duruş - mustafa tarakçı

Transkript

duruş - mustafa tarakçı
YARD. DOÇ. DR. MUSTAFA TAR AKÇI
DURUŞ
Hiperlink Yayınları
Hiperlink Yayınları: 16
© Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı / Hiperlink Yayınları
Yayıncı Sertifika No: 16680
ISBN: 978-9944-157-13-1
Birinci Baskı: Eylül 2010
Genel Yayın Yönetmeni: Doğan Selçuk Öztürk
Editör: Funda Özlem Şeran
Dağıtım-Pazarlama: Yusuf Günbaş
Kapak Tasarım: Yunus Karaaslan
İç Tasarım: Adem Şenel
Baskı-Cilt: Ada Ofset (Tel: 0 212 567 12 42)
© Bu kitabın yayın hakları, Hiperlink Yayınları’na aittir. Yazarın ve yayıncının izni
olmadan yayınlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz. Ancak kaynak gösterilerek
kısa alıntı yapılabilir.
Tarakçı, Mustafa
Duruş /Mustafa Tarakçı.- - İstanbul : Hiperlink Yayınları, 2010.
256 s. : res. ; 21 sm.- - (Hiperlink Yayınları ; 16)
ISBN 978-9944-157-13-1
1. Atatürk, Mustafa Kemal, 1881-1938 2. Devlet Başkanları—Türkiye—Biyografi
3. Türkiye – Siyaset ve yönetim -- 1918-1960 I. Eser adı II. Dizi
DR592 .K4 T37 2010
956.1024092 TAR 2010 (923.1561 TAR 2010)
Cankurtaran Meydanı No: 6
Sultanahmet, İstanbul / Türkiye
Tel: +90 212 516 46 81 - 82 - Faks: +90 212 516 46 84
e-mail: [email protected] - www.hiperlink.com.tr
YARD. DOÇ. DR. MUSTAFA TAR AKÇI
DURUŞ
İÇİNDEKİLER
---
ÖNSÖZ...........................................................................................7
YABANCILAR KARŞISINDAKİ DURUŞ.......................... 11
SAVAŞ ÖNCESİ DÖNEMDEKİ DURUŞ.......................... 39
SAVAŞ ESNASINDAKİ DURUŞ........................................... 73
DEVRİMCİLİĞİ VE İNSANİ DURUŞU.........................109
ÖNEMLİ SÖYLEVLERİ.........................................................213
KAYNAKÇA..............................................................................253
ÖNSÖZ
---
L
ider, tarihin seyrini, zamanın akışını bir başka yöne çevirmesini bilen kişidir. Mustafa Kemal Atatürk, tüm bunları başararak, toplumunu içinde bulunduğu kısır döngüden çıkarmış,
kendisiyle beraber çalışan arkadaşlarının bile akıllarının alamadığı cesur adımlar atmıştır. Dünyanın sayılı liderlerinden biri olarak kabul edilen önderimizi tanımak, onu anlamak gençlerimiz
öncelikli olmak üzere hepimizin ödevidir.
Gazi Mustafa Kemal, büyük bir komutan olduğu kadar aynı
zamanda büyük bir devlet adamıydı. O, muharebelerde kati netice alınacak yeri iyi seçmesini biliyor, azami kuvvetini orada
topluyor, mümkün olabilen en az zayiatla düşmana azami darbeyi vuruyordu. Gelibolu Conkbayırı’nda, Muş’un Ruslardan
geri alınmasında, Afyon Kocatepe’de askeri ile yan yana bulunmuş, varlığı ile muharebenin kaderini değiştirmiş örnek bir komutandır. Doğru karar olay mahallinde verilir. Olay mahallinde
bulunmak emek ister, cesaret ister, fedakârlık ister. Gazi Mustafa
Kemal bunları yapmış birisidir.
Onda liderlik kabiliyeti ve öngörüsü okul yıllarından beri vardı. Harp akademilerinde kurmay subaylık eğitimi alırken, hafta
tatillerinde sık sık en yakın arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile onun
babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısına giderdi.
Orada karşılaştığı ve sohbet imkânı bulduğu Berlin Büyükelçisi
Osman Nizami Paşa ile Osmanlı’nın geleceği konusundaki tartışmaları Ali Fuat Cebesoy’un “Sınıf Arkadaşım Atatürk” kitabında da yer almıştır.
7
Duruş
Osman Nizami Paşa’nın, istibdat yönetiminin bir gün kaldırılacağını ve fakat onun yerine batılı anlamda bir yönetimin kurulmasının mümkün olamayacağını iddia etmesine karşın Mustafa
Kemal’in; “Paşa Hazretleri! Batılı anlamda yönetimler de zaman içinde gelişmiştir. Bugün uykuda gibi görünen memleketimizin çok kabiliyet ve cevheri vardır. Fakat bir devrimde iş başında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuz gibi başarıya ulaşmak mümkün değildir, devrimi ancak devrime inananlar yapabilirler,” dediği ifade edilmektedir. Tevfik
Fikret’in “Hak bildiğin yolda yalnız gideceksin” sözü onun rehberi olmuştur.
Bir liderin en önemli özelliği yılmamak, doğru bildiği yoldan
ayrılmamak, inancını hep korumaktır. Atatürk de doğru bildiği
yoldan hiç ayrılmamış, Mondros Mütarekesi ile yok sayılan Türk
milletini yeniden örgütleyip, yıllarca sahip olduğu toprakları ona
kalıcı vatan yapmanın mücadelesini vermiştir. Kimsenin hayal
bile edemediği zaferlere imzasını atmış; sadece askeri zaferlerle yetinmeyip, o zaferleri çağdaş devrimlerle taçlandırmış, Türk
ulusunu medeni milletler gibi çağdaş, laik, demokratik bir ülkeye kavuşturmuştur. Hedef ekonomisi, askeriyesi, hukuku, kültürü, uluslararası ilişkileri ile tam bağımsız ve refah içinde yaşayan
bir Türkiye yaratmaktır.
O, imparatorluk döneminde ümmet bilincinde yaşayan Türk
halkını, millet bilincinde yaşamaya dönüştürmüştür. Onu kulluktan kurtarıp birey yapmıştır. Yönetimde dini esasları bir tarafa
bırakıp aklı ve hukuku hâkim kılmış, dinin insanların gönlünde, onların özeli olarak muhafaza edilmesi lazım geldiği bilincini yaymaya çalışmıştır. “Din vardır ve lüzumludur” demiş, ancak
yaşarken onun kölesi olmamıştır.
Atatürk, Türk’ü ve Türklüğü yücelten en önemli liderlerden
biridir. “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,
Trakyalı, Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin
damarlarıdır,” diyerek bu topraklarda yaşayan, kökü nereye da8
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
yanırsa dayansın, herkesin kardeş olduğunu vurgulayarak, milli
birlik ve beraberliğimizin çağdaş temellerini atmıştır. O bölücü,
ayrılıkçı değil, bütünleştirici ve barışçıdır.
O, savaşlarda başarılı bir komutan olduğu kadar, aynı zamanda barışın, kardeşliğin mimarı büyük bir devrimcidir. Onun şahsında Türk milleti, tarihte olmadığı kadar itibar görmüş, uluslararası ilişkilerde saygın bir mevkiye sahip olmuştur. O, bu milleti çağrılmadan giden, sırada bekleyen bir millet değil, davet edilerek giden, milletler camiasının saygın bir üyesi yapmıştır. O,
mazlum milletlere ışık olmuş, ümit olmuş; nihayet o, bu toprakların en büyük şansı olmuştur. Onu her yönüyle tanıyıp anlamak
bizim için görev olmalıdır.
Bu düşünceler ışığında, bu çalışma ile Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün çeşitli durumlar karşısında aldığı tavırları, verdiği cevapları en güvenilir kaynaklara dayandırarak bir araya getirmeye çalıştık.
Anlatımda karışıklığa meydan vermemek için “Duruş” ile ilgili tespit ettiğimiz anekdot ve olayları yabancılar karşısındaki
duruş, savaş önceki dönem, savaş ve savaş sonrası dönem olmak
üzere ayrı safhalarda topladık. Onun özgün söylevleri de önemliydi. Siz değerli okurların elinin altında olması adına son bölümde onları da bir araya getirdik.
Amacımız gençlere ümit ışığı olmak, özellikle yönetici durumunda olan insanlarımızın da benzer durumlar karşısında benzer
duruşlar sergilemelerine katkıda bulunmaktır.
Cumhuriyetimizin kurucusu, demokratik, laik, sosyal hukuk
devletimizin mimarı Gazi Mustafa Kemal, ebedi liderimiz ve değişmez önderimizdir. Onu daha fazla tanıdıkça kendimize olan
özgüvenimiz daha da artacak, bundan da şu güzel ülkemiz kazançlı çıkacaktır.
Saygılarımla...
Mustafa Tarakçı
9
YABANCILAR KARŞISINDAKİ DURUŞ
---
GEÇMİŞ OLSUN MAJESTE!
1933 yılında Yugoslavya Kralı ve eşi Türkiye’yi ziyarete gelirler. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk şereflerine akşam yemeği verir. Yemekten sonra kahve içme esnasında Kral,
Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak şöyle der:
- Size bir gerçeği söylemek isterim.
- Memnun olurum, buyurun anlatın.
- 1919 senesinde İngilizler Yunanlardan önce Ege Bölgenizin
işgal edilmesini bize teklif ettiler. Ben Türkleri sevdiğim için kabul etmedim.
Atatürk ayağa kalkar. Elini tokalaşmak için uzatır. Bu hareket karşısında Kral da elini uzatır. Tokalaşırlar.
Atatürk’ün “Teşekkür ederim” yerine cevabı, “Geçmiş olsun
majeste!” olur.
Cemal Kurtay’dan
VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR,
ELİNİZİ KİRLETMEZ
İngiltere Kralı 8. Edward Atatürk’ü ziyaret için İstanbul’a gelmiştir. Kendisini Boğaz’da yatla gezdirirler, dönüşünde Dolmabahçe
Sarayı’nın deniz kenarında Atatürk karşılamak için bekler. Deniz
dalgalıdır. Kral zar zor rıhtıma yanaşır, elini toprağa dayayarak
inmek mecburiyetinde kalır. Sonra Atatürk’ün önünde cebinden
mendilini çıkarıp elini temizlemeye başlarken, tokalaşmak için
bekleyen Atatürk:
13
Duruş
“Ekselans” der, “Vatanımın toprağı temizdir. Elinizi kirletmez.”
“Hoş geldiniz” der, elini uzatıp tokalaşır.
Enver Behnan Şapolyo’dan
DİK DURUŞ
30 Ekim 1918, Türk tarihinin “olumsuz” anlamda önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte 1. Dünya Savaşı’nda yenik
düştüğümüz hukuken tescil edilmiş; Limni adasının Mondros limanında Mondros Mütarekesi adıyla bilinen ateşkes antlaşması
imzalanmıştır. Bu antlaşmada Osmanlı’nın karşısında, karşı taraf adına konuşan hep İngiliz’dir. Malumunuz bu mütareke ile
Osmanlı ülkesi galip devletlerin kontrolüne terk edilecektir. Türk
askeri terhis edilecek, silahlar depolanacak, o depolar İngilizFransız askerlerin koruması altında olacaktır. En önemli husus
da, Osmanlı halkının diken üzerinde oturuyor olmasıdır. Nerede
bir güvensizlik veya kargaşa varsa, İtilaf Devletleri (İngiltereFransa-İtalya-Yunanistan) oraları işgal edebilecek, o bölgelerde
kendi otoritelerini hâkim kılabileceklerdir. Bu süreçte İngiliz Dış
İşleri Bakanı Lord Curzon’un yeğeni Albay Rawlinson, iki manga askerle Erzurum bölgesini kontrol ve gözetim altında bulundurmakla görevlendirilir.
O tarihlerde Gazi Mustafa Kemal de Samsun-Havza-Amasya-Sivas’a uğradıktan sonra Erzurum’a gelmiştir. Erzurum’da
Kazım Karabekir Paşa ve Vilayeti Şarkiye Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti öncülüğünde bir kongre toplanma hazırlıkları vardır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a gelişiyle birlikte bu hazırlıklar daha da hız kazanır.
Bugünlerde ruhlarımızı okşayan, bugün dahi okuyunca, öğrenince gönlümüze ferahlık veren bir olay yaşanır. Bu olay, İngiliz
14
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Albay Rawlinson ile Gazi Mustafa Kemal arasında geçen olaydır. Daha doğrusu yapılan görüşmedir.
Bu görüşmeye o dönem Osmanlı yönetimine muhalif tutumundan dolayı Damat Ferit Paşa hükümetince işten el çektirilen,
Erzurum’a gelip Mustafa Kemal hareketine katılan, Bitlis eski
valisi Mazhar Müfit Kansu da tanıklık etmiştir.
Mazhar Müfit Kansu
Mazhar Müfit, daha sonra Mustafa Kemal’in ayrılmaz yol
arkadaşlarından biri olacak, Temsil Heyeti üyesi olarak önce
Sivas’a, oradan Ankara’ya birlikte gidecek, daha sonra İstiklal
Mahkemesi Başkanlığı ve milletvekilliği yapacaktır. Onun anlattığına göre:
İngiliz Albay Rawlinson, 9 Temmuz 1919 günü Mustafa
Kemal’in kaldığı eve gelir. O esnada Mazhar Müfit Kansu da
evdedir. Kapıyı emir eri Ali Metin açar. İçeri buyur etmeden
önce emir eri, Mustafa Kemal Paşa’ya yabancı üniformalı bir
ziyaretçisinin olduğunu bildirir. Mustafa Kemal Paşa, Albay
Rawlinson’u odasında kabul eder. Şuradan buradan konuşulur.
Epeyce bir vakit geçtikten sonra Rawlinson söylemek istediği
esas konuyu açar:
15
Duruş
- İşittiğime göre burada, Erzurum’da bir kongre toplanacakmış. Siz de bunu teşvik ve destekliyormuşsunuz?
- Evet, milletçe açılmasına karar verdik.
- Açılmaması daha uygun olur!
- Hayır, kongre kesinlikle açılacaktır.
- Ancak, İngiliz hükümeti bu kongrenin toplanmasına izin
vermez.
- Ne hükümetiniz ne de sizden izin istemedik ki!
Bu esnada her iki tarafın da ses tonu yükselmiştir. Emir eri
elinde kahve tepsisi ile gelirken Mazhar Müfit’e işaretle “Dışarı
atayım mı?” der. O da “Hayır, kahveyi ver çık” anlamında kaş
göz hareketi yapar. Konuşmalar tekrar devam eder:
- Kongre yaparsanız zor kullanır dağıtırız.
- O zaman biz de kuvvete kuvvetle karşı koyar, milletin isteğini yerine getiririz. Ne pahasına olursa olsun bu kongre açılacaktır!
En sonunda da “Görüşme bitmiştir,” diyerek konuşmasını
noktalar.
Bu esnada Mazhar Müfit Kansu olayı daha fazla tırmandırmamak için kapıyı açar ve İngiliz Albay’a “Lütfen” diyerek dışarı çıkmasını önerir.
İngiliz Albay Rawlinson sapsarı bir yüzle çekip gider.
16
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
İNGİLİZ KONSOLOSUNA VERİLEN DERS
Atatürk’ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor:
Salih Bozok
Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk
geceyi yaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de ilk gecesini çalışarak geçirdi. Zengin sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç saatlere kadar çalıştı.
Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosu ile konuşuyor17
Duruş
du. Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal
Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu.
Paşa valiye sordu:
“Konu nedir?”
Vali anlattı:
“Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve
Ermeni azınlıkların güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.”
Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu,
buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
“Ee, peki daha ne istiyormuş?”
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
“Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.”
Paşa:
“Ne yani, Yunanlar zamanında sizin tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz?”
Konsolos kasılarak, “Evet,” dedi, “Yunanlar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.”
“Öyleyse buyurun, tebaanızla birlikte Yunanistan’a gidin,
efendim!”
Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti.
“Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?”
Paşa:
“Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben
Millet Meclisi’nin başkanı ve Türk ordularının başkomutanıyım.
Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Siz kimsiniz?
Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili
misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı
göstererek) buyurunuz dışarıya, efendim!”
18
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri üzerine sapsarı
kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti. Mustafa
Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü:
“Bunlara yüz vermeyin vali bey! Donanma önünde pısacak,
bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek devletçik sanıyorlar
bizi! Küstahlık derecesine bakın, bana ‘Savaş mı açıyorsunuz?’
diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak!
Savaş halinde değiliz sanki!”
Birkaç saat sonra, İngiliz donanma komutanı hükümet konağının kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
“Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum.”
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral:
“Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker
olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya
borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Böyle bir askerle tanıştığım için memnunum.” diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir ifadeyle, “Bunları geçin amiral. Çok işimiz
var, asıl konuya gelin!” dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:
“İzmir’de tebaamız ve sizin azınlık Ermeniler, Rumlar var.
Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güvende
midirler?”
“Hiç kuşkunuz olmasın amiral. Tebaanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler kendilerini güvende sayabilirler.”
“Peki suç işleyenler?”
“Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de
olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler.”
19
Duruş
Amiralin yüzü bembeyaz oldu:
“İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Rum ve Ermenilerin güven
içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.”
Paşa:
“Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini
herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir
limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı
terk etmesini istiyorum.”
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
“İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?”
Paşa:
“Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onları çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama
borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza asla müsaade edemem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki
devlet arasında savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi
derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar
ediyorum.”
Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği
Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek, “Affedersiniz” dedi, eğilerek geldiği kapıya gidip dışarı çıktı.
Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu. Yabancılar kendi uyruklarının gemilerine binmeye başladılar. Birkaç saat sonra da
sessizce çekip gittiler.
20
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
İTALYAN BÜYÜKELÇİSİNE CEVAP
Atatürk, bir akşam Ankara Palas’ta yemek yerken yandaki masada İtalyan ve Arnavutluk büyükelçilerini görür. O yıllar İtalya’nın
Anadolu’da gözünün olduğu, emperyalist söylem ve eylemler
içinde olduğu yıllardır. Bu konuda düşüncelerini ortaya koyarcasına önce Arnavutluk büyükelçisi ile birkaç cümle konuşmayı müteakip, “İtalyanlar Balkanlar’a sızmak için sizi maşa olarak kullanacaklar” der.
İtalyan büyükelçi söze karışmak ister. Atatürk ona dönerek
yüksek sesle, “Roma’da bir gün İtalyan öğrenciler Türk büyükelçiliği önünde gösteri yapıp Antalya’yı istediklerini söylüyorlarmış” der ve devam eder.
- Antalya bizim İtalya’daki elçiliğimizin cebinde değil
ki! Antalya buradadır. Ne diye gelip almıyorsunuz? Ekselans
Duce’ye bir teklifim var. Askerlerini karaya çıkarsın. Ondan sonra savaşalım. Kim kazanırsa Antalya onun olur!
Büyükelçi, “Bu bir savaş ilanı mı ekselans?” diye sorar.
- Hayır, der. Ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilan etmeye yalnızca Türkiye Büyük
Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da kafanızdan çıkarmayın ki,
Büyük Millet Meclisi zamanı gelince, benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır. (1)
FRANSA ELÇİSİNİN ZIRVALAMASI
Atatürk bir gün Kemalettin Sami Paşa ile birlikte Ankara Palas’a
yemeğe gider. Yanında birkaç kişi daha vardır. Yemek yendikten
sonra bir ara Fransa Büyükelçisi de salona gelir. Salonda boş yer
olmasına rağmen Atatürk daha önce tanıştığı ve sempatik bulduğu Büyükelçi’yi masasına davet eder. Büyükelçi de büyük bir
memnuniyet içinde oturur. Fazla zaman geçmeden başlar anlatmaya:
21
Duruş
“Ekselans Paris’i bir kez daha görmek istemez misiniz?”
“İsterim tabi neden olmasın,” der Atatürk.
“Böyle bir ziyaret Fransa’yı pek memnun eder. Ben de size
refakat ederim. Fransa donanmasından bir muhrip bizi İstanbul
veya İzmir’den alır. Fransız donanmasından birkaç gemi bize refakat eder. Marsilya’ya yanaşıldığında büyük bir askeri tören ile
sizi karşılarlar. Oradan özel bir trenle Paris’e geçersiniz. Paris’te
sizi bando ile karşılarlar,” derken Atatürk sözünü keser.
“Bu daveti sen mi yoksa hükümetiniz mi yapıyor anlamadım.”
Büyükelçi, “Siz kabul buyurursanız aynı programı ben
Paris’e bildirir ve uygulanmasını temin edebilirim.”
Atatürk sinirlenir. Kaşlarını çatar. “Ekselans” der, “Ben
Paris’e böyle şaşalı törenler yapılsın, karşılanayım uğurlanayım
için gitmem. Gidersem operanızı görmeye, tiyatronuzda temsil
izlemeye, müzenizi gezmeye, zarif hanımlarınızı bir kez daha
görmeye gitmek isterim. Siz beni yanlış tanımışsınız beyefendi,” der.
Büyükelçi bozulmuştur. Gaf yaptığını anlayarak bir bahane
ile sofradan kalkar.
Kemalettin Sami Paşa, “Paşam büyükelçiyi çok fena bozdunuz. Söylediğine, söyleyeceğine pişman ettiniz” der.
Kemalettin Sami Paşa
22
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Atatürk cevaben “Kemalettin bunlar biz Türkleri hâlâ tanımadılar. Adam beni Arap emirlerinden biri zannediyor, aklınca
şaşaalı program yapıp beni kandırmaya çalışıyor. Böyle törenlere ne gerek var. Kimin donanmasını kimin emrine gönderiyorsun? Olacak şey mi? Biz bu abartılara düşkün biri miyiz?” der.
Kemalettin Sami Paşa’dan
ELÇİ BEYEFENDİ, BUNA RAKI,
TÜRK RAKISI DERLER
Stalin, SSCB’de yaptığı bir konuşmada boş bulunarak
Ortadoğu’nun bütün memleketlerini “Rus bölgesi” olarak nitelendirmişti. Atatürk bu açıklamaya çok sinirlenmişti. 1935 yılında Rus Devrimi’nin yıldönümünde, Sovyet elçiliğinde verilen
suare öç almak için en iyi fırsattı.
Atatürk, büyükelçi ile önce önemsiz şeylerden söz ettikten
sonra birdenbire sordu:
“Karahan yoldaş, şu Sovyet Rusya’da işleri kimin yönettiğini bana söyler misiniz?”
Karahan şaşırdı.
“Rusya’yı kim mi yönetir? Sovyet Rusya’da proleter diktatörlüğün egemen bulunduğu Ekselansınızca bilinir.”
“Canım bırak şu saçmalıkları şimdi. Proleter diktatörlük
maskeden başka bir şey değildir. Türkiye’yi yöneten şef benim.
Rusya’da kimdir?”
Karahan buz gibi soğuk bir sesle karşılık verdi:
“Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin Başkanı yoldaş Kalinin’dir,” dedi.
Atatürk sinirlendi:
“Canım bırak şu kuklayı... Söylesene bana bakayım, şu sizin
Stalin yoldaşınız ne yapar Allah aşkına?”
23
Duruş
Karahan suratını astı. Kısık bir sesle “Stalin yoldaş, Sovyet
Rusya Komünist Politbürosu’nun sekreteridir,” derken yan gözle Atatürk’ün hakaret dolu sözlerini çeviren ve bir saat sonra
Moskova’ya şifreli raporunu bildireceğine kuşku bulunmayan
elçilik tercümanına baktı. Elçinin kuşkusu yerindeydi. Çünkü
tercüman G.P.U.’nun yani Sovyet Gizli Haberalma Örgütü’nün
adamıydı. Karahan Atatürk’ü büfeye davet etmekle konuşmanın
başka bir yola varabileceğini savunuyordu. Kaygıyla “Bir bardak
şampanya almaz mısınız, Ekselans?” dedi.
“Hayır...”
“Ya bir kadeh votka?”
Atatürk yüzünü ekşiterek:
“O Rus içkisinden hoşlanmam. Ben Türk’üm, rakı içerim.”
Büfedeki garson elleriyle yok işareti yaptı.
“Yazık ki büfemizde rakı yok Ekselans.”
“Türk konuğunuza Türk içkisi ikram edemeyeceğinizi zaten
biliyordum. Onun için kendi rakımı beraber getirdim.”
Atatürk, yaverine işaret etti. Görevliler, hemen büfeye bir
sandık rakı getirdiler. Nihayet Karahan, Atatürk’e susuz rakısını
uzatabildi. Atatürk kadehini kaldırdı ve:
“Elçi beyefendi,” dedi, “buna rakı, Türk rakısı derler.
Moskova’da Kalinin midir, Stalin midir yok ne karın ağrısı ise
o herife söyleyin, biz Türkler yüzyıllarca Rusya’nın göbeğinde
rakı içmiş bir milletiz, gerekirse yine de iç­mesini biliriz. Bu kadehimi Türk milletinin hayrına ve hiçbir zaman “Rus böl­gesi”
düzeyine düşmeyecek olan bağımsızlığının şerefine içiyorum.”
Atatürk kadehini bir yudumda boşalttıktan sonra Sovyetler
Birliği ile Stalin hakkında ağzına geleni söyledi. Rus çevirici bu
sözleri aynen çevirme­ye yüreklilik gösteremiyor, hafifletmeye
çalışıyordu. Atatürk, sözlerinin yete­rince etkilemediğini elçinin
yüzünden anlayınca çevirenin görevini gereği gi­bi yapmadığı ka24
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
nısıyla herifi kovdu ve su gibi Rusça bilen yanındaki subay­lardan
birini çağırdı. Yeni çevirici Atatürk’ün, Stalin ve Sovyetler
Birliği hak­kında kullandığı kötüleyici sözleri Büyükelçi’ye bir
bir aynen tekrar etti.
Atatürk, dans müziği çalan Balalayka orkestrasını susturdu ve berabe­rindeki saz takımına işaret ederek zeybek çaldırmaya başladı. Başta kendisi olmak üzere bütün Türkler zeybeğe kalktılar. Rus Devrimi’nin yıldönümünde Ankara’daki Sovyet
Elçiliği’nin büyük salonu bir Türk şehriayinine tanık olu­yordu.
Ertesi gün Karahan, Stalin’in emriyle Türk Dışişleri Bakanlığı’na sert bir nota verdi. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, elçiyi yatıştırmaya çalışıyor­du.
“Canım, Cumhurbaşkanımız şaka etti. Politbüro sekreterini
tahkir et­mek aklından bile geçmezdi.”
Stalin, Büyükelçi Karahan’ı geriye aldı. Elçi, durumu idare edemediğin­den ceza görecekti. Atatürk’ün hakaretlerini dinlemeyip Türkiye Cumhur­başkanı’nı elçilikten kovmalıydı.
Atatürk, Karahan’ın “Allahaısmarladık” deyişini arkadaşlarına şöyle anla­tırdı:
“Kendini veda için kabul ettiğim zaman ölü gibiydi.
“Gitmeyeceğim” sözünü söylemesini dört gözle bekliyordum.
Kendisine bunu ben öneremezdim. Fakat kalsaydı, Türkiye’de
onu barındırırdım.” (2)
SEFİRE YOL GÖSTERİN
Fransa’da çok meşhur bir sözlük vardır: Larousse. Burada bir kelime vardır: decapiter. Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte boynunu vurmak diye ifade ediliyor. Kelimenin bir başka anlamı daha
var. Kazığa oturtmak, yani sivri bir kazık hazırlamak ve insanları
kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi
25
Duruş
bir uygulama. Burada kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:
“Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.”
Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor Atatürk
tarafından davet edildiği için. Köşke geliyor, yemekler yeniyor.
Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O
da bildiği anlamı söylüyor.
Atatürk, “Kelimenin başka bir anlamı var mı?” diye sorunca büyükelçi, “Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir,” diyor.
Atatürk daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larousse’u getirtip büyükelçinin önüne koyduruyor.
Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk’ün yüzüne bakıyor.
Atatürk diyor ki:
“Demek ki biz Türkler bugün de esirlerimizi kazığa oturtuyoruz, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu
doğru mu?”
Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki:
“Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi’nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik bir ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.”
Atatürk:
“Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek
ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itiba26
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ren İstanbul’daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum,” diyor.
Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve “Ekselans, protesto ederiz,” diyor.
Bunun üzerine Atatürk:
“Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?” diyor ve ilgililere dönerek, “Sefire yolu gösterin,” diyerek bir anlamda onu
kovuyor.
Sonra ne mi oluyor? Tabii Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni
baskısından o cümle çıkarılıyor. (3)
ŞEREF
Atatürk şahsi şerefinin olduğu kadar, Türk şerefinin de ihtiraslı düşkünüydü. Kibirli değildi. Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım. Fakat gururluydu.
Bu gurur, Türk şerefini yabancılar karşısında korumak bahis konusu olduğu zaman daha da belirginleşirdi. Batıcıydı ama
bir batılının üstünlüğünü kabul et­mezdi. Aşağılık duygusu altında ezilemezdi. Onun Türk tarihi ile uğraşması, bilâkis, aydınları
ve halkı bu aşağılık duygusundan kurtarmak için olmuştur.
Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden arkadaşlarına;
“Sesiniz benim sesimdir. Unutmayınız,” derdi.
Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eşitliği üzerinde ti­tiz davranırdı. Şu hikâyeyi anlatmıştım. Rahmetli
Fevzi Çakmak Yugoslavya manevraları­na gitmişti. Fransız Genel
Kurmay Başkanı Gamlin de davetliler arasındaydı. Ye­mekte sıra
meselesi çıkınca Mareşal olduğu için Fevzi Çakmak’ın general olan
Gamlin’den önce oturması lâzım geliyordu. Gamlin razı olmadı:
27
Duruş
“O Mareşal ise de ben Fransız Ordusunun Genel Kurmay
Başkanıyım,” de­mişti.
Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse yemeğe gelmeyeceğini
söylemesi üzeri­ne güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziyafet tertiplemişlerdi.
Fevzi Çakmak dönüşte olayı Atatürk’e anlattı. Atatürk dedi ki:
“Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani’yi işgal edeceği zaman
Hitler kıta komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederlerse
geri dönmeleri emrini vermişti. Fransa hükümeti Gamlin’e mukavemet etmesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik istedi. İç politika durumu umumi seferberliğe elverişli olmadığı için Fransa olupbittiye boyun eğmek zorunda kaldı.
Gamlin biraz cesaret gösterseydi, Fransa Renani’yi kaybetmezdi.
Sanat ve mesleğinde, asıl vazifesinde bu kadar zaaf gösteren bu
adam, sofra sırası meselesinde bakınız ne yapmış! Dikkat ediniz,
bu adam Fransa’nın başına bir felaket getirecektir.”
Nitekim Gamlin, Hitler ordularının bir iki hafta içinde yıkıverdiği Fransız ordularının başında bulunuyordu.
İnönü, İtalya’ya resmi bir seyahat yapacağı vakit Atatürk;
“Sen Türkiye’nin başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya’nın
başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız,” demişti.
Benito Mussolini ve Adolf Hitler
28
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Yoldaydık. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu, İnönü Roma’da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini, İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir
telâştır, gitti.
Roma’ya vardığımız zaman İtalyan başvekili Mussolini, sırtında jaketatayı ve başında silindir şapkası ile Türkiye başvekilini bekliyordu. (4)
ATATÜRK’TEN BULGARİSTAN’A GÖZDAĞI
Başvekil İsmet İnönü davet edildiği Rusya’dan Bulgaristan
yolu ile dönüyordu. Yine o ara Bulgaristan’la aramız iyi değildi. Bulgar komitacıları Sofya’daki Türk sefaretini sarmış, İsmet
Paşa’ya suikast yapmak üzere dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
İsmet İnönü
Bulgar hükümetinin dikkati çekildi. Bulgar hükümeti durumu görmezden geldi. Bunun üzerine keyfiyet Ankara’ya bildirildi, ilgililer toplanıp aralarında müzakere etti. Bir çare araştırıldı.
29
Duruş
Tatminkâr bir tedbir bulunamadı. Atatürk’e danışmaya karar verdiler. Atatürk sordu, “Siz ne düşünüyorsunuz?”
“Bulgaristan’ı iktisaden tazyik edeceğiz. Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz.”
Atatürk güldü ve “Telefonu verin bana,” dedi.
Donanmaya emir verdi. Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit’ten
Varna’ya gitti. Yüz bir pare top atıldı. Evlerin camları kırıldı.
Herkes yataklarından heyecanla fırladı. Bulgar hükümeti telaşlandı. Amiral, Türkiye Başvekili İsmet Paşa’yı almaya geldiğini söyledi.
Bulgar hükümeti, İsmet Paşa’yı Sofya’dan Varna’ya zırhlı
trenle, ihtimam ve muhafaza altında getirdi. Bando ile merasim
yaparak Yavuz’a uğurladı. Amiral, kırılan camların parasını ödeyip, başvekili Türkiye’ye getirdi. (5)
İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği
zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten
önce “Bana İngiltere Sarayı’nda verilen ziyafetler ne şekilde
olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!” dedi.
Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek
sofrayı o şekilde düzene koydular. Akşam kral sofraya oturunca
kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek, “Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de
zannettim,” diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekteydi. Bunlardan
bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire
yere yuvarlandı, yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler; fakat Atatürk Kral’a eğilerek, “Bu
millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!” dedi.
30
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekâsına hayran oldular.
Atatürk garsona da “Vazifene devam et” emrini verdi.
TÜRK MİLLETİNE OLAN HAYRANLIĞI
Zamanının ünlü biyografi üstadı Alman Emil Ludwig 1934’te
Atatürk’ün hayatını yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri
arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı.
Emil Ludwig
O günlerde, Polonya Cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist,
bir virtüöz olan Ignas Jan Paderavsky’nin hayatını yazıyordu.
Mustafa Kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri Hikmet Bayur’un
dikkatini çekmişti.
31
Duruş
Hikmet Bayur
Nitekim soyu sopu üzerinde bilgiler edindikten sonra Hikmet
Bayur’a Ata’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul
olup olmadığını sormuş, Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını
görünce şu açıklamayı yapmıştı:
“İzah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela
Paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin
parmaklarını bir kâğıda çizer, verir misiniz?”
Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş; fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için şu açıklamayı yapmıştı:
“Bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabını vermiştim. Şimdi
parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir.
32
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı
ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna bir
milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır.” (6)
HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR!
1935 senesiydi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri
dolaşıyordu.
O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün
Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.
İşte bu sıralarda “Atatürk Çanakkale’ye geliyor,” dediler.
Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim.
Heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir Caddesi’ne dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudi’nin fısıltı ile
pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmaya
vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü. “Atatürk geliyor,” sözü yeniden ağızdan ağza dolaştı. Halkın “Yaşa, varol!”
nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam
ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve
talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam
bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü
ve Ata’nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk
“Bırakın gelsin!” dedi.
33
Duruş
Bu Musevi vatandaş, Atatürk’ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak, “Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız?” dedi.
Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:
- Sen kimsin?
- Ben paşam, Çanakkale Musevileri’nden Avram Palto.
- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi?
Jandarma mı? Bana söyle.
Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini
toparlayarak cevap verdi:
- Hayır paşam, halk kovuyor.
Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi. “Halk
isterse beni de kovar,” dedi ve yürüdü.
YARIM MİLYON ÖLMEYE HAZIR MI?
Bir gün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti, kendisine “Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?” diye sordu.
Olabilecek bir şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal, “Yarım milyonun bu uğurda ölür mü?” diye
sordu.
Adamcağız bakakaldı.
- Fakat paşa hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum
var? Başımızda siz olacaksınız ya...
- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz.
Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız.
34
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN AMERİKALI GAZETECİ
GLADIS BAKER’E VERDİĞİ MÜLAKAT
“Harp çıktığı takdirde Amerika, bitaraflık siyasetini mu­hafaza
edebilir mi?”
“İmkânı yok. Eğer harp çıkarsa, Amerika’nın milletler camiasında işgal ettiği yüksek mevki her halde müteessir ola­caktır.
Coğrafi vaziyetleri ne olursa olsun milletler birbirine birçok rabıtalarla bağlıdırlar. Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli,
dünyanın her yerinde alâkası olan bir devlet olduğundan kendisinin si­yaset ve iktisadiyat cihetinden ikinci derecede bir mevkiye
düş­mesine asla müsaade edemez.”
“Milletler Cemiyeti’nin, sulhun muhafazası için mües­sir bir
vasıta olduğunu zannediyor musunuz?”
“Milletler Cemiyeti, henüz kati ve müessir bir vasıta olduğunu ispat etmemiştir. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin, müşterek gayenin tahakkuku için çalışabilecekleri yegâne teşkilâttır. Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler
alınmalı­dır. İnsanlığın heyet-i umumiyesinin refahı açık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve
kinden uzakla­şacak şekilde terbiye edilmelidir.”
“Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor mu­
sunuz?”
“Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hü­
kümetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, asker­
lerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.”
“Niye diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmıyorsunuz?”
“Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söy­
lüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayaca­
ğım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket
etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine ram eden35
Duruş
dir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek
isterim.”
“Mesut musunuz?”
“Evet, çünkü muvaffak oldum.” (7)
AMERİKALI GENERAL HARBORD
İLE SİVAS’TA GÖRÜŞME
Doğu illerimizde dolaşmakta olan Amerikan Generali G. J.
Harbord, Sivas ilinde Mustafa Kemal ile uzun bir görüşme yapar. 22 Eylül 1920 tarihinde, dört saat süren bu görüşme hakkında Büyük Nutuk’ta şu bilgileri vermektedir:
“Harbord ile uzun uzadıya görüşmelerde bulunduk. Generale,
Milli Mücadele’nin maksat ve gayesi ve milli teşkilat ve birliğin ortaya çıkış sebebi, Müslüman olmayanlara karşı olan duygular ve yabancıların memleketimizdeki yıkıcı propagandası ve
yaptıkları hakkında geniş ve delilli açıklamalarda bulundum.
Generalin bazı garip sorularıyla karşılaştım.”
Bu görüşme sırasında oldukça etkilenmiş olan Amerikalı
General Harbord, Mustafa Kemal’e birçok soru sordu. Amerikalı
General’in ilk sorusu şu oldu:
“Şimdi ne yapmak niyetindesiniz?”
Mustafa Kemal şu karşılığı verdi:
“Bir millet varlığını ve istiklalini elde etmek için düşünülebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarı sağlar. Ya
başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine
devam ettikçe başarısızlık söz konusu olamaz.”
Mustafa Kemal’in, Sivas’ta Amerikalı General Harbord
ile yaptığı görüşme sırasındaki durum ve davranışlarını, Lord
Kinross, Atatürk kitabında şöyle anlatmaktadır:
36
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Konuşmaları sırasında Mustafa Kemal, ince parmakları arasında çevirdiği bir tespihle oynamaktaydı. Bu anda sinirli bir hareketle tespihin sicimini koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Mustafa Kemal taneleri tekrar topladı ve bunun
General’in sorusuna cevap olduğunu söyledi. Böylece, ülkenin
dağılmış parçalarını bir araya getirmek çeşitli düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini belirtmiş oluyordu.”
Amerikalı General Harbord, Mustafa Kemal’in bu sözleri ve
açıklamalarından sonra, böyle bir umudun gerçeklere uymadığını işaret ederek, şunları söyledi:
“Birtakım insanların canlarına kıydıklarını biliyoruz, şimdi
de bir ulusun intiharına mı şahit olacağız?”
Mustafa Kemal, önce “Söylediğiniz doğrudur, general,” dedi.
Sonra büyük bir güven içinde şunları ekledi:
“İçinde bulunduğumuz durumda yapmak istediğimiz şey ne
askerlik açısından, ne de başka bir açıdan açıklanmaz. Ancak,
her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak için, bunu yapacağız.”
Lord Kinross, Mustafa Kemal’in bu sözlerinden sonra
Mustafa Kemal’in yaptıklarını ve söylediklerini, Atatürk kitabında şöyle dile getirmektedir:
“Avucu yukarıya dönük olarak, elini masanın üzerine koydu. ‘Başaramazsak’ diye devam etti. ‘Bir kuş gibi düşmanın avucu içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde,’ konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu.
‘Atalarımızın çocukları olarak, dövüşerek ölmeyi tercih ederiz.’
Önünde yumruğu tamamen kapanmıştı.
Mustafa Kemal’in, Anadolu hareketi hakkındaki geniş açıklamalarıyla, sözleri ve davranışları Amerikalı General Harbord’u
çok etkilemişti. Bu etkiyle General Harbord “Her şeyi hesaba
katmıştım,” dedi, “ama bunu değil...”
37
Duruş
Sonra şunları ekledi:
“Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık.” (8)
MÖSYÖ HERRIOT SORAR:
“KADINLARA PEÇELERİNİ NASIL ATTIRDINIZ?”
Afgan kralı Amanullah Han, Türkiye’ye yaptığı bir ziyarette yapılan inkılâplara, çağdaşlaşma ve uygarlık yolunda atılan adımlara hayran kalmıştı. Ülkesine döner dönmez, yeniliklere doğru
bazı teşebbüslere girişti; bu arada kadınların kıyafeti hakkında
da bir kanun çıkardı. Afganistan’daki bu girişimler, Atatürk’e arz
edildiğinde çok müteessir oldu:
“Eyvah adam gitti demektir. Ben kendisine ısrarla bu mevzuya girmemesini tavsiye etmiştim, çok yazık oldu.”
Sonunda olan olmuş, Kral taç ve tahtını terk ederek, ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır.
Bir gün Mösyö Herriot, Atatürk’e sormuş:
“Kadınların peçelerini nasıl attırdınız?”
Atatürk:
“Biz bu işte hiçbir zorlama yapmadık. Sadece bir gün ‘güzel
kadınlar yüzlerini açabilirler,’ dedik. Ertesi gün bütün kadınlar
peçelerini atmışlardı.”
Hiçbir devlet adamı, hiçbir lider kendi ülkesinin kadınlarını
Atatürk kadar takdir etmemiş, yüceltmemiş, layık olduğu yeri alması için insanüstü çaba göstermemiştir. En ilkel hayatı bile kadınlara çok gören bir toplumu, çok kısa süre içinde batılılaştırmış; bu yanlış davranışları ve kadını ikinci sınıf insan olarak gören inançları kökünden silip atmıştır.
38
SAVAŞ ÖNCESİ DÖNEMDEKİ DURUŞ
---
AMA EĞİL Kİ ATLAYAYIM!
Atatürk kibirli değil, onur sahibi bir insandı. Çocukluk yıllarında, mahallesinde sokak oyunlarını seyreder; fakat katılmazdı. Bir
gün komşu çocukları birdirbir oynarken kendisini de çağırdılar:
“Gel sen de oyna!”
Mustafa “Peki,” diyerek olduğu yerde ayakta durdu.
“Ama eğil ki atlayalım.”
Mustafa başını sallayarak, “Ben eğilmem, üstümden böyle
atlayabilirseniz atlayın.”
Mustafa Kemal’in hayatına hâkim olan şey, ne cesaret ve hatta ne de ihtirastı. O tek şey, sadece onuruydu.
Duygu âleminde bile onurundan biraz olsun fedakârlık etmeye hiç ama hiç tahammülü yoktu. Daha çocukluğunda benliğini
saran bu duygu, onun Dolmabahçe Sarayı’nın loş bir odasında
hayata gözlerini kapadığı son ana kadar devam etti.
ŞİİRİ EDEBİYATI BIRAK,
SEN İYİ BİR ASKER OLMALISIN
Okumayı, düşünmeyi ve muhakeme etmeyi çok severdi. Öyle
kaba saba, gel geç, sadece okudum diyebilmek için okuyan bir
insan değildi. Yani vakit öldürmek, vakit geçirmek ya da eğlenmek için değil, mutlaka öğrenmek ve anlamak için okurdu. Okuduğu kitapların çoğunun satırlarını kırmızı kalemle çizer, sonra bu çizdiği yerleri yeniden gözden geçirir, notlar alırdı. Matematiğe, matematik problemlerini çözmeye de tutkuluy41
Duruş
du. Üstün zekâsı ve bu alandaki üstün bilgisi pek çok matematikçinin bile uzun sürede çözemedikleri problemleri şaşılacak kadar
çabuk çözüvermesine yeterliydi.
Buhranlı savaş günlerinde kendini sakinleştirmek için kitap okur, kısa bir süre için de olsa bu kargaşadan uzaklaşmak ve
normal hayatını yaşamak isterdi. Özel temas ve konuşmalarında
cana yakın bir Rumeli Türkçesi ile anlatışı, ne nutuk söylemesine, ne yazı yazmasına benzerdi. Gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir hikâye üslubu vardı.
Umumi konuşma ve hitaplarında uzun cümleli ve terkipli bir resmi konuşma dili kullanırdı.
Genel kültüre çok önem veren bir insandı. Her insanın kültürle donatılmış bir kafası, uygar felsefe ile yoğrulmuş gerçekçi bir dünya görüşü olsun isterdi. Hiçbir şeye körü körüne inanmaz, hiçbir şeyi körü körüne reddetmezdi. En çok takdir ettiği
şey müspet bilimdi. Düşünce sistemini geliştirmesi, her şeyi iyi
kavrayabilmesi için insanın zekâsını, aklını, belleğini bilmesini,
bunları iyi kullanmasını isterdi. Tembel, gayesiz, hazır yiyicilerden nefret ederdi. Bir de insanların, toplumların kendi çıkarları
için birbirlerini sömürmelerini asla affetmezdi. (9)
Batı kültürü kadar, Doğu kültürünü, felsefesini, edebiyatını
şaşılacak kadar mükemmel bilir, bilmediği şeyleri de gece gündüz okuyarak ya da o konunun bilginini çağırarak öğrenmeye,
eksikliklerini gidermeye çalışırdı.
O güzel konuşma ve edebiyata askeri lise günlerinde merak
sarmıştı. Arkadaşları arasında güzel konuşan ve şiir yazan, daha
sonraları “konuşurken de ateşti, yazarken de,” dediği bir Ömer
Naci vardı.
“Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiklerimden
hiçbirini beğenmemesi pek gücüme gitti. Edebiyat diye bir şey
olduğunu o zaman öğrendim. Şiire heves ettim. Eğer kitabet ho42
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
cam alay emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmemiş olsaydı şair olup çıkacaktım. Asım Efendi bir gün beni çağırdı, bak
oğlum, dedi, şiiri edebiyatı bırak, sen iyi bir asker olmalısın, öteki hocaların da benim fikrimde, sen Naci’ye bakma, hayalperest
bir çocuk. O, ilerde iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat iyi bir asker
olamaz, dedi. Gerçekten de hocamın dediği çıktı. Ömer Naci çok
istediği halde kurmay olamadı.”
Hasan Rıza Soyak, okuma merakını içli bir şekilde anılarında anlatır:
“Bir seyahatten Ankara’ya dönüyordum. Sabahleyin tren­den
iner inmez Köşk’e gitmiş, hususi hizmetine bakanlara ne vaziyette olduğunu sormuştum. ‘İki gün, iki gecedir ki durmadan kitap okuyor, yalnız birkaç defa banyo yaptı ve koltuğunda istirahat etti,’ dediler.
İzin alıp yatak odasına girdim. Beyaz gecelik entarisi ile geniş koltuğuna bağdaş kurmuş, dinleniyordu. Elinde bitirmek
üzere bulunduğu kitap vardı, bana “Hoş geldin, otur bakalım...
Elime bir tarih kitabı geçti... Bilmem ne zamandır okuyorum,”
dedi. Hayretle sordum:
“Yorulmadınız mı Paşam?”
“Hayır, yalnız gözlerim yaşarıyor, fakat onun da çaresini buldum. Birkaç metre tülbent aldırdım. İşte gördüğünüz gibi parça
parça kestirdim. Ara sıra bunlarla gözlerimi kuruluyorum.” (10)
OKULDA DERGİ ÇIKARMA
“Sınıfta bir dergi çıkarıyorduk. Derginin kurucusu Mustafa
Kemal’di. Ben sınıf kıdemlisi olarak derginin ve dergi çalışmalarının koruyucusuydum. Bir dergi çıkarılmakta oluşu ve derginin
yayınları Saray’dan duyulmuş ve komutan sıkıştırılmıştı. Okul
43
Duruş
Nazırı Ali Rıza Paşa, sınıf başçavuşu olarak bir­kaç defa beni çağırmış ve tatlı sert çıkışmıştı:
- Oğlum, başçavuş demek, idarenin gören gözü, duyan kulağı demek­tir. Asım Efendi! Sen görevini yapmıyorsun. Buralarda
birçok şeyler dönüyormuş. Kimdir bu fesatçılar?
Bu koşullarda arkadaşları ele vermem imkânsızdı. Çünkü
birçok Tıbbi­yelinin ya ayakları prangalanarak denize atıldığını
veya Fizan’a sürüldükleri­ni biliyordum. Ali Rıza Paşa uyanık bir
kişiydi. Benim inkâr edişimin manası­nı anlıyordu. Hatta bizleri
koruyan sınıf subaylarını da bilmekteydi. Ama gi­dişten ve memleketin sürüklendiği badirelerden o da memnun değildi. Fa­kat ne
yapsın ki, gidişe dur demek imkânına sahip değildi. Bir süre geçtikten sonra, dergi başta olmak üzere, sınıfta olup bitenlerden haberdar olduğu­nu, fakat bilerek görmezlikten geldiğini bir olayla
açığa vurmuştu. Bir gün sınıfta yine dergimizi hazırlıyorduk. Ali
Rıza Paşa ani olarak odaya girdi. Bununla bizlere “Her şeyi biliyorum, ama sizleri haksız bulmuyorum,” de­mek istiyordu.
Aradan yıllar geçmiş, milli mücadele sona ermiş, ben
Genelkurmay II. Başkanı olmuştum. Cumhurbaşkanı Atatürk, bir
gün Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ı ziyarete gelmişti. Birden “Mareşalim,” dedi, “bu Asım benim gadrime çok
uğradı. Birkaç defa, Abdülhamit idaresinin zalim elinden beni
kurtardı. Bu onun kadirbilirliğinin örneklerinden biriydi.” (11)
ASIM GÜNDÜZ, MUSTAFA KEMAL İLE
OKUL GÜNLERİNİ ANLATIYOR
Ben Mustafa Kemal’den 1 yıl önce Harp Okulu’nu bitirmiştim.
Hava değişimi aldığım için bir yıl sonra onunla birlikte 3 yıl süre
ile Harp Akademileri’nde okudum. O dönem 4 askeri idadi (lise)
vardı: Selanik, Kuleli, Erzurum, Şam...
44
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Bu idadiler içinde Selanik’ten gelenler daha çok yüzü batıya
dönük ve modern düşünceli oluyorlardı. Memleket meselelerini
en çok onlar konuşuyordu. Bunlardan biri de Mustafa Kemal’di.
Asım Gündüz
Çok güzel giyinir, çok güzel konuşurdu. Arkadaşlarına çok
kibar davranırdı. Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir deftere
yazmıştı, hepimiz ondan defterini alıp biz de o şiirleri yazdık, ezberlemeye çalıştık. Harp Akademisi’nde her Cuma akşamı sınıfta
toplanıyor, kapıları kapadıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca
gazetelerden öğrendiklerini bizlere anlatıyordu.
Rusların kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırpları
korudukları, Balkanlar’ı onlara kazandırmak istediğini söylüyordu. Şairlerin bir toplumda önemli görevleri olduğunu, Bulgar,
Sırp, Yunan şairlerinden en az birinin halkının milliyetçilik duygularına hitap ettiğini söylüyordu. Bizde de Namık Kemal’in, ilk
kez bizim milliyetçi duygularımıza hitap ettiğinden söz ederdi.
45
Duruş
Bir gün de konuşmaları arasında şu hususlara değinmişti:
“Arkadaşlar!
Bize büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz
her yerde milletimizi yetiştirmek için subaylarımızın öğretmeni olacağız; gittiğimiz yerlerde okumuş, aydın gençlerle arkadaşlık edecek, onlarla bu konularda konuşacağız. Vatanımızı ve imparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak
durumundayız.” (12)
DAYANAMADIM,
“YÜZBAŞI EFENDİ SUSUNUZ!” DİYE BAĞIRDIM
Mustafa Kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel
muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.
“Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman
kurtulacağız?” diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum. Yafa’da
Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya
Türkleri’nden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
“Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit ile ben de oradaydık.
Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısıydı. Yüzbaşı
gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade
mensup olduğu ırka hücum ediyordu.
‘Sen, diyordu, nasıl olur da necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert
46
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin,’ gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri
gözlerinden okunmaya başladı; fakat gerçek itaatin sembolü olan
Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım.
‘Yüzbaşı efendi susunuz!’ diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.
‘Yoksa fena bir şey mi söyledim?’
‘Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin
bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkâr edilemez bir gerçektir.’
Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.
Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek
anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi:
‘Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple
üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden
doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü
bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.’
Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine, ‘Ne
mutlu Türküm diyene!’ hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün
mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.” (13)
47
Duruş
TÜRK ULUSU’NUN MUSTAFA KEMAL’İ
TANIMASINA NEDEN OLAN OLAY
Birinci Dünya Harbi’ne, İttifak devletleri ile birlikte katılan
Osmanlı Devleti’nin bu harpte savaştığı yedi ayrı cepheden biri
de Çanakkale’ydi. İtilaf devletlerinin, birlikte oluşturdukları
muhteşem armada ile Çanakkale’yi sadece harp gemileriyle geçip İstanbul’a gitme ve burada Osmanlı Devleti’ni barışa zorlama teşebbüsleri, bölgedeki Türk topçusu ve bahriyesinin, tüm
dünya ülkelerinin takdirini kazanan karşı koyuşu ile başarısızlıkla sonuçlanmış ve 18 Mart 1915’te İtilaf devletleri gemilerinin
önemli bir kısmını Çanakkale Boğazı’nın derinliklerindeki tabi
müzeye bırakarak geri çekilmişlerdi.
Çanakkale sadece denizden geçilemiyordu; başarı için karaya, Gelibolu yarımadasına da bir çıkarma yapmak gerektiği düşünüldü. Donanmanın ateş desteğinde Arıburnu bölgesine çıkarma yapıldı. Bu kuvvetler büyük kısmı ile Kanlısırt istikametinde taarruz ederken bir kısmı da Conkbayırı’na doğru yönelmişti.
Bu sırada Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in komuta ettiği
19’ncu tümen oldukça geride Çanakkale boğazına yakın Bigalı
bölgesindeydi. Bu sırada Yb. Mustafa Kemal bir emir almadığı
halde, tümeninin 57’nci alayını kuvvet bulunmayan Conkbayırı
bölgesine sevk etti. Kendisi de durumu yakından görüp tedbir almak üzere buraya doğru hareket etti. Tarih 25 Nisan 1915 idi.
Conkbayırı’na geldiğinde üstün düşman karşısında buraya doğru
çekilmekte olan küçük bir müfrezeyi gördü. Onları önlerine çıkarak durdurdu ve sordu:
“Niçin geri çekiliyorsunuz?”
“Efendim düşman geliyor,” diye yanıt verdi askerler.
“Nerede?”
“İşte,” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
“Düşmandan kaçılmaz!”
48
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Cephanemiz kalmadı!”
“Cephaneniz yoksa süngünüz var,” diye bağırarak erleri yere
yatırdı Yb. Mustafa Kemal. Bu erler süngü takıp yere yatınca
düşman erleri de yere yattı.
Bu sırada, düşman Mustafa Kemal’e kendi tümeninin askerlerinden daha yakındı. İşte Conkbayırı’nda kazanılan bu kritik
zaman, 57’nci alayın bölgeye gelip tertiplenmesine imkân sağladı. Bu ise, Çanakkale savaşlarının kaderini değiştirdi. Böylece
Türk ulusu, milli mücadeledeki önderinin askeri dehasına ve büyüklüğüne tanık oldu. Ona inandı ve milli mücadelede onun etrafında kenetlendi.
ATA, “MERHABA ASKER”İ NE ZAMAN SÖYLEDİ?
Atatürk’ün Selanik’te kolağası (kıdemli yüzbaşı) bulunduğu sırada geçen bir hatırasını, milli mücadelede emsalsiz hizmetleri
geçmiş bulunan Ziya Kılıç şu şekilde anlatmıştır:
Alay komutanı Saadettin Bey’in ayrılışında kimi vekil bırakacağını herkes merak etmekteydi. Biz ve kumandanlar bu merak içindeyken hayretle gördük ve öğrendik ki, kolağası (kd.
yzb.) Mustafa Kemal kendisine vekâlet edecektir. Hayret ettik,
çünkü Mustafa Kemal kıdemli yüzbaşıydı, hâlbuki kendisinden
çok daha kıdemli olanlar vardı.
Büyük rütbeli ve kıdemli subayların bu hayretleri çabuk geçti ve yerine büyük bir merak başladı. Mustafa Kemal, kendisini son derece sevdirmişti. Onun şehir içinde bazı jestleri, herkesi kendisine bağlamıştı. Şimdi onun iş başına geçmesini merak
ediyorduk.
Alayın teslim alınış gününü, tarihimizin mühim bir dönüm
noktası olarak kabul etmemiz lazımdır. O gün Atatürk beyaz bir
49
Duruş
ata binerek gelmişti. Bütün gözler ondaydı. Alayın önünde kılıcını çekerek selam vaziyeti aldı. Sonra atından süratle yere atladı.
“Selamünaleyküm asker!” demesini bekliyorduk. Fakat hiç
beklemediğimiz bir hal vukua geldi:
“Merhaba asker!”
Bu, ilk defa vaki olan bir hadiseydi. Askerler, nasıl karşılık vereceklerini bilemiyorlardı; bu birkaç saniyelik sükûtu,
İstanbullu askerler doldurdular:
“Merhaba beyim.”
Ordu, ilk defa bir kumandandan “merhaba asker” selamını
alıyordu. Mustafa Kemal, alayı teslim aldıktan sonra sert bir sesle rahat emrini verdi. Sonra bölük kumandanlarından birine yaklaştı. Bölüğünü derin kol ile hareket ettirerek takım kolunda kendisine cephe almak üzere sevk etmesini emretti.
HEP BERABER YEMİN ETTİK
“Büyük Harbi kaybetmiştik. İzmit Mutasarrıfı idim. Mustafa
Kemal Paşa İstanbul’a geliyordu. Ona İzmit’te mülâki oldum
ve beraberce Pendik’e kadar geldik. Konuşmalarımız arasında üzüntüsünü belli etmekle beraber fütursuzdu, memleketin
kurtarılacağına dair imanı hudutsuzdu. Şişli’de şimdi müze
olan evinde vatanın kurtuluş planları çizilmeye başlanmıştı;
Rauf Bey ve mesai arkadaşları ile istişarelerde bulunuyordu.
Nihayet planları tatbik mevkiine koymak üzere Samsun’a ayak
bastı. Refet Paşa, Rauf Bey, Ali Fuat Paşa ve ben Amasya’da
buluşarak hazırlık yapıyorduk. Benim vazifem Amasya’da eli
silah tutanları tespit etmekti. Vazifelerimizi yaptıktan sonra
Erzurum’a geçtik. Erzurum Kongresi’nin toplanacağı günlerde karargâhımız olan lise binasındaki tek telgraf makinemiz sabahlara kadar durmadan çalışırdı. Mustafa Kemal’in bu kadar
50
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
yorulduğundan dolayı endişeye düşer, mütemadiyen yatmasını
söylerdik. Fakat çok kere makine başına bizzat onu isterlerdi.
Yatağından en ehemmiyetsiz mesele için dahi kızmadan kalkar,
sırtındaki beyaz kürküne bürünerek sabahlara kadar tekrar çalışır, anlatır, mütemadiyen kahve içerdi.
O sıralarda İstanbul hükümeti rütbesini geri almış, tevkifine karar vermişti. Bir gece bizi toplayarak aynen şunları söyledi:
“Yurdun kurtulması için yapacağımız hareket daha fazla gizli kalamaz. Bunun neticesi olarak büyük mücadeleye geçeceğiz.
Hareketimiz açık tabiriyle düpedüz isyandır. Takibata uğrayacağız, dağ başlarında dolaşacağız; bütün bu vaziyetleri göz önüne
alarak arkadaşlarımın kararını isterim!” dedi. Hep beraber, her
an, her yerde, ölünceye kadar beraber çalışacağımıza yemin ettik. Yalnız Münir B. adında çok sakin bir arkadaşımız söz isteyerek, “Paşam bütün ruhumla sizinle beraberim. Yalnız ben yaradılış itibariyle ihtilal, isyan gibi hareketlerde çalışacak karakterde
değilim, bunu vicdanen arz ediyorum,” dedi.
Mustafa Kemal, Münir Bey’in samimi hareketini hoş karşılayarak kızmadı, peki manasında tebessüm etti.”
Süreyya Yiğit’ten
SEN NE OLACAKSIN Kİ?
Mustafa Kemal, Selanik’te bir akşam o zaman sağlık müfettişi olan Dr. Tevfik Rüştü Aras, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde otururken devletin dış siyaseti söz konusu olmuş.
Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek
“Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim,”
deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker:
51
Duruş
“Ne? Ne... Sen mi düzelttireceksin?” diye küçümseme ile
sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey’le aralarında şöyle bir
konuşma geçmiş:
“Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim.”
Nuri Bey şaka ile sormuş:
“Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde
ya beni?”
“Seni de vali ve komutan yaparım!”
Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışmış:
“Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?”
Mustafa Kemal Bey Salih’in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra, “Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım,” cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak:
“Allah’ını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?” demiş. Mustafa Kemal
Bey, Nuri Bey’in bu sorduğu soruya gülerek “Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım,” diye karşılık vermiş. (14)
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
Birinci Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi ile teslim olmuştur. Başkent İstanbul, arı
kovanı gibidir. Kimse ne yapacağını bilmiyordur. Ve bu karmaşa
ortamında, hiç kimse sorumluluk almak da istemiyordur.
10 Kasım akşamında Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, görevden çekildiğini ve İstanbul’a gelmesinin iyi olacağını, Mustafa
52
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Kemal Paşa’ya bildirir. Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa
Kemal Paşa, görevini Nihat Paşa’ya bırakarak İstanbul’a gelir.
Gelir de, İngiliz, Fransız ve İtalyan savaş gemilerinden oluşan 61
parçalık işgal donanması da İstanbul’a gelmiştir. Tarih: 13 Kasım
1918. Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’da demirlemiş olan donanmaya bakar ve yaveri Cevat Abbas’a şöyle der:
“Geldikleri gibi giderler.”
Onlar, hiç gitmeyecekmiş gibi gelmişlerdir. İşgal gücünü, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri oluşturuyordur. En çok
İngiltere, en az İtalya asker getirmiştir. İstanbul’da konuşlanılan yerler, devletlerinin Avrupa politikasındaki önemine göre
belirlenmiş ve İstanbul, beş yıl sürecek işgal karanlığına gömülmüştür.
MUSTAFA KEMAL’İN SAMSUN’A HAREKET
ETMEDEN ÖNCE VEDA ZİYARETİ
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a hareket etmeden önce Genelkurmay’a ve bakanlıklarda tanıdığı bakanlara veda ziyaretinde
bulunur. Bakanlıklar binasına girdiğinde ortalıkta bir telaş, bir
koşuşturma vardır.
İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey:
“Allah Allah bu ne küstahlık, işittiniz mi efendim Yunanlılar
İzmir’e çıkıyormuş!”
Bu arada Mustafa Kemal’in yanına gelen Bahriye Nazırı da
haberi doğrular. “Allah Allah” demekten başka bir şey düşünemeyen nazırlara Mustafa Kemal “Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sorar.
“Protesto edeceğiz,” derler.
53
Duruş
“Protesto neyi halleder? Protesto ile Yunanlılar geri mi çekilecek, İngilizler onları desteklemekten vaz mı geçecekler?”
“Yok,” derler. “Ama başka ne yapabiliriz ki?”
Mücadele, karşı koyma, savaşma, kimsenin aklına gelmiyordur!
DAMAT FERİT PAŞA’NIN EVİNDE YEMEK
Yer Nişantaşı, Damat Ferit’in evi, Sadrazam Damat Ferit’in resmi konutu, kabul ve yemek salonu...
Atatürk yemek davetine zamanında gider. Yemeğe dönemin
Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Cevat Çobanlı da gelecektir. Cevat Çobanlı gelmeden önce vakit çok sıkıcı geçer. Yemekte
de pek konuşma olmaz. Usulen verilmesi gereken bir yemek izlenimi uyandırır. Yemekten sonra kahve içimi esnasında Damat
Ferit, Mustafa Kemal’in görevi ile ilgili merak ettiği bazı şeyleri öğrenmek ister.
Mustafa Kemal durumu anlayıp ihtiyatlı cevap vermeyi tercih eder.
Damat Ferit bir harita getirtir. Birinci olarak “Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız?” diye sorar. İkinci olarak da, “Nerelere
kadar komuta edeceksiniz?” der.
Cevat Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı destekler mahiyette araya girip özetle şunları söyler:
“Efendim, Anadolu’nun da durumu malum. Mondros Mütarekesi’nden sonra nerede kuvvetimiz kaldı ki. Mevcut kuvvetlerimizin de sayısı belli. Bir tümenin sayısı bir bölük kadar kaldı.
Onlar da emniyet ve güvenlikle uğraşıyorlar.”
Damat Ferit rahatlamıştır.
54
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Fazla, uzun sürmeden davetliler ayrılır. Teşvikiye’ye doğru
ilerlerken Cevat Paşa Mustafa Kemal’in koluna girer ve samimi
olarak şu soruyu sorar:
“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”
“Evet Paşam, bir şey yapacağım.”
“Allah muvaffak etsin.”
“Mutlaka muvaffak olacağız.” (14 Mayıs 1919)
VAADİMİ YERİNE GETİRDİM!
“Samsun’dan Havza’ya gidiyorduk. Altımızda, Birinci Dünya
Savaşı’ndan kalan Benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk
değildi. Yola çıktık. Biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yaşında zaferler kazanan Komutan Mustafa
Kemal Paşa’nın ne demek olduğunu o zamanki arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete getirmeye uğraştı. Tabii başaramadı.
Ben, Doktor Refik Saydam ve Kâzım Dirik bir köşede duruyorduk. Doğ­rusu, içimizden neden işe karıştığına hem üzülüyor,
hem sinirleniyorduk.
İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:
“On yıl sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda Türk şoförleri bizi is­tediğimiz yerlere götürecekler.”
Biz sustuk... İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mı?
Aradan tam on yıl geçti.
Ben, Birinci Genel Müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir
yolda gider­ken yine otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına
çağırdı ve Türk şoför­le, işlemeye başlayan makineyi işaret etti:
“Vaadimi yerine getirdim.” (15)
55
Duruş
VATAN ELDEN GİDERSE,
EVLADIN BİLE HÜKMÜ KALMAZ!
Erzurum’a geldiğinde Mustafa Kemal, yanındaki tüm parası olan
800 lirayı can dostu Mazhar Müfit’e vermiş ve oradaki gerekli tüm harcamaları yapmasını istemişti. Fakat Mazhar Müfit’in
gösterdiği tüm özene karşın bu para ancak buradaki ikinci aylarının sonlarına değin dayanabilmiş, durumun halk dilindeki anlatımıyla, “suyunu çekmişti.”
İçlerinden hiçbiri, bugüne değin hiç kimseden borç para almadığından, borç paranın nasıl isteneceğini de bilmiyorlar, bilmiş olsalar da bunu akıllarından bile geçirmiyorlardı. Vatanın
düşürüldüğü sıkıntılar yetmiyormuş gibi, Mustafa Kemal’in karşısına şimdi bir de para sıkıntısı çıkmıştı.
Mustafa Kemal bu sıkıntılar içindeyken o akşam, yemeğini yarım bırakmak zorunda kaldı ve acil olarak çağrıldığı telgraf
makinesinin karşısına geçti. Telgraf makinesinin öteki ucunda
Sivas Valisi Reşit Paşa vardı. Vali, Fransız Binbaşı Brunot’nun
şu tehdidini iletti Mustafa Kemal’e:
“Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a gelip kongre yapmaya kalkışırlarsa, emrindeki Fransız kuvvetleriyle kenti işgal edeceğiz.”
Mustafa Kemal kendisine bu haberi ileten Sivas valisine şu
karşılığı verdi:
“Samsun’a çıkarken de İngilizler benzeri tehditte bulundu.
Beş on günde Sivas’ı işgal etmeleri kolay bir iş değildir. Ben ne
Fransızların, ne de herhangi bir yabancı devletin sahip çıkmasına
tenezzül eden kişilerden değilim. Benim için en büyük koruyucu
ve şefkat kaynağı, ulusun bağrıdır.”
Mustafa Kemal’in yanında bulunan Dr. Refik Saydam, onun
bu yanıtı verdiğini görünce duygulandı:
56
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Paşam, bir savaşın içindeyiz; belki başarılı olacağız, belki
olmayacağız,” dedi. “Fakat sonuç ne olursa olsun Reşit Paşa’ya
verdiğiniz yanıtta kullandığınız o cümle bile başlı başına Türk
ulusuna yadigâr kalacak bir ders ve ulusal özdeyiş olacak değerdedir.”
Mustafa Kemal telgraf makinesinin başından kalkıp masaya döndüğünde, Mazhar Müfit’e seslendi. “Olayı duydunuz, öğrendiniz,” dedi. “Attığımız her adımı not ettiğiniz hatıra defterinizi açınız ve şunu da kaydediniz: ‘Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a hareket edince, Brunot ve arkadaşları Sivas’tan kaçtılar.’ Sivas’a hareket ettiğimizde yazacağınız bu cümleyi hatıra
defterinize şimdiden yazmanızla, o gün yazmanız arasında hiçbir fark yoktur.”
Mustafa Kemal ve ar­kadaşları, Fransız Binbaşı Brunot’nun
tehdidine aldırmıyorlardı ama yine de bir türlü hareket edemiyorlardı Sivas’a. Onların karşısındaki tek engel parasızlıktı. 1.000
lira dolayında bir paraya gereksinimleri vardı; oysa Müdafaa-i
Hukuk’un kasasında yalnızca 80 lira vardı.
Emekli Binbaşı Süleyman Bey, bir köşede kara kara düşünen
Mazhar Müfit’in yanına yaklaştı ve kendisiyle özel bir konu hakkında görüşmek istediğini söyledi:
“Benim birikmiş 900 lira param var” dedi. “Ben bu parayı
size veririm ama bir koşulum var...”
Mazhar Müfit tek sözcük söyle­medi, koşulunu söylemesini beklediğini belli eden bir ifadeyle onun yüzüne baktı. Emekli
Binbaşı Süleyman Bey, fazla söze gerek duymaksızın, kısaca bildirdi koşulunu:
“Benim bu parayı verdiğimi senden başka tek kişi bilmeyecek,” dedi. “Ne Mustafa Kemal Paşa, ne de başka bir kişi... Ben
zaten unuttum, bilmiyorum... Sen de unutacaksın ve bilmeyeceksin bunu...” Mazhar Müfit, bu paranın onun yaşam parası olduğunu anımsattı.
57
Duruş
“Ben 60 yaşını geçmiş bir adamım” dedi emekli binbaşı.
“Ulusun esenliğinden başka bir dileğim, bir beklentim yok yaşamdan. Ben emekli maaşımla idare eder, geçinir giderim.”
Mazhar Müfit gözyaşlarını engelleyemedi, hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun ağladığını gören arkadaşları yanına koştular ve ne olduğunu sordular. Ağlaması için bir neden bulmalıydı
ama bulamadı. Arkadaşları daha da meraklandılar. Sonunda birkaç sözcük dökülebildi Mazhar Müfit’in dudaklarının arasından:
“Sivas’a hareket edebiliriz,” dedi. “Yol paramız tamamdır...”
Bir anda oradan uzaklaşan Emekli Binbaşı Süleyman Bey
ise, odanın uzak bir köşesinde hıçkırarak ağlıyordu. O da kendini tutamamıştı.
Arkadaşları bir ona baktılar, bir Mazhar Müfit’e baktılar ve...
Sessiz anlaşmaya onlar da katıldılar. O andan sonra hiçbiri bu konuda tek soru sormadı, tek söz söylemedi.
Mustafa Kemal ve arkadaşları ertesi gün Erzurum’dan ayrılıp Sivas’a doğru yola çıktıklarında, bu kez bambaşka bir engelle karşılaştılar. Nerelerden ve kimlerden kaynaklandığı bilinmeyen bu engel bir tehdit değildi ama bir haberdi, hatta bir uyarıydı:
“Dersim Kürtleri boğazı tutmuşlar... Tehlike var, geçilmez...”
Mustafa Kemal o günü şöyle anlatıyor:
“Ben, Erzurum ile Sivas arasındaki yolu alışılmış zamanda
kat edip kararlaştırılmış günde Sivas’ta bulunamazsam, şurada
ya da burada şu ya da bu nedenle çekinip durakladığım Sivas’ta
ve her tarafta duyulursa, panik başlayabilir, işler alt üst olabilirdi. O halde, vermem gereken tek kararı vermeliydim. Tehlikeyi
göze alıp yolumuza devam etmek. Başka çaremiz yoktu çünkü.
Bu kararı verdim. Sözün özü, yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül
1919 günü Si­vas’a vardık.”
Sivas’ta Mustafa Kemal ve arka­daşlarını coşkulu bir kalabalık karşıladı. Sivas Valisi Reşit Paşa, iki üç akşam önce telg58
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
raf makinesinin başına acil olarak çağırdığı ve kendisine Fransız
Binbaşı Brunot’nun tehdidini ilettiği Mustafa Kemal’in kente girişini, utancı nedeniyle yüzünü herkesten saklayarak ve pişmanlığı nedeniyle gözyaşları dökerek uzaktan izliyordu.
Sivas’ta bugün Kongre Binası adıyla anılan ve müze olarak kullanılan o günlerin Sivas Lisesi binasına yerleştiklerinde Mustafa Kemal, beklemediği ilginç bir olayla karşılaştı.
Kendisinin yatacağı karyoladaki yastığın üzerinde nakışla işlenmiş iki dize vardı:
“Cihanın cahına mağrur olup incitme insanı; (Dünyanın mevkiiyle gururlanıp incitme insanı)
Süleyman-ı zaman olsan bırakırsın bu eyvan’ı (Zamanın
Süleyman’ı olsan bırakırsın bu köşkü).”
Mustafa Kemal, yatağına girmek üzereyken yastığındaki bu
dizeyi okuyunca Mazhar Müfit’i çağırdı, dizeyi ona okudu ve ne
düşündüğünü sordu.
Mazhar Müfit, dostluğunun sağlamlığına olan inancıyla,
açıkça söyledi düşündüğünü ve “Belli ki bu, sizin için yazılmış,”
dedi. Mustafa Kemal de kendi düşüncesini açıkça söyledi:
“Bu uyarı, hepimiz için ve her şey için bir temel kural olmalıdır.”
Sivas’ta Mustafa Kemal’e hizmet eden bir delikanlı vardı.
Hemen her gün bir adam geliyor, bu delikanlıyı ziyaret ediyor ve
ona gizli gizli bir şeyler söyleyip gidiyordu. Mustafa Kemal’in
önceleri dikkatini çeken bu durum, giderek onu kuşkulandırmaya
başladı. Bir gün delikanlıyı çağırdı ve sık sık yanına gelen bu kişinin kim olduğunu sordu. Delikanlı, gelen adamın babası olduğunu söyleyince, Mustafa Kemal bu kez, onun ne istediğini sordu. Delikanlı, babasının tüm söylediklerini olduğu gibi anlattı:
“Padişah efendimiz, lise binasının boşaltılması buyruğunu
vermiş. Bu buyruğa uymayanlar idam edileceklermiş. Babam
59
Duruş
bana, ‘Etme eyleme, oğul... Evine dön,’ diyor. ‘Bugün yarın kent
basılacak, Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her
şeyi göze almışlar. Sen aileni düşün,’ diyor. Ben burada sizin hizmetinizde olmaktan gurur duyuyorum ama öte yandan da babam
her gün geliyor, beni eve çağırıyor...”
Mustafa Kemal ayağa kalktı, delikanlının yanına gitti ve elini onun omzuna koydu:
“Hizmetinden memnunum, ço­cuğum,” dedi ve delikanlıya
bir babalık da kendi yaptı.
“Baba hakkı büyüktür. O mademki bu durumdan rahatsız, senin burada kalmanı istemiyor, o halde git! Fakat babana da şunu
söyle: Vatan elden giderse evladın bile hükmü kalmaz!”
Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi, Sivas Kongresi’nde de
ilk gün Mustafa Kemal’i saf dışı etme girişimleri görüldü. En
eski arkadaşlarından birkaçının da aralarında bulunduğu bu
‘girişimci’lerin gizli oyunlarına karşın, Mustafa Kemal kongre
başkanlığına seçildi. Başkanlık kurulu oluşturulunca ilk yaptığı
iş, özel bir yemin taslağı hazırlamak oldu. Böylece, vatanın kurtarılması amacıyla başlatılan bu hareketin İttihat ve Terakki’ye mal
edilmesinin önüne geçmiş oldu. Bu davranışıyla Mustafa Kemal,
İttihat ve Terakki’ye karşı olanların “Bu hareket bir İttihatçı oyunudur” diyerek karşılarında cephe almalarını da engellemiş oldu.
Sorunlar bitmek bilmiyordu. “Kuyunun dibindeki kurbağaların, dünyayı kuyunun ağzı kadar sanmaları” misali, kongreye katılan kimi temsilciler çevrelerini kuşatan gerçeklerden uzaktılar.
Mustafa Kemal, kongreyi oluşturan temsilcilerin bir bölümüne, temsilci olarak katıldıkları kongrenin amacını da anlatmak
zorunda kalmıştı. Konuşmasında bu nedenle, şu sözlere de yer
verdi:
“Efendiler, burada siyasi bir parti kurmak ya da hükümet darbesi yapmak için toplanmadık. Bu ulus yeniden doğmak olayıy60
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
la karşı karşıyadır. Bizim hedefimiz de en yeni biçimde ulusal bir
devlet var etmektir. Biz ne bir partiyiz, ne de bir komiteyiz! Biz,
bütün ulusun temsilcileriyiz. Kutsal görevimiz, bütün ulusu acıya boğan felaketten kurtulmaktır. Biz birkaç kolordunun yardımına güveniyoruz. Yenilmez olduğuna inancımızın her gün daha
da arttığı ulusumuz için ve onun adına dövüşmek yetkisi taşıyoruz. Bu inancı, her kalbe aşılayacağız. Burası yüreksiz adamların yeri değildir. Yapacağımız görevler perde arkasında başarılacak görevler değildir. Biz bu amacımızı bütün köylülere, bütün
kentlilere anlatmalıyız, herkesle görüşmeliyiz, herkesi uyandırmalıyız. Beni asi ilan ettiler. Ele geçersem beni bekleyen sonun
iyi olmadığı biliniyor. Benimle birlikte açıktan açığa çalışanların
da aynı sona uğrayacakları kuşku götürmez. Bana arka çıkanlar
başlarına ne gelirse gelsin ulusun kutsal davasını bırakmayacaklarına kesin kararlı olmalıdırlar.”
Bu kez mandacılık kendini gösterdi. Manda, “Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra yenilen ülkelerin topraklarının üzerinde yönetim yetkilerinin Milletler Cemiyeti’nin belirlediği koşullarda
üye devletlerden biri tarafından kullanılmasına dayanan rejim”
demekti. İçeriden dışarıdan birçok kişi manda konusunda bastırıyordu. Mustafa Kemal’in önündeki klasörden taşan mektup ve
telgraflar Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası önerileri ve
istekleriyle doluydu.
Mustafa Kemal, bu öneri ve isteklerin tümüne, şu sözleriyle karşılık verdi:
“İstanbul bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu
olmayacaktır. Türkiye bağımsızlık ve bütünlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemeyi sürdüreceğiz. Benim anladığıma göre
İstanbul’daki zatlar bizi manda oyununa düşürmek istiyorlar. Bu
oyuna gelmeyeceğiz. Hayır paşalar, hayır, hayır beyefendiler hayır, hayır hanımefendiler hayır... Manda yok! Ya bağımsızlık, ya
ölüm!”
61
Duruş
Mustafa Kemal işbirlikçiler karşısında ulusal bütünlüğün
savunucusu olan Kürtleri kucaklayacak bir telgraf çekti. Son
yıllarda Kürt kökenli yurttaşlarımızın küçük bir bölümünü de
olsa Türkiye Cumhuriyeti aleyhine kışkırtmaya çalışan kimi çıkarcılara bugün de sert bir tokat niteliği taşıyan o telgraf, şöyleydi:
“Ulus hainlerinin aldatmalarına kapılarak Müslümanlar
arasında kan akıtılması, suçsuz zavallı Kürt kardeşlerimizden
birçoğunun askerler tarafından yok edilmesi gibi dünya ve ahiret açısından çok acı bir sonun önlenmesi konusunda harcanmış
olan yurtseverce yardımlarınız, Sivas Genel Kongre Kurulu’nca
takdir ve şükranla görülmüştür. Sizler gibi din ve namus sahibi
büyükler oldukça, Türk’ün ve Kürt’ün birbirinden ayrılmaz iki
öz kardeş olarak yaşamalarını sürdüreceği, iç ve dış düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı kuşkusuzdur.”
Sivas Kongresi ile Müdafaa-i Hukuk tek bir çatı altında toplandı. Kuvayi Milliye (Ulusal Güç) ve Ulusal İrade kesin bir biçimde dile getirildi. İşgal ve parçalanmaya karşı direniş, Misak-ı
Milli (Ulusal Ant) ile vurgulandı. Sivas, yeni bir devletin doğum
öncesi sancılarının ilk işaretlerini vermeye başlamıştı.
Mustafa Kemal her adımını ulusa dayanarak ve yasalara eksiksiz uyarak attı. Kongre sonrası Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin
kuruluşu için bizzat kendi el yazısı ile kaleme aldığı dilekçeyi Sivas Valiliği’ne verdi. İlk olarak İrade-i Milliye gazetesinin çıkmasını sağladı. Ankara hükümetinin çekirdeğini oluşturan Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu) en önemli adımdı.
Cumhuriyete giden yolda böylece, üç büyük adımın ilki atılmış
oldu. (16)
62
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
AMERİKALILAR BİZİM
KARA GÖZÜMÜZE Mİ AŞIKLAR?
Yıl 1919. Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmışız; her kafadan
bir ses çıkıyor, İstanbul’daki bazı “entelektüeller” de bugünkü
torunlarına benzer düşünce içindeler.
“Amerikan Mandası”, yani Amerikan himayesine girmek...
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk, arkadaşı Ali Fuat
Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor:
“Bahsedilen Amerikan himayesi ve yardımının çok dikkatli
olarak incelenmesi ve milli amacımızla karşılaştırılmaması çok
önemlidir. İstanbul’daki yöneticiler amacı (Amerikan yardımını)
milletin birliği, bütünlüğü, bağımsızlığı ve egemenliğinin sağlanması şeklinde açıkladığına ve gösterdiğine göre, Amerikan himayesinin kabul edilmesi halinde bu amaç korunabilir mi?”
Atatürk’ün bunu düşünenlere uygun bulduğu sıfat ‘ahmaklar’dır:
“Ahmaklar! Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna
bırakmakla ülke kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen
Türk bağımsızlığını feda ediyorlar. Oh, ne âlâ! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız. Bu ne gaflet,
ne körlük ve ne budalalık; öyle bir manda istenecek ve verilecekmiş ki, bu manda egemenlik haklarımıza, dışarıda temsil hakkımıza, kültür bağımsızlığımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacakmış; buna, böylesine, Amerikalılar değil, çocuklar bile güler. Amerikalılar kendilerine çıkar sağlamayan böyle bir mandayı neden kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözümüze mi
âşıklar? Hayır. Bu ne hayal ve aymazlıktır?” (17)
63
Duruş
BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ?
Atatürk’ün, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak
için Anadolu’yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker,
Erzurum yolundadır. Ilıca’da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursunoğlu şöyle anlatmaktadır:
“20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan
çok, Doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki
gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.
Mustafa Kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, oda
gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu
kısa hoşbeşten sonra paşa, ihtiyara “Ağa,” dedi. “Böyle nereden
geliyorsun?”
“Paşam, Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova’daydım.
Şimdi köyüme dönüyorum.”
Paşa, buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi. Sonra da ekledi, “Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?”
“Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz
alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ‘ırz kırıkları’ bizim
Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu
namertler kimin malını kimlere veriyorlar?”
Tunç çehreli, beyaz sakallı güngörmüş ihtiyarın iman dolu
göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:
“Bu milletle neler yapılmaz?!” dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı.
64
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
KALE TOPLANTISI
Erzurum Konferansı’ndan birkaç gün öncedir. Erzurum
Kalesi’nde gece bir toplantı yapılır. Mustafa Kemal’in yanında
Mazhar Müfit Kansu, Rauf Orbay, Kazım Dirik, Hüsrev Gerede,
Dr. Refik Saydam ve Kazım Karabekir vardır.
Sabaha kadar süren sohbette Gazi Mustafa Kemal, Mazhar
Müfit Kansu’nun hatıralarında ve Tek Adam kitabının üçüncü
cildinde de yer alan şu önemli açıklamalarda bulunur:
“Arkadaşlar, tek tedbir, Hâkimiyet-i Milliye’ye dayanan, kayıtsız şartsız müstakil bir Türk devleti teşkil etmek ve bu hedefe behemehâl vasıl olmaktır. Hedefimiz bu olacaktır. İdealimizi
tahakkuk ettirmek yolunda şimdiden şahıs şahıs yükleneceğimiz
vazifeler, ağır, müşkül, hatta tehlikeli olacaktır.
Milli mücadele, topyekûn mücadele esastır. Milli Mücadele’yi
milletin büyük ekseriyetine dayanarak, süratle hazırlamak ve organize etmek zorundayız. Memlekette ve elimizde tek tepe ve tek
kurşun kalıncaya kadar mücadele etmek azmimiz daima mahfuz
kalacaktır. Ve kalmak mecburiyetindedir.
Büyük bir vatan ve millet davasına atılıyoruz. Büyük bir milletin maddi ve manevi seferberliği, mücadelesi, savaşması ve
muzaffer olması lazımdır. Böyle büyük bir dava gizlice götürülmez ve yürütülmez. Millet davası ancak millet huzurunda görülüp yürütülebilir.
Bunun için de ortaya çıkmak, meydana atılmak, bir millet
ferdi olarak çalışmak icap edecektir.”
ATATÜRK’ÜN NÖBET TUTMASI
Erzurum Kongresi bitmiş ve Sivas’ta ikinci bir kongrenin
yapılma­sı kararı alınmıştı. Bu karar bütün yurda bir beyanname
65
Duruş
ile duyuruldu. 29 Ağustos 1919 günü sabah erkenden, üç otomobil ve bir de yiyecek yüklü kamyonetle Sivas’a doğru yola çıkıldı. Kafile Atatürk, Rauf Bey, Hoca Feyzullah Efendi ve biz yaverlerle 14 kişiydi. Sabahın erken saatleri olduğu halde, halk bizi
pek coşkulu şekilde uğurladı.
Aynı akşam Erzincan’a geldik. Orada da halk bizi alkışlar
ve “Yaşa, var ol!” sesleri ile pek içten karşıladı. Ordudan ayrıldığı halde halkın böyle içten gelen güven ve sevgisi Ata’yı
çok memnun ediyordu. Bir gece Erzincan’da kalıp ertesi gün
Suşehri’ne doğru yola çıkıldı. Fakat Suşehri’ne varmadan, yolda Atatürk’ün arabası bozuldu. Araba tamiri ile uğraşırken ortalık iyice karardı.
Atatürk bu durumda yola çıkmamızın tehlikeli olduğunu,
geceyi ormanda geçirmemiz gerektiğini söyledi. Karanlıkta
yolu kaybetmekten korkuyorduk. Çünkü o zamanların yolları hemen hepsi birbirine benzeyen köy yollarıydı, rastladığımız köylülere sorarak tozlu köy yollarından sürüp gidiyorduk.
Ayrıca dağlarda kol gezen eşkıyaların baskınına uğramak da
söz konusuydu.
Ormanda bir şeyler yedikten sonra, Atatürk konaklamak için
plan yaptı. Plana göre her iki saatte değişmek üzere ikişer kişilik nöbet tutulacaktı. Nöbet yerlerini bizzat kendisi tayin etti.
Bütün ısrarlarımıza karşın sabaha karşı saat 3-5 arasında Dr.
Yüzbaşı Refik Bey ile beraber nöbete durdular. Böylece herkes
ve Atatürk nöbetini tutmuş, elde silah sabahı etmiştik. Güneş doğarken uyandığımızda Atatürk ve Refik Bey’in nöbet yerlerinde nöbetlerini tuttuklarını gördük. Ufak bir kahvaltıdan sonra,
Suşehri’ne doğru hareket edildi. (18)
Muzaffer Kılıç’tan...
66
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
DEVŞİRME İMKÂNLAR DEĞİL,
GAYELERİN YÜCELİĞİ ÖNEMLİ
9 Haziran 1921...
Savaş sürerken Fransız Sömürgeler Bakanı Franklin Bouillion
Ankara’ya gelir. Fransızlarla bir anlaşmaya varmak, hem vatanın bir bölümünün işgalden kurtulmasını sağlayacak, hem de
Ankara’nın Avrupa ile ilk barış antlaşması olacaktır. Kendisini
Ankara Garı’nda Atatürk ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey
karşılar. Yusuf Kemal (Tengirşenk) Mustafa Kemal’le gelir.
“Paşam, bu zata bir yemek vermem şart. Kınacızadeler’den
masa ve sandalye temin ettim. Ama bizde 12 kişilik yemek takımı yok. Ankara esnafından da bulamadım. Emretseniz de
İstanbul’dan temin etsek.”
Mustafa Kemal hariciye vekiline döner:
“Bu zatı Ankara İstasyonu’nda beraber karşıladık. Tören bölüğünün perişan halini gördü. 10 çeşit tüfek, yırtık fotinler... O
buraya bu yolculuk içinde, senin bu istilaya nasıl karşı koyabildiğini kavramak için geldi. Şimdi sen, üzerinde ‘Tuğra-i Garrai
Osmani’ alametli altın takımlar içinde yemek ikram edersen,
‘Bunlar da Bab-ı Âli’nin devamı, onlara olan bunlara da olur,’
der, çeker gider... Bence sen onu meclise götür. Orada milletvekillerinin mektep sıralarında üçer üçer oturduğunu, tek kazandan pişen mercimek veya bulgurun tahta kaşıklarla yendiğini,
Taşhan’da bir odada üçünün beşinin yer yataklarında yattığını
görsün. Bir oturumda bulundur ve vatan meselelerini nasıl enine boyuna kılı kırk yararak en hayırlı neticeye bağladıklarını görsün. Seni görünürdeki imkânlarınla değil, gayelerinin yüceliği ile
kavrar ve anlaşma için karşına oturur.”
67
Duruş
ATATÜRK BİR DOKTRİN ADAMI MIYDI?
Hayır! Atatürk bir doktrin adamı değildi. Ama aksiyon adamıydı.
Atatürk, önceden sistemleştirilmiş ve tartışılabilse dahi fikir ve hareket prensipleri belli, sınırlı bir fikir sistemine kendini bağlamadı. Zaten fikir hazırlığı, nazari formasyonu da buna göre değildi. O
tıpkı bir kurmay gibi, memleket ve dünya ölçüsünde hareketlerini,
manevralarını, karşılaştığı ve içinde yaşadığı şartlara ve bu şartların açılmasına, gelişmesine göre düzenlerdi. Böylece de teşebbüsü
daima elinde tutmak istedi. Siyasi ve askeri alanlarda, geriye çekildiği zamanlarda da, ileriye gittiği zamanlarda da...
Atatürk için ulusal egemenlik vazgeçilmez bir durumdu.
Akılcılık ve bilimi rehber edinmişti. Asla dogmalar, donmuş düşünceler ve kalıplaşmış kurallar taraflısı değildi. Atatürk “Ben
asla doktrin istemem,” der. Doktrinlerin insanları ve kitleleri bir
noktada dondurup bıraktıklarını, şartlandırdıklarını, birtakım kırılması son derece güç kalıpların içine soktuklarını söyler.
Bu nedenle doktrin istememiş, “donar kalırız,” demiştir. “Biz
yürüyüş halindeyiz. Devamlı yürüyecek, devamlı gelişecek, devamlı mutluluklar arayıp bulacağız. Türk ulusu buna layıktır...”
Bir gün Yakup Kadri Karaosmanoğlu Halk Partisi’ni kastederek “Paşam, bu partinin doktrini yok!” dediği zaman, ona cevabı şu olmuştur:
“Elbet yok çocuğum, eğer doktrine gidersek hareketi dondururuz.”
Atatürkçülük donmuş, kristalize olmuş, kalıplaşmış düşünceler sistemi değildi. Gerçeklerin önünde giden fikir aksiyonuydu.
O, “... Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticedir,” demiştir.
68
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
GÜNDÜZ KILIÇ’IN ANILARI: ATATÜRK VE FUTBOL
Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını da en yakın arkadaşlarından
Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç,
yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısında o tatlı üslubu içinde dile
getirmişti.
Büyük kurtarıcı, yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine ziyaret
için uğradığında evde başka kimse bulunmadığı için gencecik
Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli
Gündüz Kılıç’ın kaleminden nakledelim:
“... Atatürk şerbetini yudumlarken, ‘Gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz,’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi.
Oturdum ama inanın, içimin yağları da eridi. İşin asıl zor tarafı bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün
özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahcup olmak korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu korktuğum türden olmadı.
O sıralarda Milli Futbol Takımımız, Halkevleri Takımı adı
altında Rusya’da beş-altı maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena
sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen ben
de o kadroda vardım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen
Atatürk’ün, Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu “Neden yenildiniz?” oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu,
“Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?” dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:
“Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen
takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek
de tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek,
onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlan69
Duruş
malı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azimle daha
çok çalışmalıdır,” dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen bir kâğıt-kalem aldım. Oyun sahasını çizerek o zamanki deyimleri ile müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip, onların görevlerini ve ana kaideler ile
hedeflerini anlattım.
Atatürk, “Yahu desene bizim harp oyunları gibi bir şey sizin
oyun da. Sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister,” dedi
ve başını salladı. (19)
GÖREV HER ŞEYİN ÖNÜNDE GELİR
Yaver Cevat Abbas, Zübeyde Hanım’ın İzmir’de vefat ettiği haberini kendi vermek istemez. Ali Metin Çavuş’u görevlendirir.
Kötü haber getirdiği her halinden bellidir. Gazi Paşa, “Annem
ölmüş değil mi?” diye sorar.
“Siz sağ olun paşam.”
Mustafa Kemal Paşa’nın gözleri dolar. Zaman o kadar terstir
ki, askeri birliklerin denetlenmesi ve komutanlarla konuşma, öncelikle de İstanbul’dan İzmit’e gelecek olan belli başlı gazetecilerle görüşme ertelenecek türden değildir...
Cenazenin bekletilmeden usulüne uygun kaldırılması için
çok sevdiği ve ailevi işlerde sırdaşı Yaver Salih Bozok’u görevlendirecektir.
Görev onun için her şeyin önündedir. Gezi programında ilk
durak Eskişehir’dir. Bakınız özetle halka hitaben neler söylüyor:
“Sevgili Eskişehirliler,
Eski hükümetler sayısız yerler zapt etti. Fakat oralardan geri
çekile çekile bugün korumak için mücadele ettiğimiz bir sınıra geldik. Yemen’de kaybettiğimiz Türk çocuklarının sayısı bir
70
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
buçuk milyon kadardır. Afrika ve Suriye’nin korunması için
feda edilen Türk çocukları da çok fazladır. Milletimiz baştan
ayağa yoksuldur, refah ve mutluluktan uzaktır. Birkaç yıl önce
Samsun’da halk miting yapıyordu. Yabancılar, “Hayır miting olmadı, birtakım hamallar toplandı,” demişlerdi. Hamal sandıkları, yoksul millet bireyleriydi. Millet Havza’da, Amasya’da da paçavralar içindeydi. Her yerde böyleydi. Şimdi de böyleyiz.”
Konuşmasını şöyle tamamladı:
“Barış yapmak yetmez. Barıştan sonrası daha önemli. Çünkü
her bakımdan geri bir ülkeyiz. Sanayi yok, karayolu, hastane,
okul yok. Erkeklerin ancak yüzde yedisi okuryazar, yüzde doksan üçü cahil. Kadınlarımızın durumu ortada. Ancak binde dördü
okuryazar. Halk sıtmadan, veremden, trahomdan, frengiden kırılıyor. Bilim hayatımız yok gibi. Bu durumumuzla geleceğe yürüyebilir miyiz?”
Bir ses duyuldu:
“Hayır paşam.”
“Evet yürüyemeyiz. Sürünemeyiz bile. Öyleyse askeri zaferimizi vakit geçirmeden tamamlamamız, uygarlığa yetişmemiz, her alanda ileri gitmemiz gerek. Anadolu gibi çok önemli
bir coğrafyayı geri, yoksul, cahil bir millete, zavallı bir devlete
bırakırlar mı? İlerlemek, güçlenmek, bunun için çok düşünmek
ve çok çalışmak zorundayız. Yeni başarılar için yardım ve desteğinize ihtiyacımız var.”
Benzer yaklaşımı Amasya’da da göstermişti!
71
SAVAŞ ESNASINDAKİ DURUŞ
---
İNANÇSIZ İDİLER,
KORKAK İDİLER, CAHİL İDİLER
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta anlatıyor:
“Efendiler, milletin emel ve gayelerinin, kısa bir programın temelini oluşturacak şekilde topluca ifadesi de görüşüldü. Misak-ı
Milli adı verilen bu programın ilk karalamaları da bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu ilkeler
gerçekten toplu bir şekilde yazılmış ve tespit olunmuştur.
Efendiler, görüştüğümüz her şahıs veya bütün şahıslar, bizimle düşünce ve görüş birliği yaparak ayrılmışlardı. Fakat
İstanbul Meclisi’nde “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu” diye
bir grubun kurulduğunu işitmedik. Niçin?! Evet, niçin? Buna bugün cevap isterim!
Çünkü Efendiler, bu grubu kurmayı vicdan borcu, millet borcu bilmek durum ve kabiliyetinde bulunan efendiler inançsız idiler, korkak idiler, cahil idiler...
İnançsız idiler; çünkü milli davanın ciddiliğine ve kesinliğine ve bu davanın dayanağı olan milli teşkilatın sağlamlığına
inanmıyorlardı.
Korkak idiler; çünkü milli teşkilattan olmayı tehlikeli görüyorlardı.
Cahil idiler; çünkü tek kurtuluş dayanağının millet olduğunu
ve olacağını takdir edemiyorlardı. Padişaha dalkavukluk ederek,
yabancılara hoş görünerek, yumuşak ve nazik davranarak büyük
gayelerin gerçekleştirilebileceği gafletini gösteriyorlardı.” (20)
75
Duruş
İŞGALİ SUÇLAMAYAN BİR SİYASETE KARŞI TAVIR
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta anlatıyor:
“Efendiler, hatırlayacaksınız, İngilizler Merzifon’u ve arkasından da Samsun’u boşaltmışlardı. Bu münasebetle ve Ferit Paşa
Kabinesi’nin düşmesi üzerine, Sivas halkı fener alayı düzenledi ve gösterilerde bulundu. Birtakım söylevler verildi. Bu sırada halk da, ‘Kahrolsun işgal!’ diye bağırdı. Sivas’ta yayınlanan
İrade-i Milliye gazetesi, bu olayı olduğu gibi yazdı. Dâhiliye
Nazırı Damat Şerif Paşa, bu gazetenin haberlerine dayanarak,
Sivas iline yaptığı bir bildiride ‘kahrolsun işgal, şeklindeki yazılar hükümetin bugünkü siyasetine uygun değildir’ diyordu.
Bu ne demektir, efendiler? Hükümet işgali suç saymayan bir
politika mı güdüyordu? Yoksa ‘kahrolsun işgal’ dedikçe, memleketi daha çok işgale mi yol açılacaktı? İşgal ve saldırı karşısında,
milletin sessizlik ve sükûnet içinde kalması, işgalden tepkilenmiş
görünmemesi mi akla ve politikaya uygundu?
Böyle sakat ve hayvanca bir düşünce, çöküş ve yok oluş uçurumuna kadar tekmelenmiş bir devleti kurtarabilecek siyasete temel olabilir miydi?” (21)
BÜTÜN VALİ VE KOMUTANLARA
16.03.1920
İstanbul’un işgali üzerine Gazi Mustafa Kemal bakınız ne diyor:
“İstanbul’un ve resmi dairelerin, özellikle Meclis-i Mebusan’ın İtilaf Devletleri tarafından ve zorla işgal edilmiş olduğunu, ayrıca bu hareketin ateşkes anlaşması ile milleti silahsız bıraktıktan sonra yapıldığını dile getirerek, İtilaf Devletleri temsilcilerine, bütün tarafsız devletlerin dışişleri bakanlıklarıyla,
İtilaf Devletleri’nin millet meclisi başkanlıklarına protesto telgrafları çekilmek üzere mitingler yapılması gerekli görülmekte76
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
dir. Protesto telgraflarında özellikle, yapılan saldırının Osmanlı
hâkimiyetinden çok, yirmi asırlık bir medeniyet ve insanlığın
eseri olan hürriyet, milliyet ve yurtseverlik prensiplerine bir darbe olacağı, Osmanlı milletinin varlık ve bağımsızlığını savunma konusundaki kararlılık ve imanına bu olayın hiçbir etki yapamayacağı, yalnız medeni milletlerin bu saldırıyı kabul etmekle büyük bir tarihi sorumluluk altına girmiş olacakları belirtilmelidir. Tarafsız devletlerin dışişleri bakanlıklarıyla, millet meclisi
başkanlıklarına çekilecek telgraflar, İstanbul’da ait oldukları makamlara verilmekle birlikte, Antalya’da İtalyan temsilcisi aracılığıyla da verilmelidir. Protesto telgraflarının birer örneğinin de
buraya gönderilmesini rica ederiz.”
Heyet-i Temsiliye adına
Mustafa Kemal
MERZİFON AMERİKAN KOLEJİ’NDE
PONTUS CEPHANELİĞİ
Merzifon’un bir yanındaki geniş ve düz bir alan üzerinde ak yağlı boyayla boyanmış Amerikan kolejiyle Amerikan hastanesi uygarlığın pırıl pırıl birer kuruluşu olarak bu yoksul toprağı süslüyordu. Hemen onun yanı başında Hristiyan mahallesi sessiz yatıyordu. Kolejin bahçesinde Hristiyan çocukları ortalığı gürültüye
boğuyor, izcilerin boruları ve trampetleri bitmez tükenmez gürültüleriyle buraya bir okuldan çok bir kışla havası veriyordu. Bütün
Türkler burada gizli bir şeyler döndüğünü seziyorsa da bunların
neler olduğunu anlayamıyordu. Yalnız, bunların Türkler için ürkütücü karanlıklar taşıdığını da biliyorlardı.
Yepyeni aletleri ve bilgili, becerikli Amerikan doktorlarıyla değerli bir uygarlık yuvası gibi görünen Amerikan hastanesine nasılsa girmiş olan bir Türk kadını, bir buçuk yıldır burada ça77
Duruş
lışıyordu. Hasta bakıcı olarak çalıştığı bu yerde son günlerde tuhaf yaralılara rastlıyordu. Kurşun yaralarıyla örtülü bu gövdelere
bu kurşunları yerleştirenler kimlerdi? Bu adamlar hep Rum’du.
Bunlara kurşun atanlar Türk askerinden başka kim olabilirdi?
Hasta bakıcı daha çok geceleri, büyük Amerikan kamyonlarının homurtularla hastanenin bahçesine girişini görüyor ve bunlara gittikçe bilinçlenen bir merakla bakıyordu. Birkaç kez bu
kamyonlardan yığınla fişek armaları kuşanmış silahlı çetelerin
indiğini gördü. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hastanenin bodrumuna inen merdivenlerden, bahçeye doğru uzanan gizli yollardan ilk günlerde hiçbir şey anlamayan hasta bakıcı zamanla bahçenin altının da gizli sığınaklar ve barınaklar, silah depoları olarak hazırlandığını ve şimdi buraların gizli amaçlar için vızır vızır işlediğini anladı. Geceleri nöbette olduğu saatler tuhaf gürültüler, silah şakırtılarına benzeyen sesler, hızlı ve kuşkulu ayak
sesleri işitiyor, kimi zaman da kamyonlardan boşaltılan yığın yığın silahı kolejdeki delikanlıların yer altı depolarına indirdiğini görüyordu. Artık gözleri dört açılmıştı. Bütün bu çalışmaların
Türkleri öldürmek için yapılan bir hazırlık olduğunu artık iyice
anlamıştı. Amerikan doktorlarının ve yönetim adamlarının melek gibi yüzleri arkasında demek ne şeytanlıklar yatıyordu. Hele
bir gece, muşambalara sarılmış, ağır makineli tüfeklerle topların kamyonlardan indirilip yer altı sığınaklarına sokulması bardağı taşırmıştı. Hemen Amasya’ya varıp beşinci Kafkas tümeni kumandanı Cemil Cahit (Toydemir) Bey’i bularak bütün gördüklerini, işittiklerini anlattı. Kumandan hemen bunu bir raporla Ankara’ya bildirdi. Mustafa Kemal, Merzifon’daki Amerikan
kuruluşlarının Pontusçularla sıkı ilişki kurduğunu biliyordu.
Bu sorunun da çözümlemesine sıra geldiğini anlayan Mustafa
Kemal, Pontusçuların Azrail’i Topal Osman’ı Ankara’ya çağırttı.
Samsun’da sekiz yüz kişilik milis alayı ile karargâh kurmuş olan Osman Ağa, Samsun’un içinde cirit atan Pontusçuları
78
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ya büsbütün temizlemiş ya da dağlara kaçırmıştı. Karadeniz sıra
dağlarının yeşillikleri üzerinde barınmaya çalışan son Pontus yuvalarını da gönderdiği kalabalık müfrezeler ve düzgün güçlerin
yardımıyla yok etmeye çalışıyordu.
Hem milis alay kumandanı hem de Giresun Müdafaa-i
Hukuk Derneği Başkanı ve Belediye Başkanı olan Osman Ağa,
Pontusçuların Pontus Cumhuriyeti’nin merkezi olarak düşündükleri Samsun’dan her yana kolayca yetişiyor, yaramazlıkları
zerrece acımadan bastırıyordu. Mustafa Kemal’den aldığı çağrı üzerine yine kendisine önemli bir iş düştüğünü anladı. Yanına
çakı gibi on beş Karadeniz uşağı alarak Ankara’ya en kısa yol
olan İnebolu’ya indi.
2 Kasım 1920’de Kastamonu’ya varan Osman Ağa ve adamları Ankara’ya geldiklerinde Mustafa Kemal, Osman Ağa’yı kişisel konuğu olarak ağırladı. Ondan, okulda olup bitenler hakkında bilgi aldıktan sonra şu direktifi verdi: “Merzifon Amerikan
Koleji’ndeki düşmanca hareketlere son vermek için gerekeni yap
ve sonucu bildir.”
Pontusçuluk üzerine eksper kesilen Osman Ağa, bu eşek arıları yuvasını da temizlemek buyruğunu alarak Merzifon’a doğru yola çıkmaya hazırlandı. Bu sırada Samsun’daki sekiz yüz kişilik milis alayı da Samsun dağlarını tarayarak Amasya’ya doğru yola çıkmıştı.
Osman Ağa, alayıyla Merzifon dolaylarında buluşmakta
gecikmedi. Bir gece Merzifon Koleji, Amerikan Hastanesi ve
Hristiyan mahallesi ansızın sarıldı. Hastanenin bütün doktorları ve müstahdemleri, kolejin bütün öğretim ve yönetim üyeleri
müstahdemleri ve öğrencileri toplanıp enterne edildi. Bir yandan
da bütün Hristiyan mahallesinde oturanlar, yediden yetmişe ikişer kolla oradan uzaklaştırıldı. İçinde askeri ve mülki yetkililerin
de bulunduğu araştırma grupları hastaneyi ve koleji baştan başa
arayıp taradılar. Pek çok Pontusçu yazılar, mektuplar, mühürler
79
Duruş
ve Pontus bayrağının yanı sıra okulun ve hastanenin altındaki tünellerde ve beton sığınaklarda binlerce tüfek, ağır ve yeğnik makineli tüfek, sandıklar dolusu bomba ele geçirdiler.
Hristiyan mahallesindeki büyük kilisenin de altı üstü, içi dışı
silah ve cephane doluydu. Özel evlerin bodrumları, tavan araları
da birer silah deposu gibiydi. Karadeniz uşakları, her yeni depoyu ele geçirdikçe güldürücü sövgüler savuruyorlar, şaşkınlıktan
şaşkınlığa düşüyorlardı. Araştırmalar çok uzun sürdü.
Amerikalılara hiç kimse el sürmedi. Hiç kimsenin burnu kanamadı. Yalnız Osman Ağa, Pontusçuların Karadeniz dağlarındaki Türk köylerini yakarken kendisine öğrettikleri ateş oyunlarını uygulayarak bütün bu Pontusçu Hristiyan mahallesini ateşe verdi. Geceleyin Merzifon’un gökleri kıpkızıl kesilip kapkara dumanlarla tütsülenirken, araştırmada bulunamayan bombalar, mermiler büyük gürültülerle patlıyordu.
Evsiz barksız kalan Hristiyan halk, orta Anadolu azınlıklarının yoğun olarak bulunduğu kasabalara doğru yola çıkarıldı.
Megalo İdea kim bilir daha ne mutlu toplulukların başını yiyecekti. Ne yazık ki bu zavallı insanlar kendilerini o melun siyasetin değil de, Türk hükümetinin bu duruma getirdiği kanısındaydılar. Böyle düşündükçe de mutsuzluklarının gerçek nedenini hiçbir zaman anlayamayacaklardı. (22)
İNÖNÜ’DE KAZANILAN ZAFER ATA’YI
MUTLULUĞA BOĞDU
Hamdullah Suphi Bey, pek garip olarak iyimser ve aydınlık yüzüyle odanın somurtkan ve umutsuz havasını, Mustafa Kemal
Paşa’nın yassı kumral kalpağı altındaki bitkin yüzünü seyrediyor ve onun geniş hayali önünde serilen büyük felaketi anlamaya çalışıyordu.
80
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Sabah saati yaklaşmıştı. Camlar, kendi içinden aydınlık olan
bir su gibi yavaş yavaş parlamaya başladı. Hüseyin Gazi dağının
üstünden gelen ilk aydınlık da belirmeye başladı. Saksağanlar bu
dalların arasından oklar gibi Ankara sabahının içine atılıyorlardı.
İşte bu sırada odanın kapısı, bir fırtınayla itilmişçesine birdenbire açıldı. Birkaç saat önceki yenilgi haberini getiren Binbaşı
Şemsettin Bey, elinde yeni bir telgrafla ok gibi içeri girdi. Onun
yüzü de Hamdullah Suphi Bey’in yüzü gibi ışık ve iyimserlik saçıyordu.
Hamdullah Suphi Bey
“Paşam, ikinci bir haber...” diyerek elindeki telgrafı paşaya
uzattı.
Odadakilerin yürek atışı bile durmuş gibiydi. Gerçekten bir
mucize mi olmuştu?
Mustafa Kemal, heyecanla telgrafı okudu. Sarışın yüzünde
birdenbire güneş doğmuş gibi oldu.
81
Duruş
“Arkadaşlar, durum büsbütün değişti. Size telgrafı okuyayım.”
Herkesin ilgisi son kertesine varmıştı. Soluklarını kesmiş,
Mustafa Kemal’i dinlemeye hazırlanıyorlardı. Mustafa Kemal
yine telgrafı okudu:
“Metristepe’den (1 Nisan 1921)
Saat 6:30 sonrada Metristepe’den gördüğüm durum:
Gündüzbey kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi, sağ kanat grubunun saldırısıyla düzgün olmayarak çekiliyor. Yakından izleniyor. Hamidiye yönünde
temas ve faaliyet yok. Bozöyük yanıyor. Düşman binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza bırakıyor.
Batı Cephesi Kumandanı İsmet”
Telgraf, okunup bitince herkes, sevinç parlayan yüzüyle
Hamdullah Suphi Bey’e döndü. Mustafa Kemal de ayağa kalkıp
ona dönerek “Hamdullah Suphi Bey,” dedi, “bu zaferi herkesten
önce siz bize haber verdiniz. Geliniz, buraya oturunuz ve kutlama telgrafını siz yazınız.”
Hamdullah Suphi Bey kalkıp Mustafa Kemal’in yerine oturdu ve şu telgrafı kaleme aldı:
“İnönü savaş meydanında Metristepe’de
Batı Cephesi Kumandanı
İsmet Bey’e,
Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü meydan savaşlarında
yüklendiğiniz görev kertesinde ağır bir görev yüklenmiş kumandanlar çok azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve dirimi, dâhice yönetiminiz altında onurla görevlerini gören kumanda ve silah ar82
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
kadaşlarınızın kalp ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun makûs talihini de yendiniz. İstila altındaki mutsuz topraklarımızla beraber bütün yurt,
bugün sınırlarına dek zaferinizi kutluyor. Düşmanın kaplama hırsı, “azim ve himmetinizin” yalçın kayalarına başını çarparak parçalandı.
Adınızı, tarihin övgüler hitabesine yazan ve bütün ulusu hakkınızda sonsuz minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi kutlarken, üstünde bir şeref meydanı seyrettirdiği gibi ulusumuz ve kendimiz için yükselme parıltısıyla dolu bir gelecek
ufkuna da baktığını ve egemen olduğunu söylemek isterim.
Mustafa Kemal”
Mustafa Kemal, kutlama telgrafını okuyarak Hamdullah
Suphi Bey’e “Duygularımıza ne güzel tercüman oldunuz,” dedi
ve sayfanın altına Arap harfleriyle bir yırtıcı kuşun pençesini andıran üç çengelli imzasını attı. (23)
MUSTAFA KEMAL’İN
LİDERLİĞİ TARTIŞMAYA AÇILIYOR
Olağanüstü koşullarla başkomutanlık vazifesini üzerine alan
Mustafa Kemal, yetkilerinin genişliği sebebiyle sıklıkla eleştirilmekteydi. Başkomutanlık Yasası’nın uzatılmasına ilişkin her
meclis oturum başlı başına bir olay oluyordu. Bu oturumlardan en
heyecanlısıysa 5 Mayıs’ta yaşanmıştı. Mu­halifler, gerekli çoğunluğun sağlanamadığı bir görüşmede Başkomutanlık Yasası’nın
uzatılmamasını sağlamışlardı. Ka­rar, Mustafa Kemal’in liderliğinin resmen tartışılmaya açıl­ması demekti. Üstelik kürsüde söz
alan kimi mebuslar, orduyu küçük görmüşler, milliyetçi önderliği yaylım ateşine tutmuşlar ve bu muhaliflerin sözleri alkışlar83
Duruş
la karşılanmıştı. Mustafa Kemal ise, her ne pahasına olursa olsun
yetkilerini terk etmemeye kararlıydı. Meclis ertesi gün yeniden
topla­nacak ve Mustafa Kemal Paşa, mebuslara bilgi verecekti.
Gizli oturumda söz alan Mustafa Kemal’in açıklamaları hayli sertti. Önce muhalifler dişlerini göstermişler, şimdiyse sıra
Mustafa Kemal’e gelmişti. Sözlerine sürekli meclisi karıştırmakla mesai harcayan belli kişilerin yine ortalığı karış­tırmakta olduğunu belirterek başladı. Muhaliflerin olağa­nüstü yasalarla görev yapan bir başkomutanın varlığını ge­reksiz bulduklarını hatırlatan Mustafa Kemal, her şeyden önce hâlihazırda görev yapan mebusların ve TBMM’nin kendisinin olağanüstü şart ve yetkilerle çalışmakta olduğu­nu vurguladı. Üstelik meclisin bu denli geniş yetkilerle çalışmasını sağlayan kişi kendisiydi ve muhaliflerin hiç değilse şahsına saygı göstermeleri uygun olurdu.
Muhaliflerin söz­lerini tek tek yüzlerine vuruyordu. Önce kendisinin muha­lif mebus Mehmet Şükrü Bey gibi ulusun karşısında güldürü oynamadığını savundu. Mehmet Şükrü Bey, Mustafa
Kemal’in üslubunun ağırlığına dayanamayarak konuşmasını durmadan kesmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, muhatabına meclisin “mahalle kahvesi” olmadığını anımsattı. Sıra İt­tihatçı Kara
Vasıf Bey’in suçlamalarına gelmişti. Mustafa Kemal’in sert konuşmasının ilgi çekici bölümleri Nutuk’tan şöyle özetlenebilir:
“Hayır baylar, bizim en önemli ve temel ödevimiz, siyasa
yapmak değildir. Bizim ve bütün ülkenin ve ulusun bu­gün biricik ödevi, topraklarımızda bulunan düşmanı, süngülerimizle kovup atmaktır. Bunu yapamadıkça siyasa, anlamsız bir söz olarak kalır.
... Ben ordumuzun varlığını ve gücünü paramızla orantılı bulundurmak kuramını ka­bul edenlerden değilim. ‘Paramız vardır,
ordu yaparız; pa­ramız bitti ordu dağılsın...’ Benim için böyle bir
sorun yoktur. Baylar, para vardır ya da yoktur; ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir anımı da
84
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
canlandırayım. Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı
ve düşünür geçinen birtakım kişiler bana sordular: ‘Paramız var
mıdır, silahımız var mıdır?’ ‘Yoktur’ dedim. O zaman, ‘Öyleyse
ne yapacaksın?’dediler. ‘Para olacak, ordu olacak ve bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır’ de­dim. Görüyorsunuz ki, hepsi oldu
ve olacaktır.
Birtakım baylar da, ‘Başkomutan ulusa parasız zorla iş yaptırıyor; oysa yasalar ülkede parasız zorla iş yaptırma­yı yasaklamıştır’ demişler. Bu doğrudur baylar ama ge­rekseme, tehlike, bize
her şeyi yasal göstermektedir. Or­dunun eksikleri ulusa parasız iş
yaptırmayı gerektiriyor­sa, bunu yapıyoruz ve en doğru yasa, budur. Ulusun ve ordunun yenilmemesi için ‘Yasa buna engeldir’
diye gerek­li gördüğüm önlemi almakta duraksamayacağım.
... Üzerine büyük işler yüklenmemiş adamların bu ko­nudaki
duraksamalarını hoş görmelidir. Bakınız, size bir örnek vereyim:
Ben çok toy komutanlar gördüm. Örneğin, bir alay komutanı
yeni tümen komutanı olmuş ya da bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz da bilgisi, görgüsü kıt. Daha bilgi,
görgü edinmeye fırsat bu­lamadan güç durumlar karşısında kalmış. Yaşadığı süre içinde bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki ya da üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca
el­bette duraksayacak ve güçlük çekecektir. Bir tümene ko­muta
ettiği zaman, tümenin bütün birliklerini olabildiği kadar gözden
uzak dayangalarda bulunan iki üç tümenin savaşını yönetmek zorunda kalınca kendi kendine: ‘Ben hangi tümenin yanında bulunayım, onun mu bunun mu? Orada mı burada mı?” diye sorar.
Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde
bulunacaksın ki, hepsini yöneteceksin. O zaman: ‘Ben hiçbirini
gereği gibi göremem’ der. Elbette göremezsin, elbette gözlerinle
göremezsin! Aklınla ve anlayışınla gör­mek gerekir.
Vasıf Bey bir konuşmasında demiş ki: “Biz Sakarya Savaşı’ndan sonra, işte şimdiye dek kıpırdayamadık, kıpırdayamı85
Duruş
yoruz. Bu söz kimilerinin, “Yaşa” sözleri ve alkışla­rıyla karşılanmış.
Baylar bundan çok üzüntü ve acı duydum; çok utanç duydum. Ordunun kıpırdamadığını, kıpırdayamayacağını savlayan
bir aymazın sözlerini alkışlamak gerçekten çok tu­haftır. Rica
ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin!
İşte baylar, başkomutanlığın gereksizliğini kanıtlamak için
söylenen sözlerin belli başlıları bunlardır. Benim de bu sözlere verebileceğim yanıtlar işitildi. Bundan sonra düşünüp karar verme Meclis’e düşer. Yalnız, bir gerçeği gözler önüne sermek zorundayım. Yüce Meclis’in başkomutanlığın gerekliliğine inandığından kuşku edilmese de, karşıtların hiçbir temele dayanmayan gösterileri meclis kararının istenilmeyen bir biçimde
çıkmasına yol açtı. Bu­nun sonucu ne oldu baylar biliyor musunuz? Başkomu­tanlık belirsiz bir durumda iki gündür askıda bulunuyor. Bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben, ordunun
ko­mutasını bırakmıyorsam, yasaya aykırı olarak komuta ediyorum. Mecliste beliren oylara göre hemen komuta­dan el çekmek
isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirdim
de. Ama önlenemeyecek bir kötülü­ğe yol açmamak zorunluluğu karşısında kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.”
Mustafa Kemal hayli sert bir üslupla yaptığı konuşma­dan istediği sonucu aldı. Çok kısa süre içinde tüm muha­liflerin açıklamalarını incelemiş, en sert konuşmalara ge­reken yanıtları hazırlamış ve oylama öncesinde TBMM hâkimiyetini sağlamıştı.
Nitekim yapılan oylamada 11 aleyhte ve 15 çekimser reye karşılık 177 oyla Başkomutanlık Yasası’nın süresi uzatıldı. (24)
86
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN SAKARYA’DA
ÜÇ KABURGA KEMİĞİNİN KIRILMASI
Türk ordusunun çok yorucu çekilişi sürüyordu. Sakarya’nın berisine geçen birlikler, hemen kazma küre­ğe sarılarak siper kazmaya başlıyordu. Mustafa Kemal de artık başkumandan olarak
Sakarya’nın berisindeki kanlı olayların geçeceği bozkır üzerinden geçip Ankara’­ya uzanan demiryolunda ileri geri gidip gelen gezgin karargâhında, külüstür bir vagonda çalışıyordu. O, bu
üçüncü mevki vagonun eski tahta döşemesi üzerine se­rilen portatif yatağında yatıp kalkıyordu. Vagonun çev­resinde sıkı bir güvenlik çemberi çevrilmişti. Yaver Mu­zaffer Bey, genç irisi gövdesiyle bir akşam nöbetçileri do­laşıyordu. Bozkırın iri yıldızları
kuru yaz havası içinde kocaman pırlantalar gibi vagonun üstünde parlıyordu.
Mustafa Kemal, yine portatif yatağında yatıyor, va­gonun
penceresinde bir mum yanıyordu. Muzaffer bey, dışarıda dolaşırken paşanın emir erine seslendi:
“Paşa hazretleri yattı mı?”
Emir eri yerine vagonun içinden paşanın sesi geldi:
“Muzaffer bey, gel buraya!”
Gitti. Selam verdi. Paşa ona yatağının kıyısında otur­ması için
yer gösterdi. O da oraya ilişti. Mustafa Kemal:
“Düşman iyi savaşıyor, yönetimi de başarılı,” dedi. Muzaffer
Bey de ona şu yanıtı verdi:
“Emir ve kumandanızdaki ordularımızın çekilme­si de öyle
düzgün oldu ki bu da başlı başına bir başarı sayılır, paşam!”
Böylece ona Napoleon’un Moskova savaşında söyle­diği
“Düzgün bir çekiliş zafer kertesinde önemlidir,” sö­zünü hatırlatmak istemişti. Mustafa Kemal, içindeki inancı haykıran gür ve
yük­sek sesiyle ona şöyle dedi:
87
Duruş
“Bu düşman güçlerini mutlaka yeneceğiz ve yok edeceğiz.”
Mustafa Kemal, başkumandanlık karargâhını Alagöz köyündeki çiftlik evlerine yerleştirdikten sonra kur­may kurulunu alarak at üstünde Eskişehir-Katrancı bölgesinde araziyi incelemeye çıktı. Sakarya’da savaşın başladığı tarih olan 23 Ağustos 1921
gününden önceydi. Mustafa Kemal, çok sevdiği kır atının üstünde Polatlı’nın otuz kilometre güneyindeki Yıldıztepe’ye dek
gitti. Yanında Genel Kurmay Başkanı Fevzi Pa­şa, Batı Cephesi
Kumandanı Albay İsmet, Batı Cephesi Ku­mandanlığı Kurmay
Başkanı Albay Asım Gündüz, Yaver Muzaffer (Kılıç) Beylerle
daha başkaları vardı. Tepenin üstünde atlarından inip ufak bir
mola verdikten sonra haritayı açarak araziye uygulamaya çalıştılar. Mustafa Kemal, bu ara Fevzi Paşa’ya döndü:
“Paşa, arazi bizi aldatıyor. Cephenin sol kanadını belirlememiz için İnli Katrancı’ya gitmek gerek.”
Yine atlarına binip İnli Katrancı’ya gittiler. Mustafa Kemal,
buradaki arazi durumunu görünce sağ eliyle şa­kağını avuçladı:
“Allah bizi buraya gönderdi,” diye söylendi. “Burada arazi
olduğu gibi görünü­yordu.”
Hemen akşama dek burada incelemede ve uygulama­da bulunduktan sonra dönüşe hazırlandılar. Yalnız, Mus­tafa Kemal’in
kafasında hâlâ biçimini almamış bir yığın düşünce kaynaşıyordu.
Dalgındı. Seyis onun kır atını ge­tirdi. O, ata bineceği sırada bile
uzak arazi üzerinde ge­zen bakışlarıyla yeni bir şey yakalamak istiyor gibiydi. Batmak üzere olan güneş, sarı bozkıra altın renkli bir boya püskürterek büsbütün sarartmıştı. Ufuklar, çepe­çevre
ateş olmuş gibiydi.
İşte, gözleri böyle uzakta gezinirken sıçrayarak atına binmek
isteyen Mustafa Kemal’in ayağı üzenginin dışına kaydı ve o olduğu gibi sivri kayaların üstüne yüzükoyun düştü. Düşer düşmez
bayılmıştı. Herkes şaşırmış, ona bakıyor, bir şey yapmayı düşün88
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
müyordu. Bu duruma yol açan kır at da olduğu yerde kalakalmıştı. İlk önce Fevzi Paşa kendine geldi ve onu tutup kollarında
kaldı­rırken “Çabuk, bir matara verin!” diye bağırdı. Gelen matarayla ona su içirirken İsmet Bey davrandı:
“Ne duruyorsunuz, bir doktor bulunuz.”
Bu sırada Mustafa Kemal kendine geldi ve gülümse­yerek
ayağa kalkarken korku içinde bulunan arkadaşla­rına “Korkulacak
bir şey yok! İşte, bir şey yok,” dedi ve tatlı tatlı gülümseyerek
yüzlerine baktı.
Kır atının başını okşadı. Sonra çevik bir davranışla hayvanın
sırtına atladı. Çevresindekileri korkudan ve he­yecandan kurtardıysa da göğsünün içinde sızlayan bir yerler, akciğerine saplanan
sivri uçlu bir şeyler olduğunu anlıyordu. Güç soluk almakla birlikte bunu çevresindeki­lere duyurmamaya çalışıyordu. Kıpkızıl
alevler içinde batmakta olan güneşe baka­rak şunları dedi:
“Konstantin’in kafası da işte burada kırılacaktır.”
Mustafa Kemal, yiğitliği elden bırakmayarak Anka­ra’ya oradan da Çankaya’daki ufacık köşküne yollandı. Fikriye Hanım,
kazayı haber almış, onu büyük üzüntülerle bekliyordu. Mustafa
Kemal geldi. Hemen yattı. Ateşi yükselmişti. İçeriden yaralandığı anlaşılıyordu.
Fikriye Hanım başında pervane gibi dönüyordu. Bütün yakın
arkadaşları ve eşleri köşkteydi. Hemen Doktor Mim Kemal ve
arkadaşı Murat Bey­ler yetişerek Paşa’yı ince bir muayeneden geçirdiler. Ka­burgalarda bir şeyler olduğunu anladılarsa da ne oldu­
ğunu bütün olarak anlayamadılar. Otomobile binerek hep birlikte
Cebeci Asker Hastanesi’ne gitmek zorunda kaldılar. Orada röntgeni çekilerek tam teşhis konacaktı. Al­bay Kâzım Bey’le Doktor
Adnan Bey de orada onları bekli­yordu. Mustafa Kemal zorla yürüyerek röntgenin altına uzandı. Elinde olmadan inliyordu. Pek
89
Duruş
zor soluk aldığı görülüyordu. Filmi alındı. Gözden geçirildi. Üç
kaburga kemiği kırılmıştı.
Mim Kemal Bey’le arkadaşları, güçlükle bulabildik­leri plasterle kırık kaburga kemiklerinin bulunduğu yanı güzelce sarıp sarmaladılar. Biraz rahatlayıp kendine ge­len Paşa “Allah da
Kostantin’e yardım ediyor, fakat ben böylece de çalışırım,” dedi.
Mim Kemal Bey’le arkadaşlarının ‘mutlak dinlen­me’ salığını hiçe sayan Paşa, bir iki günlük zorunlu din­lenmeden sonra kalkıp otomobiline bindi ve başkuman­danlık karargâhının bulunduğu Alagöz köyüne yollandı. (25)
HATTI MÜDAFAA YOKTUR,
SATHI (ALANI) MÜDAFAA VARDIR
Taarruz başlamıştı. Düşman Porsuk Irmağı’nın iki yanından hızla
ilerleyerek Sakarya Savaşı için hazırlanan mevzilerimize yaklaşıyordu. İlerleyiş yönlerine göre Türk ordusunu geniş bir demir kuşak içine almaya çalışıyordu. Sağ kanatlarında güneye doğru açılıyor, Türk ordusunu Ankara yönünde kuşatarak Kastamonu’nun
dağlık, ormanlık bölgesine atmak istediği anlaşılıyordu.
Türklerin sol kanadındaki Mangal dağı tahkimatına üst üste
hızla ve hışımla çarptılar. Sakarya Irmağı’nın karşısında beş Türk
devi gibi bağdaş kurup oturmuş ‘Beş Tepeler’ üzerindeki siperlere yağan düşmanın top mermileri toprağı kaynatıyor, bu tepelerin
arka yamaçlarına sinmiş Türk piyadesi üstüne sapsarı bir taş ve
toprak sağanağı yağıyordu. Düşman, bu doğal Beş Tepeler bölgesini önemsemekten vazgeçer gibi yaparak büsbütün öldürücü
potansiyelini sol kanadımıza yüklemiş, burayı gerçek bir cehenneme çevirmişti. Savaş, karşılıklı kıyıya çarpıp çekilen deniz dalgaları gibi sanki ritmik bir uyum almıştı.
90
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Her karış toprağı kanı pahasına koruma buyruğu almış olan
Türk ordusu, çok üstün düşman güçleri karşısında çok yaralı ve
şehit vermeye başlamıştı. Bir meydan savaşının bütün sürprizleri
ve tehlikeleri, her iki orduyu da her an tehdit ediyordu. Yunanlar
durmadan saldırıyor, beş-altı yüz metre içinde sıçrıyorlar, yaklaşıyorlar, ateşi yiyince geriliyorlar; bu kez piyadeler susuyor, topçular işe girişiyordu. Sarı renkli tepelerin toprakları ve kumlarla
birlikte insan gövdeleri havaya savruluyor, çelik parçaları kayalara çarparak tozlar çıkarıyor, bu ateş yarım saat sürüyor, bir sürü
eli kolu bağlı insan sedyeler üstünde ya da topallayarak geriye gidiyordu. Yunanlar, tepelerin olgunlaştığını ve artık olmuş bir armut gibi kolayca koparılabileceğini sanıyorlar ve yattıkları yerden kalkmalarıyla birlikte tüfek ateşi başlıyor, gelenleri biçiyordu. İki, üç yüz metre ötede yatıyorlar, sonra yine geri bir kaçışma
ve topçu ateşi başlıyordu.
Beş Tepeler bölgesinde savaş böyle şiddetle sürüp gitmekte ve dayanmak üzere pek çok yardım güçlerini gerektirirken, iki
günlük kanlı boğuşmadan sonra buradaki birlikler alınarak bizim sol kanada kaydırıldı. Düşman bütün gücünü buraya toplamış, bütün cephenin alın yazısını burada çözümlemek ister gibi
görünüyordu. Gittikçe daha çok kıraçlaşarak, çölleşen bozkır
bölgelerine doğru ilerliyor, pek uzaklardan yapmayı hesapladığı bir kuşatma peşinde koşuyordu. Bütün Türk savunma çizgisi üzerinde canlı olarak kalan erlerin ve subayların kulaklarında
Başkomutan’ın şu emri çınlıyordu:
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün
vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça, terk olunmayacaktır.”
91
Duruş
HALİDE EDİP: GİTTİM, ELİNİ ÖPTÜM
(Halide Edip Adıvar, orduya bir nefer olarak katılmayı istemiş.
Bu isteği başkomutanlıkça kabul olunmuş ve Garp cephesine gidip katılması emri gelmiş. Sakarya Meydan Savaşı’nın arifesindeyiz. Mustafa Kemal Alagöz köyünde, cephenin yanı başında.)
Halide Edip
... Bir zabit beni Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhına götürdü. Solda toprak yığınlarının altında birkaç evin ışığı yanıyordu.
Bir tek karanlıktan geliyordu. O da telefon servisini yapan bir
askerin “inler, katrancı, inler, katrancı” diye bir köyle muhaberesiydi. Sağ taraf bir çukur, içinden su geçiyor. Arkasında üç ev
daha var. Bu evlerin arkasında yine ışıkları yanan çadırlar, uzun
ve sivri bir direk, telsiz tesisatı. Köy yolları karanlık ve çamur
içinde. Ay batmış, gece yarısı oluyor. Küçük bir tahta köprüyü
geçerek öbür taraftaki eve gittik. Mustafa Kemal Paşa’nın muhafızları kapıda; onlardan biri beni yukarıya çıkardı. Paşa’nın yave92
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ri Muzaffer Bey beni Paşa’nın odasına götürdü. Çok aydınlık ve
tek lüks lambası olan bir Anadolu odası.
Mustafa Kemal Paşa, oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya
çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hâlâ ağrılar içindeydi. Paşa’ya
doğru kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazı odada bütün gençliğin, “bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararı”nı
temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun
o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz. Gittim, elini öptüm.
“Safa geldiniz hanımefendi,” dedikten sonra bana bir sandalye gösterdi. Ve Ankara hakkında havadis sordu. Aynı zamanda
tahta masanın üzerindeki bir haritaya eğilerek durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir
ifade ile anlattı. İşte Sakarya kıvrılarak gidiyor. Nehrin etrafına üzerlerinde kırmızı ve mavi kâğıt kelebekler gibi titreşen toplu iğneler konulmuş. Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı
Mustafa Kemal Paşa’ya söylesem mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara’ya yaklaşmış görünüyordu.
Buna muvazi olarak Sakarya’nın doğusunda Türk ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara’yı yutmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana korku veriyordu.
“Eğer Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?”
diye sordum. Korkunç bir kaplan gibi güldü.
“’İyi yolculuklar efendiler,’ derim; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim!” (26)
EMRİM, KEMİKLERİNİN ORADA GÖMÜLMESİDİR!
Sakarya Savaşı sırasında bir defa İsmet Paşa’yı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) lüzumu halinde, geri çekilmenin nereye kadar ve nasıl olacağı hususunda bilgi alamayınca Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istediğini söyler. Telefonu
Mustafa Kemal’e verirler.
93
Duruş
“Beni aramışsınız, buyurun!”
“Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani, geri çekilme lâzım
geldiği vakit istikametimiz ne olacaktır?”
Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı
düşünen bu komutana:
“Paşa, paşa! Gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir!” der. Başkomutan, o meşhur “Hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça, terk olunmayacaktır,” emrini
Yusuf İzzet Paşa ile yaptığı bu telefon görüşmesinden sonra vermiştir. (27)
EĞRİ BIÇAKLARLA HÜCUM ETSİNLER!
Sakarya muharebeleri sırasında düşman, hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri çevrilmeliydi. Mustafa Kemal,
ihtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini istedi. İhtiyat
kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız, Giresunlu Osman
Ağanın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu.
Topal Osman Ağa
94
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Mustafa Kemal Paşa:
“Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır!” diye haykırdı. Bu
kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir. (28)
AKINCI SÜVARİ MÜFREZE KOMUTANI
ABDURRAHMAN ÖZGEN’İN ATATÜRK’LE İLGİLİ
BİR ANISI
Eskişehir’e gittim, yaralarımı sardırdım. Mustafa Kemal Paşa da
oraya gelmiş, bir masa atmışlar. Oturmuşlar, burada kimi bekliyorlar bilmiyorum. Bir kalabalık toplanmış orada, bir köylüye
gidip sordum ve “Bu kalabalık nedir?” dedim. “Mustafa Kemal
geldi,” dediler, atımdan indim; selam verdim, “Hoş geldiniz
Kumandanım,” dedim. Yüzüme şöyle sert sert baktı, “Nereden
geliyorsun?” dedi. “Efendim,” dedim, “Eskişehir’den geliyorum,
yaralıydım, yaralarımı sardırdım, emir aldım tekrar cepheye dönüyorum, elimde gizli bir zarf var,” dedim. “Peki, ne zamandan
beri askersin?” dedi. “Doğduğumdan beri askerim,” dedim. Paşa
hafif gözünün altından baktı; “Peki hangi alaydansın?” dedi. Ben
“Akıncı süvari alayındanım,” dedim.
Paşa, Salih Bozok’a döndü. “Bak,” dedi, “bunun gibi vatanperverler oldukça benim hiç gözüm arkada kalmaz,” dedi. “Hiç
maaş almadın mı?” dedi, “Almadım,” dedim. Çıkardı cebinden
10 lirayı bana verdi, zaten 20 lira parası vardı. “Paşam,” dedim,
“siz de benim gibi maaş almıyorsunuz, sizde de zaten para yok,”
dedim. “Ben bunu almış gibi kabul ettim, var olun, sağ olun,
Allah başımızdan eksik etmesin sizi,” dedim. “Alamayacağım.”
Kızdı ve “Al,” dedi. “Peki paşam,” dedim, “alırım, ancak imzalarsanız,” dedim. “İmzalarım,” deyince gözlerim yaşardı, bun95
Duruş
lar gurur ve iftihar sevinci yaşlarıydı. Elinde kurşun kalem vardı,
onunla “Biricik hatırası Mustafa Kemal,” diye yazdı. Bu para halen elimde mevcuttur, hatıra olarak saklıyorum.
UFUKTA ZAFER GÖZÜKÜYORDU
Başkumandan Mustafa Kemal, Trakya’da Yunanların harıl harıl hazırladığı yardımcı güçler yetişmeden genel bir saldırıya
geçmek gerektiğini anlamıştı. Fevzi ve İsmet Paşalarla Kurmay
Kurulu da böyle düşünüyordu. Fevzi Paşa, Mustafa Kemal’in
buyruğuyla bütün cepheyi dolaştı. En küçük erinden en yüksek
rütbeli suba­yına dek bütün orduyu gözden geçirdi. Ordu maddi ve manevi olarak böyle bir saldırıya hazırdı. Bu rapo­ru alan
Başkumandan, ona genel saldırının plânlarını hazırlamasını buyurdu. Fevzi Paşa, ordudaki görevinden ayrılarak Genel Kurmay
Başkanlığı’nın bir odasına kapandı ve saldırının plânlarını yapmaya başladı.
Başkumandan Mustafa Kemal, Yunan ordusunun ayaklarını yerden kesebileceğini anladıktan sonra, sal­dırı kararını Büyük
Millet Meclisi’nden geçirmeye karar verdi. Bir gün hükümet
konağının üst katında olağanüstü bir toplantı yapıldı. Vekiller
Kurulu’na Malta Adası’ndan dönmüş olan Başvekil Rauf Bey
başkanlık ediyordu. Görüşme başlar başlamaz saldırının yersiz
olduğunu hay­kıran sesler de yükseldi. Saldırının bir çılgınlık olduğunu söyleyenler, boşuna kan dökmenin gereksiz olduğunda
diretenler çoğunluğu alır gibi oldu. Birisi “Efendim,” dedi, “yüzde yirmi beş yenme ihtimali olsa ben de bu saldırıdan yana olurdum, fakat ne yazık ki yok.”
Bir başkası onu şöyle doğruladı:
“Efendim, bizim şu kadar katırımız, şu kadar devemiz olsaydı bu yapılabilirdi!”
96
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Fevzi Çakmak
Fevzi Paşa kocaman yumruğunu masaya indirdi. “Efendim”,
dedi, “bu saldırıda zafer ihtimali yüzde yirmi beş değil, yüzde
yetmiş beştir. Gerçekten, bizim karşıtlarımızın istedikleri ölçüde
katırımız ya da devemiz yoksa da, ben Mehmetçik’in dövüş gücünü, dünyanın hiçbir yaratığıyla ölçüştüremem. O Mehmetçik,
gerektiğinde deveden daha çok yol yürüyerek ve deveden daha
çok aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza
mermilerimizin çoğunu Mehmetçik’in karısı taşımıştır.”
Fevzi Paşa’nın bu sözlerine Malta’dan yeni dönen Kara Vasıf
Bey şu yanıtı verdi:
“İyi ama efendim, Ankara’yla İzmir arasındaki sekiz yüz kilometrelik yolu alırken askeri neyle besleye­ceğiz?”
“Vasıf Bey, mesafeyi ölçerken pergeli herhalde yanlış tutmuş
olacak. Şundan ki bizim saldırımız Ankara’dan değil, Afyon’dan
başlayacak.
Vasıf Bey, şimdi harman mevsimidir. Şimdi, köylü­nün elinde her şey vardır. Onlar kendi ordularını fı­rınlar dolusu ekmekler
çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga başka orduların, baş97
Duruş
ka koşullar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez.
Bunun içindir ki, bu kavgada bizim yergi konağımız, tarihin klasik savaşlarında görülen ordularınki gibi gerimizde değil ilerimizdedir.”
Bu sözler, Kara Vasıf Bey’in gözlerini yaşarttı ve sustu. Fevzi
Paşa’nın sözleri onu doyurmuştu. Böylece karşıtların sayısı azaldı ve Vekiller Kurulu genel saldırıya karar verdi. Başkumandan
saldırı kararını Vekiller Kurulu’ndan geçirdikten sonra, küçük bir
grupla cepheye yaklaşarak incelemelerde bulunmak üzere, saldırıdan on beş gün önce trenle Akşehir’e doğru yola çıktı. Tren
Biçer İstasyonu’nda durdu. Oradan öteye gitmiyordu. İnerek
otomobile bindiği sırada Mustafa Kemal, derin bir göğüs geçirdi. Bunu gören çocukluk arkadaşı Yaver Salih (Bozok) Bey
“Rahatsız mısınız, Paşam?” diye sordu.
“Hayır.”
“Öyleyse önemli bir şey düşünüyorsunuz?”
“Evet, bir şey düşünüyorum ve eğer düşündüğümü uygulayacak zaman bulabilirsem -ki bulabileceğimi sanıyorum- dünyanın
gözlerini kamaştıracak bir görünüş doğacaktır.”
Mustafa Kemal, cephede yaptığı uzun denetlemelerden sonra Çankaya’ya dönerek saldırı için kılı kırk yararcasına hazırlanmaya başladı. 26 Ağustos saldırısı için cepheye gideceği 23
Ağustos günü ilk şaşırtmaca olarak Anadolu Ajansı’nda geceleyin Çankaya’da bir çay şöleni verileceğini yayınlattı. Bunu
Ankara’da gazeteler de yazdı.
Başkumandan, o akşam, gecenin karanlığına bürünerek
Akşehir’deki karargâha yollanacaktı. Otomobiliyle Konya yoluna çıkmasına da ancak iki-üç saat kalmıştı. Cevat Abbas Bey’le
Ankara Mevki Kumandanı Fuat Bulca da onunla cepheye gidebilmek için bir dakika pe­şini bırakmıyorlardı. Cevat Abbas Bey’i
98
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
meclisten otomobiliyle alıp Çankaya’ya götüren Paşa, Mevki
Kumandanı Fuat (Bulca) Bey’in de köşke gelmesini buyurdu.
Mustafa Kemal, Cevat Abbas Bey’le köşkün önünden yürüyerek birinci nöbetçi kulübesine dek gitti. Oradan Fuat (Bulca)
Bey’in geldiğini gördüler. Mustafa Kemal, nöbetçi kulübesinin
arkasındaki doğal kaya yığınını göstererek “Burada oturalım,”
dedi. Cevat Abbas Bey’le Fuat Bey de hemen onun dizleri dibine oturdular. Cevat Abbas Bey, yüreklenerek kendilerini de cepheye götürmesi dileğinde bulundu. Onu güçlendirmek üzere Fuat
Bey de bu dileği yineledi. Mustafa Kemal güldü, “Sizin her ikinizin Ankara’da işiniz var, alamam,” dedi. Her iki asker de bundan üzüldü. Üzüntülerini boğmak üzere birer sigara tellendirdiler. Bu sırada Fuat Bey’in biraz ötedeki evinden üç fincan kahve
geldi. Cevat Abbas Bey, bir nükte fırsatı yakaladı, “Çay şöleni birer kuru şekerli kahve ile geçiyor, Paşam,” dedi.
Paşa “İkinizin de burada iki göreviniz var,” dedi. “Biri,
Ankara’da sizin gibi yakınlarımın kalması birkaç gün için yolculuğumun gizli tutulmasına yarayacaktır. Her ikiniz de mecliste, şehirde görüldükçe ve benden söz açıldıkça burada olduğumu
karşınızdakilere söyleyeceksiniz. Öbürü çok zayıf bir belki ise
de çok dikkatli izlenecek bir iştir. Saldırıyı mutlaka başaracağım.
Ancak, binde bin bir ihtimal dahi olsa geri hareketlerini burada
kötüye yoranlar bulunabilir.”
Sonra Cevat Abbas Bey’e döndü:
“Sen, mecliste her türlü akımı izler ve ona göre gerekenleri aydınlatırsın. Dedikoduya meydan verme. Alacağın haberlere
göre arkadaşları uyarırsın.”
Fuat Bey’e de şöyle dedi:
“Sen de mevki kumandanı olarak dikkatli ve her zaman her
olaya karşı hazır bulun. Ankara kamuoyuna sahip ol.”
Sonra da her ikisine birden:
99
Duruş
“Bize karşı göreceğiniz en ufak davranışları bile benimseyin
ve şifreyle bana bildirin. Alacağınız buyruğuma göre kesin davranırsınız!”
Mustafa Kemal, yemekten sonra annesinin odasına girdi.
Hayır duasını aldı, elini öptü. Zübeyde Hanım çok hasta olduğundan İstanbul’dan oğlunun yanına gelmişti. 26 Ağustos sabahı saat dördü çeyrek geçiyordu ki, namluları düşman siperlerine çevrilmiş iki yüz top ve obüs, şimdiye dek bunların işitmediği
korkunç bir gürültüyle ateş etmeye başladı.
Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa, İkinci Ordu
Kumandanı Yakup Şevki Paşa, Birinci Kolordu Kumandanı
Albay İzzettin Paşa, İkinci Kolordu Kumandanı Albay Ali
Hikmet Bey, Üçüncü Kolordu Kumandanı Albay Şükrü Naili
Bey, Dördüncü Kolordu Kumandanı Albay Kemalettin Sami
Bey, Altıncı Kolordu Kumandanı Albay Kazım Bey, Kocaeli
Grup Kumandanı Albay Halit Bey, Süvari Kolordusu Kumandanı
Fahrettin Paşa yok etme ateşi süresince gerilmiş bir zemberek
gibi bekleyen güçlerini saldırıya geçirecekleri anı yıpratıcı bir
heyecanla bekliyorlardı. Yalnız, Fahrettin Paşa’nın atlı kolordusu biraz daha uzakta, düşman gerilerinde onun ulaşımını ve çekilmesini engellemek üzere tertibat almış, bekliyordu.
İki yüz Türk topunun yok etme ateşi, piyadenin geçmesi için
yeterli gedikler açtıktan ve düşmanı siperlerinde gerçek bir şaşkınlık yarattıktan sonra, her birliğin kumandanı buyruğundaki
piyade birliğini topların hâlâ hallaç pamuğu gibi attığı korkunç
bölgeye sürdü.
Mustafa Kemal, Kocatepe’den piyade yığınlarının bir süngü ormanı gibi ilerleyerek sırtları aştığını gördü. Sabah güneşi,
bu süngü ormanında göz kamaştıran oyunlar oynuyordu. Kuytu
vadileri ve dereleri örten sisler, ara sıra geniş avcı hatları durumunda ilerleyen piyade yığınlarını ara sıra gözden yitiriyordu.
100
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Artık, Kocatepe’den uzayan dürbünlerde de bir şey görünmüyordu. Karşılıklı savrulan el bombalarının kaldırdığı toz ve duman,
bütün cepheyi boydan boya kaplamıştı. İlk düşman siperlerine
girildiğini bildiren işaretler, geriden ilerleyen savaşçı yığınlarını
büsbütün aşka getirmişti. Yenmenin verdiği heyecanla duran, koşan bütün erler ve subaylar birbirinin elini sıkıyor, birbiriyle öpüşüp kucaklaşıyor ve şuna benzer sevinçli sözler söylüyorlardı:
“Ufukta zafer gözüküyordu. Bu zafer Türk milletinin zaferiydi. Başkomutanı da Gazi Mustafa Kemal’di.”
ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR! İLERİ!
“Atatürk, sevinçlere ve kederlere kendisini kaptıran bir insan değildi. O en büyük hadiseler karşısında bile soğukkanlılığını daima muhafaza etmiş bir insandı. Bununla beraber, onun hâkim
şahsiyetinde de bir insan olarak, kederin ve neşenin, muayyen
bir nispet dairesinde tecellilerini görmek kabildi. İstiklal mücadelesinin nasıl çetin şartlar içinde başarılmış olduğunu hepimiz
biliriz. Böyle bir mücadeleyi, millete dayanarak başarmış olan
bir şahsiyetin, zaferin semerelerini elde etmeye başladığı zaman
ne derin bir saadet hissedebileceğini takdir etmek güç değildir.
Ben Atatürk’ü işte böyle bir zamanda gördüm. Onu kısaca anlatmak isterim.
31 Ağustos 1922... Büyük Zafer kazanılmış. Düşmanın istila ordusu Çalköy’de sarılarak tamamıyla mahvedilmiş. Mustafa
Kemal’in yıllarca peşine düştüğü zafer artık tahakkuk etmiş,
Türk milleti için zeval bulmaz hürriyet ve istiklal güneşi ısıtıcı ışıklarını tekrar Anadolu yaylası üzerine boşaltmış. O sabah Atatürk, yanında Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi
Paşa ve Garp Orduları Komutanı İsmet Paşa olduğu halde bir
101
Duruş
gün evvel düşmanın mağlup olarak eridiği harp sahasını dolaştıktan sonra, Dumlupınar Köyü’ne geldi. Vakit akşama yaklaşmıştı. Güneş Murat Dağları’nın arkasına doğru inmek üzere, bir
gün evvel çetin bir boğuşmaya sahne olan Çalköy sahası yavaş
yavaş loşluklara bürünüyordu. Günün muzaffer komutanı Gazi
Mustafa Kemal Paşa, Dumlupınar Köyü’nün küçük evlerinden
birinin damında bir küçük tahta iskemleye oturmuş, bu kararan ufukları seyrediyordu. Yüzünde hissettiklerini anlatan ufak
bir işarete bile tesadüf edemiyorduk. Demir renkli gözlerinde,
fevkalâde bir parlaklık bile yoktu; zinde ve canlı yüzü, sert ve
asabi hareketleriyle hep aynı Mustafa Kemal... O tarihi gün, ebediyete intikal ederken, küçük bir hadise cereyan etti.
İsmet Paşa, harp sahasından toplayarak yanına getirdikleri
esir düşman kumandanlarını, Başkumandan’a takdim etti. Onları
büyük bir nezaketle karşılayan Başkumandan’ın gözlerinde bir
an, büyük bir saadetin ışığı yakıcı bir alev olarak dolaştı. İşte
Mustafa Kemal’in, hayatındaki en mesut anlarından bir tanesi
buydu.
Büyük eserinin en canlı meyvelerini topladığı bir anda, milleti için yaptığı emsalsiz hizmetlerin, gösterdiği kahramanlıkların, feragatlerin kefareti olarak gözlerinde dolaşan bu saadet ışığı onun büyük mükâfatı olmuştu. Atatürk’ün en mesut
anı deyince birdenbire bu tarihi hatırladım ve hayalimde o tarihi akşamın loşlukları içinde biraz daha heykelleşen güzel yüzünün canlandığını görür gibi oldum. O belli belirsiz bir heyecan içinde İsmet Paşa’ya döndü, “Paşam” dedi, “tebrik ederim; zaferi kazandınız.” Ve bundan sonra ordulara “İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” cümlesini ihtiva eden meşhur günlük
emrini yazdırdı.
Tevfik Bıyıkoğlu’ndan
102
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
YUNAN BAŞKOMUTANI ESİR DÜŞÜNCE
“Siz bu muharebeyi nereden idare ediyorsunuz?”
“İşte, tam bu süngülerin parıldadığını söylediğiniz yerde askerlerin yanındaydım.”
“İşte harp böyle kazanılır. Yoksa 550 km. uzakta durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin bir harita üzerinde pergelle ölçülerek, İzmir körfezinde bir yattan idare edilmez. Edilir ama netice böyle olur...”
Gazi Mustafa Kemal’in “Evet, Başkomutanınız nerededir?”
sorusuna karşılık Trikopis, sadece iki elini yanlarına açtı. Başını
öne doğru eğdi. Dudaklarını büktü ve öylece kaldı.
Ama ortada yine bir Yunan başkomutanı vardı. Son muharebenin başlangıcında Yunan hükümeti, Haci Anesti’nin yerine
General Trikopis’i Başkomutan tayin etmişti. Fakat daha ilk günden İzmir’le muhabere hatları kesilince, Trikopis bu emri alamadı. Ama emir Türk kurmayının eline geçmişti. Başkomutan Gazi
Mustafa Kemal karşısındakinin, “Kim bilir, Başkomutanımız nerededir, bilmiyorum ki!” gibi hazin bir şaşkınlık ifade eden hali
üzerine, Yunan hükümetinin bu emrini ve kendisinin Başkomutan
olduğunu Trikopis’e bizzat tebliğ etti.
Mülakat bitince, Gazi Başkomutan ayağa kalktı.
“Sizin için bir şey yapabilir miyim?”
Trikopis:
“İstanbul’daki karımın haberdar edilmesini isterim.”
O zaman Gazi, Trikopis’in elini yine uzunca müddet tutmuş
ve şu sözü söylemiştir:
“Harp bir talih oyunudur, general. Bazen en mahiri de yenilir. Siz, vazifenizi yaptınız. Mesuliyet talihten geliyor, müteessir
olmayınız.” (29)
103
Duruş
BÜTÜN TÜRK TOPRAKLARI KURTARILMADIKÇA
DURAKLAMAYACAĞIM
Türk birlikleri İzmir’e girmişti. Böylece, büyük zaferle birlikte Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Bu zafer için Başkomutan Mustafa
Kemal büyük Nutuk’unda, bu zaferin önemini şöyle dile getirmiştir:
“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare ve zaferle
neticelendirilmiş olan bu hareket, Türk ordusunun, Türk zabitan
ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte
bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin layemut abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan ilelebet mesut ve bahtiyarım.”
Başkomutan Mustafa Kemal, İzmir yangını günü Amerikalı
gazeteci Richard Danin ile uzun bir konuşma yaparak sorularını
cevapladı ve ilk soruya şu cevabı verdi.
“Bütün Türk toprakları kurtarılmadıkça duraklamayacağım.”
Amerikalı gazetecinin başka bir sorusuna, Başkomutan Gazi
Mustafa Kemal şu cevabı vermiştir:
“Türkler giderilmesi imkânsız kayba uğradı. Savaş ve kan
borçlarını ödedi. Makedonya ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık
arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları
kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız.”
Başkomutan Mustafa Kemal’in kararı kesindi ve Milli
Misakımız’da yer alan bütün yerler düşman işgalinden kurtarılacaktı. Birinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’nin zarar görerek
çıkması sonunda işgalci olan düşman devletlerinin Anadolu’yu
taksim etmeye başlamaları üzerine, Mustafa Kemal gemi ile
İstanbul’dan ayrıldı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı. O
andan itibaren Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için
Türk milletine önderlik yaptı. Vatan savunması için canını siper
eden Mehmetçik’e komutan oldu.
104
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Sanayiden ticarete ülkenin kalkınması hususunda rehber olması, Türk milletinin eğitimden sanata gelişmesi, tarihin ve Türk
dilinin araştırılması için gerektiğinde öğretmenlik yaparak her
alanda ilerlemeyi sağladı. İşte o günlerde bütün bu gelişmeleri
yakından izleyen ve Mustafa Kemal’in ileride daha büyük işler
başaracağını görebilen İngiltere Başbakanı David Lloyd George
1922 yılında Mustafa Kemal için şunları söylemiştir:
“Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihimize bakın ki,
o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip olmuştur.”
FETHİ OKYAR-İSMET İNÖNÜ FARKI
Fahri Rıfkı Atay anlatıyor:
“Çankaya Köşkü’nde davet var herkes orada. Hanımlar da
var, yemekten sonra oyun oynanıyor, bir ara Atatürk’ün yaveri
bir mesaj getirir. Konu, Şeyh Sait isyanı ile ilgilidir.
Atatürk okuduktan sonra mesajı Başbakan Fethi Okyar’a
gönderir ve olup biteni takip eder. Fethi Okyar, “Gene ne var,
dursun sonra bakarız,” der.
Fethi Okyar
105
Duruş
Mustafa Kemal bu sefer mesajı İsmet İnönü’ye götürmesini söyler. Masadakileri de “Bakın bakalım o nasıl davranacak,”
diye uyarır.
İnönü oynadığı briç oyununu bırakır, sandalyesini oturduğu
yerden biraz geriye çeker, mesajı okur. Bir daha okur. Cebinden
sigarasını çıkarır, yakar. Düşüncelidir. Mesajı katlayıp iade eder.
Atatürk, yanındakilere “İşte İnönü farkı,” der.
İZMİR’DE YUNAN BAYRAĞINI ÇİĞNEMEMESİ
Atatürk engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada
da göstermişti. Ona İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki bu evde işgal esnasında Yunan kralı Konstantin de kalmıştı. Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında bütün
Türkler gibi çok ızdırap çekmişlerdi. İçlerinden yaralıydılar ve
Yunanlardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin dış merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutanının basıp geçmesi için ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi.
Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler kendisini içeriye girmeye davet ediyordu. “Buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz.
Yabancı kral bu evden içeri bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, şu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir,” diye yalvarıyorlardı.
Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan, kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile “O, geçmişte hata etmiş, bir milletin istiklalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabını vermişti ve an106
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
cak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak
içeri girmişti. (30)
ATATÜRK’ÜN ANLAMLI BİR HEDİYESİ
Bir gün Konya’da Behiç Bey’in evinde Mustafa Kemal, General
Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey,
Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir
hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal Paşa misafirine “Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum,” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak generale dedi ki:
“Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz
zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum,” diyerek generale teslim etti. (31)
ATATÜRK VE KIBRIS
Güneyde askeri bir tatbikatı izleyen Atatürk, etrafında bulunan
subaylara; “Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu bölgede mukavemet ettiğini farz edelim.
İkmal yollarımız ve imkânlarımız nelerdir?” sorusunu sorar.
Subaylar birçok görüş ve düşünce ileri sürerler. Atatürk hepsini sabırla dinler, sonra elini haritaya uzatır ve Kıbrıs’ı işaret ederek “Efendiler! Kıbrıs düşmanın elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir,” der.
107
Duruş
İstanbul Emekli Vali Muavini Şevket Yurdakul, Prof.
Manizade’nin “Kıbrıs Dün-Bugün-Yarın” adlı kitabının 19-23
sayfalarında yayımlanan anılarında, Kıbrıs’tan Türkiye’ye göçün
durdurulması için Atatürk’ün bizzat direktif verdiği, Türkiye’de
ilk kez kurulan Kıbrıs Türk Talebe Birliği’nin Atatürk’ün himayelerinde çalıştığı ve Atatürk’ün emirleriyle, Kıbrıslıların bütün
fakültelere kabul edildiği anlaşılmaktadır. (32)
108
DEVRİMCİLİĞİ VE İNSANİ DURUŞU
---
GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için
Pasinler’e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı, “Depremden çok zarar gördün mü, baba?” diye sordu.
Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
“Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?”
İhtiyar, Kürt şivesiyle “Valle Padişah bilir!” dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
“Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?”
İhtiyar tekrar etti:
“Padişah bilir!..”
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam’a
döndü, “Siz daha devrimi yaymamışsınız!” dedi.
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat kâtibi “Köylere genelge yolladık Paşam,”
dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı, “Oğlum,” dedi,
“genelgeyle devrim olamaz!”
CEVHERİ GÖRMEK İÇİN ÇAMURU ATMAK LAZIM
Gazi Mustafa Kemal, 24 Ağustos 1925’te Ankara’dan sessiz bir merasimle ayrılır. Yanında iki arkadaşı Fuat (Bulca) ve
Nuri (Conker) Beyler ile iki yaveri vardır. Çankırı-Kastamonu
üzerinden İnebolu’ya gidilecek, tekrar aynı yoldan Ankara’ya
111
Duruş
dönülecektir. Bu kez Gazi’nin niyeti, Milli Mücadele’de
İstanbul’dan yurtsever insanların büyük fedakârlıklarla gönderdiği silah ve cephanenin cepheye ulaşmasında büyük yararlılıklar gösteren bu yöre insanı ile “medeniyet” konusunda sohbet
etmek, genelde kılık kıyafet üzerinde durmak, özellikle Şapka
Devrimi’ni ilan etmektir.
24 Ağustosta İnebolu’ya varılır. Türk Ocağı binası tıklım tıklım doludur. Gazi, yanında mebuslar, kumandanlar, mülki erkân
ve yol arkadaşları ile halkın arasından yürüyerek aynı binaya
gelir. Üzerinde siyah takım elbisesi, elinde şapka vardır. Önce
İnebolu gençleri temsilcisi hitap eder, “Ey sevgili Gazimiz, eğer
gösterdiğin yoldan geriye dönersek, milletimizin vebali üzerimize olsun. Siz bizim örneğimizsiniz,” gibi cümleler sarf eder.
Sonra Gazi sözlerine başlar. “Efendiler!” der. Bu hitap, hem
hanımefendiler hem de beyefendiler demektir. Kadının eşitliği,
eşit hakları, eşit istikbali hakkında konuşur. Sonra “medeniyet”
konusuna geçer:
“Bu milletin başında bir sultan bırakmak caiz olabilir miydi?
Bunu size soruyorum.”
“Asla! Asla!”
“Bu millet, Allah’ın gölgesi Peygamber’in halifesi iddia küstahlığında bulunan cahillere vatanında, vicdanında yer verebilir
miydi? Bunu size soruyorum.”
“Asla ve katiyen!”
“Türk milleti, evlatlarına vereceği terbiyeyi mektep ve medrese diye iki ayrı müesseseye bırakabilir miydi? Böyle bir terbiyeden aynı fikirde, aynı zihniyette bir millet yaratmak abes ile
uğraşmak olmaz mıydı?
Ben size, öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum: Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikri ile aile
hayatıyla, yaşayış tarzı ile medeni olduğunu göstermek zorunda112
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
dır. Medeniyim diyen Türkiye halkı dış görünüşü ile baştan aşağıya medeni insanlar olduğunu göstermek zorundadır.
Cevheri görebilmek için çamuru atmak lazım! Çok cevherli
olan bizim milletimize layık olan kıyafet, medeni ve beynelmilel
kıyafettir. Öyle giyineceğiz!
Yunan serpuşu olan feshi giymek caiz olur da şapkayı giymek niçin caiz olmaz?”
Bundan sonra Gazi Mustafa Kemal bu defa kadın kıyafetlerinden, kadının açılması lüzumundan, kadın-erkeğin eşitliğinden
bahseder ve haykırır:
“Korkmayınız bu gidiş zaruridir. Medeniyetin coşkun seli
karşısında direniş beyhudedir!”
Artık milli kıyafetin, milli serpuşun adı konmuştur. Bir fes,
bir sarık ve en altta bir takke olmak üzere, kimi zaman bunların
üçü bir arada kafada taşıma alışkanlığına son verilecektir.
Kastamonu müftüsü de başından sarığını çıkararak eline alır;
o da memurlarının yanında duruyordur. Gazi müftü ile konuşur:
“İslam’da kıyafet şekli nedir?”
“İslam’da kıyafetin şekli yoktur. Kıyafet menfaat ve ihtiyaca
tabidir. Öyle ki, eğer bir Müslüman bir kâfirden, bir Mecusi’den
bir inek alır ve inek yeni sahibinin kıyafetini yadırgayıp sütünü keser veya azaltırsa Müslüman, Mecusi kıyafetine girebilir.”
Kastamonu Halk Partisi binasında, Gazi Mustafa Kemal
Paşa’nın yaptığı konuşma da çok önemlidir. Şu alıntılar o konuşmaya aittir:
“Biz medeni insan olmalıyız. Fikrimiz ve zihniyetimiz tepeden tırnağa değişmelidir. Artık duramayız. Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona ilgisiz kalanları yakar mahveder.”
“Hâlbuki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme isteyen insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek arzu ve eğilime nüfuz etmesini bilirler.”
113
Duruş
“Türk milleti son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılâpların hakiki sahibidir. Halka rağmen de olsa
halk için yapmak, başarmak; bu yapılanların hepsini halka mal
etmek işte bu bir sanattır. Liderlik, önderlik kabiliyetidir. Başka
bir deyimle hak bildiğin yolda yalnız gitmektir.”
Gazi’nin Ankara’dan ayrılışının dokuzuncu günüdür. Dönüş
günüdür. Şehrin girişinde onu pek çok insan karşılar. Dokuz günde bu insanlar da değişmişlerdir. Onların da her birinin başında,
numarası uyan uymayan yeni tip şapkalar vardır.
BALIKESİRLİ ER MUSA
Size 1934 yılında Gazi Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet
Paşa Başvekil iken, İngilizlerle aramızda geçen küçük ve ibret
dolu bir olaydan söz edeceğim.
O yıllarda Ege Denizi’nde Yunanlara ait Sisam Adası açıklarında bulunan İngiliz donanmasında görevli üç kafa dengi İngiliz
subayı Sisam Adası’nın hemen karşısında pırıl pırıl kumsalı olan
Dipburnu kıyılarımıza çıkıp yüzmek isterler. Sahipsiz sanırlar o
güzelim kıyıları veya kendilerini her yerin sahibi zannederler.
Botlarla kıyıya yanaşırlarken bizim kıyıda pusuya yatarak
nöbet tutan beş Mehmetçik “Dur” ihtarında bulunur, durup geri
çekilmezler. Bunun üzerine ateş açılır. Açılan ateş sonucu iki
İngiliz subayı yaralı oldukları halde kaçmayı başarırlar. Üçüncü
subay ne yazık ki hayatını kaybeder; önce su üstünde görülür,
sonra batar. İngiliz subayını vuran Balıkesirli er Musa’dır.
Bundan sonra bakınız olaylar nasıl gelişir:
Durumu, dönemin genç Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey’e
rapor ederler. Dilaver Bey de derhal Ankara’yı haberdar eder.
İngilizlerden iki askeri yetkili telefonla Kaymakam Bey’i limana görüşmeye davet eder. Kaymakam da makamına gelmeleri114
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ni ister. Makamda yapılan görüşmede Kuşadası Kaymakamı’na
İngiliz hükümetinin üç maddeli talimatı tebliğ edilir:
1. Cesedi aramak için İngiliz donanmasına ait motorların
çalışmasına müsaade edilsin.
2. Ölen subayın ailesine tazminat ödensin.
3. Subayı öldürdüğü tespit olunan Balıkesirli er Musa en
ağır şekilde cezalandırılsın.
Durumu yakından takip eden Hariciye vekili Tevfik Rüştü
Aras kendi inisiyatifini kullanarak bizim sahil muhafaza botlarının refakatinde İngiliz botlarının cesedi arayabileceklerinin talimatını verir. Olayın sıcaklığı devam ediyordur. 18 Temmuz 1934
günü öğleden sonra Sisam Adası açıklarında yedi İngiliz harp gemisi kıyılarımıza doğru kendini göstererek demir atar.
Durum Ankara’ya rapor edilir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa
Kemal Kızılcahamam’dadır. Olayı yakından takip etmektedir. Bu gelişme üzerine gerek Ankara’daki yetkililere, gerekse
Kuşadası’ndaki kaymakamlığa verdiği emir kesindir:
“Kanuni görevini yapan Türk eri Balıkesirli Musa cezalandırılmayacaktır. Gerekirse Musa için savaşı bile göze alabiliriz.
Ege bölgesinde kısmi seferberlik derhal başlatılsın.”
Bu kararlı tutum karşısında İngilizler daha fazla ileri gidemezler. 20 Temmuz 1934 günü, İngiliz subayının öldüğü yerde bir tören düzenlenir. İngiliz donanmasından birkaç gemi törene katılır. Bizden de bir torpido tören yerinde hazır bulunur.
Sancaklar yarıya indirilir, kısa süreli dini merasimi müteakip her
iki ülkeyi temsilen iki çelenk denize bırakılır. Daha sonra İngiliz
gemileri demir alarak geldikleri üsse, Sisam Adası açıklarına geri
dönerler.
Gazi Paşa Türk milletinin onur timsalidir. Gerekirse bir er
için savaşı bile göze almasını bilmiştir.
115
Duruş
BU GENÇLERİ EVLERİNE GÖTÜRSÜNLER,
DERSLERİNE ÇALIŞACAKLARMIŞ
Cumhuriyetin 10. yıl balosunda Atatürk çok güzel dans eden
genç bir çifte gıpta ile bakar. Danstan sonra da bu çifti sohbet
için yanına çağırır. Önce hangi okulda okuduklarını sorar. Genç
kız bir yabancı okulda okuduğunu söyler, sonra delikanlı ile ilgilenir, o da bir başka okulda okuyordur.
Daha sonra Atatürk malum sorularını sormaya başlar:
Sakarya Savaşı ne zaman oldu? Kurtuluş Savaşı’nı kaç döneme
ayırabiliriz? Türk devriminin esası nedir? vb.
Gençler kem küm etseler cevap veremeseler sorun kalmayacaktır; oysa gençler hem bilgisiz, hem de bilgisizliğini önemsemeyen bir şımarıklık içindedirler. “Efendim bize okulda yalnız Fransız devrimini okuttular. Türk devrimini hiç okutmadılar,” derler. Bunun üzerine Ata’nın yüzü değişir. O an bir şey
söylemez ama aradan zaman geçtikten sonra gençleri tekrar yanına, oldukça sakin bir köşedeki bara çağırır. Orada onlara şunları söyler:
“Bütün bu şenlik ve eğlence Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk devrimlerini yapanların ya da bunlarda biraz çaba ve fedakârlık
payı bulunanların hakkıdır. Siz savaşa katılmamış olabilirsiniz.
Yaşınız buna müsait olmayabilir, fakat o işi yapanların arasına
girebilmeniz için o işlerin nasıl yapıldığını bilmeniz gerekmektedir.”
Daha sonra yaverine döner:
“Bu gençleri evlerine götürsünler, derslerine çalışacaklarmış.”
Emir derhal ve kimseye sezdirilmeden yerine getirilir.
116
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ONU BİLDİĞİM İÇİN BÖYLE KONUŞUYORUM
Atatürk bir akşam sofrasından aniden kalkar. Ankara Palas’ın
sağındaki lokantaya gitmeye karar verir. Yanında Kılıç Ali de
vardır. Lokantaya o günlerde Ankara’da bulunan Fransa’nın
komiseri Ponçet de vardır. Kendisine hazırlanmış menüye oturmayarak salonun ortasına doğru yeni bir masa hazırlanmasını
emreder. Masaya Ponçet’i de davet eder. Lokantaya daha sonra Nuri Conker ve Diyarbakır milletvekili Kazım Paşa da gelmişlerdir. Onları da masaya buyur eder. O günlerde Fransızların
Hatay meselesinden dolayı zorluk çıkarmaları Atatürk’ü üzmektedir.
Bir ara Fransız Ponçet’e dönerek “Hatay işi benim şahsi davamdır. Beni üzüyorsunuz, korkarım ki, beni bu meselenin halli
için başka tedbirler almaya mecbur bırakacaksınız,” der.
Atatürk bu sözleri oldukça yüksek sesle ve Türkçe söyler,
önündeki herkes bu sözleri duyar. Orada bulunanlardan bir avuç
ayağa kalkarak heyecanlı bir sesle, “Atam, üzülme, arkanda biz
varız,” der. Bu sözleri işiten Atatürk sofradan gençlere doğru bakar, kaşları kalkmış, bakışları keskinleşmiştir.
“Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum,” der.
KURAN’IN TÜRKÇE OKUNMASI
Hafız Yaşar Okuyan anlatıyor...
Hafız Yaşar Okuyan 1914 yılında Osmanlı Sarayı’nda mızıka üsteğmen iken Sultan Reşat zamanında baş müezzin olmuş,
sesi çok güzelmiş. Çok güzel Kuran ve dua okurmuş. Padişahlık
kalkınca Ankara’ya gelir, Atatürk’ün himayesinde görev yapar.
Yıl 1932’dir. Atatürk bu yılın Ramazan ayında Türkçe ezan,
Türkçe açıklamalı Kuran ve duaların ibadette kullanılmasını ka117
Duruş
rarlaştırır. Konuyu o dönemin Milli Eğitim Bakanı Doktor Reşit
Galip ile müşterek planlıyorlardır.
O günlerde Atatürk Dolmabahçe’dedir. Ramazan ayında akşam ibadetin Türkçe yapılması konusunda İstanbul ileri gelenlerini Dolmabahçe’ye davet eder.
Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye Camii Baş Müezzini
Kemal, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Müzik Okulu
Öğretmenleri Zeki ve Nuri Beylerle Hafız Yaşar Okuyan da vardır. Önce Reşit Galip bunlarla görüşür, sonra Ata’nın huzuruna
çıkarlar. Atatürk Kuran’ın tamamlanan tercümesi hakkında tek
tek fikirlerini aldıktan sonra sabaha kadar konu hakkında görüş
alışverişinde bulunur. Bir ara Atatürk, ayağa kalkıp önünü ilikleyerek örnek olacak şekilde Fatiha Suresi’nin Türkçe mealini (tercümesini) camideymiş gibi okur.
Atatürk bu konuşmalar esnasında, “Biliyorsunuz İncil de
önce Arapça idi, sonra İngilizce ve Fransızca dillerine çevrildi.
Herkes kendi diliyle ibadetini yapar oldu,” der. Vakit fazla ilerlememişken görevlilere dönerek “Gazetelere söyleyin yarın camilerde okunacak Kuran surelerinin Türkçe tercümeleri de okunacak,” der.
Hafız Yaşar Okuyan ilk defa Türkçe Kuran ve surelerini Sultanahmet Yerebatan Camii’nde okur. Cami tıklım tıklım
doludur. Daha sonraki günler Sultanahmet Camii’nde okunacaktır. Atatürk Hafız Yaşar’ı çağırarak en büyük camide Kadir
Gecesi’nde okunacak mevlidi de “Radyoyla bütün halka duyuralım,” der. Bu da Ayasofya’da yapılır. Bu, İslam âleminde bir
ilktir. Atatürk bu mevlidi kendisi de radyodan dinlemiştir. Ertesi
gün ilgili hafızları Dolmabahçe’ye iftar yemeğine davet eder.
Yemekten sonra hafızlara Kuran okutur. Sonra misafir hafızlar
başyaverin odasına alınır, çay ikram edilir. Hafızlara zarf içerisinde 20’şer lira verilir. Gece geç saatte onları araçlarla evlerine gönderir.
118
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
DİYAP AĞA
Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal’in Türk-Kürt kardeşliği adına örnek teşkil edebilecek bir tutumunu özetle anlatacağım.
Diyap Ağa, Erzurum Kongresi’ne katılmış, daha sonra
Tunceli Milletvekili olarak Ankara’ya TBMM’ye gelmiş, Kürt
kökenli bir aşiret reisidir. Milli mücadelede Atatürk’e inanmış,
güvenmiş, ona tam destek vermiştir. Çoğumuz onu Atatürk’le
olan resimlerinden de hatırlayabiliriz. Göğsüne kadar aksakallı,
başı poşulu, keskin bakışlı, 60-65 yaşlarında oldukça iriyarı bir
şahsiyet. Az ama öz konuşan biri.
Atatürk Diyap Ağa’ya özel bir ilgi gösterir. Çoğu kişi
Ankara’da Cumhuriyet’e giden süreçte Gazi Mustafa Kemal’in
yakın ilgisini, sevgisini kazanamamışken, Diyap Ağa’yı Gazi’nin
arabasında, onunla yan yana Ankara sokaklarında dolaşırken çok
gören olmuştur. Gazi Mustafa Kemal, Diyap Ağa’nın her sözüne itibar eder, onu sever ve sayar. Diyap Ağa da ona inanır, milli
mücadeleye gönülden bağlı biridir.
Düşmana karşı Türk-Kürt ayrımı aklına bile gelmeden, bu
toprakların yiğit insanlarından biri olarak göğsünü düşmana si119
Duruş
per etmiş, beynini kurtuluş çarelerine adamıştır. Mustafa Kemal
Paşa Sakarya Savaşı’na Başkomutan olarak katılmak üzere
Ankara’dan ayrılınca Bakanlar Kurulu bir konu üzerinde görüşmeler yapar. Sorun, Büyük Millet Meclisi’nin düşman baskınına
uğrama tehlikesi karşısında Ankara’dan Kayseri’ye taşınma meselesidir. Bu konuda milletvekilleri görüş beyan ederler. Çoğu
konuşmacı Kayseri’ye gitmeme konusunda mutabıktır. Ancak
karar henüz alınmamıştır.
Bu konuda son noktayı Diyap Ağa koyar. O güne kadar
Mecliste konuşma yapmak için hiç el kaldırmamış olan Diyap
Ağa, o gün el kaldırıp Meclis Başkan Vekili Dr. Adnan Adıvar’dan söz ister. Herkes sus pus olmuş, merak içindedir; şimdiye
kadar Meclis’te hiç konuşmayan Diyap Ağa acaba ne diyecektir?
Diyap Ağa ağır adımlarla kürsüye yanaşır. Meclisi iyice bir
süzer, “Lafım kısadır,” der. “Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?”
Başka bir şey söylemez, kürsüden iner. Yerine geçer. Meclis
alkıştan yıkılacak gibidir.
YABANCI DİL KOMPLEKSİ
Atatürk’ün askerlik sahasında su götürmez bir deha sahibi olduğunu dünya tasdik etmiştir. İngiliz devletinin Birinci Dünya
Harbi’ne ait resmi savaş tarihi Anafartalar’dan bahsederken
“Bütün mukadderatı mavi gözlü bir miralay değiştirdi,” der.
Atatürk ecnebi dili bakımından hiç de iyi durumda değildir.
Sözünü kıramayacağı en yakınından biri, ki birkaç ecnebi dil bilir, Atatürk’teki Fransızcanın bile pratik bakımdan çat patlığına
bakarak sorar:
“Siz hiç yabancı dil bilmediğiniz halde nasıl dahi oldunuz?”
Atatürk cevap verir:
120
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Yavrum, sen dâhiyi yabancı dil bilenlerde arıyorsan Beyrut’a
git. Oranın hamalları bile en az yedi yabancı dil bilir.” (33)
GİDEBİLDİĞİ YERE KADAR
1929’un o müthiş kışında “Memleket ne hâlde?” sualine cevabı gözleriyle görebilmek için karlar, buzlar içinde bin bir zorlukta Kırşehir’e varılabilmiştir. Şeh­rin kapısında vali, üzerinde frak,
başında silindir şapka Cumhurbaşkanı’nı karşılar. Gazi sorar:
“Vali efendi. Bu kıyafet neden icabetti?”
Vali, bir Bab-ı Âli alışkanlığı içinde. “Efendimiz... Yol ve
erkân...” diye söze başlayınca dayanamaz.
“Bu memleketin beklediği yol, şu karda-kışta üzerinden emniyetle geçile­bilecek yoldur.”
Ve kalmaz Kırşehir’de, Yozgat’a doğru devam eder. Yoluna,
Yozgat sınırında Vali Boran kamyonlarla yolu açmaya uğraşırken çıkıyor. Mustafa Kemal yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya’ya dönüyor.
“Her ile böyle yol-erkân bilen bir valin yok mu?”
Ve soruyor:
“Dilediğin zaman gidemediğin yere, nasıl vatanım diyebilirsin?” (34)
MENEMEN OLAYI
Şükrü Kaya’nın Özel Müdürü Nejat Soner anlatıyor:
“Bu olay bildiğiniz gibi 1930 yılının 23 Aralık’ında olmuştur.
Olayın ge­lişmesini biliyorsunuz. Bu önemli olay İstanbul’da bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya haber verilince Bakan durumdan derhal Atatürk’ü haberdar ediyor. Aldığı emir şu: ‘Sen ve
121
Duruş
Ordu Müfettişi Fahrettin Altay Paşa derhal buradan Me­nemen’e
gidiniz. Kolordu Kumandanı Muğlalı Mustafa Paşa’ya da derhal olay ye­rine gitmesini bildiriniz. Ben de şimdi Ankara’ya hareket ediyorum.”
İçişleri Ba­kanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa Menemen’e
gittikleri zaman kolordu ko­mutanının duruma el koyduğunu, suçluları yakalattığını ve divanı harp kur­duğunu görüyor. Yapılan
soruşturma neticesinde de olayda birkaç hainin rol oy­nadığı, halkın karışmadığı fakat olaya seyirci kalarak da tepki göstermediği an­laşılıyor. Muğlalı Mustafa Paşa divanı bu olayda 37 kişinin
idamına karar veriyor ve hükümler infaz ediliyor. İçişleri Bakanı
olayı bütün ayrıntıları ile gece Me­nemen’den Atatürk’e haber veriyor. Atatürk kendisine ‘Menemen’i yakınız,’ diye bir emir veriyor. Şükrü Kaya olayın basit bir mevzu olduğunda ısrar ediyor.
Atatürk cevabında kesin ve kararlı. Yine ‘İrticanın baş gösterdiği yer olan Menemen’i yakın,’ emrini tekrarlıyor. Şükrü Kaya,
‘Paşam, bana itimat buyurunuz, olayı en ince ayrıntılarına kadar
incelemiş bir sorumlu bakan sıfatı ile böyle bir hare­ketin lüzumuna kani değilim,’ diyor. Atatürk de “Peki öyleyse, nasıl isterseniz öyle hareket edin,” diyor.
Şükrü Kaya Ankara’ya döndükten sonra Atatürk’e bütün
olayları te­ferruatı ile anlatıyor ve “Paşam, ben Menemen’i yakma fikrinde neden ısrar ettiğinizi anlayamadım,” diyor. Atatürk
“Ben seni çok bilgili ve akıllı bir İçişle­ri Bakanı olarak tanıyorum. Menemen kasabasının ne berbat bir yer ol­duğunu tabii gördün. Böyle bir vesile ile oradaki yurttaşlarımızı daha iyi bir yere
nakleder ve burasını yakmakla da orada taştan bir anıt yükseltip
üze­rine de, ‘Cumhuriyet’in ilanından 7 sene sonra burada bir irtica hareketi baş göstermiş ve burası yakılarak irtica ezilmiştir,’ yazısını yazardık. Bunu da gelecek kuşaklar ibretle görür ve okurlardı. Ne yapayım ki istediğimi sen de anlamadın,” dedi. (35)
122
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN HASTA YATAĞINDA
CELAL BAYAR’I DİNLEMESİ
Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda hastalığı süresince kaldığı dönemde zamanın Başbakanı Celal Bayar, sık olmayan aralıklarla önemli konularda gelir, Atatürk’ü meclis ve hükümet çalışmaları konusunda bilgilendirirdi. Hastalığın oldukça ilerlediği günlerden birinde Celal Bayar ikinci beş yıllık planı arz etmek üzere Dolmabahçe’ye gelmiştir. Bayar, Atatürk’e özet dahi bile olsa
bilgi vermeden önemli konularda kamuoyuna açıklama yapmak
istemiyordur.
Celal Bayar
15 dakikalık brifing için müsaade alıp Atatürk’ün hasta yatağının baş ucuna gittiğinde durum değişir. Celal Bayar’ın açıklamaları karşısında Atatürk ilave sorular soruyor, çeşitli konularda
bilgiler alıyordur. Oysa doktorlara göre hasta Atatürk’ün yorulmaması, sürekli istirahat halinde olması isteniyordu.
Bu arada Dolmabahçe’de uzun bir süredir refakatçi olarak
kalan Afet İnan içeriye girer.
123
Duruş
Atatürk, “Ne için geldiğini anladım; memleket meseleleri
beni yormuyor, bilakis hayat buluyorum, otur da sen de dinle,”
der.
ANKARA VE İSTANBUL ŞEHİRLERİNDEN BİRİNİN
İSMİNİN “ATATÜRK” OLMASI HAKKINDA
Falih Rıfkı Atay anlatıyor:
Ankara ve İstanbul şehirlerinden birinin ismini “Atatürk” yapma hakkında kanun teklifi hazırlanmış, Atatürk’ün bilgisine sunulmuştu. Kanun teklifini okuduktan sonra Atatürk “Kendinizi
zora sokmayın, bir ismin tarihe mal olması için şehir adlarına sığınmaya gerek yok. Tarih zorlamayı değil, fikirleri daha çok benimser,” demiştir.
BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR
Ata, Kastamonu’yu ziyaret etmişti. Kışlaya da uğramıştı.
Koğuşları geziyordu. Her koğuşta birçok vecizeler vardı. Güzel
sözlerdi bunlar. Bir koğuşta büyük bir levha yazılmıştı:
“Bir Türk on düşmana bedeldir.”
Atatürk bunu görünce birdenbire durdu. Yüzü değişti. Gözleri
daldı. Sonra sert bir sesle “Hayır, hayır...” dedi. “Bir Türk dünyaya bedeldir.”
CUMHURİYET
Atatürk Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir
halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf
124
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle “Beni tanıdın
mı oğul?” dedi. “Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum
var, devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur
bir kere de siz söyleseniz.”
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle
geniş jestler yaparak ve yüksek sesle “Oğlunu almadılar mı?”
dedi. “Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte cumhuriyet böyle anlaşılacak.”
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd
(coşku) dolu bir sesle, “İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice,”
demişti.
ATATÜRK’TEN NAMUS SÖZÜ
Rauf Orbay, Atatürk’ün hiçbir müdahalesi olmadan başbakanlık
yaptığını anılarında şöyle anlatır:
“... Hemen bütün milletvekilleri yeni hükümetin benim tarafımdan kurulmasını ister bir tutum aldılar. Fakat ben hakkımda gösterilen bu sevgi ve güvene rağmen, o günkü koşullar altında bazı düşüncelerle yeni hükümeti kurmak sorumluluğunu üzerime almak istemiyordum. Bir iki gün böyle devam etti. Böylece
hükümet kurulamadı. Üçüncü gün akşamı, Mustafa Kemal Paşa
beni Meclis’teki odasına çağırdı, ‘Rauf kardeşim,’ dedi. ‘Niçin
çekimserlik gösteriyorsun? Görüyorsun ki meclis senin üzerinde
duruyor. Başka birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin nedeni ne?’
‘Söyleyeyim Paşam,’ dedim, ‘ben bu görevi kabul edersem
sen yine benim işime karışacaksın. Ben de buna tahammül edemeyeceğim ve çekilmek zorunda kalacağım. Oysa benim imanım bu orduların başında bu milleti senin kurtaracağın merke125
Duruş
zindedir. Bu yüzden seninle anlaşmazlığa düşmeyi kesinlikle kabul edemem.’
Mustafa Kemal Paşa, son derece içten bir tavırla ‘Kardeşim
ben namussuz muyum?’ deyince şaşırdım.
‘Ben böyle bir şey söylemedim.’
‘O halde sana namusumla söz veriyorum. Bakanlar Kurulu
Başkanlığı’nı kabul et. Hükümeti kur. Senin hiçbir işine karışmayacağım,’ dedi ve gerçekten verdiği sözü tuttu.” (36)
ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERİNDEN
ÇOK ÖNEMLİ BİR NOT
15 Aralık 1915’te Veliaht Vahdettin’le Almanya gezisi sırasında Karlsbad’a tedaviye gönderilen Mustafa Kemal, burada tuttuğu not defterine:
“Benim elime büyük salahiyet ve kudret geçerse, ben hayatı içtimâiyemizde arzu edilen inkılâbı bir anda yapacağım; ben
bazıları gibi, âlimlerin fikirlerinin yavaş yavaş benim düşündüğüm işler derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum. Böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar sene yüksek tahsil yaptıktan sonra, hayatımı ve vaktimi harcadıktan sonra avam
mertebesine ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar,” (37) yazması, devrimci karakterinin olmazsa olmaz özelliklerinden biri olsa gerektir.
ALİ FUAT CEBESOY’A AİT ANI
“Babam 1950’de emekli olmuş ve Niğde milletvekili seçilmişti. An­nemler henüz Ankara’ya gelmemişlerdi. Ben babamla bir126
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
likte Posta Caddesi’nde bir pansiyonda kalıyordum. Babam beni
sık sık Meclis’e götürür ve arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Bu arada
Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar gibi yazarları da tanımıştım.
Ali Fuat Cebesoy da milletvekiliydi. Onunla da birçok
karşılaşma­mız olmuştu. Bozüyük’ün kurtuluşunda Cebesoy ve
babam çok büyük hizmet verdiklerinden, o ilçenin kurtuluş gününe davet için özel olarak Bozüyük’ten heyet gelir ve birlikte
Bozüyük’ün kurtuluşu kutlamaları­na gider, gelirlerdi.
Ali Fuat Cebesoy, Ankara Palas’ta kalmaktaydı. Bazen oraya da gi­derdik. Yazdığı kitaplarla Ata’ya ve Kurtuluş Harbi’ne ait
pek çok bilgi aktarmıştı. Benim onları okuduğumu öğrenince çok
memnun olmuştu. Ayrıca hastalanıp Ankara Hastanesi’nde yatarken yine birçok defa ziya­retine gitmiştik. O zamanlar ben doktor olmuş ve genel cerrahi ihtisası­nı yapmaktaydım. Bu nedenle Sayın Cebesoy hekim olarak da benim gelmemi istemekteydi.
Babamla karşılıklı konuşmalarında pek çok kez, ‘Biz
Kurtuluş Savaşı’nı beş bekâr başlattık. Onlar da şunlar...’ derdi.
‘Mustafa Kemal Paşa, ben (Ali Fuat Cebesoy), Kâzım Karabekir
Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay.’
‘Eğer Atatürk başa geçmeseydi, hiçbirimiz bu işi götüremezdik. Çünkü hiçbirimiz diğerinin liderliğini, kumandanlığını kabul edecek karakterde kişiler değildik. Ancak Atatürk’ün üstün
kudret ve kuvveti, cesareti, mertliği ve dürüstlüğü hepimizi bir
araya getirmiş ve bir arada tutmuştur,’ demişti. (Bu beş bekârdan
Atatürk evlenip ayrılmış, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay hiç
evlenmemişlerdir.)
Ali Fuat Paşa’nın, Harp Okulu’nda tanışmalarından itibaren olan, Atatürk’e ait çok enteresan hatıraları, Sınıf Arkadaşım
Atatürk kita­bında vardır.
127
Duruş
Ali Fuat Cebesoy
Ali Fuat Cebesoy 1957 yılında hastalanıp Ankara
Hastanesi’nde yatarken, babamla beraber ziyaretine gittiğimiz
zaman anlattığı ve ki­taplarında olmayan şu açıklamayı kendisinden dinlemiştim. Onu, tari­hi önemi nedeniyle nakletmek isterim.
“Benim Moskova büyükelçisi olarak tayinim söylentileri dolaşırken bunu duymuş ve çok üzülmüştüm. Çünkü Batı Cephesi
Kumandanlığı yapmıştım. Moskova’ya niçin gidecekmişim diye
düşünüp, ‘Bunu Ata­türk’ün kendisine soracağım,’ dedim. Ve
Atatürk’ün yanına gittim. ‘Pa­şam, benim Moskova Sefirliği’ne
tayinim söylentileri var. Bu doğru mudur?’ dedim.
‘Fuat Paşa,’ dedi. ‘Biz seninle en eski arkadaşız. Senin neler yapa­bileceğini benim kadar kimse bilemez. Biliyorsun
Rusya’da çarlık yıkıldı ve komünist gruplar iktidara geldiler.
Bütün Avrupa ülkeleri bu olayların kendi ülkelerine yayılma­
sından korkmaktalar. Hele krallıkla idare edilen ülkeler çok büyük te­dirginlik içinde. Rusya ihtilalcileri de kendi komünist
görüşlerini bü­tün Avrupa’ya yaymak istiyorlar. Bu arada bizim
Anadolu’da başlattığı­mız kurtuluş hareketini de kendi amaç128
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ları doğrultusunda yönlendir­mek arzusundalar. Yapacakları siyasi ve iktisadi yardımlar için de bu doğrultuda bir eğilim görmek istiyorlar. Ayrıca biliyorsun Enver Rusya’da. Türkistan’da
bir devlet kurma hayali içinde. Ülkeyi bu hale getirdiği yetmiyormuş gibi vatanı ikinci bir maceraya sokmak istiyor. Orada
sen Anadolu’nun tek ve yetkili ki­şisi olacaksın. Ben her gün
meclisteyim. Her an batı cephesindeyim. Ama hiçbir zaman
Moskova’da olamam. Orada sen Ankara’nın hem gö­zü, hem
kulağı, hem eli olacaksın. Moskova’ya Batı Cephesi Kumanda­
nı’nın elçi olarak gitmesinin anlamı çok farklı olacaktır. Bu tayinde üzü­lecek değil, övünülecek bir taraf olduğunu bilmeni isterim,’ diye beni ikna etmişlerdi.”
Hakikaten Moskova, Anadolu’nun tek temsilcisi olarak Ali
Fuat Paşa’yı görmüş, Ali Fuat Paşa Moskova’da fevkalade başarılı çalışmalar yapmış, yapılan her türlü cephane ve silah yardımının artmasında etkili olmuştur. Daha sonraları Atatürk, bizzat Refik Koraltan’a bir komünist parti­si kurdurmuş, hatta kardeşi Makbule Hanım’ı bile bu partiye kayıt etti­rerek Rus komünist
idaresi istekleri doğrultusunda hareket ediyor gibi gö­rünmüş, fakat hiçbir zaman bu idare şekline sempati duymamıştır.”
Anlatan: Yurdakul Yurdakul
GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN İNÖNÜ’DEN
YANA TAVRINI KOYMASI
Başbakan Rauf Orbay ile Meclis 2. Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi
Paşa’yı ziyarete gelirler. Birkaç gün sonra, Lozan heyeti dönecektir. Rauf Bey, İsmet Paşa ile karşılaşmak istemiyordur.
Konuşmanın bir yerinde Rauf Orbay “Ben İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem. Onu karşılayamam. İzin verirseniz, geldiğinde Ankara’da bulunmamak için seçim bölgem Sivas’a gitmek
129
Duruş
istiyorum,” der. Aralarında kişisel bir sorun yoktur, görev için
tartışmışlardır. Barış imzalanmış, artık bu tartışmalar geride kalmıştır. Paşa, “Böyle hareket etmeniz için hiçbir neden yok,” der.
“Burada bulunmanız, İsmet Paşa’yı bir hükümet başkanına yaraşır surette kabul etmeniz, görevini başarıyla yerine getirdiği için
onu sözlü olarak da takdir ve tebrik etmeniz uygun olur.”
Rauf Bey direnir:
“Kendime hâkim değilim, yapamayacağım. İzin verin
Ankara’dan uzaklaşayım.”
Mustafa Kemal Paşa Rauf Bey’e bakar. Olup biteni unutacak, aşabilecek olgunlukta görünmüyordur.
“Başbakanlıktan ayrılmak şartıyla gidebilirsiniz.”
Bu şart hem Rauf Bey’i, hem Ali Fuat Paşa’yı şaşırtır. Bakışırlar. Beklemedikleri bir tavırdır bu. Ali Fuat Paşa
Harbiye’den arkadaş olmanın verdiği bir samimiyetle, “Senin
şimdi, aportların kimlerdir, bunu anlayabilir miyiz?” diye sorar.
Mustafa Kemal Paşa sakinlikle yanıt verir:
“Bak Ali Fuat Paşa, benim aportlarım yok. Memlekete ve
millete kimler hizmet eder, hizmet liyakat ve kudretini gösterirse aportlar onlardır.”
Nihayet, Rauf Bey başbakanlıktan istifa eder ve 4 Ağustos’ta
Ankara’dan ayrılır. 13 Ağustos 1923 günü de İsmet İnönü ve beraberindeki heyet Ankara’da olacaktır. Çok güzel bir karşılama
yapılır. Hemen hemen bütün Ankara, istasyondaki karşılama törenine katılmıştır. Başbakan Rauf Orbay, Lozan’a gidememenin,
Türk heyetine başkanlık edememenin üzüntüsünü hâlâ atamamış
gibidir. İsmet Paşa’nın başarılı müzakere yürütmesini belki de
kıskanıyordur. Böylesi nazik durumlarda Mustafa Kemal Paşa
tavrını çekinmeden ortaya koymasını bilmiştir.
130
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
MEMLEKETİNİZ HARAPTIR,
BUNUN İÇİN PARAYA İHTİYACINIZ OLACAKTIR
Lord Curzon, Lozan görüşmeleri esnasında bir akşam ABD temsilcisi Mr. Child ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyarete gelir. Lord
Curzon konferansın iyi gitmediğinden yakınır. Ayrılmadan önce,
tane tane şöyle der:
“Bir neticeye varacağız ama biz memnun ayrılmayacağız.
Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz.
Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne
reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır.
İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır.
Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var,
bir de yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para
alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç
sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”
George Curzon
131
Duruş
İsmet Paşa bu dehşet verici sözleri hiçbir zaman unutmayacaktır. Parasız Türkiye, Lord Curzonların önünde diz çökmeden
kalkınabilir mi, nasıl kalkınır? Mustafa Kemal Paşa da bunun çaresini arıyordur. Paris temsilciliğinin yardımı ile siyaset, siyasi
akımlar, ideolojiler, sistemler, ekonomi ile ilgili birçok kitap getirtmiştir. Kitapların bir bölümünü evde alıkoyar. Büyük bölümünü Fransızca bilen, bu konulara ilgi duyan arkadaşlarına dağıtır.
“Çabuk okuyun. Notlar alın. Sonra bilgilerimizi değiş tokuş
edelim.”
Yoksul, sermayesiz, uzmanı ve deneyimi az, talihsiz bir ülke,
sömürülme tuzağına düşmeden, nasıl kalkınabilir? Bunun bir
yolu var mıdır? Böyle bir yol yoksa ne yapacaklardır? Yana yana
bu soruların yanıtlarını aramaktadırlar. (38)
YURTSEVER İNSANLAR HALKÇI
BİR PARTİ KURULMASINI DESTEKLERLER
Mustafa Kemal Paşa üç gün arka arkaya bazı milletvekilleri,
meclis dışı uzmanlar ve yazarlarla toplanıp görüştü. Kimi sağcı,
kimi solcu, kimi batıcı, kimi doğucu, değişik görüşleri olan yurtsever insanlardı. Halkçı bir parti kurulması düşüncesini desteklediler. Mustafa Kemal Paşa kamuoyunu aydınlatmak için 6 Aralık
günü Hâkimiyet-i Milliye, Yeni Gün ve Öğüt gazetelerinin muhabirlerini davet ederek bir demeç verdi. Özetle dedi ki:
“Zaferimizi tamamlamak zorundayız. Askerlikçe galip gelmek yetmez. Memleketimiz hakkında olumsuz emeller besleyenlerin her türlü ümidini kırmak için siyaset, idare, ekonomi
bakımından da güçlü olmak zorundayız.
Ama bir programa dayanmayan çabalar yöneticilerin değişmesiyle söner gider. Program milletin gerçek ihtiyacını karşılamalı. Barışın imzalanmasından sonra, halkçılık esasına dayalı,
132
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Halk Fırkası (Partisi) adıyla siyasi bir parti kurmak niyetindeyim.
Başka memleketlerde kurulmuş bu gibi partilerin programlarını gözden geçirdim. Bunları memleketimizin ve milletimizin
gerçek ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlikte bulmadım. Biz neredeyse sıfırdayız. Bizim için bize uygun yöntemler, çözümler bulmak gerek. Bu nedenle, şimdiden, böyle bir partinin programını
hazırlamak üzere, bütün yurtseverlerin bilim ve fen adamlarımızın yardımına ve işbirliğine başvurmayı görev biliyorum. Bütün
milletten, bütün aydınlardan yardım ve destek göreceğimi ümit
ediyorum.” (39)
GEL BU İŞTEN VAZGEÇ! SALTANATI DA
HİLAFETİ DE ÜZERİNE AL!
Öğleden sonra kar beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, mest lastikli
bir milletvekili Mustafa Kemal Paşa’yı direksiyon binasında ziyarete geldi. Bugün meclis tatildi. Paşa güncel, basit, sıradan tartışmalara hiç katılmayan bu olgun din adamını severdi. Hiç beklemeden kabul etti. Saygıyla karşıladı, yer gösterdi.
Oturdular. Karşılıklı hal hatır sordular. Hoca konuya girdi:
“Güzel Paşam, sen bu millete Allah’ın bir lütfusun. Bugüne
kadar sen beni hoş tuttun, ben de seni başımız bildim. Bu güvene
dayanarak sana bir teklifte bulunmaya geldim.”
Mustafa Kemal Paşa merakla, “Buyrun” dedi.
“Anladığıma göre padişahlık gidiyor. Belki bir gün hilafet de
tarihe karışacak.”
Paşa gülümsemekle yetindi.
“Yüzlerce yıllık düzen değişecek; içeriden dışarıdan, bilir bilmez, birçok düşman kazanacaksın. Hayatın hep tehlikede
133
Duruş
olacak. Bunları halkın iyiliği için yapıyorsun ama bakalım halk
kadrini bilecek mi? Gel bu işten vazgeç. Kurban olduğum Allah,
sana yürü be kulum demiş. Saltanatı da, hilafeti de üzerine al.
Bugünkü kudretine, şanına, bunların kuvvet ve şerefini de ekle.
Tahtınla, devletinle, sarayınla, hareminle, hazinenle, keyfince
yaşa...”
Hoca derin bir soluk alarak sözünü tamamladı:
“Benim teklifim bu. Artık ötesini sen bilirsin.”
Mustafa Kemal Paşa duygulanmıştı. Öne doğru eğildi.
“Dediğiniz doğrudur. Bazı insanlar bilir bilmez bana düşman
kesilecek. Belki de hayatım sürekli tehlikede olacak.”
“Evet, evet!”
“Ama sevgili Hocam, milletin önüne düşen bir adam artık kendini, keyfini, cebini, çıkarını, rahatını, ailesini, geleceğini değil;
milletin ihtiyaçlarını, zamanın gereklerini temsil eder. Bu yüzden
tasvir ettiğiniz hayat, hoşuma gitse bile kabul edemem. Millet yolundan geri dönemem. Artık millet de buna izin vermez.”
Uzanıp sevgiyle hocanın elini tuttu:
“Ben bu görevi her türlü tehlikeyi göze alarak üstlenmiştim.
Benim için hayır dua ediniz.”
Hocanın gözleri doldu. Karşısında rahatı, güveni, saltanatı,
zevki, keyfi değil; halkının yararı için zoru seçen, öldürülmeyi,
iftiralara ve haksızlıklara uğramayı göze almış bir insan, adam
gibi bir adam vardı. Saygıyla kucakladı. (40)
ŞEYH SAİT İSYANINDA
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TUTUMU
İsyanın başlangıcıyla İsmet Paşa kabinesinin kurulması arasındaki devrede, üstünlük Şeyh Sait kuvvetlerindeydi. Bunlar adeta el134
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
lerini kollarını sallarcasına ilerliyorlar, önlerinde şehirlerin kapısı kolaylıkla açılıyordu. Kapısı açılmayan şehir Diyarbakır oldu
ve Diyarbakır Şeyh Sait’in tarihinin dönüm noktasını teşkil etti.
Asilerin ilk başarısındaki bir sebep, o bölgenin Şeyh Sait’in
manevi nüfuzu altında olmasıdır. Şeyh Sait dini kurtarmak üzere harekete geçtiğini dikkatle belirtiyor, fakat Müstakil Kürdistan
hakkında fazla bir şey söylemiyordu. İmam adına, şeriat adına
harp ediyorlardı. Memleketi Ankara’daki dinsizlerden kurtaracaklardı. Halifelik tekrar kurulacak, herkes dinine kavuşacaktı.
Bölgedeki halk, kökü ne olursa olsun din savaşında Şeyh
Sait’in arkasında, Türklüğe zarar vereceğini düşünmeksizin vaziyet aldı. Ama bu, Şeyh Sait’in hâkim bulunduğu bölgelerde
böyle cereyan etti. Buna mukabil Dersim ve Muş’un Kürt beyleri Şeyh Sait’in bu din kampanyasına fazla önem atfetmediler,
ona katılmadılar. Oysa bunlar, Kürtlük davası uğruna bir harekete katılmaya daha fazla hazır kimselerdi. Onlar kuvvetlerini Şeyh
Sait’in emrine vermediler.
Şeyh Sait niçin Kürtlük davasını bayrak yapmadı? Zira
Şeyhin, İstanbul’daki Seyit Abdülkadir ile temas halinde olduğu
ve hatta isyanı, ona haber vererek patlattığı bilinen bir gerçektir.
Temas, Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza tarafından kurulmuştur.
İsyan bastırılıp da suçlular ele geçirildiğinde ve Seyit
Abdülkadir Diyarbakır’daki İstiklâl Mahkemesi önünde yargılanmaya başlandığında bu husus bizzat kendisi tarafından ikrar
edilecektir.
Seyit Abdülkadir meşhur “Mr. Templen” ile de Müstakil
Kürdistan konusunda konuşmuş, fakat herhangi bir resmi makama bunu bildirmek hatırından dahi geçmemiştir.
Durum bu iken Şeyh Sait’in Müstakil (Bağımsız) Kürdistan
davasını açığa vurmaması ilgi çekicidir. Ama sonradan anlaşılmıştır ki bu, Diyarbakır’ın işgalinden sonra yapılacaktı. Kürtler
135
Duruş
tarafından ‘ülkeleri’nin tabii başkenti bilinen Diyarbakır düşünce Şeyh Sait müstakil devletin kuruluşunu ilan edecekti ve o zaman Dersim beyleri, Muş beyleri de ister istemez bu devlete katılacaklar, onu tanıyacaklar, kuvvetlerini onun emrine vereceklerdi. Fakat Diyarbakırlılar Şeyh Sait’i düş kırıklığına uğrattılar.
Diyarbakır önlerine gelindiğinde Şeyh Sait ve kurmaylarının
kararı, taarruzun 7 Mart günü, gece yarısından sonra başlamasıydı. Diyarbakır’ın dört ayrı kapısına birden hücum edilerek şehir
işgal olunacaktı. Bu arada Diyarbakır’a da haber uçurulmuş, buradaki Şeyh taraftarları, haberdar edilmiş, ne şekilde hareket edecekleri bildirilmişti.
Akşam karanlığından faydalanan asiler, Dicle’yi geçerek
Diyarbakır’ı çevreleyen surlara doğru ilerlemeye başladılar.
Sayıları iki bin kadardı.
Asiler önce Mardin, daha sonra Dağ kapısına yüklendiler.
“Sallallah” naralarıyla surlara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Fakat
şehrin savunmasını üzerine alan Mürsel Paşa, iyi bir asker olarak gerekli planı çok önceden hazırlamış ve bütün stratejik noktaları tutmuştu.
Halk sokağa bırakılmıyor, silah isteyenlerin talepleri her ihtimale karşı reddediliyordu. Savunmayı muntazam asker yapıyordu. İç kalenin üzerine toplar konulmuştu. Karanlık bir gece
olmasına rağmen topçular “kör atış”ı sabaha kadar kesmediler.
Asileri en çok yıldıran da bu oldu. O güne kadar top sesi duymamış olan ve top nedir bilmeyen isyancılar, ağzından ateş saçan
ve gök gürlemesine benzer sesler çıkaran bu silahtan çok korkmuşlardı.
Asiler, Şeyh Sait ve kurmayının hazırlamış oldukları plan gereğince şehrin dört yönden sarmışlardı. Fakat top ateşi ve surlar, onların daha fazla ilerlemelerini, umdukları gibi şehre kolayca girmelerini önlüyordu. Ayrıca, içerden de bekledikleri yardı136
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
mı görememişlerdi. Bu yüzden oldukları yerde çakılmış kalmış,
şaşkınlıkla gelecek emri bekliyorlardı. Nitekim sabaha karşı bu
emir geldi:
Şeyh Sait yenildiğini anlamış ve asilere en kısa zamanda geri
çekilme emrini vermişti. Güneş doğarken, Diyarbakır sokaklarından muntazam birlikler halinde geçen askerler, halkın coşkun
alkış sesleri arasında şu marşı söylüyorlardı.
Gök kubbenin altında
Atalarım yürüdü.
Al bayrağın altında
Türk Askeri büyüdü.
Gazi 1 Mart günü son derece sansasyonel birtakım hareketler yaptı. Kendisini tanıyanlar bunların altından önemli değişikliklerin çıkacağından emindiler. Zira Gazi hep, hayati anlarda bu
şekilde hareket etmiştir.
Gazi, Bakanlar Kurulu’nu kendi başkanlığında topladı.
Toplantıya Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı da davet etti.
Toplantı akşam başladı, geceye kadar devam etti. Çok eskiden beri, olaylara olağanüstü önem verdirmek isteyenler daima,
olağan olmayan saatleri böyle toplantılar için seçmişlerdir. Tabii,
Doğu’da bir “büyük isyan” patladığı bilinirken ve türlü dedikodular sürüp giderken Gazi’nin Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, buna Fevzi Paşa’nın katılması dilleri ağızlarda dolaştırdı
da dolaştırdı.
Üzerinde durulan bir ihtimal, kabinede yapılacak değişikliklerin konuşulduğu oldu. O dönemin önemli bir şahsiyeti, konunun bu olmadığını açıklamıştır. Gazi ile Başbakan “karşı ihtilal”i
bastıracak tedbirleri aralarında müzakere etmişlerdir ve Gazi son
137
Duruş
defa verdiği şansın, Fethi Bey’in işine yaramadığını görmüştür.
Gazi, çok eski arkadaşı Fethi Bey’e her zaman, sevgiyle karışık bir saygı duymuştur. Onun doğruluğundan, dürüstlüğünden,
Batılılığından, belirli sahalardaki kabiliyetinden hiçbir zaman
şüphe etmemiştir.
Ama Şeyh Sait isyanı sırasında Gazi’nin inancı, kafasındaki
ideal Başbakanın Fethi Bey değil, İsmet Paşa olduğuydu.
Gazi’nin istediği, bütün memlekete şamil sıkı tedbirlerin
alınması, ihtilalin yumruğunun “karşı ihtilal”in boğazına bastırılmasıydı. Buna mukabil Fethi Bey, isyan bölgesinde bunu yapmaya hazırdı, fakat “bütün memleket”te bunun yapılmasına bir
lüzum görmüyordu. Durum Gazi’nin sandığı kadar vahim değildi. “Karşı ihtilal” denilen hareket totaliter bir idarenin kurulmasını gerektirecek önemde olmaktan uzaktı. Muhalefete, ondan
daha tesirli İstanbul basınına müsamaha göstermek suretiyle de
Gazi’nin aklındaki devrimleri gerçekleştirmek ve yerleştirmek
kabildi. Devlet kuvvetliydi. İtirazlar sözde kalıyordu. Bunları barışçı metotlarla yenmek imkânı vardı. Hiçbir karşı hareket, söylendiği kadar vahim değildi. Fethi Bey, sert tedbirlere lüzum hissetmiyordu.
2 Mart günü gazeteler, o gün saat 10’da CHF grubunun genel
kurulunun toplanacağı haberiyle çıktılar. Toplantının bütün havasını, kullanılacak taktiği bizzat Gazi hazırladı. Milletvekilleri arasında kulis tamdı. Taraflar vaziyetlerini almışlardı. Fethi Bey de
kendi yakınlarıyla durumu müzakere etmişti. Fakat o cephe, sonuçtan fazla ümitli değildi. Zira “İsmet Paşa’nın radikalleri”nin
Gazi tarafından desteklendiği açıktı.
Fethi Bey kendisine hücumlar artıp da daha şiddetli davranması için tazyik edildiğinde ise açıkça alınan tedbirlerin kâfi olduğunu, bunlarla isyanı bastırabileceğini söyledi ve hiddetle şöyle dedi:
138
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Lüzumsuz şiddetlerle ben elimi kana boyamam.”
Bu söz, Fethi Bey’in, arzulanan başbakan olmadığını ispat
ediyordu.
İşte bu sıralardadır ki, Çankaya’da hazırlanmış bir mizansen
sahneye konuldu. Radikallerden biri çıktı ve dedi ki:
“Efendiler, bu fırkanın bir reisi vardır. Onu dinleyelim!”
Gazi Paşa, toplantıyı yukarıdan takip ediyordu. Başbakanlık
odasındaydı. Teklif alkışlarla kabul edildi. Evet, bu kadar önemli bir konuda Genel Başkanın düşüncesi öğrenilmeden bir karar
alınabilir miydi?
Yukarı çıkıldı ve grubun daveti Gazi’ye bildirildi. Gazi, yapacağı konuşmayı kafasında çoktan hazırlamıştı. Uzun, fakat çok
güzel konuştu. O da, radikaller gibi düşünüyordu. Bir “karşı ihtilal” hazırlığını seziyordu. Ancak şiddet kullanarak bunun üstesinden gelmek kabil olacaktı. İşte, o konuşmasında meşhur cümlesini sarf etti:
“Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. İnkılâbı, başlayan
tamamlayacaktır.”
Fethi (Okyar), grup toplantısını takiben istifasını verdi. Fethi
Bey’in başbakanlıktan istifasını, Anadolu Ajansı hemen o gece
resmi tebliğ halinde verdi. Gazi Paşa daha sonra İsmet Paşa’yı
çağırdı. İsmet Paşa başbakanlık için iki şart ortaya sürdü. Bir
defa, isyan bölgesinde bir kolorduyu sefer durumuna sokup harekete geçirecekti. İkincisi, bütün memleket için yetkili İstiklal
Mahkemeleri istiyordu. Gazi, bu şartların ikisini de kabul etti.
Gazi ve İsmet Paşalar binadan beraber ayrıldılar. Doğruca
Çankaya’ya çıktılar. Kapıda birikmiş olan ve soğuğa rağmen
bekleşen halk kendilerini hararetle alkışladı. İhtilalin iki lideri Çankaya’da hemen hemen sabaha kadar yeniden çalıştılar.
Hükümete alınacak bakanları konuştular, Meclis’te tatbik edilecek taktiği tespit ettiler.
139
Duruş
ANKARA’YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM
Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile
Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski
Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:
“Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim?” diye
sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:
“Neden?” suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir” gibi bir estetik nazariye de
ortaya attı. Atatürk:
“Şimdi dalkavukluğu bırakın” diye münakaşayı kapattı.
“Ankara’yı hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkânsızı imkân
haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem
bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak.” (41)
YENİ YAZI: DİLDE DEVRİM
Mustafa Kemal, 1928’de yeni bir mücadeleye baş koy­muştu.
Türk kültürü ve tarihinin kökenleri ortaya çıkarılma­lı, kültürel
devrim siyasal-ekonomik devrimleri pekiştir­meliydi. Kültürel
devrimler yeni Cumhuriyet’in felsefi alt­yapısının oluşturulmasına katkı sağlamalıydı. Ulus-devlet ancak ve ancak dilde, tarih
alanında ve kültürde yapılacak reformlarla yaratılabilirdi.
8 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe okundu. Daha önce belirtildiği gibi Latin rakamları 24 Mayıs 1928’de alındı. Mustafa
140
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Kemal Paşa, yeni Türk harflerini ise ilk olarak CHF’nin 8 Ağustos
1928 tarihinde İstanbul’da organize ettiği bir top­lantı vesilesiyle kamuoyuna duyurdu. Ancak meselenin evveliyatı vardı. 27
Haziran 1928’de harflerin Latinceleştirilmesi yolunda bir ilim
heyeti kurulmuştu. Bir gün sonra millet mekteplerinin açılması
için halk dershaneleri ve konferansları yönetmeliği yayınlandı.
17 Temmuz’da Baş­bakan İsmet İnönü, Din Encümeni ve Latin
Harfleri Ko­misyonu toplantısında hazır bulundu. Ancak Atatürk
ve İnönü, yeni harflere geçiş konusunda farklı düşüncelere sahiptiler. Her iki önder de Latin harfleri hususunda te­melde aynı görüşleri paylaşıyorlardı ama İsmet Paşa bu harflere intibak edilebilme açısından 7 yıllık bir geçiş döne­mi öngörüyordu. Mustafa
Kemal ise daha aceleciydi. Ona göre 6 ay yeterliydi.
8 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu Halk Gazinosu’nda
yeni harfleri kamuoyuna duyuran Mustafa Kemal Paşa, bu harflerin halk tarafından en kısa zamanda öğre­nilmesini isteyerek,
“Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmeli­dir. Yeni Türk harflerini
her vatandaşa, kadına, erkeğe, ha­mala, sandalcıya öğretiniz. Bu
vazifeyi yaparken düşünü­nüz ki, bir milletin yüzde 10’u, yüzde 20’si okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse, bu ayıptır,” dedi.
Atatürk, Dil Devrimi’nin halka benimsetilmesi aşama­sında
başöğretmenliğe soyunmuştu. O, bir kez daha hal­kının başında aydınlık ufuklar yolunu açma sevdasındaydı. 23 Ağustos’ta
Tekirdağ’da yeni harfleri halka tanıttı, 25 Ağustos’ta IV.
Muallimler Birliği Kongresi’ne katılan öğretmenler yeni alfabeyi
halka aşılayacaklarına yemin etti­ler. 13 Eylül’de Malatya’ya doğru yola çıkan İsmet İnönü, şehre bir öğretmen sıfatıyla gittiğini
kaydetti. 16 Eylül’de Maarif Vekâleti’nde Bakanlık müsteşarları
konuyu enine boyuna tartıştılar. 29 Eylül’de yeni devrimin halka
benimsetilmesinin kolaylaştırılması gayesiyle Cumhurbaşkanlı­ğı
141
Duruş
Orkestrası Şefi Osman Üngör bir “Yeni Harfler Marşı” besteledi. 8-25 Ekim tarihlerinde memurlar, yeni harfler­den sınava alındılar.
1 Kasım 1928, TBMM’nin yıllık toplantısının açılış gü­
nüydü. Şartlar olgunlaşmış, son sözü söyleme anı gelmiş­ti. Aynı
gün yapılan görüşmelerde yeni harfler itirazsız kabul olundu.
Yasa 3 Kasım 1928’de yayımlanarak yürür­lüğe girdi. Bu tarihten itibaren tüm devlet dairelerinde ve kurumlarında, bütün şirket, dernek ve özel kuruluşlarda Türk harfleriyle yazılan evrakların kabulü ve işleme ko­nulması mecburi kılındı. Türk harflerinin devletin resmi işlerinde tatbik tarihi için en son 1 Ocak 1929
tarihi belir­lendi. Bazı işlemler istisnai olarak en son Haziran başına dek eski harflerle yürütülebilecekti. 1 Aralık 1928’den son­
ra kitap hariç tüm yayınlar yeni Türkçe ile basılacaktı. Ki­taplar
da 1 Ocak 1929’dan sonra hep yeni harflerle yayımlanabilecekti.
Kamu kuruluşlarının elindeki Arapça yayın­lar 1 Haziran 1930’a
dek kullanılabilecekti. Tüm okullarda Türkçe eğitim yeni harflerle sürdürülecekti.
Dil Devrimi’ni bazı diğer düzenlemeler izledi. 9 Nisan
1929’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, 24 Nisan’da İcra
ve İflas Kanunu, 15 Mayıs’ta Deniz Ticaret Hukuku kabul edildi.
3 Nisan 1930 tarihinde ise kadının özgürleşmesi ve kadın-erkek
eşitliğinin kapsamının genişletilmesi yo­lunda çok önemli adımlar atıldı. Bu tarihte Türk kadınla­rına seçme ve seçilme serbestliği tanıyan yasa çıkarıldı. 3 yıl sonra Türk kadınına muhtar, köy
ihtiyar heyetlerine seçil­me hakkı verildi. 8 Şubat 1935 milletvekili seçimlerine, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimleri sayesinde, ilk kez kadın adaylar da katıldı. Atatürk önderliğindeki
CHP bir ilki gerçekleştirerek 18 kadını meclise taşıdı. (42)
142
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN KARARLILIĞI
Düşünün ki, Harf Devrimi’nin gerçekleştirildiği 1928’de
Cumhuriyet henüz 5 yaşındadır. İnanılmaz ağırlıktaki sorunlarla yüklüdür gündem. Bütün bunların arasında Atatürk “Alfabe
Komisyonu”nu kurdurmuştu. Kurulun üyeleri şu isimlerden oluşuyordu: Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat
Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı
Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu.
Mustafa Kemal, yeni alfabeyi İbrahim Necmi Dilmen’le çalışmış, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü’ye yeni
harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu’nda
düzenlenen bir toplantıda Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu:
“Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni
Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve
anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte
bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.”
Demek ki bir insanın hem vizyonu, hem de bu vizyonu gerçekleştirecek kararlılığı ve cesareti varsa her şeyi yapabilir.
ATA’NIN YENİ TÜRK HARFLERİ
HAKKINDAKİ TİTİZLİĞİ
YUNUS NADİ (1929)
Çok sevdiğim meslek arkadaşım merhum telsiz telg­rafçı Nutku,
1926 yılından 1946 yılına kadar Ertuğrul ve Savarona yatlarında telsiz memurluğu yapmıştı. Atatürk hakkında şu hatırayı bana
anlatmıştır:
143
Duruş
“1929 senesinin Eylül ayında bir gün akşamüzeri sa­at sekizde beni derhal Dolmabahçe önlerinde demirli bu­lunan Ertuğrul
yatına vazifem başına davet ettiler. Yata gittiğim vakit iskele başında o zamanki Seyrisefain Müdürü Sadullah Bey’e tesadüf ettim.
“Aman çok şükür yetişebildin,” dedi, “bir saate kadar
Zonguldak’a hareket ediyoruz!”
Hakikaten bir saat sonra da Atatürk, maiyetiyle yata geldiler ve hareket ettik. Gece saat 24 raddelerinde Şile açıklarında batıdan oldukça sert bir fırtınaya tesadüf ettik. Bu sıralarda
geri dönmemiz için Atatürk’ten verilecek em­re her an intizar etmekte iken, telsiz kamarasının açık bulunan kapısı önünde yanlarında Recep Zühdü, Cevat Abbas, Nuri Conker ve o zamanki
Başyaverleri Nasuhi Beylere Atatürk’ün şunları söylediğini hayretle işittim:
“Maşallah havamız pek güzel. Oh, oh eğer bu hava böyle devam ederse Sinop’a gideriz.”
Oldukça sert bir fırtına ile yolumuza devam ettik. Ge­ce saat
üçten sonra Atatürk’e ait telsizler gelmeye başladı. O zamanlar
yeni Türkçe harfleri ile telsiz almaya ve yaz­maya yeni başlamıştık. Bu şekilde aldığım telgraflar o ka­dar çoktu ki, onları temize çekmek üzere eski harflerle yaz­mıştım. Kamarada bulunan
Nasuhi Bey, mani olmama imkân bırakmadan alıp Atatürk’e götürmez mi! Aradan birkaç da­kika geçmeden Gazi Paşa’nın beni
çağırdığını söyledi­ler. Atatürk, yatın çok sevdiği kıç tarafında arkadaşları ile beraber oturuyordu. Beni görünce Sadullah Bey’e
“Buna,” dedi, “çok ağır ceza vermek lazım. Çünkü ba­na Arap
harfleriyle telgraf göndermiş. Acaba ellerini kol­larını bağlayıp
denize mi attırsak?”
Korkudan kaçan rengim ve gayri tabii halim karşısın­da da
şunları ilave etti:
144
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Ben Arap harflerini ortadan yok etmeye ve yeni Türk harfleri inkılâbını yapmaya uğraşırken sen benim elime Arap harfleri
ile yazılı bir telsiz vermeye nasıl cesaret ediyorsun?”
Bereket o sırada yanlarında bulunan yaver Nasuhi Bey
“Paşam, telsiz memurunun bunda kabahati yok, ben acele ile size
yetiştirebilmek için müsveddeleri getirmişim!” deyince, yüreğim
biraz rahatladı. Büyük insan bu söz üzerine o manidar tebessümü
ile bana şunları söyledi:
“Ben telgrafçıları çok sever, çok takdir ederim. Siz­ler İstiklâl
Harbi’nde vatana çok büyük hizmetler yaptınız. Telgrafçıların
böyle hareketleri beni müteessir eder. Bir da­ha tekerrür etmesin.”
Orada bulunan kamarota bana bir limonata vermesini emrederek iltifat etti. Hayatımda Ata’nın bu sözleri daima kulağımda
bir küpe olarak kaldı.
HOCA EFENDİ, BU HARFLERİN ŞEDDESİ,
MADDESİ YOK!
Atatürk bir yurt gezisi sırasında Tekirdağ’da sokağa çıkmış, canı
kadar sevdiği halkın arasında yürüyordu. Eczacı Ekrem Bey’in
eczanesi önüne geldiğinde durmuştu. Gözü birine takılmıştı, bu
sarıklı cüppeli Eski Cami İmamı Mevlana Mustafa Özeren’di.
“Hoca efendi... Hoca efendi...”
Eski Cami imamı hemen koşmuş, Gazi’nin yanına sokulmuştu. Birlikte merkez eczanesine girilmiş, bir masanın etrafına geçilmişti.
“Hoca Efendi! Yaz bakalım Vettini Vezzeytuni ve Turi Sinin
ve Hazel-beledil emin...”
Hoca efendi, tabi Arap harfleri ile itina ederek Kuran’dan bu
ayeti yazmıştı. Mustafa Kemal Paşa gözlerini hocanın gözlerine
145
Duruş
dikerek “Hocam ben bu yazdıklarını ‘valtin vaiziton’ okuyorum,
ne dersin?” demiş. Eski Cami imamı da “Efendim bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var. Bakınız bunları koyduğumuz zaman aslı gibi okunur,” diye cevap vermişti. Gazi, Arap
harfleri ile ayeti etrafındakilere okutmuş her biri başka türlü bir
şey söylemişti. Bunun üzerine Gazi kalemi hocanın elinden alıp
aynı ayeti yeni harflerle yazmış ve demişti ki:
“Görüyorsun Hoca Efendi, bu harflerin şeddesi maddesi yok.
Hem bak bu harflerle ne kadar kolay ve yanlışsız okunuyor. Biz
işte bunu düşünerek ve batı eserlerini de kolayca öğrenebilmek
için, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin
harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?”
“Çok güzel efendim, çok güzel diyecek bir şey yok, Allah
muvaffak etsin...”
Gazi ayrılırken gene Eski Cami imamına “Sizden Türk yazısını öğrenmenizi isterim,” demişti. İnkılâplara inanmış olan
bu ihtiyar din adamı birkaç ay zarfında bu harfleri öğrenecek,
Gazi’nin kendisine hediye ettiği el yazısının bulunduğu küçük
kâğıdı hayatının en kıymetli hatırası olarak saklayacaktı. (43)
İSTANBUL HALKI VE YENİ TÜRK HARFLERİ
(16 Eylül 1928)
İstanbul Belediye Başkanı’na demeç
Sayın Bay,
İstanbul’da geçirdiğim günler içinde sayın halkım, yü­ce kişiliğinizin ve asker makamların göstermiş oldukları sevgi ve konukseverlikten pek çok duygulandım; sağ olun. Büyük ulusumuzun bir kat daha gelişmesini ve yücelmesi­ni sağlayacak olan yazı
devriminin fiilen başlaması, bura­da oturduğum zamana rastladı.
Bu benim için değerli bir anıdır. Yeni yazımızı öğrenmek ve öğ146
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
retmek için sayın hal­kın, resmi ve özel çeşitli makam, kurum ve
derneklerin göstermiş oldukları can atış, istek ve çabaya yakından ta­nık oldum.
Bu teşekküre değer çalışmaların mutlu yemişlerini da­ha şimdiden övünçle görüyorum. Bu konuda İstanbul ba­sınının ve düşün dünyasının değerli yardımını teşekkürle anarım. Bu pek yerinde ve bilinçli çalışmanın yakın zaman­da tam bir başarı ile sonuçlandığını göreceğimize kuşku yoktur. Güzel İstanbul’un sayın halkına, sevgili hemşehri­lerime mutluluklar dilerim.
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III)
ATATÜRK’ÜN LATİN HARFLERİNE VERDİĞİ ÖNEM
Dil devriminin yaygınlaştığı aylardır. Atatürk konu üzerinde titizlikle durur; her gittiği yerde yeni Türkçe okuma yazmanın ne
derece öğrenilip öğrenilmediğini çevresine soruyor, konuyu çok
önemsediğini hissettiriyordur. İstanbul Florya’da dinleniyorken,
İstanbul valisi Muhittin Üstündağ akademik konulardan söz açıldığı bir sırada Osman Ergin adlı birinin ‘tarım’ konusunda çok
ciddi bir çalışması olduğundan bahseder. İzni olursa kendisini
çağırıp takdim edebileceğini söyler.
Atatürk uygun görür. Osman Ergin Büyükada’da oturuyordur. Motor gönderilip aldırılır. Tarım konusunda hazırladığı makaleyi Atatürk’ün huzurunda okumaya başlar. Orada hazır bulunanlar ve Atatürk anlatılanı takdir ve gıpta ile dinliyorlardır.
Makale okunması bitince Atatürk “Okuduğun makalenin müsveddelerini verir misin?” der. Müsvedde Arap harfleriyle yazılmıştır.
Atatürk, “Benim bu ülkede harf devrimi yaptığımı bilmiyor
musun?” der. Osman Ergin beyninden vurulmuşa döner. Masa
başındakilerden çıt çıkmaz. Birisi, Osman Bey’in dışarı çıkması147
Duruş
nı işaret eder. O da dışarıya çıkar, iskeleye, geldiği motora doğru
ilerler, bu arada Atatürk’ün yaveri gelip, gitmemesini, Atatürk’ün
kendisini uğurlamaya geleceğini söyler.
Atatürk gelir. Gönül alıcı sözler söyler. “Gelinim sana söylüyorum kızım sen anla misali,” der. “Asıl içerdeki zevatı bu konuda uyarmak istedim. Bu konuda biraz doluyum. Senin kişiliğine karşı istenmeyerek yapılmıştır, hoş görmeni beklerim,” der.
Sevgiyle uğurlar.
BURASI VATAN TOPRAĞIDIR,
KADERİNE TERK EDEMEYİZ!
Ziraat mühendisi Tahsin Coşar, genç yaşında Atatürk’ün konakladığı Çankaya Bağ Evi bahçesinin sorumlusudur. Gazi Mustafa
Kemal, sivrisineklerin eksik olmadığı, kimi yerleri bataklık ve
sazlık olan Ankara’daki bugünkü Atatürk Orman Çiftliği bölgesine bu genç ziraatçiyi de beraberinde götürür. Bölgeye girildiğinde Gazi, “Tahsin burayı ağaçlandıracağız, çiftlik yapacağız,”
der. Tahsin Coşar’ın ilk yanıtı olumsuzdur. “Paşam burada hiçbir şey yetiştiremeyiz, uğraşmayalım,” der. Bunun üzerine Gazi
“Diğer bildiğin ziraatçilerle iyi bir inceleme yapıp bana rapor
hazırlayın,” der. Rapor hazırlanır. Ama sonuç yine olumsuzdur.
Diğer ziraatçiler de orada herhangi bir şeyin yetiştirilemeyeceği
kanaatindedirler. Oysa Atatürk kararlıdır. Olumsuz raporun altına kendi kalemiyle şu veciz sözleri yazar: “Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edemeyiz.”
Bu kez Atatürk ferdi olarak çaba göstermeye başlar. Sorar,
soruşturur. Bir müddet sonra sofrasında bulunanlardan, sevdiği
arkadaşlarından biri olan Nebizade, “Paşam senden başka bir tek
kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki, sen nasıl anladın burada orman olacağını?” der. Gazi anlatır: “Tahsin Coşar’ın
148
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
burada bir şey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle
Çankaya’dan kaçtım, buradaki köylülere geldim. Köylüler beni
tanımadılar. Köylülere, ‘ağalar,’ dedim, ‘burada ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz?’ ‘Al,’
dediler, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. ‘Kaz orayı iki gün sonra gel, biz sana ne olacağını söyleriz,’ dediler. Ah o
iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir, bir de ben. İki gün
sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana ‘Ağa testide su kalmamış, toprak su
emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burada ne ekersen biçersin.’ Ve Tahsin Coşar’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış, epey de ilerlemiştim,’ diyecektir. Olumsuz tavrına karşılık Çankaya konutunun bahçe sorumlusu Tahsin Coşar’ı da buraya sorumlu tayin ederek bugünkü
Atatürk Orman Çiftliği’nin temelini atacaktır.
ATATÜRK’ÜN YURT DIŞINA GÖNDERDİĞİ İLK
ÖĞRENCİLERDEN MAHMUT SADİ ANLATIYOR
Mahmut Sadi şöyle anlatır:
“Yıl 1923. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. ‘Allah Allah’ diyorum, ‘ülke yıkık dökük, yıl 1923,
Avrupa’ya talebe!’ Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk “Berlin Üniversitesi’ne gitsin!” diye yazmış.
Zaman geldi. Sirkeci Garı’ndayım ama kafam öyle karışık
ki; gitsem mi kalsam mı, orda beni unuturlar mı? Para yollarlar
mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim,
döndüm. O sırada bir görevli ismimi çağırdı, “Mahmut Sadi,
Mahmut Sadi, bir telgrafın var.”
149
Duruş
Mahmut Sadi Irmak
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz.”
“Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne
düşünebileceğini hesap edebilen bir lider nerede görülmüş, dünyanın hangi ülkesine nasip olmuş?”
Mahmut Sadi devam ediyor:
“Gel de şimdi gitme, git de orada çalışma, dön de bu ülke için
canını verme.”
KÜTAHYA LİSESİ’NDE
ÖĞRETMENLERE HİTABEN KONUŞMA
Gazi Mustafa Kemal 24 Mart 1923’te Kütahya Lisesi’nde öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verir:
“... Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek
mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın
hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir,
150
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir
diğerinden üstündür? Şüphesiz, böyle bir tercih yapılamaz! Bu
iki ordunun ikisi de hayatidir.
Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim
ki, sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten
bir orduya mensupsunuz.”
ATATÜRK GÜLHANE PARKINDA
BAŞÖĞRETMEN OLARAK KONUŞUYOR
Gazi Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul Gülhane
Parkı’ndaki kapalı mekânda başöğretmen sorumluluğu ile yeni
alfabe hakkında bir konuşma yapmış ve şu ifadeleri kullanmıştır:
“Arkadaşlar!
Bizim kıvrak ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan, aslında iyi anlaşılmayan, bizim de anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Yeni
Türk harflerini çabucak öğrenmelidir. Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik, ulusseverlik ödevi biliniz. Düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde
onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez durumdadır, bundan insan olanlar utanmalıdır. Bu ulus utanmak için yaratılmış bir ulus değildir!” (44)
MAHMUT ESAT BOZKURT,
“ATATÜRK İHTİLALİ” ADLI KİTABINDA ANLATIYOR
“... Fes giymek bir mesele değildir. Fakat mesele fese bir kutsallık veren, onu çıkarıp atmayı mukaddesata hakaret sayan zihni151
Duruş
yettedir. Şapka giymek, işte böyle sakat bir zihniyeti yerlere, çamurlara çalmak için gerekliydi ve gereklidir.
Mahmut Esat Bozkurt
Şapka giymekle, ilerlemelere mani olan bu kara engel söküldü, yıkıldı, yerin dibine geçirildi. Büyük yürüyüş yolları açıldı. Atatürk’e bir gün bu husustaki fikrini sormuşlardı. O sırada
Musul işi aleyhimizde sonuçlandığı için rahmetli hayli sıkıntılı
idi. Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum:
‘Şapka giymek bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür.’ Atatürk hafifçe gülümsediler ve başlarını birkaç defa eğerek
beni onayladılar.” (45)
ATATÜRK, EĞİTİM
ALANINDA YENİLEŞMENİN ÖNDERİDİR
Atatürk büyük bir asker, büyük bir devlet adamı ve diplomat olduğu kadar, eğitim alanında da milletimizin çağ değiştirmesini,
atılım yapmasını sağlayan büyük bir önderdir. Atatürk’ün milli
eğitim konusunda gösterdiği ilgi ve bu konuda ileri sürdüğü gö152
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
rüşler incelendiği zaman, bu konuya adeta bir eğitim düşünürü
gibi eğildiği, konunun bütün yönleriyle çok yakından ilgilendiği,
çevresine milli eğitimin önemini anlatmak için her fırsatı değerlendirdiği, milli eğitimde göz önünde tutulması gereken amaç ve
ilkeleri açıklığa kavuşturduğu görülür.
Atatürk eğitim alanında yenileşmenin önderidir. Atatürk’e
yıllar sonra “Cumhurbaşkanı olmasa idiniz ne olmak isterdiniz?”
sorusuna, “Milli Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim,” diye cevap vermesi, eğitimi millet hayatında ne
kadar önemli etken olarak gördüğünün işaretidir. (46)
RAHATSIZ ETMEK İSTEMEDİM
Gazi Mustafa Kemal Büyük Taarruz’dan sonra İzmir’den trenle Ankara’ya döner. Trende çok sayıda subay ve asker de vardır. Mustafa Kemal Paşa kendisine ayrılan bir kompartımanda
kalıyordur. Tren Ankara’ya varmadan bir istasyon önce Ankara
Valisi karşılamaya gelmiştir. Sabahın ilk saatleridir. Vali, Mustafa
Kemal Paşa’nın kaldığı kompartımanı öğrenir. Kapısını tıklatır.
“Paşam müsaitseniz girebilir miyim?” der. Mustafa Kemal Paşa
da “buyurun, giyiniğim,” der. Vali, Atatürk’ü yorgun ve uykusuz
görür. “Paşam herhalde uyuyamadınız,” der. Atatürk de şu cevabı verir:
“Yastık yoktu. Yeteri kadar battaniye de koymamışlardı.
Kolumu yastık yaptım ağrıdı. Ceketimi katladım başımın altına
koydum o zaman da üşüdüm. Derken zaman geçti, uyuyamadım.
Kalktım oturdum.”
“Peki, efendim neden birini çağırıp da yastık, battaniye istemediniz?”
“Herkes de en az benim kadar yorgun ve uykusuzdu. Kimseyi
rahatsız etmek istemedim.”
Anlatan: Fatih Rıfkı Atay
153
Duruş
BU BİLET İMTİYAZINI HİÇ BEĞENMEDİM
Atatürk yaz aylarından birinde Florya’da denize girdikten sonra yanında birkaç milletvekili olduğu halde bir akşamüzeri Dolmabahçe’ye dönüyordur. Arabalar Yeşilyurt’tan geçerken
Atatürk istasyonda bir trenin durup yolcu beklediğini görür. Ani
bir kararla arabadan inip trenle Sirkeci’ye kadar gitmek ister. Bir
vagona biner. Onu takip eden milletvekilleri de trene binmişlerdir. Kondüktör gelir. Atatürk’ten bilet sormadığı gibi yanındaki
hiç kimseden de bilet sormaz. Atatürk kondüktöre çıkışır:
“Niye bilet sormuyorsun? Bunlar biletsiz mi gidecekler?”
Milletvekillerinden biri söze karışır.
“Paşam biz biletsiz seyahat ediyoruz. Milletvekiliyiz,” der.
Bunun üzerine Atatürk bozulur. Uygulamanın yanlış olduğunu söyler. “Bu imtiyazı hiç beğenmedim. Çok ayıp bir şey! Biz
Halkçılık diyoruz. Kendimiz uymuyoruz. Bu böyle olmaz,” der.
Anlatan: Kılıç Ali
ÜÇ İNEK HASRETİ
Korkunç bir kış günü... Atatürk sabaha karşı şu emri verdi:
“Bu kış kıyamette memleketin ne halde olduğunu görmek isterim. Otomo­bille gezmeye çıkacağız.”
Bugüne göre zaten yetersiz, bakımsız olan yollar kapalıydı;
buna rağmen Kırşehir’e doğru hareket edildi. Öndeki askeri vasıta dahi karlara saplanıyordu. Ata’nın arabası zaman zaman kendisi de inerek çekiliyordu. Bir tepe aşılıyordu ki, tek başına bir
köylünün gocuğu içinde telaşlı telaşlı koşuştuğu görüldü, çağırttı, sordu:
“Bu havada dağ başında ne arıyorsun?”
“İneğim kayboldu Paşam.”
154
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Seni kurtlar yer bu havada”
“İneğimi yedilerse ko beni de yesinler...”
“İneğin kaç lira kıymetindeydi?”
“Eh, elli altmış kâğıt ederdi?”
Gazi yaverine emretti:
“Bu vatandaşa yüz lira verin, bir otomobile de alın...”
Köylü karşı çıktı:
“Sana rastlamak benim talihimdir. Ama yine de kendi ineğimi ararım. Ver­diğin yüz lira ile iki inek alacağım, benimkini de
bulursam eder üç. Bu benim düşümdü. Sana rastlayan bahtlı adamın üç ineği olması çok mu?”
Yollarına devam ederken yanımdaki İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya’ya döndü.
“Üç ineği, donma karşılığı düş edinmiş bir milletin, otomobil
içindeki dâhiliye vekili... Merhaba, keyfiniz nasıl?” (47)
ATATÜRK’ÜN İNSANA VERDİĞİ DEĞER
O insana değer veren biriydi. Empati yapmayı, kendisini karşısındakinin yerine koyup düşünmeyi, ona göre karar vermeyi tercih ederdi. Hikâyemiz özetle şöyle:
Tevfik Efendi, Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün
1921’den önceki sahibidir. Demiryolu’ndan emekli olmuş, 67
yaşlarında, yalnız yaşayan bir ihtiyardır. O yıllarda Mustafa
Kemal Paşa, Ankara Tren İstasyonu’nda taş kaplamalı binalardan birinde kalıyordur. Makam odası, evi orası. Gara giren çıkan
çok olduğundan emniyetini sağlamak da kolay değildir. Çerkez
Ethem ve kardeşlerinin başkaldırdığı, söz dinlemedikleri, uluorta
herkese tehdit savurdukları o günlerde, Meclis Başkanı Mustafa
155
Duruş
Kemal Paşa’ya emniyetle kalabileceği bir yer düşünülür. Konu
ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ilgilenir.
Çankaya’da bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün bulunduğu Tevfik Efendi’nin bağ evi bölgesi uygun görülür. Mustafa
Kemal Paşa da onaylar. Ancak Tevfik Efendi “Ben evimden çıkmam. Mustafa Kemal Paşa’ya bula bula benim bağ evini mi buldunuz? Benim satacak ne bağım, ne de evim var,” der. Konu tıkanma noktasına gelince Gazi’ye bir akşam yemeğinde anlatılır.
O olup biteni olağan karşılar. “Bir de gidip ben konuşayım,” der.
Tevfik Efendi’nin yanına gider. Beraberinde kahve de götürür. Emir erleri kahve yapıp Mustafa Kemal Paşa ve Tevfik
Efendi’ye sunarlarken, sohbet çok tatlı bir havaya bürünmüştür.
Erken vefat eden hanım, hayırsız çıkan evlatlar, demiryollarında
geçen onca yıl konuşulur.
Sohbetin bir yerinde Mustafa Kemal Paşa konuyu açar.
“Şahsım için istemiyorum. Devlet için böyle bir yere ihtiyaç var.
Bugün ben, yarın başkası. Burayı münasip görmüşler, zorluk çıkarmasan iyi olur. Seni mağdur etmeyiz,” gibi ifadeler kullanır.
Tevfik Efendi de içini döker. “Bana bunları sizin gibi tatlı dille
anlatmadılar. Ama iyi oldu, sizi yakından tanıdım. Bundan sonra
uygun göreceğiniz yeni evime de kahve içmeye bekleyeceğim,”
der. Mesele hallolmuştur.
HEDİYE VERİLEN ÜÇ İNEK
Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da çiftlikte atla dolaşırken yaşlı bir
köylü kadına rastlar. Yaveri de yanındadır. Atından iner, yaşlı kadınla sohbete koyulur.
“Merhaba Nine, nereden gelip nereye gidiyorsun?”
“Neden sordun ki? Buraların sahibi sen misin? Yoksa bekçisi mi?”
156
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Atatürk gülümser.
“Ne sahibi, ne de bekçisiyim Nine. Bu topraklar milletin
malı. Buralara nereden geldiğini söylemeyecek misin?”
“Tabii söyleyeceğim. Ben Sincan’ın köylüklerindenim.
Muhtardan çok istedimdi. Beni trene bindirdi, gönderdi. Kodum
Ankara’ya geldim.”
“Niye Ankara’ya gelmek istedin?”
“Gazi Paşa’yı görmek için. Ölmeden göreyim, gözüm açık
gitmesin istiyordum. Memleketi gâvurdan kurtaran Gazi’yi çok
merak ediyordum. Yolu neyi bilemediğimden buralarda dolaşır
oldum.”
“Senin Gazi Paşa’dan başka isteğin yok mu?”
“Tövbe de Bey! Daha ne isteyebilirim ki? O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı; onun bunun elinden
o bizi kurtardı. Ona ‘sağ olasın Paşam,’ demek, yüzünü görmek
için düştüydüm yola. Sen efendi bir adama benziyorsun. Paşayı
bulabileceğim yeri bir deyiver bana?”
Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu. Çok duygulandığı her
halinden belliydi. Yavere dönerek “Görüyorsun,” dedi. “İşte bu
bizim insanımız. Benim vefalı Türk anamdır bu.”
Yaver fazla vakit kaybetmeden yaşlı kadının elini tutar.
“Aradığın Gazi karşında duruyor, kurtarıcımız Gazi Mustafa
Kemal bu.”
Yaşlı kadın ne diyeceğini şaşırır. Dönüp Gazi’nin ellerini öpmeye kalkışır. Gazi müsaade etmez. O dönüp yaşlı kadının elini öper. Köylü kadın heybesini karıştırmaya başlar. Beze sarılmış
köy peyniri çıkarır. “Bunu sana getirmiştim seversen yine yapıp
getiririm,” der. Paşa hemen orada peyniri açıp ucundan kopararak yer. Teşekkür eder. Birlikte sohbet ede ede Çankaya köşküne
giderler. Atatürk köşktekilere şu emri verir:
157
Duruş
“Bu anamız iki gün konuk olarak burada kalacak. Sonra köyüne götürürsünüz. Giderken benden hediye olarak üç inek de
beraberinde götüreceksiniz.”
DR. REŞİT GALİP OLAYI
1931 yılı sonbaharıdır...
Dolmabahçe Sarayı’nda devlet ve hükümet işleri ile ilgili konuşmalar yapılıyordur. Dönemin Mili Eğitim Bakanı Mahmut
Esat Bozkurt, yakında kutlanacak Cumhuriyet Bayramı törenlerinde kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap, kısa kollu gömlek
giymelerinin uygun olmadığından bahisle daha kapalı giymelerini duyuracağını söyler. Orada bulunanlardan Dr. Reşit Galip,
“Beyefendi, bu bir gericiliktir. İnkılâpların ruhuna aykırıdır.
İnkılâplarımızın en önemlisi kadınlara verilen haklardır. Buna
mani olamazsınız,” der.
Gazi Mustafa Kemal, olayı kapatmak ister, bakanı korumaya çalışır.
Dr. Reşit Galip
Dr. Reşit Galip “Hayır, bu kapanacak bir konu değil, müsaade ederseniz fikirlerimi söyleyeceğim. İnkılâplardan taviz veremeyiz,” der.
158
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Gazi Mustafa Kemal, Reşit Galip’e dönerek “Yorgun görünüyorsunuz, gidin biraz istirahat edin,” der.
Dr. Reşit Galip “Burası milletin sofrası beni kovamazsınız,”
der.
Gazi Mustafa Kemal “Öyleyse biz kalkalım,” der ve kalkar.
Dr. Reşit Galip yalnız kalmıştır. Sabaha kadar bir köşeye çekilip sandalyede oturur. Bir ara pencere kenarına geçer, sabah
olunca da başkâtip Tevfik Bey’den 25 lira borç isteyerek tren ile
Ankara’ya döner.
Gazi Mustafa Kemal sabahleyin kalkar kalkmaz Reşit
Galip’in nerede olduğunu sorar. Parası olmadığından borç aldığını ve trenle Ankara’ya döndüğünü öğrenince başkâtibe dönerek şunları ifade eder:
“25 lira az değil mi niye daha çok para vermedin?” der ve
kendi kendine alçak sesle şunları söyler: “Cebinde beş parası
yok, karakterinden zerre kadar taviz vermiyor.”
Aradan bir ay gibi bir zaman geçmiştir. Reşit Galip’in önceden planlanan konferanslarından birisi radyodan canlı yayınlanacaktır, bu olay üzerine Atatürk bahse konu konferansı daha
bir merakla dinler; acaba Reşit Galip farklı bir şey söyleyecek
midir?
Oysa Reşit Galip o günkü olaydan ima dahi olsa hiç söz etmez, devrimlerin korunup kollanmasından, titizlikle takibinden
ve memlekete olan yararlarından uzun uzun söz eder. Bu olaydan
birkaç ay sonra yaşlılığını ve yorgunluğunu ifade eden Mahmut
Esat Bozkurt’un yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na Dr. Reşit
Galip, Atatürk tarafından önerilecektir. 1933 Üniversite reformu
büyük ölçüde Dr. Reşit Galip’in eseridir.
159
Duruş
YAVUZ HAVUZ OLAYI
Almanlardan “Midilli” ile birlikte alınan “Yavuz” gemisinin içini İngilizler işgal sırasında boşaltmışlardı. Tekrar kullanılabilmesi için önemli tamir ve parça gerekiyordu. Haliç’teki tersanelerde tamir edilmesine karar verildi. Ancak, geminin havuza alınması gerekiyordu. Yavuz’a uygun havuz Fransızlardan alındı. Bu
alım sırasında yolsuzluk olduğu dedikodusu almış başını gitmişti. Rüşvet alan, o dönemin Bahriye Bakanı eski Ankara İstiklal
Mahkemesi Başkanı İhsan Bey’di.
İhsan Bey iyi bir insandı. Mustafa Kemal’in takdirini, sevgisini kazanmış biriydi. Gerek İstiklal Mahkemesi’nde, gerekse Bahriye Nazırlığı’nda gayretli çalışmalar yapmıştı. Atatürk,
İhsan Bey’i yakın arkadaşlarından biri olarak görüyordu. Çevresi
de bunu böyle biliyordu.
Ancak, İsmet İnönü dedikodular karşısında İhsan Bey’in yargılanması konusunda ısrar ediyordu. Nihayet İhsan Bey divan-ı
harbe verildi. Mustafa Kemal bu duruma üzülüyordu ama hukuka da saygılıydı, müdahale etmek istemedi. İhsan Bey, mahkemede iyi halleri görüldüğünden idam yerine iki yıl hapse mahkûm
edildi.
FALİH RIFKI:
KENDİSİNİ BİR DEFA BİLE TIRAŞSIZ GÖRMEDİM
Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında yazıyor:
“On beş yıl yanında bulundum, hususi odalarına girdim, günün çeşitli saatlerinde evine gittim. Kendisini bir defa bile tıraşsız görmedim.”
Falih Rıfkı Atay, Ankara’da İmar Komisyonu Reisi’dir.
Ankara’nın imar planına uygun olarak gelişmesini Atatürk yakından takip eder. Bir milletvekili, evinin bahçesi önündeki ga160
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
rajı bakkal dükkânı olarak kiraya vermek ister. Falih Rıfkı karşı çıkar. Ancak yasalar bu konuda yeterli değildir. O günden sonra garajların bahçe içlerinde olması, yol üzerinde olmaması kararı uygulanmaya konur.
Falih Rıfkı Atay
Falih Rıfkı Atay’a göre, Atatürk’ün ikramı ağırlaması çok iyi
ama eli biraz sıkıdır. Bir gün sofrada üç kişi kalırlar: Şükrü Kaya,
Ruşen Eşref ve Falih Rıfkı. Aralarında anlaşıp Atatürk’e gelen
hediye saatlerden birer tane istemeye karar verirler. Masanın keyifli bir anında mevzuyu lisan-ı münasiple açarlar. Atatürk “Sizi
mi kıracağım, zaten kalabalık da gitti, üç kişisiniz,” der. Zile basıp hizmetçi Sudanlı Nesip Efendi’yi çağırır. Camekânlı dolaptaki saatlerden üç tanesini hediye için getirmesini söyler. Nesip
Efendi işi biraz ağırdan alır. Geldiğinde Mustafa Kemal, “Bula
bula bu saatleri mi buldun, daha güzelleri vardır. Git değiştir
bunları,” der. Nesip Efendi gider, epey sonra geldiğinde aynı sözler: “Beğenmedim bunları, arkadaşlara daha güzel saatler hediye
etmeliyiz,” der. Tekrar geri çevirir. 4-5 kez aynı sahneler tekrarlanır. Gerçekte Mustafa Kemal saatleri vermek istemiyordur. En
161
Duruş
sonunda gece geç vakit olmuştur. Sabah yakındır. Atatürk “Vakit
geç oldu, yarın sizin de, benim de işlerimiz var. Saat işini başka
zamana bırakalım,” der. Herkes evine gider. (48)
ATATÜRK’E HAKARET EDEN KÖYLÜ
Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu, durumu Ata’ya arz ettiler. “Mahkemeye veriyoruz,” dediler,
“size küfür etmiş.”
Ata sordu:
“Ben ne yapmışım ona?”
Evrakı tetkik edenler izah ettiler:
“Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş
da ondan.”
Atatürk’e bunu söyleyen bir milletvekiliydi. Ata sordu:
“Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?”
“Hayır.”
“Ben Trablus’ta iken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey, köylü
bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğinize, ona
insan gibi sigara içmeyi temin ediniz.”
Fıkrayı Şükrü Kaya’dan Hikmet Feridun Es nakletmiştir.
ATATÜRK’ÜN MERSİN’DE KARŞILAŞTIĞI İHTİYAR
Atatürk Mersin’e gider. Mersin’in sahil boyundaki güzel binalar
dikkatini çeker. Yanındakilere bu güzel binaları teker teker göstererek, sormaya başlar:
“Bu bina kimin?”
“Jori Konstandinilis’in.”
162
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Öteki?”
“O da Mösyö Jerifini’nin.”
“Ya şu?”
“O, ihracatçı Mişel’in.”
O sırada Atatürk’ün gözü kendisini karşılamak üzere kaldırımın üzerinde toplanan halkın arasında beyaz sakallı bir ihtiyar
Mersinliye ilişir. Atatürk ihtiyar Mersinlinin yanına yaklaşır ve
ona da şu soruyu sorar:
“Baba, bu misafirler sizin Mersin’in en güzel binalarını buralara oturturken sen neredeydin?”
İşte ihtiyarın Atatürk’e cevabı:
“Yemen’de askerlik yapıyordum Paşam!”
Nitekim bu cevap Atatürk’ü çok düşündürür.
ATATÜRK’ÜN BAĞLILIK VE KIYMET BİLİRLİĞİ
Bir gün, Ata’yla Çankaya’dan Meclis’e geliyorduk. Ben arabanın önünde oturuyordum. Muharebeler bitmiş, Ankara hükümet merkezi olmuş, büyük bir yapılaşma faaliyetine girilmişti.
Her taraf şantiye gibiy­di. Çankaya yolunun sağına soluna birçok
apartman ve sefaret binaları yapılıyordu. Bu arada birçok zengin ve milletvekilleri de arsalar almış­lar ve oralara binalar yaptırıyorlardı. Atatürk arabayı yavaşlattı ve yapı­lan binaların kimlere ait olduğunu bana tek tek sormaya başladı.
Ben de cevap veriyordum.
“Efendim bu Bulgurluzadelerin, bu filan sefaretin, bu Aydın
mil­letvekili filanın, şu İzmir milletvekili falanın...” diyerek bakanlıklara kadar geldik. Bakanlıklara gelince Atatürk orada arabayı durdurup aşa­ğı indiler ve bana dönerek, “Senin evin nerede?” dedi. “Paşam, benim buralarda evim yok. Ben verilen bara163
Duruş
kalarda oturup sağlığınıza dua ediyorum,” deyince biraz da üzülerek ve yapılan işlere sinirlenerek, “Sen korkma. Ben hayatta olduğum sürece sizleri namertlere muhtaç ettirmem,” buyurdular.
Ata’ya ben çok yakındım, ta Çanakkale’den, Halep’ten beri
onun yaverliğini yapıyordum. Fakat zaman değişmiş, ister istemez etrafını birçok kişi almıştı. Yaverlerin sayısı artmış ve işleri
nöbetleşe götürüyorduk. Tabii ki araya çekememezlik de girmişti. Özellikle benim Ata’ya olan yakınlığımı arkadaşlar çekemiyorlardı. Ben bu arada Ata’nın emir ve isteğiyle girdiğim Ankara
Hukuk Fakültesi derslerine de devam edi­yordum.
Atatürk, her yaz karargâhıyla beraber İstanbul’a giderlerdi. Biz ya­verler de, sırayla İstanbul’a giderdik. Bir kısmımız da
Ankara’da kalır­dı. Bu seyahatler için önceden listeler yapılırdı.
Tabii ki böyle bir seya­hati de herkes isterdi. Hele o zamanlar
Ankara’da hiçbir şey yoktu. O nedenle üç dört ay sürecek bu
İstanbul gezileri hepimize çok çekici gelirdi.
Sıranın bende olduğu bir seneydi. Hiç düşünmeden hazırlıklarımı tamamlamıştım. İstanbul’a hareketten iki üç gün önce listeler çıkınca, bir de baktım ki ben Ankara’da bırakılmışım. Bu
olay o kadar zoruma gitti ki, anlatamam. Hemen odama gidip
ağlayarak bir istifa dilekçesi yazıp Ata’nın masasına bıraktım.
Atatürk’e benim hukuk fakültesi imtihanlarım olduğu için kendi arzumla İstanbul’a gelmek istemediğimi söylemişler. Tabii
Atatürk isti­fayı görünce müthiş üzülmüş ve “Hem imtihanları olduğu için geleme­yeceğiz derler, hem de seyahate gidileceği gün
tatsızlık çıkarırlar,” diye­rek ve “Niçin gelip benimle konuşmuyor bu çocuk?” diye müthiş kıza­rak dilekçeye “Uygundur,” notunu koymuşlar.
Bu oldubitti ile ben ordudan ayrıldım. Bu arada hukuk
fakültesi­ne devam ediyor ve ufak tefek ticari işler yapıyordum.
Birkaç sene sonra Atatürk İstanbul’da iken amcam Ali Kılıç’a,
“Muzaffer nerelerde?” diye sorar. Ben de tesadüfen İstanbul’da
164
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ve amcam­larda kalmaktaydım. Amcam, “Birkaç gündür bizde misafir kalıyor,” deyince, “Öyleyse akşam yemeğe sendeyiz.
Muzaffer’e de söyle bir yere ayrılmasın,” demişler. Biz evdeyken bu haber geldi. Evde herkes işin bir köşesinden tutarken ben
büyük bir heyecan, utanç ve eziklik içinde şaşkın şaşkın o pencereden öbür pencereye koşuşturuyordum.
Biraz sonra peş peşe arabalar gelince koşup apartman kapısına in­dim. Dış kapıda Ata’yı karşılayıp elini öpmek istedim.
Elimi tuttu ve gözümün içine öyle bir baktı ki, o bakışlar altında
buz gibi eridiğimi hissettim. Bu bakışlarda hem kızgınlık, hem
sevinç, hem de sevgi oku­nuyordu. Elimi alıp koltuğunun altına
soktu. İkimiz en önde merdi­venlerden çıkıyorduk. Başta İnönü
olmak üzere diğer devlet ileri gelen­leri arkamızdan geliyorlardı.
Ta bizim kata kadar öylece çıktık. Hemen yemek odasına geçip
masanın başına oturdular. Beni de yanındaki is­kemleye oturttular. Tam karşıma İsmet Paşa oturdu. Benim yüzüme bakmadan,
“Ne var ne yok, sen bizi unuttun çocuk,” dedi. Ben hemen ayağa
kalktım, kan ter içinde, “Bir şey yok Paşam. Sizin sağlığınız, sıhhatiniz, başarılarınız için dua ediyorum. Maddeten sizden ayrılsam da, manen sizinle beraberim,” dedim.
Yüzünde bir tebessüm belirdi. Bana yanağını uzatıp eliyle
de yana­ğını göstererek, “Öp bakayım öyleyse,” dediler. Ben hemen eğilip yanağı­nı öptüm. “Şimdi de Paşa’nın yanağını öp bakayım,” dediler. Ben de eği­lip İsmet Paşanın yanağını da öptüm.
Sonra yerime oturmamı emretti. Kendileri pek neşeliydiler. Ben
de rahatlamıştım. Yaptığım bu çok bü­yük kabalığı affetmişlerdi.
O sene milletvekili seçimleri vardı. Beni Giresun’dan milletvekili adayı olarak listeye koydurtmuşlardı. İnönü’nün yanağını
öptürmeleri de aday olmama İnönü’nün karşı çıkmasını önlemek
içinmiş. Çünkü İnönü o zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi Genel
Başkanı’ydı. Bunu sonradan anlamıştım. Birkaç ay sonra seçimler oldu. Ben de Giresun’dan milletvekili seçilerek Meclis’e gir165
Duruş
dim. Meclis’te, Atatürk ölünceye kadar onunla birlikte çalışmaya devam ettim.
Muzaffer Kılıç’tan
SATI KADIN’IN MİLLETVEKİLLİĞİ
Sene 1921, Sakarya savaşı bitmiş, Büyük Taarruz henüz başlamamış. Gazi Mustafa Kemal, Yaver Muzaffer Kılıç ile İstanbul’dan
Adapazarı’na gelen annesi ve kız kardeşini alıp Ankara’ya getirmek üzere onları karşılamaya gider. Dönüşte uğradığı yol üstündeki köylerde büyük ilgi görür, dinlenir, köylülerle sohbet eder.
Ayaş’tan geçip Kazan Köyü’ne geldiğinde yine mola verip bir
ağaç gölgesinde dinlenmek ister. Mekân kalabalıktır. Köylülere
muhtarı sorar. Esmer, orta boylu bir kadın elinde bir güğüm ayran ile “Paşam buyurun ben muhtarım, köyümüze hoş geldiniz.
Kocam askerde, köylüler beni muhtar yaptı,” der. Güğümden bir
tas ayranı doldurup önce kendisi içer, sonra Atatürk ve beraberin166
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
dekilere ikram eder. Bu eski bir Türk geleneğidir. Zehirlenmeye
karşı ikram edilenin misafire karşı bir güven sunma şeklidir. Bu
durum ve muhtar Satı Kadın’ın tavırları Gazi Mustafa Kemal’in
çok hoşuna gider. Satı Kadın’ı unutmaz.
Aradan 12 yıl geçmiştir. Kadına seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Atatürk bir akşam yemeğinde Satı Kadın’ı hatırlar.
Onu buldurur. Milletvekili adayı gösterir. İlk kadın milletvekillerimizden biri de Satı Kadın’dır, Satı Çırpan.
MİLLETLER CEMİYETİ’NE DAVET EDİLMEMİZ
Bir İngiliz gazeteci Atatürk’le röportaj yapar. Bir yerinde Mustafa
Kemal’e şöyle sorar gazeteci; “Milletler Cemiyetine üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle:
“Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz.”
Milletler Cemiyeti sadece Türkiye’yi davet edebilmek için
yasasını değiştirir. Davet yolu ile ilk üye yapılan ülke Türkiye
olur. İşte bu olmuştur. Onurlu, gururlu bir duruştur. Önemini kabul ettiren, karşı tarafı düşünmeye davet eden kendi değerini bilen bir duruştur.
ATATÜRK’Ü AĞLATAN İĞDE AĞACI VE SÖĞÜTÖZÜ
Atatürk’ü ağlarken gören azdır. Sayın İlknur Güntürkün Kalıpçı
7 kere ağladığını söyler. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise çoğumuzun bildiği bir
hikâye: O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde varmış.
Atatürk o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdurur-
167
Duruş
muş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler
paşam ne yapıyorsunuz böyle?” “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az
diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var.” Yani “niye
şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “işte bu benim” derken bir de bakıyor ağaç yok ortada, hemen
iniyor. “Ne yaptınız bu ağaca?” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu
genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bir tek
bana sorsaydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum.” Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve
arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir
tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda bu topraklarda yetişen bir canlıdır. Bu toprakların da, o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omzundadır da onun için.
O dönem Ankara Söğütözü mevkiinde 80 adet söğüt ağacı
vardır. Söğütözü’ne Atatürk hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış: “Ah! Burada
bir kulübem olsaydı keşke.” “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya” demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki.” “Paşam buradakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der.
“Burada yetecek kadar söğüt göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim.” Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Atatürk makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orada yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır
ama söğüt ağaçlarını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük Atatürk kulübesinin
yapılmasına izin verir.
168
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN UYARILARI
Kızılay Derneği yararına 31 Aralık 1931’de Ankara’da ilk defa
bir kıyafet balosu verilecekti. Ben de böyle bir baloyu ilk defa görecektim. Bu nedenle herkes gibi heyecanla ve merakla güzel bir
kıyafet seçmek için aylar önce hazırlıklara başladım. Sonunda altıma bir şalvar, üstüne de sim işlemeli antika bir bluz giyip, üzerine de bir gömlek almıştım.
Bu kıyafetim şimdiki ölçülere göre bayağı kapalı, o zamanki
ölçü­lere göre açık sayılabilecek bir kıyafetti. Balo pek neşeli geçiyor, ben de kocamla gayet güzel eğleniyor­dum. Bir ara Atatürk,
beni ve kocam Tekçe Paşa’yı yanına çağırdı. Birlik­te Amerikan
bara doğru yöneldik. Fakat Atatürk biraz sinirli gibiydi.
Bara yaklaşınca Atatürk, “Oğlum bizlere birer şampanya,”
dedi. Garson içkileri doldurup Ata’ya ikram etti. Atatürk içki kadehini alırken bana, “Hanımefendi buyurmaz mısınız?” dediler.
Ben de kadehi almak için bara uzanınca, bana eğilerek, “Bir daha
böyle açık saçık bir kıyafet giymeyiniz,” buyurdular.
Ben neye uğradığımı anlayamadım. Kıpkırmızı oldum.
Ezilip bü­zülerek gidip yerime oturdum. Erkenden baloyu terk
ettik. O ikaz üzerine bir daha öyle açık kıyafetler giymedim.
Büyük Atatürk, çok yoğun çalışmaları arasında bizleri bile her
yer­de kontrol eder, hareketlerimizi ve hatalı kıyafetlerimizi böyle uyararak düzelttirmeye çalışırlardı.
Melek Arıburnu Tekçe’den (Muhafız Alay Komutanı Eşi)
HÂLÂ BANA DARGIN MISINIZ?
İsmet İnönü başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bir akşam
Atatürk’ün sof­rasında bulundu. Atatürk onu sofrada kendi yanına
oturttu. İsmet İnönü bir kâğıt parçası üzerine şöyle bir soru yazdı:
“Hâlâ bana dargın mısınız?”
169
Duruş
Atatürk bu sorunun altına şöyle yazdı:
“Bugün de arkadaşımsın, kardeşimsin.”
İsmet İnönü, Atatürk’e bu yazının altına imza koymasını rica
etti. Ata­türk imzaladı. İsmet İnönü bu imzalı kâğıdı cebine koydu. Sonra İsmet İnönü ikinci bir soru yazdı:
“Beni yetiştirdiğinizden dolayı pişman mısınız?”
Atatürk bu soruyu okuyunca İsmet İnönü’ye bu yazısının altını imzala­masını istedi. İsmet İnönü imzaladı ve Atatürk de bu
yazıyı aldı.
Asım Us’tan
VALİ BEY, PERDELERİ AÇTIRINIZ!
Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon Boyu’ndaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini gözetlediğini gören Vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:
“Vali Bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki iç­tiğimizden kuşkusu yok. Fakat şimdi masa üstünde
kadın da oynattığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir
şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız!”
DEMEK BENİM DE
16 YAŞINDA ÇOCUĞUM OLACAKTI
Bir baloda, Atatürk’e ayrılmış olan masa önüne herkes ailesi ile
birlikte gelip kendisini takdim ediyordu. Ben de eşim ve kızımı
takdim ettim. Paşa ayağa kalktı, bize yer göstermek inceliğinde
bulundu. Oturduk. Kızıma baktı ve dö­nerek kızım Bedia’nın adını ve yaşını sordu. On altı yaşında olduğunu söyle­dim. Paşa, bu170
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
lunanlara seslenerek “Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki
aynı yaştayız da. Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on
altı yaşında çocuğum olacaktı,” bu­yurdu.
Çok duyguluydu. Güzel gözlerinin nemliliği seziliyordu.
Eşim ayağa kalktı, “Paşam, bütün millet sizin çocuklarınızdır,”
dedi.
“Doğru, işte ben de bununla avunuyorum. Evet, milletim sağ
olsun.”
Asaf İlbay’dan
PSİKOLOJİ KONUSUNDA
SÖYLEDİKLERİM ŞAKAYDI
“Ölümünden tam on yıl önce, 1928 Ekim’inin ortalarında bir akşamdı. Sofra Büyükada’da Yat Kulübü’nün bahçesinde kurulmuştu. Gece yarısın­dan sonra saat bir buçuk, iki vardı. Ben bahçenin bir köşesinde uzaktan onun durup dinlenmek bilmeyen neşeli ve sevimli hareketlerini hayranlıkla seyrediyordum. Bir aralık gözü bana ilişmiş olacak, işaret etti, yaklaştım. Sofrada karşısına tesadüf eden, emrettiği yere oturdum. Kendine özgü tatlı bir alçakgönüllülük ile okşama ve ağırlamadan sonra bir süre
başkaları ile ve başka sorunlarla meşgul oldu. Sonra bana döndü, şaka yapmak ve sar­mak için bir neden hazırlamak istediğini
duyuyordum.
Konuşmalarına tatlı bir çeşni karıştıran Nuri Conker bu nedeni kolaylaş­tırmak için beni övmeye gelebilecek birkaç şey söyledi. Mecliste iyi konuştu­ğumu anlatmak istedi. Beni sevdiği için
bunda samimi olduğuna eminim. Fakat bu fikri ya bilmeyerek
yahut bilerek tuhaf bir biçimde ileri sürdü:
“Alâaddin Bey’i Meclis’te kaç defa dinledim. İfade-i meram
ediyor,” dedi.
171
Duruş
Atatürk’ün aradığı şakaya bir zemin hazırlanmıştı.
“Vay efendim vay, sözde sen de övdün, öyle mi? Konuşan
her insan ifade-i meram eder. Sanki bununla ne demek istiyorsun?”
Bu suretle önce Nuri Conker’e yöneltilmiş saldırıdan bana
dönmesi için başka bir neden çıktı. Sofrada bulunanlardan biri
benim, vaktiyle Avrupa’da psikoloji öğrenimi yaptığımı söyleyiverdi.
“Vay demek ki siz Avrupa’da psikoloji, yani ruh bilimi öğrenimi yap­mışsınız. Öyle ise bana anlatınız, bakalım. Sizin öğrenimini yaptığınız psiko­loji, ruhu ne biçimde tanımlar?”
Sofra konuşmalarının sevimli bir çeşnisi olan sınav safhası
başlamış de­mekti. Cevaptan kaçmak yahut sorudaki amacı düşünerek cevabı şaka ile anlayış, onun sevgili ve büyük kişiliğine karşı borçlu olduğumuz saygıya karşı olurdu. Ben hem temele
bağlı kalmak, hem de karşılığın neden verebi­leceği tartışmalı konuları açmamak için şöyle bir cümle sunmakla yetineyim dedim.
“Efendimizce bilinir ki, bugünkü psikoloji ruhun kendisiyle
değil, meydana çıkmasıyla, yani olaylarıyla uğraşır. Ruhun özünü ve değerini ince­lemeyi felsefeye bırakıyor. Şu halde ruhu tanımlamak felsefeye ve felsefenin metafizik konusuna aittir ve bizim eğitimini yaptığımız psikoloji, ruhu tanım­lamıyor.”
Karşılık gerçekte uygundu. Fakat onun kuvvetli mantığı ile
çözümlen­meye ve küçültülmeye de uygundu. Psikoloji, ruh ilmi
demektir. Bir ilim uğ­raştığı konuya doygun kalabilir miydi? Ve o
ilmi tahsil eden adam uğraştığı konunun özünü, temelini tanımlama beceriksizliğini açığa vurabilir miydi? Bu ne büyük bir bilgisizlikti. Bu bilgisizliği kazanmak için Avrupa’ya kadar gitmeye ne gerek vardı?... Vesaire... Vesaire...
O madensel ses, belki yarım, belki bir saat bu konu üzerinde
kâh neşe ile, kâh öfke ile çınlayıp köpürdü. Bazen o kadar güzel
172
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ve orijinal şeyler söy­lüyordu ki, onları dinlemek paylanmaya ve
hücuma uğrayan için bile hoşa gidiyordu.
Fakat biraz da aşırılığa giden bu haksız hücumun uyandırmak ihtima­linde bulunduğu kırıklığı, Atatürk birkaç gece sonra
yine kendine özgü eşsiz bir büyüklükle tamir ve gidermek lütfunda bulunmuştu ki, onun vicdanıma yüklediği gönül borcunu sonsuza dek duyacağım.
Aynı ayın 28’inci günü akşamı Harf Devrimi’nin ilk esaslarını kararlaştır­mak üzere Dolmabahçe Sarayı’na dil ve edebiyat ilgilileri davet edilmişti. Ben de buradaydım. Sofradaki yerim
ona hayli uzak bir noktaya rastlamış­tı. Yeni bir sınava maruz kalmamak için bu rastlantıdan da memnundum. Fakat o beni uzaktan görünce karşısına davet etti ve oradaki kişi ile yerleri­mizi
değiştirmemizi emretti. Hem korkarak, hem sevinerek karşısına
oturdu­ğum zaman, onun çapındaki bir insanın yapamayacağı bir
alçakgönül­lülükle beni okşadı:
“Benim şakalarıma alışık değilsiniz. Geçen akşam psikoloji nedeniy­le söylediklerim şakadan ibaretti. Siz nasıl askerlik konusunda bir oya sahip olamazsanız, ben de psikoloji sorununda
öyleyim.”
Atatürk’ün gösterdiği büyüklük karşısında ben o akşam daha
fazla kü­çülmüştüm. O anda duyduğum yüce heyecanı şu satırları yazarken de tek­rar duyuyor ve onun sonsuz ve büyük ruhuna
binlerce selâm ve saygı su­nuyorum.
İbrahim Alâaddin Gövsa
HERKESİ AYRI AYRI DİNLEMEKTEN HOŞLANIRIM
Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek, “Paşam...” demiştik. “Şu
danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şa­şıyorum. Bunların
mütalâalarına nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Kara­rını ön173
Duruş
ceden vermiş olduğun da bilinir... O halde, ne diye onları birer
birer çağırıp karşında söyletirsin?”
Atatürk, yüzüme alaycı bir tavırla bakıp şu karşılığı vermişti:
“Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hor görmemek gerekir. Sonunda, kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten hoşlanırım.”
Salih Bozok
BİR DAHA SOFRAMA
BU KUŞUN YEMEĞİNİ GETİRMEYİNİZ!
Atatürk, bir akşam konuklarıyla Florya Köşkü’nde oturuyordu.
Sofra uzun ve kalabalıktı. Bir kayık tabağın içinde tepeleme bıldırcın kebabı getir­diler, sofranın ortasına koydular. Başta kendisi, herkes keyifle birer tane al­dı. O sırada sofranın öbür ucunda oturan Salih Bozok, eğlence olsun diye cebinden bir canlı bıldırcın çıkarıp sofranın kenarına koydu. Kalabalıktan ve bol ışıktan ürken kuşcağız tabakların üstünden atlayarak koşa koşa gitti,
Atatürk’ün kucağına atılıp saklandı.
Konuşmalar durdu, çatal sesleri kesildi, ortalığı derin bir sessizlik kapla­dı. Atatürk, kuşu aldı, okşadı, ceketinin yan cebine
koyduktan sonra, garso­na kebap tabağını göstererek şu emri verdi:
“Bu tabağı kaldırınız ve bir daha soframa bu kuşun yemeğini getirmeyiniz.” (49)
KİMBİLİR NE KADAR HEYECANLISINIZ?
1927 yılının 1 Temmuz günü... Sekiz yıl sonra Atatürk İstanbul’da. Zaferden sonra Atatürk, ilk defa İstanbul’a geliyor.
Ayrılalı yıllar olmuş. Karanlık günler içinden geçerek aydınlı174
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ğa ermişler, vatan hainli­ğinden vatan kurtarıcılığına yükselmiş.
Ertuğrul yatının güvertesinden İstanbul’a bakıyor. Camilerin şerefelerine, evlerin damlarına kadar her yer insandan kapkara kesilmiş. Bütün İstanbul ayakta, bütün İstanbul bir yaşın­daki çocuğundan seksenlik ihtiyarına kadar karşılarında. Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Atatürk’e soruyor:
“Kim bilir ne kadar heyecanlısınız?”
Atatürk elini tutarak kalbine götürüyor ve soruyor:
“Heyecan var mı orada?”
“Yok Paşam.”
“Bak neden yok söyleyeyim; çünkü iyi biliyorum, gün gelebilir, bu aynı yoğun kalabalık bizi linç etmek için de böyle toplanır.” (50)
TEHLİKELİ BİR MACERAYA ATILAMAM
Milli Mücadele henüz bitmiş, ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya’da oturuyorduk. Atatürk’ün Selanik’ten çocukluk
arkadaşı Nuri Conker dedi ki:
“Paşam, ne duruyorsunuz? Her şey elinizde. Selanik’teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz. Size kim engel olabilir?”
Atatürk, hepimizin yüzüne baktı ve şunları söyledi:
“Böyle bir hareket bütün Avrupa’yı aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi.
Tehlikeli bir maceraya atılamam.” (51)
HAMDULLAH SUPHİ’Yİ DİNLERKEN
Bir gün Afyon’a törene gitmiştik. Atatürk bana “Bir nutuk söyle!” dedi.
175
Duruş
Hazırlıksız olmama rağmen söyledim. Bittikten sonra beni
yanına çağır­dı, “Hamdullah,” dedi. “Nedenini bir türlü bulamadım. Senin söylevlerini dinlerken her zaman gözlerim yaşarır.
Bunu bana açıklar mısın?”
“Paşam,” dedim. “Ben, sizin fikirlerinizin adamıyım. Beni
dinlerken kendi sesinizi duyuyorsunuz.” (52)
TÜRK’ÜN GELENEKSEL DOSTU YOKTUR
28 Haziran 1933, Ankara Erkek Lisesi’nde sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:
“Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...”
Atatürk, derhal sözü keserek sordu:
“Hangi geleneksel dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?”
O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak, “Ben söyledim
Paşam,” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönünce
ve “Sen söyle tarih hocası,” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap verdim.
“Paşam ortada bir geleneksel dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliğini vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşı’nda olduğu gibi...”
“Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum, Türk’ün gele­neksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca
Avrupalılar buna hemen (gele­neksel dostluk) ismini vermişlerdir,” buyurmuşlardı. (53)
Samih Nafiz Tansu, Dr.
176
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
O ZAMAN ADINIZ TARİHE
MUSTAFA KEMAL OLARAK GEÇMEZ!
1935 yılıydı. Kendi hayatına yöneltilmek istenilen bir suikastın da­vasını, Cumhuriyet Savcısı sıfatıyla ben takip ediyordum.
Her mahkeme oturu­mundan sonra Şükrü Saraçoğlu beni yanına
alır, bilgi vermek üzere Atatürk’ün yanına götürürdü. Kendi şahıslarıyla ilgili bir hareket olduğu için bu göre­vi seve seve yapar, oturumu olduğu gibi anlatırdım. Hiçbir zaman “Şöyle ya­
pınız, böyle yapınız,” diye bir emirleriyle karşılaşmadım. Bütün
açıklamaları­mı dinledikten sonra “Meslek ve göreviniz neyi emrediyorsa onu yaparsınız!” derlerdi. Davanın süregeldiği günlerdeydi. Telefonda yaverleri bana şu emri bil­dirdi:
“Atatürk sizi Karpiç’te bekliyorlar.”
Hemen Karpiç’e gittim. Büyük masanın etrafında devrin ileri gelenleri yer almışlardı. Atatürk bana yer gösterdi, oturdum.
Ortalıkta bir fırtınanın eşiğindeymişiz gibi heybetli bir sessizlik vardı ve Atatürk’ün yüzünün ifadesi çok sertti. Bana şöyle seslendi:
“Ali Saip davasının sonucu ne olacak?”
Ayağa kalktım. Mahkemenin kararını beklemenin gerektiğini
arz ettim. Daha henüz sözümü bitirmemiştim ki, Atatürk’ün gök
gürültüsünü andıran sesi salonu çınlattı:
“Mahkemenin kararı ne demek, hâkim ne demek, sen ne demeksin? Mahkemeyi de kapatırım, hâkimleri de atarım, seni de
atarım!”
Masanın etrafındakilerin en az benim kadar heyecanlı olduklarını hisse­diyordum. Ama biliyordum ki, Atatürk’ün huzurunda
ne pahasına olursa ol­sun içten geldiği gibi doğru konuşulacaktır.
Tekrar ayağa kalktım ve dedim ki:
“Atatürk’üm, mahkemeyi de kapatırsınız, hâkimleri de atarsınız, beni de atarsınız ama tarihe adınız Mustafa Kemal diye
geçmez!”
177
Duruş
Güneşli birer gök parçası maviliği ile ışıldayan gözleri yağmurla yıkan­mış gibi nemlenmişti ve içten gelen bir gülüşle,
“Çocuk! Ben senden bunu bekliyordum,” dedi. (54)
Baha Arıkan
ATATÜRK’ÜN PATLATTIĞI KAHKAHAYA
SALONDAKİLER DE KATILDI
Aslında son derece güleç yüzlü ve neşeli bir insandı. Espri yapmaktan hoşlanır, arkadaşlarına, dostlarına takılır, onlarla şakalaşmaktan zevk duyardı. Özel yaşamında en çok da Nuri Conker’e
takılırdı. Atatürk’ün de, şakalarına taham­mül ettiği tek kişiydi.
Hele böyle sofralarda konular ne denli ağır olursa olsun, işi bir
ara ne yapıp yapar şakaya, espriye getirir, ortalığı neşeye boğardı. Türk ulusunun yüzünün hep gülmesini isterdi. “Bizim insanlarımıza mutluluk, neşe yaraşır... Öyle somurtkanlık, asık suratlılık hiç yakışmaz,” derdi. Herkesin mutlu, güler yüzlü olmasını, sıkıntıdan arınmış olmasını isterdi. Bunu da açık açık herkese, “Bir milletin yüzü gülüyorsa o ulus mutludur.” ve “Bir memlekette yüzü gülmeyen insanlar çoğunlukta ise, o ülkenin yöneticilerini değiştirmek gerekli olmuş demektir!” şeklindeki sözlerle anlatırdı.
Onun hayat tarzı şöyleydi:
“Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne
dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu.
‘Mademki hiçiz, sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz,’ diyorlardı.
Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, ‘Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şatır olalım.’
178
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat görüşünü tercih
ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde:
... Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması
için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır... Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek
nesillerin varlığı, şerefi ve saadeti için çalışmakta bulunabilir. Bir
insan, böyle hareket ederken ‘Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla çalışacağımı fark edecekler mi?’ diye düşünmemelidir.
Hatta en mesut olanlar hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.” (55)
ONUNCU YIL
CUMHURİYET BAYRAMI ŞENLİKLERİNDE
O yaşamı sevdi. Sevmenin de çeşitleri olduğu için, sevmesi de
kendine hastı. Cumhuriyet bayramlarında ve bu bayramlar yaklaştığında, Köşk’ü ayrı bir heyecan kaplardı. Hiçbir bayramda bu
kadar neşeli, sevinçli olmazdı. Bu bayramda çocuklar kadar mutlu, neşeliydi. Sanki hayata yeniden gelmiş gibi olurdu. Tüm sorunlardan uzaklaşır, arınır, kendisini sadece bu kutsal günün anlam ve önemine verirdi.
29 Ekim olduğunda herkesten önce kalkar, en güzel tören giysilerini giyer, bunu yaparken de dudaklarından çok sevdiği türküleri eksik etmezdi. Özellikle Cumhuriyet bayramlarında halkının neşeli olmasını ve eğlenmesini can-ı gönülden ister ve arzu
ederdi. Halk, Atatürk’ün geldiğini gördükçe neşe içinde olurdu.
Bulunduğu yerde neşe ve şevki susturan ikiyüzlü bir Şark zorbası değil; şenlik içine katılan, halk sevincini içine sindiren, içenle
içen, oynayanla oynayan, konuşanla konuşan bir insandı. O halkla arkadaş gibiydi. Halkına karşı derin bir sevgisi vardı ve bir gün
onlardan ayrılma düşüncesi onu çok defa hüzünlendirirdi.
179
Duruş
Onun yine neşeli ve sevinçli olduğu bir gündü. Onuncu
yıl Cumhuriyet bayramı şenlikleri kutlanıyordu. Arkadaşları
ile birçok yerlere uğramış, en nihayet Ziraat Bankası Umum
Müdürlüğü binasındaki eğlencelere katılmıştı. Ziraat Bankası
Umum Müdürlüğü odasında dinlenirken, müdür koltuğunun tam
karşısına konmuş tabloya gözlerini dikti. Tabloda yaşlı bir köylü, elinde orak, dinlenmekteydi. Yanında da buğday rengi saçlarıyla bir köylü kızı bir kucak başağı kolları arasına almış gülümsüyordu.
Atatürk resme baktı ve yanındakilere dönerek “Nedir bu resim?” dedi.
“Ziraat Bankası’nı sembolize ediyor, Gazi Hazretleri...
Harika çiftçiye kredi dağıtıyor da...”
Atatürk, biraz neşeli, biraz alaylı ve espri ile:
“Hadi canım sen de! Ben şimdiye kadar bankanın iflas ettirdiğini çok gördüm ama ihya ettiğine rastlamadım!”
Odada hafif bir gülümseme dolaştı... Atatürk devam etti.
“Hem beni buraya niye getirip kapadınız bakalım. Buraya bu
resmi görmeye gelmedik, baloya geldik.”
Aynı gece birkaç kişi ile söyleşi yaptıktan sonra, Atatürk gülümseyerek salondakilere baktı:
“Başka?.. Başka konuşmak isteyen?”
Kalabalığın arasından uzun boylu, 40-50 yaşlarında görü­nen,
iyice sarhoş bir vatandaş ileri çıkmıştı. Durduğu yerde uzun boyu
ile rakkas gibi sallanmaktaydı. İçkiden dili peltekleşmişti.
“Paşam, paşam, büyük paşam!.. Benim Aziz Paşam! Gazi
Paşam!.. Elini ayağını öpeyim paşam!”
Görüntü komikti. Salonla birlikte Atatürk de gülüyordu, fakat insanlara hâkim olmasını bilen sesiyle konuştu:
“Bırak şimdi bunları... Ne söylemek istiyorsun?”
180
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
İçkili vatandaş bu söz üzerine biraz toparlanır gibi oldu. O
peltek diliyle konuştu:
“Cumhuriyeti verdin bize... Ne demek Cumhuriyet, hık...
Fazilet demek, adam olmak demek... Bunu kutluyoruz burada
işte... İçiyoruz-eğleniyoruz, dans ediyoruz, hık... Ama sen geldin, burasını Meclis’e çevirdin Gazi Paşam benim!.”
Atatürk’ün patlattığı kahkahaya salon da katıldı. Kıkırdamaların, kikirdemelerin hesabı yoktu artık. Atatürk tekrar konuştu. Ama kızmamıştı, gülümsüyordu.
“Dur, anladım, tamam. Sen demek istiyorsun ki burada gülüp eğleniyor, Cumhuriyet’in tadını çıkarıyorduk. Sen geldin
Meclis’e çevirdin burasını... Ağzımızın tadı kaçtı. Bu işten vazgeç, yine eğlenelim. Teklifin bu, değil mi?”
İçkili vatandaş kendi kendine söyleniyor ve sallanıyordu.
“En iyisini sen bilirsin Paşam... Sen bilirsin dedim mi, hık,
kavga çıkmazmış!..”
Atatürk gülümseyerek,
“Bakın, bu arkadaşımızın bir teklifi var... İşittiniz... Teklifini
kabul edenler ellerini kaldırsın...” dedi.
Hiç kimse kımıldamıyordu.
“Teklifi reddedenler?”
Eller havaya kaldırıldı. Atatürk:
“Teklifin reddedilmiştir. Hadi bakalım yerine!”
İçkili vatandaş bulunduğu yerden sessizce uzaklaşıp kalabalığa karıştı. (56)
VATANDAŞ OLMAK BAŞKA BİR GÜZELLİK YAHU!
Çemberlitaş’taki Tavuk Pazarı’nda Yorgo’nun meyhanesi vardı.
Harbiye’de öğrenciyken buraya arkadaşları ile birlikte gider, içki
181
Duruş
içer, yemek yer, sohbet ederdi. Yorgo’nun müşterisi olduğundan
burada hesabı vardı. Aybaşında maaş alınca hesabı kapatır, yenisi açılırdı. Yorgo ile böyle bir ahbaplık kurmuştu.
1932 yılında, Dolmabahçe’de iken Yorgo’nun meyhanesi aklına gelmişti.
“Hadi, var mısınız bu akşam Yorgo’ya gidelim?”
“Aman paşam, iyi olur...”
“Ama sakın haber vermeyin, ansızın bastıralım, şaşırsın
Yorgo!”
Polis telefonları çoktan işlemiş, Yorgo’nun aralığı güven altına alınmıştı. Ancak Yorgo’ya haber verilmemişti. Atatürk:
“Şimdi Yorgo’nun müşterileri ayrılsın.”
Yanındakilerin hiçbirisi ayrılmak istemiyordu. Bunu görünce, kendisi birer birer ayırmaya başladı:
“Sen gel Nuri, Salih, sen Asaf, sen doktor -Tevfik Rüştü
Aras’a doktor derdi- Başka? Eski kadrodan başka kimse yok. İşte
bu kadar...”
Şükrü Kaya ile Kılıç Ali direndiler. Şükrü Kaya:
“Olur mu paşam, ben de Yorgo’nun müşterisiyim. Gittiğimiz
zaman sorun isterseniz, sizinle geleceğim!”
“Sen Yorgo’nun müşterisi olabilirsin ama benim Yorgo’daki
masamın müşterisi değilsin, olamaz!”
Kılıç Ali:
“Ben bütün masalarınızın müşterisiyim Paşam, beni bırakmayın, mahzun olurum!”
Atatürk gülerek Kılıç Ali’yi süzdü.
“Bakın şu beyefendiye, mahzun olurmuş! Siz bu adamda
mahzun olacak hal görüyor musunuz?”
Şükrü Kaya:
182
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Aman paşam. Ben İçişleri Bakanıyım, sizin korunmanızdan
sorumluyum.”
“Anlaşıldı, anlaşıldı. Eteğimi bırakmayacaksınız... Ama biz
böyle beşimiz bir masada oturacağız, siz de isterseniz bizden
uzak bir masada kendi hesabınıza yer içersiniz, ona karışmam!”
Arabalar hazırlanarak yola koyuldu. Tavuk Pazarı’na giril­
diğinde yer yerinden oynadı. Beş arkadaş aynı masaya, diğerleri de kapıya yakın bir masaya oturdular. Atatürk çok neşeliydi. Sofrada eski anılar canlanmıştı. Yorgo’nun kendi eliyle hazırladığı mezeler­den birer parça tadıyordu. Bir ara meyhanedeki müşteriler, Paşa’ya gösteriler yapmaya kalkınca Atatürk onlara teşekkür etti ve dedi ki:
“Benim Mustafa Kemal Paşa olduğumu lütfen unutun. Çünkü
birkaç zaman için ben de unuttum. Aranızda sizlerden biri olarak
bulunmak istiyorum.”
Ancak bundan sonra gösteriler kesildi. Fakat kapı dibindeki
masadan arada sırada laf dokunduruluyordu:
“Ne ağlıyorsun oğlum Kılıç, bu akşam yuvadan bir sen atılmadın ki!.”
Bunu söyleyen Şükrü Kaya’ya Ali Kılıç karşılık veriyordu:
“Ben yalnız yuvadan atıldığıma yanmıyorum, o Salih olacak
alçağın, Paşam’ın sağ başında çeyrek simit gibi kurulmasına deli
oluyorum.”
Sonra her iki masadan kahkahalar yükseliyordu. Bir saat kadar yenildi içildi, sonunda Atatürk ayağa kalktı. Kapıya doğru
yürürken, Yorgo’ya okul günlerindeki gibi seslendi:
“Yaz hesaba Yorgo. Ay başında öderim.”
Kır saçlı Yorgo hiç şaşırmadı, duraksamadan karşılığını yapıştırdı.
“Güle güle Mustafa Kemal!”
183
Duruş
Çok hoşlandı bu karşılıktan Atatürk. Kapıdan çıkıp arabasına binerken şöyle dedi. “Vatandaş olmak başka bir güzellik
yahu.” (57)
HASAN RIZA SOYAK ANLATIYOR:
“DEVLET İLE PARTİYİ KARIŞTIRMADI!”
Atatürk, bir sabah derhal İzmir’e gitmek istediğini söyleyerek
hazırlık yapmamızı emretti. Seyahatlere çıkarken ekseriya maksadını da bildirirdi, bu sefer hiç sebep göstermedi.
Hazırlandık, hemen o akşam yola çıktık. İzmir’de daha evvel
kendisine hediye edilmiş Kordonboyu’ndaki Naim Palas’a indik.
İlk akşam yemeğine bazı zatlar ile beraber Vali Kazım Dirik ve
Cumhuriyet Halk Fırkası müfettişi, Balıkesir Milletvekili Hacım
Muhittin Çarıklı da davetliydi.
Sofra, sokak kapısından girince sağa düşen salonda kurul­
muştu. Zaten orası, bu bina kendisine verildiği günden beri yemek salonu olarak kullanılmaktaydı. Atatürk saati gelince üst
kattaki yatak odasından inip konukları ile beraber bu salona girdi. Ben de büyük holde bir koltuğa oturdum, dinleniyordum.
Oturduğum yerden sofradakiler görünmüyor, fakat konuştukları işitiliyordu. Birden bire Atatürk’ün sesi yükseldi:
“Paşa hazretleri, burada vali yani devletin temsilcisidir; koskoca vali-i âlişan! Burada ben bile onun kararlarına göre hareket
etmek mecburiyetindeyim. Mesela bana bugün sokağa çıkma diyebilir ve ben buna uyarım, uymak zorundayım. Çünkü buranın
asayişinden, idaresinden, her şeyinden o sorumludur.” Hiddetli
olduğu belliydi. Ne olmuştu, niçin ve kime kızmıştı? İlk anda anlayamadım. Bir ara benim ismimin de söylendiğini duydum, arkasından bir sofracı geldi “Atatürk sizi istiyor,” dedi.
184
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Kalkıp salona girdim, her zaman olduğu gibi sofranın deniz
tarafındaki başında oturuyordu. Sağında Vali Kazım Dirik, onu
yanında da Hacim Muhittin Bey vardı.
“Bak çocuk!” dedi, Hacim Muhittin Çarıklı’yı göstererek,
“Beyefendi parti müfettişliğinden çekilecekler. Senden Parti
Genel Sekreterliği’ne bir istifa mektubu yazmanı rica ediyorlar.”
Biraz durdu. Çarıklı’ya baktı, “Bunu telgraf yapsak daha iyi
olmaz mı beyefendi?” dedi. Çarıklı kabul yollu başını eğdi, tekrar bana döndü, “Hadi böyle bir telgraf hazırla, getir! Beyefendi
imza edeceklerdir,” emrini verdi. Tabii telgraf yazıldı, imzalandı ve çekildi. Ertesi gün uykudan uyandığını haber alınca yanına
girdim. Gece olup bitenleri hatırlamıyormuş gibi hafifçe tebessüm ederek sordu:
“Yahu dün akşam neler oldu?”
Anlattım, bu sefer ciddileşti.
“Bu büyük bir derdimizdir çocuk! Bak sana izah edeyim.
Ankara’da kulağıma gelen bazı dedikodulardan Vali Kazım Paşa
ile Parti Müfettişi Hacim Muhittin Bey arasında bir geçimsizlik
olduğunu fark ettim. Hacim Muhittin Bey’in mebusluk ve parti müfettişliği sıfatlarına dayanarak Kazım Paşa’ya hükmetmek
sevdasına kapılmış olmasından şüphelenmiştim. Buraya işte bunun için, yani durumu yakından görüp incelemek için geldim.
Daha ilk temasımda şüphemin yerinde olduğunu hissettim. Hele
akşam sofraya otururken Hacim Muhittin Bey’in kendisine yer
göstermiş olmasına rağmen, valiye hükmetmeye davrandığını
görünce artık dayanamadım. Böylece bildiğin netice meydana
geldi.”
Birkaç dakika sustu, düşündü tekrar konuşmaya başladı:
“Efendim, vali bulunduğu vilayette devletin temsilcisidir.
Oranın her halinden kanunen o sorumludur. Parti müfettişinin ise
orada kanuni ve resmi hiçbir şeklinde sorumluluğu yoktur. Onun
185
Duruş
vazifesi, nihayet, parti işlerini düzenlemekten ibarettir, icra işlerine müdahale edemez, etmemesi lazımdır.
Eğer parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse orada devlet işleri ve otoritesi, kanunen sorumsuz bir adamın eline
geçmiş demektir; ki böyle bir hal, devlet idaresinde zararları ölçülmeyecek kadar büyük bir felaket, bir fecaat olur. Parti reisleri için de hal aynıdır.”
Burada biraz durdu. Gözleri dalgınlaşmış, yüzü hüzünlü bir
hal almıştı.
“Çocuk, bilir misin ki İttihat ve Terakki’nin başarısızlığa uğramasının en önemli sebeplerinden biri, idareyi sorumlulardan
ziyade, sorumsuzların eline bırakmış olmasıdır. Bu yüzden ülkenin her bakımdan ne kadar büyük, ne kadar ağır zararlara uğradığını biliyoruz.” (58)
GAZETECİ GLADIS BAKER VE
DR. REŞİT GALİP’İN “DİKTATÖR” SORUSU ÜZERİNE
Amerikalı gazeteci Miss Gladis Baker, Atatürk’e neden diktatör
diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sormuş, aldığı cevap da şu olmuş:
“Çünkü ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu
söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmeyi bilmem. Bence diktatör diğerlerinin iradesini reddedendir.
Ben ise, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”
Otuz yedi yaşında zatürreden ölmesi gerçekten kayıp olan
Dr. Reşit Galip, bir gün Atatürk’e, “Sizin için diktatör diyorlar,”
dedi. Genç doktorun böylesine çıkışlarına alışık ve daima hoşgörülü olan Gazi, onun yüzüne uzun uzun ve biraz da muhabbetle
bakarak gülümsedi.
186
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Çocuk! Ben gerçekten diktatör olsaydım sen benimle böyle
konuşabilir, bana bu soruyu sorabilir miydin?”
O, çocuk yaşlardan başlayarak şahıs ve zümre saltanatı, keyfi
idare, tahakküm ve istibdat ile durmadan mücadele eden, “Ferdi
saltanata ve onun temsil ettiği kötü idare şekline çevrilen silah
kutsaldır,” diyen insan diktatör olabilir mi?
O, isteseydi diktatör, padişah, imparator ve hatta halife olabilirdi. Müstevlilerle birlikte, yurdu terk edip giden Osmanlı padişahının yerine geçmek, kendisi için işten bile değildi. Bu suretle
kalan ömrünü, halkın muhabbeti ve rahatlık içinde tamamlayabilirdi. Bu hem mümkün, hem de bencil bir insan için tutulacak en
çekici ve üzerinde yürünmesi, o nispette kolay bir yoldu. Fakat
istemedi; şahsı için kuvvet, paye ve unvan peşinde koşan, beşeri
ihtiraslara mağlup bir insan değildi. Bu yaştaki teşvik ve tekliflere hiç iltifat etmedi. (59)
ATATÜRK’ÜN SOFRASI HAKKINDA
Akşamları dostları ile buluşmak, sofra başında hatıralarını anlatmak, tartışmalarda bulunmak ve sohbet etmekten zevk alırdı.
Gençliğinden beri adet edindiği gibi bu sohbetler çoğu zaman sabaha yahut sabaha yakın saatlere kadar sürerdi. Bu sofralarda her
şeyden; din, dil, tarih ve diğer çeşitli bilim dallarından tutunuz da
dünya meselelerine ve günlük politika olaylarına kadar her konudan söz açılır, tartışmalar yapılırdı. Böylece hem bilmediklerini
öğren­mek -ki buna çok meraklıydı- hem de düşüncelerini yaymak ve kontrol etmek fırsatını bulurdu. Askeri, siyasi, büyük ve
önemli olayların cereyan ettiği ve konuşulacağı zamanlarda hiç
içki içmezdi. (60)
Atatürk’e kendi çıkarları için karşı çıkanlar, onun bu sofrasını sadece bir içki masası olarak nitelendirmişlerdir. Oysa tam
187
Duruş
aksine... Her akşam kurulan bu sofranın aynı zamanda ülkenin
çeşitli politik, ekonomik, sosyal sorunlarının çözüldüğü, ülkenin
yarınlarını etkileyecek kararların alındığı bir toplantı yeriydi.
Sofrası asla bir işret âlemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman
öldürme yeri değildi. O bu sofrayı âdeta bir okul haline getirmişti. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk ulusunun kaderinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra. Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra olduğunu söyler Sabiha Gökçen.
Özetle, Atatürk’ün sofrası ne yaren sofrası, ne mutat zevat
sofrası, ne de sarhoş sofrasıydı. Onun sofrası fikir sofrası ve her
vakit bir okuldu. Bu okulda insana hissettirmeden birçok şeyler
öğretilirdi. Görünürde sofrada yemek yenilir, içilir şeklindeyse
de, sofra bir bilim enstitüsü ve bir seminerdi.
Sofraya belirli yakınlarının dışında, konunun uzmanlarını da
mutlaka çağırırdı. Gündemde hangi konu varsa, o konunun uzmanları mutlaka bulunurdu. Akşamüstü, her zamanki arkadaşları
ve o akşam çağırdığı dostları ile otururdu.
Mutat zevat diye anılan kişiler dörttü. Nuri Conker, Salih
Bozok, Kılıç Ali, Recep Zühtü. Sonradan Recep Zühtü, bir kadını vurduğu için gözünden düşmüş ve sofradan uzaklaştırılmıştı. Bu kimselerin hepsi keskin nişancıydı ve uçan kuşu tabanca ile vururlardı. Bunlar Atatürk’ün eski arkadaşlarıydı ve onun
bir çeşit koruyuculuk görevini yaparlardı. Sofradan eksik olmayan tek kişi Nuri Conker’di. Diğerleri izin alıp ayrılsalar da, o
mutlaka yanında bulunurdu. Atatürk’e şaka yapmak hakkı yalnız ona aitti.
Atatürk’ün sofrasına habersiz gelinmezdi. Habersiz gelenler, bu dört kişi ile Başbakan İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve sonradan Başbakan
olan Celal Bayar’dı. Bunların dışında, Atatürk’e gelmek istiyor188
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
larsa yaverliğe telefon ederler, Atatürk bunları davet ederdi. Ya
da Atatürk akşamleyin, yavere kimlerin o akşam yemeğe çağrılacaklarını yazdırırdı. Olağanüstü hallerde, sofra sürerken de bazı
kimseler yaverliğe başvurabilirlerdi. (61)
Sevdiği yemekler etsiz kuru fasulye, pilav, omlet ve karnıyarıktı. İçki ne kadar uzarsa uzasın yemek yemez, içki bittikten
sonra yemeğe otururdu.
MUZAFFER, TOPLANTI İYİ GEÇTİ DEĞİL Mİ?
Atatürk çok dikkatli bir insandı. Herhangi bir yere girildiğinde etrafa şöyle bir göz atar, bütün eksiklikleri hemen görürdü.
Gezilerde ve toplantılarda bizleri bile kontrol eder, kılık kıyafetimiz ve hareketlerimizle ilgilenir, hatalı bir tutumumuzu görünce daha sonra uyarır, düzelttirirdi. Bazen öyle şeyleri ikaz ederdi ki, biz ve arkadaşlarımız bile o şeyin farkına varmamış olurduk. Ne bizlerin, ne de başkalarının sarhoşluğunu kesin olarak
hiç affetmezdi.
Bir gün birlikte baloya gidilmişti. Bizler de Ata’nın yaverleri ve yakınları olarak genç hanımlardan ve kızlardan pek ilgi görürdük. Baloda genç bir hanımla tanıştırıldım ve birkaç defa dans
ettim. Bu arada vakit epey geçmiş, hanım da ben de biraz alkol
almıştık. Neşeli bir vaziyette dans ediyorduk. Atatürk de pek neşeliydi. Etrafına espriler dağıtıyor, bizlerle hiç ilgilenmiyordu.
Ben bu fırsattan istifade ederek hanımı salonun arka taraflarına doğru bir köşeye dans ederek götürdüm. Zaten bekârdım.
Orada biraz şakalaşmak istedim. Fakat gitmemizle Atatürk’ü
karşımda görmem bir oldu. Bana kızgın bir şekilde, “Herkesin
sizi takip ettiğini görmüyor musunuz? Çabuk yerinize dönünüz,”
deyip, geçip gitti. Tabii benim aklım başıma gelmiş, hemen salona dönmüştüm. Dönmüştüm ama balo dağılıp Çankaya’ya dö189
Duruş
nerken, “Şimdi Ata’nın yüzüne nasıl bakacağım?” diye düşünüyordum. Az sonra veda ederek balodan ayrıldık. Ben utancımdan Ata’nın yüzüne hiç bakamıyordum. Arabanın önüne mecburen bindim. Kendileri de arkaya bindiler, biraz ilerledikten sonra, “Muzaffer,” dedi. Ben hemen arkama döndüm. Baktım yüzü
pek yumuşaktı. Hafif gülerek, “Toplantı iyi geçti değil mi?” diyerek bana bir göz attı.
Anladım ki, bu hatalı davranışımı, gençliğime ve bekârlığıma
vermiş; hoşgörü ile karşılayıp beni affetmişti. Ondan sonra da
herhangi bir şekilde bu olaydan hiç bahsetmemiş, babacan bir
davranışla unutup gitmişti.
Muzaffer Kılıç’tan
MADEMKİ SUBAY OLACAKSINIZ...
Atatürk, gençlerle de yakından ilgilenirdi. Özellikle askeri okulların öğrencileri en çok ilgilendiği kişilerdendi. 1929 yılının bir
sonbaharı trenle İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordu. Özel tren
Hereke istasyonunda kısa bir süreliğine durmuştu, birden Ata’nın
gözü istasyon alanında silah çatmış dinlenen erlere ilişti. Bunları
bir el imiyle (işaretiyle) yanına çağırdı. Erler koşuştular, trenin
bir adım yakınında çakılıp kaldılar. Gözleri Ata’larındaydı. Bir
buyruk bekliyor gibiydiler. Atatürk’ün “Siz kimsiniz, ne yapıyorsunuz burada?” sorusuna “Harbiye stajyeriyiz Paşam, manevraya gidiyoruz,” yanıtı geldi.
Bu kısa duraklamadan yararlanarak “Size kimi şeyler söylemek isterim!” diyen Atatürk, bir an gözlerini onların üzerlerinde
gezdirerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Mademki subay olacaksınız, mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu algılamış olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın. Türk tarihini incelerseniz göreceksiniz ki, bu ulus ne zaman yükseldiyse Türk su190
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
baylarının omuzlarında yükselmiş; ne zaman düşmüşse subaylarının çizmeleri altında düşmüştür.”
Harp Okulu öğrencileri Ata’nın bu öğüdünü büyük bir özenle
ve ‘hazır ol’ durumunda dinlediler. Atatürk’ün gözleri dalmıştı.
Ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir davranışla “Sizin bir marşınız
var, onu bana söyleyin,” dedi. Marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk
yine pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır ilerlemeye başlamışken Atatürk gençlere şöyle diyordu:
“Size bir şeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yolculuk durumu başka bir şeyim yok. Belki tümünüz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor. Ancak
bu sigara benim sigaramdır. Bundan tümünüz içeceksiniz.
Sayıları az olduğu için de tabirimi mazur görün, onları soluk soluk içmenizi isterim.”
Genç subay adayları hep bir ağızdan “Sağ ol Paşam!” diye
haykırarak Ata’nın attığı paketi tuttular. Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun Ata’nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini
çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı. (62)
ÖĞRETMENE SAYGI VE MUHSİN ERTUĞRUL
İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon,
tahta iskemleler; ortaya Atatürk’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, “buyurun,” diyorlar. Bir koltuğa bakıyor, dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor: “Sizlerden öğrenecek o kadar
çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır,” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta
iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet, kendince hak
191
Duruş
etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada.
Muhsin Ertuğrul
Muhsin Ertuğrul Darül Bedai’ye başyönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyor. Provaya geç
kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyor. Tahmin edersiniz ki, bu durumda Muhsin Ertuğrul’un düşmanı da çoktur. Bir
gece Dolmabahçe’den Atatürk’ün şehir tiyatrolarına geleceği haber verilir. Fakat Paşa gecikir. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlatır. Etraftaki
dalkavuklar, Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul’un onu beklemeden perdeyi açtığını anlatırlar. Atatürk “Yaa öyle mi? Muhsin
Ertuğrul’la görüşürüz,” der. Herkes Muhsin Ertuğrul’un işinin
bittiğine inanıyordur, ‘ben müdür olacağım sen müdür olacaksın’ kavgaları bile başlamıştır. Atatürk piyesin bitiminde Muhsin
Ertuğrul’u ayakta karşılar. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyler:
192
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı gösterir; biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız. Eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi. Ben
herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum,
ülke ancak böyle ilerler efendiler.”
Etraftaki dalkavuklar süklüm püklüm olmuşlardır.
ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR MESELESİNE BAKIŞI
Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü
ziyaret etmiştir.
“Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.”
“Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis’e getireceğiz...
Ne diyorsunuz?”
“İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.”
İnönü çıkınca Atatürk bütün görevlileri toplamış.
“Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın...”
İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin halini görmüş ve görevlilere sormuş:
“Ne oldu böyle?”
“Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.”
Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün odasına girmiş.
“Paşam, bahçenin durumu nedir?”
“Azınlıkları söküp attım İsmet.”
İnönü anladım dercesine başını öne eğmiş. Atatürk:
“İsmet, ben ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü boş yere söylemedim... Türkiye’de yaşayan ve kendini Türk hisseden herkes
193
Duruş
bu vatanın öz evladı. Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.”
1937 YILI EYLÜL AYINDA ATATÜRK İLE
İNÖNÜ ARASINDA KIRGINLIK
İsmet Paşa’nın Kudüslü eniştesi Abdürrezzak, uzun seneler
Yahudilerle iç içe yaşaması nedeniyle ticari hayatı çok iyi bilmekteydi. Zaman içerisinde ‘devir bu devirdir’ ihtirasına kapılan
enişte, Bomonti bira fabrikasının imtiyaz süresinin uzatılmasını
kayınbiraderi olan Başbakan İnönü’den talep ederken, Atatürk’ün
kurduğu Ankara Gazi Orman Çiftliği bira fabrikasının gelişmesini engellemek istemekteydi. İstanbul Bomonti’nin imtiyaz haklarının uzatılmasını İnönü’den ısrarla isteyen Abdürrezzak’ın
bu tutumu karşısında Atatürk, Danimarkalı uzmanlara çiftlik birasını incelettirdi. Uzmanlar, çiftlik birası fıçılarla Haydarpaşa
Garı’na ulaştırılırsa Bomonti’yle rekabet yapabilir raporu vermişlerdi. Buna rağmen Kudüslü enişte Abdürrezzak’ın baskısıyla Bomonti’nin imtiyazı uzatılıp, Çiftlik bira fabrikası dönemin
Tarım Bakanı Şakir Kesebir tarafından genişletil­meyince, gelişen şartlar başbakanın aile yakınlarının himaye edildiği düşüncesiyle, Atatürk’le İnönü’nün arasını açmaya yeterli olmuştu. Tabii
ki daha önce nükseden Niyon ve Hatay meselelerindeki anlaşmazlıkların, bu son tartışmaya etken olduğu kaçınılmaz durumlardı.
Olumsuz gelişmeler üzerine sık sık Orman Çiftliği’ne giden
Atatürk, yetişmekte olan ağaçların bakımsız ve kurumakta olduğunu görünce, bu hu­susların değerlendirmesini yapmak üzere Bakanlar Kurulu’nu Çankaya sofrasında topladı. Bira fabrikasının genişletilmeyişi ve ağaçların bakımsız kalması sebeplerinin
hesabını, Tarım Bakanı Şakir Kesebir’den sorarken konuya mü194
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
dahale eden İnönü, Atatürk’e kendinden hiç beklenmeyen olduk­
ça sert bir ifadeyle “Bunun sebebini adamlarınıza sorunuz,” dedi.
İnönü, Atatürk’ün konuşmasına fırsat vermeden bir çıkış
daha yaparak “Ne oldu Paşam size? Aramıza kara Tahsinler mi
girdi? Önceden böyle değildiniz. Artık emirleri hep sofradan mı
alacağız?” dedi.
Atatürk sessiz bir şekilde İnönü’ye bakmaktaydı. Sinirlerine
hâkim olamayan İnönü, daha da ileriye giderek “Bu memleket
daha ne kadar sarhoş sofralarından idare edilecek?” deyince,
Atatürk de İnönü’ye cevaben “Seni bu mevkilere getirenin de
sarhoş olduğunu unutuyorsun,” deyip Çankaya sofrasındaki toplantıyı dağıtır. (63)
ATATÜRK VE HALİL AĞA’NIN ÖYKÜSÜ
Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve
köşkten kaçtılar.
Altlarında, Nuri Conker’in bir arkadaşının arabası vardı.
Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında
çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı deviriyordu. Fakat çiftin bir
yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için saban yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
İndiler. Köylüye seslendi, “Kolay gelsin Ağa!”
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
“Kolay gelsin.”
“İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz konuştu:
195
Duruş
“Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul.
Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep
koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, Hıdrellez’de vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?
Olmaz böyle şey, muhtara şikayet etseydin...”
Köylü güldü.
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güldü.
“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim,” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
“E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?”
Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu.
Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip
attı.
“Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?”
Atatürk sordu:
“Adın ne senin Ağa?”
“Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...”
“Demek varlıklısın? Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış.”
196
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
“Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı.
Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz.
Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e
peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya
Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin
de derdini dökseydin ona. Herhalde çaresini bulurdu.”
“Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama
bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...
Tutalım ki kodular. Koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya.
Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın
sağarı! Heç işitmez beni...”
Nuri Conker lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu
durdurdu. “E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi
“Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak
değildi ya!”
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne diyorsun bey?” dedi.
“Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için
Peygamber gücü gerek. Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seğirecek?”
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken,
Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey
de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak “Senden
hoşlandım Halil Ağa,” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!”
197
Duruş
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurladı.
Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!” dedi.
Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara
yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı. Köşke döndüklerinde
Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi,” dedi, “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe
bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul,
onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktı.
Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin, ona
benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan
dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek,’ diye bir şeyler söyle,
kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya.”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan
oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, “Bu akşam soframıza
efendimiz gelecek,” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok
merak ediyorum.”
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir
şeyler söyledi. Atatürk “Buyursun!” dedi. Başyaver kapıyı açıp
da Halil Ağa gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar.
Atatürk son konuğunu “Hoş geldin Halil Ağa,” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı. “İşte beklediğimiz Efendimiz,” dedi. Atatürk sofradakilere o gün köşkten
Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz,
bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yak198
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
mak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.”
Halil Ağa’ya döndü; “Bak beri, Halil Ağa,” dedi. “Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir
zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada
sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
‘Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep
koşulu. Öküzün yok mu senin?’”
Halil Ağa dudakları titreyerek, Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi.
“Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.”
Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti
sıra. Atatürk sordu, “Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi
savuşturmanın yoluna kaçtı. “Vali paşamızı görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki.”
“Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...”
“Böyle demedik mi beyim?”
“Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri’ye.
Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!”
“Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi
söyle.”
199
Duruş
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır,
Paşam. Kusura kalma gayri...”
Atatürk gülmeye başladı.
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi
diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız. Söyle bana, orada dediğin gibi...”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi.
“Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı,’ diye bir
laf kaçırmışım...”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: ‘E peki bir
Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?’”
Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi, “Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün...”
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri,” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya
Köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin
de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!”
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti, “Beni uğraştırma, Halil Ağa,”
dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu,
“Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya...”
“Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?”
200
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı, “Öyle dedikti paşam
doğrusun!” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü
kendine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi,” dedi. “Bunun da karşılığını
ver, öküzünü al git. ‘Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu?
Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?’”
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama
dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.”
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak
konuştu.
“İşte bunu demem Paşam,” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte
bunu demem!”
Atatürk gülmeye başladı.
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor,” dedi. “‘Mustafa
Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber
gücü gerek’ demiştin, yanılmıyorsam. ‘Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek?’ demiştin.”
Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu.
Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“‘Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri,’ demeye getirdin ya, fazla üstelemeyeyim,” dedi. “Şimdi bak beni dinle, Halil
Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu
gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye
201
Duruş
bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar; İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan
mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne...
Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan
beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek
yok,’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun! Ama
sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir
yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan efkâr dağıtmak
için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra
da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der...”
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu
bunu, hacısı da içer, hocası da içer...”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?
“Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu.
Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı, “Hadi bakalım Halil Ağa,”
dedi. “Sağlığına içelim.”
Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün,” dedikten sonra edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü
kızarmış, gözleri parlıyordu.
202
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü. “Yunan’ı
denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim
gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem...”
Halil Ağa, Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca Atatürk
onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu
kez Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı. Sonra
gitmeye davrandı, Atatürk durdurdu.
“Yemek yemedin!”
“Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil
Ağa’nın yanına geldi; kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru geri geri çekildi. Kapı
kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü.
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size
böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak bize düşüyor!”
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten
ayıramıyordu.
“Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya
biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak
Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun
doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım.
Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay
İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler.” (64)
203
Duruş
ADAM OLMAK DEMEKTİR
Türkiye Büyük Millet Meclisi de bir gün laiklik üzerine konuşmalar yapılmaktadır. Tesadüfen Mustafa Kemal Paşa da o gün
Mecliste ve Başkanlık kürsüsündedir. Meclisin tanınmış sözde
din bilginlerinden bir milletvekili, kürsüye gelir, alaylı bir üslup
ve davranışla:
“Arkadaşlar, bir laikliktir almış başını gidiyor. Affedersiniz
ben bu laikliğin manasını bir türlü anlayamıyorum,” der.
Mustafa Kemal Paşa oturduğu başkanlık koltuğundan elini
kürsüye vurarak konuşmacıya müdahale etmek ister:
“Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” (65)
ATATÜRK VE TÜRK KÜLTÜRÜ
Atatürk için kültür ve medeniyet ayrılığı yoktur. Kültür ve medeniyet birdir ve iç içe geçmiştir. O, bu konuda şunları söyler:
“Medeniyetin ne olduğunu hep başka başka tarif edenler vardır. Bence Medeniyet’i Hars’tan ayırmak güçtür ve gereksizdir. Bu görüşümü açıklamak için hars ne demektir tanımlayayım. Hars, insan toplumunun devlet hayatında, düşünce hayatında ve ekonomik hayatta yapabileceği şeylerin toplu sonucudur.
Bir milletin medeniyeti dendiği zamanda, hars namı altında, saydığım insan toplumunun devlet, düşünce ve ekonomik olarak üç
nevi faaliyetinden başka bir şey düşünülemez.”
Bu konuşmadan da anlaşıldığı üzere, Atatürk’ün medeniyeti
de içeren bir kültür anlayışı vardır. Şayet Atatürk Gökalp’in Hars
ve Medeniyet anlayışını reddetmemiş olsaydı, Gökalp’in ulusal saydığı alanlarda çağdaşlaşmayı gerçekleştiremezdi. Örneğin
hukuk alanında çağdaş ülkelerden aktarma yapılamazdı. Zira
Gökalp’e göre hukuk düzeni “Hars”ın bir öğesi sayılmaktaydı.
204
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Atatürk döneminden önce yapılan reformlar, Medeniyet ve
Kültür ayrımının etkisi altında kalarak sadece teknolojinin taklit edilmesi ile sonuçlanıyordu. Teknolojinin dışında “Hars” denilen şeyler aktarılmadığı için, taklitçilikten ileri gidilemiyordu. Bunun içinde çağdaş yaşayış biçimi benimsenmeden, çağdaş
dünya görüşüne sahip olunmadan, toplumun değişmesi ve gelişmesi olanaksızdı.
Atatürk’ün nitelik bakımından medeniyeti kültürden farklı
görmemesi ve medeniyeti kültürün özel bir durumu olarak açıklaması, bugün kültürel antropolojinin de tartışmasız kabul ettiği
bir prensiptir. Atatürk’ün ölümünden sonra çok gelişen kültürel
antropoloji, Atatürk’ün sağlığında vurguladığı esasları bugün bilimsel bir sonuç olarak kabul etmektedir.
Atatürk geleneksel kültürden çağdaş kültüre, inkılâpçı atılımlarla geçilebileceği görüşündeydi. Geleneksel kültür unsurlarının yerini, yenilerinin alacağını kabul ediyordu. Örneğin devletin geleneksel yönetim biçimi olan saltanat ve hilafet yerine,
Cumhuriyet gelmiştir. İkili kültür ve ikili eğitim yerine de bir
eğitim yani Milli Eğitim egemen olmuştur. Atatürk geleneksel
Osmanlı kültürüne egemen olan şeriat düzeni yerine laiklik sistemini aktarmıştır. Bugün Türk toplumu eskisi gibi Müslüman
bir toplumdur ama laik bir devlet yönetimine sahiptir. Atatürk’ün
geleneksel Osmanlı kültüründen modern kültüre geçişi ve laiklik
sisteminin bu husustaki büyük yardımı, Türk toplumunun değişiminde ve gelişiminde etkili olmuştur.
Atatürk, 1924 yılında Dumlupınar’da Başkomutanlık
Meydan Muharebesini anlatırken “Askeri harekâtın başarısında maddi güçler ile birlikte bütün güçleri ve özellikle ahlak ve
kültür üstünlüğünü gerekli gördüğünü” açıklamıştır. 26 Ağustos
1922 günü taarruz eden Mehmet’in kültür yapısı, yapılmakta olan askeri harekâtın gereklerine ve ihtiyaçlarına uygun vasıfta idi. Ancak Mehmet’in sahip olduğu kültür özellikleri ile o
205
Duruş
harekât başarılabilirdi. Görüldüğü gibi Atatürk kültürü bir bilgi
yığını olarak değil bir vasıf uygunluğu ve vasıf üstünlüğü olarak
değerlendirmektedir.
Atatürk’ün, kültürünün iki önemli unsuru olan “dil” ve “tarih” konusunda aldığı tedbirler kurduğu kurumlar hepimizin malumudur. Atatürk, milli hissin gelişmesi bakımından, dilin milli
ve zengin olmasını, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmasını zorunlu görüyordu. Bu maksatta 1932’de Türk Dili Tetkik
Cemiyetini kurdurdu. Cemiyet yoğun bir şekilde dil araştırmalarına girişti. Türkçeyi olabildiğince Farsça ve Arapça kökenli kelimelerden arındırdı. Yeni kelimeler yaratıldı.
Atatürk Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin yanı sıra, Türk Tarihi
Tetkik Cemiyetini de kurdurarak Türk kültürünün önemli unsurlarından birisi olan milli tarihimizi de bütün yönleriyle tetkik ve
ortaya çıkarmak istemiştir. Dil ve tarih üzerine Atatürk’ün önderliğinde başlatılan çalışmalar bugüne dek dil ve tarihimize önemli katkıda bulunmuştur.
Kültürün unsurlarından bir diğeri olan “din” konusunda da
Ulu Önderin önemli katkıları olmuştur. Diyanet işleri başkanlığı kurularak, ideal laiklik anlayışıyla çelişir olmasına rağmen,
Devlet olarak dine bir kültür unsuru olarak yaklaşıp sahip çıkılmış; Kur’an ilk defa Atatürk döneminde Türkçeye tefsir edilmiştir. Dinimizin iyice özümsenip kendimize mal edilmesi adına uygulanan Türkçe ibadet de milli kültür hizmetlerinden biri olarak
değerlendirilebilir.
Atatürk Cumhuriyetin ilanının 10. yılında verdiği nutukta:
“Milli kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız” demişti. Acaba Atatürk neden milli kültürümüzü çağdaş kültürün üstüne çıkaracağız veya uygarlığımızı çağdaş uygarlığın
üstüne çıkaracağız dememiştir?
206
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Atatürk daha önce de denildiği gibi kültürle uygarlığı iç içe görmüştür. Farklı şeyler olarak değerlendirmemiştir.
Kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız sözü
çağdaş uygarlık düzeyinin üstünde olmayan bir kültürün çağdaş
uygarlık yaratamayacağı, çağdaş uygarlığa ancak onun üstünde
onu gerçekleştirebilecek yapıda bir kültürle ulaşılabileceği şeklinde yorumlanabilir. (66)
ATATÜRK’Ü ANLAMAK
Mustafa Kemal Atatürk’ün halk sevgisi son derece içtendir ve
kapsamlı bir derinliğe sahiptir. Halkın sıkıntısını kendi sıkıntısı
olarak içinde duyar ve sahip olduğu tüm olanaklarla bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya çalışır. Sürekli yurt gezilerine çıkar ve halkın isteklerini bizzat yerinde saptar, halka verdiği sözleri kesinlikle yerine getirir.
Hastalığına karşın 12 Kasım 1937’de çıktığı Doğu ve
Güneydoğu Anadolu gezisinde gördüğü, yoksulluk ve bölgesel
farklılıklar onu son derece üzmüş, Malatya’dan sonra geri dönerken trende Sabiha Gökçen’e bugün herkesin örnek alması gereken şu sözleri söylemiştir:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çok cüce kalıyor Gökçen. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, küçük fakat canlı tertemiz sağlıklı insanların yaşadığı evler. Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum. Gürbüz çocukların, giyimli çocukların, yüzleri sararmamış, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum... İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete
kavuşturalım istiyorum... Ve bunu çok, ama çok çabuk yapmak
207
Duruş
istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek
kadar uzun değil... Mamur olmalı Türkiye’nin her tarafı, müreffeh olmalı... Devlet ve millet daima el ele olmalıdır ülke sorunlarını göğüslemede... Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra
ne olursa olsun demek yok benim kitabımda. Geleceği, geleceğin Türkiyesini, geleceğin halkını düşünmek benim görevim. Bir
iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz. Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım. (67)
TÜRK OCAĞI’NDAN ALINACAK DERS
Osmanlı Devleti’nin tamamen yok olmaya, parçalanmaya yüz
tutmuş enkazı üzerinde, önce düşman kuvvetlerini yok edip, onlarla onurlu bir barış imzalayan; daha sonra da “Asıl mücadele
bundan sonra başlıyor” diyen Gazi Mustafa Kemal, Anadolu ve
Trakya’da Türklerin çoğunlukta bulunduğu coğrafyada, yeni bir
Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da sağlamıştır.
Türkiye Türklerin yurdu olmakla beraber, elbette ki tamamen
homojen bir yapıya sahip değildir. Beşeriyetin varoluşundan bu
yana insanlığa yurt olmuş, eski dünyanın merkezindeki bu topraklarımız pek çok kavime, ırka, soya yurt olmuştur. Ama son
1000 yılda bunların içinde en hakim ve en çoğunlukta olan ırk
Türklerdir.
Günümüze ışık tutacak tarihi anı, Ulu Önderimizin de içinde
yer aldığı hikâye, 1924’lü yıllara ait:
O yıllarda merkezi Ankara’da olan “Türk Ocağı” cemiyeti,
zamanının en popüler cemiyetlerinden biridir. Başkanlığını da
o dönemin en meşhur hatip ve edebiyat adamlarından, aynı zamanda İstanbul Milletvekili olan Hamdullah Suphi Tanrıöver yü208
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
rütmektedir. Hamdullah Suphi kraldan çok kralcıdır. Türk Ocağı
Cemiyetine üye kaydetmede ince eleyip sık dokumaktadır. O
sene içinde meclis muhafız alayından birkaç seçkin subay, Türk
Ocağı’na üye olmak için Cemiyete dilekçe verir. Günler haftalar geçer, olumlu veya olumsuz bir cevap alamazlar. Subaylar
durumu tetkik ettiklerinde, Hamdullah Suphi’nin üyelik müracaatlarını hemen kabul etmediğini, üyelerin kim olursa olsun ırki
olarak tamamen Türk kökenli olmasının esas alındığını öğrenirler. Durumu Meclis Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Bey’e
(Emekli Tümgeneral İsmail Hakkı Tekçe) bildirirler. İsmail
Hakkı Bey de Türk Ocağı’na, Hamdullah Suphi ve diğer üst düzey yöneticilerle görüşmeye gider. Üzüntüsünü anlatır. “Sizler
hangi hakla Türk Ordusu’nun şerefli subaylarının şeceresini (soyağacı) araştırıyorsunuz? Neden Cemiyetinize üye olmalarında
güçlükler çıkartıyorsunuz” der.
Ziyaret beklenen olumlu gelişmeyi sağlamaz. Bu kez Muhafız
Alayına mensup çoğu subay, Meclis çıkışında Hamdullah Suphi
Beyin önünü keserek, hangi yetkiyle kendilerinin cemiyete girmeleri konusunda tahkikat yaptırdığını sert ve tehditkâr eda ile
sormaya başlarlar.
Hamdullah Suphi bu gelişmelerden tedirgin olur. Durumu
Çankaya’ya gidip Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e arz eder.
Mustafa Kemal, İsmail Hakkı Bey’i de ayrıca Çankaya’ya çağırıp dinler ve kararını gecikmeden verir: “Türkiye’de ayrıca Türk
Ocağı olmamalı!”
Bu kararını uzun gerekçelerle Hamdullah Suphi’ye anlatır.
Hamdullah Suphi ikna olur. Atatürk’ün bu düşüncesini gecikmeden Cemiyetteki diğer arkadaşlarına da iletir. Nihayet Cemiyet
olağanüstü kurultay kararı alır. Toplanan kurultay da kendini fesh
ve tüm teşkilat ve personeli ile “Cumhuriyet Halk Fırkası”na katılma kararı alır.
209
Duruş
Evet, Türkiye Türklerindir! Gazi Mustafa Kemal, Türk tabiiyetinde olan herkesi Türk saymıştır! “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlanan herkes Türk’tür.”
Çoğunluğu teşkil eden Türkler, kendileriyle birlikte bu coğrafyayı vatan bilen, Türkiye Cumhuriyetini kuran etnik kökenleri ne olursa olsun herkesi “Kardeşi bir Türk” gibi bağrına basmalı ve kabullenmelidir.
Bu topraklarda binlerce yıl Türklerle birlikte yaşayan diğer
soy ve ırklara mensup kardeşlerimiz de Türk olmaktan ve Türk
kimliğini taşımaktan hicap duymamalı, Türklük onlar içinde utanılacak bir kimlik değil, bilakis gurur duyulan bir ad olmalıdır!
“Kürt kökenliyim ama Türk’üm”, “Ermeni asıllıyım ama
Türk’üm”, “Çerkez asıllıyım ama Türk’üm” vb. demenin hiçbir sakıncası yoktur. Müşterek payda Türklüktür. Her birimiz her
yerde, yeri geldiğinde içtenlikle Atamızın şu veciz sözünü haykırarak söylemeliyiz, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” (68)
BAKALIM GELECEK YILA YAŞAYACAK MIYIM?
1938 yılbaşı akşamı köşke beni çağırmıştı. Hemen gittim.
Kendisini köşkün yukarı katında kütüphaneye bitişik açık salonda buldum. İlk sözü:
“Ben bu akşam bir tarafa çıkmayacağım, sen de suare görmekten bıkmışsındır. Yılbaşını burada birlikte geçiririz, olmaz
mı?” demek oldu.
“Büyük sevinçle,” cevabını verdim. Bir hayli süre geçen yılın olayla­rından ve gelecek yılın işlerinden konuştuk. Kavalalı
İsmail Hakkı’nın gelme­si üzerine konuşma günün haberlerine,
havaya ve suya intikal etti. Bu alan­da konu daha genişleyince
Atatürk’ün elbise ve çamaşır dolaplarını hep bir­likte görmeye
gittik. Elbiselerinden, gömleklerinden, kravatlarından bize da­
210
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ğıtıyordu. Bu nedenle hatırıma gelen bir fikri söylemekten kendimi alama­dım ve dedim ki:
“Paşam, mendillerinize, potinlerinize varıncaya kadar bize
vermekten hoşlanıyorsunuz; ne olurdu bir ay önce düşünseydik
de yeni yıl için bütün gi­yeceklerinizi yeniden ısmarlasaydık ve
bu gece başka arkadaşları da davet ederek elbiselerinizi, çamaşırlarınızı ve gömleklerinizi aramızda kapışsaydık ne kadar çok eğlenirdik ve her birimiz de bu yılbaşı gecesinin anısı olarak siz­den
bir şeyi üzerimizde taşırdık ve siz de yarın hep yeni giymiş olurdunuz.”
Bunun üzerine:
“A doktor, bunu niçin daha evvel düşünüp söylemedin?” diye
hayıflanınca: “Zararı yok, gelecek yıl böyle yaparız,” cevabını
verdim. Atatürk olumlu veya olumsuz bir şey söylemedi, bir süre
düşünür durum aldıktan sonra: “Bakalım gelecek yıla yaşayacak
mıyım?” sözleri ağzından döküldü.
Birdenbire her üçümüzü de derin bir üzgünlük kapladı.
Atatürk, ölümün yaklaştığını içinde duymuştu. Bizim içimize
de bu zehirli kuşku düşmüştü. Yine Atatürk bizden evvel kendini toplayarak: “Yılbaşı gecesi acıklı şeyler düşünmeyelim ve
konuşmayalım,” dedi. Yaz gömleklerini ayırarak bana seslenerek: “Bunlardan da al, yazın Yalova’da yine hep birlikte oluruz
da işine yarar” özendirmesiyle hem gömleklerinden almaklığımı istiyor, hem de üstümüze çöken durumu gidermeye çalışıyordu. Hatta pijama bile verdi. Kavala­lı, neşeli sözleriyle konuyu
değiştirdi. Gece yarısı geçinceye kadar şuradan buradan konuşmakta devam ettik. O gece Atatürk’ü çoğu defa alışık olduğu zamandan evvel istirahat etmesine bırakmak üzere, izin alıp ayrılıncaya ka­dar acı konuya dönülmedi. Fakat yüreklerimizi sönmez bir alev yakıyordu. Çünkü Atatürk, ölümünün yaklaştığını
içinde duymuştu ve bunu kendisiyle beraber biz üç kişi 1938 yılının başından itibaren biliyorduk.
Dr. Tevfik Rüştü Aras
211
Duruş
SÖYLER MİSİNİZ, BİR MÜNİR ÇALSINLAR?
Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona’nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul, camileriyle
ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk’e son okuduğu kitabı getirmiş, yanı başında oturtuyordu.
“Söyler misiniz, bana bir Münir çalsınlar” dedi Atatürk.
Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk
başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı
dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan
Ata’nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde, hem ezan
bitmişti, hem o kendini toparlamıştı.
“Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkân yok, Füreyanım.”
dedi yumuşak bir sesle.
“Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam,” dedi
Füreya.
Füreya Koral’dan
212
ÖNEMLİ SÖYLEVLERİ
---
HEP BİR IRKIN EVLATLARIYIZ! (04.10.1932)
Fahri hemşehrisi bulunduğu Diyarbakır’da çıkan “Diyarıbekir”
gazetesinin sahibine Dolmabahçe Sarayı’nda demeç:
Diyarıbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu,
Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. (69)
BURSA NUTKU (6.2.1933)
Atatürk’ün Anadolu Ajansı’na verdiği resmi de­meci izleyen ertesi günü Çekirge Köşkü’nde bir ye­mek veriliyor. Sofrada 1314 kişi vardır. Gazeteci Rı­za Ruşen Yücer de gözlemci olarak konuklar arasın­dadır. Söyleşi konusu Arapça ezan olayıdır.
Sofradakilerden biri, Atatürk’ün bu olaydan duyduğu üzüntü­yü
hafifletmek için olacak, şöyle der: “Efendim, Bur­sa gençliği bu
hadiseyi hemen bastıracaktı fakat za­bıta ve adliyeye olan güveninden ötürü...”
Atatürk, konuşmacının sözünü keser ve aşağıda vereceğimiz
ünlü konuşmasını yapar.
Bilindiği gibi, Rıza Ruşen Yücer, 1947’de yayım­ladığı
“Atatürk’e ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı yapı­tında bu konuşmaya da yer vermiştir. Bu yapıtın ya­yımından 11 yıl sonra zamanın iktidar çevrelerince bu konuşmanın yapılmamış olduğuna değin savları ileri sürülmüştür. Zaman zaman tazelenen bu savlar günümüze kadar uzanmıştır. Oysa konuşmanın ya­pıldığı gün aynı
yemekte bulunanlar bu konuşmanın yapıldığını doğrulamışlardır.
215
Duruş
Konuşma şöyledir:
Bursa gençliği ne demek? Memlekette parça parça, yer yer
gençlik yoktur; sadece ve toplu olarak Türk gençli­ği vardır.
Türk genci inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.
Bunların, lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmış­tır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşüre­cek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duy­du mu; bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, or­dusu vardır, adliyesi vardır... demeyecektir. Hemen müda­hale edecektir; elle, taşla, sopa ve silahla... nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacak­tır. Mahkeme onu
mahkûm edecektir. Yine düşünecek: “Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.”
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yap­makla
beraber bana, İsmet Paşaya telgraflar yağdırıp hak­sız ve suçsuz
olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek.
Diyecek ki: “Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale
ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,
bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de
benim vazifemdir.”
ATATÜRK’ÜN BALIKESİR PAŞA
CAMİSİNDE YAPTIĞI KONUŞMA
Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allanın selâmeti, âtifeti ve
hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, cenabı hak ta­rafından insanlara hakayiki diniyeyi tebliğe memur
ve resûl olmuştur. Kanunu esasisi, cümlemizce malûmdur ki,
Kur’anı azimüşandaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan
216
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa,
hakikata tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa
ve hakikata tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanini tabiiyei ilâhiye beyninde tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle
ka­vanini kevniyeyi yapan cenabı haktır.
Arkadaşlar; Cenabı Peygamber mesaisinde iki dâra, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi
idi. Millet işlerini, Al­lah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin
isri mübarekelerine iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı gö­rüşmek maksadiyle bu dârı
kutside Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden
Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok
memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit
ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın
yatıp kalk­mak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek
yani meşveret için yapılmış­tır. Millet işlerinde her ferdin zihni
başlı başına faaliyette bulunmak el­zemdir. İşte biz de burada din
ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz
için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi
düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündükleri­nizi
anlamak istiyorum. Amali milliye, iradei milliye yalnız bir şahsın
dü­şünmesinden değil, bilumum efradı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak isti­yorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.
Hutbeler hakkında iradedilen sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbe­lerin tarzı, milletimizin hissiyatı fikriyesi ve lisanile ve
ihtiyacatı mede­niye ile mütenasip görülmemektedir. Efendiler,
hutbe demek nâsa hitabetmek, yani söz söylemek demektir.
Hutbenin manası budur. Hutbe de­nildiği zaman bundan birtakım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat
eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Haz­reti
217
Duruş
Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi.
Gerek Peygamber efendimiz ve gerek, Hulefayı Raşidinin hutbelerini okuya­cak olursanız görürsünüz ki, gerek peygamberin,
gerek Hulefayı Raşidi­nin söylediği şeyler o günün meseleleridir, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, içtimai hususatıdır.
Ümmeti islâmiye tekessür ve memaliki islâmiye tevessüa başlayınca, Cenabı Peygamberin ve Hulefayı Raşidininin hutbeyi
her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığın­
dan halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa birtakım zevatı
memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesâ idi. Onlar
camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldat­maması!
Halkı ahvali umumiyeden haberdar etmek son derecede haizi
ehemmiyettir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hali faaliyette bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin
zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından
gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ye
onların da bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas et­memesi,
Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle
gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin
tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin
sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde
bırakmak demektir. Hutebanın her halde nâsın kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisinde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki “mimberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyiz, bir menbaı nur olmuştur.” Böyle
olabilmek için mimberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve
anlaşıl­ması ve hakayiki fenniye ve ilmiyeye mutabık olması
lâzımdır. Hutebayı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve
218
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat ve­rilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır. Ve
olacaktır. 7 Şubat 1923 (70)
ŞEHİT SANCAKTAR MEHMETÇİK ANITI
İstiklal Savaşı’nın son safhasında, Türk ordusu; sıklet merkezi ile
Afyon güneyinden başlattığı büyük taarruzda (genel karşı taarruzda), kati neticeyi ve dolayısıyla kesin zaferi 30 Ağustos 1992
günü Dumlupınar’da kazanmıştı. Başkomutan Mareşal Mustafa
Kemal, 31 Ağustos 1922 günü, muharebe sahasını gezerken şehitler arasında, düşman topçu mermisinin açtığı çukura gömülmüş bir sancaktar görür.
Aziz şehit, toprağın üstünde katılaşmış kolu ile sancağı dimdik tutmaktadır.
Bu görüntüden son derece duygulanan başkomutan, savaş
sonrasında yapılacak “Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı” için bunun sembol alınmasını emreder. Anıtın temeli, 1924 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından atılır ve 1927’de
törenle açılır.
1964 yılında, 220 sayılı yasa ile öngörüldüğü şekilde
Zafertepe’ye yeni zafer abidesinin yapılması sırasında yıkılan
bu anıtın mermer parçaları ve sancağı o tarihte müzeye alınmış, daha sonra 1979 yılında, bu anıt tekrardan gerçek yeri olan
Berberçam Tepe’de inşa edilmiştir.
Anıtın kitabesinde 1924 yılında temeli atılırken, büyük taarruzda Türk ordusunun başkomutanı, o tarihte ise genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal tarafından yapılan konuşmadan alınan aşağıdaki bir bölüm yer almıştır.
219
Duruş
“Bu anıt, Türk askerinin görev anlayışını, mukaddesatına bağlılığını, göklerde uçuşan şehit ruhlarını, o ruhlarla birlikte gazi arkadaşlarını ve yiğit Türk ulusunu göz önüne getirmektedir.
Türk vatanına göz dikenler, Türk’ün 30 ağustos günündeki
ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücünde ve iradesindeki keskinliği hatırlayacaktır.”
Bu anıt; sancaktar olarak seçilen bir Türk askerinin, şehitlik
mertebesine yükselirken dahi, ulusunun birliğine kutsal emaneti ve onun onur timsali sancağını korumada gösterdiği aşırı duyarlılığı simgelemekte ve böylece, Mehmetçiğin vatan sevgisini,
görev bilincini ve sancağın onun için ne anlam taşıdığını en açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.
ATATÜRK’ÜN ÇANAKKALE’DE ÖLEN
YABANCI ASKERLERE DAİR SÖZLERİ
Çanakkale Savaşı’nda en çetin ve kanlı muharebelerden biri de
şüphesiz Gelibolu yarımadasında Arıburnu’na yapılan çıkarmalar sırasında cereyan etmiştir. Buraya İngiliz ordusu tarafından
Anzaklar çıkartılmış ve buradaki çatışmalarda taraflar büyük zayiat vermiştir.
1934 yılında yüce önder Atatürk Gelibolu’daki muharebe
bölgesini ziyarete gelen yabancılara hitaben yaptığı konuşmada,
aşağıdaki anlamlı ve birleştirici sözleri söylemiştir.
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar,
Burada dost bir ülkenin toprağındasınız, huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
220
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar,
Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız, bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır.
Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bu yazıt; üç ülkenin -Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye- aldığı müşterek karara göre, Çanakkale savaşlarında ölen Anzaklar
için dikilen abidelere Türkçe ve İngilizce olarak yazılmıştır.
KURTULUŞU AVRUPA VE AMERİKA’DA
GÖRENLERE İTHAF OLUNUR
Artık durumu düzeltmiş olmak için mutlaka Avrupa’dan öğüt
almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi.
Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir.
Türkiye hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne
Amerikanlaşacak, ne Batılaşacaktır. O sadece özleşecektir. (71)
1930 YILINDA KIRKLARELİ
TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMA
“... Ocakların siyasi ve milli birer kuruluş olduklarını söylemiştim. Bu doğrudur. Türk Ocakları bir kültür etrafında teşekkül etmiştir. Bu itibarla Türk Ocakları bu ülküsünü gerçekleştirmek için ilim, kültür ve sosyoloji alanında savaşmak zorundadır.
221
Duruş
Benim “kültür”den anladığım, bir devleti meydana getiren toplumu, yani milleti düşünün bir millette kaç türlü hayat tasavvur
edilebilir? Devlet hayatı, fikir hayatı, ekonomik hayat, yani ticari,
zirai hayat değil mi? Her millet devlet hayatında, fikir hayatında
bir şeyler yapar. İşte bu üç hayatın toplamına kültür denir. Bizim
devlet hayatımızda bilindiği gibi Osmanlı siyaseti, gayri mütecanis unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan
bir harita yapmak mümkün olmadığı için Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli siyaset, Türkçülük siyasetidir. Bu siyaseti ilan edip yaygın hale getirmekle beraber, fikri,
içtimai ve ekonomik hayatı da ilerletmek gereklidir. Bu üç şekil
hayattaki gelişme dereceleri birleştiği zaman, ortaya o milletin
kültürü çıkar. Bazıları kültürle medeniyeti ayıramazlar. Bilindiği
üzere, her milletin kendine özgü bir karakteri vardır. Kültür bu
özellik ve karakterle ifade edilir. Bence de en ilmi olanı kültür ile
medeniyeti bir arada yürütmektir...”
ATATÜRK’ÜN SUBAYLARA KONUŞMASI
YER: Afyonkarahisar Kolordu Dairesi
ZAMAN: 31 TEMMUZ 1920
“Efendiler,
Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz. Müsait yer de
yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülâhaza etmekle yetineceğim:
Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını
222
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez.
Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir
vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvete sahip olmak ve bunun
için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için,
pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.
Ordumuzu tamamen lağvederek milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler.
Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını
takip ettiler ve ediyorlar.
Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.
Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak
lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun
sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşküller kalmaz.
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre
subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve
kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.
223
Duruş
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak hususuna tam bir iman
ile kani olmuş ve buna kati azimle karar vermiştir. Zaman zaman
şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte
vurmamıştır ve vuramayacaktır.
Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak, ki milletin vicdani imanıdır, mevcuttur.
Ordu ise arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: “Ordunun ruhu
subaylardadır.”
O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati
gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun
vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr
olmak mecburiyetindedirler.
Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en
önünde bulunmak mecburiyetindedirler.
Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler.
Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva
gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir bahanesi vardır; şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da
kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.
224
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Dolayısıyla subay için “Ya istiklal, ya ölüm” vardır.
Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz! Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız! Ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.”
ATATÜRK VE TÜRK DÜNYASI
“Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan bütün, Doğu
Milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. Özgürlük ve bağımsızlığa kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden
doğuşu, şüphe yok ki, ilerlemeye ve kalkınmaya doğru olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve engellere rağmen başarı kazanacak ve kendilerini bekleyen mutlu geleceğe ulaşacaklardır.”
(Atatürk, Türk Birliği Dergisi - Ağustos 1972)
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı
Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün
elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya
yeni bir dengeye ulaşabilir.
İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o
günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır.
Milletler buna nasıl hazırlanırlar?
Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih
bir köprüdür.
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarih içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. (72)
225
Duruş
HÜRRİYET VE İSTİKLAL AŞIĞI
“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir”
Nisan 1921’de söylediği bu sözle hürriyetin önemini vurgulamıştır.
“Ben ulusumun ve büyük ecdadımın en kıymetli soyundan
olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan beri ailevi, özel ve resmi hayatımın her safhasına yakından vakıf olanlarca bu aşkım malumdur. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o ulusun
hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen
bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ve bu niteliğin kendimde mevcudiyetini iddia edebilmek için ulusumun da aynı niteliklerle dolu olmasını esas şartlardan bilirim. Ben, yasayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu sebeple ulusal bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Ulus ve ülkenin menfaatleri icap ettiği takdirde, insanlığı teşkil eden uluslardan her biriyle, medeniyetin gereklerinden dostluk ve siyasi
münasebetleri büyük bir has­sasiyetle takdir ederim. Ancak benim ulusumu, esir etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.”
O “Biz Türk’ler bütün tarihimiz boyunca, hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz,” derdi.
Atatürk’e göre, dar anlamıyla bağımsızlık, yalnız ulusal bir
topluluğun siyasal özgürlüğü anlamındaydı. O bağımsızlığı, özgürlüğü de kapsayan çok geniş bir kavram olarak ele alırdı:
“... Tam bağımsızlık denildiği zaman siyasada, maliyede,
ekonomide, adalette, askerlikte, kültürde ve bu gibi konularda
tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımızın
herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”
226
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Özgürlüğü, bağımsızlık kavramında var kabul ederdi.
Değerini de şöyle açıklamıştı:
“Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküntü vardır. Her
ilerlemenin ve her kurtuluşun anası özgürlüktür,” derdi.
Bundan amaç yalnız siyasal özgürlük değildi, toplumsal özgürlük de önemliydi. Bundan şu sonucu çıkarmıştı. Batı uygarlığı, özgür düşüncenin ürünü idi. Türk düşüncesi de, özgürlüğüne
ve bağımsızlığına kavuşmalıydı.
Atatürk’e göre, sınırsız özgürlük olmamalıydı. Olduğu takdirde anarşinin kaynağı olurdu. Özgürlükler, kişilerin ve toplumların yararlanmasına değil, gelişmelerine öncülük ettiği sürece muteber­di. Özgürlüğün ana vasıflarından biri eşitlik olduğuna göre, adaletin ve gerçek demokrasinin de düsturuydu...
Demokrasi ve özgürlük, adalet ve eşitliği birbirinden ayrı ayrı
düşünmek, bunları birbirinden ayrılabilir kabul etmek çok yanlış
bir düşünce tarzıydı.
22 Eylül 1930 gecesi Samsun’da bulunuyordu. Gece kitap okumak istedi. Samsun Gazi Kitaplığından seçilen kitap,
Mehmet Enis’in 1924-1925 senelerinde yazdığı Tarihte Güzel
Kadınlar isimli eserdi. Eserde Fransız İhtilali’nin kurbanları yer
almıştı. Kitabın bazı cümlelerini, mavi, kırmızı kalemle çizdi. Bu
çizili bölümler şunlardı:
“Hürriyet, kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Onun kayıtları, şartları vardır. Kayıtsız şartsız serbest olmak, ormanlar­
daki hayvanlara mahsustur...” Devamla:
“İlmi esaslara göre ferdin hürriyeti diğerlerinin hür­riyetinin
hududu ile sınırlıdır. Başkasının hürriyet hakkını tanımayan, kendi hürriyet hakkını da tanıtamaz. Siyasi anlayış sahibi olup hakiki
ve zeki inkılapçılar, bu lekeden masundurlar.’ (73)
227
Duruş
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’Nİ AÇIŞ NUTKU (ÖZET)
Efendiler;
Aziz Türkiye’mizin iktisadi yükselmesi vasıtalarını aramak ve
bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir mukaddes gaye için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem halk temsilcilerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım.
Arkadaşlar;
Sizler, doğrudan doğruya milletimizi teşkil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin, milletimizin halini, ihtiyacını ve milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması
lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, doğrudan doğruya halkın
lisanından söylenmiş kabul olunur. Bu, en büyük isabetlere sahiptir. Zira halkın sesi, hakkın sesidir.
Efendiler;
Tarihimizi dolduran bunca muvaffakiyetler, zaferler veyahut
mağlubiyetler, yok oluşlar ve felaketler, bunların tamamı, vukua
geldikleri devirlerdeki iktisadi ahvalimizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye’mizi layık olduğu mertebeye ulaştırabilmek için, mutlaka iktisadiyatımıza birinci derecede ehemmiyet
vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir.
Arkadaşlar;
Osmanlı devleti hakikatte ve fiilen bağımsızlıktan mahrum bir hale getirilmişti. Hakikaten bir devlet ki, kendi tebaası228
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
na koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük muamelelerini, vergilerini memleketin ve milletin ihtiyaçlarına göre tanzim
etmekten yasaklıdır ve bir devlet ki fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını tatbikten mahrumdur, böyle bir devlete bittabi bağımsız denilemez. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir
sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki
Türk milleti de tamamen esir bir vaziyete getirilmişti.
Efendiler;
Milletimiz kati ve hakiki kurtuluşa mazhar olabilmek için,
iki umdeye dayanmanın farz ve şart olduğunu büyük ve bariz
kanaatlerle anladı. O umdelerden birincisi Misakı Milli’nin ifade
ettiği mana ruhudur. İkincisi, Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun
tespit ettiği değiştirilemez hakikatlerdir. Biliyorsunuz ki, Misak-ı
Milli, milletin tam bağımsızlığını temin eden ve bunu temin edebilmek için iktisadiyatında gelişmesine mani olan bütün sebepleri bir daha ve katiyen dönmemek üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da Osmanlı İmparatorluğu’nun,
Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade eden ve onun yerine
yeni Türkiye devletinin geçtiğini ilan eden bir kanundur.
Efendiler;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin milletten aldığı yön, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli hâkimiyet
umdelerine dayanarak memleketi mamur etmek ve milleti zengin, müreffeh ve mesut etmekten ibarettir.
Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferle taçlandırılamazlarsa, husule gelen zaferler payidar olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi temin edebildiği ve daha edebileceği faydalı semereleri tespit için iktisadiyatımızın, iktisa229
Duruş
di hâkimiyetimizin temini ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi lazımdır.
Bu vatan evlat ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır.
Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla, halkımızın
ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti,
kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada mühim müsabaka
meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sanatımızı da artırmak ve genişletmek mecburiyetindeyiz. Eğer sanat hususunu
yine görmezden gelirsek, o halde sanayi eserlerinde yine haricin
haraç vereni oluruz. Mahsullerin ve mamullerin mübadeleleri ve
servete dönüştürülmesi için, ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin yabancılar elinde kalması, memleketimizin servetinden
lüzumu kadar istifade edememeye sebep olur.
Arkadaşlar;
Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü
demin dediğim gibi her şey bunun içinde mündemiçtir.
Binaenaleyh evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret, ziraat ve sanat âleminde ve bütün bunların faaliyet sahalarında
verimli olsunlar, tesirli olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv
olsunlar. Binaenaleyh maarif programımız gerek ilk tahsilde,
gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler, bu görüşe göre olmalıdır. Maarif programlarımız gibi devlet şubeleri için tasavvur olunacak programlar dahi, iktisat programına dayanmaktan kendini kurtaramazlar. Esaslı bir program tespit etmek ve
bu program üzerinde bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır. (74)
230
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ONUNCU YIL NUTKU
Türk Milleti!
Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız.
Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük
bayramdır.
Kutlu olsun!
Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu
güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü,
temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz;
çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve
azmindeyiz.
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve
kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da
muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve
beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk mil-
231
Duruş
letinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde
ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.
Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını,
ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek
inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür.
Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette,
hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi
yapmakta muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti!
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe
uğramadım.
Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye,
tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi
doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde
kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene!
Ankara, 29 Ekim 1933
232
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın
vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve
şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve
Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve
hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim
ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin
siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde
harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
BENİ HATIRLAYINIZ!
1933 yılı Ekim ortalarında:
“Onuncu yıldönümünde ne söyleyeceğiz? Düşünüp bir şeyler hazırla­yalım” biçiminde bir emir vermişlerdi.
233
Duruş
Çok defa emirlerinin sınırı genişti. Yani bunu alan, çalışma
ve yeteneği­ne göre onu, emirleri sınırından çıkmadan değişik ölçüde yapabilirdi ve o iş­teki en büyük verimini vermesi mümkün
olurdu. Örneğin yukarıdaki emre göre baştan aşağı bir söylev taslağı hazırlanacağı gibi, söz konusu edilebile­cek notların saptanması veyahut onların düşünülmesiyle de yetinilebilirdi. Fakat
herhalde Atatürk, en aşağı karşısındakine: “Bundan böyle zihnin
özellikle bununla meşgul olsun!” demiş bulunuyordu.
Bu emri alışımın ikinci günü, alışmış olduğum gibi, yaverlikten Ata­türk’ün uyandığı haberi verilince odasına gitmişim. Beni
görünce:
“Bu gece çalıştım ve nutku yazdım” dedi.
Bazen pek geç de olsa konuklarını uğurladıktan sonra oturup çalışırdı. Ondan sonra gerek kendi düşünceleri, gerek kendi mütalaaları üzerine nutuk bazı değişiklikler görmüştür.
Okuyucularımın ilgisini dört satır üzerine çek­mek isterim:
“Bu söylediklerim gerçek olduğu gün senden ve bütün uygar
insanlık­tan dilediğim şudur:
Beni hatırlayınız!”
Bu sözler bana çok hazin gelmişti, adeta bir ayrılış duygusu
veriyordu. Bütün milletin o güne onunla beraber erişmeyi dilediğini ve düşündüğünü söyleyip bu cümlenin kaldırılmasını rica ettim. Cümlenin sonuna görülen işareti koydu, sonra taslağı gören
hemen herkes aynı şeyi tekrarlayınca cümleyi çizdi.
Prof.Dr. Hikmet Bayur
ATATÜRK’ÜN SON MECLİS KONUŞMASI
(1 KASIM 1937)
Beşinci devrenin üçüncü yılını açıyorum.
Her şeyden önce, sevgili meclis arkadaşlarımla, yeni çalışma
yılı başlangıcında, karşı karşıya bulunmaktan duyduğum derin
234
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
sevinç ve mutluluğu ifade etmeliyim. Sizi, yüksek saygı ile selamlar ve bu çalışma yı­lınızın da, millet ve memleket için verimli başarılarla dolu olmasını dilerim.
Sayın Millet Vekilleri,
Memnuniyete görmekteyiz ki Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve sükunun en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor.
Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, Cumhuriyet kanunlarının eşit
şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve mutluluk imkânlarından en üst derece­de istifade etmektedirler.
Milletimizin lâyık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine ulaşmasını engelleyecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım.
Tunceli’ndeki faaliyetlerimizin sonuçlan, bu gerçeğin yakın
ifadesidir.
İleri hükümetçiliğin belirgin özelliği, halkı, kudretine olduğu
kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük
bütün Cumhuriyet memurlarında bu anlayışın, en geniş ölçüde
gelişmesine önem ver­mek, çok yerinde olur.
Özel idarelerin geçen yılki faaliyetleri verimli olmuştur.
Ancak, özel idareler ve belediyeler, büyük kalkınma savaşımızda başarı sonucunu artıracak vazifeler almalı ve özellikle hayatın
ucuzlatılmasını sağlayacak, ye­rine göre tedbirler bulmalı ve yetkilerini tam kullanmalıdırlar.
Şehircilik işlerinde de, teknik ve plânlı esaslar dahilinde çalışmak lazımdır. Bunun için belediyelerimizi yasal bir şekilde aydınlatmak, kılavuzlamak işiyle uğraşacak, merkezde, teknik bir
büro kurulmasını tavsiye ederim.
Kendine inkılâbın ve inkılâpçılığın çeşitli ve hayati vazifeler
verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman, üzerinde dikkatle durulacak milli meselemizdir.
235
Duruş
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının bu mesele üzerindeki
sistemli çalışmaları, yüksek meclisi memnun edecek şekilde gelişmektedir.
Aynı bakanlık, kendine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal
ve ekonomik politikamıza uygun olarak başarı ile yürütmektedir.
Bakanlığın, “Sağlam ve gürbüz nesil, Türkiye’nin mayasıdır.” prensibini, çok iyi kavrayarak çalışmakta olduğunu takdire değer bulurum.
Yüce Milletvekilleri,
Bilindiği gibi, biz yurt güvenliği içinde kişilerin güvenliğini
de, lâyık olduğu derecede göz önünde tutarız.
Bu güvenlik, Türk Cumhuriyeti kanunlarının, Türk
hâkimlerinin güvencesi altında, en ileri şekilde mevcuttur.
Kanunlarımızda yaptığımız bazı değişiklikler ve kabul buyurduğunuz Suçüstü Kanunu, bu amaca kuvvetle hizmet etmiştir.
Adli bünyemizin ve kanunlarımızın, daima bu yönde yapılacak incelemelerle Türkiye’nin dinamik hayatına, hiç şaşmadan, uygunlukları sağ­lanmalıdır. Bu lüzum karşısında, kara ve
deniz ticaret kanunlarımızın ekonomik bünyemizdeki gelişmelere daha uygun hale getirilmesinde, zaman geçirilmemesi yerinde
olur. Bir de, şu nokta üzerinde durmama, izin vermenizi rica edeceğim. Güvenlik ve hak işleriyle ilgili usullerde ve kanunlarda,
kolaylık, çabukluk, açıklık ve kesinlik esas olmalıdır. Bu sebeple, va­tandaşların icra daireleriyle olan ilişkilerini kolaylaştırmak
maksadıyla ya­pılan etütlerin, bir an önce kanun haline getirilmesini tavsiyeye layık bu­lurum. Bu işaret ve tavsiyelerimin, iyi karşılanacağına şüphe etmem; çünkü her sahada olduğu gibi, adli
usuller ve kanunlar sahasında da, Türk Cumhuriyetinin ve onun
yüksek, değerli Meclisinin anlayışı, ileri anlayıştır.
Şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim.
Derhal bildirmeliyim ki, ben, ekonomik hayat denince; tarım, ti236
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
caret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu arada
şunu da hatırlatmalıyım ki bir millete bağımsız hüviyet ve kıymet veren siyasi varlık makinasında, devlet, fikir ve ekonomi hayat mekanizmaları, birbirlerine bağlı ve birbirine bağımlıdırlar; o
kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı tempoda çalıştırılmazsa, hükümet makinasının çekici gücü boşa harcanmış olur, on­dan
beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin
kültür seviyesi üç sahada; devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki
faaliyet ve başarıları sonuçlarının toplamı ile ölçülür.
Sayın Milletvekilleri,
Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki, tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu amaca ulaşmayı kolaylaştıracaktır.
Fakat, bu çok önemli işi, isabetle amacına ulaştırabilmek için
ilk önce, ciddi etütlere dayalı bir tarım politikası tespit etmek ve
onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir tarım rejimi kurmak
lazımdır. Bu politika ve rejimde, yer alabilecek başlıca önemli
noktalar şunlar olabilir:
Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır.
Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve şekilde, bölünemez bir durum
alması(dır). Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket böl­gelerinin, nüfus yoğunluğuna ve toprağın verim derecesine göre sınırlandırılması lazımdır.
Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş araç ve makinelerini artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri, vakit geçirilmeden
alınmalıdır. En azından, en küçük bir çiftçi ailesi, bir çift hayvan
237
Duruş
sahibi yapılmalıdır; bunda, ideal olan öküz değil, beygir olmalıdır. Öküz, ancak bazı şartların henüz güç sağlanabileceği bölgelerde hoş görülebilir. Köylüler için, genellikle pulluğu pratik
ve faydalı bulurum. Traktörler, büyük çiftçilere tavsiye edilebilir.
Köyde ve yakın köylerde, ortak harman makinaları kul­landırma,
köylülerin ayrılamayacağı bir alışkanlık haline getirilmelidir.
Memleketi; iklim, su ve toprak verimi bakımından, tarım
bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin, gözleriyle görebilecekleri çalışmaları için örnek tutacakları
verimli, modern, pratik tarım merkezlerinin kurulması gerektir.
Bugün, devlet idaresinde bulunan çiftliklerin ve bunların
içindeki türlü tarım - sanayi kurumlarının bir kısmı; tarımsal hayat ve faaliyeti­nin bütün alanlarında her türlü teknik ve modern
tecrübelerini tamamla­mış olarak bulundukları bölgelerde en faydalı tarım usul ve sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar.
Bu, bakanlık için, büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Ancak, gerek
mevcut olan ve gerekse bütün memleket tarım bölgeleri için yeniden kurulacak tarım merkezlerinin, kesintiye uğra­madan tam
verimli faaliyetlerini; şimdiye kadar olduğu gibi, devlet büt­
çesine ağırlık vermeksizin kendi gelirleriyle kendi varlıklarının
idaresini ve gelişmesini sağlayabilmeleri için, bütün bu kurumlar
birleştirilerek geniş bir işletme kurumu teşkil edilmelidir.
Bir de, başta buğday olmak üzere, bütün gıda ihtiyaçlarımızla sanayimizin dayandığı çeşitli ham maddeleri sağlama ve dış
ticaretimizin esasını oluşturan çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her
birinin, miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak, hastalık ve düşmanları (böcekler) ile uğraşmak
için gereken teknik ve yasal her önlem, zaman geçirilmeden alınmalıdır.
Orman servetimizin korunması lüzumuna ayrıca işaret etmek
isterim. Ancak, bunda önemli olan, koruma esaslarını; memleketin türlü ağaç ihtiyaçlarını devamlı olarak karşılaması gereken
238
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işleterek yararlanmak prensibine uygun bir şekilde bağdaştırmak zorunluluğu vardır. Buna, Büyük Meclis’in, lâyık olduğu önemi vereceğine şüphe yoktur.
Sayın Milletvekilleri,
Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, ticaret dengemizin
aktif karakterini korumaktır. Çünkü, Türkiye ödemeler dengesinin en önemli esasını, bu oluşturur.
Son yılların rakamları ve geçirdiğimiz senenin bugüne kadar
gösterdiği seyir ve yön, takip ettiğimiz prensibin elde edilmiş,
olumlu sonuç­larını göstermektedir.
Kontenjan usulü, belirli anlaşma şartlarımızı kabul etmiş
memleket­ler için büsbütün kaldırılmıştır. Bu memleketlerden piyasanın kayıtsız şartsız ithalat yapabilmesi sağlanmıştır.
Dış ticaret politikamızın özelliği şudur; iç ve dış durum gereklerini daima karşılamak suretiyle gelişmelere uyum sağlamak.
İç ticarete gelince bunda, en önde gördüğümüz esas,
teşkilatlandır­ma ve belirli tipler üzerinde işleme ve akılcı çalışmadır.
Kesin zorunluluk olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla bera­ber, hiçbir piyasa da başıboş değildir. Sırası gelmişken
Cumhuriyetin tüc­car anlayışını da kısaca ifade edeyim: Tüccar,
milletin emeğini ve üreti­minin kıymetlendirilmesi için, eline ve
zekâsına güvenilen ve bu güvene layık olduğunu göstermesi gereken kişidir. Bu bakımdan, ihracatçılar hakkındaki kanun, denetleme hakkındaki kanun, teşkilatlandırma hakkındaki hükümler, olumlu sonuçlarını vermektedir.
İhracat mallarımızın, hükümetin yakın kontrolü altında,
satışları­nın teşkilatlandırılması önemlidir. Bunu göz önünde tutan Ekonomi Ba­kanlığı, geçen yıl içinde, Iğdır’da, Ege ve Trakya
bölgelerinde türlü ko­nulara ait satış kooperatifleri kurmuş ve on239
Duruş
ları faaliyete geçirmiştir, önü­müzdeki yıl içinde, başta fındık olmak üzere, diğer belli başlı ürünlerimizi de ilgilendiren birlikleri meydana getirmelidir.
Sayın Arkadaşlar,
Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan en ileri ve refahlı
Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zorun­luluktur.
Bu kanaatle, beş yıllık bir sanayi planının geri kalan ve bütün
hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikasını da, süratle başarmak
ve yeni plan için hazırlanmak gerekir.
Sanayileşme karar ve hareketimize paralel olarak bu günkü
mevzuatımızda düşünülecek değişiklikler ve ilave edilecek bazı
yeni hükümler vardır. Bunların başlıcalarını şöyle özetleyebiliriz:
Sermayesinin tamamı veya büyük kısmı devlete ait ticari sanayi kurumların mali kontrol şeklini; bu kurumların bünyelerine ve kendilerinden istediğimiz ve isteyeceğimiz ticari usul ve
zihniyetle çalışma gereklerine süratle uymalarını sağlamak... Bu
gibi kurumların bugünkü usul­lerle çalışabilmelerine ve gelişmelerine imkân yoktur.
Mevcut Gümrük Tarifeleri Kanununda da, bugünkü politika
ve eğilimimize uygun tedbirleri almak lazımdır.
Diğer önemli nokta, daha önce de işaret ettiğim gibi, memlekette, özellikle bazı bölgelerde, göze çarpacak derecede önem
kazanan hayat pa­halılığı konusu ile uğraşmak... Bunun için ilmi
bir araştırma yaptırılmalı ve tespit edilerek sebepleriyle birlikte
(köklü) ve planlı şekilde mücadele edilmelidir.
Küçük esnafa ve büyük sanayicilere muhtaç oldukları kredileri kolay ve ucuz olarak verecek bir kuruluş meydana getirmek
240
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ve kredinin, normal şartlar altında, ucuzlatılmasına çalışmak da
çok lazımdır.
Türkiye’de devlet madenciliği milli kalkınma hareketleriyle
yakın­dan ilgili önemli konulardan biridir.
Genel sanayileşme düşüncemizden başka, maden arama ve
işletme işine, her şeyden önce, dış ödeme vasıtalarımızı, döviz
gelirimizi artırabilmek için, devam etmeye ve özel bir önem vermeye mecburuz.
Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarının azami geliştirmesini ve bulunacak madenlerin, verimlilik hesaplarının yapıldıktan sonra, planlı şekilde hemen işletmeye konulmasını sağlamamız lazımdır. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için,
üç yıllık bir plan yapılmalıdır.
Ereğli Şirketini satın aldığımızı ve Ereğli kömür havzasında akılcı bir üretim planının, günün meselesi olduğunu biliyorsunuz. Bunun ta­mamlanması çabuklaştırılarak, kömür üretimimiz
kısa bir zamanda, en az bir misli artırılmalıdır.
Diğer taraftan, Maden Tetkik ve Arama Dairesi’nin, Divriği
saha­sında bulduğu ve cevher oranı itibariyle önemli olan demir
madeni süratle işletmeye açılmalı ve Karabük demir çelik sanayimizin ihtiyaç planı dışındaki kısmının ihracatına başlanılmalıdır.
Liman işlerinde modern ve planlı çalışma ve tarifelerdeki
indirimin uyandırdığı memnuniyetin verimli neticeleri, ticarette dikkati çekmiştir. Bu yolda devam edilmesi isabetli olacaktır.
Ekonomik bünyemizdeki gelişme, deniz ulaşım aracı ihtiyaçlarını her gün artırmaktadır. Yeni sipariş edilen gemilerden bir
kısmı, önümüz­deki ilkbaharda gelmiş bulunacaktır. Fakat bunlar,
bugünden görülmek­te olan ihtiyaç hacmine cevap verecek sayıda ve oranda değildir.
241
Duruş
Yeni gemiler inşa ettirmek ve özellikle eski tersaneyi, ticaret
filomuz için, hem tamir, hem yeni inşaat merkezi olarak faaliyete geçirecek imkânları hazırlamak lazımdır.
Şu günlerde, yüksek meclise su ürünleri ve Deniz Bank hakkında bir tasarı gelecektir. Konunun yüksek ilginizi çekeceğinden şüphe etmiyorum.
Arkadaşlar!
En güzel coğrafi durumda ve üç tarafı denizle çevrili olan
Türkiye; sanayisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten yararlanmayı bilmeliyiz; denizciliği, Türk’ün bü­yük milli ideali olarak düşünmeli ve
onu az zamanda başarmalıyız.
Ekonomik kalkınma; Türkiye’nin, hür, bağımsız, daima daha
kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin, bel kemiğidir.
Türkiye bu kalkınmada, iki büyük kuvvet serisine dayanmaktadır:
Toprağının iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına bir servet
olan coğrafi durumu ve bir de, Türk milletinin, silah kadar, makina da tutmaya yaraşan kudretli eli ve milli olduğuna inandığı
işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştiren yiğitlikle beliren
yüksek sosyal benlik duygusu...
Sayın Milletvekilleri;
Demiryolları bir ülkeyi medeniyet ve refah nurlarıyla aydınlatan kutsal bir meşaledir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından beri, dikkatle, ısrarla üzerinde
durduğumuz demiryolları inşaat politikası, hedeflerine ulaşmak
için, durmadan başarı ile uygulanmaktadır.
Doğu ve güneyde, Sivas, Diyarbakır gibi, büyük merkezlere
ulaşan hatlar, geçen yıl içinde, Sivas-Malatya hattı ile birbirine
bağlanmıştır. Zonguldak’a varmış olan hat bile, bu zengin kömür
havzasını, iç vatana (İç Anadolu’ya) bağlamış bulunuyor.
242
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Sivas’tan sonra, doğuya doğru uzayıp gitmekte olan hat da,
ilk durağı Divrik’e varmıştır. Bu kol önümüzdeki yıl, Erzincan’a
ulaşmış olacaktır. Diyarbakır’dan doğuya uzanacak hattın da döşenmesine başlanmıştır.
Doğu demiryollarının satın alınmış olduğunu bilirsiniz.
Güneyde Nusaybin’e giden hattan başka, yurt içinde bütün demiryollarının idare ve işletilmeleri, Cumhuriyet hükümetinin
elindedir.
Demiryolu inşaatımızın gelişmesi, İran transit yolunun gelişmesine ve motorize edilmesine de hizmet etmiştir.
İstanbul’dan itibaren başlayan Avrupa turist yolunun asfalt
olarak inşaasına devam edilmektedir.
Bu tür inşaatın bir plan dâhilinde, memleketin diğer bölgelerine de yaygınlaştırılması beklediğimiz milli başarılardandır.
Şose ve köprülerin inşaatı gelişmektedir. Demiryolu inşa
politika­mızın uygulandığı yıllar içinde 78 köprü geçişe açılmış
bulunuyor. 23 köprü de inşa halindedir. Bu köprülerin her biri
başlı başına birer fen (tek­nolojik) ve sanat eseri olarak, yeni nesillere, cumhuriyetin armağan ettiği abideler olacaktır. Demiryolu
hatlarımızı iç bölgelere bağlayacak ve bu hatların bir an önce
milli ekonomik kalkınmaya azami hizmetini sağlaya­cak olan
kara yolu inşaatının, önümüzdeki devrelerde yoğunlaştırılması
ve bir plan dâhilinde yaygınlaştırılması lazımdır.
Her bölgenin ihtiyacına göre, istasyonlarda yardımcı tesislerin
de yapılması ve çeşitli malların gereği gibi gönderilmesini sağlayacak teknik şartlara uygun vagon mevcudunu arttırmak zorunludur. Bunda da büyük yardımların esirgenmemesini dilerim.
Su ve bayındırlık işlerine dikkatle devam edilmektedir.
Posta-Telgraf-Telefon işlerimizde esaslı bir gelişme vardır.
Bununla beraber, şehirlerarası telefon muhabereleri işinin bir an
önce tamamlanmasına çalışılmalıdır.
243
Duruş
Ankara’da yeni bir radyo istasyonunun inşasına başlanmış
olduğunu, memnuniyetle kaydederim.
Sivil Hava Yolları İdaresi, devlet teşkilatı arasında, modern
bir idare halinde yer almıştır.
Bütün teknik şartlar ve emniyet gerekleri içinde çalışmakta
olan bu idarenin, büyük şehirlerimizin hepsi arasında, en modern
ulaşım yolu rolünü bir an önce üstlenmesi ve uluslararası hatlarla da, kendi vasıtalarıyla, ulaşım sağlaması imkânı, kısa zamanda
gerçekleştirilmesini bekledi­ğimiz önemli işlerdendir.
Arkadaşlar,
Bütün devlet organlarının canlı ve sağlıklı işlemesi bakımından büyük dikkatle üzerinde durulması gerekli olan mali hayatımıza temas ediyorum.
Cumhuriyet bütçelerinin belirgin olan ve daima kuvvetlenmesi gereken ortak özellikleri, yalnız denk oluşları değil aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve üretken işlere, her defasında daha
fazla pay ayırmakta olma­larıdır.
Bu politikamızın, milli faaliyet üzerinde derhal yaratmaya
başladığı etki iledir ki, bütçe yalnız tahmin edilen rakamları gerçekleştirmekle kalmamış, daima fazlası ile de kapanmaya başlamıştır.
1936 yılı bütçesi, tahmine ve 1935 yılında gerçekleşen gelirlere göre, 22 milyon fazla ile kapanmıştı. 1937 bütçesinin de, bugüne kadar gösterdiği durum, aynı ümidi, fazlasıyla verecek niteliktedir.
Bu sonuç, memleket ekonomisinin geliştiğini, halkın refaha ulaş­makta olduğunu ifade ettiği gibi, aynı zamanda, halk için
çalışan bir hü­kümetin halkın yararına olarak aldığı tedbirlerdeki
isabeti de doğrula­maktadır.
Samimi bir bütçeye ve gerçek bir ödeme dengesine dayanan
paramızın, fiili istikrar durumunu kesin olarak koruyacağız.
244
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Her çeşit mali yükümlülüklerimizi, günü gününe yerine getirmek suretiyle, devlet itibarını, mali sermaye ve senetleri koruma ve sağlamlaştırma hususunda bütün tedbirleri almak ve bu
konuda dikkatli bulunmak prensibimizdir.
Devlet gelirlerinin arttırılmasını, yeni vergiler konulmasından çok, devamlı bir programla mevcut vergilerin takdir ve toplanma usullerinin iyileştirilmesinde aramak lazımdır.
Son iki yıl içinde hayvan, tuz, şeker, çimento, petrol ve benzin, elektrik, hammadde resim ve vergilerinde yapılan ve her biri
% 30-50 nispetinde bir vergi indirimini ifade eden hafifletmelerin üretimin teşviki bakımından, vatandaş ve memleket için
olumlu ve hayırlı sonuçlar verdiğini görmek­teyiz.
Hayvan vergisi ve Buhran ve Denge vergileri üzerinde incelemeler yapılarak bütçe denkliği (denk bütçe) esasını bozmayacak şekilde kademeli olarak vergi indirimi çareleri düşünmelidir.
Bundan başka, memleketimizde yetişmeyen hammaddeler
ve üretim maliyetine tesir ederek dış ülkelerin ürettikleri mallar ile rekabeti güçleştiren her çeşit vergi ve resimlerin kaldırılması lazımdır.
Gerek bu konular üzerinde çalışırken, gerek herhangi bir mali
karar alırken, ilk göz önüne getireceğimiz şey, milli faaliyet ve
milli üretim, yani verginin bizzat ana kaynağı üzerinde yapacağı
etkiler olmalıdır. Maliye memurları da, iç işleri memurları gibi,
halkla devamlı ilişkisi olan kişilerdir. Bunların da, halk ile ilişkilerinde, halk için çalışan bir halk hükü­metinin doğal niteliği olan
azami dikkat ve özen göstermek ve azami gü­ven ve inan vermek
niteliklerinin gelişmesine, özellikle itina etmeleri lazımdır.
Cumhuriyet rejiminde, hazine yararına demek; kanunun hazine le­hine tespit ettiği hak ile, kanunun yükümlüyü karşılaştırdığı vazifeyi ga­yet denk bir halde elde tutmak demek olduğunu bir
an hatırdan uzak tut­mamak önemli prensibimizdir.
245
Duruş
Tekel konusunda özen gösterilmesi gereken esas, bu kurumların mali monopol (Tekel), ticari kuruluş ve milli valörizasyon
(değerlendirme) kurumu karakterlerinin dikkatle bağdaştırılmasıdır.
Dışarıya tütün satışları ve ihracat konusu, daha yakından
ilgilen­meye değer niteliktedir.
Gümrüklere gelince, bunda tesislere, çalışma usullerine ve
kanuni konular bakımından gerekli iyileştirici tedbirlere hız verilmesi gerekmektedir.
Tekel ürünlerinin fiyatları üzerinde yapılan indirim, şartları
artır­mıştır. Bu usulün daima dikkate alınması faydalı olur.
Arkadaşlar,
Büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarda değil,
düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak
için, fikir ve hareketi, beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, yasal bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yaz­ma bilmeyen tek
vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve
yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket
davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesle yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak; işte bu önemli prensipleri en
kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyet­lerdir.
İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin beyninde ve Türk
milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yük­sek okullarımıza düşen başlıca vazifedir.
Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesi’nde başlanmış olan geliştir­me programını daha radikal (köklü) bir şekil246
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
de uygulayarak cumhuriye­te gerçekten modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, An­kara Üniversitesini kısa zamanda kurmak lazımdır. Ve Doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet
üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden çalışmalara başlanmalıdır.
Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine kazandıracağı ilim ve irfan, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir
eser olacaktır.
Tavsiye ettiğim bu yeni teşebbüslerin, eğitmen ve öğretmen
ihtiya­cını arttıracağı şüphesizdir. Fakat bu husus, hiçbir zaman,
işe başlama cesaretini kırmamalıdır. Bakanlığın, geçen yıl içinde,
bu yönden yaptığı tecrübeler, çok ümit verici niteliktedir.
Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk milli varlığını aydınlatan çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu niteliğini aldığını
görmek, hepimizi sevindirici bir olaydır.
Tarih Kurumu, yaptığı kongre, açtığı sergi, yurt içindeki kazıları ve ortaya çıkardığı eserlerle, şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini yerine getirmeye başlamış bulunuyor.
İlk resim galerimizi de bu yıl açmış bulunuyoruz.
Geçen yıl, Ankara’da kurulan Devlet Konservatuarının;
müzikte, sahnede, kendisinden beklediğimiz teknik elemanları süratle verebilecek hale getirilmesi için daha fazla gayret ve
fedakârlık yerinde olur. Her çeşit spor faaliyetlerini, Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lazımdır. Bu
işte, hükümetin şimdiye kadar olduğundan daha çok ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğini, spor bakımından da, milli heyecan içinde özenle yetiştirilmesine önem verilmelidir.
Sevgili Arkadaşlarım,
Ordu, Türk Ordusu!.. İşte bütün milletin göğsünü güven ve
gurur duygularıyla kabartan şanlı ad! Onu, bu yıl içinde, kısa ara247
Duruş
larla iki defa büyük kütleler halinde, yakından gördüm. Trakya
ve Ege büyük manevralarında... Disiplinini, enerjisini, subaylarının bilgili gayretini, büyük ko­mutan ve generallerimizin yüksek sevk ve idare kabiliyetlerini gördüm. Derin iftihar duydum,
takdir ettim.
Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk
vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.
Ordumuz, Türk topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız güvence­sidir.
Silahlanma ve teçhizat programımızın uygulanması, başarıyla ilerliyor. Bunları memleketimizde üretmek isteğimiz, gerçekleşme yolundadır. Harp sanayi tesislerimizi, daha çok geliştirme
ve genişletmek için alınan tedbirlere devam edilmeli ve sanayileşme çalışmalarımızda da ordu ihti­yacı ayrıca göz önünde tutulmalıdır.
Bu yıl içinde, denizaltı gemilerini memleketimizde yapmaya başladık.
Hava Kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, büyük milletimizin yakın ve bilinçli ilgisi ile şimdiden başarılmış
sayılabilir.
Bundan sonrası için, bütün uçaklarımızın ve motorlarının
memleketimizde yapılması ve hava harp sanayimizin de, bu esasa göre geliştiril­mesi gerekir. Hava Kuvvetlerinin kazandığı önemi göz önünde tutarak, bu çalışmayı planlamak ve bu konuyu
lâyık olduğu önemi ile milletin gözün­de canlı tutmak lâzımdır.
Büyük milli disiplin okulu olan ordunun; ekonomik, kültürel,
sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları
da yetiştiren büyük bir okul haline getirilmesine, ayrıca özen ve
gayret gösterileceğine şüphem yoktur.
248
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
Büyük Meclis,
Dış siyasetimiz, geçen yıl içinde de, barış ve uluslararası güç
birliği yolunda gelişmiş ve yürüdüğümüz yönün değişmez olduğunu bir daha gös­termiştir.
Milletler Cemiyeti’nin geçirmekte olduğu çetin safhalarda,
Cumhuriyet Hükümeti, bu uluslararası kuruma olan bağlılığını,
her safhada göstermek suretiyle, barış idealine en uygun (olan)
yoldan ayrılmamıştır.
Büyük bir milli davamız olan Hatay işinin geçirdiği safhaları bilmektesiniz.
Milletler Cemiyeti’nin yüksek idaresi altında yapılmış olan
görüşmeler, Hatay halkına lâyık olduğu mutlu ve bağımsız idareye kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi sağlayacak belgelerin kabul ve imzasıyla sonuçlan­mıştır.
Yeni Hatay rejiminin yürürlüğe girmesine, kısa bir zaman
kaldı.
Bu rejimi, kendileriyle en dostane bir zihniyetle işbirliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi
sağlayabilecek şekilde uygulamaya başlayacaklarına şüphe edilmemelidir.
Gelecekteki Türk-Fransız ilişkilerinin dilediğimiz şekilde
gelişmesine, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi, esaslı bir ölçü
ve etken olacak­tır kanaatindeyim.
Balkan siyasetimiz, en mutlu bir işbirliği yaratmakta devam
ederek kendisine çizilmiş olan barış yolunda her gün daha verimli sonuçlarla ilerlemektedir.
Cumhuriyet Hükümetinin, doğuda takip etmekte olduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sâdâbât’ta,
dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz
dörtlü antlaşma, büyük bir memnuniyetle belirtilmeye değer barış eserlerinden biridir. Bu andın etrafında toplanan devletlerin,
249
Duruş
aynı amacı güden ve barış içinde gelişmesini samimiyetle isteyen
hükümetleri arasında, işbirliğinin, gelecekte de ha­yırlı sonuçlar
vereceğinden emin bulunmaktayız.
Cumhuriyet Hükümetinin, komşularıyla ve diğer büyük, küçük devletlerle olan ilişkilerinde, uyumlu bir istikrar (denge) ve
gelişme göze çarpmaktadır.
Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, candan istek­le karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.
İspanya olayları dolayısıyla Akdeniz ve Karadeniz’de alınması gereken tedbirlere, Cumhuriyet Hükümeti, en geniş bir anlayışla katıldı.
Dünyanın her tarafında olduğu gibi, bizi ilgilendiren alanlarda ve bu arada, Akdeniz’de, sükûn (huzur) ve istikrarın (denge)
korunması, bizim yakından ve ilgi ile izlediğimiz bir konudur.
Şurasını da memnuniyetle belirtebilirim ki, Doğu Akdeniz ve
Karadeniz suları ile Balkanlarda ve Yakın doğuda, geçen yıl işaret ettiğim iyi ilişkiler, aynı şekilde devam etmiştir.
Geçen yıldan beri, dost ve müttefik devletlerin önemli devlet
adam­ları ile bizim devlet adamlarımız arasında karşılıklı ziyaretler yapılmış ve bu, dostluklarımızın gelişmesine neden olmuştur.
Hükümet, bu son yıl içinde, devletlerle olan ticari ilişkilerini, memleketin ekonomik bünyesine uyacak sözleşme ve anlaşmalar yaparak düzen­ledi.
Bunlar arasında Fransa, İngiltere, Almanya ve Sovyet Rusya
ile imzalanan önemli ticari anlaşmaları, özellikle belirtmek isterim. Hükümet dış teşkilatının ekonomik kalkınma savaşımızla ilgili daireler için bilgi ve is­tihbarat ufkunu genişleten yardımcı birer daire olarak, çalışmalarını düzenlemek lazımdır.
Dış siyasetimizin belirgin niteliğini kısaca anlatmış olmak
için diyebilirim ki, tuttuğumuz siyasi yol ve hedeften ayrılmıyoruz. Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde devamlı değişiklik250
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
ler olmasına rağmen, biz bu ka­rışıklığın ortasında, barışseverlik duyguları ile dolu olarak, karşılıklı dost­luklarımıza uyuyoruz; onların nitelik ve sınırlarını genişletmeye elverişli anlayışla
uluslararası durum ve vazifemizi göz önünde tutarak çalışı­yoruz.
Bu yolda, özenle çalışmaya devam etmenin, hükümete tavsiye
ede­ceğim en doğru karar olduğu kanaatindeydim.
Aziz Milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana
programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.
Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından
çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia
ve ıstırap dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısmı vatandaşla
ilgilenmemizi yasaklar. Biz, bütün Türk milletine hizmet ediyoruz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet teşkilatını birleştirmekle, vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş
olduk. Bu olayın bizim, devlet idaresinde kabul ettiğimiz, “kuvvet birdir ve o milletindir” gerçeğine uygun olduğu meydandadır.
Kuvvetin tek kaynağı olan, Türk milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla eğilerek selamlarım.
251
KAYNAKÇA
---
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Lord Kinross, Atatürk, Altın Kitaplar, s. 553.
Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Hatıralar, s. 204-205.
Namık Kemal Zeybek, Atatürk’e Yolculuk, Kanal B Televizyonu.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 549-550.
Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, Cilt II, s. 412.
Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı.
Cumhuriyet Gazetesi, 21 Haziran 1935.
İsmail Sivri, Atatürk’ün Meclis Başkanlığı, Karaca Yayınları,
1982.
9. Oktay Verel, Sabiha Gökçen Atatürk’le Bir Ömür, s. 54.
10. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Cilt I, s. 40.
11. Asım Gündüz, Hatıralarım, 1973, s. 22-23.
12. Ali Güler Dr., Bir Dahinin Hayatı.
13. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk.
14. Kılıç Ali, Milliyet Gazetesi, 15.10.1951.
15. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s. 197.
16. Yaşar Öztürk, Bütün Dünya, Başkent Üniversitesi Yayını, Eylül
2004.
17. Hasan Pulur, Milliyet, 10.11.2007.
18. Yurdakul Yurdakul Prof. Dr., Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış
Anılar, s. 73.
19. Atatürk ve Spor, s. 43, Spor Eğitim Yayını, Ankara, 20.10.1988.
20. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kar Yayınları, s. 255.
21. a.g.e., s. 174.
22. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan 8, May Yayınları, s. 383-387.
23. a.g.e., s. 341.
252
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tarakçı
24. Baran Dural, Atatürk’ün Liderlik Sırları, Okumuş Adam Yayınları, s. 383-387.
25. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan 8, May Yayınları, s. 349.
26. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı.
27. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1968, s. 299.
28. a.g.e., s. 299.
29. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Cilt 3, s. 83-84.
30. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, s. 136.
31. Muzaffer Erendil Em. Tümg., Anekdotlarla Atatürk.
32. Erdal Yurdakul Dr. Em. Tuğg., Kıbrıs Türkleri ve Atatürk İnkılaplarının Kıbrıs’ta Uygulanması, s. 7.
33. Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, Cilt II, s. 389.
34. Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, s. 177.
35. Nazmi Kal, Atatürk’le Yaşadıklarını Anlattılar, s. 170-171.
36. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 1838-1995, Tekin Yayınevi, s. 741.
37. Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defteri, s. 139.
38. Turgut Özakman, Cumhuriyet, Bilgi Yayınevi, s. 200.
39. a.g.e., s. 193.
40. a.g.e., s. 113.
41. Muzaffer Erendil Em. Tümg., Anekdotlarla Atatürk.
42. Baran Duran, Atatürk’ün Liderlik Sırları, Okumuş Adam Yayınları, s. 480.
43. Zeynep Korkmaz Prof. Dr., Belgelerle Türk Dili.
44. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1968, sadeleştiren: Behçet Kemal Çağlar.
45. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 118.
46. Turhan Feyzoğlu, Belirli Günler, 24 Kasım (www.meb.gov.tr).
47. Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, s. 173.
48. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 528.
49. Aka Gündüz, Radyo Dergisi, 1939.
50. Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İstanbul, 1969, s. 187-188.
51. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cumhuriyet Gazetesi, 13.07.1966.
253
Duruş
52. a.g.b., 12.7.1966.
53. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s. 198.
54. a.g.e., s. 314-315.
55. Necati Çankaya, Örnek İnsan Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul,
2001, s. 179.
56. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Fikir Sofrası, s. 15-16.
57. a.g.e., s. 50-53.
58. Necati Çankaya, Örnek İnsan Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul,
2001, s. 201-203.
59. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Cilt I, s. 53-55.
60. a.g.e., s. 12-13.
61. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Fikir Sofrası, s. 177.
62. Sait Arif Tezcioğlu, İnsancıl Atatürk, (aktaran: Em. Alb. Fuat
Uluç)
63. İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga, s. 101-103.
64. İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası.
65. www.halic.edu.tr – merkezler – makaleler
66. a.g. site.
67. Cemal Yıldızer, “Harman” Divriği Kültür Derneği Yayını, OcakŞubat-Mart 2008, s. 18.
68. www.halic.edu.tr – merkezler – makaleler
69. Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylem, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı-Beyaz Yayınları, İstanbul, s.
324.
70. Atatürkçülük (Birinci Kitap), Atatürk’ün Görüş ve Düşünceleri,
Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1982, s. 143.
71. Hikmet Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, s. 181; Ercüment
Kuran, Türk Kültürü Dergisi, sayı 37, s. 62.
72. Tuzcuoğlu Cemal, Atatürk ve Spor, TAKAV Yayınları, Ankara,
2001, s. 95.
73. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam (1922-1938), c. 3, s. 485.
74. Turgut Özakman, Cumhuriyet, Bilgi Yayınevi, s. 399-412.
254

Benzer belgeler