanunlar vardır ki, onlar vasıtasıyla Allah kudretini, alakasını ve maksadını açıklar. Allah’ın iradesinin, kudretinin, sevgisinin delilini teşkil eden, fakat cehalet yüzünden birçoklarınca inkâr olunan işte bu özel kanunlardır. Bu gibi kimseler tabiat kanunlarından başkasına inanmazlar. Tabiat kanunları tabii kanunlar olmakla beraber, İlâhî kanunlar değildir. İlâhî kanunlar öyle kanunlardır ki, onlar vasıtasıyla Allah sevdiği seçkin kullarına yardım eder ve Kendi dostlarının düşmanlarını küçük düşürüp yok eder. Böyle kanunlar olmasa, dostu bulunmayan zayıf Musa zalim ve kudretli bir Firavuna galip gelebilir miydi? Musa zayıf ve Firavun kuvvetli iken Musa başarı kazanır ve Firavun başarısızlığa uğrar mıydı? Tabiat kanunlarından başka kanun yoksa, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) kendisini ve tebliğini yok etmeye ant içmiş bir Arabistan’a karşı zafer kazanabilir miydi? Her çatışmada Allah Peygamberine (S.A.V.) yardım etti ve düşmanlarına üstün gelmesini sağladı. Düşmanların her hücumu başarısızlıkla sonuçlandı ve en son, on bin kutsal (veli) ile, on sene önce hayatını kurtarmak için tek bir fedakâr dostu refakatinde göç etmeye mecbur olduğu vadiye tekrar girdi. Tabiat kanunları bu gibi olayları izah edebilir mi? Böyle şeylere müsaade eder mi? Tabiat kanunları sadece kuvvetlinin zayıfa karşı başarısını, zayıfın ise kuvvetliye karşı başarısızlığını garanti eder. 10Biz yine inanırız ki: ölüm insanlar için bütün varlığın sonu değildir. İnsan ölümden sonra yine yaşar ve ahrette amellerinin hesabını vermeye mecbur olur. İyi ameller işleyenler büyük mükafatlara layık olurlar. Allah’ın talim, telkin ve emirlerini çiğneyenler layık oldukları cezayı bulurlar. İnsanı bu hesaptan hiçbir şey kurtaramaz. İnsanlar ölümden sonra tekrar dirilip bu hesapla karşılaşacaklardır. İnsan yakılıp kül edilebilir ve külleri havaya savrulabilir. Kuşlar, hayvanlar veya kurtlar tarafından yenilip.toza.ve toz da başka bir şeye dönüşebilir. Fakat o, ölümden sonra yine yaşayacak ve amellerinin hesabını vermek üzere yaratıcısının karşısına çıkacaktır. Allah’ın kudreti insanın ölümden sonra dirilmesini garanti ediyor. İnsan ruhunun ölümden sonra yaşaması için bedenin 8 Bakara Suresi, Ayet 187 5 bozulmadan kalmasına lüzum yoktur. Allah, insanı, ruhunun veya varlığının en küçük zerresinden tekrar hayata döndürme kudretine sahiptir ve zaten böyle olacaktır. Beden kül olabilir, fakat külün hiçliğe dönüşüp kaybolması gerekmez. Keza beden içinde mesken tutan ruh da Allah’ın iradesi olmaksızın hiçliğe dönüşemez. 11Biz inanırız ki: Allah sonsuz şefkat ve merhametinden ötürü, O’nu ve vahyettiklerini inkar edenleri affedene kadar, onlar cehennem denilen bir yerde kalacaklardır. Son derece şiddetli sıcak ve soğuk, o yerde verilecek olan cezalardır. Fakat, maksat cehennemin sakinlerine eziyet çektirmek değil, onları ıslah etmektir. Cehennemde, Allah’ın inkâr edicileri ve düşmanları günlerini, kötülükle geçirdikleri için pişmanlık duyarak, zamanlarını feryat ve figan içinde geçirecekler ve Allah’ın her şeyi kapsamakta olan rahmet ve merhameti kötülük yapanları ve onların yaptığı kötülükleri de kapsayıncaya kadar aynı durumda kalacaklardır. Ondan sonra, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ilan etmiş olduğu şu İlâhi vaad yerine gelecektir: ........................................................................................................ “Bir zaman gelecek ki cehennemde hiç kimse kalmayacak; rüzgârlar esecek ve cehennemin kapı ve pencereleri esen rüzgârlardan takırdayacaktır.” 9 12- Biz yine inanırız ki: Allah’a, peygamberlerine, meleklerine ve kitaplarına iman edenler; O’ndan gelen irşadı kalben tasdik edenler; huşu ve huzur ile O’nun önünde secde edenler; zengin oldukları halde fukara gibi yaşayanlar; insanlığa hizmet edip, rahat ve huzurlarını başkaları için feda edenler, nefret, zulüm, tecavüz ve sair her türlü taşkınlıklardan sakınanlar; iyilik örneği olanlar cennet denilen bir yere gideceklerdir. Orada sükûnet, neşe ve sevinç hüküm sürecek, ızdıraptan eser bulunmayacaktır. Allah’ın rızası herkes tarafından kazanılmış olacak, Allah herkese cemalini gösterecek ve O’nun yaygın olan lütuf ve ihsanı herkesi kapsayacaktır. Allah o kadar yakın gelecek ve herkes O’nun huzurunu ve mevcudiyetini o derece hissedecek ki, herkes Allah’ı ve Allah’ın mükemmel sıfatlarını aksettiren birer ayna gibi olacaktır. Beşeriyete özgü olan bütün aşağılık arzular ortadan kalkacak, insanların arzuları Allah’ın arzularına benzeyecektir. Herkes ebedi hayata kavuşacak ve Yaratıcısının aksetmiş bir hayali olacaktır. Bizim inandıklarımız işte bunlardır. Bir insana Müslüman denilebilmesi için ikrar ve tasdik edeceği daha başka inançlar varsa, onları bilmiyoruz. İslâm uleması daha başka bir inançtan bahsetmemiştir. Biz İslâmiyet’in bütün inançlarını tasdik eder ve bunları kendi inançlarımız savarız. DİĞER MÜSLÜMANLARDAN FARKIMIZ Şimdi, sevgili okuyucu, biz İslâmiyet’in herkesçe bilinen bütün inançlarına ve akidelerine can-u yürekten bağlı olmamıza rağmen, başkalarının bizi niçin bu kadar farklı bulduklarını her halde merak 9 Tefsir Maalam-üt Tenzil, Hud Suresi, Ayet 107 6 etmeye başlamışsındır. Ulema niçin bize bu derece şiddetle aleyhtardır? Aleyhimizde çıkarılan bu küfür fetvaları nedendir? Buna cevap olarak, sadece ulemanın bize karşı ortaya attığı itirazları zikredip sayabiliriz. Bu itirazlar sebebiyle, bizim İslâmiyet’in çizdiği yoldan saptığımızı söylüyorlar. Allah kötü tertiplerden ve entrikalardan seni korusun ve lütf-u kereminin kapılarını sana açsın! İSA (A.S.) TABİİ BİR ÖLÜMLE ÖLDÜ Düşmanlarımızın birinci ve en önemli itirazı, Hz.İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle ölmüş olduğu hakkındaki inancımıza karşı yöneltilmiştir. Hz.İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle öldüğüne inanmak, onlara göre, Hz.İsa’ya (.A.S.) hakaret, Kuran-ı Kerim’e tecavüz ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiklerinden yüz çevirmektir. Gerçekten biz İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle öldüğüne inanırız. Ancak, İsa’nın (A.S.) ölmüş olduğuna inanmanın, ona hakaret veya Kuran-ı Kerim’e tecavüz ve yahut da Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiklerinden yüz çevirmek olduğunu söylemek doğru değildir. Zira insan bu mevzu üzerinde düşündükçe şuna kanaat getirir ki; bize itham için ileri sürülen neticeler İsa’nın (A.S.) ölümü hakkındaki inancımızdan değil, daha ziyade İsâ’nın ölmediği ve gökte hayatta bulunduğu inancından çıkmaktadır. Bizler Müslüman’ız ve Müslüman olduğumuzdan dolayı, ilk düşüncemiz Allah’ın (C.C.) büyüklüğünü ve O’nun Peygamberi Muhammed’in (S.A.V.) şerefini müdafaa etmektir. Her ne kadar Allah’ın bütün peygamberlerine inanırsak da, Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’e (S.A.V.) olan sevgi ve saygımız diğerlerine olan sevgi ve saygımızdan daha fazladır. Çünkü o kendisini bizim için feda etti; bizim yükümüzü taşıdı: bizi manevi ölümden kurtarmak için ölümü kendi üzerine çekti; bizim için bu kadar eziyete katlandı. Bizim için bütün rahat ve huzurunu terk etti. Biz yükselelim diye kendisi alçaldı. Sürekli iyiliğimizi planladı ve ebedi saadetimiz için dua etti. Günahtan arınmış olan kendisi, bizi günahlarımızdan ve cehennem ateşinden kurtarmak için, seccadesi gözyaşlarıyla ıslanıncaya kadar Allah’a yalvardı. Allah’ın rahmetini üzerimize çekti. Yine bizim için Allah’ın rızasını kazanmaya çalıştı. İlâhî rahmet ve mağfiret abasıyla örtülmemizi sağladı. Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz için yollar, Allah’a kavuşup O’nunla birleşebilmemiz için imkânlar aradı ve buldu. Allah’a giden yolda yolculuğumuzu kolaylaştırmak için onun yaptıklarını daha önce hiçbir peygamber kendi ümmetine yapmamıştı. Aleyhimizdeki küfür fetvaları sadece hoşumuza gider. Bizi yaratan, bizi destekleyen, bizi koruyan, günlük rızkımızı veren ve manevi refahımızın dayandığı bilgi ve hidayeti bağışlayan Allah ile İsâ’yı eşit saymaktansa, o fetvaları tercih ederiz. Yiyecek ve içeceğe muhtaç olmadan ebediyen yaşayan Allah gibi, İsa’nın da yiyeceğe içeceğe muhtaç olmadan gökte yaşadığına inanmaya mecbur kalmaktansa, küfür fetvaları bize daha hoş gelir. Biz İsa’ya (A.S.) saygı gösteririz. Çünkü, O Allah’ın 7 peygamberidir. Allah onu sevdi ve o da Allah’ı sevdi. Ona karşı duyduğumuz saygı Allah’a karşı duyduğumuz saygıdan doğmaktadır. İsa’nın (A.S.) hatırı için, İsa’yı Allah’tan üstün tutup Allah’ın (C.C.) izzet ve şanına gölge mi düşürelim? Ulemanın hatırını hoş edeceğiz diye, günlük meşgaleleri İslâmiyet’e ve Kuran-ı Kerim’e kusur bulmaya çalışmaktan ibaret olan Hıristiyan misyonerlerinin ekmeğine yağ mı sürelim? Misyonerlere İsa’nın Allah olduğunu düşünmek imkânı mı verelim? Zira. İsa (A.S.) Allah değil insan idiyse, gökte nasıl hayatta kalabilir? O bir insan idiyse, öteki insanlar gibi niçin ölmedi? Biz, kendi ağzımızla, Allah’ın birliğine aykırı düşecek bir şeyi nasıl söyleyebiliriz? Gerçek imanın menfaatlerini nasıl zarara uğratabiliriz. Ulema istediğini yapmakta serbesttir. Halkı bizim aleyhimize tahrik edebilirler, bizi öldürebilirler veya recmedebilirler. Ama biz İsa (A.S.) için Allah’ı feda edemeyiz. Hıristiyanlar İsa’ya “Allah’ın oğlu” derler ve onun uğrunda Allah’ın birliğine ve bağımsızlığına eksiklik isnat ederler. Lâkin, biz İsâ’nın (A.S.) Allah’a (C.C.) eşit olarak gökte yaşadığını söylemeye mecbur kalmaktansa ölmeyi tercih ederiz. Cehalet içinde kalsaydık, iş başka türlü olurdu. Fakat, Allah’ın birliğinin, azametinin, kudretinin, büyüklüğünün ve iyiliğinin kapsadığı manayı bize anlatan İlâhî bir haberci gözlerimizi açtıktan sonra başka türlü hareket edemeyiz. Netice ne olursa olsun biz insanoğlunun hatırı için Allah’ı terk edemeyiz. Böyle bir şey yaparsak, halimizin neye varacağını kestiremeyiz. Şan ve şeref Allah’a aittir ve Allah’tan gelir. İsa’nın (A.S.) berhayat olduğuna inanmanın Allah’a hakaret manasına geldiğini iyice bildikten sonra öyle bir inanca, doğruymuş gözü ile bakamayız. İsa’nın ölümüne inanmanın neden İsa’ya karşı hakaret etmek olacağını anlamıyoruz. İsa’dan (A.S.) daha büyük peygamberler öldüler ve onların ölümü kendilerini küçük düşürmedi. Aynı şekilde, İsa’nın ölümü de İsa’yı küçük düşüremez. Fakat imkânsızı mümkün farzedip Allah ile İsa’dan birini seçmek mecburiyetinde kalırsak, hiç şüphesiz Allah’ı seçeriz. Biz eminiz ki, zihnen ve kalben ve ruhen Allah’ı sevmiş olan İsa (A.S.), kendisine şeref, fakat Allah’a ve O’nun birliğine şerefsizlik getirecek bir duruma katiyen razı olmazdı. Aynı şeyi Kuran-ı Kerim de bize söylemektedir ........................................................................................................................................................................ .......................................................................................................... “Muhakkak ki Mesih de, gözde melekler de, Allah’ın kulu olmayı küçük görmezler.”10 KURAN-I KERİM VE HADİS Hz. İSA’NIN (A.S.) ÖLDÜĞÜNÜ ÖĞRETİR Bizim bağlı olduğumuz Allah’ın Kelamı şöyle söylemektedir: ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Onların arasında bulunduğum müddetçe hallerine ben şahittim. Fakat beni öldürdüğünden beri onları gözleyen Sensin ve Sen Her şeye şahitsin.” 11 10 11 Nisa Suresi; Ayet 173 Maide Suresi; Ayet 118 8 Allah (C.C.), İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyanların bozulup fesada düştüklerini İsa (A.S.) adına beyan ediyor. İsa hayatta olduğu müddetçe Hıristiyanlar ve onların inançları fesattan arınmış ve salim olarak kalmıştı. Kuran’da bunu okuduktan sonra, İsa’nın ölmediğini ve gökte ber hayat bulunduğunu nasıl düşünebiliriz? Kuran-ı Kerim’de, şunu da okuyoruz: -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ey İsa! Seni öldüreceğim ve seni nezdime yükselteceğim ve inkâr edenlerin ithamlarından seni temize çıkaracağım ve sana uyanları kıyamet gününe kadar seni inkâr edenlere üstün kılacağım.” 12 İsa (A.S.), ölümünden sonra, Allah’ın nezdine yükseltildi. “Seni nezdime yükselteceğim” kelimeleri “Seni öldüreceğim” kelimelerinden sonra gelmiştir. Lisanın normal kaidelerine riayet etmeliyiz. Evvela zikredilen, herhalde evvela vuku bulmuştur. Fakat ulema bu kaideleri belki de Allah’tan daha iyi biliyor. Her ne kadar “Allah’ın nezdine yükseltilmek” ayette daha sonra geliyorsa da, ulema efendiler belki de bunun daha önce gelmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat, Allah bizim kavrayamayacağımız derecede hâkimdir. Fikirlerin nasıl ifade edilebileceğini en iyi bilen O’dur. O’nun kelamında hata bulunamaz, söylediklerinin sırası değiştirilemez. O bizim Yaratıcımızdır ve biz O’nun kullarıyız. O’nun kelamında hata bulmaya cüret edemeyiz. Biz bilmeyiz, O ise her şeyi bilir. Öyle ise, O’nun Kelamında nasıl kusur gösterebiliriz? Lâkin bu din bilginleri, Allah’ın Kelamında, kusur bulunabileceğini, fakat kendilerinin o Kelamı anlayış tarzında kusur olamayacağını düşünür gibi görünüyorlar. Biz böyle düşünmeyiz. Zira, böyle bir düşüncede ahiretteki hüsrandan başka bir şey göremeyiz. Bilgimiz olduğu müddetçe dudaklarımıza uzatılan zehir kâsesinden yüz çevirmeliyiz. Allah’tan (C.C.) sonra yalnız Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’i (S.A.V.) severiz. O, bütün peygamberlerin, bütün velinimetlerin en büyüğüdür. Başka hiçbir peygamber, başka hiçbir insan. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bize yaptığı iyiliklerin en küçüğünü bile yapmamıştır. Ona gösterdiğimiz hürmeti kimseye gösteremeyiz. İsa (A.S.) gökte berhayat olduğu halde, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) toprak altında gömülü olduğunu düşünmek, bizim için imkânsızdır. Biz böyle bir düşünceye sahip olamayız. Manevi mertebe bakımından, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) İsa’dan çok daha yüksek olduğuna inanıyoruz. Nasıl oluyor da Allah (C.C.), İsa’yı (A.S.) hayatına karşı en küçük bir tehlike belirmesi üzerine, arşa yükseltiyor da, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), düşmanları tarafından oradan oraya kovalanırken Allah onu, yıldızlara kadar olsun yükseltmiyor? Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ölmüş ve gömülmüş iken, İsa’nın (A.S.) berhayat ve gökte olduğu fikrine tahammül edemeyiz. Hıristiyanlar karşısında kendimizi aşağılanmış hissederiz. Fakat, Allah’a çok şükür, vaziyet böyle değildir. Gerçekten, Allah Peygamberimize böyle bir muamele yapamazdı ve yapmadı da. Allah bütün hakimlerin en adaletlisidir. Allah’ın bizzat Kendisi, Peygamber Efendimiz’e “Bütün insanların Efendisi” adını vermiştir. Allah, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) bu adı verdikten sonra, İsa’ya ondan daha fazla ihtimam ve ilgi gösteremezdi. Allah (C.C.) Efendimizin (S.A.V.) hatırı için, onu küçük düşürmek isteyenlerin dünyasını, altüst etti. Onu küçük düşürmeyi kim tasarladıysa, küçük düşen kendisi oldu. 12 Al-i İmran Suresi; Ayet 56 9 Allah (C.C.) Peygamber Efendimizi (S.A.V.) itibardan düşürüp de, onun düşmanlarına bu suretle sevinme fırsatı verebilir mi? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) toprakta gömülü olup da, İsa’nın gökte berhayat bulunduğu fikri karşısında, benim tüylerim ürperiyor. Ben bu fıkri hayret verici ve can sıkıcı bulur ve: “Hayır, Allah böyle bir şey yapamaz” derim. Allah (C.C.), Hazreti Muhammed’i (S.A.V.) başkalarından daha fazla sever. Onun ölüp toprağa düşmesine ve İsa’nın göğe çıkmasına Allah (C.C.) müsaade edemezdi. Berhayat kalıp göğe çıkmaya layık bir insan varsa, o da Peygamber Efendimiz (S.A.V.)idi. Eğer O, bütün insanlar gibi ölmüşse, başka peygamberler de aynı şekilde ölmüşlerdir. Efendimizin (S.A.V.) Allah’ın indindeki yüksek mertebe ve mevkiini bildiğimiz halde, Allah’ın ona İsa’dan daha aşağı bir muamele yapabileceğini bir an için bile olsa nasıl düşünebiliriz? Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hicret esnasında Ebu Bekir’in (R.A.) omuzlarına binmeye mecbur kalarak Sevr mağarasına iltica ettiği zaman, Allah onu kurtarmak için meleklerini göndermediği halde, Yahudiler İsa (A.S.) ile çatışmaya başlayınca Allah’ın (C.C.), onu caniyane Yahudi entrikalarından kurtarmak için, göğün dördüncü katına kaldırdığını düşünemeyiz. Uhud Gazvesinde (savaşında) düşman, Peygamber Efendimiz’e hücum ettiği vakit onun etrafında pek az dostu kalmıştı. Allah bu esnada bir melek göndermediği gibi, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) benzer bir hayal de yaratmadı ve düşmanı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yerine bu hayale saldırtıp Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)dişleri yerine hayalin dişlerini kırdırtmadı. Allah düşmanın Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) saldırmasına müsaade etti ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ölü gibi yere düştüğü vakit düşmanlar Peygamber Efendimizi öldürdüklerini (haşa) sevinç naraları atarak ilan ettiler. Ama, İsa (A.S.) meselesinde, Allah en küçük bir ağrı veya sıkıntının bile onu rahatstz etmesine müsaade etmemiş. Yahudiler İsa’yı yakalamayı kararlaştırınca, Allah onu göğe kaldırmış ve onun yerine düşmanlarından birini yakalayıp İsa kılığına sokmuş ve İsa’nın bu düşmanını İsa yerine çarmıha gerdirtmiş! Bazı insanların neler yapabileceğine şaşmamak mümkün değil. Bir taraftan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) çok sevdiklerini iddia ederler; diğer taraftan onu itibardan düşürüp rezil ederler. Bununla da yetinmeyerek daha ileri giderler ve başka birini Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)daha üstün mertebeye yükselten inançları benimsemeyenlere karşı küfür fetvaları çıkarırlar. Acaba küfürden kastettikleri nedir? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)rütbece başkalarından üstün olduğunu düşünmek, hakkıyla ona ait olan yüksek manevi rütbe ve mertebeyi ona isnat etmek, bunlar küfür müdür? Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) en yüksek sevgi ve saygı gösterenler kâfir midir? Eğer küfür bu ise, Allah şahidimiz olsun ki, bu küfrü bize kâfir diyenlerin imanından kat kat daha kıymetli sayarız. Vadedilen Mesih Mirza Gulam Ahmed Hazretleri Farsça bir şiirinde: -------------------------------------------------------------------------------------------“Bâ d ez Hudâ be ışk-ı Muhammed muhammerem Ger küfr in buved be-Hudâ saht kâfırim” Yani “Allah sevgisinden sonra en çok Muhammed sevgisiyle sarhoşum. Eğer bu kâfirlik ise, Allah’a yemin ederim ki ben koyu bir kâfirim” demek suretiyle bu fikri çok güzel ifade etmiştir. 10 Hepimiz bir gün öleceğiz, Allah’ın huzuruna çıkacağız ve amellerimizin hesabını vereceğiz. İnsanlardan niçin korkumuz olsun? Onlardan bize ne zarar gelebilir? Biz yalnız Allah’tan korkarız ve yalnız O’nu severiz. O’ndan sonra en çok Peygamber Efendimizi (S.A.V.)sever ve ona saygı gösteririz. Peygamber Efendimiz için bu dünyanın izzet ve ikbalini, menfaatlerini ve nimetlerini feda etmemiz gerekirse, buna seve seve katlanırız. Fakat Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)karşı hürmetsizlik ve riayetsizliğe tahammül edemeyiz. Onun ne kadar kutsal olduğunu, ne derece manevi ilim ve mertebe sahibi olduğunu, ve Allah ile ne kadar yakın teması bulunduğunu bildiğimiz için, Allah’ın (C.C.) başka bir insanı veya peygamberi ondan daha fazla sevdiğini bir an için bile düşünemeyiz. Böyle bir düşünceye kapılsak, başkalarından daha ziyade cezaya müstahak oluruz. Peygamber Efendimizi inkâr edenlerin, ona meydan okuduklarını ve göğe çıkmak mucizesini gösterip gösteremeyeceğini ona sorduklarını da çok iyi biliyoruz. Bu inkârcılar şöyle demişlerdi;------------------------------------------------------------------“Sen göğe çıkmadıkça sana inanmayacağız ve gökten bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanmayacağız.” 13 Bu meydan okumaya karşı Peygamber Efendimiz’e, kendisini inkâr edenlerin istediği mucizeyi göstermesi için, Allah tarafından müsaade verilmedi. Bunun yerine, Allah (C.C.) Habibine şunları söyletti: “Bütün zaaf ve kusurlardan münezzeh olan yalnız Rabbimdir. Bana gelince ben sadece bir insanım.” Bununla beraber, ulemanın öğrettiğine göre, İsa (A.S.) düşmanlarının aynı şekilde bir meydan okumasıyla karşılaşınca Allah tarafından göğe kaldırılmış. Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)meydan okudukları ve göğe çıkmasını talep ettikleri zaman, Allah göğe çıkmanın insanlık ile bağdaşamayacağını bildiriyor. Ama, İsa’ya (A.S.) aynı şekilde meydan okudukları vakit, o hiçbir tereddütle karşılaşmaksızın göğe çıkarılıyor. Eğer bu doğru ise, İsa’nın (A.S.) insan değil Allah olduğu (haşa) neticesi çıkmaz mı? Böyle saçma bir düşünceden Allah’a sığınırız. Bu düşünce İsa’nın (A.S.) manevi rütbece bizim Peygamberimizden üstün olduğunu ve Allah (C.C.) tarafından daha fazla sevildiğini göstermez mi? Fakat, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberler mertebeleri sırasında en yüksek olduğunu biliyoruz ve bu durum güneş kadar ayandır. Bunu bildikten sonra, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) göğe çıkmayıp normal şekilde öldüğü ve bu dünyada toprağa gömüldüğü halde, İsa’nın (A.S.) göğe çıkıp bu son ikibin sene hayatta kaldığını nasıl düşünebiliriz? Şimdi, mesele sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında beslediğimiz hislerin kuvvetli ve samimi oluşundan ibaret değildir. Bu, aynı zamanda onun doğruluğu ve iddialarının gerçekliği meselesidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Eğer Musa (A.S.) ve Isa (A.S.) hayatta olsalardı, bana inanmaları ve tabi olmaları gerekirdi” 14 dememiş miydi? 13 14 İsra Suresi; Ayet 94 Zurkani; c.VI, s.54 11 Eğer Hz.İsa(A.S.) hayatta ise, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.): “Eğer İsa hayatta olsaydı, bana tâbi olması gerekirdi” yolundaki iddiasını (haşa) yalan saymak lazımdır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)sözleri manidar ve açıktır. O “Eğer Musa ve İsa hayatta olsalardı” demişti. Bu “Eğer” kelimesi ikisinin de hayatta olmadığını göstermektedir. Ne Musa (A.S.) hayattadır ne de İsa (A.S.). Bu, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)konu ile ilgili olan önemli bir açıklamasıdır. Bu beyanı işittikten sonra, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)gerçekten iman eden bir kimse İsa’nın (A.S.) gökte berhayat olduğunu düşünemez. Çünkü, eğer İsa hayatta ise, Peygamber Efendimizin (S.A.V.)bu beyanı ve konu hakkındaki bilgisi yalan çıkmış olur. Zira, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)göre İsa ölmüş değil mi? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)başka bir önemli beyanı daha vardır. Son hastalığı esnasında, o, kızı Fatma’ya (R.A.) şöyle demişti: ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Cebrail her sene Kuran’ı bana bir defa tilavet ederdi (okurdu). Bu sene iki defa tilavet etti. Keza, her peygamber selefinin yarı yaşı kadar yaşar diye bana haber verdi ve Meryem oğlu İsa’nın yüz yirmi yıl yaşadığını söyledi. Bundan dolayı, aşağı yukarı altmış yıl yaşayabileceğimi zannediyorum.” 15 Bu beyan vahiye dayanan bir beyandır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) kendiliğinden bir şey söylemez, ancak vahiy meleği Cebrail’den aldıklarını bildirir. Beyanın mühim olan yanı Hz.İsa’nın (A.S.) yüz yirmi yıl yaşamış olmasıdır. Yeni Ahdin (İncil) kayıtlarına göre, çarmıha gerilme vakası vuku bulduğu ve Hz.İsa “göğe çıktığı” zaman 32 veya 33 yaşındaydı. Hz.İsa (A.S.) gerçekten göğe çıkmış ise, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zamanındaki yaşı 120 değil 600 civarında bulunuyordu. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) Cebrail’den aldığı bilgi doğru ise, onun en az 300 yıl yaşaması gerekirdi. Fakat sadece altmış üç yıl yaşadı. Mamafih, Cebrail’e göre, Hz.İsa (A.S.) 120 yıl yaşadı. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)bu önemli ifadesi ispat ediyor ki, Hz.İsa’nın (A.S.) hayatta olduğunu düşünmek Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiğine ve Allah (C.C.) tarafından ona vahyedilene aykırıdır. Buna binaen, Hz.İsa’nın (A.S.) hayatta olduğuna inanmamız için bizi nasıl ikna edebilirler? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bize bu kadar açıkça öğrettiği bir şeyi nasıl inkâr edebiliriz? HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ VE ASHAB-I KİRAM Hz.İsa’nın (A.S.) ölümü hususundaki gerçek 1300 yıldır İslâmiyet’in bütün âlimlerine ve üstatlarına saklı kaldı da yalnız siz mi bunun farkına vardınız? diyerek alay edenler var. Bununla, ilk Müslümanların bizim bu konuda ileri sürdüğümüz görüşü paylaşmadığı ima edilmektedir. Ancak, bu alaylı konuşanlar, İslâmiyet’in ilk müfessirlerinin ashab-ı kiram olduğunu unutuyorlar. Peygamberimizin 15 Mevahib-üd Dünya, Kastalani; c.1 s.42 12 ashabı ilk defa İslâmiyet’in inançlarını ve adetlerini başkalarına açıklayıp tefsir ettiler. Bu başkaları da ondan sonra İslâmiyet’in öğreticileri oldular ve dünyanın çeşitli yerlerine yayıldılar. Nitekim ashab-ı kiram da bugün bizim İsa (A.S.) hakkında düşündüğümüzü öğretmişlerdi. Zaten başka türlü bir şey de öğretemezlerdi. Peygamber Efendimizi (S.A.V.)küçültücü bir akide öğretmelerine imkân yoktu. Ashab-ı kiram yalnız bizimle hemfikir olmakla kalmamış, elbirliği (icma) ile kararlaştırdıkları ilk resmi beyanla Hz.İsâ’nın (A.S.) ölümünün doğruluğunu tasdik etmişlerdi. Ashab-ı kiramın ilk icmasıyla İsa’nın ölümü üzerine mühür basılmıştır. Zira, hadis ve tarih kitaplarından Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldüğü zaman ashabın kederden şaşkına döndüklerini okuyoruz. Harekete mecalleri kalmamıştı. Ağızlarından tek kelime çıkmıyordu. Bazıları o derece üzüntüye kapılmışlardı ki, ayrılık ızdırabına dayanamayarak birkaç gün sonra onlar da fani âleme veda etmişlerdi. Bütün sahabeler içinde en çok elem ve üzüntü duyan Hz.Ömer, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)öldüğünü kabullenemedi. Kılıcını kınından çıkararak, kim Peygamber öldü derse boynunu vuracağını ilan etti. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)tıpkı Allah’tan (C.C.) gelen çağrı üzerine ortadan kaybolan Hz.Musa(A.S.) gibi, aralarından geçici bir müddet için ayrıldığını söylemeye başladı. Hz.Musa(A.S.) ümmetine kırk gün sonra dönmüştü. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)de aynı şekilde geri gelecekti ve geri gelince kendi hakkında yakışıksız söz söyleyenleri ve münafıkları öldürecek veya çarmıha gerdirecekti. Hz.Ömer(R.A.) ciddi ve kararlı idi. Sahabelerden hiçbiri onun söylediğini reddetmeye veya ona karşı gelmeye cesaret edemedi. Hatta bazıları Hz.Ömer’in ifadesinin doğruluğuna kanaat getirmişler ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ölmediğini düşünmeye başlamışlardı. Böylece, onların kederi sevince dönmüştü. Bu sevincin belirtileri onların yüzlerinde görülüyordu. Kederden boynu bükülmüş olanların başları tekrar dimdik oldu. Çok aşırı elem ve ızdıraba kapılmayan ve istikbali görebilen bir takım sahabeler de Hz. Ebu Bekir’i (R.A.) çağırmak için içlerinden birini ona göndermişlerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldüğü vakit Hz.Ebu Bekir (R.A.) Medine’de bulunmuyordu. Çünkü hastalığı iyileşmiş gibi göründüğünden, Hz Ebu Bekir’in (R.A.) gitmesine müsaade etmişti. Hz.Ebu Bekir’e yollanan sahabe Şehirden çıkıp yola koyulduktan biraz sonra Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) gelmekte olduğunu gördü. Hz.Ebu Bekir’e yaklaşınca, bu sahabe kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Söz söylemeye lüzum yoktu. Hz.Ebu Bekir (R.A.) ne olduğunu anladı ve sahabeye “Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldü mü?” diye sordu. Sahabe verdiği cevapta, kederli haberi onaylamakla kalmayıp aynı zamanda Hz.Ömer’in (R.A.) “Kim Peygamber öldü derse boynunu vururum” dediğini de Hz.Ebu Bekir’e anlattı. Hz.Ebu Bekir(R.A.) bunu işittiğinde, hemen Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)mübarek naşının yattığı yere koştu. Üzerinden abasını kaldırınca ölmüş olduğunu hemen anladı. Sevgili dostu ve önderinden ayrılmanın acısıyla gözleri nemlendi. Eğilip Peygamber Efendimizi (S.A.V.)alnından öptü ve: “Vallahi, sen birden fazla ölüm görmeyeceksin. Senin ölümünle insanlığın uğradığı kayıp, öteki peygamberlerin ölümü ile uğradığı kayıptan daha fazladır. Senin methedilmeye ihtiyacın yok ve matem, ayrılığın ızdırabını dindiremez. Senin ölümünün önüne geçmek elimizde olsa, bunu hayatlarımız pahasına yapardık” dedi. Hazret-i Ebu Bekir(R.A.) bunları söyledikten sonra Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) yüzünü örttü, ondan sonra Hz.Ömer’in (R.A.) sahabelere nutuk irat etmekte olduğu yere gitti. Tabii, Hz.Ömer (R.A.) onlara Peygamberin ölmediğini ve sadece geçici bir müddet için ortadan kaybolduğunu söylüyordu. Hz_Ebu Bekir (R.A.), Hz.Ömer’den bir an için sözünü kesmesini ve toplananlara hitap 13 etmesine imkân vermesini istedi. Hz.Ömer (R.A.) sözünü kesmeyip konuşmaya devam etti. Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) sahabelerden bazısına doğru döndü ve onlara Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)gerçekten öldüğünü söylemeye başladı. Öteki sahabeler de Hz.Ebu Bekir’e (R.A.) doğru döndüler ve onu dinlemeye koyuldular. Hz.Ömer (R.A.) da dinlemeye mecbur oldu. Hz.Ebu Bekir(R.A.), Kuran-ı Kerimden şu ayetleri okudu: -----------------------------------------------------------------“Muhammed (S.A.V.) bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce gelen bütün peygamberler ölmüştür. Eğer o da ölürse veya öldürülürse, sizler geri mi döneceksiniz?” 16 ------------------------------------------------------------------“Sen (Ey Muhammed) muhakkak öleceksin ve onlar (kâfirler) da muhakkak ölecekler.”17 Bu ayetleri okuduktan sonra sözüne devam ederek şöyle dedi: ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ey insanlar! İçinizden kim Muhammed’e (S.A.V.)tapıyorsa bilsin ki Muammed S.A.V.) öldü ve içinizden kim Allah’a C.C.) tapıyorsa bilsin ki Allah yaşıyor ve ölümsüzdür.” 18 Hz.Ebu Bekir Kuran’ın ayetlerini okuyup açıklayınca ashab-ı kiram olayın mahiyetini anladı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)gerçekten ölmüştü. Ağlamaya başladılar. Rivayete göre, Hz. Ömer, Hz.Ebu Bekir’in okuduğu ayetlerin manasını birdenbire kavradığı vakit bu ayetler ona sanki o gün, o anda, nazil olmuş gibi geldi. Bacakları artık gövdesini taşıyamaz oldu, sendeledi ve şiddetli bir keder nöbeti içinde yere yıkıldı. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ölümü üzerine sahabeler arasında neler geçtiğini anlatan bu rivayet üç önemli şeyi ispat ediyor: (1) Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldükten sonra sahabelerin elbirliğiyle verdikleri ilk karar Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’den önce gelen bütün peygamberlerin öldüğü yolundaydı. Bunun istisnası yoktu. Bu mühim hadisenin cereyanı sırasında hazır bulunan sahabeler daha evvelki peygamberlerden bazısının ölmediğini düşünmüş olsalardı, ortaya çıkıp bu istisnalardan bahsedeceklerdi. 16 Al-i İmran Suresi; Ayet 145 Zümer Suresi; Ayet 31 18 Buhari; c.2 Menakib-iEbu Bekir Faslı 17 14 Hiç olmazsa Hz.İsa’nın (A.S.) 600 seneden beri gökte hayatta olduğunu ileri sürüp yukarıdaki ayet-i kerimeye dayanarak Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) çıkardığı neticenin yanlış olduğunu beyan edeceklerdi. (2) Sahabelerin daha önce gelen peygamberlerin ölümüne iman etmeleri şahsi görüşlerinin neticesi değildi. Onların bu görüşü Kuran-ı Kerim’e dayanmaktaydı. Eğer sahabelerin bu inancı Kuran-ı Kerim’e dayanmayıp, sadece şahsi görüşten ibaret olsaydı o zaman Hz.Ebu Bekir (R.A.) sözü geçen ayeti okuduğu vakit, ashabın: “Evet bütün peygamberlerin vefat ettiği doğrudur. Ama okuduğun ayetten çıkardığın netice yanlıştır. Çünkü bu ayetten bütün peygamberlerin vefat ettiği ispat edilemez” demeleri gerekirdi. Dolayısıyla Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) “Kad Halet Min Kablihirrüsül” ayet-i Kerimesin’den geçmişte gelen bütün peygamberlerin istisnasız vefat ettiği neticesini çıkarması ve bütün ashabın bunu kabul etmekle kalmayıp, onun çıkardığı bu neticeden bir haz ve sevinç duymaları, sokak ve caddelerde dolaşırken bu ayeti dillerinden hiç düşürmemeleri, bu ayetten çıkarılan neticede bütün ashabın müttefik olduğunu göstermektedir. (3) Ashab-ı kiram (R.A.) başka peygamberlerin öldüğüne ister inanmış ister inanmamış olsun. Hz.İsa’nın (A.S.) gökte berhayat bulunduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bütün sahih hadis ve itibarlı rivayetlerden bu mesele besbellidir ki Hz.Ömer (R.A.) bile heyecanın en şiddetli anında Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)öldüğünü söyleyecek olanları ölümle tehdit ederken, sadece ümmeti arasından kırk gün kaybolan Hz.Musa (A.S.) ile benzerlikten bahsetmiş fakat Hz.İsa’nın gökte berhayat olduğundan hiç söz etmemişti. Sahabeler Hz.İsa’nın(R.A.) gökte olduğu inancını taşısalardı, Hz.Ömer (R.A.), veyahut onun gibi düşünen sahabeler düşündüklerinin doğruluğunu ispatlamak için Hz.İsa’nın (r.a) gökte berhayat olduğu inancını ileri sürmeyecekler miydi? Düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak için yalnızca Hz.Musa (A.S.) ile olan benzerlikten bahsedip Hz.İsa’dan (R.A.) hiç söz etmemeleri, onların bu konuda en ufak bir fikre bile sahip olmadığını açıkça göstermektedir. PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V.) AİLE EFRADI VE HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ Hazreti İsa’nın (A.S.) ölümü hakkında sahabelerden başka Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile efradı da fikir birliğine varmışlardı. Nitekim Hz.Ali’nin (R.A.) ölümü ile ilgili hadiseleri anlatırken, İmam Hasan’ın (R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ 15 “Bugün ölen adam (Hz.Ali) birçok bakımlardan eşsizdi. Selefleri veya halefleri arasında kendine benzeyen yoktu. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)onu gazaya (savaşa) gönderdiği zaman, kendisine yardım etmek üzere Cebrail sağında Mikail solunda dururdu. O, gazadan yalnız muzaffer olarak dönerdi. Yedi yüz dirhemden başka miras bırakmadı. Bunu bir kölenin hürriyetini satın almak için biriktirmişti. O Ramazanın 27’nci gecesinde öldü. Hz.İsa’nın (A.S.) ruhu da aynı gece (göğe) çıkarılmıştı.” 19 Hz.İmam Hasan’ın (R.A.) bu sözünden anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile efradına göre de Hz.İsa (A.S.) normal şekilde ölmüştü. Buna inanmasalardı, İmam Hasan (R.A.), Hz.İsa’nın (R.A.) ruhunun göğe çıktığı gece Hazreti Ali’nin ölmüş olduğunu söylemezdi. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)sahabeleri ve aile efradından başka, onlardan sonra gelen din bilginlerinin de Hz.İsa’nın (R.A.) öldüğüne şahadet ettiği düşünülebilir. Çünkü bu din bilginleri Kuran-ı Kerim’e, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)sözlerine ve onun sahabeleri ve aile efradı tarafından benimsemiş fikirlere içtenlikle bağlı idiler. Anlaşılan onlar Hz.İsa’nın (A.S) ölümü meselesini pek önemli saymadıkları için buna dair resmi bir beyanda bulunmadılar ve bu konudaki görüşleri de kayıtlara geçirilip muhafaza edilmedi. O devirdeki din bilginlerinin zapt ve kaydedilmiş fikirlerine gelince, Hz.İsa’nın(A.S.) öldüğüne inandıkları kesinlikle anlaşılmaktadır. Nitekim Mecma-el Bahar’da Hz.İmam Malik hakkında şöyle yazılıdır: “---------------------------yani Hazreti İmam Malik (r.a): “Hz.İsa (A.S.) vefat etmiştir” dedi. Kısacası, Kuran-ı Kerim, Hadis-i Şerif, sahabeler ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile efradı arasındaki fikir birliği ve İslâm ulemasının görüşleri Hz.İsa’nın (A.S.) öldüğü inancını desteklemektedir. Hepsi de Hz.İsa’nın (A.S.) bütün diğer faniler gibi öldüğünü gösteriyorlar. Bu nedenle, Hz.İsa’ya (A.S.) ölüm isnat etmek suretiyle onun şerefini küçülttüğümüzü ve böylece Kuran-ı Kerim ile Hadis-i Şerifi inkâr ettiğimizi söylemek doğru değildir. Biz bu inancımızla Hz.İsa’ya (A.S.) saygısızlık etmeyip tevhid akidesine sarılıp ona sahip çıkmakta ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)yüceliğini ispatlamaktayız. Ayrıca biz böylece Hz.İsa’ya (A.S.) da hizmet etmekteyiz. Çünkü Hz.İsa (A.S.) da tevhid akidesine aykırı düşüp şirke yol açan ve Peygamberlerin Peygamberinin manevi rütbesini alçaltan bir makamın kendisine isnat edilmesini benimsemezdi. Şimdi, sevgili okuyucu, biz mi haklıyız yoksa bizi suçlayanlar mı? Onlar bir insanı Allah ile eşit tutmakta, Müslüman oldukları halde bu akideyle İslâmiyet’in düşmanlarını desteklemekte, İslâmiyet’i zayıflatmakta, ve Peygamber Efendimizi (S.A.V.) küçük düşüren bir inanca sahip çıkmaktadırlar. MESİH’İN İKİNCİ GELİŞİ, ÛMMETTEN BİRİSİNİN GELİŞİ DEMEKTİR 19 Tabakat İbn-i Saad, c.3 16 Bize yöneltilen ikinci itiraz: Müslümanlar arasında yaygın olan inancın tersine, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmetinden birisini Vadedilen Mesih olarak kabul etmemizdir. Dediklerine göre böyle bir şeye inanmamız Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)hadislerine aykırıymış ve Mesih gökten inecekmiş! Şimdi, gerçekten biz, Müslüman Ahmediye Cemaati’nin kurucusu olan ve Hindistan’ın Pencab eyaletinin Kadiyan isimli köyünde doğan Mirza Gulam Ahmed Hazretlerinin Vadedilen Mesih ve Mehdi olduğuna inanırız. Niçin inanmayalım? Kuran-ı Kerim, Hadis-i Şerif ve aklı selim, Peygamberliği sadece İsrail oğullarına sınırlı olan Meryem Oğlu İsa’nın normal şekilde öldüğünü söylüyor. Bu sebeple, Vadedilen Mesih’in Muhammed Ümmeti arasından çıkmasının mukadder olduğu yolundaki inancımız da Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerif tarafından desteklenmektedir. Kuran-ı Kerim Hz.İsa’nın (A.S.) öldüğünü haber veriyor. Hadis de aynı şeyi anlatıyor. Eğer yine Hadis Meryem Oğlu diye sıfatlandırılan bir peygamberin geleceğini vadediyorsa, bu vadedilen kişi normal şekilde ölen ve sadece İsrail oğullarına peygamber olarak gelen Meryem Oğlu İsa değil, ancak Muhammedi ümmetten birisi olabilir. İddialarına göre, Kuran ve Hadis Meryem Oğlu İsa’nın öldüğünü söylese bile, biz aynı Meryem Oğlu İsa’nın tekrar gelişini beklemeye devam etmeliyiz. Onlar bize: “Allah (C.C.) her şeye kadir değil midir? O, ölmüş İsa’yı (A.S.) tekrar diriltip dünyaya geri gönderemez mi?” derler. Onlara göre eğer böyle bir fikir ve ümit beslemezsek, Allah’ın (C.C.) kudretini inkâr etmiş oluruz. Bizim durumumuz büsbütün farklıdır. Biz Allah’ın (C.C.) kudretini inkâr etmiyoruz. Allah’ın (C.C.) her şeye kadir olduğuna inanıyoruz. Her şeye kadir olduğundan, eski İsa’yı (A.S.) tekrar diriltmeye ihtiyacı yoktur. O, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti içinden bir öğretici çıkarabilir ve bu öğreticiyi Mesihlik makamına yüceltip dünyayı ıslah etmek işi ile görevlendirebilir. Aklı başında insan Hz.İsa’nın geri gelmesi konusunda ısrar edemez. Çünkü İsa’nın tekrar dünyaya gelmesi Allah’ın kadir oluşunun bir alameti olmayıp (haşa) O’nun acizliğinin göstergesidir. Nitekim hayat tecrübemiz gösteriyor ki, yeni bir ceket almaya kudreti olan bir kimse eskimiş ceketini tersine çevirtip tekrar giymek istemez. Onun yeni bir cekete ihtiyacı varsa, eskisini atar ve yenisini alır. Kudreti olmayan adam da, eski ceketini tersine çevirtip veya tamir ettirip tekrar giymek ister. Fakir ise, malına ve yaşına aşırı derecede dikkat ve ihtimam gösterir. Allah (C.C.) fakir değildir; kudretlidir. Kullarının yeni bir öndere ve kılavuza ihtiyacı olduğunda, ölmüş bir peygambere tekrar hayat vermek mecburiyetini hissetmez. Yaşayan kullarından birini, başkalarına yol göstermek ve onları ıslah etmek üzere, seçebilir. Hz.Adem’den (A.S.) Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)gelinceye kadar Allah (C.C.), bir defacık olsun, ölmüş bir peygamberi kullarına kılavuzluk etsin diye diriltip bu dünyaya göndermemiştir. Böyle bir şeye zaten lüzum yoktur. Muayyen bir milletin muayyen bir zamanda paklanması ve ıslah edilmesi Allah’ın (C.C.) kudreti dahilinde bulunmasaydı, Allah’ın (C.C.) hükmü her zaman herkesi kapsamasaydı, öyle bir şeye ihtiyaç duyulurdu. Lâkin Allah (C.C.) her şeye kadirdir ve O’nun hükmü her zaman bütün insanları kapsamaktadır. Muayyen bir kavmin muayyen bir zamanda ıslah edilmesi için, Allah’ın (C.C.) ölmüş peygamberlerden birini diriltmeye mecbur olduğunu düşünmek manasızdır. Allah’ın (C.C.) kudretinin sınırı yoktur. Hz.İsa’dan (A.S.) sonra Peygamber Efendimiz Muhammed (S.A.V.)gibi yüce bir 17 peygamberi yaratma kudretine sahip olan Allah(C.C.), şüphesiz zamanımızda da İsa’ya (A.S.) benzeyen hatta ondan bile daha üstün olan birisini yaratma kudretine de sahiptir. Bu nedenle, birinci Mesih Meryem Oğlu İsa’nın cismani olarak yeniden zuhurunu gerçekten inkâr ediyoruz. Çünkü, bize göre, her şeye kâdir olan Allah (C.C.) herhangi bir zamanda herhangi bir kulunu Mesihlik makamına yükseltip doğru yoldan sapmış olanları Kendine çağırabilir. Allah’ın (C.C.) artık bunu yapamayacağını, aramızdan birisini bu mertebeye çıkaracak yerde ölmüş bir peygamberi diriltmeye mecbur olduğunu düşünenler hatalıdırlar. Onlar Allah’ın kudretini Allah’a layık olacak şekilde algılayamıyorlar. Bu nedenle, birinci Mesih’in tekrar zuhurunu kabul etmek, Allah’ın (C.C.) kudretini ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) kuvvet-i kudsiyyesini eksik kabul etmek anlamına gelir. Geçmişte bir kavim ne zaman doğru yoldan sapsa ve İlâhî bir öndere ihtiyacı olsa, Allah bunun için daima onların arasından birini seçerdi. Ama Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti doğru yoldan ayrılıp İlâhî bir öndere ihtiyaç duyduğu zaman öteden beri var olagelmiş bu ilahi kanun terk mi edilecektir? Yani onun ümmetinden hiç kimse Müslümanları ıslah etme gücüne sahip olmayacak mı? Acaba onun ümmeti daha önce gelen peygamberlerinden birisi tarafından mı ıslah edilecektir‘’ Bunu kabul etmek, Peygamber Efendimizin (S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesine (manevi yetkisine) her zaman itiraz eden Yahudilerle Hıristiyanların ekmeğine yağ sürmek demektir. Müslümanların Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) irşat ve ıslah kudretinden şüphelenmesi tuhaftır. Müslümanlardan birisinin ihtiyaç anında öteki Müslümanlara rehberlik edemeyeceği fikrine saplanırsak, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)manevi nüfuzunu küçümseyenleri desteklemiş oluruz. Yanan bir meşale başka birçok meşaleleri tutuşturabilir. Ancak sönmüş bir meşale bunu yapamaz. Müslümanların içlerinden kendilerini ıslah edecek bir kişi bile çıkaramayacak kadar fesada uğrayacaklarını kabul etmek, (haşa) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) feyzi ve bereketinin bir gün tükeneceğini kabul etmek demektir. Fakat, böyle bir neticeyi hiçbir gerçek Müslüman kabul edemez. Gerçekten Müslüman olan herkesin bildiği gibi, Musa’ya (A.S.) tabi olanlar zaman zaman manen yeniden dirilme ihtiyacı duymuşlardı ve bu ihtiyacı kendi aralarından çıkan öğreticiler karşılamıştı. Musa’nın (A.S.) ümmetini ıslah eden, yine Musa’nın ümmetinden birisiydi. Musa’nın (A.S.) şeriatı Allah (C.C.) istediği müddetçe devam etti. Ama Musevi şeriatının geçerlilik süresi sona erince, insanlığı irşad edecek bir peygamber çıkarmak üzere, Allah (C.C.) Musa’nın (A.S.) ümmetinden vazgeçip İsmail peygamberin nesline döndü. Eğer şimdi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmetini doğru yola sevk etmek üzere Musa’nın (A.S.) şeriatına mensup Hz.İsa’nın (A.S.) geleceği düşünülürse bundan, Allah’ın (C.C.) Musa’nın (A.S.) şeriatını sona erdirdiği gibi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) getirdiği şeriatı de (haşa) sona erdirmeyi ve yerine yeni bir şeriat getirmeyi kararlaştırdığı neticesi çıkar. Ayrıca bu inancı kabul ettiğimiz takdirde, Peygamber Efendimizin (S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesinin ve manevi nüfuzunun etkisiz bir hale geleceğini, onun nurundan hiçbir ümmetinin artık nurlanamayacağını ve bu ümmetin ıslah edilmesi için tek bir Müslüman’ın bile ondan feyiz ve ilham alamayacağını kabul etmek zorunda kalırız. 18 Ne kadar üzücüdür ki, ufacık bir kusurun bile kendilerine isnat edilmesinden hoşlanmayanlar, hiç çekinmeden Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) kusur isnat etmektedirler. Buna rağmen Peygamber Efendimizi (S.A.V.) sevdiklerini de iddia ederler. Dudakta kalan ve kalpte yerleşmeyen sevginin faydası ne? Uygun fiil ve hareketlerle desteklenmeyen sözler bir işe yaramaz. Eğer Müslümanlar gerçekten Peygamber Efendimizi (S.A.V.)seviyorlarsa, onun ümmetini yeni bir hayata kavuşturmak için bir İsrail peygamberinin tekrar gelmesine tahammül etmemeleri lazımdır. Kim, kendi evinden karşılayabileceği ihtiyaçlar için, komşusuna başvurmak ister? Yardımdan müstağni olan insan başkasından yardım ister mi? Söz konusu bu çetin dönemde Muhammed ümmetinin eski Mesih’e muhtaç olduğunu düşünen ve öğreten mollalar, kendi şahsi kıymet ve itibarları hakkında öyle mübalağalı görüşlere sahiptirler ki, dini münakaşalarda münakaşayı kaybettikleri halde yenilgiyi kabul etmezler. Ayrıca hiç kimseyi yardıma da çağırmazlar. Birisi kendiliğinden yardım eli uzatırsa, ona minnettarlık duymak yerine, rencide olup: “Biz senden yardım alacak kadar cahil miyiz?” diye kızgınlıklarını bildirirler. Kendileri için bu kadar hassasiyet gösteren mollalar. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)söz konusu olunca o kadar lakayttırlar ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)başka bir şeriata ait bir peygambere muhtaç olduğunu söyleyip onun kuvvet-i kudsiyyesinin hiçbir işe yaramayacağını kabul etmektedirler. Yazıklar olsun gabi (anlayışsızlık, kalın kafalılık) akıllarla duyarsız kalplere! Düşünmek ve hissetmek yeteneğini büsbütün mü kaybettiler? Kendi şahsi şeref ve itibarlarını düşündükleri halde Allah’ın ve Peygamberin (S.A.V.)şan ve şerefini düşünmezler mi? Hiddet ve gücenmelerini Allah ile Peygamberine saygısızlık gösterenlere karşı değil de, şahsi düşmanlara karşı mı gösterirler? Bir İsrail peygamberinin geri gelişini niçin inkâr ediyoruz diye bize sorarlar? Ne yapalım? Hislerimizi değiştiremeyiz. Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)karşı sevgimizi ancak normal ve tabii olan yollardan izhar edebiliriz. Onun şerefi indimizde çok yüksektir. Ümmetinin ıslahı için, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)başka birisinden yardım dilemeye muhtaç olacağı ve ona karşı minnet borcu altında kalacağı düşüncesini hazmedemeyiz. Kıyamet günü ilk doğmuş olandan son doğmuş olana varıncaya kadar bütün insanlar Allah huzurunda toplanıp da herkesin amelleri ve muvaffakiyetleri zikredileceği zaman Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)Yahudilere gelen Mesih’ine karşı minnet yükü altında kalacağını ve meleklerin bütün insanlık huzurunda ve onlarca işitilecek şekilde: “Müslümanlar bozulup fesada uğradığında Hz.Muhammed’in (S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesi işlerine yaramayıp onlara yeniden manevi kuvvet veremedi. Bunun üzerine Musevi ümmetin Mesih’i olan İsa (A.S.) Hz.Muhammed’e (S.A.V.) acıyıp Müslümanları ıslah etmek ve onları manevi çöküşten kurtarmak için dünyaya dönmeye karar verdi” diye ilan edeceğini bir an için dahi düşünemeyiz. Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)böyle yüz kızartıcı bir durum isnat etmektense dilimizin kurumasını tercih ederiz. Hazreti Resulüllah (S.A.V.) hakkında böyle bir şey yazmaktansa ellerimizin kopmasını tercih ederiz. O, Allah’ın (C.C.) sevgili kuludur. Onun kuvvet-i kudsiyyesi (manevi feyzi) sonsuza kadar devam edecek ve asla sona ermeyecektir. O, “Hatemün Nebiyyin” olduğu için onun feyzi hiç kesilmeyecektir. Bu nedenle kimsenin minneti altına girmeye ihtiyacı yoktur. Ama diğer peygamberler ona karşı minnet altında kalmışlardır. Hiçbir peygamber, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) doğruluğunu kabul etsinler diye insanları ikna etmedi. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bütün peygamberlerin doğruluğunun kabul 19 edilmesi için insanları ikna etmeyi başardı. Hiç işitmedikleri peygamberlere inanmayı milyonlarca insana öğreten odur. Hindistan’da milyonlarca Müslüman vardır. Bunlar arasında pek azı yabancı ülkelerden gelmiştir. Bunların büyük çoğu Hindistan’ın yerlisidir. Bunlar hiçbir peygamberin adını duymamıştı. Fakat onlar Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) iman ettikleri günden beri Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz.İsa ve sair peygamberlere inanmaya başladılar. Bu yerliler eğer Peygamber Efendimiz’e iman etmiş olmasalardı, onlar da Hindu kardeşlerinin bugüne dek yaptığı gibi bu peygamberlere küfür edip yalancı olduklarını söyleyeceklerdi. Aynı şey Afganistan, Çin ve İran hakkında da geçerlidir. Bu memleketlerin sakinleri önce Musa ve İsa’yı bilmediklerinden onları peygamber diye tanımıyorlardı. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) tebliği, talim ve telkini bu memleketlere yayılınca oralarda yaşayan halklar ona ve onun öğrettiği Her şeye iman ettiler. Böylece onlar diğer bütün peygamberlere de iman edip onlara hürmet göstermeye başladılar. Bu nedenle diğer bütün peygamberler Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) minneti altındadırlar. Onların Allah’ın birer peygamberi olduğu bilinmiyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bunu açıkladı. Ama Bizim Efendimiz Muhammed (S.A.V.) kimsenin minneti altında kalmış değildir. Onun manevi feyzi ve bereketi sonsuza dek devam edecek ve ümmetinin ıslahı ve yeniden manevi hayata kavuşması için, o, başka bir peygambere muhtaç olmayacaktır. Böyle bir durum ortaya çıktığı zaman, Allah onun ümmeti arasından birisini ötekilere yol göstermek için seçecektir. Müslümanlar arasından, Allah’ın seçtiği böyle bir kimse her şeyi Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) öğrendiği, onun nurundan nurlandığı ve onun feyzinden feyiz aldığı için ona borçlu olacaktır Keza, böyle bir kimse Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) bulduğu manevi hazineyi dağıtacak ve ondan öğrendiğini öğretecektir. Bu nedenle ümmeti yeniden manevi hayata kavuşturma işini gerçekten becermiş olan öğrencisi değil, bizzat Peygamber Efendimiz (S.A.V.) olacaktır. Çünkü bir öğrencinin öğretmeninden ayırt edilemeyeceği gibi, bir ümmeti de peygamberinden ayırt edilemez. Bir öğretmene borçlu olduğumuz şeyi hakikatte o öğretmenin öğretmenine borçluyuz. Nitekim Müslümanları yeniden manevi hayata kavuşturmakla görevlendirilen kimse Peygamber Efendimiz’e karşı minnet borcu altına girecek ve onun aşkıyla sarhoş olacaktır. Özetle: Ümmeti Muhammediyyeyi ıslah etmek için daha önce gelen peygamberlerden birisinin gelmesi Hz.Resulüllah’a karşı yapılan bir hakarettir Böyle bir olay onun büyüklüğünü zedeler ve------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------20 “Bir millet kendisine verilen bir nimete layık olduğu müddetçe Allah ondan o nimet geri almaz” diyen Kuran’ın tehdidi altında kalır. Hz.İsa’nın (A.S.) geri geleceği akidesini bu ayeti kerime ile karşılaştırdığımız zaman şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Peygamber Efendimiz (S.A.V.)ona bahşedilen nimetlere (haşa) artık layık değildir veya Allah verdiği sözünden geri dönmüştür. Başkalarına karşı Allah’ın davranışı, bir kere bahşedilen nimeti geri almamak şeklinde olmuştur. Acaba Peygamber Efendimiz söz konusu olunca Allah bugüne dek hiç değiştirmediği kanununu mu değiştirecek? Bu düşünce insanı kâfirliğe kadar götürür. Çünkü 20 Rad Suresi; Ayet 12 20 böyle bir düşünce ile Allah veya Resulünden (S.A.V.)birisini reddetmiş sayılacağız. Bu nedenle biz öyle inançlardan Allah’a sığınırız ve geleceği vâdolunan Mesih’in Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmetinden çıkacağına inanırız. Şüphesiz, Allah (C.C.) dilediğini bu makama yüceltmekte kadirdir. MESİH VE MEHDİ AYNI KİŞİYE VERİLEN İKİ İSMİDİR Vadedilen Mesih’in Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmetinden birisinin olacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim bir hadiste------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Mehdi Mesih’ten başka birisi değildir” 21 ve diğer bir hadiste ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Sizin aranızdan imamınız olarak Meryem oğlu İsa nüzul ettiğinde haliniz nice olur” denilmektedir. 22 Bu iki hadis Mesih’in Mehdi olacağı hususunda hiçbir şüphe bırakmıyor. O. Hz.Resulüllahın ümmetine rehberlik edecek ve ümmet dışından gelen birisi değil, bu ümmet arasından çıkmış birisi olacaktır. Mesih ve Mehdinin iki ayrı şahıs olduğunu düşünmek yanlıştır ve “Mehdi Mesih’ten başka birisi değil” hadisindeki açık delile aykırıdır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) sözleri üzerinde dikkatle düşünmek gerçek müminlere yaraşır. Bu sözler çelişkili görünürse, çalışıp çelişkiyi ortadan kaldırmak bize düşer. Eğer Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir taraftan Mehdinin Mesih’ten önce ortaya çıkacağını ve Mesih’in ondan sonra namazda Mehdiye ve onu rehber diye kabul edenlere katılacağını diğer taraftan bizzat Mesih’in Mehdi olduğunu söyledi ise, ne yapmalıyız? Bir ifadeyi kabul edip ötekini ret mi etmeliyiz? Böyle yapmaktansa, iki ifadeyi dikkate alıp iyice düşünüp birini ötekiyle uzlaştırmaya çalışmak bize düşen bir vazife değil midir? Bu iki ifadeden biri ötekini tefsir etmek için kullanıldığı takdirde aralarındaki çelişki ortadan kalkar. Yukarıda zikrolunan hadis, Mesih ve Mehdinin ayrı ayrı iki kişi olabileceği şüphesini uyandırmaktaydı. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Mehdi Mesih’ten başka birisi değildir” diyen hadisle bu şüpheyi ortadan kaldırdı ve öteki hadisin mecazi anlam taşıdığı anlaşıldı. Böylece Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bize anlatmak istediği: Bu ümmetten birisinin öncelikle dünyayı manevi hayata kavuşturmak için görevlendirileceği fakat herhangi bir peygamberin rütbesine haiz olmayacağı, ama bir müddet sonra, İsa’nın ikinci gelişiyle ilgili haberin de onun şahsında gerçekleşeceği ve onun Mesihlik rütbesine haiz olacağıdır. Bu hadis vadedilen kişiye iki ayrı makamın iki ayrı vakitte verileceğini beyan etmektedir. Yani vadedilen kişi öncelikle genel bir ıslah için memur edilecek ve bir müddet sonra Mesihlik mertebesine yüceltilecektir. İlâhî kehanetler genellikle mecaz dolu olurlar. Bu mecazi kelam göz ardı edildiği takdirde İlâhî kehanetlerin anlaşılması imkânsız hale gelir. 21 22 İbn-i Mace; Şiddetüzzaman Faslı Buhari; Kitab-ül Enbiya; Nüzul-ü İsa Bin Meryem Faslı 21 Bu hadisler hakkındaki tefsirimiz doğru değilse, o zaman hakikati arayanlar için geriye iki şık kalır ki, her ikisi de saçma ve tehlikelidir. Ya Mesih ve Mehdi’yi bir ve aynı şahıs diye tarif eden hadisin bir mevzu (uyduruk) hadis olduğunu itiraf edeceğiz, veyahut da Mesih ve Mehdinin iki ayrı şahıs olduğunu ve hadisin bu iki şahıs arasında manevi ehemmiyet bakımından bir fark bulunduğuna, gerçek Mehdinin Mesih olduğuna ve, öteki Mehdinin Mesih yanında sönük ve ehemmiyetsiz kaldığına işaret etmek istediğini kabul edeceğiz. Lâkin, tefsirlerin her ikisi de tehlikelidir. Birisi, Sıhhati iyice ispatlanmış gerçek bir hadise, haklı bir sebep yokken, uydurma diye bakmamızı icap ettiriyor. Ötekisi, Mehdinin Mesih’e kıyasen bir hiç olduğunu içermektedir. Böyle bir düşünce, Mehdinin İmam ve Mesih’in cemaatle namazda imama uyup onun arkasında duranlardan biri olacağını öğreten hadise aykırıdır. Dolayısıyla her iki şık da batıldır. Bu hadisin, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) Ümmeti arasından bir kişinin öncelikle genel ıslah için tayin edileceği (Mehdi) ve sonra aynı kişinin Mesihlik mertebesine yükseltileceğinden başka hiçbir açıklaması yoktur. Yani o vadedilen zat öncelikle kendisinin bir Müslih (ıslah edici) olduğunu ileri sürecek ve bir müddet sonra kendisinin Mesih olduğunu da ilan edecektir. NÜZUL KELİMESİNİN MANASI Hadisteki nüzul kelimesini gören hemen hemen herkesin yanıldığı bir gerçektir. Onlar hadislerde “Mesih nazil olacak” şeklinde kullanılan ifadelerden, birinci Mesih’in gökten nazil olup tekrar dünyaya geleceğini anlamışlardır. Halbuki, nüzul kelimesi onları yanıltmıştır. Bu kelimenin anlamı alelade insanların anladığı gibi gökten inmek değildir. Aslında bu kelime, çok yararlı olup bereket getirecek veyahut İlâhi azamet, kudret ve celalini gösterecek olan bir hadisenin zuhuru için kullanılır. Nitekim Allah (C.C.) Kuran-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır; ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- “Sonra Allah, resulüne huzur ve sükun indirdi.” 23 23 Tevbe Suresi; Ayet 26 22 “Kederden sonra üzerinize emniyet, içinizden bir taifeyi kaplayan bir uyku, indirdi.” 24 “Size davarlardan sekiz çift indirdi.” 25 “Ayıp yerinizi örtmek ve sizi süslemek için elbise indirdik. Lâkin, en iyi elbise takva elbisesidir. Bu. onların hatırlaması için Allah’ın (C.C.) ayetlerinden biridir.” 26 “Size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.” 27 “Şiddetli harp için malzeme ve insanlık için birçok fayda sağlayan demiri indirdik ki, Allah Kendine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri ayırt etsin.” 28 “Allah kullarına rızkı genişletseydi, yeryüzünde azarlardı. Lâkin O, rızkı dilediği bir ölçüye göre indirir. Gerçekten o, kullarının her halini bilir ve görür.” 29 Herkesin bildiği gibi, huzur ve sükun insan zihninin bir vasfıdır ve uyku insan dimağının bir fonksiyonudur. Hayvanlar, elbiseler, yeşil tarlalar, bıldırcınlar, demir ve sair şeyler toprağın üstünde yetişir veya toprak altından çıkar. Onlar gökten inmez veya düşmez. Bundan başka, Kuran-ı Kerim onların gökten indiğini söylemez. Kuran’ın söylediği açıktır ve şöyledir:----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Yerin yüzüne sabit ve muhkem dağlar koydu ve onu bereketlendirdi ve oradakilerin rızkını, bütün rızk arayanlar için eşit olarak, dört devirde tevzi etti.” 30 Allah, bu ayette, tabiatın yaratılışı ile muhtelif servetlerin yaratılışı konusunu anlamak için muhtelif ilimler hakkında bilgi edinmek lazım geldiğine işaret etmektedir. Bu bilgiyi, Allah parça parça açıklamaktadır. Bunun bir kısmı esasen açıklanmıştır, bir kısmı gelecekte açıklanacaktır. Daima yeni meseleler, sorular ortaya çıkacak ve bunlara cevap verilecektir. Fakat Allah: “Tabiatın yaratılışını ve tabiat servetinin yaratılışını, biz o şekilde anlattık ki bütün insanlar her zaman (kabiliyetlerine göre) onlarda tatmin edici ve doğru bir beyan ve tasvir bulacaklardır” diyor. Binaenaleyh, Kuran-ı Kerim’den anlaşılıyor ki, tabiatta her şey Allah’tan inmekte yani O’nun tarafından ihsan edilmektedir. Fakat gökten düşmemektedir. Onların yaratılışı bu arzın içinde ve üstünde ve arasında vuku bulmaktadır. Onlar arzın üstünde büyüyüp yetişirler, veya arzın sathının altından 24 Al-i İmran Suresi; Ayet 155 Zümer Suresi; Ayet 7 26 Araf Suresi; Ayet 27 27 Bakara Suresi; Ayet 58 28 Hadid Suresi; Ayet 26 29 Şûra Suresi; ayet 28 30 Ha Mim Secde Suresi; Ayet 11 25 23 kendilerini gösterirler. O halde, nüzul (inmek) kelimesi Mesih’in gelişi hakkında kullanıldığı zaman başka manaya delalet edemez: ancak Vadedilen Mesih’in önemine, mübarekliğine ve manevi itibarına delalet edebilir. Yoksa, katiyen cismani olarak gökten arza düşeceği kast edilmemiştir. Birçokları “nüzul” kelimesinin Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz için dahi kullanıldığını unutuyorlar. Bütün Kuran müfessirleri bu tabiri Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)büyüklüğüne ve gelişinin önemine işaret sayıyorlar. Hakları da vardır, çünkü bütün cihanın bildiği gibi, Peygamber Efendimiz Kureyş’in şerefli bir ailesi içinde dünyaya gelmişti. Babasının ismi Abdullah ve annesininki Amine idi. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)gelişini “Nüzul” diye tasvir eden ayet şudur: ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Allah, iman edenleri ve iyi iş işleyenleri karanlıktan ışığa çıkarması için, size açık İlâhî ayetler okuyan bir öğüt verici, bir peygamber, indirdi.” 31 Şimdi, aynı nüzul (inmek) kelimesinin Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Mesih hakkında kullanılmış olması hayrete şayandır. Bununla beraber, aynı kelime Peygamber Efendimiz hakkında bir türlü, Mesih hakkında başka türlü tefsir edilmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yeryüzündeki bütün diğer insanlar gibi doğdu, büyüyüp peygamber oldu ve Kuran-ı Kerim bu hadiseyi anlatmak için Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında nüzul (inmek) kelimesini kullandı. Ama aynı kelime Mesih için kullanılınca neden aynı manaya gelmesin? Neden Vadedilen Mesih de Peygamber Efendimiz gibi “nüzul” etmesin yani yeryüzünde doğup büyüyüp peygamber olmasın? VADEDİLEN MESİH NEDEN MERYEM OĞLU İSA DİYE ADLANDIRILDI? Mesih’in ikinci gelişiyle ilgili kehanet hakkında üçüncü bir itiraz ortaya atılmıştır. Hadislerde vadedilen kişi Meryem Oğlu İsa diye isimlendirilmiştir. Nitekim, kehanet görünüşte birinci Mesih hakkındadır. Yani tarihin kaydettiği İsa’nın cismani olarak zuhuru vasıtasıyla gerçekleşmesi lazımdır. Ancak bütün lisanların mecazlarla dolu olduğu unutuluyor. İsa ismi İsa’dan gayrı şahıslar hakkında sık sık kullanılıyor. Ama buna hiçbir itiraz edilmemektedir. Lâkin, Allah sözünde bir şahsa İsa ismi verilirse, manası hakkında tereddüt edilmektedir. Halbuki günlük konuşmalarımızda çok cömert olana Hatem-i Tai tab’an felsefe eğilimli olan şahsa Tusi ve diyalektik muhakeme kabiliyeti gösteren kişiye Razi denilmektedir. Durum böyle iken, İsa İbn Meryem ismi hususunda neden itiraz edilmektedir? İbn Meryem muayyen bir ferdin ismi ise Hatem, Tusi ve Razi de muayyen fertlerin isimleri değil midir? Bu isimler başka şahıslara verilince hiç kimse yanılıp onların asıl Hatem, Tusi veya Razi olduklarını 31 Talak Suresi; Ayet 11 24 düşünmediği halde, Vadedilen kişiye İsa İbn Meryem adı verilince bunun 1900 sene önce dünyaya gelmiş olan Meryem Oğlu İsa anlamına geldiğini düşünmeye neden gerek olsun? Mamafih Hatem, Tusi ve Razi isimleri ile İbn Meryem ismi arasında bir fark vardır. Evvelki üç taneden her biri zamanla muayyen bir mana iktisap etmiş, fakat Kuran-ı Kerimin kendisi Meryem ismini manevi bir hali tasvir etmek için kullanmıştır: -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Allah müminlere Firavunun karısını misal olarak getirir. O “Rabbim, bana nezdinde, cennette bir ev yap ve beni Firavun ve işlediği işten kurtar ve beni zalim kavimden koru” demişti. Allah onlara İmran kızı Meryem’i de misal olarak gösterir. Meryem iffetini korudu. Biz de ona Ruhumuzdan üfledik; o kendi şahsında Rabbinin sözlerini ve kitaplarını gerçekleştirdi çünkü itaat edenlerdendi.” 32 Bu ayetlerde müminler Musa’ya eziyet eden Mısır Firavununun karısına benzetiliyor. O, akıbetinin cennette, kurb-u İlahide, olmasını diledi ve Firavun ile entrikalarından ve keza zalimane icraatına ortak olmaktan kurtulmayı niyaz eyledi. Müminler aynı zamanda İmran’ın kızı Meryem’e de benzetilmektedir. O, iffetini muhafaza etti. Allah’tan vahiy aldı. O’nun talim ve telkinlerinin ve kitaplarının gerçekliğini tasdik etti. Keza, Allah’ın (C.C.) en sadık kullarından biri olduğunu ispat etti. Burada, müminler iki tip olarak tasvir ediliyor: Firavunun karısı gibi olan tip ve Meryem gibi olan tip. Müminlerden hiç olmazsa bir tipin Meryem gibi olduğu aşikârdır. Bu nedenle vâdedilen kişiye Meryem Oğlu ismi verilmişse bu, vâdolunan kişinin başlangıçta Meryem gibi bir hali olacağı ve büyüdüğünde o halden çıkıp İsa gibi bir hale erişeceği manasındadır. Yani Vadedilen Mesih’in hayatının ilk günleri Meryem’inki gibi kudsi ve lekesiz olup daha sonraki hayatı Hz.İsa’nın (A.S.) hayatına benzeyecektir. Ruhülkudus (Cebrail) Hz.İsa’yı desteklediği gibi Vadedilen Mesih’i de destekleyecektir. Hz.İsa (A.S.) hayatını hakka ve iyiliğe vakfetmişti. Nitekim Vadedilen Mesih de dünyada hak ve doğruluğun yerleşmesi için hayatını sarf edecektir. Ne yazık ki, zamanımızın din adamları Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde düşünmüyorlar. Kuran-ı Kerim’in manasını anlamak için daha derine gitmeyi kendi kendilerine yasak etmişlerdir. Bundan dolayı onun pak metnin düzeyinden daha derinde bulunan güzellik ve mana onların gözünden kaçıyorsa hayret etmemeli. Kuran-ı Kerim’i ve peygamberlerin hayatlarını inceleyip, ruhani âlimlerinin söylediklerini, bugünkü Müslüman din adamları gözden geçirme zahmetine katlanmış olsalardı, gerçeği keşfedeceklerdi. Örneğin; büyük evliyalarından Şeyh Şehabeddin Suhreverdi (A.R.) Avarifa’l-Maarif adlı eserinde doğuşun iki türlü olduğunu söylüyor: Alelade cismani doğuş ve manevi doğuş. İfadesini desteklemek için onun seçtiği kişi Hz.İsa’nın (A.S.) ta kendisidir. Şeyh divor ki: ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------32 Tahrim Suresi; Ayet 12-13 25 “Cismani doğuşta evlat babanın parçası olduğu gibi, mürit de şeyhin bir parçasıdır. Bu doğuş, Hz.İsa’nın (A.S.) “Hiç kimse iki kere doğmadıkça göğün melekûtuna dahil olamaz” dediği zaman kastettiği manada, manevi doğuşa inkılap eder.” Şeyh Şehabeddin Suhreverdi’nin (A.R.) sözü şöyle devam ediyor: Birinci doğuş insanı maddi aleme ve ikinci doğuş manevi aleme bağlar. Aynı konu Kuran-ı Kerim’de de vardır: --------------------------------------------“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” 33 Kısacası, Şeyh Şehabeddin Suhreverdiye göre, her insan manevi bir doğuş geçirir. Şeyh, bu görüşünü desteklemek üzere, Kuran-ı Kerim’den bir ayet ve bir ferdin manevi inkişafa mazhar olmak için manevi doğuş geçirmesini gerekli sayan Hz.İsa’nın (A.S.) bir sözünü nakletmiştir. Ruhani âlemde ilerlemek için gerekli olan bu manevi doğuştan Vadedilen Mesih’in geçmesine neden itiraz edilmektedir? Özetle, birinci Mesih’in tekrar hayata döneceği ve insanlığı irşat için bir gün ortaya çıkacağı fikri Allah’ın (C.C.) büyüklüğüne, talim ve telkinine, keza Peygamber Efendimizin (S.A.V.)manevi mertebesine aykırı düştüğü gibi, kayıtlara geçmiş olan sözlerine de ters düşmektedir. Bu inanç isabetsizdir ve dar bir düşüncenin mahsulüdür. Gerçek şudur ki, Mesih’in ikinci gelişi Muhammed Ümmetinden bir kişi vasıtasıyla ve onun şahsında gerçekleşecekti. Bu kişi birinci Mesih’in rengiyle renklenip onun huyu ve karakteri ile ortaya çıkacaktı. Müjdelenen bu Mesih Allah ve Resulün Vaadine uygun olarak gelmiştir. Birçok insan onun feyzinden feyiz aldı. Onun kutsal ruhunun bereketiyle Allah (C.C.) yolundan sapmış birçok kimse tekrar doğruyu buldu. VAHYİN DEVAMI VE ÜMMETİ PEYGAMBERİN GELMESİ Bize yöneltilen dördüncü büyük itiraz şudur: Bize göre vahyin müessesesi ve peygamberlerin gelmesi Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)sonra da devam etmektedir. Bu itiraz dahi etraflıca düşünmediklerinden veya husumet ve peşin hüküm ileri sürdüklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçek şudur ki, biz kelimelerden ziyade onların manasına önem veririz. Allah (C.C.) ve peygamberin onuruna yakışan her söze inanmayı tercih ederiz. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)peygamberliğini kaldırıp dünyaya yeni bir şeriat ve yeni bir kıble verecek; İslâm şeriatının herhangi bir hükmünü değiştirecek; insanoğlunu Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) değil kendine itaate davet edecek; Muhammedi ümmetin dışından ortaya çıkacak, veya Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) feyiz almaksızın herhangi bir manevi 33 En’am Suresi; Ayet 76 26 mertebeye erişebilecek bir kişinin gelebileceğine bir an için dahi inanamayız. Çünkü bize göre, böyle bir kişinin gelmesi İslâmiyet’in sonu olup Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) Allah (C.C.) tarafından verilen sözlerin yalan çıkacağı anlamına gelecektir. Ama böyle bir şey imkânsızdır ve biz böyle bir inançtan tiksiniriz. Keza, insanlara geçmişte daima bahşedilen nimet ve ihsanların Peygamber Efendimiz (S.A.V.) geldikten sonra artık bahşedilmez olduğu inancını doğru bulmayız. Bizce o ilahi feyiz kapılarını kapatmak için değil her zamankinden daha çok açmak için geldi. Nitekim onun zuhuru ile manevi ilerleme imkânlarının arttığına inanırız. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)insanları Allah’a (C.C.) yaklaşmaktan menetmek için gönderildiğini düşünmeyiz. Bugün, bir öğreticinin Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şeriatını kaldırıp onun yerine geçebileceğini düşünmekten tiksindiğimiz gibi onun zuhuru ile vahiy ve vahiy nimetlerinin sona erdiğini düşünmekten de nefret ederiz. Bu iki düşünce, Peygamber Efendimizi (S.A.V.) küçülten ve öğrettiklerini çürüten düşüncelerdir. Bundan dolayı, her ikisini de reddederiz. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) insanlık için bir nimet olduğuna içtenlikle inanırız. Onun manevi feyizlerinin devam etmekte olduğunun bilincindeyiz. Onun zuhuru, insanları manevi feyizlerden mahrum etmemiştir. Tersine, onun zuhuruyla Allah’ın (C.C.) insanlara her zaman bahşettiği manevi feyiz ve nimetler eskisinden daha bol olarak akmaya başlamıştır. Onun zuhurundan önce bu ilahi feyizler bir ırmak gibi akıyordu. Ama Peygamberimizin zuhurundan beri muazzam bir nehir gibi akmaktadır. Çünkü onun zuhurundan önce manevi alemdeki bilgi kemale ermemişti; onun gelişiyle bu bilgi kemale erdi ve kamil irfan ancak kamil bilgi ile elde edilir. Kuran-ı Kerim kendisinden önceki hiçbir semavi kitabın öğretmediğini öğretiyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) manevi meselelerde kendinden önce gelenlere nazaran daha derin bir vukufa mazhar kılınmıştı. Manevi vukufun artmasıyla, bugün müminler önce ulaşılamayan manevi yüksekliklere ulaşabiliyorlar. Böyle nimetler olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V) öteki peygamberlere nazaran ne üstünlüğü olabilirdi? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi köleliğinden azat olan peygamberin gelmesini reddederiz. İşte bundan ötürü, biz Hz.İsa’nın (A.S.) Peygamberimizin ümmetine yol göstermek üzere geri gelebileceğini kabul etmeyiz. Çünkü o Peygamber Efendimiz’e tabi olmâdan peygamberlik mertebesine erişmiştir. Fakat Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi kölelerinden olup onun şanını yücelten bir peygamberin gelişini reddetmeyiz. Ey aziz okuyucu! Allah senin gönlünü ilahi nurla doldurup hakkı tanıması için gözlerini açsın! Kendisinden önceki bir peygamberi hükümsüz kılan peygamber yeni bir şeriat getirir. Ayrıca o kendisinden önceki peygamberin manevi köleliğine girmeksizin bu mertebeye yükselir. Ama daha önceki bir peygambere tabi olarak, ondan aldığı feyiz ve nura dayanarak; ona itaat ederek peygamberlik mertebesine erişmiş bulunan bir peygamber. daha evvelki peygamberi hükümsüz kılmış olmaz ve olamaz. Bu çeşit peygamberlik, daha evvelki peygamberi küçük düşürmek şöyle dursun, onun ve getirdiklerinin şan ve şerefini artırır. Kuran-ı Kerim’den anlaşıldığına göre peygamberliğin bu çeşidi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmetine açıktır. Akl-i selim de bu görüşü desteklemektedir. Zira, bu 27 çeşit peygamberlik ümmet-i Muhammediyye için erişilemeyecek bir mertebe ise, o zaman, o diğer peygamberlerin ümmetlerine nazaran hiçbir üstünlüğe sahip olamaz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Musa’ya tabi olanlar arasında peygamberlikten daha aşağı bir manevi mertebe olan Muhaddes mertebesine erişmiş kimseler bulunduğunu söylemişti. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz kendi manevi feyziyle insanları Muhaddeslikten daha yüksek bir mertebeye çıkaramıyorsa, o zaman onun “insanların ve peygamberlerin en hayırlısı” olmasının ne anlamı kaldı? “Peygamberlerin en hayırlısı” olabilmek için onun kendisinden daha önceki peygamberlerde bulunmayan meziyetlere sahip olması gerekir. Bize göre, bu hususi meziyet şudur ki, daha evvelki peygambere tabi olanların erişebileceği en yüksek mertebe muhaddes mertebesidir. Daha evvelki peygamberlerin manevi kudreti bundan ileriye gidemez. Halbuki, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) tabi olanlar peygamber mertebesine erişebilirler. Onun “kuvvet-i kudsiyesi”nin kemali ve mucizesi işte budur. Onun “Kuvvet-i kudsiye”sinin bu kemalini görünce müminin kalbi aşkıyla dolup taşar. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zuhuru bu çeşit peygamberliğe erişmeyi ortadan kaldırsaydı, onun zuhuruna bir nimet değil bir musibet nazarıyla bakılması icap ederdi. Kuran-ı Kerim’in de faydasız bir kitap diye bir tarafa atılması gerekirdi. Zira bu peygambere ve bu kitaba inananlar peygamberlik mertebesine erişemezlerse, onun zuhurundan evvel müminlerin bu manevi mertebeye yükselmesi mümkün iken onun zuhurundan sonra mümkün olmadığını itiraf etmemiz gerekir. Kuran-ı Kerim’den önce vahyolunan kitaplar kendi okuyucularını ve ümmetlerini peygamber mertebesine yükseltmek, yani onları İlâhi lütfun bu derecesine eriştirmek kudretine haizdi. Kuran-ı Kerim bu kudretten mahrum mudur? Eğer mahrumsa, gerçek müminlerin kalbi kanamaya ve ruhlarındaki ateş sönmeye başlayacak. ****************** Çünkü onlar “Peygamberlerin peygamberi” ve “âlemlere rahmet” olanın gelişiyle maneviyat sahasında yeni yükselme yollarının açılacağını ve O’nun yolunda yürümek suretiyle, Rablerine her zamankinden daha çok yaklaşacaklarını umarlarken, O’nun gelişi (haşa) öteden beri açık olan rahmet kapılarının kapanmasına sebep oldu!**********”********* Acaba bir mümin bir an için Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında böyle bir düşünceye kapılabilir mi? Gönlünde onun sevgisini besleyen bir saniye için bile bu inancı taşıyabilir mi? Allah (C.C.) şahidimiz olsun ki. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) feyiz ve bereketi tükenmeyen eşsiz bucaksız bir denizdir. O nuru hiç sönmeyen manevi âlemin güneşidir. Bir fâni onun feyzi ve bereketini kapsayacak güce sahip değildir. O, rahmet kapılarını kapatmamış; tersine ardına kadar açmıştır. Daha önceki peygamberler ile onun arasındaki fark budur. Geçmişteki peygamberlerin ümmetleri onlara itaat ederek sadece muhaddes mertebesine kadar yükselebilirlerdi. Onların manevi feyiz ve bereketiyle ümmetlerinden biri peygamberlik mertebesine erişemiyordu. Ama Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmeti için durum farklıdır. Onun ümmetinden olup ona itaat eden biri peygamberlik mertebesine erebilir. Ama onun ümmetinden biri peygamber de olsa, yine ümmetinden bir fert olarak kalır. Onun mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi köleliğinden azat olamaz; ümmetinin halkası dışına çıkamaz; onun ümmeti, bendesi ve hizmetkârı olarak kalır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) feyiz ve bereketiyle onun izinde yürüyen bir ümmetî bu yüksek mertebeye 28 erişebilir. Ama mertebesinin yüksekliği onun Ümmet-i Muhammediyyeden biri olmak durumunu ve sıfatını değiştirmez. Gerçek şudur ki, onun mertebesi ne kadar yüksek olursa, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) karşı şükran ve minnet borcu da o kadar artar. Çünkü Allah’a (C.C.) yakınlık bakımından, Peygamber Efendimiz hiçbir faninin erişemeyeceği bir noktaya erişmiştir. Onun ulaştığı yüksekliğe diğerlerin hayalleri bile ulaşamamıştır. Aynı zamanda onun Allah huzurundaki mertebesi insanın tasavvur edemeyeceği bir süratle her an artmaktadır. Nitekim ümmetinin ilerlemesi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ilerlemesine muhtaçtır. O ilerlediği için ümmeti de ilerledi. O himmetli ayağını yükseklere bastığı için ümmeti de yüksek mertebelere ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bu yüce mertebesinden dolayı yukarıda zikredilen şartlı peygamberliğin devamını kabul etmek zorundayız. Çünkü bu çeşit bir peygamberliğin devamı Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şanını ve büyüklüğünü artırır. Ama bu nimet kapısını kapalı kabul ettiğimiz takdirde onun şanı ve şerefi zedelenir. Bir öğretmenin büyüklüğü yetiştirdiği öğrencilerin büyüklüğüyle belli olduğu gibi bir kralın büyüklüğü de emri altında bulunan diğer itaatkâr kralların büyüklüğüyle belli olur. Nitekim, üstün zekaya sahip olan bir öğretmen kendisi gibi yetenekli öğrenciler yetiştirmezse pek üstün zekalı sayılmaz. Hakimiyeti altında tabi krallar bulunmayana, imparator ve krallar kralı denmez. Tıpkı bunun gibi, ümmeti arasından peygamberler çıkabilen bir peygamber, ümmeti arasından peygamberler çıkmayan bir peygamberden daha büyüktür. Nübüvvet hakkındaki bu yanlış inancın bugünkü Müslümanlar arasında nasıl revaç bulduğu meselesi önemlidir. Bugünkü Müslümanlar diyorum, çünkü eski din adamları bugünkü Müslümanlarca kabul edilen düşüncenin tam tersi olan görüşlere sahiptiler. Muhiddin İbn Arabi, İbn-i Kayyim, Mevlana Celalettin Rumi, İmam Rabbani Şeyh Ahmed Sirhindi gibi din bilginleri bu konu üzerinde şimdiki Müslümanların görüşlerine muhalif görüşler beyan eden İslâm büyükler arasında zikrolunabilir. Aslında nübüvvetin ne demek olduğunu anlayamadıklarından dolayı bu konuda yanılmışlardır. Onlara göre bir peygamber yeni bir şeriat getirmeli veya eski şeriatın bazı emirlerini kaldırmalı yahut daha önceki peygambere tabi olmamalı. Gerçek şudur ki bir peygamberin peygamber olması için onda bu şartların bulunması gerekmez. Bir insan bu şartlardan hiçbirini yerine getirmediği halde yine de peygamber olabilir. O, yeni bir şeriat getirmediği gibi daha önceki şeriatin bazı emirlerini kaldırmamış olabilir. O daha önceki bir peygambere tabi de olabilir. Zira peygamberlik manevi bir mertebedir; Allah’a yakınlığın bir derecesidir. Bu mertebeye, bu yakınlık derecesine erişen kişi, insanlara Allah (C.C.) yolunda rehberlik etmek için tayin edilir. O, manen ölmüş olanları diriltmek ve manevi kuraklıktan kuruyan kalpleri yeşertmek işi ile görevlendirilir. Allah’tan (C.C.) aldığı vahyi insanlara bildirmek, kendine ve aldığı vahiye inananları bir araya toplamak ve hakikati yaymak üzere bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır olan bir cemaati kurmak onun vazifesidir. Bu fedakâr cemaat Allah’ın (C.C.) elçisini örnek alıp kalbini temizler ve amelini düzeltir. 29 Kısacası, nübüvvetin mefhumunu kavrayamadıklarından dolayı bugünkü Müslümanlar bu yanlış inancı taşımaktadırlar. Halbuki nübüvvetin bazı çeşitlerinin Muhammedi Ümmet içinde devamı, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) mertebesini alçaltmaz, aksine yükseltir. HATEM-EN NEBİYYİN’İN MANASI “Muhammed (S.A.V.)içinizdeki erkeklerden hiçbirinin babası değildir, fakat Allah’ın (C.C.) bir peygamberi ve “Hatem-en Nebiyyin”dir.” 34 Bu ayet-i kerime sunulup her çeşit peygamberliğin sona erdiği iddia ediliyor. Ama Kuran-i Kerim’de “hatem” kelimesinin Allah tarafından kesr ile değil fetha ile kullanıldığı unutulmaktadır. Yani ilahi metinde kullanılan kelime “hatim” değil “hatem”dir ve hatem mühür demektir. Hatim ise son şahıs veya sonuncu manasına gelir. Şimdi hatem, yani mührün vazifesi tasdik etmektir. Nitekim söz konusu ayet-i kerime “Muhammed (S.A.V.)peygamberlerin mührüdür”, manasını kapsamaktadır. Büyük hadis bilgini İmam Buhari (R.A.) bu ayeti tefsir ederken, peygamberin mübarek vücudu üzerindeki bir nişandan bahseden hadisleri yazmıştır. Hadis âlimleri bu nişana “Mührü Nübüvvet” adını vermişlerdir. Yazık ki, Kuran-ı Kerim’in güzel kelimeleri üzerinde durup düşünmezler ve böylece onun gerçek manasını gözden kaçırırlar. Evvela umumi siyaku sibakı (sözün gelişi, sözdeki uygunluk ve tutarlık) ve ondan sonra ayetlerle kelimelerini dikkate alsalar, bu ayetin manası gözlerinden kaçmaz. Zira hiç kimse, siyak ve sibakı kavramaksızın, ayetlerin ayrı ayrı manasını anlayamaz. Şimdi, siyak ve sibak, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)hiçbir erkeğin babası olmadığını, yani erkek evladı bulunmadığını beyan etmek suretiyle başlıyor. Ayet ondan sonra Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)erkek evlada sahip olmamakla beraber, bir peygamber, hem de yalnız peygamber değil bütün peygamberlerin mührü olduğunu söylüyor. Açıkça görülüyor ki, ayetin ikinci kısmında beyan edilen şey, birinci kısmında kabul ve teslim olunan şeyi hafifletmek içindir. Birinci kısım belli bir noksanı kabul ve teslim ediyor; ikinci kısım bu noksan hafifletmek için bir beyanda bulunuyor. Lâkin, Kuran-ı Kerim’i okuyan Müslümanların bildiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)erkek evladı bulunmadığını ikrar etmek, başka bir ayetin söylediğini inkâr etmek demektir. O ayet şudur: -----------------------------------------------------------------------------------------------------“Gerçekten zürriyetsiz olan sen değilsin, senin düşmanındır.” 35 Bir beyana ters düşen bir ikrar açıklamaya muhtaçtır. Bir ayet (108/4) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)düşmanını, başka bir ayet ise (33/41) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)kendisini zürriyetsiz diye tavsif ediyor. Bu tezadı ortadan kaldırmak için, Allah (C.C.) (33/41) ayetinde Peygamber 34 35 Ahzab Suresi; ayet 41 Kevser Suresi; Ayet 4 30 Efendimiz’in (S.A.V.)adına mühim bir iddiada bulunuyor. İddia, bu tezadı kabul ve ikrar etmenin kolayca ortaya çıkarabileceği şüpheyi veya güçlüğü ortadan kaldırmak içindir. İddia şudur: Gerçekten Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)maddi manada erkek evladı yoktur. Fakat, bu bir mahzur teşkil etmez ve onun hakikatte zürriyeti olmadığı manasına gelmez. Çünkü, onun izinde yürüyenler bulunacak, manevi zürriyeti maddi zürriyetinin yokluğunu telafi edecektir. Fakat o, bir peygamberden de daha fazla bir şeydir; peygamberlerin mührüdür. Peygamberlerin mührü tabiri ayrı bir mana taşımaktadır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)yalnız alelade taraftarlara ve iman edenlere sahip olmakla kalmayacağı, Peygamberlerin mührü sıfatıyla başkalarını nübüvvet manevi mertebesine yükseltmek salahiyetini de haiz bulunacağı manasına gelmektedir. O, yalnız iman edenlerin değil fakat peygamberlerin bile atası olacaktır. Peygamberliğin sona erdiğini göstermek için ileri sürülen ayet bilakis onun devam edeceğini göstermektedir. Fakat bu ayeti kerime yeni bir şeriat getiren, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)feyzinden feyiz almayıp kendi zatında müstakil ve bağımsız olan her çeşit peygamberliğin kapısını kapatmaktadır. Çünkü böyle bir peygamberliğin devamı onun manevi feyzinin sona erdiği anlamına gelecektir. Böyle bir peygamberlik “Hatemen Nebiyyin” ayet-i kerimesinde zikrolunan Resulüllahın (S.A.V.) manevi cedliği ile bağdaşmaz. BEN PEYGAMBERLERİN SONUNCUSUYUM, BENİM MESCİDİM DE MESCİDLERİN SONUNCUSUDUR Başka bir iddiaya göre, peygamberliğin devam ettiği inancı Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bazı hadislerine de aykırıymış. Çünkü o “Ben peygamberlerin sonuncusuyum” ve keza “Benden sonra peygamber yoktur” demiştir.” Dediklerine göre bu hadislerden Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği neticesi çıkarmış! Yazık ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) hadislerini delil olarak zikredenler “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum” kelimelerinin ardından “Ve benim mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerinin geldiğini unutuyorlar. Hadisin tamamı şöyledir: --------------------------------------------------------------------------------------------------“Ben peygamberlerin sonuncusuyum ve benim mescidim (camim) mescitlerin sonuncusudur.” 36 Binaenaleyh, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)zaman bakımından peygamberlerin sonuncu ise, Medine’de 36 inşa ettirdiği cami de hakiki manada camilerin sonuncusudur. Dolayısıyla Peygamber Sahih Müslim; Kitab-ül Hacc, Bab Fadl-üs Salati Bi Mescidi 31 Efendimiz’in (S.A.V.)Medine’deki caminden sonra başka bir cami inşası caiz değildir. Ama “Ben peygamberlerin sonuncusuyum” hadisini ileri sürüp peygamberliğin sona erdiğini iddia edenler, aynı hadiste “Ve mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerini okumalarına rağmen camiler inşa etmektedirler. Şehirler ve kasabalar var ki, oralarda lüzumundan fazla camilerle mescitler mevcuttur ve bu yüzden birçokları cemaatsiz kalmaktadır. Birçok bölgede birbirine çok yakın olan camilere rastlanır ve böylece onların fazlalığı göze çarpar. Eğer “Peygamberlerin Sonuncusu” tabiri peygamberliğin sona erdiğini gerektiriyorsa, “Mescitlerin sonuncusu” tabiri de Peygamber Efendimizin (S.A.V.)mescidinden sonra cami ve mescit inşasının yasak olduğunu gerektirir. Ama buna rağmen neden her gün camiler inşa edilmektedir? Bu sorumuza cevaben bize deniliyor ki Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zamanından sonra Müslümanların inşa ettiği mescit ve camiler, Peygamber Efendimiz’ce (S.A.V.) başlatılan ibadet şekline tahsis olunmuş mescit ve camilerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) birinci mescidi ne maksat için inşa etmişse, bunlar da aynı maksat için edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanlarca inşa edilen camiler Peygamberin kendi camileridir. Bu camiler taklit ettikleri model ve örnekten ayrılamazlar ve Peygamberin mescidinin sonuncu olduğu keyfiyeti ile tezat teşkil etmezler. Verdikleri bu cevap doğrudur. Aynen böyle, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) hayatını ve modelini taklit eden; onu örnek alan;’ yeni bir şey öğretmeyip sadece onu ve öğrettiklerini izleyen; onun talim ve telkinini yaymak işi ile görevlendirilen; onun feyzinden feyiz almış; bağımsız olmayıp tıpkı gölgesi gibi ona tabi olan bir peygamberin gelmesine “Son peygamber” tabiri de mani değildir. Bugün cami ve mescitler inşası Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) mescidinin “Son Mescit” oluşuna aykırı olmadığı gibi ona tabi olan bir peygamberin gelmesi de Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) “Son Peygamber” oluşuna aykırı değildir. Çünkü böyle bir peygamber onun zilli yani gölgesidir. “Benden sonra peygamber yoktur” hadisine gelince, bu hadis dahi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zaman açısından son peygamber olup kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği manasında değildir. Bunun anlamı sadece bu kadardır ki onun şeriatını ortadan kaldıracak olan hiçbir peygamber gelemez. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bu hadisi “Sonra” kelimesine dayanıyor ve ona bağlıdır. Bir şeyin diğer bir şeyden sonra gelmesi ancak birinci şey ortadan kalktığı ve ikinci şey onun yerini aldığı zaman vaki olur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberliğini ve getirdiği şeriatını yaymak, ilan etmek ve her bakımdan desteklemek üzere zuhur eden bir peygamber için “Hz.Muhammed’den sonra zuhur etti denmez. Çünkü Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberliği yine mevcut ve bâkidir Onun peygamberliğine hizmet etmek için gelen bir peygamberin peygamberliği aslında Hz.Muhammed’in peygamberliği olup onun peygamberliğinin bir parçasıdır. Ama eğer bir 32 kimse onun peygamberliğini ve şeriatını kaldırmak için gelmiş olsaydı, ona “Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) sonra gelmiştir” denecekti. Aklı başında olan her önemli konu üzerinde düşünmeye ve teker teker her kelimenin ve her metnin manasının derinliğine nüfuz etmeğe çalışır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) eşi Hz.Ayşe (R.A.) peygamberlik konusundaki hadislerin manasını ilerde Müslümanlar anlayamazlar diye korktuğundan, şu ikazda bulunmuşsa hayret edilmemeli: -------------------------------------------------------------------------------------------------O “Hatemü’l-Enbiyya”dır deyiniz, fakat ondan sonra peygamber yoktur demeyiniz.” 37 Hz.Ayşe’nin (R.A.) fikrine ve bildiğine göre, peygamberlerin zuhuru hakiki manada nihayete ermiş olsaydı, Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) sonra peygamber gelmeyecek dememeleri için halkı ne diye ikaz edecekti? O böyle bir ikazda bulunduğu zaman hata ettiyse ve söylediği Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiğine aykırı idiyse, sahabeler neden onu yalanlamadılar? “Benden sonra peygamber yoktur” hadisinin gelişi güzel tekrar edilmemesi hususundaki ikazı açıkça gösteriyor ki Hz.Ayşe’ye (R.A.) göre Hz.Resûlüllah’tan (S.A.V.) sonra bir peygamber gelmesi mümkündü. Ancak, böyle bir peygamber, yeni bir şeriat getiremez ve Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) tabi olmayıp bağımsız olamazdı. Hz.Ayşe’nin (R.A.) ikazının sahabeler tarafından tenkitsiz ve itirazsız karşılanması gösteriyor ki sahabeler onun söylediğini anlamışlar ve onun inandığına inanmışlardı. KURAN-I KERİM VE ÜMMETİ PEYGAMBERLİĞİN DEVAMI Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde iyice düşünmeyenlerin vay haline! Kendileri yanıldıkları gibi başkalarını da yanıltırlar. Yanlış yola sapmaktan imtina ettiğimiz için bize öfkelenenlerin vay haline! Onlar bize dinsiz ve kâfir diyorlar. Ancak, bir mümin yalnız Allah’tan (C.C.) korkar; başkalarının tehditlerinden korkmaz. Bir insan başka bir insana ne fenalık yapabilir? Yapabileceği en büyük fenalık öldürmektir. Fakat bir mümin ölmekten korkmaz. Onun için ölüm Allah’ın (C.C.) cemalini müşahedeye kapı açar. Bizi kötüleyenler Kuran-ı Kerim’in nasıl bir hazine olduğunu bir bilseler! O, tükenmeyen bir hazinedir ve ebediyete kadar insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam edecektir. İnsanların manevi ilerlemeleri için öyle şeyler öğretiyor ki, ondan önce gelmiş olan kitaplar bunun küçük bir cüz’ünü bile ihtiva etmemektedir. Onlar Kuran-ı Kerim’in değeri hakkında bir fikre sahip olsalardı, topladıkları azıcık bilgi ile kanaat etmeyeceklerdi. Onun manasının derinliklerine dalacaklar, Allah (C.C.) ile ilişki kurmak ve O’na yakın olmak için çaba sarf edeceklerdi. Zahire önem verdikleri gibi gönül temizliğinin değerini bilselerdi ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)talim ve telkininin sadece lafzına değil ruhuna da aldırış etselerdi, manevi yükselmeleri için Kuran-ı Kerim’in kendilerini hangi yola çağırdığını öğrenmeye çalışırlardı. Böylece hareket etselerdi, içerideki özden ziyade dışarıdaki görünüşe kıymet verdiklerinin ve boş kadehi dudaklarına götürmekle susuzluklarını gidermeyi umduklarının farkına varırlardı. Onlar Fatiha Suresini okumuyorlar mı? Bu suredeki dua, 37 Tekmile Mecma-ul Bahar, s.15 33 Allah’a manevi mükafatlar için yalvarmayı müminlere öğretmiyor mu? Günde aşağı yukarı elli defa “İhdinassıratal Müstakim. Sırâtalleziyne en’amte aleyhim” yani “Bize doğru yolu göster yani nimet verilen kimselerin yolunu” diye dua etmiyorlar mı? Böyle dua ediyorlarsa, müminlerin günde beş vakit Fatiha Suresiyle Allah’tan (C.C.) niyaz ettikleri mükafatların ve nimetlerin neler olduğunu hiç düşündükleri oldu mu acaba? Batın gözü Fatiha Suresindeki duanın manası üzerine çevrilmiş olarak bir defacık olsun ibadet etmiş olsalardı, kendi kendilerine “Bu doğru yol nedir ve Allah’ın (C.C.) bize vermek istediği nimetler nelerdir? sorusunu sık sık soracaklardı. Eğer bu soruyu sormuş olsalardı, dikkatleri Nisa Suresindeki şu mühim ayet üzerine çevrilecekti: ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Onlar kendilerine söylenileni yapsalar, haklarında daha hayırlı ve imanlarını sağlamlaştırmak hususunda daha tesirli olurdu. O takdirde, tarafımızdan onlara büyük bir mükafat verirdik ve onları doğru yola sevk ederdik. Her kim Allah’a (C.C.) ve Resulüne itaat ederse, o kimse Allah’ın (C.C.) nimetlendirdiği ve mükafatlandırdığı peygamberler, sıddikler (doğrular), şehitler ve salihlerle beraber olur ve bunlar ne kadar iyi arkadaşlardır! Bu lûtüf Allah’tandır ve Allah’ın bilmesi yeter.” 38 Bu ayetlerden açıkça görülüyor ki, bir mümin Allah’ın (C.C.) nimetleriyle mükâfatlandırılanların yoluna sevk edilmesi için dua ettiği zaman peygamberlerin, sıddikların, şehitlerin ve salihlerin yanında bulunmak ve onlarla arkadaş olmak için dua ediyor demektir. Bundan dolayı, günde aşağı yukarı elli defa tekrarladığımız bu duayı Allah peygamberi vasıtasıyla bize öğrettikten ve dua edip istediğimiz doğru yolu “nihayetinde müminlerin kendilerini peygamberler, sıddikler (doğrular), şehitler, ve salihlerle bir arada bulacakları yol” diye izah ettikten sonra, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) izinde gidenler için her çeşit peygamberlik kapısının kapandığını kim iddia edebilir ve böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Böyle bir düşünce gülünç olmaz mı? Allah gülünç bir şey öğretebilir mi? Bir taraftan peygamberler, doğrular, şehitler ve salihler arasına dahil edilmemiz için bizi dua etmeye teşvik eylerken, diğer taraftan peygamberlik mükafat ve nimetinin şimdi ve ebediyete kadar Hz.Muhammed’in (S.A.V.)ümmetine yasak edildiğini bize söylemesi mümkün mü? Böyle bir şeyi Allah göstermesin! Allah kutsal ve paktır. O bütün ayıp ve eksiklerden münezzehtir. Şayet O herhangi bir sebeple peygamberlik nimetini gerçekten yasak etseydi, mükafatlandırdığı kimselere ulaşan yolu bulalım diye dua etmeyi bize öğretmezdi. Ayrıca nimet verilenlerin yolunu açıklarken, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)itaat edenlerin söylemezdi. peygamberlik makamına erebileceğini ve peygamberlerden olabileceğini Diyorlar ki, bahis konusu ayet “Min” (-de,-den) kelimesini değil, “MA’A” (ile) kelimesini ihtiva etmektedir. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)itaat edenler peygamberlerden olmayıp sadece peygamberlerle beraber olacaklarmış. Yani bu müminler peygamberlerle sadece bir araya gelme şansına sahip olacaklarmış! Ama onlar ayetin yalnız peygamberlerden değil doğrular, şehitler ve 38 Nisa Suresi; Ayet 67-71 34 salihlerden de bahsettiğini unutuyorlar. Şayet ayetteki MA’A bir müminin peygamberlik mertebesine yükselmekten men edildiğini gösteriyorsa, onun aynı zamanda doğruluk veya şehitlik veya salihlik mertebesine yükselmekten de men edildiğini itiraf ve teslime mecburuz. Yalnız peygamberlerin değil, daha aşağı mertebede mükafatlandırılmış olanların da sona erdiğini kabul etmeliyiz. O halde, mükafatlandırılanlar arasına dahil edilmek için dua eden bir mümin sadece onların topluluğuna iltihak etmekle yetinmelidir. Yoksa, kendisi onlardan biri olamaz. Bir mümin doğruların topluluğuna katılabilir, fakat doğrulardan biri olamaz. Şehitlerin topluluğuna katılabilir, fakat kendisi bir şehit olamaz. Salihlerin topluluğuna karışabilir, fakat salihlerden biri olamaz. Yani bütün manevi mükafatlar ve mertebeler (haşa) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmetine yasaklanmış! Dualarına ve sevap kazanma yolundaki gayretlerine mukabil en çok bekleyebilecekleri şey, sadece eski ümmetlerin nimet verilmiş olanların gruplarından birine veya diğerine katılıp onlarla bir arada bulunmaktır. Ama onlar Allah yolunda varını yoğunu harcadıkları halde eski ümmetlerin manevi mertebelerini elde edemeyecekler! Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)izinde yürüyenler o gruplara eşit olarak değil, sadece seyirci olarak katılmayı temenni edebilir! Gerçek bir Müslüman böyle bir düşünceyi besleyemez. Böyle bir düşünce İslâmiyet’in, Kuran’ın ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şanına ve vakarına aykırıdır. Çünkü, bu düşünce Muhammedi ümmet içinde salih bir kulun bulunmasını bile reddetmektedir. Kısacası, bu ayetteki “MA’A” kelimesi hocaların istedikleri gibi tefsir edilirse, yalnız peygamberlik değil doğruluk, şehitlik, salihlik ve takva gibi diğer manevi mertebeleri de bu ümmet için yasaklanmış olacaktır. Gerçek şudur ki, MA’A kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olma manasına gelmez. MA’A kelimesi, iki şeyin veya şahsın aynı zaman veya mekân (yer) paylaşmasını ifade ettiği gibi iki kişinin aynı manevi dereceyi paylaşmasını da ifade eder. Yani iki kişinin aynı cemaatin üyesi olduğunu beyan etmek için de MA’A kelimesi kullanılır. Kısacası MA’A kelimesinin bir anlamı ile olup diğeri de -dan ve -den dir. Kuran-ı Kerimde bunun örneklerini görüyoruz. Aşağıdaki ayet bu örneklerden biridir: -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Muhakkak ki, münafıklar cehennemin en aşağı katındadırlar ve onlara yardım edecek hiç kimse bulamazsın. Ancak tövbe edenler, ıslah olanlar, Allah’a (C.C.) sımsıkı sarılanlar ve Allah’a (C.C.) itaatte samimi davrananlar müstesnadır. Bunlar müminlerden (ile beraber?)dır ve Allah müminlere büyük nimetler ve mükafatlar verecektir.”39 Bu ayette tövbe edenlerden, iyi iş işleyenlerden, Allah’a bağlananlardan ve O’na itaatte samimi davrananlardan bahsedilmekte, haklarında MA’A kelimesi kullanılmıştır. Burada MA’A kelimesi (ile beraber olmak) manada alındığı takdirde münafıkların tövbekâr olmalarına, iyi işlemelerine ve Allah’a (C.C.) bağlanıp O’na itaatte samimi davranmalarına rağmen, müminlerin durumuna ve derecesine 39 Nisa Suresi; Ayet 146-147 35 erişemeyecekler, sadece müminler İLE beraber olacaklardır, neticesi çıkar. Onlar sadece müminlere refakat etmek hakkını kazanacaklar, fakat onlardan biri olmayacaklardır. Böyle bir netice son derece saçmadır. Bundan dolayı bu ayette MA’A kelimesinin manası İLE beraber olmak değil, -den, -dan olmaktır. Yani tövbe edip Allah’a itaatte samimi olanlar müminlerin cemaatindendirler. Bahis konusu ayetteki (Nisa Suresi, 67-71) MA’A kelimesinin manası da İLE BERABER OLMAK şeklinde kabul edilemez. Çünkü MA’A kelimesinin manasını İLE şeklinde kabul etmekle, Allah ve Resulüne saygısızlık etmiş oluruz. Bu ayet-i kerimede de MA’A kelimesi -dan, -den manasındadır. Yani ayetin meali şöyle olacaktır: “Allah’a ve resulüne itaat edenler, Allah’ın nimetlendirdiği kimselerden yani peygamberler, doğrular şehitler ve salihlerden olacaklardır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) izinde yürüyenlere bir çeşit peygamberlik kapısını açık tutan ayetler Kuran-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde mevcuttur. Bu peygamberlik, Muhammedi Nübüvvetin zilli yani aksi veyahut gölgesidir. Bu peygamberlik ancak Hz.Resulüllah’a (S.A.V.)tam olarak itaat etmek ve onun izinde yürümek suretiyle Allah (C.C.) tarafından bağışlanır. Nitekim Araf Suresinde, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)ile ümmeti hakkında şöyle buyurulmuştur: ------------------------------------------------------------------------------------------------------“De ki: Rabbim aşikar ve gizli hayasızlıkları, günahı, haksız isyanı, hakkında bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır. Her millet için bir vade vardır. Bu vade gelince ne bir saat geri kalabilirler ne de bir saat ileri gidebilirler. Ey Adem evlatları! Eğer içinizden size ayetlerimi anlatan peygamberler gelirse veya geldiğinde, riayet edenler ve iyi iş işleyenler için korku yoktur ve onlar keder görmeyeceklerdir.” 40 Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti arasından peygamberler çıkacaktır. Ayetin siyak ve sibakı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ile ilgilidir ve Allah (C.C.), Muhammed Ümmetini ilgilendirdiğinden ötürüdür ki, peygamberler geleceğinden bahsetmekte ve bu gibi peygamberleri kabul etmenin vazifeleri olduğunu onlara hatırlatmaktadır. Bu peygamberleri kabul etmezlerse cezasını çekerler. Ayetin metininde “İmma” (eğer) bulunduğunu ve bu “eğer” kelimesinin peygamberler gelmesini şarta bağlı ve şüpheli bir hale koyduğunu ileri sürmek isteyen olursa, emeği boşa gidecektir. Çünkü, aynı kelime Kuran-ı Kerim’de Adem’in (A.S.) cennetten çıkışını tasvir için kullanılmıştır. Fakat ayetteki “eğer” kelimesinin bir şarta delalet ettiğini kabul etsek bile, Allah’a (C.C.) göre peygamberliğin kapısı kapanmış değildir. Çünkü sona erdirdiği bir şeyi şarta bağlı bir şekilde zikretmek bile Allah’ın (C.C.) şanına ve büyüklüğüne aykırıdır. 40 Araf Suresi; Ayet 34-36 36 Kuran-ı Kerim gibi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) hadis-i şerifleri de peygamberliğin koşulsuz ve mutlak olarak sona ermediğini açıkça bildirmektedirler. Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V.)geleceği vadedilen Mesih’in (A.S.) peygamber olacağını sık sık vurgulamaktadır. Eğer peygamberlik koşulsuz olarak sona ermiş olsaydı Allah’ın Resulü (S.A.V.) Vaat edilen Mesih’e dört kere Allah’ın (C.C.) Peygamberi diye hitap etmezdi. 41 AHMEDİ MÜSLÜMANLAR CİHADA İNANIRLAR Başka bir itiraza göre: “Ahmedi Müslümanlar cihadı reddediyorlarmış!” Bir insanın bu kadar yalan söyleyebileceğine daima hayret etmişimdir. Zira bizim cihadı inkâr ettiğimizi söylemek bariz bir yalandır. Bizim itikadımızca, cihat olmaksızın iman mükemmelleştirilemez. Bugün her tarafta İslâmiyet’in ve Müslümanların zaafa duçar olduğu, iman ve itikadın ortadan kalktığı veya inhitata yüz tuttuğu müşahede ediliyor. Bunun sebebi cihat konusunda tembellik göstermeleridir. Kuran-ı Kerim birçok yerinde cihattan söz etmektedir. Şimdi Kuran’a can-ü gönülden bağlı olan Müslüman Ahmediye Cemaati Kuran tarafından ileri sürülen bir inancı nasıl reddedebilir? Biz sadece kan döken, fitne ve fesadı teşvik edip nizam ve asayişi bozan ve bunların hepsini İslâm adına gerçekleştirenlere karşıyız. Böyle bir davranışla İslâmiyet’in güzel ve temiz yüzü lekelenir. Biz cihada karşı değiliz. Bizim karşı çıktığımız şey, nefsânî istekler ve kişisel çıkarların elde edilmesi için İslâmiyet’in alet edilmesidir. Biz zulüm ve isyana cihat süsü verilmesini kesinlikle kabul etmiyoruz. Aziz okuyucu! Sen de bilirsin ki, seven bir kimse sevdiğine kusur isnat edilirse fena halde hiddetlenir ve infial duyar. Aynı şekilde, sözleri veya hareketleri ile İslâmiyet’in adını kötüleyenlere biz de hiddetleniriz. Dünyada umumiyetle herkes İslâmiyet’e barbar bir din ve İslâmiyet’in peygamberine harp kundakçılığı yapan vahşi ve militarist bir hükümdar nazariyle bakmaktadır. Onlar Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) hayatında böyle bir ithamı haklı gösteren ve takva ve fazilet kaidelerine aykırı düşen bir şey mi buldular? Hayır. Müslümanlar bizzat kendi hareketleriyle bütün dünyayı İslâmiyet aleyhinde nefret ve husumet beslemeye sevk eylemişlerdir ve artık başkalarının bu görüşünü değiştirmek pek kolay olmayacaktır. Peygamber Efendimiz’e yapılan haksızlıklar arasında, bizzat Müslümanların onu yanlış tanıtmak ve başkalarına onun hakkında yanlış fikir vermek suretiyle yaptıkları haksızlık vardır. Peygamber Efendimiz şefkat ve merhamet timsali idi. Allah’ın (C.C.) en naçiz mahlukunu bile incitmek istemezdi. Buna rağmen, onu o şekilde tasvirlemişlerdir ki, başkaları ondan uzaklaşmış ve dimağları ona karşı zehirlenmiştir. 41 Sahih Müslim; Kitab-ül Fiten ve Eşrat,üs Saat, Zikr-üd Deccal, İbn-i Mace; Kitab-ül Fiten, Bab Fitne tüd-deccal 37 Zaman zaman ötede beride cihat sesleri yükseliyor. Ancak, Allah ve Peygamber müminleri nasıl bir cihada davet etmişlerdi? Bugün bizi katılmaya davet ettikleri cihat nasıl bir cihattır? Allah’ın bizi çağırdığı cihat Kuran-ı Kerim’de şöyle tarif ediliyor: ------------------------------------------------------------------------------------------------- “Kâfirlere itaat etme ve Kuran-ı Kerim vasıtasıyla onlara karşı büyük cihat et.” 42 Bundan dolayı, en büyük cihat Kuran’ın yardımıyla yapılan cihattır. Müslümanlar bugün böyle bir cihada mı çağrılıyor? İmansızlara karşı mücadele etmek için ellerinde yalnız Kuran olduğu halde ortaya çıkan kaç kişi var? İslâmiyet ve Kuran bugün asli güzellikleriyle insanları cezbedemezlerse, İslâmiyet’in gerçekliğine dair elimizde ne delil var? Bir insanın sözü bile kalpleri değiştirirken Allah’ın (C.C.) sözü kalpleri değiştiremez mi? Allah’ın (C.C.) Kelamı kılıcın yardımı ile mi dünyada değişiklik yaratabiliyor? İnsanlığın uzun tecrübesi gösteriyor ki kılıç kalplerde değişiklik yaratamaz ve İslâmiyet’e göre korku veya taltif ile insanların dinini değiştirmeye çalışmak bir musibettir. Allah. Kuran-ı Kerim’de: --------------------------------------------------------------------“Münafıklar sana geldikleri vakit “Senin gerçekten Allah’ın Resulü olduğuna şahadet ederiz” derler. Allah, senin, Kendi resulü olduğunu bilir. Fakat münafıkların yalancı olduklarına da şahadet eder” 43 dememiş midir? Burada zahirde iman edip kalben münafık olanlardan söz edilmektedir. İslâmiyet’i kılıçla yaymak doğru olsaydı, zahiren İslâmiyet’i kabul ettikleri halde içleri yine imansız olanlardan bu şekilde Kuran’ın söz etmesi doğru olmazdı. Çünkü bu durumda onlar Kuran öğretisinin gerçek ürünü olacaklardı. Gerçek şudur ki, sopa zoruyla iman ve ihlas dolu bir cemaatin kurulması mümkün değildir. İnsanları zorla İslâmiyet’e sokmak isteyen büyük bir yanılgı içindedir. Çünkü böyle bir düşünceyi İslâmiyet kesinlikle reddetmektedir. Unutulmamalıdır ki. İslâm din hürriyetini kabul eden ilk dindir. Allah (C.C.): -------------------------------------------------------------------------------“Dinde zorlama yoktur. Muhakkak ki, doğru yanlıştan ayrılmıştır” 44 buyurmaktadır. 42 Furkan Suresi; Ayet 53 Munafikûn Suresi; Ayet 2 44 Bakara Suresi; ayet 257 43 38 İslâmiyet’e göre bir fert inanmakta veya inanmamakta serbesttir. İslâmiyet aynı zamanda şunu da öğretiyor: ----------------------------------------------------------------------------------“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” 45 Burada din savaşlarının kanunu açıkça bildirilmiştir. Bir dini savaş, din meselesi yüzünden Müslümanlara savaş açanlara ve Müslümanları zorla dinlerinden döndürmeye çalışanlara karşı yapılacaktır. Fakat böyle bir harpte bile İslâmiyet haddin aşılmasını menetmiştir. Müslümanları zorla dinlerinden döndürmeye çalışan bu teşebbüslerinden vazgeçerlerse, Müslümanlar da aynı şekilde harpten vazgeçmeye mecburdur. Böyle bir talim ve telkin karşısında hiç kimse İslâmiyet’in yayılması için harp etmeyi öğrettiğini söyleyemez. İslâmiyet’in önerdiği savaş herhangi bir dini yok etmek veya ona zarar vermek için değil, aksine din hürriyetini ileri götürmek ve ibadet yerlerini korumak içindir. Kuran-ı Kerim’de açıkça emrolunan şudur: -----------------------------------------------------------------------------“Kendilerine karşı savaş açılanlara, zulme uğradıklarından, dövüşmek için izin verildi; ve Allah onlara yardıma gerçekten muktedirdir. Onlar sırf “Rabbimiz Allah’tır dedikleri için, haksız olarak yurtlarından sürülmüşlerdi. Allah bir takım insanları diğer bir takım insanlarla defetmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan camiler yıkılırdı. Allah kendi davasına yardım edenlere muhakkak yardım eder. Allah kuvvet ve kudret sahibidir.” 46 Kuran-ı Kerim’in bu ayetleri hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor ki, İslâmiyet ancak başka bir milleti dininden dönmeye, mesela Müslümanları İslâmiyet’ten vazgeçmeye zorlayan bir millete karşı dini savaş açılmasını önermektedir. Bir din harbi ancak bir dine müdahale vaki olduğu zaman haklı gösterilebilir. Mamafih din savaşı, müsaade edildiği hallerde bile, bir milleti dininden dönmeye zorlamak, ibadet yerlerine hürmetsizlik edip onları yıkmak veya insanları öldürmek maksadını gütmez. Din savaşlarında amaç dini korumak, her dini korumak, ve hangi dine ait olursa olsun bütün ibadet yerlerini saygısız muameleden ve tahrip edilmekten kurtarmaktır. İslâmiyet’te ancak böyle bir din savaşına cevaz verilmiştir. Unutulmamalıdır ki, İslâm dini dünyaya cabir ve zalim olarak değil, şahidi ve koruyucusu olarak gelmiştir. Kısacası, İslâmiyet’in müsaade ettiği cihat, başkalarını İslâm dinine girmekten zorla men eden veya halkı zorla İslâmiyet’ten döndürmek isteyen bir millete karşı dövüşmek demektir. Başkalarını Müslüman oldukları için katleden bir millete karşı da cihat yapılabilir. İslâmiyet’in müsaade ettiği cihat dediği ancak böyle bir millete karşı açılabilir. Bu şartlar altına girmeyen milletlere savaş açmak cihat 45 46 Bakara Suresi; Ayet 191 Hac Suresi; Ayet 40-41 39 değildir. Bu şartlara uymayan bir savaş, bir memleket ile başka bir memleket veya bir millet ile başka bir millet arasında siyasi bir savaş olabilir. İki Müslüman millet arasında da savaş çıkabilir, fakat bu savaşların İslâmiyet’in müsaade ettiği cihatla hiçbir ilgisi yoktur. Şiddet, soygunculuk ve kanunsuzluktan öte bir şey ifade etmeyen bugünkü cihat düşüncesinin İslâmiyet ile bir ilgisi yoktur. Bu düşünce diğer din ve milletlerden Müslümanlara geçmiştir. İnsana belki de tuhaf gelir, ama bu bir gerçektir ki, böyle bir cihat düşüncesinin Müslümanlar arasında yayılmasından en çok Hıristiyanlar sorumludurlar. Ama ne ilginçtir ki, bugün bu konuda İslâmiyet’i en çok topa tutan da Hıristiyan alemidir. Orta çağlarda din savaşları günlük hayatın bir parçası haline gelmişlerdi. Bütün Avrupa bu savaşlara katılırdı. Şimdiki yarı müstakil hudut kabileleri Hindistan hudutlarına nasıl saldırıyorlarsa, o zamanki Hıristiyan savaşçıları ile Haçlı Orduları da Müslüman memleketlerinin hudutlarına aynı şekilde saldırırlardı. Ayrıca daha Hıristiyanlaşmamış olan diğer Avrupa memleketlerine de saldırmaktan geri kalmazlardı. Onlar bu saldırılarıyla Allah’ın rızasını kazanabileceklerini sanırlardı. Anlaşıldığına göre, Hıristiyanların sebepsiz tecavüzleri ile şiddet hareketlerinden canları yanan Müslümanlar da onlardan etkilenip dengeli tutumlarını sürdüremeyip Hıristiyanların yolunu izleyerek diğer millet ve memleketlerin hudutlarına saldırmaya başladılar ve gitgide bu konuyla ilgili İslâmiyet’in öğrettiklerini unuttular. Hatta öyle bir devire girdik ki, Müslümanlara bu savaşı öğretenler hiç suçları yokmuş gibi öğrencilerini eleştirmeyi başladılar. Ama Müslümanlar yine de akıllanmıyorlar. Bugün bütün dünyada İslâmiyet’e karşı bu itiraz, silah olarak kullanılmaktadır. Lâkin Müslümanlar gözlerini açmıyorlar. Onlar farkında olmadan düşmanın ekmeğine yağ sürmektedirler. Bugün Müslüman Kendi elleriyle Hıristiyan alemine kılıç verip “hadi İslâmiyet’e saldır” demektedir. Cihat adı verilen bu zalimane savaşların İslâmiyet’e getirdiği zararını neden görmüyorlar acaba? Zafer sadece silah ve sayı üstünlüğüyle değil; maharet, teşkilat. gerekli hazırlık, bilgi, kuvve-i maneviye ve başka milletlerin manevi ve maddi desteğiyle sağlanır. Bu şartlar bir milletin lehine oluşunca, bazen pek küçük bir millet büyük bir orduya karşı zafer kazanır. Ama bu şartlar mevcut olmazsa, en büyük ordulardan hiçbir fayda sağlanamaz. Keşke Müslümanlar cihadı yanlış yorumlayıp İslâmiyet’in güzel yüzüne leke sürmek ve menfaatlerini baltalamak yerine, kendilerini korumak için gerekli hazırlıkları yapmış olsalardı. Bir millet din maskesi altında politik savaşlara düşkün olursa, milletleri kendine karşı birleşmiş bir cephe kurmaya sevk eder. Din maskesi altında, din ihtilafları yüzünden savaş açan bir millettin fesadından en adil bir devlet bile korunmuş değildir ve her millet: “Ben bunlara karşı ne kadar iyi niyet beslersem besleyeyim, kendimi şerlerinden korunmuş hissedemem. Çünkü bunların savaşı zulüm yahut haksızlığa karşı değil, din ihtilafı yüzündendir” diye düşünmektedir. Kısacası, biz cihadı reddetmiyoruz. Biz bu çağda İslâmiyet’e büyük zarar veren cihadın yanlış tefsiri ve uygulamasını reddediyoruz. Müslümanların geleceği, bize göre cihadın gerçek manasını anlamakta ne derece muvaffak olacaklarına bağlıdır. Müslümanlar cihadın en büyüğünün kılıç ile değil Kuran’ı Kerim ile yapılan cihat olduğunu (25:53); din farkının başkalarının canına; malına veya 40 namusuna tecavüze cevaz vermediğini (2;191, 4;60,90, 91) kavrarlarsa, kafalarında ve görüşlerinde hayırlı bir değişlik meydana gelecek ve bu değişiklik onları doğru yola daha çok yaklaştıracaktır. ------------------------------------------------------------------------------O zaman “Evlere arka tarafından girmeniz iyilik değildir. Gerçek iyilik insanın Allah’tan korkmasıdır. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki, saadet ve selamete erişesiniz.” 47 Diyen Kuran ayetine uygun şekilde hareket etmiş olacaklar, başarıdan başarıya ulaşacaklardır. Ahmediye Cemaatinin inançlarını kısaca izah ettim. Bu inançlara karşı verdiğimiz cevapları da açıkladım. Şimdi İslâmiyet’te Müslüman Ahmediye Cemaati’nin kurucusunun iddiasını ve bu iddianın dayandığı delilleri kısaca anlatacağım. Bunu, Allah’a karşı vazifemi yerine getirmiş olayım diye; tebliği bildirmiş olduğumu herkes söylesin diye; ve, Ey Aziz Okuyucu, sen Allah’ın (C.C.) maksadından haberdar olasın ve o maksada göre davranmaya gayret edip Allah’ın (C.C.) lütfunu ve sevgisini kazanasın diye; yapıyorum. 47 Bakara Suresi; Ayet 190 41