Görgü ve Nezaket Kuralları
Transkript
Görgü ve Nezaket Kuralları
Görgü ve Nezaket Kuralları Hazırlayanlar Ali Çankırılı / İsmet Elbaşı / İsmail Demirci Birinci Bölüm GÖRGÜ VE NEZAKETTE TEMEL DEĞERLER GÖRGÜLÜ İNSANA YAKIŞAN VE YAKIŞMAYAN DAVRANIŞLAR iNSAN SOSYAL BiR YARATIKTIR yaratılışı gereği toplu halde yaşamayı arzu eder. Yeryüzünün ilk misafirleri Hz. Adem ve eşi Havva aynı zamanda insanlığın ilk öğretmenleridir. Bu iki hayat arkadaşının çocukları olmuş ve böylece ilk aile ortaya çıkmıştır. Ve insanlığın ilk ebeveyni bir yandan dünyayı tanımaya çalışırken, diğer yandan, insan olarak birbirlerine benzemelerine rağmen, huy ve davranışlarının farklı olduğunun ayrımına vararak bir arada yaşamanın genel kurallarını öğrenmeye başlamışlardır. Zaman içerisinde aileler kabilelere kabileler toplumlara toplumlar milletlere ayrılınca, dünya bugünki etnik ve kültürel zenginliğe ulaşmıştır Milyonlarca yıllık tarihten süzülerek günümüze kadar gelen temel insanî değerler, çeşitli dönemlerde tecrübe edilip sağlaması yapılmış doğru ve güzel örneklerdir. insanlığın ilk öğretmeni olarak bahsettiğimiz Hz. Adem'den bu yana her toplumun içinden doğruluğun ve güzelliğin örneklerini gösteren insanlar çıkmıştır. Ve yaşanarak da tecrübe edilmiştir ki, toplum içinde insanların uymak durumunda olduğu bazı kurallar vardır Uymak durumunda olmak bir yana insanı~ sağlıklı bir ruh yapısına sahip olarak, toplum içinde eşine-dostuna, hatta düşmanlarına karşı erdemli bir insan vasfıyla hareket ederse ancak insan olmanın hazzını duyabilir. Aksi taktirde, yalancıya hırsıza, tenbele, sahtekâra, kaba insana hiçbir toplumda değer verilmez dürüst, âdil, güzel ahlâklı, insanlar daima saygı görürler Güzel ahlâklı terbiyeli insanın davranışlarından toplum fayda gördüğü gibi, kendisi de fayda görür Güzel Huyların Başı Edeptir Edep, güzel huyların ruhudur Edep, insanlar içinde dilini korumak yalnız kalınca da kalbini korumaktır Edep, büyüğüne karşı saygı göstermek küçüğüne karşı şefkatli olmak dengi ile iyi geçinmektir edep kötü ve çirkin bir iş yaptığında utanmak vicdanen rahatsızlık duymaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki; "Baba çocuğuna edepten(güzel ahlâktan üstün bir hediye vermemiştir 1 Davranış ve Sözlerin Tesirini Artıran Samimiyettir davranışlarımızda ve sözlerimizde samimi, yâni dürüst olmadığımız takdirde, kendimizi ne kadar kibar davranmaya zorlarsak zorlayalım, sözlerimiz ne kadar iltifat dolu olursa olsun; karşımızdaki şahıs bunların yapmacık olduğunu hissedecek ve bize güven duymayacaktır. fakire yardım ederken, sırf başkaları görsün ve "Ne yardımsever adam desinler diye açıktan başkalarına göstererek yaptığımız yardımlar bir kıymet ifâde etmez Bir kimseye~ sırf dünyevî mevki ve makamından dolayı saygı göstermek, iltifat etmek dalkavukluktur Dalkavukluk, şerefli insana yakışmayan ve onu küçük düşüren bir davranıştır bencil insanlar Topluma Karşı Duyarsızdır Yaptıkları her işte bir menfaat gözeten bir işe başlarken"Benim bunda ne menfaatim olacak diye düşünen insanlar bencildir egoisttir Egoist insana göre, bir fakire yardım etmek enayiliktir Benimle berabermi kazandı çalışsın o da kazansın der Dilencilik islamiyet'in de hoş karşılamadığı bir davranıştır Ancak fakir düşmüş insanlar içinde öyleleri vardır ki tenbellikten bu hale düşmemişlerdir Yetimler öksüzler dullar sakatlar akıl hastaları içinde öyleleri vardır ki yiyecek ekmekleri olmadığı halde utançlarından onurlarından kapı kapı dolaşıp el açmazlar Dilencilik onlara çok ağır gelir Böylelerine iş bulmak iş yapamayacak durumda olanlarına maaş bağlamak âdil bir devletin görevidir Fakat devletin eli her zaman her yere ulaşamaz Sivil kuruluşların, hayır kurumlarının ve zenginlerin de fakirlere el uzatması ve onların ihtiyaçlarını gidermesi bir insanlık görevidir. Egoistliğin zıttı diğerkâmlıktır Diğerkâm kişi kendisinden çok başkalarını düşünen, almaktan ziyade vermekten hoşlanan bir iyilik yaptığı zaman mutlu olan kişidir Cimri İnsan Kalb Fakiridir Cimri insan aç gözlüdür hırslıdır durmadan para kazanır, mal biriktirir. Elindekilerle yetinmez hep daha fazlasını ister Gözü daima kendisinden yüksekte olanlardadır Paradan ve maldan başka kalbi bütün sevgilere kapalıdır Cimri kalp fakiridir Belki karnı toktur fakat gözü daima açtır Şefkatli Olmak Büyüklüğün Gereğidir 2 Büyüklük; mevki, para, rütbe, mal ve yaş büyüklüğü ile ölçülmez. Büyük insan, kendinden yaşça, mevkice, malca, paraca, bilgice küçük olanları koruyup gözeten, onlara sevgi ve saygı gösteren, güleryüz ve müsamaha ile muamele eden, her türlü olumsuz şartlarda dahi adaletle hükmeden kişidir. Şefkat öyle sözle olmaz. Şefkat öyle bir haslettir ki, insanın hücrelerine işler; şefkat sahibi bir kimse yüzünden okunur. Bakışlarındaki yumuşaklık, yüzündeki aydınlık hemen farkedilir. Şefkat, engin bir gönül huzurunun yansımasıdır. Tatmin olmuş bir kalbin, erdemli bir ruhun faziletidir. Katı kalpli, kaba, gözünü mal ve mevki hırsı bürümüş, kendisini beğenen kimselerde şefkat aramak, yitiği kaybolan yerde aramamak demektir. Şefkat, duyguların incelmesi, hassasiyetin artmasıdır. Allah, Elçi'sinin dilinden bize şefkati şöyle öğütlüyor: "Şefkatte güneş gibi olunuz" Güneş nasıl yeryüzündeki bütün canlıları -insan, hayvan ve bitki diye ayırmaksızın- ısıtıyor ve ışıklandırıyor ise; erdemli bir insan da bütün canlılara karşı şefkatli, olmalıdır, Şefkati/gönlünde hisseden Yunus Emre ne güzel söyler: Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü. Faziletin Başı Utanma Duygusudur Çirkin ve ahlâksız bir manzara ile karşılaştığında utanan, başını öne eğen ve yüzü kızaran bir insan utanma duygusu taşıyan (haya sahibij kimsedir. Çünkü insanlık şerefiyle bağdaşmayan bu manzaradan kalbi sıkıntı duymuş, duyguları incinmiş, vicdanı rahatsız olmuştur. Haya sahibi bir insanı, kötü bir işten caydırmak için, ona "Utanmıyor musun?" demek yeterlidir. Büyüklerimiz, "İnsandan utanmayan Allah'tan da utanmaz." demişlerdir. Utanma duygusu taşıyan bir kimse, sadece insanların gördüğü yerde değil, insanların görmediği yerde de kötülükten kaçman kimsedir. 3 Böyle kimselerin ruh sağlıkları yerinde, vicdanları rahattır. Onları daima güler-yüzlü, mütevazı ve güvenilir insanlar olarak görürsünüz. Tabii, insanın ne gibi davranışlardan kaçınması gerektiği, hangi hal ve sözlerin utanılacak türden olduğu hususunda edindiği bilgiler, içinde yaşadığı toplumla bağlantılıdır. Utanılacak veya utanılmayacak davranışlar çeşitli dünya görüşlerine göre şekillenebilmektedir. Fakat bizim burada sözünü ettiğimiz utanma, sadece insanların bulunduğu yerlerde takınılan bir maske değil, tüm insanlığını gerçek huzuru için gerekli olan bir fazilettir. Kanaatkar Olmak Yoksulluğa Razı Olmak Değildir Maddeci kapitalist toplumlarda sanayi, tüketim esasına dayanır. İnsanlar devamlı olarak tüketime özendirilir. İnsanlar hızla tüketmelidir ki, sanayi çarkları üretmeye devam edebilsin. Çalışmalı, üretmeli, kazanmalıyız; "komşusu açken tok yatmamak" düsturu ile.. Kanaat yanlış anlaşılmamalıdır. Aza razı olup az çalışmak, yoksulluğa boyun eğmek ve tenbel bir hayat sürmek kanaat değildir. Çalışacağız, üreteceğiz ve kazanacağız. Ancak lüks bir hayat sürmek için değil. "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir." düsturu rehberimiz olmalı, işçisi asgari ihtiyaçlarını karşılayamazken, Mersedes ile gezen; katlarda, yatlarda keyif süren bir patron, hiçbir insanın hoşlanmayacağı tipten biridir. Hiç kimsenin hoşlanmamasından ziyade, böyle kimseler gelir adaletsizliğini alenen sergilemiş olmakla toplumsal barış ve huzuru da tehdit ederler. ...,,.,.Ayağını yorganına göre uzatmayan, zengin aileler gibi lüks yaşamak isteyen, aldığı eşyaların taksitlerini ödemekten mutfağın ihtiyaçlarını 4 karşılayamaz duruma düşen öyle aileleı de vardır ki, mutsuzdurlar. Hırslı insanların gözü daima açtır. Kendisinden yüksekte olanları kıskanır, hırs ve tamahlarının esiri olurlar. Başkalarını eleştirip dururken, farkında olmadan ömürlerini para ve mal peşinde koşmakla harcarlar, istediklerine kavuşamadan bu dünyadan göçüp giderler. Kanaat, göz ve gönül tokluğudur. Kanaat etmeyen insan, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilemez. Hırslı insan, ne Allah'a şükretmesini ne de insanlara teşekkür etmesini bilir. Tutumlu Olmak Orta Yolu İzlemektir Tutumlu insan, ne cimridir ne de müsrif. Çalışır, kazanır, kazandığını da gerekli olan ihtiyaçlarını karşılamada harcar. Kendisine ve ailesine gerekli olanı temin ettikten sonra, arta kalanı için cimrilik etmez. Eşine, dostuna, ihtiyaç sahiplerine ikramlarda bulunur, yedirir, giydirir. Fakat hayatın her türlü cilvesine karşı ihtiyatlı olmayı da ihmal etmez. Tutumluluk sadece parada, malda ve yiyip içmede gösterilmez. Aklını, gücünü ve zamanını israf etmek de, bunları sadece kendisi için kullanmak da hoş karşılanmayacak türden davranışlardır, Tenbel kişi, aklını, gücünü ve zamanını boşa harcayarak müsriflik etv mis olur. Diğer taraftan bütün zamanını para kazanmaya ayıran, gece Ve gündüz demeden çalışan, dostlarına ve ailesine yeterli zaman ayırmayan, hayır işlerinden uzak duran kişi de cimrilik etmiş olur. , GÖRGÜ VE NEZAKETTE TEMEL DEĞERLER 17 Müsamaha Göstermek Olgunluk İşaretidir Kişinin kabahatini yüzüne vurmamak, onu başkalarının önünde küçük düşürmemek, gizli hallerini araştırmamak, zaafları varsa onunla başbaşa konuşarak kendisini düzeltmesine fırsat vermek; olgun ve 5 tecrübeli eğitimcilerin, idarecilerin, aile büyüklerinin takip ettiği yoldur. Yapılan harekete değil, bu hareketteki niyete ve maksada bakılır. Eğer niyette kötülük ve kasıt yoksa, yerine göre en kaba hareket bile tebessümle ve olgunlukla karşılanmalıdır. Art niyet taşımayan her türlü söz ve davranış karşısında müsamahayı elden bırakmamalıdır. Sarfedilen söz veya gösterilen davranış insanları tedirgin ediyor, toplumun sağlıklı yapısını tehdit ediyorsa, karşı taraf en uygun lisanla ikaz edilmelidir. Hiçbir insanın huyu diğerine benzemez, O yüzden herkesi kendimize benzetmemiz mümkün değildir. Kaldı ki, doğru davranan tarafın biz olduğu ne malûm? Hatâlar hep başkaları için mi var? Güvenilir İnsan ^)lmak Şereftir Güvenilir kişi, malımızı, canımızı, namusumuzu, sırrımızı çekinmeden teslim edebileceğimiz kimsedir. Bir toplumda kişiler arasında güven kalmadığı zaman, toplum hayatı tehlikeye girer. Yalan söyleyen, verdiği sözü tutmayan, kendisine emanet edilen mal ve mevkiye hıyanet eden kimseler, güvenilir olmaktan uzaktır. Amirin memura, patronun işçiye, babanın oğula, erkeğin kadına, kardeşin kardeşe güvenemediği bir ortamda toplumsal huzur aramak mümkün müdür? Öyleyse, temel vasıflarımızdan biri "emin"lik olmalı, herkes emniyeti bizde bulmalıdır. Güvenilir kişi, aynı zamanda âdil olan kimsedir. Herkes bulunduğu mevkide adaletli davranmak zordundadır. Âdil kişi, sahip olduğu mevki ve makamın gücünü insanları ezmek için değil, onları mutlu etmek için kullanır. Aile reisi olan babadan tutun da, bir patrona, bir müdüre, bir komutana, hatta bir devlet başkanına kadar uzanan geniş bir yelpazede adalet hüküm sürmedikçe, toplum huzurundan bahsedilemez. 6 NâmusveŞeref , Saygınlık Kazandırır Eskiler, namuslu kimselere "iffetli" kimse derlerdi. Kelime anlamı itibariyle iffet, namustan daha derin ve daha geniş manalar taşır. Ailesinin ve kendisinin namusunu koruyan insana "namuslu" denebilir, ancak bu kişinin ailesinin namusunu koruduğu ve sahip çıktığı kadar, diğer insanların da namusunu koruması ve sahip çıkması halinde ona "iffetli" denir. iffette kadın-erkek ayrımı yoktur. Kadının namusu olduğu kadar erkeğin de namusu vardır. Başkasının kadınında, kızında gözü olan adam namussuz olduğu gibi ahlâksızdır da. iffetli kimse, namus ve ahlâk başta olmak üzere bütün güzel huyları kendisinde toplayan kişidir. Bu güzel huylar görgülü- bir ailede kazanılır. Görgü bir kültürdür ve ancak yaşayarak ve görerek kazanılır. Küçüğün büyüğe saygı göstermediği, büyüğün küçüğü sevmediği, anne-baba rollerinin birbirine karıştığı, değer ölçülerinin bulunmadığı bir aileye büyüklerimiz "görgüsüz" aile derler. Görgülü ve köklü ailelerin her birinin eskiden bir adı varmış ve bu ad onların şeref simgesiymiş. . Şerefli insanlar, her hal ve şart altında bayağı ve kaba davranışlardan kaçınır; terbiyeli ve kibar hareketleriyle örnek olarak, çevrenin saygısını kazanır. Sözünün EH Olmak Mertliktir Şerefli insan, ne pahasına olursa olsun, verdiği sözde duran, yaptığı anlaşmaya sâdık kalan, kendisine gösterilen güveni istismar etmeyen mert bir kimsedir. Eskiler buna "ahde vefa" derlerdi. Verdiği sözden cayan, yaptığı anlaşmayı tek taraflı olarak bozan, kendisine güvenenleri mahcub eden insan hem yalancı, hem de haindir. Ahde vefa, toplum dayanışmasının ve ticaret hukukunun temel direğidir. Bu direk yıkılınca servetler ödenmez, çekler karşılıksız çıkar,, 7 alınan el borçları zamanında ödenniez, gayri meşru kazanç yollan çoğalır, güçlüler haklı, zavıflar haksız duruma düşer. ikiyüzlülük, basit insanların ve dalkavukların işidir. Ağzından çıkan her keli meyi kişiliğimizi oluşturan tuğlalar düşünürsek, tutmadığımız her söz, kişilik yapımızın harab olması anlamına gelir. Belki böyle insanlar yeni tanıştığı kişileri bir süre için kandırabilirler, fakat, her zaman beraber bulundukları insanlar onu gördüklerinde, zihinlerinde harap, yıkık bir bina canlandıracaktır! Göstermelik Nezaket Yama Gibidir Sırf görenler bana kibar ve nâzik desinler diye kibarlık gösterilmez. Görgülü ve tecrübeli bir kimse, bu göstermelik kibarlığı derhal farkeder. Öyle ki, göstermelik kibarlığı ve nezaketi hissetmek için fazla tecrübeli olmaya da gerek yoktur. Parapsikoloji uzmanları, ilk defa karşı karşıya gelen iki insanda sözlü iletişimden önce beyin dalgaları yoluyla bir iletişim meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Her insan az veya çok bu tecrübeyi yaşamıştır, ilk defa gördüğünüz bir insanı ya sever veya ondan hoşlanmazsınız. Ancak bu hoşlanmak veya hoşlanmamak duygusunun sebebini izah edemezsiniz. Neden? Çünkü karşı şahıstan beyin dalgaları yoluyla size ulaşan bilgiler olumlu değildir ve bu sizi huzursuz etmiştir. Gösteriş yapan insanlar ikiyüzlüdür. İkiyüzlülüğün diğer adı "riyâ"dır. ikiyüzlülük, karşısındaki insana olduğundan ve düşündüğünden başka davranarak, onun hoşuna gidecek şekilde hareket etmek ve konuşmaktır. İkiyüzlü insanlar ya bir menfaat karşılığı veya kendilerini olduğundan faziletli göstermek için buna tevessül ederler. İkiyüzlülük ve gösteriş basit insanların, dalkavukların ve aşağılık duygusu taşıyanların işidir. Ancak, bazı kimselerin şerrinden korunmak ve açıkça aleyhimizde faaliyet göstermelerini engellemek için onları idare etmek ikiyüzlülük değildir. 8 Şunu hiçbir zaman unutmayınız ki; "insanların en kötüsü, şerrinden korunmak için kendisine ikram ve iltifat edilen kimsedir." Azimli ve Sabırlı Olan Maksuduna Ulaşır Genellikle hırs ve azim birbirine karıştırılmaktadır. Hırs; aç gözlülük, mal ve paraya aşırı düşkünlük, devamlı bir tatminsizliktir. Halbuki azim, müsbet anlamda, doğru ve meşru bir hedefe ulaşmak için gösterilen gayrete denir. Azimli kişi, hedefine ulaşmak için sabırla ve yılmadan çalışır. Önüne çıkan engellerden korkmaz, işi yarıda bırakmaz. Önüne çıkan engelleri elindeki imkânları en iyi şekilde kullanarak aşmaya çalışır. Akıllı ve mantıklı hareket eder, şeref ve onurunu korur. Azimli kişi, başarısızlıklardan yılmaz, bunları tecrübe sayar, aynı hatalara düşmemeye çalışır. Hayatta muvaffak olmuş, insanlığa hizmet etmiş, kitlelerin takdirini ve saygısını kazanmış büyük insanların hayat hikâyelerini (biyografilerini) okuduğumuz zaman; onların bütün menfi şartlara rağmen ümitsizliğe düşmediklerini, azim ve sabırla çalışarak hedeflerine ulaştıklarını görürüz. Hatasız Dost Arayan Dost Bulamaz Atalarımız, "Hatasız kul olmaz." demişler, insanlara güvenmek, ortada kesin deliller yokken, sırf dedikodulara bakıp biri hakkında kötü zan beslemek dürüst insanlara yakışmaz. Şüphecilik kötü bir huydur. Şüpheci insan kendisinden başka kimseye güvenmez. insan dostunun küçük bir kusuruna takılıp kalmamalı, onun büyük meziyetlerini düşünüp teselli bulmalıdır. Bir islam büyüğü der ki, dostunun dağ gibi güzel meziyetleri varken, saman çöpü kabilinden küçük kusurlarıyla uğraşma. 9 Nasıl bir saman çöpü, gözbebeğinin önüne konduğu zaman koca dağlan görmemizi engellerse, aynen bunun gibi, dostumuzun küçük bir kusu-ruyla uğraştığımız takdirde, onun dağ gibi güzel ve büyük meziyetlerini göremeyiz. insanlar hakkında kötü zan beslemekten sakınınız. Ancak bu arada sui zanla tedbiri birbirine karıştırmamak lâzım. İnsanın birlikte iş yapacağı veya bir emanet teslim edeceği şahıs hakkında araştırma yapması, onu tanıyan dürüst ve güvenilir kimselere danışması şüphecilik değildir. Kin ve Kıskançlık Kalbi Karartır Haksızlığa uğrayan bir kimsenin meşru yollardan hakkını araması, hakkını almak için mücâdele etmesi adaletin gereğidir. Ancak hakkını ararken muhatabına çirkin bir dille sataşması, onun hakkında her yerde uluorta konuşması, hakkını aldığı halde kin duyması şerefli bir insana yakışmaz. Kin, nefret ve intikam duygusu kadar insan kalbini karartan; sevgi ve şefkat duygusunu öldüren başka bir duygu yoktur. Fakat şu da önemli bir gerçektir ki; ne kadar şöyle kötü, böyle kötü denilse de, kin duygusu her insanın yaratılışında mevcuttur. Bu duyguyu tamamıyla yok etmek mümkün değildir. Aslolan, ona mağlup olmamak ve bu duyguyu doğru yerlerde kullanabilmektir, însan her zaman hataya açık bir yapıya sahip olduğundan, kin duygusunu insanlara değil de, fiillere, olaylara yöneltirsek daha doğru davranmış oluruz. Fiilin ve davranışın kendisi yanlıştır, böyle davranan değil. Ferdi ve toplumu felâkete sürükleyen kötü davranış örnekleri herkesçe bilinmektedir, îçki içmek, kumar oynamak, fuhuş, hırsızlık, rüşvet, zulüm, adaletsizlik vs., gibi fiiller, insanlık için zararlı neticelere yol açan, kin duymayı hak eden fiillerdir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken önemli husus; insanlar hatalarından pişman olup vazgeçebilir, ama bu tür kötü fiiiller tarih boyunca hep kötü kalacak, kendine uyanları kötü kılmaya devam edecektir. ;; 10 Bir kimseyi malından, mevkiinden ve ilminden dolayı kıskanmak da, hasettir. Kıskançlık duygusu önce kıskananı yer, bitirir. Gerçekten, kıskanç kimse, zımpara yalayan kediye benzer; kendi kanını içtiğinin farkına var* maz. Büyüklerimiz bunu, hasetinden çatladı sözüyle ifâde etmişlerdir. it Kıskançlık duygusunu da iyi şekilde kullanabiliriz aslında. Toplum içindeki güzel insanları kıskanarak, "Ben de en az onlar kadar iyi, dürüst* güvenilir olmalıyım, hatta onları geçmeliyim" şeklinde beliren bir kıskanç? lık, görgülü, nazik, edepli insanların sayısının artmasına sebep olur. : / Şerefli ve mert insanlar, düşmanları hakkında bile dedikodu yapmazlar. Dedikoducular ve laf getirip götürenler (gammazlar) zayıf karakterli, küçük insanlardır, ı , Laf getirip götüren gammazlar yüzünden nice dostların arası açılmış; nice cinayetler işlenmiş, nice yuvalar dağılmıştır. > Birincisi, dostumla aramı açtın. İkincisi, kalbimin huzurunu kaçırdın. Üçüncüsü, sana olan güvenimi kırdın." İlmiyle, servetiyle, ailesiyle, makamıyla, gençliğiyle, güzelliğiyle övünen ve kendisini diğer insanlardan üstün gören, "Küçük dağları ben yarattım" edasıyla yürüyen insanlar sevimsiz insanlardır. Nezaket sahibi olgun bir insan, toplum içinde kendini gösterebilmek, önemli bir insan olduğunu hissettirmek için hiçbir zaman anormal davranışlara yeltenmez. Fakat şunu aklımızdan çıkarmamalıyız ki, her insanda gurur vardır ve hiç kimse uluorta gururunun rencide edilmesinden hoşlanmaz. Kimi insanlar, toplum içinde insanlara şakayla karışık sürekli takılır, aklısıra o-nunla dalga geçerek kendisini öne çıkarmaya çalışır. Gurur, kendisini yüceltmek anlamında kötüdür, yoksa insanların şahsiyetinin en önemli parçası olan gururunu kırmak, belki diğerinden 11 daha da kötü bir davranıştır. Çekilmez olurduL" ' "Ben olmasam ?u dunya ne Daima hatırladığım güzel bir sözü burada zikretmeden geçemeyeceğim: "Mezarlıklar, kendisini vazgeçilmez zanneden insanlarla doludur." Iferbiyeli ve Nâzik Olunuz ki, Dostlarınız Çoğalsın Şu sözlerden hangimiz hoşlanır: - Önüne baksana be adam! - Dağdan mı indin oğlum! - Çekil de geçelim! Şu sözleri duymak hangimizin hoşuna gitmez: - Afedersiniz, çok dalgındım, bağışlayın! - Çok özür dilerim, bilerek olmadı! - Lütfen, geçebilir miyim? Nezâket ve terbiye, her yaştaki insana yakışan, onu sevimli ve saygılı kılan sihirli bir özelliğe sahiptir. Ailede, mahallede, okulda, çarşıpazarda, toplu taşıma araçlarında, her zaman ve her yerde nazik ve terbiyeli insanlar ilgi odağı haline gelir, derhal farkedilir. insanlar onlarla birlikte bulunmaktan sıkılmaz, bilâkis tebessüm ve sıcak bakışlarıyla onlardan hoşlandıklarını ifâde » ederler. Çocuklar, nur yüzlü, nâzik, hoş sohbet ihtiyarları severler. Büyükler ve eğitimciler daima terbiyeli, kibar, görgülü çocukları sever ve takdir ederler. 12 Terbiyeli ve nâzik insanların sevenleri, dostları ve çevreleri oldukça geniştir. Nezâket ve terbiyenin temelinde başkalarına iyilikte bulunmak, kimseyi üzmemek düşüncesi yatar. Karşısındakilere hep kendinden bahseden, herkesin lafını ağzına tıkayıp sürekli kendisi konuşmak isteyen, başkalarının davranışlarım eleştirmekten başka birşey düşünmeyen kimseler, sıkıcı ve sevimsiz insanlardır. Kimse onlarla uzun zaman beraber olmak istemez, aksine, ilk fırsatta onlardan kurtulmanın bir yolunu arar. "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma" düsturuyla hareket eden edepli ve görgülü insanlar, her ne şartta olursa olsun, kendisini daima karşısındakinin yerine koyar; insanları rencide edecek kaba davranışlardan ve sözlerden kaçınır. Şu temel prensibi unutmayınız ki, "kimse çocuğuna terbiyeden ve güzel ahlâktan iyi bir miras bırakamaz." Terbiyeli ve güzel ahlâklı bir nesil yetiştirme hususunda büyük gayret sarfetmeliyiz. Çocuklar, bizim gelecekteki temsilcilerimizdir. Yetiştirdiğiniz çocuklarla iftihar edilmesini mi, dünyaya getiren anababaya lanet edilmesini mi istersiniz? Terbiye, aslında kollektif bir süreçtir. Ev ve aile ortamı kadar, evin dışındaki ortam da çok önemlidir. Cemiyet olarak ahlâklı yaşamaya özen göstermezsek, çevremizdeki kötü örnekleri elimizden geldiğinde, dilimiz döndüğünce önlemeye çalışmazsak, ahlâksızlığın fazilet sayıldığı bir toplumda yaşamak zorunda kalırız. Terbiye edinme metodu hususunda işte güzel bir anekdot: Terbiyesi ve güzel ahlâkı ile tüm insanlara örnek olan bir bilgeye "Bu güzel terbiyeyi nereden öğrendin?" diye sormuşlar. Verilen cevap oldukça manidar: "Terbiyesizlerden!..." 13 Bana Arkadaşını Söyle, Senin Kim Olduğunu Söyleyeyim İnsan, yaratılışı gereği, güzel şeyler yapmaktan zevk alır; güzel manzaralardan hoşlanır. Çirkin şeyler insanı rahatsız eder. İnsanı doğasından uzaklaştıran, kötüye meylettiren en önemli unsur, çev- £ l redir. Çevre deyince, ağaçlar, kuşlar, kelebekler değil, arkadaşlar akla gelir. Arkadaş insanı vezir de eder, rezil de eder. Şahsiyetimizin şekillenmesinde çevremizdeki insanların rolü oldukça büyüktür. Arkadaş seçerken çok dikkatli olmalı. "İrâdem güçlüdür" diye kendine fazla güvenme. "İstediğim zafnan bırakabilirim." diyen birçok insan ilk sigaradan sonra tiryaki, ilk kadehten sonra alkolik olmuştur. 14 İKİNCİ BÖLÜM AİLE İÇİ GÖRGÜ KURALLARI 29 AİLENİN TEMEL TAŞI SEVGİDİR AÎLE ÜYELERiNi birbirine bağlayan temel duygu sevgidir. Çocuklar sevgiyi anne-babadan ve aile büyüklerinden görerek, yâni yaşayarak öğrenirler . Sevgi, sonradan eğitim kurumları vasıtasıyla kişiye kazandırabilecek teorik bir bilgi değildir. Sevginin eksik olduğu ailelerde saygıdan, şefkatten, yardımlaşmadan, dayanışmadan, güvenden ve hoşgörüden de söz edilemez. Bu duyguları besleyen ve gelişmelerini sağlayan, sevgidir. Seven kişi sevilir. Sevmeyen, başkalarına tepeden bakan, kendisinden üstün olanları kıskanan, işgal ettiği mevki ve makamı baskı vâsıtası olarak kullanan kişiler toplumda sevilmezler. Onların gerçek dostları yoktur. Köle ruhlu, dalkavukluğu meslek edinen kapıkullarından başka etraflarında insan bulunmaz. Sevgide karşılık beklenmez. Sevginin karşılığı bizzat içinde gizlidir. Annemizi-babamızı severiz; çünkü bizi besleyip büyütmüş, birçok çilemize katlanmışlardır. Büyüklerimizi, dostlarımızı, komşularımızı severiz; çünkü onlarla birçok acı-tatlı şeyler paylaşmış, onlardan iyilik görmüşüzdür. Sevginin olmadığı bir kalpte, kin ve nefret duyguları kolayca filizlenir. Kalbinde sevgi bulunan kişi aynı zamanda merhametlidir. Kendisinden mal, mevki, makam ve kuvvet yönünden güçsüz olanlara zulmetmez. Aile Toplumun Temel Direğidir Başta görgü kuralları olmak üzere, bütün medenî ve sosyal davranışlar ailede kazanılır. Ruh sağlığının lâzımlarından olan sevgi, saygı, hoşgörü, şefkat, yardımlaşma, güven gibi temel duygular 15 ailede yaşanarak kazanılır: Bunlar sonradan öğretilebilir teorik bilgiler değildir. Ailede kazanılmayan terbiyeyi ve sosyal davranışları sonradan kazan* dırmak hemen hemen imkânsızdır. Okul ve çevre ancak ailede verilen te-mel duygu ve davranışların üzerine yeni şeyler bina edebilir. Sosyal müesseselerin çekirdeği, toplumun temel direği ailedir. Aileyi dejenere etmeden ve yıkmadan, bir cemiyeti yıkmak mümkün değildir. Aile ne kadar güçlü olursa, toplumda o derece güçlü olur. Her müessese gibi, ailenin de a3'.ıkta kal-' ması ve yaşaması ba-j zı temel kurallara ve, prensiplere bağlı-; dır. Bu kuralların^ başında karşılıklj" sevgi ve saygı gelir. Üyeler arasında işbirliği, birbirinin hakkını gözetme,j ailenin yükünü birlikte omuzlama, sayabileceğimiz genel kuKendi hayatına dikkat etmeyen anne-babanın, rallardır. \ çocuklarından şikâyet etmeye hakkı yoktur",*' Her müessesede olduğu gibi, ailede de bir hiyerarşi vardır. Büyük anne, büyük baba, anne, baba, ağabey, abla ve küçük kardeşler olmak üzere her aile üyesinin üzerine düşen görev ve sorumluluklar vardır. Her aile üyesi, üzerine düşen bu sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğün sınırlarına "aile huhuku" denir. Aile huhuku kanunlardan ziyade "örf dediğimiz asırlık tecrübelerin bir ürünü olan gelenekler ve ananeler tarafından belirlenir. Örfün yetersiz kaldığı ve işlemediği yerde kanunlar devreye girer. ......... Aile Büyüklerinin görevleri insan sosyal bir varlıktır. Hiçbir insan tek başına medenîleşemediği gibi, mutlu da olamaz. Toplu halde yaşamak, insanoğlunun yaratılışından gelen bir özelliğidir. 16 insanın sosyal çevresi ne kadar geniş olursa; bilgisi, becerisi, tecrübeleri ve medenî davranışları da o nisbette artar. Çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar; aile büyükleri, yakın akrabalar, aile dostları, komşular ve arkadaş çevreleriyle münasebetleri sık ve sıcak olan çocukların daha çabuk olgunlaştıklarını, daha çok şey öğrendiklerini, insanlarla daha kolay diyalog kurduklarını ve medenî kişilik kazandıklarını göstermiştir. Bilhassa aile büyüklerinin ve yakın akrabaların çocuklar üzerinde tahmin edemediğimiz müsbet tesirleri vardır. Çocukları aile büyüklerinden, yakın akrabalardan ve aile dostlarından mahrum bırakmamalıyız. Büyük anne, büyük baba, amca, dayı, hala, teyze gün görmüş, tecrübeli insanlardır. Hem bizim hem de çocuklarımızın onlardan öğreneceğimiz çok şey vardır. Aynı çatı altında yaşadığımız büyük anne, büyük baba bir bakıma ailenin danışmanı durumundadırlar. Anne, baba sıkıştığı yerde onlara danışır, görüşlerini alır. Aile büyükleri de kendilerine danışılmadığı müddetçe anne ve babanın işlerine fazla karışmamalı; çocuk eğitimini ve ev ekonomisini onlara bırakmalıdır. Aile büyükleri genelde torunlarını şımartmaya eğilimlidir. Anne-baba onları işledikleri bir suçtan dolayı ceza-landıracağı zaman müda"Ananın sozüne kar?' ^elirsin haL" hale eder, torunlarını korur, cezadan kurtarmaya çalışırlar. Bu doğru değildir. Çocukların eğitiminden, terbiyesinden, disiplininden öncelikle anne-baba sorumludur. Çocuklarını kendi ölçüleriyle yetiştirmek, onların en tabii hakkıdır. Anne-baba, çocuk eğitimi konusunda aile büyüklerinden fazla müdahale etmemelerini yumuşak ve kibar bir dille istemeli, onları kırmadan ikaz etmelidir. T 17 Anneler genelde oğulları üzerindeki otoritelerim evlendikten sonra da devam ettirmek isterler. Oğullarını bir başka kadınla -el kızıylapaylaşmak istemezler. Hem oğlundan hem gelininden şartsız itaat isterler. Onların da bir aile kurduklarını, anne-baba olduklarını unuturlar. Aile büyüklerinin aşırı müdahalesi, münakaşalara ve lüzumsuz tatsızlıklara sebep olur. Gelinini öz kızı gibi gören, onu seven, koruyan, ayıbını örten çok az kayınvalide vardır. Akıllı bir kayınvalide, gelinine fazla müdahale etmez. Gelini ondan yardım istemedikçe ve bir konuda kendisine danışmadıkça evin düzenine karışmaz. Gelinine daima iltifat eder, başkalarının yanında üstünlüklerini, maharetlerini ve faziletlerini sayarak onu yüceltir. Günümüzde aile büyüklerinin önemi yeterince bilinmemektedir. Evlenen çiftler yalnızlığı tercih etmekte, aile ocağım terkederek binbir zahmetle yeni bir yuva kurmaya çalışmaktadırlar. Yeni bir yuvaxkurmak kolay değildir. Hele maaşlı çiftler için bu daha da zordur. Ev kirasNte^veni eşyalar büyük bir borç yükünü beraberinde getirir. Taksit ödemekten üst başlarına ve mutfağa yeterli para ayıramazlar. Maddî sıkıntı evliliğin baharındaki gençlerin mutluluğuna gölge düşürür. Halbuki baba evinde kalsalardı kira ödemeyecekler, belki zevklerine uygun birkaç eşya alarak, fazla sıkıntıya girmeden, kendi kendilerine yeteceklerdi. Aile büyüklerinin yeni evli çiftlerin mutluluğuna gölge düşürdüğü tezi yanlıştır. Rollerin birbirine karıştırılmadığı, herkesin üzerine düşeni yaptığı karşılıklı sevgi ve saygının hâkim olduğu geniş ailelerde maddî refah ve mutluluk daha fazladır. Genç anne bebeğini evde aile büyüklerine teslim ederek kocasıyla, rahatça ve gözü arkada kalmadan, dışarı çıkabilir; alışverişe gidebilir. Çalışan annenin aile büyüklerine ihtiyacı daha fazladır. Kayınvalide, annenin yerini tutmasa da, kreşin ve çocuk bakıcısının vereceği terbiyenin daha iyisini verir ve bebeğe daha iyi bakar. 18 kocanın Karısına Karşı , lh ; ,, " ., " görevleri Kadın evin yüz akı, kocanın şerefidir. Kadın olmadan çocuklara bakmak, evi çekip çevirmek mümkün değildir, îç işleri kadına aittir. Kadının fıtrî görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Çocuk bakımı ve terbiyesi, ev işleri zannedildiği kadar kolay değildir. Sorumluluğunu bilen titiz bir anneyi gün boyu meşgul eder ve yorgun düşürür. * Bir erkek, karısını ne evin hizmetçisi, ne çocuk bakıcısı ne de cinsel arzularım tatmin eden bir dişi olarak görmemeli; onu hayat arkadaşı, evinin kraliçesi olarak kabul etmeli ve ona göre davranmalıdır. * Bir erkek, karısına yediğinden yedirmeli, giydiğinden giy-dirmeli, karısına karşı cimri davranmamalıdır. * Karısına değer verdiği gibi onun annesine, babasına ve akrabalarına karşı da iyi davranmalı, sevip saymalıdır. « * Erkeğin dışarıdaki mevkisi ne olursa olsun, evde baba ve koca olduğunu unutmamalı; karısına ve çocuklarına karşı sevgi dolu olmalı, onlara zaman ayırmalıdır. * insanoğlu için sevmek ve sevilmek ruhsal bir ihtiyaçtır. Sevilmek kadın için daha da önem arzeder. Sevildiğim kendisine değer verildiğini bilen bir kadın her fedakârlığa katlanır. "Yuvalar ancak ve ancak sevgi temeli üzerine kurulur." "Erkek, hanımının yanında, arkadaşlık ve dostluk cihetiyle çocuk gibi olmalı, dışarıda yine erkek gibi davranmalıdır." * Erkek, hanımını güzel giyinmiş ve süslenmiş olarak görmek istediği gibi, kendisi de güzel giyinmeli, vücut temizliğine ve bilhassa ağız temizliğine dikkat etmelidir. 19 * Eşinden saygı görmenin yolu sert ve otoriter olmak değildir. O-nun nazlarına ve sitemlerine katlanmak, hoşgörülü olmak, şakalarına mukabelede bulunmak, ayıplarını örtmek, iltifatta bulunarak ona güven vermek... işte saygı görmenin şartlan bunlardır. Kültürümüzün temel direklerinden biri de: "Sizin en hayırlınız, eşlerine karşı en hayırlı olanmızdır." düsturudur. * Kadınlar genelde hassas mizaçlı olduklarından çabuk alınır, çabuk kırılır, çabuk küserler. Onların küçük kusurlarını görmezlikten gelmeli, kusurlarını itiraf etseler dahi güzel sözlerle teselli etmeli/iyi taraflarını sayarak cesaret vermelidir. * Erkek, karısının ayıplarını araştırmaman, kesin deliller olmadık^ ça onun sadakatinden ve namusundan şüphe etmemelidir. * Erkek, karısının ihtiyaç ve isteklerini gücü ölçüsünde yerine ge-1 tirmeli, gücü yetmediği zaman durumu izah ederek, "Paramız olduğu zaman inşaallah alacağım, "demelidir. ;.: Kadının Kocasına Karşı Görevleri Atalarımız, "Tatil dil yılanı deliğinden çıkarır." demişleri Fizik bakımından çok güzel olmadıkları halde, kocala* rını kendilerine bağlayan ve onla* rm sevgisini kaza* nan pek çok kadın tanırız. Yine fizik bakımından çok güzel oldukları halde, çirkin dilli oldukları ve dırdırlarıyla kocaları? Huzurlu bir aile, huzurlu bir toplum demektir. ı. j- j-ıı • • • ' v m bezdirdikleri için onların sevgisini kazanamamış pek çok kadın biliriz. Kahvehaneler, meyhaneler, eğlence yerleri böyle kadınların kocalarıyla doludur. Atalarımız, "Gönül ne kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister kahve bahane" derken bu gerçeğe işaret etmişlerdir. , 20 * Kadın kocasına karşı tatlı dilli olmalı, onun yanında sesini yükselterek konuşmamalıdır. * Kocasının malına, parasına, şerefine, namusuna sahip çıkmalı, ve korumalıdır. * Kocasından maddî gücünü aşan isteklerde bulunarak onu zor durumda bırakmamalıdır. ..-.., ,,.-;:'i . . -T ..,,« ^ ,.,„., 35 AİLE İÇİ GÖRGÜ KURALLARI î * Aile sırlarını başkalarına açarak kocasını küçük düşürmemelidir. Aslında küçük düşen yalnız kocası değildir, kendisi de küçük düşmektedir. Dost bildiği kimselere dahi kocasının sırrını açmamalıdır. Atalarımız ne güzel söylemiş: ,„Tj r- ;i ; Arif isen açma sırrını dostuna ,Dostun da söyler kendi dostuna ' :;--;:>:=.: \; :v:; ; :; ,; : ; * Kocasına karşı olduğu kadar onun anne-babasına ve akrabalarına karşı da saygılı, tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. * Kocasının misafirlerine karşı iyi davranmalı, mutfak maharetini esirgememeli, ikram ve izzetiyle kocasının itibarını yükseltmelidir. : * * Kocasının eve döneceği saatte kendine çeki düzen vermeli, giyinip süslenerek onu güler yüzle karşılamalıdır. * Kocasının sevincine ve acısına ortak olmalı, ailenin yükünü onunla birlikte omuzlamahdır. * Hastalık ve mazeret günleri dışında kocasını yatakta reddetmemeli, dişilik maharetini kullanarak onu cismen ve ruhen tatmin etmelidir. Araştırmalar, geçimsiz eşlerin ekseriyetle cinsel yönden de uyumsuz 21 olduklarını göstermiştir. Boşanmalarda ve eşlerin birbirini aldatmalarında cinsel uyumsuzluğun sanıldığından daha büyük bir rolü vardır. * Kocasının sevmediği ve istemediği evlere girip çıkmamalıdır. jİCarı - Koca ; .. '^^~ geçimsizliği ""**** Karı koca geçimsizliği temelde "sen-ben" kavgasından çıkmaktadır. "Sen şöyle dedin, sen böyle yaptın" şeklindeki karşılıklı suçlamalarla problemi çözmek mümkün değildir. Anlayış, hoşgörü ve fedakârlık tek taraflı olmaz. Diyelim ki, kadın, kocasının bir sözünden dolayı kırıldı ve ona sitem etti. Akıllı ve anlayışlı bir koca hemen özür diler: — Özür dilerim karıcığım, seni üzmek için söylemedim. Akıllı bir kadın da işi münakaşaya dökmeden kocasının özürünü kabul eder ve mesele çözülmüş olur. ,•-.:. ; Eğer anlaşmazlığın boyutları çok genişlemiş, eşlerin gücünü aşmış, çözülemez bir hal almış ise; aile büyüklerine görev düşüyor. Bir kişi erkeğin ailesinden, bir kişi de kadının ailesinden sözüne güvenilir, dürüst kimselerden hakem tayin edilerek, anlaşmazlığın çözümü için gerekli olanlar samimiyetle yapılmalıdır. Eğer ailelerden her iki tarafın da itibar edeceği bir kimse bulunamaz ise; bu özelliğe sahip bir aile dostu görevlendirilebilir. Hakem olarak seçilen kişiler, kadını ve kocayı kimsenin duymayacağı yerde ayrı ayrı dinlemeli, geçimsizliğin sebeplerini öğrenmeli, sonra ikisi bir araya gelerek topladıkları bilgileri değerlendirmelidir. Âdil ölçüler içinde geçimsizliğin kimden kaynaklandığına karar vermeli, yine iki hakem birlikte haksız tarafın yanına giderek nâzik bir dille 22 hatasını izah etmeli, düzeltmesi için nasihatte bulunmalı; gerekirse manevî baskı uygulamalıdır. Eşler, iyi niyetli hakemlere itimat etmeli, her şeyi doğru olarak anlatmalı, hakemleri yanıltacak yalan ve yanlış bilgi vermemelidir. Eğer eşler gerçekten iyi geçinmeyi arzu ediyorlarsa, Allah onların kalplerine bir sıcaklık verecek, yuva yıkılmaktan kurtulacaktır. Çocuksuz Aile Meyvesiz Ağaca Benzer Yeni evlenen genç çifti olgunlaştıran, hayatın zorluklarına karşı direnme gücü veren, onları birbirine bağlayan ve aynı idealler etrafında birleştiren şüphesiz çocuktur. Çocuk, genç çifti "anne-baba" mertebesine yükseltir. Atalarımız, "Çocuksuz aile meyvesiz ağaca benzer." derken bu gerçeğe işaret etmektedir. Hamileliğin ilk belirtileriyle birlikte anne adayının vücudunda hızlı bir hormon değişikliği başlar. Bu yeni hormonlar, ana rahmindeki cenin için hayatî önem arzetmekle beraber kadını da anneliğe hazırlar. Hormon değişikliği ile birlikte anne adayının vücudunda bazı küçük rahatsızlıklar kendini gösterir. Bunlar aslında rahatsızlık olmayıp, vücudun yeni hormon dengesine ahşmasıdır. Uykuda düzensizlik, gerginlik, iştahsızlık, yemek kokularından rahatsız olma, yorgunluk, sinirlilik en çok görülen uyum belirtileridir. Vücudun yeni hormon dengesine alışması ile birlikte bu küçük rahatsızlıklar da geçecektir. Anne adayının telaşa kapılmasına ve korkmasına gerek yoktur. Annenin Çocuğa Karşı «Görevleri * Anne mutlaka bebeğini kendi sütü ile beslemelidir. Annenin bebeğini emzirmesi halinde göğüslerinin bozulacağı söylentisi tamamen asılsızdır. Aksine, emilen memeler fiziki bir egzersize tâbi oldukları için daha da güzelleşecektir. Ayrıca, besleyicilik yönünden anne sütüne denk başka bir besin yoktur. Hayvan sütü ve hazır mamalar hiçbir zaman anne sütünün yerini tutamaz. Anne sütü mineraller ve koruyucu maddeler bakımından çok zengindir. Anne 23 sütü ile beslenen bir bebek, çocuk hastalıklarına kolay kolay yakalanmaz. Ruh sağlığı yönünden iyi gelişir. * Stress, sinirlilik, aile içi münakaşalar anne ruh sağlığını ciddi şekilde etkiler. Araştırmalar, huzursuz bir aile ortamında doğum yapan annelerde süt kesilmesinin daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple, başta kocası olmak üzere bütün aile büyükleri hamile kadına ellerinden gelen toleransı göstermeli, ona yardımcı olmalı, moral vermeli ve kendisine güvenmesini sağlamalıdır. * Doğumu takip eden 6 ay, çocuk ruh sağlığı yönünden çok önemlidir. Anne sütünün fiziksel üstünlükleri yanında bir de ruhsal üstünlükleri vardır. Bizce önemli olan bu ruhsal üstünlükleridir. Bebek annenin kucağında, anne sütünü emerken, kendisini mutlu ve güvende hisseder. Onu seven ve koruyan bir annesi olduğunu hisseder. Karnı doyduktan sonra gülü-cükleriyle, agulu, gugulu kuş diliyle, komik hareketleriyle mutluluğunu dile getirir; anneyi de güldürür ve ona bütün yorgunluğunu unutturur. * Bebeğini kendi sütü ile besleyen annelerde, modern tıbbın izah edemediği, metafizik bir iletişim gelişir. Anne, bebeğin ağlama şeklinden, ne anlatmak istediğini hisseder. <••• Araştırmalar, uykusu ağır annelerin bile gece çocuk ağladığında, onun ağlama sesini duyduğunu ve hemen tatlı uykusundan kalkarak bebeğin yardımına koştuğunu ortaya çıkarmıştır. ' - ,t ' * Çalışan anneler, anne-bebek beraberliğinin ruh sağlığı yönünden çok önemli olduğunu bilmeli, doğumdan sonra en az 6 ay işine ara vermeli, ondan sonra da mümkünse yarım gün (part time) çalışmanın bir yolu*f nü bulmalıdır. < ; f * Çocuğun en ideal eğitimcisi, o-nun öz annesidir. Başka hiçbir yakını ve hele ücretle çalışan bir çocuk bakıcısı annenin yerini tutamaz. Yine Avrufi pa'da ve Amerika'da yapılan araştırmalar, kreş ve ana okulu gibi " - Gel çocuğum, gel yavrum!.." 24 modern çocuk müesseselerinin en mütevazi bir aile ortamının bile yerini tutmadığını, çünkü bu gibi yapay hizmet ortamlarının çocuk fıtratına (yaratılışına) aykırı olduğunu, onun ancak sıcak aile yuvasında fiziksel ve ruhsal yönden serpilip gelişebildiğim ortaya çıkaraıışür. _ _,„._. ... * Anne çocuğundan sevgisini ve şefkatini esirgememeli, ancak bunu yaparken aşırıya giderek onu şımartmamalıdır. Çocuğu ihmal etmek kadar aşırı şımartmak da eğitim açısından mahsurludur. ihmal edilen çocukta güven duygusu gelişmez. Sevildiğinden emin değildir. Diğer taraftan şımartılan, "el bebek gül bebek" büyütülen bir çocuk "dedeğim dedik" bir zorba olur çıkar, îstek ve ihtirasları bitmez. Yoktan anlamaz. Kural tanımaz. Tek çocukta bu davranışlara daha sık rastlanır. Tek çocuk egoisttir. Paylaşmayı bilmez. Tek çocuğu sosyalleştirmenin en iyi yolu, ona bir kardeş yapmaktır. Bu mümkün değilse, akraba veya komşu çocuklarından ona bjı arkadaş temin edilmelidir. , * Anne, çocuklarını eğitirken âdil olmalıdır. Çocuklar arasında ayırım yapmamalı, onları birbiriyle ^yaslamamalı, her çocuğu Allah'ın takdir ettiği huy ve kabiliyetlerle kabul etmelidir. * „._.-''"-. - Anne, çocuktan yerine getiremeyeceği isteklerde bulunmamalıdır. "Söz ver bakayım bir daha bu suçu işlemeyeceksin" veya "Yemin et bakayım, ağzından bir daha böyle kötü söz çıkmayacak!" gibi. Masallarda da bu tür yanlışlara rastlarız. Bir anne anlatmıştı: "Kızım yedi yaşında iken okuduğu masal kitabı ile yanıma geldi: - Anneciğim bu masalın sonu doğru değil, dedi. - Neden? dedim. - Bak, okuyayım da dinle: "Küçük çocuk annesine söz vermiş, bir daha hiç yaramazlık yapmamış." - Peki, bunun yanlışlık neresinde? Kızım boynuma sarıldı: 25 - Anneciğim, çocuk olur da hiç yaramazlık yapmaz mı? Kızım haklıydı: - Yapar... dedim. Ama özür diler ve bir daha yapmamaya çalışır." - Cezadan kasıt çocuğun canını acıtmak değildir. Bir suç işlediği zaman oturup onunla konuşmalı, yaptığı hareketin doğru olmadığını açıklamalıdır. Çocuk eğer sizin kendisini sevdiğinizden ve ona değer verdiğinizden eminse, yanınızdaki itibarı ve sevgiyi kaybetmemek için yanlış yapmamaya çalışacaktır. Buna rağmen yanlış yapmaya devam ederse vereceğiniz âdil bir ceza onun ruh sağlığını etkilemez. Aksine ona değer verdiğinizi, onu ciddiye aldığı-mzı gösterir. l T ' *) J^J ^~^>V^-t - Çocuğa vereceğiniz ceza onur kırıcı ve küçük düşürmek marifet değildir. Çocuğu herkesin ortasında onu başkalarının önünde küçük düşürücü olmamalıdır. Kulağını hafifçe çekmek, azarlamak, küsmek, odanın bir köşesinde 5-10 dadika bekletmek gibi hafif cezalar bazen istediğimiz neticeyi verebilir. * Anne, asla çocuğunun yüzüne tokat vurmamalıdır. Yüze vurulan tokat onur kırıcıdır. * Anne çocuğuna dinini öğretirken de çok dikkatli olmalı, onu zorlamamalı, vereceklerini oyun havası içinde vermeli ve hikâye ile anlatma yolunu seçmelidir. Çocuğu hatalı davranışlarından caydırmak için asla Allah'la ve cehennemle korkutma yolunu seçmemelidir. Böyle yapan anneler, farkında olmadan çocuğun zihninde yanlış bir Allah ve ahiret anlayışı yerleştirmektedir. Hangi çocuk, cehenneminde yaramaz çocukları yakan Allah'ı sever? * Anne, yerine getiremeyeceği kuru tehditler savurmamalı, beddua etmemelidir. "Allah'ım ben ne günah işledim de bana böyle bir çocuk 26 verdin?" diye yakınan anneler, yine farkında olmadan, çocukta suçluluk duygusu ve yanlış bir Allah fikri doğmasına yol açmış olurlar. * Çocukları babaları ile tehdit eden, "Baban akşam gelince sen görürsün!" diyen bir anne, acizliğini ilân etmiş olur. Böyle bir anneye karşı hiçbir çocuk saygı duymaz. * Anne, çocukların yanında başkalarını ve hele kocasını çekiştirmemeli; kocasını seven ve ona saygı gösteren, uyumlu ve örnek bir eş olmalıdır. * Anne ve baba, çocukların önünde münakaşa ekmemeli, birbirlerini suçlayıcı bir dil kullanmamalıdır. • Babanın Çocuğuna Karşı v X Görevleri - * Babanın çocuğa karşı görevleri anneninkinden aşağı değildir. Çocuklarına karşı ilgisiz davranan, çocuk bakımını ve eğitimini sadece annenin görevi sanan babalar, ideal bir baba modeli göstermezler. * Baba, ailenin geçimi için lâzım olan parayı helal yoldan kazanmalı, gayri meşru yollardan kazanılan para ile beslenen çocukların ne ailesine ne de milletine faydalı olmayacağını bilmelidir. -. i * Eşine ve çocuklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olmalı, babalık otoritesini baskı vasıtası yapmamalıdır. * Anne ile baba disiplin ve terbiye konusunda aynı değerleri paylaşmalı; aynı ölçüleri kullanmalıdır. Birinin kızdığı bir davranışa diğeri gülüp geçerse; biri ceza vermek isterken öbürü çocuğu müdafaaederse; çocuk kimin haklı kimin haksız, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemez. « ' 27 * Bir erkeğin dışarıdaki mevkisi ve makamı ne olursa olsun, evde "baba" olduğunu unutmamalı, çocukların seviyesine inerek onlarla tatlı bir diyalog kurmalıdır. * Çocuklar babalarını erişilmesi zor bir insan olarak bilmemeli, her sıkıntılarım çekinmeden ona açabilmeli, her konuda soru sorabilmelidir. Anne-baba ile iyi bir diyalog kuramayan çocuklar, ergenliğe adım atarken zorlanırlar. Ergenlikte ortaya çıkan problemleri aşamaz, her söze alınan, her şeyq kızan çekilmez gençler olur çıkarlar. Baba, çocuklarını aşırı otorite ile sindirmemek, onları hem kendi haklarına sahip çıkan, hem de başkalarının haklarına saygı duyan, hür fikirli insanlar olarak yetiştirmelidir. * Genellikle, sessiz, her emre boyun eğen, anne ve babanın sözünden çıkmayan gölge tipler, "ideal ve terbiyeli çocuk" olarak vasıflandırılır. Halbuki sindirilmiş, kabiliyetlerini ve kişiliğini keşfedememiş, emir kulu haline gelmiş çocuklar kendi başlarına birşey üretemez, bir eser meydana getiremezler. Çünkü onların adına hep anne-baba karar vermektedir. * Baba çocuğu hakkında karar • verirken meselâ en basitinden bir elbise veya ayakkabı alırken mutlaka ona da danışmak, gerekirse seçme şansını ona bırakmalıdır. Çocuklar bu konuda çok duyarlıdırlar. Onları siz eğittiğinize göre, sizin zevklerinize ve ölçülerinize zıt düşen seçimler yapmazlar. Yatılı bir lisede okuyan, itibarlı ve zengin bir babanın oğlu, "hırsızlık yapıyor" gerekçesi ile bize getirildi. Psikolojik yardımda bulunmamız istendi. Gençle konuştuğumuz zaman kendisine sorulmadan yatılı okula verildiği ortaya çıktı. Genç şuuraltında babaya karşı kin duyuyordu. Çünkü o evinde olmak, kendi odasında ders çalışmak, annesinin pişirdiği yemekleri yemek istiyordu. Yatık okulun havasına alışamamıştı. Evde "istenmeyen çocuk"'olduğu için yurda verildiğini sanıyordu. O da babadan intikam almak, çevreye karşı onu küçük 28 düşürmek için hırsızlık yapıyordu. Paraya ihtiyacı yoktu. Onun sevgiye, şefkate, güvene ve sıcak aile yuvasına ihtiyacı vardı. "Çık bakalım parayı, arkadaşlarla kafa çekicez!.." Babasıyla konuştuk. Sokağa alışmasın, kötü arkadaşlar edinmesin, ders çalışacak bol zamanı olsun diye onu yatılı okula verdiğini söylüyordu. Yani çocuğun iyiliği için bunu yapmıştı. Fakat bütün bu düşüncelerini oğluna açıp o-nun fikrini sormamıştı. Onun adına kendisi karar vermişti. Babaya meseleyi izah ettik, çocuğu yatılıdan almasını, okulunu değiştirmesini tavsiye ettik. Anlayışlı bir insandı. Kabul etti. Çocuğu evine yakın bir liseye naklettirdi. Çocuk hem ailesine hem de hürriyetine kavuştu, îki ay sonra babası telefonla aradı. Çocuğun çok başarılı olduğunu, öğretmenleri ve arkadaşları tarafından sevildiğini söyledi ve bize teşekkür etti. Çocukların, Anne-Babaya Karşı Görevleri insanoğlu yaratılışı gereği, kendisine iyiliği dokunan bir kimseye karşı saygı ve minnet duyar. Müdürüne, patronuna, komutanına itaat eden ve saygı gösteren bir insanın anne-babasını ihmal etmesi düşünülemez. Peygamber Efendimiz, "En fazla hürmete lâyık olan kimdir?" diye soran sahabeye, üç defa "annendir" buyurduktan sonra, dördüncüsünde "babandır" ilâvesini yapmıştır. Peygamberimizin bu önemli ikazı, anneye yapılan ihsan ve hürmetin, babaya yapılandan üç misli fazla olması gerektiğini gösteriyor. Çünkü anne, babadan fazla olarak, hamilelik, doğum ve emzirme zahmetlerine katlanmıştır. "Cennet anaların ayakları altındadır" buyruğu da, yukarıdaki bütünlüğe uygun olarak anneliğin kutsiyetini vurgulamaktadır. 29 Buraya kadar anlatılanlardan; anneye çok iyi davranıp, babaları savsaklayın anlamını çıkartmayalım sakın. Vurgulamak istediğimiz şey şudur ki, anne her zaman babadan önce gelir. Bu sebepledir ki, günlük hayatımızda pekçok şeye "ana"lı isimler takmışız. Ana-vatan, anadil, ana-yol, ana kucağı, ana şefkati vs... Hatta yurt edindiğimiz topraklara Ana-do-lu demişiz. Hülâsa, anne ve babalarımıza karşı sorumluluklarımız oldukça Huzur, bu evlerin sadece tabelasında var!.. fazladır. Dünyaya geldiğimizde hiçbir şeye gücümüz yetmezken , hastalığımızda başucumuzda sabahlayan, yemeyip yediren, giymeyip giydiren anne-babamıza karşı saygıda kusur etmek, en büyük insanlık suçlarından biridir. Anne babanın vazifelerinden birisi de, zamanı geldiğinde erkek çocuklarını sünnet ettirmektir. Çocukların belli bir yaşa geldiğinde sünnet edilmesi, dini kaynaklı örflerimizin başında gelir. Sünnet olmak, erkek çocuklarının hayatında önemli bir dönüm noktası olduğu için, yörelere göre çeşitli merasimlerle sünnet düğünü yapılır. Çocuklar genellikle 6-7 yaşına geldiğinde sünnet yapılır. Fakat daha küçük erkek kardeşleri de varsa eğer, bir daha tekrar sünnet telaşına girmemek için kardeşleriyle birlikte sünnet edilirler. Çocuğunu sünnet ettirmeye karar veren anne-baba, ilkin bunun tarihini belirler. Genellikle sünnet düğünleri yaz aylarında yapılır. Çocukların okul durumları varsa, yaz tatilinde sünnet edilmeleri daha uygundur. 44 30 GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI Sünnet tarihi belirlendikten sonra, eş-dost ve akrabaların haberdar edilmesi ya bizzat gidip sözlü olarak, ya da davetiye bastırılıp dağıtılarak yapılır. Çocuklara özel sünnet elbiseleri almak suretiyle bunu almaya gücü yetmeyecek ailelerin çocuklarını da özendirmek, anne-babasınmm zor durumda kalmasına sebep olmak doğru bir davranış değildir. Özellikle şehirlerde başlayan yeni bir adete göre, çocuklar cicili bicili giydirilerek, aile durumları gözönüne alınmadan akrabalar gezdirilmek-tedir.Bunun iki türlü sakıncası vardır. Birincisi; maddi durumu müsait olmayan ailelerin çocuklarını da bu şekilde özendirmiş olursunuz, ikincisi de; ailesinin durumu her ne kadar iyi olursa olsun, çocuk çocuktur. Eş-dost, akraba ziyaretlerinde para ve hediye toplamak düşüncesi içinde olan çocuk, akrabalarının kıymetini kendisine verilen hediyenin kıymetine göre ölçmeye kalkabilir ki, bu da çocuk eğitiminde dikkat edilmesi gereken bir husustur. Genellikle sünnet düğünü genellikle evlerde yapılır. Sünnetçi çağrılır ve gelen misafirlerin huzurunda sünnet gerçekleştirilir. Şmdilerde, hastanelerde veya sağlık kuruluşlarında da yaptırılıyor. Sünnet olacağı esnada çocuğu tutan kimseye -ki genellikle akrabadan olur- kirve denir. Sünnetten sonra kirve çocuğa hediye veya para verir. Sünnet olan çocuğun ebeveyni de, kirveye bazı hediyeler verirler. Bunlar sünnet merasimlerinde adet haline gelmiştir. Sünnet herşeyden önce, adı üzerinde "sünnef'tir. Yani dini kaynaklıdır. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in tavsiye ettiği sünneti, modern tıb bilimi de tasdik ederek, sağlık açısından faydasını kabul etmiştir. Sünnet aile içinde yapılan, öyle ihtişamlı düğünlere falan itibar edilmemesi gereken bir dini tavsiyedir. 31 Daha da önemlisi; kimi aileler, dini kaynaklı olan bu sünnet merasimini, dinin zararlı bulup yasak ettiği içkili, sazlı-sözlü âlemlere dönüştürmekte, farkında olmadan kötü örnek olmaktadırlar. ; Sünnet için eğer bir merasim tertip edilecekse, burada toplanan insanlara bu vesileyle sünnetin tıbbî ve sosyal yönü üzerinde bilgiler verilmesi, bilenler tarafından Kur'an okunup dualar edilmesi, en uygun davranıştır. • Ayrıca, sünnet merasimleri mütevazı olmalı, gösteriş ve israfa meydan verilmemelidir. TEMİZLİK KURALLARI Bir Alışkanlıktır Temizlik kurallarını hepimiz biliriz, biliriz de nedense çok azını uygularız. Her güzel davranış gibi, temizlik alışkanlığı da ailede kazanılır. Temizlik konusunda titiz olan ailelerin çocukları hemen ilk anda dış görünüşleriyle belli olurlar: Temiz ve ütülü bir elbise, boyalı ayakkabılar, bakımlı, taranmış saçlar, fırçalandığı belli olan beyaz dişler, kesilmiş temiz tırnaklar ve bütün bunlara ayrı bir güzellik katan kibar ve saygılı davranışlar... Çocuklarımız ilkokulun birinci sınıfına ayak bastıklarında, öğretmen daha ilk günde, çocukların dış görünüşlerine bakarak onların aileleri hakkında bir kanaat edinir. Temizliğin fakirlikle, zenginlikle doğrudan bir ilgisi yoktur. Temizlik bir görgü, bir alışkanlık meselesidir. Annem kız görmeye giden bir komşumuza şu tavsiyede bulunmuştu: "ilk fırsatta mutfağına ve banyosuna bak; eğer bu ikisi temizse, gerisi tamamdır." Temizlik Alışkanlığı Çocuklukta Başlar 32 * Temizlik alışkanlığı ailede kazanılır. Çocuklara temizlik alışkanlığı kazandırmak sadece annenin görevi değildir. Baba ve diğer aile büyükleri de aynı derecede titiz davranmalıdır ki, çocuklar bu toplu tavır karşısında tenbellik göstermesinler. * Anne elinden gelen titizliği gösterdiği halde, baba ve diğer aile büyükleri işi ciddiye almaz, hele temizlik kurallarına uymazlar ise, çocuklar kolaycılığı seçip baba gibi davranmayı tercih edeceklerdir. * Çocuklara sokakta oynarken, üst başlarını kirletmemeye dikkat etmelerini söylemeli ve bunu takip etmeliyiz. Eve kirli, pasaklı döndüklerinde ikaz etmeli, tekrarında bir müddet için oyundan men cezası vererek işi ciddiye aldığımızı belli etmeliyiz. * Sokaktan eve döndüklerinde, aşırı terlemişler ise, banyoya sokmalı, ılık bir duş aldırıp iç çamaşırlarım değiştirmeliyiz. Eğer terlememişler ise, el, yüz ve ayaklarını yıkatmak, temiz çorap giydirmeliyiz. * Yemekten önce ve sonra çocuklara ellerini yıkatmak, aynı zamanda bizler de yıkayarak onlara ör-lek olmalıyız. * Yemeklerden sonra dişler fırçalanmalıdır. sadece eller değil, ağızda yıkanmalı, * Evde oynarken etrafı dağıtmamalarını, oyuncaklarını sağda solÇocuklara temizliği sevdirin! da bırakmamalarını, oynadıktan sonra mutlaka oyuncaklarını toplamalarını öğretmeliyiz. İlk zamanlarda ve ara sıra onlara yardım ederek işin nasıl yapıldığını göstermeli, buna önem verdiğimizi hissettirmeliyiz. * Sokakta, üstü açık tablalarda satılan yiyecekleri, simitleri, şekerlemeleri satın almamalarını, bunların sağlığa zararlı olduklarını söylemeli ve takip etmeliyiz. 33 * Evde, dolaptan veya sepetten aldıkları meyveleri yıkamadan yememeleri gerektiğini anlatmalı, sulu meyveleri gezerek yememelerini söylemeli, bir sofra bezi veya tepsi üzerinde yemelerini temin etmeliyiz. * Çocukları mahalle bakkalına alıştırmamak, iştahlarını kapatacak bisküvi, şeker, pasta gibi şeyleri fazla yemelerine izin vermemeliyiz. * Evde, merdivenlerde, sokakta, okulda, nerede olursa olsun; çöpe atılması gereken bir şeyi rastgele atmasına engel olmalı, bunun çirkin bir davranış olduğunu anlatmalıyız. * Yere tükürmenin, sümkürmenin yine çirkin bir davranış olduğunu anlatmalı, çocuklarımıza mendil kullanma alışkanlığı kazandırmalıyız. * Temizlik alışkanlığının hemen doğumdan sonra başladığını söylersek yanlış olmaz. Süt çocuğu, altını ıslattığı veya kirlettiği zaman, yaratılışı gereği rahatsız olur. Rahatsızlığını mızmızlanarak veya ağlayarak dile getirir. Hassas anneler, çocuğun ağlama şeklinden karnı mı acıktı, bir yeri mi ağrıyor, yoksa altını mı kirletti kolayca anlar. Altı kirlenen bir bebeğin vakit geçirmeden bezi değiş- "Şevöğretmenim, biraz terlemişim de!.." tirildiği takdirde, temizliğe alışır ve bir müddet sonra kirli beze tahammül edemez. Altı kirlendiğinde rahatsızlığını mutlaka dile getirir. * Bazı anneler, bez değiştirmekten kurtulmak için, çocukların bir an evvel çişlerini ve kakalarını haber vermelerini isterler. Zamanından önce lâzımlığa oturtur, ihtiyaçlarını yapmalarını beklerler. Halbuki çocuklar altı aydan önce kaslarını kontrol edemezler. Kas kontrolü, sinir gelişimiyle ilgili bir meseledir. Çocuk psikolojisi ve çocuk gelişimi hakkında yeterli bilgisi olmayan aceleci ve titiz anneler, çocukla lüzumsuz bir mücâdeleye girişirler. Maalesef her zaman için bu 34 mücâdeleden çocuklar galip çıkarlar. Korkutmalar, tehditler, cezalar bir netice vermez; aksine çocuğu inatçı yapar. * Yine bazı anneler, ihtiyaçlarını haber vermeyen çocuklara ceza olsun diye kirlenen bezlerini değiştirmezler. Anneler, bu davranışlarının yanlış olduğunu çok geç anlarlar. Çocuk bir müddet sonra, kirli beze ve kirli bez kokusuna alışır; değiştirilmesini istemez. * Umûmî tuvaletlerdeki pis manzaralara hepimiz şahit olmuşuzdur. Biz yine diyoruz ki, bunun sorumlusu ailelerdir, toplum değil. Çünkü toplum fertlerden oluşur ve fertler temizlik alışkanlığım ailede kazanır. * Çocuklarımıza mutlaka tuvaleti temiz olarak terketmelerini öğretmeliyiz. Önce tuvaleti nasıl kullanması gerektiğini göstermeli, tuvalet taşı kirlendiği takdirde fırça ve su yardımıyla nasıl temizlenmesi gerektiğini göstermeliyiz. ' , • : - : > :, Çocuk bu alışkanlığı kazanıncaya kadar takip etmeli, işini bitirip çıktıktan sonra tuvaleti kontrol etmeli; kirli görünce onu ikaz etmeli ve mutlaka kendisine temizletmeliyiz. * Çocuğa mutlaka oturarak ihtiyacını gidermesi gerektiğini, aksi halde etrafa sıçrayan sidik damlacıklarının kendi ayaklarına ve paçalarına da bulaşacağını anlatmalıyız. * Tuvaletten çıktıktan sonra ellerini sabunlayıp yıkamalarım temin etmeli, onlara bu alışkanlığı kazandırmalıyız. * Çocukların ekserisi banyo yapmaktan ve tırnak kesmekten hoşlanmaz. Saç tıraşında da durum aynıdır. Belki de bunun sebebi biz anne-ba-balarız. Onları zorla berbere götürür, zorla banyoya sokar, zorla tırnaklarını kesersek, bizim bu zorlamalarımız onlarda karşı tepki doğmasına sebep olacaktır. Halbuki teşvik ederek, özendirerek, bunun özellikle kendi sağlığı için gerekli olduğunu anatırsak ve biz de bu yolda örnek olursak; işimiz kolaylaşacak, çocuklarımız fazla direnç 35 göstermeden temizlik alışkanlığı kazanacak, zamanla bundan zevk alacaklardır. Kuralları * Tuvalette mecbur kalmadıkça konuşulmaz. * Tuvalette selâm alınmaz. , t, ! ...,, ,.,..,';,. * Tuvalette şarkı söylenmez, ilâhi okunmaz, , ı, , , , * Oturarak ihtiyaç giderilir. Küçük ihtiyaç da olsa ayakta yapılmaz, ihtiyacı oturarak gidermek, hem temizlik, hem sağlık, hem de ahlâk yönünden daha uygundur. * Tuvalette otururken avret yerine ve çıkan dışkıya bakılmaz. * Çıkan dışkı deliğe düşecek şekilde oturulur. Tuvalet taşı kirletilmez. Kazara tuvalet taşını kirlettiğimiz takdirde bol su ve fırça yardımıyla temizlememiz gerekir. * Tuvalette iken tükürülmez ve sümkürülmez. ;• * işimiz bittikten sonra sol elimizi kullanarak avret yerlerimizi bol su ile yıkamalı, ancak suyu avret yerlerimize hızlı çarpmamak, sıçramalara engel olmalıyız. * Bez yerine tuvalet kâğıdı ile kurulanmak sağlık açısından daha uygundur. Tuvalet kâğıdı özel olarak temizlik için imal edildiğinden ve bu kâğıda yazı yazılmadığından bir mahsuru yoktur. * Açık mekânlarda, kırda, ormanda ihtiyaç giderirken yanımızda su yoksa, temiz otlarla, taşlarla ve toprakla temizlenebiliriz. * Açık mekânda ihtiyaç giderirken 36 rüzgâra karşı oturulmaz; rüzgâr arkaya alınır. Zira rüzgârın tesiriyle üzerimize sidik sıçrama ihtimali vardır. * Durgun ve akar sulara idrar yapılmaz. * Meyve veren ağaçların altına, insanların istifâde ettiği gölgelik yerlere, ekin tarlasına, sebze ve meyve bahçelerine, karıncaların ve diğer hayvanların yuva ağızlarına küçük veya büyük ihtiyaç gidermek, yanlış davranış örnekleridir. * Tuvaletten çıktıktan sonra sifonu çekmeyi unutmamalı, girecek kişiye temiz bırakmalıdır. * Tuvaletten çıkınca ellerimizi sabunlamak ve bol su ile yıkamalıyız. Beden Temizliği * Gusul gibi farz olan temizliğin dışında, her insan en az haftada bir kez banyo yapmalıdır. Yaz aylarında ise, aşırı terlemeden dolayı daha sık banyo yapmak gerekir. * Saçlar, el ve yüz sık sık yıkanmalı, saçları yağlı olanlar daha sık yıkamalıdır. * Saç ve sakal bakımı, güzel bir yüz görünüşü için önem arzeder. Saç ve sakalımızı örfe göre traş etmeli; taramalı, dağınık bırakmamalıyız. * Koltuk altlarında ve kasıklarda biten kıllar, en az ayda bir sefer temizlenmelidir. Temizlik işi, traş edilerek veya tüy dökücü kremler kullanarak yapılabilir. * El ve ayak tırnakları, mikrop ve pislik barındırmaya en müsait yerlerdir. Tırnaklar, mümkün mertebe haftada bir defa kesilmeli, uzamalarına fırsat verilmemelidir. 37 * Kesilen tırnaklar, koltukaltı ve kasık kılları rastgele atılmamalı; açık havada toprağa gömülmeli, evde ise bir naylona sarılarak çöpe atılmalıdır. * Ağız ve diş bakımının vücut temizliği içinde ayrı bir önemi vardır. Yemeklerden sonra ellerimizi yıkarken ağzımızı yıkamayı ve dişlerimizi fırçalamayı unutmamalıyız. * Aşırı sıcak ve soğuk yiyeceklerden sakınmalı, bunların hem diş sağlığına hem de ağız içi mukozasına zarar verdiği unutulmamalıdır. * Sert kabuklu yiyecekleri dişlerimizle parçalamamak, çocuklarımızı da bu konuda uyarmalıyız. Sert kabukların diş minelerini çatlatabileceğini onlara anlatmalıyız. Şimdi fındık ve ceviz kıran çok kullanışlı aletler ima] edilmektedir. Bunlardan bir tane satın alarak problemi çözebiliriz. * Solunum ve koku alma organımız olan burnumuzu da temiz tutmalı, mendil kullanma alışkanlığı kazanmalıyız. Kâğıt mendiller daha sağlıklı ve daha kullanışlıdır. * Yerlere tükürmek ve sümkürmek çok kaba ve çirkin bir davranış olduğu gibi, sağlığa da zararlıdır. "Ne yani, ağzımız süt mü kokacaktı?!." YAKLAŞIK İKİYÜZ ailenin barındığı büyük bir sitede oturuyoruz. Ailelerin hemen hepsi iyi insanlar. Gelin görün ki, bu insanların ekserisi evlerinde temizlik konusunda gösterdikleri titizliği apartmanda ve site içinde göstermiyorlar. Apartman merdivenleri haftada iki gün temizlendiği halde, daha temizliğin yapıldığı gün merdivenlerde çöpler görürsünüz. Sigara izmaritleri, meyve eşelekleri, çocuklar tarafından atıldığı hemen belli olan bisküvi-sakız-şekerleme-kraker ambalajlan... 38 Sitenin sokakları, apartmanların bahçeleri daha da iç karartıcı. Poşet atıkları, pet şişeler, deterjan ambalajları, gazete kâğıtları, ten-bel çocuklar tarafından duvar diplerine, sokak köşelerine bırakılmış çöp dolu poşetler... Bu insanların hepsi, "Temizlik imandandır." deyip dururlar ama, iş sadece lafta kalır çoğu kez. Tatbik edenlerin sayısı, neredeyse bir elin parmakları kadar az. Kaç defa konuyu Site Yönetim Kurulu'na götürdüm. "Bu davranışımız müs-lümana yakışmıyor" dedim. "Haklısın" dediler. Beraber oturup temizliği öven ve emreden ayet ve hadislerle dolu bir bildiri metni hazırladık. Metni daktilo ettirip çoğalttık ve her aileye elden teslim ettik; fazla değişen birşey olmadı. Yine sitenin içi ve apartmanlar çöpten kurtulmadı. Site Yönetim Kurulu, sonunda işin kolayını buldu: "Sen eğitimcisin, sana yetki veriyoruz, bu işi hallet!" dediler. Eğitimcilik kolay iş değil. Oturup bir plân yaptım. Hafta sonunda sitenin 6-10 yaş grubuna giren ilkokul çocuklarını topladım. Bir "Vatan-millet-sakarya..." nutkuyla çocukları havaya soktum. Hepsi de temizliğin faydasına inanmış göründüler. Çocukları dört gruba ayırdım. Her grubun başına, çocukların oyu ile birer lider seçtik. Her gruba üç apartman ve çevresi düşüyordu. Paza günleri öğleden sonra saat 4 ile 5 arası bir saat sürecek bir temizlik operasyonu yapmaya karar verdik. Her çocuk temizlik operasyonunun sonunda belli bir ücret alacaktı, ücretin miktarını da yine oy birliği ile tesbit ettik. Temizliğin iyi yapılması için bazı kararlar aldık. Grup liderleri adamlarını izleyecek, titiz ve iyi çalışanların isimlerini yazacak, bunlar işin sonunda ücrete ilâve olarak teşvik primi de alacaklar. Teşvik primi kararı büyük alkış topladı. Plân mükemmel görünüyordu. Her şeye rağmen planda aksamalar olursa, yeni kararlar alıp, ne pahasına olursa olsun, sitenin temiz bir görünüme kavuşmasını sağlayacaktık. 39 Uygulamaya başlayalı iki hafta oluyor. İşler beklediğimden de iyi gidiyor. En başarılı grup, "İkinci Grup". Bu grubun içinde de en çalışkanları "Hasan-Hüseyin" ismindeki ikiz kardeşler. En yüksek primi onlar alıyor. Üçüncü haftamız. Siteye dağılmış arı gibi çalışıyoruz. Ben ve grup liderleri de dahil apartmanları ve çevrelerini tertemiz yapmak için yerde bir kibrit çöpü bile bırakmıyoruz. Adamlarıma işi sevdirmek için, "Haydi aslanlarım!" diyorum... Allah temiz çocukları sever. Verdiğim paraların hiç kıymeti yok. Asıl ücretinizi cennette alacaksınız. Çünkü cennete ancak temiz olanlar girecektir. Peygamberimiz, "Bunlar ne temiz, ne güzel çocuklar!" deyip başınızı okşayacak. Çocuklar bu güzel nutuk karşısında iyice gayrete geldiler. Tam o sırada balkonların birinden boş bir yağ tenekesi düştü. Sağ omuzuma vurup yere indi. Başımı yukarı kaldırıp yukarı baktım. Üç-dört yaşlarında bir çocuk sırıtarak bize el sallıyor. Çocuk aklı işte... Kimbilir atarken ne düşündü? Belki de, "Alın size bir çöp daha!" deyip bizi sevindirmek istedi... Baktım annesi de yanında. Dayanamadım: - Bacı, çocuğuna dikkat etsene! Attığı teneke neredeyse başıma düşüyordu... - Ne yapayım kardeş, çocuk aklı işte! demez mi? Kadınla ağız kavgasına tutuşacak halim yok, mecburen susup sineye çektim... Ancak içimden de düşünmeden edemedim: "Her şeyin başı eğitim. İnsan eğitimle insan oluyor. Bedevilikten medeniliğe geçiş ancak eğitimle mümkün... Eğer bu kadıncağız eğitimli ve görgülü bir aileden gelseydi, en azından bir özür dilerdi... Sonra da çocuğunu azarlar, bir daha böyle şeyler yapmamasını söylerdi." 40 Ben böyle iç muhasebesi yaparken 3. Grup'tan bir çocuk koşarak yanıma geliyor: - Başkan! diyor, Kerim çalışmıyor, dalga geçiyor; ona ücret verme!.. Yalancıktan kaşlarımı çatıyorum: - Senin grup liderin yok mu? diyorum. - Var., diyor çocuk mahcup bir ses tonuyla. - Peki, Kerim'in çalışmadığını o görmüyor mu? - Şey... Görüyor galiba... - Bana gelmekle iki hata işledin. Bunların ne olduğunu bilmek ister misin? • - Gelip arkadaşını bana şikayet etmekle "gammazlık" yaptın. Allah gammazları sevmez, bu bir. İkincisine gelince, grup liderinin vazifesine karışıp bozgunculuk yaptın. Allah bozguncuları da sevmez. - Tamam, Başkan... Özür bozgunculuk yapmayacağım. dilerim; bir daha gammazlık ve - Aferim, hatanı anlayıp özür dilediğin için!.. Bizim gammaz sevinerek işinin başına dönüyor. Teşvik primi almak için var gücüyle çalışıyor. Arada bir bana bakmayı da ihmal etmiyor. Sıkı çalışanları görüp görmediğimi deniyor, kerata... Çocuklar dikkatli birer gözlemcidir ve çok katı bir adalet anlayışları vardır; hiç affetmezler... Balkonlardan birinden, öfkeli bir kadın sesi yayılıyor siteye: 41 - Hasaaan! Hüseyiiin! Bizim ikizler hiç oralı değil; annelerinin sesini hiç duymamış gibi işlerine devam ediyorlar. Çocukların yanına yaklaşıyorum: Duymuyor musunuz, anneniz bağırıyor? - Boş .ver Başkan! diyor fâ--san Hüseyin atılıyor: -t - Başkan, biz şu bloğun arkasına geçelim, oradaki çöpleri toplayalım, annem bizi görmesin. Kadın çocukların peşini bırakmak niyetinde değil. Bana işittirmek istercesine var gücüyle bağırıyor: - Ula geberesiceleeer! Akşam babanız gelsin, siz görürsünüz!.. Bakkala gönderirim gitmezsiniz, ama mahallenin çöpçülüğünü yaparsınız değil mi? Buyurun cenaze namazına! Kadının söylediği lafa bakin dostlar... Her şey bir yana, kadın böyle menfi propaganda yapmaya devam ederse/bizim işçilerde çözülme başlayacak... İşte Mustafa yanıma geliyor: - Başkan! diyor... Biz gerçekten çöpçü müyüz? Eyvah, korktuğum başıma geldi, çözülme başladı bile... -Mustafa! 42 - Buyur, Başkan! .... - Sen akıllı bir çocuksun. Söyle bakalım, çöpçülük ayıp mı? - Hayır, ama?... ı, - Peki biz belediye işçisi miyiz? Mustafa kasılıyor: - Hayır! diyor; değiliz... - Bak, ben de sizinle birlikte çalışıyorum; ben çöpçübaşı mıyım? - Hayır, sen "Başkansın", bizim başkanımızsın... - Tamam, anlaştık öyleyse. Haydi, işinin başına! Unutma, çöpçülük utanılacak bir meslek değildir. Çöpçüler olmasa şehri pislik götürür. Gözleri parlıyor Mustafa'nın, ikna olmuş görünüyor ve asker gibi selâm çakıyor: - Emredersin Başkan, hemen işime dönüyorum. Baktım, bu arada, bizim ikizler çoktan kaybolmuşlar. Öbür bloğun arkasına geçmiş işlerine devam ediyorlar. Keşke mümkün olsaydı da, yaptığımız bu işin ne kadar önemli olduğunu çığırtkanlık yapan şu kadıncağıza anlatabil-seydim. Çocuklarını temizliğe alıştırdığım için bana teşekkür edeceğine sitem ediyor. Dahası çocuklarını babaları ile korkutarak acizliğini herkese duyuruyor. Akıllı bir anne olsaydı, oturup kendi kendine şu soruyu sorardı: "Benim bakkala gönderemediğim çocuklarıma yabancı bir adam nasıl söz geçirebiliyor? Onlara nasıl çöp toplattırabiUyor?" 43 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM OSMANLI'DA AİLE HAYATI ve GELENEKLER OSMANLI'DA AİLE HAYATI OSMANLI EVÎ, ailenin servet derecesi ne olursa olsun, köklü geleneklere bağlıydı. Çocuklar okulda ve evde aynı ah-- lâkî kuralları öğreniyor, aynı terbiye ile yetişiyor, toplumun edebli ve faziletli bir ferdi olarak serpilip gelişiyordu. Üç kıt'ada hâkimiyet kuran Osmanlı Devleti'nde, çeşitli ırk, din ve dillere sahip pekçok ulus bir arada barış içinde yaşıyordu. Dolayısıyla, böylesine zengin bir kültürel atmosfer içinde çocuklar ve gençler çok daha geniş ufuklu olarak hayata hazırlanıyorlardı. Osmanlı ailesi, günümüzdeki gibi anne, baba ve çocuklardan oluşan parçalanmış bir aile yapısının aksine, büyükanneler, büyükbabalar, anneanneler ve dedeler -hatta amca, dayı, hala, teyze vb diğer akrabalar- ile kuşaklararası birlikteliğin mükemmel uyumunu sergiliyordu. Şimdi, günümüze kadar uzanan geleneklerin, Osmanlı ailesinde yaşandığı günlere dönelim. Kız Çocuklarının Yetiştirilmesi Kız çocukları, okula gitsin veya gitmesin, on iki yaşından itibaren "ev hanımı" olarak yetiştirilmeye başlanırdı. Dikiş, nakış ve örgüden başlanır; zamanla gergef işlemeye, yemek pişirmeye, çamaşıra, bulaşığa ve ev temizliğine alıştırılırdı. Daha yürümeye başladığı zaman çeyiz (veya cihaz) sandığı alınır; hayır dua ile sandık odasına konurdu. Nineler, anneler, ablalar, teyzeler ve halalar çeyiz sandığım kendi el maharetleriyle hazırladıkları dikiş, nakış ve örgü işleriyle doldurmayı görev sayarlardı. Herkes, gelin bu eşyayı kullanırken kendisini hatırlasın diye isimlerinin-baş-lıarfini işlerinin kenarına nakşederdi. Çeyiz sandığı bir gelinin yüz akı ve gururu sayılırdı. Giden eşya, ailenin kızma verdiği değeri ve onun için harcanan emeği 44 gösterdiğinden üzerine titrer nirdi. ? On iki yaşını dolduran kız çocuğu yaş-maklanırdı. Yaşmak, daha çok beyaz kumaştan yapılan baş ve yüzü örten, kenarı oyalı örtüdür. Osmanlılara has bu örtü, kara gözlü ————— Türk kızlarına pek yakışırdı. On dört yaşına girince yaşmağın yerini ferace alırdı. Feraceyi giyen bir kız, çocukluk devresini artık geride bıraktığını bilir; geleceğin evlilik hayatına hazırlanırdı. Çeyiz hazırlama geleneği, sadece eşya biriktirme demek değildi. Her kız çocuğu, çehiz sandığını gördükçe; ileride kendisinin de ev hanımı olacağını hatırlar, ruhen buna hazırlanırdı. Evvelâ her kız çocuğu gergefle kumaş dokumasını öğrenirdi, istisnasız, zengin-fakir, bütün kız çocukları bu mahareti severek kazanırdı. Dikiş, nakış, gergef bilmeyen kızlar alay konusu olurdu. Evliliğe hazır genç bir kızın yemek pişirmeyi bilmemesi düşünülemezdi. Çeyiz sandığında sadece gelin adayına lâzım olacak eşyalar konmaz; damat adayı için de çamaşırlar, kumaşlar konurdu. Ayrıca ortaklaşa kullanılacak yatak çarşafı, yastık yüzü, hamam tası gibi şeyler de ihmal edilmezdi. Böylece, genç kız, daha görmediği meçhul hayat arkadaşı hakkında hayaller kurar; gönlünün derinliklerinde ona yer ayırırdı. Kiler geleneği Osmanlı mutfağının temel direğiydi. Yazdan kışlık yiyecekler hazırlanır; kuru bakliyatından, unundan, pekmezinden, balından, yağından, kavurmasından tutun da reçeline, turşusuna, eriştesine hoşafına ve tarhanasına kadar her şey en ucuza iken alınır, hazırlanır ve kilere depo edilirdi. Kiler, evin en serin ve kuru odasıydı. Misafirperverlik, izzet, ikram Osmanlı mutfağının temel vasfıydı. Fakirlik ayıp sayılmazdı. Ayıp sayılan zamanında hazırlık yapmamak, dağınıklık, savrukluk, tembellik ve müsriflikti. Her aile, kendi gelirine göre, mutlaka yazdan kışa hazırlanır; komşularına mahcup olmak istemezdi. Görücülük Geleneğinin JPsikodinamiği 45 Kültür yozlaşmasından sonra dile dolanan ve alay konusu edilen görücülük geleneği, 'nikâhta keramet vardır' inancının beslediği güzel bir geleneğimizdir. Kafeslerin arkasındaki hayatın inceliklerini bilmeyen, nikâhtaki kerameti anlayamaz. Osmanlı aile geleneğinde "eşler arasında denklik" yâni küfüv çok önemlidir. Evliliğin uzun ömürlü olması ve ailenin sağlam temeller üzerine oturması buna bağlıdır. Gelin ve damat adayının birbirine denk olduğu nasıl anlaşılacak, nasıl tesbit edilecektir? Genç bir kızı ve genç bir delikanlıyı onların akrabalarından ve komşularından daha iyi kim tanıyabilir? Tâ çocukluğundan beri onların nasıl bir terbiyeden geçtiğini, nasıl yetiştiğini, hangi hastalıkları ve sakatlıkları geçirdiğini görmüş ve izlemişlerdir. Kabiliyetleri, zekâ dereceleri, maharetleri, fizikî ve ruhî güzellikleri onlarca malûmdur. Birbirine dünür olacak ailelerin servet, görgü ve muhit bakımından birbirine uyup uymayacağını da yine aracı olan şahıslardan başkası daha iyi bilemezdi. Zira, oğlan babası öyle aracısız, delâlet-siz, ölçüp biçmeden pat diye kız evinin kapısını çalamazdı. Önce niyetini semt büyüklerine açar; onlara danışırdı. Semt büyüklerinden biri kız tarafını araştırmak üzere "delâlet" görevini üzerine alır; mühlet isterdi. Bu mühletin sonunda delâlet eden kişi, iki tarafın denk olmadığı neticesine varmış ise, "Oğlumuzu mes'ut edecek hayırlı kısmeti aramaya Allah'ın inayeti ile devam edeceğim?" derdi. Bu cevap iki tarafın denk olmadığı anlamına gediğinden, ne kız ne de oğlan tarafı fikrine ve görüşüne böylesine güvendiği delâletçinin menfi hükmüne sebep olan unsurları sormaz, asla işin üzerine gitmezlerdi. Zaten, araştırma kız tarafının bilgisi dışında yürüdüğü için mahrem kalır, şayi olmazdı. Aksini düşünmek ve yapmak hem çok ayıp sayılır, hem de kınanırdı. Böyle hata işleyenler çıkarsa, başka seferinde delâlet eden bulunmazdı. ilk araştırmalar müsbet netice verene kadar anne ve babalar ne çocuklarına ne de akrabalara hiçbir şeyden bahsetmez; işi gizli tutarlardı. Delâletçiler, araştırma sonunda vardıkları menfi neticeyi karşı tarafa bildirmeden önce "istihâre"ye yatarlardı. Gördükleri rüyanın yorumu da bu neticeyi desteklerse; "istiharemiz müsbet çıkmadı. İnşaallah hayırlısı..." derler; karşı tarafa bu açıklama kâfi gelirdi. 46 Kız Evi, Naz Evi Delâletçinin araştırmaları müsbet netice verir de, iki tarafın denk olduğuna kanaat getirilirse; oğlan ailesinden "görücüler" devreye girerdi. Görücüler, kız evine "misafirliğe gitme" bahanesi ile girer; kızı ve ailesini yakından tetkik ederlerdi. Görücülük esnasında, evvelce yapılan araştırmalardan ve delâletçiden asla bahsedilmezdi. Görücülerin müsbet kanaatle dönmeleri sonunda babanın görevi başlardı. Baba, yanına evin büyüklerinden birini ve semt eşrafından birkaçını alarak "kız isteme"ye giderdi. Yine "kız isteme"nin de bir âdabı vardı. Ziyaret günü evvelinden haber verilmez; aynı gün şöyle bir haber gönderilirdi: "Şu saatler arasında, vaktiniz müsaitse, kahvenizi içmek üzere ziyaretinize müsaade Duyurulmasını niyaz ederiz." Ziyarete mahalle imamının ve tanınmış zevatın da geleceğini haber alan kız tarafı, işin mahiyetini anlar; böylece hazırlıklı davranırdı. Kız babası, misafirlerini kapıda karşılar; evin büyükleri ile tanıştırırdı. C S^ ^ Kahve ik- ;> J?ı/^*^=\ /-»N , ramından ve kısa bir hoş beşten, hâl hatır sormalardan, afaki mevzulardan sonra konuya girilirdi. Girişi, imam "Eee, daha daha nasılsınız?.." efendi veya mahallenin büyüğü: "Allah'ın izni, Peygamberin kavli ile..." başlayan niyazla açardı. 47 Kızın babası, "Sizin gibi itibarlı insanları evimde görmekten ve yaptığınız bu tekliften şeref duydum. Ancak aile büyüklerimize danışmamız ve düşünmemiz için bize mühlet vermenizi diliyorum; neticesi hayırlı olur inşaallah..." derdi. Erkek tarafının her bakımdan anlayışlı ve müsamahalı davranması benimsenmiş örflerin başında gelirdi. Zâten bu sebepledir ki, "kız evi, naz evi" denmiştir. Mühletin sonunda, aynı zevat kız evini tekrar ziyaret edip "evet" cevabını alınca, imam efendi el açar, duasını yapar; orada hazır bulunanlar da "âmin" derdi. Şerbetler dağıtılır; işin tatlıya bağlandığı belli edilirdi. Kız babası, oğlan tarafına şu soruyu sorardı: "Oğlumuz fakirhaneye mi teşrif edecekler, yoksa kızınız devlethanede mi ellerinizi öpecek?" Bu soruda gerçekten üzerinde durulmaya değer bir incelik vardı. Kızın babası müstakbel damada "oğlum", kendi kızı için de müstakbel kayınpederine "kızınız" diyordu. "Fakirhane" dediği kendi evi idi. "Devlethane" de damat evi... Yâni kız erkek evine mi gidiyordu, yoksa damat kız evine (içgüveyi) mi geliyordu? Osmanlı hayat tarzında genellikle oğlan kız evine giderdi. Acaba bunun sebebi neydi? Kız evine t ze bir güç mü kazandırmak? Hayır. Yoz kültürün kınadığı ve alay mevzu" yaptığı "iç güveyi" hâdisesinin sebebi maddî değildi. Hele damadı satın almak ve kızının rahatını düşünmek hiç değildi. Erkek, kız evine gitmekle, hazır ve kurulu bir düzen bulur; yeni bir ev kurmak, borca girmek külfetinden kurtulurdu. Kız da yabancı bir eve gitmek, değişik bir aile düzeniyle karşılaşmak, adapte olmaya çalışmak gibi zorlukları yaşamaz; aynı terbiyenin ölçüleri ve havası içinde kalır; anne, baba, dede, nine öğretmenlik görevlerini devam ettirirlerdi. Böylece "kaynana" problemi de kendiliğinden ortadan kalkardı. Kayınvalide ve kayınpederin damatlarını kendi oğullarından üstün görmeleri ve sevmeleri fıtrî bir duygudur"?--Buna çoğumuz şâhid olmuşuzdur. Fakat gelinlerini kendi kızları gibi seven / kaynanalar ancak parmakla gösterilebilir. ~~-•—-^ 48 ister erkek kız evine gitsin, ister gelin kız damat evine gitsin, "mehir" tesbiti mutlaka yapılırdı, îslâm dini, evliliğe son verme hususunda erkeğe şekli bir öncelik tanırken, kadının haklarını da garanti altına almaktadır. Hristiyanlarda ve Musevîlerde durum bunun tersine işlemekte; kız tarafı erkeğe "drahoma" adı altında bir bedel ödemektedir. Osmanlı'da mehir "muaccel" ve "müeccel" adı altında iki defada ödenirdi. Muaccel mehir, peşin alınan ve tamamı yeni evlilerin ihtiyaçlarına harcanan bir paradır. Kız tarafı bu parayı sahiplenemez. Müeccel mehir ise, yuvanın her şeye rağmen devam ettirilememesi ve boşanma ile sonuçlanması halinde; erkeğin kadına ödemek zorunda olduğu paradır. Bu paranın miktarı, nikâhı kıyan imam tarafından şer'i sicile işlenir; kanunî bir mecburiyet halini alırdı. ; Evliliğin boşanma ile sonuçlanması durumunda, erkek tarafından müeccel mihir kadı huzurunda kadına ödenir; yine şer'i sicile işlenirdi. Abdurrahman Şeref Bey anlatıyor: "Çocuktum. Mahallemizde oturan ailelerden birinin oğlu yeni evlenmiş; alkole ve kumara mübtela olduğu için, nikâhın üzerinden üç ay geçmeden karısını boşamıştı. Ödemek zorunda olduğu müeccel mehri vermek istemeyince, bunu duyan halk erkek ailesinin oturduğu konağa yürümüş; büyük arbede çıkarmıştı. Nihayet aile babası müeccel mehri vermek zorunda kalmış; bu iş de büyümeden kapanmıştı. Fakat buna rağmen, o günden sonra, kimse bu adam ve oğlu ile selâmlaşmadı. Dayanamadılar, saray yavrusu konaklarını satıp başka yere taşınmak zorunda kaldılar." Nişan Bohçasının Gönderilmesi îki taraf arasında mehir tesbiti yapılıp miktar üzerinde anlaşma sağlandıktan sonra hazırlıklara başlanırdı, îlk fırsatta "nişan takımı" adı verilen bohça veya sandık kız evine gönderilirdi. 49 Erkek çocuğu olan aileler, çocuk daha damatlık yaşına varmadan yavaş yavaş nişan takımına girecek şeyleri satmalır; biriktirirlerdi. Nişan sandığının yarısını akrabalardan gelen hediyeler doldururdu. Nişan sandığı ile birlikte "nişan sinisi" adı verilen şekerleme, kurabiye, fındık, fıstık, lokum dolu bir sini hazırlanırdı. Sini, işlemeli ipek kumaşa sarılır, kurdela ile bağlanır, erkek tarafının hizmetçileri veya uşakları tarafından kız evine götürülürdü. Nişan sandığı, gelinlik bohçası ve nişan tablasının kız evine gittiği aynı gün, kız tarafı damat evini yemeğe çağırırdı. Yemekte iki ailenin fertleri birbirine tanıştırılır, sohbet edilir, böylece akrabalığın ilk adamı atılmış olurdu. Nişanı müteakip, fazla geciktirmeden nikâhın yapılması dinî ve örfî bir vecibe idi. Nikâhtan önce, oğlanın anası, teyzesi, halası ve kız kardeşleri gelin adayını hamama götürür; bu vesile ile vücudunda bir sakatlık olup olmadığım farkettirmeden incelerlerdi. Nişan yemeğinin bir maksadı da kız tarafına damat adayını inceleme fırsatı vermekti. Yemekte kız tarafının büyükleri oğlanı konuşturur; hal ve hareketlerini, bilgisini, görgüsünü ölçerlerdi. Nişan ile nikâh arasında geçen müddet içinde kız ile oğlanın birbirini görüp tanımalarına fırsat verilir; ancak bu görüşme kız evinde ve akrabalar huzurunda olurdu. Osmanlı geleneğinde, kız ile oğlanı yalnız başlarına bir odada bırakmak; dışarıda buluşup gezmelerine izin vermek iffetsizlik ve hafiflik sayılırdı. Nikâh akdi, en az iki erkek şâhid huzurunda, mahalle imamı nezaretinde, evlenecek olan asillerin veya onların velilerinin yahut vekillerinin "icâbve kabulü" ile yapılırdı. 50 Mahalle imamı, önce erkeğe döner şöyle derdi: "- Allah'ın emri, peygamberimizin sünneti ve hazır olan Müslümanların şahidliği ile filân kızı filânı nikâhlın olarak aldın mı?" Erkek de:"- Evet, nikâhlım olarak aldım." şeklinde karşılık verirdi. îmam, sonra gelin namzedine döner: "- Allah'ın emri, Peygamberimizin sünneti ve hazır olan Müslümanların şâhidliğiyle filân oğlu filânı nikâhlın olarak kabul ettin mi?" diye sorardı. Kız da: "Evet, nikâhlım olarak kabul ettim." şeklinde karşılık verirdi. Nikâh akdinde bulunan imam, "Allah her ikinizi mes'ud etsin." d«ffi şer'i sicile işler, şahidi ere de tasdik ettirirdi. , Kız isteme sırasında mehir miktarı tesbit edilmiş bulunduğundan ayrıca nikâh akdinde zikredilmesine lüzum görülmezdi. ;; Nikâh akdinin şer'i sicile işlenip kanunî teminat altına alınmasından sonra; imam efendi el açıp örfe göre hamd ve salavatla başlayan bir dua yâ pardı. Hazır bulunanlar da "âmin" derdi. ,; , Merasimi Düğün merasimi "Yüz Yazısı" adı verilen gelin giydirme ve süsleme ile başlardı. Perşembe günü yapılan bu kadınlar arası merasim pek neşeli geçerdi. Gelinin süslenişini seyreden genç kızlar evliliğe özenir yaşlı kadınlar da bir zamanlar yaşadıkları bu mutlu günü hatırlar mes'ud olurlardı. Sakız gibi iç çamışırlarının üzerine önce yakası ve kol ağızları tülle süslü, mini mini altın pullarla işlemeli beyaz bir gömlek giy dirilirdi. Bunun üzerine arka eteği ve kolları uzun, etrafı sırmalı, incili harçlarla süslü kutnî entari, altına yine aynı renkte şeritlerle süslenmiş dökme şalvar, ayaklarına beyaz güderiden inci ve sırma ile işlenmiş çedik giydirilirdi. Beline elmaslı altın kemer sarılır, başına çelenk veya taç adı verilen altın, zümrüt, çiçek işlemeli bir 51 başlık konurdu. Boynu mücevher ve gerdanlıkla süslenir; kulağına salkım küpeler takılırdı. Entarinin arka eteğine kadar uzanan al bürümcük üzerine altın ve gümüş teller geçirilmiş gelin duvağı, şakakların hizasından başlayıp yere kadar uzanan altın ve gümüş gelin telleri zevkle, özenle yerlerine takılırdı. Zamklı kâğıtlara tutturulmuş düğme büyüklüğünde elmas veya elmas taklidi yapıştırmalar, gelinin alnına, iki yanağına, çenesine yapıştırılırdı. Gelinin yüzüne yapıştırılan bu yapıştırmalardan dolayı Perşembe'ye "yüz yazısı günü" denirdi. , , Gelin giydirilip kuşatıldıktan, allanıp pullandıktan sonra, yengelik yapacak kadın koluna girer, onu ortaya çıkarırdı. Kızın babası gelir, kızına elini öptürür, beline "gayret kuşağı" adı verilen bir şal kuşak bağlar; kılıcın üzerinden atlatır ve şöyle derdi: "Dedelerin gibi bu kılıcı iyi kullanacak, küffara dinini, vatanını çiğnetmeyecek evlât ve ahfat yetiştir!" Kızının sırtını okşar, dua ederdi. Evlilik hayatına ilk adımını atan kızının yüzüne bakarken, baba gayri ihtiyari hüzünlenir; gözleri yaşla dolardı. Baba çekilip gittikten sonra, kızı gelin odasına götürüp köşeye oturturlardı. Gelin köşesi, gelinin eliyle işlediği sırmalı, ipekli kumaşlarla süslenir, donatılırdı. Çehiz sandığının içinde ne kadar kıymetli parçalar varsa odanın duvarlarına asılır; görüşe arzedilirdi. Gelin köşesinde otururken, davetliler odayı doldurur, sedirlere sıralanır; temiz giyinmiş, bellerine ipekli fatura bağlamış hizmetçi kadınlar hizmet ederdi. Önce gümüş şekerlikler içinde beyaz peynir şekeri ikram edilir; arkasından sitil adı verilen küçük ibriklerle kahve verilirdi. Birkaç kadın, "Güvey geliyor! Güvey geliyor!" müjdesiyle haykırır, yenge hanım gelinin koluna girer, duvağını yüzüne örter, aşağı indirirdi. Damada, "Al emanetini oğlum; Rabbim uğurlu kademli etsin." derdi. Damat, gelinin koluna girer; yenge hanım da gelinin 52 boşta kalan elini tutar "Maşallah! Maşallah!" avazeleriyle onları gelin odasına kadar takip ederdi. Gelinle damat odaya girer, yenge dışarıda bekler; vakit uzadığı taktirde kapı dışarıdan vurulmaya başlanırdı. Yüz görümlüğünden fazla mühlet verilmez; ister istemez damat dışarı çıkmaya mecbur edilirdi. Bîr Yastıkta Akşam olunca mahalle imamı, mahalle eşrafı, kızın ve erkeğin akrabaları "güvey yemeği"ne davet edilirdi. Akşam ezanını müteakip erkekler selâmlık dairesinde ağırlanır, yemekler yenir, kahveler, çubuklar, şerbetler içilir; yatsıya kadar sohbet edilirdi. Yatsı namazı cemaatle kılınır; namazdan sonra harem dairesinin önünde toplanır; imam, "uğur ve kadem" duası eder; dua bitince damat kapıdan içeriye itilirdi. Bazı bölgelerimizde bu gelenek sonradan damadın sırtını yumruklama şekline dönüştürülerek kaba-laştırılmıştır. Damat, gelin odasına girince; gelin ayağa kalkar; yenge hanım ikisini el ele verir; "Rabbim dirlik düzenlik versin, bir yastıkta kocayın." derdi. Damat yerde serili duran seccadede Allah rızası için iki rekât namaz kılar, d-ua ederdi. Namaz bitince, gelinin elinden tutar; köşesine götürürdü. O esnada hangisi önce davranıp diğerinin ayağına basarsa; sözünün geçeceğine inanırdı. Gelini köşesine oturttuktan sonra, damat duvağı açmaya davramnca gelin buna engel olurdu. Damat, yüz görümlüğü için vaad ettiği mücevheri vermedikçe de açmazdı. Yüz görümlüğünü alan gelin damada duvağını açmasına izin verirdi. Yenge hanım dışarı çıkar, şeker ve kahve getirirdi. Bundan başka bir gümüş tepsi içinde çeşitli meyveler, fındık, fıstık, bâde-miçi, kurabiyeler getirir, bir köşeye bırakır, çekip giderdi. Gelin, ertesi (cuma) günü "paçalık" adı verilen elbisesini giyer başına tel duvak koymaz, sadece mücevherlerini ve yüz görümlüğünü takardı. Bu güne "paça günü" adı verilirdi. Paça gününde terbiyeli etli çorba, kızarmış düğün eti, pilav ve zerde verilirdi. Buna kaymak ve paça tiridi de ilâve edilirdi. Zengin düğün sahipleri ayrıca yemeğe 53 börekler, tatlılar, dolmalar, hoşaflar da katardı ki; buna "ince yemek" denirdi. Nişan, nikâh ve düğün merasimlerinde yapılan bütün masraflar, yeni evlilere ve bilhassa geline verilen değeri göstermesi bakımından çok önemliydi. Bütün akraba ve bütün mahalleli bu mutlu olaya maddî ve manevî yönden iştirak eder; düğün evini hediyelere boğardı. ,| 54 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TOPLUM İÇİ GÖRGÜ KURALLARI KOMŞU HAKLARI Komşunun Üzerimizde Hakkı Vardır Unutulmaya yüz tutmuş bir atasözümüz vardır: "Ev alma komşu al" diye ten-bihler bize. Öyle ya, betonarme binalar dikerek bir mahalle, bir köy, bir kasaba oluşturabilirsiniz, ancak, orayı yaşanılır kılan en önemli unsurun insan olduğunu gözardı edemezsiniz. Günümüzde özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanlar arasında neredeyse unutulmaya yüz tutmuştur komşuluk ilişkileri. Kültürümüzde komşuluğun yeri o kadar ileri boyutlara varmıştır ki, komşu ve komşuluk hakları tanzim edilmiş, aynı mahalledeki, aynı sokaktaki insanlar, bir ailenin fertleri gibi birbirlerine güzel muamele etmiş, birbirlerinin yardımına koşmuşlardır. Hem üstelik eskiden evlerimiz böyle apartmanlar şeklinde iç içe değildi. Bahçeli, müstakil evler vardı. Fakat insanlar birbirine şimdikinden çok daha yakındılar. Demek ki kapıları birbirine yaklaştırmak, insanlar arasındaki mesafeyi azaltmıyörmüş!.. Amacımız nostalji değil, kaybettiğimiz değerleri yeniden yürürlüğe koymak olmalı; sokağımızda, mahallemizde aranan komşu olmaya çalışmalıyız. Komşuluk Hakkı Komşuluk ilişkileri hususunda örfümüzde yer alan temel esaslar dini kaynaklıdır. Dinimiz, bir kötülük gelmeyeceğinden emin olunan, hayırlı bir komşunun vasıflarını şöyle sıralamaktadır: 55 * Senden borç isterse borç vermen, * Yardım isterse yardım etmen, * ihtiyacı varsa karşılaman, * Hastalanırsa ziyaret etmen, * Ölürse cenazesine gitmen, * Bir hayırla sevinirse, beraber sevinip tebrik etmen, * Bir belâya uğrarsa, üzüntüsüne ortak olup teselli etmen, * Dedikodusunu yapmaman, * Tencerende pişen yemeğin kokusuyla eziyet etmemen veya ona da yedirmen, * Aldığın meyveden ona da tattırman veya gizlice evine götürmen. Zira çocukları taşıdığın meyveyi gördüğü takdirde babalarından isteyip onu üzebilirler. * Çocuğun eline yiyecek verip onu dışarı çıkarmaman, * Ondan üstün görünüp eziyet etmemen, * Evini ondan yüksek yapıp rüzgârını kesmemen. Komşusunun hakkını tam olarak gözeten, yukarıdaki esaslara riayet e-den insanların sayısını varın siz düşününün!.. Diğer Komşu Hakları * Komşular arasında çekiç, testere, balta, pense, tornavida gibi ev aletlerinin alınıp verilmesi adet haline gelmiştir. Ayrıca kalabalık 56 misafiri bulunan aile komşusundan emanet tabak, kaşık, çatal, bıçak gibi şeyler isteyebilir. Emanet alan kimse bunları aynen, sağlam ve temiz olarak teslim etmeli; kırılan veya bozulanın yerine yenisini almalı, komşusunu zarara uğratmamahdır. Yine işi biten emaneti geciktirmeden iade etmeli, komşuyu ayağına getirmemelidir. * Büyük şehirlerde apartman hayatı komşuluk haklarını daha da zorlaştırmıştır. Apartmanda oturan aileler, komşularını rahatsız edecek davranışlardan kaçınmalıdır. Bu cümleden olarak radyo, televizyon gibi elektronik aletleri yüksek sesle dinlememeli; bilhassa gece yarısından sonra buna daha çok dikkat etmeliyiz. * Çocukların evde koşturarak oynamalarına, atlayıp zıplamalarına izin vermemeli, komşularımızın bundan rahatsız olacağını kendilerine anlatmalıyız. * Balkon yıkayacağımız, yolluk veya halı silkeleyeceğimiz zaman mutlaka alt katta oturan komşumuzun balkonuna bakmalı, asılı çamaşırı varsa bu işimizi ertele-meliyiz. Bazan komşumuz balkonda oturuyor da olabilir. Bu duruda da onları rahatsız etmemeli, işimizi onlar içeri girince yapmalıyız. * Bütün apartmanlarda veya sitelerde belli bir günü umumi temizliğe ayırmak gelenek halini almıştır. Çoğu apartman sakinleri Pazartesi gününü bu işe ayırmayı tercih etmektedir. Komşuda Feryat Figan! (T) İR PAZAR GÜNÜ, öğle so-C_) nüydü. Ayaklarımı uzatmış, güya tatil keyfi çıkarıyordum. Aman Allah'ım! O da nesi? Aşağı kattan bir feryat, bir figan koptu ki; sanırsınız adam boğazlıyorlar. Bir kadın, canhıraş bağırıyor: 57 - Yetişin komşular! Ah amanın belim! Gavur musun be adam, kafama ne vuruyorsun, öldürecek misin beni! Yapma, ayaklarının altını öpeyim, vurma! Hanıma seslendim: - Duyuyor musun, hatun? Sesi mutfaktan geldi: - Duyuyorum ne var? Adam karısını dövüyor... - Ne demek, karısını dövüyor?.. - Bayağı karısını dövüyor... Ne yapalım yâni! Herhalde gidip adamın kapısına dayanmayı düşünmüyorsun? - Yahu, ne biçim konuşuyorsun kadın? Aynı şeyi ben sana yapsam, birilerinin koşup seni kurtarmasını istemez misin? - Alaylı bir sesle cevap verdi: - Sen, ha! Haydi buyurun!.. Şimdi, durup dururken, erkekliğimizi isbatlamak için, kadın mı dövelim yâni? Şu bizim hanımı anlamak da zor. İpe sapa gelmez şeyler için gözyaşı döker, sokakta kimsesiz sümüklü bir çocuk görse gözleri yaşarır; ama bir hemcinsi dayak yerken kılı kıpırdamıyor... Olacak şey değil doğrusu. Tam o sırada telefon çaldı. Bir bu eksikti. Telefona mı cevap versem, gidip kadını mı kurtarsam? Ne ise, belki önemlidir, önce telefona bakayım. Kadın biraz daha dişini sıksın... - Buyurun 58 - Ben beş numaradan Haydar! Gürültüyü duyuyorsunuz değil mi? - Evet, adam karsını dövüyor... - Yahu günahtır kardeşim! Olmaz böyle şey! Haklısın. Sevaptır, gel de beraber gidelim; kadıncağızı adamın elinden kurtaralım. Kısa bir suskunluk ve arkasından haklı bir cevap: - Benim gelmem iyi olmaz, ters tepki yapabilir... Adam bana dönüp, "Sen necisin?" demez mi? - Ya bana da aynı şeyi sorarsa? - Olur mu, canım! Sen bugüne bugün apartman yöneticisisin. Yönetici demek aynı zamanda zabıta demektir. Vay, be! Adam bizi zabıta yaptı. Birazdan ordu komutanlığına terfi ettirirse şaşmam... Kapının zili çaldı. Anlaşıldı, trafik sıklaşıyor... Kadıncağızın feryatları zilin sesini bastırıyor. Bizim hanım mutfakta aslî görevi ile meşgul, fındığı yok.... - Haydar bey... dedim, kapı çalınıyor, kusura bakma. Haydar beyin canına minnet: - Bak kardeşim bak. Aman ada"Yok hakim bey, döver miyim hiç, merdivenlerden düştü de..." mm elinden bir kaza çıkmadan duruma müdahale et! 59 Öyle sinirlendim ki, neredeyse ağzımdan kötü bir söz çıkacak. "Tak!" diye adamın yüzüne telefonu kapattım Kapıyı açtım. Altı numaradan Feyyaz bey. Adamın beti benzi atmış, nefes nefese... "Duyuyor musun?" demeye kalmadı; - Evet! dedim, adam karısını dövüyor... ^ u.-, tu > * -Amaolmaz ki! - Doğru. Olmaz böyle şey! Gel gidip adamın kapısına dayanalım, "Bu yaptığın insanlığa yakışmaz, bırak kadını!" diyelim. ;i Feyyaz bey hepten fenalaştı. Eli ayağı titremeye başladı. - Ben gelemem... dedi, yetkim yok. Yönetici sizsiniz... - La havle! Yâni tek başıma ben mi gideceğim; bu apartmanda benden başka erkek kalmadı mı? - Yetki sizde efendim. Duruma sizin müdahale etmeniz gerekir. - Adam çam yarması gibi, ya gözümün üstüne bir yumruk indirirse? İndiremez efendim yetkisi yok İşte size bir çeşit daha!.. Bu da yetki ile bozmuş... Haa, söylemeyi unuttum: Bizim Feyyaz bey avukattır. Kanunları iyi bilir... Hanım mutfaktan seslendi: - Bey! Sakın aşağı ineyim deme, vallahi seni eve koymam!.. Cinler iyice tepeme üşüştü. 60 - Sen işine bak be kadın! Şurada erkek erkeğe konuşuyoruz, bir çaresini bulacağız elbette... Bizimki, eli belinde, mutfak kapısından göründü. Feyyaz beyi göstererek: - Pöh! dedi, erkeğe de bak... Ayol bunun şimdiden eli ayağı titriyor, neredeyse korkudan ölecek... Ne diyeyim, kadın haklı... Fırsat bu fırsat, Feyyaz beye bir de ben yükleneyim dedim: - Gördün mü Feyyaz bey? Şerefimizi iki paralık ettin. Gel şu herifin kapısına dayanalım da erkekliğimizi kurtaralım... Feyyaz beyin avukatlık damarı kabardı: - Hakaret ediyorsunuz, efendim. Evet, açıkça şahsıma hakarette bulunuyorsunuz. Teessüf ederim! Feyyaz bey küsüp gitti. Ne küsmesi canım, basbayağı tüydü işte... Tam hanıma dönüp sitem edeceğim sırada eliyle telefonu gösterdi: - Maşa varken ne diye elini yakacaksın, bey... dedi; aç polis karakoluna durumu bildir. Can emniyetini sağlamak onların görevi. ?:u Vay be! Nasıl oldu da bunu düşünemedim? Kadın bir kere daha haklı çıktı... Fakat yine de çatmam gerekiyor; fazla ileri gitti. Hafiften gürledim: 61 - Ne diye bunu daha önce hatırlatmadın be kadın? İş işten geçtikten sonra akıl veriyorsun. Bak, kadının sesi kesildi, adam işini bitirdi galiba… Amanın! Sen misin bunu söyleyen? Kadın "Daha işim bitmedi!" dercesine bir feryat kopardı ki, yürekler acısı. Bizim hanımın bu kadar duygusuz olduğunu bilmezdim: - Bak! dedi, vallahi kadın antre-manlıya benziyor. Aç sen telefonu, o daha dayanır... Güler misin, ağlar mısın? Kaldırdım ahizeyi, çevirdim numarayı: -Alo, polis karakolu mu? - Evet, efendim. - Komiser beyle görüşmek istiyorum, bir vukuat bildireceğim. Karşıdaki sesin sahibi: - Buyurun... dedi, komiserle görüşüyorsunuz, sizi dinliyorum. - Efendim, ben filan, mahallenin, falan sokağında, feşmekân bloklarında oturuyorum. Apartman yöneticisiyim. Bizim apartmanın yedi numaralı dairesinde oturan bey karısını feci şekilde dövüyor. Kadıncağızın feryatları yürek sızlatıyor. Komiser bey, adresi tekrar ettirdi. Derhal bir ekip göndereceğini, benim aşağıya inip ekibi kapıda karşılamamı söyledi. Aşağıya inmek üzere ceketimi giyiyordum ki, bizim hanım yine şom ağzını açtı: 62 - Bey! kadının sesi soluğu kesildi. İster misin polisler gelince, adamın korkusundan, "Yok bir şey, şikâyetçi değilim" desin... - Oldu olacak, gel şu hikâyeyi sen yaz bari!.. İşte o zaman mahalleye rezil olduğumuz gündür. Yapma hâtûn, işin şakaya gelir yanı kalmadı; sinirlerim fena halde gergin. - Haydi, haydi... Bozma moralini, sen komşuluğun ve insanlığın gereğini yapıyorsun. Merdivenlerden inerken mırıldandım: "Her şey bir yana, şu bizim hâtûn akıllı kadın doğrusu... Hakkını yememek lâzım." Beş dakikaya kalmadan ekip otosu, "Açın yolları!" dercesine alarm düdüğünü çalarak siteye girdi. Bütün mahalleli balkonlara, pencerelere üşüştü. Polis otosu bizim blokun önünde durdu. Aynı anda yaşlı bir kadın balkondan aşağı sarkarak bana seslendi: - Ne var kardeş, ne oldu? Kendi kendime mırıldandım: "Elinin körü oldu!" Çoluk çocuk eğlenceye koşar gibi, ekip otosunun etrafını sardı. Bir polis çocukları dağıtmaya çalışırken, elinde telsiz tutan bir başka polis bana sordu: - Şikâyetçi siz misiniz? Buyurun dostlar! Adamın sorduğu soruya bakın: Şikayetçi bem miymişim? Yahu dayağı yiyen ben miyim ki, şikayetçi ben olayım? İnsanlık ve vatandaşlık görevimizi yapıp vukuatı bildirdik. - Memur bey, ben apartman yoneticisiyim. Yâni şahsıma karşı bir suç işlenmiş değil... Komiser beye arzetmiştim... 63 Polis memuru, "Kısa kes" der gibi: - Peki, peki! Anladık... Bize vukuatın geçtiği daireyi gösterin! İki polis memuru daha gelip ekip şefinin yanında yer aldı. Birlikte merdivenleri çıkmaya başladık. içimden dua ediyorum: "Alla-hım, inşaallah adam ekip otosunun geldiğini duymamıştır da karısını dövmeye devam ediyordur." Öyle ya, suç üstü yakalatmak daha inandırıcı olacaktı. Şu ekip otosu da ne diye alarm düdüğünü çalarak gelir, bilmem? Suçluya "Kaç geliyorum!" der gibi... Vukuatlı dairenin kapısına gelince, duamın kabul görmediğini esefle müşahade ettim. En ufak bir ses duyulmuyordu. Ekip şefi zile bastı. Kadının kocası kapıyı açtı. Hiç birşey olmamış gibi, gayet sakin görünüyordu: - Buyurun polis efendi... dedi. Ekip şefi, yanındaki polise sordu: - Bu adam, iki ay önce hakkında zabıt tuttuğumuz arsa komisyoncusu değil mi? - Evet efendim, aynı arsayı üç kişiye satan adam... Ekip şefi adama döndü: - Hakkında şikayet var, hemşerim! Karını dövüyormüşsun. Adam bana "Sen görürsün" der gibi bir yan bakış fırlattı. Polisin de söylediğine bakın "Hakkınızda şikâyet var." Eh, ne yapalım, insan olmak kolay değil. Kenarından, köşesinden bu işe bulaştık bir kere... 64 İçimden bir isyan yükseliyor: "Ey komşular, ey insanlar, ey müslümanlar neredesiniz?" Apartmanda çıt yok. Kapıma gelen, telefon eden, kadıncağızın feryatlarını işiten komşularımız yok ortada. Belâya bulaşmamak için hepsi sinmişler evlerine... Bir ben varım... Yönetici ve şikâyetçi olarak... Ekip şefi sertleşti: - Karını çağır! dedi, şikâyetçi olup olmadığını soracağız. Duydunuz mu dostlar? Şikâyetçi olup olmadığını soracakmış... Ya kadın -bizim hanımın dediği gibi-"Şikâyetçi değilim" cevabını verirse ne olacak? Adam zebani gibi. Beni bir köşede kıstırsa pestilimi çıkarır. Nereden bulaştım bu işe? Ey komşular, ey müslümanlar çıkın ortaya! Bakın işte polis de geldi. Korkacak ne var? "Duyduk." deyin. "Adam bir saattir evire çevire karısını dövüyordu." deyin. Ortada belli bir haksızlık var. Neden susuyorsunuz? Neden evlerinize saklandınız? Peygamberimiz, "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" buyurmuyor mu? Haksızlar kadar cesur olamaz isek, hakkı çiğnenenleri kim koruyacak? Yarın sizin de başınıza bir haksızlık gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiziniz? Komşuluk hakkı bu mudur? Adam karısını çağırmak niyetinde değildi. Ellerini ovuşturarak: - Polis efendi... dedi, karımın bir şikâyeti yoktur. Bilirsiniz, evlilik hali... İnsan dövüşür de, sevişir de. Ekip şefi kızdı: - Sana karını çağır diyorum! Nihayet içeriden kadının sesi geldi: - Bırak beni, bırak da hükümete halimi arzedeyim. Sizin bana yaptığınızı gâvur olsa yapmaz! Ekip şefi adamı itti: 65 -Çekil yolumuzdan! Aynı anda iki polis adamı kollarından yakaladı. Nihayet kadıncağız kucağında yedi-sekiz aylık bebeğiyle göründü. Perişan bir haldeydi. Doğu şivesiyle: - Hay sizin elinizi ayağınızı öpem! Size kim haber verdiyse Allah ondan razı olsun! Bu adam anasıyla bir olup beni dövüyorlar. Şu halime bakın! İnsan olan insana böyle cefa eder mi? Kapıyı üzerime kitliyorlar, kimseye halimi anlatamıyorum. Canımdan bezdim. Şu sabi olmasa vallahi canıma kıyacağım. İçimden, "Hey komşular, duyun! Bunun hesabını yarın ahirette nasıl vereceğiz?" dedim. Ekip şefi adama bağırdı: - Çağır anneni de! Kadının söylediklerini duydun. işin ciddiyetini anlayan kaynana da çıkageldi. Yüzünde şark çibanı izi, iri yarı, erkek bozması gibi bir kadın. İnsan bakışlarından korkuyor. Şehirden çok dağa yakışır bir görüntüsü var. Masallarda okuduğumuz "eşkiya anası" na benziyor. Adama ne gerek, bu dev anası bile tek başına kadıncağızı evire çevire döver. Yüzünde en ufak bir korku izi yok. Eline beline koyup öyle bir kasılışı var ki, sanki ekip şefi o. Oğluna çıkıştı: - Ula Husso! Zaptiyenin evimizde ne işi var? Adam mı kesmişiz, bu ne hal? 66 Ekip şefi güldü. Tecrübeli olduğu her halinden belli. Kim bilir, her gün bunun gibi niceleriyle karşılaşıyor. Telsizin düğmesine bastı. - Şahin bir! Şahin bir! Kartal iki, Şahin biri arıyor! Tamam! - Şahin bir dinlemede! - Komiserim, olay ciddi dövülme işi gerçek adam anası ile bir olup karısını fena halde dövmüş, tamam. - Anlaşıldı Kartal iki! Üçünü de getirin ifadelerini alalım. - Anlaşıldı Şahin bir! Olayın kahramanları önde, polisler arkada merdivenlerden iniyoruz. Aşağıya inince başımı kaldırıp baktım, bütün komşular pencerelere üşüşmüş, bizi seyrediyor. Vah size, vahlar size! Ekip şefine yaklaştım; - Memur bey, benim de gelmeme lüzum var mı? Elini omzuma koydu: - Hayır beyefendi, dedi. Siz vatandaşlık görevinizi yaptınız. Kadın şikâyetçi olduğuna göre, sizin gelmenize gerek kalmadı. Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi: - Endişelenmeyin, adamın kulağını bükeriz, size elini bile dokunamaz. Buna rağmen birşey yaparsa anasından emdiği sütü burnundan getiririm, tamam mı? 67 - Teşekkür ederim, memur bey. Çok iyi bir insansınız. Ekip otosu yükünü aldıktan sonra, yine alarm düdüğünü çalarak gözden uzaklaştı. Bu olay ilk olmadığı gibi son da olmayacaktı. Sen, ben, o, bizler... Kalabalık şehirlerde yaşayan herkes bu tür olayları ya bizzat yaşamakta veya şahit olmaktadır. Köylerde, kasabalarda, küçük Anadolu şehirlerinde bu tür olaylara çok az rastlanır. Çünkü oralarda herkes birbirini tanır. Akrabalık, komşuluk, dostluk, arkadaşlık, hemşehrilik bağları güçlüdür. Şu veya bu sebeple birbirinin çayım içmiş, yemeğini yemişlerdir. Sokakta birbirini görünce selâmlaşır, ha) hatır sorarlar. Birbirini sevincini acısını paylaşan insanlar arasında kötülük barınamaz. En küçük anlaşmazlıkta mahallenin büyükleri ve hatırı sayılan insanları araya girerek problemi büyümeden çözerler. Kötü mizaçlar, çevrenin sosyal baskısını üzerinde hisseder, kötülük yapmaya cesaret edemezler. Ya büyük şehirlerin insanı öyle midir? Her biri Türkiye'nin değişik bölgelerinden kopup gelmiş, gelenekleri, görenekleri, huyları farklı aileler aynı mahalleyi paylaşıyor. İş güç peşinde koşuşturmaktan birbirlerini tanıyacak vakit bulamıyorlar. Bakarsınız aynı mahallede bir sene oturmadan komşunuz taşınıvermiş. Yeni yüzler, yabancı yüzler; kimin evine kimin girdiği belli değil... İnsanların birbirine böylesine yabancı olduğu bir mahallede kim dinler komşu haklarını? Kim koşar mazlumun imdadına?.. ....... YARDIMLAŞMA Hayat Yardımlaşmadır "Hayat bir mücâdeledir" sözü, kapitalist Batı dünyasının ileri sürdüğü bir slogandır. Onlara göre hayat mücâdelesini güçlüler kazanır, zayıflar kaybeder. Darwin, bu sloganı "tabiî seleksiyon" teorisiyle tabiata maletmeye çalışmıştır. Nietzche, daha da ileri giderek şöyle 68 diyecektir: "Hastaları, sakatları, yaşlıları, dilencileri öldürmeliyiz. Bunlar güçlülerin sırtlarından geçinen asalaklardır. Güçlü ve sağlıklı bir toplumun Önündeki bu engelleri kaldırmalıyız." Bizim kültürümüze göre, "Hayat bir yardımlaşmadır." Tabiatı dikkatli bir gözle incelediğimiz zaman, bütün atomların yaratılış kanununa uyarak birbirinin yardımına koştuğunu görürüz, iki hidrojen atomunun yardımına bir oksijen atomu koşmazsa "su" meydana gelmez. Su olmazsa hayat olmaz. Bulutlar yağmur verir yeryüzüne. Güneş, ısı ve ışık verir. Hava, yardımımıza koşarak bize nefes aldırır. Hayatı, güçlülerin kazandığı bir mücadele olarak değil, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma olarak algılarsak, fert ve toplum olarak daha huzurlu günleri beklemeye hakkımız olabilir. Aksi takdirde, kendisi mutlu olsun diye başkalarını mutsuz edenlerin, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna endeksleyen insanların çoğaldığı bir toplumda saadet ve huzur beklemek biraz saflık olur. Bu sebeple, sağlıklı bir ruh yapısına sahip fertlerden oluşan bir toplum oluşturmak istiyorsak, bazı kuralları uygulamak durumundayız. Bu önemli hususları şöylece sıralayabiliriz: * Yardımda öncelik ana-babayadır. Sonra yakın akrabalar gelir. Ondan sonra komşular, yetimler, yoksullar, dullar gelir. * Yardım, geri ödeme gücü olanlara borç şeklinde verilmelidfc-kL onları hazıra ve tenbelliğe alıştırmasın. \ * Faizle borç vermeyi kesinlikle yürürlükten kaldırmalıyız. Bu dumm, yardım etmek bir yana, parası olanın hiç ter dökmeden başkasının emeği üzerinden haksız gelir elde etmesi demektir. * Ekonomimiz Batı finans kurumlarına bağlı olduğu için, paramız devamlı enflasyona paralel bir değer kaybına uğramaktadır. Bu sebeple borç 69 verirken zarara uğra-e**ye£jr 0££\ «—^"l mamak için altın, gümuş veya döviz uzerinden verilebilir. * Zengin kimse borç verirken, ihtiyaç sahibini üzecek ve küçük düşürecek söz ve davranışlardan sakınmalıdır. * Borç veren kimse, Allah rızasından başka bir maksat gö-zetmemeli, "Ne hayırsever adam!" desinler diye gösteriş yapmamalıdır. Ancak tedbir olarak senet yapmalı, iki şahidin imzasıyla ve onların huzurunda borcu teslim' etmelidir. Bu bir gösteriş değildir. * Ödeme gücü olmayanlara sırf hayır için yardım ederken kimsenin görmemesine dikkat etmeli, yaptığı yardımı sonradan başa kakmamalıdır. * Bir kimse, borç veya ihtiyaç için kapısına gelen kimseye yardım edecek durumda değilse onu tatlı sözlerle savuşturmak; kaba konuşmamalı, hakaret ederek kovmamalıdır. •-;••'•-•- •.-•:•-; ,ı ; * Öyle fakir ve ihtiyaç sahipleri vardır ki, kapı kapı dolaşmaz, izzetlerinden başkalarına dertlerini açamaz, mahcubiyetlerinden dolayı başkalarından yardım isteyemediklerinden, sıkıntı içinde yaşamayı tercih ederler. Gerçek ihtiyaç sahiplerinin bunlar olduğunu bilerek, bu tip insanları, bu şekilde yaşayan aileleri gözetmeli, onurlarını zedelemeden, kimselere de reklam etmeden yardımlarına koşmalıyız. f ;rt:;. , r- ^r^. ÖNEMLİ GÜNLER Acı »Günler İNSAN, dostlarının tatlı ve sevinçli günlerine ortak olduğu gibi, acı ve (^/ üzüntülü günlerini de paylaşmalıdır. İnsanın başına nerede, ne 70 zaman, nasıl bir kaza veya felaket geleceği bilnmez. Sel felaketi, deprem, yangın, trafik kazası, hastalık gibi mal ve can kaybına sebebiyet veren acı olaylarda dost ve akrabalarımıza maddî ve manevî destek vermek, onları yalnız bırakmamak bir insanlık görevidir. Hasta Ziyareti * Bir dostumuzun veya yakın akrabamızın hastalandığını, evde veya hastahanede yattığını duyduğumuz zaman hemen onu ziyarete gitmeliyiz. Eğer hastalanan kişi az tanıdığımız biri ise, iyileştikten sonra ziyaret etmemiz daha uygun olur. * Hastahanede yoğun bakım gerektiren ağır hastalarda, hastayı doğrudan ziyaret yerine doktorunu, hemşiresini veya yakın akrabasını görüp ondan bilgi almalıyız. "Özlettin kendini abi ya.. * Hasta ziyaretinde, daha yakın dostlarının ve akrabalarının onunla görüşmesini engelleyecek şekilde, ziyareti uzatmamalıyız. * Hasta ziyaretine giden kişi çok hassas olmalı, hastanın yüz ifadesinden görüşmeye devam etmek istediğini veya istemediğini hissetmeli, ona göre davranmalıdır. Hastaların nekahet devresinde istirahate ihtiyaçları olduğunu unutmamalıyız. Ziyareti mümkün mertebe kısa tutmalıyız. Eğer hasta yanında biraz daha kalmamızı ısrarla isterse ziyareti sürdürebiliriz. * Hastalar, bilhassa yakın dostlarına, hastalıkları hakkında bir sürü tafsilatlı şeyler anlatırlar. Onları sabırla dinlemeli, her fırsatta iyleşecekler-ine olan inancımızı belirtmeli, maneviyatlarını yükseltmeli, hep iyi şeyler anlatarak, korku ve endişelerini gidermeliyiz. * Hastahanede yatan hasta yakın dostumuz ise, ailesini de ziyaret etmeli, bir ihtiyaçları ve sıkıntıları varsa yardımcı olmalıyız. Hastayı 71 ziyaret sırasında ailesiyle yakından ilgilendiğimizi anlatmalı, onu rahatlatmalıyız. * En uygun ziyaret saatleri öğle sonlarıdır. Eğer hasta evde yatıyorsa, telefon ederek ziyaret saati için izin almalıyız. * Hasta erkek ise, kadın ziyaretçiler hasta kadın ise erkek ziyaretçiler mecbur kalmadıkça ve çağırılmadıkça hastanın odasına girmemeli, geçmiş olsun dileklerini odanın dışında hastanın eşine veya yakın akrabasına bildirmelidir. * Doktor, sadece ücret karşılığı bize hizmet eden bir insan değildir, iyileştikten sonra onu da ziyaret ederek, gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür etmeliyiz. '.'•"•;-;;;•,•: * Eğer hastalık bulaşıcı ise, hastahanelerde ziyaretçilere izin verilmez. Hasta karantinaya alınır. Evde bulaşıcı bir hastalıktan yatan dostların odasına girilmez. Aile büyüklerine geçmiş olsun dileğinde bulunur, bir ihtiyaçları olup olmadığını sorar, böylece dostluk görevimizi yerine getiririz. * Hastalanan kişi iyileştikten sonra kendisini ziyarete gelenleri unutmamalı, ilk fırsatta ziyaretleri iade ederek onlara teşekkür etmelidir. ,.;„,,, * Bir aile dostumuzun veya yakın arkadaşımızın öldüğünü duyar duymaz evine gitmeli, ailesine bir ihtiyaçları olup olmadığını sormalıyız. * Ölen dostumuzun cenaze namazına mutlaka iştirak etmeli, cenazenin kabre taşınmasına ve gömülmesine yardımcı olmalıyız. , ,, ...... * Evinden ölü çıkan komşumuzu ziyaret edip başsağlığı dilemeli, bir ihtiyaçları olup olmadığını sormalıyız. 72 * Bu aile kapı komşumuz ise, birkaç gün yemek pişirip götürmeliyiz. * Ailenin yanında ölünün iyi hallerini saymalı, onları rahatlatmalıyız. * Yine ölüsü olan aile kapı komşumuz ise, yüksek sesle teyp ve televizyon dinle-memeli, yanlarında gül-memeli, acılarını paylaştığımızı davranışlarımızla belli etmeliyiz. Kabristanda * Pahalı, süslü, kubbeli mezar yaptırmanın ölüye hiçbir faydası yoktur. Sadece yerini belli etmek için başına bir taş dikilir ve etrafı çevrilir. * Mezarın üzerine mermerle veya betonla kapatıp ot bitmez hale getirmek doğru değildir. * Ölünün arkasından parayla Kur'an okutmanın, dua ettirmenin, hatim indirtmenin ölüye bir faydası yoktur. Cenaze gömüldükten sonra, ölenin sevabına, gerçek fakirleri bulup onlara sadaka dağıtmamız daha uygundur. Ayrıca, kendimiz sırf Allah rızası için Kur'an okur, ölüye hayır duada bulunabiliriz. * Kabir çevresine bez bağlamak, ölüden dünyevi bir dilekte bulunmak, dileği yerine gelmesi karşılığında adak adamak, mum dikmek dinimizce doğru olmadığından, bunu yapan istismarcılara aldanmamalıyız. * Haftada bir sefer, Cuma veya Cumartesi günleri, kabir ziyaretine gitmek, başlarında Kur'an okuyup dua etmek, ölümü hatırlayıp kendimize çeki düzen vermek bakımından faydalıdır. Yolumuz bir kabristana uğradığında yine ölülere hayır duada bulunmalıyız. Dua etmek için kabrin başında bulunmak gerekmez. * Mezarlıkta yürürken basılmaz. mecbur 73 kalmadıkça mezarların üstüne MİSAFİRLİK, DAVET ve ZİYAFET "Vay Osman abim, nasılsın? Geçiyordum, şöyle bir ugrayayım dedilm." Davetsiz Misafir Olmayın! ÎZLER TOPLUM OLARAK misafir olmayı ve misafir ağırlamayı se-ven insanlarız. Kültürümüzün en önemli ve kökKi parçalarından biri olan misafirlik hususunda belli bir âdab oluşmuştur. \Ancak günümüzde şehirlerin büyümesi neticesinde, bu şehirlerin dinamik atmosferinde yaşayan insanlar arasında misafirlik bilinci günden güne yıpranmaya yüz tutmuştur. Öyle ki, yakın akrabalar arasındaki ziyaretler dahi, televizyonu başka bir evde seyretme ayinine dönüşmüştür adeta. Ziyaret ya da misafirlik, bir kimsenin veya bir ailenin diğer bir kimsenin veya ailenin evine gitmesidir. Bu ziyaret akrabalar arasında olduğu gibi, dost ve ahbaplar arasında da olabilir. Hiç şüphe yok ki, insan kendi evinden başka diğer bütün evlere girmek için izin almalıdır. Özellikle iletişim imkânının oldukça kolaylaştığı günümüzde, ziyaretten önce izin istemek zor bir iş olmasa gerek. Ziyaret hafta içi ise, gündüzden telefon ederek, akşama ziyarete geleceğimizi bildirmemiz gerekir. Eğer hafta sonu ve diğer tatil günlerinde ziyarete gitmeyi düşünüyorsak, mutlaka bir-iki gün önceden haber vermek zarureti vardır. Tatil günleri için yapılmış bir programı, çat kapı ziyaret gidip bozmaya hakkımız yoktur. Davette Misafire Düşen Görevler * Misafir, davet edilmeden ve önceden haber vermeden yemek vakitleri bir eve gitmemelidir. * Randevu saatine uymalı; ne çok erken, ne de çok geç gitmelidir. Çok erken gittiği zaman ev sahibini hazırlık yaparken yakalamak ve 74 onu mahcup etmek ihtimali vardır. Çok geç gittiği taktirde ev sahibini bekletecek; onu "Acaba gelmeyecek mi?" endişesine sevkedecektir. * Misafir güzel giyinmeli, mümkünse elinde bir hediye ile gitmelidir. * Kapıyı çaldığında kendisim ismi ile takdim etmeli; kapının ağzında değil, biraz geride beklemelidir * Kapıyı açana önce selâm vermeli; "Buyurun!" denmedikçe içeri girmemelidir. * içeri girişte acele etmemeli, ev sahibinin terlik vermesini ve .yol göstermesini beklemeli; ev sahibinden önce rastgele bir odaya girmemelidir. * Ev sahibinin ardından yürürken etrafa meraklı nazarlarla bakmamalı, mütebessim bir yüzle ev sahibinden yana bakmalıdır. * Odaya girince rastgele yere oturmamalı; ev sahibinin göstereceği yere oturmalıdır. * Ev sahibinin başka misafirleri varsa, ev sahibi onları tanıştırmadan kendisini misafirlere takdim etmemelidir. "Vallahi çok titiz adamsın ismet abi!.." * Yemek sofrası kurulduğunda, ev sahibinin davetinden örice sofraya oturmamalı; onun göstereceği yere oturmalıdır. * Yemek sırasında veya çay-kahve içilirken yapılan sohbette dikkatli davranmalı; münakaşaya sebep olan veya misafirlerin neşesini kaçıran konulara girmemelidir. -- :; * Yemek servisi yapılırken, odaya girip çıkılırken bakışlarını o yana çevirmemeli; sıra kendisine gelinceye kadar vakarla beklemelidir. 75 * Yatıya kalınsa dahi bir günden fazla kalmamalı; ev sahibinin iş ve aile düzenini zor durumda bırakmamalıdır. ; Ev Sahibine'Düşen Görevler * Ev sahibi misafirliğe veya ziyarete gelmek isteyenleri imkânı ölçüsünde reddetmemelidir. * Fazla külfete girmeden, maddi imkânlarının dışına çıkmadan evinde bulunanın en iyisi ile misafiri ağırlamalıdır. * Güzel giyinmeli, misafirini güler yüzle karşılamalıdır. * Uzak yoldan gelen misafiri istirahat etmesi için bir müddet yalnız bırakmalı; erken yatmasını temin etmelidir. * Misafirin tuvalet ve su ihtiyacını rahatça karşılayabilmesi için gerekli tetbiri almalıdır. * Yemeğe davet ettiği misafirlerini sofraya yaşlarına, bilgilerine, makamlarına ve görgülerine uygun olarak sağdan sola doğru oturtmalıdır. * Sağ başa şeref misafiri oturmalı, diğerleri büyükten küçüğe doğru sıralanmalıdır. * Yemek servisine (ayrı tabaklardan veriliyor ise) sağdan başlamalı, sıra ile devam etmelidir. Mutfak Kültürü "Kültür" deyince akla bir milletin yaşadığı hayat tarzı gelmektedir. Kültürün temel kaynaklarından biri dinî değerlerdir. Her toplumun kültüründe dini kaynakları kurallar kulunmaktadır. Biz, kültürümüzü İslâmiyet'ten alan bir milletiz. Hukuk, dil, yazılı ve sözlü edebiyat, 76 kıyafet, muaşeret kaideleri, ticaret, güzel sanatlar, gelenekler hep birer kültür göstergesidir. Her milletin üzerinde yaşadığı coğrafyaya ve bu topraklarda hüküm süren iklimlere uygun bir bitki örtüsü vardır. Bu bitki örtüsü meyveler, sebzeler, tahıllar yönünden değişiklik gösterir. Bu değişiklik mutfağa, yâni beslenme şekline yansır. Meselâ Arap ülkelerinde bolca yetişen hurma bizde yetişmez. Bizde yetişen narenciye ve sebze çeşitleri de orada yetişmez. Böyle olunca, Arap mutfağında görülen yemek çeşitleri ile Türk mutfağında görülen yemek çeşitleri farklılık arzedecektir. Bunun gibi, Batı ülkeleriyle iklim ve coğrafi durumlarımız aynı olmadığından, Batı toplumlarının mutfak kültüründen farklı bir yemek kültürümüz olması tabiidir. Aile sofraları, en önemli eğitim merkezlerinden biridir. Çocukların ve hatta büyüklerin eğitimi bu sofralarda gerçekleştirilmelidir. Zengin kültürümüzle yoğrulan sofra âdabına ilişkin temel esasları şöyle sıralayabiliriz: Yemek Yerken Dikkat Edilecek Hususlar * Yemeğe başlamadan önce ve yemeği bitirdikten sonra mutlaka ellerimizi yıkamalıyız. * Yemeğe Besmele ile başlanır, sonunda hamdedilir. * Ağzımıza lokmaları götürürken, daima sağ elimizi kullanmalıyız. Sofra kültürümüzün temel esaslarından biri de sağ elle yemektir. İster elle, ister çatal-kaşıkla yiyelim, sağ elimiz ile yemeye gayret etmeliyiz. Bıçak kullanırken, ekmek bölerken sol elimizden faydalanabiliriz. Avrupalı milletler bıçak kullandıkları zaman çatalı sol ellerine almakta; böylece sağ elle kesip sol elle yemektedirler. Az önce belirttiğimiz gibi, sol elle yemek bizim sofra kültürümüze tamamen zıttır. * Ağzınızda lokma varken konuşulmaz. 77 * Ağıza, zor döndürülecek ve avurtları şişirecek kadar, büyük lokma alınmaz. * Lokma şapırdata şapırdata, ağız açık olarak çiğnenmez. * Ağızda lokma varken öksürülmez, aksırılmaz ve gülünmez. * Asık suratla yemek yenmez. * Topluluk halinde yemek yerken ilaç alınmaz; hastalıktan, ölümden, mide bulandırıcı şeylerden bahsedilmez. * Yemek sahibine ve yemeği pişirene iltifat ve teşekkür edilir. * Acıkmadan sofraya oturulmaz, mideyi tıka basa doldurarak sofradan kalkılmaz. Her "Bir aylık izin süresince sizinle birlikte olmak için ta nerelerden kalkıp geldik!.." de mide hastalıklarına sebep olan ö-nemli etkenlerdir. * Tabak/ larda yemek bırakmayınız; karnınız fazla aç değilse, tabağa yiyeceğiniz kadar yemek konulmasını rica ediniz. Bu konuda, Batı kültürü ile aramızda fark vardır. Batı kültürü ile hemhal olmuş bazı kimseler, tabakta yemek bırakmayı bir görgü kuralı olarak benimsemişlerdir. Oysa biz, kültürümüz gereği hiçbir lokmayı israf etmeyen, çöpe yemek atmayı hoş karşılamayan bir toplumuz. Kimi yerlerde tabaktaki yemeği sıyırmak görgüsüzlük gibi görülse de, bu konuda mümkün olduğu kadar hassasiyet göstermeliyiz. 78 * Aile sofralarında mümkün olduğunca ailenin bütün bireylerinin katılımı sağlanmalıdır. Yemek vakitleri belirli olmalı, aile bir arada yemeğini yemelidir. * Yemeği kıtlıktan çıkmış gibi acele yemeyiniz. Mideniz için de çok zararlıdır. *Elleriniz ve dudaklarınız yağlı iken bardaktan su içmeyiniz. Yağ lekosiyle kaplanmış bir bardak hiç de iç açıcı değildir. * Bardaktaki suyu bir defada içmeyiniz. Kafaya dikmek veya bir dikişte bitirmek marifet değildir. * Çorbanızı içerken kaşığı ağ-zınıza uzak tutup, höpürdeln-rek içmeyiniz. Çorba veya yemek sıcak ise ü-zerine üflenmnz, bir süre soğurnısı beklenir. Ziyafet Bugün "ziyafet" denince bin-bir çeşit yemeğin sıralandığı, şaşaalı sofralar akla gelmektedir. Halbuki, ev sahibinin gücü ölçüsünde mütevazi bir sofra da pek âlâ ziyafet sayılabilir. Ziyafet geleneği olmayan hiçbir millet ve topluluk gösterilemez. Ziyafet şekli ve ziyafete vesile yapılan olaylar, milletlerin inançlarına ve kültürlerine bağlı olarak değişiklikler gösterir. Hiç şüphesiz ki, ziyafetler, insanlar arasındaki sevgi ve dayanışmayı arttıran vesilelerin başında gelir. Ziyafet verilen önemli gün ve olayları hepimiz biliriz: * Bayramlarda * Nişan, n ikâh ve düğünlerde * Doğumlarda 79 * Sünnetlerde * Ev ve binek satın alındığında * Gençler askerden döndüğünde * Bahçenin ve tarlanın mahsulatı toplandığında * Uzun bir seferden ve haccdan dönüldüğünde * Hastalıktan kurtulup iyüeşildiğinde * Her türlü sevinçli günlerde ziyafet verebiliriz. Alafranga Yemek Batı ülkelerinde kahvaltı dahil bütün yemekler masada yenir. Bu sebeple masa düzenine büyük önem verilir. Resmî yemeklerde masa örtüsü beyazdır. Evlerde verilen yemeklerde renkli masa örtüsü kullanılabilir. Peçete Peçeteler, masa örtüsünü tamamlayan vazgeçilmez yemek aksesu- / arıdır. Renk bakımından masa örtüsü ile uyuşmalıdır. / * Yemekler için büyük ebat (25-30 cm2),\ kahvaltılar için küçük ebat (15-20 cm2)l peçeteler kullanılır. * Peçeteler resmî yemeklerde servis tabağının içine; resmî olmayan yemeklerde çatalların soluna katlanmış olarak konur. * Masada bez peçete varsa, ayrıca kâğıt peçete konmaz. 80 * Peçete, yemeğe başlarken, vücudun masa altına gelen kısmına (kucaktan dizlere doğru) serilir. Ucunu gömlek yakasına veya tabak altına sokmak ayıp ve görgüsüzlük sayılır. * Peçete ile çatal, kaşık, bıçak ağzı ve tabak silmek ev sahibine hakaret kabul edilir. * Peçeteyi ev sahibinden veya şeref misafirinden önce kullanmak görgüsüzlük sayılır. * Yemekten geçici olarak kalkmak gerekirse, peçete sandalyenin üzerine veya servis tabağının sağına bırakılır. * Yemek bittikten sonra peçete katlanmadan servis tabağının sağına konur. Peçeteyi katlayıp koymak kibarlık değildir. Yemek sahibine "Bizi tekrar davet et." anlamına gelir. * Masada bez peçete yerine kağıt peçete konmuş ise; işi bitince peçete elle buruşturulup servis tabağının içine konmaz. Masanın üzerine bırakılır. pabağı Yemeklerde her misafirin önünde altlık görevi yapan ve masada daimi kalan geniş bir servis tabağı bulunur. Yemek tabakları bu tabağın üzerine konur. Servis tabağı, yemek tabakları ile uyuşmalı yâni aynı takımdan olmalıdır. Yemek Tabakları Çorba, yemek, meyve, tatlı ve salata için ayrı tabaklar kullanılır. Çorba tabakları derin, diğerleri düz cinstendir. Salata tabağı servis tabağının sol önüne, ekmek tabağı çatalların yanına konur. Yemek çeşidine uygun miktarda çatal bıçak ve kaşık bulundurulur. Kullanılış sırasına göre dıştan başlayıp içe doğru yerleştirilir. 81 Çatal-Kaşık Bıçak * Masaya bir seferde üçten fazla çatal, kaşık ve bıçak konmaz. Fazlasına ihtiyaç varsa, ilk konanların işi bittikten sonra, kullanılacağı yemekle birlikte masaya konur. * Çatallar tabağın soluna yerleştirilir. Yalnız balık çatalı kaşığın sağma konur. * Bıçaklar ve kaşıklar tabağın sağına konur. * Tatlı için kullanılacak kaşık ve bıçak tabağın önüne konur. * Bardak veya bardaklar bıçakların sağından başlayarak üst tarafa doğru sıra ile konur. * Tuzluk ve biberlik iki misafirin arasına birer tane gelecek şekilde yerleştirilir. * Zeytin yağı, sirke, hardal, domates sosu gibi garnitürler masanın orta yerine konur. Arzu eden oradan alır ve işi bitince yerine koyar. Batı ülkelerinde orta çağdan kalan ve halen devam eden alışkanlıklar da vardır. Parmak yıkama tasları ve içinde mum yanan şamdanlar bunların başında gelir. * Resmi yemeklerde masaya kürdan konmaz. * Sigara içmeyenleri rahatsız edeceği endişesi ile yemek masasına kül tablası konulmaz. * Yemek masasına konulacak çiçekler, görüşü kapatmaması için, küçük boylulardan seçilir ve minik vazolara konur. 82 * Sekiz kişiyi geçen resmî yemeklerde, yaş ve makam sırası göz önünde bulundurularak, isimli yer kartları kullanılır. İsim kartları ya tabak içindeki peçete üzerine ya da tabağın baş tarafına konur. Yemekte Oturma Sırası Resmî yemeklerde bir masa en fazla yirmi dört kişilik olur. Yirmi dört kişiyi geçen davetlerde, ikinci bir masa konur, iki masa olması halinde davetliler masalara eşit paylaştırılır. "Şöyle burnumuzu da temizledik mi tamam..." Uzun masalarda şeref misafirinin yeri ev sahabinin sağ tarafıdır. Ev sahibi hanım ve bey karşılıklı oturur. Ev sahibesinin sağma şeref misafiri erkek, ev sahibesinin sağına da şeref misafiri erkeğin hanımı oturur. Ev sahibi ve onun hanımı ya masanın iki başına ya da ortasına karşılıklı oturur. Diğer misafirler de ev sahiplerinin oturuş sırasına göre ya dıştan içe ya da içten dışa doğru erkekli kadınlı dönüşümlü olarak otururlar. Böylece iki erkek, iki kadın yanyana gelmeyecek şekilde bir düzen seçilmiş olur. Garsona Yardım Edilmez * Yemek servisi sağ taraftan yapılır. * îşi biten tabak sol taraftan alınır. * Garsona veya hizmetçiye tabak uzatılmaz. Tabağa yemeği koymak garsonun görevidir. * Garsonun elinden tabak alınmaz. Yemek Servisi 83 Yemek servisi şeref misafiri hanımdan başlatılır. Sonra şeref misafiri erkeğin sağındaki hanıma servis yapılır ve atlanmadan sağdan sola doğru sırası ile devam edilir. "Siz zahmet etmeyin garson bey!.." Dernek Nasıl frenir? Batılılarda bizden farklı bir yemek yeme âdabı vardır. * Çatal daima sol elde bulundurulur. Bıçak sağ elle tutulur ve kullanılır. * Bıçak kullanmayı gerektirmeyen ve kaşıkla yenen yemekte, kaşık sağ elle tutulur. * Bıçak kullanırken her seferinde bir parça kesilerek yenir. Bir seferde parçalara bölünmesi ayıp sayılır. * Yemeğin yanma konmuş olan sebze cinsi garnitürler bıçak yardımı ile çatalın üzerine alınarak yenir. * Salata kaşıkla asla yenmez; salata çatalı ile yenir. Salata yerken bıçak kullanılmaz. Ekmek Ekmek dilimlenmiş olarak ekmek sepeti veya tabak içinde masaya konur. Küçük sandviç ekmekler dilimlenmeden konabilir. / J * Ekmek yemek için çatal, bıçak veya kaşık kullanılmaz. * Ekmek elle her seferinde bir lokma koparılarak yenir. 84 * Masadaki ekmeğe yemekten önce el sürülmesi, bayat veya taze mi olduğuna bakılması ayıp sayılır. * Yemeğin servis yapılmasını beklerken, sabırsızlık gösterip yemek de görgüsüzlük sayılır. ekmek * Ekmek ancak yemeğe çatalla batırılır. Ekmeği yemek suyuna batırıp yemek ayıp sayılır. * Ekmekle tabak sıyrılmaz. yemekte Dikkat Edilecek Hususlar * Yemek masasında dik oturulur. * Yemek yerken tabağın üzerine eğilinmez. Kaşık veya çatal ağıza götürülürken baş biraz eğilir. * Üstü açık biberlikten veya tuzluktan biber ve tuz alırken içindeki küçük kaşık kullanılır. Elle, çatal-kaşık sapıyla, bıçakla alınmaz. * Uzaktaki bir şeyi (biberlik veya tuzluk gibi) almak için uzanmak, hele yerinden kalkmak ayıp sayılır. O şeye yakın birinden istenir. İstemek ayıp karşılanmaz. * Yemek masasında (bilhassa davetlerde) gazete veya kitap okumak, not tutmak ayıp sayılır. * Yemek sırasında ilâç almak da hoş karşılanmaz. * Yemek sırasında bitişiğindeki şahsın önünden veya arkasından ileriye doğru uzanıp bir başkası ile konuşulmaz. * Yemek yerken ağız şapırdatılmaz; lokma ağız kapalı olarak çiğnenir ve yutulur. 85 * Kaşıkla yerken kaşığın tamamı ağıza sokulmaz. * Ağız yemekle tamamen doldurulup avurtlar şişirilmez. * Ağızda yemek varken konuşulmaz, gülünmez ve öksürülmez. * Çatal, kaşık ve bıçak yemek sırasında masanın üzerine bırakılmadığı gibi; tabağın kenarına dayalı da konmaz. Yemek bitinceye kadar tabağın içine bırakılır. Çorba * Çorba iki kepçeden fazla istenmez. * Çok beğenilmiş olsa bile ikinci sefer çorba istenmez. * Çorba tabağı yan yatırılarak, tabağın dibindeki çorba kaşıkla alınmaya çalışılmaz. * Kaşık çorba ile tamamen doldurulmaz. İçerken dökmemek ve kolay içmek için kaşığın üçte biri boş bırakılır. * Çorba kaşığı ağıza yan götürülür, içerken höpürdetilmez. * Soğutmak için kaşığın içine üflenmez. * İşi biten çorba kaşığı tabağın içine bırakılır; masaya konmaz. Umumi Yerlerde Görgü Kuralları MERDİVENDE 86 . Merdivenden Çıkarken * Kadın, çocuk ve yaşlı kimse önden çıkmalı; sağlıklı genç erkek de bir-iki basamak geriden gelmelidir. Sebebi: Kadın, çocuk ve yaşlı kimse ayak kayması, sendeleme ve sürçme durumunda dengesini zor sağlayabilir. Arkadan gelen sağlıklı genç erkek, dengesini kaybeden ve düşmek üzere olan kadını, çocuğu veya yaşlı kimseyi tutarak onu muhtemel bir kazadan korumuş olur. , r: ; Merdivenden inerken * Sağlıklı genç erkek önde iner. Kadın, çocuk ve yaşlı kimse de bir iki basamak geriden onu takip eder. iniş ve Çıkış Bitince * îniş ve çıkış bitince, erkek durup kadını, çocuğu veya yaşlı kimseyi beklemeli; bundan sonraki yçlu birlikte yürümelidirler. Genel Kural * Merdivende çıkan kimseye öncelik verilmelidir, inen şahıs, çıkan bir şahısla veya şahıslarla karşılaştığı zaman, duvardan yana çekilerek durmalı ve çıkanlara yol vermelidir, r * Çıkan şahıs, inenin kimsenin gösterdiği bu nezakete tebessümle karşılık vermeli ve teşekkür etmelidir. * Merdivende karşılaşanlar birbirlerini selâmlamak; tanışık iseler halhatır sormalıdırlar. UMUMÎ VASITALARDA 87 Otobüs, minibüs, dolmuş, taksi, tren, uçak, vapur, tramvay gibi her türlü umumî nakil vasıtalarında kural aynıdır: * Önce bayan, çocuk ve yaşlı kimseler biner. * inerken erkek önce iner; kadın, çocuk ve yaşlı kimse de onu takip eder. * Üç yaşından küçük çocukları baba kucağına alarak araca binmelidir. * Taksilere sağ kapıdan binilip inilmektedir. Trafik zaruretinden dolayı sağ kapıların kullanılması daha emniyetlidir. Karısı ile arka koltuğa oturmak isteyen bir erkek, önce kendi binmelidir; ki kadının binmesi ve inmesi kolay olsun. Kadın önce bindiği takdirde, ileriye doğru kayarak kocasına yer ayırmas gerekecek ve böylece zahmet çekecektir. İnerken de aynı zahmet mevzubahistir. Büyük araçlara kadın, çocuk ve yaşlı kimsenin önce bin-mesindeki sebep, basamaklarda ve kapıda bir ayak kayması veya sendeleme olduğu taktirde arkada duran erkek yardımcı olabilsin. _ ASANSÖRDE * Asansöre binerken kadın, çocuk ve yaşlı kimseler önce binerler. * Çıkarken sağlıklı erkek önce çıkar. Kadın, çocuk ve yaşlı kimse onu takip eder. Sağlıklı genç erkek kapıyı açar, onunla birlikte olan kadın, çocuk ve yaşlı kimse içeri girdikten sonra kapıyı yine erkek kapatır. * Kapıya daha önce gelen kimse, içeri girdikten sonra, Kapıyı kapatmadan evvel arkasına bakmalı; gelen kimse varsa, kapıyı açık tutmalı o-nun da içeri girmesini beklemelidir. Eğer gelen bayan veya yaşlı biTklmse ise; geçmesini beklemelidir. Aynı yaşta iseler, kapıyı 88 tutan kimsenin diğerinin geçmesini beklemesi gerekmez. Kapıyı sonra gelen kapatır. * Aynı yaşta ve cinsiyette olan iki kişi kapıda karşılaştıkları zaman, giren çıkana yol vermelidir. * Aynı cinsiyette olan iki kişi kapıdan geçerken; genç olan yaşlı olana yol vermelidir. Genel Kural: Kapıda olsun, asansörde olsun, yardım ve saygı gören kimse mutlaka diğerine selâm vermeli ve teşekkür etmelidir. LOKANTADA * Hanım ile bey yalnız iseler, çocukları yoksa, iki kişilik masa seçip karşılıklı oturmalıdır. * Çocuklarla birlikte kalabalık bir grup teşkil ediyorlar ise; hanım pencere kenarına oturmalı; müşterilerin gelip geçtiği ayak üstü yerlere oturmamalıdır. * Hanımı ile lokantaya giden bir erkek, ona daima kendisi yardımcı olmalı; bu hizmeti garsona bırakmamalıdır. * Erkek, kadından önce oturmamalı; ona yardımcı olduktan sonra oturmalıdır. ÇARŞIDA, PAZARDA, YOLDA YÜRÜRKEN * Yürürken elleri cebe koymak, yalpalayarak ve sallanarak yürümek nezaket kurallarına uygun bir davranış değildir. 89 * Keza asık suratla, çalımla ve gururla yürümek; değnek yutmuş gibi kasılarak adım atmak kibar ve görgülü insanlara yakışmaz. * Size tebessüm eden ve selâm veren kimselere, tebessümle mukabele etmek ve selâmlarını almak insanlığın gereğidir. * Kalabalıkta yürürken acele edilmemeli, yol açmak için insanları itip kakmamahdır. * Birine çarptığınız veya ayağına bastığınız zaman mutlaka özür dilemeli; bunu mecbur kaldığınızı düşünerek resmî bir ses tonuyla değil; içten gelerek, nâzik bir sesle yapmalısınız. * Sizi iten ve ayağınıza basan kimsenin özür dilemesini beklemeden, siz özür dileyiniz. %; * Kalabalıkta yürürken, sağlıklı genç erkek önde yürü-meli; kadın, çocuk ve yaşlı kimseler onu takip etmelidir. * Kalabalıkta, hava yağışlı olsa dahi, açık şemsiye ile yü-rümemelidir. Şemsiyenin telleri, karşıdan gelen dalgın kimselerin yüzüne, gözüne veya başına çarparak zarar verebilir. * Yolda yürürken şarkı mırıldanmak, sakız çiğnemek, kuruyemiş ve benzeri şeyler yemek nezaket kurallarına aykırıdır. * Yağışlı havalarda kuru ve gölgelikli yerleri seçerek yürümek sağlık açısından iyi olmakla beraber; kalabalık yerlerde bu mümkün olmayabilir. Kuru yerleri seçeyim derken, karşıdan gelenin yoluna dikilmek ve onu yol değiştirmeye mecbur bırakmak nazik bir davranış değildir. * Su birikintilerine basıp etrafa kirli su sıçratmak, kirli suya basmamak için üzerinden atlamak ve bunları yaparken de başkalarını rahatsız etmek, hoş karşılanmayacak kaba hareketlerdir. 90 * Kaldırımda yürürken caddeden hızla geçen bir araba üzerinize kirli su ve çamur sıçratsa dahi nezaketinizi muhafaza etmeli; kaba ve çirkin sözler söylememeli, bağırıp çağırmamalısınız. Zira, bu düşüncesiz hareketi yapan araba ve sürücüsü zaten uzaklaşıp gitmiş bulunmaktadır^ * Maalesef en sık rastlanan saygısızlıklardan birisi de, yolda1 yürürken sağa sola tükürmek, başparmağı ile burnunun bir deliğini tıkayarak yol ortasına sümkürmek ve elindeki çöpü (hatta muz kabuklarını bile) sokağın, caddenin, meydanın en . görünür yerinde iti* na (!) ile yere atmaktır. Özellikle nüfusun hızla arttığı büyük şehirlerde/bunlar artık insaırîık suçu sayılacak davranışlardır. Ortak yaşanan yerlerin böylesine kirletilmesi, davranış kirliliğinin bir neticesidir. SİGARA VE TOPLUMSAL HAYAT Sigara içmeyenlerin azınlıkta olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Baş tarafına zararını azaltsın diye filtre eklenmiş, düz beyaz kağıda sarılan bir parça tütünü ateşle yakıp dumanını çekmek, toplumsal bir mazoşizm haline gelmiştir. "Sigara sağlığa zararlıdır" yazan paketler devletçe üretilmekte ve devlet, vatandaşlarının sağlığına zarar vererek para kazanmaktadır. Bu, işin mizahî yönü.. Bir de toplumumuzdan dumanaltı manzaraları görelim isterseniz.. Toplu taşıma araçları ve sinema, tiyatro, işyerleri, devlet daireleri dahil tüm kapalı mekânlar, bugün dumanaltı tabir edilen bir durumdadır. Maalesef sigara görgüsü hususunda hiçbir kurala riayet etmeyen bir toplum haline geldik. Bu sorumsuz davranışlar, daha ciğerleri havaya doymamış küçücük yavruların dahi sigaraya yönelmesine sebep olmaktadır. 91 Hiç kimsenin sigara kullanmadığı bir toplum oluşturmak şüphesiz zor ÇALIŞMA iLiŞKiLERi VE İŞYERİ ADABI iş. Fakat ciddi bir eğitimle sigara kullanımını azaltmak mümkün gibi geliyor bana. Misafirlerle dolu bir ev. Çoğunun elinde sigara. Duman kesif. Görüş mesafesi oldukça az. Sigara içmeyenler, (onların sayısı çok az) soluğu balkonda, pencere kenarında ve ya sokakta almak zorunda... Tam bir çoğunluk diktatörlüğü yaşanıyor anlayacağınız... Burada sigara içmeyenlerin hakkı ne olacak? Evet, sigara içmeyi engelemek mümkün olmadığına göre, bunu bilinçli olarak kullanmayı teşvik etmek zorundayız. Yoksa üçüncü dünya savaşı sigara içenlerle içmeyenler arasında çıkacak gibime geliyor. Misafirlikte Evinizde istediğiniz kadar sigara tüttürebilirsiniz, sonra da çocuklarınıza sıkı sıkı "Bak oğlum, bu sigara zararlı bir şeydir, sakın kullanma" diye tembihleyebilirsiniz. Fakat misafirliğe gittiğinizde, ne kadar yakın dostunuz, akrabanız olursa olsun, mutlaka "Rahatsız olmayacaksanız bir sigara içebilir miyim?" diye sormalısınız. Ev sahibi de, eğer evde sigara içilmiyor-sa açıkyüreklilikle bunu belirtmelidir. Ev sahibi gayet açık olarak izin vermeden sigara yakmamalıdır.'Eğer sigara içme izni almışsanız, küllerini yere dökmemek en önemli görgü kuralıdır. Maalesef sigara içen bayanların sayısı da günden güne arttığından, buradaki hususlar onlar için de geçerlidir. Tabii bayanlara sigaranın hiç yakışmadığını da ilave ederek... Sokakta 92 Sokaklar sigara içmek için en özgür ortamlardır. Fakat elinde sigara ile yürümek sizin için hafif bir görüntü olabilir. Bir parkta, bir çay bahçesinde veya bekleme halinde sigara içmek daha uygundur. Bayanların sokakta sigara içmesi ise oldukça yakışıksız bir durumdur. İşyerinde Dükkan, fabrika, mağaza, şirket vs. işyerlerinde çalışıyor iseniz, oranın kurallarına uygun davranmalısınız. Sigara içmenin tehlikeli olduğu ve çabuk alev alabilecek nesnelerin bulunduğu bir yerde çalışıyorsanız veya ziyaret etmiş iseniz, burada sigara içmek doğru değildir. Dışarı çıkıp uygun bir yerde içmelidir. TRAFİK Trafik Kazaları Trafik kazalarını incelemekle yetkili makamla- / rm tuttuğu istatislik sonuçlarına göre hata payları şöyle sıralanmaktadır: Sürücülerin kusuru: % 72 Yayaların kusuru : % 18 Araç içindeki yolcuların kusuru: % 3 Bozuk yolların kusuru: % 0.5 Araçların mekanik kusuru: %6.5 Bu sonuçlara göre, trafik kazalarında insan kusuru (sürücü, yaya ve yolcu olarak) toplam kusurların % 93'ünü teşkil etmektedir. Yetkililer sürücülere ait kusurları şöyle sıralamaktadır. 93 - Aşırı hız yapmak. - Dalgın araç kullanmak, dikkatini yola vermemek. - Yorgun ve uykusuz halde araç kullanmak. - İlk geçiş hakkına uymamak. - Hatalı sollama yapmak. - Öndeki aracı çok yakından takip etmek. - Yanlış şeritten gitmek. - Kırmızı ışıkta ve "Dur" levhasında durmamak. - Alkollü iken araba kullanmak. - Hatalı dönüş yapmak. - Acemilik, bilgisizlik, ehliyetsizlik ve bunların sonucu aşırı heyecan. Eşya ve Yolculara Ait Kusurlar însan kusurundan kaynaklanan bir trafik kazası olduğu zaman, mutlaka bir trafik kuralı çiğnenmiş demektir. Araç kusurundan kaynaklanan bir trafik kazası olduğu zaman, mutlaka aracın teknik bakımı ve tamiri ihmal edilmiş demektir. - Yola hatalı ve ani çıkmak. - Yaya kaldırımı varken yolda yürümek. - Yola yakın yerlerde top oynamak, kaçan topun arkasından koşmak. 94 - Yayalara ait kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmek. - Yaya geçidi ve üst geçit dururken, yolu kullanarak karşıya geçmek. - Duran taşıtın önünden yola fırlamak. - Hareket halindeki araçtan yola atlamak. - Hareket halindeki araca binmeye çalışmak. - Araçtan sarkmak, kapıya tutunarak gitmek. - Sürücüyle konuşarak onun dikkatini dağıtmak. Araçlara Ait Kusurlar - Fren patlaması, fren boşalması. - Rot aşınması, kopması veya kırılması. - Lastik patlaması, aşınmış lastiklerin yağmurlu havada kayması. - Far, stop ve dönüş lambalarının bozuk olması. - Cam sileceklerinin bozuk olması. - Makas kırılması, aks çıkması. lala Ait - Yağışlı havadan dolayı yolun kaygan veya buzlu olması. - İşaretle belli edilmemiş virajlar, çukurlar, kasisler. 95 - Havanın sisli olması. - Banket düşüklüğü, kaplama yüzeyi ile banket arasındaki yüksekliğin fazla oluşu ve bunun işaretle gösterilmemesi. - Dar ve sık virajlı yollar. - Kavşaklarda trafik ışığının bulunmaması. - Yaya geçitsiz, kaldırmışız yollar. Trafikte Görgü Kuralları "Hadi aslanım, daha hızlı, daha hızlı..." Büyük şehirlerin en büyük problemi trafik sıkışıklığıdır. Trafik sıkışıklığı işe giden insanların geç kalmasına, evlerine geç dönmelerine, zaman ve yakıt israfına, hava kirliliğine ve nihayet bütün bunların sonucu sinir gerginliklerine, arzu edilmeyen sürücü kavgalarına sebep olmaktadır. - Trafik sıkıştığı zaman korna çalarak önünüzdeki araçların sürücülerini ve yolcuları rahatsız etmeyiniz. Korna çalarak sıkışan trafiği harekete geçiremezsiniz. - Size bağıran bir sürücüye siz de bağırarak gerginliği artırmayınız. Özür dileyerek havayı yumuşatınız. - Kaba sürücülerin çirkin sözlerine ve küfürlerine aynı kabalıkla mukabele ederek onların seviyesine inmeyiniz. Kibar bir dille ikaz ediniz, anlamıyorsa susunuz. Daha ileri giderse plâka numarasını alarak polise şikâyet ediniz. rafik Kazasında le Yapacaksınız? 96 Bir trafik kazası meydana geldiği zaman, çoğu kez, ne araç sürücüleri, ne de yolcular ne yapacaklarını bilmemek te; öyle ki bazan yaralılar olduğu halde sürücüler "hata sen-de-bende" kavgasına tutuşmakta, yolcularda seyretmektedir. "Herşeyin yolunda olduğu normal bir trafik!.." - Kazaya uğrayan araç sürücülerinin ilk yapacakları şey kontak anahtarını kapatarak motoru susturmalarıdır. Böylece muhtemel bir patlamayı veya yangını önlemiş olacaklardır. - Kaza olduğu zaman ya sürücülerden biri veya olaya şahit olan bir vatandaş en yakın trafik polisine haber vermelidir. - Trafik polisi gelinceye kadar araç sahipleri araçları olduğu yerde bırakmalı, trafik polisinin gelip kaza raporu hazırlamasını beklemelidir. Eğer kaza geçiren araçlardan biri yol tarafiğini engelliyor ise, aracın sunucusu aracını yol kenarına çekmeli, gelen trafik polisine bilgi vermelidir. - Kazada yaralananlar var ise, bilen kişiler ilk yardımını yapmalı, onları en yakın sağlık kuruluşunun "acil servis"ine götürmek için yoldan geçen araç sürücülerinden yardım istemelidir. - ister sürücü, ister yolcu, ister görgü şahidi olalım; bir trafik kazasıyla yüz yüze geldiğimiz zaman mutlaka soğuk kanlı ve mantıklı hareket etmeliyiz. Önce kendimizi, sonra çevremizi gözden geçirip bir durum muhakemesi yapmalı, nasıl hareket edeceğimize karar vermeliyiz. - Birileri yaralılarla meşgul olurken, birileri de aracın dörtlü sinyallerini çalıştırarak ve yolun iki tarafına üçgen reflektörler koyarak gelen sürücüleri uyarmalı ve vaktinde yavaşlamaları sağlanmalıdır. Yaralılara Ik Müdahale 97 Sürücülerin hemen hepsi, ehliyet alırken "ilk yardım" dörsi gördükleri halde, nedense çoğu işin inceliklerini ve tekniğiniunutmakta\rastgele hareket etmektedir. Trafik kazalarında ölümün üç unutmamalıyız. ,...;;,, .,.,.;• muhtemel sebebi olduğunu 1. Boğulma: Trafik kazalarında her üç ölümden biri boğulma sonucu meydana gelmektedir. Kazazade bayılmış ise, dilin gevşeyip serbest kalması sonucu, geriye sarkarak nefes yolunu tıkayabilir. Nefes yolunun tıkaması demek, hastanın birkaç dakika içinde boğularak öleceği demektir. , [;;,.. 2. Kan Kaybı: Ağır kanamalar çok tehlikeli olup, kazazade kan kaybından ölebilir. Dış kanamalar, çoğumuzun düşündüğünün ve korktuğunun tersine, kolayca kontrol altına alınabilir. 3. Şok Hali: Bazan şokun belirtileri tam olmayabilir. Ancak işin ehli kimseler, kazazadenin konuşmasından ve davranışlarından durumun ciddiyetini anlarlar. Şok halindeki bir insan, içine düştüğü durumun farkında değilmiş gibi hareket eder. Davranışları ve sözleri şuurlu değildir. Yaralıların aracın dışına taşınması, baygın haldeki kazazadenin solunum yolunun açılması, kırıklara-kanamalara ilk müdahale, kalp masajı, şok halindeki kazazadeye ilk müdahale gibi hususlar başına birer teknik olup, ayrı ayrı açıklanması gereken ve bu kitabın konusunu aşan meselelerdir. SELAMLAŞMA, HAL-HATIR SORMA Selâmın Anlamı Selam, saygının ve sevginin ifadesidir. Selamlaşmak, insanlar arasında münasebetleri pekiştirir. Selâm, Arapça asıllı bir kelime olup "selle98 me" fiilinden türemiştir. "Her türlü ayıp ve fenalıktan uzak bulunmak" mânâsına gelir. Toplulumuzda genel olarak kullanıldığı şekilde "Selamün aleykürrf7" dediğimizde, "Esenlik, huzur ve saadet senin üzerine olsun" demiş oluruz. Ayrıca, bu selamı kullanmakla, selam verdiğimiz kişiye aynı inancı paylaşan bir kimse olduğumuzu belirtmiş ve şöyle demiş oluruz: "Benden sana ne ayıp bulaşır, ne de kötülük gelir. Benden emin olabilirsin." Selâm germenin Şekli Her milletin geleneklerine ve kültürlerine uygun bir selamlaşma şekli vardır. Bazan halkın selamlaşma şekli ile asillerin ve yöneticilerin selamlaşma şekli birbirinden ayrılır. Kimileri şapka çıkarır, kimileri baş eğer, kimileri ellerini başlarına götürür, kimileri ellerini kalplerinin üzerine koyar, kimileri eğilir, kimileri el öper, kimileri kucaklaşır, kimileri öpüşür, kimileri tokalaşır, kimileri yere kapanır (secde eder), kimileri etek öper ve hakeza... Kültürümüzün temel dinamiklerinden biri olan selam, Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte, bütün dünya müslümanlarınm kullandığı şekliyle "Selamün Aleyküm" olarak yerleşmiştir. Bin yıldan fazla bir süredir kullandığımız ve aynı zamanda karşılıklı dua anlamında olan "Selamün Aleyküm" yerine ikame edilmeye çalışılan "Günaydın, Tünaydın, İyi Akşamlar" gibi güneşin hareketlerine bağlı selamlaşma kelimeleri pek rağbet görmemiştir. Günümüzde ise, özellikle gençler arasında kısaca "Selam" şeklinde kullanılmakta veya daha ilginç selamlaşma şekilleri türetil-meye çalışılmaktadır. Her kelimeyi ve kavramı aslına uygun olarak kullanmak gerekir. Karşılıklı iyi temenniler barındıran "Selamün 99 aleyküm -Aleykümselam" şeklindeki selamlaşma tüm Anadolu'da yerleşmiş bir gelenektir. Selâm Vermenin Genel Kuralları * Selâm verirken sesimizi ne çok yükseltmeli, ne de duyulmasını zorlaştıracak şekilde kısmalıyız. * Selâm verirken ses tonumuzu muhatabımıza göre ayarlamalıyız. Kendimizden yaşça ve mevkice küçük birine selâm verirken veya selâmını alırken, sesimize kibirli bir ton vermemeli, sesimiz tevazu ve şefkat ifade etmelidir. * Kendimizden yaşça ve mevkice büyük birine selâm verirken veya selâmını alırken, sesimiz hürmet ifade etmeli; ancak aşırıya varan bir yaltaklanma içine girmemeliyiz. * Kapalı bir mekâna girerken selâm verildiği gibi, çıkarken de selâm verilebilir. Ancak, içeri giren kimse, sık sık girip çıkması gereken biri ise, her seferinde selâm vermesi topluluğu rahatsız edeceğinden buna lüzum yoktur. * Yolda yürürken, otobüste, vapurda iken karşılaştığımız dostlarımızı, komşularımızı, işyeri arkadaşlarımızı selamlarız. Hatta birine adres sormaya kalktığımızda bile, önce selam verip, söze daha sonra girmek gerekir. * Anadolu insanımızın samimiyetinin bir göstergesidir ki, tenha bir yolda karşılaştıkları tanıdık tanımadık herkese selam verirler. * Yolun karşısında gördüğümüz kimseyi, sesimizin son perdesine kadar bağırarak selamlamak doğru değildir. Yanına kadar gidip selamlaşmak gerekir. * Bizi selamlayanlara kibarca karşılık vermeliyiz. Duymazdan gelmek, saygı sınırlarını aşan bir davranıştır. 100 * Bir işyerine girildiğinde selamdan sonra "hayırlı işler" şeklinde temennide bulunmak güzel bir davranıştır. Fakat temenniyi selâm yerine kullanmak doğru ve mantıklı değildir. * Günümüzde resmî dairelerde, askerler arasında, sosyete muhutlerinde, gençlik gruplarında ve halk arasında selamlaşma şekli farklılıklar arze-debilir. Bu farklılaşmada -Batılılaşma adına- hızlı bir kültür değişimine uğramış olmamızın payı büyüktür. Resmf Dairelerde Selâm îş takibi için bir resmî daireye gittiğimiz zaman uymamız gereken bazı kurallar olduğunu unutmayalım: * Her resmî dairenin ve büyük özel işletmelerin işleri kolaylaştırmak için bir "Müracaat" masası vardır. Bir daireye ilk defa uğruyor ve işimizin hangi bölümü ilgilendirdiğini bilmiyor isek, müracaat masasındaki * Müracaat masasına uğramadan, rastgele herhangi bir bölüme gitmek ve işimizle ilgisi olmayan bir memura soru sormak nezaket kurallarına aykırıdır. Böyle yaptığımız taktirde memuru görevi olmayan bir konuda meşgul etmiş, haksız yere onun zamanım almış oluruz. Bazı memurların size kızgın ve sert cevap vermesinin sebebi budur. Günde yüz kişinin bir memura görevi olmayan konularda soru sorduğunu düşünün ve kendinizi o-nun yerine koyun. * Bir memurun işimizi yapmak görevi de olsa, nazik ve kibar davranmayı ihmal etmeyiniz. Nazik bir insana herkesin yardımcı olacağını unutmayınız. * Memurlarla muhatap olurken daima "beyefendi - hanımefendi" diye hitap ediniz. "Kardeş, amca, dayı, abla, ağabey" gibi hitaplar kullanmayınız. Bu tarz hitaplar, karşınızdakinin gözünde değerinizi düşürür. 101 * Eğer muhatap olduğunuz kimse, makam sahibi bir ise, makamı ile hitap edebilirsiniz. "Müdür bey, Müdire hanım" gibi. * Kapalı bir odaya girerken mutlaka kapıyı vurunuz, içeriden "girin" veya" giriniz!" sesi duymadan içeri girmeyiniz. . : * Başınızda şapka varsa, içeri girerken, şapkanızı çıkarınız. * içeri girince, başınızı eğerek selâm veriniz. * Görüşeceğiniz kimseyi veya makam sahibini önceden tanımıyorsanız, onunla bir dostluğunuz yoksa, "selâmun aleykum" veya "merhaba" şeklinde sözlü selâm vermeyiniz. Baş eğmeniz yeterli olacaktır. - .,." * içeri girdiğinizde, görüşeceğiniz kimse, telefonla konuşuyorsa veya yanında başkaları varsa, size söz vermesini yani "Buyurun!" demesini bekleyiniz. * Meramınızı en kısa yoldan, anlaşılır cümlelerle ve kibar bir dille anlatınız. * Evrakınızda bir eksiklik varsa bunları tamamlamanız söyleniyorsa, işin yapılması için ısrar etmeyiniz. Söylenenleri not ediniz ve teşekkür ederek oradan ayrılınız. Bürokrasiden yakınıp işinizi zorlaştırmayınız. 0-radaki makam sahibinin kanunlara ve yönetmeliklere uymakla yükümlü bulunduğunu, kanun ve yönetmelikleri değiştirme yetkisinin ancak TBM-M'de olduğunu unutmayınız. v SELAMLAŞMA, HAL-HATIR SORMA * işinizin çabuk yürümesi için devlet memuruna hediye, bahşiş veya rüşvet teklif etmeyiniz. Devlet Memurları Kanunu'nda hediye, bahşiş, rüşvet verilmesi-almması yasaktır. Devlet memuru, belli bir maaş karşılığında gördev yapmayı taahhüt etmiştir. Maaşın azlığı bahşiş 102 veya rüşvet almasına maazeret teşkil etmez. Zira işe girerken bu maaşa razı olmuş devletin o birimiyle anlaşma yapmıştır. * Devlet memuruna, işgal ettiği makam, yetki ve mesuliyet dolayısıyla bahşiş ve rüşvet verilmektedir; bu ise haksız kazançtır, yetkisini kötüye kullanmaktır. Selâmda * Yaşça küçük olan büyüğe. * Makam ve bilgi yönünden aşağı olan yükseğe. * Yürüyen oturana. * Vasıta üzerinde olan yürüyene. * Az olan grup çok olan gruba. * Kapalı mekâna giren içeridekilere. * Merdivenden inen merdivenden çıkana. * Kapıdan çıkan, kapıda bekleyene önce selâm vermelidir. %Verhaba" Selâm Yerine Geçer mi? Her toplulukta misafire iltifat etmek ve onun kendisini rahat hissetmesini sağlamak için selâm ve hal hatır sormadan sonra, "Lütfen rahatına bak. Lütfen kendini evinde hisset. Lütfen yabancı gibi durma." gibi benzeri sözler söylenmesi âdet haline gelmiştir. Araplarda da selâmdan sonra, "Merhaba ve Sehlen. Ehlen ve Sehlen." demek âdet haline gelmiştir. Merhaba: "Burada genişliğe, rahata 103 kavuştun; kendini ferah hisset, dostlar arasındasın." anlamlarına gelmektedir. Araplarda geçerli olan manaya göre "Merhaba" selâm yerine geçmemektedir. Fakat Türkler'de bilhassa cumhuriyetin ilânından sonra selâm yerine kullanılır olmuştur. Tokalaşma ve Kucaklaşma Tokalaşmak, selamlaştıktan sonra sadece sağ veya her iki eli birden kullanarak karşısındaki kimse ile ellerini birleştirmesidir. Bu esnada halhatır sorulur, karşılıklı iyi dileklerde bulunulur. Tokalaşmak, kültürümüzde yaygın bir adettir. Hatta sık görüşmeyen iyi dostlar karşılaştıklarında, to-kalaştıktan sonra birbirlerine sarılıp ku-caklaşırlar ki, buna da musafaha veya kucaklaşma denir. Ayrıca küçüklerin büyüklerin ellerini öpmesi konusu vardır ki, bu konuda bilgisizlikten kaynaklanan bazı yanlış uygulamalar görülmektedir. Kültürümüzde eli öpülebilecek kimseler, ilim sahibi, dürüst, âdil büyüklerdir. Aksi halde sırf dünyevî mevkî ve makamından, zenginliğinden, şan ve şöhretinden dolayı bir kimsenin eli öpülürse; el öpeni küçük düşüreceği için uygun görülmemiştir. Erkeklerin kadınların elini öpmesi de, hoş karşılanmayan davranışlardandır. ' Kötü Tercüme Ürünü Selamlaşmalar Batı'dan dilimize çevrilen hikâye, roman ve filmlerde selamlaşmada kullanılan hitap şekilleri ve ünlemler komik anlamlar verilerek tercüme edilmekte, bunlar gençlerimizin dilinde dolaşmakta, zamanla alışkanlık haline gelmektedir. îşte birkaçı: 104 -Vaaav! * Herkese merhaba! (Hello every body!) * Nasıl gidiyor? (How is going on?) * Kendine iyi bak! (Take çare yourself!) * Boş ver! (Take it easy!) Batılılarda, Selamlaşmada Takip Edilen Sıra * Evlerde verilen davet ve partilere gelen kimseler önce evin hanımını selâmlar. * Toplantıdan ayrılan erkek bütün bayanların önünde saygı ile eğilir. * Başında şapka bulunan bir erkek, tandığı bir kadınla karşılaşınca şapkasını çıkararak onu selâmlar. Kadın izin vermedikçe şapkasını giymez. Melon ve silindir şapka kenarından, fötr şapka ise yukarısından tutularak çıkarılır. * Kadın elini uzatmadıkça, erkek elini ona uzatmaz. * Kadın eldivenli ise, eldivenini çıkarmadan kendisine selâm veren erkeğe elini uzatır. * Kiliselerde ve cenaze törenlerinde hafif bir baş eğmesi ile selâm verilir. Sözlü selamlaşma ve tokalaşma yapılmaz. * Sinema, tiyatro, konser gibi yerlerde de birbirlerini gören tanıdık kimseler sadece bir baş eğmesi ile selâm verir. * Şapka giyen hanımın eldiven giymesi şarttır. 105 Batı Toplumlarında El Öpme Bizde el öpme saygı ve hürmet ifâde ettiği, yalnız aile büyüklerinin, öğretmenlerin, din büyüklerinin eli öpüldüğü halde; Batılılarda durum bundan farklıdır. * Batılı erkekler, nezaket ve kibarlık gösterisi olarak evli kadınların elini öperler. * Aralarında yaş farkı ne olursa olsun, kadınlar birbirlerinin elini öpmezler. * Eğer bir kadın, bir erkeğe elini öptürür de topluluktaki diğer erkeklere öptürmezse büyük kabalık yapmış sayılır. * Bekâr kadınlarla genç kızların eli öpülmez. * Bekâr bir kadın veya genç kız, kendisi ile tanıştırılan erkeğe öpmesi için elini uzatırsa; bu davranışı hafiflik ve iffetsizlik olarak değerlendirilir. * Bir erkek, kadın izin vermedikçe onun elini öpmez. Öpme işi, dudaklar kapalı olarak ele değdirilerek yapılır. Kadın eldivenli ise, öpme çene değdirilerek yapılır; eldivenin öpülmesi kabalık sayılır. * El öpülmesi sırasında, erkek hafif eğilerek kadının gözlerine bakar ve ona, "Bugün çok şıksınız" veya "Bugün çok güzelsiniz." gibi iltifatlar eder. * El öptükten sonra, öpülen el sıkılmaz. * El öpme işi davetlerde, balolarda, yemekli toplantılarda yapılır. Sokakta el öpülmez. 106 * Davetlilerin toplu olarak bulunduğu salona giren bir erkek, sadece ev sahibi hanımın elini öper. Diğer kadınları eğilerek başla selâmlar. Batı Toplumlarında El Sıkma * Müslümanlar iki elle tokalaşıp el sıktıkları halde, Batılılar tek elle tokalaşırlar. * El sıkışma sırasında eller aşağı yukarı hareket ettirilmez. * El sıkışmada daima sağ el kullanılır. * Karşılaşma ve tanışma sırasında, önce kadının elini uzatması beklenir. Kadın elini uzatmadığı taktirde, erkek el uzatmaz. Bu taktirde erkek hafif bir baş eğmesi ile kadını selâmlar. * Kadının el uzatma biçiminden sadece el sıkmak mı yoksa elini öptürmek mi istediği kolayca anlaşılır. Elini aşağıda tutarak uzatırsa, sadece el sıkışmak istediği anlaşılır ve eli öpülmez. Yukarı kaldırarak uzatırsa, erkeğe elini öpebileceğini ima etmiş sayılır ve mutlaka öpülür; öpülmezse büyük kabalık ve hakaret sayılır. * Bir kadın erkeğe elini uzattığı zaman erkek şapkalı ise mutlaka şapkasını çıkarması gerekir; fakat kadın şapkasını ve eldivenini çıkarmaz. Batı kültürüne özenen ve kadın erkek ilişkilerinde oldukça serbest davranan bazı Türk erkekleri, Batı geleneklerini de aşarak, kendisi ile tanıştırılan bir bayana elini uzatmakta; onu kendisi ile el sıkışmaya mecbur bırakmaktadır. Halbuki Avrupa geleneğinde erkek kadının elini uzatmasını bekler; uzatmadığı taktirde el sıkışma olmaz. Sadece baş işareti ile selâmlaşılır ve hal-hatır sorulur. TANIŞMA VE TANIŞTIRILMA ' - Takdim edeyim efendim, Kaya Bey!.." 107 Arkadaşlığa ve Dostluğa İlk Adım EK ÇOK arkadaşlıklar ve yakın dostluklar tanışma ile başlamıştır. Öyle ki, bazan yeni tanışanlar eski tanışları gölgede bırakacak uzun ömürlü dostluklar kurmuşlardır. Tanıştırılan iki kişi huy, şahsiyet, sosyal seviye, bilgi ve inanç yönleriyle uyuştukları, birbirine değer verdikleri nisbette hemen kaynaşıverir; arkadaşlıkları kısa zamanda dostluğa dönüşür. İnsanlar çok çeşitli ve değişik zamanlarda, şartlarda, yerlerde ve ortamlarda tanışırlar. Ya bir olay sırasında bizzat, veya birileri tarafından do-layılı olarak tanışırlar. Tanıştırılmada sıra daima aşağıdan yukarıya doğrudur: - Küçük büyüğe - Talebe hocaya - Memur âmire - Askerlikte ast rütbede olan, üst rütbede olana - Erkek kadına - Genç kız evli erkeğe ve kadına - Tek kişi topluluğa - Yeni gelenler önceden gelenlere takdim edilir. - îki kişiyi birbiri ile tanıştıran şahsın nâzik ve güler yüzlü hareket etmesi gerekir. Tanıştırma hitabı, kişilerle olan samimiyetimize, yaşlarına ve sosyal statülerine göre değişir. 108 - Eğer bir öğrenci bir öğretim görevlisi ile ta-nıştırılacaksa, tanıştıran da öğrenci ise, "Hocam, izin verirseniz, size arkadaşım Kenan Yıldınm'ı tanıtmak istiyorum." diye saygılı bir ifâde kullanmalıdır. - Büyük elini uzatmadan, küçük elini uzatmamak, büyükten önce hatır sormamalıdır. Büyük elini uzatıp "Na-sılsıız, iyi misiniz?" dedikten sonra, küçük de elini uzatır; el sıkışırken "Teşekkür ederim, efendim. Siz nasılsınız? veya sadece Teşekkür ederim, efendim" diye mukabele eder. - Tanıştırılacak kişiler arasında fazla yaş farkı yoksa ve sosyal statüleri de birbirine yakın ise, tanıştıracak şahsın izin istemesine gerek yoktur. "Ahmet Bey, size arkadaşım (veya dostum) Celal Bey'i tanıştırayım." diye takdim etmek yeterlidir, îki taraf birbirini beklemeksizin el sıkışır, "Nasılsınız, iyi misiniz?" diye hatır sorar. - Tanıştırılan kişilerin, birbirlerine isimleri ile hitap ederek hal hatır sormaları hoş bir inceliktir. İnsanlar başkalarının ağzından isimlerini duymaktan zevk alırlar. - Tanıştırıldığınız kişinin adını doğru anladığınızdan şüphede iseniz; adını yanlış söyleyerek mahcup olmaktansa; işin başında "Affedesiniz adınızı yanlış duymuş olmaktan korkuyorum; Celil Cumalıoğlu'ydu değil mi?" şeklinde nazikçe sorabilirsiniz. * Ayakta bir kişi, oturan bir kişi ile tanıştırılıyor ise; oturan yeriden kalkıp tanıştığı kimseyi ayakta karşılamalıdır. , * Tek kişi topluluğa tanıştırılıyor ise, topluluğun ayağa kalkması gerekmez. * Tanıştırıldığınız kişiyi önceden tanıyor iseniz ve tanıştırmak isteyen kimse de bunu söylemenize fırsat bırakmadan takdim işine başlamış ise, bırakın devam etsin. Tanıştıranın sözünü yarıda kesip onu mahcup duruma düşürmeyiniz. Tanışma işi olup bittikten sonra 109 söylemeniz daha uygundur. Böyle durumlara düşmemek için, en iyisi, takdime "Ahmet Bey, Celâl Bey'i tanıyor musunuz?" sorusu ile başlamaktır. * Aileden bir kişiyi tanıtırken soyadı söylenmez. "Ağabeyim Hüseyin. Babam Süleyman." demek yeterlidir. * Tanıştırdığınız kişiyi unvan ve özellikleriyle birlikte takdim edebilirsiniz: "Genel Müdürümüzün babası Ali Korkmaz Bey." gibi. * Tanıştırılan tarafların birbirlerine nazik ve saygılı davranması, tanışma şurasında göz göze gelip tebessüm etmeleri nezaket gereğidir. Halk arasında, "Say beni, sayayım seni." diye muşhur bir söz vardır. Tanıştırılma sırasında ciddi ve kayıtsız davranmak, başka tarafa bakmak, gururlu bir tavır takınmak görgüsüzlük ve nezaketsizlik olarak telakki edilir. * Bir müessese veya firma adına bir yere başvuran kimse, kendi adını değil firmasının adını vermelidir. Çünkü orada kendi adına değil, firması adına bulunmaktadır. Vasıtalı Tanışma Bir kimseyi, bir başkasına mektupla, kartvizitle, telefonla tanıştırmak ve tavsiye etmek de mümkündür. Bir işin görülmesi için alınan ve yardım talep eden kartvizitler bundan müstesnadır. Kartı götürdüğünüz makama kendinizi tanıtmanız gerekmez. Kart sahibinin adını zikrederek, "Efendim, ben filanca tarafından geliyorum. Size bu kartı gönderdiler, selâmları var." gibi bir başlangıç yaptıktan sonra kart uzatılır, okunması beklenir. Karşı taraf kartı okuduktan sonra, doğrudan maksadınızı anlatabilirsiniz. îş mektubu, kartvizit gibi vasıtalarla tanıştırılan kişi, mektubu alan kişiden sıcak bir ilgi ve samimiyet beklememelidir. Zira tanışmanın sebebi işe dayanmaktadır, işin görülmesi halinde maksat hâsıl olmuş sayılır. 110 Elinde bir tavsiye mektubu veya kartvisit bulunan kimse, elindeki vasıtayı ilgili makama götürmeden önce telefonla randevu alması hem işin görülmesi hem de nezaket kuralları yönünden daha isabetlidir. Bana Mengene Yusuf Derler UĞUN SEVİNÇLİYİM. Ziyaretçim var. Uzun zaman aynı sırayı paylaştığımız bir okul arkadaşım beni görmeye geliyor. - Haltere başladım! diyor telefonda. - Ne güzel!... diyorum, artık sana "Sıska ibo" diyemeyecekler. Keyifleniyor: - Yusuf'un sayesinde başladım... Aynı dairede çalışıyoruz. Devam ettiği "Halter Kulübü"ne beni de götürüyor. Çok iyi bir arkadaş; onunla tanışmanı isterim. - Sen tavsiye ettikten sonra, neden olmasın... Fırsatı değerlendiriyor: - Gelirken Yusuf'u da getireceğim. -Hay hay! Getir tabiî... - Karşında yepyeni bir İbo bulacaksın. Adaleli ve güçlü bir ibo... Hey gidi İbrahim! Halter kim, sen kim?.. Telefonda bunu söyleyemiyorum tabiî... "Sıska" lakabıyla çağırdığımız zaman çok kızar, idareye gider, "Bana lakap takıyorlar." diye şikâyet ederdi. Zavallı, halter çalışmakla, uzun zamandır bastıramadığı aşağılık duygusundan kurtulacağını sanıyor... 111 Tam saatinde geliyor. İçeriye öyle bir komik girişi var ki, görülmeye değer. Hindi gibi kabarmış, baş dik, göğüs ileride, kollar gergin... Sırıtarak: - Vay, Sürmenaj gömülmüşsün... Osman! diyor, yine kitapların arasına - Artık çocuk değiliz; bırak şu zevzekliği... diyorum. Kucaklaşıyoruz. Kollarının bütün gücüyle sıkıyor beni... Gülüyorum. - Nasıl, güçlenmişim değil mi? diye soruyor. - Bu yaştan sonra halter de nesi be ibrahim? Arkadaşını gösteriyor: - Öyle deme! Yusuf alınır sonra. - Hoş geldiniz! diyorum Yusuf'a, elimi uzatıyorum. Aman Allahım! Keşke uzatmaz olaydım... Adam elimi avucunun içine alıyor ve öyle bir sıkıyor ki; neredeyse parmaklarım kırılacak!.. Acıdan mosmor kesiliyorum. Bağırma-mak için kendimi zor tutuyorum. Yüksüğüm parmaklarımın etine gömülüyor. Elimi bıraktığı zaman dayanamayıp İbrahim'e dönüyorum: — Arkadaşın gerçekten güçlü bir halterciymiş; az kalsın parmalarımı kırıyordu... Arkadaşı keyifle sırıtıyor: 112 — Övünmek gibi olmasın; bana "Mengene Yusuf" derler... Yusuf yaptığı kabalığın farkında bile değil... Keyfim iyice kaçıyor. "Vah ibrahim! Vah zavallı arkadaşım.." diyorum içimden... "Nasıl oluyor da böyle geri zekâlı bir adamla arkadaşlık yapapiliyorsun?.. İstediğin kadar halter çalış... Fil kadar da güçlü olamazsın ya... Sağlıklı zayıf bir vücudun sana ne zararı var? Tahtakale hamalları bile senden daha güçlüdür. Haydi onlar adale gücüyle para kazanıyorlar. Ya sen? Sadece bir "Sıs-kı İbo" lakabından kurtulmak için mi bunca zahmete katlanıyorsun? Bilmez misin ki, insan meclisinde zekî, kibar ve bilgili kimselere değer verilir. Kasları güçlü olana değil..." Bütün bu içimden geçenleri eski okul arkadaşıma söyleyemiyorum tabiî. Söylesem de beni anlayacağını sanmıyorum... KONUŞMA VE HİTAP Görgü ve nezaketin en bariz göstergesi dildir. Sonra hal ve davranışlar gelir. Bir insanın telaffuzundan ve imlâsından, o insanın, kültür seviyesini tahmin etmek zor değildir. Çünkü kelimeleri doğru te- (' leffuz etmek, cümleyi imlâya uygun kurabilmek ancak belli bir a eğitimden sonra mum"f kün olabilmektedir. Eğitimin dile ve davranışlara aksedip alışkanlık haline gelmesi de çevreye bağlıdır. İnsan, ancak uygun bir çevrede güzel alışkanlıklar kazanabilir. Görgü ve nezaket kurallarını bilmek başka, tatbik etmek başkadır. Çünkü görgü teorik bir bilgi değil; bir hayat tarzıdır. Okulda, iş yerinde, evde, çarşıda, piknikte, insanla temas halinde olduğumuz her yerde söz ve davranışlarımızla karekterimizi belli ederiz. İnsanlar söz ve davranışlarımıza bakıp hakkımızda bir kanaat edineceklerdir. İnsanları Nasıl Çağırmalı? İnsan sosyal bir varlıktır. Kimse tek başına yaşayamaz. Yine kimse tek başına kendi kurallarını kendi koyamaz, içinde yaşadığımız toplumun değerlerine uymak, uymadığımız yerde kendi tercihimizi 113 zorla kabul ettirmeye çalışmamak, hele kaba kuvvete asla başvurmamak, kırıcı ve alaycı dil kullanmamak görgü kurallarının icâbıdır. Buna sosyoloji dilinde "çevreye uyum" denir. Her çevrenin benimsenmiş ve peşin hüküm halini almış normları vardır. Bu normlara uymayan insan "anormal" kabul edilir ve daima çevre tarafından sosyal baskıyla maruz kalır. Sosyete çevrelerinde normal kabul edilen ve rağbet gören bir tip, hapishanede "anormal" damgası yer ve bir çeşit sosyal baskıya alınır. Aşağılanır, alaya alınır, isim takılır. Okul ve askerî çevrelerde sivri tiplere lakap takılması alışkanlık haline gelmiştir. Kimi lakaplar sevimli ve hazmedilir cinsten olmakla beraber; çoğu zaman küçük düşürücü, onur kırıcıdır. Siz, görgülü ve nazik biri olarak, her ne suretle olursa olsun, asla arkadaşlarınıza lakap takmayınız. * ismini bilmediğiniz bir çocuğu çağırırken "Hey, ufaklık! Hey, çocuk! Hey, küçük!" demeyiniz. Evli iseniz, "Oğlum! Kızım! Evlâdım!" deyiniz. Bekâr ve genç iseniz, "Kardeş!" deyiniz. * Kendinizden büyük olanlara ve yaşıtlarınıza daima "siz" diye hitap ediniz. "Sen" diyebilmeniz için şu şartlar gereklidir: - Kişi sizden küçük, hatta çocuk olmalıdır. - Aileden biri olmalıdır. - Çok samimi arkadaşınız olmalı ve bu hitap şeklinize alınmamalıdır. * Gerçek akrabalık bağının dışında sizden büyük olanlara "Amca, Dayı, Teyze" diye hitap etmeyiniz. Daima "Beyefendi, Hanımefendi" deyiniz. 114 Aynı kelimeyi tekrar etmek zorunda kaldığınız zaman kısa şekliyle "Efendim" deyiniz. * Kendinizden büyük olsun, küçük olsun insanları kaba kelimelerle çağırmayınız. Şu kelimeleri kim duyunca hoşlanır: "Hey, baksana! Hey, bana bak! Bir dakika baksana! Hey, sana sövlüvorum!" Konuşurken Dikkatli Olunuz * Konuşurken masaya vurulmaz, elde anahtar, zincir v.s. herhangi bir nesne ile oynanmaz * Cümle sonlarında "Anlaşıldı mı? Anladın mı? Anlatabildim mi?" denmez. * Yine cümle «Konuşmam, bitirmeden önce... sonlarında tasdik bekleyen sorular da sorulmaz: "Değil mi ama? Doğru değil mi? Öyle değil mi? Siz de aynı fikirdesiniz değil mi? Haklıyım değil mi?" denmez. * Karşınızdaki kişinin veya kişilerin siz konuşurken esnediklerini, saatlerine baktıklarını, birbirleriyle fiskos ettiklerini veya gözlerini çevredeki eşyada gezdirdiklerini farkettiğiniz zaman anlattığınız konu onların ilgisini çekmiyor demektir. Bu durumda en iyisi cümlelerinizi toparlayıp konuşmaya son vermek ve dinleyicilere teşekkür etmektir. İnsanların sizi zorla dinlemelerini sağlamak için araya yapmacık fıkralar sıkıştırmaya, türlü şaklabanlıklar yapmaya hiç gerek yoktur. Bu davranışınız sizi daha da çekilmez biri yapmaktan başka bir işe yaramaz. insanlar sizi dinlemiyor diye onları bilgisizlikle, görgüsüzlükle ve saygısızlıkla itham eden, îmalı ve iğneli sözler kullanmayınız. * Jestler konuşmaya zenginlik katar, dikkât uyandırır. Ancak yapmacık ve kaba jestler geri tepen silah gibidir. En iyisi olduğu gibi 115 görünmek, daha önce alışkanlık denemeye kalkmamaktır. haline getirmediğimiz jestler * Samimi arkadaş ve aile toplantılarının dışında argo kullanmayınız. Ancak fıkra ve anektotlarda kahramanın diliyle konuşurken argo kullanılabilir. Argo kelimelerin de âdaba uygun olanları ve olmayanları vardır. Nerede olursa olsun, âdaba uymayan çirkin argodan sakınınız. Bir İstekte Bulunurken Maddî olsun, manevî olsun, büyük olsun, küçük olsun birinden bir şey isterken "Lütfen" deyiniz: - Lütfen, geçebilir miyim? - Lütfen, alır mısınız? - Lütfen, verir misiniz? - Lütfen, kapıyı örter misiniz? - Lütfen, radyonun sesini kısar mısınız? - Lütfen, parayı alır mısınız? "Lütfen," teşekkürün ikiz kardeşidir. Lütfensiz teşekkür, teşekkürsüz lütfen nezâkete gölge düşürür. Lütfen ve teşekkür gönülleri fetheden iki sihirli kelimedir. Görgü ve nezaket sarayına bu i-ki kelime ile girilir. ÖZÜr Dilemekten Çekinmeyiniz 116 Atalarımız, "Hatasız kul olmaz." derken; insanların birbirlerine anlayış göstermelerini, affedici ve bağışlayıcı olmalarını istemişlerdir. Olaylar ve sebepler dünyasında yaşıyoruz. Doğrular kadar yanlışlar da hayatın inkâr edilmez gerçeklerindendir. Hepimiz, şu veya bu sebeple, bilerek veya bilmeyerek bazan hata yaparız. Bu hatalar netice itibariyle ya sadece kendimizi ya da başkalarını üzer. Bu hatadan başkaları zarar görmüş ise, üzüntümüz bir kat daha artar. Bunu düzeltmek için, hatadan zarar gören veya incinen kimselerden özür dilemeli; maddi zarara uğramışlar ise, zararlarını karşılamalıyız." Emanet aldığımız bir şey kırılmış, hasar görmüş veya kaybolmuş ise; mutlaka o şeyin yenisini almalı, sahibine iade ederken özür dilemelidir: * Özür dilerim, kaleminizi kaybettim. Buyurun, yenisini aldım, lütfen kabul edin. Eğer kırılan şey tahmin bir parçası ise; takımı ile birlikte yenisini almalıdır. Aynı takırfiî bulamadığımız taktirde, aynı değerde, benzer bir takım almalı; özür dileyerek iade etmeliyiz. * Kalabalıkta birine çarptığınız zaman. , * Birinin ayağına bastığınız zaman. * Birinden yol istediğiniz zaman. * Birine adres soracağınız zaman. * Konuşurken öksürdüğünüz zaman. * Kısaca, başkasını rahatsız ettiğinizi hissettiğiniz her söz ve davranışınızdan sonra özür dileyiniz. 117 Özür dilemek sizi başkalarının yanında küçük düşürmez. , * Bir teklifi veya fikri reddederken de mutlaka özür dileyiniz: * Özür dilerim, size cevap verecek durumda değilim. * Özür dilerim, sizinle aynı fikirde değilim. * Özür dilerim, davetinize katılamayacağım. Aynı saatte bir iş toplantısına katılmam gerekiyor. < Yaşınız, kültürünüz, mevkiniz ne olursa olsun; size yapılan her yardıma, her iyiliğe teşekkür ediniz. Karşınızdaki şahsın sosyal durumu, görevi, yaşı ne olursa olsun -ister hizmetçi, ister müstahdem, ister kapıcı, ister garson olsun- bir teşekkürle gönlünü almak sizi küçültmez. Bilhassa o insanların hizmet arzusunu, isteğini, size karşı olan saygısını artırmış olursunuz. * Teşekkür, tebessümle beraber daha güzeldir. Tebessüm, sizin teşekkürde samimi olduğunuzu gösterir. Asık bir suratla ve dil ucuyla söylenmiş teşekkür kimseyi memnun etmez. "\Size teşekkür eden kimseye mutlaka cevap veriniz. Susmak ve duymazcadan gelmek, teşekkürü kabul etmemek demektir. Teşekküre cevap vermek zor değildir. Yaptığınız yardımda samimi olduğunuzu göstermek istiyorsanız güler yüzle şu cevaplardan birini veriniz: - Bir şey değil. - istirham ederim. - Estağfirullah. 118 - Beni mahcup ediyorsunuz. - Ben teşekkür ederim. İsimleri Unutmayın Psikoloji uzmanlarının tesbitlerine göre insanın kulağına en hoş gelen ses kendi ismidir. Dünyada hiç kimse isminin unutulmasını ve yanlış söylenmesini hoş karşılamaz. Siz, siz olun, tanıştığınız insanın ismini unutmayın, ilk fırsatta not defterine kaydediniz. Görgü ve nezaket kurallarını bilen insanlar, ilk fırsatta, tanıştığı insanın adını, işini memleketini, kimin vasıtasıyla tanıştığını not defterine kaydeder. Kartvizit taşımanın temel esprisi de budur, ilk tanıştığınız kimseye kartvizitinizi vererek sizi hatırlamasına yardımcı olunuz. Eğer tanıştığınız kimsenin adını ilk söylenişte anlamamış, kaçırmış iseniz; nazikçe sorunuz: - Özür dilerim, lütfen adınızı tekrar eder misiniz? - Özür dilerim, adınızı yanlış işitmiş olmaktan korkuyorum... Abdulfettah Çulcuoğlu dediniz, değil mi? Yanlış bir isim söyleyerek mahcup olmaktansa, sormak daha iyidir. Adını sorduğunuz için kimse sizi kınamaz. Tanıştığınız kimse protokolda adı geçen yüksek makam sahibi biri değilse adının sonuna Bey ekleyerek hitap etmeniz en normalidir. - Tanıştığımıza memnun oldum Ahmet Bey. Nasılsınız? Diyelim tanıştığınız kişi belediye başkanıdır. Bu durumda adı ile hitap etmek yerine makamının başına sayın ekleyerek hitap etmelisiniz: 119 - Tanıştığımıza memnun oldum, Sayın Başkan. Nasılsınız, efendim? Saygı ve iltifatta aşırıya gitmek hafifliktir; size puan kaybettirir: - Sizi tanımaktan şeref duydum, saygıdeğer başkanım. Zatıâileriniz nasıllar, efendim? İltifatta aşırı gidenler, Osmanlıca kelimeler kullanırken telaffuz ve imlâ yanlışları yaparak iyice gülünç duruma düşerler: - Çok saygıdeğer Belediye Başkanımız, Fabrikamıza teşrif etmişlerdir. Halbuki bunun doğrusu şudur: - Sayın Belediye Başkanı fabrikamızı teşrif etmişlerdir. Sık yapılan hatalardan biri de "zatıâlileri" yerine "zatıâliniz, zatıâlileri-niz" hitap şekillerini kullanmaktır: - Zatıalinizin buyurduğu gibi... denmez. - Zâtıâlilerinin buyurduğu gibi..... denir. - Bu iyiliğinize müteşekkir oldum, efendim.... yerine; - Bu iyiliğinize müteşekkirim efendim...... denmelidir. Reddederken Nazik Olunuz - Eğer bir davete katılmak istemiyorsanız, sakın, "daha önemli bir işim var." demeyiniz. Bu davet sahibini küçümsemek anlamına geleceğinden kırıcı bir reddetme olur. - Karşınızdaki şahsın ileri sürdüğü fikir veya görüş size ne kadar saçma ve mantıksız gelirse gelsin; bunu açıkça söylemekten sakınınız. Kırıcı olmayınız. Tümden red ve tümden kabul, fikirsiz insanların özelliğidir. Bilmediğiniz bir konuda, sırf karşınızdaki şahsı memnun etmek için: 120 - Çok doğru söylüyorsunuz. - Çok haklısınız. - Size tamamen katılıyorum. Demeyiniz. Olur ki, size o konuda bir soru sorulur da cevap veremezsiniz veya konu ile ilgisiz bir cevap verirsiniz de mahcup olursunuz. Aynı şekilde, fikrini paylaşmadığınız bir kimseye; - Amma da saçmalıyorsun! - Amma da atıyorsun! - Ne ilgisi var, canım? - Çok mantıksız konuşuyorsun! Demeyiniz. Böyle "tümden red" cevaplarla karşınızdaki şahısla diyalogunuzu koparır, köprüleri yıkar; bir düşman kazanmış olursunuz. Batılılar, bizdeki "Renkler ve zevkler tartışılmaz." sözünün yerine daha geniş ve daha anlamlı olarak şöyle derler: "Dinde, politikada, modada, sporda münakaşa olmaz." Aslında münakaşa ve söz düellosu şeklinde hiçbir konuda problem çözmek mümkün değildir. Yine Batı âdabında denir ki: Eğer mutlaka karşı görüş belirtmeniz gerekirse, "Bana göre... " diye cümleye başlayınız. Çünkü size göre öyle olan bir fikir, başkasına göre öyle olmayabilir. 121 GÜLSÜM ANAYİ HATIRLIYORUM. İlkokul son (^T sınıfa gidiyordum. Babam, bir akşam yanında üç yabancı ile birlikte eve geldi. Anneme seslendi: - Hâtûn! Tanrı misafiri getirdim. Annemin yüzü sevinçle aydınlandı: - Tanrı misafiri başımız gözümüz üzerinedir. Hoş gelmiş, safalar getirmişler. Yabancılar mahcup ve şaşkın öylece bakakaldılar. Annemin sevincine bir anlam veremiyorlardı... Çarşıda babama rastlamışlar: - Buranın yabancısıyız... demişler; iki geceliğine kalabilecek bir otel arıyoruz. Bize yardımcı olur musunuz? Üç kişilik bir aile. Anne-baba, üniversite giriş sınavına katılacak olan oğullarını yalnız bırakmamak için birlikte gelmişler. Memleketimiz küçük bir Doğu Anadolu vilayeti olduğu için ancak birkaç oteli vardı. Önce gelenler otelleri doldurmuş. Babamla birlikte bütün otelleri dolaşmışlar; fakat hepsinden de "Yerimiz yok." cevabını almışlar. Ailenin üzüldüğünü gören babam: - Buyurun! demiş, bize gidelim. Aile reisi, ancak ücret karşılığı olursa kabul edeceğini söylemiş. Babam gülmüş: - Sizin âdetleriniz nasıldır bilmem; ama biz hâlâ Osmanlı geleneğini sürdürüyoruz... demiş. Bizde misafire yapılan hizmet karşılığında ücret almak görgüsüzlük ve ayıp sayılır!.. İnancımız odur ki, misafir 122 rızkı ile beraber gelir ve evin bereketini artırır... Allah'a şükür, altınıza serecek yatağımız, önünüze koyacak çorbamız vardır. Hava iyice kararmış, akşam ezanı okunalı epey olmuştu. Annem ne yaptı yaptı, buldu buluşturdu, bir saat içinde dört çeşit yemek hazırladı. Misafir hanımın ağzı bir karış açık kaldı. Akşam yemeğinden sonra koyu bir sohbet başladı. Çaylar içilirken annem delikanlıya dönüyor: - Kurban oğul! diyordu, göreyim seni. Suallerin hepisini cevapla da ananın babanın emeğini boşa çıkarma. Sen akıllı bir çocuğa benziyorsun. Vallahi içime doğdu; kazanacaksın... Okuyup büyük adam olacaksın. Misafir odasını karı-kocaya ayırdık. Benim odayı da delikanlı ile paylaştık. Annem onun yatağını sererken sıkı sıkı tenbih etti: - Aman oğul, yatarken okumayı unutma! Evveli âyet-el kürsi, ahiri üç kulhuvallah bir elham. Önce sağına, sonra soluna üfle. Sırtüstü yat. Büyüklerden işitmişim ki şeytan karın üstüne, gâvurlar soluna, peygamberler sağma, veliler de sırt üstüne yatarmış. Haydi kurban, Allah rahatlık versin! Annem çok saf bir kadındı. Sıcak kanlıydı. Herkesi kendi gibi bilir, hemen kaynaşıverirdi. Misafirlerimiz de çok iyi, cana yakın, nazik bir aileydi. Bize yük olmamak için yemekleri dışarıda yemek istedilerse de annem izin vermedi. İki gün boyunca sıcak, samimi ve hoş vakitler geçirdik. Sınav günü sabahı hepimiz ayaktaydık. Kahvaltıya oturduğumuz zaman, annem, delikanlının önüne bal ve tereyağı tabaklarını sürerken kıskanmadım desem yalan olur. Süt dolu bardağı uzatırken: 123 - Ye kurban, çekinme! diyordu; baldan, tereyağından bolca ye. Ye ki zihnin açılsın. Süt komşudan geldi. Sıcak ve taze... Haydi, iç de bir daha koyayım. Delikanlı sınava giderken, annem okudu, üfledi, sırtını sıvazladı. Anne baba mütebessim onları seyrediyordu. Delikanlının gözleri doldu: - Sınavımın kolay geçmesi için dua et Gülsüm Ana! dedi. Annem ellerini dizlerine vurdu. Nedense heyecanlandığı zaman hep böyle yapardı: - Vay kurban! Vay hayran! Söylemene ne hacet? Gönlünü ferah tut. Hiç korkma! Şöyle sakin sakin, düşüne düşüne cevap ver. Delikanlı, yanında annesi babası olduğu halde, sınavdan memnun döndü. Sınavın çok iyi geçtiğini söyledi. Annem sevinçten uçacak gibiydi: - Ben demedim mi, oğul? Sen akıllı bir çocuksun. Okuyup büyük adam olacaksın... Misafirlerimizi otobüs garajına kadar götürüp uğurladık. Delikanlının babası vedalaşırken babama döndü: - Huso Ağa! dedi, bu iyiliğinizin altından nasıl kalkacağız? Bir hediye almamıza bile izin vermedin... İki ay sonra "adrese teslim" bir paket aldık. Açtık. İçinden bir eşarp, bir çift kadın ayakkabısı, bir elbiselik kumaş, bir dolmakalem, bir de otomatik saran tütün tabakası... Paketten çıkan kartta dolmakalemin bana, tütün tabakasının babama, gerisininde anneme ait olduğu yazılıydı... Delikanlı ayrıca şu notu ilâve etmişti: "Gülsüm Ana, müjde! Makine Mühendisliğini kazanmışım. " 124 Annem bir sevinç feryadı kopardı. Ellerini dizlerine vurdu: - Uy, anam! Kazanmış, ha!.. Ardından soru dolu gözlerle babama baktı: - Efendi, Makine Mühendisi ne demek? Babam şöyle bir düşündü. Bilgiç bir tavırla: - Hatun... dedi, Makine Mühendisi demek çok büyük bir adam demek!... Bu cevap anneme yetti. Dedim ya çok saf bir kadındır. Gururla mırıldandı: - Daha görür görmez anlamıştım, zahir... "Bu oğlan büyük adam olacak." demiştim. TELEFONDA Telefon Konuşmaları YÜZ YÜZE konuşmalarda olduğu gibi, telefon konuşmalarında da nezaket ve görgü kuralları esastır. ••• * Kelimeler ne çok yavaş ne de çok hızlı telaffuz edilmelidir. Hızlı konuşmaların elektronik çevirim sırasında parazite dönüşerek kaybolduğu unutulmamalıdır. * Hat arızası yüzünden karşı tarafın sesi zayıf geldiği zaman, kendi sesinin de zayıf gittiğini düşünerek bağıra bağıra konuşanların sayısı az değildir. Telefonda ba* ğırarak zayıf giden bir sesi yükseltemezsiniz. Santraldeki yükselticiler, siz bağırsanız da, sesi belli bir tonda tutarak karşı tarafa ulaştırır. 125 * Telefon çaldığı zaman, zil sesinin susmasını bekleyip ahizeyi öyle kaldırınız. Zil çalarken ahizeyi kaldırdığınız taktirde, zil voltajı kulaklığa gelerek sizi rahatsız edebilir. •ri! * Ahizeyi elinize alır almaz "Alo, evet, buyurun!" gibi kelimeler kullanmayınız. Karşı taraf yanlış numara çevirebileceği gibi, çevirdiği numaranın doğruluğundan emin olmak ister. Yanlış anlamalara ve zaman kaybına sebep olmamak için kendinizi, telefon numaranızı veya şirketinizin adım takdim ederek başlayınız: - "Burası 231 61 72, buyurun! - "Ben Mustafa Kılıç, buyurun!" - "Anadolu inşaat A.Ş., buyurun efendim!" gibi. "Aloo, sesin gelmiyor, bağır bağır!. * Telefonla biri-ni veya bir kurumu aradığınız zaman, karşı taraf kendisini tanıtmazsa, "Orası neresi? Kimsiniz?" gibi kaba sorular sormayınız. Nazik bir s-os tonuyla: - "Kiminle görüşüyorum, efendim?" - Orası Anadolu inşaat A.Ş. mi, efendim?" gibi ifâdeler kullanınız. * Telefonunuz çaldığında, ahizeyi kaldırıp kendinizi takdim ettiğiniz halde; karşı taraf kim olduğunu söylemezse ve sesinden de tanıyamıyor iseniz yine nâzik bir lisanla: - "Kiminle görüşüyorum, efendim?" 126 - "Özür dilerim efendim, kiminle görüşüyorum?" diye sorup karşı tarafın kendisini tanıtmasını sağlayınız. * Eğer karşı taraf yanlış numara çevirmiş ise; bunu nâzik bir dille anlatınız: - "Özür dilerim efendim, o isimde birini tanımıyorum; galiba yanlış numara çevirdiniz." - "Kaç numarayı aramıştınız, efendim? Burası aradığınız numara değil, özür dilerim." * Karşı taraf yanlış numara çevirdiği ve özür dilemediği hallerde dahi siz yine nâzik davranınız. * Yanlış numara çevirdiğiniz zaman karşı taraftan en kibar şekilde özür dileyiniz. * Telefonla konuşurken başka bir işle meşgul olmayınız. Karşı taraf sizi görmediği halde, ses tonunuzdan dikkâtinizin dağıldığı anlaşılacaktır. Zira insan aynı anda iki işle birden meşgul olamaz; mutlaka dikkati dağılır. * Genel kurala göre, telefonu arayan kişi kapatır ise de; bu hak sıraya bakılmaksızın yaşça ve makamca büyük olana verilmelidir. Eğer arayan kişi âmiriniz, üstünüz, anne-baba gibi aile büyüklerinden biri ise mutlaka telefonu onun kapatmasını bekleyiniz. Konuşmanız bittiği halde karşı taraf telefonu kapatmıyor ise; "Bir emriniz var mı? Bir isteğiniz var mı?" gibi nâzik bir dille, konuşmayı sona erdirir, önce onun kapatmasını sağlayabilirsiniz. * Telefonla konuşurken içeriye bir büyüğünüz girerse, ayağa kalkıp başınızla selâm veriniz. Büyüğünüz görgü kurallarını bilen biri ise, size oturmanızı ve devam etmenizi söyleyecektir. Siz de konuşmayı kısa kesmeye özen gösteriniz. Bu mümkün olmazsa, karşı tarafa "Özür 127 dilerim, ben sizi kapatabilirsiniz. biraz sonra arayacağım." diyerek * Karşı tarafın aradığı kişi evde veya iş yerinde yoksa: "Babam dışarı çıktı efendim; kim aradı diyeyim? : telefonu -i - * "Babam dışarı çıktı efendim; bir notunuz: varsa alayım, gelince sizi arasın." * "Mustafa Kılıç bey toplantıdalar efendim; bir notunuz varsa alayım, toplantıdan çıkınca sizi arasın." gibi nâzik bir dille karşı tarafın ismini, telefon numarasını varsa notunu kaydediniz. : * Âmiriniz, büyüğünüz veya aile üyelerinden biri telefonla görüşürken odasına girmemelisiniz. Kazara odaya girip telefonla görüştüğünü farkederseniz hemen dışarı çıkmalısınız. Sizin yanınızda rahat konuşamayacağını, iki kişinin konuşurken bir başkasının buna kulak misafirliği yapmasının görgü kurallarına aykırı olduğunu unutmayınız. * Odanızda veya büronuzda birden fazla telefon varsa, biri ile konuşurken diğeri çalarsa onu açıp hiçbir şey demeden bekletmek hoş bir davranış değildir. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, arayan kişiyi gereksiz yere bekletmek ve ikinci telefonda konuştuklarınız ona dinletmektir, ikincisi, arayan kişi âmiriniz, hocanız, bir aile büyüğünüz olabilir. Bu taktirde ona karşı kabalık yaptığınızı düşünerek hakkınızda menfi kanaat edinecektir. * Aynı binada ve hele aynı katta bulunan âmirinizi bir iş konusunda telefonla aramak görgü kurallarına aykırıdır. Âmirinizin bunun aksine bir prensibi veya emri olmadıkça, bizzat makamına giderek konuyu arzetmelisiniz. * Evinizde veya büronuzda sizden yaşça ve makamca büyük bir misafiriniz varken telefon çalarsa, ondan izin isteyerek cevap vermelisiniz, îzin aldıktan sonra konuşmayı uzatmadan bitirmeniz iyi bir davranış olacaktır. 128 * Telefona cevap verdiğiniz sırada, yanınızda bulunan misafiriniz arayanı tanıyor ise; "Yanımda kim var bil bakalım? Bak, kimi veriyorum?" gibi iki tarafı görüşmeye mecbur edici davranışlardan kaçınınız. Zira her iki taraftan biri -sizin bilmediğiniz bir sebepten dolayı- bu görüşmeyi arzu etmiyor olabilir. Telefonun ahizesini kısa bir müddet elinizle kapatarak misafirinize "filanca ile görüşüyorum" diyerek bilgi verebilirsiniz. Böylece, görüşüp görüşmeme kararını misafirinize bırakmış olursunuz. Eğer misafiriniz konuşmanız bittikten sonra arayan kişi ile görüşmek istediğini veya selamını iletmenizi söylerse mesele kalmaz. * Telefonda konuşma âdabım kısaca şöyle sıralayabiliriz: * Telefonda konuşurken sakız çiğnemek, birşeyler yemek, çay içmek, sigara içmek görgü kurallarına aykırıdır. * Konuşma sırasında öksürmek veya aksırmak zorunda kalırsanız; ahizeyi uzaklaştırmalı, elinizle kapatmalı öyle öksürmeli ve mutlaka karşıdan özür dilenmelisiz. * Acil ve önemli görüşmeler hariç, telefon saatleri iyi seçilmeli; karşı tarafı rahatsız edecek zamanlarda aramamalıdır. Sabah 900 dan önce akşam 2200 den sonra ve yemek saatlerinde mecbur malmadıkça telefon edilmemelidir. * Telefon etmeden önce ne konuşacağınızı kısaca not etmeyi alışkanlık haline getiriniz. Böylece konuşmayı uzatıp karşı tarafın zamanını almamış olursunuz. Arayan siz iseniz: - Kendinizi tanıtınız. - Karşı tarafla samimi iseniz selâm veriniz. 129 - Karşı taraf sizden yaş ve makamca büyük ise, hürmetlerinizi arzediniz. - Samimiyetin derecesine göre hal-hatır sorunuz. - Arama maksadınızı kısaca anlatınız. - Tekrar görüşme ümidiyle telefonu kapatınız. - Sizi arayan kişi, şehirler arası görüşme yapıyor ise; konuşmayı uzatan taraf siz olmayınız. - Umumi telefonla görüşürken, sırada başkalarının olduğunu düşünerek, konuşmayı uzatmayınız. Konuşmayı uzatan karşı taraf ise; umumî telefondan aradığınızı ve sırada başkalarının da bulunduğunu söyleyiniz/ - Şirketlerin, müesseselerin ve büroların santral memuruna telefona nasıl cevap vermesi gerektiği öğretilmeli; kibar davranması sağlanmalıdır. Bu cümleden olarak: - Sekreter (veya santral memuru), arayan kişinin kendisini tanıtmaması halinde; "Kim aradı diyeyim efendim?" sorusuyla arayan kişinin adını öğrenmeli ve aranan tarafa bildirmelidir. - Sekreter, arayan kişiyi tanışa dahi, karşı taraf böyle bir teşebbüste bulunmadıkça hal hatır sormamalıdır. - Aranan kişi, herhangi bir sebeple, telefona cevap veremeyecek durumda ise; sekreter bu durumu karşı tarafa kibar bir dille anlatmalı; "Ahmet bey şu anda toplantıda bulunuyorlar efendim. Bir notunuz varsa alayım; toplantı bitince kendisi sizi arasın." gibi benzeri cümlelerle görevini yerine getirmelidir. 130 - Sekreter, "Ahmet beyi niçin arıyorsunuz? Ahmet bey şu anda size cevap veremez." gibi kaba sözlerden kaçınmalıdır. - Arayan kişi, görüşme isteğinin şahsî olmadığını söylemesi ve problemini dile getirmesi halinde sekreter onu problemi çözelebilecek bir başka yetkili ile görüştürerek yardımcı olmalıdır. - Kendinizden yaşça ve makamca büyük biri ile telefon görüşmesi yapacağınız zaman sekreteriniz vasıtasıyla aramayınız. Bizzat kendiniz arayınız. * Telefon çaldığı zaman, ahizeyi kaldırmadan önce radyo, teyp, televizyon gibi çalışan sesli cihazları kapatınız veya sesini iyice kısınız. Telefona yakın oynayan ve bağrışan çocuklar varsa onları susturunuz yahut odadan dışarı çıkarınız. * Konuşma sırasında, karşıyı dinlerken "Ha! Hı! Hım!" gibi tasdik sesleri çıkarmayınız. Onu dinlediğiniz belli etmek için "Evet. Evet, efendim." demelisiniz. * Âcil ve önemli bir işiniz olmadıkça komşunun telefonunu kullanmayınız. Hele komşudan izinsiz onun telefon numarasını başkalarına vermeyiniz. Komşunuz izin verse dahi, telefon numarasını verdiğiniz kişiye çok önemli bir işi olmadıkça aramamasını söyleyiniz. * Komşudan telefon ederken konuşmayı uzatmayınız. * Şehirler ve milletler arası görüşme yapmak için asla komşunun telefonunu kullanmayınız. Siz ücretini teklif etseniz dahi, o nezaket icâbı kabul etmeyecek, dolasiyle mahcup duruma düşmüş olacaksınız. * Telefonunuzun yanında, kullanmaya hazır bir not defteri ve kalem bulundurunuz. Not alması gerektiği zaman, "Durun bir dakika; bir kalem bulayım."diyen insanların sayısı az değildir. ÇALIŞMA HAYATI VE İŞYERİ AHLÂKI 131 Çalışmak ve üretmek, yakın zamana kadar ailenin geçimini temin etmek maksadı taşırdı insan hayatında. Kapitalizmin dünya gündemine gelmesiyle, hayatı üretmek ve tüketmek olarak algılar hale geldik adeta... Çalışmanın ve kazanmanın da bir âdabı, bir ahlâkı olduğunu unuttuk gibi... Bunun yerini, firmaların üretimi daha üst seviyede tutmak için belirlediği kurallar aldı. Çalışma hayatı olduğu kadar, bir devleti ve o devleti oluşturan müesseseleri ayakta tutan, ileriye götüren ve yükselten her alanda yetişmiş, bilgili, tecrübeli ve ehil kadrolardır. Batı dünyası, hızlı reform ve rönesans hareketleriyle Orta Çağ karanlığından kurtuldu. Sanayi Devrimi ile silâh üstünlüğünü ele geçirdi, modern ve güçlü ordularla dünya haritasındaki yerlerini aldılar. îster devlet müesseselerinde olsun, ister özel işletmelerde olsun verimliliği sağlayacak, mükemmeli yakalayacak yetişmiş insan gücüdür, işçisinden genel müdürüne kadar herkes üzerine düşen görevin en iyisini yapmalı, iş disiplinine uygun hareket etmelidir. Hayatının hiçbir alanında disipline riayet etmeyen fertlerden oluşan toplumların, milletler yarışında geride kalması da gayet tabiidir. Memurlara Düşen Görevler * Memur, amirinden izin almadan görev yerini terketmemelidir. * Verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeli, bugünün işini yarına bırakmamalıdır. * îzin almadan ve haber vermeden amirin makamına girmemelidir. 132 * Amiri çağırdığı zaman kapıyı vurmadan girmemeli, amirin karşısında edeble durmalı, yer göstermedikçe oturmamalıdır. * Amirin odasına girerken ve çıkarken selâm vermelidir. * Amirin iltifatları karşısında gevşememeli, ciddiyetini muhafaza etmeli, teşekkürle mukabelede bulunmalıdır. * Amirin gözüne girmek ve makam elde etmek için arkadaşlarını çekiştirmemeli, yağcılık yaparak insanlık şerefi ayaklar altına alınmamalıdır. * Amire karşı saygılı olmak başka, meddahlık yapmak başka şeydir. ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. * Aldığı maaşa razı olmalı, işini yaptığı kimselerden ne isim altında olursa olsun rüşvet almamalıdır. Amire Düşen Görevler * Amir memurunu, işveren işçisini, kendisinden son gücüne kadar faydalanılacak bir hammadde olarak görmemelidir. * Amir, memurlar arasında ayırım yapmamalı, "Filanca amirin adamıdır." dedikodularına sebebiyet vermemelidir. * Bir memurun kasti olmayan küçük bir ihmalinden dolayı öfkeye kapılmamalı, ona hakaret taşıyan sözler söylememelidir. * Memurun meslekî gelişimi için elinden gelen gayreti göstermeli, nitelikli memurların önünü tıkamamalıdır. * Amir davranışlarında ve sözlerinde ne hafifmeşrep ne de kibirli olmalıdır, ikisinin ortası ciddiyet ve vakardır. Amir, işgal ettiği makamın hakkını vermeli, makamın şerefini vakarıyla korumalıdır. 133 * Müessesenin problemlerini çözmek ve daha verimli iş gücü elde etmek için her seviyedeki memurlarıyla istişare etmeli, onların görüşlerini almalıdır. Aynı şartlarda çalışan, aynı işi yapan ve aynı maddeyi üreten iki fabrikadan biri kâr yaptığı, işçilerine tatminkâr ücretler ödediği halde; diğeri zarar ediyor ve işçilerin ücretini zamanında ödeyemiyor ise, bunun tek sebebi "iş ahlâkı"nda aranmalıdır. Zira, iş ahlâkı verimliliğin lokomotifidir. Patronun işçiyi korudu.-, --.u..•.- : : , v ; ;: ;,= ; •-ğu, kâr oranında âdil bir ücret politikası takip ettiği; aynı zamanda işçinin de helâlinden kazanmak için var gücüyle çalıştığı, patronu velînimet bildiği bir işletmede verimin artacağı tabiîdir. işçiyi kârı artıran bir hammade gibi gören, işçi fakr-ı zaruret içinde sıkıntı çekerken kedisi debdebeli bir hayat süren patronlar ömürlü olamaz, îş yerinde grevler, huzursuzluk, işi yavaşlatmalar başlaya^ çak; verimlilik düşecek, dolayisiyle zarar kaçınılmaz olacaktır. Bir işyeri, ürettiği malın sağlam ve kaliteli olmasına dikkât etmek zorundadır. Üretilen mal elbette tüketilecektir. Aynı malı birkaç değişik firma üretebildiği gibi; dışarıdan da ithal edilebilmektedir. Müşteri mallardan en sağlamını ve fiyatı en uygun olanını tercih edecek; dolayisiyle üretimde kaliteye dikkat etmeyen firma piyasanın güvenini kaybedecek ve sonuçta malını satamayarak zarar edecektir. Dilimize geçmiş bulunan "pabucu dama atılmak" tâbiri, Osmanlı toplumunda kalma olup, üreticiye "göz dağı" ifâde etmekteydi. Esnaf malını sağlam yapmaya mecburdu. Yaptığı ayakkabıyı satarken bir sene dayanacağını söyleyen bir esnafın ayakkabısı vaadettiği müddetten önce eskidiği taktirde, müşteri ayakkabıyı alıp o bölgenin "Lonca Teşkilatı "na götürür, yapılan inceleme sonunda gerçekten sağlam yapılmadığı tesbit edilirse; o ustanın çürük ayakkabısı dama atılır ve dükkânı belli bir müddet kapatılırdı. 134 Osmanlı'da iş ahlâkı son derece önemliydi. Ustanın yanına verilen bir çıraktan istenen ilk şey, "eline, beline, diline sahip ve hâkim olmaktır." Bir zanaatkar, kendisine teslim edilen çırağa ahilik terbiyesi ile iş terbiyesini beraber öğretir; onun iyi ahlâklı bir kalfa olmasına dikkat ederdi. Mesleğin sırlarını yavaş yavaş öğretir; malzemeyi nasıl kullanacağını, müşteriye karşı nasıl davranacağını anlatırdı. İş arkadaşlarıyla, mes-lekdaşlarıyla iyi geçinmek de esnaflığın âdâbmdandı. Dükkânı sabah erkenden besmele ile açmak, içeriyi silip süpürmek, âletleri yerli yerine koymak çırağın göreviydi. Sonra kalfa gelir, çırağın eksiklerini tamamlar, daha dikkatli olması için nasihatta bulunurdu. Kalfa, kendi başına dükkân açacak seviyeye gelince, ustasının iznini almadan teşebüse geçmezdi. Ustanın ve loncanın maddi yardımları ile gerekli takımlarını alır, dükkânını tutar, özel bir merasimle ve ustanın du-asıyla dükkân açılırdı. * Resmî olsun, özel sektör olsun her işletmede çalışanlar arasında bir hiyeraşi vardır. Bu, iş bölümünün gereği ve tabiî sonucudur. Çalışanlar, birbirlerine saygılı olmalı, makamlarına uygun hitap etmeli, "amca, dayı, ağabey" gibi akrabalık sıfatlarıyla çağırmamalıdır. * İş sırasında, hele müşteri ile konuşurken, sakız çiğnemek, sigara içmek, bir şeyler yemek iş ahlâkına aykırıdır. * Mesai saatlerini görev harici işlerle geçirmemeli, ziyaretçilere uzun zaman ayırmamalı, iş telefonunu özel maksatlar için kullanmamalıdır. * İş yerine vaktinde gelmeli, vaktinden önce ayrılmamalı, kendine düşen görevi en iyi şekilde yapmalı, ekip arkadaşlarıyla uyum içinde olmalıdır. 135 * Giydiği elbise, yaptığı işe uygun, temiz ve kaliteli olmalıdır. Atölye elbisesi ile büroda oturulmayacağı gibi; büro elbisesi ile de atölyede çalışılmaz. * Giyim kuşam kadar, iş yerinin tertip düzeni de müşteri üzerinde tesir bırakır. Masasının üstü kâğıt ve dosyalarla dolu bir sekreterle, tezgâhının üstü takımlarla dolu bir işçi kimseden "çalışkan" notu alamaz. Her kademedeki çalışanın, iş yerini temiz ve düzenli tutması hem estetik hem de iş güvenliği bakımından gereklidir. * Her görevli, görevini aşan davranışlardan kaçınmalı, müşteri ile yetkisi oranında muhatap olmalıdır. Çok üniteli bir şirketin müracaat memurunu ele alalım. Müracaat memuru, gelen müşteriye veya ziyaretçiye yardımcı olmakla görevlidir. Ziyaretçiyi ayakta karşılamak, selâmım almalı, "Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabli-rim." demelidir. Oturduğu yerden, asık bir suratla ve polis edasıyla "Ne istiyorsun?" dediği zaman işletmeye eksi bir puan kazandırmış olur. Yine yetkisini aşıp şirket sorumlusu gibi, müşterinin elini sıkamaz. "Hoş geldiniz. Nasılsınız?" sözleriyle samimi davranışlarda bulunamaz. Müşteri görüşmek istediği yetkilinin ismini verir, fakat ziyaret sebebini söylemezse; "Müdür beyle ne işiniz var? Müdür bey ile ne yapacaksınız?" "Almadan çıkma abi, şuna da bir bak!.." diye onu sorguya çekemez. Sadece "Kim geldi diyeyim efendim?" sorusunu yöneltip ziyaretçinin ismini alır ve ilgili şahsa bildirir. İlgili şahsın talimatına göre hareket eder. * Küçük esnaf işletmelerinde durum farklıdır. Bir tezgahtar gerektiğinde patron adına hareket edebilir ve bütün gün müşteri ile kendisi muhatap olur. Müşteriyle ne kadar iyi diyalog kurabilir ve ne kadar mal satarsa neticede hem patron hem tezgahtar kârlı çıkacaktır. Dolayısiyle, büyük işletmelerdeki bir müracaat memuru gibi resmi davranamaz. Böyle olmakla beraber mal satacağım diye 136 müşteriyi sıkboğaz etmemeli, "Buradan bir-şey almadan çıkamazsın." imajı vermemelidir. İş Hayatında jpandevular, Telefon Görüşmeleri Telefon, cep telefonu, faks, teleks, internet vs. iletişim harikaları özellikle iş hayatında büyük önem arzetmektedir. işler büyük oranda bu vasıtı-lar sayesinde görülmekte, iletişim trafiği özellikle yöneticilerin günlük işlerini yönlendirmektedir. Randevular da, günümüzün dinamik işgünü mesaisi içinde çok çok önemli bir yer tutmaktadır. Randevusunu ciddiye almayan, söz verdiği saatte görüşme yerine gitmeyen veya görüşmeye gelen kimseleri kabul etmeyen kimselerin kıymeti -özellikle iş hayatındaher geçen gün biraz daha azalmaktadır. Çünkü bu durum, kişi hakkında olumsuz kanatlere sebebiyet vereceği gibi, firma için de çok zararlıdır. Kimi zaman iş için bir firma yetkilisini ararsınız, sekreter veya santral görevlisi size "Toplantıda" veya "Şu an görüşmesi var. Notunuzu alalım, sizi daha sonra arasın" şeklinde cevaplarla karşılaşır, bir türlü görüşemez ve bunda bir artniyet ararsınız. Şüphesiz, herhangi bir mazereti olmaksızın görüşmemek için bu tür geçiştirmeleri sekreterine veya santral görevlisine tenbihlemek doğru bir davranış değildir, insan ilişkilerini zedeler. Bir de, gerçekten aradığınız kişinin o anda önemli bir görüşmesi olduğunu, fakat iki de bir gelen telefonlara bakmaktan muhatabı ile görüşeme-diğini düşünün. Siz olsaydınız her gelen telefonu kabul eder miydiniz? Bir de ziyareti uzatanlar, vaktini başkasının vaktini çalarak değerlendirmek isteyenlere de rastlanır. Unutmayın, herkesin vakti değerlidir. Kimsenin sizi eğlendirecek vakti yoktur. ÖĞRETMEN - ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ 137 Bana Bir Harf Öğretenin Kölesi Olurum Z. ALİ, "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum." sözü ile öğretmene büyük saygı duyulması gerektiğini ifade etmiştir. Tarih boyunca "okul" kadar siyasî rejime alet edilmiş bir kurum gösterilemez. Bilhassa dikta rejimleri, okulu "düzene uygun kafalar yetiştiren bir kurum" olarak değerlendirmiş, öğretmenleri propaganda aracı gibi kullanmaya çalışmıştır. Oysa bizim medeniyetimizin temel direği olan okul daima siyaset üstü bir kurum olarak muhafaza edilmiş, siyasi kavgalara bulaşmamış, devlet başkanlarının kapısından uzak durmuş, âlimler en ağır işkenceler karşısında bile ilmin şerefini korumuşlardır. Öğrencilerini zengin-fakir, soylu-avam diye ayırmamış, hepsine eşit davranmış, onları insanlığa faydalı birer fert olarak yetiştirmeye çalışmışlardır. Osmanlı padişahları da bu geleneği terketmemiş, o koca Yavuzlar, Fatihler, Kanuniler bile hocalarına saygı göstermekten geri durmamışlardır. Yavuz Sultan Selim Han'ın Mercidâbık zaferinden dönerken hocası İbni Kemal ile olan hikâyesi meşhurdur. Büyük Sultan, hocasının atının ayağından sıçrayan çamurun kaftanına bulaşması üzerine tebessüm ederek, çamur lekelerinin süs olduğunu söylemiş ve bu kaftanın öldükten sonra sandukasının üzerine örtülmesini vasiyet etmiştir. Öğretmenin Görevleri * Branşında en ileri seviyede bilgi sahibi olmalı, yenilikleri takip etmeli, hazırlanmadan derse girmemelidir. * Konuyu öğrencinin anlayacağı seviyeye indirerek anlatmalı, meseleyi zor göstererek öğrencinin cesaretini kırmamalıdır. * Ahlakıyla, yaşayışıyla, davranışlarıyla ve sözleriyle öğrencisine örnek olmalı, onlar üzerinde saygı uyandırmalıdır. 138 "Saygı istenilmez, verilir." Öğrencilerini sık sık azarlayan, onlardan saygı isteyen ve bunu temin etmek için baskı uygulayan öğretmen, maalesef en az sevilen öğretmenlerdir. * Öğretmen mesleğini sevmeli, bildiklerini en iyi şekilde anlatmanın gayreti içinde olmalıdır. Yapacak daha paralı bir iş bulamadığı için öğretmenliği sırf geçim kaynağı olarak seçen insanlar mesleğinde başarılı olamazlar. Onların zaten ne ilimde, ne iyi öğrenci yetiştirmede bir iddiaları yoktur. Boş zamanlarını, kendilerini yetiştirmek ve derse hazırlamak yerine, yedek bir iş yaparak geçirir; okula yorgun ve isteksiz olarak gelirler. Böyle öğretmenler, ne okul idaresi ne de öğrenciler tarafından sevilirler. Aldığı maaşla yetinen, bütün imkânsızlıklara rağmen iyi giyinen, vakalarını koruyan, branşlarında başarılı olan öğretmenler, hakettikleri sevgi ve saygıyı ziyadesiyle görürler. Devletin en yüksek makamlarına gelmiş Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar bile böylesi saygıdeğer hocaların talebeleridir. * Öğretmen, öğrencilerine bir baba, bir anne şefkatiyle yaklaşmalı; çalışkanları şımartıp tembelleri küçük düşürmemelidir. Zekâ ve kabiliyetler Allah'ın takdir ettiği değerlerdir. Eğer bir öğrenci, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorsa, ondan zekâ ve kabiliyetinin üzerinde sonuçlar beklememelidir. Öğrencileri birbiriyle kıyaslamamak, her öğrenciyi olduğu gibi kabullenmelidir. * Öğrencilerin her kusurunu, arkadaşları önünde, sayarak onu küçük düşürmemeli; affedici, hoşgörülü olmalıdır. * Gerektiğinde öğrencilerin problemleriyle meşgul olmalı, onları dinlemeli, acılarına ve üzüntülerine ortak olmalıdır. Ancak bunu yaparken, ilmin şerefini ayağa düşürecek derecede öğrencileriyle laubali olmamalıdır. * Notu bir tehdit vasıtası olarak kullanmamalı, not verirken adil olmalı, ancak kılı kırk yararcasına not cimrisi de olmamalıdır. * Zengin sofralarından, velî ziyafetlerinden, pahalı hediyelerden uzak durmalı; haysiyet ve şerefini muhufaza etmelidir. NK 139 Gerekli Bazı Bilgiler Aynı yaş gruplarındaki öğrenciler, aynı sosyal çevreden geliyor olsalar bile, zekâ seviyeleri ve kabiliyetleri birbirinden farklıdır. ilkokuldan başlayarak "Öğrenci kişisel dosyaları" ciddi tutulduğu takdirde, yeni bir öğretmenin bu dosyadaki bilgileri okuyarak öğrencisini tanıması kolay olacaktır. Dosyadaki bilgiler sınıf öğretmeni ve rehber öğretmen tarafından ortaklaşa doldurulur. Dosyada bulunması gereken bilgileri kısaca şöyle sıralayabiliriz: A- Aile Durumu: * Babanın işi, yaşı ve tahsil durumu - Annenin işi, yaşı ve tahsil durumu - Anne-baba sağ mı, öz veya üvey mi? - Ailede kaç kız ve erkek çocuk var? Öğrencimiz kaçıncı çocuktur? - Oturdukları ev kendilerinin midir, kira mıdır? Öğrencinin kendisine ait bir odası var mıdır? - Mahallede arkadaşları var mıdır? - Ailede çocuğun başarı durumunu etkileyecek ölüm, boşanma, şiddetli geçimsizlik, maddi sıkıntı gibi ciddi olaylar var mıdır? - Öğrencinin ev adresi B- Okul Durumu - ilkokuldan şu anda devam ettiği okula kadar aldığı karne notları 140 - Aldığı başarılar - Aldığı disiplin cezaları - Özel yetenekleri ve ilgi duyduğu alanlar - Uygulanan zekâ ve yetenek testleri, bunlardan aldığı puanlar - Sosyal faaliyetlere ve kol çalışmalarına katılma durumu. C- Kişilik Durumu - Arkadaşlarıyla geçinmesi nasıldır? - Hocalarına karşı davranışları nasıldır? - Kendi kendisiyle barışık, ruh sağlığı yerinde bir öğrenci midir? - Saldırgan veya içine kapanık bir uç kişiliği var mıdır? D- Sağlık Durumu - Çocukluğunda ciddi bir rahatsızlık geçirmiş midir? - Vücudunda bir sakatlık var mıdır? - Okuldan uzun süre ayrı kalacak şekilde bir tedavi geçirmiş midir? - Spora karşı ilgisi nedir? - Boyu ve kilosu yaşına uygun mudur? Zekâ Testleri ve Sonuçları 141 Bir öğrencinin zekâ seviyesinin sayı ile ifade edilmesine pedagoji dilinde "Zekâ Bölümü" adı verilir, ve kısaca Z.B. ile gösterilir. Testte aldığı zekâ puanı karşılığına "zekâ yaşı" denir. Zekâ yaşı, takvim yaşma bölündükten sonra yüz ile çarpıldığında karşımıza zekâ bölümü çıkmaktadır. Terman, uyguladığı "Stanfort-Binet" test sonuçlarına göre elde ettiği Z.B. değerlerini şöyle sıralamıştır: -140 Z.B. ve daha yukarısı: Deha -120-140 arası Z.B. -110-120 arası Z.B. - 90-110 arası Z.B. - 80- 90 arası Z.B. - 70-80 arası Z.B. - O- 70 arası Z.B. : Çok üstün zekâlı : Üstün zekâlı : Normal zekâlı Yavaş zekâlı Tutuk zekâlı Geri zekâlı Aynı sınıfta, aynı sırayı paylaşan iki öğrenciden birinin Z.B. si 125, diğerinin 85 olsun. Biz çok üstün zekâlı bir öğrenci ile, yavaş zekâlı bir öğrenciye aynı eğitimi vermeye, aynı şeyleri öğretmeye uğraşıyoruz demektir. Bu durumda biri verilen bilgileri kolayca alabilecek, diğeri zorlana-, -, çaktır. Öğrenci dilinde biri çalışkan öbürü ten-bel olacaktır. Konuyu öğretmen açısından ele aldığımız zaman, zekâ seviyeleri farklı iki öğrenciye göre 142 ders anlatmak kolay olmayacaktır. Zeki öğrenciye göre ders anlatsa, yavaş zekâlı öğrenci dersi takip edemeyecek, seviyesine indiğinde anlayabileceği şeyleri de anlayamayacak, ümitsizliğe kapılacak ve kendine olan güvenini yitirecektir. Dersi yavaş zekalı öğrenciye göre anlatsa, bu sefer çok zeki öğrenciye kolay gelecek ve derse olan ilgisi azalacak. Pasif duruma düşecektir. Kişisel dosyalar bu sebeple çok önemlidir. Okul idaresi, öğrencileri zekâ seviyelerine göre sınıflara yerleştirmeli, öğretmenlere bu konuda bilgi verilmelidir. Bazı eğitimiciler, öğrencileri zekâ seviyelerine göre sınıflara ayırmanın -öğrenci psikolojisi açısından- sakıncalı olduğu görüşündedirler. Evet, bazı sakıncaları olmakla beraber, çok farklı seviyedeki öğrencileri aynı sınıfta toplamaktan daha iyidir. Batı ülkelerinde daha ideal uygulamalar var. Farklı sınıflar yerine farklı okullar açılıyor. Her okul bölgenin ihtiyacına göre belli kabiliyette ve belli zekâ seviyesinde öğrenci kabul ediyor. Yâni öğrenci kabulünde sadece zekâ seviyesi esas alınmıyor. Yeri gelmişken, zekâların da çeşitlere ayrıldığını söylemekte fayda var. Sosyal zekâya sahip bir öğrenci, fen ve matematik konularında fazla başarı gösteremeye-bilir. Yine fen zekâsına sahip bir öğrenci de sosyal konulara ilgi duymayabilir. Zekânın da çeşitlere ayrıldığım bilemeyen bazı öğretmenler • ve veliler bu tür öğrencileri anlamakta zorluk çekerler. Matematikte başarılı olan bir öğrencinin neden sosyal konularda vasat puanlar aldığını bir türlü anlayamaz ve öğrenciyi sıkıştırır. Batı ülkelerinde ta ilkokuldan başlayarak öğrencinin zekâ seviyesini, ilgi duyduğu alanları, kabiliyetlerini ve zekâ çeşidini tesbit eder, kişisel dosyasına işlerler. Liseyi bitiren bir öğrencinin hemen hemen hangi üniversiteye gideceği bellidir. Akademik zekâya sahip olmayan öğrenciler, klasik liselere gönderilmez. Kabiliyetlerine ve ilgi alanlarına uygun bir meslek okuluna gönderilir. Mekanik zekâya sahip bir öğrenci, meslek okulunu bitirerek çok başarılı bir usta veya teknisyen olabilmektedir. 143 Öyle ise, çocuklarımızı bir alana yönlendirirken, onun bu alana uygun bir kabiliyette ve bu alanda başarı gösterebilecek bir zekâ çeşidine sahip olup olmadığım araştırmamız gerekiyor. "Oğlum doktor olacak, oğlum mühendis olacak" gibi zorlamalarla çocuğumuzu sevmediği ve ilgi duymadığı bir alana itmemeliyiz. Böyle yaptığımız takdirde, çok başarılı olabileceği ve seve seve çalışacağı bir meslek seçmesi mümkün iken, bizim zorlamamızla sevmediği bir mesleği seçecek ve hayatta muvaffak olamayacaktır. Böyle anne-baba ve çevre baskısıyla kabiliyetinin dışında meslek seçen pek çok üniversite mezunu gençlerin sonradan meslek değiştirdiklerini ve sevdikleri bir alana yöneldiklerini görüyoruz. Başarının Kuralları Bir öğrencinin tahsil hayatına devam edip etmeyeceği daha ilkokul sıralarında belli olur. Zeki, kabiliyetli, okumaya hevesli çocuklar hemen kendilerini belli ederler. Ancak, bu arada, ilkokul öğretmenine büyük görevler düştüğünü de ifade etmeliyiz. Mesleğini seven, kalbi çocuk sevgisiyle dolu, her öğrencisiyle tek tek yakından ilgilenen, çocuk psikolojisi bilen, öğretim metodlarma vâkıf, ehliyetli ilkokul öğretmenlerine çok şey borçluyuz. Bu eli öpülesi insanlar, bizlere sadece okunıa-yazma öğretmekle kalmaz; bizi terbiye eder, hayata hazırlar, medenî davranışlar kazandırırlar. Eğitim tarihi boyunca, maalesef ehliyetsiz öğretmenlerin eline düştüğü için, okuldan soğuyan ve tahsil hayatına devam etmeyen, üstelik "geri zekâlı" damgası yiyen birçok dâhi insan biliyoruz. Yüzlerce icadı gerçekleştiren Edison da bunlardan biriydi, ilkokul öğretmeni onun annesini çağırmış "Çocuğunda okuyacak zekâ yok, boşuna ümitlenip de vakit kaybetme. Götür bir ustanın yanına çırak ver, belki bir meslek öğrenir." demişti. Bir öğrencinin başarılı olması için sadece öğretmenin ehliyetli ve bilgili olması yetmez. Öğrencininde üzerine düşeni yapması gerekir. Bizler 144 de bir zamanlar aynı sıralardan geçtiğimiz başarı konusunda öğrenci kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz olacak: * Okula anne-baba zoruyla geldiğinizi düşünmeyiniz. Okulun size neler kazandıracağını, hayatta ulaşmak istediğiniz hedefin ne olduğunu, hayalci değil, gerçekçi bir biçimde belirleyiniz. * Hangi derslerde başarılı olduğunuzu, bu başarının daha çok sizden mi yoksa öğretmenden mi kaynaklandığını araştırınız. Yine hangi derslerde başarısız olduğunuzu veya sevmediğinizi, bunun sizden mi yoksa öğretmenden mi kaynaklandığını tarafsız ve gerçekçi bir gözle inceleyiniz. Bu inceleme sizin gerçek kabiliyetinizi ve kendinizi tanımanızı sağlayacaktır. * Başarısızlık ilk anda gözünüzü korkutmasın. Mutlaka başaracağınıza inanın ve kendinize güvenin, bir arkadaşınızın yapabildiğini siz neden yapamayasmız? * Derse mutlaka hazırlıklı ve istekli giriniz. Öğretmeni dikkatle dinleyiniz. Üzerinde ısrarla durduğu noktaları not ediniz. * Ders çalışmak için rahat edeceğiniz bir yer seçiniz. Dikkatinizi dağıtacak şeylerden uzak durunuz. Ders çalışmayı bir mecburiyet olmaktan çıkarıp zevk haline getiriniz. Bunu yaptığınız takdirde, zamanla çalışmayı sevecek, başarının mutluluğuna ereceksiniz. * Anlamadığınız noktaları gözardı etmeyiniz. Öğretmeninize veya bilen arkadaşlarınıza sorup öğreniniz. * Başarılı arkadaşlarınıza danışınız. Onların çalışma metodlarını uygulamaya gayret ediniz. Hayatta muvaffak olmuş, başarılı tarihî şahsiyetlerin biyografilerini okuyunuz. Onların hayatında başarının sırlarım göreceksiniz. 145 * Her gün derse ayıracağınız zamanı düzenli olarak belirleyiniz. Bu zamanı verimli bir şekilde değerlendiriniz. Medenî milletlerin planlama sonucu gelişme gösterdiklerini unutmayınız. * Sürekli en iyi olmaya çalışınız. Sınıf geçmenize yeterli notlar sizi tatmin etmemelidir. Zorlukların üzerine gidiniz, pes etmeyiniz. * Çalıştığınız dersin ana hatlarını kavramaya çalışınız. Ana hatları kavradığınız takdirde örnekler ve detaylar daha kolay anlaşılacaktır. * Bir dersi tam anlamadan bir sonrakine geçmeyiniz. Dersi çalışmış olmak için değil, anlamak için çalışınız. * Çalıştığınız konuların gerçek hayatta size neler kazandıracağını düşünün ve öğrenmekten zevk almaya çalışın. Size okutulan bütün dersler, konunun tecrübeli ve bilgili insanları tarafından hazırlanmış, sizi sıkıntıya sokmak için değil, hayata bilgili bir insan olarak hazırlamak için programa alınmıştır. * Sizi okuldan soğutmak için, okuyamamış insanlar veya tenbel arkadaşlarınız kulağınıza menfî şeyler fısıldayacak ve belki de şöyle diyeceklerdir: "Okuyanları görüyoruz. Çoğu üniversite mezunları iş bulamıyor. Bulanları da az bir maaşla çalışıyor ve ay sonunu nasıl getireceğiz diye kara kara düşünüyorlar. Lise mezunu bile olmayan öyle zenginler var ki, üniversite mezunu insanlar çalıştırıyorlar." Siz de onlara başarılı olmuş, bürokratları, bakanları, genel müdürleri, eser vermiş ilim adamlarını gösteriniz. Paranın ve servetin herşey demek olmadığını tarihe mâlolmuş büyük insanların paralarıyla ve servetleriyle değil, buluşlarıyla ve eserleriyle tanındığını söyleyiniz. * Hangi branşı seçerseniz seçin, idealiniz büyük olsun. Meselâ edebiyata karşı ilgi duyduğunuz için Edebiyat Fakültesi'ne mi girdiniz. Hedefiniz üniversiteyi birincilikle bitirmek ve büyük bir yazar olmak olsun. O zaman bütün dersleri zevkle çalışacak, yüksek notlar alacak, kendinize olan güveniniz artacak ve hedefinize adım adım yaklaşacaksınız. 146 * Edison'a başarının sırrı sorulduğunda şu cevabı verir: "Başarının yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri dehadır. Bu sırrı keşfeden her akıllı insan mutlaka muvaffak olur." Bu satırların yazarı, sevdiği meşhur bir yazara "Bu güzel üslûbu nasıl kazandınız?" sorusuna karşılık şu cevabı aldı: "Çok okur, çok yazarım. Yazdıklarımın içinden ancak yüzde onunu basılmaya lâyık gördüm. Yüzde doksanı dosyalar içinde duruyor." * Hocalarınıza karşı saygılı olunuz. Soru sorarken, tartışırken nezaketi elden bırakmayınız. Hocanız da bir insandır, o da hata yapabilir. Bir dalgınlık sonucu, yanlış bir şey söylediği zaman, onu mahcup edecek bir ses tonuyla itiraz etmeyiniz. * Ders çalışan bir makine haline gelmeyiniz. Spora, arkadaşlrımza ve ailenize de zaman ayırınız. Ders çalışırken hırslı değil, istekli olunuz. Sizden bir not yüksek alan arkadaşınızı kıskanmayınız. Onu tebrik ediniz ve nerede yanlış yaptığınızı bulup doğrusunu öğreniniz. * Sınıfın en iyisi olsanız dahi, alçak gönüllü olunuz. Arkadaşlarınızı kıskandıracak söz ve davranışlardan sakınınız. GİYİM - KUŞAM "Moda o kadar çirkin bir şeydir ki, altı ayda bir onu değiştirirler." Bernard Shaw Giyinmenin Maksadı insan dünyaya çıplak olarak gelir. Başka hiçbir canlıda rastlanmayan ilginç bir durumdur bu. Hayvanât âlemi sırtında kürküyle, kalın derisiyle, 147 tüyleriyle doğar. Örtünmek maksadıyla herhangi bir eşya kullanmazlar. Sadece insanoğludur ki, örtünmeye ihtiyacı oldu-ığu halde dünyaya gönderilmektedir. insanlık tarihi boyunca, "Üzerimdekini daha yeni diktirmiştim ama?!." örtünmeyi şekillendiren en önemli etmenlerden biri din olmuştur. Yani insanlar soğuktan, sıcaktan ve diğer dış etkenlerden korunmak için örtünürken, ilâhî emirler doğrultusunda bunu şekillendirmektedirler. Batılı modacılar, dini yönlendirmeyi gözardı ederek "bunu artık biz belirliyoruz" demektedir. Peki, insanoğlunun sıcaktan veya soğuktan korunmak, hassas cildini dış etkilere karşı güvenceye almak maksadıyla vücuduna sarmış olduğu kumaş veya deriden mamul örtüler, nasıl oluyor da birbirlerine karşı üstünlüklerini kanıtlama aracı olabiliyor? Demek ki, yaratılıştan bir ihtiyaç olan örtünme, insanın süslenme ve güzel görünme isteğiyle'birleşince karşı konulmaz bir moda anlayışı doğuyor. Modayı, insanan örtünme ihtiyacını güzel görünme duygusu içinde şekillendirmesi olarak anlamlandırabiliriz. Elbise ve oda Kapitalizm, tüketim esasına dayanan bir ekonomi modelidir. Devleşmiş sanayi çarklarının durmadan çalışması gerekir. Çarklar durduğu ~ an makina medeniyeti yaşayamaz, çöker. Dev sanayi çarklarının durmadan çalışabilmesi için üretilen malların sürekli tüketilmesi, depoların boşalması gerekir. Bu da ancak yeni pazarlar bulmakla, yeni tüketicilere ulaşmakla mümkündür. 148 Daha çok mal satmanın şimdilik bilinen en ustaca yolu, yeni mallar üretmek ve eski modelleri de birkaç değişiklikle piyasaya sürmektir. Kısacası, her şey tüketim içindir. Reklâm şirketleri, iyi eğitilmiş pazarlama uzmanları ve albenili teşhir merkezleri (show-room), müşteri avlamak üzere her an pusuda yatmaktadırlar. Öyle ki, modern insanın bu yıl nasıl bir elbise ve ayakkabı giyeceğine modaevleri karar veriler. Her mevsim moda değiştirilir, modası geçmiş elbiselerin giyilmesi ayıplanır. Ve tüm bunlardan daha vahim olan, artık insanlara giysilerine göre değer verilir olmuştur. Gardrobunuzda ili kumaştan dikilmiş gösterişli takım elbiseler, gömlekler, kravatlar ve ortamına göre yüzünüze takacağınız uygun maskeler(!) varsa, itibar sahibi bir kimse olmanız çok kolaydır. (Bayanlar için de öyle...) Yerine göre değişik kıyafetler içinde bulunulması zaruri hale gelmiş, böyle olunca da boyun eğilmesi gereken kurallar oluşmuştur. Yamalı bir pantolon veya gömlekle önemli bir iş görüşmesine gitseniz, (belki sizce de mümkün değil) karşımzdakilerin tavrı nasıl olur diye hiç düşündünüz mü? Özellikle insanların büyük çoğunluğunun kentlerde yaşadığı günümüzde, pekçok insanın birarada yaşamaya başlaması, birbirini tanımayan insanların günlük hayat içinde iş veya diğer beşeri ilişkiler vesilesiyle görüşmesini gerekli kılmaktadır. Kısa süreli bu ilişkiler esnasında insanların birbirine karşı olan tutumlarını giysileri belirlemektedir. O çılgın moda anlayışlarının dışında, insanın üzerine giydiği şeyleri kendisine yakıştırması tabii ki güzeldir. İşyerinde giyeceğimiz kıyafet ile, evde istirahat ederken giyeceğimiz kıyafetin aynı olması mümkün değildir. Bizler, akıllı insanlar olarak, moda evlerinin giydirdiği robotlar haline gelmemeliyiz. Ne giyeceğimize, nasıl giyineceğimize kendimiz, kendi irademizle karar vermeli, bize yakışanı giymeliyiz. Bunu yaparken 149 inancımıza, ahlâkî değerlerimize ve geleneklerimize göre hareket etmeliyiz. Giyim-kuşam için en önemli husus, erkeklerin ve kadınların toplumsal ahlâkı zedeleyen zorlamalara teşebbüs etmemesidir. DEMOKRATİK GÖRGÜ Devlet ve Hükümet Kavramları "Ilm-i hâl" içinde bulunduğu hali bilmek ve hayatını ona göre tanzim etmek tir. İçindeki bulunduğu hali bilmeyenler, lehlerine ve aleyhine olan durumları da bilemeyeceklerinden, nerede nasıl davranmak gerektiği hususunda tereddüte düşerler. Bu nedenle, demokrasi ile yönetilen bir ülkede yaşayan insanlar olarak haklarımızı bilmek zorundayız. Lehimize ve aleyhimize olan hususları tesbit edip, gerektiği şekilde hukuk mücadelesi vermeliyiz. Önce, devlet ve hükümet kavramları üzerinde duralım. İnsan, yaratılışı gereği, toplu halde yaşama arzusunda olan bir varlıktır. İnsan toplu halde kendisini daha güvende hisseder. İnsan toplulukları, acı tecrübeler sonunda, sınırsız hürriyetin bir garanti sağlamadığını, zorbaların ve güçlülerin zayıfları dilediğince ezdiğini görmüş; korku ve endişe içinde yaşamaktansa, bu sınırsız hürriyetin bir kısmından toplum lehine vazgeçerek geriye kalanını garanti altına almak istediler, içlerinden güvendikleri kimselere yetki vererek, onlardan temel hak ve rrurriyetleri korumasını istediler. Yetkililer, toplumun huzurunu bozan zorbaların hakkından gelebilmek ve onları itaate mecbur etmek için silah ve insan gücü kullanmak zorunda kaldı. Sonunda maliyesi, ordusu ve mahkemeleri ile "Devlet" dediğimiz organizasyon doğdu. Peki, devleti yöneten insanlar kimlerdir? Bizim seçip gönderdiğimiz millet vekilleri. Yani bizim yerimize söz sahibi olan, kendilerine yetki verdiğimiz kimseler. O halde, biz ekseriyet itibariyle ne isek, bizim seçip gönderdiğimiz 150 insanlar da bize benzeyecektir. Seçimin şekli tartışılabilir, en ideali aranabilir; ama neticede yine biz seçiyoruz. Gökten zembille inmiyorlar. Burada devlet şekillerini ve bunların kritiğini yapacak değiliz. Şu anda demokrasi ile idare ediliyoruz. Türkiye'de demokrasinin tam uygulanmadığına dair görüşler vardır. Gerçeğini söylemek gerekirse, demokrasinin ne olduğunu, Batı'da nasıl uygulandığını, gerçek demokrasinin neler vaadetti-ğini bilenimiz çok az. Hal böyle olunca, demokratik haklarımızın neler olduğunu da bilmiyoruz. Demokrasilerde kişilerin tek tek fazla önemi ve tesiri yoktur. Zira siyasilerin gözünde tek insan "tek oy" demektir. Tek insanın fazla etkili olmadığını gören seçmenler, kendi fikrine, inancına ve dünya görüşüne sahip bir dernekte vakıfta ve hatta bir siyasi partide birleşerek, görüşlerinin ülke yönetiminde etkili olmasını sağlamaya çalışırlar. Siyasi parti şeklinde çalışmak istemeyen, ancak düşüncelerini içinde yaşadığı ülkenin siyasetinde söz sahibi kılmak için çeşitli dernek ve vakıflar kurarlar. Her fert, doğru olduğuna inandığı bir düşünce etrafında örgütlenebilir. Siyasi baskı grupları olarak nitelendirilen bu sivil toplum örgütlerinin kamuoyu oluşturma ve hükümeti etkileme hususunda büyük tesirleri vardır. Düşünceleri yaymak ve kamouyu oluşturmak amacıyla bir fikir etrafında toplanan kimselerin başvurabileceği en etkili yollardan birisi de kitle iletişim araçlarıdır. Aylık, haftalık, günlük gazete ve dergiler yayınlamak; radyo ve televizyon istasyonları kurarak yayın yapmak, en doğal demokratik haklarımızdandır. Bunların dışında, büyük kalabalıkların katılımıyla mitingler ve gösteri yürüyüşleri tertiplemek de mümkündür. Bunun için bulunulan yerin en büyük mülki amiri olan Valilik'ten gerekli bilgiler alınabilir. Demokrasi Topluma Neler Vaadediyor? 151 Demokratik haklarımızın neler olduğunu bilmemiz için, demokrasi idaresinin topluma neler vaadettiğini bilmemiz gerekiyor. Demokrasilerde, devlet, bir başkasının hürriyet sınırlarını çiğnemedikçe, ferde müdahale etmez. Her toplumun benimsediği dini inancı, ahlakî değerleri, genelekleri, bir yaşayış biçimi yâni bütün bunların ortak paydası olan bir kültürü vardır. Devletin ülkeyi yönetmek için çıkardığı kanunlar ortak kültüre zıt olamaz. Her ferdin ortak kültürü yaşama hakkına "kişi hürriyeti" diyoruz. Kişi hürriyeti, ortak kültürün sınırlarım aştığı ve toplumu rahatsız etmeye başladığı yerde devlet otoritesi devreye girer. Meselâ yalan söylemek ortak kültürün hoş görmediği bir davranıştır. Toplum yalancı kişiyi sevmez, onu kırar ve dürüst olmaya zorlar. Bu bir toplum geleneğidir, devletin araya girmesi gerekmez. Ne zaman ki, bir kişi söylediği yalanla bir başkasını zarara uğratırsa, meselâ filanca gün vereceğim dediği halde aldığı borcu zamanında ödemezse, zarara uğrayan tarafın şikâyetçi olması halinde, devletin ilgili organı devreye girerek yalancıyı borcunu ödemeye zorlar. Burada ortak kültüre ters düştüğü ve topluma zarar verdiği için "yalan söyleme hürriyeti" diye bir haktan söz edilemez. * Demokrasilerde herkes kanun önünde eşit haklara sahiptir. Hiçbir kişiye veya zümreye kanun karşısında farklı muamele yapılamaz, özel imtiyazlar verilemez. * Herkes yönetime katılmak için seçme ve seçilme hakkına sahiptir. * Kişi hak ve hürriyetlerini garanti altına almak ve korumak için mahkemelere bağımsız hareket etme hakkı verilmiştir. Mahkemeler siyaset üstüdür. Hükümet ve siyasi otoriteler, mahkemelere kendi iradeleri doğrultusunda emir veremez; baskı yapamaz. * Demokrasi ile idare edilen devletlere "hukuk devleti" adı verilir. Her hukuk devletinin mutlaka bir anayasası olmalıdır. - Anayasa millet oyu ile kabul edilmiş, temel hak ve hürriyetlere yer vermiş olmalıdır. 152 - Devletin anayasa ile tesbit edilmiş üç önemli görevi vardır: - Mal ve can güvenliğini korumak. - Irz ve namuz güvenliğini korumak. - Dış tehditlere karşı ülkeyi korumak, J : •'•-••< : rıi : .; i : a ;: Devletin bu aslî görevlerini yerine getirebilmesi için yine anayasa ile tesbit edilmiş üç temel yetkisi vardır: Yasama (kanun çıkarma) yetkisi: Kanun çıkartma yetkisi, milletin seçtiği vekillerden teşkil eden "Millet Meclisi"ne aittir. Türkiye'de bu yetki T.B.M.M.'ne verilmiştir. T.B.M.M. millet adına karar alan ve kanun çıkaran bir devlet organıdır. Yürütme yetkisi: Anayasanın tesbit ettiği esaslar çerçevesinde toplum ihtiyaçlarını karşılamak için faaliyet gösterme ve harcama yapma yetkisidir. Bu yetki, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu'na aittir. Yargı yetkisi: Toplum fertlerinin birbiriyle ve devletle olan uyuşmazlıklarını adaletli bir şekilde çözüme bağlamak yetkisi yine bir devlet organı olan bağımsız mahkemelere aittir. Mahkemelerde kendi aralarında normal mahkemeler ve yüksek mahkemeler olmak üzere iki gruba ayrılır. Normal mahkemeler, uyuşmazlıklarla ilgili kararlar verir. Bu karar, ilgili taraflarca kanuna aykırı bulunduğu takdirde bir yüksek mahkemeye itiraz edilir. Yüksek mahkeme, normal mahkemenin verdiği kararı hukukî yönden inceler. Hukuka aykırı bulursa, gerekli düzeltmeyi yaparak uygun kararı verir.. temel Hak ve Hürriyetler Milletin oyu ile kabul edilmiş anayasa ve anayasa hükümlerine aykırı düşmeyen kanunlarla toplumun temel hak ve hürriyetleri garanti 153 altına alınmıştır. Kanunların maksadı toplum huzurunu temin etmektir. O halde kanunlar bir taraftan bu hakların neler olduğunu tesbit ederken, diğer taraftan bu hakları çiğneyenleri caydırıcı ve cezalandırıcı hükümler de taşımaktadır. Kişilerin temel hak ve hürriyetleri: - Kişi dokunulmazlığı Kişi hürriyet ve güvenliği Özel hayatın gizliliği ve korunması Yerleşme ve seyehat hürriyeti Din ve vicdan hürriyeti Düşünce ve kanaatini ifade etme hürriyeti Bilim ve sanat hürriyeti Toplantı hak ve hürriyeti Mülkiyet hakkı Hak arama ve dilekçe hürriyeti '"" SOSYAL VE EKONOMiK HAKLAR [i - Ailenin korunması - Eğitim ve öğretim hakkı - Çalışma ve sosyal güvenlik hakları 154 - Toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt hakkı - Tarihî, kültürel ve tabiat varlıklarının korunması - Gençliğin korunması ' - Toplum sağlığının korunması. ; SiYASÎ HAKLAR - Seçme, seçilme, siyasî faaliyette bulunma hakkı - Kamu hizmetine girme hakkı - Sivil örgütlenme hakkı Hak Aramanın Hukuki Yönü * Anayasa ve ilgili kanun hükümleriyle garanti altına alınmış bulunan haklarımızdan biri çiğnendiği zaman muhatabımızdan hakkımızı kendi gücümüzle almaya kalkmamalıyız. Çözemediğimiz küçük anlaşmazlıklarda polise, büyük anlaşmazlıklarda ilgili mahkemeye başvurmalıyız. Eğer buna vaktimiz yoksa veya işin hukukî yolunu bilmiyorsak, bir avukata danışıp gerektiğinde kendisine vekalet vererek bizim adımıza hakkımızı aramasını isteyebiliriz. Unutmayalım, hakkını korumak ancak hakkını bilenlerin işidir. ASKERLİK GÖRGÜSÜ Askerlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her gencin yapmakla mükellef olduğu bir zorunluluktur. Fakülte veya yüksekokul mezunları da okullarını bitirdikten sonra eğer lisansüstü eğitime devam etmeyeeeklerse askerliğe çağrılırlar. Muhtelif sebeplerden ötürü askerlik tecili ileri yaşlara kadar yapılabilmektedir. 155 Ayrıca, meslek olarak askerlik görevi yapan subay ve astsubaylar vardır. Harp Okulla-rı'ndan yetişerek Teğmen olarak mezun olduktan sonra Üsteğmen, Yüzbaşı, Binbaşı, Yarbay, Albay olarak rütbe aldıktan sonra, Generallik rütbelerinden önce Tuğgeneral, sonra Tümgeneral, Korgeneral ve Orgeneral rütbe* lerini alırlar. :Ayrıca astsubaylar da; astsubay çavuş, astsubay kıdemli çavuş, astsu? bay üstçavuş, astsubay kıdemli üstçavuş, astsubay başçavuş, astsubay kıdemli baçavuş rütbelerini alırlar. ; Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlıkları, silâhlı kuvvetlerin temel bölümleridir. Askerlikte rütbe çok önemlidir. Çevremizde pekçok insan askerlik yapıp bitirdiği halde rütbeleri öğrenememekte, askerlik-anılarını anlatırken subaylardan "iki yıldızlı, üç yıldızlı"; astsubaylardan "iki kazıklı, üç kazıklı" diye bahsetmektedirler. Er ve erbaş olarak tanımlanan belli bir süre içinde askerlik görevini yapanlar er, onbaşı, çavuş olarak rütbelenirler. Yüksekokul ve fakülte mezunları, 4 aylık temel eğitimden sonra asteğmen, olarak görev yaparlar. Askerlikte Selamlaşma Askerî selamlaşmanın kanunlarla ve yönetmeliklerle tesbit edilmiş kuralları vardır. Her asker kişi bu kuralları uymak zorundadır. Askerlikte aşağıdan yukarıya doğru sıralanan sınıflama şöyledir: Erler Erbaşlar Astsubaylar Subaylar 156 Üstsubaylar Erler, rütbesiz askerlerdir. Diğer sınıfların hepsinde aşağıdan yukarıya doğru kendi içlerinde bir rütbe sıralaması vardır. Aşağı rütbedeki bir asker, kendi rütbesinin üzerinde yer alan bütün rütbeli askerlere selam vermek zorundadır. Buna göre bir er, karşılaştığı erbaş, astsubay ve subayların hepsine selam vermek zorundadır. Askerî selamlaşmada genel kural şudur: Alt rütbedeki bir asker, karşılaştığı üst rütbedeki her askeri selamlamak zorundadır. Üst rütbeli asker de onun selamını almakla mükelleftir. Diğer kurallar kısaca şöyle sıralanmıştır: * Ast, karşılaştığı bir üstüne yan yana gelmeden önce selam vermeye başlar. Elini üst indirmeden evvel indirmez. * Selam verirken, ast yüzünü üstten yana döner. * Ast, üstünü görmezlikten gelemez. *, Ast, tanıdığı üstünü veya âmirini elbiseli iken de selamlamak zorundadır. * Araç kullanan sürücüler * Tutuklu ve esir muhafızları * Muhabere görevi almış devriye, gözcü ve nöbetçiler * Selam veremeyecek kadar hasta olanlar * Cenaze töreninde bulunanlar * Savaşta, tatbikatta ve manevrada bulunanlar 157 * Silâh ve cephane nakli yapanlar * Eğitim sırasında dinlenme izni verilenler * Yürüyüş halinde olan eğitim birlikleri, selâm vermezler. Askerlik süresi boyunca erler ve erbaşlar arasında sık sık münakaşalar yaşanır. Anadolu'nun her köşesinden aynı bölüğe, aynı yatakhaneye toplanan, yetiştiği yöreler farklı, kişilikleri farklı insanların birbiriyle uyum içinde olması tabii ki çok zordur. Ancak askerlik süresi içinde bu bir mecburiyettir. Bu nedenle, rütbe ilişkisi içinde askerliğini yapmak en doğru olanıdır. Fakat askerler arasına yerleşmiş kötü bir adet var ki, bunu ortadan kaldırmak gerekiyor. Zamanın birinde herhalde onbaşılar veya çavuşlar acemi askerlere çok eziyet etmiş olacaklar ki, her acemi er, usta olduğunda acemileri ezmek için gün sayar adeta... Bu kötü alışkanlık, kimi yerlerde subay ve astsubaylardan tarafından bilinçli olarak yürütülerek, askerlerin güya kendi arasında disiplini sağlayacağına inanılmaktadır. Er ve erbaşlar kimi zaman subay ve astsubaylar haksızlığa uğramaktadırlar. Askerler, haklarına dair sahibi olmaya gayret göstermemektedirler. Tabii saygısızlık etmek anlamında değil, kurallara herkesin anlamında bunları ifade etmekteyiz. karşısında da en ufak bilgi ki üstlerine riayet etmesi Askerlikte adam tutmak çok sık rastlanan bir durumdur. "Toprak" diye birbirine hitap edenler, aynı memleketten gelmişlerdir. Üst olan hemşerisini oldukça tutar ve onun görevlerim diğer askerlerin sırtına yıkmaya çalışır. Unutmayalım ki, oradaki herkes insandır ve kimse kimsenin vazifesini yapmak zorunda değildir. Bölük komutanları olan subay ve astsubaylar da birbiriyle olan ilişkilerinde askerliğin gerektirdiği temel esaslara riayet etmelidirler. 158 Askerlerle olan münasebetlerde ise, her zaman askerini koruyan, onlara güvenen ve saygın bir kişiliği olan komutanların kazanacağını unutmayın. GELENEK SOHBETLERİ GÜRBÜZ AZAK "Adâb-ı Muaşeret Kuralları île Gelenekler Çatışmamak..." ELEMEKLER, her türlü kültürün mihenk taşıdır. Fakat, "gelenek" derken dikkatli olmalıyız; âdet ile an'aneyi birbirinden ayırmak gerekir. Adet, bölge bölge farklılıklar gösteren alışkanlıklar ve coğrafya mirasıdır. Aynı âdet, değişikyörelerde değişik biçimler alır. Kan davası, kız kaçırma, akraba evliliği bir yöremizde sık görüldüğü halde; başka bir yöremizde görülmeyebilir. An'ane ise, milletin ortak töresidir. Burada "gelenek" derken, ortak törenin terbiye boyutunu kastediyoruz. Adabı muaşeret kuralları uzun vâdede değişiklikler arzeder. Masada yemek yemek, kaşık-çatal-bıçak kullanmak, telefonla konuşmak, sıra beklemek gibi. Hatta kıravatma uygun çorap seçmek inceliği gibi. Kültürle âdabı muaşeret kurallarının çok yakın bir ilgisi vardır. Biliyorsunuz, kültür, milletlerin kendilerine has yaşama üslûbu, hayatı yorumlama tarzı demektir. Her milletin düğünü, derneği, alış-veriş kuralları, sevinç tezahürleri, hatta kavgaları farklıdır. Millileşmiş kültürler sağlam ve kendisiyle akortlu kaideleri de beraberinde taşır. DAĞLAR ÖTESINÎ GÖREN ADAM Ninemin babası "Molla Hüseyin", ünlüymüş. Onu hiç tanımadım. Çocukluğumda "Molla Hüseyin'in torunu" diye nice insandan saygı gördüğümü bilirim. Kasabamızın çevresinde yirmiden fazla köy vardı. Ora yaşlıları nineme de 159 "Molla Kızı" diye hürmetli davranır, hatta zaman zaman yağ ve zahire getirirlerdi. Ben en çok dedemin talebesi Kelekçili Mustafa Hoca'yı severdim. Ak sakallı, uzunca boylu, fevkalâde ciddi biriydi. Kasabaya inişinde mutlaka uğrar, "Molla Kızı"nm hatırını ayak üstü de olsa sorar; eksiğimiz gediğimiz var mı, tetkik ederdi. Nineme gösterilen saygının öbür yanı ise, şehid karısı olmak. Kocası Çanakkale Savaşları'ndan dönmemiş. Musa Hoca hep sırtı heybeli gezerdi. Salı günleri kasabaya iner, aldıklarını iri, bol renkli, süslemeli halı heybesine kor, bir selam için bize uğrardı. Keskin gözleri vardı. insana derin bakar, az konuşurdu. Bir akşamüstü ninemi üzüntülü gördüm: - Yarın Musa Hoca'ya gidiyoruz. Hasta, helâlleşme vaktidir. Olmaz diyemedim. Ramazandı, er vakitte kalkıp yollara düştük. Ninem, ben ve "Fındık" adını verdiğim küçük köpeğim... Kelekçi, kasabamıza yirmi kilometre kadar. Tabiî yaya gidiyoruz. Hatırlıyorum... Tozlar içinde bir yolculuktu. Yaz sıcağı ortalığı kavuruyordu. Bodur, cılız, az yapraklı, gölgesizi ağaçlara baka baka yürüyorduk. Öğleye doğru köye vardık. Musa Hoca yer yatağında, dermansız ve sarı benizle yatıyordu. 160 Göz kapaklarını güç halle açabilip, "Hoş geldin Molla Kızı" dedi. Yatak çevresinde oğulları, hanımı ve komşulardan birkaç kişi bağdaş kurup oturmuştu. Ninem hoş-beşten sonra söze girdi: "Hoca, helâlleşelim..." Sıradan bir laf, nasılsın der gibi sanki. Hoca da şaşırmadan, sohbette imiş-cesine davranıyordu. — Hakkım helâl et Hoca... — Bin kere helâl olsun. Sen de helâl et Molla Kızı... Hepsi bu kadar. Ayrılma vakti geldi. Aynı yolları aynı güneş altında yeniden katedecektik. Ayrılırken usul usul oğullarına döndü: — Hoca kızına bir sepet üzüm verin... Öyle yaptılar. Yeni ermiş taze üzümleri iri ve sarı bir sepete doldurup uzattılar. Sepet ağırdı. Bir ben taşıyordium, bir ninem. Sonra birlikte tutuyorduk. Bu hep böyle sürdü. Cılız kollarım dirseklerimden kopacak gibiydi. Fındık ise gah önümüzde gah ayaklarımın bidinde tin tin geziniyordu. Gene; bodur, cılız, az yapraklı, gölgesi kıt seyrek ağaçlara baka baka, bitmek tükenmez ovayı ve onu çevreleyen çakır gözlü gök yüzünü seyredip yükün ağırlığından uzaklaşmayı umarak yürümekteyim. Derken... küçük bir vadiye geldik. İki yanımız taşlı, dik yamaçlı... 161 Tam vadinin ortasında yukarılardan bir gümbürtü koptu. Sırtı çapraz silahlı üç adam taşları toprakları düşüre düşüre ve adetâ yuvarlanır gibi önümüze çıktılar. Durduk... Ninem, "Ne var?" diye diklendi. üstünü başım silkeleyen silahlı kişilerden en öndeki, iki adım daha atıp "Ana" dedi... "Üzümü istiyoruz." Ninemde aynı asık surat: — Niye oğul? — Oruçluyuz, iftarlığımız yok... Ben önce kızıdım, celallendim ve ağlamaya başladım. Durmadan "Olmaz vermeyelim" Demekteyim... Ninem öfkeyle baktı: Ver o sepeti! İstemeye istemeye uzattım. Kollarımda tükenmez sızılar, gözlerimde çamurlu yaşlar... Sepeti aldılar, bu defa öbür yamaca yöneldiler. Gitmeleri de gelmeliri gibi çabuk oldu. Gene arkalarından mıcırlar taşlar düştü. Burnumu çeke çeke yürüyor, ninemin davranışına kızıyordum. Nihayet 170 GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI 162 sordum: — Kimdi onlar? — Eşkıya yavrum. - Niye verdik sepeti? - Oruçlu isteyince verilir evladım. Musa Hoca'nm üzümleri eşkıyaya yok yere kısmet olmaz. Bir hikmeti vardır. Sebebi boldur. V *** Çok geçmedi. Naftasma kalmadan Hoca'nm vefat haberim aldık. Ninem helva yapıp dağıttı. Musa Hoca'yı hatırladıkça, yer yatağındaki hasta halinden ziyade, uzun boyu, halı heybesi, ve derin sakan gözleriyle çıka gelişleri aklıma düşer. Ve apansız: "Molla Kızı, nasılsın?" deyişleri. Dört başı mamur bir karekteri temsil ediyordu Hoca. Siz söylemeseniz de o anlardı. Daha siz sormadan cevap verir, gereği kadar konuşurdu. Anlayan insandı Musa Hoca. Şimdilerde düşünüyorum da, sorular içinde irkiliyorum... Acaba o üzümleri gerçekten bize mi vermişti, yoksa eşkiyaya iletmemizi mi istemişti? 163 İçimdeki ses şunları diyor: Musa Hoca azıksız kalmış oruçluları bal gibi biliyordu. Eşkiya bile olsalar onları düşünüyordu. Güzel insandı Musa Hoca... MÜNEVVER AYAŞLI Adâb-ı Muaşeret Bir Görgü Meselesidir Kitaptan Öğrenilmez..." ir gün, bir yayınevi sahibi benden âdabı muaşeret kitabı yazmamı istedi, "ihtiyaç var, iyi satar."dedi. Kabul etmedim, "yazamam" dedim. Niçin yazmak istemediğimi ona izah ettiğim gibi, size de arzedeyim: Evvela âdabı muaşeret bir görgü meselesidir; kitaptan öğrenilmez, yaşamak lâzım. Bu bir. ikinci sebebine gelince: Evet, belki âdabı muaşeret konusunda sizden daha fazla şey biliyorum; ama her şeyi bilmiyorum. Yazacaklarım olsa olsa bir risale hacmi tutar. Romanlarımda ve diğer kitaplarımda Osmanlı âdabı muaşeretini sık sık işledim. Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Beyin iki Kızı, Pertev Beyin Torunları, Vaniköyünde Fazıl Paşa Yalısı, Dersaadet, Edeb Yahu bunların başında gelir, ' Yazacaksınız da ne olacak? Bu memlekette Kültür Bakanlığı yapmış zatlar âdabı muaşeret bilmedikten sonra, geri kalanlara ne lâzım... Talat Halma'ın Kültür Bakanı olduğu zaman ben de gazetecilik yapıyordum. "Kültürsüz bir Kültür Bakanı" başlığı ile bir yazı yazdım. Bu zat beni ziyarete geldi. "Eyvah, dedim içimden, şimdi bana sitem ederse ne diyeyim?" Pek kibar, pek nazik bir adam: ••••.•.• •-•:•.•..,• ,- .., • , -•:•...*. < , ...;,.,, -Hanımefendi, beni istanbul'da sevmiyorlar değil mi? dedi. •*•«' »jy Vaziyeti idare etmek için: f; i - - -Zannetmem beyefendi.., dedim. Sizin kabineyi sevmedikleri için sizi de buna dahil etmişlerdir. Durup dururken demez mi: 164 -Bana beyefendi demeyin, lütfen Talat deyin -Diyemem beyefendi. -Neden? -Arzedeyim: Ben öyle bir ailede yetiştim ki, babam küçük kardeşime bile ismiyle hitap etmezdi. "Haydar Bey Birader", "Şevket Bey Birader" derdi. /Tabiî hemen soğuk bir hava esti. İçimden, "Eh, dedim, sen o yazıyı haket-mişsin. Şu edepsizliğinle beni haklı çıkarmış oldun..," Samimiyet ayrı, laubalilik ayrı. Çokları samimiyetle laubaliliği karıştırıyorlar. Sarayda da isimle hitap edilmez. Sultanlar (kız kardeşler), birbirlerine "Ayşe Sultan Hemşire", "Rukiye Sultan Hemşire", "Şaziye Sultan Hemşire" diye hitap ederlerdi. Tarihi film senaryosu yazanlar saray âdabını bilmedikleri için hata yapıyorlar. Hanımı paşaya, "Paşa Hazretleri" diyor; yanlış. Aslında öyle demez, "Paşa Efendi" veya "Efendimiz" der. Onun için beyefendi siz bu kitabı yazmaktan vazgeçin. Siz taşralısınız, bu sizin işiniz değil. Taşralılar saray âdabını, İstanbul Osmanlısının konak ve yalı âdabını bilmez. Sadece sizin için söylemiyorum, bütün taşralılar için böyledir. Yahya Kemal bile İstanbul şairidir ama taşralı olduğu için İstanbul yerlisinin bildiği âdabı muaşereti bilmez. Vaktiyle "teşrifat" demlen ve saray protokolünü teşkil eden esasların temeli "Edeb Yahu" idi. Osmanlı'da edeb, "Edeb Yahu!" ihtarına muhatap olmamaktır. Osmanlı çocuğunun terbiyeli olması kadar tabiî bir şey yoktu. Neden terbiyesiz olsun ki? Evi, muhiti, camii, tekkesi, mektebi, memuriyet hayatı, esnaflık hayatı, kısacası yirmi dört saati edebli ve terbiyeli idi. Bir Osmanlı için bu edeb ve terbiye çemberinin dışına çıkmak hakikaten güç patta imkânsızdı. 165 Evinde anasına, babasına, ağabeyine, ablasına, dedesine, ninesine saygılı olan bir çocuk, camide, tekkede, medresede, mektepte ve sokakta da büyüklere karşı saygılı ve hürmetkardı. Osmanlı için en kolay ve tabiî olan şey, edebli olmaktı. Kaba, terbiyesiz, ve nadan olmak hatıra bile getirilmezdi. Enderun ve Babıâli, dünyada geçmiş medeniyetler içinde belki de edeb, terbiye ve kibarlık ekollerinin en müstesnası idi, Değil padişah sarayında, sultan ve şehzade saraylarında, mahallesinde çeşmeden evine su taşıyan on üç yaşındaki ahretlik kız bile bir ceylan kadar ürkek, hassas, mahcub ve afif bir çocuktu. Bütün davranışlarında bir saray cariyesi edası, inceliği ve zerafeti vardı. OSMANLILAR BİRBİRLERİNE NASIL HİTAP EDERDİ? Sadece saray ve konaklarda değil, en mütevazi mahalle evinde dahi birbirlerine "sen" diye hitap edilmezdi. Daima "siz" denirdi. Birbirlerini isimleriyle çağırmazlardı. Kocalar zevcelerine "hâtûn, hanım veya kadınım" derlerdi. Hanımlarda zevçlerine "efendi, bey veya molla bey" derlerdi. Beyler gıyabında hanımlarından bahsederken, "ayalim, halîlem, refikam" derlerdi. İkinci Meşrutiyetten sonra "familyam" denmeye başlanmış ise de, bu pek âdi tabir uzun sürmedi, terkedildi. Daha yüksek konaklarda ise hanımlar zevçlerine "paşa efendi, beyefendi, molla efendi"derlerdi. Karşılığında da zevçleri hanımlarına "hammefendi"der-lerdi. Sultan saraylarında ise sultan zevçleri hanımlarına "sultan efendi veya sultancığım" derler, isimleriyle zinhar çağırmazlardı. Padişah sarayında kadın efendiler, hasekiler, gözdeler, sultanlar, şehzadeler ve saray halkı padişaha "efendimiz" derlerdi. Sadece valide sultan, padişah oğluna, "aslanım veya aslancığım" diyebilirdi. Sultanlar aralarında daha evvel arzettiğim gibi asla "hala, teyze, abla" demezler; "Ayşe Sultan Hemşire, Rukiye Sultan Hemşire" derlerdi. Şehzadeler, yani yeğenler, de sultanlara "sultan efendi" diye hitap ederlerdi. 166 Bunların istisnaları pek nadirdir. Makamı cennet olsun, aziz Şehzadem Abid Efendi, cennetmekân Sultan Abdülhamid Han'ın en genç şehzâdesiydi. Bir gün bana, "Biliyor musunuz, babama "baba" diyen tek evladı bendim. Yanında oturan, hatta kucağında yemek yiyen tek evladı da bendim." demişti. Nezaket ve şefkati müsellem olan Sultan Abdülhamid Han, kerimelerine (kızlarına) hiçbir zaman "sen" demediği gibi; isimleri ile de çağırmazmış. Hizmetinde bulunan cariyelere dahi "siz" diye hitap edermiş. Hizmetindeki bu kızlardan birşey isterken, o koca Padişah, "Yapar mısınız, verir misiniz, getirir misiniz!" dermiş. Arzularını böyle emretmeden, sual tarzında ifade ederlermiş. Saray âdabı ile tekke âdabı birbirinden çok farklıdır. Birbirine karıştırmamak lâzım. Bir gün tekkeden iki zat (Abdülbaki ve Süleyman Dedeler) ve ben Rukiye Sultan'ı ziyarete gittik. Huzurdan ayrılırken, tekke terbiyesi almış bir zat olan Abdülbaki Dede, Sulta'a "Dua buyurun, Sultanım." demez mi... Gülmemek için kendimi zor tuttum. Sultana dua buyurun denmez ki; "Duacmızız veya dâileriniziz Sultan Efendi." denecek. PROTOKOL KABALIĞI VE BİR HATIRA Batılılarda bizimki gibi zarif bir aile terbiyesi yoktur. Terbiyeleri salon âdabından ibarettir. Zevcimle beraber Belçika Sefiri'nin davetlisiydik. Salonda İtalyan Askeri Ateşesi ve eşi de var. İngiliz Askeri Ateşesi'nin hanımı, şımarık ve görgüsüz bir Rum karısı. İçkiyi fazla kaçırmış; kahkaha ile gülüp duruyor. İtalyan Askeri Ateşesi'nin yanına gitti. Yılışık bir tavırla adamın göğsündeki nişanlarla oynayarak: -Bunu nereden aldınız, şunu hangi cephede kazandınız? diye soruyor. Zevcim kulağıma eğildi: -Kadının yaptığı terbiyesizliğ bak... dedi; kocasının müdahale etmesi gerekir; ama adam sesini çıkarmıyor, 167 Rum karısı, İtalyan'ı bırakıp zevcimin maiyetinde görev yapan bir Türk subayının yanına gitti. Bu subayımızın göğsünde bir tek madalyası vardı. Kadın alay eder gibi subayımızın göğsündeki nişanı göstererek: -Ya siz bu nişanı nereden aldınız? Zevcim olaya müdahale edecek de bir skandal çıkacak diye korktum. Türk subayı gayet terbiyeli ve nazik bir sesle: -Şıpka'da kazandım, madam! dedi. "Şıpka" sözü salonda sanki bir bomba tesiri yaptı. Bütün protokol ricali saygı duruşuna (hazırola) geçti. Avrupa'da o eşsiz Şıpka Müdafaası'm bilmeyen subay yoktur. Osmanlı askeri, çok kalabalık bir Rus ordusuna karşı durarak dünyada eşi az bulunan bir müdafaa yapmış; dünyaya cihangirliğini bir kez daha isbat etmişti. O şımarık Rum karısı, yaptığı kabalıktan utandı ve sesini kesti. İşte, küçük rütbeli bir Osmanlı subayı böylece Avrupalılara bir terbiye dersi vermiş oldu. NEZİH UZEL Tekkeler, Osmanlı'nın Edeb Yuvalarıydı..." İnanır mısınız, belki onbeş yirmi senedir bana "beyefendi" diye hitap edil-(^f diğini duymadım. Bakkala gidiyorum, "Ne istiyorsun dayı?" diyor... Tekkeler Osmanlının edeb yuvalarıydı. Tekkelerin kapısında "Edeb Ya Hu" yazılıydı. Orada halka âdabı muaşeret öğretilirdi. Tekkeleri kapatanlar, alternatif olarak açtığı halk evlerinde eski kültürü yıkma eylemine girişti. Osmanlıya ait bütün manevi değerlerle alay edildi. 168 Neticesi malum... Zoraki kültür değişimine maruz kalmış kozmopolit bir nesil türedi. Ahmet Refik'in dört ciltlik "istanbul Hayatı"m okuduğunuz taktirde, eski istanbul'un ne olduğunu görürsünüz. Yine Musahipzade Celal'in de aynı isimli bir ciltlik eseri var. Halid Bayrı'nm "istanbul Folkloru", Gölpınarlı'nm "Fü-tuvvetnâmeler"i, Ziya Şakir'in "Eyüp'te Mahalle Teşkilatı" şu anda aklıma gelenler. Geniş anlamda âdabı muaşereti Kâtip Çelebi'de, Cevdet Paşa'da ve Ga-zali'de bulabilirsiniz. İNSANLARIMIZ KUYRUKTA BEKLEMESİNİ BİLMİYOR! Yıllardır insanlarımıza Batı kültürü empoze ediliyor, ama gelin görün ki bu insanlara daha kuyrukta beklemesini öğretememişler. Adam elli kişinin hakkını çiğneyerek, ön sıradaki çocuğun yanma yaklaşıyor: "Oğlum, diyor, benim faturamı da ödeyiver, Daha çocuk cevap vermeden faturayı ve parayı uzatıyor: "Seni şurada bekliyorum." Bunu yapan, insanın en kabası. Biraz daha kibar olanı, çocuğun arkasındaki kişiden izin istiyor. O da yanlış. Çocuğun arkasındaki şahıs izin veremez. Çünkü geride daha kırk sekiz kişi var. İnsanlarımız disiplinsiz. Sırada durmayı bilmiyor. Kimi oturuyor, kimi geziniyor, kimi sıradan çıkıp duvara yaslanıyor, kimi de sırasını öndekine veya arkadakine teslim edip başka bir işini görmeye gidiyor. Nice sonra gelip "Bu sıra benimdi," diyor. İtiraz edenlere sırasını emanet ettiği adamı şahit gösteriyor. Adabı muaşarete uymayan davranışlar bunlar. Türkiye'de kamu hizmetleri çok ağır işlediği için, kuyruklar bitmiyor. Bankaların önünde maaş kuyruğu, hastahanelerde muayene kuyruğu... Avrupa ülkelerinde bu tür kuyruklara rastlayamazsınız. TRAFİK KAZALARINA BİLGİSİZLİĞİMİZ SEBEP OLUYOR 169 Büyük şehirlerde trafik keşmekeşinden şikayetçi olmayanımız yoktur. Trafik yoğunluğunun mutlaka birçok sebepleri var. Yollar dar, yollar bozuk, yollar yetersiz, her kavşakta trafik ışığı yok, trafik cezaları caydırıcı değil... Bütün bunlar doğru, ama sürücülere ve yayalara ne demeli? Kırmızı ışıkta geçenler, hatalı sollama yapanlar, kaldırım dururken yolun ortasından yürüyen yayalar... Arabayı yolun ortasında durdurup yaka paça kavga eden, birbirine küfreden sürücüler. Trafik keşmekeşine daha ziyade insanlarımızın bilgisizliği, eğitimsizliği, kurallara riayet etmemeleri sebep oluyor. İki araba çarpışıyor, trafik kazası oluyor. Sürücüleri hemen arabalarından inip münakaşaya başlıyorlar: Sen viraja hızlı girdin, sen hatalı solladın, sen sinyal vermedin, sen kırmızıda geçtin... Yolcular da onları seyrediyor. İnsanlarımızın kavga seyretmekten hoşlanmak gibi kötü bir huyları var. Yaralı veya ölü olduğu zaman durum daha da dramatik bir hal alıyor. Yaralılara ne yapılacağım bilen yok. Kanama nasıl durdurulur, kırık nasıl sarılır, yaralı nasıl taşınır, suni teneffüs nasıl yaptırılır, kalp masajı nasıl yapılır bilen yok. Trafik kazalarının, zehirlenmelerin, yangınların, boğulmaların sık görüldüğü memleketimizde, nedense "ilk yardım"a gereken önem verilmiyor. Okullarımızda o kadar lüzumsuz dersler varken, neden bir ilkyardım dersi konmuyor anlamak zor. Kazadan sonra, adamın kalbi durdu veya nefes alışverişi yok diye kazazedeyi öldü sanıyorlar. "Allah rahmet etsin." deyip üzerini gazete kağıdıyla örtüyorlar. Kalp atışları veya nefesi durabilir, ama bu onun kesin öldüğü anlamına gelmez. Bu durumdaki bir insana mutlaka suni teneffüs ve kalp masajı yapılması lazım. Bunun için doktor olmak gerekmez. İlkyardım usullerini bilen tecrübeli bir kimse rahatlıkla yapabilir ve hayat kurtarır. Prof. SADETTİN OKTEN Osmanlı'da Adâb-ı Muaşeret 170 GEÇMİŞLE bugünü kıyaslayabilmemiz için, önce Osmanlı kültürü veya diğer bir ifadeyle "Klasik kültür" denince ne anlıyoruz; onu arzedelim. Osmanlı kültürü, kemale ermiş, bütün sosyal müesseseleriyle oturmuş, bütün eksiklerini tamamlamış bir kültürdür. Biz o mümtaz kültürün temsilcilerinden ders almış, rahleyi tedrislerinden geçmiş, onlarla temas imkâm bulmuş bahtiyarlardanız. Bundan da şeref duyarız. Bugünün insanı, o kültürün kıymetini bilmese de, dışarıda hâlâ bir Osmanlı itibarı mevzubahistir. Batılı tarihçiler, oryantalistler, sosyologlar ilim adına o kültürü inceliyorlar. Eserlerinde hayranlıklarını çekinmeden dile getiriyorlar. Batı kültürüne geçiş dönemini yaşadığımız bu hercümerc içinde, o mümtaz kültürün kıymetini bilen çok az insanımız vardır. Osmanlı kültürüyle bezenmiş adamın hayata bakış açısı, insanlara ve diğer canlı mahlukata bakış açısı tamamen farklıydı. İşte siz buna ister adabı muaşeret deyiniz, ister davranış biçimleri deyiniz; ne derseniz deyiniz... Biz ona "müeddeb" yani edebli adam derdik. O odam ki, hem kendine, hem diğer insanlara, hem tabiata, hem bütün canlı mahlukata karşı edeb üzere hareket eden adamdı. Edeb, malûmunuz, bazı kurallara uymak, pratikte bazı sınırları aşmamak, bu işi yaparken de samimi olmak, gönülden hareket etmek ve o işten manevi bir zevk almaktır. Sevgiyle, ihlasla, manevi bir haz alarak o işi yapınca; ister istemez konu ahlaki bir boyut kazanıyor. Osmanlı kültüründe gerçek mürebbi yani terbiye edici Allah'tır. Dolayısiyle âdabı muaşeret dediğimiz şey, vahye müstenid sistemin hayata yansımış şekli oluyor. Ana fikir, ana tema budur. Bu tema dal budak salmış, çiçek-lenmiş; gah evde haremine ve çocuklarına karşı davranış âdabı, gah ticaret ahlâkı, sokakta yürüme terbiyesi, patronun işçiye, işçinin patrona karşı vazifeleri, hacanın talebeye, talebenin hocaya karşı davranış biçimleri veya orduda ast-üst münasebetlerinin esası olmuş. Tekkede şeyh-mürid münasebetlerini, camide imam-cemaat münasebetlerini de aynı katagoride mütalaa edebiliriz. 171 Klasik kültür denince, işte biz bunu anlıyoruz. Bu kültürü alan bir adamın temel prensibi, temel felsefesi şuydu: Ben bir fert olarak Allah'ın rızasını ve dolayısiyle sevgisini kazanmak için insanlara karşı nasıl iyilikte bulunabilirim? Tabiat ve diğer canlılar benden ne hizmet bekliyorlar? Bu soruların cevabını Kur'an'da, hadislerde arayıp buluyor; hocalarına, büyüklerine soruyor; öğreniyordu. Âdabı muaşereti uygularken dayandığı temel espri şuydu: Benlik duygusunu öne çıkarmadan, başkalarını kırmadan, minnet hissi uyandırmadan, başa kakmadan, kendi varlığım hissettirmeden, bir tüy kadar hafif görünerek bunları yapmaya çalışmak. Temel prensip bu olunca, zaman ve zemin değişmesine paralel olarak söz ve davranışlarda bazı değişmeler normal karşılanmalıdır. Bize göre önemli olan söz ve davranış biçimleri değildir. Önemli olan hayata bakış açısıdır. Konuyu bu yönüyle ele aldığımızda, eski kültürle yeni kültür arasındaki farkı, daha doğrusu tezadı, anlamak kolaylaşır. Klasik kültürde "ben" arka planda iken, yeni kültürde "ben" ön plandadır. Kapitalist yaşama biçimini benimsemiş kişi, dindar olsun dindar olmasın, egosunu tatmin etmek için çalışır. Birinde sevap kazanmak için öne çıkan ego, öbüründe para, şan-şöhret kazanma şeklinde ortaya çıkar. "Ben"in öne çıktığı bir düzende, Osmanlı kültürü sözkonusu olamaz. Mesela selamı ele alalım. Osmanlı kültüründe selamın anlamı şudur: "Ey selam verdiğim kişi, benden sana zarar gelmez. Benden yana emin olabilirsin. Benim senin hakkında iyi niyetlerim ve hayırlı temennilerim var. Benim yanımda kendini emniyette hissedebilirsin." Osmanlı selamı böyle anlardı. Tanıdık olsun olmasın, karşılaştığı herkese selam verirdi. Bugün selamı bu anlamda alan ve veren insanların sayısı çok azdır. İnsanlar tanımadığı kimselere selam vermediği gibi, yabancı birinin selam vermesini de tuhaf karşılıyorlar. Büyük şehirlerde, aynı apartmanda oturan insanlar birbirini tanımıyor. Sokakta, merdivende, kapıda karşılaşıyor; ama selamlaşmıyorlar. Halbuki bunlar Osmanlının torunlarıdır. 172 Osmanlı kültüründe komşuluğun insan hayatında çok önemli bir yeri vardı. Komşu, aileden ve akrabadan biri gibi görülürdü. Müslüman denince, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen kişi anlaşılırdı. Komşular arasında bir anlaşmazlık çıkınca, polise değil, mahallenin büyüklerine gidilirdi. Mahallenin büyükleri sevilen, sayılan, adaletinden ve tarafsızlığından emin olunan, hakemliğe layık kimselerdi. Şimdi bunların hepsi hayal oldu... O büyükler ki, daima ceplerinde bozuk para ve şeker bulundururdu. Çocuklarla karşılaşınca, hemen ellerini ceplerine atar; onları sevindirirlerdi. Bunun istisnası düşünülemezdi. Daha büyüklerine hal hatır sorulur, imkanlar ölçüsünde hediye verilirdi. Osmanlı âdabında küçük büyüğe hatır soramaz; ayıp sayılır. Daima büyük küçüğün hatırını sorar. Küçüğün bir hatası veya ayıbı görülmüş ise; o anda müdahale edilmez, görmezden gelinir. Büyüğün bu hoşgörü ve asaleti karşısında küçük ziyadesiyle mahcup olur, büyüğün sevgisini ve güvenini kaybetmekten korkardı. Dolay-siyle bir daha aynı vaziyette görülmekten çekinirdi. Kendisine çeki düzen verirdi. Bazan gerekli görüldüğünde, bir başka zaman, gayet müşfik ve kibar bir lisanla, zarif bir şekilde, küçüğe hatasını düzeltmesi ima edilirdi. Hiçbir zaman kırıcı ve genci mahcup edici cümleler kullanılmazdı. Küçük ve latifeli dokundurmalar yapılır; öyle ki orada başkaları varsa bunu anlamazlar bile . Ancak konuşanla muhatabı anlar. BATI KÜLTÜRÜNÜN DAVRANIŞLARIMIZA YANSIMASI Kültürle medeniyeti birbirine karıştırmamak lâzım. Çoğu okuryazarımız, hatta bazı aydınlarımız kültürle medeniyeti eş anlamda kullanarak mefhum karışıklığına sebep oluyorlar. Bendeniz kültürü şöyle algılıyorum: Her toplumun kendine has bir dünya görüşü var. Bu görüşü yansıtan bir takım soyut kavramlar var ki, bunlara "değer yargıları" diyoruz. Bu soyut kavramlar, hayatın akışı içinde, insanların günlük yaşamında pratiğe geçiyor; uygulama 173 imkânı buluyor. Böylece somut kurallar haline dönüşüyor. Buna da yaşama biçimi diyoruz. Kültür, işte bu ikisinin yâni hayat görüşü ile yaşama biçiminin bileşkesi-dir, Medeniyeti daha çok yaşam biçimi olarak algılıyoruz. Teknoloji, yâni üretim vasıtaları, yaşam biçimini büyük çapta etkiliyor. Aynı yaşam biçimini seçen bir milletin veya milletler topluluğunun ortaya koyduğu soyut eserleri, salt düşünce ürünlerini ve nihayet teknolojiyi medeniyet olarak isimlendirebi-liriz. Çağdaş Batı kültürü ile Osmanlı kültürü arasındaki temel fark, dünya görüşündedir. Batı, değer yargıları hiyerarşisinde en üst kademeye insanı ve aklı koyarken; Osmanlı da Allah'ı, yâni vahyi koymuştur. Bütün yapı aşağıya doğru bu esaslara göre düzenlenmiştir. Batı dünya görüşü, bugün bildiğimiz teknolojiyi üretmiştir. Türk toplumu da bu teknolojiye mahkûmdur. Muazene budur. Şimdi önümüzde iki yol var. Birincisi, mevcut teknolojiye ulaşmak için Batı ile aynı dünya görüşünü paylaşmak ve aynı yoldan geçmek. Türkiye bunu denedi, ama olmadı. Çünkü, kültürel kimlik öyle kolay değişen bir şey değildir. İkincisi, kendi dünya görüşümüz içinde yenibir yaşam biçimi üreterek aynı olmayan benzer bir teknolojiyi yakalamak. Bu mümkündür. Zordur, ama mümkündür. Diğer toplumlar karşısında acze düşmemek için, benzer bir teknoloji üretmek mecburiyetindeyiz. Bendenize göre, olayın esası budur. Batı'dan ne öğrendik, ne öğrenemedik? Batı kültürünü kabul mü, yoksa red mi etmeliyiz? Bu sorular teferruattır. Elbette birtakım pratik problemlerin çözümünde o birikimden faydalanacağız. Ancak, detayı ve bütünü kendi dünya görüşümüze göre değerlendirip bir tasnife tâbi tuttuktan ve yorumladıktan sonra. ZORAKİ KÜLTÜR DEĞÎŞÎMlNÎN DAVRANIŞLARIMIZA ETKiSi Konuyu resim ve ideoloji münakaşası şeklinde ele alıp kolaya kaçmak istemem. Ayrıca, meselenin bu boyutu âdabı muaşerete de aykırıdır. Meseleyi bir eğitimci gözüyle, sosyolojik açıdan, "kuşaklararası çatışma" adı altında incelememiz daha uygun olur kanaatindeyim. 174 Meseleyi aile plânında ele aldığımız zaman, bilhassa gençleri iki cendere arasında sıkışmış görüyoruz. Hem toplumda itibar kazanmak, hem aile içi bağları muhafaza etmek., işte bu çok zor. Bugünün genci, bu zoru yaşıyor. Bir genç, kız olsun erkek olsun, zoraki kültürün isteklerine cevap verirken, aynı zamanda anneye babaya da itaat eder görünüyorsa; bu itaat göstermelik bir itaattir. Karşılıklı sevginin, güvenin ve dürüstlüğün olmadığı yerde; prensip birliği de olmaz. Burada aile reisine büyük görev düşüyor. Babalık otoritesini bir baskı aracı olarak kullanmadan, sevgiyle, şefkatle, dostça, mantıkla yaklaşarak; çocuklarıyla ve karısıyla diyalogunu sürdürecek. Kuru nasihatin eğitimde pek tesiri yoktur. Eskiler, "hal dili kal dilinden daha tesirlidir." derler. Yâni müsbet davranışlar, sözden daha tesirlidir. Baba, anne veya eğitimden sorumlu kişi, doğru bildiği şeyleri önce kendisi tatbik edecek. Kendi kusurlarını düzeltmemiş, günahlarını yenememiş bir babanın çocukları ve karısı üzerinde tesirli olamayacağı tabiîdir. Gerçek otorite, sevgiye, saygıya ve karşılıklı güvene dayanan bir otoritedir. Güzel huylu, güzel sözlü, güzel davramşlı insanm başkalarım kendisine doğru çeken sihirli bir cazibesi vardır. O insanla beraber olmaktan asla sıkılmazsınız. Buna en güzel örnek Peygamberimizdir. Bütün tehdid edici dış unsurlara rağmen, insanlar pervanelerin ışığa koştuğu gibi, O'nun çevresinde toplanmışlar; saadet asrının mümtaz sahabeleri olmuşlardır. Farzı muhal, eğer Resuli Ekrem asık suratlı, katı sözlü biri olsaydı; saadet asrının tarih sahnesine çıkması mümkün değildi. Yine eski kültürümüzün temsilcileri, "Saygı istenilmez, verilir." derler. Zira, saygı, kişiye değer vermenin, sevmenin, saymanın ve muhabbet duymanın bir ifadesidir. Zaten saygı duyulmaya lâyık kimse, hal ve kal diliyle bu tür saygıyı sizde uyandırır. "Bana saygı göster" demesine lüzum kalmadan, siz kendiliğinizden ona saygı duyarsınız. Bu çerçevenin dışındaki saygı, gerçek saygı değildir; gösteriştir, riyadır, iki yüzlülüktür. Bugünün toplumunda iki yüzlülüğe, gösterişe, menfaate ve korkuya dayalı, sahte saygı tezahürleri az veya çok vardır. Eskiler saygının anlamım bilen insanlardı. Öyle ki, kendilerine saygı gösterildiği zaman mahcubiyetten yüzleri kızarırdı. Eğitirken aceleci değillerdi. Kendi nefislerinde yaşamadıkları bir fazileti, başkalarına telkin etmezlerdi. Hoşgörülü, bağışlayıcı, affedici, sevgi 175 doluydular. Bir bakışları, bir tebessümleri karşıdakinin kalbine sevgi tomurcukları açtırmaya kâfi gelirdi. Güzel huyların başı, Allah sevgisidir. Sonra peygamber sevgisi gelir. Allah'ı ve O'nun Resulünü sevmeyen, gerçek sevginin ne olduğunu bilemez. Allah'ı ve Resulünü sevmeyen kişinin "sevgi" diye telaffuz ettiği şey, şehvettir. Dilimizdeki bir bahtsızlık da buradadır. Mevcut kültürün takdim ettiği ve medyanın da sık sık kullandığı aşk ve sevgi şehvetten başka bir şey değildir. Gerçek aşk, ulvi bir duygudur. Yunus Emre, "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü" mısraı ile dile getirir, insan ki, o yaratılanların en şereflisidir; "eşrefi mahlûkaftır. Allah'ı seven bir kişinin insanı sevmemesi düşünülemez. Kalabalıkta insanları ite kaka ilerleyen, balkondan aşağı çöp torbası fırlatan, radyonun sesini sonuna kadar açarak komşularını rahatsız eden insan, gerçek sevgiden nasibini alamamış demektir. : Batı toplumunda çalışkanlık, dürüstlük, temizlik, kibarlık gibi zahiren güzel hasletler görürüz. Bunları yapmaktaki gayeleri insanlığa hizmet değildir. Zira Batı kültürünün dayandığı sistem kapitalisttir. Gayesi daha çok kazanmak ve daha rahat yaşamaktır. Temizliğe dikkat ediyorsa, kendi sağlığını düşündüğü içindir. Çalışkan ve disiplinli ise, daha çok kazanmak içindir. Dürüst ise, kanunlar ve patron öyle istediği içindir. Polisle ve patronla başı derde girmesin diye dürüst davranır, ilmi araştırma yapıyorsa; başkalarından üstün olmak, şan ve şöhret kazanmak, egosunu tatmin etmek içindir, Kısaca, Batı kültürünün alt yapısı ve müesseseleri kapitalist esaslarına göre kurulmuştur. Kapitalizm ise, menfaatciliğe ve egoizme dayanır. Bize gelince: Biz esasta değil, şekilde Batıcıyız. Onun içindir ki, Batı kültürü bize bir fazilet kazandıramamıştır. Onlar üretici, biz tüketiciyiz. Sadece madde planında değil, mana planında da tüketiciyiz. Onların sanayi ürünlerini tükettiğimiz gibi, kültürünü de tüketiyoruz. Okullarımızda okutulan sosyal bilimler tamamiyle Batı menşelidir. Kendisi üretmekten âciz, düşünmeyi, araştırmayı, ortaya bir eser çıkarmayı başanramayan; bütün işi taklitten ibaret olan, kaldı ki onu 176 da doğru dürüst beceremeyen bir toplumdan güzel hasletlerin tezahür etmesi mantığa aykırıdır. Biz müslüman kaldığımız müddetçe, gerçek anlamda Batılı olmamıza imkân yoktur. Batı'nın dayandığı temel felsefe faydacılıktır. Egoyu tatmin eden her şey mubahtır. Halbuki İslâm'ın dayandığı temel düşünce "diğergamlık"tır. Egoizmle diğergamlık birbirinin zıddı iki düşünce sistemidir. Hem müslüman kalacaksın hem Batılı olacaksın... Bu mümkün değildir. Mümkün olmadığı içindir ki, bütün zorlamalara rağmen gerçek Batılı olamadık. Müslüman kimliğimizi de koruyamadığımız için kozmopolit bir toplum haline geldik. Bu kaostan ancak toplumsal bir mutabakatla kurtulabiliriz. "Toplumsal mutabakat nasıl sağlanacak?" diyeceksiniz. Kolay değil, ama mümkündür. Her şeyden önce, aydınlarımız alışkanlık haline getirdikleri çifte standarttan vaz geçecekler. Toplumun bir kesimi için "hak" olan şey, diğer kesimi için "yasak" olacak. Böyle adalet olmaz. Bu, bir bakıma, Batı'nın aydınımıza empoze ettiği bir tutumdur. Batı, kendisi için geçerli olan bazı hakları , kendi dışındaki insanlara, daha doğrusu tüketici kalabalıklar haline getirdiği insanlara uygun görmez. Batı kendi toplumuna başka, kendi dışındaki dünyaya başka davranır. Batılıya göre kendisi medeni, geri kalmış ülkelerin insanı gayri medenidir. Gayri medeniler kendi kendilerini idare edemezler, mutlaka başlarında onlar adına karar veren bir Batılı efendi veya Batı kültürü almış bir yerli lider bulunmalıdır. Batı kültürü almış aydınımız da üç aşağı beş yukarı böyle düşünür: Bu halk cahil olduğundan kendisi için neyin doğru olduğunu bilemez. Onun adına karar veren aydın bir kadro gereklidir. İşte temel yanlışımız buradadır. Biz halkımıza güvenmezsek, halkımız bize nasıl güvenecektir? Bu çifte standart, toplum aktivitesini yoketmiştir. İnsanlar arasında güvensizlik, sorumsuzluk, sadakatsizlik, iki yüzlülük, sevgisizlik almış yürümüştür. Eğer bu yanlışların ve geri kalmışlığın faturasını halka çıkaracak olursak, problemi çözmemiz mümkün değildir. Hep birlikte oturup, "Nerede yanlış yaptık?" sorusuna cevap aramalı; bunu yaparken de sen-ben kavgasını bir yana bırakmalıyız. 177 Bugün Batı'nın gerçek anlamda muhasebesi yapılmış değildir. Japonya'ya atılan atom bombası, Batı'nın alnında kara bir lekedir. Amerika, Vietnam rezaletinden henüz temize çıkmış değildir. Dün Kuveyt ve İrak'ta oynanan oyunlar, bugün Bosna-Herset'te, Azarbeycan'da, Somali'de devam ediyor. Batı, kendi içinde medeni, dış dünyaya karşı vahşidir. Bütün bu açık seçik gerçeklere rağmen Batı kültürünü methetmek insanlık adına ayıptır. Çok sık sorulan bir soru var. Deniliyor ki: "Bugün hepimiz evimizde , iş yerimizde, büromuzda Batılı sanayi ülkelerimde üretilen makineler, cihazlar kullanıyoruz. Hepimiz az veya çok Batı mallarına tiryaki olmuşuz. Bu davranışımızla bir bakıma Batı ülkelerini desteklemiş, onları zengin etmiş olmuyor muyuz?" Bu tür sorular ve bunların doğurduğu münakaşalar tâ Osmanlı zamanında, matbaanın icadıyla beraber başlamış. Batı mallarını satın alıp Batı'nın tüketici pazarı olmak istememişiz. Bu güzel, ama kendi sanayimizi de kuramamışız. Ne zaman ki, Kanuni'den sonra, silah üstünlüğü Avrupa'ya geçmiş; cephelerde bozgun üstüne bozgun yaşamaya başlamışız, o zaman askeri alanda modernleşmeyi kabul etmişiz. Fatih, Bizans'ı dize getirecek Osmanlı icadı topları kendi ülkemizde döktürürken, Tanzimatçılar Avrupa'dan silah ve savaş gemisi satın almışlar. Ödenmesi zor, devlet hazinesini güç durumda bırakan, büyük dış borçlara girmişler. Avrupa usulü ordu kurmak için Avrupa'dan askeri öğretmenler ve danışmanlar getirilmiş. Dışarıya askeri öğrenciler gönderilmiş. Derken, yavaş yavaş Batı mallarını tüketen bir büyük pazar haline gelmişiz. Sadece Batı mallarını tüketmekle kalmamış, Batı kültürünü de almışız. Kapitalist dünya görüşünü benimsemişiz. Teknolojiden faydalanmak ayrı, Batı kültürünü benimsemek ayrı şeylerdir. Japonya teknolojide hızla ilerleyip Avrupa'yı yakaladığı halde, Avrupa kültürüne itibar etmemiş, kendi kültürünü yaşatmaya devam etmiştir. Kendimiz üretemiyoruz diye, teknoloji vasıtalarından uzak duramayız. Bilgisayar çağında, kâğıt kalemle şirket hesaplarını tutmanın bir 178 anlamı yoktur, ihtiyaçla konforu birbirinden ayırmak lazım. Konfor, egoyu tatmine yöneliktir. Bugün Avrupalı kullandığı arabanın markası ile övünür. Arabanın fonksiyonu nedir? Sizi bir yerden bir yere taşır. Bu fonksiyonu yerine getiren mü-tevazi bir araba müslümana neden haram olsun? Yerli bir araba ile bu ihtiyacını karşılayabilecekken, tutar da Mersedes veya benzeri pahalı bir araba alırsa, işte bu münakaşa edilebilir. Çünkü Mersedes ihtiyaç için değil, prestij kazanmak, diğerlerinden üstün olmak için alınır. İhtiyaç kavramı izafidir. Bana göre ihtiyaç olan bir şey, size göre ihtiyaç olmayabilir. Müslüman elini vicdanına koyacak. İslâmi ölçüler içinde hareket edecek, ihtiyacının dışında konfora tamah etmeyecek. "Komşuda var, neden bizde olmasın." sözü ile hareket eden bir aile, ihtiyaç için değil taklit için satın alır. Taklitçilik, kültür yozlaşmasının neticesidir. Yeni kültür egoya hizmet ediyor. Egonun kalp gözü kördür. Allah'ı unutan insan, bütün mesaisini dünyaya sarfeder. Ömrü mal biriktirmekle, eşya yenilemekle, para kazanmakla geçer. Komşusunda olup da kendisinde bulunmayan her şey onun için ihtiyaçtır. En mütevazi ailelerimizin bile evleri eşya dolu. Çoğu kullanmak için değil, seyretmek ve tatmin olmak için. Memurumuzun, işçimizin ömrü taksit ödemekle geçiyor. Eski Osmanlı evlerini hatırlıyorum. Yerde el tezgahında örülmüş kilimler, üzerlerinde minderler. Odalar o kadar geniş görünürdü ki, çocuklar cirit atardı. Yer sofrasında yemek yenir, yer yatağında yatılırdı. Oturma odasına sofra serilir, yemek odası olurdu. Akşam yatak serilir, yatak odası olur. Üç-dört odalı ev, hem aileye hem misafire yeterdi. Şimdiki evler eşyanın işgaline uğramış. İnsana dönecek yer kalmıyor. Üç-dört odalı bir daire, mütevazi bir aileye dar geliyor. ZIYAD EBUZZÎYA "Milletlerarası Görgü Kuralları Yoktur!" 179 MİLLETLERARASI görgü kuralları diye bir şey olmaz. Görgü kural-r /I /l lan gelenek, görenek ve örfle yâni kültürle ilgilidir. Avrupa \tlll/ \/ v ülkeleri aynı medeniyeti paylaştıkları halde, farklı kültürlere sahiptirler, ingiliz'in mutfak ve sofra kültürü, Fransız'ınkine benzemez. Al-man'ınki de Italyan'ınkine benzemez. Ancak bazı insani değerler vardır ki, ortaktır. Her millette aşağı yukarı aynıdır. Küfür ve hakaret taşıyan sözler, hiçbir millette hoş karşılanmaz. Tezahürleri farklı olmakla beraber, her millette aile büyüklerine ve devlet büyüklerine saygı gösterilir. Bir millette ayıp sayılan davranışlar diğer bir millette normal karşılanabilir. Mesela, bugün kahveyi ve çorbayı höpürdeterek içmeyi ayıp sayıyorlar. Halbuki, Osmanlı kültüründe kahve içerken fincanın kenarını ağıza değdirmek görgüsüzlük sayılırdı. Fincan alt dudağa yaklaştırılır, kahve nefesle çekilerek ağıza alınırdı. Yine eskiden kaşık oval değil, yuvarlaktı. Kaşığın bir kenarı çorba tasına daldırılır; ağıza öbür kenarı yaklaştırılır, dudağa değdirmeden, çorba nefesle çekilirek ağıza alınır, bu sırada bir höpürdetme sesi hasıl olurdu. Yeni nesil bunun sebebini bilmediği için eskilerle alay edebiliyor. Eskiden erkeklerin başı açık dolaşması ayıp sayılırdı. Bakın Osmanlı paşalarının ve aydınlarının resimlerine başı açık kimse göremezsiniz. Osmanlı erkeği evine girdiği zaman fesini ve sarığını çıkarır, takke giyerdi. Yine eskiden evlerde "baş köşe " diye bir yer vardı. Ailenin büyüğü veya şeref misafiri baş köşede otururdu. Sofrada aile büyüğü veya şeref misafiri yemeğe başlamadan diğerleri başlamazdı. Besmele ile başlanır, şükür duası ile kalkılırdı. Eller yıkanmadan kat'iyyen sofraya oturulmazdı. Şimdi, Batılılaşma ve modernleşme adına bunların hepsi unutuldu... BÜYÜKLERİN AHLAKSIZ OLDUĞU BİR MEMLEKETTE KÜÇÜKLERİN AHLAKLI OLMASI BEKLENEMEZ 180 Toplum daima büyükleri örnek alır. Evvela büyükler ahlaklı olacak ki, küçükler de onlara özensin. İdareciler ve aydın sınıf dürüst, ahlaklı, çalışkan, helali haramı bilen, faziletli insanlar olduğu taktirde; toplum istese de ahlaksız ve tenbel olamaz. Maalesef bugün dram tersinedir. İdareciler (hepsi için demiyorum) ahlaksız, vatandaş ahlaklı. Örnek insan kıtlığı çekiyoruz. Büyükler, halkın ahlak seviyesine çıkamadıkları için, halkı kendi seviyelerine düşürmeye çalışıyorlar. Makam sahiplerinin her gün bir yolsuzluğunu duyuyoruz. Eline fırsat geçen makam sahipleri köşe dönmeye bakıyor. Durum böyle olunca umumi ahlak nasıl sağlanır? Gazeteleri, dergileri okuyor; televizyonları seyrediyorsunuz. İnsan bu memleketin vatandaşı olmaktan utanıyor... Peki, neden örnek insan sıkıntısı çekiyoruz? Neden bozulma yukarıdan aşağıya doğru oluyor? Müslüman demek; ahlaklı, faziletli, dürüst, kendisinden çok başkasını düşünen insan demektir. İNSANLIĞI BİZDEN ÖĞRENEN BATI, ŞİMDİ BİZİ ADAM YERİNE KOYMUYOR Amerika'da ve Batı Avrupa ülkelerinde çoğu insan Türkiye'nin yerini bilmez. Bilenler de bizi Avrupalı kabul etmez. İnsanlığı bizden öğrenenler şimdi bizi adam yerine koymuyor. Batı dünyası tuvalet ve banyo kültürünü İslâm'dan almıştır. Adamlar onaltmcı yüzyıla kadar sokağa pisliyordu. Versay Sarayı'nda hela yoktur. Krallar lazımlık kullanıyorlardı. Kraliyet doktorları, kralın sağlığı hakkında bilgi sahibi olmak için pisliğim eşelerlerdi. Yüksek topuklu ayakkabının Fransa'da ortaya çıkış sebebi, sokakta yürürken pisliğe batmamak içindir. Kiliselerde buhurdanlık vardır; tütsü yaparlar hani... Buhurdanlığın ortaya çıkış sebebi, içerdeki pisliğin kokusunu bastırmak içindir. Adamların vaftiz konusunda bâtıl bir inançları vardı. Papazların serptiği kutsal su kaybolmasın diye çocuğu yıkamazlar; o da ölünceye kadar yıkanmazdı. 181 Fransa'nın parfümeri sanayiinde ileri oluşunun sebebi, banyo ve tuvalet kültürünü geç tanımış olmalarıdır. Bugün bizim Batı kültüründen etkilenerek aldığımız "Alafranga Tuvalet" lazımlık bozması bir şeydir. MİLLİ EĞİTİM OKULLARI 'HABABAM SINIFI' GİBİ Bugünün gençleri görgü kurallarını bilmiyorsa kabahat bizlerde. Bizlerde derken, aileyi ve okulu kastediyorum. Çünkü görgü ve nezaketin öğrenileceği ilk müesseseler aile va okuldur. Aile, çocuğu sokağa ve televizyona terketmiş. Sokağın ve televizyonun durumu malûm. Bizim zamanımızda okullarda "Musahabatı Ahlâkiyye" adında bir ders vardı. Ali Şeydi Bey'in altı kısımdan oluşan kitabı hâlâ hatmmdadır. Geçen sene, sırf çocukları denemek için bir ilkokula gittim. Kapısına dikildim. Çıkan çocuklara bir kesekâğıdı dolusu şekeri sıra ile dağıttım. Elli çocuktan sadece dört-beş tanesi teşekkür etti. Diğerleri şekeri kaptıkları gibi uzaklaşıyorlardı. Çocuklara bir teşekkür etmesini dahi bilmiyorlar; varın gerisini siz düşünün... Sırtında okul forması, elinde kitabı olduğu halde; belediye otobüsüne ilk duraktan binen ve dolaysiyle oturacak bir koltuk bulan gençler, ineceği durağa kadar yerinden kalkmıyorlar. Başlarında ayakta bekleyen çocuklu kadınları, yaşlı insanları görmezden geliyorlar; kalkıp yer vermiyorlar. Birazcık utanma duygusu olanlar, uyur numarası yapıyorlar. Rıfat İlgaz'ın "Hababam Sınıfı" adıyla bir dizi kitabı var. Kahramanı, bildiğiniz gibi, "İnek Şaban1'... Filmi de yapıldı. İnek Şaban ve takımı, sözüm ona öğrenci olacaklar, ağızlarında en bayağı küfürler... Adam "Eşşoğlu eşek!" diyor, seyredenler gülüyor. Bayağılığa gülen bir gençlikten nezaket ve incelik beklenemez. Dediğim gibi, yine kabahat bizim. Yazarı, çizeri, sinemacısı, televizyoncusu, öğretmeni edepsiz olan bir memlekette âdabı muaşeret temin edilemez. "BU MİLLET LAFTAN ANLAMAZ" DİYENLER BU MİLLETİ TANIMIYOR 182 "Bu millet laftan anlamaz" sözü tek parti diktasının ortaya attığı ve idarecilere empoze ettiği bir peşin hükümdür. Ne yazıktır ki, çoğu aydınlarımız da böyle düşünmektedir. Bir professör arkadaşım anlatmıştı. Birlikte çalıştıkları sertlik yanlısı bir Halk Partili öğretim görevlisi varmış. Arkadaş, bu öğretim üyesini kibarca ikaz ediyor: - Talebelerine biraz daha yumuşak davranırsan sen kazanırsın... diyor. Öbürü: - Hayır hocam! diyor, siz onları tanımazsınız... Biraz yumuşak davrandığınız zaman tepenize çıkarlar. Bu millit güzel sözden anlamaz. - Peki... diyor bizim arkadaş; bugün öğleden sonra benimle birlikte bir deney yapmak ister misiniz? - Ne deneyi? - Sizinle Beyazıt'tan Beyoğlu'na tramvayla bir seyahat yapalım. Deneyimiz çok basit, yolda anlatırım... O zamanlar Beyazıt meydanında büyük bir havuz vardı. Tramvay havuz-başından hareket eder, Sultanahmet, Sirkeci, Galata Köprüsü üzerinden Beyoğlu'na gelir; aynı yoldan geri dönerdi. Tramvaya binerlerken, bizim professör arkadaş, diğerine: - Ayrı ayrı koltuklara oturacağız ve sen Sultanahmet'e gelince biletçiye: "Oğlum, zahmet buyurur şu pencereyi kapatır mısın? Rahatsızım, rüzgâr bana dokunuyor." diyeceksin. Gerisine karışma... Öğretim görevlisi arkadaşın dediği gibi yapar. 183 Biletçi: - Tabiî Beybaba, kapatayım... der ve pencereyi kapatır. Beyoğlu'na gelirler. Aynı tramvayla geri dönerler. Sirkeci'ye gelince, bu sefer bizim professör biletçiye bağırır: - Hey biletçi! Pencereyi kapat, görmüyor musun, herkes rahatsız oluyor! Biletçi yaşlı professöre dik dik bakar: - Rahatsız oluyorsan, kalk kendin kapat!., der ve arkasını döner, Bizim arkadaş, diğer öğretim görevlisine yaklaşır, kulağına eğilir "Nasıl, der, biletçi sertlikten çok iyi anladı değil mi?.." Bu millet büyüğüne hürmet etmesini ve saygı göstermesini bilir; yeter ki o büyük, büyüklüğün hakkını vermiş olsun. Fakat ne gezer? Bizde hâlâ tek parti zihniyetini sürdüren devlet memurları var. Trafik polisi, bir taksi şoförünün hatasını görse; "Ver ulan, ehliyeti ruhsatı!" diyor. Aynı polis, Mersedes"e binmiş kravatlı, kelli felli bir adamı görünce düğmelerini ilikleyip selam veriyor. İşte vatandaşın tahammül edemediği bu farklı muameledir. Devlet dairesine giden nüfuzlu bir kişi, temenna ile karşılanır, yer gösterilir, işi hemen halledilir. Bir köylü vatandaş gitse, adamcağız şapkasını çıkarıp edeple selam verdiği halde, yüzüne bakılmaz, horlanır, "Bugün git, yarın gel." denir. 1950 seçimlerinde Konya'dan milletvekili seçilmiştim, ikinci eşim ecnebiydi. Kendisine hiçbir baskı yapmadığım halde müslüman olmuştu. Milletvekili olduktan sonra adresimiz değişti. Yeni komşularımız, "Bu adam ecnebi bir kadın getirmiş, eve kapatmış, millete karım diye yutturuyor." şeklinde bir dedikodu çıkarmışlar. Bunu hazmedemeyen bazı Demokrat Partili seçmenler ve vatandaşlar gelip kapıcıya soruyorlarmış: "Ziyad Bey evine ecnebi bir kadın kapatmış, doğru mu?" Kapıcı gerçeği bilmediği için o da kuşkulanmaya başlamış. Bir gün kapıcı ezile büzüle baklayı ağzından çıkardı: 184 - Beyim... dedi, etrafta şöyle şöyle bir dedikodu dolaşıyor.... Adamcağız daha sözünü tamamlamadan: - Gel bakayım! dedim, beni takip et. Eve çıktık. gösterdim: Sandıktan evlenme cüzdanını çıkardım, kapıcıya - Bak.dedim, devletin verdiği evlenme cüzdanı. Adam mahcup oldu: - Estağfurullah beyim... dedi, benim evlenme cüzdanınızı kontrol etmek ne haddime!.. - Olmaz, bakacaksın! Bak ki, sana soranlara doğru bilgi veresin. Bu millet dinine, geleneklerine, namusuna bağlı bir millittir. Başındakileri de dinine, namusuna, geleneklerine bağlı görmek ister. Milletvekilliğim sırasında zenginlerden, iş adamlarından ziyafet davetleri alır; fakat hiçbirine iştirak etmezdim. Bilirdim ki adamlar doğru durmaz, içki içer, dansöz oynatırlar. Halkın kulağı deliktir, hemen ertesi günü yayılıverir: "Vay, Ziyad Bey oturak âlemine katılmış!" derler. Galatasaray'da meşhur bir "Tokatlıyan Hanı" vardı. Siz bilmezsiniz. Orası Cumhuriyet'in ilk yıllarında istanbul'un en büyük gazinosuydu. Atatürk, istanbul'a geldiği zaman avanesi hemen Tokatlıyan Ham'nda içkili, danslı bir akşam partisi düzenlerdi. Her türlü rezillik işlenir; fakat gazeteler yazamazdı. İmam-cemaat nüktesini bilirsiniz... Baştaki adam kötü oldu mu, kötü huylar yayılıverir. Kötü adamlar meydanı boş bulur, namuslu insanları taciz ederler. 185