AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ Müslüman Ahmediye Cemaati

Transkript

AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ Müslüman Ahmediye Cemaati
AHMEDİ VE AHMEDİYET İSİMLERİ
Müslüman Ahmediye Cemaati yeni bir din demek değildir. Ahmediler Müslüman’dır ve dinleri
İslâmiyet’tir. Bize göre bir zerre kadar dahi olsa İslâmiyet’ten yüz çevirmek haramdır. Ahmediyet yeni
bir isimdir. Ama yeni bir isim, yeni bir din demek değildir. Ahmediyet ismi, Ahmedi Müslümanların
İslamiyet’e bakış açısını diğer Müslümanlarınkinden ayırdı etmek için kullanılmıştır.
İSLÂM İSMİ
İslâm ismi, Allah’ın (C.C.) kendisi tarafından Müslümanlara verilmiştir ve Peygamber
Efendimiz’den (S.A.V.) daha önceki peygamberler gelecekle ilgili haberlerinde bu şerefli isimden
bahsetmişlerdir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur : “Size daha önce de, bu kitapta da,
Müslüman adını verdi.”1
Kitab-ı mukaddeste ise şöyle deniliyor: “Ve Rabb’inin ağzı ile tayin edilecek yeni bir adla
çağrılacaksın.” 2
Hiçbir isim, Allah’ın (C.C.) kendi kulları için bizzat seçtiği ve önceki peygamberler vasıtasıyla
bildirip önem kazandırdığı isimden daha kutsal olamaz. Böyle bir isimden kim vazgeçer. O, bizim için
canımızdan daha azizdir. O, ismin ifade ettiği din bizim için yegâne dindir, yegâne manevi hayat
kaynağıdır.
Ama, zamanımızda çeşitli Müslüman gruplar kendilerine özgü inançlarına ve görüşlerine göre
değişik isimler kabul ettiklerinden, bizim de, başkalarından kendimizi ayırt etmek için, bir isim kabul
etmemiz gerekiyordu. Kabul edebileceğimiz en iyi isim Ahmedi veya Ahmediyet idi. Bu isim
zamanımız için bir anlamı ve önem arz etmektedir. Zamanımız Peygamber Efendimizin (S.A.V.)
evrensel tebliğinin bütün dünyaya duyurulması
için kararlaştırılmış zamandır. Bu devirde
Hz.Resulüllah’ın Ahmed ismi tecelli edecekti ve getirdiklerinin yayılması sonucu Allah’ın hamd-ü
senası ortaya çıkacaktı. İşte bundan dolayı Ahmedi isimden daha güzel bir isim almamız mümkün
değildi.
Biz bütün kalbimizle Müslüman’ız. Gerçek bir Müslüman’ın kabul etmesi gereken inançları
kabul ederiz ve reddetmesi gereken inançları reddederiz. İslâmiyet’in gerçeklerine içtenlikle bağlı
olmamıza rağmen, bizi kâfir, bidat ehli veya yeni bir dine uyanlar diye nitelendiren, zâlimdir. O bundan
ötürü Allah’a (C.C.) karşı sorumludur. İnsan içinde taşıdıklarından değil, ağzı ile söylediklerinden
dolayı suçlanır. Ancak kendini Allah yerine koyan kimse bunu yapabilir. Çünkü kalbin içinde gizli olanı
ancak Allah (C.C.) bilir. Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) daha üstün ve bilgin kimse olamaz. O dahi
şöyle buyurmaktadır.
1
2
Hacc Suresi, Ayet 79
İşaya, 62:2
1
..........................................................
“Aranızda çıkan ihtilaf ve tartışmaları bana getiriyorsunuz. Fakat ben de sizin gibi bir insanım.
Bazılarınız davalarını başkalarından daha iyi anlatıp müdafaa edebilirler. Bundan ötürü, içinizden birinin
hakkını başka birine verirsem, ona ateşten bir parça vermiş olurum. Almamak ona düşer.” 3
Bu konuyu aydınlatan başka bir Hadis şöyledir: Usame bin Zeyd Hz.Resulüllah
(S.A.V.)tarafından bir askeri birliğe komutan tayin edilmişti. Usame (R.A.) gazada (savaşta) karşılaştığı
bir kâfire saldırdı. Kâfir öldürüleceği esnada kelime-i şahadet getirdi. Buna rağmen Usame, yine de onu
öldürdü. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bunu öğrenince Usame’yi azarladı. Usame (R.A.) kendini
savunmak için “Ya Resulüllah! O, korkudan kelime-i şahadet getirmişti” deyince, Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) sordu: “Sen onun kalbini yarıp ta içinde olanı gördün mü?4” Bu kelimelerle Hz.Resulüllah ona
şunu anlatmak istedi: Söz konusu adamın korkusundan mı yoksa samimi inancından mı, kelime-i şahadet
getirdiğini tahmin etmek sana düşmezdi. Çünkü insanın içindekini bilmek fani kimsenin haddi değildir.
Durum böyle iken, kalplerimizde bulunduğu iddia edilen şeyden dolayı değil, ağzımızla beyan
ettiğimiz şeyden dolayı mahkum edilebiliriz. Kalplerimizde olanı yalnız Allah (C.C.) bilir. Başkalarını
kalplerinde taşıdıklarından dolayı suçlayan yalancıdır ve Allah indinde sorumludur.
Biz Ahmediye Cemaati mensupları Müslüman olduğumuzu ilan ettiğimiz halde, kalben
Müslüman olmayıp, İslamiyet’i sadece gösteriş için kullandığımızı iddia edenler haksızlık
yapmaktadırlar. İslâmiyet’i ve Peygamber Efendimizi (S.A.V.) inkâr ettiğimizi, yeni bir inanışı
uydurduğumuzu veya namazlarda yeni bir Kıbleye döndüğümüzü söylemeye kimsenin hakkı yoktur.
Böyle bir suçlamada bulunmak hakkılarıysa, aynı şekilde onları suçlamak bizim de hakkımızdır. Biz de
Müslümanlıklarının bir gösterişten ibaret olduğunu ileri sürebiliriz. Yahut İslâmiyet’i ve Peygamber
Efendimizi (S.A.V.) inkâr ettiklerini iddia edebiliriz. Ama, düşmanlığı bizi böyle bir haksızlığa
sürükleyemez.. Kalbindekinden dolayı kimsenin lehine veya aleyhine fetva vermek haddimiz değildir.
Şeriate uyduğumuzdan dolayı, başkaları hakkında tartışırken, tartışmamız sadece açıkça kabul ve
reddettiklerine dayanır.
***********************************************************
AHMEDİ MÜSLÜMANLARIN İNANÇLARI
Şimdi cemaatimizin inançlârının İslâmiyet’e aykırı olup olmadığı anlaşılsın diye, onları birer
birer sayacağım:
3
4
Sahih Buharî, Kitab-ül Ahkam
Müsnit Ahmed Bin Hanbel
2
l- Allah’ın {C.C.) varlığına inanırız. İnancımıza göre, O’nun varlığına inanmak hayal veya batıl
inanç peşinde koşmak değil, en büyük ve en önemli gerçeği kabul etmek demektir.
2-Allah’ın (C.C.) bir olduğuna inanırız. O’nun ne yer yüzünde ne gökyüzünde bir ortağı yoktur.
Başka her şey O’nun mahlukudur ve O’nun yardımına ve desteğine muhtaçtır. O’nun ne oğlu, ne kızı, ne
babası, ne anası, ne de kardeşi vardır. Birliği ve zatında benzeri yoktur.
3-Allah’ın (C.C.) kutsal, bütün kusurlardan münezzeh ve her türlü mükemmelliğe sahip
olduğuna inanırız. O’nda bulunacak hiçbir kusur olmadığı gibi, bulunmayacak hiçbir mükemmellik de
yoktur. Kudreti sonsuzdur, keza bilgisi de. O Her şeyi kuşatmaktadır, fakat O’nu kuşatan hiçbir şey
yoktur. Evvel ve âhir O’dur, gizli ve aşikar O’dur, yaratıcı O’dur ve bütün kâinatın Rabbi O’dur. O’nun
hükmü ve emri geçmişte olduğu gibi bugün de sürmektedir ve gelecekte de sürecektir. Ölümden
münezzehtir, diridir ve hiç ölmeyecektir. Hiçbir ayıbı ve noksanı yoktur. O yok olmak, çökmek ve
batmaktan münezzehtir. O’nun işleri kendi iradesiyledir; zor ve baskı altında yapılmış değildir. Dünyayı
evvelce nasıl idare etti ise bugün de idare ediyor. Sıfatları ebedi olup kudreti daima aşikârdır.
4-Meleklerin, Allah’ın (C.C.) mahluklarından bir kısmını teşkil ettiğine inanırız. Onlar Kuran-ı
Kerim’de zikredilmiş olan kanuna uyarlar, yani “kendilerine verilen emri yerine getirirler.” Belirlenmiş
vazifelerin yapılması için Allah’ın (C.C.) hikmeti ile yaratılmışlardır. Onların varlığı hakikidir, ve
Kuran-ı Kerim’de onlarla ilgili ifade ve beyanlar mecazi değildir. Aynen insanlar ve diğer mahluklar
gibi, melekler de Allah’a (C.C.) muhtaçtır. Allah, kudretinin ortaya çıkması için meleklere muhtaç
değildir. İsteseydi, kâinatı, melekler olmaksızın da yaratırdı. Fakat, O’nun mükemmel hikmeti meleklerin
yaratılmasını istedi. Böylece melekler vücuda geldi. Allah (C.C.) ışığı göz için ve ekmeği açlık için
yarattı. Işığı ve ekmeği, bunlara kendisinin ihtiyacı olduğu için değil, insanların ihtiyacı olduğu için
yarattı. Melekler sadece Allah’ın (C.C.) isteğini ve hikmetini açığa vururlar.
5-Allah’ın (C.C.) seçkin kullarına konuştuğuna ve maksadını onlara vahyettiğine inanırız.
Allah’ın (C.C.) vahyi kelimeler şeklinde nazil olur. Vahyin manasını veya kelimelerini vahyi alan
hazırlamaz. Bunların her ikisi de ona Allah’tan gelir. Vâhiy insan için hakiki bir gıda teşkil eder. İnsan
vahiy ile yaşar ve o kanaldan Allah (C.C.) ile temasâ geçer. Allah’ın (C.C.) vahyini kapsayan kelimeler
kuvvet ve ihtişamları bakımından eşsizdir. Hiçbir insanın yaratamayacağı bu kelimeler irfan ve hikmet
hazineleridir. Onlar öyle bir maden ocağıdırlar ki, ne kadar derin kazarsanız o kadar kıymetli cevherler
çıkarırsınız. Gerçekten, maden ocağı vahiye nazaran bir hiçtir. Bir mâden ocağı tükenebilir, fakat vahyin
hikmeti tükenmek bilmez. Vahiy, yüzeyi güzel kokulu ve içi paha biçilmez incilerle dolu bir denize
benzer. Yüzeyinde duranlar güzel kokudan zevk alırlar ve derine dalanlar incileri bulurlar. Vahyin
muhtelif çeşitleri vardır. Bazen nizamlardan ve kanunlardan ve bazen de öğütlerden ibarettir. Bazen
gayba dair, bazen manevi gerçeklere dair bilgi getirir. Bazen Allah’ın (C.C.) hoşnutluğunu, bazen
hoşnutsuzluğunu, bazen sevgi ve saygısını, bazen ihtar ve azarlayışını nakleder. Bazen ahlak
meselelerini, bazen de gizli kötülüklerden Allah’ın (C.C.) haberi ve bilgisi olduğunu anlatır. Özetle,
Allah’ın kendi iradesini kullarına tebliğ ettiğine inanırız. Bu tebliğler, onları alanın manevi durumuna ve
şartlara göre değişir. Bütün İlâhî tebliğler içinde en mükemmel ve en kapsamlı olanı Kuran-ı Kerim’dir.
3
Kuran-ı Kerim’in ileri sürdüğü kanun ve ihtiva ettiği manevi öğretiler sonsuza dek kalıcıdır. Kur’an-ı
Kerim’den sonra hiçbir vahiy onu ortadan kaldıramaz.
6- İnancımıza göre, dünyayı karanlık istila ettiği, insanlar günah ve kötülüğe saplandığı ve
Allah’ın (C.C.) yardımı olmaksızın şeytanın tesir ve nüfuzundan insanların kurtulması güçleştiği zaman,
Allah kerem ve merhametinden ötürü salih ve sadık kulları arasından seçtiği kimselere dünyayı uyarma
ve doğru yolu gösterme ödevini yükler. Allah, “Kendisine bir uyarıcı gönderilmemiş hiçbir millet
yoktur”5 buyurmaktadır. Yani Allah dünyanın bütün milletlerine elçilerini göndermiştir. Bu elçilerin
tertemiz ve nezih hayatı başkaları için daima mükemmel bir örnek ve rehber olmuştur. Onlar vasıtasıyla,
Allah irade ve maksadını vahyeder. O elçilerden yüz çevirenler alçalır. Bu elçilerin sesine kulak verenler
Allah’ın sevgisini kazanır. İlâhî nimetlerin kapıları onlara açılır. Nesillerce manevi rehber olurlar ve
gerek bu dünyada gerek öteki dünyada yüce bir mertebeye ulaşırlar. Yine biz inanırız ki; geçmişte
insanlığı karanlıktan ve kötülükten selamete çıkaran İlâhî elçiler farklı seviyelerde manevi büyüklüğe
sahiptiler ve gönderilmelerini gerektiren İlâhî maksadı yerine getirdiler. Onların en büyüğü Peygamber
Efendimiz Hazreti Muhammed(S.A.V.)’dır. Allah (C.C.) onu “İnsanların efendisi ve bütün insanlığa
gönderilmiş bir elçi” diye nitelendirmişti. Allah ona iyi ve kötüye dair bilgiler vahyetti ve yardımı ile
onu mübarek ve mes’ut kıldı. Dünyanın en kudretli hükümdarları onun korkusuyla titrediler. Bütün
yeryüzü onun için bir mescit kadar kutsal idi. Zaman geldi ki onun ümmeti dünyanın her tarafına
yayıldı, tek Allah’a, ortağı ve benzeri olmayan Allah’a, secde eden Müminler ortaya çıktı. Haksızlık ve
adaletsizliğin yerine hak ve adalet, zulmün yerine iyilik ve şefkat hüküm sürmeye başladı. Ondan önceki
peygamberler Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)zamanında yaşamış olsalardı. ona itaat etmeye ve onun
izinden gitmeye mecbur kalırlardı. Kuran-ı Kerim gerçek olarak şöyle diyor:
................................................................................................
“Ve Allah’ın (C.C.), peygamberler vasıtasıyla, halktan bir misak (söz) alıp “Size kitap ve hikmet
verdim ve ondan sonra elinizdekini tasdik eden bir peygamber gelince ona inanacaksınız ve yardım
edeceksiniz” dediği zamanı hatırlayınız.” 6
Peygamberlerin Peygamberi Efendimiz (S.A.V.) de gerçek olarak şunu söylemişti:
..........................................................................................................
“Musa ve İsa bugün hayatta olsalardı, bana inanmak ve uymak mecburiyetinde kalırlardı.” 7
8Biz aynı zamanda inanırız ki: Allah (C.C.), yalvaran kullarının dualarını kabul eder.
Onları güçlüklerden kurtarır. O haydır (diridir), yaşayan bir Allah’tır ve O’nun yaşayan hüviyeti Her
şeyde her an aşikârdır. Allah’tan gelen irşad bir kuyu kazarken kurduğumuz ve kuyu tamamlandıktan
sonra artık vücuduna ihtiyaç kalmadığı için yıktığımız iskeleye benzemez. Allah’tan gelen irşat, ışığa ve
ruha benzer ki, onsuz hiçbir şeyi göremeyiz ve cansız bir kütle haline geliriz. Allah’ın dünyayı yaratıp
ondan sonra bir kenara çekildiği doğru değildir. O’nun kullarına ve mahlûklarına karşı hayırhâne ve
5
Fatır Suresi, Ayet 25
Al-i İmran Suresi, Ayet 82
7
Tefsir İbn-I Kasir, c.2 s.246
6
4
kerimane alakası devam eder. Kulları ve mahlukları kendilerini aciz ve zayıf hissettikleri zaman onların
yardımına yetişir. Yine, kulları ve mahlukları O’nu unuturlarsa Kendini onlara hatırlatır ve onlara karşı
kayıtsız ve alakasız olmadığını bu suretle anlatır. Sonra da özel elçileri vasıtasıyla onlara emniyet telkin
ederek şöyle der:
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ben gerçekten yakındayım. Bana yalvaranın, dua ettiğinde, duasını cevaplarım. Bundan dolayı,
Beni dinlesinler ve Bana iman etsinler ki, doğru yolda yürüyebilsinler.” 8
Yani, Allah insanların dua ve niyazlarını işitir. O halde, O’na inanmak ve dua etmek insanlara
düşen bir vazifedir. Bunu yaparlarsa O’ndan irşat ve hidayet alırlar.
9-Biz yine inanırız ki: Zaman zaman Allah olayların seyrini özel olarak tayin eder ve sıralar. Bu
dünyanın olayları yalnız tabiat kanunları denilen kanunlar tarafından idare edilmez. Bu kanunlardan
başka özel kanunlar vardır ki, onlar vasıtasıyla Allah kudretini, alakasını ve maksadını açıklar. Allah’ın
iradesinin, kudretinin, sevgisinin delilini teşkil eden, fakat cehalet yüzünden birçoklarınca inkâr olunan
işte bu özel kanunlardır. Bu gibi kimseler tabiat kanunlarından başkasına inanmazlar. Tabiat kanunları
tabii kanunlar olmakla beraber, İlâhî kanunlar değildir. İlâhî kanunlar öyle kanunlardır ki, onlar
vasıtasıyla Allah sevdiği seçkin kullarına yardım eder ve Kendi dostlarının düşmanlarını küçük düşürüp
yok eder. Böyle kanunlar olmasa, dostu bulunmayan zayıf Musa zalim ve kudretli bir Firavuna galip
gelebilir miydi? Musa zayıf ve Firavun kuvvetli iken Musa başarı kazanır ve Firavun başarısızlığa uğrar
mıydı? Tabiat kanunlarından başka kanun yoksa, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) kendisini ve tebliğini
yok etmeye ant içmiş bir Arabistan’a karşı zafer kazanabilir miydi? Her çatışmada Allah Peygamberine
(S.A.V.) yardım etti ve düşmanlarına üstün gelmesini sağladı. Düşmanların her hücumu başarısızlıkla
sonuçlandı ve en son, on bin kutsal (veli) ile, on sene önce hayatını kurtarmak için tek bir fedakâr dostu
refakatinde göç etmeye mecbur olduğu vadiye tekrar girdi. Tabiat kanunları bu gibi olayları izah edebilir
mi? Böyle şeylere müsaade eder mi? Tabiat kanunları sadece kuvvetlinin zayıfa karşı başarısını, zayıfın
ise kuvvetliye karşı başarısızlığını garanti eder.
10Biz yine inanırız ki: ölüm insanlar için bütün varlığın sonu değildir. İnsan ölümden sonra
yine yaşar ve ahrette amellerinin hesabını vermeye mecbur olur. İyi ameller işleyenler büyük
mükafatlara layık olurlar. Allah’ın talim, telkin ve emirlerini çiğneyenler layık oldukları cezayı bulurlar.
İnsanı bu hesaptan hiçbir şey kurtaramaz. İnsanlar ölümden sonra tekrar dirilip bu hesapla
karşılaşacaklardır. İnsan yakılıp kül edilebilir ve külleri havaya savrulabilir. Kuşlar, hayvanlar veya
kurtlar tarafından yenilip.toza.ve toz da başka bir şeye dönüşebilir. Fakat o, ölümden sonra yine
yaşayacak ve amellerinin hesabını vermek üzere yaratıcısının karşısına çıkacaktır. Allah’ın kudreti
insanın ölümden sonra dirilmesini garanti ediyor. İnsan ruhunun ölümden sonra yaşaması için bedenin
8
Bakara Suresi, Ayet 187
5
bozulmadan kalmasına lüzum yoktur. Allah, insanı, ruhunun veya varlığının en küçük zerresinden tekrar
hayata döndürme kudretine sahiptir ve zaten böyle olacaktır. Beden kül olabilir, fakat külün hiçliğe
dönüşüp kaybolması gerekmez. Keza beden içinde mesken tutan ruh da Allah’ın iradesi olmaksızın
hiçliğe dönüşemez.
11Biz inanırız ki: Allah sonsuz şefkat ve merhametinden ötürü, O’nu ve vahyettiklerini inkar
edenleri affedene kadar, onlar cehennem denilen bir yerde kalacaklardır. Son derece şiddetli sıcak ve
soğuk, o yerde verilecek olan cezalardır. Fakat, maksat cehennemin sakinlerine eziyet çektirmek değil,
onları ıslah etmektir. Cehennemde, Allah’ın inkâr edicileri ve düşmanları günlerini, kötülükle
geçirdikleri için pişmanlık duyarak, zamanlarını feryat ve figan içinde geçirecekler ve Allah’ın her şeyi
kapsamakta olan rahmet ve merhameti kötülük yapanları ve onların yaptığı kötülükleri de kapsayıncaya
kadar aynı durumda kalacaklardır. Ondan sonra, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ilan etmiş olduğu şu
İlâhi vaad yerine gelecektir:
........................................................................................................
“Bir zaman gelecek ki cehennemde hiç kimse kalmayacak; rüzgârlar esecek ve cehennemin kapı
ve pencereleri esen rüzgârlardan takırdayacaktır.” 9
12- Biz yine inanırız ki: Allah’a, peygamberlerine, meleklerine ve kitaplarına iman edenler;
O’ndan gelen irşadı kalben tasdik edenler; huşu ve huzur ile O’nun önünde secde edenler; zengin
oldukları halde fukara gibi yaşayanlar; insanlığa hizmet edip, rahat ve huzurlarını başkaları için feda
edenler, nefret, zulüm, tecavüz ve sair her türlü taşkınlıklardan sakınanlar; iyilik örneği olanlar cennet
denilen bir yere gideceklerdir. Orada sükûnet, neşe ve sevinç hüküm sürecek, ızdıraptan eser
bulunmayacaktır. Allah’ın rızası herkes tarafından kazanılmış olacak, Allah herkese cemalini gösterecek
ve O’nun yaygın olan lütuf ve ihsanı herkesi kapsayacaktır. Allah o kadar yakın gelecek ve herkes O’nun
huzurunu ve mevcudiyetini o derece hissedecek ki, herkes Allah’ı ve Allah’ın mükemmel sıfatlarını
aksettiren birer ayna gibi olacaktır. Beşeriyete özgü olan bütün aşağılık arzular ortadan kalkacak,
insanların arzuları Allah’ın arzularına benzeyecektir. Herkes ebedi hayata kavuşacak ve Yaratıcısının
aksetmiş bir hayali olacaktır.
Bizim inandıklarımız işte bunlardır. Bir insana Müslüman denilebilmesi için ikrar ve tasdik
edeceği daha başka inançlar varsa, onları bilmiyoruz. İslâm uleması daha başka bir inançtan
bahsetmemiştir. Biz İslâmiyet’in bütün inançlarını tasdik eder ve bunları kendi inançlarımız savarız.
DİĞER MÜSLÜMANLARDAN FARKIMIZ
Şimdi, sevgili okuyucu, biz İslâmiyet’in herkesçe bilinen bütün inançlarına ve akidelerine can-u
yürekten bağlı olmamıza rağmen, başkalarının bizi niçin bu kadar farklı bulduklarını her halde merak
9
Tefsir Maalam-üt Tenzil, Hud Suresi, Ayet 107
6
etmeye başlamışsındır. Ulema niçin bize bu derece şiddetle aleyhtardır? Aleyhimizde çıkarılan bu küfür
fetvaları nedendir?
Buna cevap olarak, sadece ulemanın bize karşı ortaya attığı itirazları zikredip sayabiliriz. Bu
itirazlar sebebiyle, bizim İslâmiyet’in çizdiği yoldan saptığımızı söylüyorlar. Allah kötü tertiplerden ve
entrikalardan seni korusun ve lütf-u kereminin kapılarını sana açsın!
İSA (A.S.) TABİİ BİR ÖLÜMLE ÖLDÜ
Düşmanlarımızın birinci ve en önemli itirazı, Hz.İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle ölmüş olduğu
hakkındaki inancımıza karşı yöneltilmiştir. Hz.İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle öldüğüne inanmak, onlara
göre, Hz.İsa’ya (.A.S.) hakaret, Kuran-ı Kerim’e tecavüz ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)
öğrettiklerinden yüz çevirmektir.
Gerçekten biz İsa’nın (A.S.) tabii bir ölümle öldüğüne inanırız. Ancak, İsa’nın (A.S.) ölmüş
olduğuna inanmanın, ona hakaret veya Kuran-ı Kerim’e tecavüz ve yahut da Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.) öğrettiklerinden yüz çevirmek olduğunu söylemek doğru değildir. Zira insan bu mevzu üzerinde
düşündükçe şuna kanaat getirir ki; bize itham için ileri sürülen neticeler İsa’nın (A.S.) ölümü hakkındaki
inancımızdan değil, daha ziyade İsâ’nın ölmediği ve gökte hayatta bulunduğu inancından çıkmaktadır.
Bizler Müslüman’ız ve Müslüman olduğumuzdan dolayı, ilk düşüncemiz Allah’ın (C.C.)
büyüklüğünü ve O’nun Peygamberi Muhammed’in (S.A.V.) şerefini müdafaa etmektir. Her ne kadar
Allah’ın bütün peygamberlerine inanırsak da, Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’e (S.A.V.) olan
sevgi ve saygımız diğerlerine olan sevgi ve saygımızdan daha fazladır. Çünkü o kendisini bizim için feda
etti; bizim yükümüzü taşıdı: bizi manevi ölümden kurtarmak için ölümü kendi üzerine çekti; bizim için
bu kadar eziyete katlandı. Bizim için bütün rahat ve huzurunu terk etti. Biz yükselelim diye kendisi
alçaldı. Sürekli iyiliğimizi planladı ve ebedi saadetimiz için dua etti. Günahtan arınmış olan kendisi, bizi
günahlarımızdan ve cehennem ateşinden kurtarmak için, seccadesi gözyaşlarıyla ıslanıncaya kadar
Allah’a yalvardı. Allah’ın rahmetini üzerimize çekti. Yine bizim için Allah’ın rızasını kazanmaya çalıştı.
İlâhî rahmet ve mağfiret abasıyla örtülmemizi sağladı. Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz için
yollar, Allah’a kavuşup O’nunla birleşebilmemiz için imkânlar aradı ve buldu. Allah’a giden yolda
yolculuğumuzu kolaylaştırmak için onun yaptıklarını daha önce hiçbir peygamber kendi ümmetine
yapmamıştı.
Aleyhimizdeki küfür fetvaları sadece hoşumuza gider. Bizi yaratan, bizi destekleyen, bizi
koruyan, günlük rızkımızı veren ve manevi refahımızın dayandığı bilgi ve hidayeti bağışlayan Allah ile
İsâ’yı eşit saymaktansa, o fetvaları tercih ederiz. Yiyecek ve içeceğe muhtaç olmadan ebediyen yaşayan
Allah gibi, İsa’nın da yiyeceğe içeceğe muhtaç olmadan gökte yaşadığına inanmaya mecbur
kalmaktansa, küfür fetvaları bize daha hoş gelir. Biz İsa’ya (A.S.) saygı gösteririz. Çünkü, O Allah’ın
7
peygamberidir. Allah onu sevdi ve o da Allah’ı sevdi. Ona karşı duyduğumuz saygı Allah’a karşı
duyduğumuz saygıdan doğmaktadır. İsa’nın (A.S.) hatırı için, İsa’yı Allah’tan üstün tutup Allah’ın
(C.C.) izzet ve şanına gölge mi düşürelim? Ulemanın hatırını hoş edeceğiz diye, günlük meşgaleleri
İslâmiyet’e ve Kuran-ı Kerim’e kusur bulmaya çalışmaktan ibaret olan Hıristiyan misyonerlerinin
ekmeğine yağ mı sürelim? Misyonerlere İsa’nın Allah olduğunu düşünmek imkânı mı verelim? Zira. İsa
(A.S.) Allah değil insan idiyse, gökte nasıl hayatta kalabilir? O bir insan idiyse, öteki insanlar gibi niçin
ölmedi? Biz, kendi ağzımızla, Allah’ın birliğine aykırı düşecek bir şeyi nasıl söyleyebiliriz? Gerçek
imanın menfaatlerini nasıl zarara uğratabiliriz. Ulema istediğini yapmakta serbesttir. Halkı bizim
aleyhimize tahrik edebilirler, bizi öldürebilirler veya recmedebilirler. Ama biz İsa (A.S.) için Allah’ı feda
edemeyiz. Hıristiyanlar İsa’ya “Allah’ın oğlu” derler ve onun uğrunda Allah’ın birliğine ve
bağımsızlığına eksiklik isnat ederler. Lâkin, biz İsâ’nın (A.S.) Allah’a (C.C.) eşit olarak gökte yaşadığını
söylemeye mecbur kalmaktansa ölmeyi tercih ederiz. Cehalet içinde kalsaydık, iş başka türlü olurdu.
Fakat, Allah’ın birliğinin, azametinin, kudretinin, büyüklüğünün ve iyiliğinin kapsadığı manayı bize
anlatan İlâhî bir haberci gözlerimizi açtıktan sonra başka türlü hareket edemeyiz. Netice ne olursa olsun
biz insanoğlunun hatırı için Allah’ı terk edemeyiz. Böyle bir şey yaparsak, halimizin neye varacağını
kestiremeyiz. Şan ve şeref Allah’a aittir ve Allah’tan gelir. İsa’nın (A.S.) berhayat olduğuna inanmanın
Allah’a hakaret manasına geldiğini iyice bildikten sonra öyle bir inanca, doğruymuş gözü ile bakamayız.
İsa’nın ölümüne inanmanın neden İsa’ya karşı hakaret etmek olacağını anlamıyoruz. İsa’dan (A.S.) daha
büyük peygamberler öldüler ve onların ölümü kendilerini küçük düşürmedi. Aynı şekilde, İsa’nın ölümü
de İsa’yı küçük düşüremez. Fakat imkânsızı mümkün farzedip Allah ile İsa’dan birini seçmek
mecburiyetinde kalırsak, hiç şüphesiz Allah’ı seçeriz. Biz eminiz ki, zihnen ve kalben ve ruhen Allah’ı
sevmiş olan İsa (A.S.), kendisine şeref, fakat Allah’a ve O’nun birliğine şerefsizlik getirecek bir duruma
katiyen razı olmazdı. Aynı şeyi Kuran-ı Kerim de bize söylemektedir
........................................................................................................................................................................
..........................................................................................................
“Muhakkak ki Mesih de, gözde melekler de, Allah’ın kulu olmayı küçük görmezler.”10
KURAN-I KERİM VE HADİS Hz. İSA’NIN (A.S.) ÖLDÜĞÜNÜ ÖĞRETİR
Bizim bağlı olduğumuz Allah’ın Kelamı şöyle söylemektedir:
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Onların arasında bulunduğum müddetçe hallerine ben şahittim. Fakat beni öldürdüğünden beri
onları gözleyen Sensin ve Sen Her şeye şahitsin.” 11
10
11
Nisa Suresi; Ayet 173
Maide Suresi; Ayet 118
8
Allah (C.C.), İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyanların bozulup fesada düştüklerini İsa (A.S.)
adına beyan ediyor. İsa hayatta olduğu müddetçe Hıristiyanlar ve onların inançları fesattan arınmış ve
salim olarak kalmıştı. Kuran’da bunu okuduktan sonra, İsa’nın ölmediğini ve gökte ber hayat
bulunduğunu nasıl düşünebiliriz? Kuran-ı Kerim’de, şunu da okuyoruz:
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ey İsa! Seni öldüreceğim ve seni nezdime yükselteceğim ve inkâr edenlerin ithamlarından seni
temize çıkaracağım ve sana uyanları kıyamet gününe kadar seni inkâr edenlere üstün kılacağım.” 12
İsa (A.S.), ölümünden sonra, Allah’ın nezdine yükseltildi. “Seni nezdime yükselteceğim”
kelimeleri “Seni öldüreceğim” kelimelerinden sonra gelmiştir. Lisanın normal kaidelerine riayet
etmeliyiz. Evvela zikredilen, herhalde evvela vuku bulmuştur. Fakat ulema bu kaideleri belki de
Allah’tan daha iyi biliyor. Her ne kadar “Allah’ın nezdine yükseltilmek” ayette daha sonra geliyorsa da,
ulema efendiler belki de bunun daha önce gelmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat, Allah bizim
kavrayamayacağımız derecede hâkimdir. Fikirlerin nasıl ifade edilebileceğini en iyi bilen O’dur. O’nun
kelamında hata bulunamaz, söylediklerinin sırası değiştirilemez. O bizim Yaratıcımızdır ve biz O’nun
kullarıyız. O’nun kelamında hata bulmaya cüret edemeyiz. Biz bilmeyiz, O ise her şeyi bilir. Öyle ise,
O’nun Kelamında nasıl kusur gösterebiliriz? Lâkin bu din bilginleri, Allah’ın Kelamında, kusur
bulunabileceğini, fakat kendilerinin o Kelamı anlayış tarzında kusur olamayacağını düşünür gibi
görünüyorlar. Biz böyle düşünmeyiz. Zira, böyle bir düşüncede ahiretteki hüsrandan başka bir şey
göremeyiz. Bilgimiz olduğu müddetçe dudaklarımıza uzatılan zehir kâsesinden yüz çevirmeliyiz.
Allah’tan (C.C.) sonra yalnız Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’i (S.A.V.) severiz. O, bütün
peygamberlerin, bütün velinimetlerin en büyüğüdür. Başka hiçbir peygamber, başka hiçbir insan.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bize yaptığı iyiliklerin en küçüğünü bile yapmamıştır. Ona
gösterdiğimiz hürmeti kimseye gösteremeyiz. İsa (A.S.) gökte berhayat olduğu halde, Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) toprak altında gömülü olduğunu düşünmek, bizim için imkânsızdır. Biz böyle bir
düşünceye sahip olamayız. Manevi mertebe bakımından, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) İsa’dan çok
daha yüksek olduğuna inanıyoruz. Nasıl oluyor da Allah (C.C.), İsa’yı (A.S.) hayatına karşı en küçük bir
tehlike belirmesi üzerine, arşa yükseltiyor da, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), düşmanları tarafından
oradan oraya kovalanırken Allah onu, yıldızlara kadar olsun yükseltmiyor? Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) ölmüş ve gömülmüş iken, İsa’nın (A.S.) berhayat ve gökte olduğu fikrine tahammül edemeyiz.
Hıristiyanlar karşısında kendimizi aşağılanmış hissederiz. Fakat, Allah’a çok şükür, vaziyet böyle
değildir. Gerçekten, Allah Peygamberimize böyle bir muamele yapamazdı ve yapmadı da. Allah bütün
hakimlerin en adaletlisidir. Allah’ın bizzat Kendisi, Peygamber Efendimiz’e “Bütün insanların Efendisi”
adını vermiştir. Allah, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) bu adı verdikten sonra, İsa’ya ondan daha fazla
ihtimam ve ilgi gösteremezdi. Allah (C.C.) Efendimizin (S.A.V.) hatırı için, onu küçük düşürmek
isteyenlerin dünyasını, altüst etti. Onu küçük düşürmeyi kim tasarladıysa, küçük düşen kendisi oldu.
12
Al-i İmran Suresi; Ayet 56
9
Allah (C.C.) Peygamber Efendimizi (S.A.V.) itibardan düşürüp de, onun düşmanlarına bu suretle
sevinme fırsatı verebilir mi? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) toprakta gömülü olup da, İsa’nın gökte
berhayat bulunduğu fikri karşısında, benim tüylerim ürperiyor. Ben bu fıkri hayret verici ve can sıkıcı
bulur ve: “Hayır, Allah böyle bir şey yapamaz” derim. Allah (C.C.), Hazreti Muhammed’i (S.A.V.)
başkalarından daha fazla sever. Onun ölüp toprağa düşmesine ve İsa’nın göğe çıkmasına Allah (C.C.)
müsaade edemezdi. Berhayat kalıp göğe çıkmaya layık bir insan varsa, o da Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)idi. Eğer O, bütün insanlar gibi ölmüşse, başka peygamberler de aynı şekilde ölmüşlerdir.
Efendimizin (S.A.V.) Allah’ın indindeki yüksek mertebe ve mevkiini bildiğimiz halde, Allah’ın ona
İsa’dan daha aşağı bir muamele yapabileceğini bir an için bile olsa nasıl düşünebiliriz? Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) hicret esnasında Ebu Bekir’in (R.A.) omuzlarına binmeye mecbur kalarak Sevr
mağarasına iltica ettiği zaman, Allah onu kurtarmak için meleklerini göndermediği halde, Yahudiler İsa
(A.S.) ile çatışmaya başlayınca Allah’ın (C.C.), onu caniyane Yahudi entrikalarından kurtarmak için,
göğün dördüncü katına kaldırdığını düşünemeyiz. Uhud Gazvesinde (savaşında) düşman, Peygamber
Efendimiz’e hücum ettiği vakit onun etrafında pek az dostu kalmıştı. Allah bu esnada bir melek
göndermediği gibi, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) benzer bir hayal de yaratmadı ve düşmanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yerine bu hayale saldırtıp Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)dişleri yerine
hayalin dişlerini kırdırtmadı. Allah düşmanın Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) saldırmasına müsaade
etti ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ölü gibi yere düştüğü vakit düşmanlar Peygamber Efendimizi
öldürdüklerini (haşa) sevinç naraları atarak ilan ettiler. Ama, İsa (A.S.) meselesinde, Allah en küçük bir
ağrı veya sıkıntının bile onu rahatstz etmesine müsaade etmemiş. Yahudiler İsa’yı yakalamayı
kararlaştırınca, Allah onu göğe kaldırmış ve onun yerine düşmanlarından birini yakalayıp İsa kılığına
sokmuş ve İsa’nın bu düşmanını İsa yerine çarmıha gerdirtmiş!
Bazı insanların neler yapabileceğine şaşmamak mümkün değil. Bir taraftan Peygamber
Efendimizi (S.A.V.) çok sevdiklerini iddia ederler; diğer taraftan onu itibardan düşürüp rezil ederler.
Bununla da yetinmeyerek daha ileri giderler ve başka birini Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)daha
üstün mertebeye yükselten inançları benimsemeyenlere karşı küfür fetvaları çıkarırlar. Acaba küfürden
kastettikleri nedir? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)rütbece başkalarından üstün olduğunu düşünmek,
hakkıyla ona ait olan yüksek manevi rütbe ve mertebeyi ona isnat etmek, bunlar küfür müdür?
Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) en yüksek sevgi ve saygı gösterenler kâfir midir? Eğer küfür bu ise,
Allah şahidimiz olsun ki, bu küfrü bize kâfir diyenlerin imanından kat kat daha kıymetli sayarız.
Vadedilen Mesih Mirza Gulam Ahmed Hazretleri Farsça bir şiirinde:
-------------------------------------------------------------------------------------------“Bâ d ez Hudâ be ışk-ı Muhammed muhammerem
Ger küfr in buved be-Hudâ saht kâfırim”
Yani “Allah sevgisinden sonra en çok Muhammed sevgisiyle sarhoşum. Eğer bu kâfirlik ise,
Allah’a yemin ederim ki ben koyu bir kâfirim” demek suretiyle bu fikri çok güzel ifade etmiştir.
10
Hepimiz bir gün öleceğiz, Allah’ın huzuruna çıkacağız ve amellerimizin hesabını vereceğiz.
İnsanlardan niçin korkumuz olsun? Onlardan bize ne zarar gelebilir? Biz yalnız Allah’tan korkarız ve
yalnız O’nu severiz. O’ndan sonra en çok Peygamber Efendimizi (S.A.V.)sever ve ona saygı gösteririz.
Peygamber Efendimiz için bu dünyanın izzet ve ikbalini, menfaatlerini ve nimetlerini feda etmemiz
gerekirse, buna seve seve katlanırız. Fakat Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)karşı hürmetsizlik ve
riayetsizliğe tahammül edemeyiz. Onun ne kadar kutsal olduğunu, ne derece manevi ilim ve mertebe
sahibi olduğunu, ve Allah ile ne kadar yakın teması bulunduğunu bildiğimiz için, Allah’ın (C.C.) başka
bir insanı veya peygamberi ondan daha fazla sevdiğini bir an için bile düşünemeyiz. Böyle bir düşünceye
kapılsak, başkalarından daha ziyade cezaya müstahak oluruz. Peygamber Efendimizi inkâr edenlerin, ona
meydan okuduklarını ve göğe çıkmak mucizesini gösterip gösteremeyeceğini ona sorduklarını da çok iyi
biliyoruz. Bu inkârcılar şöyle demişlerdi;------------------------------------------------------------------“Sen göğe çıkmadıkça sana inanmayacağız ve gökten bize okuyacağımız bir kitap
indirmedikçe göğe çıktığına da inanmayacağız.” 13
Bu meydan okumaya karşı Peygamber Efendimiz’e, kendisini inkâr edenlerin istediği mucizeyi
göstermesi için, Allah tarafından müsaade verilmedi. Bunun yerine, Allah (C.C.) Habibine şunları
söyletti: “Bütün zaaf ve kusurlardan münezzeh olan yalnız Rabbimdir. Bana gelince ben sadece bir
insanım.” Bununla beraber, ulemanın öğrettiğine göre, İsa (A.S.) düşmanlarının aynı şekilde bir meydan
okumasıyla karşılaşınca Allah tarafından göğe kaldırılmış. Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)meydan
okudukları ve göğe çıkmasını talep ettikleri zaman, Allah göğe çıkmanın insanlık ile bağdaşamayacağını
bildiriyor. Ama, İsa’ya (A.S.) aynı şekilde meydan okudukları vakit, o hiçbir tereddütle karşılaşmaksızın
göğe çıkarılıyor. Eğer bu doğru ise, İsa’nın (A.S.) insan değil Allah olduğu (haşa) neticesi çıkmaz mı?
Böyle saçma bir düşünceden Allah’a sığınırız. Bu düşünce İsa’nın (A.S.) manevi rütbece bizim
Peygamberimizden üstün olduğunu ve Allah (C.C.) tarafından daha fazla sevildiğini göstermez mi?
Fakat, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberler mertebeleri sırasında en yüksek olduğunu
biliyoruz ve bu durum güneş kadar ayandır. Bunu bildikten sonra, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) göğe
çıkmayıp normal şekilde öldüğü ve bu dünyada toprağa gömüldüğü halde, İsa’nın (A.S.) göğe çıkıp bu
son ikibin sene hayatta kaldığını nasıl düşünebiliriz?
Şimdi, mesele sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında beslediğimiz hislerin kuvvetli ve
samimi oluşundan ibaret değildir. Bu, aynı zamanda onun doğruluğu ve iddialarının
gerçekliği meselesidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Eğer Musa (A.S.) ve Isa (A.S.) hayatta
olsalardı, bana inanmaları ve tabi olmaları gerekirdi” 14 dememiş miydi?
13
14
İsra Suresi; Ayet 94
Zurkani; c.VI, s.54
11
Eğer Hz.İsa(A.S.) hayatta ise, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.): “Eğer İsa hayatta olsaydı, bana
tâbi olması gerekirdi” yolundaki iddiasını (haşa) yalan saymak lazımdır. Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.)sözleri manidar ve açıktır. O “Eğer Musa ve İsa hayatta olsalardı” demişti. Bu “Eğer” kelimesi
ikisinin de hayatta olmadığını göstermektedir. Ne Musa (A.S.) hayattadır ne de İsa (A.S.). Bu,
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)konu ile ilgili olan önemli bir açıklamasıdır. Bu beyanı işittikten sonra,
Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)gerçekten iman eden bir kimse İsa’nın (A.S.) gökte berhayat olduğunu
düşünemez. Çünkü, eğer İsa hayatta ise, Peygamber Efendimizin (S.A.V.)bu beyanı ve konu hakkındaki
bilgisi yalan çıkmış olur. Zira, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)göre İsa ölmüş değil mi?
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)başka bir önemli beyanı daha vardır. Son hastalığı
esnasında, o, kızı Fatma’ya (R.A.) şöyle demişti: ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Cebrail her sene Kuran’ı bana bir defa tilavet ederdi (okurdu). Bu sene iki defa tilavet etti. Keza,
her peygamber selefinin yarı yaşı kadar yaşar diye bana haber verdi ve Meryem oğlu İsa’nın yüz yirmi
yıl yaşadığını söyledi. Bundan dolayı, aşağı yukarı altmış yıl yaşayabileceğimi zannediyorum.” 15
Bu beyan vahiye dayanan bir beyandır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) kendiliğinden bir şey
söylemez, ancak vahiy meleği Cebrail’den aldıklarını bildirir. Beyanın mühim olan yanı Hz.İsa’nın
(A.S.) yüz yirmi yıl yaşamış olmasıdır. Yeni Ahdin (İncil) kayıtlarına göre, çarmıha gerilme vakası vuku
bulduğu ve Hz.İsa “göğe çıktığı” zaman 32 veya 33 yaşındaydı. Hz.İsa (A.S.) gerçekten göğe çıkmış ise,
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zamanındaki yaşı 120 değil 600 civarında bulunuyordu. Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) Cebrail’den aldığı bilgi doğru ise, onun en az 300 yıl yaşaması gerekirdi. Fakat
sadece altmış üç yıl yaşadı. Mamafih, Cebrail’e göre, Hz.İsa (A.S.) 120 yıl yaşadı. Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.)bu önemli ifadesi ispat ediyor ki, Hz.İsa’nın (A.S.) hayatta olduğunu düşünmek
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiğine ve Allah (C.C.) tarafından ona vahyedilene aykırıdır. Buna
binaen, Hz.İsa’nın (A.S.) hayatta olduğuna inanmamız için bizi nasıl ikna edebilirler? Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) bize bu kadar açıkça öğrettiği bir şeyi nasıl inkâr edebiliriz?
HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ VE ASHAB-I KİRAM
Hz.İsa’nın (A.S.) ölümü hususundaki gerçek 1300 yıldır İslâmiyet’in bütün âlimlerine ve
üstatlarına saklı kaldı da yalnız siz mi bunun farkına vardınız? diyerek alay edenler var. Bununla, ilk
Müslümanların bizim bu konuda ileri sürdüğümüz görüşü paylaşmadığı ima edilmektedir. Ancak, bu
alaylı konuşanlar, İslâmiyet’in ilk müfessirlerinin ashab-ı kiram olduğunu unutuyorlar. Peygamberimizin
15
Mevahib-üd Dünya, Kastalani; c.1 s.42
12
ashabı ilk defa İslâmiyet’in inançlarını ve adetlerini başkalarına açıklayıp tefsir ettiler. Bu başkaları da
ondan sonra İslâmiyet’in öğreticileri oldular ve dünyanın çeşitli yerlerine yayıldılar. Nitekim ashab-ı
kiram da bugün bizim İsa (A.S.) hakkında düşündüğümüzü öğretmişlerdi. Zaten başka türlü bir şey de
öğretemezlerdi. Peygamber Efendimizi (S.A.V.)küçültücü bir akide öğretmelerine imkân yoktu. Ashab-ı
kiram yalnız bizimle hemfikir olmakla kalmamış, elbirliği (icma) ile kararlaştırdıkları ilk resmi beyanla
Hz.İsâ’nın (A.S.) ölümünün doğruluğunu tasdik etmişlerdi. Ashab-ı kiramın ilk icmasıyla İsa’nın ölümü
üzerine mühür basılmıştır. Zira, hadis ve tarih kitaplarından Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldüğü
zaman ashabın kederden şaşkına döndüklerini okuyoruz. Harekete mecalleri kalmamıştı. Ağızlarından
tek kelime çıkmıyordu. Bazıları o derece üzüntüye kapılmışlardı ki, ayrılık ızdırabına dayanamayarak
birkaç gün sonra onlar da fani âleme veda etmişlerdi. Bütün sahabeler içinde en çok elem ve üzüntü
duyan Hz.Ömer, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)öldüğünü kabullenemedi. Kılıcını kınından çıkararak,
kim Peygamber öldü derse boynunu vuracağını ilan etti. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)tıpkı
Allah’tan (C.C.) gelen çağrı üzerine ortadan kaybolan Hz.Musa(A.S.) gibi, aralarından geçici bir müddet
için ayrıldığını söylemeye başladı. Hz.Musa(A.S.) ümmetine kırk gün sonra dönmüştü. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)de aynı şekilde geri gelecekti ve geri gelince kendi hakkında yakışıksız söz
söyleyenleri ve münafıkları öldürecek veya çarmıha gerdirecekti. Hz.Ömer(R.A.) ciddi ve kararlı idi.
Sahabelerden hiçbiri onun söylediğini reddetmeye veya ona karşı gelmeye cesaret edemedi. Hatta
bazıları Hz.Ömer’in ifadesinin doğruluğuna kanaat getirmişler ve Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.)ölmediğini düşünmeye başlamışlardı. Böylece, onların kederi sevince dönmüştü. Bu sevincin
belirtileri onların yüzlerinde görülüyordu. Kederden boynu bükülmüş olanların başları tekrar dimdik
oldu. Çok aşırı elem ve ızdıraba kapılmayan ve istikbali görebilen bir takım sahabeler de Hz. Ebu Bekir’i
(R.A.) çağırmak için içlerinden birini ona göndermişlerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldüğü vakit
Hz.Ebu Bekir (R.A.) Medine’de bulunmuyordu. Çünkü hastalığı iyileşmiş gibi göründüğünden, Hz Ebu
Bekir’in (R.A.) gitmesine müsaade etmişti. Hz.Ebu Bekir’e yollanan sahabe Şehirden çıkıp yola
koyulduktan biraz sonra Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) gelmekte olduğunu gördü. Hz.Ebu Bekir’e yaklaşınca,
bu sahabe kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Söz söylemeye lüzum yoktu. Hz.Ebu
Bekir (R.A.) ne olduğunu anladı ve sahabeye “Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldü mü?” diye sordu.
Sahabe verdiği cevapta, kederli haberi onaylamakla kalmayıp aynı zamanda Hz.Ömer’in (R.A.) “Kim
Peygamber öldü derse boynunu vururum” dediğini de Hz.Ebu Bekir’e anlattı. Hz.Ebu Bekir(R.A.) bunu
işittiğinde, hemen Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)mübarek naşının yattığı yere koştu. Üzerinden
abasını kaldırınca ölmüş olduğunu hemen anladı. Sevgili dostu ve önderinden ayrılmanın acısıyla gözleri
nemlendi. Eğilip Peygamber Efendimizi (S.A.V.)alnından öptü ve: “Vallahi, sen birden fazla ölüm
görmeyeceksin. Senin ölümünle insanlığın uğradığı kayıp, öteki peygamberlerin ölümü ile uğradığı
kayıptan daha fazladır. Senin methedilmeye ihtiyacın yok ve matem, ayrılığın ızdırabını dindiremez.
Senin ölümünün önüne geçmek elimizde olsa, bunu hayatlarımız pahasına yapardık” dedi.
Hazret-i Ebu Bekir(R.A.) bunları söyledikten sonra Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) yüzünü
örttü, ondan sonra Hz.Ömer’in (R.A.) sahabelere nutuk irat etmekte olduğu yere gitti. Tabii, Hz.Ömer
(R.A.) onlara Peygamberin ölmediğini ve sadece geçici bir müddet için ortadan kaybolduğunu
söylüyordu. Hz_Ebu Bekir (R.A.), Hz.Ömer’den bir an için sözünü kesmesini ve toplananlara hitap
13
etmesine imkân vermesini istedi. Hz.Ömer (R.A.) sözünü kesmeyip konuşmaya devam etti. Hazret-i Ebu
Bekir (R.A.) sahabelerden bazısına doğru döndü ve onlara Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)gerçekten
öldüğünü söylemeye başladı. Öteki sahabeler de Hz.Ebu Bekir’e (R.A.) doğru döndüler ve onu
dinlemeye koyuldular. Hz.Ömer (R.A.) da dinlemeye mecbur oldu. Hz.Ebu Bekir(R.A.), Kuran-ı
Kerimden şu ayetleri okudu:
-----------------------------------------------------------------“Muhammed (S.A.V.) bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce gelen bütün
peygamberler ölmüştür. Eğer o da ölürse veya öldürülürse, sizler geri mi döneceksiniz?” 16
------------------------------------------------------------------“Sen (Ey Muhammed) muhakkak öleceksin ve onlar (kâfirler) da muhakkak ölecekler.”17
Bu ayetleri okuduktan sonra sözüne devam ederek şöyle dedi:
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Ey insanlar! İçinizden kim Muhammed’e (S.A.V.)tapıyorsa bilsin ki Muammed S.A.V.) öldü ve
içinizden kim Allah’a C.C.) tapıyorsa bilsin ki Allah yaşıyor ve ölümsüzdür.” 18
Hz.Ebu Bekir Kuran’ın ayetlerini okuyup açıklayınca ashab-ı kiram olayın mahiyetini anladı.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)gerçekten ölmüştü. Ağlamaya başladılar. Rivayete göre, Hz. Ömer,
Hz.Ebu Bekir’in okuduğu ayetlerin manasını birdenbire kavradığı vakit bu ayetler ona sanki o gün, o
anda, nazil olmuş gibi geldi. Bacakları artık gövdesini taşıyamaz oldu, sendeledi ve şiddetli bir keder
nöbeti içinde yere yıkıldı.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ölümü üzerine sahabeler arasında neler geçtiğini anlatan bu
rivayet üç önemli şeyi ispat ediyor:
(1) Peygamber Efendimiz (S.A.V.)öldükten sonra sahabelerin elbirliğiyle verdikleri ilk karar
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’den önce gelen bütün peygamberlerin öldüğü yolundaydı. Bunun
istisnası yoktu. Bu mühim hadisenin cereyanı sırasında hazır bulunan sahabeler daha evvelki
peygamberlerden bazısının ölmediğini düşünmüş olsalardı, ortaya çıkıp bu istisnalardan bahsedeceklerdi.
16
Al-i İmran Suresi; Ayet 145
Zümer Suresi; Ayet 31
18
Buhari; c.2 Menakib-iEbu Bekir Faslı
17
14
Hiç olmazsa Hz.İsa’nın (A.S.) 600 seneden beri gökte hayatta olduğunu ileri sürüp yukarıdaki ayet-i
kerimeye dayanarak Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) çıkardığı neticenin yanlış olduğunu beyan edeceklerdi.
(2) Sahabelerin daha önce gelen peygamberlerin ölümüne iman etmeleri şahsi görüşlerinin
neticesi değildi. Onların bu görüşü Kuran-ı Kerim’e dayanmaktaydı. Eğer sahabelerin bu inancı Kuran-ı
Kerim’e dayanmayıp, sadece şahsi görüşten ibaret olsaydı o zaman Hz.Ebu Bekir (R.A.) sözü geçen
ayeti okuduğu vakit, ashabın: “Evet bütün peygamberlerin vefat ettiği doğrudur. Ama okuduğun ayetten
çıkardığın netice yanlıştır. Çünkü bu ayetten bütün peygamberlerin vefat ettiği ispat edilemez” demeleri
gerekirdi. Dolayısıyla Hz.Ebu Bekir’in (R.A.) “Kad Halet Min Kablihirrüsül” ayet-i Kerimesin’den
geçmişte gelen bütün peygamberlerin istisnasız vefat ettiği neticesini çıkarması ve bütün ashabın bunu
kabul etmekle kalmayıp, onun çıkardığı bu neticeden bir haz ve sevinç duymaları, sokak ve caddelerde
dolaşırken bu ayeti dillerinden hiç düşürmemeleri, bu ayetten çıkarılan neticede bütün ashabın müttefik
olduğunu göstermektedir.
(3) Ashab-ı kiram (R.A.) başka peygamberlerin öldüğüne ister inanmış ister inanmamış olsun.
Hz.İsa’nın (A.S.) gökte berhayat bulunduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bütün sahih hadis ve itibarlı
rivayetlerden bu mesele besbellidir ki Hz.Ömer (R.A.) bile heyecanın en şiddetli anında Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.)öldüğünü söyleyecek olanları ölümle tehdit ederken, sadece ümmeti arasından kırk
gün kaybolan Hz.Musa (A.S.) ile benzerlikten bahsetmiş fakat Hz.İsa’nın gökte berhayat olduğundan hiç
söz etmemişti. Sahabeler Hz.İsa’nın(R.A.) gökte olduğu inancını taşısalardı, Hz.Ömer (R.A.), veyahut
onun gibi düşünen sahabeler düşündüklerinin doğruluğunu ispatlamak için Hz.İsa’nın (r.a) gökte
berhayat olduğu inancını ileri sürmeyecekler miydi? Düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak için
yalnızca Hz.Musa (A.S.) ile olan benzerlikten bahsedip Hz.İsa’dan (R.A.) hiç söz etmemeleri, onların bu
konuda en ufak bir fikre bile sahip olmadığını açıkça göstermektedir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V.) AİLE EFRADI VE HZ.İSA’NIN ÖLÜMÜ
Hazreti İsa’nın (A.S.) ölümü hakkında sahabelerden başka Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile
efradı da fikir birliğine varmışlardı. Nitekim Hz.Ali’nin (R.A.) ölümü ile ilgili hadiseleri anlatırken,
İmam Hasan’ın (R.A.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
15
“Bugün ölen adam (Hz.Ali) birçok bakımlardan eşsizdi. Selefleri veya halefleri arasında kendine
benzeyen yoktu. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)onu gazaya (savaşa) gönderdiği zaman, kendisine
yardım etmek üzere Cebrail sağında Mikail solunda dururdu. O, gazadan yalnız muzaffer olarak dönerdi.
Yedi yüz dirhemden başka miras bırakmadı. Bunu bir kölenin hürriyetini satın almak için biriktirmişti. O
Ramazanın 27’nci gecesinde öldü. Hz.İsa’nın (A.S.) ruhu da aynı gece (göğe) çıkarılmıştı.” 19
Hz.İmam Hasan’ın (R.A.) bu sözünden anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile
efradına göre de Hz.İsa (A.S.) normal şekilde ölmüştü. Buna inanmasalardı, İmam Hasan (R.A.),
Hz.İsa’nın (R.A.) ruhunun göğe çıktığı gece Hazreti Ali’nin ölmüş olduğunu söylemezdi.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)sahabeleri ve aile efradından başka, onlardan sonra gelen din
bilginlerinin de Hz.İsa’nın (R.A.) öldüğüne şahadet ettiği düşünülebilir. Çünkü bu din bilginleri Kuran-ı
Kerim’e, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)sözlerine ve onun sahabeleri ve aile efradı tarafından
benimsemiş fikirlere içtenlikle bağlı idiler. Anlaşılan onlar Hz.İsa’nın (A.S) ölümü meselesini pek
önemli saymadıkları için buna dair resmi bir beyanda bulunmadılar ve bu konudaki görüşleri de kayıtlara
geçirilip muhafaza edilmedi. O devirdeki din bilginlerinin zapt ve kaydedilmiş fikirlerine gelince,
Hz.İsa’nın(A.S.) öldüğüne inandıkları kesinlikle anlaşılmaktadır. Nitekim Mecma-el Bahar’da Hz.İmam
Malik hakkında şöyle yazılıdır: “---------------------------yani Hazreti İmam Malik (r.a): “Hz.İsa (A.S.)
vefat etmiştir” dedi.
Kısacası, Kuran-ı Kerim, Hadis-i Şerif, sahabeler ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)aile efradı
arasındaki fikir birliği ve İslâm ulemasının görüşleri Hz.İsa’nın (A.S.) öldüğü inancını desteklemektedir.
Hepsi de Hz.İsa’nın (A.S.) bütün diğer faniler gibi öldüğünü gösteriyorlar. Bu nedenle, Hz.İsa’ya (A.S.)
ölüm isnat etmek suretiyle onun şerefini küçülttüğümüzü ve böylece Kuran-ı Kerim ile Hadis-i Şerifi
inkâr ettiğimizi söylemek doğru değildir. Biz bu inancımızla Hz.İsa’ya (A.S.) saygısızlık etmeyip tevhid
akidesine sarılıp ona sahip çıkmakta ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)yüceliğini ispatlamaktayız.
Ayrıca biz böylece Hz.İsa’ya (A.S.) da hizmet etmekteyiz. Çünkü Hz.İsa (A.S.) da tevhid akidesine
aykırı düşüp şirke yol açan ve Peygamberlerin Peygamberinin manevi rütbesini alçaltan bir makamın
kendisine isnat edilmesini benimsemezdi.
Şimdi, sevgili okuyucu, biz mi haklıyız yoksa bizi suçlayanlar mı? Onlar bir insanı Allah ile eşit
tutmakta, Müslüman oldukları halde bu akideyle İslâmiyet’in düşmanlarını desteklemekte, İslâmiyet’i
zayıflatmakta, ve Peygamber Efendimizi (S.A.V.) küçük düşüren bir inanca sahip çıkmaktadırlar.
MESİH’İN İKİNCİ GELİŞİ, ÛMMETTEN BİRİSİNİN GELİŞİ DEMEKTİR
19
Tabakat İbn-i Saad, c.3
16
Bize yöneltilen ikinci itiraz: Müslümanlar arasında yaygın olan inancın tersine, Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.)ümmetinden birisini Vadedilen Mesih olarak kabul etmemizdir. Dediklerine göre
böyle bir şeye inanmamız Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)hadislerine aykırıymış ve Mesih gökten
inecekmiş!
Şimdi, gerçekten biz, Müslüman Ahmediye Cemaati’nin kurucusu olan ve Hindistan’ın Pencab
eyaletinin Kadiyan isimli köyünde doğan Mirza Gulam Ahmed Hazretlerinin Vadedilen Mesih ve Mehdi
olduğuna inanırız. Niçin inanmayalım? Kuran-ı Kerim, Hadis-i Şerif ve aklı selim, Peygamberliği sadece
İsrail oğullarına sınırlı olan Meryem Oğlu İsa’nın normal şekilde öldüğünü söylüyor. Bu sebeple,
Vadedilen Mesih’in Muhammed Ümmeti arasından çıkmasının mukadder olduğu yolundaki inancımız da
Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerif tarafından desteklenmektedir. Kuran-ı Kerim Hz.İsa’nın (A.S.) öldüğünü
haber veriyor. Hadis de aynı şeyi anlatıyor. Eğer yine Hadis Meryem Oğlu diye sıfatlandırılan bir
peygamberin geleceğini vadediyorsa, bu vadedilen kişi normal şekilde ölen ve sadece İsrail oğullarına
peygamber olarak gelen Meryem Oğlu İsa değil, ancak Muhammedi ümmetten birisi olabilir. İddialarına
göre, Kuran ve Hadis Meryem Oğlu İsa’nın öldüğünü söylese bile, biz aynı Meryem Oğlu İsa’nın tekrar
gelişini beklemeye devam etmeliyiz. Onlar bize: “Allah (C.C.) her şeye kadir değil midir? O, ölmüş
İsa’yı (A.S.) tekrar diriltip dünyaya geri gönderemez mi?” derler. Onlara göre eğer böyle bir fikir ve ümit
beslemezsek, Allah’ın (C.C.) kudretini inkâr etmiş oluruz.
Bizim durumumuz büsbütün farklıdır. Biz Allah’ın (C.C.) kudretini inkâr etmiyoruz. Allah’ın
(C.C.) her şeye kadir olduğuna inanıyoruz. Her şeye kadir olduğundan, eski İsa’yı (A.S.) tekrar
diriltmeye ihtiyacı yoktur. O, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti içinden bir öğretici çıkarabilir ve
bu öğreticiyi Mesihlik makamına yüceltip dünyayı ıslah etmek işi ile görevlendirebilir. Aklı başında
insan Hz.İsa’nın geri gelmesi konusunda ısrar edemez. Çünkü İsa’nın tekrar dünyaya gelmesi Allah’ın
kadir oluşunun bir alameti olmayıp (haşa) O’nun acizliğinin göstergesidir. Nitekim hayat tecrübemiz
gösteriyor ki, yeni bir ceket almaya kudreti olan bir kimse eskimiş ceketini tersine çevirtip tekrar giymek
istemez. Onun yeni bir cekete ihtiyacı varsa, eskisini atar ve yenisini alır. Kudreti olmayan adam da, eski
ceketini tersine çevirtip veya tamir ettirip tekrar giymek ister. Fakir ise, malına ve yaşına aşırı derecede
dikkat ve ihtimam gösterir. Allah (C.C.) fakir değildir; kudretlidir. Kullarının yeni bir öndere ve kılavuza
ihtiyacı olduğunda, ölmüş bir peygambere tekrar hayat vermek mecburiyetini hissetmez. Yaşayan
kullarından birini, başkalarına yol göstermek ve onları ıslah etmek üzere, seçebilir. Hz.Adem’den (A.S.)
Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)gelinceye kadar Allah (C.C.), bir defacık olsun, ölmüş bir peygamberi
kullarına kılavuzluk etsin diye diriltip bu dünyaya göndermemiştir. Böyle bir şeye zaten lüzum yoktur.
Muayyen bir milletin muayyen bir zamanda paklanması ve ıslah edilmesi Allah’ın (C.C.) kudreti
dahilinde bulunmasaydı, Allah’ın (C.C.) hükmü her zaman herkesi kapsamasaydı, öyle bir şeye ihtiyaç
duyulurdu. Lâkin Allah (C.C.) her şeye kadirdir ve O’nun hükmü her zaman bütün insanları
kapsamaktadır. Muayyen bir kavmin muayyen bir zamanda ıslah edilmesi için, Allah’ın (C.C.) ölmüş
peygamberlerden birini diriltmeye mecbur olduğunu düşünmek manasızdır. Allah’ın (C.C.) kudretinin
sınırı yoktur. Hz.İsa’dan (A.S.) sonra Peygamber Efendimiz Muhammed (S.A.V.)gibi yüce bir
17
peygamberi yaratma kudretine sahip olan Allah(C.C.), şüphesiz zamanımızda da İsa’ya (A.S.) benzeyen
hatta ondan bile daha üstün olan birisini yaratma kudretine de sahiptir.
Bu nedenle, birinci Mesih Meryem Oğlu İsa’nın cismani olarak yeniden zuhurunu gerçekten
inkâr ediyoruz. Çünkü, bize göre, her şeye kâdir olan Allah (C.C.) herhangi bir zamanda herhangi bir
kulunu Mesihlik makamına yükseltip doğru yoldan sapmış olanları Kendine çağırabilir. Allah’ın (C.C.)
artık bunu yapamayacağını, aramızdan birisini bu mertebeye çıkaracak yerde ölmüş bir peygamberi
diriltmeye mecbur olduğunu düşünenler hatalıdırlar. Onlar Allah’ın kudretini Allah’a layık olacak
şekilde algılayamıyorlar.
Bu nedenle, birinci Mesih’in tekrar zuhurunu kabul etmek, Allah’ın (C.C.) kudretini ve
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) kuvvet-i kudsiyyesini eksik kabul etmek anlamına gelir. Geçmişte bir
kavim ne zaman doğru yoldan sapsa ve İlâhî bir öndere ihtiyacı olsa, Allah bunun için daima onların
arasından birini seçerdi. Ama Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti doğru yoldan ayrılıp İlâhî bir
öndere ihtiyaç duyduğu zaman öteden beri var olagelmiş bu ilahi kanun terk mi edilecektir? Yani onun
ümmetinden hiç kimse Müslümanları ıslah etme gücüne sahip olmayacak mı? Acaba onun ümmeti daha
önce gelen peygamberlerinden birisi tarafından mı ıslah edilecektir‘’ Bunu kabul etmek, Peygamber
Efendimizin (S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesine (manevi yetkisine) her zaman itiraz eden Yahudilerle
Hıristiyanların ekmeğine yağ sürmek demektir. Müslümanların Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) irşat
ve ıslah kudretinden şüphelenmesi tuhaftır. Müslümanlardan birisinin ihtiyaç anında öteki Müslümanlara
rehberlik edemeyeceği fikrine saplanırsak, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)manevi nüfuzunu
küçümseyenleri desteklemiş oluruz. Yanan bir meşale başka birçok meşaleleri tutuşturabilir. Ancak
sönmüş bir meşale bunu yapamaz. Müslümanların içlerinden kendilerini ıslah edecek bir kişi bile
çıkaramayacak kadar fesada uğrayacaklarını kabul etmek, (haşa) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) feyzi
ve bereketinin bir gün tükeneceğini kabul etmek demektir. Fakat, böyle bir neticeyi hiçbir gerçek
Müslüman kabul edemez. Gerçekten Müslüman olan herkesin bildiği gibi, Musa’ya (A.S.) tabi olanlar
zaman zaman manen yeniden dirilme ihtiyacı duymuşlardı ve bu ihtiyacı kendi aralarından çıkan
öğreticiler karşılamıştı. Musa’nın (A.S.) ümmetini ıslah eden, yine Musa’nın ümmetinden birisiydi.
Musa’nın (A.S.) şeriatı Allah (C.C.) istediği müddetçe devam etti. Ama Musevi şeriatının geçerlilik
süresi sona erince, insanlığı irşad edecek bir peygamber çıkarmak üzere, Allah (C.C.) Musa’nın (A.S.)
ümmetinden vazgeçip İsmail peygamberin nesline döndü. Eğer şimdi Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.)ümmetini doğru yola sevk etmek üzere Musa’nın (A.S.) şeriatına mensup Hz.İsa’nın (A.S.)
geleceği düşünülürse bundan, Allah’ın (C.C.) Musa’nın (A.S.) şeriatını sona erdirdiği gibi Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) getirdiği şeriatı de (haşa) sona erdirmeyi ve yerine yeni bir şeriat getirmeyi
kararlaştırdığı neticesi çıkar. Ayrıca bu inancı kabul ettiğimiz takdirde, Peygamber Efendimizin
(S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesinin ve manevi nüfuzunun etkisiz bir hale geleceğini, onun nurundan hiçbir
ümmetinin artık nurlanamayacağını ve bu ümmetin ıslah edilmesi için tek bir Müslüman’ın bile ondan
feyiz ve ilham alamayacağını kabul etmek zorunda kalırız.
18
Ne kadar üzücüdür ki, ufacık bir kusurun bile kendilerine isnat edilmesinden hoşlanmayanlar, hiç
çekinmeden Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) kusur isnat etmektedirler. Buna rağmen Peygamber
Efendimizi (S.A.V.) sevdiklerini de iddia ederler. Dudakta kalan ve kalpte yerleşmeyen sevginin faydası
ne? Uygun fiil ve hareketlerle desteklenmeyen sözler bir işe yaramaz.
Eğer Müslümanlar gerçekten Peygamber Efendimizi (S.A.V.)seviyorlarsa, onun ümmetini yeni
bir hayata kavuşturmak için bir İsrail peygamberinin tekrar gelmesine tahammül etmemeleri lazımdır.
Kim, kendi evinden karşılayabileceği ihtiyaçlar için, komşusuna başvurmak ister? Yardımdan müstağni
olan insan başkasından yardım ister mi? Söz konusu bu çetin dönemde Muhammed ümmetinin eski
Mesih’e muhtaç olduğunu düşünen ve öğreten mollalar, kendi şahsi kıymet ve itibarları hakkında öyle
mübalağalı görüşlere sahiptirler ki, dini münakaşalarda münakaşayı kaybettikleri halde yenilgiyi kabul
etmezler. Ayrıca hiç kimseyi yardıma da çağırmazlar. Birisi kendiliğinden yardım eli uzatırsa, ona
minnettarlık duymak yerine, rencide olup: “Biz senden yardım alacak kadar cahil miyiz?” diye
kızgınlıklarını bildirirler. Kendileri için bu kadar hassasiyet gösteren mollalar. Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)söz konusu olunca o kadar lakayttırlar ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)başka bir şeriata ait
bir peygambere muhtaç olduğunu söyleyip onun kuvvet-i kudsiyyesinin hiçbir işe yaramayacağını kabul
etmektedirler. Yazıklar olsun gabi (anlayışsızlık, kalın kafalılık) akıllarla duyarsız kalplere! Düşünmek
ve hissetmek yeteneğini büsbütün mü kaybettiler? Kendi şahsi şeref ve itibarlarını düşündükleri halde
Allah’ın ve Peygamberin (S.A.V.)şan ve şerefini düşünmezler mi? Hiddet ve gücenmelerini Allah ile
Peygamberine saygısızlık gösterenlere karşı değil de, şahsi düşmanlara karşı mı gösterirler?
Bir İsrail peygamberinin geri gelişini niçin inkâr ediyoruz diye bize sorarlar? Ne yapalım?
Hislerimizi değiştiremeyiz. Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)karşı sevgimizi ancak normal ve tabii olan
yollardan izhar edebiliriz. Onun şerefi indimizde çok yüksektir. Ümmetinin ıslahı için, Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.)başka birisinden yardım dilemeye muhtaç olacağı ve ona karşı minnet borcu
altında kalacağı düşüncesini hazmedemeyiz. Kıyamet günü ilk doğmuş olandan son doğmuş olana
varıncaya kadar bütün insanlar Allah huzurunda toplanıp da herkesin amelleri ve muvaffakiyetleri
zikredileceği zaman Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)Yahudilere gelen Mesih’ine karşı minnet yükü
altında kalacağını ve meleklerin bütün insanlık huzurunda ve onlarca işitilecek şekilde: “Müslümanlar
bozulup fesada uğradığında Hz.Muhammed’in (S.A.V.)kuvvet-i kudsiyyesi işlerine yaramayıp onlara
yeniden manevi kuvvet veremedi. Bunun üzerine Musevi ümmetin Mesih’i olan İsa (A.S.)
Hz.Muhammed’e (S.A.V.) acıyıp Müslümanları ıslah etmek ve onları manevi çöküşten kurtarmak için
dünyaya dönmeye karar verdi” diye ilan edeceğini bir an için dahi düşünemeyiz. Peygamber Efendimiz’e
(S.A.V.)böyle yüz kızartıcı bir durum isnat etmektense dilimizin kurumasını tercih ederiz. Hazreti
Resulüllah (S.A.V.) hakkında böyle bir şey yazmaktansa ellerimizin kopmasını tercih ederiz. O, Allah’ın
(C.C.) sevgili kuludur. Onun kuvvet-i kudsiyyesi (manevi feyzi) sonsuza kadar devam edecek ve asla
sona ermeyecektir. O, “Hatemün Nebiyyin” olduğu için onun feyzi hiç kesilmeyecektir. Bu nedenle
kimsenin minneti altına girmeye ihtiyacı yoktur. Ama diğer peygamberler ona karşı minnet altında
kalmışlardır. Hiçbir peygamber, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) doğruluğunu kabul etsinler diye
insanları ikna etmedi. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bütün peygamberlerin doğruluğunun kabul
19
edilmesi için insanları ikna etmeyi başardı. Hiç işitmedikleri peygamberlere inanmayı milyonlarca insana
öğreten odur. Hindistan’da milyonlarca Müslüman vardır. Bunlar arasında pek azı yabancı ülkelerden
gelmiştir. Bunların büyük çoğu Hindistan’ın yerlisidir. Bunlar hiçbir peygamberin adını duymamıştı.
Fakat onlar Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) iman ettikleri günden beri Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz.İsa ve
sair peygamberlere inanmaya başladılar. Bu yerliler eğer Peygamber Efendimiz’e iman etmiş
olmasalardı, onlar da Hindu kardeşlerinin bugüne dek yaptığı gibi bu peygamberlere küfür edip yalancı
olduklarını söyleyeceklerdi. Aynı şey Afganistan, Çin ve İran hakkında da geçerlidir. Bu memleketlerin
sakinleri önce Musa ve İsa’yı bilmediklerinden onları peygamber diye tanımıyorlardı. Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) tebliği, talim ve telkini bu memleketlere yayılınca oralarda yaşayan halklar ona ve
onun öğrettiği Her şeye iman ettiler. Böylece onlar diğer bütün peygamberlere de iman edip onlara
hürmet göstermeye başladılar. Bu nedenle diğer bütün peygamberler Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)
minneti altındadırlar. Onların Allah’ın birer peygamberi olduğu bilinmiyordu. Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) bunu açıkladı. Ama Bizim Efendimiz Muhammed (S.A.V.) kimsenin minneti altında kalmış
değildir. Onun manevi feyzi ve bereketi sonsuza dek devam edecek ve ümmetinin ıslahı ve yeniden
manevi hayata kavuşması için, o, başka bir peygambere muhtaç olmayacaktır. Böyle bir durum ortaya
çıktığı zaman, Allah onun ümmeti arasından birisini ötekilere yol göstermek için seçecektir.
Müslümanlar arasından, Allah’ın seçtiği böyle bir kimse her şeyi Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)
öğrendiği, onun nurundan nurlandığı ve onun feyzinden feyiz aldığı için ona borçlu olacaktır Keza,
böyle bir kimse Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) bulduğu manevi hazineyi dağıtacak ve ondan
öğrendiğini öğretecektir. Bu nedenle ümmeti yeniden manevi hayata kavuşturma işini gerçekten
becermiş olan öğrencisi değil, bizzat Peygamber Efendimiz (S.A.V.) olacaktır. Çünkü bir öğrencinin
öğretmeninden ayırt edilemeyeceği gibi, bir ümmeti de peygamberinden ayırt edilemez. Bir öğretmene
borçlu olduğumuz şeyi hakikatte o öğretmenin öğretmenine borçluyuz. Nitekim Müslümanları yeniden
manevi hayata kavuşturmakla görevlendirilen kimse Peygamber Efendimiz’e karşı minnet borcu altına
girecek ve onun aşkıyla sarhoş olacaktır.
Özetle: Ümmeti Muhammediyyeyi ıslah etmek için daha önce gelen peygamberlerden birisinin
gelmesi Hz.Resulüllah’a karşı yapılan bir hakarettir Böyle bir olay onun büyüklüğünü zedeler ve------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------20
“Bir millet kendisine verilen bir nimete layık olduğu müddetçe Allah ondan o nimet geri almaz”
diyen Kuran’ın tehdidi altında kalır.
Hz.İsa’nın (A.S.) geri geleceği akidesini bu ayeti kerime ile karşılaştırdığımız zaman şöyle bir
sonuç ortaya çıkar: Peygamber Efendimiz (S.A.V.)ona bahşedilen nimetlere (haşa) artık layık değildir
veya Allah verdiği sözünden geri dönmüştür. Başkalarına karşı Allah’ın davranışı, bir kere bahşedilen
nimeti geri almamak şeklinde olmuştur. Acaba Peygamber Efendimiz söz konusu olunca Allah bugüne
dek hiç değiştirmediği kanununu mu değiştirecek? Bu düşünce insanı kâfirliğe kadar götürür. Çünkü
20
Rad Suresi; Ayet 12
20
böyle bir düşünce ile Allah veya Resulünden (S.A.V.)birisini reddetmiş sayılacağız. Bu nedenle biz öyle
inançlardan Allah’a sığınırız ve geleceği vâdolunan Mesih’in Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)
ümmetinden çıkacağına inanırız. Şüphesiz, Allah (C.C.) dilediğini bu makama yüceltmekte kadirdir.
MESİH VE MEHDİ AYNI KİŞİYE VERİLEN İKİ İSMİDİR
Vadedilen Mesih’in Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmetinden birisinin olacağı açıkça
anlaşılmaktadır. Nitekim bir hadiste------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Mehdi Mesih’ten başka birisi değildir” 21 ve diğer bir hadiste
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Sizin aranızdan imamınız olarak Meryem oğlu İsa nüzul ettiğinde haliniz nice olur”
denilmektedir.
22
Bu iki hadis Mesih’in Mehdi olacağı hususunda hiçbir şüphe bırakmıyor. O. Hz.Resulüllahın
ümmetine rehberlik edecek ve ümmet dışından gelen birisi değil, bu ümmet arasından çıkmış birisi
olacaktır. Mesih ve Mehdinin iki ayrı şahıs olduğunu düşünmek yanlıştır ve “Mehdi Mesih’ten başka
birisi değil” hadisindeki açık delile aykırıdır. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) sözleri üzerinde dikkatle
düşünmek gerçek müminlere yaraşır. Bu sözler çelişkili görünürse, çalışıp çelişkiyi ortadan kaldırmak
bize düşer. Eğer Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir taraftan Mehdinin Mesih’ten önce ortaya çıkacağını
ve Mesih’in ondan sonra namazda Mehdiye ve onu rehber diye kabul edenlere katılacağını diğer taraftan
bizzat Mesih’in Mehdi olduğunu söyledi ise, ne yapmalıyız? Bir ifadeyi kabul edip ötekini ret mi
etmeliyiz? Böyle yapmaktansa, iki ifadeyi dikkate alıp iyice düşünüp birini ötekiyle uzlaştırmaya
çalışmak bize düşen bir vazife değil midir? Bu iki ifadeden biri ötekini tefsir etmek için kullanıldığı
takdirde aralarındaki çelişki ortadan kalkar. Yukarıda zikrolunan hadis, Mesih ve Mehdinin ayrı ayrı iki
kişi olabileceği şüphesini uyandırmaktaydı. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Mehdi Mesih’ten
başka birisi değildir” diyen hadisle bu şüpheyi ortadan kaldırdı ve öteki hadisin mecazi anlam taşıdığı
anlaşıldı.
Böylece Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bize anlatmak istediği: Bu ümmetten birisinin
öncelikle dünyayı manevi hayata kavuşturmak için görevlendirileceği fakat herhangi bir peygamberin
rütbesine haiz olmayacağı, ama bir müddet sonra, İsa’nın ikinci gelişiyle ilgili haberin de onun şahsında
gerçekleşeceği ve onun Mesihlik rütbesine haiz olacağıdır. Bu hadis vadedilen kişiye iki ayrı makamın
iki ayrı vakitte verileceğini beyan etmektedir. Yani vadedilen kişi öncelikle genel bir ıslah için memur
edilecek ve bir müddet sonra Mesihlik mertebesine yüceltilecektir. İlâhî kehanetler genellikle mecaz
dolu olurlar. Bu mecazi kelam göz ardı edildiği takdirde İlâhî kehanetlerin anlaşılması imkânsız hale
gelir.
21
22
İbn-i Mace; Şiddetüzzaman Faslı
Buhari; Kitab-ül Enbiya; Nüzul-ü İsa Bin Meryem Faslı
21
Bu hadisler hakkındaki tefsirimiz doğru değilse, o zaman hakikati arayanlar için geriye iki şık
kalır ki, her ikisi de saçma ve tehlikelidir. Ya Mesih ve Mehdi’yi bir ve aynı şahıs diye tarif eden hadisin
bir mevzu (uyduruk) hadis olduğunu itiraf edeceğiz, veyahut da Mesih ve Mehdinin iki ayrı şahıs
olduğunu ve hadisin bu iki şahıs arasında manevi ehemmiyet bakımından bir fark bulunduğuna, gerçek
Mehdinin Mesih olduğuna ve, öteki Mehdinin Mesih yanında sönük ve ehemmiyetsiz kaldığına işaret
etmek istediğini kabul edeceğiz. Lâkin, tefsirlerin her ikisi de tehlikelidir. Birisi, Sıhhati iyice
ispatlanmış gerçek bir hadise, haklı bir sebep yokken, uydurma diye bakmamızı icap ettiriyor. Ötekisi,
Mehdinin Mesih’e kıyasen bir hiç olduğunu içermektedir. Böyle bir düşünce, Mehdinin İmam ve
Mesih’in cemaatle namazda imama uyup onun arkasında duranlardan biri olacağını öğreten hadise
aykırıdır. Dolayısıyla her iki şık da batıldır. Bu hadisin, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) Ümmeti
arasından bir kişinin öncelikle genel ıslah için tayin edileceği (Mehdi) ve sonra aynı kişinin Mesihlik
mertebesine yükseltileceğinden başka hiçbir açıklaması yoktur. Yani o vadedilen zat öncelikle kendisinin
bir Müslih (ıslah edici) olduğunu ileri sürecek ve bir müddet sonra kendisinin Mesih olduğunu da ilan
edecektir.
NÜZUL KELİMESİNİN MANASI
Hadisteki nüzul kelimesini gören hemen hemen herkesin yanıldığı bir gerçektir. Onlar hadislerde
“Mesih nazil olacak” şeklinde kullanılan ifadelerden, birinci Mesih’in gökten nazil olup tekrar dünyaya
geleceğini anlamışlardır. Halbuki, nüzul kelimesi onları yanıltmıştır. Bu kelimenin anlamı alelade
insanların anladığı gibi gökten inmek değildir. Aslında bu kelime, çok yararlı olup bereket getirecek
veyahut İlâhi azamet, kudret ve celalini gösterecek olan bir hadisenin zuhuru için kullanılır.
Nitekim Allah (C.C.) Kuran-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır;
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Sonra Allah, resulüne huzur ve sükun indirdi.” 23
23
Tevbe Suresi; Ayet 26
22
“Kederden sonra üzerinize emniyet, içinizden bir taifeyi kaplayan bir uyku, indirdi.” 24
“Size davarlardan sekiz çift indirdi.” 25
“Ayıp yerinizi örtmek ve sizi süslemek için elbise indirdik. Lâkin, en iyi elbise takva elbisesidir.
Bu. onların hatırlaması için Allah’ın (C.C.) ayetlerinden biridir.” 26
“Size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.” 27
“Şiddetli harp için malzeme ve insanlık için birçok fayda sağlayan demiri indirdik ki, Allah
Kendine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri ayırt etsin.” 28
“Allah kullarına rızkı genişletseydi, yeryüzünde azarlardı. Lâkin O, rızkı dilediği bir ölçüye göre
indirir. Gerçekten o, kullarının her halini bilir ve görür.” 29
Herkesin bildiği gibi, huzur ve sükun insan zihninin bir vasfıdır ve uyku insan dimağının bir
fonksiyonudur. Hayvanlar, elbiseler, yeşil tarlalar, bıldırcınlar, demir ve sair şeyler toprağın üstünde
yetişir veya toprak altından çıkar. Onlar gökten inmez veya düşmez. Bundan başka, Kuran-ı Kerim
onların gökten indiğini söylemez. Kuran’ın söylediği açıktır ve şöyledir:----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Yerin yüzüne sabit ve muhkem dağlar koydu ve onu bereketlendirdi ve oradakilerin rızkını, bütün
rızk arayanlar için eşit olarak, dört devirde tevzi etti.” 30
Allah, bu ayette, tabiatın yaratılışı ile muhtelif servetlerin yaratılışı konusunu anlamak için
muhtelif ilimler hakkında bilgi edinmek lazım geldiğine işaret etmektedir. Bu bilgiyi, Allah parça parça
açıklamaktadır. Bunun bir kısmı esasen açıklanmıştır, bir kısmı gelecekte açıklanacaktır. Daima yeni
meseleler, sorular ortaya çıkacak ve bunlara cevap verilecektir. Fakat Allah: “Tabiatın yaratılışını ve
tabiat servetinin yaratılışını, biz o şekilde anlattık ki bütün insanlar her zaman (kabiliyetlerine göre)
onlarda tatmin edici ve doğru bir beyan ve tasvir bulacaklardır” diyor.
Binaenaleyh, Kuran-ı Kerim’den anlaşılıyor ki, tabiatta her şey Allah’tan inmekte yani O’nun
tarafından ihsan edilmektedir. Fakat gökten düşmemektedir. Onların yaratılışı bu arzın içinde ve üstünde
ve arasında vuku bulmaktadır. Onlar arzın üstünde büyüyüp yetişirler, veya arzın sathının altından
24
Al-i İmran Suresi; Ayet 155
Zümer Suresi; Ayet 7
26
Araf Suresi; Ayet 27
27
Bakara Suresi; Ayet 58
28
Hadid Suresi; Ayet 26
29
Şûra Suresi; ayet 28
30
Ha Mim Secde Suresi; Ayet 11
25
23
kendilerini gösterirler. O halde, nüzul (inmek) kelimesi Mesih’in gelişi hakkında kullanıldığı zaman
başka manaya delalet edemez: ancak Vadedilen Mesih’in önemine, mübarekliğine ve manevi itibarına
delalet edebilir. Yoksa, katiyen cismani olarak gökten arza düşeceği kast edilmemiştir.
Birçokları “nüzul” kelimesinin Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz için dahi kullanıldığını
unutuyorlar. Bütün Kuran müfessirleri bu tabiri Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)büyüklüğüne ve
gelişinin önemine işaret sayıyorlar. Hakları da vardır, çünkü bütün cihanın bildiği gibi, Peygamber
Efendimiz Kureyş’in şerefli bir ailesi içinde dünyaya gelmişti. Babasının ismi Abdullah ve annesininki
Amine idi. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)gelişini “Nüzul” diye tasvir eden ayet şudur: ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Allah, iman edenleri ve iyi iş işleyenleri karanlıktan ışığa çıkarması için, size açık İlâhî ayetler
okuyan bir öğüt verici, bir peygamber, indirdi.” 31
Şimdi, aynı nüzul (inmek) kelimesinin Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Mesih hakkında
kullanılmış olması hayrete şayandır. Bununla beraber, aynı kelime Peygamber Efendimiz hakkında bir
türlü, Mesih hakkında başka türlü tefsir edilmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yeryüzündeki
bütün diğer insanlar gibi doğdu, büyüyüp peygamber oldu ve Kuran-ı Kerim bu hadiseyi anlatmak için
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında nüzul (inmek) kelimesini kullandı. Ama aynı kelime Mesih için
kullanılınca neden aynı manaya gelmesin? Neden Vadedilen Mesih de Peygamber Efendimiz gibi
“nüzul” etmesin yani yeryüzünde doğup büyüyüp peygamber olmasın?
VADEDİLEN MESİH NEDEN MERYEM OĞLU İSA DİYE ADLANDIRILDI?
Mesih’in ikinci gelişiyle ilgili kehanet hakkında üçüncü bir itiraz ortaya atılmıştır. Hadislerde
vadedilen kişi Meryem Oğlu İsa diye isimlendirilmiştir. Nitekim, kehanet görünüşte birinci Mesih
hakkındadır. Yani tarihin kaydettiği İsa’nın cismani olarak zuhuru vasıtasıyla gerçekleşmesi lazımdır.
Ancak bütün lisanların mecazlarla dolu olduğu unutuluyor. İsa ismi İsa’dan gayrı şahıslar hakkında sık
sık kullanılıyor. Ama buna hiçbir itiraz edilmemektedir. Lâkin, Allah sözünde bir şahsa İsa ismi
verilirse, manası hakkında tereddüt edilmektedir. Halbuki günlük konuşmalarımızda çok cömert olana
Hatem-i Tai tab’an felsefe eğilimli olan şahsa Tusi ve diyalektik muhakeme kabiliyeti gösteren kişiye
Razi denilmektedir. Durum böyle iken, İsa İbn Meryem ismi hususunda neden itiraz edilmektedir? İbn
Meryem muayyen bir ferdin ismi ise Hatem, Tusi ve Razi de muayyen fertlerin isimleri değil midir? Bu
isimler başka şahıslara verilince hiç kimse yanılıp onların asıl Hatem, Tusi veya Razi olduklarını
31
Talak Suresi; Ayet 11
24
düşünmediği halde, Vadedilen kişiye İsa İbn Meryem adı verilince bunun 1900 sene önce dünyaya
gelmiş olan Meryem Oğlu İsa anlamına geldiğini düşünmeye neden gerek olsun? Mamafih Hatem, Tusi
ve Razi isimleri ile İbn Meryem ismi arasında bir fark vardır. Evvelki üç taneden her biri zamanla
muayyen bir mana iktisap etmiş, fakat Kuran-ı Kerimin kendisi Meryem ismini manevi bir hali tasvir
etmek için kullanmıştır:
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Allah müminlere Firavunun karısını misal olarak getirir. O “Rabbim, bana nezdinde, cennette bir
ev yap ve beni Firavun ve işlediği işten kurtar ve beni zalim kavimden koru” demişti. Allah onlara
İmran kızı Meryem’i de misal olarak gösterir. Meryem iffetini korudu. Biz de ona Ruhumuzdan üfledik;
o kendi şahsında Rabbinin sözlerini ve kitaplarını gerçekleştirdi çünkü itaat edenlerdendi.” 32
Bu ayetlerde müminler Musa’ya eziyet eden Mısır Firavununun karısına benzetiliyor. O, akıbetinin
cennette, kurb-u İlahide, olmasını diledi ve Firavun ile entrikalarından ve keza zalimane icraatına ortak
olmaktan kurtulmayı niyaz eyledi. Müminler aynı zamanda İmran’ın kızı Meryem’e de benzetilmektedir.
O, iffetini muhafaza etti. Allah’tan vahiy aldı. O’nun talim ve telkinlerinin ve kitaplarının gerçekliğini
tasdik etti. Keza, Allah’ın (C.C.) en sadık kullarından biri olduğunu ispat etti. Burada, müminler iki tip
olarak tasvir ediliyor: Firavunun karısı gibi olan tip ve Meryem gibi olan tip. Müminlerden hiç olmazsa
bir tipin Meryem gibi olduğu aşikârdır. Bu nedenle vâdedilen kişiye Meryem Oğlu ismi verilmişse bu,
vâdolunan kişinin başlangıçta Meryem gibi bir hali olacağı ve büyüdüğünde o halden çıkıp İsa gibi bir
hale erişeceği manasındadır. Yani Vadedilen Mesih’in hayatının ilk günleri Meryem’inki gibi kudsi ve
lekesiz olup daha sonraki hayatı Hz.İsa’nın (A.S.) hayatına benzeyecektir. Ruhülkudus (Cebrail)
Hz.İsa’yı desteklediği gibi Vadedilen Mesih’i de destekleyecektir. Hz.İsa (A.S.) hayatını hakka ve
iyiliğe vakfetmişti. Nitekim Vadedilen Mesih de dünyada hak ve doğruluğun yerleşmesi için hayatını
sarf edecektir.
Ne yazık ki, zamanımızın din adamları Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde düşünmüyorlar.
Kuran-ı Kerim’in manasını anlamak için daha derine gitmeyi kendi kendilerine yasak etmişlerdir.
Bundan dolayı onun pak metnin düzeyinden daha derinde bulunan güzellik ve mana onların gözünden
kaçıyorsa hayret etmemeli. Kuran-ı Kerim’i ve peygamberlerin hayatlarını inceleyip, ruhani âlimlerinin
söylediklerini, bugünkü Müslüman din adamları gözden geçirme zahmetine katlanmış olsalardı, gerçeği
keşfedeceklerdi. Örneğin; büyük evliyalarından Şeyh Şehabeddin Suhreverdi (A.R.) Avarifa’l-Maarif
adlı eserinde doğuşun iki türlü olduğunu söylüyor: Alelade cismani doğuş ve manevi doğuş. İfadesini
desteklemek için onun seçtiği kişi Hz.İsa’nın (A.S.) ta kendisidir. Şeyh divor ki:
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------32
Tahrim Suresi; Ayet 12-13
25
“Cismani doğuşta evlat babanın parçası olduğu gibi, mürit de şeyhin bir parçasıdır. Bu doğuş,
Hz.İsa’nın (A.S.) “Hiç kimse iki kere doğmadıkça göğün melekûtuna dahil olamaz” dediği zaman
kastettiği manada, manevi doğuşa inkılap eder.”
Şeyh Şehabeddin Suhreverdi’nin (A.R.) sözü şöyle devam ediyor: Birinci doğuş insanı maddi
aleme ve ikinci doğuş manevi aleme bağlar. Aynı konu Kuran-ı Kerim’de de vardır: --------------------------------------------“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk.” 33
Kısacası, Şeyh Şehabeddin Suhreverdiye göre, her insan manevi bir doğuş geçirir. Şeyh, bu
görüşünü desteklemek üzere, Kuran-ı Kerim’den bir ayet ve bir ferdin manevi inkişafa mazhar olmak
için manevi doğuş geçirmesini gerekli sayan Hz.İsa’nın (A.S.) bir sözünü nakletmiştir. Ruhani âlemde
ilerlemek için gerekli olan bu manevi doğuştan Vadedilen Mesih’in geçmesine neden itiraz edilmektedir?
Özetle, birinci Mesih’in tekrar hayata döneceği ve insanlığı irşat için bir gün ortaya çıkacağı fikri
Allah’ın (C.C.) büyüklüğüne, talim ve telkinine, keza Peygamber Efendimizin (S.A.V.)manevi
mertebesine aykırı düştüğü gibi, kayıtlara geçmiş olan sözlerine de ters düşmektedir. Bu inanç
isabetsizdir ve dar bir düşüncenin mahsulüdür. Gerçek şudur ki, Mesih’in ikinci gelişi Muhammed
Ümmetinden bir kişi vasıtasıyla ve onun şahsında gerçekleşecekti. Bu kişi birinci Mesih’in rengiyle
renklenip onun huyu ve karakteri ile ortaya çıkacaktı. Müjdelenen bu Mesih Allah ve Resulün Vaadine
uygun olarak gelmiştir. Birçok insan onun feyzinden feyiz aldı. Onun kutsal ruhunun bereketiyle Allah
(C.C.) yolundan sapmış birçok kimse tekrar doğruyu buldu.
VAHYİN DEVAMI VE ÜMMETİ PEYGAMBERİN GELMESİ
Bize yöneltilen dördüncü büyük itiraz şudur: Bize göre vahyin müessesesi ve peygamberlerin
gelmesi Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)sonra da devam etmektedir. Bu itiraz dahi etraflıca
düşünmediklerinden veya husumet ve peşin hüküm ileri sürdüklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçek
şudur ki, biz kelimelerden ziyade onların manasına önem veririz. Allah (C.C.) ve peygamberin onuruna
yakışan her söze inanmayı tercih ederiz. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)peygamberliğini kaldırıp
dünyaya yeni bir şeriat ve yeni bir kıble verecek; İslâm şeriatının herhangi bir hükmünü değiştirecek;
insanoğlunu Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) değil kendine itaate davet edecek; Muhammedi ümmetin
dışından ortaya çıkacak, veya Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) feyiz almaksızın herhangi bir manevi
33
En’am Suresi; Ayet 76
26
mertebeye erişebilecek bir kişinin gelebileceğine bir an için dahi inanamayız. Çünkü bize göre, böyle bir
kişinin gelmesi İslâmiyet’in sonu olup Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) Allah (C.C.) tarafından verilen
sözlerin yalan çıkacağı anlamına gelecektir. Ama böyle bir şey imkânsızdır ve biz böyle bir inançtan
tiksiniriz. Keza, insanlara geçmişte daima bahşedilen nimet ve ihsanların Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) geldikten sonra artık bahşedilmez olduğu inancını doğru bulmayız. Bizce o ilahi feyiz
kapılarını kapatmak için değil her zamankinden daha çok açmak için geldi.
Nitekim onun zuhuru ile manevi ilerleme imkânlarının arttığına inanırız. Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.)insanları Allah’a (C.C.) yaklaşmaktan menetmek için gönderildiğini düşünmeyiz. Bugün, bir
öğreticinin Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şeriatını kaldırıp onun yerine geçebileceğini düşünmekten
tiksindiğimiz gibi onun zuhuru ile vahiy ve vahiy nimetlerinin sona erdiğini düşünmekten de nefret
ederiz. Bu iki düşünce, Peygamber Efendimizi (S.A.V.) küçülten ve öğrettiklerini çürüten düşüncelerdir.
Bundan dolayı, her ikisini de reddederiz. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) insanlık için bir nimet
olduğuna içtenlikle inanırız. Onun manevi feyizlerinin devam etmekte olduğunun bilincindeyiz. Onun
zuhuru, insanları manevi feyizlerden mahrum etmemiştir. Tersine, onun zuhuruyla Allah’ın (C.C.)
insanlara her zaman bahşettiği manevi feyiz ve nimetler eskisinden daha bol olarak akmaya başlamıştır.
Onun zuhurundan önce bu ilahi feyizler bir ırmak gibi akıyordu. Ama Peygamberimizin zuhurundan
beri muazzam bir nehir gibi akmaktadır. Çünkü onun zuhurundan önce manevi alemdeki bilgi kemale
ermemişti; onun gelişiyle bu bilgi kemale erdi ve kamil irfan ancak kamil bilgi ile elde edilir.
Kuran-ı Kerim kendisinden önceki hiçbir semavi kitabın öğretmediğini öğretiyor. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) manevi meselelerde kendinden önce gelenlere nazaran daha derin bir vukufa mazhar
kılınmıştı. Manevi vukufun artmasıyla, bugün müminler önce ulaşılamayan manevi yüksekliklere
ulaşabiliyorlar. Böyle nimetler olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V) öteki peygamberlere
nazaran ne üstünlüğü olabilirdi? Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi köleliğinden azat olan
peygamberin gelmesini reddederiz. İşte bundan ötürü, biz Hz.İsa’nın (A.S.) Peygamberimizin ümmetine
yol göstermek üzere geri gelebileceğini kabul etmeyiz. Çünkü o Peygamber Efendimiz’e tabi olmâdan
peygamberlik mertebesine erişmiştir. Fakat Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi kölelerinden olup
onun şanını yücelten bir peygamberin gelişini reddetmeyiz.
Ey aziz okuyucu! Allah senin gönlünü ilahi nurla doldurup hakkı tanıması için gözlerini açsın!
Kendisinden önceki bir peygamberi hükümsüz kılan peygamber yeni bir şeriat getirir. Ayrıca o
kendisinden önceki peygamberin manevi köleliğine girmeksizin bu mertebeye yükselir. Ama daha
önceki bir peygambere tabi olarak, ondan aldığı feyiz ve nura dayanarak; ona itaat ederek peygamberlik
mertebesine erişmiş bulunan bir peygamber. daha evvelki peygamberi hükümsüz kılmış olmaz ve
olamaz. Bu çeşit peygamberlik, daha evvelki peygamberi küçük düşürmek şöyle dursun, onun ve
getirdiklerinin şan ve şerefini artırır. Kuran-ı Kerim’den anlaşıldığına göre peygamberliğin bu çeşidi
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) ümmetine açıktır. Akl-i selim de bu görüşü desteklemektedir. Zira, bu
27
çeşit peygamberlik ümmet-i Muhammediyye için erişilemeyecek bir mertebe ise, o zaman, o diğer
peygamberlerin ümmetlerine nazaran hiçbir üstünlüğe sahip olamaz.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Musa’ya tabi olanlar arasında peygamberlikten daha aşağı bir
manevi mertebe olan Muhaddes mertebesine erişmiş kimseler bulunduğunu söylemişti. Bundan dolayı,
Peygamber Efendimiz kendi manevi feyziyle insanları Muhaddeslikten daha yüksek bir mertebeye
çıkaramıyorsa, o zaman onun “insanların ve peygamberlerin en hayırlısı” olmasının ne anlamı kaldı?
“Peygamberlerin en hayırlısı” olabilmek için onun kendisinden daha önceki peygamberlerde
bulunmayan meziyetlere sahip olması gerekir. Bize göre, bu hususi meziyet şudur ki, daha evvelki
peygambere tabi olanların erişebileceği en yüksek mertebe muhaddes mertebesidir. Daha evvelki
peygamberlerin manevi kudreti bundan ileriye gidemez. Halbuki, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) tabi
olanlar peygamber mertebesine erişebilirler. Onun “kuvvet-i kudsiyesi”nin kemali ve mucizesi işte
budur. Onun “Kuvvet-i kudsiye”sinin bu kemalini görünce müminin kalbi aşkıyla dolup taşar.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zuhuru bu çeşit peygamberliğe erişmeyi ortadan kaldırsaydı,
onun zuhuruna bir nimet değil bir musibet nazarıyla bakılması icap ederdi. Kuran-ı Kerim’in de faydasız
bir kitap diye bir tarafa atılması gerekirdi. Zira bu peygambere ve bu kitaba inananlar peygamberlik
mertebesine erişemezlerse, onun zuhurundan evvel müminlerin bu manevi mertebeye yükselmesi
mümkün iken onun zuhurundan sonra mümkün olmadığını itiraf etmemiz gerekir. Kuran-ı Kerim’den
önce vahyolunan kitaplar kendi okuyucularını ve ümmetlerini peygamber mertebesine yükseltmek, yani
onları İlâhi lütfun bu derecesine eriştirmek kudretine haizdi. Kuran-ı Kerim bu kudretten mahrum
mudur? Eğer mahrumsa, gerçek müminlerin kalbi kanamaya ve ruhlarındaki ateş sönmeye başlayacak.
****************** Çünkü onlar “Peygamberlerin peygamberi” ve “âlemlere rahmet” olanın gelişiyle
maneviyat sahasında yeni yükselme yollarının açılacağını ve O’nun yolunda yürümek suretiyle,
Rablerine her zamankinden daha çok yaklaşacaklarını umarlarken, O’nun gelişi (haşa) öteden beri açık
olan rahmet kapılarının kapanmasına sebep oldu!**********”*********
Acaba bir mümin bir an için Peygamber Efendimiz (S.A.V.) hakkında böyle bir düşünceye
kapılabilir mi? Gönlünde onun sevgisini besleyen bir saniye için bile bu inancı taşıyabilir mi? Allah
(C.C.) şahidimiz olsun ki. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) feyiz ve bereketi tükenmeyen eşsiz bucaksız
bir denizdir. O nuru hiç sönmeyen manevi âlemin güneşidir. Bir fâni onun feyzi ve bereketini
kapsayacak güce sahip değildir. O, rahmet kapılarını kapatmamış; tersine ardına kadar açmıştır. Daha
önceki peygamberler ile onun arasındaki fark budur. Geçmişteki peygamberlerin ümmetleri onlara itaat
ederek sadece muhaddes mertebesine kadar yükselebilirlerdi. Onların manevi feyiz ve bereketiyle
ümmetlerinden biri peygamberlik mertebesine erişemiyordu. Ama Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)
ümmeti için durum farklıdır. Onun ümmetinden olup ona itaat eden biri peygamberlik mertebesine
erebilir. Ama onun ümmetinden biri peygamber de olsa, yine ümmetinden bir fert olarak kalır. Onun
mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) manevi köleliğinden azat
olamaz; ümmetinin halkası dışına çıkamaz; onun ümmeti, bendesi ve hizmetkârı olarak kalır. Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) feyiz ve bereketiyle onun izinde yürüyen bir ümmetî bu yüksek mertebeye
28
erişebilir. Ama mertebesinin yüksekliği onun Ümmet-i Muhammediyyeden biri olmak durumunu ve
sıfatını değiştirmez. Gerçek şudur ki, onun mertebesi ne kadar yüksek olursa, Peygamber Efendimiz’e
(S.A.V.) karşı şükran ve minnet borcu da o kadar artar. Çünkü Allah’a (C.C.) yakınlık bakımından,
Peygamber Efendimiz hiçbir faninin erişemeyeceği bir noktaya erişmiştir. Onun ulaştığı yüksekliğe
diğerlerin hayalleri bile ulaşamamıştır. Aynı zamanda onun Allah huzurundaki mertebesi insanın
tasavvur edemeyeceği bir süratle her an artmaktadır. Nitekim ümmetinin ilerlemesi Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) ilerlemesine muhtaçtır. O ilerlediği için ümmeti de ilerledi. O himmetli ayağını
yükseklere bastığı için ümmeti de yüksek mertebelere ulaştı.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bu yüce mertebesinden dolayı yukarıda zikredilen şartlı
peygamberliğin devamını kabul etmek zorundayız. Çünkü bu çeşit bir peygamberliğin devamı
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şanını ve büyüklüğünü artırır. Ama bu nimet kapısını kapalı kabul
ettiğimiz takdirde onun şanı ve şerefi zedelenir. Bir öğretmenin büyüklüğü yetiştirdiği öğrencilerin
büyüklüğüyle belli olduğu gibi bir kralın büyüklüğü de emri altında bulunan diğer itaatkâr kralların
büyüklüğüyle belli olur. Nitekim, üstün zekaya sahip olan bir öğretmen kendisi gibi yetenekli öğrenciler
yetiştirmezse pek üstün zekalı sayılmaz. Hakimiyeti altında tabi krallar bulunmayana, imparator ve
krallar kralı denmez. Tıpkı bunun gibi, ümmeti arasından peygamberler çıkabilen bir peygamber,
ümmeti arasından peygamberler çıkmayan bir peygamberden daha büyüktür.
Nübüvvet hakkındaki bu yanlış inancın bugünkü Müslümanlar arasında nasıl revaç bulduğu
meselesi önemlidir. Bugünkü Müslümanlar diyorum, çünkü eski din adamları bugünkü Müslümanlarca
kabul edilen düşüncenin tam tersi olan görüşlere sahiptiler. Muhiddin İbn Arabi, İbn-i Kayyim, Mevlana
Celalettin Rumi, İmam Rabbani Şeyh Ahmed Sirhindi gibi din bilginleri bu konu üzerinde şimdiki
Müslümanların görüşlerine muhalif görüşler beyan eden İslâm büyükler arasında zikrolunabilir. Aslında
nübüvvetin ne demek olduğunu anlayamadıklarından dolayı bu konuda yanılmışlardır. Onlara göre bir
peygamber yeni bir şeriat getirmeli veya eski şeriatın bazı emirlerini kaldırmalı yahut daha önceki
peygambere tabi olmamalı. Gerçek şudur ki bir peygamberin peygamber olması için onda bu şartların
bulunması gerekmez. Bir insan bu şartlardan hiçbirini yerine getirmediği halde yine de peygamber
olabilir. O, yeni bir şeriat getirmediği gibi daha önceki şeriatin bazı emirlerini kaldırmamış olabilir. O
daha önceki bir peygambere tabi de olabilir. Zira peygamberlik manevi bir mertebedir; Allah’a
yakınlığın bir derecesidir. Bu mertebeye, bu yakınlık derecesine erişen kişi, insanlara Allah (C.C.)
yolunda rehberlik etmek için tayin edilir. O, manen ölmüş olanları diriltmek ve manevi kuraklıktan
kuruyan kalpleri yeşertmek işi ile görevlendirilir. Allah’tan (C.C.) aldığı vahyi insanlara bildirmek,
kendine ve aldığı vahiye inananları bir araya toplamak ve hakikati yaymak üzere bu uğurda hayatlarını
feda etmeye hazır olan bir cemaati kurmak onun vazifesidir. Bu fedakâr cemaat Allah’ın (C.C.) elçisini
örnek alıp kalbini temizler ve amelini düzeltir.
29
Kısacası, nübüvvetin mefhumunu kavrayamadıklarından dolayı bugünkü Müslümanlar bu yanlış
inancı taşımaktadırlar. Halbuki nübüvvetin bazı çeşitlerinin Muhammedi Ümmet içinde devamı,
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) mertebesini alçaltmaz, aksine yükseltir.
HATEM-EN NEBİYYİN’İN MANASI
“Muhammed (S.A.V.)içinizdeki erkeklerden hiçbirinin babası değildir, fakat Allah’ın (C.C.) bir
peygamberi ve “Hatem-en Nebiyyin”dir.” 34
Bu ayet-i kerime sunulup her çeşit peygamberliğin sona erdiği iddia ediliyor. Ama Kuran-i
Kerim’de “hatem” kelimesinin Allah tarafından kesr ile değil fetha ile kullanıldığı unutulmaktadır. Yani
ilahi metinde kullanılan kelime “hatim” değil “hatem”dir ve hatem mühür demektir. Hatim ise son şahıs
veya sonuncu manasına gelir. Şimdi hatem, yani mührün vazifesi tasdik etmektir. Nitekim söz konusu
ayet-i kerime “Muhammed (S.A.V.)peygamberlerin mührüdür”, manasını kapsamaktadır. Büyük hadis
bilgini İmam Buhari (R.A.) bu ayeti tefsir ederken, peygamberin mübarek vücudu üzerindeki bir
nişandan bahseden hadisleri yazmıştır. Hadis âlimleri bu nişana “Mührü Nübüvvet” adını vermişlerdir.
Yazık ki, Kuran-ı Kerim’in güzel kelimeleri üzerinde durup düşünmezler ve böylece onun gerçek
manasını gözden kaçırırlar. Evvela umumi siyaku sibakı (sözün gelişi, sözdeki uygunluk ve tutarlık) ve
ondan sonra ayetlerle kelimelerini dikkate alsalar, bu ayetin manası gözlerinden kaçmaz. Zira hiç kimse,
siyak ve sibakı kavramaksızın, ayetlerin ayrı ayrı manasını anlayamaz. Şimdi, siyak ve sibak,
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)hiçbir erkeğin babası olmadığını, yani erkek evladı bulunmadığını
beyan etmek suretiyle başlıyor. Ayet ondan sonra Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)erkek evlada sahip
olmamakla beraber, bir peygamber, hem de yalnız peygamber değil bütün peygamberlerin mührü
olduğunu söylüyor. Açıkça görülüyor ki, ayetin ikinci kısmında beyan edilen şey, birinci kısmında kabul
ve teslim olunan şeyi hafifletmek içindir. Birinci kısım belli bir noksanı kabul ve teslim ediyor; ikinci
kısım bu noksan hafifletmek için bir beyanda bulunuyor. Lâkin, Kuran-ı Kerim’i okuyan Müslümanların
bildiği gibi, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)erkek evladı bulunmadığını ikrar etmek, başka bir ayetin
söylediğini inkâr etmek demektir. O ayet şudur:
-----------------------------------------------------------------------------------------------------“Gerçekten zürriyetsiz olan sen değilsin, senin düşmanındır.” 35
Bir beyana ters düşen bir ikrar açıklamaya muhtaçtır. Bir ayet (108/4) Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.)düşmanını, başka bir ayet ise (33/41) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)kendisini zürriyetsiz
diye tavsif ediyor. Bu tezadı ortadan kaldırmak için, Allah (C.C.) (33/41) ayetinde Peygamber
34
35
Ahzab Suresi; ayet 41
Kevser Suresi; Ayet 4
30
Efendimiz’in (S.A.V.)adına mühim bir iddiada bulunuyor. İddia, bu tezadı kabul ve ikrar etmenin
kolayca ortaya çıkarabileceği şüpheyi veya güçlüğü ortadan kaldırmak içindir. İddia şudur: Gerçekten
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)maddi manada erkek evladı yoktur. Fakat, bu bir mahzur teşkil etmez
ve onun hakikatte zürriyeti olmadığı manasına gelmez. Çünkü, onun izinde yürüyenler bulunacak,
manevi zürriyeti maddi zürriyetinin yokluğunu telafi edecektir. Fakat o, bir peygamberden de daha fazla
bir şeydir; peygamberlerin mührüdür. Peygamberlerin mührü tabiri ayrı bir mana taşımaktadır.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)yalnız alelade taraftarlara ve iman edenlere sahip olmakla
kalmayacağı, Peygamberlerin mührü sıfatıyla başkalarını nübüvvet manevi mertebesine yükseltmek
salahiyetini de haiz bulunacağı manasına gelmektedir. O, yalnız iman edenlerin değil fakat
peygamberlerin bile atası olacaktır. Peygamberliğin sona erdiğini göstermek için ileri sürülen ayet
bilakis onun devam edeceğini göstermektedir. Fakat bu ayeti kerime yeni bir şeriat getiren, Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.)feyzinden feyiz almayıp kendi zatında müstakil ve bağımsız olan her çeşit
peygamberliğin kapısını kapatmaktadır. Çünkü böyle bir peygamberliğin devamı onun manevi feyzinin
sona erdiği anlamına gelecektir. Böyle bir peygamberlik “Hatemen Nebiyyin” ayet-i kerimesinde
zikrolunan Resulüllahın (S.A.V.) manevi cedliği ile bağdaşmaz.
BEN PEYGAMBERLERİN SONUNCUSUYUM, BENİM MESCİDİM DE MESCİDLERİN
SONUNCUSUDUR
Başka bir iddiaya göre, peygamberliğin devam ettiği inancı Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bazı
hadislerine de aykırıymış. Çünkü o “Ben peygamberlerin sonuncusuyum” ve keza “Benden sonra
peygamber yoktur” demiştir.” Dediklerine göre bu hadislerden Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.)
sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği neticesi çıkarmış! Yazık ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)
hadislerini delil olarak zikredenler “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum” kelimelerinin ardından “Ve
benim mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerinin geldiğini unutuyorlar. Hadisin tamamı
şöyledir:
--------------------------------------------------------------------------------------------------“Ben peygamberlerin sonuncusuyum ve benim mescidim (camim) mescitlerin sonuncusudur.” 36
Binaenaleyh, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)zaman bakımından peygamberlerin sonuncu ise,
Medine’de
36
inşa ettirdiği cami de hakiki manada camilerin sonuncusudur. Dolayısıyla Peygamber
Sahih Müslim; Kitab-ül Hacc, Bab Fadl-üs Salati Bi Mescidi
31
Efendimiz’in (S.A.V.)Medine’deki caminden sonra başka bir cami inşası caiz değildir. Ama “Ben
peygamberlerin sonuncusuyum” hadisini ileri sürüp peygamberliğin sona erdiğini iddia edenler, aynı
hadiste “Ve mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerini okumalarına rağmen camiler inşa
etmektedirler. Şehirler ve kasabalar var ki, oralarda lüzumundan fazla camilerle mescitler mevcuttur ve
bu yüzden birçokları cemaatsiz kalmaktadır. Birçok bölgede birbirine çok yakın olan camilere rastlanır
ve böylece onların fazlalığı göze çarpar. Eğer “Peygamberlerin Sonuncusu” tabiri peygamberliğin sona
erdiğini gerektiriyorsa, “Mescitlerin sonuncusu” tabiri de Peygamber Efendimizin (S.A.V.)mescidinden
sonra cami ve mescit inşasının yasak olduğunu gerektirir. Ama buna rağmen neden her gün camiler inşa
edilmektedir?
Bu sorumuza cevaben bize deniliyor ki Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) zamanından sonra
Müslümanların inşa ettiği mescit ve camiler, Peygamber Efendimiz’ce (S.A.V.) başlatılan ibadet şekline
tahsis olunmuş mescit ve camilerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) birinci mescidi ne maksat için inşa
etmişse, bunlar da aynı maksat için edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanlarca inşa edilen camiler
Peygamberin kendi camileridir. Bu camiler taklit ettikleri model ve örnekten ayrılamazlar ve
Peygamberin mescidinin sonuncu olduğu keyfiyeti ile tezat teşkil etmezler. Verdikleri bu cevap
doğrudur.
Aynen böyle, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) hayatını ve modelini taklit eden; onu örnek alan;’
yeni bir şey öğretmeyip sadece onu ve öğrettiklerini izleyen; onun talim ve telkinini yaymak işi ile
görevlendirilen; onun feyzinden feyiz almış; bağımsız olmayıp tıpkı gölgesi gibi ona tabi olan bir
peygamberin gelmesine “Son peygamber” tabiri de mani değildir.
Bugün cami ve mescitler inşası Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) mescidinin “Son Mescit”
oluşuna aykırı olmadığı gibi ona tabi olan bir peygamberin gelmesi de Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.) “Son Peygamber” oluşuna aykırı değildir. Çünkü böyle bir peygamber onun zilli yani
gölgesidir.
“Benden sonra peygamber yoktur” hadisine gelince, bu hadis dahi Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.) zaman açısından son peygamber olup kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği
manasında değildir. Bunun anlamı sadece bu kadardır ki onun şeriatını ortadan kaldıracak olan hiçbir
peygamber gelemez. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) bu hadisi “Sonra” kelimesine dayanıyor ve ona
bağlıdır. Bir şeyin diğer bir şeyden sonra gelmesi ancak birinci şey ortadan kalktığı ve ikinci şey onun
yerini aldığı zaman vaki olur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberliğini ve getirdiği
şeriatını yaymak, ilan etmek ve her bakımdan desteklemek üzere zuhur eden bir peygamber için
“Hz.Muhammed’den sonra zuhur etti denmez. Çünkü Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) peygamberliği
yine mevcut ve bâkidir Onun peygamberliğine hizmet etmek için gelen bir peygamberin peygamberliği
aslında Hz.Muhammed’in peygamberliği olup onun peygamberliğinin bir parçasıdır. Ama eğer bir
32
kimse onun peygamberliğini ve şeriatını kaldırmak için gelmiş olsaydı, ona “Peygamber Efendimiz’den
(S.A.V.) sonra gelmiştir” denecekti. Aklı başında olan her önemli konu üzerinde düşünmeye ve teker
teker her kelimenin ve her metnin manasının derinliğine nüfuz etmeğe çalışır. Peygamber Efendimiz’in
(S.A.V.) eşi Hz.Ayşe (R.A.) peygamberlik konusundaki hadislerin manasını ilerde Müslümanlar
anlayamazlar diye korktuğundan, şu ikazda bulunmuşsa hayret edilmemeli:
-------------------------------------------------------------------------------------------------O “Hatemü’l-Enbiyya”dır deyiniz, fakat ondan sonra peygamber yoktur demeyiniz.” 37
Hz.Ayşe’nin (R.A.) fikrine ve bildiğine göre, peygamberlerin zuhuru hakiki manada nihayete
ermiş olsaydı, Peygamber Efendimiz’den (S.A.V.) sonra peygamber gelmeyecek dememeleri için halkı
ne diye ikaz edecekti? O böyle bir ikazda bulunduğu zaman hata ettiyse ve söylediği Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) öğrettiğine aykırı idiyse, sahabeler neden onu yalanlamadılar? “Benden sonra
peygamber yoktur” hadisinin gelişi güzel tekrar edilmemesi hususundaki ikazı açıkça gösteriyor ki
Hz.Ayşe’ye (R.A.) göre Hz.Resûlüllah’tan (S.A.V.) sonra bir peygamber gelmesi mümkündü. Ancak,
böyle bir peygamber, yeni bir şeriat getiremez ve Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.) tabi olmayıp
bağımsız olamazdı. Hz.Ayşe’nin (R.A.) ikazının sahabeler tarafından tenkitsiz ve itirazsız karşılanması
gösteriyor ki sahabeler onun söylediğini anlamışlar ve onun inandığına inanmışlardı.
KURAN-I KERİM VE ÜMMETİ PEYGAMBERLİĞİN DEVAMI
Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde iyice düşünmeyenlerin vay haline! Kendileri yanıldıkları
gibi başkalarını da yanıltırlar. Yanlış yola sapmaktan imtina ettiğimiz için bize öfkelenenlerin vay
haline! Onlar bize dinsiz ve kâfir diyorlar. Ancak, bir mümin yalnız Allah’tan (C.C.) korkar;
başkalarının tehditlerinden korkmaz. Bir insan başka bir insana ne fenalık yapabilir? Yapabileceği en
büyük fenalık öldürmektir. Fakat bir mümin ölmekten korkmaz. Onun için ölüm Allah’ın (C.C.)
cemalini müşahedeye kapı açar. Bizi kötüleyenler Kuran-ı Kerim’in nasıl bir hazine olduğunu bir
bilseler! O, tükenmeyen bir hazinedir ve ebediyete kadar insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam
edecektir. İnsanların manevi ilerlemeleri için öyle şeyler öğretiyor ki, ondan önce gelmiş olan kitaplar
bunun küçük bir cüz’ünü bile ihtiva etmemektedir. Onlar Kuran-ı Kerim’in değeri hakkında bir fikre
sahip olsalardı, topladıkları azıcık bilgi ile kanaat etmeyeceklerdi. Onun manasının derinliklerine
dalacaklar, Allah (C.C.) ile ilişki kurmak ve O’na yakın olmak için çaba sarf edeceklerdi. Zahire önem
verdikleri gibi gönül temizliğinin değerini bilselerdi ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)talim ve
telkininin sadece lafzına değil ruhuna da aldırış etselerdi, manevi yükselmeleri için Kuran-ı Kerim’in
kendilerini hangi yola çağırdığını öğrenmeye çalışırlardı. Böylece hareket etselerdi, içerideki özden
ziyade dışarıdaki görünüşe kıymet verdiklerinin ve boş kadehi dudaklarına götürmekle susuzluklarını
gidermeyi umduklarının farkına varırlardı. Onlar Fatiha Suresini okumuyorlar mı? Bu suredeki dua,
37
Tekmile Mecma-ul Bahar, s.15
33
Allah’a manevi mükafatlar için yalvarmayı müminlere öğretmiyor mu? Günde aşağı yukarı elli defa
“İhdinassıratal Müstakim. Sırâtalleziyne en’amte aleyhim” yani “Bize doğru yolu göster yani nimet
verilen kimselerin yolunu” diye dua etmiyorlar mı? Böyle dua ediyorlarsa, müminlerin günde beş vakit
Fatiha Suresiyle Allah’tan (C.C.) niyaz ettikleri mükafatların ve nimetlerin neler olduğunu hiç
düşündükleri oldu mu acaba? Batın gözü Fatiha Suresindeki duanın manası üzerine çevrilmiş olarak bir
defacık olsun ibadet etmiş olsalardı, kendi kendilerine “Bu doğru yol nedir ve Allah’ın (C.C.) bize
vermek istediği nimetler nelerdir? sorusunu sık sık soracaklardı. Eğer bu soruyu sormuş olsalardı,
dikkatleri Nisa Suresindeki şu mühim ayet üzerine çevrilecekti:
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Onlar kendilerine söylenileni yapsalar, haklarında daha hayırlı ve imanlarını sağlamlaştırmak
hususunda daha tesirli olurdu. O takdirde, tarafımızdan onlara büyük bir mükafat verirdik ve onları
doğru yola sevk ederdik. Her kim Allah’a (C.C.) ve Resulüne itaat ederse, o kimse Allah’ın (C.C.)
nimetlendirdiği ve mükafatlandırdığı peygamberler, sıddikler (doğrular), şehitler ve salihlerle beraber
olur ve bunlar ne kadar iyi arkadaşlardır! Bu lûtüf Allah’tandır ve Allah’ın bilmesi yeter.” 38
Bu ayetlerden açıkça görülüyor ki, bir mümin Allah’ın (C.C.) nimetleriyle mükâfatlandırılanların
yoluna sevk edilmesi için dua ettiği zaman peygamberlerin, sıddikların, şehitlerin ve salihlerin yanında
bulunmak ve onlarla arkadaş olmak için dua ediyor demektir. Bundan dolayı, günde aşağı yukarı elli
defa tekrarladığımız bu duayı Allah peygamberi vasıtasıyla bize öğrettikten ve dua edip istediğimiz
doğru yolu “nihayetinde müminlerin kendilerini peygamberler, sıddikler (doğrular), şehitler, ve
salihlerle bir arada bulacakları yol” diye izah ettikten sonra, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) izinde
gidenler için her çeşit peygamberlik kapısının kapandığını kim iddia edebilir ve böyle bir şey nasıl
mümkün olabilir? Böyle bir düşünce gülünç olmaz mı? Allah gülünç bir şey öğretebilir mi? Bir taraftan
peygamberler, doğrular, şehitler ve salihler arasına dahil edilmemiz için bizi dua etmeye teşvik eylerken,
diğer taraftan peygamberlik mükafat ve nimetinin şimdi ve ebediyete kadar Hz.Muhammed’in
(S.A.V.)ümmetine yasak edildiğini bize söylemesi mümkün mü? Böyle bir şeyi Allah göstermesin!
Allah kutsal ve paktır. O bütün ayıp ve eksiklerden münezzehtir. Şayet O herhangi bir sebeple
peygamberlik nimetini gerçekten yasak etseydi, mükafatlandırdığı kimselere ulaşan yolu bulalım diye
dua etmeyi bize öğretmezdi. Ayrıca nimet verilenlerin yolunu açıklarken, Peygamber Efendimiz’e
(S.A.V.)itaat edenlerin
söylemezdi.
peygamberlik makamına erebileceğini ve peygamberlerden olabileceğini
Diyorlar ki, bahis konusu ayet “Min” (-de,-den) kelimesini değil, “MA’A” (ile) kelimesini ihtiva
etmektedir. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’e (S.A.V.)itaat edenler peygamberlerden olmayıp
sadece peygamberlerle beraber olacaklarmış. Yani bu müminler peygamberlerle sadece bir araya gelme
şansına sahip olacaklarmış! Ama onlar ayetin yalnız peygamberlerden değil doğrular, şehitler ve
38
Nisa Suresi; Ayet 67-71
34
salihlerden de bahsettiğini unutuyorlar. Şayet ayetteki MA’A bir müminin peygamberlik mertebesine
yükselmekten men edildiğini gösteriyorsa, onun aynı zamanda doğruluk veya şehitlik veya salihlik
mertebesine yükselmekten de men edildiğini itiraf ve teslime mecburuz. Yalnız peygamberlerin değil,
daha aşağı mertebede mükafatlandırılmış olanların da sona erdiğini kabul etmeliyiz. O halde,
mükafatlandırılanlar arasına dahil edilmek için dua eden bir mümin sadece onların topluluğuna iltihak
etmekle yetinmelidir. Yoksa, kendisi onlardan biri olamaz. Bir mümin doğruların topluluğuna katılabilir,
fakat doğrulardan biri olamaz. Şehitlerin topluluğuna katılabilir, fakat kendisi bir şehit olamaz.
Salihlerin topluluğuna karışabilir, fakat salihlerden biri olamaz. Yani bütün manevi mükafatlar ve
mertebeler (haşa) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmetine yasaklanmış! Dualarına ve sevap kazanma
yolundaki gayretlerine mukabil en çok bekleyebilecekleri şey, sadece eski ümmetlerin nimet verilmiş
olanların gruplarından birine veya diğerine katılıp onlarla bir arada bulunmaktır. Ama onlar Allah
yolunda varını yoğunu harcadıkları halde eski ümmetlerin manevi mertebelerini elde edemeyecekler!
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)izinde yürüyenler o gruplara eşit olarak değil, sadece seyirci olarak
katılmayı temenni edebilir! Gerçek bir Müslüman böyle bir düşünceyi besleyemez. Böyle bir düşünce
İslâmiyet’in, Kuran’ın ve Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) şanına ve vakarına aykırıdır. Çünkü, bu
düşünce Muhammedi ümmet içinde salih bir kulun bulunmasını bile reddetmektedir. Kısacası, bu
ayetteki “MA’A” kelimesi hocaların istedikleri gibi tefsir edilirse, yalnız peygamberlik değil doğruluk,
şehitlik, salihlik ve takva gibi diğer manevi mertebeleri de bu ümmet için yasaklanmış olacaktır.
Gerçek şudur ki, MA’A kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olma manasına
gelmez. MA’A kelimesi, iki şeyin veya şahsın aynı zaman veya mekân (yer) paylaşmasını ifade ettiği
gibi iki kişinin aynı manevi dereceyi paylaşmasını da ifade eder. Yani iki kişinin aynı cemaatin üyesi
olduğunu beyan etmek için de MA’A kelimesi kullanılır. Kısacası MA’A kelimesinin bir anlamı ile olup
diğeri de -dan ve -den dir. Kuran-ı Kerimde bunun örneklerini görüyoruz. Aşağıdaki ayet bu
örneklerden biridir:
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Muhakkak ki, münafıklar cehennemin en aşağı katındadırlar ve onlara yardım edecek hiç kimse
bulamazsın. Ancak tövbe edenler, ıslah olanlar, Allah’a (C.C.) sımsıkı sarılanlar ve Allah’a (C.C.) itaatte
samimi davrananlar müstesnadır. Bunlar müminlerden (ile beraber?)dır ve Allah müminlere büyük
nimetler ve mükafatlar verecektir.”39
Bu ayette tövbe edenlerden, iyi iş işleyenlerden, Allah’a bağlananlardan ve O’na itaatte samimi
davrananlardan bahsedilmekte, haklarında MA’A kelimesi kullanılmıştır. Burada MA’A kelimesi (ile
beraber olmak) manada alındığı takdirde münafıkların tövbekâr olmalarına, iyi işlemelerine ve Allah’a
(C.C.) bağlanıp O’na itaatte samimi davranmalarına rağmen, müminlerin durumuna ve derecesine
39
Nisa Suresi; Ayet 146-147
35
erişemeyecekler, sadece müminler İLE beraber olacaklardır, neticesi çıkar. Onlar sadece müminlere
refakat etmek hakkını kazanacaklar, fakat onlardan biri olmayacaklardır. Böyle bir netice son derece
saçmadır. Bundan dolayı bu ayette MA’A kelimesinin manası İLE beraber olmak değil, -den, -dan
olmaktır. Yani tövbe edip Allah’a itaatte samimi olanlar müminlerin cemaatindendirler.
Bahis konusu ayetteki (Nisa Suresi, 67-71) MA’A kelimesinin manası da İLE BERABER
OLMAK şeklinde kabul edilemez. Çünkü MA’A kelimesinin manasını İLE şeklinde kabul etmekle,
Allah ve Resulüne saygısızlık etmiş oluruz. Bu ayet-i kerimede de MA’A kelimesi -dan, -den
manasındadır. Yani ayetin meali şöyle olacaktır: “Allah’a ve resulüne itaat edenler, Allah’ın
nimetlendirdiği kimselerden yani peygamberler, doğrular şehitler ve salihlerden olacaklardır.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) izinde yürüyenlere bir çeşit peygamberlik kapısını açık tutan
ayetler Kuran-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde mevcuttur. Bu peygamberlik, Muhammedi Nübüvvetin zilli
yani aksi veyahut gölgesidir. Bu peygamberlik ancak Hz.Resulüllah’a (S.A.V.)tam olarak itaat etmek ve
onun izinde yürümek suretiyle Allah (C.C.) tarafından bağışlanır.
Nitekim Araf Suresinde, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)ile ümmeti hakkında şöyle buyurulmuştur:
------------------------------------------------------------------------------------------------------“De ki: Rabbim aşikar ve gizli hayasızlıkları, günahı, haksız isyanı, hakkında bir delil indirmediği
şeyi Allah’a ortak yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır. Her
millet için bir vade vardır. Bu vade gelince ne bir saat geri kalabilirler ne de bir saat ileri gidebilirler. Ey
Adem evlatları! Eğer içinizden size ayetlerimi anlatan peygamberler gelirse veya geldiğinde, riayet
edenler ve iyi iş işleyenler için korku yoktur ve onlar keder görmeyeceklerdir.” 40
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.)ümmeti arasından peygamberler
çıkacaktır. Ayetin siyak ve sibakı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ile ilgilidir ve Allah (C.C.),
Muhammed Ümmetini ilgilendirdiğinden ötürüdür ki, peygamberler geleceğinden bahsetmekte ve bu
gibi peygamberleri kabul etmenin vazifeleri olduğunu onlara hatırlatmaktadır. Bu peygamberleri kabul
etmezlerse cezasını çekerler. Ayetin metininde “İmma” (eğer) bulunduğunu ve bu “eğer” kelimesinin
peygamberler gelmesini şarta bağlı ve şüpheli bir hale koyduğunu ileri sürmek isteyen olursa, emeği
boşa gidecektir. Çünkü, aynı kelime Kuran-ı Kerim’de Adem’in (A.S.) cennetten çıkışını tasvir için
kullanılmıştır. Fakat ayetteki “eğer” kelimesinin bir şarta delalet ettiğini kabul etsek bile, Allah’a (C.C.)
göre peygamberliğin kapısı kapanmış değildir. Çünkü sona erdirdiği bir şeyi şarta bağlı bir şekilde
zikretmek bile Allah’ın (C.C.) şanına ve büyüklüğüne aykırıdır.
40
Araf Suresi; Ayet 34-36
36
Kuran-ı Kerim gibi Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) hadis-i şerifleri de peygamberliğin
koşulsuz ve mutlak olarak sona ermediğini açıkça bildirmektedirler. Nitekim Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)geleceği vadedilen Mesih’in (A.S.) peygamber olacağını sık sık vurgulamaktadır. Eğer
peygamberlik koşulsuz olarak sona ermiş olsaydı Allah’ın Resulü (S.A.V.) Vaat edilen Mesih’e dört
kere Allah’ın (C.C.) Peygamberi diye hitap etmezdi. 41
AHMEDİ MÜSLÜMANLAR CİHADA İNANIRLAR
Başka bir itiraza göre: “Ahmedi Müslümanlar cihadı reddediyorlarmış!” Bir insanın bu kadar
yalan söyleyebileceğine daima hayret etmişimdir. Zira bizim cihadı inkâr ettiğimizi söylemek bariz bir
yalandır. Bizim itikadımızca, cihat olmaksızın iman mükemmelleştirilemez. Bugün her tarafta
İslâmiyet’in ve Müslümanların zaafa duçar olduğu, iman ve itikadın ortadan kalktığı veya inhitata yüz
tuttuğu müşahede ediliyor. Bunun sebebi cihat konusunda tembellik göstermeleridir. Kuran-ı Kerim
birçok yerinde cihattan söz etmektedir. Şimdi Kuran’a can-ü gönülden bağlı olan Müslüman Ahmediye
Cemaati Kuran tarafından ileri sürülen bir inancı nasıl reddedebilir? Biz sadece kan döken, fitne ve
fesadı teşvik edip nizam ve asayişi bozan ve bunların hepsini İslâm adına gerçekleştirenlere karşıyız.
Böyle bir davranışla İslâmiyet’in güzel ve temiz yüzü lekelenir. Biz cihada karşı değiliz. Bizim karşı
çıktığımız şey, nefsânî istekler ve kişisel çıkarların elde edilmesi için İslâmiyet’in alet edilmesidir. Biz
zulüm ve isyana cihat süsü verilmesini kesinlikle kabul etmiyoruz.
Aziz okuyucu! Sen de bilirsin ki, seven bir kimse sevdiğine kusur isnat edilirse fena halde
hiddetlenir ve infial duyar. Aynı şekilde, sözleri veya hareketleri ile İslâmiyet’in adını kötüleyenlere biz
de hiddetleniriz. Dünyada umumiyetle herkes İslâmiyet’e barbar bir din ve İslâmiyet’in peygamberine
harp kundakçılığı yapan vahşi ve militarist bir hükümdar nazariyle bakmaktadır. Onlar Peygamber
Efendimiz’in (S.A.V.) hayatında böyle bir ithamı haklı gösteren ve takva ve fazilet kaidelerine aykırı
düşen bir şey mi buldular? Hayır. Müslümanlar bizzat kendi hareketleriyle bütün dünyayı İslâmiyet
aleyhinde nefret ve husumet beslemeye sevk eylemişlerdir ve artık başkalarının bu görüşünü
değiştirmek pek kolay olmayacaktır. Peygamber Efendimiz’e yapılan haksızlıklar arasında, bizzat
Müslümanların onu yanlış tanıtmak ve başkalarına onun hakkında yanlış fikir vermek suretiyle
yaptıkları haksızlık vardır. Peygamber Efendimiz şefkat ve merhamet timsali idi. Allah’ın (C.C.) en
naçiz mahlukunu bile incitmek istemezdi. Buna rağmen, onu o şekilde tasvirlemişlerdir ki, başkaları
ondan uzaklaşmış ve dimağları ona karşı zehirlenmiştir.
41
Sahih Müslim; Kitab-ül Fiten ve Eşrat,üs Saat, Zikr-üd Deccal, İbn-i Mace; Kitab-ül Fiten, Bab Fitne tüd-deccal
37
Zaman zaman ötede beride cihat sesleri yükseliyor. Ancak, Allah ve Peygamber müminleri nasıl
bir cihada davet etmişlerdi? Bugün bizi katılmaya davet ettikleri cihat nasıl bir cihattır? Allah’ın bizi
çağırdığı cihat Kuran-ı Kerim’de şöyle tarif ediliyor:
-------------------------------------------------------------------------------------------------
“Kâfirlere itaat etme ve Kuran-ı Kerim vasıtasıyla onlara karşı büyük cihat et.” 42
Bundan dolayı, en büyük cihat Kuran’ın yardımıyla yapılan cihattır. Müslümanlar bugün böyle bir
cihada mı çağrılıyor? İmansızlara karşı mücadele etmek için ellerinde yalnız Kuran olduğu halde ortaya
çıkan kaç kişi var? İslâmiyet ve Kuran bugün asli güzellikleriyle insanları cezbedemezlerse, İslâmiyet’in
gerçekliğine dair elimizde ne delil var? Bir insanın sözü bile kalpleri değiştirirken Allah’ın (C.C.) sözü
kalpleri değiştiremez mi? Allah’ın (C.C.) Kelamı kılıcın yardımı ile mi dünyada değişiklik
yaratabiliyor? İnsanlığın uzun tecrübesi gösteriyor ki kılıç kalplerde değişiklik yaratamaz ve İslâmiyet’e
göre korku veya taltif ile insanların dinini değiştirmeye çalışmak bir musibettir. Allah. Kuran-ı
Kerim’de:
--------------------------------------------------------------------“Münafıklar sana geldikleri vakit “Senin gerçekten Allah’ın Resulü olduğuna şahadet ederiz”
derler. Allah, senin, Kendi resulü olduğunu bilir. Fakat münafıkların yalancı olduklarına da şahadet
eder” 43 dememiş midir?
Burada zahirde iman edip kalben münafık olanlardan söz edilmektedir. İslâmiyet’i kılıçla yaymak
doğru olsaydı, zahiren İslâmiyet’i kabul ettikleri halde içleri yine imansız olanlardan bu şekilde
Kuran’ın söz etmesi doğru olmazdı. Çünkü bu durumda onlar Kuran öğretisinin gerçek ürünü
olacaklardı. Gerçek şudur ki, sopa zoruyla iman ve ihlas dolu bir cemaatin kurulması mümkün değildir.
İnsanları zorla İslâmiyet’e sokmak isteyen büyük bir yanılgı içindedir. Çünkü böyle bir düşünceyi
İslâmiyet kesinlikle reddetmektedir. Unutulmamalıdır ki. İslâm din hürriyetini kabul eden ilk dindir.
Allah (C.C.):
-------------------------------------------------------------------------------“Dinde zorlama yoktur. Muhakkak ki, doğru yanlıştan ayrılmıştır” 44 buyurmaktadır.
42
Furkan Suresi; Ayet 53
Munafikûn Suresi; Ayet 2
44
Bakara Suresi; ayet 257
43
38
İslâmiyet’e göre bir fert inanmakta veya inanmamakta serbesttir. İslâmiyet aynı zamanda şunu da
öğretiyor:
----------------------------------------------------------------------------------“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah haddi
aşanları sevmez.” 45
Burada din savaşlarının kanunu açıkça bildirilmiştir. Bir dini savaş, din meselesi yüzünden
Müslümanlara savaş açanlara ve Müslümanları zorla dinlerinden döndürmeye çalışanlara karşı
yapılacaktır. Fakat böyle bir harpte bile İslâmiyet haddin aşılmasını menetmiştir. Müslümanları zorla
dinlerinden döndürmeye çalışan bu teşebbüslerinden vazgeçerlerse, Müslümanlar da aynı şekilde harpten
vazgeçmeye mecburdur. Böyle bir talim ve telkin karşısında hiç kimse İslâmiyet’in yayılması için harp
etmeyi öğrettiğini söyleyemez. İslâmiyet’in önerdiği savaş herhangi bir dini yok etmek veya ona zarar
vermek için değil, aksine din hürriyetini ileri götürmek ve ibadet yerlerini korumak içindir. Kuran-ı
Kerim’de açıkça emrolunan şudur:
-----------------------------------------------------------------------------“Kendilerine karşı savaş açılanlara, zulme uğradıklarından, dövüşmek için izin verildi; ve Allah
onlara yardıma gerçekten muktedirdir. Onlar sırf “Rabbimiz Allah’tır dedikleri için, haksız olarak
yurtlarından sürülmüşlerdi. Allah bir takım insanları diğer bir takım insanlarla defetmeseydi, manastırlar,
kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan camiler yıkılırdı. Allah kendi davasına yardım
edenlere muhakkak yardım eder. Allah kuvvet ve kudret sahibidir.” 46
Kuran-ı Kerim’in bu ayetleri hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor ki, İslâmiyet
ancak başka bir milleti dininden dönmeye, mesela Müslümanları İslâmiyet’ten vazgeçmeye zorlayan bir
millete karşı dini savaş açılmasını önermektedir. Bir din harbi ancak bir dine müdahale vaki olduğu
zaman haklı gösterilebilir. Mamafih din savaşı, müsaade edildiği hallerde bile, bir milleti dininden
dönmeye zorlamak, ibadet yerlerine hürmetsizlik edip onları yıkmak veya insanları öldürmek maksadını
gütmez. Din savaşlarında amaç dini korumak, her dini korumak, ve hangi dine ait olursa olsun bütün
ibadet yerlerini saygısız muameleden ve tahrip edilmekten kurtarmaktır. İslâmiyet’te ancak böyle bir din
savaşına cevaz verilmiştir. Unutulmamalıdır ki, İslâm dini dünyaya cabir ve zalim olarak değil, şahidi ve
koruyucusu olarak gelmiştir.
Kısacası, İslâmiyet’in müsaade ettiği cihat, başkalarını İslâm dinine girmekten zorla men eden
veya halkı zorla İslâmiyet’ten döndürmek isteyen bir millete karşı dövüşmek demektir. Başkalarını
Müslüman oldukları için katleden bir millete karşı da cihat yapılabilir. İslâmiyet’in müsaade ettiği cihat
dediği ancak böyle bir millete karşı açılabilir. Bu şartlar altına girmeyen milletlere savaş açmak cihat
45
46
Bakara Suresi; Ayet 191
Hac Suresi; Ayet 40-41
39
değildir. Bu şartlara uymayan bir savaş, bir memleket ile başka bir memleket veya bir millet ile başka
bir millet arasında siyasi bir savaş olabilir. İki Müslüman millet arasında da savaş çıkabilir, fakat bu
savaşların İslâmiyet’in müsaade ettiği cihatla hiçbir ilgisi yoktur.
Şiddet, soygunculuk ve kanunsuzluktan öte bir şey ifade etmeyen bugünkü cihat düşüncesinin
İslâmiyet ile bir ilgisi yoktur. Bu düşünce diğer din ve milletlerden Müslümanlara geçmiştir. İnsana
belki de tuhaf gelir, ama bu bir gerçektir ki, böyle bir cihat düşüncesinin Müslümanlar arasında
yayılmasından en çok Hıristiyanlar sorumludurlar. Ama ne ilginçtir ki, bugün bu konuda İslâmiyet’i en
çok topa tutan da Hıristiyan alemidir. Orta çağlarda din savaşları günlük hayatın bir parçası haline
gelmişlerdi. Bütün Avrupa bu savaşlara katılırdı. Şimdiki yarı müstakil hudut kabileleri Hindistan
hudutlarına nasıl saldırıyorlarsa, o zamanki Hıristiyan savaşçıları ile Haçlı Orduları da Müslüman
memleketlerinin hudutlarına aynı şekilde saldırırlardı. Ayrıca daha Hıristiyanlaşmamış olan diğer
Avrupa memleketlerine de saldırmaktan geri kalmazlardı. Onlar bu saldırılarıyla Allah’ın rızasını
kazanabileceklerini sanırlardı. Anlaşıldığına göre, Hıristiyanların sebepsiz tecavüzleri ile şiddet
hareketlerinden canları yanan Müslümanlar da onlardan etkilenip dengeli tutumlarını sürdüremeyip
Hıristiyanların yolunu izleyerek diğer millet ve memleketlerin hudutlarına saldırmaya başladılar ve
gitgide bu konuyla ilgili İslâmiyet’in öğrettiklerini unuttular. Hatta öyle bir devire girdik ki,
Müslümanlara bu savaşı öğretenler hiç suçları yokmuş gibi öğrencilerini eleştirmeyi başladılar. Ama
Müslümanlar yine de akıllanmıyorlar. Bugün bütün dünyada İslâmiyet’e karşı bu itiraz, silah olarak
kullanılmaktadır. Lâkin Müslümanlar gözlerini açmıyorlar. Onlar farkında olmadan düşmanın ekmeğine
yağ sürmektedirler. Bugün Müslüman Kendi elleriyle Hıristiyan alemine kılıç verip “hadi İslâmiyet’e
saldır” demektedir. Cihat adı verilen bu zalimane savaşların İslâmiyet’e getirdiği zararını neden
görmüyorlar acaba? Zafer sadece silah ve sayı üstünlüğüyle değil; maharet, teşkilat. gerekli hazırlık,
bilgi, kuvve-i maneviye ve başka milletlerin manevi ve maddi desteğiyle sağlanır. Bu şartlar bir milletin
lehine oluşunca, bazen pek küçük bir millet büyük bir orduya karşı zafer kazanır. Ama bu şartlar mevcut
olmazsa, en büyük ordulardan hiçbir fayda sağlanamaz. Keşke Müslümanlar cihadı yanlış yorumlayıp
İslâmiyet’in güzel yüzüne leke sürmek ve menfaatlerini baltalamak yerine, kendilerini korumak için
gerekli hazırlıkları yapmış olsalardı. Bir millet din maskesi altında politik savaşlara düşkün olursa,
milletleri kendine karşı birleşmiş bir cephe kurmaya sevk eder. Din maskesi altında, din ihtilafları
yüzünden savaş açan bir millettin fesadından en adil bir devlet bile korunmuş değildir ve her millet:
“Ben bunlara karşı ne kadar iyi niyet beslersem besleyeyim, kendimi şerlerinden korunmuş hissedemem.
Çünkü bunların savaşı zulüm yahut haksızlığa karşı değil, din ihtilafı yüzündendir” diye düşünmektedir.
Kısacası, biz cihadı reddetmiyoruz. Biz bu çağda İslâmiyet’e büyük zarar veren cihadın yanlış
tefsiri ve uygulamasını reddediyoruz. Müslümanların geleceği, bize göre cihadın gerçek manasını
anlamakta ne derece muvaffak olacaklarına bağlıdır. Müslümanlar cihadın en büyüğünün kılıç ile değil
Kuran’ı Kerim ile yapılan cihat olduğunu (25:53); din farkının başkalarının canına; malına veya
40
namusuna tecavüze cevaz vermediğini (2;191, 4;60,90, 91) kavrarlarsa, kafalarında ve görüşlerinde
hayırlı bir değişlik meydana gelecek ve bu değişiklik onları doğru yola daha çok yaklaştıracaktır.
------------------------------------------------------------------------------O zaman “Evlere arka tarafından girmeniz iyilik değildir. Gerçek iyilik insanın Allah’tan
korkmasıdır. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki, saadet ve selamete erişesiniz.” 47
Diyen Kuran ayetine uygun şekilde hareket etmiş olacaklar, başarıdan başarıya ulaşacaklardır.
Ahmediye Cemaatinin inançlarını kısaca izah ettim. Bu inançlara karşı verdiğimiz cevapları da
açıkladım. Şimdi İslâmiyet’te Müslüman Ahmediye Cemaati’nin kurucusunun iddiasını ve bu iddianın
dayandığı delilleri kısaca anlatacağım. Bunu, Allah’a karşı vazifemi yerine getirmiş olayım diye; tebliği
bildirmiş olduğumu herkes söylesin diye; ve, Ey Aziz Okuyucu, sen Allah’ın (C.C.) maksadından
haberdar olasın ve o maksada göre davranmaya gayret edip Allah’ın (C.C.) lütfunu ve sevgisini
kazanasın diye; yapıyorum.
47
Bakara Suresi; Ayet 190
41

Benzer belgeler