Görgü ve Nezaket Kuralları

Transkript

Görgü ve Nezaket Kuralları
Görgü ve Nezaket
Kuralları
Hazırlayanlar
Ali Çankırılı / İsmet Elbaşı / İsmail Demirci
Birinci Bölüm
GÖRGÜ VE NEZAKETTE TEMEL DEĞERLER
GÖRGÜLÜ İNSANA YAKIŞAN VE YAKIŞMAYAN DAVRANIŞLAR
iNSAN SOSYAL BiR YARATIKTIR yaratılışı gereği toplu halde
yaşamayı arzu eder. Yeryüzünün ilk misafirleri Hz. Adem ve eşi Havva
aynı zamanda insanlığın ilk öğretmenleridir. Bu iki hayat arkadaşının
çocukları olmuş ve böylece ilk aile ortaya çıkmıştır. Ve insanlığın ilk
ebeveyni bir yandan dünyayı tanımaya çalışırken, diğer yandan, insan
olarak birbirlerine benzemelerine rağmen, huy ve davranışlarının
farklı olduğunun ayrımına vararak bir arada yaşamanın genel
kurallarını öğrenmeye başlamışlardır. Zaman içerisinde aileler
kabilelere kabileler toplumlara toplumlar milletlere ayrılınca, dünya
bugünki etnik ve kültürel zenginliğe ulaşmıştır Milyonlarca yıllık
tarihten süzülerek günümüze kadar gelen temel insanî değerler,
çeşitli dönemlerde tecrübe edilip sağlaması yapılmış doğru ve güzel
örneklerdir.
insanlığın ilk öğretmeni olarak bahsettiğimiz Hz. Adem'den bu yana
her toplumun içinden doğruluğun ve güzelliğin örneklerini gösteren
insanlar çıkmıştır. Ve yaşanarak da tecrübe edilmiştir ki, toplum
içinde insanların uymak durumunda olduğu bazı kurallar vardır
Uymak durumunda olmak bir yana insanı~ sağlıklı bir ruh yapısına
sahip olarak, toplum içinde eşine-dostuna, hatta düşmanlarına karşı
erdemli bir insan vasfıyla hareket ederse ancak insan olmanın hazzını
duyabilir. Aksi taktirde, yalancıya hırsıza, tenbele, sahtekâra, kaba
insana hiçbir toplumda değer verilmez dürüst, âdil, güzel ahlâklı,
insanlar daima saygı görürler Güzel ahlâklı terbiyeli insanın
davranışlarından toplum fayda gördüğü gibi, kendisi de fayda görür
Güzel Huyların Başı Edeptir Edep, güzel huyların ruhudur Edep,
insanlar içinde dilini korumak yalnız kalınca da kalbini korumaktır
Edep, büyüğüne karşı saygı göstermek küçüğüne karşı şefkatli olmak
dengi ile iyi geçinmektir edep kötü ve çirkin bir iş yaptığında utanmak
vicdanen rahatsızlık duymaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki; "Baba
çocuğuna edepten(güzel ahlâktan üstün bir hediye vermemiştir
1
Davranış ve Sözlerin Tesirini Artıran Samimiyettir davranışlarımızda
ve sözlerimizde samimi, yâni dürüst olmadığımız takdirde, kendimizi
ne kadar kibar davranmaya zorlarsak zorlayalım, sözlerimiz ne kadar
iltifat dolu olursa olsun; karşımızdaki şahıs bunların yapmacık
olduğunu hissedecek ve bize güven duymayacaktır. fakire yardım
ederken, sırf başkaları görsün ve "Ne yardımsever adam desinler diye
açıktan başkalarına göstererek yaptığımız yardımlar bir kıymet ifâde
etmez Bir kimseye~ sırf dünyevî mevki ve makamından dolayı saygı
göstermek, iltifat etmek dalkavukluktur Dalkavukluk, şerefli insana
yakışmayan ve onu küçük düşüren bir davranıştır bencil insanlar
Topluma Karşı Duyarsızdır Yaptıkları her işte bir menfaat gözeten bir
işe başlarken"Benim bunda ne menfaatim olacak diye düşünen
insanlar bencildir egoisttir Egoist insana göre, bir fakire yardım etmek
enayiliktir Benimle berabermi kazandı çalışsın o da kazansın der
Dilencilik islamiyet'in de hoş karşılamadığı bir davranıştır Ancak fakir
düşmüş insanlar içinde öyleleri vardır ki tenbellikten bu hale
düşmemişlerdir Yetimler öksüzler dullar sakatlar akıl hastaları içinde
öyleleri vardır ki yiyecek ekmekleri olmadığı halde utançlarından
onurlarından kapı kapı dolaşıp el açmazlar Dilencilik onlara çok ağır
gelir Böylelerine iş bulmak iş yapamayacak durumda olanlarına maaş
bağlamak âdil bir devletin görevidir Fakat devletin eli her zaman her
yere ulaşamaz Sivil kuruluşların, hayır kurumlarının ve zenginlerin de
fakirlere el uzatması ve onların ihtiyaçlarını gidermesi bir insanlık
görevidir.
Egoistliğin zıttı diğerkâmlıktır Diğerkâm kişi kendisinden çok
başkalarını düşünen, almaktan ziyade vermekten hoşlanan bir iyilik
yaptığı zaman mutlu olan kişidir Cimri İnsan Kalb Fakiridir Cimri insan
aç gözlüdür hırslıdır durmadan para kazanır, mal biriktirir.
Elindekilerle yetinmez hep daha fazlasını ister Gözü daima
kendisinden yüksekte olanlardadır Paradan ve maldan başka kalbi
bütün sevgilere kapalıdır Cimri kalp fakiridir Belki karnı toktur fakat
gözü daima açtır
Şefkatli Olmak Büyüklüğün Gereğidir
2
Büyüklük; mevki, para, rütbe, mal ve yaş büyüklüğü ile ölçülmez.
Büyük insan, kendinden yaşça, mevkice, malca, paraca, bilgice küçük
olanları koruyup gözeten, onlara sevgi ve saygı gösteren, güleryüz ve
müsamaha ile muamele eden, her türlü olumsuz şartlarda dahi
adaletle hükmeden kişidir. Şefkat öyle sözle olmaz. Şefkat öyle bir
haslettir ki, insanın hücrelerine işler; şefkat sahibi bir kimse yüzünden
okunur. Bakışlarındaki yumuşaklık,
yüzündeki aydınlık hemen farkedilir. Şefkat, engin bir gönül
huzurunun yansımasıdır. Tatmin olmuş bir kalbin, erdemli bir ruhun
faziletidir. Katı kalpli, kaba, gözünü mal ve mevki hırsı bürümüş,
kendisini beğenen kimselerde şefkat aramak, yitiği kaybolan yerde
aramamak demektir. Şefkat, duyguların incelmesi, hassasiyetin
artmasıdır. Allah, Elçi'sinin dilinden bize şefkati şöyle öğütlüyor:
"Şefkatte güneş gibi olunuz"
Güneş nasıl yeryüzündeki bütün canlıları -insan, hayvan ve bitki diye
ayırmaksızın- ısıtıyor ve ışıklandırıyor ise; erdemli bir insan da bütün
canlılara karşı şefkatli, olmalıdır, Şefkati/gönlünde hisseden Yunus
Emre ne güzel söyler:
Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü.
Faziletin Başı Utanma Duygusudur
Çirkin ve ahlâksız bir manzara ile karşılaştığında utanan, başını öne
eğen ve yüzü kızaran bir insan utanma duygusu taşıyan (haya sahibij
kimsedir. Çünkü insanlık şerefiyle bağdaşmayan bu manzaradan kalbi
sıkıntı duymuş, duyguları incinmiş, vicdanı rahatsız olmuştur.
Haya sahibi bir insanı, kötü bir işten caydırmak için, ona "Utanmıyor
musun?" demek yeterlidir. Büyüklerimiz, "İnsandan utanmayan
Allah'tan da utanmaz." demişlerdir.
Utanma duygusu taşıyan bir kimse, sadece insanların gördüğü yerde
değil, insanların görmediği yerde de kötülükten kaçman kimsedir.
3
Böyle kimselerin ruh sağlıkları yerinde, vicdanları rahattır. Onları
daima güler-yüzlü, mütevazı ve güvenilir insanlar olarak görürsünüz.
Tabii, insanın ne gibi davranışlardan kaçınması gerektiği, hangi hal ve
sözlerin utanılacak türden olduğu hususunda edindiği bilgiler, içinde
yaşadığı toplumla bağlantılıdır. Utanılacak veya utanılmayacak
davranışlar çeşitli dünya görüşlerine göre şekillenebilmektedir. Fakat
bizim burada sözünü ettiğimiz utanma, sadece insanların bulunduğu
yerlerde takınılan bir maske değil, tüm insanlığını gerçek huzuru için
gerekli olan bir fazilettir.
Kanaatkar Olmak
Yoksulluğa Razı Olmak Değildir
Maddeci kapitalist toplumlarda sanayi, tüketim esasına dayanır.
İnsanlar devamlı olarak tüketime özendirilir. İnsanlar hızla
tüketmelidir ki, sanayi çarkları üretmeye devam edebilsin.
Çalışmalı, üretmeli, kazanmalıyız; "komşusu açken tok yatmamak"
düsturu ile..
Kanaat yanlış anlaşılmamalıdır. Aza razı olup az çalışmak, yoksulluğa
boyun eğmek ve tenbel bir hayat sürmek kanaat değildir.
Çalışacağız, üreteceğiz ve kazanacağız. Ancak lüks bir hayat sürmek
için değil. "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir." düsturu
rehberimiz olmalı, işçisi asgari ihtiyaçlarını karşılayamazken,
Mersedes ile gezen; katlarda, yatlarda keyif süren bir patron, hiçbir
insanın
hoşlanmayacağı
tipten
biridir.
Hiç
kimsenin
hoşlanmamasından ziyade, böyle kimseler gelir adaletsizliğini alenen
sergilemiş olmakla toplumsal barış ve huzuru da tehdit ederler.
...,,.,.Ayağını yorganına göre uzatmayan, zengin aileler gibi lüks yaşamak
isteyen, aldığı eşyaların taksitlerini ödemekten mutfağın ihtiyaçlarını
4
karşılayamaz duruma düşen öyle aileleı de vardır ki, mutsuzdurlar.
Hırslı insanların gözü daima açtır. Kendisinden yüksekte olanları
kıskanır, hırs ve tamahlarının esiri olurlar. Başkalarını eleştirip
dururken, farkında olmadan ömürlerini para ve mal peşinde koşmakla
harcarlar, istediklerine kavuşamadan bu dünyadan göçüp giderler.
Kanaat, göz ve gönül tokluğudur. Kanaat etmeyen insan, sahip
olduğu nimetlerin kıymetini bilemez. Hırslı insan, ne Allah'a
şükretmesini ne de insanlara teşekkür etmesini bilir.
Tutumlu Olmak Orta Yolu İzlemektir
Tutumlu insan, ne cimridir ne de müsrif. Çalışır, kazanır, kazandığını
da gerekli olan ihtiyaçlarını karşılamada harcar. Kendisine ve ailesine
gerekli olanı temin ettikten sonra, arta kalanı için cimrilik etmez.
Eşine, dostuna, ihtiyaç sahiplerine ikramlarda bulunur, yedirir,
giydirir. Fakat hayatın her türlü cilvesine karşı ihtiyatlı olmayı da
ihmal etmez. Tutumluluk sadece parada, malda ve yiyip içmede
gösterilmez. Aklını, gücünü ve zamanını israf etmek de, bunları
sadece kendisi için kullanmak da hoş karşılanmayacak türden
davranışlardır,
Tenbel kişi, aklını, gücünü ve zamanını boşa harcayarak müsriflik etv
mis olur. Diğer taraftan bütün zamanını para kazanmaya ayıran, gece
Ve gündüz demeden çalışan, dostlarına ve ailesine yeterli zaman
ayırmayan, hayır işlerinden uzak duran kişi de cimrilik etmiş olur. ,
GÖRGÜ VE NEZAKETTE TEMEL DEĞERLER
17
Müsamaha Göstermek Olgunluk İşaretidir
Kişinin kabahatini yüzüne vurmamak, onu başkalarının önünde küçük
düşürmemek, gizli hallerini araştırmamak, zaafları varsa onunla
başbaşa konuşarak kendisini düzeltmesine fırsat vermek; olgun ve
5
tecrübeli eğitimcilerin, idarecilerin, aile büyüklerinin takip ettiği
yoldur. Yapılan harekete değil, bu hareketteki niyete ve maksada
bakılır. Eğer niyette kötülük ve kasıt yoksa, yerine göre en kaba
hareket bile tebessümle ve olgunlukla karşılanmalıdır.
Art niyet taşımayan her türlü söz ve davranış karşısında müsamahayı
elden bırakmamalıdır. Sarfedilen söz veya gösterilen davranış
insanları tedirgin ediyor, toplumun sağlıklı yapısını tehdit ediyorsa,
karşı taraf en uygun lisanla ikaz edilmelidir.
Hiçbir insanın huyu diğerine benzemez, O yüzden herkesi kendimize
benzetmemiz mümkün değildir. Kaldı ki, doğru davranan tarafın biz
olduğu ne malûm? Hatâlar hep başkaları için mi var?
Güvenilir İnsan ^)lmak Şereftir
Güvenilir kişi, malımızı, canımızı, namusumuzu, sırrımızı çekinmeden
teslim edebileceğimiz kimsedir. Bir toplumda kişiler arasında güven
kalmadığı zaman, toplum hayatı tehlikeye girer.
Yalan söyleyen, verdiği sözü tutmayan, kendisine emanet edilen mal
ve mevkiye hıyanet eden kimseler, güvenilir olmaktan uzaktır. Amirin
memura, patronun işçiye, babanın oğula, erkeğin kadına, kardeşin
kardeşe güvenemediği bir ortamda toplumsal huzur aramak mümkün
müdür? Öyleyse, temel vasıflarımızdan biri "emin"lik olmalı, herkes
emniyeti bizde bulmalıdır.
Güvenilir kişi, aynı zamanda âdil olan kimsedir. Herkes bulunduğu
mevkide adaletli davranmak zordundadır. Âdil kişi, sahip olduğu
mevki ve makamın gücünü insanları ezmek için değil, onları mutlu
etmek için kullanır.
Aile reisi olan babadan tutun da, bir patrona, bir müdüre, bir
komutana, hatta bir devlet başkanına kadar uzanan geniş bir
yelpazede adalet hüküm sürmedikçe, toplum huzurundan
bahsedilemez.
6
NâmusveŞeref
, Saygınlık Kazandırır
Eskiler, namuslu kimselere "iffetli" kimse derlerdi. Kelime anlamı
itibariyle iffet, namustan daha derin ve daha geniş manalar taşır.
Ailesinin ve kendisinin namusunu koruyan insana "namuslu"
denebilir, ancak bu kişinin ailesinin namusunu koruduğu ve sahip
çıktığı kadar, diğer insanların da namusunu koruması ve sahip
çıkması halinde ona "iffetli" denir.
iffette kadın-erkek ayrımı yoktur. Kadının namusu olduğu kadar
erkeğin de namusu vardır. Başkasının kadınında, kızında gözü olan
adam namussuz olduğu gibi ahlâksızdır da. iffetli kimse, namus ve
ahlâk başta olmak üzere bütün güzel huyları kendisinde toplayan
kişidir. Bu güzel huylar görgülü- bir ailede kazanılır. Görgü bir
kültürdür ve ancak yaşayarak ve görerek kazanılır. Küçüğün büyüğe
saygı göstermediği, büyüğün küçüğü sevmediği, anne-baba rollerinin
birbirine karıştığı, değer ölçülerinin bulunmadığı bir aileye
büyüklerimiz "görgüsüz" aile derler.
Görgülü ve köklü ailelerin her birinin eskiden bir adı varmış ve bu ad
onların şeref simgesiymiş. .
Şerefli insanlar, her hal ve şart altında bayağı ve kaba davranışlardan
kaçınır; terbiyeli ve kibar hareketleriyle örnek olarak, çevrenin
saygısını kazanır.
Sözünün EH Olmak Mertliktir
Şerefli insan, ne pahasına olursa olsun, verdiği sözde duran, yaptığı
anlaşmaya sâdık kalan, kendisine gösterilen güveni istismar etmeyen
mert bir kimsedir. Eskiler buna "ahde vefa" derlerdi. Verdiği sözden
cayan, yaptığı anlaşmayı tek taraflı olarak bozan, kendisine
güvenenleri mahcub eden insan hem yalancı, hem de haindir.
Ahde vefa, toplum dayanışmasının ve ticaret hukukunun temel
direğidir. Bu direk yıkılınca servetler ödenmez, çekler karşılıksız çıkar,,
7
alınan el borçları zamanında ödenniez, gayri meşru kazanç yollan
çoğalır, güçlüler haklı, zavıflar haksız duruma düşer.
ikiyüzlülük, basit insanların ve dalkavukların işidir.
Ağzından çıkan her keli meyi kişiliğimizi oluşturan tuğlalar
düşünürsek, tutmadığımız her söz, kişilik yapımızın harab olması
anlamına gelir. Belki böyle insanlar yeni tanıştığı kişileri bir süre için
kandırabilirler, fakat, her zaman beraber bulundukları insanlar onu
gördüklerinde, zihinlerinde harap, yıkık bir bina canlandıracaktır!
Göstermelik Nezaket Yama Gibidir
Sırf görenler bana kibar ve nâzik desinler diye kibarlık gösterilmez.
Görgülü ve tecrübeli bir kimse, bu göstermelik kibarlığı derhal
farkeder. Öyle ki, göstermelik kibarlığı ve nezaketi hissetmek için
fazla tecrübeli olmaya da gerek yoktur. Parapsikoloji uzmanları, ilk
defa karşı karşıya gelen iki insanda sözlü iletişimden önce beyin
dalgaları yoluyla bir iletişim meydana geldiğini ileri sürmektedirler.
Her insan az veya çok bu tecrübeyi yaşamıştır, ilk defa gördüğünüz
bir insanı ya sever veya ondan hoşlanmazsınız. Ancak bu hoşlanmak
veya hoşlanmamak duygusunun sebebini izah edemezsiniz. Neden?
Çünkü karşı şahıstan beyin dalgaları yoluyla size ulaşan bilgiler
olumlu değildir ve bu sizi huzursuz etmiştir.
Gösteriş yapan insanlar ikiyüzlüdür. İkiyüzlülüğün diğer adı "riyâ"dır.
ikiyüzlülük, karşısındaki insana olduğundan ve düşündüğünden başka
davranarak, onun hoşuna gidecek şekilde hareket etmek ve
konuşmaktır. İkiyüzlü insanlar ya bir menfaat karşılığı veya kendilerini
olduğundan faziletli göstermek için buna tevessül ederler.
İkiyüzlülük ve gösteriş basit insanların, dalkavukların ve aşağılık
duygusu taşıyanların işidir. Ancak, bazı kimselerin şerrinden
korunmak ve açıkça aleyhimizde faaliyet göstermelerini engellemek
için onları idare etmek ikiyüzlülük değildir.
8
Şunu hiçbir zaman unutmayınız ki; "insanların en kötüsü, şerrinden
korunmak için kendisine ikram ve iltifat edilen kimsedir."
Azimli ve Sabırlı Olan Maksuduna Ulaşır
Genellikle hırs ve azim birbirine karıştırılmaktadır. Hırs; aç gözlülük,
mal ve paraya aşırı düşkünlük, devamlı bir tatminsizliktir. Halbuki
azim, müsbet anlamda, doğru ve meşru bir hedefe ulaşmak için
gösterilen gayrete denir.
Azimli kişi, hedefine ulaşmak için sabırla ve yılmadan çalışır. Önüne
çıkan engellerden korkmaz, işi yarıda bırakmaz. Önüne çıkan engelleri
elindeki imkânları en iyi şekilde kullanarak aşmaya çalışır. Akıllı ve
mantıklı hareket eder, şeref ve onurunu korur. Azimli kişi,
başarısızlıklardan yılmaz, bunları tecrübe sayar, aynı hatalara
düşmemeye çalışır.
Hayatta muvaffak olmuş, insanlığa hizmet etmiş, kitlelerin takdirini ve
saygısını kazanmış büyük insanların hayat hikâyelerini (biyografilerini)
okuduğumuz zaman; onların bütün menfi şartlara rağmen ümitsizliğe
düşmediklerini, azim ve sabırla çalışarak hedeflerine ulaştıklarını
görürüz.
Hatasız Dost Arayan Dost Bulamaz
Atalarımız, "Hatasız kul olmaz." demişler, insanlara güvenmek, ortada
kesin deliller yokken, sırf dedikodulara bakıp biri hakkında kötü zan
beslemek dürüst insanlara yakışmaz. Şüphecilik kötü bir huydur.
Şüpheci insan kendisinden başka kimseye güvenmez.
insan dostunun küçük bir kusuruna takılıp kalmamalı, onun büyük
meziyetlerini düşünüp teselli bulmalıdır. Bir islam büyüğü der ki,
dostunun dağ gibi güzel meziyetleri varken, saman çöpü kabilinden
küçük kusurlarıyla uğraşma.
9
Nasıl bir saman çöpü, gözbebeğinin önüne konduğu zaman koca
dağlan görmemizi engellerse, aynen bunun gibi, dostumuzun küçük
bir kusu-ruyla uğraştığımız takdirde, onun dağ gibi güzel ve büyük
meziyetlerini göremeyiz.
insanlar hakkında kötü zan beslemekten sakınınız. Ancak bu arada sui
zanla tedbiri birbirine karıştırmamak lâzım. İnsanın birlikte iş yapacağı
veya bir emanet teslim edeceği şahıs hakkında araştırma yapması,
onu tanıyan dürüst ve güvenilir kimselere danışması şüphecilik
değildir.
Kin ve Kıskançlık Kalbi Karartır
Haksızlığa uğrayan bir kimsenin meşru yollardan hakkını araması,
hakkını almak için mücâdele etmesi adaletin gereğidir. Ancak hakkını
ararken muhatabına çirkin bir dille sataşması, onun hakkında her
yerde uluorta konuşması, hakkını aldığı halde kin duyması şerefli bir
insana yakışmaz.
Kin, nefret ve intikam duygusu kadar insan kalbini karartan; sevgi ve
şefkat duygusunu öldüren başka bir duygu yoktur. Fakat şu da
önemli bir gerçektir ki; ne kadar şöyle kötü, böyle kötü denilse de,
kin duygusu her insanın yaratılışında mevcuttur. Bu duyguyu
tamamıyla yok etmek mümkün değildir. Aslolan, ona mağlup
olmamak ve bu duyguyu doğru yerlerde kullanabilmektir, însan her
zaman hataya açık bir yapıya sahip olduğundan, kin duygusunu
insanlara değil de, fiillere, olaylara yöneltirsek daha doğru davranmış
oluruz. Fiilin ve davranışın kendisi yanlıştır, böyle davranan değil.
Ferdi ve toplumu felâkete sürükleyen kötü davranış örnekleri
herkesçe bilinmektedir, îçki içmek, kumar oynamak, fuhuş, hırsızlık,
rüşvet, zulüm, adaletsizlik vs., gibi fiiller, insanlık için zararlı
neticelere yol açan, kin duymayı hak eden fiillerdir. Fakat burada
dikkat edilmesi gereken önemli husus; insanlar hatalarından pişman
olup vazgeçebilir, ama bu tür kötü fiiiller tarih boyunca hep kötü
kalacak, kendine uyanları kötü kılmaya devam edecektir.
;;
10
Bir kimseyi malından, mevkiinden ve ilminden dolayı kıskanmak da,
hasettir. Kıskançlık duygusu önce kıskananı yer, bitirir. Gerçekten,
kıskanç kimse, zımpara yalayan kediye benzer; kendi kanını içtiğinin
farkına var* maz. Büyüklerimiz bunu, hasetinden çatladı sözüyle ifâde
etmişlerdir. it
Kıskançlık duygusunu da iyi şekilde kullanabiliriz aslında. Toplum
içindeki güzel insanları kıskanarak, "Ben de en az onlar kadar iyi,
dürüst* güvenilir olmalıyım, hatta onları geçmeliyim" şeklinde beliren
bir kıskanç? lık, görgülü, nazik, edepli insanların sayısının artmasına
sebep olur. : /
Şerefli ve mert insanlar, düşmanları hakkında bile dedikodu
yapmazlar. Dedikoducular ve laf getirip götürenler (gammazlar) zayıf
karakterli, küçük insanlardır,
ı
, Laf getirip götüren
gammazlar yüzünden nice dostların arası açılmış; nice cinayetler
işlenmiş, nice yuvalar dağılmıştır. >
Birincisi, dostumla aramı açtın. İkincisi, kalbimin huzurunu kaçırdın.
Üçüncüsü, sana olan güvenimi kırdın."
İlmiyle, servetiyle, ailesiyle, makamıyla, gençliğiyle, güzelliğiyle
övünen ve kendisini diğer insanlardan üstün gören, "Küçük dağları
ben yarattım" edasıyla yürüyen insanlar sevimsiz insanlardır.
Nezaket sahibi olgun bir insan, toplum içinde kendini gösterebilmek,
önemli bir insan olduğunu hissettirmek için hiçbir zaman anormal
davranışlara yeltenmez.
Fakat şunu aklımızdan çıkarmamalıyız ki, her insanda gurur vardır ve
hiç kimse uluorta gururunun rencide edilmesinden hoşlanmaz. Kimi
insanlar, toplum içinde insanlara şakayla karışık sürekli takılır, aklısıra
o-nunla dalga geçerek kendisini öne çıkarmaya çalışır.
Gurur, kendisini yüceltmek anlamında kötüdür, yoksa insanların
şahsiyetinin en önemli parçası olan gururunu kırmak, belki diğerinden
11
daha da kötü bir davranıştır.
Çekilmez olurduL"
' "Ben
olmasam
?u
dunya
ne
Daima hatırladığım güzel bir sözü
burada zikretmeden
geçemeyeceğim: "Mezarlıklar, kendisini vazgeçilmez zanneden
insanlarla doludur."
Iferbiyeli ve Nâzik Olunuz ki, Dostlarınız Çoğalsın
Şu sözlerden hangimiz hoşlanır: - Önüne baksana be adam!
- Dağdan mı indin oğlum!
- Çekil de geçelim!
Şu sözleri duymak hangimizin hoşuna gitmez:
- Afedersiniz, çok dalgındım, bağışlayın!
- Çok özür dilerim, bilerek olmadı!
- Lütfen, geçebilir miyim?
Nezâket ve terbiye, her yaştaki insana yakışan, onu sevimli ve saygılı
kılan sihirli bir özelliğe sahiptir. Ailede, mahallede, okulda, çarşıpazarda,
toplu taşıma araçlarında, her zaman ve her yerde nazik ve terbiyeli
insanlar ilgi odağı haline gelir, derhal farkedilir. insanlar onlarla
birlikte bulunmaktan sıkılmaz, bilâkis tebessüm ve sıcak bakışlarıyla
onlardan hoşlandıklarını ifâde »
ederler.
Çocuklar, nur yüzlü, nâzik, hoş sohbet ihtiyarları severler. Büyükler ve
eğitimciler daima terbiyeli, kibar, görgülü çocukları sever ve takdir
ederler.
12
Terbiyeli ve nâzik insanların sevenleri, dostları ve çevreleri oldukça
geniştir. Nezâket ve terbiyenin temelinde başkalarına iyilikte
bulunmak, kimseyi üzmemek düşüncesi yatar.
Karşısındakilere hep kendinden bahseden, herkesin lafını ağzına
tıkayıp sürekli kendisi konuşmak isteyen, başkalarının davranışlarım
eleştirmekten başka birşey düşünmeyen kimseler, sıkıcı ve sevimsiz
insanlardır. Kimse onlarla uzun zaman beraber olmak istemez,
aksine, ilk fırsatta onlardan kurtulmanın bir yolunu arar.
"Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma" düsturuyla
hareket eden edepli ve görgülü insanlar, her ne şartta olursa olsun,
kendisini daima karşısındakinin yerine koyar; insanları rencide edecek
kaba davranışlardan ve sözlerden kaçınır.
Şu temel prensibi unutmayınız ki, "kimse çocuğuna terbiyeden ve
güzel ahlâktan iyi bir miras bırakamaz."
Terbiyeli ve güzel ahlâklı bir nesil yetiştirme hususunda büyük gayret
sarfetmeliyiz.
Çocuklar,
bizim
gelecekteki temsilcilerimizdir.
Yetiştirdiğiniz çocuklarla iftihar edilmesini mi, dünyaya getiren anababaya lanet edilmesini mi istersiniz?
Terbiye, aslında kollektif bir süreçtir. Ev ve aile ortamı kadar, evin
dışındaki ortam da çok önemlidir. Cemiyet olarak ahlâklı yaşamaya
özen göstermezsek, çevremizdeki kötü örnekleri elimizden geldiğinde,
dilimiz döndüğünce önlemeye çalışmazsak, ahlâksızlığın fazilet
sayıldığı bir toplumda yaşamak zorunda kalırız.
Terbiye edinme metodu hususunda işte güzel bir anekdot:
Terbiyesi ve güzel ahlâkı ile tüm insanlara örnek olan bir bilgeye "Bu
güzel terbiyeyi nereden öğrendin?" diye sormuşlar. Verilen cevap
oldukça manidar:
"Terbiyesizlerden!..."
13
Bana Arkadaşını Söyle,
Senin Kim Olduğunu Söyleyeyim
İnsan, yaratılışı gereği, güzel şeyler yapmaktan zevk alır; güzel
manzaralardan hoşlanır. Çirkin şeyler insanı rahatsız eder.
İnsanı doğasından uzaklaştıran, kötüye meylettiren en önemli unsur,
çev- £ l redir. Çevre deyince, ağaçlar, kuşlar, kelebekler değil,
arkadaşlar akla gelir. Arkadaş insanı vezir de eder, rezil de eder.
Şahsiyetimizin şekillenmesinde çevremizdeki insanların rolü oldukça
büyüktür. Arkadaş seçerken çok dikkatli olmalı. "İrâdem güçlüdür"
diye kendine fazla güvenme.
"İstediğim zafnan bırakabilirim." diyen birçok insan ilk sigaradan
sonra tiryaki, ilk kadehten sonra alkolik olmuştur.
14
İKİNCİ BÖLÜM
AİLE İÇİ GÖRGÜ KURALLARI
29
AİLENİN TEMEL TAŞI SEVGİDİR
AÎLE ÜYELERiNi birbirine bağlayan temel duygu sevgidir. Çocuklar
sevgiyi anne-babadan ve aile büyüklerinden görerek, yâni yaşayarak
öğrenirler . Sevgi, sonradan eğitim kurumları vasıtasıyla kişiye
kazandırabilecek teorik bir bilgi değildir. Sevginin eksik olduğu
ailelerde saygıdan, şefkatten, yardımlaşmadan, dayanışmadan,
güvenden ve hoşgörüden de söz edilemez. Bu duyguları besleyen ve
gelişmelerini sağlayan, sevgidir.
Seven kişi sevilir. Sevmeyen, başkalarına tepeden bakan, kendisinden
üstün olanları kıskanan, işgal ettiği mevki ve makamı baskı vâsıtası
olarak kullanan kişiler toplumda sevilmezler. Onların gerçek dostları
yoktur. Köle ruhlu, dalkavukluğu meslek edinen kapıkullarından başka
etraflarında insan bulunmaz. Sevgide karşılık beklenmez. Sevginin
karşılığı bizzat içinde gizlidir.
Annemizi-babamızı severiz; çünkü bizi besleyip büyütmüş, birçok
çilemize katlanmışlardır. Büyüklerimizi, dostlarımızı, komşularımızı
severiz; çünkü onlarla birçok acı-tatlı şeyler paylaşmış, onlardan iyilik
görmüşüzdür. Sevginin olmadığı bir kalpte, kin ve nefret duyguları
kolayca filizlenir. Kalbinde sevgi bulunan kişi aynı zamanda
merhametlidir. Kendisinden mal, mevki, makam ve kuvvet yönünden
güçsüz olanlara zulmetmez.
Aile Toplumun Temel Direğidir
Başta görgü kuralları olmak üzere, bütün medenî ve sosyal
davranışlar ailede kazanılır. Ruh sağlığının lâzımlarından olan sevgi,
saygı, hoşgörü, şefkat, yardımlaşma, güven gibi temel duygular
15
ailede yaşanarak kazanılır: Bunlar sonradan öğretilebilir teorik bilgiler
değildir.
Ailede kazanılmayan terbiyeyi ve sosyal davranışları sonradan kazan*
dırmak hemen hemen imkânsızdır. Okul ve çevre ancak ailede verilen
te-mel duygu ve davranışların üzerine yeni şeyler bina edebilir.
Sosyal müesseselerin çekirdeği, toplumun temel direği ailedir. Aileyi
dejenere etmeden ve yıkmadan, bir cemiyeti yıkmak mümkün
değildir. Aile ne kadar güçlü olursa, toplumda o derece güçlü olur.
Her müessese gibi, ailenin de a3'.ıkta kal-' ması ve yaşaması ba-j zı
temel kurallara ve, prensiplere bağlı-; dır. Bu kuralların^ başında
karşılıklj" sevgi ve saygı gelir. Üyeler arasında işbirliği, birbirinin
hakkını gözetme,j ailenin yükünü birlikte omuzlama, sayabileceğimiz
genel kuKendi hayatına dikkat etmeyen anne-babanın, rallardır.
\ çocuklarından şikâyet etmeye hakkı yoktur",*'
Her müessesede olduğu gibi, ailede de bir hiyerarşi vardır. Büyük
anne, büyük baba, anne, baba, ağabey, abla ve küçük kardeşler
olmak üzere her aile üyesinin üzerine düşen görev ve sorumluluklar
vardır. Her aile üyesi, üzerine düşen bu sorumluluğu yerine
getirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğün sınırlarına "aile huhuku"
denir. Aile huhuku kanunlardan ziyade "örf dediğimiz asırlık
tecrübelerin bir ürünü olan gelenekler ve ananeler tarafından
belirlenir. Örfün yetersiz kaldığı ve işlemediği yerde kanunlar devreye
girer. .........
Aile Büyüklerinin görevleri
insan sosyal bir varlıktır. Hiçbir insan tek başına medenîleşemediği
gibi, mutlu da olamaz. Toplu halde yaşamak, insanoğlunun
yaratılışından gelen bir özelliğidir.
16
insanın sosyal çevresi ne kadar geniş olursa; bilgisi, becerisi,
tecrübeleri ve medenî davranışları da o nisbette artar. Çocuklar
üzerinde yapılan araştırmalar; aile büyükleri, yakın akrabalar, aile
dostları, komşular ve arkadaş çevreleriyle münasebetleri sık ve sıcak
olan çocukların daha çabuk olgunlaştıklarını, daha çok şey
öğrendiklerini, insanlarla daha kolay diyalog kurduklarını ve medenî
kişilik kazandıklarını göstermiştir.
Bilhassa aile büyüklerinin ve yakın akrabaların çocuklar üzerinde
tahmin edemediğimiz müsbet tesirleri vardır. Çocukları aile
büyüklerinden, yakın akrabalardan ve aile dostlarından mahrum
bırakmamalıyız.
Büyük anne, büyük baba, amca, dayı, hala, teyze gün görmüş,
tecrübeli insanlardır. Hem bizim hem de çocuklarımızın onlardan
öğreneceğimiz çok şey vardır.
Aynı çatı altında yaşadığımız büyük anne, büyük baba bir bakıma
ailenin danışmanı durumundadırlar. Anne, baba sıkıştığı yerde onlara
danışır, görüşlerini alır.
Aile büyükleri de kendilerine danışılmadığı müddetçe anne ve babanın
işlerine fazla karışmamalı; çocuk eğitimini ve ev ekonomisini onlara
bırakmalıdır.
Aile büyükleri genelde torunlarını şımartmaya eğilimlidir. Anne-baba
onları işledikleri bir suçtan dolayı ceza-landıracağı zaman müda"Ananın sozüne kar?' ^elirsin haL" hale eder, torunlarını korur,
cezadan kurtarmaya çalışırlar. Bu doğru değildir. Çocukların
eğitiminden, terbiyesinden, disiplininden öncelikle anne-baba
sorumludur. Çocuklarını kendi ölçüleriyle yetiştirmek, onların en tabii
hakkıdır.
Anne-baba, çocuk eğitimi konusunda aile büyüklerinden fazla
müdahale etmemelerini yumuşak ve kibar bir dille istemeli, onları
kırmadan ikaz etmelidir. T
17
Anneler genelde oğulları üzerindeki otoritelerim evlendikten sonra da
devam ettirmek isterler. Oğullarını bir başka kadınla -el kızıylapaylaşmak istemezler. Hem oğlundan hem gelininden şartsız itaat
isterler. Onların da bir aile kurduklarını, anne-baba olduklarını
unuturlar.
Aile büyüklerinin aşırı müdahalesi, münakaşalara ve lüzumsuz
tatsızlıklara sebep olur. Gelinini öz kızı gibi gören, onu seven,
koruyan, ayıbını örten çok az kayınvalide vardır.
Akıllı bir kayınvalide, gelinine fazla müdahale etmez. Gelini ondan
yardım istemedikçe ve bir konuda kendisine danışmadıkça evin
düzenine karışmaz. Gelinine daima iltifat eder, başkalarının yanında
üstünlüklerini, maharetlerini ve faziletlerini sayarak onu yüceltir.
Günümüzde aile büyüklerinin önemi yeterince bilinmemektedir.
Evlenen çiftler yalnızlığı tercih etmekte, aile ocağım terkederek binbir
zahmetle yeni bir yuva kurmaya çalışmaktadırlar. Yeni bir
yuvaxkurmak kolay değildir. Hele maaşlı çiftler için bu daha da
zordur. Ev kirasNte^veni eşyalar büyük bir borç yükünü beraberinde
getirir. Taksit ödemekten üst başlarına ve mutfağa yeterli para
ayıramazlar. Maddî sıkıntı evliliğin baharındaki gençlerin mutluluğuna
gölge düşürür. Halbuki baba evinde kalsalardı kira ödemeyecekler,
belki zevklerine uygun birkaç eşya alarak, fazla sıkıntıya girmeden,
kendi kendilerine yeteceklerdi.
Aile büyüklerinin yeni evli çiftlerin mutluluğuna gölge düşürdüğü tezi
yanlıştır. Rollerin birbirine karıştırılmadığı, herkesin üzerine düşeni
yaptığı karşılıklı sevgi ve saygının hâkim olduğu geniş ailelerde maddî
refah ve mutluluk daha fazladır. Genç anne bebeğini evde aile
büyüklerine teslim ederek kocasıyla, rahatça ve gözü arkada
kalmadan, dışarı çıkabilir; alışverişe gidebilir.
Çalışan annenin aile büyüklerine ihtiyacı daha fazladır. Kayınvalide,
annenin yerini tutmasa da, kreşin ve çocuk bakıcısının vereceği
terbiyenin daha iyisini verir ve bebeğe daha iyi bakar.
18
kocanın Karısına Karşı
,
lh ;
,, "
., " görevleri
Kadın evin yüz akı, kocanın şerefidir. Kadın olmadan çocuklara
bakmak, evi çekip çevirmek mümkün değildir, îç işleri kadına aittir.
Kadının fıtrî görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Çocuk bakımı ve
terbiyesi, ev işleri zannedildiği kadar kolay değildir. Sorumluluğunu
bilen titiz bir anneyi gün boyu meşgul eder ve yorgun düşürür.
* Bir erkek, karısını ne evin hizmetçisi, ne çocuk bakıcısı ne de cinsel
arzularım tatmin eden bir dişi olarak görmemeli; onu hayat arkadaşı,
evinin kraliçesi olarak kabul etmeli ve ona göre davranmalıdır.
* Bir erkek, karısına yediğinden yedirmeli, giydiğinden giy-dirmeli,
karısına karşı cimri davranmamalıdır.
* Karısına değer verdiği gibi onun annesine, babasına ve akrabalarına
karşı da iyi davranmalı, sevip saymalıdır.
«
* Erkeğin dışarıdaki
mevkisi ne olursa olsun, evde baba ve koca olduğunu unutmamalı;
karısına ve çocuklarına karşı sevgi dolu olmalı, onlara zaman
ayırmalıdır.
* insanoğlu için sevmek ve sevilmek ruhsal bir ihtiyaçtır. Sevilmek
kadın için daha da önem arzeder. Sevildiğim kendisine değer
verildiğini bilen bir kadın her fedakârlığa katlanır.
"Yuvalar ancak ve ancak sevgi temeli üzerine kurulur." "Erkek,
hanımının yanında, arkadaşlık ve dostluk cihetiyle çocuk gibi olmalı,
dışarıda yine erkek gibi davranmalıdır."
* Erkek, hanımını güzel giyinmiş ve süslenmiş olarak görmek istediği
gibi, kendisi de güzel giyinmeli, vücut temizliğine ve bilhassa ağız
temizliğine dikkat etmelidir.
19
* Eşinden saygı görmenin yolu sert ve otoriter olmak değildir. O-nun
nazlarına ve sitemlerine katlanmak, hoşgörülü olmak, şakalarına
mukabelede bulunmak, ayıplarını örtmek, iltifatta bulunarak ona
güven vermek... işte saygı görmenin şartlan bunlardır.
Kültürümüzün temel direklerinden biri de: "Sizin en hayırlınız, eşlerine
karşı en hayırlı olanmızdır." düsturudur.
* Kadınlar genelde hassas mizaçlı olduklarından çabuk alınır, çabuk
kırılır, çabuk küserler. Onların küçük kusurlarını görmezlikten gelmeli,
kusurlarını itiraf etseler dahi güzel sözlerle teselli etmeli/iyi taraflarını
sayarak cesaret vermelidir.
* Erkek, karısının ayıplarını araştırmaman, kesin deliller olmadık^ ça
onun sadakatinden ve namusundan şüphe etmemelidir.
* Erkek, karısının ihtiyaç ve isteklerini gücü ölçüsünde yerine ge-1
tirmeli, gücü yetmediği zaman durumu izah ederek, "Paramız olduğu
zaman inşaallah alacağım, "demelidir. ;.:
Kadının Kocasına Karşı Görevleri
Atalarımız, "Tatil dil yılanı deliğinden çıkarır." demişleri Fizik
bakımından çok güzel olmadıkları halde, kocala* rını kendilerine
bağlayan ve onla* rm sevgisini kaza* nan pek çok kadın tanırız. Yine
fizik bakımından çok güzel oldukları halde, çirkin dilli oldukları
ve dırdırlarıyla kocaları? Huzurlu bir aile, huzurlu bir toplum demektir.
ı. j- j-ıı • • •
'
v m bezdirdikleri için onların sevgisini kazanamamış pek çok
kadın biliriz. Kahvehaneler, meyhaneler, eğlence yerleri böyle
kadınların kocalarıyla doludur. Atalarımız, "Gönül ne kahve ister ne
kahvehane; gönül sohbet ister kahve bahane" derken bu gerçeğe
işaret etmişlerdir. ,
20
* Kadın kocasına karşı tatlı dilli olmalı, onun yanında sesini
yükselterek konuşmamalıdır.
* Kocasının malına, parasına, şerefine, namusuna sahip çıkmalı, ve
korumalıdır.
* Kocasından maddî gücünü aşan isteklerde bulunarak onu zor
durumda bırakmamalıdır. ..-.., ,,.-;:'i . . -T ..,,« ^ ,.,„.,
35
AİLE İÇİ GÖRGÜ KURALLARI
î * Aile sırlarını başkalarına açarak kocasını küçük düşürmemelidir.
Aslında küçük düşen yalnız kocası değildir, kendisi de küçük
düşmektedir. Dost bildiği kimselere dahi kocasının sırrını açmamalıdır.
Atalarımız ne güzel söylemiş:
,„Tj
r- ;i
;
Arif isen açma sırrını dostuna
,Dostun da söyler kendi dostuna
'
:;--;:>:=.:
\; :v:; ;
:; ,; : ;
* Kocasına karşı olduğu kadar onun anne-babasına ve akrabalarına
karşı da saygılı, tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır.
* Kocasının misafirlerine karşı iyi davranmalı, mutfak maharetini
esirgememeli, ikram ve izzetiyle kocasının itibarını yükseltmelidir. :
* * Kocasının eve döneceği saatte kendine çeki düzen vermeli, giyinip
süslenerek onu güler yüzle karşılamalıdır. * Kocasının sevincine ve acısına ortak olmalı, ailenin yükünü onunla
birlikte omuzlamahdır.
* Hastalık ve mazeret günleri dışında kocasını yatakta reddetmemeli,
dişilik maharetini kullanarak onu cismen ve ruhen tatmin etmelidir.
Araştırmalar, geçimsiz eşlerin ekseriyetle cinsel yönden de uyumsuz
21
olduklarını göstermiştir. Boşanmalarda ve eşlerin birbirini
aldatmalarında cinsel uyumsuzluğun sanıldığından daha büyük bir
rolü vardır.
* Kocasının sevmediği ve istemediği evlere girip çıkmamalıdır.
jİCarı - Koca
;
.. '^^~ geçimsizliği ""****
Karı koca geçimsizliği temelde "sen-ben" kavgasından çıkmaktadır.
"Sen şöyle dedin, sen böyle yaptın" şeklindeki karşılıklı suçlamalarla
problemi çözmek mümkün değildir. Anlayış, hoşgörü ve fedakârlık tek
taraflı olmaz.
Diyelim ki, kadın, kocasının bir sözünden dolayı kırıldı ve ona sitem
etti. Akıllı ve anlayışlı bir koca hemen özür diler:
— Özür dilerim karıcığım, seni üzmek için söylemedim.
Akıllı bir kadın da işi münakaşaya dökmeden kocasının özürünü kabul
eder ve mesele çözülmüş olur. ,•-.:. ;
Eğer anlaşmazlığın boyutları çok genişlemiş, eşlerin gücünü aşmış,
çözülemez bir hal almış ise; aile büyüklerine görev düşüyor.
Bir kişi erkeğin ailesinden, bir kişi de kadının ailesinden sözüne
güvenilir, dürüst kimselerden hakem tayin edilerek, anlaşmazlığın
çözümü için gerekli olanlar samimiyetle yapılmalıdır. Eğer ailelerden
her iki tarafın da itibar edeceği bir kimse bulunamaz ise; bu özelliğe
sahip bir aile dostu görevlendirilebilir.
Hakem olarak seçilen kişiler, kadını ve kocayı kimsenin duymayacağı
yerde ayrı ayrı dinlemeli, geçimsizliğin sebeplerini öğrenmeli, sonra
ikisi bir araya gelerek topladıkları bilgileri değerlendirmelidir. Âdil
ölçüler içinde geçimsizliğin kimden kaynaklandığına karar vermeli,
yine iki hakem birlikte haksız tarafın yanına giderek nâzik bir dille
22
hatasını izah etmeli, düzeltmesi için nasihatte bulunmalı; gerekirse
manevî baskı uygulamalıdır.
Eşler, iyi niyetli hakemlere itimat etmeli, her şeyi doğru olarak
anlatmalı, hakemleri yanıltacak yalan ve yanlış bilgi vermemelidir.
Eğer eşler gerçekten iyi geçinmeyi arzu ediyorlarsa, Allah onların
kalplerine bir sıcaklık verecek, yuva yıkılmaktan kurtulacaktır.
Çocuksuz Aile Meyvesiz Ağaca Benzer
Yeni evlenen genç çifti olgunlaştıran, hayatın zorluklarına karşı
direnme gücü veren, onları birbirine bağlayan ve aynı idealler
etrafında birleştiren şüphesiz çocuktur. Çocuk, genç çifti "anne-baba"
mertebesine yükseltir. Atalarımız, "Çocuksuz aile meyvesiz ağaca
benzer." derken bu gerçeğe işaret etmektedir. Hamileliğin ilk
belirtileriyle birlikte anne adayının vücudunda hızlı bir hormon
değişikliği başlar. Bu yeni hormonlar, ana rahmindeki cenin için
hayatî önem arzetmekle beraber kadını da anneliğe hazırlar.
Hormon değişikliği ile birlikte anne adayının vücudunda bazı küçük
rahatsızlıklar kendini gösterir. Bunlar aslında rahatsızlık olmayıp,
vücudun yeni hormon dengesine ahşmasıdır. Uykuda düzensizlik,
gerginlik, iştahsızlık, yemek kokularından rahatsız olma, yorgunluk,
sinirlilik en çok görülen uyum belirtileridir. Vücudun yeni hormon
dengesine alışması ile birlikte bu küçük rahatsızlıklar da geçecektir.
Anne adayının telaşa kapılmasına ve korkmasına gerek yoktur.
Annenin Çocuğa Karşı «Görevleri
* Anne mutlaka bebeğini kendi sütü ile beslemelidir. Annenin
bebeğini emzirmesi halinde göğüslerinin bozulacağı söylentisi
tamamen asılsızdır. Aksine, emilen memeler fiziki bir egzersize tâbi
oldukları için daha da güzelleşecektir. Ayrıca, besleyicilik yönünden
anne sütüne denk başka bir besin yoktur. Hayvan sütü ve hazır
mamalar hiçbir zaman anne sütünün yerini tutamaz. Anne sütü
mineraller ve koruyucu maddeler bakımından çok zengindir. Anne
23
sütü ile beslenen bir bebek, çocuk hastalıklarına kolay kolay
yakalanmaz. Ruh sağlığı yönünden iyi gelişir.
* Stress, sinirlilik, aile içi münakaşalar anne ruh sağlığını ciddi şekilde
etkiler. Araştırmalar, huzursuz bir aile ortamında doğum yapan
annelerde süt kesilmesinin daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu
sebeple, başta kocası olmak üzere bütün aile büyükleri hamile kadına
ellerinden gelen toleransı göstermeli, ona yardımcı olmalı, moral
vermeli ve kendisine güvenmesini sağlamalıdır.
* Doğumu takip eden 6 ay, çocuk ruh sağlığı yönünden çok
önemlidir. Anne sütünün fiziksel üstünlükleri yanında bir de ruhsal
üstünlükleri vardır. Bizce önemli olan bu ruhsal üstünlükleridir. Bebek
annenin kucağında, anne sütünü emerken, kendisini mutlu ve
güvende hisseder. Onu seven ve koruyan bir annesi olduğunu
hisseder. Karnı doyduktan sonra gülü-cükleriyle, agulu, gugulu kuş
diliyle, komik hareketleriyle mutluluğunu dile getirir; anneyi de
güldürür ve ona bütün yorgunluğunu unutturur.
* Bebeğini kendi sütü ile besleyen annelerde, modern tıbbın izah
edemediği, metafizik bir iletişim gelişir. Anne, bebeğin ağlama
şeklinden, ne anlatmak istediğini hisseder.
<••• Araştırmalar, uykusu ağır annelerin bile gece çocuk ağladığında,
onun ağlama sesini duyduğunu ve hemen tatlı uykusundan kalkarak
bebeğin yardımına koştuğunu ortaya çıkarmıştır.
' - ,t '
* Çalışan anneler, anne-bebek beraberliğinin ruh sağlığı yönünden
çok önemli olduğunu bilmeli, doğumdan sonra en az 6 ay işine ara
vermeli, ondan sonra da mümkünse yarım gün (part time) çalışmanın
bir yolu*f nü bulmalıdır. < ; f * Çocuğun en ideal eğitimcisi, o-nun
öz annesidir. Başka hiçbir yakını ve hele ücretle çalışan bir çocuk
bakıcısı annenin yerini tutamaz. Yine Avrufi pa'da ve Amerika'da
yapılan araştırmalar, kreş ve ana okulu gibi
" - Gel çocuğum, gel yavrum!.."
24
modern çocuk müesseselerinin en mütevazi bir aile ortamının bile
yerini tutmadığını, çünkü bu gibi yapay hizmet ortamlarının çocuk
fıtratına (yaratılışına) aykırı olduğunu, onun ancak sıcak aile
yuvasında fiziksel ve ruhsal yönden serpilip gelişebildiğim ortaya
çıkaraıışür. _ _,„._. ... * Anne çocuğundan sevgisini ve şefkatini
esirgememeli, ancak bunu yaparken aşırıya giderek onu
şımartmamalıdır. Çocuğu ihmal etmek kadar aşırı şımartmak da
eğitim açısından mahsurludur. ihmal edilen çocukta güven duygusu
gelişmez. Sevildiğinden emin değildir. Diğer taraftan şımartılan, "el
bebek gül bebek" büyütülen bir çocuk "dedeğim dedik" bir zorba olur
çıkar, îstek ve ihtirasları bitmez. Yoktan anlamaz. Kural tanımaz. Tek
çocukta bu davranışlara daha sık rastlanır. Tek çocuk egoisttir.
Paylaşmayı bilmez. Tek çocuğu sosyalleştirmenin en iyi yolu, ona bir
kardeş yapmaktır. Bu mümkün değilse, akraba veya komşu
çocuklarından ona bjı arkadaş temin edilmelidir.
, * Anne, çocuklarını eğitirken âdil olmalıdır. Çocuklar arasında ayırım
yapmamalı, onları birbiriyle ^yaslamamalı, her çocuğu Allah'ın takdir
ettiği huy ve kabiliyetlerle kabul etmelidir.
* „._.-''"-.
- Anne, çocuktan yerine getiremeyeceği isteklerde bulunmamalıdır.
"Söz ver bakayım bir daha bu suçu işlemeyeceksin" veya "Yemin et
bakayım, ağzından bir daha böyle kötü söz çıkmayacak!" gibi.
Masallarda da bu tür yanlışlara rastlarız.
Bir anne anlatmıştı: "Kızım yedi yaşında iken okuduğu masal kitabı ile
yanıma geldi:
- Anneciğim bu masalın sonu doğru değil, dedi.
- Neden? dedim.
- Bak, okuyayım da dinle: "Küçük çocuk annesine söz vermiş, bir
daha hiç yaramazlık yapmamış."
- Peki, bunun yanlışlık neresinde? Kızım boynuma sarıldı:
25
- Anneciğim, çocuk olur da hiç yaramazlık yapmaz mı? Kızım haklıydı:
- Yapar... dedim. Ama özür diler ve bir daha yapmamaya çalışır."
- Cezadan kasıt çocuğun canını acıtmak değildir. Bir suç işlediği
zaman oturup onunla konuşmalı, yaptığı hareketin doğru olmadığını
açıklamalıdır. Çocuk eğer sizin kendisini sevdiğinizden ve ona değer
verdiğinizden eminse, yanınızdaki itibarı ve sevgiyi kaybetmemek için
yanlış yapmamaya çalışacaktır. Buna rağmen yanlış yapmaya devam
ederse vereceğiniz âdil bir ceza onun ruh sağlığını etkilemez. Aksine
ona değer verdiğinizi, onu ciddiye aldığı-mzı gösterir. l
T ' *) J^J
^~^>V^-t
- Çocuğa vereceğiniz ceza onur kırıcı ve
küçük düşürmek marifet değildir.
Çocuğu herkesin ortasında
onu başkalarının önünde
küçük düşürücü olmamalıdır. Kulağını hafifçe çekmek, azarlamak,
küsmek, odanın bir köşesinde 5-10 dadika bekletmek gibi hafif
cezalar bazen istediğimiz neticeyi verebilir.
* Anne, asla çocuğunun yüzüne tokat vurmamalıdır. Yüze vurulan
tokat onur kırıcıdır.
* Anne çocuğuna dinini öğretirken de çok dikkatli olmalı, onu
zorlamamalı, vereceklerini oyun havası içinde vermeli ve hikâye ile
anlatma yolunu seçmelidir. Çocuğu hatalı davranışlarından caydırmak
için asla Allah'la ve cehennemle korkutma yolunu seçmemelidir. Böyle
yapan anneler, farkında olmadan çocuğun zihninde yanlış bir Allah ve
ahiret anlayışı yerleştirmektedir. Hangi çocuk, cehenneminde
yaramaz çocukları yakan Allah'ı sever?
* Anne, yerine getiremeyeceği kuru tehditler savurmamalı, beddua
etmemelidir. "Allah'ım ben ne günah işledim de bana böyle bir çocuk
26
verdin?" diye yakınan anneler, yine farkında olmadan, çocukta
suçluluk duygusu ve yanlış bir Allah fikri doğmasına yol açmış olurlar.
* Çocukları babaları ile tehdit eden, "Baban akşam gelince sen
görürsün!" diyen bir anne, acizliğini ilân etmiş olur. Böyle bir anneye
karşı hiçbir çocuk saygı duymaz.
* Anne, çocukların yanında başkalarını ve hele kocasını çekiştirmemeli; kocasını seven ve ona saygı gösteren, uyumlu ve örnek bir eş
olmalıdır.
* Anne ve baba, çocukların önünde münakaşa ekmemeli, birbirlerini
suçlayıcı bir dil kullanmamalıdır. •
Babanın Çocuğuna Karşı
v
X Görevleri
-
* Babanın çocuğa karşı görevleri anneninkinden aşağı değildir.
Çocuklarına karşı ilgisiz davranan, çocuk bakımını ve eğitimini sadece
annenin görevi sanan babalar, ideal bir baba modeli göstermezler.
* Baba, ailenin geçimi için lâzım olan parayı helal yoldan kazanmalı,
gayri meşru yollardan kazanılan para ile beslenen çocukların ne
ailesine ne de milletine faydalı olmayacağını bilmelidir.
-. i
* Eşine ve çocuklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olmalı, babalık
otoritesini baskı vasıtası yapmamalıdır.
* Anne ile baba disiplin ve terbiye konusunda aynı değerleri
paylaşmalı; aynı ölçüleri kullanmalıdır. Birinin kızdığı bir davranışa
diğeri gülüp geçerse; biri ceza vermek isterken öbürü çocuğu
müdafaaederse; çocuk kimin haklı kimin haksız, neyin doğru neyin
yanlış olduğunu bilemez. « '
27
* Bir erkeğin dışarıdaki mevkisi ve makamı ne olursa olsun, evde
"baba" olduğunu unutmamalı, çocukların seviyesine inerek onlarla
tatlı bir diyalog kurmalıdır.
* Çocuklar babalarını erişilmesi zor bir insan olarak bilmemeli, her
sıkıntılarım çekinmeden ona açabilmeli, her konuda soru
sorabilmelidir. Anne-baba ile iyi bir diyalog kuramayan çocuklar,
ergenliğe adım atarken zorlanırlar. Ergenlikte ortaya çıkan
problemleri aşamaz, her söze alınan, her şeyq kızan çekilmez gençler
olur çıkarlar.
Baba, çocuklarını aşırı otorite ile sindirmemek, onları hem kendi
haklarına sahip çıkan, hem de başkalarının haklarına saygı duyan, hür
fikirli insanlar olarak yetiştirmelidir.
* Genellikle, sessiz, her emre boyun eğen, anne ve babanın
sözünden çıkmayan gölge tipler, "ideal ve terbiyeli çocuk" olarak
vasıflandırılır. Halbuki sindirilmiş, kabiliyetlerini ve kişiliğini
keşfedememiş, emir kulu haline gelmiş çocuklar kendi başlarına birşey üretemez, bir eser meydana getiremezler. Çünkü onların adına
hep anne-baba karar vermektedir.
* Baba çocuğu hakkında karar • verirken meselâ en basitinden bir
elbise veya ayakkabı alırken mutlaka ona da danışmak, gerekirse
seçme şansını ona bırakmalıdır. Çocuklar bu konuda çok duyarlıdırlar.
Onları siz eğittiğinize göre, sizin zevklerinize ve ölçülerinize zıt düşen
seçimler yapmazlar.
Yatılı bir lisede okuyan, itibarlı ve zengin bir babanın oğlu, "hırsızlık
yapıyor" gerekçesi ile bize getirildi. Psikolojik yardımda bulunmamız
istendi. Gençle konuştuğumuz zaman kendisine sorulmadan yatılı
okula verildiği ortaya çıktı. Genç şuuraltında babaya karşı kin
duyuyordu. Çünkü o evinde olmak, kendi odasında ders çalışmak,
annesinin pişirdiği yemekleri yemek istiyordu. Yatık okulun havasına
alışamamıştı. Evde "istenmeyen çocuk"'olduğu için yurda verildiğini
sanıyordu. O da babadan intikam almak, çevreye karşı onu küçük
28
düşürmek için hırsızlık yapıyordu. Paraya ihtiyacı yoktu. Onun
sevgiye, şefkate, güvene ve sıcak aile yuvasına ihtiyacı vardı.
"Çık bakalım parayı, arkadaşlarla kafa çekicez!.."
Babasıyla konuştuk. Sokağa alışmasın, kötü arkadaşlar edinmesin,
ders çalışacak bol zamanı olsun diye onu yatılı okula verdiğini
söylüyordu. Yani çocuğun iyiliği için bunu yapmıştı. Fakat bütün bu
düşüncelerini oğluna açıp o-nun fikrini sormamıştı. Onun adına
kendisi karar vermişti. Babaya meseleyi izah ettik, çocuğu yatılıdan
almasını, okulunu değiştirmesini tavsiye ettik. Anlayışlı bir insandı.
Kabul etti. Çocuğu evine yakın bir liseye naklettirdi. Çocuk hem
ailesine hem de hürriyetine kavuştu, îki ay sonra babası telefonla
aradı. Çocuğun çok başarılı olduğunu, öğretmenleri ve arkadaşları
tarafından sevildiğini söyledi ve bize teşekkür etti.
Çocukların, Anne-Babaya Karşı Görevleri
insanoğlu yaratılışı gereği, kendisine iyiliği dokunan bir kimseye karşı
saygı ve minnet duyar. Müdürüne, patronuna, komutanına itaat eden
ve saygı gösteren bir insanın anne-babasını ihmal etmesi
düşünülemez.
Peygamber Efendimiz, "En fazla hürmete lâyık olan kimdir?" diye
soran sahabeye, üç defa "annendir" buyurduktan sonra,
dördüncüsünde "babandır" ilâvesini yapmıştır.
Peygamberimizin bu önemli ikazı, anneye yapılan ihsan ve hürmetin,
babaya yapılandan üç misli fazla olması gerektiğini gösteriyor. Çünkü
anne, babadan fazla olarak, hamilelik, doğum ve emzirme
zahmetlerine katlanmıştır.
"Cennet anaların ayakları altındadır" buyruğu da, yukarıdaki
bütünlüğe uygun olarak anneliğin kutsiyetini vurgulamaktadır.
29
Buraya kadar anlatılanlardan; anneye çok iyi davranıp, babaları
savsaklayın anlamını çıkartmayalım sakın. Vurgulamak istediğimiz şey
şudur
ki, anne her zaman babadan önce gelir. Bu sebepledir ki, günlük
hayatımızda pekçok şeye "ana"lı isimler takmışız. Ana-vatan, anadil,
ana-yol, ana kucağı, ana şefkati vs... Hatta yurt edindiğimiz
topraklara Ana-do-lu demişiz.
Hülâsa, anne ve babalarımıza karşı sorumluluklarımız oldukça
Huzur, bu evlerin sadece tabelasında var!..
fazladır. Dünyaya geldiğimizde hiçbir şeye gücümüz yetmezken ,
hastalığımızda başucumuzda sabahlayan, yemeyip yediren, giymeyip
giydiren anne-babamıza karşı saygıda kusur etmek, en büyük insanlık
suçlarından biridir.
Anne babanın vazifelerinden birisi de, zamanı geldiğinde erkek
çocuklarını sünnet ettirmektir.
Çocukların belli bir yaşa geldiğinde sünnet edilmesi, dini kaynaklı
örflerimizin başında gelir. Sünnet olmak, erkek çocuklarının hayatında
önemli bir dönüm noktası olduğu için, yörelere göre çeşitli
merasimlerle sünnet düğünü yapılır.
Çocuklar genellikle 6-7 yaşına geldiğinde sünnet yapılır. Fakat daha
küçük erkek kardeşleri de varsa eğer, bir daha tekrar sünnet telaşına
girmemek için kardeşleriyle birlikte sünnet edilirler.
Çocuğunu sünnet ettirmeye karar veren anne-baba, ilkin bunun
tarihini belirler. Genellikle sünnet düğünleri yaz aylarında yapılır.
Çocukların okul durumları varsa, yaz tatilinde sünnet edilmeleri daha
uygundur.
44
30
GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI
Sünnet tarihi belirlendikten sonra, eş-dost ve akrabaların haberdar
edilmesi ya bizzat gidip sözlü olarak, ya da davetiye bastırılıp
dağıtılarak yapılır.
Çocuklara özel sünnet elbiseleri almak suretiyle bunu almaya gücü
yetmeyecek ailelerin çocuklarını da özendirmek, anne-babasınmm zor
durumda kalmasına sebep olmak doğru bir davranış değildir.
Özellikle şehirlerde başlayan yeni bir adete göre, çocuklar cicili bicili
giydirilerek, aile durumları gözönüne alınmadan akrabalar
gezdirilmek-tedir.Bunun iki türlü sakıncası vardır. Birincisi; maddi
durumu müsait olmayan ailelerin çocuklarını da bu şekilde özendirmiş
olursunuz, ikincisi de; ailesinin durumu her ne kadar iyi olursa olsun,
çocuk çocuktur. Eş-dost, akraba ziyaretlerinde para ve hediye
toplamak düşüncesi içinde olan çocuk, akrabalarının kıymetini
kendisine verilen hediyenin kıymetine göre ölçmeye kalkabilir ki, bu
da çocuk eğitiminde dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Genellikle sünnet düğünü genellikle evlerde yapılır. Sünnetçi çağrılır
ve gelen misafirlerin huzurunda sünnet gerçekleştirilir. Şmdilerde,
hastanelerde veya sağlık kuruluşlarında da yaptırılıyor.
Sünnet olacağı esnada çocuğu tutan kimseye -ki genellikle akrabadan
olur- kirve denir. Sünnetten sonra kirve çocuğa hediye veya para
verir. Sünnet olan çocuğun ebeveyni de, kirveye bazı hediyeler
verirler. Bunlar sünnet merasimlerinde adet haline gelmiştir.
Sünnet herşeyden önce, adı üzerinde "sünnef'tir. Yani dini
kaynaklıdır. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in tavsiye ettiği sünneti,
modern tıb bilimi de tasdik ederek, sağlık açısından faydasını kabul
etmiştir. Sünnet aile içinde yapılan, öyle ihtişamlı düğünlere falan
itibar edilmemesi gereken bir dini tavsiyedir.
31
Daha da önemlisi; kimi aileler, dini kaynaklı olan bu sünnet
merasimini, dinin zararlı bulup yasak ettiği içkili, sazlı-sözlü âlemlere
dönüştürmekte, farkında olmadan kötü örnek olmaktadırlar. ;
Sünnet için eğer bir merasim tertip edilecekse, burada toplanan
insanlara bu vesileyle sünnetin tıbbî ve sosyal yönü üzerinde bilgiler
verilmesi, bilenler tarafından Kur'an okunup dualar edilmesi, en
uygun davranıştır.
• Ayrıca, sünnet merasimleri mütevazı olmalı, gösteriş ve israfa
meydan verilmemelidir.
TEMİZLİK KURALLARI
Bir Alışkanlıktır
Temizlik kurallarını hepimiz biliriz, biliriz de nedense çok azını
uygularız. Her güzel davranış gibi, temizlik alışkanlığı da ailede
kazanılır. Temizlik konusunda titiz olan ailelerin çocukları hemen ilk
anda dış görünüşleriyle belli olurlar: Temiz ve ütülü bir elbise, boyalı
ayakkabılar, bakımlı, taranmış saçlar, fırçalandığı belli olan beyaz
dişler, kesilmiş temiz tırnaklar ve bütün bunlara ayrı bir güzellik katan
kibar ve saygılı davranışlar...
Çocuklarımız ilkokulun birinci sınıfına ayak bastıklarında, öğretmen
daha ilk günde, çocukların dış görünüşlerine bakarak onların aileleri
hakkında bir kanaat edinir.
Temizliğin fakirlikle, zenginlikle doğrudan bir ilgisi yoktur. Temizlik bir
görgü, bir alışkanlık meselesidir. Annem kız görmeye giden bir
komşumuza şu tavsiyede bulunmuştu: "ilk fırsatta mutfağına ve
banyosuna bak; eğer bu ikisi temizse, gerisi tamamdır."
Temizlik Alışkanlığı Çocuklukta Başlar
32
* Temizlik alışkanlığı ailede kazanılır. Çocuklara temizlik alışkanlığı
kazandırmak sadece annenin görevi değildir. Baba ve diğer aile
büyükleri de aynı derecede titiz davranmalıdır ki, çocuklar bu toplu
tavır karşısında tenbellik göstermesinler.
* Anne elinden gelen titizliği gösterdiği halde, baba ve diğer aile
büyükleri işi ciddiye almaz, hele temizlik kurallarına uymazlar ise,
çocuklar kolaycılığı seçip baba gibi davranmayı tercih edeceklerdir.
* Çocuklara sokakta oynarken, üst başlarını kirletmemeye dikkat
etmelerini söylemeli ve bunu takip etmeliyiz. Eve kirli, pasaklı
döndüklerinde ikaz etmeli, tekrarında bir müddet için oyundan men
cezası vererek işi ciddiye aldığımızı belli etmeliyiz.
* Sokaktan eve döndüklerinde, aşırı terlemişler ise, banyoya sokmalı,
ılık bir duş aldırıp iç çamaşırlarım değiştirmeliyiz. Eğer terlememişler
ise, el, yüz ve ayaklarını yıkatmak, temiz çorap giydirmeliyiz.
* Yemekten önce ve sonra çocuklara ellerini yıkatmak, aynı zamanda
bizler de yıkayarak onlara ör-lek olmalıyız.
*
Yemeklerden sonra
dişler fırçalanmalıdır.
sadece
eller değil, ağızda yıkanmalı,
* Evde oynarken etrafı dağıtmamalarını, oyuncaklarını sağda solÇocuklara temizliği sevdirin!
da bırakmamalarını, oynadıktan sonra mutlaka oyuncaklarını
toplamalarını öğretmeliyiz. İlk zamanlarda ve ara sıra onlara yardım
ederek işin nasıl yapıldığını göstermeli, buna önem verdiğimizi
hissettirmeliyiz.
* Sokakta, üstü açık tablalarda satılan yiyecekleri, simitleri,
şekerlemeleri satın almamalarını, bunların sağlığa zararlı olduklarını
söylemeli ve takip etmeliyiz.
33
* Evde, dolaptan veya sepetten aldıkları meyveleri yıkamadan
yememeleri gerektiğini anlatmalı, sulu meyveleri gezerek
yememelerini söylemeli, bir sofra bezi veya tepsi üzerinde yemelerini
temin etmeliyiz.
* Çocukları mahalle bakkalına alıştırmamak, iştahlarını kapatacak
bisküvi, şeker, pasta gibi şeyleri fazla yemelerine izin vermemeliyiz.
* Evde, merdivenlerde, sokakta, okulda, nerede olursa olsun; çöpe
atılması gereken bir şeyi rastgele atmasına engel olmalı, bunun çirkin
bir davranış olduğunu anlatmalıyız.
* Yere tükürmenin, sümkürmenin yine çirkin bir davranış olduğunu
anlatmalı, çocuklarımıza mendil kullanma alışkanlığı kazandırmalıyız.
* Temizlik alışkanlığının hemen doğumdan sonra başladığını
söylersek yanlış olmaz. Süt çocuğu, altını ıslattığı veya kirlettiği
zaman, yaratılışı gereği rahatsız olur. Rahatsızlığını mızmızlanarak
veya ağlayarak dile getirir. Hassas anneler, çocuğun ağlama
şeklinden karnı mı acıktı, bir yeri mi ağrıyor, yoksa altını mı kirletti
kolayca anlar.
Altı kirlenen bir bebeğin vakit geçirmeden bezi değiş- "Şevöğretmenim, biraz terlemişim de!.."
tirildiği takdirde, temizliğe alışır ve bir müddet sonra kirli beze
tahammül edemez. Altı kirlendiğinde rahatsızlığını mutlaka dile getirir.
* Bazı anneler, bez değiştirmekten kurtulmak için, çocukların bir an
evvel çişlerini ve kakalarını haber vermelerini isterler. Zamanından
önce lâzımlığa oturtur, ihtiyaçlarını yapmalarını beklerler. Halbuki
çocuklar altı aydan önce kaslarını kontrol edemezler. Kas kontrolü,
sinir gelişimiyle ilgili bir meseledir. Çocuk psikolojisi ve çocuk gelişimi
hakkında yeterli bilgisi olmayan aceleci ve titiz anneler, çocukla
lüzumsuz bir mücâdeleye girişirler. Maalesef her zaman için bu
34
mücâdeleden çocuklar galip çıkarlar. Korkutmalar, tehditler, cezalar
bir netice vermez; aksine çocuğu inatçı yapar.
* Yine bazı anneler, ihtiyaçlarını haber vermeyen çocuklara ceza
olsun diye kirlenen bezlerini değiştirmezler. Anneler, bu
davranışlarının yanlış olduğunu çok geç anlarlar. Çocuk bir müddet
sonra, kirli beze ve kirli bez kokusuna alışır; değiştirilmesini istemez.
* Umûmî tuvaletlerdeki pis manzaralara hepimiz şahit olmuşuzdur.
Biz yine diyoruz ki, bunun sorumlusu ailelerdir, toplum değil. Çünkü
toplum fertlerden oluşur ve fertler temizlik alışkanlığım ailede kazanır.
* Çocuklarımıza mutlaka tuvaleti temiz olarak terketmelerini
öğretmeliyiz. Önce tuvaleti nasıl kullanması gerektiğini göstermeli,
tuvalet taşı kirlendiği takdirde fırça ve su yardımıyla nasıl
temizlenmesi gerektiğini göstermeliyiz. ' , • : - : > :,
Çocuk bu alışkanlığı kazanıncaya kadar takip etmeli, işini bitirip
çıktıktan sonra tuvaleti kontrol etmeli; kirli görünce onu ikaz etmeli
ve mutlaka kendisine temizletmeliyiz.
* Çocuğa mutlaka oturarak ihtiyacını gidermesi gerektiğini, aksi halde
etrafa sıçrayan sidik damlacıklarının kendi ayaklarına ve paçalarına da
bulaşacağını anlatmalıyız.
* Tuvaletten çıktıktan sonra ellerini sabunlayıp yıkamalarım temin
etmeli, onlara bu alışkanlığı kazandırmalıyız.
* Çocukların ekserisi banyo yapmaktan ve tırnak kesmekten
hoşlanmaz. Saç tıraşında da durum aynıdır. Belki de bunun sebebi biz
anne-ba-balarız. Onları zorla berbere götürür, zorla banyoya sokar,
zorla tırnaklarını kesersek, bizim bu zorlamalarımız onlarda karşı tepki
doğmasına sebep olacaktır. Halbuki teşvik ederek, özendirerek,
bunun özellikle kendi sağlığı için gerekli olduğunu anatırsak ve biz de
bu yolda örnek olursak; işimiz kolaylaşacak, çocuklarımız fazla direnç
35
göstermeden temizlik alışkanlığı kazanacak, zamanla bundan zevk
alacaklardır.
Kuralları
* Tuvalette mecbur kalmadıkça konuşulmaz.
* Tuvalette selâm alınmaz.
,
t,
!
...,, ,.,..,';,.
* Tuvalette şarkı söylenmez, ilâhi okunmaz,
, ı,
,
, ,
* Oturarak ihtiyaç giderilir. Küçük ihtiyaç da olsa ayakta yapılmaz,
ihtiyacı oturarak gidermek, hem temizlik, hem sağlık, hem de ahlâk
yönünden daha uygundur.
* Tuvalette otururken avret yerine ve çıkan dışkıya bakılmaz.
* Çıkan dışkı deliğe düşecek şekilde oturulur. Tuvalet taşı kirletilmez.
Kazara tuvalet taşını kirlettiğimiz takdirde bol su ve fırça yardımıyla
temizlememiz gerekir.
* Tuvalette iken tükürülmez ve sümkürülmez.
;•
* işimiz bittikten sonra sol elimizi kullanarak avret yerlerimizi bol su
ile yıkamalı, ancak suyu avret yerlerimize hızlı çarpmamak,
sıçramalara engel olmalıyız.
* Bez yerine tuvalet kâğıdı ile kurulanmak sağlık açısından daha
uygundur. Tuvalet kâğıdı özel olarak temizlik için imal edildiğinden ve
bu kâğıda yazı yazılmadığından bir mahsuru yoktur.
* Açık mekânlarda, kırda, ormanda ihtiyaç giderirken yanımızda su
yoksa, temiz otlarla, taşlarla ve toprakla temizlenebiliriz.
* Açık mekânda ihtiyaç giderirken
36
rüzgâra karşı oturulmaz; rüzgâr arkaya alınır. Zira rüzgârın tesiriyle
üzerimize sidik sıçrama ihtimali vardır.
* Durgun ve akar sulara idrar yapılmaz.
* Meyve veren ağaçların altına, insanların istifâde ettiği gölgelik
yerlere, ekin tarlasına, sebze ve meyve bahçelerine, karıncaların ve
diğer hayvanların yuva ağızlarına küçük veya büyük ihtiyaç gidermek,
yanlış davranış örnekleridir.
* Tuvaletten çıktıktan sonra sifonu çekmeyi unutmamalı, girecek
kişiye temiz bırakmalıdır.
* Tuvaletten çıkınca ellerimizi sabunlamak ve bol su ile yıkamalıyız.
Beden Temizliği
* Gusul gibi farz olan temizliğin dışında, her insan en az haftada bir
kez banyo yapmalıdır. Yaz aylarında ise, aşırı terlemeden dolayı daha
sık banyo yapmak gerekir.
* Saçlar, el ve yüz sık sık yıkanmalı, saçları yağlı olanlar daha sık
yıkamalıdır.
* Saç ve sakal bakımı, güzel bir yüz görünüşü için önem arzeder. Saç
ve sakalımızı örfe göre traş etmeli; taramalı, dağınık bırakmamalıyız.
* Koltuk altlarında ve kasıklarda biten kıllar, en az ayda bir sefer
temizlenmelidir. Temizlik işi, traş edilerek veya tüy dökücü kremler
kullanarak yapılabilir.
* El ve ayak tırnakları, mikrop ve pislik barındırmaya en müsait
yerlerdir. Tırnaklar, mümkün mertebe haftada bir defa kesilmeli,
uzamalarına fırsat verilmemelidir.
37
* Kesilen tırnaklar, koltukaltı ve kasık kılları rastgele atılmamalı; açık
havada toprağa gömülmeli, evde ise bir naylona sarılarak çöpe
atılmalıdır.
* Ağız ve diş bakımının vücut temizliği içinde ayrı bir önemi vardır.
Yemeklerden sonra ellerimizi yıkarken ağzımızı yıkamayı ve dişlerimizi
fırçalamayı unutmamalıyız.
* Aşırı sıcak ve soğuk yiyeceklerden sakınmalı, bunların hem diş
sağlığına hem de ağız içi mukozasına zarar verdiği unutulmamalıdır.
* Sert kabuklu yiyecekleri dişlerimizle parçalamamak, çocuklarımızı
da bu konuda uyarmalıyız. Sert kabukların diş minelerini
çatlatabileceğini onlara anlatmalıyız. Şimdi fındık ve ceviz kıran çok
kullanışlı aletler ima] edilmektedir. Bunlardan bir tane satın alarak
problemi çözebiliriz.
* Solunum ve koku alma organımız olan burnumuzu da temiz tutmalı,
mendil kullanma alışkanlığı kazanmalıyız. Kâğıt mendiller daha sağlıklı
ve daha kullanışlıdır.
* Yerlere tükürmek ve sümkürmek çok kaba ve çirkin bir davranış
olduğu gibi, sağlığa da zararlıdır.
"Ne yani, ağzımız süt mü kokacaktı?!."
YAKLAŞIK İKİYÜZ ailenin barındığı büyük bir sitede oturuyoruz.
Ailelerin hemen hepsi iyi insanlar. Gelin görün ki, bu insanların
ekserisi evlerinde temizlik konusunda gösterdikleri titizliği
apartmanda ve site içinde göstermiyorlar.
Apartman merdivenleri haftada iki gün temizlendiği halde, daha
temizliğin yapıldığı gün merdivenlerde çöpler görürsünüz. Sigara
izmaritleri, meyve eşelekleri, çocuklar tarafından atıldığı hemen belli
olan bisküvi-sakız-şekerleme-kraker ambalajlan...
38
Sitenin sokakları, apartmanların bahçeleri daha da iç karartıcı. Poşet
atıkları, pet şişeler, deterjan ambalajları, gazete kâğıtları, ten-bel
çocuklar tarafından duvar diplerine, sokak köşelerine bırakılmış çöp
dolu poşetler...
Bu insanların hepsi, "Temizlik imandandır." deyip dururlar ama, iş
sadece lafta kalır çoğu kez. Tatbik edenlerin sayısı, neredeyse bir elin
parmakları kadar az. Kaç defa konuyu Site Yönetim Kurulu'na
götürdüm. "Bu davranışımız müs-lümana yakışmıyor" dedim.
"Haklısın" dediler. Beraber oturup temizliği öven ve emreden ayet ve
hadislerle dolu bir bildiri metni hazırladık. Metni daktilo ettirip
çoğalttık ve her aileye elden teslim ettik; fazla değişen birşey olmadı.
Yine sitenin içi ve apartmanlar çöpten kurtulmadı.
Site Yönetim Kurulu, sonunda işin kolayını buldu: "Sen eğitimcisin,
sana yetki veriyoruz, bu işi hallet!" dediler.
Eğitimcilik kolay iş değil. Oturup bir plân yaptım. Hafta sonunda
sitenin 6-10 yaş grubuna giren ilkokul çocuklarını topladım. Bir
"Vatan-millet-sakarya..." nutkuyla çocukları havaya soktum. Hepsi de
temizliğin faydasına inanmış göründüler. Çocukları dört gruba
ayırdım. Her grubun başına, çocukların oyu ile birer lider seçtik. Her
gruba üç apartman ve çevresi düşüyordu. Paza günleri öğleden sonra
saat 4 ile 5 arası bir saat sürecek bir temizlik operasyonu yapmaya
karar verdik.
Her çocuk temizlik operasyonunun sonunda belli bir ücret alacaktı,
ücretin miktarını da yine oy birliği ile tesbit ettik. Temizliğin iyi
yapılması için bazı kararlar aldık. Grup liderleri adamlarını izleyecek,
titiz ve iyi çalışanların isimlerini yazacak, bunlar işin sonunda ücrete
ilâve olarak teşvik primi de alacaklar.
Teşvik primi kararı büyük alkış topladı. Plân mükemmel görünüyordu.
Her şeye rağmen planda aksamalar olursa, yeni kararlar alıp, ne
pahasına olursa olsun, sitenin temiz bir görünüme kavuşmasını
sağlayacaktık.
39
Uygulamaya başlayalı iki hafta oluyor. İşler beklediğimden de iyi
gidiyor. En başarılı grup, "İkinci Grup". Bu grubun içinde de en
çalışkanları "Hasan-Hüseyin" ismindeki ikiz kardeşler. En yüksek primi
onlar alıyor.
Üçüncü haftamız. Siteye dağılmış arı gibi çalışıyoruz. Ben ve grup
liderleri de dahil apartmanları ve çevrelerini tertemiz yapmak için
yerde bir kibrit çöpü bile bırakmıyoruz. Adamlarıma işi sevdirmek için,
"Haydi aslanlarım!" diyorum... Allah temiz çocukları sever. Verdiğim
paraların hiç kıymeti yok. Asıl ücretinizi cennette alacaksınız. Çünkü
cennete ancak temiz olanlar girecektir. Peygamberimiz, "Bunlar ne
temiz, ne güzel çocuklar!" deyip başınızı okşayacak.
Çocuklar bu güzel nutuk karşısında iyice gayrete geldiler. Tam o
sırada balkonların birinden boş bir yağ tenekesi düştü. Sağ omuzuma vurup yere indi. Başımı yukarı kaldırıp yukarı baktım. Üç-dört
yaşlarında bir çocuk sırıtarak bize el sallıyor. Çocuk aklı işte... Kimbilir
atarken ne düşündü? Belki de, "Alın size bir çöp daha!" deyip bizi
sevindirmek istedi... Baktım annesi de yanında.
Dayanamadım:
- Bacı, çocuğuna dikkat etsene! Attığı teneke neredeyse başıma
düşüyordu...
- Ne yapayım kardeş, çocuk aklı işte! demez mi?
Kadınla ağız kavgasına tutuşacak halim yok, mecburen susup sineye
çektim... Ancak içimden de düşünmeden edemedim:
"Her şeyin başı eğitim. İnsan eğitimle insan oluyor. Bedevilikten
medeniliğe geçiş ancak eğitimle mümkün... Eğer bu kadıncağız
eğitimli ve görgülü bir aileden gelseydi, en azından bir özür dilerdi...
Sonra da çocuğunu azarlar, bir daha böyle şeyler yapmamasını
söylerdi."
40
Ben böyle iç muhasebesi yaparken 3. Grup'tan bir çocuk koşarak
yanıma geliyor:
- Başkan! diyor, Kerim çalışmıyor, dalga geçiyor; ona ücret verme!..
Yalancıktan kaşlarımı çatıyorum:
- Senin grup liderin yok mu? diyorum.
- Var., diyor çocuk mahcup bir ses tonuyla.
- Peki, Kerim'in çalışmadığını o görmüyor mu?
- Şey... Görüyor galiba...
- Bana gelmekle iki hata işledin. Bunların ne olduğunu bilmek ister
misin? •
- Gelip arkadaşını bana şikayet etmekle "gammazlık" yaptın. Allah
gammazları sevmez, bu bir. İkincisine gelince, grup liderinin
vazifesine karışıp bozgunculuk yaptın. Allah bozguncuları da sevmez.
- Tamam, Başkan... Özür
bozgunculuk yapmayacağım.
dilerim;
bir
daha
gammazlık
ve
- Aferim, hatanı anlayıp özür dilediğin için!..
Bizim gammaz sevinerek işinin başına dönüyor. Teşvik primi almak
için var gücüyle çalışıyor. Arada bir bana bakmayı da ihmal etmiyor.
Sıkı çalışanları görüp görmediğimi deniyor, kerata... Çocuklar dikkatli
birer gözlemcidir ve çok katı bir adalet anlayışları vardır; hiç
affetmezler...
Balkonlardan birinden, öfkeli bir kadın sesi yayılıyor siteye:
41
- Hasaaan! Hüseyiiin!
Bizim ikizler hiç oralı değil; annelerinin sesini hiç duymamış gibi
işlerine devam ediyorlar.
Çocukların yanına yaklaşıyorum:
Duymuyor musunuz, anneniz bağırıyor?
- Boş .ver Başkan! diyor fâ--san
Hüseyin atılıyor:
-t
- Başkan, biz şu bloğun arkasına geçelim, oradaki çöpleri toplayalım,
annem bizi görmesin.
Kadın çocukların peşini bırakmak niyetinde değil. Bana işittirmek
istercesine var gücüyle bağırıyor:
- Ula geberesiceleeer! Akşam babanız gelsin, siz görürsünüz!..
Bakkala gönderirim gitmezsiniz, ama mahallenin çöpçülüğünü
yaparsınız değil mi?
Buyurun cenaze namazına! Kadının söylediği lafa bakin dostlar... Her
şey bir yana, kadın böyle menfi propaganda yapmaya devam
ederse/bizim işçilerde çözülme başlayacak...
İşte Mustafa yanıma geliyor:
- Başkan! diyor... Biz gerçekten çöpçü müyüz?
Eyvah, korktuğum başıma geldi, çözülme başladı bile...
-Mustafa!
42
- Buyur, Başkan!
.... - Sen akıllı bir çocuksun. Söyle bakalım, çöpçülük ayıp mı?
- Hayır, ama?...
ı,
- Peki biz belediye işçisi miyiz?
Mustafa kasılıyor:
- Hayır! diyor; değiliz...
- Bak, ben de sizinle birlikte çalışıyorum; ben çöpçübaşı mıyım?
- Hayır, sen "Başkansın", bizim başkanımızsın...
- Tamam, anlaştık öyleyse. Haydi, işinin başına! Unutma, çöpçülük
utanılacak bir meslek değildir. Çöpçüler olmasa şehri pislik götürür.
Gözleri parlıyor Mustafa'nın, ikna olmuş görünüyor ve asker gibi
selâm çakıyor:
- Emredersin Başkan, hemen işime dönüyorum.
Baktım, bu arada, bizim ikizler çoktan kaybolmuşlar. Öbür bloğun
arkasına geçmiş işlerine devam ediyorlar.
Keşke mümkün olsaydı da, yaptığımız bu işin ne kadar önemli
olduğunu çığırtkanlık yapan şu kadıncağıza anlatabil-seydim.
Çocuklarını temizliğe alıştırdığım için bana teşekkür edeceğine sitem
ediyor. Dahası çocuklarını babaları ile korkutarak acizliğini herkese
duyuruyor.
Akıllı bir anne olsaydı, oturup kendi kendine şu soruyu sorardı:
"Benim bakkala gönderemediğim çocuklarıma yabancı bir adam nasıl
söz geçirebiliyor? Onlara nasıl çöp toplattırabiUyor?"
43
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
OSMANLI'DA AİLE HAYATI ve GELENEKLER
OSMANLI'DA AİLE HAYATI
OSMANLI EVÎ,
ailenin servet derecesi ne olursa olsun, köklü
geleneklere bağlıydı. Çocuklar okulda ve evde aynı ah-- lâkî kuralları
öğreniyor, aynı terbiye ile yetişiyor, toplumun edebli ve faziletli bir
ferdi olarak serpilip gelişiyordu.
Üç kıt'ada hâkimiyet kuran Osmanlı Devleti'nde, çeşitli ırk, din ve
dillere sahip pekçok ulus bir arada barış içinde yaşıyordu. Dolayısıyla,
böylesine zengin bir kültürel atmosfer içinde çocuklar ve gençler çok
daha geniş ufuklu olarak hayata hazırlanıyorlardı. Osmanlı ailesi,
günümüzdeki gibi anne, baba ve çocuklardan oluşan parçalanmış bir
aile yapısının aksine, büyükanneler, büyükbabalar, anneanneler ve
dedeler -hatta amca, dayı, hala, teyze vb diğer akrabalar- ile
kuşaklararası birlikteliğin mükemmel uyumunu sergiliyordu.
Şimdi, günümüze kadar uzanan geleneklerin, Osmanlı ailesinde
yaşandığı günlere dönelim.
Kız Çocuklarının Yetiştirilmesi
Kız çocukları, okula gitsin veya gitmesin, on iki yaşından itibaren "ev
hanımı" olarak yetiştirilmeye başlanırdı. Dikiş, nakış ve örgüden
başlanır; zamanla gergef işlemeye, yemek pişirmeye, çamaşıra,
bulaşığa ve ev temizliğine alıştırılırdı. Daha yürümeye başladığı
zaman çeyiz (veya cihaz) sandığı alınır; hayır dua ile sandık odasına
konurdu. Nineler, anneler, ablalar, teyzeler ve halalar çeyiz sandığım
kendi el maharetleriyle hazırladıkları dikiş, nakış ve örgü işleriyle
doldurmayı görev sayarlardı. Herkes, gelin bu eşyayı kullanırken
kendisini hatırlasın diye isimlerinin-baş-lıarfini işlerinin kenarına
nakşederdi. Çeyiz sandığı bir gelinin yüz akı ve gururu sayılırdı. Giden
eşya, ailenin kızma verdiği değeri ve onun için harcanan emeği
44
gösterdiğinden üzerine titrer nirdi.
? On iki yaşını dolduran kız
çocuğu yaş-maklanırdı. Yaşmak, daha çok beyaz kumaştan yapılan
baş ve yüzü örten, kenarı oyalı örtüdür. Osmanlılara has bu örtü,
kara gözlü ————— Türk kızlarına pek yakışırdı. On dört yaşına
girince yaşmağın yerini ferace alırdı. Feraceyi giyen bir kız, çocukluk
devresini artık geride bıraktığını bilir; geleceğin evlilik hayatına
hazırlanırdı.
Çeyiz hazırlama geleneği, sadece eşya biriktirme demek değildi. Her
kız çocuğu, çehiz sandığını gördükçe; ileride kendisinin de ev hanımı
olacağını hatırlar, ruhen buna hazırlanırdı. Evvelâ her kız çocuğu
gergefle kumaş dokumasını öğrenirdi, istisnasız, zengin-fakir, bütün
kız çocukları bu mahareti severek kazanırdı. Dikiş, nakış, gergef
bilmeyen kızlar alay konusu olurdu. Evliliğe hazır genç bir kızın yemek
pişirmeyi bilmemesi düşünülemezdi.
Çeyiz sandığında sadece gelin adayına lâzım olacak eşyalar konmaz;
damat adayı için de çamaşırlar, kumaşlar konurdu. Ayrıca ortaklaşa
kullanılacak yatak çarşafı, yastık yüzü, hamam tası gibi şeyler de
ihmal edilmezdi. Böylece, genç kız, daha görmediği meçhul hayat
arkadaşı hakkında hayaller kurar; gönlünün derinliklerinde ona yer
ayırırdı.
Kiler geleneği Osmanlı mutfağının temel direğiydi. Yazdan kışlık
yiyecekler hazırlanır; kuru bakliyatından, unundan, pekmezinden,
balından, yağından, kavurmasından tutun da reçeline, turşusuna,
eriştesine hoşafına ve tarhanasına kadar her şey en ucuza iken alınır,
hazırlanır ve kilere depo edilirdi. Kiler, evin en serin ve kuru odasıydı.
Misafirperverlik, izzet, ikram Osmanlı mutfağının temel vasfıydı.
Fakirlik ayıp sayılmazdı. Ayıp sayılan zamanında hazırlık yapmamak,
dağınıklık, savrukluk, tembellik ve müsriflikti.
Her aile, kendi gelirine göre, mutlaka yazdan kışa hazırlanır;
komşularına mahcup olmak istemezdi.
Görücülük Geleneğinin JPsikodinamiği
45
Kültür yozlaşmasından sonra dile dolanan ve alay konusu edilen
görücülük geleneği, 'nikâhta keramet vardır' inancının beslediği güzel
bir geleneğimizdir. Kafeslerin arkasındaki hayatın inceliklerini
bilmeyen, nikâhtaki kerameti anlayamaz. Osmanlı aile geleneğinde
"eşler arasında denklik" yâni küfüv çok önemlidir. Evliliğin uzun
ömürlü olması ve ailenin sağlam temeller üzerine oturması buna
bağlıdır. Gelin ve damat adayının birbirine denk olduğu nasıl
anlaşılacak, nasıl tesbit edilecektir? Genç bir kızı ve genç bir
delikanlıyı onların akrabalarından ve komşularından daha iyi kim
tanıyabilir? Tâ çocukluğundan beri onların nasıl bir terbiyeden
geçtiğini, nasıl yetiştiğini, hangi hastalıkları ve sakatlıkları geçirdiğini
görmüş ve izlemişlerdir. Kabiliyetleri, zekâ dereceleri, maharetleri,
fizikî ve ruhî güzellikleri onlarca malûmdur. Birbirine dünür olacak
ailelerin servet, görgü ve muhit bakımından birbirine uyup
uymayacağını da yine aracı olan şahıslardan başkası daha iyi
bilemezdi. Zira, oğlan babası öyle aracısız, delâlet-siz, ölçüp
biçmeden pat diye kız evinin kapısını çalamazdı. Önce niyetini semt
büyüklerine açar; onlara danışırdı. Semt büyüklerinden biri kız tarafını
araştırmak üzere "delâlet" görevini üzerine alır; mühlet isterdi. Bu
mühletin sonunda delâlet eden kişi, iki tarafın denk olmadığı
neticesine varmış ise, "Oğlumuzu mes'ut edecek hayırlı kısmeti
aramaya Allah'ın inayeti ile devam edeceğim?" derdi. Bu cevap iki
tarafın denk olmadığı anlamına gediğinden, ne kız ne de oğlan tarafı
fikrine ve görüşüne böylesine güvendiği delâletçinin menfi hükmüne
sebep olan unsurları sormaz, asla işin üzerine gitmezlerdi. Zaten,
araştırma kız tarafının bilgisi dışında yürüdüğü için mahrem kalır, şayi
olmazdı. Aksini düşünmek ve yapmak hem çok ayıp sayılır, hem de
kınanırdı. Böyle hata işleyenler çıkarsa, başka seferinde delâlet eden
bulunmazdı.
ilk araştırmalar müsbet netice verene kadar anne ve babalar ne
çocuklarına ne de akrabalara hiçbir şeyden bahsetmez; işi gizli
tutarlardı.
Delâletçiler, araştırma sonunda vardıkları menfi neticeyi karşı tarafa
bildirmeden önce "istihâre"ye yatarlardı. Gördükleri rüyanın yorumu
da bu neticeyi desteklerse; "istiharemiz müsbet çıkmadı. İnşaallah
hayırlısı..." derler; karşı tarafa bu açıklama kâfi gelirdi.
46
Kız Evi, Naz Evi
Delâletçinin araştırmaları müsbet netice verir de, iki tarafın denk
olduğuna kanaat getirilirse; oğlan ailesinden "görücüler" devreye
girerdi. Görücüler, kız evine "misafirliğe gitme" bahanesi ile girer; kızı
ve ailesini yakından tetkik ederlerdi. Görücülük esnasında, evvelce
yapılan araştırmalardan ve delâletçiden asla bahsedilmezdi.
Görücülerin müsbet kanaatle dönmeleri sonunda babanın görevi
başlardı.
Baba, yanına evin büyüklerinden birini ve semt eşrafından birkaçını
alarak "kız isteme"ye giderdi. Yine "kız isteme"nin de bir âdabı vardı.
Ziyaret günü evvelinden haber verilmez; aynı gün şöyle bir haber
gönderilirdi: "Şu saatler arasında, vaktiniz müsaitse, kahvenizi içmek
üzere ziyaretinize müsaade Duyurulmasını niyaz ederiz."
Ziyarete mahalle imamının ve tanınmış zevatın da geleceğini haber
alan kız tarafı, işin mahiyetini anlar; böylece hazırlıklı davranırdı.
Kız babası, misafirlerini kapıda karşılar;
evin büyükleri ile tanıştırırdı.
C S^ ^
Kahve ik-
;> J?ı/^*^=\ /-»N
,
ramından ve kısa bir hoş beşten,
hâl hatır sormalardan, afaki
mevzulardan sonra konuya girilirdi. Girişi, imam
"Eee, daha daha nasılsınız?.."
efendi veya mahallenin büyüğü: "Allah'ın izni, Peygamberin kavli
ile..." başlayan niyazla açardı.
47
Kızın babası, "Sizin gibi itibarlı insanları evimde görmekten ve
yaptığınız bu tekliften şeref duydum. Ancak aile büyüklerimize
danışmamız ve düşünmemiz için bize mühlet vermenizi diliyorum;
neticesi hayırlı olur inşaallah..." derdi. Erkek tarafının her bakımdan
anlayışlı ve müsamahalı davranması benimsenmiş örflerin başında
gelirdi. Zâten bu sebepledir ki, "kız evi, naz evi" denmiştir.
Mühletin sonunda, aynı zevat kız evini tekrar ziyaret edip "evet"
cevabını alınca, imam efendi el açar, duasını yapar; orada hazır
bulunanlar da "âmin" derdi. Şerbetler dağıtılır; işin tatlıya bağlandığı
belli edilirdi.
Kız babası, oğlan tarafına şu soruyu sorardı: "Oğlumuz fakirhaneye
mi teşrif edecekler, yoksa kızınız devlethanede mi ellerinizi öpecek?"
Bu soruda gerçekten üzerinde durulmaya değer bir incelik vardı. Kızın
babası müstakbel damada "oğlum", kendi kızı için de müstakbel
kayınpederine "kızınız" diyordu. "Fakirhane" dediği kendi evi idi.
"Devlethane" de damat evi... Yâni kız erkek evine mi gidiyordu, yoksa
damat kız evine (içgüveyi) mi geliyordu?
Osmanlı hayat tarzında genellikle oğlan kız evine giderdi. Acaba
bunun sebebi neydi? Kız evine t ze bir güç mü kazandırmak? Hayır.
Yoz kültürün kınadığı ve alay mevzu" yaptığı "iç güveyi" hâdisesinin
sebebi maddî değildi. Hele damadı satın almak ve kızının rahatını
düşünmek hiç değildi.
Erkek, kız evine gitmekle, hazır ve kurulu bir düzen bulur; yeni bir ev
kurmak, borca girmek külfetinden kurtulurdu. Kız da yabancı bir eve
gitmek, değişik bir aile düzeniyle karşılaşmak, adapte olmaya
çalışmak gibi zorlukları yaşamaz; aynı terbiyenin ölçüleri ve havası
içinde kalır; anne, baba, dede, nine öğretmenlik görevlerini devam
ettirirlerdi. Böylece "kaynana" problemi de kendiliğinden ortadan
kalkardı. Kayınvalide ve kayınpederin damatlarını kendi oğullarından
üstün görmeleri ve sevmeleri fıtrî bir duygudur"?--Buna çoğumuz
şâhid olmuşuzdur. Fakat gelinlerini kendi kızları gibi seven /
kaynanalar ancak parmakla gösterilebilir.
~~-•—-^
48
ister erkek kız evine gitsin, ister gelin kız damat evine gitsin, "mehir"
tesbiti mutlaka yapılırdı, îslâm dini, evliliğe son verme hususunda
erkeğe şekli bir öncelik tanırken, kadının haklarını da garanti altına
almaktadır. Hristiyanlarda ve Musevîlerde durum bunun tersine
işlemekte; kız tarafı erkeğe "drahoma" adı altında bir bedel
ödemektedir.
Osmanlı'da mehir "muaccel" ve "müeccel" adı altında iki defada
ödenirdi. Muaccel mehir, peşin alınan ve tamamı yeni evlilerin
ihtiyaçlarına harcanan bir paradır. Kız tarafı bu parayı sahiplenemez.
Müeccel mehir ise, yuvanın her şeye rağmen devam ettirilememesi
ve boşanma ile sonuçlanması halinde; erkeğin kadına ödemek
zorunda olduğu paradır. Bu paranın miktarı, nikâhı kıyan imam
tarafından şer'i sicile işlenir; kanunî bir mecburiyet halini alırdı.
;
Evliliğin boşanma ile sonuçlanması durumunda, erkek tarafından
müeccel mihir kadı huzurunda kadına ödenir; yine şer'i sicile işlenirdi.
Abdurrahman Şeref Bey anlatıyor: "Çocuktum. Mahallemizde oturan
ailelerden birinin oğlu yeni evlenmiş; alkole ve kumara mübtela
olduğu için, nikâhın üzerinden üç ay geçmeden karısını boşamıştı.
Ödemek zorunda olduğu müeccel mehri vermek istemeyince, bunu
duyan halk erkek ailesinin oturduğu konağa yürümüş; büyük arbede
çıkarmıştı. Nihayet aile babası müeccel mehri vermek zorunda kalmış;
bu iş de büyümeden kapanmıştı. Fakat buna rağmen, o günden
sonra, kimse bu adam ve oğlu ile selâmlaşmadı. Dayanamadılar,
saray yavrusu konaklarını satıp başka yere taşınmak zorunda
kaldılar."
Nişan Bohçasının Gönderilmesi
îki taraf arasında mehir tesbiti yapılıp miktar üzerinde anlaşma
sağlandıktan sonra hazırlıklara başlanırdı, îlk fırsatta "nişan takımı"
adı verilen bohça veya sandık kız evine gönderilirdi.
49
Erkek çocuğu olan aileler, çocuk daha damatlık yaşına varmadan
yavaş yavaş nişan takımına girecek şeyleri satmalır; biriktirirlerdi.
Nişan sandığının yarısını akrabalardan gelen hediyeler doldururdu.
Nişan sandığı ile birlikte "nişan sinisi" adı verilen şekerleme, kurabiye,
fındık, fıstık, lokum dolu bir sini hazırlanırdı. Sini, işlemeli ipek
kumaşa sarılır, kurdela ile bağlanır, erkek tarafının hizmetçileri veya
uşakları tarafından kız evine götürülürdü.
Nişan sandığı, gelinlik bohçası ve nişan tablasının kız evine gittiği aynı
gün, kız tarafı damat evini yemeğe çağırırdı. Yemekte iki ailenin
fertleri birbirine tanıştırılır, sohbet edilir, böylece akrabalığın ilk adamı
atılmış olurdu.
Nişanı müteakip, fazla geciktirmeden nikâhın yapılması dinî ve örfî bir
vecibe idi.
Nikâhtan önce, oğlanın anası, teyzesi, halası ve kız kardeşleri gelin
adayını hamama götürür; bu vesile ile vücudunda bir sakatlık olup
olmadığım farkettirmeden incelerlerdi.
Nişan yemeğinin bir maksadı da kız tarafına damat adayını inceleme
fırsatı vermekti. Yemekte kız tarafının büyükleri oğlanı konuşturur;
hal ve hareketlerini, bilgisini, görgüsünü ölçerlerdi. Nişan ile nikâh
arasında geçen müddet içinde kız ile oğlanın birbirini görüp
tanımalarına fırsat verilir; ancak bu görüşme kız evinde ve akrabalar
huzurunda olurdu.
Osmanlı geleneğinde, kız ile oğlanı yalnız başlarına bir odada
bırakmak; dışarıda buluşup gezmelerine izin vermek iffetsizlik ve
hafiflik sayılırdı.
Nikâh akdi, en az iki erkek şâhid huzurunda, mahalle imamı
nezaretinde, evlenecek olan asillerin veya onların velilerinin yahut
vekillerinin "icâbve kabulü" ile yapılırdı.
50
Mahalle imamı, önce erkeğe döner şöyle derdi:
"- Allah'ın emri, peygamberimizin sünneti ve hazır olan Müslümanların
şahidliği ile filân kızı filânı nikâhlın olarak aldın mı?"
Erkek de:"- Evet, nikâhlım olarak aldım." şeklinde karşılık verirdi.
îmam, sonra gelin namzedine döner: "- Allah'ın emri,
Peygamberimizin sünneti ve hazır olan Müslümanların şâhidliğiyle
filân oğlu filânı nikâhlın olarak kabul ettin mi?" diye sorardı. Kız da:
"Evet, nikâhlım olarak kabul ettim." şeklinde karşılık verirdi.
Nikâh akdinde bulunan imam, "Allah her ikinizi mes'ud etsin." d«ffi
şer'i sicile işler, şahidi ere de tasdik ettirirdi. ,
Kız isteme sırasında mehir miktarı tesbit edilmiş bulunduğundan
ayrıca nikâh akdinde zikredilmesine lüzum görülmezdi.
;;
Nikâh akdinin şer'i sicile işlenip kanunî teminat altına alınmasından
sonra; imam efendi el açıp örfe göre hamd ve salavatla başlayan bir
dua yâ pardı. Hazır bulunanlar da "âmin" derdi.
,;
,
Merasimi
Düğün merasimi "Yüz Yazısı" adı verilen gelin giydirme ve süsleme ile
başlardı. Perşembe günü yapılan bu kadınlar arası merasim pek
neşeli geçerdi. Gelinin süslenişini seyreden genç kızlar evliliğe özenir
yaşlı kadınlar da bir zamanlar yaşadıkları bu mutlu günü hatırlar
mes'ud olurlardı. Sakız gibi iç çamışırlarının üzerine önce yakası ve
kol ağızları tülle süslü, mini mini altın pullarla işlemeli beyaz bir
gömlek giy dirilirdi. Bunun üzerine arka eteği ve kolları uzun, etrafı
sırmalı, incili harçlarla süslü kutnî entari, altına yine aynı renkte
şeritlerle süslenmiş dökme şalvar, ayaklarına beyaz güderiden inci ve
sırma ile işlenmiş çedik giydirilirdi. Beline elmaslı altın kemer sarılır,
başına çelenk veya taç adı verilen altın, zümrüt, çiçek işlemeli bir
51
başlık konurdu. Boynu mücevher ve gerdanlıkla süslenir; kulağına
salkım küpeler takılırdı.
Entarinin arka eteğine kadar uzanan al bürümcük üzerine altın ve
gümüş teller geçirilmiş gelin duvağı, şakakların hizasından başlayıp
yere kadar uzanan altın ve gümüş gelin telleri zevkle, özenle yerlerine
takılırdı. Zamklı kâğıtlara tutturulmuş düğme büyüklüğünde elmas
veya elmas taklidi yapıştırmalar, gelinin alnına, iki yanağına, çenesine
yapıştırılırdı. Gelinin yüzüne yapıştırılan bu yapıştırmalardan dolayı
Perşembe'ye "yüz yazısı günü" denirdi. , ,
Gelin giydirilip kuşatıldıktan, allanıp pullandıktan sonra, yengelik
yapacak kadın koluna girer, onu ortaya çıkarırdı. Kızın babası gelir,
kızına
elini öptürür, beline "gayret kuşağı" adı verilen bir şal kuşak bağlar;
kılıcın üzerinden atlatır ve şöyle derdi: "Dedelerin gibi bu kılıcı iyi
kullanacak, küffara dinini, vatanını çiğnetmeyecek evlât ve ahfat
yetiştir!" Kızının sırtını okşar, dua ederdi. Evlilik hayatına ilk adımını
atan kızının yüzüne bakarken, baba gayri ihtiyari hüzünlenir; gözleri
yaşla dolardı.
Baba çekilip gittikten sonra, kızı gelin odasına götürüp köşeye
oturturlardı. Gelin köşesi, gelinin eliyle işlediği sırmalı, ipekli
kumaşlarla süslenir, donatılırdı. Çehiz sandığının içinde ne kadar
kıymetli parçalar varsa odanın duvarlarına asılır; görüşe arzedilirdi.
Gelin köşesinde otururken, davetliler odayı doldurur, sedirlere
sıralanır; temiz giyinmiş, bellerine ipekli fatura bağlamış hizmetçi
kadınlar hizmet ederdi. Önce gümüş şekerlikler içinde beyaz peynir
şekeri ikram edilir; arkasından sitil adı verilen küçük ibriklerle kahve
verilirdi.
Birkaç kadın, "Güvey geliyor! Güvey geliyor!" müjdesiyle haykırır,
yenge hanım gelinin koluna girer, duvağını yüzüne örter, aşağı
indirirdi. Damada, "Al emanetini oğlum; Rabbim uğurlu kademli
etsin." derdi. Damat, gelinin koluna girer; yenge hanım da gelinin
52
boşta kalan elini tutar "Maşallah! Maşallah!" avazeleriyle onları gelin
odasına kadar takip ederdi. Gelinle damat odaya girer, yenge dışarıda
bekler; vakit uzadığı taktirde kapı dışarıdan vurulmaya başlanırdı. Yüz
görümlüğünden fazla mühlet verilmez; ister istemez damat dışarı
çıkmaya mecbur edilirdi.
Bîr Yastıkta
Akşam olunca mahalle imamı, mahalle eşrafı, kızın ve erkeğin
akrabaları "güvey yemeği"ne davet edilirdi. Akşam ezanını müteakip
erkekler selâmlık dairesinde ağırlanır, yemekler yenir, kahveler,
çubuklar, şerbetler içilir; yatsıya kadar sohbet edilirdi. Yatsı namazı
cemaatle kılınır; namazdan sonra harem dairesinin önünde toplanır;
imam, "uğur ve kadem" duası eder; dua bitince damat kapıdan
içeriye itilirdi. Bazı bölgelerimizde bu gelenek sonradan damadın
sırtını yumruklama şekline dönüştürülerek kaba-laştırılmıştır.
Damat, gelin odasına girince; gelin ayağa kalkar; yenge hanım ikisini
el ele verir; "Rabbim dirlik düzenlik versin, bir yastıkta kocayın."
derdi. Damat yerde serili duran seccadede Allah rızası için iki rekât
namaz kılar, d-ua ederdi. Namaz bitince, gelinin elinden tutar;
köşesine götürürdü. O esnada hangisi önce davranıp diğerinin
ayağına basarsa; sözünün geçeceğine inanırdı.
Gelini köşesine oturttuktan sonra, damat duvağı açmaya davramnca
gelin buna engel olurdu. Damat, yüz görümlüğü için vaad ettiği
mücevheri vermedikçe de açmazdı. Yüz görümlüğünü alan gelin
damada duvağını açmasına izin verirdi. Yenge hanım dışarı çıkar,
şeker ve kahve getirirdi. Bundan başka bir gümüş tepsi içinde çeşitli
meyveler, fındık, fıstık, bâde-miçi, kurabiyeler getirir, bir köşeye
bırakır, çekip giderdi.
Gelin, ertesi (cuma) günü "paçalık" adı verilen elbisesini giyer başına
tel duvak koymaz, sadece mücevherlerini ve yüz görümlüğünü
takardı. Bu güne "paça günü" adı verilirdi. Paça gününde terbiyeli etli
çorba, kızarmış düğün eti, pilav ve zerde verilirdi. Buna kaymak ve
paça tiridi de ilâve edilirdi. Zengin düğün sahipleri ayrıca yemeğe
53
börekler, tatlılar, dolmalar, hoşaflar da katardı ki; buna "ince yemek"
denirdi.
Nişan, nikâh ve düğün merasimlerinde yapılan bütün masraflar, yeni
evlilere ve bilhassa geline verilen değeri göstermesi bakımından çok
önemliydi. Bütün akraba ve bütün mahalleli bu mutlu olaya maddî ve
manevî yönden iştirak eder; düğün evini hediyelere boğardı. ,|
54
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TOPLUM İÇİ GÖRGÜ KURALLARI
KOMŞU HAKLARI
Komşunun Üzerimizde Hakkı Vardır
Unutulmaya yüz tutmuş bir atasözümüz vardır: "Ev alma komşu al"
diye ten-bihler bize. Öyle ya, betonarme binalar dikerek bir mahalle,
bir köy, bir kasaba oluşturabilirsiniz, ancak, orayı yaşanılır kılan en
önemli unsurun insan
olduğunu gözardı edemezsiniz. Günümüzde özellikle büyük şehirlerde
yaşayan insanlar arasında neredeyse unutulmaya yüz tutmuştur
komşuluk ilişkileri.
Kültürümüzde komşuluğun yeri o kadar ileri boyutlara varmıştır ki,
komşu ve komşuluk hakları tanzim edilmiş, aynı mahalledeki, aynı
sokaktaki insanlar, bir ailenin fertleri gibi birbirlerine güzel muamele
etmiş, birbirlerinin yardımına koşmuşlardır.
Hem üstelik eskiden evlerimiz böyle apartmanlar şeklinde iç içe
değildi. Bahçeli, müstakil evler vardı. Fakat insanlar birbirine
şimdikinden çok daha yakındılar. Demek ki kapıları birbirine
yaklaştırmak, insanlar arasındaki mesafeyi azaltmıyörmüş!..
Amacımız nostalji değil, kaybettiğimiz değerleri yeniden yürürlüğe
koymak olmalı; sokağımızda, mahallemizde aranan komşu olmaya
çalışmalıyız.
Komşuluk Hakkı
Komşuluk ilişkileri hususunda örfümüzde yer alan temel esaslar dini
kaynaklıdır. Dinimiz, bir kötülük gelmeyeceğinden emin olunan,
hayırlı bir komşunun vasıflarını şöyle sıralamaktadır:
55
* Senden borç isterse borç vermen,
* Yardım isterse yardım etmen,
* ihtiyacı varsa karşılaman,
* Hastalanırsa ziyaret etmen,
* Ölürse cenazesine gitmen,
* Bir hayırla sevinirse, beraber sevinip tebrik etmen,
* Bir belâya uğrarsa, üzüntüsüne ortak olup teselli etmen,
* Dedikodusunu yapmaman,
* Tencerende pişen yemeğin kokusuyla eziyet etmemen veya ona da
yedirmen,
* Aldığın meyveden ona da tattırman veya gizlice evine götürmen.
Zira çocukları taşıdığın meyveyi gördüğü takdirde babalarından
isteyip onu üzebilirler.
* Çocuğun eline yiyecek verip onu dışarı çıkarmaman,
* Ondan üstün görünüp eziyet etmemen,
* Evini ondan yüksek yapıp rüzgârını kesmemen. Komşusunun
hakkını tam olarak gözeten, yukarıdaki esaslara riayet e-den
insanların sayısını varın siz düşününün!..
Diğer Komşu Hakları
* Komşular arasında çekiç, testere, balta, pense, tornavida gibi ev
aletlerinin alınıp verilmesi adet haline gelmiştir. Ayrıca kalabalık
56
misafiri bulunan aile komşusundan emanet tabak, kaşık, çatal, bıçak
gibi şeyler isteyebilir. Emanet alan kimse bunları aynen, sağlam ve
temiz olarak teslim etmeli; kırılan veya bozulanın yerine yenisini
almalı, komşusunu zarara uğratmamahdır. Yine işi biten emaneti
geciktirmeden iade etmeli, komşuyu ayağına getirmemelidir.
* Büyük şehirlerde apartman hayatı komşuluk haklarını daha da
zorlaştırmıştır. Apartmanda oturan aileler, komşularını rahatsız
edecek davranışlardan kaçınmalıdır. Bu cümleden olarak radyo,
televizyon gibi elektronik aletleri yüksek sesle dinlememeli; bilhassa
gece yarısından sonra buna daha çok dikkat etmeliyiz.
* Çocukların evde koşturarak oynamalarına, atlayıp zıplamalarına izin
vermemeli, komşularımızın bundan rahatsız olacağını kendilerine
anlatmalıyız.
* Balkon yıkayacağımız, yolluk veya halı silkeleyeceğimiz zaman
mutlaka alt katta oturan komşumuzun balkonuna bakmalı, asılı
çamaşırı varsa bu işimizi ertele-meliyiz. Bazan komşumuz balkonda
oturuyor da olabilir. Bu duruda da onları rahatsız etmemeli, işimizi
onlar içeri girince yapmalıyız.
* Bütün apartmanlarda veya sitelerde belli bir günü umumi temizliğe
ayırmak gelenek halini almıştır. Çoğu apartman sakinleri Pazartesi
gününü bu işe ayırmayı tercih etmektedir.
Komşuda Feryat Figan!
(T) İR PAZAR GÜNÜ, öğle so-C_) nüydü. Ayaklarımı uzatmış, güya
tatil keyfi çıkarıyordum. Aman Allah'ım! O da nesi? Aşağı kattan bir
feryat, bir figan koptu ki; sanırsınız adam boğazlıyorlar.
Bir kadın, canhıraş bağırıyor:
57
- Yetişin komşular! Ah amanın belim! Gavur musun be adam, kafama
ne vuruyorsun, öldürecek misin beni! Yapma, ayaklarının altını
öpeyim, vurma!
Hanıma seslendim:
- Duyuyor musun, hatun? Sesi mutfaktan geldi:
- Duyuyorum ne var? Adam karısını dövüyor...
- Ne demek, karısını dövüyor?..
- Bayağı karısını dövüyor... Ne yapalım yâni! Herhalde gidip adamın
kapısına dayanmayı düşünmüyorsun?
- Yahu, ne biçim
konuşuyorsun kadın? Aynı şeyi ben sana yapsam, birilerinin koşup
seni kurtarmasını istemez misin?
- Alaylı bir sesle cevap verdi:
- Sen, ha!
Haydi buyurun!.. Şimdi, durup dururken, erkekliğimizi isbatlamak için,
kadın mı dövelim yâni? Şu bizim hanımı anlamak da zor. İpe sapa
gelmez şeyler için gözyaşı döker, sokakta kimsesiz sümüklü bir çocuk
görse gözleri yaşarır; ama bir hemcinsi dayak yerken kılı
kıpırdamıyor... Olacak şey değil doğrusu.
Tam o sırada telefon çaldı. Bir bu eksikti. Telefona mı cevap versem,
gidip kadını mı kurtarsam? Ne ise, belki önemlidir, önce telefona
bakayım. Kadın biraz daha dişini sıksın...
- Buyurun
58
- Ben beş numaradan Haydar! Gürültüyü duyuyorsunuz değil mi?
- Evet, adam karsını dövüyor...
- Yahu günahtır kardeşim! Olmaz böyle şey! Haklısın. Sevaptır, gel de
beraber gidelim; kadıncağızı adamın elinden kurtaralım.
Kısa bir suskunluk ve arkasından haklı bir cevap:
- Benim gelmem iyi olmaz, ters tepki yapabilir... Adam bana dönüp,
"Sen necisin?" demez mi?
- Ya bana da aynı şeyi sorarsa?
- Olur mu, canım! Sen bugüne bugün apartman yöneticisisin. Yönetici
demek aynı zamanda zabıta demektir.
Vay, be! Adam bizi zabıta yaptı. Birazdan ordu komutanlığına terfi
ettirirse şaşmam...
Kapının zili çaldı. Anlaşıldı, trafik sıklaşıyor... Kadıncağızın feryatları
zilin sesini bastırıyor. Bizim hanım mutfakta aslî görevi ile meşgul,
fındığı yok....
- Haydar bey... dedim, kapı çalınıyor, kusura bakma.
Haydar beyin canına minnet:
- Bak kardeşim bak. Aman ada"Yok hakim bey, döver miyim hiç, merdivenlerden düştü de..."
mm elinden bir kaza çıkmadan duruma müdahale et!
59
Öyle sinirlendim ki, neredeyse ağzımdan kötü bir söz çıkacak. "Tak!"
diye adamın yüzüne telefonu kapattım
Kapıyı açtım. Altı numaradan Feyyaz bey. Adamın beti benzi atmış,
nefes nefese... "Duyuyor musun?" demeye kalmadı;
- Evet! dedim, adam karısını dövüyor... ^ u.-, tu > *
-Amaolmaz ki!
- Doğru. Olmaz böyle şey! Gel gidip adamın kapısına dayanalım, "Bu
yaptığın insanlığa yakışmaz, bırak kadını!" diyelim.
;i
Feyyaz bey hepten fenalaştı. Eli ayağı titremeye başladı.
- Ben gelemem... dedi, yetkim yok. Yönetici sizsiniz...
- La havle! Yâni tek başıma ben mi gideceğim; bu apartmanda
benden başka erkek kalmadı mı?
- Yetki sizde efendim. Duruma sizin müdahale etmeniz gerekir.
- Adam çam yarması gibi, ya gözümün üstüne bir yumruk indirirse?
İndiremez efendim yetkisi yok
İşte size bir çeşit daha!.. Bu da yetki ile bozmuş... Haa, söylemeyi
unuttum: Bizim Feyyaz bey avukattır. Kanunları iyi bilir...
Hanım mutfaktan seslendi:
- Bey! Sakın aşağı ineyim deme, vallahi seni eve koymam!.. Cinler
iyice tepeme üşüştü.
60
- Sen işine bak be kadın! Şurada erkek erkeğe konuşuyoruz, bir
çaresini bulacağız elbette...
Bizimki, eli belinde, mutfak kapısından göründü. Feyyaz beyi
göstererek:
- Pöh! dedi, erkeğe de bak... Ayol bunun şimdiden eli ayağı titriyor,
neredeyse korkudan ölecek...
Ne diyeyim, kadın haklı... Fırsat bu fırsat, Feyyaz beye bir de ben
yükleneyim dedim:
- Gördün mü Feyyaz bey? Şerefimizi iki paralık ettin. Gel şu herifin
kapısına dayanalım da erkekliğimizi kurtaralım...
Feyyaz beyin avukatlık damarı kabardı:
- Hakaret ediyorsunuz, efendim. Evet, açıkça şahsıma hakarette
bulunuyorsunuz. Teessüf ederim!
Feyyaz bey küsüp gitti. Ne küsmesi canım, basbayağı tüydü işte...
Tam hanıma dönüp sitem edeceğim sırada eliyle telefonu gösterdi:
- Maşa varken ne diye elini yakacaksın, bey... dedi; aç polis
karakoluna durumu bildir. Can emniyetini sağlamak onların görevi.
?:u
Vay be! Nasıl oldu da bunu düşünemedim? Kadın bir kere daha haklı
çıktı... Fakat yine de çatmam gerekiyor; fazla ileri gitti.
Hafiften gürledim:
61
- Ne diye bunu daha önce hatırlatmadın be kadın? İş işten geçtikten
sonra akıl veriyorsun. Bak, kadının sesi kesildi, adam işini bitirdi
galiba…
Amanın! Sen misin bunu söyleyen? Kadın "Daha işim bitmedi!"
dercesine bir feryat kopardı ki, yürekler acısı.
Bizim hanımın bu kadar duygusuz olduğunu bilmezdim:
- Bak! dedi, vallahi kadın antre-manlıya benziyor. Aç sen telefonu, o
daha dayanır...
Güler misin, ağlar mısın? Kaldırdım ahizeyi, çevirdim numarayı:
-Alo, polis karakolu mu?
- Evet, efendim.
- Komiser beyle görüşmek istiyorum, bir vukuat bildireceğim.
Karşıdaki sesin sahibi:
- Buyurun... dedi, komiserle görüşüyorsunuz, sizi dinliyorum.
- Efendim, ben filan, mahallenin, falan sokağında, feşmekân
bloklarında oturuyorum. Apartman yöneticisiyim. Bizim apartmanın
yedi numaralı dairesinde oturan bey karısını feci şekilde dövüyor.
Kadıncağızın feryatları yürek sızlatıyor.
Komiser bey, adresi tekrar ettirdi. Derhal bir ekip göndereceğini,
benim aşağıya inip ekibi kapıda karşılamamı söyledi.
Aşağıya inmek üzere ceketimi giyiyordum ki, bizim hanım yine şom
ağzını açtı:
62
- Bey! kadının sesi soluğu kesildi. İster misin polisler gelince, adamın
korkusundan, "Yok bir şey, şikâyetçi değilim" desin...
- Oldu olacak, gel şu hikâyeyi sen yaz bari!.. İşte o zaman mahalleye
rezil olduğumuz gündür. Yapma hâtûn, işin şakaya gelir yanı kalmadı;
sinirlerim fena halde gergin.
- Haydi, haydi... Bozma moralini, sen komşuluğun ve insanlığın
gereğini yapıyorsun.
Merdivenlerden inerken mırıldandım: "Her şey bir yana, şu bizim
hâtûn akıllı kadın doğrusu... Hakkını yememek lâzım."
Beş dakikaya kalmadan ekip otosu, "Açın yolları!" dercesine alarm
düdüğünü çalarak siteye girdi. Bütün mahalleli balkonlara,
pencerelere üşüştü. Polis otosu bizim blokun önünde durdu. Aynı
anda yaşlı bir kadın balkondan aşağı sarkarak bana seslendi:
- Ne var kardeş, ne oldu?
Kendi kendime mırıldandım: "Elinin körü oldu!"
Çoluk çocuk eğlenceye koşar gibi, ekip otosunun etrafını sardı. Bir
polis çocukları dağıtmaya çalışırken, elinde telsiz tutan bir başka polis
bana sordu:
- Şikâyetçi siz misiniz?
Buyurun dostlar! Adamın sorduğu soruya bakın: Şikayetçi bem
miymişim? Yahu dayağı yiyen ben miyim ki, şikayetçi ben olayım?
İnsanlık ve vatandaşlık görevimizi yapıp vukuatı bildirdik.
- Memur bey, ben apartman yoneticisiyim. Yâni şahsıma karşı bir suç
işlenmiş değil... Komiser beye arzetmiştim...
63
Polis memuru, "Kısa kes" der gibi:
- Peki, peki! Anladık... Bize vukuatın geçtiği daireyi gösterin!
İki polis memuru daha gelip ekip şefinin yanında yer aldı. Birlikte
merdivenleri çıkmaya başladık.
içimden dua ediyorum: "Alla-hım, inşaallah adam ekip otosunun
geldiğini duymamıştır da karısını dövmeye devam ediyordur." Öyle
ya, suç üstü yakalatmak daha inandırıcı olacaktı. Şu ekip otosu da ne
diye alarm düdüğünü çalarak gelir, bilmem? Suçluya "Kaç geliyorum!"
der gibi...
Vukuatlı dairenin kapısına gelince, duamın kabul görmediğini esefle
müşahade ettim. En ufak bir ses duyulmuyordu.
Ekip şefi zile bastı. Kadının kocası kapıyı açtı. Hiç birşey olmamış gibi,
gayet sakin görünüyordu:
- Buyurun polis efendi... dedi. Ekip şefi, yanındaki polise sordu:
- Bu adam, iki ay önce hakkında zabıt tuttuğumuz arsa komisyoncusu
değil mi?
- Evet efendim, aynı arsayı üç kişiye satan adam...
Ekip şefi adama döndü:
- Hakkında şikayet var, hemşerim! Karını dövüyormüşsun.
Adam bana "Sen görürsün" der gibi bir yan bakış fırlattı. Polisin de
söylediğine bakın "Hakkınızda şikâyet var." Eh, ne yapalım, insan
olmak kolay değil. Kenarından, köşesinden bu işe bulaştık bir kere...
64
İçimden bir isyan yükseliyor: "Ey komşular, ey insanlar, ey müslümanlar neredesiniz?" Apartmanda çıt yok. Kapıma gelen, telefon eden, kadıncağızın feryatlarını işiten komşularımız yok ortada. Belâya
bulaşmamak için hepsi sinmişler evlerine... Bir ben varım... Yönetici
ve şikâyetçi olarak...
Ekip şefi sertleşti:
- Karını çağır! dedi, şikâyetçi olup olmadığını soracağız.
Duydunuz mu dostlar? Şikâyetçi olup olmadığını soracakmış... Ya
kadın -bizim hanımın dediği gibi-"Şikâyetçi değilim" cevabını verirse
ne olacak? Adam zebani gibi. Beni bir köşede kıstırsa pestilimi çıkarır.
Nereden bulaştım bu işe? Ey komşular, ey müslümanlar çıkın ortaya!
Bakın işte polis de geldi. Korkacak ne var? "Duyduk." deyin. "Adam
bir saattir evire çevire karısını dövüyordu." deyin. Ortada belli bir
haksızlık var. Neden susuyorsunuz? Neden evlerinize saklandınız?
Peygamberimiz, "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır"
buyurmuyor mu? Haksızlar kadar cesur olamaz isek, hakkı
çiğnenenleri kim koruyacak? Yarın sizin de başınıza bir haksızlık
gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiziniz? Komşuluk hakkı bu
mudur?
Adam karısını çağırmak niyetinde değildi. Ellerini ovuşturarak:
- Polis efendi... dedi, karımın bir şikâyeti yoktur. Bilirsiniz, evlilik
hali... İnsan dövüşür de, sevişir de.
Ekip şefi kızdı:
- Sana karını çağır diyorum! Nihayet içeriden kadının sesi geldi:
- Bırak beni, bırak da hükümete halimi arzedeyim. Sizin bana
yaptığınızı gâvur olsa yapmaz!
Ekip şefi adamı itti:
65
-Çekil yolumuzdan!
Aynı anda iki polis adamı kollarından yakaladı. Nihayet kadıncağız
kucağında yedi-sekiz aylık bebeğiyle göründü. Perişan bir haldeydi.
Doğu şivesiyle:
- Hay sizin elinizi ayağınızı öpem! Size kim haber verdiyse Allah
ondan razı olsun! Bu adam anasıyla bir olup beni dövüyorlar. Şu
halime bakın! İnsan olan insana böyle cefa eder mi? Kapıyı üzerime
kitliyorlar, kimseye halimi anlatamıyorum. Canımdan bezdim. Şu sabi
olmasa vallahi canıma kıyacağım.
İçimden, "Hey komşular, duyun! Bunun hesabını yarın ahirette nasıl
vereceğiz?" dedim.
Ekip şefi adama bağırdı:
- Çağır anneni de! Kadının söylediklerini duydun.
işin ciddiyetini anlayan kaynana da çıkageldi. Yüzünde şark çibanı izi,
iri yarı, erkek bozması gibi bir kadın. İnsan bakışlarından korkuyor.
Şehirden çok dağa yakışır bir görüntüsü var. Masallarda okuduğumuz
"eşkiya anası" na benziyor. Adama ne gerek, bu dev anası bile tek
başına kadıncağızı evire çevire döver.
Yüzünde en ufak bir korku izi yok.
Eline beline koyup öyle bir kasılışı var ki, sanki ekip şefi o.
Oğluna çıkıştı:
- Ula Husso! Zaptiyenin evimizde ne işi var? Adam mı kesmişiz, bu ne
hal?
66
Ekip şefi güldü. Tecrübeli olduğu her halinden belli. Kim bilir, her gün
bunun gibi niceleriyle karşılaşıyor.
Telsizin düğmesine bastı.
- Şahin bir! Şahin bir! Kartal iki, Şahin biri arıyor! Tamam!
- Şahin bir dinlemede!
- Komiserim, olay ciddi dövülme işi gerçek adam anası ile bir olup
karısını fena halde dövmüş, tamam.
- Anlaşıldı Kartal iki! Üçünü de getirin ifadelerini alalım.
- Anlaşıldı Şahin bir!
Olayın kahramanları önde, polisler arkada merdivenlerden iniyoruz.
Aşağıya inince başımı kaldırıp baktım, bütün komşular pencerelere
üşüşmüş, bizi seyrediyor. Vah size, vahlar size!
Ekip şefine yaklaştım;
- Memur bey, benim de gelmeme lüzum var mı?
Elini omzuma koydu:
- Hayır beyefendi, dedi. Siz vatandaşlık görevinizi yaptınız. Kadın
şikâyetçi olduğuna göre, sizin gelmenize gerek kalmadı.
Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi:
- Endişelenmeyin, adamın kulağını bükeriz, size elini bile dokunamaz.
Buna rağmen birşey yaparsa anasından emdiği sütü burnundan
getiririm, tamam mı?
67
- Teşekkür ederim, memur bey. Çok iyi bir insansınız.
Ekip otosu yükünü aldıktan sonra, yine alarm düdüğünü çalarak
gözden uzaklaştı. Bu olay ilk olmadığı gibi son da olmayacaktı. Sen,
ben, o, bizler... Kalabalık şehirlerde yaşayan herkes bu tür olayları ya
bizzat yaşamakta veya şahit olmaktadır. Köylerde, kasabalarda,
küçük Anadolu şehirlerinde bu tür olaylara çok az rastlanır. Çünkü
oralarda herkes birbirini tanır. Akrabalık, komşuluk, dostluk,
arkadaşlık,
hemşehrilik bağları güçlüdür. Şu veya bu sebeple birbirinin çayım
içmiş, yemeğini yemişlerdir. Sokakta birbirini görünce selâmlaşır, ha)
hatır sorarlar. Birbirini sevincini acısını paylaşan insanlar arasında
kötülük barınamaz. En küçük anlaşmazlıkta mahallenin büyükleri ve
hatırı sayılan insanları araya girerek problemi büyümeden çözerler.
Kötü mizaçlar, çevrenin sosyal baskısını üzerinde hisseder, kötülük
yapmaya cesaret edemezler.
Ya büyük şehirlerin insanı öyle midir? Her biri Türkiye'nin değişik
bölgelerinden kopup gelmiş, gelenekleri, görenekleri, huyları farklı
aileler aynı mahalleyi paylaşıyor. İş güç peşinde koşuşturmaktan
birbirlerini tanıyacak vakit bulamıyorlar. Bakarsınız aynı mahallede bir
sene oturmadan komşunuz taşınıvermiş. Yeni yüzler, yabancı yüzler;
kimin evine kimin girdiği belli değil...
İnsanların birbirine böylesine yabancı olduğu bir mahallede kim dinler
komşu haklarını? Kim koşar mazlumun imdadına?.. .......
YARDIMLAŞMA
Hayat Yardımlaşmadır
"Hayat bir mücâdeledir" sözü, kapitalist Batı dünyasının ileri sürdüğü
bir slogandır. Onlara göre hayat mücâdelesini güçlüler kazanır,
zayıflar kaybeder. Darwin, bu sloganı "tabiî seleksiyon" teorisiyle
tabiata maletmeye çalışmıştır. Nietzche, daha da ileri giderek şöyle
68
diyecektir: "Hastaları, sakatları, yaşlıları, dilencileri öldürmeliyiz.
Bunlar güçlülerin sırtlarından geçinen asalaklardır. Güçlü ve sağlıklı
bir toplumun Önündeki bu engelleri kaldırmalıyız."
Bizim kültürümüze göre, "Hayat bir yardımlaşmadır." Tabiatı dikkatli
bir gözle incelediğimiz zaman, bütün atomların yaratılış kanununa
uyarak birbirinin yardımına koştuğunu görürüz, iki hidrojen atomunun
yardımına bir oksijen atomu koşmazsa "su" meydana gelmez. Su
olmazsa hayat olmaz. Bulutlar yağmur verir yeryüzüne. Güneş, ısı ve
ışık verir. Hava, yardımımıza koşarak bize nefes aldırır.
Hayatı, güçlülerin kazandığı bir mücadele olarak değil, karşılıklı
yardımlaşma ve dayanışma olarak algılarsak, fert ve toplum olarak
daha huzurlu günleri beklemeye hakkımız olabilir. Aksi takdirde,
kendisi mutlu olsun diye başkalarını mutsuz edenlerin, kendi
mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna endeksleyen insanların
çoğaldığı bir toplumda saadet ve huzur beklemek biraz saflık olur.
Bu sebeple, sağlıklı bir ruh yapısına sahip fertlerden oluşan bir toplum
oluşturmak istiyorsak, bazı kuralları uygulamak durumundayız. Bu
önemli hususları şöylece sıralayabiliriz:
* Yardımda öncelik ana-babayadır. Sonra yakın akrabalar gelir.
Ondan sonra komşular, yetimler, yoksullar, dullar gelir.
* Yardım, geri ödeme gücü olanlara borç şeklinde verilmelidfc-kL
onları hazıra ve tenbelliğe alıştırmasın. \
* Faizle borç vermeyi kesinlikle yürürlükten kaldırmalıyız. Bu dumm,
yardım etmek bir yana, parası olanın hiç ter dökmeden başkasının
emeği üzerinden haksız gelir elde etmesi demektir.
* Ekonomimiz Batı finans kurumlarına bağlı olduğu için, paramız
devamlı enflasyona paralel bir değer kaybına uğramaktadır. Bu
sebeple borç
69
verirken zarara uğra-e**ye£jr 0££\
«—^"l
mamak için altın, gümuş veya döviz uzerinden verilebilir.
* Zengin kimse borç verirken, ihtiyaç sahibini üzecek ve küçük
düşürecek söz ve davranışlardan sakınmalıdır.
* Borç veren kimse, Allah rızasından başka bir maksat gö-zetmemeli,
"Ne hayırsever adam!" desinler
diye gösteriş yapmamalıdır. Ancak tedbir olarak senet yapmalı, iki
şahidin imzasıyla ve onların huzurunda borcu teslim' etmelidir. Bu bir
gösteriş değildir.
* Ödeme gücü olmayanlara sırf hayır için yardım ederken kimsenin
görmemesine dikkat etmeli, yaptığı yardımı sonradan başa
kakmamalıdır.
* Bir kimse, borç veya ihtiyaç için kapısına gelen kimseye yardım
edecek durumda değilse onu tatlı sözlerle savuşturmak; kaba
konuşmamalı, hakaret ederek kovmamalıdır. •-;••'•-•- •.-•:•-; ,ı
;
* Öyle fakir ve ihtiyaç sahipleri vardır ki, kapı kapı dolaşmaz,
izzetlerinden başkalarına dertlerini açamaz, mahcubiyetlerinden
dolayı başkalarından yardım isteyemediklerinden, sıkıntı içinde
yaşamayı tercih ederler. Gerçek ihtiyaç sahiplerinin bunlar olduğunu
bilerek, bu tip insanları, bu şekilde yaşayan aileleri gözetmeli,
onurlarını zedelemeden, kimselere de reklam etmeden yardımlarına
koşmalıyız. f ;rt:;. , r- ^r^.
ÖNEMLİ GÜNLER
Acı »Günler
İNSAN, dostlarının tatlı ve sevinçli günlerine ortak olduğu gibi, acı ve
(^/ üzüntülü günlerini de paylaşmalıdır. İnsanın başına nerede, ne
70
zaman, nasıl bir kaza veya felaket geleceği bilnmez. Sel felaketi,
deprem, yangın, trafik kazası, hastalık gibi mal ve can kaybına
sebebiyet veren acı olaylarda dost ve akrabalarımıza maddî ve
manevî destek vermek, onları yalnız bırakmamak bir insanlık
görevidir.
Hasta Ziyareti
* Bir dostumuzun veya yakın akrabamızın hastalandığını, evde veya
hastahanede yattığını duyduğumuz zaman hemen onu ziyarete
gitmeliyiz. Eğer hastalanan kişi az tanıdığımız biri ise, iyileştikten
sonra ziyaret etmemiz daha uygun olur.
* Hastahanede yoğun bakım gerektiren ağır hastalarda, hastayı
doğrudan ziyaret yerine doktorunu, hemşiresini veya yakın akrabasını
görüp ondan bilgi almalıyız.
"Özlettin kendini abi ya..
* Hasta ziyaretinde, daha yakın dostlarının ve akrabalarının onunla
görüşmesini engelleyecek şekilde, ziyareti uzatmamalıyız.
* Hasta ziyaretine giden kişi çok hassas olmalı, hastanın yüz
ifadesinden görüşmeye devam etmek istediğini veya istemediğini
hissetmeli, ona göre davranmalıdır. Hastaların nekahet devresinde
istirahate ihtiyaçları olduğunu unutmamalıyız. Ziyareti mümkün
mertebe kısa tutmalıyız. Eğer hasta yanında biraz daha kalmamızı
ısrarla isterse ziyareti sürdürebiliriz.
* Hastalar, bilhassa yakın dostlarına, hastalıkları hakkında bir sürü
tafsilatlı şeyler anlatırlar. Onları sabırla dinlemeli, her fırsatta
iyleşecekler-ine olan inancımızı belirtmeli, maneviyatlarını yükseltmeli,
hep iyi şeyler anlatarak, korku ve endişelerini gidermeliyiz.
* Hastahanede yatan hasta yakın dostumuz ise, ailesini de ziyaret
etmeli, bir ihtiyaçları ve sıkıntıları varsa yardımcı olmalıyız. Hastayı
71
ziyaret sırasında ailesiyle yakından ilgilendiğimizi anlatmalı, onu
rahatlatmalıyız.
* En uygun ziyaret saatleri öğle sonlarıdır. Eğer hasta evde yatıyorsa,
telefon ederek ziyaret saati için izin almalıyız.
* Hasta erkek ise, kadın ziyaretçiler hasta kadın ise erkek ziyaretçiler
mecbur kalmadıkça ve çağırılmadıkça hastanın odasına girmemeli,
geçmiş olsun dileklerini odanın dışında hastanın eşine veya yakın
akrabasına bildirmelidir.
* Doktor, sadece ücret karşılığı bize hizmet eden bir insan değildir,
iyileştikten sonra onu da ziyaret ederek, gösterdiği ilgiden dolayı
teşekkür etmeliyiz. '.'•"•;-;;;•,•:
* Eğer hastalık bulaşıcı ise, hastahanelerde ziyaretçilere izin verilmez.
Hasta karantinaya alınır. Evde bulaşıcı bir hastalıktan yatan dostların
odasına girilmez. Aile büyüklerine geçmiş olsun dileğinde bulunur, bir
ihtiyaçları olup olmadığını sorar, böylece dostluk görevimizi yerine
getiririz.
* Hastalanan kişi iyileştikten sonra kendisini ziyarete gelenleri
unutmamalı, ilk fırsatta ziyaretleri iade ederek onlara teşekkür
etmelidir. ,.;„,,,
* Bir aile dostumuzun veya yakın arkadaşımızın öldüğünü duyar
duymaz evine gitmeli, ailesine bir ihtiyaçları olup olmadığını
sormalıyız.
* Ölen dostumuzun cenaze namazına mutlaka iştirak etmeli,
cenazenin kabre taşınmasına ve gömülmesine yardımcı olmalıyız. , ,,
......
* Evinden ölü çıkan komşumuzu ziyaret edip başsağlığı dilemeli, bir
ihtiyaçları olup olmadığını sormalıyız.
72
* Bu aile kapı komşumuz ise, birkaç gün yemek pişirip götürmeliyiz.
* Ailenin yanında ölünün iyi hallerini saymalı, onları rahatlatmalıyız.
* Yine ölüsü olan aile kapı komşumuz ise, yüksek sesle teyp ve
televizyon
dinle-memeli,
yanlarında
gül-memeli,
acılarını
paylaştığımızı davranışlarımızla belli etmeliyiz.
Kabristanda
* Pahalı, süslü, kubbeli mezar yaptırmanın ölüye hiçbir faydası
yoktur. Sadece yerini belli etmek için başına bir taş dikilir ve etrafı
çevrilir.
* Mezarın üzerine mermerle veya betonla kapatıp ot bitmez hale
getirmek doğru değildir.
* Ölünün arkasından parayla Kur'an okutmanın, dua ettirmenin,
hatim indirtmenin ölüye bir faydası yoktur. Cenaze gömüldükten
sonra, ölenin sevabına, gerçek fakirleri bulup onlara sadaka
dağıtmamız daha uygundur. Ayrıca, kendimiz sırf Allah rızası için
Kur'an okur, ölüye hayır duada bulunabiliriz.
* Kabir çevresine bez bağlamak, ölüden dünyevi bir dilekte
bulunmak, dileği yerine gelmesi karşılığında adak adamak, mum
dikmek dinimizce doğru olmadığından, bunu yapan istismarcılara
aldanmamalıyız.
* Haftada bir sefer, Cuma veya Cumartesi günleri, kabir ziyaretine
gitmek, başlarında Kur'an okuyup dua etmek, ölümü hatırlayıp
kendimize çeki düzen vermek bakımından faydalıdır. Yolumuz bir
kabristana uğradığında yine ölülere hayır duada bulunmalıyız. Dua
etmek için kabrin başında bulunmak gerekmez.
* Mezarlıkta yürürken
basılmaz.
mecbur
73
kalmadıkça mezarların
üstüne
MİSAFİRLİK, DAVET ve ZİYAFET
"Vay Osman abim, nasılsın? Geçiyordum, şöyle bir ugrayayım
dedilm."
Davetsiz Misafir Olmayın!
ÎZLER TOPLUM OLARAK misafir olmayı ve misafir ağırlamayı se-ven
insanlarız. Kültürümüzün en önemli ve kökKi parçalarından biri olan
misafirlik hususunda belli bir âdab oluşmuştur. \Ancak günümüzde
şehirlerin büyümesi neticesinde, bu şehirlerin dinamik atmosferinde
yaşayan insanlar arasında misafirlik bilinci günden güne yıpranmaya
yüz tutmuştur. Öyle ki, yakın akrabalar arasındaki ziyaretler dahi,
televizyonu başka bir evde seyretme ayinine dönüşmüştür adeta.
Ziyaret ya da misafirlik, bir kimsenin veya bir ailenin diğer bir
kimsenin veya ailenin evine gitmesidir. Bu ziyaret akrabalar arasında
olduğu gibi, dost ve ahbaplar arasında da olabilir. Hiç şüphe yok ki,
insan kendi evinden başka diğer bütün evlere girmek için izin
almalıdır. Özellikle iletişim imkânının oldukça kolaylaştığı günümüzde,
ziyaretten önce izin istemek zor bir iş olmasa gerek.
Ziyaret hafta içi ise, gündüzden telefon ederek, akşama ziyarete
geleceğimizi bildirmemiz gerekir. Eğer hafta sonu ve diğer tatil
günlerinde ziyarete gitmeyi düşünüyorsak, mutlaka bir-iki gün
önceden haber vermek zarureti vardır. Tatil günleri için yapılmış bir
programı, çat kapı ziyaret gidip bozmaya hakkımız yoktur.
Davette Misafire Düşen Görevler
* Misafir, davet edilmeden ve önceden haber vermeden yemek
vakitleri bir eve gitmemelidir.
* Randevu saatine uymalı; ne çok erken, ne de çok geç gitmelidir.
Çok erken gittiği zaman ev sahibini hazırlık yaparken yakalamak ve
74
onu mahcup etmek ihtimali vardır. Çok geç gittiği taktirde ev sahibini
bekletecek; onu "Acaba gelmeyecek mi?" endişesine sevkedecektir.
* Misafir güzel giyinmeli, mümkünse elinde bir hediye ile gitmelidir.
* Kapıyı çaldığında kendisim ismi ile takdim etmeli; kapının ağzında
değil, biraz geride beklemelidir
* Kapıyı açana önce selâm vermeli; "Buyurun!" denmedikçe içeri
girmemelidir.
* içeri girişte acele etmemeli, ev sahibinin terlik vermesini ve .yol
göstermesini beklemeli; ev sahibinden önce rastgele bir odaya
girmemelidir.
* Ev sahibinin ardından yürürken etrafa meraklı nazarlarla bakmamalı, mütebessim bir yüzle ev sahibinden yana bakmalıdır.
* Odaya girince rastgele yere oturmamalı; ev sahibinin göstereceği
yere oturmalıdır.
* Ev sahibinin başka misafirleri varsa, ev sahibi onları tanıştırmadan
kendisini misafirlere takdim etmemelidir.
"Vallahi çok titiz adamsın ismet abi!.."
* Yemek sofrası kurulduğunda, ev sahibinin davetinden örice sofraya
oturmamalı; onun göstereceği yere oturmalıdır.
* Yemek sırasında veya çay-kahve içilirken yapılan sohbette dikkatli
davranmalı; münakaşaya sebep olan veya misafirlerin neşesini
kaçıran konulara girmemelidir. -- :;
* Yemek servisi yapılırken, odaya girip çıkılırken bakışlarını o yana
çevirmemeli; sıra kendisine gelinceye kadar vakarla beklemelidir.
75
* Yatıya kalınsa dahi bir günden fazla kalmamalı; ev sahibinin iş ve
aile düzenini zor durumda bırakmamalıdır.
;
Ev Sahibine'Düşen Görevler
* Ev sahibi misafirliğe veya ziyarete gelmek isteyenleri imkânı
ölçüsünde reddetmemelidir.
* Fazla külfete girmeden, maddi imkânlarının dışına çıkmadan evinde
bulunanın en iyisi ile misafiri ağırlamalıdır.
* Güzel giyinmeli, misafirini güler yüzle karşılamalıdır.
* Uzak yoldan gelen misafiri istirahat etmesi için bir müddet yalnız
bırakmalı; erken yatmasını temin etmelidir.
* Misafirin tuvalet ve su ihtiyacını rahatça karşılayabilmesi için gerekli
tetbiri almalıdır.
* Yemeğe davet ettiği misafirlerini sofraya yaşlarına, bilgilerine,
makamlarına ve görgülerine uygun olarak sağdan sola doğru
oturtmalıdır.
* Sağ başa şeref misafiri oturmalı, diğerleri büyükten küçüğe doğru
sıralanmalıdır.
* Yemek servisine (ayrı tabaklardan veriliyor ise) sağdan başlamalı,
sıra ile devam etmelidir.
Mutfak Kültürü
"Kültür" deyince akla bir milletin yaşadığı hayat tarzı gelmektedir.
Kültürün temel kaynaklarından biri dinî değerlerdir. Her toplumun
kültüründe dini kaynakları kurallar kulunmaktadır. Biz, kültürümüzü
İslâmiyet'ten alan bir milletiz. Hukuk, dil, yazılı ve sözlü edebiyat,
76
kıyafet, muaşeret kaideleri, ticaret, güzel sanatlar, gelenekler hep
birer kültür göstergesidir. Her milletin üzerinde yaşadığı coğrafyaya
ve bu topraklarda hüküm süren iklimlere uygun bir bitki örtüsü
vardır. Bu bitki örtüsü meyveler, sebzeler, tahıllar yönünden değişiklik
gösterir. Bu değişiklik mutfağa, yâni beslenme şekline yansır. Meselâ
Arap ülkelerinde bolca yetişen hurma bizde yetişmez. Bizde yetişen
narenciye ve sebze çeşitleri de orada yetişmez. Böyle olunca, Arap
mutfağında görülen yemek çeşitleri ile Türk mutfağında görülen
yemek çeşitleri farklılık arzedecektir. Bunun gibi, Batı ülkeleriyle iklim
ve coğrafi durumlarımız aynı olmadığından, Batı toplumlarının mutfak
kültüründen farklı bir yemek kültürümüz olması tabiidir.
Aile sofraları, en önemli eğitim merkezlerinden biridir. Çocukların ve
hatta büyüklerin eğitimi bu sofralarda gerçekleştirilmelidir. Zengin
kültürümüzle yoğrulan sofra âdabına ilişkin temel esasları şöyle
sıralayabiliriz:
Yemek Yerken
Dikkat Edilecek Hususlar
* Yemeğe başlamadan önce ve yemeği bitirdikten sonra mutlaka
ellerimizi yıkamalıyız.
* Yemeğe Besmele ile başlanır, sonunda hamdedilir.
* Ağzımıza lokmaları götürürken, daima sağ elimizi kullanmalıyız.
Sofra kültürümüzün temel esaslarından biri de sağ elle yemektir.
İster elle, ister çatal-kaşıkla yiyelim, sağ elimiz ile yemeye gayret
etmeliyiz. Bıçak kullanırken, ekmek bölerken sol elimizden
faydalanabiliriz. Avrupalı milletler bıçak kullandıkları zaman çatalı sol
ellerine almakta; böylece sağ elle kesip sol elle yemektedirler. Az
önce belirttiğimiz gibi, sol elle yemek bizim sofra kültürümüze
tamamen zıttır.
* Ağzınızda lokma varken konuşulmaz.
77
* Ağıza, zor döndürülecek ve avurtları şişirecek kadar, büyük lokma
alınmaz.
* Lokma şapırdata şapırdata, ağız açık olarak çiğnenmez.
* Ağızda lokma varken öksürülmez, aksırılmaz ve gülünmez.
* Asık suratla yemek yenmez.
* Topluluk halinde yemek yerken ilaç alınmaz; hastalıktan, ölümden,
mide bulandırıcı şeylerden bahsedilmez.
* Yemek sahibine ve yemeği pişirene iltifat ve teşekkür edilir.
* Acıkmadan sofraya oturulmaz, mideyi tıka basa doldurarak
sofradan
kalkılmaz. Her
"Bir aylık izin süresince sizinle birlikte olmak için ta nerelerden kalkıp
geldik!.."
de mide hastalıklarına sebep olan ö-nemli etkenlerdir.
* Tabak/ larda yemek bırakmayınız; karnınız fazla aç değilse, tabağa
yiyeceğiniz kadar yemek konulmasını rica ediniz. Bu konuda, Batı
kültürü ile aramızda fark vardır. Batı kültürü ile hemhal olmuş bazı
kimseler, tabakta yemek bırakmayı bir görgü kuralı olarak
benimsemişlerdir. Oysa biz, kültürümüz gereği hiçbir lokmayı israf
etmeyen, çöpe yemek atmayı hoş karşılamayan bir toplumuz. Kimi
yerlerde tabaktaki yemeği sıyırmak görgüsüzlük gibi görülse de, bu
konuda mümkün olduğu kadar hassasiyet göstermeliyiz.
78
* Aile sofralarında mümkün olduğunca ailenin bütün bireylerinin
katılımı sağlanmalıdır. Yemek vakitleri belirli olmalı, aile bir arada
yemeğini yemelidir.
* Yemeği kıtlıktan çıkmış gibi acele yemeyiniz. Mideniz için de çok
zararlıdır.
*Elleriniz ve dudaklarınız yağlı iken bardaktan su içmeyiniz. Yağ lekosiyle kaplanmış bir bardak hiç de iç açıcı değildir.
* Bardaktaki suyu bir defada içmeyiniz. Kafaya dikmek veya bir
dikişte bitirmek marifet değildir.
* Çorbanızı içerken kaşığı ağ-zınıza uzak tutup, höpürdeln-rek
içmeyiniz. Çorba veya yemek sıcak ise ü-zerine üflenmnz, bir süre
soğurnısı beklenir.
Ziyafet
Bugün "ziyafet" denince bin-bir çeşit yemeğin sıralandığı, şaşaalı
sofralar akla gelmektedir. Halbuki, ev sahibinin gücü ölçüsünde
mütevazi bir sofra da pek âlâ ziyafet sayılabilir. Ziyafet geleneği
olmayan hiçbir millet ve topluluk gösterilemez. Ziyafet şekli ve
ziyafete vesile yapılan olaylar, milletlerin inançlarına ve kültürlerine
bağlı olarak değişiklikler gösterir. Hiç şüphesiz ki, ziyafetler, insanlar
arasındaki sevgi ve dayanışmayı arttıran vesilelerin başında gelir.
Ziyafet verilen önemli gün ve olayları hepimiz biliriz:
* Bayramlarda
* Nişan, n ikâh ve düğünlerde
* Doğumlarda
79
* Sünnetlerde
* Ev ve binek satın alındığında
* Gençler askerden döndüğünde
* Bahçenin ve tarlanın mahsulatı toplandığında
* Uzun bir seferden ve haccdan dönüldüğünde
* Hastalıktan kurtulup iyüeşildiğinde
* Her türlü sevinçli günlerde ziyafet verebiliriz.
Alafranga Yemek
Batı ülkelerinde kahvaltı dahil bütün yemekler masada yenir. Bu
sebeple masa düzenine büyük önem verilir.
Resmî yemeklerde masa örtüsü beyazdır. Evlerde verilen yemeklerde
renkli masa örtüsü kullanılabilir.
Peçete
Peçeteler, masa örtüsünü tamamlayan vazgeçilmez yemek aksesu- /
arıdır. Renk bakımından masa örtüsü ile uyuşmalıdır. /
* Yemekler için büyük ebat (25-30 cm2),\ kahvaltılar için küçük ebat
(15-20 cm2)l peçeteler kullanılır.
* Peçeteler resmî yemeklerde servis tabağının içine; resmî olmayan
yemeklerde çatalların soluna katlanmış olarak konur.
* Masada bez peçete varsa, ayrıca kâğıt peçete konmaz.
80
* Peçete, yemeğe başlarken, vücudun masa altına gelen kısmına
(kucaktan dizlere doğru) serilir. Ucunu gömlek yakasına veya tabak
altına sokmak ayıp ve görgüsüzlük sayılır.
* Peçete ile çatal, kaşık, bıçak ağzı ve tabak silmek ev sahibine
hakaret kabul edilir.
* Peçeteyi ev sahibinden veya şeref misafirinden önce kullanmak
görgüsüzlük sayılır.
* Yemekten geçici olarak kalkmak gerekirse, peçete sandalyenin
üzerine veya servis tabağının sağına bırakılır.
* Yemek bittikten sonra peçete katlanmadan servis tabağının sağına
konur. Peçeteyi katlayıp koymak kibarlık değildir. Yemek sahibine
"Bizi tekrar davet et." anlamına gelir.
* Masada bez peçete yerine kağıt peçete konmuş ise; işi bitince
peçete elle buruşturulup servis tabağının içine konmaz. Masanın
üzerine bırakılır.
pabağı
Yemeklerde her misafirin önünde altlık görevi yapan ve masada daimi
kalan geniş bir servis tabağı bulunur. Yemek tabakları bu tabağın
üzerine konur. Servis tabağı, yemek tabakları ile uyuşmalı yâni aynı
takımdan olmalıdır.
Yemek Tabakları
Çorba, yemek, meyve, tatlı ve salata için ayrı tabaklar kullanılır.
Çorba tabakları derin, diğerleri düz cinstendir. Salata tabağı servis
tabağının sol önüne, ekmek tabağı çatalların yanına konur.
Yemek çeşidine uygun miktarda çatal bıçak ve kaşık bulundurulur.
Kullanılış sırasına göre dıştan başlayıp içe doğru yerleştirilir.
81
Çatal-Kaşık Bıçak
* Masaya bir seferde üçten fazla çatal, kaşık ve bıçak konmaz.
Fazlasına ihtiyaç varsa, ilk konanların işi bittikten sonra, kullanılacağı
yemekle birlikte masaya konur.
* Çatallar tabağın soluna yerleştirilir. Yalnız balık çatalı kaşığın sağma
konur.
* Bıçaklar ve kaşıklar tabağın sağına konur.
* Tatlı için kullanılacak kaşık ve bıçak tabağın önüne konur.
* Bardak veya bardaklar bıçakların sağından başlayarak üst tarafa
doğru sıra ile konur.
* Tuzluk ve biberlik iki misafirin arasına birer tane gelecek şekilde
yerleştirilir.
* Zeytin yağı, sirke, hardal, domates sosu gibi garnitürler masanın
orta yerine konur. Arzu eden oradan alır ve işi bitince yerine koyar.
Batı ülkelerinde orta çağdan kalan ve halen devam eden alışkanlıklar
da vardır. Parmak yıkama tasları ve içinde mum yanan şamdanlar
bunların başında gelir.
* Resmi yemeklerde masaya kürdan konmaz.
* Sigara içmeyenleri rahatsız edeceği endişesi ile yemek masasına kül
tablası konulmaz.
* Yemek masasına konulacak çiçekler, görüşü kapatmaması için,
küçük boylulardan seçilir ve minik vazolara konur.
82
* Sekiz kişiyi geçen resmî yemeklerde, yaş ve makam sırası göz
önünde bulundurularak, isimli yer kartları kullanılır. İsim kartları ya
tabak içindeki peçete üzerine ya da tabağın baş tarafına konur.
Yemekte Oturma Sırası
Resmî yemeklerde bir masa en fazla yirmi dört kişilik olur. Yirmi dört
kişiyi geçen davetlerde, ikinci bir masa konur, iki masa olması halinde
davetliler masalara eşit paylaştırılır.
"Şöyle burnumuzu da temizledik mi tamam..."
Uzun masalarda şeref misafirinin yeri ev sahabinin sağ tarafıdır. Ev
sahibi hanım ve bey karşılıklı oturur. Ev sahibesinin sağma şeref
misafiri erkek, ev sahibesinin sağına da şeref misafiri erkeğin hanımı
oturur.
Ev sahibi ve onun hanımı ya masanın iki başına ya da ortasına
karşılıklı oturur. Diğer misafirler de ev sahiplerinin oturuş sırasına
göre ya dıştan içe ya da içten dışa doğru erkekli kadınlı dönüşümlü
olarak otururlar. Böylece iki erkek, iki kadın yanyana gelmeyecek
şekilde bir düzen seçilmiş olur.
Garsona Yardım Edilmez
* Yemek servisi sağ taraftan yapılır.
* îşi biten tabak sol taraftan alınır.
* Garsona veya hizmetçiye tabak uzatılmaz. Tabağa yemeği koymak
garsonun görevidir.
* Garsonun elinden tabak alınmaz.
Yemek Servisi
83
Yemek servisi şeref misafiri hanımdan başlatılır. Sonra şeref misafiri
erkeğin sağındaki hanıma servis yapılır ve atlanmadan sağdan sola
doğru sırası ile devam edilir.
"Siz zahmet etmeyin garson bey!.."
Dernek Nasıl frenir?
Batılılarda bizden farklı bir yemek yeme âdabı vardır.
* Çatal daima sol elde bulundurulur. Bıçak sağ elle tutulur ve
kullanılır.
* Bıçak kullanmayı gerektirmeyen ve kaşıkla yenen yemekte, kaşık
sağ elle tutulur.
* Bıçak kullanırken her seferinde bir parça kesilerek yenir. Bir seferde
parçalara bölünmesi ayıp sayılır.
* Yemeğin yanma konmuş olan sebze cinsi garnitürler bıçak yardımı
ile çatalın üzerine alınarak yenir.
* Salata kaşıkla asla yenmez; salata çatalı ile yenir. Salata yerken
bıçak kullanılmaz.
Ekmek
Ekmek dilimlenmiş olarak ekmek sepeti veya tabak içinde masaya
konur. Küçük sandviç ekmekler dilimlenmeden konabilir.
/
J
* Ekmek yemek için çatal, bıçak veya kaşık kullanılmaz.
* Ekmek elle her seferinde bir lokma koparılarak yenir.
84
* Masadaki ekmeğe yemekten önce el sürülmesi, bayat veya taze mi
olduğuna bakılması ayıp sayılır.
* Yemeğin servis yapılmasını beklerken, sabırsızlık gösterip
yemek de görgüsüzlük sayılır.
ekmek
* Ekmek ancak yemeğe çatalla batırılır. Ekmeği yemek suyuna batırıp
yemek ayıp sayılır.
* Ekmekle tabak sıyrılmaz.
yemekte Dikkat Edilecek Hususlar
* Yemek masasında dik oturulur.
* Yemek yerken tabağın üzerine eğilinmez. Kaşık veya çatal ağıza
götürülürken baş biraz eğilir.
* Üstü açık biberlikten veya tuzluktan biber ve tuz alırken içindeki
küçük kaşık kullanılır. Elle, çatal-kaşık sapıyla, bıçakla alınmaz.
* Uzaktaki bir şeyi (biberlik veya tuzluk gibi) almak için uzanmak,
hele yerinden kalkmak ayıp sayılır. O şeye yakın birinden istenir.
İstemek ayıp karşılanmaz.
* Yemek masasında (bilhassa davetlerde) gazete veya kitap okumak,
not tutmak ayıp sayılır.
* Yemek sırasında ilâç almak da hoş karşılanmaz.
* Yemek sırasında bitişiğindeki şahsın önünden veya arkasından ileriye doğru uzanıp bir başkası ile konuşulmaz.
* Yemek yerken ağız şapırdatılmaz; lokma ağız kapalı olarak çiğnenir
ve yutulur.
85
* Kaşıkla yerken kaşığın tamamı ağıza sokulmaz.
* Ağız yemekle tamamen doldurulup avurtlar şişirilmez.
* Ağızda yemek varken konuşulmaz, gülünmez ve öksürülmez.
* Çatal, kaşık ve bıçak yemek sırasında masanın üzerine bırakılmadığı
gibi; tabağın kenarına dayalı da konmaz. Yemek bitinceye kadar
tabağın içine bırakılır.
Çorba
* Çorba iki kepçeden fazla istenmez.
* Çok beğenilmiş olsa bile ikinci sefer çorba istenmez.
* Çorba tabağı yan yatırılarak, tabağın dibindeki çorba kaşıkla
alınmaya çalışılmaz.
* Kaşık çorba ile
tamamen doldurulmaz. İçerken dökmemek ve kolay içmek için
kaşığın üçte biri boş bırakılır.
* Çorba kaşığı ağıza yan götürülür, içerken höpürdetilmez.
* Soğutmak için kaşığın içine üflenmez.
* İşi biten çorba kaşığı tabağın içine bırakılır; masaya konmaz.
Umumi Yerlerde Görgü Kuralları
MERDİVENDE
86
. Merdivenden Çıkarken
* Kadın, çocuk ve yaşlı kimse önden çıkmalı; sağlıklı genç erkek de
bir-iki basamak geriden gelmelidir.
Sebebi: Kadın, çocuk ve yaşlı kimse ayak kayması, sendeleme ve
sürçme durumunda dengesini zor sağlayabilir. Arkadan gelen sağlıklı
genç erkek, dengesini kaybeden ve düşmek üzere olan kadını,
çocuğu veya yaşlı kimseyi tutarak onu muhtemel bir kazadan
korumuş olur. ,
r: ;
Merdivenden inerken
* Sağlıklı genç erkek önde iner. Kadın, çocuk ve yaşlı kimse de bir iki
basamak geriden onu takip eder.
iniş ve Çıkış Bitince
* îniş ve çıkış bitince, erkek durup kadını, çocuğu veya yaşlı kimseyi
beklemeli; bundan sonraki yçlu birlikte yürümelidirler.
Genel Kural
* Merdivende çıkan kimseye öncelik verilmelidir, inen şahıs, çıkan bir
şahısla veya şahıslarla karşılaştığı zaman, duvardan yana çekilerek
durmalı ve çıkanlara yol vermelidir,
r
* Çıkan şahıs, inenin kimsenin gösterdiği bu nezakete tebessümle
karşılık vermeli ve teşekkür etmelidir.
* Merdivende karşılaşanlar birbirlerini selâmlamak; tanışık iseler halhatır sormalıdırlar.
UMUMÎ VASITALARDA
87
Otobüs, minibüs, dolmuş, taksi, tren, uçak, vapur, tramvay gibi her
türlü umumî nakil vasıtalarında kural aynıdır:
* Önce bayan, çocuk ve yaşlı kimseler biner.
* inerken erkek önce iner; kadın, çocuk ve yaşlı kimse de onu takip
eder.
* Üç yaşından küçük çocukları baba kucağına alarak araca binmelidir.
* Taksilere sağ kapıdan binilip inilmektedir. Trafik zaruretinden dolayı
sağ kapıların kullanılması daha emniyetlidir. Karısı ile arka koltuğa
oturmak isteyen bir erkek, önce kendi binmelidir; ki kadının binmesi
ve inmesi kolay olsun. Kadın önce bindiği takdirde, ileriye doğru
kayarak kocasına yer ayırmas gerekecek ve böylece zahmet
çekecektir. İnerken de aynı zahmet mevzubahistir.
Büyük araçlara kadın, çocuk ve yaşlı kimsenin önce bin-mesindeki
sebep, basamaklarda ve kapıda bir ayak kayması veya sendeleme
olduğu taktirde arkada duran erkek yardımcı olabilsin.
_
ASANSÖRDE
* Asansöre binerken kadın, çocuk ve yaşlı kimseler önce binerler.
* Çıkarken sağlıklı erkek önce çıkar. Kadın, çocuk ve yaşlı kimse onu
takip eder.
Sağlıklı genç erkek kapıyı açar, onunla birlikte olan kadın, çocuk ve
yaşlı kimse içeri girdikten sonra kapıyı yine erkek kapatır.
* Kapıya daha önce gelen kimse, içeri girdikten sonra, Kapıyı
kapatmadan evvel arkasına bakmalı; gelen kimse varsa, kapıyı açık
tutmalı o-nun da içeri girmesini beklemelidir. Eğer gelen bayan veya
yaşlı biTklmse ise; geçmesini beklemelidir. Aynı yaşta iseler, kapıyı
88
tutan kimsenin diğerinin geçmesini beklemesi gerekmez. Kapıyı sonra
gelen kapatır.
* Aynı yaşta ve cinsiyette olan iki kişi kapıda karşılaştıkları zaman,
giren çıkana yol vermelidir.
* Aynı cinsiyette olan iki kişi kapıdan geçerken; genç olan yaşlı olana
yol vermelidir.
Genel Kural:
Kapıda olsun, asansörde olsun, yardım ve saygı gören kimse mutlaka
diğerine selâm vermeli ve teşekkür etmelidir.
LOKANTADA
* Hanım ile bey yalnız iseler, çocukları yoksa, iki kişilik masa seçip
karşılıklı oturmalıdır.
* Çocuklarla birlikte kalabalık bir grup teşkil ediyorlar ise; hanım
pencere kenarına oturmalı; müşterilerin gelip geçtiği ayak üstü
yerlere oturmamalıdır.
* Hanımı ile lokantaya giden bir erkek, ona daima kendisi yardımcı
olmalı; bu hizmeti garsona bırakmamalıdır.
* Erkek, kadından önce oturmamalı; ona yardımcı olduktan sonra
oturmalıdır.
ÇARŞIDA, PAZARDA, YOLDA YÜRÜRKEN
* Yürürken elleri cebe koymak, yalpalayarak ve sallanarak yürümek
nezaket kurallarına uygun bir davranış değildir.
89
* Keza asık suratla, çalımla ve gururla yürümek; değnek yutmuş gibi
kasılarak adım atmak kibar ve görgülü insanlara yakışmaz.
* Size tebessüm eden ve selâm veren kimselere, tebessümle
mukabele etmek ve selâmlarını almak insanlığın gereğidir.
* Kalabalıkta yürürken acele edilmemeli, yol açmak için insanları itip
kakmamahdır.
* Birine çarptığınız veya ayağına bastığınız zaman mutlaka özür
dilemeli; bunu mecbur kaldığınızı düşünerek resmî bir ses tonuyla
değil; içten gelerek, nâzik bir sesle yapmalısınız.
* Sizi iten ve ayağınıza basan kimsenin özür dilemesini
beklemeden, siz özür dileyiniz.
%;
* Kalabalıkta yürürken, sağlıklı genç erkek önde yürü-meli; kadın,
çocuk ve yaşlı kimseler onu takip etmelidir.
* Kalabalıkta, hava yağışlı olsa dahi, açık şemsiye ile yü-rümemelidir.
Şemsiyenin telleri, karşıdan gelen dalgın kimselerin yüzüne, gözüne
veya başına çarparak zarar verebilir.
* Yolda yürürken şarkı mırıldanmak, sakız çiğnemek, kuruyemiş ve
benzeri şeyler yemek nezaket kurallarına aykırıdır.
* Yağışlı havalarda kuru ve gölgelikli yerleri seçerek yürümek sağlık
açısından iyi olmakla beraber; kalabalık yerlerde bu mümkün
olmayabilir. Kuru yerleri seçeyim derken, karşıdan gelenin yoluna
dikilmek ve onu yol değiştirmeye mecbur bırakmak nazik bir davranış
değildir.
* Su birikintilerine basıp etrafa kirli su sıçratmak, kirli suya
basmamak için üzerinden atlamak ve bunları yaparken de başkalarını
rahatsız etmek, hoş karşılanmayacak kaba hareketlerdir.
90
* Kaldırımda yürürken caddeden hızla geçen bir araba üzerinize kirli
su ve çamur sıçratsa dahi nezaketinizi muhafaza etmeli; kaba ve
çirkin sözler söylememeli, bağırıp çağırmamalısınız. Zira, bu
düşüncesiz hareketi yapan araba ve sürücüsü zaten uzaklaşıp gitmiş
bulunmaktadır^
* Maalesef en sık rastlanan saygısızlıklardan birisi de, yolda1
yürürken
sağa sola tükürmek, başparmağı ile burnunun bir deliğini tıkayarak
yol ortasına sümkürmek ve elindeki çöpü (hatta muz kabuklarını bile)
sokağın, caddenin, meydanın en . görünür yerinde iti* na (!) ile yere
atmaktır. Özellikle nüfusun hızla arttığı büyük şehirlerde/bunlar artık
insaırîık suçu sayılacak davranışlardır. Ortak yaşanan yerlerin
böylesine kirletilmesi, davranış kirliliğinin bir neticesidir.
SİGARA VE TOPLUMSAL HAYAT
Sigara içmeyenlerin azınlıkta olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Baş
tarafına zararını azaltsın diye filtre eklenmiş, düz beyaz kağıda sarılan
bir parça tütünü ateşle yakıp dumanını çekmek, toplumsal bir
mazoşizm haline gelmiştir.
"Sigara sağlığa zararlıdır" yazan paketler devletçe üretilmekte ve
devlet, vatandaşlarının sağlığına zarar vererek para kazanmaktadır.
Bu, işin mizahî yönü.. Bir de toplumumuzdan dumanaltı manzaraları
görelim isterseniz..
Toplu taşıma araçları ve sinema, tiyatro, işyerleri, devlet daireleri
dahil tüm kapalı mekânlar, bugün dumanaltı tabir edilen bir
durumdadır. Maalesef sigara görgüsü hususunda hiçbir kurala riayet
etmeyen bir toplum haline geldik. Bu sorumsuz davranışlar, daha
ciğerleri havaya doymamış küçücük yavruların dahi sigaraya
yönelmesine sebep olmaktadır.
91
Hiç kimsenin sigara kullanmadığı bir toplum oluşturmak şüphesiz zor
ÇALIŞMA iLiŞKiLERi VE İŞYERİ ADABI
iş. Fakat ciddi bir eğitimle sigara kullanımını azaltmak mümkün gibi
geliyor bana.
Misafirlerle dolu bir ev. Çoğunun elinde sigara. Duman kesif. Görüş
mesafesi oldukça az. Sigara içmeyenler, (onların sayısı çok az) soluğu
balkonda, pencere kenarında ve ya sokakta almak zorunda... Tam bir
çoğunluk diktatörlüğü yaşanıyor anlayacağınız... Burada sigara
içmeyenlerin hakkı ne olacak?
Evet, sigara içmeyi engelemek mümkün olmadığına göre, bunu
bilinçli olarak kullanmayı teşvik etmek zorundayız. Yoksa üçüncü
dünya savaşı sigara içenlerle içmeyenler arasında çıkacak gibime
geliyor.
Misafirlikte
Evinizde istediğiniz kadar sigara tüttürebilirsiniz, sonra da
çocuklarınıza sıkı sıkı "Bak oğlum, bu sigara zararlı bir şeydir, sakın
kullanma" diye tembihleyebilirsiniz. Fakat misafirliğe gittiğinizde, ne
kadar yakın dostunuz, akrabanız olursa olsun, mutlaka "Rahatsız
olmayacaksanız bir sigara içebilir miyim?" diye sormalısınız. Ev sahibi
de, eğer evde sigara içilmiyor-sa açıkyüreklilikle bunu belirtmelidir. Ev
sahibi gayet açık olarak izin vermeden sigara yakmamalıdır.'Eğer
sigara içme izni almışsanız, küllerini yere dökmemek en önemli görgü
kuralıdır.
Maalesef sigara içen bayanların sayısı da günden güne arttığından,
buradaki hususlar onlar için de geçerlidir. Tabii bayanlara sigaranın
hiç yakışmadığını da ilave ederek...
Sokakta
92
Sokaklar sigara içmek için en özgür ortamlardır. Fakat elinde sigara
ile yürümek sizin için hafif bir görüntü olabilir. Bir parkta, bir çay
bahçesinde veya bekleme halinde sigara içmek daha uygundur.
Bayanların sokakta sigara içmesi ise oldukça yakışıksız bir durumdur.
İşyerinde
Dükkan, fabrika, mağaza, şirket vs. işyerlerinde çalışıyor iseniz,
oranın kurallarına uygun davranmalısınız. Sigara içmenin tehlikeli
olduğu ve çabuk alev alabilecek nesnelerin bulunduğu bir yerde
çalışıyorsanız veya ziyaret etmiş iseniz, burada sigara içmek doğru
değildir. Dışarı çıkıp uygun bir yerde içmelidir.
TRAFİK
Trafik Kazaları
Trafik kazalarını incelemekle yetkili makamla- / rm tuttuğu istatislik
sonuçlarına göre hata payları şöyle sıralanmaktadır:
Sürücülerin kusuru: % 72
Yayaların kusuru : % 18
Araç içindeki yolcuların kusuru: % 3
Bozuk yolların kusuru: % 0.5
Araçların mekanik kusuru: %6.5
Bu sonuçlara göre, trafik kazalarında insan kusuru (sürücü, yaya ve
yolcu olarak) toplam kusurların % 93'ünü teşkil etmektedir.
Yetkililer sürücülere ait kusurları şöyle sıralamaktadır.
93
- Aşırı hız yapmak.
- Dalgın araç kullanmak, dikkatini yola vermemek.
- Yorgun ve uykusuz halde araç kullanmak.
- İlk geçiş hakkına uymamak.
- Hatalı sollama yapmak.
- Öndeki aracı çok yakından takip etmek.
- Yanlış şeritten gitmek.
- Kırmızı ışıkta ve "Dur" levhasında durmamak.
- Alkollü iken araba kullanmak.
- Hatalı dönüş yapmak.
- Acemilik, bilgisizlik, ehliyetsizlik ve bunların sonucu aşırı heyecan.
Eşya ve Yolculara Ait Kusurlar
însan kusurundan kaynaklanan bir trafik kazası olduğu zaman,
mutlaka bir trafik kuralı çiğnenmiş demektir. Araç kusurundan
kaynaklanan bir trafik kazası olduğu zaman, mutlaka aracın teknik
bakımı ve tamiri ihmal edilmiş demektir.
- Yola hatalı ve ani çıkmak.
- Yaya kaldırımı varken yolda yürümek.
- Yola yakın yerlerde top oynamak, kaçan topun arkasından koşmak.
94
- Yayalara ait kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmek.
- Yaya geçidi ve üst geçit dururken, yolu kullanarak karşıya geçmek.
- Duran taşıtın önünden yola fırlamak.
- Hareket halindeki araçtan yola atlamak.
- Hareket halindeki araca binmeye çalışmak.
- Araçtan sarkmak, kapıya tutunarak gitmek.
- Sürücüyle konuşarak onun dikkatini dağıtmak.
Araçlara Ait Kusurlar
- Fren patlaması, fren boşalması.
- Rot aşınması, kopması veya kırılması.
- Lastik patlaması, aşınmış lastiklerin yağmurlu havada kayması.
- Far, stop ve dönüş lambalarının bozuk olması.
- Cam sileceklerinin bozuk olması.
- Makas kırılması, aks çıkması.
lala Ait
- Yağışlı havadan dolayı yolun kaygan veya buzlu olması.
- İşaretle belli edilmemiş virajlar, çukurlar, kasisler.
95
- Havanın sisli olması.
- Banket düşüklüğü, kaplama yüzeyi ile banket arasındaki yüksekliğin
fazla oluşu ve bunun işaretle gösterilmemesi.
- Dar ve sık virajlı yollar.
- Kavşaklarda trafik ışığının bulunmaması.
- Yaya geçitsiz, kaldırmışız yollar.
Trafikte Görgü Kuralları
"Hadi aslanım, daha hızlı, daha hızlı..."
Büyük şehirlerin en büyük problemi trafik sıkışıklığıdır. Trafik sıkışıklığı
işe giden insanların geç kalmasına, evlerine geç dönmelerine, zaman
ve yakıt israfına, hava kirliliğine ve nihayet bütün bunların sonucu
sinir gerginliklerine, arzu edilmeyen sürücü kavgalarına sebep
olmaktadır.
- Trafik sıkıştığı zaman korna çalarak önünüzdeki araçların
sürücülerini ve yolcuları rahatsız etmeyiniz. Korna çalarak sıkışan
trafiği harekete geçiremezsiniz.
- Size bağıran bir sürücüye siz de bağırarak gerginliği artırmayınız.
Özür dileyerek havayı yumuşatınız.
- Kaba sürücülerin çirkin sözlerine ve küfürlerine aynı kabalıkla
mukabele ederek onların seviyesine inmeyiniz. Kibar bir dille ikaz
ediniz, anlamıyorsa susunuz. Daha ileri giderse plâka numarasını
alarak polise şikâyet ediniz.
rafik Kazasında le Yapacaksınız?
96
Bir trafik kazası meydana geldiği zaman, çoğu kez, ne araç
sürücüleri, ne de yolcular ne yapacaklarını bilmemek te; öyle ki bazan
yaralılar olduğu halde sürücüler "hata sen-de-bende" kavgasına
tutuşmakta, yolcularda seyretmektedir.
"Herşeyin yolunda olduğu normal bir trafik!.."
- Kazaya uğrayan araç sürücülerinin ilk yapacakları şey kontak
anahtarını kapatarak motoru susturmalarıdır. Böylece muhtemel bir
patlamayı veya yangını önlemiş olacaklardır.
- Kaza olduğu zaman ya sürücülerden biri veya olaya şahit olan bir
vatandaş en yakın trafik polisine haber vermelidir.
- Trafik polisi gelinceye kadar araç sahipleri araçları olduğu yerde
bırakmalı, trafik polisinin gelip kaza raporu hazırlamasını beklemelidir.
Eğer kaza geçiren araçlardan biri yol tarafiğini engelliyor ise, aracın
sunucusu aracını yol kenarına çekmeli, gelen trafik polisine bilgi
vermelidir.
- Kazada yaralananlar var ise, bilen kişiler ilk yardımını yapmalı, onları
en yakın sağlık kuruluşunun "acil servis"ine götürmek için yoldan
geçen araç sürücülerinden yardım istemelidir.
- ister sürücü, ister yolcu, ister görgü şahidi olalım; bir trafik kazasıyla
yüz yüze geldiğimiz zaman mutlaka soğuk kanlı ve mantıklı hareket
etmeliyiz. Önce kendimizi, sonra çevremizi gözden geçirip bir durum
muhakemesi yapmalı, nasıl hareket edeceğimize karar vermeliyiz.
- Birileri yaralılarla meşgul olurken, birileri de aracın dörtlü sinyallerini
çalıştırarak ve yolun iki tarafına üçgen reflektörler koyarak gelen
sürücüleri uyarmalı ve vaktinde yavaşlamaları sağlanmalıdır.
Yaralılara Ik Müdahale
97
Sürücülerin hemen hepsi, ehliyet alırken "ilk yardım" dörsi gördükleri
halde,
nedense
çoğu
işin
inceliklerini
ve
tekniğiniunutmakta\rastgele hareket etmektedir.
Trafik kazalarında ölümün üç
unutmamalıyız.
,...;;,, .,.,.;•
muhtemel
sebebi
olduğunu
1. Boğulma: Trafik kazalarında her üç ölümden biri boğulma sonucu
meydana gelmektedir. Kazazade bayılmış ise, dilin gevşeyip serbest
kalması sonucu, geriye sarkarak nefes yolunu tıkayabilir. Nefes
yolunun tıkaması demek, hastanın birkaç dakika içinde boğularak
öleceği demektir. , [;;,..
2. Kan Kaybı: Ağır kanamalar çok tehlikeli olup, kazazade kan
kaybından ölebilir. Dış kanamalar, çoğumuzun düşündüğünün ve
korktuğunun tersine, kolayca kontrol altına alınabilir.
3. Şok Hali: Bazan şokun belirtileri tam olmayabilir. Ancak işin ehli
kimseler, kazazadenin konuşmasından ve davranışlarından durumun
ciddiyetini anlarlar. Şok halindeki bir insan, içine düştüğü durumun
farkında değilmiş gibi hareket eder. Davranışları ve sözleri şuurlu
değildir.
Yaralıların aracın dışına taşınması, baygın haldeki kazazadenin
solunum yolunun açılması, kırıklara-kanamalara ilk müdahale, kalp
masajı, şok halindeki kazazadeye ilk müdahale gibi hususlar başına
birer teknik olup, ayrı ayrı açıklanması gereken ve bu kitabın
konusunu aşan meselelerdir.
SELAMLAŞMA, HAL-HATIR SORMA
Selâmın Anlamı
Selam, saygının ve sevginin ifadesidir. Selamlaşmak, insanlar
arasında münasebetleri pekiştirir. Selâm, Arapça asıllı bir kelime olup
"selle98
me" fiilinden türemiştir. "Her türlü ayıp ve fenalıktan uzak bulunmak"
mânâsına gelir.
Toplulumuzda genel olarak kullanıldığı şekilde "Selamün aleykürrf7"
dediğimizde, "Esenlik, huzur ve saadet senin üzerine olsun" demiş
oluruz. Ayrıca, bu selamı kullanmakla, selam verdiğimiz kişiye aynı
inancı paylaşan bir kimse olduğumuzu belirtmiş ve şöyle demiş
oluruz: "Benden sana ne ayıp bulaşır, ne de kötülük gelir. Benden
emin olabilirsin."
Selâm germenin Şekli
Her milletin geleneklerine ve kültürlerine uygun bir selamlaşma şekli
vardır. Bazan halkın selamlaşma şekli ile asillerin ve yöneticilerin
selamlaşma şekli birbirinden ayrılır.
Kimileri şapka çıkarır, kimileri baş eğer, kimileri ellerini başlarına götürür, kimileri ellerini kalplerinin üzerine koyar, kimileri eğilir, kimileri
el öper, kimileri kucaklaşır, kimileri öpüşür, kimileri tokalaşır, kimileri
yere kapanır (secde eder), kimileri etek öper ve hakeza...
Kültürümüzün temel dinamiklerinden biri olan selam, Türklerin
Müslüman olmasıyla birlikte, bütün dünya müslümanlarınm kullandığı
şekliyle "Selamün Aleyküm" olarak yerleşmiştir. Bin yıldan fazla bir
süredir kullandığımız ve aynı zamanda karşılıklı dua anlamında olan
"Selamün Aleyküm" yerine ikame edilmeye çalışılan "Günaydın,
Tünaydın, İyi Akşamlar" gibi güneşin hareketlerine bağlı selamlaşma
kelimeleri pek rağbet görmemiştir.
Günümüzde ise, özellikle gençler arasında kısaca "Selam" şeklinde
kullanılmakta veya daha ilginç selamlaşma şekilleri türetil-meye
çalışılmaktadır. Her kelimeyi ve kavramı aslına uygun olarak
kullanmak gerekir. Karşılıklı iyi temenniler barındıran "Selamün
99
aleyküm -Aleykümselam" şeklindeki selamlaşma tüm Anadolu'da
yerleşmiş bir gelenektir.
Selâm Vermenin Genel Kuralları
* Selâm verirken sesimizi ne çok yükseltmeli, ne de duyulmasını
zorlaştıracak şekilde kısmalıyız.
* Selâm verirken ses tonumuzu muhatabımıza göre ayarlamalıyız.
Kendimizden yaşça ve mevkice küçük birine selâm verirken veya
selâmını alırken, sesimize kibirli bir ton vermemeli, sesimiz tevazu ve
şefkat ifade etmelidir.
* Kendimizden yaşça ve mevkice büyük birine selâm verirken veya
selâmını alırken, sesimiz hürmet ifade etmeli; ancak aşırıya varan bir
yaltaklanma içine girmemeliyiz.
* Kapalı bir mekâna girerken selâm verildiği gibi, çıkarken de selâm
verilebilir. Ancak, içeri giren kimse, sık sık girip çıkması gereken biri
ise, her seferinde selâm vermesi topluluğu rahatsız edeceğinden
buna lüzum yoktur.
* Yolda yürürken, otobüste, vapurda iken karşılaştığımız dostlarımızı,
komşularımızı, işyeri arkadaşlarımızı selamlarız. Hatta birine adres
sormaya kalktığımızda bile, önce selam verip, söze daha sonra
girmek gerekir.
* Anadolu insanımızın samimiyetinin bir göstergesidir ki, tenha bir
yolda karşılaştıkları tanıdık tanımadık herkese selam verirler.
* Yolun karşısında gördüğümüz kimseyi, sesimizin son perdesine
kadar bağırarak selamlamak doğru değildir. Yanına kadar gidip
selamlaşmak gerekir.
* Bizi selamlayanlara kibarca karşılık vermeliyiz. Duymazdan gelmek,
saygı sınırlarını aşan bir davranıştır.
100
* Bir işyerine girildiğinde selamdan sonra "hayırlı işler" şeklinde
temennide bulunmak güzel bir davranıştır. Fakat temenniyi selâm
yerine kullanmak doğru ve mantıklı değildir.
* Günümüzde resmî dairelerde, askerler arasında, sosyete muhutlerinde, gençlik gruplarında ve halk arasında selamlaşma şekli
farklılıklar arze-debilir. Bu farklılaşmada -Batılılaşma adına- hızlı bir
kültür değişimine uğramış olmamızın payı büyüktür.
Resmf Dairelerde Selâm
îş takibi için bir resmî daireye gittiğimiz zaman uymamız gereken bazı
kurallar olduğunu unutmayalım:
* Her resmî dairenin ve büyük özel işletmelerin işleri kolaylaştırmak
için bir "Müracaat" masası vardır. Bir daireye ilk defa uğruyor ve
işimizin hangi bölümü ilgilendirdiğini bilmiyor isek, müracaat
masasındaki
* Müracaat masasına uğramadan, rastgele herhangi bir bölüme
gitmek ve işimizle ilgisi olmayan bir memura soru sormak nezaket
kurallarına aykırıdır. Böyle yaptığımız taktirde memuru görevi
olmayan bir konuda meşgul etmiş, haksız yere onun zamanım almış
oluruz. Bazı memurların size kızgın ve sert cevap vermesinin sebebi
budur. Günde yüz kişinin bir memura görevi olmayan konularda soru
sorduğunu düşünün ve kendinizi o-nun yerine koyun.
* Bir memurun işimizi yapmak görevi de olsa, nazik ve kibar
davranmayı ihmal etmeyiniz. Nazik bir insana herkesin yardımcı
olacağını unutmayınız.
* Memurlarla muhatap olurken daima "beyefendi - hanımefendi" diye
hitap ediniz. "Kardeş, amca, dayı, abla, ağabey" gibi hitaplar
kullanmayınız. Bu tarz hitaplar, karşınızdakinin gözünde değerinizi
düşürür.
101
* Eğer muhatap olduğunuz kimse, makam sahibi bir ise, makamı ile
hitap edebilirsiniz. "Müdür bey, Müdire hanım" gibi.
* Kapalı bir odaya girerken mutlaka kapıyı vurunuz, içeriden "girin"
veya" giriniz!" sesi duymadan içeri girmeyiniz. . :
* Başınızda şapka varsa, içeri girerken, şapkanızı çıkarınız.
* içeri girince, başınızı eğerek selâm veriniz.
* Görüşeceğiniz kimseyi veya makam sahibini önceden
tanımıyorsanız, onunla bir dostluğunuz yoksa, "selâmun aleykum"
veya "merhaba" şeklinde sözlü selâm vermeyiniz. Baş eğmeniz yeterli
olacaktır. - .,."
* içeri girdiğinizde, görüşeceğiniz kimse, telefonla konuşuyorsa veya
yanında başkaları varsa, size söz vermesini yani "Buyurun!" demesini
bekleyiniz.
* Meramınızı en kısa yoldan, anlaşılır cümlelerle ve kibar bir dille
anlatınız.
* Evrakınızda bir eksiklik varsa bunları tamamlamanız söyleniyorsa,
işin yapılması için ısrar etmeyiniz. Söylenenleri not ediniz ve teşekkür
ederek oradan ayrılınız. Bürokrasiden yakınıp işinizi zorlaştırmayınız.
0-radaki makam sahibinin kanunlara ve yönetmeliklere uymakla
yükümlü bulunduğunu, kanun ve yönetmelikleri değiştirme yetkisinin
ancak TBM-M'de olduğunu unutmayınız. v
SELAMLAŞMA, HAL-HATIR SORMA
* işinizin çabuk yürümesi için devlet memuruna hediye, bahşiş veya
rüşvet teklif etmeyiniz. Devlet Memurları Kanunu'nda hediye, bahşiş,
rüşvet verilmesi-almması yasaktır. Devlet memuru, belli bir maaş
karşılığında gördev yapmayı taahhüt etmiştir. Maaşın azlığı bahşiş
102
veya rüşvet almasına maazeret teşkil etmez. Zira işe girerken bu
maaşa razı olmuş devletin o birimiyle anlaşma yapmıştır.
* Devlet memuruna, işgal ettiği makam, yetki ve mesuliyet
dolayısıyla bahşiş ve rüşvet verilmektedir; bu ise haksız kazançtır,
yetkisini kötüye kullanmaktır.
Selâmda
* Yaşça küçük olan büyüğe.
* Makam ve bilgi yönünden aşağı olan yükseğe.
* Yürüyen oturana.
* Vasıta üzerinde olan yürüyene.
* Az olan grup çok olan gruba.
* Kapalı mekâna giren içeridekilere.
* Merdivenden inen merdivenden çıkana.
* Kapıdan çıkan, kapıda bekleyene önce selâm vermelidir.
%Verhaba" Selâm Yerine Geçer mi?
Her toplulukta misafire iltifat etmek ve onun kendisini rahat
hissetmesini sağlamak için selâm ve hal hatır sormadan sonra,
"Lütfen rahatına bak. Lütfen kendini evinde hisset. Lütfen yabancı
gibi durma." gibi benzeri sözler söylenmesi âdet haline gelmiştir.
Araplarda da selâmdan sonra, "Merhaba ve Sehlen. Ehlen ve Sehlen."
demek âdet haline gelmiştir. Merhaba: "Burada genişliğe, rahata
103
kavuştun; kendini ferah hisset, dostlar arasındasın." anlamlarına
gelmektedir.
Araplarda geçerli olan manaya göre "Merhaba" selâm yerine
geçmemektedir. Fakat Türkler'de bilhassa cumhuriyetin ilânından
sonra selâm yerine kullanılır olmuştur.
Tokalaşma ve Kucaklaşma
Tokalaşmak, selamlaştıktan sonra sadece sağ veya her iki eli birden
kullanarak karşısındaki kimse ile ellerini birleştirmesidir. Bu esnada
halhatır sorulur, karşılıklı iyi dileklerde bulunulur. Tokalaşmak,
kültürümüzde yaygın bir adettir. Hatta sık görüşmeyen iyi dostlar
karşılaştıklarında, to-kalaştıktan sonra birbirlerine sarılıp ku-caklaşırlar
ki, buna da musafaha veya kucaklaşma denir. Ayrıca küçüklerin
büyüklerin
ellerini öpmesi konusu vardır ki, bu konuda bilgisizlikten kaynaklanan
bazı yanlış uygulamalar görülmektedir. Kültürümüzde eli öpülebilecek
kimseler, ilim sahibi, dürüst, âdil büyüklerdir. Aksi halde sırf dünyevî
mevkî ve makamından, zenginliğinden, şan ve şöhretinden dolayı bir
kimsenin eli öpülürse; el öpeni küçük düşüreceği için uygun
görülmemiştir. Erkeklerin kadınların elini öpmesi de, hoş
karşılanmayan davranışlardandır.
' Kötü Tercüme Ürünü Selamlaşmalar
Batı'dan dilimize çevrilen hikâye, roman ve filmlerde selamlaşmada
kullanılan hitap şekilleri ve ünlemler komik anlamlar verilerek
tercüme edilmekte, bunlar gençlerimizin dilinde dolaşmakta, zamanla
alışkanlık haline gelmektedir.
îşte birkaçı:
104
-Vaaav!
* Herkese merhaba! (Hello every body!)
* Nasıl gidiyor? (How is going on?)
* Kendine iyi bak! (Take çare yourself!)
* Boş ver! (Take it easy!)
Batılılarda, Selamlaşmada Takip Edilen Sıra
* Evlerde verilen davet ve partilere gelen kimseler önce evin hanımını
selâmlar.
* Toplantıdan ayrılan erkek bütün bayanların önünde saygı ile eğilir.
* Başında şapka bulunan bir erkek, tandığı bir kadınla karşılaşınca
şapkasını çıkararak onu selâmlar. Kadın izin vermedikçe şapkasını
giymez. Melon ve silindir şapka kenarından, fötr şapka ise
yukarısından tutularak çıkarılır.
* Kadın elini uzatmadıkça, erkek elini ona uzatmaz.
* Kadın eldivenli ise, eldivenini çıkarmadan kendisine selâm veren
erkeğe elini uzatır.
* Kiliselerde ve cenaze törenlerinde hafif bir baş eğmesi ile selâm
verilir. Sözlü selamlaşma ve tokalaşma yapılmaz.
* Sinema, tiyatro, konser gibi yerlerde de birbirlerini gören tanıdık
kimseler sadece bir baş eğmesi ile selâm verir.
* Şapka giyen hanımın eldiven giymesi şarttır.
105
Batı Toplumlarında El Öpme
Bizde el öpme saygı ve hürmet ifâde ettiği, yalnız aile büyüklerinin,
öğretmenlerin, din büyüklerinin eli öpüldüğü halde; Batılılarda durum
bundan farklıdır.
* Batılı erkekler, nezaket ve kibarlık gösterisi olarak evli kadınların
elini öperler.
* Aralarında yaş farkı ne olursa olsun, kadınlar birbirlerinin elini
öpmezler.
* Eğer bir kadın, bir erkeğe elini öptürür de topluluktaki diğer
erkeklere öptürmezse büyük kabalık yapmış sayılır.
* Bekâr kadınlarla genç kızların eli öpülmez.
* Bekâr bir kadın veya genç kız, kendisi ile tanıştırılan erkeğe öpmesi
için elini uzatırsa; bu davranışı hafiflik ve iffetsizlik olarak
değerlendirilir.
* Bir erkek, kadın izin vermedikçe onun elini öpmez. Öpme işi,
dudaklar kapalı olarak ele değdirilerek yapılır. Kadın eldivenli ise,
öpme çene değdirilerek yapılır; eldivenin öpülmesi kabalık sayılır.
* El öpülmesi sırasında, erkek hafif eğilerek kadının gözlerine bakar
ve ona, "Bugün çok şıksınız" veya "Bugün çok güzelsiniz." gibi
iltifatlar eder.
* El öptükten sonra, öpülen el sıkılmaz.
* El öpme işi davetlerde, balolarda, yemekli toplantılarda yapılır.
Sokakta el öpülmez.
106
* Davetlilerin toplu olarak bulunduğu salona giren bir erkek, sadece
ev sahibi hanımın elini öper. Diğer kadınları eğilerek başla selâmlar.
Batı Toplumlarında El Sıkma
* Müslümanlar iki elle tokalaşıp el sıktıkları halde, Batılılar tek elle
tokalaşırlar.
* El sıkışma sırasında eller aşağı yukarı hareket ettirilmez.
* El sıkışmada daima sağ el kullanılır.
* Karşılaşma ve tanışma sırasında, önce kadının elini uzatması
beklenir. Kadın elini uzatmadığı taktirde, erkek el uzatmaz. Bu
taktirde erkek hafif bir baş eğmesi ile kadını selâmlar.
* Kadının el uzatma biçiminden sadece el sıkmak mı yoksa elini
öptürmek mi istediği kolayca anlaşılır. Elini aşağıda tutarak uzatırsa,
sadece el sıkışmak istediği anlaşılır ve eli öpülmez. Yukarı kaldırarak
uzatırsa, erkeğe elini öpebileceğini ima etmiş sayılır ve mutlaka
öpülür; öpülmezse büyük kabalık ve hakaret sayılır.
* Bir kadın erkeğe elini uzattığı zaman erkek şapkalı ise mutlaka
şapkasını çıkarması gerekir; fakat kadın şapkasını ve eldivenini
çıkarmaz.
Batı kültürüne özenen ve kadın erkek ilişkilerinde oldukça serbest
davranan bazı Türk erkekleri, Batı geleneklerini de aşarak, kendisi ile
tanıştırılan bir bayana elini uzatmakta; onu kendisi ile el sıkışmaya
mecbur bırakmaktadır. Halbuki Avrupa geleneğinde erkek kadının
elini uzatmasını bekler; uzatmadığı taktirde el sıkışma olmaz. Sadece
baş işareti ile selâmlaşılır ve hal-hatır sorulur.
TANIŞMA VE TANIŞTIRILMA
' - Takdim edeyim efendim, Kaya Bey!.."
107
Arkadaşlığa ve Dostluğa İlk Adım
EK ÇOK arkadaşlıklar ve yakın dostluklar tanışma ile başlamıştır.
Öyle ki, bazan yeni tanışanlar eski tanışları gölgede bırakacak uzun
ömürlü dostluklar kurmuşlardır.
Tanıştırılan iki kişi huy, şahsiyet, sosyal seviye, bilgi ve inanç
yönleriyle uyuştukları, birbirine değer verdikleri nisbette hemen
kaynaşıverir; arkadaşlıkları kısa zamanda dostluğa dönüşür.
İnsanlar çok çeşitli ve değişik zamanlarda, şartlarda, yerlerde ve
ortamlarda tanışırlar. Ya bir olay sırasında bizzat, veya birileri
tarafından do-layılı olarak tanışırlar.
Tanıştırılmada sıra daima aşağıdan yukarıya doğrudur: - Küçük
büyüğe
- Talebe hocaya
- Memur âmire
- Askerlikte ast rütbede olan, üst rütbede olana
- Erkek kadına
- Genç kız evli erkeğe ve kadına
- Tek kişi topluluğa
- Yeni gelenler önceden gelenlere takdim edilir.
- îki kişiyi birbiri ile tanıştıran şahsın nâzik ve güler yüzlü hareket
etmesi gerekir. Tanıştırma hitabı, kişilerle olan samimiyetimize,
yaşlarına ve sosyal statülerine göre değişir.
108
- Eğer bir öğrenci bir öğretim görevlisi ile ta-nıştırılacaksa, tanıştıran
da öğrenci ise, "Hocam, izin verirseniz, size arkadaşım Kenan Yıldınm'ı tanıtmak istiyorum." diye saygılı bir ifâde kullanmalıdır.
- Büyük elini uzatmadan, küçük elini uzatmamak, büyükten önce
hatır sormamalıdır. Büyük elini uzatıp "Na-sılsıız, iyi misiniz?" dedikten
sonra, küçük de elini uzatır; el sıkışırken "Teşekkür ederim, efendim.
Siz nasılsınız? veya sadece Teşekkür ederim, efendim" diye mukabele
eder.
- Tanıştırılacak kişiler arasında fazla yaş farkı yoksa ve sosyal statüleri
de birbirine yakın ise, tanıştıracak şahsın izin istemesine gerek
yoktur. "Ahmet Bey, size arkadaşım (veya dostum) Celal Bey'i
tanıştırayım." diye takdim etmek yeterlidir, îki taraf birbirini
beklemeksizin el sıkışır, "Nasılsınız, iyi misiniz?" diye hatır sorar.
- Tanıştırılan kişilerin, birbirlerine isimleri ile hitap ederek hal hatır
sormaları hoş bir inceliktir. İnsanlar başkalarının ağzından isimlerini
duymaktan zevk alırlar.
- Tanıştırıldığınız kişinin adını doğru anladığınızdan şüphede iseniz;
adını yanlış söyleyerek mahcup olmaktansa; işin başında "Affedesiniz
adınızı yanlış duymuş olmaktan korkuyorum; Celil Cumalıoğlu'ydu
değil mi?" şeklinde nazikçe sorabilirsiniz.
* Ayakta bir kişi, oturan bir kişi ile tanıştırılıyor ise; oturan yeriden
kalkıp tanıştığı kimseyi ayakta karşılamalıdır. ,
* Tek kişi topluluğa tanıştırılıyor ise, topluluğun ayağa kalkması
gerekmez.
* Tanıştırıldığınız kişiyi önceden tanıyor iseniz ve tanıştırmak isteyen
kimse de bunu söylemenize fırsat bırakmadan takdim işine başlamış
ise, bırakın devam etsin. Tanıştıranın sözünü yarıda kesip onu
mahcup duruma düşürmeyiniz. Tanışma işi olup bittikten sonra
109
söylemeniz daha uygundur. Böyle durumlara düşmemek için, en iyisi,
takdime "Ahmet Bey, Celâl Bey'i tanıyor musunuz?" sorusu ile
başlamaktır.
* Aileden bir kişiyi tanıtırken soyadı söylenmez. "Ağabeyim Hüseyin.
Babam Süleyman." demek yeterlidir.
* Tanıştırdığınız kişiyi unvan ve özellikleriyle birlikte takdim
edebilirsiniz: "Genel Müdürümüzün babası Ali Korkmaz Bey." gibi.
* Tanıştırılan tarafların birbirlerine nazik ve saygılı davranması,
tanışma şurasında göz göze gelip tebessüm etmeleri nezaket
gereğidir. Halk arasında, "Say beni, sayayım seni." diye muşhur bir
söz vardır. Tanıştırılma sırasında ciddi ve kayıtsız davranmak, başka
tarafa bakmak, gururlu bir tavır takınmak görgüsüzlük ve
nezaketsizlik olarak telakki edilir.
* Bir müessese veya firma adına bir yere başvuran kimse, kendi adını
değil firmasının adını vermelidir. Çünkü orada kendi adına değil,
firması adına bulunmaktadır.
Vasıtalı Tanışma
Bir kimseyi, bir başkasına mektupla, kartvizitle, telefonla tanıştırmak
ve tavsiye etmek de mümkündür. Bir işin görülmesi için alınan ve
yardım talep eden kartvizitler bundan müstesnadır. Kartı
götürdüğünüz makama kendinizi tanıtmanız gerekmez. Kart sahibinin
adını zikrederek, "Efendim, ben filanca tarafından geliyorum. Size bu
kartı gönderdiler, selâmları var." gibi bir başlangıç yaptıktan sonra
kart uzatılır, okunması beklenir. Karşı taraf kartı okuduktan sonra,
doğrudan maksadınızı anlatabilirsiniz.
îş mektubu, kartvizit gibi vasıtalarla tanıştırılan kişi, mektubu alan
kişiden sıcak bir ilgi ve samimiyet beklememelidir. Zira tanışmanın
sebebi işe dayanmaktadır, işin görülmesi halinde maksat hâsıl olmuş
sayılır.
110
Elinde bir tavsiye mektubu veya kartvisit bulunan kimse, elindeki
vasıtayı ilgili makama götürmeden önce telefonla randevu alması
hem işin görülmesi hem de nezaket kuralları yönünden daha
isabetlidir.
Bana Mengene Yusuf Derler
UĞUN SEVİNÇLİYİM. Ziyaretçim var. Uzun zaman aynı sırayı
paylaştığımız bir okul arkadaşım beni görmeye geliyor.
- Haltere başladım! diyor telefonda.
- Ne güzel!... diyorum, artık sana "Sıska ibo" diyemeyecekler.
Keyifleniyor:
- Yusuf'un sayesinde başladım... Aynı dairede çalışıyoruz. Devam
ettiği "Halter Kulübü"ne beni de götürüyor. Çok iyi bir arkadaş;
onunla tanışmanı isterim.
- Sen tavsiye ettikten sonra, neden olmasın...
Fırsatı değerlendiriyor:
- Gelirken Yusuf'u da getireceğim.
-Hay hay! Getir tabiî...
- Karşında yepyeni bir İbo bulacaksın. Adaleli ve güçlü bir ibo...
Hey gidi İbrahim! Halter kim, sen kim?.. Telefonda bunu
söyleyemiyorum tabiî... "Sıska" lakabıyla çağırdığımız zaman çok
kızar, idareye gider, "Bana lakap takıyorlar." diye şikâyet ederdi.
Zavallı, halter çalışmakla, uzun zamandır bastıramadığı aşağılık
duygusundan kurtulacağını sanıyor...
111
Tam saatinde geliyor. İçeriye öyle bir komik girişi var ki, görülmeye
değer. Hindi gibi kabarmış, baş dik, göğüs ileride, kollar gergin...
Sırıtarak:
- Vay, Sürmenaj
gömülmüşsün...
Osman!
diyor,
yine
kitapların
arasına
- Artık çocuk değiliz; bırak şu zevzekliği... diyorum.
Kucaklaşıyoruz. Kollarının bütün gücüyle sıkıyor beni... Gülüyorum.
- Nasıl, güçlenmişim değil mi? diye soruyor.
- Bu yaştan sonra halter de nesi be ibrahim?
Arkadaşını gösteriyor:
- Öyle deme! Yusuf alınır sonra.
- Hoş geldiniz! diyorum Yusuf'a,
elimi uzatıyorum.
Aman Allahım! Keşke uzatmaz olaydım... Adam elimi avucunun içine
alıyor ve öyle bir sıkıyor ki; neredeyse parmaklarım kırılacak!.. Acıdan
mosmor kesiliyorum. Bağırma-mak için kendimi zor tutuyorum.
Yüksüğüm parmaklarımın etine gömülüyor.
Elimi bıraktığı zaman dayanamayıp İbrahim'e dönüyorum:
— Arkadaşın gerçekten güçlü bir halterciymiş; az kalsın parmalarımı
kırıyordu...
Arkadaşı keyifle sırıtıyor:
112
— Övünmek gibi olmasın; bana "Mengene Yusuf" derler...
Yusuf yaptığı kabalığın farkında bile değil... Keyfim iyice kaçıyor. "Vah
ibrahim! Vah zavallı arkadaşım.." diyorum içimden... "Nasıl oluyor da
böyle geri zekâlı bir adamla arkadaşlık yapapiliyorsun?.. İstediğin
kadar halter çalış... Fil kadar da güçlü olamazsın ya... Sağlıklı zayıf bir
vücudun sana ne zararı var? Tahtakale hamalları bile senden daha
güçlüdür. Haydi onlar adale gücüyle para kazanıyorlar. Ya sen?
Sadece bir "Sıs-kı İbo" lakabından kurtulmak için mi bunca zahmete
katlanıyorsun? Bilmez misin ki, insan meclisinde zekî, kibar ve bilgili
kimselere değer verilir. Kasları güçlü olana değil..."
Bütün bu içimden geçenleri eski okul arkadaşıma söyleyemiyorum
tabiî. Söylesem de beni anlayacağını sanmıyorum...
KONUŞMA VE HİTAP
Görgü ve nezaketin en bariz göstergesi dildir. Sonra hal ve
davranışlar gelir. Bir insanın telaffuzundan ve imlâsından, o insanın,
kültür seviyesini tahmin etmek zor değildir. Çünkü kelimeleri doğru
te- (' leffuz etmek, cümleyi imlâya uygun kurabilmek ancak belli bir
a eğitimden sonra mum"f kün olabilmektedir.
Eğitimin dile ve davranışlara aksedip alışkanlık haline gelmesi de
çevreye bağlıdır. İnsan, ancak uygun bir çevrede güzel alışkanlıklar
kazanabilir. Görgü ve nezaket kurallarını bilmek başka, tatbik etmek
başkadır. Çünkü görgü teorik bir bilgi değil; bir hayat tarzıdır. Okulda,
iş yerinde, evde, çarşıda, piknikte, insanla temas halinde olduğumuz
her yerde söz ve davranışlarımızla karekterimizi belli ederiz. İnsanlar
söz ve davranışlarımıza bakıp hakkımızda bir kanaat edineceklerdir.
İnsanları Nasıl Çağırmalı?
İnsan sosyal bir varlıktır. Kimse tek başına yaşayamaz. Yine kimse
tek başına kendi kurallarını kendi koyamaz, içinde yaşadığımız
toplumun değerlerine uymak, uymadığımız yerde kendi tercihimizi
113
zorla kabul ettirmeye çalışmamak, hele kaba kuvvete asla
başvurmamak, kırıcı ve alaycı dil kullanmamak görgü kurallarının
icâbıdır. Buna sosyoloji dilinde "çevreye uyum" denir.
Her çevrenin benimsenmiş ve peşin hüküm halini almış normları
vardır. Bu normlara uymayan insan "anormal" kabul edilir ve daima
çevre tarafından sosyal baskıyla maruz kalır. Sosyete çevrelerinde
normal kabul edilen ve rağbet gören bir tip, hapishanede "anormal"
damgası yer ve bir çeşit sosyal baskıya alınır. Aşağılanır, alaya alınır,
isim takılır. Okul ve askerî çevrelerde sivri tiplere lakap takılması
alışkanlık haline gelmiştir. Kimi lakaplar sevimli ve hazmedilir cinsten
olmakla beraber; çoğu zaman küçük düşürücü, onur kırıcıdır. Siz,
görgülü ve nazik biri olarak, her ne suretle olursa olsun, asla
arkadaşlarınıza lakap takmayınız.
* ismini bilmediğiniz bir çocuğu çağırırken "Hey, ufaklık! Hey, çocuk!
Hey, küçük!" demeyiniz.
Evli iseniz, "Oğlum! Kızım! Evlâdım!" deyiniz. Bekâr ve genç iseniz,
"Kardeş!" deyiniz.
* Kendinizden büyük olanlara ve yaşıtlarınıza daima "siz" diye hitap
ediniz.
"Sen" diyebilmeniz için şu şartlar gereklidir:
- Kişi sizden küçük, hatta çocuk olmalıdır.
- Aileden biri olmalıdır.
- Çok samimi arkadaşınız olmalı ve bu hitap şeklinize alınmamalıdır.
* Gerçek akrabalık bağının dışında sizden büyük olanlara "Amca,
Dayı, Teyze" diye hitap etmeyiniz. Daima "Beyefendi, Hanımefendi"
deyiniz.
114
Aynı kelimeyi tekrar etmek zorunda kaldığınız zaman kısa şekliyle
"Efendim" deyiniz.
* Kendinizden büyük olsun, küçük olsun insanları kaba kelimelerle
çağırmayınız. Şu kelimeleri kim duyunca hoşlanır: "Hey, baksana!
Hey, bana bak! Bir dakika baksana! Hey, sana sövlüvorum!"
Konuşurken Dikkatli Olunuz
* Konuşurken masaya vurulmaz, elde anahtar, zincir v.s. herhangi bir
nesne ile oynanmaz
* Cümle sonlarında "Anlaşıldı mı? Anladın mı? Anlatabildim mi?"
denmez.
* Yine cümle «Konuşmam, bitirmeden önce... sonlarında
tasdik
bekleyen sorular da sorulmaz: "Değil mi ama? Doğru değil mi? Öyle
değil mi? Siz de aynı fikirdesiniz değil mi? Haklıyım değil mi?"
denmez.
* Karşınızdaki kişinin veya kişilerin siz konuşurken esnediklerini,
saatlerine baktıklarını, birbirleriyle fiskos ettiklerini veya gözlerini
çevredeki eşyada gezdirdiklerini farkettiğiniz zaman anlattığınız konu
onların ilgisini çekmiyor demektir. Bu durumda en iyisi cümlelerinizi
toparlayıp konuşmaya son vermek ve dinleyicilere teşekkür etmektir.
İnsanların sizi zorla dinlemelerini sağlamak için araya yapmacık
fıkralar sıkıştırmaya, türlü şaklabanlıklar yapmaya hiç gerek yoktur.
Bu davranışınız sizi daha da çekilmez biri yapmaktan başka bir işe
yaramaz.
insanlar sizi dinlemiyor diye onları bilgisizlikle, görgüsüzlükle ve
saygısızlıkla itham eden, îmalı ve iğneli sözler kullanmayınız.
* Jestler konuşmaya zenginlik katar, dikkât uyandırır. Ancak
yapmacık ve kaba jestler geri tepen silah gibidir. En iyisi olduğu gibi
115
görünmek, daha önce alışkanlık
denemeye kalkmamaktır.
haline
getirmediğimiz jestler
* Samimi arkadaş ve aile toplantılarının dışında argo kullanmayınız.
Ancak fıkra ve anektotlarda kahramanın diliyle konuşurken argo
kullanılabilir. Argo kelimelerin de âdaba uygun olanları ve olmayanları
vardır. Nerede olursa olsun, âdaba uymayan çirkin argodan sakınınız.
Bir İstekte Bulunurken
Maddî olsun, manevî olsun, büyük olsun, küçük olsun birinden bir şey
isterken "Lütfen" deyiniz:
- Lütfen, geçebilir miyim?
- Lütfen, alır mısınız?
- Lütfen, verir misiniz?
- Lütfen, kapıyı örter misiniz?
- Lütfen, radyonun sesini kısar mısınız?
- Lütfen, parayı alır mısınız?
"Lütfen," teşekkürün ikiz kardeşidir. Lütfensiz teşekkür, teşekkürsüz
lütfen nezâkete gölge düşürür.
Lütfen ve teşekkür gönülleri fetheden iki sihirli kelimedir. Görgü ve
nezaket sarayına bu i-ki kelime ile girilir.
ÖZÜr Dilemekten Çekinmeyiniz
116
Atalarımız, "Hatasız kul olmaz." derken; insanların birbirlerine anlayış
göstermelerini, affedici ve bağışlayıcı olmalarını istemişlerdir. Olaylar
ve sebepler dünyasında yaşıyoruz. Doğrular kadar yanlışlar da
hayatın inkâr edilmez gerçeklerindendir. Hepimiz, şu veya bu
sebeple, bilerek veya bilmeyerek bazan hata yaparız. Bu hatalar
netice itibariyle ya sadece kendimizi ya da başkalarını üzer. Bu
hatadan başkaları zarar görmüş ise, üzüntümüz bir kat daha artar.
Bunu düzeltmek için, hatadan zarar gören veya incinen kimselerden
özür dilemeli; maddi zarara uğramışlar ise, zararlarını karşılamalıyız."
Emanet aldığımız bir şey kırılmış, hasar görmüş veya kaybolmuş ise;
mutlaka o şeyin yenisini almalı, sahibine iade ederken özür
dilemelidir:
* Özür dilerim, kaleminizi kaybettim. Buyurun, yenisini aldım, lütfen
kabul edin.
Eğer kırılan şey tahmin bir parçası ise; takımı ile birlikte yenisini
almalıdır. Aynı takırfiî bulamadığımız taktirde, aynı değerde, benzer
bir takım almalı; özür dileyerek iade etmeliyiz.
* Kalabalıkta birine çarptığınız zaman.
,
* Birinin ayağına bastığınız zaman.
* Birinden yol istediğiniz zaman.
* Birine adres soracağınız zaman.
* Konuşurken öksürdüğünüz zaman.
* Kısaca, başkasını rahatsız ettiğinizi hissettiğiniz her söz ve
davranışınızdan sonra özür dileyiniz.
117
Özür dilemek sizi başkalarının yanında küçük düşürmez.
,
* Bir teklifi veya fikri reddederken de mutlaka özür dileyiniz:
* Özür dilerim, size cevap verecek durumda değilim.
* Özür dilerim, sizinle aynı fikirde değilim.
* Özür dilerim, davetinize katılamayacağım. Aynı saatte bir iş
toplantısına katılmam gerekiyor. <
Yaşınız, kültürünüz, mevkiniz ne olursa olsun; size yapılan her
yardıma, her iyiliğe teşekkür ediniz. Karşınızdaki şahsın sosyal
durumu, görevi, yaşı ne olursa olsun -ister hizmetçi, ister
müstahdem, ister kapıcı, ister garson olsun- bir teşekkürle gönlünü
almak sizi küçültmez. Bilhassa o insanların hizmet arzusunu, isteğini,
size karşı olan saygısını artırmış olursunuz.
* Teşekkür, tebessümle beraber daha güzeldir. Tebessüm, sizin
teşekkürde samimi olduğunuzu gösterir. Asık bir suratla ve dil ucuyla
söylenmiş teşekkür kimseyi memnun etmez.
"\Size teşekkür eden kimseye mutlaka cevap veriniz. Susmak ve duymazcadan gelmek, teşekkürü kabul etmemek demektir.
Teşekküre cevap vermek zor değildir. Yaptığınız yardımda samimi
olduğunuzu göstermek istiyorsanız güler yüzle şu cevaplardan birini
veriniz:
- Bir şey değil.
- istirham ederim.
- Estağfirullah.
118
- Beni mahcup ediyorsunuz.
- Ben teşekkür ederim.
İsimleri Unutmayın
Psikoloji uzmanlarının tesbitlerine göre insanın kulağına en hoş gelen
ses kendi ismidir. Dünyada hiç kimse isminin unutulmasını ve yanlış
söylenmesini hoş karşılamaz.
Siz, siz olun, tanıştığınız insanın ismini unutmayın, ilk fırsatta not
defterine kaydediniz. Görgü ve nezaket kurallarını bilen insanlar, ilk
fırsatta, tanıştığı insanın adını, işini memleketini, kimin vasıtasıyla
tanıştığını not defterine kaydeder. Kartvizit taşımanın temel esprisi de
budur, ilk tanıştığınız kimseye kartvizitinizi vererek sizi hatırlamasına
yardımcı olunuz.
Eğer tanıştığınız kimsenin adını ilk söylenişte anlamamış, kaçırmış
iseniz; nazikçe sorunuz:
- Özür dilerim, lütfen adınızı tekrar eder misiniz?
- Özür dilerim, adınızı yanlış işitmiş olmaktan korkuyorum... Abdulfettah Çulcuoğlu dediniz, değil mi?
Yanlış bir isim söyleyerek mahcup olmaktansa, sormak daha iyidir.
Adını sorduğunuz için kimse sizi kınamaz.
Tanıştığınız kimse protokolda adı geçen yüksek makam sahibi biri
değilse adının sonuna Bey ekleyerek hitap etmeniz en normalidir.
- Tanıştığımıza memnun oldum Ahmet Bey. Nasılsınız? Diyelim
tanıştığınız kişi belediye başkanıdır. Bu durumda adı ile hitap etmek
yerine makamının başına sayın ekleyerek hitap etmelisiniz:
119
- Tanıştığımıza memnun oldum, Sayın Başkan. Nasılsınız, efendim?
Saygı ve iltifatta aşırıya gitmek hafifliktir; size puan kaybettirir:
- Sizi tanımaktan şeref duydum, saygıdeğer başkanım. Zatıâileriniz
nasıllar, efendim?
İltifatta aşırı gidenler, Osmanlıca kelimeler kullanırken telaffuz ve imlâ
yanlışları yaparak iyice gülünç duruma düşerler:
- Çok saygıdeğer Belediye Başkanımız, Fabrikamıza teşrif etmişlerdir.
Halbuki bunun doğrusu şudur:
- Sayın Belediye Başkanı fabrikamızı teşrif etmişlerdir. Sık yapılan
hatalardan biri de "zatıâlileri" yerine "zatıâliniz, zatıâlileri-niz" hitap
şekillerini kullanmaktır:
- Zatıalinizin buyurduğu gibi... denmez.
- Zâtıâlilerinin buyurduğu gibi..... denir.
- Bu iyiliğinize müteşekkir oldum, efendim.... yerine;
- Bu iyiliğinize müteşekkirim efendim...... denmelidir.
Reddederken Nazik Olunuz
- Eğer bir davete katılmak istemiyorsanız, sakın, "daha önemli bir
işim var." demeyiniz. Bu davet sahibini
küçümsemek anlamına
geleceğinden kırıcı bir reddetme olur.
- Karşınızdaki şahsın ileri sürdüğü fikir veya görüş size ne kadar
saçma ve mantıksız gelirse gelsin; bunu açıkça söylemekten sakınınız.
Kırıcı olmayınız. Tümden red ve tümden kabul, fikirsiz insanların
özelliğidir. Bilmediğiniz bir konuda, sırf karşınızdaki şahsı memnun
etmek için:
120
- Çok doğru söylüyorsunuz.
- Çok haklısınız.
- Size tamamen katılıyorum. Demeyiniz.
Olur ki, size o konuda bir soru sorulur da cevap veremezsiniz veya
konu ile ilgisiz bir cevap verirsiniz de mahcup olursunuz. Aynı şekilde,
fikrini paylaşmadığınız bir kimseye;
- Amma da saçmalıyorsun!
- Amma da atıyorsun!
- Ne ilgisi var, canım?
- Çok mantıksız konuşuyorsun!
Demeyiniz.
Böyle "tümden red" cevaplarla karşınızdaki şahısla diyalogunuzu
koparır, köprüleri yıkar; bir düşman kazanmış olursunuz.
Batılılar, bizdeki "Renkler ve zevkler tartışılmaz." sözünün yerine daha
geniş ve daha anlamlı olarak şöyle derler: "Dinde, politikada,
modada, sporda münakaşa olmaz."
Aslında münakaşa ve söz düellosu şeklinde hiçbir konuda problem
çözmek mümkün değildir.
Yine Batı âdabında denir ki: Eğer mutlaka karşı görüş belirtmeniz
gerekirse, "Bana göre... " diye cümleye başlayınız. Çünkü size göre
öyle olan bir fikir, başkasına göre öyle olmayabilir.
121
GÜLSÜM ANAYİ HATIRLIYORUM. İlkokul son (^T sınıfa gidiyordum.
Babam, bir akşam yanında üç yabancı ile birlikte eve geldi.
Anneme seslendi:
- Hâtûn! Tanrı misafiri getirdim. Annemin yüzü sevinçle aydınlandı:
- Tanrı misafiri başımız gözümüz üzerinedir. Hoş gelmiş, safalar
getirmişler.
Yabancılar mahcup ve şaşkın öylece bakakaldılar. Annemin sevincine
bir anlam veremiyorlardı...
Çarşıda babama rastlamışlar:
- Buranın yabancısıyız... demişler; iki geceliğine kalabilecek bir otel
arıyoruz. Bize yardımcı olur musunuz?
Üç kişilik bir aile. Anne-baba, üniversite giriş sınavına katılacak olan
oğullarını yalnız bırakmamak için birlikte gelmişler. Memleketimiz
küçük bir Doğu Anadolu vilayeti olduğu için ancak birkaç oteli vardı.
Önce gelenler otelleri doldurmuş. Babamla birlikte bütün otelleri
dolaşmışlar; fakat hepsinden de "Yerimiz yok." cevabını almışlar.
Ailenin üzüldüğünü gören babam:
- Buyurun! demiş, bize gidelim. Aile reisi, ancak ücret karşılığı olursa
kabul edeceğini söylemiş.
Babam gülmüş:
- Sizin âdetleriniz nasıldır bilmem; ama biz hâlâ Osmanlı geleneğini
sürdürüyoruz... demiş. Bizde misafire yapılan hizmet karşılığında
ücret almak görgüsüzlük ve ayıp sayılır!.. İnancımız odur ki, misafir
122
rızkı ile beraber gelir ve evin bereketini artırır... Allah'a şükür, altınıza
serecek yatağımız, önünüze koyacak çorbamız vardır.
Hava iyice kararmış, akşam ezanı okunalı epey olmuştu. Annem ne
yaptı yaptı, buldu buluşturdu, bir saat içinde dört çeşit yemek
hazırladı. Misafir hanımın ağzı bir karış açık kaldı.
Akşam yemeğinden sonra koyu bir sohbet başladı. Çaylar içilirken
annem delikanlıya dönüyor:
- Kurban oğul! diyordu, göreyim seni. Suallerin hepisini cevapla da
ananın babanın emeğini boşa çıkarma. Sen akıllı bir çocuğa
benziyorsun. Vallahi içime doğdu; kazanacaksın... Okuyup büyük
adam olacaksın.
Misafir odasını karı-kocaya ayırdık. Benim odayı da delikanlı ile
paylaştık. Annem onun yatağını sererken sıkı sıkı tenbih etti:
- Aman oğul, yatarken okumayı unutma! Evveli âyet-el kürsi, ahiri üç
kulhuvallah bir elham. Önce sağına, sonra soluna üfle. Sırtüstü yat.
Büyüklerden işitmişim ki şeytan karın üstüne, gâvurlar soluna,
peygamberler sağma, veliler de sırt üstüne yatarmış. Haydi kurban,
Allah rahatlık versin!
Annem çok saf bir kadındı. Sıcak kanlıydı. Herkesi kendi gibi bilir,
hemen kaynaşıverirdi. Misafirlerimiz de çok iyi, cana yakın, nazik bir
aileydi. Bize yük olmamak için yemekleri dışarıda yemek istedilerse
de annem izin vermedi. İki gün boyunca sıcak, samimi ve hoş vakitler
geçirdik.
Sınav günü sabahı hepimiz ayaktaydık. Kahvaltıya oturduğumuz
zaman, annem, delikanlının önüne bal ve tereyağı tabaklarını
sürerken kıskanmadım desem yalan olur. Süt dolu bardağı uzatırken:
123
- Ye kurban, çekinme! diyordu; baldan, tereyağından bolca ye. Ye ki
zihnin açılsın. Süt komşudan geldi. Sıcak ve taze... Haydi, iç de bir
daha koyayım.
Delikanlı sınava giderken, annem okudu, üfledi, sırtını sıvazladı. Anne
baba mütebessim onları seyrediyordu. Delikanlının gözleri doldu:
- Sınavımın kolay geçmesi için dua et Gülsüm Ana! dedi.
Annem ellerini dizlerine vurdu. Nedense heyecanlandığı zaman hep
böyle yapardı:
- Vay kurban! Vay hayran! Söylemene ne hacet? Gönlünü ferah tut.
Hiç korkma! Şöyle sakin sakin, düşüne düşüne cevap ver.
Delikanlı, yanında annesi babası olduğu halde, sınavdan memnun
döndü. Sınavın çok iyi geçtiğini söyledi. Annem sevinçten uçacak
gibiydi:
- Ben demedim mi, oğul? Sen akıllı bir çocuksun. Okuyup büyük
adam olacaksın...
Misafirlerimizi otobüs garajına kadar götürüp uğurladık.
Delikanlının babası vedalaşırken babama döndü:
- Huso Ağa! dedi, bu iyiliğinizin altından nasıl kalkacağız? Bir hediye
almamıza bile izin vermedin...
İki ay sonra "adrese teslim" bir paket aldık. Açtık. İçinden bir eşarp,
bir çift kadın ayakkabısı, bir elbiselik kumaş, bir dolmakalem, bir de
otomatik saran tütün tabakası... Paketten çıkan kartta dolmakalemin
bana, tütün tabakasının babama, gerisininde anneme ait olduğu
yazılıydı... Delikanlı ayrıca şu notu ilâve etmişti: "Gülsüm Ana, müjde!
Makine Mühendisliğini kazanmışım. "
124
Annem bir sevinç feryadı kopardı. Ellerini dizlerine vurdu:
- Uy, anam! Kazanmış, ha!.. Ardından soru dolu gözlerle babama
baktı:
- Efendi, Makine Mühendisi ne demek?
Babam şöyle bir düşündü. Bilgiç bir tavırla:
- Hatun... dedi, Makine Mühendisi demek çok büyük bir adam
demek!...
Bu cevap anneme yetti. Dedim ya çok saf bir kadındır. Gururla
mırıldandı:
- Daha görür görmez anlamıştım, zahir... "Bu oğlan büyük adam
olacak." demiştim.
TELEFONDA
Telefon Konuşmaları
YÜZ YÜZE konuşmalarda olduğu gibi, telefon konuşmalarında da
nezaket ve görgü kuralları esastır.
••• * Kelimeler ne çok yavaş ne de çok hızlı telaffuz edilmelidir. Hızlı
konuşmaların elektronik çevirim sırasında parazite dönüşerek
kaybolduğu unutulmamalıdır.
* Hat arızası yüzünden karşı tarafın sesi zayıf geldiği zaman, kendi
sesinin de zayıf gittiğini düşünerek bağıra bağıra konuşanların sayısı
az değildir. Telefonda ba* ğırarak zayıf giden bir sesi
yükseltemezsiniz. Santraldeki yükselticiler, siz bağırsanız da, sesi belli
bir tonda tutarak karşı tarafa ulaştırır.
125
* Telefon çaldığı zaman, zil sesinin susmasını bekleyip ahizeyi öyle
kaldırınız. Zil çalarken ahizeyi kaldırdığınız taktirde, zil voltajı kulaklığa
gelerek sizi rahatsız edebilir.
•ri!
* Ahizeyi elinize alır almaz "Alo, evet, buyurun!" gibi kelimeler
kullanmayınız. Karşı taraf yanlış numara çevirebileceği gibi, çevirdiği
numaranın doğruluğundan emin olmak ister. Yanlış anlamalara ve
zaman kaybına sebep olmamak için kendinizi, telefon numaranızı
veya şirketinizin adım takdim ederek başlayınız:
- "Burası 231 61 72, buyurun!
- "Ben Mustafa Kılıç, buyurun!"
- "Anadolu inşaat A.Ş., buyurun efendim!" gibi.
"Aloo, sesin gelmiyor, bağır bağır!.
* Telefonla biri-ni veya bir kurumu aradığınız zaman, karşı taraf
kendisini tanıtmazsa, "Orası neresi? Kimsiniz?" gibi kaba sorular
sormayınız.
Nazik bir s-os tonuyla:
- "Kiminle görüşüyorum, efendim?" - Orası Anadolu inşaat
A.Ş. mi, efendim?" gibi ifâdeler kullanınız.
* Telefonunuz çaldığında, ahizeyi kaldırıp kendinizi takdim ettiğiniz
halde; karşı taraf kim olduğunu söylemezse ve sesinden de tanıyamıyor iseniz yine nâzik bir lisanla:
- "Kiminle görüşüyorum, efendim?"
126
- "Özür dilerim efendim, kiminle görüşüyorum?" diye sorup karşı
tarafın kendisini tanıtmasını sağlayınız.
* Eğer karşı taraf yanlış numara çevirmiş ise; bunu nâzik bir dille
anlatınız:
- "Özür dilerim efendim, o isimde birini tanımıyorum; galiba yanlış
numara çevirdiniz."
- "Kaç numarayı aramıştınız, efendim? Burası aradığınız numara değil,
özür dilerim."
* Karşı taraf yanlış numara çevirdiği ve özür dilemediği hallerde dahi
siz yine nâzik davranınız.
* Yanlış numara çevirdiğiniz zaman karşı taraftan en kibar şekilde
özür dileyiniz.
* Telefonla konuşurken başka bir işle meşgul olmayınız. Karşı taraf
sizi görmediği halde, ses tonunuzdan dikkâtinizin dağıldığı
anlaşılacaktır. Zira insan aynı anda iki işle birden meşgul olamaz;
mutlaka dikkati dağılır.
* Genel kurala göre, telefonu arayan kişi kapatır ise de; bu hak sıraya
bakılmaksızın yaşça ve makamca büyük olana verilmelidir. Eğer
arayan kişi âmiriniz, üstünüz, anne-baba gibi aile büyüklerinden biri
ise mutlaka telefonu onun kapatmasını bekleyiniz. Konuşmanız bittiği
halde karşı taraf telefonu kapatmıyor ise; "Bir emriniz var mı? Bir
isteğiniz var mı?" gibi nâzik bir dille, konuşmayı sona erdirir, önce
onun kapatmasını sağlayabilirsiniz.
* Telefonla konuşurken içeriye bir büyüğünüz girerse, ayağa kalkıp
başınızla selâm veriniz. Büyüğünüz görgü kurallarını bilen biri ise, size
oturmanızı ve devam etmenizi söyleyecektir. Siz de konuşmayı kısa
kesmeye özen gösteriniz. Bu mümkün olmazsa, karşı tarafa "Özür
127
dilerim, ben sizi
kapatabilirsiniz.
biraz
sonra
arayacağım."
diyerek
* Karşı tarafın aradığı kişi evde veya iş yerinde yoksa:
"Babam dışarı çıktı efendim; kim aradı diyeyim?
:
telefonu
-i
-
* "Babam dışarı çıktı efendim; bir notunuz: varsa alayım, gelince sizi
arasın."
* "Mustafa Kılıç bey toplantıdalar efendim; bir notunuz varsa alayım,
toplantıdan çıkınca sizi arasın." gibi nâzik bir dille karşı tarafın ismini,
telefon numarasını varsa notunu kaydediniz. :
* Âmiriniz, büyüğünüz veya aile üyelerinden biri telefonla görüşürken
odasına girmemelisiniz. Kazara odaya girip telefonla görüştüğünü
farkederseniz hemen dışarı çıkmalısınız. Sizin yanınızda rahat
konuşamayacağını, iki kişinin konuşurken bir başkasının buna kulak
misafirliği yapmasının görgü kurallarına aykırı olduğunu unutmayınız.
* Odanızda veya büronuzda birden fazla telefon varsa, biri ile
konuşurken diğeri çalarsa onu açıp hiçbir şey demeden bekletmek
hoş bir davranış değildir. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, arayan
kişiyi gereksiz yere bekletmek ve ikinci telefonda konuştuklarınız ona
dinletmektir, ikincisi, arayan kişi âmiriniz, hocanız, bir aile büyüğünüz
olabilir. Bu taktirde ona karşı kabalık yaptığınızı düşünerek hakkınızda
menfi kanaat edinecektir.
* Aynı binada ve hele aynı katta bulunan âmirinizi bir iş konusunda
telefonla aramak görgü kurallarına aykırıdır. Âmirinizin bunun aksine
bir prensibi veya emri olmadıkça, bizzat makamına giderek konuyu
arzetmelisiniz.
* Evinizde veya büronuzda sizden yaşça ve makamca büyük bir
misafiriniz varken telefon çalarsa, ondan izin isteyerek cevap
vermelisiniz, îzin aldıktan sonra konuşmayı uzatmadan bitirmeniz iyi
bir davranış olacaktır.
128
* Telefona cevap verdiğiniz sırada, yanınızda bulunan misafiriniz
arayanı tanıyor ise; "Yanımda kim var bil bakalım? Bak, kimi
veriyorum?" gibi iki tarafı görüşmeye mecbur edici davranışlardan
kaçınınız. Zira her iki taraftan biri -sizin bilmediğiniz bir sebepten
dolayı- bu görüşmeyi arzu etmiyor olabilir.
Telefonun ahizesini kısa bir müddet elinizle kapatarak misafirinize
"filanca ile görüşüyorum" diyerek bilgi verebilirsiniz. Böylece, görüşüp
görüşmeme kararını misafirinize bırakmış olursunuz. Eğer misafiriniz
konuşmanız bittikten sonra arayan kişi ile görüşmek istediğini veya
selamını iletmenizi söylerse mesele kalmaz.
* Telefonda konuşma âdabım kısaca şöyle sıralayabiliriz:
* Telefonda konuşurken sakız çiğnemek, birşeyler yemek, çay içmek,
sigara içmek görgü kurallarına aykırıdır.
* Konuşma sırasında öksürmek veya aksırmak zorunda kalırsanız;
ahizeyi uzaklaştırmalı, elinizle kapatmalı öyle öksürmeli ve mutlaka
karşıdan özür dilenmelisiz.
* Acil ve önemli görüşmeler hariç, telefon saatleri iyi seçilmeli; karşı
tarafı rahatsız edecek zamanlarda aramamalıdır. Sabah 900 dan önce
akşam 2200 den sonra ve yemek saatlerinde mecbur malmadıkça
telefon edilmemelidir.
* Telefon etmeden önce ne konuşacağınızı kısaca not etmeyi
alışkanlık haline getiriniz. Böylece konuşmayı uzatıp karşı tarafın
zamanını almamış olursunuz.
Arayan siz iseniz:
- Kendinizi tanıtınız.
- Karşı tarafla samimi iseniz selâm veriniz.
129
- Karşı taraf sizden yaş ve makamca büyük ise, hürmetlerinizi arzediniz.
- Samimiyetin derecesine göre hal-hatır sorunuz.
- Arama maksadınızı kısaca anlatınız.
- Tekrar görüşme ümidiyle telefonu kapatınız.
- Sizi arayan kişi, şehirler arası görüşme yapıyor ise; konuşmayı
uzatan taraf siz olmayınız.
- Umumi telefonla görüşürken, sırada başkalarının olduğunu
düşünerek, konuşmayı uzatmayınız. Konuşmayı uzatan karşı taraf ise;
umumî telefondan aradığınızı ve sırada başkalarının da bulunduğunu
söyleyiniz/
- Şirketlerin, müesseselerin ve büroların santral memuruna telefona
nasıl cevap vermesi gerektiği öğretilmeli; kibar davranması
sağlanmalıdır.
Bu cümleden olarak:
- Sekreter (veya santral memuru), arayan kişinin kendisini
tanıtmaması halinde; "Kim aradı diyeyim efendim?" sorusuyla arayan
kişinin adını öğrenmeli ve aranan tarafa bildirmelidir.
- Sekreter, arayan kişiyi tanışa dahi, karşı taraf böyle bir teşebbüste
bulunmadıkça hal hatır sormamalıdır.
- Aranan kişi, herhangi bir sebeple, telefona cevap veremeyecek
durumda ise; sekreter bu durumu karşı tarafa kibar bir dille
anlatmalı; "Ahmet bey şu anda toplantıda bulunuyorlar efendim. Bir
notunuz varsa alayım; toplantı bitince kendisi sizi arasın." gibi benzeri
cümlelerle görevini yerine getirmelidir.
130
- Sekreter, "Ahmet beyi niçin arıyorsunuz? Ahmet bey şu anda size
cevap veremez." gibi kaba sözlerden kaçınmalıdır.
- Arayan kişi, görüşme isteğinin şahsî olmadığını söylemesi ve
problemini dile getirmesi halinde sekreter onu problemi çözelebilecek
bir başka yetkili ile görüştürerek yardımcı olmalıdır.
- Kendinizden yaşça ve makamca büyük biri ile telefon görüşmesi
yapacağınız zaman sekreteriniz vasıtasıyla aramayınız. Bizzat kendiniz
arayınız.
* Telefon çaldığı zaman, ahizeyi kaldırmadan önce radyo, teyp,
televizyon gibi çalışan sesli cihazları kapatınız veya sesini iyice kısınız.
Telefona yakın oynayan ve bağrışan çocuklar varsa onları susturunuz
yahut odadan dışarı çıkarınız.
* Konuşma sırasında, karşıyı dinlerken "Ha! Hı! Hım!" gibi tasdik
sesleri çıkarmayınız. Onu dinlediğiniz belli etmek için "Evet. Evet,
efendim." demelisiniz.
* Âcil ve önemli bir işiniz olmadıkça komşunun telefonunu
kullanmayınız. Hele komşudan izinsiz onun telefon numarasını
başkalarına vermeyiniz. Komşunuz izin verse dahi, telefon numarasını
verdiğiniz kişiye çok önemli bir işi olmadıkça aramamasını söyleyiniz.
* Komşudan telefon ederken konuşmayı uzatmayınız.
* Şehirler ve milletler arası görüşme yapmak için asla komşunun
telefonunu kullanmayınız. Siz ücretini teklif etseniz dahi, o nezaket
icâbı kabul etmeyecek, dolasiyle mahcup duruma düşmüş olacaksınız.
* Telefonunuzun yanında, kullanmaya hazır bir not defteri ve kalem
bulundurunuz. Not alması gerektiği zaman, "Durun bir dakika; bir
kalem bulayım."diyen insanların sayısı az değildir.
ÇALIŞMA HAYATI VE İŞYERİ AHLÂKI
131
Çalışmak ve üretmek, yakın zamana kadar ailenin geçimini temin
etmek maksadı taşırdı insan hayatında. Kapitalizmin dünya
gündemine gelmesiyle, hayatı
üretmek ve tüketmek olarak algılar hale geldik adeta... Çalışmanın ve
kazanmanın da bir âdabı, bir ahlâkı olduğunu unuttuk gibi... Bunun
yerini, firmaların üretimi daha üst seviyede tutmak için belirlediği
kurallar aldı.
Çalışma hayatı olduğu kadar, bir devleti ve o devleti oluşturan
müesseseleri ayakta tutan, ileriye götüren ve yükselten her alanda
yetişmiş, bilgili, tecrübeli ve ehil kadrolardır.
Batı dünyası, hızlı reform ve rönesans hareketleriyle Orta Çağ
karanlığından kurtuldu. Sanayi Devrimi ile silâh üstünlüğünü ele
geçirdi, modern ve güçlü ordularla dünya haritasındaki yerlerini
aldılar.
îster devlet müesseselerinde olsun, ister özel işletmelerde olsun
verimliliği sağlayacak, mükemmeli yakalayacak yetişmiş insan
gücüdür, işçisinden genel müdürüne kadar herkes üzerine düşen
görevin en iyisini yapmalı, iş disiplinine uygun hareket etmelidir.
Hayatının hiçbir alanında disipline riayet etmeyen fertlerden oluşan
toplumların, milletler yarışında geride kalması da gayet tabiidir.
Memurlara Düşen Görevler
* Memur, amirinden izin almadan görev yerini terketmemelidir.
* Verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeli, bugünün işini yarına
bırakmamalıdır.
* îzin almadan ve haber vermeden amirin makamına girmemelidir.
132
* Amiri çağırdığı zaman kapıyı vurmadan girmemeli, amirin karşısında
edeble durmalı, yer göstermedikçe oturmamalıdır.
* Amirin odasına girerken ve çıkarken selâm vermelidir.
* Amirin iltifatları karşısında gevşememeli, ciddiyetini muhafaza
etmeli, teşekkürle mukabelede bulunmalıdır.
* Amirin gözüne girmek ve makam elde etmek için arkadaşlarını çekiştirmemeli, yağcılık yaparak insanlık şerefi ayaklar altına
alınmamalıdır.
* Amire karşı saygılı olmak başka, meddahlık yapmak başka şeydir.
ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.
* Aldığı maaşa razı olmalı, işini yaptığı kimselerden ne isim altında
olursa olsun rüşvet almamalıdır.
Amire Düşen Görevler
* Amir memurunu, işveren işçisini, kendisinden son gücüne kadar
faydalanılacak bir hammadde olarak görmemelidir.
* Amir, memurlar arasında ayırım yapmamalı, "Filanca amirin
adamıdır." dedikodularına sebebiyet vermemelidir.
* Bir memurun kasti olmayan küçük bir ihmalinden dolayı öfkeye
kapılmamalı, ona hakaret taşıyan sözler söylememelidir.
* Memurun meslekî gelişimi için elinden gelen gayreti göstermeli,
nitelikli memurların önünü tıkamamalıdır.
* Amir davranışlarında ve sözlerinde ne hafifmeşrep ne de kibirli
olmalıdır, ikisinin ortası ciddiyet ve vakardır. Amir, işgal ettiği
makamın hakkını vermeli, makamın şerefini vakarıyla korumalıdır.
133
* Müessesenin problemlerini çözmek ve daha verimli iş gücü elde
etmek için her seviyedeki memurlarıyla istişare etmeli, onların
görüşlerini almalıdır.
Aynı şartlarda çalışan, aynı işi yapan ve aynı maddeyi üreten iki
fabrikadan biri kâr yaptığı, işçilerine tatminkâr ücretler ödediği halde;
diğeri zarar ediyor ve işçilerin ücretini zamanında ödeyemiyor ise,
bunun tek sebebi "iş ahlâkı"nda aranmalıdır. Zira, iş ahlâkı verimliliğin
lokomotifidir.
Patronun işçiyi korudu.-, --.u..•.- :
:
, v ; ;:
;,=
; •-ğu, kâr oranında âdil bir ücret politikası takip ettiği; aynı zamanda
işçinin de helâlinden kazanmak için var gücüyle çalıştığı, patronu
velînimet bildiği bir işletmede verimin artacağı tabiîdir.
işçiyi kârı artıran bir hammade gibi gören, işçi fakr-ı zaruret içinde
sıkıntı çekerken kedisi debdebeli bir hayat süren patronlar ömürlü
olamaz, îş yerinde grevler, huzursuzluk, işi yavaşlatmalar başlaya^
çak; verimlilik düşecek, dolayisiyle zarar kaçınılmaz olacaktır.
Bir işyeri, ürettiği malın sağlam ve kaliteli olmasına dikkât etmek
zorundadır. Üretilen mal elbette tüketilecektir. Aynı malı birkaç
değişik firma üretebildiği gibi; dışarıdan da ithal edilebilmektedir.
Müşteri mallardan en sağlamını ve fiyatı en uygun olanını tercih
edecek; dolayisiyle üretimde kaliteye dikkat etmeyen firma piyasanın
güvenini kaybedecek ve sonuçta malını satamayarak zarar edecektir.
Dilimize geçmiş bulunan "pabucu dama atılmak" tâbiri, Osmanlı
toplumunda kalma olup, üreticiye "göz dağı" ifâde etmekteydi. Esnaf
malını sağlam yapmaya mecburdu. Yaptığı ayakkabıyı satarken bir
sene dayanacağını söyleyen bir esnafın ayakkabısı vaadettiği
müddetten önce eskidiği taktirde, müşteri ayakkabıyı alıp o bölgenin
"Lonca Teşkilatı "na götürür, yapılan inceleme sonunda gerçekten
sağlam yapılmadığı tesbit edilirse; o ustanın çürük ayakkabısı dama
atılır ve dükkânı belli bir müddet kapatılırdı.
134
Osmanlı'da iş ahlâkı son derece önemliydi. Ustanın yanına verilen bir
çıraktan istenen ilk şey, "eline, beline, diline sahip ve hâkim
olmaktır."
Bir zanaatkar, kendisine teslim edilen çırağa ahilik terbiyesi ile iş
terbiyesini beraber öğretir; onun iyi ahlâklı bir kalfa olmasına dikkat
ederdi. Mesleğin sırlarını yavaş yavaş öğretir; malzemeyi nasıl
kullanacağını,
müşteriye karşı nasıl davranacağını anlatırdı. İş
arkadaşlarıyla, mes-lekdaşlarıyla iyi geçinmek de esnaflığın
âdâbmdandı.
Dükkânı sabah erkenden besmele ile açmak, içeriyi silip süpürmek,
âletleri yerli yerine koymak çırağın göreviydi. Sonra kalfa gelir, çırağın
eksiklerini tamamlar, daha dikkatli olması için nasihatta bulunurdu.
Kalfa, kendi başına dükkân açacak seviyeye gelince, ustasının iznini
almadan teşebüse geçmezdi. Ustanın ve loncanın maddi yardımları ile
gerekli takımlarını alır, dükkânını tutar, özel bir merasimle ve ustanın
du-asıyla dükkân açılırdı.
* Resmî olsun, özel sektör olsun her işletmede çalışanlar arasında bir
hiyeraşi vardır. Bu, iş bölümünün gereği ve tabiî sonucudur.
Çalışanlar, birbirlerine saygılı olmalı, makamlarına uygun hitap etmeli,
"amca, dayı, ağabey" gibi akrabalık sıfatlarıyla çağırmamalıdır.
* İş sırasında, hele müşteri ile konuşurken, sakız çiğnemek, sigara
içmek, bir şeyler yemek iş ahlâkına aykırıdır.
* Mesai saatlerini görev harici işlerle geçirmemeli, ziyaretçilere uzun
zaman ayırmamalı, iş telefonunu özel maksatlar için kullanmamalıdır.
* İş yerine vaktinde gelmeli, vaktinden önce ayrılmamalı, kendine
düşen görevi en iyi şekilde yapmalı, ekip arkadaşlarıyla uyum içinde
olmalıdır.
135
* Giydiği elbise, yaptığı işe uygun, temiz ve kaliteli olmalıdır. Atölye
elbisesi ile büroda oturulmayacağı gibi; büro elbisesi ile de atölyede
çalışılmaz.
* Giyim kuşam kadar, iş yerinin tertip düzeni de müşteri üzerinde
tesir bırakır. Masasının üstü kâğıt ve dosyalarla dolu bir sekreterle,
tezgâhının üstü takımlarla dolu bir işçi kimseden "çalışkan" notu
alamaz. Her kademedeki çalışanın, iş yerini temiz ve düzenli tutması
hem estetik hem de iş güvenliği bakımından gereklidir.
* Her görevli, görevini aşan davranışlardan kaçınmalı, müşteri ile
yetkisi oranında muhatap olmalıdır.
Çok üniteli bir şirketin müracaat memurunu ele alalım. Müracaat
memuru, gelen müşteriye veya ziyaretçiye yardımcı olmakla
görevlidir. Ziyaretçiyi ayakta karşılamak, selâmım almalı, "Buyurun
efendim, size nasıl yardımcı olabli-rim." demelidir. Oturduğu yerden,
asık bir suratla ve polis edasıyla "Ne istiyorsun?" dediği zaman
işletmeye eksi bir puan kazandırmış olur.
Yine yetkisini aşıp şirket sorumlusu gibi, müşterinin elini sıkamaz.
"Hoş geldiniz. Nasılsınız?" sözleriyle samimi davranışlarda bulunamaz.
Müşteri görüşmek istediği yetkilinin ismini verir, fakat ziyaret sebebini
söylemezse; "Müdür beyle ne işiniz var? Müdür bey ile ne
yapacaksınız?"
"Almadan çıkma abi, şuna da bir bak!.." diye onu sorguya çekemez.
Sadece "Kim geldi diyeyim efendim?" sorusunu yöneltip ziyaretçinin
ismini alır ve ilgili şahsa bildirir. İlgili şahsın talimatına göre hareket
eder.
* Küçük esnaf işletmelerinde durum farklıdır. Bir tezgahtar
gerektiğinde patron adına hareket edebilir ve bütün gün müşteri ile
kendisi muhatap olur. Müşteriyle ne kadar iyi diyalog kurabilir ve ne
kadar mal satarsa neticede hem patron hem tezgahtar kârlı
çıkacaktır. Dolayısiyle, büyük işletmelerdeki bir müracaat memuru
gibi resmi davranamaz. Böyle olmakla beraber mal satacağım diye
136
müşteriyi sıkboğaz etmemeli, "Buradan bir-şey almadan çıkamazsın."
imajı vermemelidir.
İş Hayatında jpandevular, Telefon Görüşmeleri
Telefon, cep telefonu, faks, teleks, internet vs. iletişim harikaları
özellikle iş hayatında büyük önem arzetmektedir. işler büyük oranda
bu vasıtı-lar sayesinde görülmekte, iletişim trafiği özellikle
yöneticilerin günlük işlerini yönlendirmektedir.
Randevular da, günümüzün dinamik işgünü mesaisi içinde çok çok
önemli bir yer tutmaktadır. Randevusunu ciddiye almayan, söz
verdiği saatte görüşme yerine gitmeyen veya görüşmeye gelen
kimseleri kabul etmeyen kimselerin kıymeti -özellikle iş hayatındaher geçen gün biraz daha azalmaktadır. Çünkü bu durum, kişi
hakkında olumsuz kanatlere sebebiyet vereceği gibi, firma için de çok
zararlıdır.
Kimi zaman iş için bir firma yetkilisini ararsınız, sekreter veya santral
görevlisi size "Toplantıda" veya "Şu an görüşmesi var. Notunuzu
alalım, sizi daha sonra arasın" şeklinde cevaplarla karşılaşır, bir türlü
görüşemez ve bunda bir artniyet ararsınız.
Şüphesiz, herhangi bir mazereti olmaksızın görüşmemek için bu tür
geçiştirmeleri sekreterine veya santral görevlisine tenbihlemek doğru
bir davranış değildir, insan ilişkilerini zedeler.
Bir de, gerçekten aradığınız kişinin o anda önemli bir görüşmesi
olduğunu, fakat iki de bir gelen telefonlara bakmaktan muhatabı ile
görüşeme-diğini düşünün. Siz olsaydınız her gelen telefonu kabul
eder miydiniz? Bir de ziyareti uzatanlar, vaktini başkasının vaktini
çalarak değerlendirmek isteyenlere de rastlanır. Unutmayın, herkesin
vakti değerlidir. Kimsenin sizi eğlendirecek vakti yoktur.
ÖĞRETMEN - ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ
137
Bana Bir Harf Öğretenin Kölesi Olurum
Z. ALİ, "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum." sözü ile öğretmene
büyük saygı duyulması gerektiğini ifade etmiştir.
Tarih boyunca "okul" kadar siyasî rejime alet edilmiş bir kurum
gösterilemez. Bilhassa dikta rejimleri, okulu "düzene uygun kafalar
yetiştiren bir kurum" olarak değerlendirmiş, öğretmenleri propaganda
aracı gibi kullanmaya çalışmıştır.
Oysa bizim medeniyetimizin temel direği olan okul daima siyaset üstü
bir kurum olarak muhafaza edilmiş, siyasi kavgalara bulaşmamış,
devlet başkanlarının kapısından uzak durmuş, âlimler en ağır
işkenceler karşısında bile ilmin şerefini korumuşlardır. Öğrencilerini
zengin-fakir, soylu-avam diye ayırmamış, hepsine eşit davranmış,
onları insanlığa faydalı birer fert olarak yetiştirmeye çalışmışlardır.
Osmanlı padişahları da bu geleneği terketmemiş, o koca Yavuzlar,
Fatihler, Kanuniler bile hocalarına saygı göstermekten geri
durmamışlardır. Yavuz Sultan Selim Han'ın Mercidâbık zaferinden
dönerken hocası İbni Kemal ile olan hikâyesi meşhurdur. Büyük
Sultan, hocasının atının ayağından sıçrayan çamurun kaftanına
bulaşması üzerine tebessüm ederek, çamur lekelerinin süs olduğunu
söylemiş ve bu kaftanın öldükten sonra sandukasının üzerine
örtülmesini vasiyet etmiştir.
Öğretmenin Görevleri
* Branşında en ileri seviyede bilgi sahibi olmalı, yenilikleri takip
etmeli, hazırlanmadan derse girmemelidir.
* Konuyu öğrencinin anlayacağı seviyeye indirerek anlatmalı,
meseleyi zor göstererek öğrencinin cesaretini kırmamalıdır.
* Ahlakıyla, yaşayışıyla, davranışlarıyla ve sözleriyle öğrencisine örnek
olmalı, onlar üzerinde saygı uyandırmalıdır.
138
"Saygı istenilmez, verilir." Öğrencilerini sık sık azarlayan, onlardan
saygı isteyen ve bunu temin etmek için baskı uygulayan öğretmen,
maalesef en az sevilen öğretmenlerdir.
* Öğretmen mesleğini sevmeli, bildiklerini en iyi şekilde anlatmanın
gayreti içinde olmalıdır. Yapacak daha paralı bir iş bulamadığı için
öğretmenliği sırf geçim kaynağı olarak seçen insanlar mesleğinde
başarılı olamazlar. Onların zaten ne ilimde, ne iyi öğrenci yetiştirmede
bir iddiaları yoktur. Boş zamanlarını, kendilerini yetiştirmek ve derse
hazırlamak yerine, yedek bir iş yaparak geçirir; okula yorgun ve
isteksiz olarak gelirler. Böyle öğretmenler, ne okul idaresi ne de
öğrenciler tarafından sevilirler. Aldığı maaşla yetinen, bütün
imkânsızlıklara rağmen iyi giyinen, vakalarını koruyan, branşlarında
başarılı olan öğretmenler, hakettikleri sevgi ve saygıyı ziyadesiyle
görürler. Devletin en yüksek makamlarına gelmiş Cumhurbaşkanları
ve Başbakanlar bile böylesi saygıdeğer hocaların talebeleridir.
* Öğretmen, öğrencilerine bir baba, bir anne şefkatiyle yaklaşmalı;
çalışkanları şımartıp tembelleri küçük düşürmemelidir. Zekâ ve
kabiliyetler Allah'ın takdir ettiği değerlerdir. Eğer bir öğrenci, elinden
gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorsa, ondan zekâ ve kabiliyetinin
üzerinde
sonuçlar
beklememelidir.
Öğrencileri
birbiriyle
kıyaslamamak, her öğrenciyi olduğu gibi kabullenmelidir.
* Öğrencilerin her kusurunu, arkadaşları önünde, sayarak onu küçük
düşürmemeli; affedici, hoşgörülü olmalıdır.
* Gerektiğinde öğrencilerin problemleriyle meşgul olmalı, onları
dinlemeli, acılarına ve üzüntülerine ortak olmalıdır. Ancak bunu
yaparken, ilmin şerefini ayağa düşürecek derecede öğrencileriyle
laubali olmamalıdır.
* Notu bir tehdit vasıtası olarak kullanmamalı, not verirken adil
olmalı, ancak kılı kırk yararcasına not cimrisi de olmamalıdır.
* Zengin sofralarından, velî ziyafetlerinden, pahalı hediyelerden uzak
durmalı; haysiyet ve şerefini muhufaza etmelidir. NK
139
Gerekli Bazı Bilgiler
Aynı yaş gruplarındaki öğrenciler, aynı sosyal çevreden geliyor olsalar
bile, zekâ seviyeleri ve kabiliyetleri birbirinden farklıdır.
ilkokuldan başlayarak "Öğrenci kişisel dosyaları" ciddi tutulduğu
takdirde, yeni bir öğretmenin bu dosyadaki bilgileri okuyarak
öğrencisini tanıması kolay olacaktır. Dosyadaki bilgiler sınıf öğretmeni
ve rehber öğretmen tarafından ortaklaşa doldurulur. Dosyada
bulunması gereken bilgileri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
A- Aile Durumu:
* Babanın işi, yaşı ve tahsil durumu
- Annenin işi, yaşı ve tahsil durumu
- Anne-baba sağ mı, öz veya üvey mi?
- Ailede kaç kız ve erkek çocuk var? Öğrencimiz kaçıncı çocuktur?
- Oturdukları ev kendilerinin midir, kira mıdır? Öğrencinin kendisine
ait bir odası var mıdır?
- Mahallede arkadaşları var mıdır?
- Ailede çocuğun başarı durumunu etkileyecek ölüm, boşanma,
şiddetli geçimsizlik, maddi sıkıntı gibi ciddi olaylar var mıdır?
- Öğrencinin ev adresi
B- Okul Durumu
- ilkokuldan şu anda devam ettiği okula kadar aldığı karne notları
140
- Aldığı başarılar
- Aldığı disiplin cezaları
- Özel yetenekleri ve ilgi duyduğu alanlar
- Uygulanan zekâ ve yetenek testleri, bunlardan aldığı puanlar
- Sosyal faaliyetlere ve kol çalışmalarına katılma durumu.
C- Kişilik Durumu
- Arkadaşlarıyla geçinmesi nasıldır?
- Hocalarına karşı davranışları nasıldır?
- Kendi kendisiyle barışık, ruh sağlığı yerinde bir öğrenci midir?
- Saldırgan veya içine kapanık bir uç kişiliği var mıdır?
D- Sağlık Durumu
- Çocukluğunda ciddi bir rahatsızlık geçirmiş midir?
- Vücudunda bir sakatlık var mıdır?
- Okuldan uzun süre ayrı kalacak şekilde bir tedavi geçirmiş midir?
- Spora karşı ilgisi nedir?
- Boyu ve kilosu yaşına uygun mudur?
Zekâ Testleri ve Sonuçları
141
Bir öğrencinin zekâ seviyesinin sayı ile ifade edilmesine pedagoji
dilinde "Zekâ Bölümü" adı verilir, ve kısaca Z.B. ile gösterilir.
Testte aldığı zekâ puanı karşılığına "zekâ yaşı" denir. Zekâ yaşı,
takvim yaşma bölündükten sonra yüz ile çarpıldığında karşımıza zekâ
bölümü çıkmaktadır.
Terman, uyguladığı "Stanfort-Binet" test sonuçlarına göre elde ettiği
Z.B. değerlerini şöyle sıralamıştır: -140 Z.B. ve daha yukarısı: Deha
-120-140 arası Z.B.
-110-120 arası Z.B.
- 90-110 arası Z.B.
- 80- 90 arası Z.B.
- 70-80 arası Z.B.
-
O- 70 arası Z.B.
: Çok üstün zekâlı : Üstün zekâlı : Normal zekâlı Yavaş zekâlı Tutuk
zekâlı Geri zekâlı
Aynı sınıfta, aynı sırayı paylaşan iki öğrenciden birinin Z.B. si 125,
diğerinin 85 olsun. Biz çok üstün zekâlı bir öğrenci ile, yavaş zekâlı bir
öğrenciye aynı eğitimi vermeye, aynı şeyleri öğretmeye uğraşıyoruz
demektir. Bu durumda biri verilen bilgileri kolayca alabilecek, diğeri
zorlana-,
-, çaktır. Öğrenci dilinde biri çalışkan öbürü ten-bel
olacaktır.
Konuyu öğretmen açısından ele aldığımız zaman, zekâ seviyeleri farklı
iki öğrenciye göre
142
ders anlatmak kolay olmayacaktır. Zeki öğrenciye göre
ders anlatsa, yavaş zekâlı öğrenci dersi takip edemeyecek, seviyesine
indiğinde anlayabileceği şeyleri de anlayamayacak, ümitsizliğe
kapılacak ve kendine olan güvenini yitirecektir. Dersi yavaş zekalı
öğrenciye göre anlatsa, bu sefer çok zeki öğrenciye kolay gelecek ve
derse olan ilgisi azalacak. Pasif duruma düşecektir.
Kişisel dosyalar bu sebeple çok önemlidir. Okul idaresi, öğrencileri
zekâ seviyelerine göre sınıflara yerleştirmeli, öğretmenlere bu konuda
bilgi verilmelidir. Bazı eğitimiciler, öğrencileri zekâ seviyelerine göre
sınıflara ayırmanın -öğrenci psikolojisi açısından- sakıncalı olduğu
görüşündedirler. Evet, bazı sakıncaları olmakla beraber, çok farklı
seviyedeki öğrencileri aynı sınıfta toplamaktan daha iyidir.
Batı ülkelerinde daha ideal uygulamalar var. Farklı sınıflar yerine farklı
okullar açılıyor. Her okul bölgenin ihtiyacına göre belli kabiliyette ve
belli zekâ seviyesinde öğrenci kabul ediyor. Yâni öğrenci kabulünde
sadece zekâ seviyesi esas alınmıyor.
Yeri gelmişken, zekâların da çeşitlere ayrıldığını söylemekte fayda
var. Sosyal zekâya sahip bir öğrenci, fen ve matematik konularında
fazla başarı gösteremeye-bilir. Yine fen zekâsına sahip bir öğrenci de
sosyal konulara ilgi duymayabilir. Zekânın da çeşitlere ayrıldığım
bilemeyen bazı öğretmenler • ve veliler bu tür öğrencileri anlamakta
zorluk çekerler. Matematikte başarılı olan bir öğrencinin neden sosyal
konularda vasat puanlar aldığını bir türlü anlayamaz ve öğrenciyi
sıkıştırır.
Batı ülkelerinde ta ilkokuldan başlayarak öğrencinin zekâ seviyesini,
ilgi duyduğu alanları, kabiliyetlerini ve zekâ çeşidini tesbit eder, kişisel
dosyasına işlerler. Liseyi bitiren bir öğrencinin hemen hemen hangi
üniversiteye gideceği bellidir. Akademik zekâya sahip olmayan
öğrenciler, klasik liselere gönderilmez. Kabiliyetlerine ve ilgi alanlarına
uygun bir meslek okuluna gönderilir. Mekanik zekâya sahip bir
öğrenci, meslek okulunu bitirerek çok başarılı bir usta veya teknisyen
olabilmektedir.
143
Öyle ise, çocuklarımızı bir alana yönlendirirken, onun bu alana uygun
bir kabiliyette ve bu alanda başarı gösterebilecek bir zekâ çeşidine
sahip olup olmadığım araştırmamız gerekiyor. "Oğlum doktor olacak,
oğlum mühendis olacak" gibi zorlamalarla çocuğumuzu sevmediği ve
ilgi duymadığı bir alana itmemeliyiz. Böyle yaptığımız takdirde, çok
başarılı olabileceği ve seve seve çalışacağı bir meslek seçmesi
mümkün iken, bizim zorlamamızla sevmediği bir mesleği seçecek ve
hayatta muvaffak olamayacaktır.
Böyle anne-baba ve çevre baskısıyla kabiliyetinin dışında meslek
seçen pek çok üniversite mezunu gençlerin sonradan meslek
değiştirdiklerini ve sevdikleri bir alana yöneldiklerini görüyoruz.
Başarının Kuralları
Bir öğrencinin tahsil hayatına devam edip etmeyeceği daha ilkokul
sıralarında belli olur. Zeki, kabiliyetli, okumaya hevesli çocuklar
hemen kendilerini belli ederler. Ancak, bu arada, ilkokul öğretmenine
büyük görevler düştüğünü de ifade etmeliyiz.
Mesleğini seven, kalbi çocuk sevgisiyle dolu, her öğrencisiyle tek tek
yakından ilgilenen, çocuk psikolojisi bilen, öğretim metodlarma vâkıf,
ehliyetli ilkokul öğretmenlerine çok şey borçluyuz. Bu eli öpülesi
insanlar, bizlere sadece okunıa-yazma öğretmekle kalmaz; bizi
terbiye eder, hayata hazırlar, medenî davranışlar kazandırırlar.
Eğitim tarihi boyunca, maalesef ehliyetsiz öğretmenlerin eline
düştüğü için, okuldan soğuyan ve tahsil hayatına devam etmeyen,
üstelik "geri zekâlı" damgası yiyen birçok dâhi insan biliyoruz.
Yüzlerce icadı gerçekleştiren Edison da bunlardan biriydi, ilkokul
öğretmeni onun annesini çağırmış "Çocuğunda okuyacak zekâ yok,
boşuna ümitlenip de vakit kaybetme. Götür bir ustanın yanına çırak
ver, belki bir meslek öğrenir." demişti.
Bir öğrencinin başarılı olması için sadece öğretmenin ehliyetli ve bilgili
olması yetmez. Öğrencininde üzerine düşeni yapması gerekir. Bizler
144
de bir zamanlar aynı sıralardan geçtiğimiz başarı konusunda öğrenci
kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz olacak:
* Okula anne-baba zoruyla geldiğinizi düşünmeyiniz. Okulun size
neler kazandıracağını, hayatta ulaşmak istediğiniz hedefin ne
olduğunu, hayalci değil, gerçekçi bir biçimde belirleyiniz.
* Hangi derslerde başarılı olduğunuzu, bu başarının daha çok sizden
mi yoksa öğretmenden mi kaynaklandığını araştırınız. Yine hangi
derslerde başarısız olduğunuzu veya sevmediğinizi, bunun sizden mi
yoksa öğretmenden mi kaynaklandığını tarafsız ve gerçekçi bir gözle
inceleyiniz. Bu inceleme sizin gerçek kabiliyetinizi ve kendinizi
tanımanızı sağlayacaktır.
* Başarısızlık ilk anda gözünüzü korkutmasın. Mutlaka başaracağınıza
inanın ve kendinize güvenin, bir arkadaşınızın yapabildiğini siz neden
yapamayasmız?
* Derse mutlaka hazırlıklı ve istekli giriniz. Öğretmeni dikkatle
dinleyiniz. Üzerinde ısrarla durduğu noktaları not ediniz.
* Ders çalışmak için rahat edeceğiniz bir yer seçiniz. Dikkatinizi
dağıtacak şeylerden uzak durunuz. Ders çalışmayı bir mecburiyet
olmaktan çıkarıp zevk haline getiriniz. Bunu yaptığınız takdirde,
zamanla çalışmayı sevecek, başarının mutluluğuna ereceksiniz.
* Anlamadığınız noktaları gözardı etmeyiniz. Öğretmeninize veya
bilen arkadaşlarınıza sorup öğreniniz.
* Başarılı arkadaşlarınıza danışınız. Onların çalışma metodlarını
uygulamaya gayret ediniz. Hayatta muvaffak olmuş, başarılı tarihî
şahsiyetlerin biyografilerini okuyunuz. Onların hayatında başarının
sırlarım göreceksiniz.
145
* Her gün derse ayıracağınız zamanı düzenli olarak belirleyiniz. Bu
zamanı verimli bir şekilde değerlendiriniz. Medenî milletlerin planlama
sonucu gelişme gösterdiklerini unutmayınız.
* Sürekli en iyi olmaya çalışınız. Sınıf geçmenize yeterli notlar sizi
tatmin etmemelidir. Zorlukların üzerine gidiniz, pes etmeyiniz.
* Çalıştığınız dersin ana hatlarını kavramaya çalışınız. Ana hatları
kavradığınız takdirde örnekler ve detaylar daha kolay anlaşılacaktır.
* Bir dersi tam anlamadan bir sonrakine geçmeyiniz. Dersi çalışmış
olmak için değil, anlamak için çalışınız.
* Çalıştığınız konuların gerçek hayatta size neler kazandıracağını
düşünün ve öğrenmekten zevk almaya çalışın. Size okutulan bütün
dersler, konunun tecrübeli ve bilgili insanları tarafından hazırlanmış,
sizi sıkıntıya sokmak için değil, hayata bilgili bir insan olarak
hazırlamak için programa alınmıştır.
* Sizi okuldan soğutmak için, okuyamamış insanlar veya tenbel
arkadaşlarınız kulağınıza menfî şeyler fısıldayacak ve belki de şöyle
diyeceklerdir: "Okuyanları görüyoruz. Çoğu üniversite mezunları iş
bulamıyor. Bulanları da az bir maaşla çalışıyor ve ay sonunu nasıl
getireceğiz diye kara kara düşünüyorlar. Lise mezunu bile olmayan
öyle zenginler var ki, üniversite mezunu insanlar çalıştırıyorlar." Siz
de onlara başarılı olmuş, bürokratları, bakanları, genel müdürleri,
eser vermiş ilim adamlarını gösteriniz. Paranın ve servetin herşey
demek olmadığını tarihe mâlolmuş büyük insanların paralarıyla ve
servetleriyle değil, buluşlarıyla ve eserleriyle tanındığını söyleyiniz.
* Hangi branşı seçerseniz seçin, idealiniz büyük olsun. Meselâ
edebiyata karşı ilgi duyduğunuz için Edebiyat Fakültesi'ne mi girdiniz.
Hedefiniz üniversiteyi birincilikle bitirmek ve büyük bir yazar olmak
olsun. O zaman bütün dersleri zevkle çalışacak, yüksek notlar alacak,
kendinize olan güveniniz artacak ve hedefinize adım adım
yaklaşacaksınız.
146
* Edison'a başarının sırrı sorulduğunda şu cevabı verir: "Başarının
yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri dehadır. Bu sırrı keşfeden her
akıllı insan mutlaka muvaffak olur."
Bu satırların yazarı, sevdiği meşhur bir yazara "Bu güzel üslûbu nasıl
kazandınız?" sorusuna karşılık şu cevabı aldı: "Çok okur, çok yazarım.
Yazdıklarımın içinden ancak yüzde onunu basılmaya lâyık gördüm.
Yüzde doksanı dosyalar içinde duruyor."
* Hocalarınıza karşı saygılı olunuz. Soru sorarken, tartışırken nezaketi
elden bırakmayınız. Hocanız da bir insandır, o da hata yapabilir. Bir
dalgınlık sonucu, yanlış bir şey söylediği zaman, onu mahcup edecek
bir ses tonuyla itiraz etmeyiniz.
* Ders çalışan bir makine haline gelmeyiniz. Spora, arkadaşlrımza ve
ailenize de zaman ayırınız. Ders çalışırken hırslı değil, istekli olunuz.
Sizden bir not yüksek alan arkadaşınızı kıskanmayınız. Onu tebrik
ediniz ve nerede yanlış yaptığınızı bulup doğrusunu öğreniniz.
* Sınıfın en iyisi olsanız dahi, alçak gönüllü olunuz. Arkadaşlarınızı
kıskandıracak söz ve davranışlardan sakınınız.
GİYİM - KUŞAM
"Moda o kadar çirkin bir şeydir ki, altı ayda bir onu değiştirirler."
Bernard Shaw
Giyinmenin Maksadı
insan dünyaya çıplak olarak gelir. Başka hiçbir canlıda rastlanmayan
ilginç bir durumdur bu. Hayvanât âlemi sırtında kürküyle, kalın
derisiyle,
147
tüyleriyle doğar. Örtünmek maksadıyla herhangi bir eşya
kullanmazlar. Sadece insanoğludur ki, örtünmeye ihtiyacı oldu-ığu
halde dünyaya gönderilmektedir.
insanlık tarihi boyunca,
"Üzerimdekini daha yeni diktirmiştim ama?!."
örtünmeyi şekillendiren en
önemli etmenlerden biri din olmuştur. Yani insanlar soğuktan,
sıcaktan ve diğer dış etkenlerden korunmak için örtünürken, ilâhî
emirler doğrultusunda bunu şekillendirmektedirler. Batılı modacılar,
dini yönlendirmeyi gözardı ederek "bunu artık biz belirliyoruz"
demektedir.
Peki, insanoğlunun sıcaktan veya soğuktan korunmak, hassas cildini
dış etkilere karşı güvenceye almak maksadıyla vücuduna sarmış
olduğu kumaş veya deriden mamul örtüler, nasıl oluyor da
birbirlerine karşı üstünlüklerini kanıtlama aracı olabiliyor?
Demek ki, yaratılıştan bir ihtiyaç olan örtünme, insanın süslenme ve
güzel görünme isteğiyle'birleşince karşı konulmaz bir moda anlayışı
doğuyor. Modayı, insanan örtünme ihtiyacını güzel görünme duygusu
içinde şekillendirmesi olarak anlamlandırabiliriz.
Elbise ve oda
Kapitalizm, tüketim esasına dayanan bir ekonomi modelidir.
Devleşmiş sanayi çarklarının durmadan çalışması gerekir. Çarklar
durduğu ~ an makina medeniyeti yaşayamaz, çöker.
Dev sanayi çarklarının durmadan çalışabilmesi için üretilen malların
sürekli tüketilmesi, depoların boşalması gerekir. Bu da ancak yeni
pazarlar bulmakla, yeni tüketicilere ulaşmakla mümkündür.
148
Daha çok mal satmanın şimdilik bilinen en ustaca yolu, yeni mallar
üretmek ve eski modelleri de birkaç değişiklikle piyasaya sürmektir.
Kısacası, her şey tüketim içindir.
Reklâm şirketleri, iyi eğitilmiş pazarlama uzmanları ve albenili teşhir
merkezleri (show-room), müşteri avlamak üzere her an pusuda
yatmaktadırlar.
Öyle ki, modern insanın bu yıl nasıl bir elbise ve ayakkabı giyeceğine
modaevleri karar veriler. Her mevsim moda değiştirilir, modası
geçmiş elbiselerin giyilmesi ayıplanır. Ve tüm bunlardan daha vahim
olan, artık insanlara giysilerine göre değer verilir olmuştur.
Gardrobunuzda ili kumaştan dikilmiş gösterişli takım elbiseler,
gömlekler, kravatlar ve ortamına göre yüzünüze takacağınız uygun
maskeler(!) varsa, itibar sahibi bir kimse olmanız çok kolaydır.
(Bayanlar için de öyle...) Yerine göre değişik kıyafetler içinde
bulunulması zaruri hale gelmiş, böyle olunca da boyun eğilmesi
gereken kurallar oluşmuştur. Yamalı bir pantolon veya gömlekle
önemli bir iş görüşmesine gitseniz, (belki sizce de mümkün değil)
karşımzdakilerin tavrı nasıl olur diye hiç düşündünüz mü?
Özellikle insanların büyük çoğunluğunun kentlerde yaşadığı
günümüzde, pekçok insanın birarada yaşamaya başlaması, birbirini
tanımayan insanların günlük hayat içinde iş veya diğer beşeri ilişkiler
vesilesiyle görüşmesini gerekli kılmaktadır. Kısa süreli bu ilişkiler
esnasında insanların birbirine karşı olan tutumlarını giysileri
belirlemektedir.
O çılgın moda anlayışlarının dışında, insanın üzerine giydiği şeyleri
kendisine yakıştırması tabii ki güzeldir. İşyerinde giyeceğimiz kıyafet
ile, evde istirahat ederken giyeceğimiz kıyafetin aynı olması mümkün
değildir.
Bizler, akıllı insanlar olarak, moda evlerinin giydirdiği robotlar haline
gelmemeliyiz. Ne giyeceğimize, nasıl giyineceğimize kendimiz, kendi
irademizle karar vermeli, bize yakışanı giymeliyiz. Bunu yaparken
149
inancımıza, ahlâkî değerlerimize ve geleneklerimize göre hareket
etmeliyiz.
Giyim-kuşam için en önemli husus, erkeklerin ve kadınların toplumsal
ahlâkı zedeleyen zorlamalara teşebbüs etmemesidir.
DEMOKRATİK GÖRGÜ
Devlet ve Hükümet Kavramları
"Ilm-i hâl" içinde bulunduğu hali bilmek ve hayatını ona göre tanzim
etmek tir. İçindeki bulunduğu hali bilmeyenler, lehlerine ve aleyhine
olan durumları da bilemeyeceklerinden, nerede nasıl davranmak
gerektiği hususunda tereddüte düşerler. Bu nedenle, demokrasi ile
yönetilen bir ülkede yaşayan insanlar olarak haklarımızı bilmek
zorundayız. Lehimize ve aleyhimize olan hususları tesbit edip,
gerektiği şekilde hukuk mücadelesi vermeliyiz. Önce, devlet ve
hükümet kavramları üzerinde duralım.
İnsan, yaratılışı gereği, toplu halde yaşama arzusunda olan bir
varlıktır. İnsan toplu halde kendisini daha güvende hisseder. İnsan
toplulukları, acı tecrübeler sonunda, sınırsız hürriyetin bir garanti
sağlamadığını, zorbaların ve güçlülerin zayıfları dilediğince ezdiğini
görmüş; korku ve endişe içinde yaşamaktansa, bu sınırsız hürriyetin
bir kısmından toplum lehine vazgeçerek geriye kalanını garanti altına
almak istediler, içlerinden güvendikleri kimselere yetki vererek,
onlardan temel hak ve rrurriyetleri korumasını istediler. Yetkililer,
toplumun huzurunu bozan zorbaların hakkından gelebilmek ve onları
itaate mecbur etmek için silah ve insan gücü kullanmak zorunda
kaldı. Sonunda maliyesi, ordusu ve mahkemeleri ile "Devlet"
dediğimiz organizasyon doğdu.
Peki, devleti yöneten insanlar kimlerdir? Bizim seçip gönderdiğimiz
millet vekilleri. Yani bizim yerimize söz sahibi olan, kendilerine yetki
verdiğimiz kimseler. O halde, biz ekseriyet itibariyle ne isek, bizim
seçip gönderdiğimiz
150
insanlar da bize benzeyecektir. Seçimin şekli tartışılabilir, en ideali
aranabilir; ama neticede yine biz seçiyoruz. Gökten zembille
inmiyorlar.
Burada devlet şekillerini ve bunların kritiğini yapacak değiliz. Şu anda
demokrasi ile idare ediliyoruz. Türkiye'de demokrasinin tam
uygulanmadığına dair görüşler vardır. Gerçeğini söylemek gerekirse,
demokrasinin ne olduğunu, Batı'da nasıl uygulandığını, gerçek
demokrasinin neler vaadetti-ğini bilenimiz çok az. Hal böyle olunca,
demokratik haklarımızın neler olduğunu da bilmiyoruz.
Demokrasilerde kişilerin tek tek fazla önemi ve tesiri yoktur. Zira
siyasilerin gözünde tek insan "tek oy" demektir. Tek insanın fazla
etkili olmadığını gören seçmenler, kendi fikrine, inancına ve dünya
görüşüne sahip bir dernekte vakıfta ve hatta bir siyasi partide
birleşerek, görüşlerinin ülke yönetiminde etkili olmasını sağlamaya
çalışırlar.
Siyasi parti şeklinde çalışmak istemeyen, ancak düşüncelerini içinde
yaşadığı ülkenin siyasetinde söz sahibi kılmak için çeşitli dernek ve
vakıflar kurarlar. Her fert, doğru olduğuna inandığı bir düşünce
etrafında örgütlenebilir. Siyasi baskı grupları olarak nitelendirilen bu
sivil toplum örgütlerinin kamuoyu oluşturma ve hükümeti etkileme
hususunda büyük tesirleri vardır.
Düşünceleri yaymak ve kamouyu oluşturmak amacıyla bir fikir
etrafında toplanan kimselerin başvurabileceği en etkili yollardan birisi
de kitle iletişim araçlarıdır. Aylık, haftalık, günlük gazete ve dergiler
yayınlamak; radyo ve televizyon istasyonları kurarak yayın yapmak,
en doğal demokratik haklarımızdandır.
Bunların dışında, büyük kalabalıkların katılımıyla mitingler ve gösteri
yürüyüşleri tertiplemek de mümkündür. Bunun için bulunulan yerin
en büyük mülki amiri olan Valilik'ten gerekli bilgiler alınabilir.
Demokrasi Topluma Neler Vaadediyor?
151
Demokratik haklarımızın neler olduğunu bilmemiz için, demokrasi
idaresinin topluma neler vaadettiğini bilmemiz gerekiyor.
Demokrasilerde, devlet, bir başkasının hürriyet sınırlarını çiğnemedikçe, ferde müdahale etmez. Her toplumun benimsediği dini inancı,
ahlakî değerleri, genelekleri, bir yaşayış biçimi yâni bütün bunların
ortak paydası olan bir kültürü vardır. Devletin ülkeyi yönetmek için
çıkardığı kanunlar ortak kültüre zıt olamaz. Her ferdin ortak kültürü
yaşama hakkına "kişi hürriyeti" diyoruz. Kişi hürriyeti, ortak kültürün
sınırlarım aştığı ve toplumu rahatsız etmeye başladığı yerde devlet
otoritesi devreye girer. Meselâ yalan söylemek ortak kültürün hoş
görmediği bir davranıştır. Toplum yalancı kişiyi sevmez, onu kırar ve
dürüst olmaya zorlar. Bu bir toplum geleneğidir, devletin araya
girmesi gerekmez. Ne zaman ki, bir kişi söylediği yalanla bir başkasını
zarara uğratırsa, meselâ filanca gün vereceğim dediği halde aldığı
borcu zamanında ödemezse, zarara uğrayan tarafın şikâyetçi olması
halinde, devletin ilgili organı devreye girerek yalancıyı borcunu
ödemeye zorlar. Burada ortak kültüre ters düştüğü ve topluma zarar
verdiği için "yalan söyleme hürriyeti" diye bir haktan söz edilemez.
* Demokrasilerde herkes kanun önünde eşit haklara sahiptir. Hiçbir
kişiye veya zümreye kanun karşısında farklı muamele yapılamaz, özel
imtiyazlar verilemez.
* Herkes yönetime katılmak için seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
* Kişi hak ve hürriyetlerini garanti altına almak ve korumak için
mahkemelere bağımsız hareket etme hakkı verilmiştir. Mahkemeler
siyaset üstüdür. Hükümet ve siyasi otoriteler, mahkemelere kendi
iradeleri doğrultusunda emir veremez; baskı yapamaz.
* Demokrasi ile idare edilen devletlere "hukuk devleti" adı verilir. Her
hukuk devletinin mutlaka bir anayasası olmalıdır.
- Anayasa millet oyu ile kabul edilmiş, temel hak ve hürriyetlere yer
vermiş olmalıdır.
152
- Devletin anayasa ile tesbit edilmiş üç önemli görevi vardır:
- Mal ve can güvenliğini korumak.
- Irz ve namuz güvenliğini korumak.
- Dış tehditlere karşı ülkeyi korumak,
J
: •'•-••<
:
rıi :
.; i : a ;:
Devletin bu aslî görevlerini yerine getirebilmesi için yine anayasa ile
tesbit edilmiş üç temel yetkisi vardır:
Yasama (kanun çıkarma) yetkisi: Kanun çıkartma yetkisi, milletin
seçtiği vekillerden teşkil eden "Millet Meclisi"ne aittir. Türkiye'de bu
yetki T.B.M.M.'ne verilmiştir. T.B.M.M. millet adına karar alan ve
kanun çıkaran bir devlet organıdır.
Yürütme yetkisi: Anayasanın tesbit ettiği esaslar çerçevesinde toplum
ihtiyaçlarını karşılamak için faaliyet gösterme ve harcama yapma
yetkisidir. Bu yetki, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu'na aittir.
Yargı yetkisi: Toplum fertlerinin birbiriyle ve devletle olan
uyuşmazlıklarını adaletli bir şekilde çözüme bağlamak yetkisi yine bir
devlet organı olan bağımsız mahkemelere aittir. Mahkemelerde kendi
aralarında normal mahkemeler ve yüksek mahkemeler olmak üzere
iki gruba ayrılır. Normal mahkemeler, uyuşmazlıklarla ilgili kararlar
verir.
Bu karar, ilgili taraflarca kanuna aykırı bulunduğu takdirde bir yüksek
mahkemeye itiraz edilir. Yüksek mahkeme, normal mahkemenin
verdiği kararı hukukî yönden inceler. Hukuka aykırı bulursa, gerekli
düzeltmeyi yaparak uygun kararı verir..
temel Hak ve Hürriyetler
Milletin oyu ile kabul edilmiş anayasa ve anayasa hükümlerine aykırı
düşmeyen kanunlarla toplumun temel hak ve hürriyetleri garanti
153
altına alınmıştır. Kanunların maksadı toplum huzurunu temin
etmektir. O halde kanunlar bir taraftan bu hakların neler olduğunu
tesbit ederken, diğer taraftan bu hakları çiğneyenleri caydırıcı ve
cezalandırıcı hükümler de taşımaktadır.
Kişilerin temel hak ve hürriyetleri:
- Kişi dokunulmazlığı
Kişi hürriyet ve güvenliği
Özel hayatın gizliliği ve korunması
Yerleşme ve seyehat hürriyeti
Din ve vicdan hürriyeti
Düşünce ve kanaatini ifade etme hürriyeti
Bilim ve sanat hürriyeti
Toplantı hak ve hürriyeti
Mülkiyet hakkı
Hak arama ve dilekçe hürriyeti '""
SOSYAL VE EKONOMiK HAKLAR [i
- Ailenin korunması
- Eğitim ve öğretim hakkı
- Çalışma ve sosyal güvenlik hakları
154
- Toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt hakkı
- Tarihî, kültürel ve tabiat varlıklarının korunması
- Gençliğin korunması
'
- Toplum sağlığının korunması.
;
SiYASÎ HAKLAR
- Seçme, seçilme, siyasî faaliyette bulunma hakkı
- Kamu hizmetine girme hakkı
- Sivil örgütlenme hakkı
Hak Aramanın Hukuki Yönü
* Anayasa ve ilgili kanun hükümleriyle garanti altına alınmış bulunan
haklarımızdan biri çiğnendiği zaman muhatabımızdan hakkımızı kendi
gücümüzle
almaya
kalkmamalıyız.
Çözemediğimiz
küçük
anlaşmazlıklarda polise, büyük anlaşmazlıklarda ilgili mahkemeye
başvurmalıyız. Eğer buna vaktimiz yoksa veya işin hukukî yolunu
bilmiyorsak, bir avukata danışıp gerektiğinde kendisine vekalet
vererek bizim adımıza hakkımızı aramasını isteyebiliriz.
Unutmayalım, hakkını korumak ancak hakkını bilenlerin işidir.
ASKERLİK GÖRGÜSÜ
Askerlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her gencin yapmakla
mükellef olduğu bir zorunluluktur. Fakülte veya yüksekokul mezunları
da okullarını bitirdikten sonra eğer lisansüstü eğitime devam
etmeyeeeklerse askerliğe çağrılırlar. Muhtelif sebeplerden ötürü
askerlik tecili ileri yaşlara kadar yapılabilmektedir.
155
Ayrıca, meslek olarak askerlik görevi yapan subay ve astsubaylar
vardır. Harp Okulla-rı'ndan yetişerek Teğmen olarak mezun olduktan
sonra Üsteğmen, Yüzbaşı, Binbaşı, Yarbay, Albay olarak rütbe
aldıktan sonra, Generallik rütbelerinden önce Tuğgeneral, sonra
Tümgeneral, Korgeneral ve Orgeneral rütbe* lerini alırlar. :Ayrıca astsubaylar da; astsubay çavuş, astsubay kıdemli çavuş,
astsu? bay üstçavuş, astsubay kıdemli üstçavuş, astsubay başçavuş,
astsubay kıdemli baçavuş rütbelerini alırlar.
;
Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Jandarma Genel
Komutanlıkları, silâhlı kuvvetlerin temel bölümleridir.
Askerlikte rütbe çok önemlidir. Çevremizde pekçok insan askerlik
yapıp bitirdiği halde rütbeleri öğrenememekte, askerlik-anılarını
anlatırken subaylardan "iki yıldızlı, üç yıldızlı"; astsubaylardan "iki
kazıklı, üç kazıklı" diye bahsetmektedirler.
Er ve erbaş olarak tanımlanan belli bir süre içinde askerlik görevini
yapanlar er, onbaşı, çavuş olarak rütbelenirler. Yüksekokul ve fakülte
mezunları, 4 aylık temel eğitimden sonra asteğmen, olarak görev
yaparlar.
Askerlikte Selamlaşma
Askerî selamlaşmanın kanunlarla ve yönetmeliklerle tesbit edilmiş
kuralları vardır. Her asker kişi bu kuralları uymak zorundadır.
Askerlikte aşağıdan yukarıya doğru sıralanan sınıflama şöyledir:
Erler
Erbaşlar
Astsubaylar
Subaylar
156
Üstsubaylar
Erler, rütbesiz askerlerdir. Diğer sınıfların hepsinde aşağıdan yukarıya
doğru kendi içlerinde bir rütbe sıralaması vardır. Aşağı rütbedeki bir
asker, kendi rütbesinin üzerinde yer alan bütün rütbeli askerlere
selam vermek zorundadır. Buna göre bir er, karşılaştığı erbaş,
astsubay ve subayların hepsine selam vermek zorundadır.
Askerî selamlaşmada genel kural şudur: Alt rütbedeki bir asker,
karşılaştığı üst rütbedeki her askeri selamlamak zorundadır. Üst
rütbeli asker de onun selamını almakla mükelleftir.
Diğer kurallar kısaca şöyle sıralanmıştır:
* Ast, karşılaştığı bir üstüne yan yana gelmeden önce selam vermeye
başlar. Elini üst indirmeden evvel indirmez.
* Selam verirken, ast yüzünü üstten yana döner.
* Ast, üstünü görmezlikten gelemez.
*, Ast, tanıdığı üstünü veya âmirini elbiseli iken de selamlamak
zorundadır.
* Araç kullanan sürücüler
* Tutuklu ve esir muhafızları
* Muhabere görevi almış devriye, gözcü ve nöbetçiler
* Selam veremeyecek kadar hasta olanlar
* Cenaze töreninde bulunanlar
* Savaşta, tatbikatta ve manevrada bulunanlar
157
* Silâh ve cephane nakli yapanlar
* Eğitim sırasında dinlenme izni verilenler
* Yürüyüş halinde olan eğitim birlikleri, selâm vermezler.
Askerlik süresi boyunca erler ve erbaşlar arasında sık sık münakaşalar
yaşanır. Anadolu'nun her köşesinden aynı bölüğe, aynı yatakhaneye
toplanan, yetiştiği yöreler farklı, kişilikleri farklı insanların birbiriyle
uyum içinde olması tabii ki çok zordur. Ancak askerlik süresi içinde bu
bir mecburiyettir. Bu nedenle, rütbe ilişkisi içinde askerliğini yapmak
en doğru olanıdır.
Fakat askerler arasına yerleşmiş kötü bir adet var ki, bunu ortadan
kaldırmak gerekiyor. Zamanın birinde herhalde onbaşılar veya
çavuşlar acemi askerlere çok eziyet etmiş olacaklar ki, her acemi er,
usta olduğunda acemileri ezmek için gün sayar adeta... Bu kötü
alışkanlık, kimi yerlerde subay ve astsubaylardan tarafından bilinçli
olarak yürütülerek, askerlerin güya kendi arasında disiplini
sağlayacağına inanılmaktadır.
Er ve erbaşlar kimi zaman subay ve astsubaylar
haksızlığa uğramaktadırlar. Askerler, haklarına dair
sahibi olmaya gayret göstermemektedirler. Tabii
saygısızlık etmek anlamında değil, kurallara herkesin
anlamında bunları ifade etmekteyiz.
karşısında da
en ufak bilgi
ki üstlerine
riayet etmesi
Askerlikte adam tutmak çok sık rastlanan bir durumdur. "Toprak"
diye birbirine hitap edenler, aynı memleketten gelmişlerdir. Üst olan
hemşerisini oldukça tutar ve onun görevlerim diğer askerlerin sırtına
yıkmaya çalışır. Unutmayalım ki, oradaki herkes insandır ve kimse
kimsenin vazifesini yapmak zorunda değildir.
Bölük komutanları olan subay ve astsubaylar da birbiriyle olan
ilişkilerinde askerliğin gerektirdiği temel esaslara riayet etmelidirler.
158
Askerlerle olan münasebetlerde ise, her zaman askerini koruyan,
onlara güvenen ve saygın bir kişiliği olan komutanların kazanacağını
unutmayın.
GELENEK SOHBETLERİ
GÜRBÜZ AZAK
"Adâb-ı Muaşeret Kuralları île Gelenekler Çatışmamak..."
ELEMEKLER, her türlü kültürün mihenk taşıdır. Fakat, "gelenek"
derken dikkatli olmalıyız; âdet ile an'aneyi birbirinden ayırmak
gerekir. Adet, bölge bölge farklılıklar gösteren alışkanlıklar ve
coğrafya mirasıdır. Aynı âdet, değişikyörelerde değişik biçimler alır.
Kan davası, kız kaçırma, akraba evliliği bir yöremizde sık görüldüğü
halde; başka bir yöremizde görülmeyebilir.
An'ane ise, milletin ortak töresidir. Burada "gelenek" derken, ortak
törenin terbiye boyutunu kastediyoruz.
Adabı muaşeret kuralları uzun vâdede değişiklikler arzeder. Masada
yemek yemek, kaşık-çatal-bıçak kullanmak, telefonla konuşmak, sıra
beklemek gibi. Hatta kıravatma uygun çorap seçmek inceliği gibi.
Kültürle âdabı muaşeret kurallarının çok yakın bir ilgisi vardır.
Biliyorsunuz, kültür, milletlerin kendilerine has yaşama üslûbu, hayatı
yorumlama tarzı demektir. Her milletin düğünü, derneği, alış-veriş
kuralları, sevinç tezahürleri, hatta kavgaları farklıdır. Millileşmiş
kültürler sağlam ve kendisiyle akortlu kaideleri de beraberinde taşır.
DAĞLAR ÖTESINÎ GÖREN ADAM
Ninemin babası "Molla Hüseyin", ünlüymüş. Onu hiç tanımadım.
Çocukluğumda "Molla Hüseyin'in torunu" diye nice insandan saygı
gördüğümü bilirim. Kasabamızın çevresinde yirmiden fazla köy vardı.
Ora yaşlıları nineme de
159
"Molla Kızı" diye hürmetli davranır, hatta zaman zaman yağ ve zahire
getirirlerdi. Ben en çok dedemin talebesi Kelekçili Mustafa Hoca'yı
severdim. Ak sakallı, uzunca boylu, fevkalâde ciddi biriydi. Kasabaya
inişinde mutlaka uğrar, "Molla Kızı"nm hatırını ayak üstü de olsa
sorar; eksiğimiz gediğimiz var mı, tetkik ederdi.
Nineme gösterilen saygının öbür yanı ise, şehid karısı olmak. Kocası
Çanakkale Savaşları'ndan dönmemiş.
Musa Hoca hep sırtı heybeli gezerdi. Salı günleri kasabaya iner,
aldıklarını iri, bol renkli, süslemeli halı heybesine kor, bir selam için
bize uğrardı.
Keskin gözleri vardı.
insana derin bakar, az konuşurdu.
Bir akşamüstü ninemi üzüntülü gördüm: - Yarın Musa Hoca'ya
gidiyoruz. Hasta, helâlleşme vaktidir. Olmaz diyemedim.
Ramazandı, er vakitte kalkıp yollara düştük. Ninem, ben ve "Fındık"
adını verdiğim küçük köpeğim...
Kelekçi, kasabamıza yirmi kilometre kadar. Tabiî yaya gidiyoruz.
Hatırlıyorum... Tozlar içinde bir yolculuktu.
Yaz sıcağı ortalığı kavuruyordu.
Bodur, cılız, az yapraklı, gölgesizi ağaçlara baka baka yürüyorduk.
Öğleye doğru köye vardık.
Musa Hoca yer yatağında, dermansız ve sarı benizle yatıyordu.
160
Göz kapaklarını güç halle açabilip, "Hoş geldin Molla Kızı" dedi.
Yatak çevresinde oğulları, hanımı ve komşulardan birkaç kişi bağdaş
kurup oturmuştu.
Ninem hoş-beşten sonra söze girdi: "Hoca, helâlleşelim..." Sıradan bir
laf, nasılsın der gibi sanki. Hoca da şaşırmadan, sohbette imiş-cesine
davranıyordu.
— Hakkım helâl et Hoca...
— Bin kere helâl olsun. Sen de helâl et Molla Kızı... Hepsi bu kadar.
Ayrılma vakti geldi. Aynı yolları aynı güneş altında yeniden
katedecektik. Ayrılırken usul usul oğullarına döndü: — Hoca kızına bir
sepet üzüm verin...
Öyle yaptılar. Yeni ermiş taze üzümleri iri ve sarı bir sepete doldurup
uzattılar.
Sepet ağırdı.
Bir ben taşıyordium, bir ninem. Sonra birlikte tutuyorduk.
Bu hep böyle sürdü. Cılız kollarım dirseklerimden kopacak gibiydi.
Fındık ise gah önümüzde gah ayaklarımın bidinde tin tin geziniyordu.
Gene; bodur, cılız, az yapraklı, gölgesi kıt seyrek ağaçlara baka baka,
bitmek tükenmez ovayı ve onu çevreleyen çakır gözlü gök yüzünü
seyredip yükün ağırlığından uzaklaşmayı umarak yürümekteyim.
Derken... küçük bir vadiye geldik. İki yanımız taşlı, dik yamaçlı...
161
Tam vadinin ortasında yukarılardan bir gümbürtü koptu. Sırtı çapraz
silahlı üç adam taşları toprakları düşüre düşüre ve adetâ yuvarlanır
gibi önümüze çıktılar.
Durduk...
Ninem, "Ne var?" diye diklendi.
üstünü başım silkeleyen silahlı kişilerden en öndeki, iki adım daha
atıp "Ana" dedi... "Üzümü istiyoruz."
Ninemde aynı asık surat:
— Niye oğul?
— Oruçluyuz, iftarlığımız yok...
Ben önce kızıdım, celallendim ve ağlamaya başladım. Durmadan
"Olmaz vermeyelim" Demekteyim...
Ninem öfkeyle baktı:
Ver o sepeti! İstemeye istemeye uzattım. Kollarımda tükenmez sızılar,
gözlerimde çamurlu yaşlar...
Sepeti aldılar, bu defa öbür yamaca yöneldiler. Gitmeleri de gelmeliri
gibi çabuk oldu. Gene arkalarından mıcırlar taşlar düştü.
Burnumu çeke çeke yürüyor, ninemin davranışına kızıyordum.
Nihayet
170
GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI
162
sordum:
— Kimdi onlar?
— Eşkıya yavrum.
- Niye verdik sepeti?
- Oruçlu isteyince verilir evladım. Musa Hoca'nm üzümleri eşkıyaya
yok yere kısmet olmaz. Bir hikmeti vardır. Sebebi boldur.
V
***
Çok geçmedi.
Naftasma kalmadan Hoca'nm vefat haberim aldık.
Ninem helva yapıp dağıttı.
Musa Hoca'yı hatırladıkça, yer yatağındaki hasta halinden ziyade,
uzun boyu, halı heybesi, ve derin sakan gözleriyle çıka gelişleri aklıma
düşer.
Ve apansız: "Molla Kızı, nasılsın?" deyişleri.
Dört başı mamur bir karekteri temsil ediyordu Hoca. Siz söylemeseniz
de o anlardı. Daha siz sormadan cevap verir, gereği kadar
konuşurdu.
Anlayan insandı Musa Hoca.
Şimdilerde düşünüyorum da, sorular içinde irkiliyorum... Acaba o
üzümleri gerçekten bize mi vermişti, yoksa eşkiyaya iletmemizi mi
istemişti?
163
İçimdeki ses şunları diyor: Musa Hoca azıksız kalmış oruçluları bal gibi
biliyordu. Eşkiya bile olsalar onları düşünüyordu.
Güzel insandı Musa Hoca...
MÜNEVVER AYAŞLI
Adâb-ı Muaşeret Bir Görgü Meselesidir Kitaptan Öğrenilmez..."
ir gün, bir yayınevi sahibi benden âdabı muaşeret kitabı yazmamı
istedi, "ihtiyaç var, iyi satar."dedi. Kabul etmedim, "yazamam" dedim. Niçin yazmak istemediğimi ona izah ettiğim gibi, size de arzedeyim: Evvela âdabı muaşeret bir görgü meselesidir; kitaptan
öğrenilmez, yaşamak lâzım. Bu bir. ikinci sebebine gelince: Evet,
belki âdabı muaşeret konusunda sizden daha fazla şey biliyorum;
ama her şeyi bilmiyorum. Yazacaklarım olsa olsa bir risale hacmi
tutar. Romanlarımda ve diğer kitaplarımda Osmanlı âdabı muaşeretini
sık sık işledim. Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Beyin iki Kızı, Pertev Beyin
Torunları, Vaniköyünde Fazıl Paşa Yalısı, Dersaadet, Edeb Yahu
bunların başında gelir,
' Yazacaksınız da ne olacak? Bu memlekette Kültür Bakanlığı yapmış
zatlar âdabı muaşeret bilmedikten sonra, geri kalanlara ne lâzım...
Talat Halma'ın Kültür Bakanı olduğu zaman ben de gazetecilik
yapıyordum. "Kültürsüz bir Kültür Bakanı" başlığı ile bir yazı yazdım.
Bu zat beni ziyarete geldi. "Eyvah, dedim içimden, şimdi bana sitem
ederse ne diyeyim?" Pek kibar, pek nazik bir adam: ••••.•.• •-•:•.•..,• ,- .., • , -•:•...*. < , ...;,.,,
-Hanımefendi, beni istanbul'da sevmiyorlar değil mi? dedi.
•*•«' »jy Vaziyeti idare etmek için:
f; i - -
-Zannetmem beyefendi.., dedim. Sizin kabineyi sevmedikleri için sizi
de buna dahil etmişlerdir.
Durup dururken demez mi:
164
-Bana beyefendi demeyin, lütfen Talat deyin
-Diyemem beyefendi.
-Neden?
-Arzedeyim: Ben öyle bir ailede yetiştim ki, babam küçük kardeşime
bile ismiyle hitap etmezdi. "Haydar Bey Birader", "Şevket Bey
Birader" derdi.
/Tabiî hemen soğuk bir hava esti. İçimden, "Eh, dedim, sen o yazıyı
haket-mişsin. Şu edepsizliğinle beni haklı çıkarmış oldun..,"
Samimiyet ayrı, laubalilik ayrı. Çokları samimiyetle laubaliliği
karıştırıyorlar. Sarayda da isimle hitap edilmez. Sultanlar (kız
kardeşler), birbirlerine "Ayşe Sultan Hemşire", "Rukiye Sultan
Hemşire", "Şaziye Sultan Hemşire" diye hitap ederlerdi. Tarihi film
senaryosu yazanlar saray âdabını bilmedikleri için hata yapıyorlar.
Hanımı paşaya, "Paşa Hazretleri" diyor; yanlış. Aslında öyle demez,
"Paşa Efendi" veya "Efendimiz" der. Onun için beyefendi siz bu kitabı
yazmaktan vazgeçin. Siz taşralısınız, bu sizin işiniz değil.
Taşralılar saray âdabını, İstanbul Osmanlısının konak ve yalı âdabını
bilmez. Sadece sizin için söylemiyorum, bütün taşralılar için böyledir.
Yahya Kemal bile İstanbul şairidir ama taşralı olduğu için İstanbul
yerlisinin bildiği âdabı muaşereti bilmez.
Vaktiyle "teşrifat" demlen ve saray protokolünü teşkil eden esasların
temeli "Edeb Yahu" idi. Osmanlı'da edeb, "Edeb Yahu!" ihtarına
muhatap olmamaktır. Osmanlı çocuğunun terbiyeli olması kadar tabiî
bir şey yoktu. Neden terbiyesiz olsun ki? Evi, muhiti, camii, tekkesi,
mektebi, memuriyet hayatı, esnaflık hayatı, kısacası yirmi dört saati
edebli ve terbiyeli idi. Bir Osmanlı için bu edeb ve terbiye çemberinin
dışına çıkmak hakikaten güç patta imkânsızdı.
165
Evinde anasına, babasına, ağabeyine, ablasına, dedesine, ninesine
saygılı olan bir çocuk, camide, tekkede, medresede, mektepte ve
sokakta da büyüklere karşı saygılı ve hürmetkardı. Osmanlı için en
kolay ve tabiî olan şey, edebli olmaktı. Kaba, terbiyesiz, ve nadan
olmak hatıra bile getirilmezdi.
Enderun ve Babıâli, dünyada geçmiş medeniyetler içinde belki de
edeb, terbiye ve kibarlık ekollerinin en müstesnası idi, Değil padişah
sarayında, sultan ve şehzade saraylarında, mahallesinde çeşmeden
evine su taşıyan on üç yaşındaki ahretlik kız bile bir ceylan kadar
ürkek, hassas, mahcub ve afif bir çocuktu. Bütün davranışlarında bir
saray cariyesi edası, inceliği ve zerafeti vardı.
OSMANLILAR BİRBİRLERİNE NASIL HİTAP EDERDİ?
Sadece saray ve konaklarda değil, en mütevazi mahalle evinde dahi
birbirlerine "sen" diye hitap edilmezdi. Daima "siz" denirdi. Birbirlerini
isimleriyle çağırmazlardı. Kocalar zevcelerine "hâtûn, hanım veya
kadınım" derlerdi. Hanımlarda zevçlerine "efendi, bey veya molla
bey" derlerdi. Beyler gıyabında hanımlarından bahsederken, "ayalim,
halîlem, refikam" derlerdi. İkinci Meşrutiyetten sonra "familyam"
denmeye başlanmış ise de, bu pek âdi tabir uzun sürmedi, terkedildi.
Daha yüksek konaklarda ise hanımlar zevçlerine "paşa efendi,
beyefendi, molla efendi"derlerdi. Karşılığında da zevçleri hanımlarına
"hammefendi"der-lerdi. Sultan saraylarında ise sultan zevçleri
hanımlarına "sultan efendi veya sultancığım" derler, isimleriyle zinhar
çağırmazlardı.
Padişah sarayında kadın efendiler, hasekiler, gözdeler, sultanlar,
şehzadeler ve saray halkı padişaha "efendimiz" derlerdi. Sadece
valide sultan, padişah oğluna, "aslanım veya aslancığım" diyebilirdi.
Sultanlar aralarında daha evvel arzettiğim gibi asla "hala, teyze, abla"
demezler; "Ayşe Sultan Hemşire, Rukiye Sultan Hemşire" derlerdi.
Şehzadeler, yani yeğenler, de sultanlara "sultan efendi" diye hitap
ederlerdi.
166
Bunların istisnaları pek nadirdir. Makamı cennet olsun, aziz Şehzadem
Abid Efendi, cennetmekân Sultan Abdülhamid Han'ın en genç
şehzâdesiydi. Bir gün bana, "Biliyor musunuz, babama "baba" diyen
tek evladı bendim. Yanında oturan, hatta kucağında yemek yiyen tek
evladı da bendim." demişti.
Nezaket ve şefkati müsellem olan Sultan Abdülhamid Han,
kerimelerine (kızlarına) hiçbir zaman "sen" demediği gibi; isimleri ile
de çağırmazmış. Hizmetinde bulunan cariyelere dahi "siz" diye hitap
edermiş. Hizmetindeki bu kızlardan birşey isterken, o koca Padişah,
"Yapar mısınız, verir misiniz, getirir misiniz!" dermiş. Arzularını böyle
emretmeden, sual tarzında ifade ederlermiş.
Saray âdabı ile tekke âdabı birbirinden çok farklıdır. Birbirine
karıştırmamak lâzım. Bir gün tekkeden iki zat (Abdülbaki ve Süleyman
Dedeler) ve ben Rukiye Sultan'ı ziyarete gittik. Huzurdan ayrılırken,
tekke terbiyesi almış bir zat olan Abdülbaki Dede, Sulta'a "Dua
buyurun, Sultanım." demez mi... Gülmemek için kendimi zor tuttum.
Sultana dua buyurun denmez ki; "Duacmızız veya dâileriniziz Sultan
Efendi." denecek.
PROTOKOL KABALIĞI VE BİR HATIRA
Batılılarda bizimki gibi zarif bir aile terbiyesi yoktur. Terbiyeleri salon
âdabından ibarettir. Zevcimle beraber Belçika Sefiri'nin davetlisiydik.
Salonda İtalyan Askeri Ateşesi ve eşi de var. İngiliz Askeri Ateşesi'nin
hanımı, şımarık ve görgüsüz bir Rum karısı. İçkiyi fazla kaçırmış;
kahkaha ile gülüp duruyor. İtalyan Askeri Ateşesi'nin yanına gitti.
Yılışık bir tavırla adamın göğsündeki nişanlarla oynayarak:
-Bunu nereden aldınız, şunu hangi cephede kazandınız? diye soruyor.
Zevcim kulağıma eğildi:
-Kadının yaptığı terbiyesizliğ bak... dedi; kocasının müdahale etmesi
gerekir; ama adam sesini çıkarmıyor,
167
Rum karısı, İtalyan'ı bırakıp zevcimin maiyetinde görev yapan bir
Türk subayının yanına gitti. Bu subayımızın göğsünde bir tek
madalyası vardı.
Kadın alay eder gibi subayımızın göğsündeki nişanı göstererek:
-Ya siz bu nişanı nereden aldınız?
Zevcim olaya müdahale edecek de bir skandal çıkacak diye korktum.
Türk subayı gayet terbiyeli ve nazik bir sesle:
-Şıpka'da kazandım, madam! dedi.
"Şıpka" sözü salonda sanki bir bomba tesiri yaptı. Bütün protokol
ricali saygı duruşuna (hazırola) geçti. Avrupa'da o eşsiz Şıpka
Müdafaası'm bilmeyen subay yoktur. Osmanlı askeri, çok kalabalık bir
Rus ordusuna karşı durarak dünyada eşi az bulunan bir müdafaa
yapmış; dünyaya cihangirliğini bir kez daha isbat etmişti.
O şımarık Rum karısı, yaptığı kabalıktan utandı ve sesini kesti. İşte,
küçük rütbeli bir Osmanlı subayı böylece Avrupalılara bir terbiye dersi
vermiş oldu.
NEZİH UZEL
Tekkeler, Osmanlı'nın Edeb Yuvalarıydı..."
İnanır mısınız, belki onbeş yirmi senedir bana "beyefendi" diye hitap
edil-(^f diğini duymadım. Bakkala gidiyorum, "Ne istiyorsun dayı?"
diyor...
Tekkeler Osmanlının edeb yuvalarıydı. Tekkelerin kapısında "Edeb Ya
Hu" yazılıydı. Orada halka âdabı muaşeret öğretilirdi. Tekkeleri
kapatanlar, alternatif olarak açtığı halk evlerinde eski kültürü yıkma
eylemine girişti. Osmanlıya ait bütün manevi değerlerle alay edildi.
168
Neticesi malum... Zoraki kültür değişimine maruz kalmış kozmopolit
bir nesil türedi.
Ahmet Refik'in dört ciltlik "istanbul Hayatı"m okuduğunuz taktirde,
eski istanbul'un ne olduğunu görürsünüz. Yine Musahipzade Celal'in
de aynı isimli bir ciltlik eseri var. Halid Bayrı'nm "istanbul Folkloru",
Gölpınarlı'nm "Fü-tuvvetnâmeler"i, Ziya Şakir'in "Eyüp'te Mahalle
Teşkilatı" şu anda aklıma gelenler. Geniş anlamda âdabı muaşereti
Kâtip Çelebi'de, Cevdet Paşa'da ve Ga-zali'de bulabilirsiniz.
İNSANLARIMIZ KUYRUKTA BEKLEMESİNİ BİLMİYOR!
Yıllardır insanlarımıza Batı kültürü empoze ediliyor, ama gelin görün
ki bu insanlara daha kuyrukta beklemesini öğretememişler. Adam elli
kişinin hakkını çiğneyerek, ön sıradaki çocuğun yanma yaklaşıyor:
"Oğlum, diyor, benim faturamı da ödeyiver, Daha çocuk cevap
vermeden faturayı ve parayı uzatıyor: "Seni şurada bekliyorum."
Bunu yapan, insanın en kabası. Biraz daha kibar olanı, çocuğun
arkasındaki kişiden izin istiyor. O da yanlış. Çocuğun arkasındaki şahıs izin
veremez. Çünkü geride daha kırk sekiz kişi var.
İnsanlarımız disiplinsiz. Sırada durmayı bilmiyor. Kimi oturuyor, kimi
geziniyor, kimi sıradan çıkıp duvara yaslanıyor, kimi de sırasını
öndekine veya arkadakine teslim edip başka bir işini görmeye gidiyor.
Nice sonra gelip "Bu sıra benimdi," diyor. İtiraz edenlere sırasını
emanet ettiği adamı şahit gösteriyor. Adabı muaşarete uymayan
davranışlar bunlar.
Türkiye'de kamu hizmetleri çok ağır işlediği için, kuyruklar bitmiyor.
Bankaların önünde maaş kuyruğu, hastahanelerde muayene
kuyruğu... Avrupa ülkelerinde bu tür kuyruklara rastlayamazsınız.
TRAFİK KAZALARINA BİLGİSİZLİĞİMİZ SEBEP OLUYOR
169
Büyük şehirlerde trafik keşmekeşinden şikayetçi olmayanımız yoktur.
Trafik yoğunluğunun mutlaka birçok sebepleri var. Yollar dar, yollar
bozuk, yollar yetersiz, her kavşakta trafik ışığı yok, trafik cezaları
caydırıcı değil... Bütün bunlar doğru, ama sürücülere ve yayalara ne
demeli? Kırmızı ışıkta geçenler, hatalı sollama yapanlar, kaldırım
dururken yolun ortasından yürüyen yayalar... Arabayı yolun ortasında
durdurup yaka paça kavga eden, birbirine küfreden sürücüler. Trafik
keşmekeşine daha ziyade insanlarımızın bilgisizliği, eğitimsizliği,
kurallara riayet etmemeleri sebep oluyor.
İki araba çarpışıyor, trafik kazası oluyor. Sürücüleri hemen
arabalarından inip münakaşaya başlıyorlar: Sen viraja hızlı girdin, sen
hatalı solladın, sen sinyal vermedin, sen kırmızıda geçtin... Yolcular
da onları seyrediyor. İnsanlarımızın kavga seyretmekten hoşlanmak
gibi kötü bir huyları var.
Yaralı veya ölü olduğu zaman durum daha da dramatik bir hal alıyor.
Yaralılara ne yapılacağım bilen yok. Kanama nasıl durdurulur, kırık
nasıl sarılır, yaralı nasıl taşınır, suni teneffüs nasıl yaptırılır, kalp
masajı nasıl yapılır bilen yok. Trafik kazalarının, zehirlenmelerin,
yangınların, boğulmaların sık görüldüğü memleketimizde, nedense
"ilk yardım"a gereken önem verilmiyor. Okullarımızda o kadar
lüzumsuz dersler varken, neden bir ilkyardım dersi konmuyor
anlamak zor.
Kazadan sonra, adamın kalbi durdu veya nefes alışverişi yok diye
kazazedeyi öldü sanıyorlar. "Allah rahmet etsin." deyip üzerini gazete
kağıdıyla örtüyorlar. Kalp atışları veya nefesi durabilir, ama bu onun
kesin öldüğü anlamına gelmez. Bu durumdaki bir insana mutlaka suni
teneffüs ve kalp masajı yapılması lazım. Bunun için doktor olmak
gerekmez. İlkyardım usullerini bilen tecrübeli bir kimse rahatlıkla
yapabilir ve hayat kurtarır.
Prof. SADETTİN OKTEN
Osmanlı'da Adâb-ı Muaşeret
170
GEÇMİŞLE bugünü kıyaslayabilmemiz için, önce Osmanlı kültürü veya
diğer bir ifadeyle "Klasik kültür" denince ne anlıyoruz; onu arzedelim.
Osmanlı kültürü, kemale ermiş, bütün sosyal müesseseleriyle
oturmuş, bütün eksiklerini tamamlamış bir kültürdür.
Biz o mümtaz kültürün temsilcilerinden ders almış, rahleyi
tedrislerinden geçmiş, onlarla temas imkâm bulmuş bahtiyarlardanız.
Bundan da şeref duyarız. Bugünün insanı, o kültürün kıymetini
bilmese de, dışarıda hâlâ bir Osmanlı itibarı mevzubahistir. Batılı
tarihçiler, oryantalistler, sosyologlar ilim adına o kültürü inceliyorlar.
Eserlerinde hayranlıklarını çekinmeden dile getiriyorlar.
Batı kültürüne geçiş dönemini yaşadığımız bu hercümerc içinde, o
mümtaz kültürün kıymetini bilen çok az insanımız vardır. Osmanlı
kültürüyle bezenmiş adamın hayata bakış açısı, insanlara ve diğer
canlı mahlukata bakış açısı tamamen farklıydı. İşte siz buna ister
adabı muaşeret deyiniz, ister davranış biçimleri deyiniz; ne derseniz
deyiniz... Biz ona "müeddeb" yani edebli adam derdik. O odam ki,
hem kendine, hem diğer insanlara, hem tabiata, hem bütün canlı
mahlukata karşı edeb üzere hareket eden adamdı.
Edeb, malûmunuz, bazı kurallara uymak, pratikte bazı sınırları
aşmamak, bu işi yaparken de samimi olmak, gönülden hareket etmek
ve o işten manevi bir zevk almaktır. Sevgiyle, ihlasla, manevi bir haz
alarak o işi yapınca; ister istemez konu ahlaki bir boyut kazanıyor.
Osmanlı kültüründe gerçek mürebbi yani terbiye edici Allah'tır.
Dolayısiyle âdabı muaşeret dediğimiz şey, vahye müstenid sistemin
hayata yansımış şekli oluyor. Ana fikir, ana tema budur. Bu tema dal
budak salmış, çiçek-lenmiş; gah evde haremine ve çocuklarına karşı
davranış âdabı, gah ticaret ahlâkı, sokakta yürüme terbiyesi,
patronun işçiye, işçinin patrona karşı vazifeleri, hacanın talebeye,
talebenin hocaya karşı davranış biçimleri veya orduda ast-üst
münasebetlerinin esası olmuş. Tekkede şeyh-mürid münasebetlerini,
camide imam-cemaat münasebetlerini de aynı katagoride mütalaa
edebiliriz.
171
Klasik kültür denince, işte biz bunu anlıyoruz. Bu kültürü alan bir
adamın temel prensibi, temel felsefesi şuydu: Ben bir fert olarak
Allah'ın rızasını ve dolayısiyle sevgisini kazanmak için insanlara karşı
nasıl iyilikte bulunabilirim? Tabiat ve diğer canlılar benden ne hizmet
bekliyorlar? Bu soruların cevabını Kur'an'da, hadislerde arayıp
buluyor; hocalarına, büyüklerine soruyor; öğreniyordu.
Âdabı muaşereti uygularken dayandığı temel espri şuydu: Benlik
duygusunu öne çıkarmadan, başkalarını kırmadan, minnet hissi
uyandırmadan, başa kakmadan, kendi varlığım hissettirmeden, bir
tüy kadar hafif görünerek bunları yapmaya çalışmak. Temel prensip
bu olunca, zaman ve zemin değişmesine paralel olarak söz ve
davranışlarda bazı değişmeler normal karşılanmalıdır. Bize göre
önemli olan söz ve davranış biçimleri değildir. Önemli olan hayata
bakış açısıdır. Konuyu bu yönüyle ele aldığımızda, eski kültürle yeni
kültür arasındaki farkı, daha doğrusu tezadı, anlamak kolaylaşır.
Klasik kültürde "ben" arka planda iken, yeni kültürde "ben" ön
plandadır. Kapitalist yaşama biçimini benimsemiş kişi, dindar olsun
dindar olmasın, egosunu tatmin etmek için çalışır. Birinde sevap
kazanmak için öne çıkan ego, öbüründe para, şan-şöhret kazanma
şeklinde ortaya çıkar. "Ben"in öne çıktığı bir düzende, Osmanlı
kültürü sözkonusu olamaz.
Mesela selamı ele alalım. Osmanlı kültüründe selamın anlamı şudur:
"Ey selam verdiğim kişi, benden sana zarar gelmez. Benden yana
emin olabilirsin. Benim senin hakkında iyi niyetlerim ve hayırlı
temennilerim var. Benim yanımda kendini emniyette hissedebilirsin."
Osmanlı selamı böyle anlardı. Tanıdık olsun olmasın, karşılaştığı
herkese selam verirdi. Bugün selamı bu anlamda alan ve veren
insanların sayısı çok azdır. İnsanlar tanımadığı kimselere selam
vermediği gibi, yabancı birinin selam vermesini de tuhaf karşılıyorlar.
Büyük şehirlerde, aynı apartmanda oturan insanlar birbirini tanımıyor.
Sokakta, merdivende, kapıda karşılaşıyor; ama selamlaşmıyorlar.
Halbuki bunlar Osmanlının torunlarıdır.
172
Osmanlı kültüründe komşuluğun insan hayatında çok önemli bir yeri
vardı. Komşu, aileden ve akrabadan biri gibi görülürdü. Müslüman
denince, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen kişi anlaşılırdı.
Komşular arasında bir anlaşmazlık çıkınca, polise değil, mahallenin
büyüklerine gidilirdi. Mahallenin büyükleri sevilen, sayılan,
adaletinden ve tarafsızlığından emin olunan, hakemliğe layık
kimselerdi. Şimdi bunların hepsi hayal oldu...
O büyükler ki, daima ceplerinde bozuk para ve şeker bulundururdu.
Çocuklarla karşılaşınca, hemen ellerini ceplerine atar; onları
sevindirirlerdi. Bunun istisnası düşünülemezdi. Daha büyüklerine hal
hatır sorulur, imkanlar ölçüsünde hediye verilirdi.
Osmanlı âdabında küçük büyüğe hatır soramaz; ayıp sayılır. Daima
büyük küçüğün hatırını sorar.
Küçüğün bir hatası veya ayıbı görülmüş ise; o anda müdahale
edilmez, görmezden gelinir. Büyüğün bu hoşgörü ve asaleti
karşısında küçük ziyadesiyle mahcup olur, büyüğün sevgisini ve
güvenini kaybetmekten korkardı. Dolay-siyle bir daha aynı vaziyette
görülmekten çekinirdi. Kendisine çeki düzen verirdi. Bazan gerekli
görüldüğünde, bir başka zaman, gayet müşfik ve kibar bir lisanla,
zarif bir şekilde, küçüğe hatasını düzeltmesi ima edilirdi. Hiçbir zaman
kırıcı ve genci mahcup edici cümleler kullanılmazdı. Küçük ve latifeli
dokundurmalar yapılır; öyle ki orada başkaları varsa bunu anlamazlar
bile . Ancak konuşanla muhatabı anlar.
BATI KÜLTÜRÜNÜN DAVRANIŞLARIMIZA YANSIMASI
Kültürle medeniyeti birbirine karıştırmamak lâzım. Çoğu okuryazarımız, hatta bazı aydınlarımız kültürle medeniyeti eş anlamda
kullanarak mefhum karışıklığına sebep oluyorlar.
Bendeniz kültürü şöyle algılıyorum: Her toplumun kendine has bir
dünya görüşü var. Bu görüşü yansıtan bir takım soyut kavramlar var
ki, bunlara "değer yargıları" diyoruz. Bu soyut kavramlar, hayatın
akışı içinde, insanların günlük yaşamında pratiğe geçiyor; uygulama
173
imkânı buluyor. Böylece somut kurallar haline dönüşüyor. Buna da
yaşama biçimi diyoruz.
Kültür, işte bu ikisinin yâni hayat görüşü ile yaşama biçiminin
bileşkesi-dir, Medeniyeti daha çok yaşam biçimi olarak algılıyoruz.
Teknoloji, yâni üretim vasıtaları, yaşam biçimini büyük çapta etkiliyor.
Aynı yaşam biçimini seçen bir milletin veya milletler topluluğunun
ortaya koyduğu soyut eserleri, salt düşünce ürünlerini ve nihayet
teknolojiyi medeniyet olarak isimlendirebi-liriz.
Çağdaş Batı kültürü ile Osmanlı kültürü arasındaki temel fark, dünya
görüşündedir. Batı, değer yargıları hiyerarşisinde en üst kademeye
insanı ve aklı koyarken; Osmanlı da Allah'ı, yâni vahyi koymuştur.
Bütün yapı aşağıya doğru bu esaslara göre düzenlenmiştir.
Batı dünya görüşü, bugün bildiğimiz teknolojiyi üretmiştir. Türk
toplumu da bu teknolojiye mahkûmdur. Muazene budur. Şimdi
önümüzde iki yol var. Birincisi, mevcut teknolojiye ulaşmak için Batı
ile aynı dünya görüşünü paylaşmak ve aynı yoldan geçmek. Türkiye
bunu denedi, ama olmadı. Çünkü, kültürel kimlik öyle kolay değişen
bir şey değildir. İkincisi, kendi dünya görüşümüz içinde yenibir yaşam
biçimi üreterek aynı olmayan benzer bir teknolojiyi yakalamak. Bu
mümkündür. Zordur, ama mümkündür. Diğer toplumlar karşısında
acze düşmemek için, benzer bir teknoloji üretmek mecburiyetindeyiz.
Bendenize göre, olayın esası budur. Batı'dan ne öğrendik, ne
öğrenemedik? Batı kültürünü kabul mü, yoksa red mi etmeliyiz? Bu
sorular teferruattır. Elbette birtakım pratik problemlerin çözümünde o
birikimden faydalanacağız. Ancak, detayı ve bütünü kendi dünya
görüşümüze göre değerlendirip bir tasnife tâbi tuttuktan ve
yorumladıktan sonra.
ZORAKİ KÜLTÜR DEĞÎŞÎMlNÎN DAVRANIŞLARIMIZA ETKiSi
Konuyu resim ve ideoloji münakaşası şeklinde ele alıp kolaya kaçmak
istemem. Ayrıca, meselenin bu boyutu âdabı muaşerete de aykırıdır.
Meseleyi bir eğitimci gözüyle, sosyolojik açıdan, "kuşaklararası
çatışma" adı altında incelememiz daha uygun olur kanaatindeyim.
174
Meseleyi aile plânında ele aldığımız zaman, bilhassa gençleri iki
cendere arasında sıkışmış görüyoruz. Hem toplumda itibar kazanmak,
hem aile içi bağları muhafaza etmek., işte bu çok zor. Bugünün
genci, bu zoru yaşıyor.
Bir genç, kız olsun erkek olsun, zoraki kültürün isteklerine cevap
verirken, aynı zamanda anneye babaya da itaat eder görünüyorsa;
bu itaat göstermelik bir itaattir. Karşılıklı sevginin, güvenin ve
dürüstlüğün olmadığı yerde; prensip birliği de olmaz. Burada aile
reisine büyük görev düşüyor. Babalık otoritesini bir baskı aracı olarak
kullanmadan, sevgiyle, şefkatle, dostça, mantıkla yaklaşarak;
çocuklarıyla ve karısıyla diyalogunu sürdürecek. Kuru nasihatin
eğitimde pek tesiri yoktur. Eskiler, "hal dili kal dilinden daha
tesirlidir." derler. Yâni müsbet davranışlar, sözden daha tesirlidir.
Baba, anne veya eğitimden sorumlu kişi, doğru bildiği şeyleri önce
kendisi tatbik edecek. Kendi kusurlarını düzeltmemiş, günahlarını
yenememiş bir babanın çocukları ve karısı üzerinde tesirli
olamayacağı tabiîdir. Gerçek otorite, sevgiye, saygıya ve karşılıklı
güvene dayanan bir otoritedir. Güzel huylu, güzel sözlü, güzel
davramşlı insanm başkalarım kendisine doğru çeken sihirli bir cazibesi
vardır. O insanla beraber olmaktan asla sıkılmazsınız. Buna en güzel
örnek Peygamberimizdir. Bütün tehdid edici dış unsurlara rağmen,
insanlar pervanelerin ışığa koştuğu gibi, O'nun çevresinde
toplanmışlar; saadet asrının mümtaz sahabeleri olmuşlardır. Farzı
muhal, eğer Resuli Ekrem asık suratlı, katı sözlü biri olsaydı; saadet
asrının tarih sahnesine çıkması mümkün değildi. Yine eski
kültürümüzün temsilcileri, "Saygı istenilmez, verilir." derler. Zira,
saygı, kişiye değer vermenin, sevmenin, saymanın ve muhabbet
duymanın bir ifadesidir. Zaten saygı duyulmaya lâyık kimse, hal ve
kal diliyle bu tür saygıyı sizde uyandırır. "Bana saygı göster"
demesine lüzum kalmadan, siz kendiliğinizden ona saygı duyarsınız.
Bu çerçevenin dışındaki saygı, gerçek saygı değildir; gösteriştir,
riyadır, iki yüzlülüktür. Bugünün toplumunda iki yüzlülüğe, gösterişe,
menfaate ve korkuya dayalı, sahte saygı tezahürleri az veya çok
vardır. Eskiler saygının anlamım bilen insanlardı. Öyle ki, kendilerine
saygı gösterildiği zaman mahcubiyetten yüzleri kızarırdı. Eğitirken
aceleci değillerdi. Kendi nefislerinde yaşamadıkları bir fazileti,
başkalarına telkin etmezlerdi. Hoşgörülü, bağışlayıcı, affedici, sevgi
175
doluydular. Bir bakışları, bir tebessümleri karşıdakinin kalbine sevgi
tomurcukları açtırmaya kâfi gelirdi.
Güzel huyların başı, Allah sevgisidir. Sonra peygamber sevgisi gelir.
Allah'ı ve O'nun Resulünü sevmeyen, gerçek sevginin ne olduğunu
bilemez. Allah'ı ve Resulünü sevmeyen kişinin "sevgi" diye telaffuz
ettiği şey, şehvettir. Dilimizdeki bir bahtsızlık da buradadır. Mevcut
kültürün takdim ettiği ve medyanın da sık sık kullandığı aşk ve sevgi
şehvetten başka bir şey değildir. Gerçek aşk, ulvi bir duygudur.
Yunus Emre, "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü" mısraı ile dile
getirir, insan ki, o yaratılanların en şereflisidir; "eşrefi mahlûkaftır.
Allah'ı seven bir kişinin insanı sevmemesi düşünülemez. Kalabalıkta
insanları ite kaka ilerleyen, balkondan aşağı çöp torbası fırlatan,
radyonun sesini sonuna kadar açarak komşularını rahatsız eden
insan, gerçek sevgiden nasibini alamamış demektir. :
Batı toplumunda çalışkanlık, dürüstlük, temizlik, kibarlık gibi zahiren
güzel hasletler görürüz. Bunları yapmaktaki gayeleri insanlığa hizmet
değildir. Zira Batı kültürünün dayandığı sistem kapitalisttir. Gayesi
daha çok kazanmak ve daha rahat yaşamaktır. Temizliğe dikkat
ediyorsa, kendi sağlığını düşündüğü içindir. Çalışkan ve disiplinli ise,
daha çok kazanmak içindir. Dürüst ise, kanunlar ve patron öyle
istediği içindir. Polisle ve patronla başı derde girmesin diye dürüst
davranır, ilmi araştırma yapıyorsa; başkalarından üstün olmak, şan ve
şöhret kazanmak, egosunu tatmin etmek içindir, Kısaca, Batı
kültürünün alt yapısı ve müesseseleri kapitalist esaslarına göre
kurulmuştur. Kapitalizm ise, menfaatciliğe ve egoizme dayanır.
Bize gelince: Biz esasta değil, şekilde Batıcıyız. Onun içindir ki, Batı
kültürü bize bir fazilet kazandıramamıştır. Onlar üretici, biz tüketiciyiz.
Sadece madde planında değil, mana planında da tüketiciyiz. Onların
sanayi ürünlerini tükettiğimiz gibi, kültürünü de tüketiyoruz.
Okullarımızda okutulan sosyal bilimler tamamiyle Batı menşelidir.
Kendisi üretmekten âciz, düşünmeyi, araştırmayı, ortaya bir eser
çıkarmayı başanramayan; bütün işi taklitten ibaret olan, kaldı ki onu
176
da doğru dürüst beceremeyen bir toplumdan güzel hasletlerin
tezahür etmesi mantığa aykırıdır. Biz müslüman kaldığımız müddetçe,
gerçek anlamda Batılı olmamıza imkân yoktur. Batı'nın dayandığı
temel felsefe faydacılıktır. Egoyu tatmin eden her şey mubahtır.
Halbuki İslâm'ın dayandığı temel düşünce "diğergamlık"tır. Egoizmle
diğergamlık birbirinin zıddı iki düşünce sistemidir. Hem müslüman
kalacaksın hem Batılı olacaksın... Bu mümkün değildir. Mümkün
olmadığı içindir ki, bütün zorlamalara rağmen gerçek Batılı olamadık.
Müslüman kimliğimizi de koruyamadığımız için kozmopolit bir toplum
haline geldik.
Bu kaostan ancak toplumsal bir mutabakatla kurtulabiliriz.
"Toplumsal mutabakat nasıl sağlanacak?" diyeceksiniz. Kolay değil,
ama mümkündür. Her şeyden önce, aydınlarımız alışkanlık haline
getirdikleri çifte standarttan vaz geçecekler. Toplumun bir kesimi için
"hak" olan şey, diğer kesimi için "yasak" olacak. Böyle adalet olmaz.
Bu, bir bakıma, Batı'nın aydınımıza empoze ettiği bir tutumdur. Batı,
kendisi için geçerli olan bazı hakları , kendi dışındaki insanlara, daha
doğrusu tüketici kalabalıklar haline getirdiği insanlara uygun görmez.
Batı kendi toplumuna başka, kendi dışındaki dünyaya başka davranır.
Batılıya göre kendisi medeni, geri kalmış ülkelerin insanı gayri
medenidir. Gayri medeniler kendi kendilerini idare edemezler,
mutlaka başlarında onlar adına karar veren bir Batılı efendi veya Batı
kültürü almış bir yerli lider bulunmalıdır. Batı kültürü almış aydınımız
da üç aşağı beş yukarı böyle düşünür: Bu halk cahil olduğundan
kendisi için neyin doğru olduğunu bilemez. Onun adına karar veren
aydın bir kadro gereklidir.
İşte temel yanlışımız buradadır. Biz halkımıza güvenmezsek, halkımız
bize nasıl güvenecektir? Bu çifte standart, toplum aktivitesini
yoketmiştir. İnsanlar arasında güvensizlik, sorumsuzluk, sadakatsizlik,
iki yüzlülük, sevgisizlik almış yürümüştür. Eğer bu yanlışların ve geri
kalmışlığın faturasını halka çıkaracak olursak, problemi çözmemiz
mümkün değildir. Hep birlikte oturup, "Nerede yanlış yaptık?"
sorusuna cevap aramalı; bunu yaparken de sen-ben kavgasını bir
yana bırakmalıyız.
177
Bugün Batı'nın gerçek anlamda muhasebesi yapılmış değildir.
Japonya'ya atılan atom bombası, Batı'nın alnında kara bir lekedir.
Amerika, Vietnam rezaletinden henüz temize çıkmış değildir. Dün
Kuveyt ve İrak'ta oynanan oyunlar, bugün Bosna-Herset'te,
Azarbeycan'da, Somali'de devam ediyor. Batı, kendi içinde medeni,
dış dünyaya karşı vahşidir. Bütün bu açık seçik gerçeklere rağmen
Batı kültürünü methetmek insanlık adına ayıptır.
Çok sık sorulan bir soru var. Deniliyor ki: "Bugün hepimiz evimizde ,
iş yerimizde, büromuzda Batılı sanayi ülkelerimde üretilen makineler,
cihazlar kullanıyoruz. Hepimiz az veya çok Batı mallarına tiryaki
olmuşuz. Bu davranışımızla bir bakıma Batı ülkelerini desteklemiş,
onları zengin etmiş olmuyor muyuz?"
Bu tür sorular ve bunların doğurduğu münakaşalar tâ Osmanlı
zamanında, matbaanın icadıyla beraber başlamış. Batı mallarını satın
alıp Batı'nın tüketici pazarı olmak istememişiz. Bu güzel, ama kendi
sanayimizi de kuramamışız. Ne zaman ki, Kanuni'den sonra, silah
üstünlüğü Avrupa'ya geçmiş; cephelerde bozgun üstüne bozgun
yaşamaya başlamışız, o zaman askeri alanda modernleşmeyi kabul
etmişiz. Fatih, Bizans'ı dize getirecek Osmanlı icadı topları kendi
ülkemizde döktürürken, Tanzimatçılar Avrupa'dan silah ve savaş
gemisi satın almışlar. Ödenmesi zor, devlet hazinesini güç durumda
bırakan, büyük dış borçlara girmişler. Avrupa usulü ordu kurmak için
Avrupa'dan askeri öğretmenler ve danışmanlar getirilmiş. Dışarıya
askeri öğrenciler gönderilmiş. Derken, yavaş yavaş Batı mallarını
tüketen bir büyük pazar haline gelmişiz. Sadece Batı mallarını
tüketmekle kalmamış, Batı kültürünü de almışız. Kapitalist dünya
görüşünü benimsemişiz.
Teknolojiden faydalanmak ayrı, Batı kültürünü benimsemek ayrı
şeylerdir. Japonya teknolojide hızla ilerleyip Avrupa'yı yakaladığı
halde, Avrupa kültürüne itibar etmemiş, kendi kültürünü yaşatmaya
devam etmiştir.
Kendimiz üretemiyoruz diye, teknoloji vasıtalarından uzak duramayız.
Bilgisayar çağında, kâğıt kalemle şirket hesaplarını tutmanın bir
178
anlamı yoktur, ihtiyaçla konforu birbirinden ayırmak lazım. Konfor,
egoyu tatmine yöneliktir. Bugün Avrupalı kullandığı arabanın markası
ile övünür. Arabanın fonksiyonu nedir? Sizi bir yerden bir yere taşır.
Bu fonksiyonu yerine getiren mü-tevazi bir araba müslümana neden
haram olsun? Yerli bir araba ile bu ihtiyacını karşılayabilecekken,
tutar da Mersedes veya benzeri pahalı bir araba alırsa, işte bu
münakaşa edilebilir. Çünkü Mersedes ihtiyaç için değil, prestij
kazanmak, diğerlerinden üstün olmak için alınır.
İhtiyaç kavramı izafidir. Bana göre ihtiyaç olan bir şey, size göre
ihtiyaç olmayabilir. Müslüman elini vicdanına koyacak. İslâmi ölçüler
içinde hareket edecek, ihtiyacının dışında konfora tamah etmeyecek.
"Komşuda var, neden bizde olmasın." sözü ile hareket eden bir aile,
ihtiyaç için değil taklit için satın alır. Taklitçilik, kültür yozlaşmasının
neticesidir. Yeni kültür egoya hizmet ediyor. Egonun kalp gözü
kördür. Allah'ı unutan insan, bütün mesaisini dünyaya sarfeder. Ömrü
mal biriktirmekle, eşya yenilemekle, para kazanmakla geçer.
Komşusunda olup da kendisinde bulunmayan her şey onun için
ihtiyaçtır. En mütevazi ailelerimizin bile evleri eşya dolu. Çoğu
kullanmak için değil, seyretmek ve tatmin olmak için. Memurumuzun,
işçimizin ömrü taksit ödemekle geçiyor.
Eski Osmanlı evlerini hatırlıyorum. Yerde el tezgahında örülmüş
kilimler, üzerlerinde minderler. Odalar o kadar geniş görünürdü ki,
çocuklar cirit atardı. Yer sofrasında yemek yenir, yer yatağında
yatılırdı. Oturma odasına sofra serilir, yemek odası olurdu. Akşam
yatak serilir, yatak odası olur. Üç-dört odalı ev, hem aileye hem
misafire yeterdi. Şimdiki evler eşyanın işgaline uğramış. İnsana
dönecek yer kalmıyor. Üç-dört odalı bir daire, mütevazi bir aileye dar
geliyor.
ZIYAD EBUZZÎYA
"Milletlerarası Görgü Kuralları Yoktur!"
179
MİLLETLERARASI görgü kuralları diye bir şey olmaz. Görgü kural-r /I
/l lan gelenek, görenek ve örfle yâni kültürle ilgilidir. Avrupa \tlll/ \/ v
ülkeleri aynı medeniyeti paylaştıkları halde, farklı kültürlere
sahiptirler, ingiliz'in mutfak ve sofra kültürü, Fransız'ınkine benzemez.
Al-man'ınki de Italyan'ınkine benzemez. Ancak bazı insani değerler
vardır ki, ortaktır. Her millette aşağı yukarı aynıdır. Küfür ve hakaret
taşıyan sözler, hiçbir millette hoş karşılanmaz. Tezahürleri farklı
olmakla beraber, her millette aile büyüklerine ve devlet büyüklerine
saygı gösterilir.
Bir millette ayıp sayılan davranışlar diğer bir millette normal
karşılanabilir. Mesela, bugün kahveyi ve çorbayı höpürdeterek içmeyi
ayıp sayıyorlar. Halbuki, Osmanlı kültüründe kahve içerken fincanın
kenarını ağıza değdirmek görgüsüzlük sayılırdı. Fincan alt dudağa
yaklaştırılır, kahve nefesle çekilerek ağıza alınırdı. Yine eskiden kaşık
oval değil, yuvarlaktı. Kaşığın bir kenarı çorba tasına daldırılır; ağıza
öbür kenarı yaklaştırılır, dudağa değdirmeden, çorba nefesle çekilirek
ağıza alınır, bu sırada bir höpürdetme sesi hasıl olurdu. Yeni nesil
bunun sebebini bilmediği için eskilerle alay edebiliyor.
Eskiden erkeklerin başı açık dolaşması ayıp sayılırdı. Bakın Osmanlı
paşalarının ve aydınlarının resimlerine başı açık kimse göremezsiniz.
Osmanlı erkeği evine girdiği zaman fesini ve sarığını çıkarır, takke
giyerdi.
Yine eskiden evlerde "baş köşe " diye bir yer vardı. Ailenin büyüğü
veya şeref misafiri baş köşede otururdu. Sofrada aile büyüğü veya
şeref misafiri yemeğe başlamadan diğerleri başlamazdı. Besmele ile
başlanır, şükür duası ile kalkılırdı. Eller yıkanmadan kat'iyyen sofraya
oturulmazdı. Şimdi,
Batılılaşma ve modernleşme adına bunların hepsi unutuldu...
BÜYÜKLERİN AHLAKSIZ OLDUĞU BİR MEMLEKETTE KÜÇÜKLERİN
AHLAKLI OLMASI BEKLENEMEZ
180
Toplum daima büyükleri örnek alır. Evvela büyükler ahlaklı olacak ki,
küçükler de onlara özensin. İdareciler ve aydın sınıf dürüst, ahlaklı,
çalışkan, helali haramı bilen, faziletli insanlar olduğu taktirde; toplum
istese de ahlaksız ve tenbel olamaz. Maalesef bugün dram tersinedir.
İdareciler (hepsi için demiyorum) ahlaksız, vatandaş ahlaklı. Örnek
insan kıtlığı çekiyoruz. Büyükler, halkın ahlak seviyesine çıkamadıkları
için, halkı kendi seviyelerine düşürmeye çalışıyorlar. Makam
sahiplerinin her gün bir yolsuzluğunu duyuyoruz. Eline fırsat geçen
makam sahipleri köşe dönmeye bakıyor. Durum böyle olunca umumi
ahlak nasıl sağlanır? Gazeteleri, dergileri okuyor; televizyonları
seyrediyorsunuz. İnsan bu memleketin vatandaşı olmaktan
utanıyor...
Peki, neden örnek insan sıkıntısı çekiyoruz? Neden bozulma
yukarıdan aşağıya doğru oluyor? Müslüman demek; ahlaklı, faziletli,
dürüst, kendisinden çok başkasını düşünen insan demektir.
İNSANLIĞI BİZDEN ÖĞRENEN BATI, ŞİMDİ BİZİ ADAM YERİNE
KOYMUYOR
Amerika'da ve Batı Avrupa ülkelerinde çoğu insan Türkiye'nin yerini
bilmez. Bilenler de bizi Avrupalı kabul etmez. İnsanlığı bizden
öğrenenler şimdi bizi adam yerine koymuyor.
Batı dünyası tuvalet ve banyo kültürünü İslâm'dan almıştır. Adamlar
onaltmcı yüzyıla kadar sokağa pisliyordu. Versay Sarayı'nda hela
yoktur. Krallar lazımlık kullanıyorlardı. Kraliyet doktorları, kralın sağlığı
hakkında bilgi sahibi olmak için pisliğim eşelerlerdi. Yüksek topuklu
ayakkabının Fransa'da ortaya çıkış sebebi, sokakta yürürken pisliğe
batmamak içindir.
Kiliselerde buhurdanlık vardır; tütsü yaparlar hani... Buhurdanlığın
ortaya çıkış sebebi, içerdeki pisliğin kokusunu bastırmak içindir.
Adamların vaftiz konusunda bâtıl bir inançları vardı. Papazların
serptiği kutsal su kaybolmasın diye çocuğu yıkamazlar; o da ölünceye
kadar yıkanmazdı.
181
Fransa'nın parfümeri sanayiinde ileri oluşunun sebebi, banyo ve
tuvalet kültürünü geç tanımış olmalarıdır. Bugün bizim Batı
kültüründen etkilenerek aldığımız "Alafranga Tuvalet" lazımlık
bozması bir şeydir.
MİLLİ EĞİTİM OKULLARI 'HABABAM SINIFI' GİBİ
Bugünün gençleri görgü kurallarını bilmiyorsa kabahat bizlerde.
Bizlerde derken, aileyi ve okulu kastediyorum. Çünkü görgü ve
nezaketin öğrenileceği ilk müesseseler aile va okuldur. Aile, çocuğu
sokağa ve televizyona terketmiş. Sokağın ve televizyonun durumu
malûm.
Bizim zamanımızda okullarda "Musahabatı Ahlâkiyye" adında bir ders
vardı. Ali Şeydi Bey'in altı kısımdan oluşan kitabı hâlâ hatmmdadır.
Geçen sene, sırf çocukları denemek için bir ilkokula gittim. Kapısına
dikildim. Çıkan çocuklara bir kesekâğıdı dolusu şekeri sıra ile dağıttım.
Elli çocuktan sadece dört-beş tanesi teşekkür etti. Diğerleri şekeri
kaptıkları gibi uzaklaşıyorlardı. Çocuklara bir teşekkür etmesini dahi
bilmiyorlar; varın gerisini siz düşünün...
Sırtında okul forması, elinde kitabı olduğu halde; belediye otobüsüne
ilk duraktan binen ve dolaysiyle oturacak bir koltuk bulan gençler,
ineceği durağa kadar yerinden kalkmıyorlar. Başlarında ayakta
bekleyen çocuklu kadınları, yaşlı insanları görmezden geliyorlar;
kalkıp yer vermiyorlar. Birazcık utanma duygusu olanlar, uyur
numarası yapıyorlar.
Rıfat İlgaz'ın "Hababam Sınıfı" adıyla bir dizi kitabı var. Kahramanı,
bildiğiniz gibi, "İnek Şaban1'... Filmi de yapıldı. İnek Şaban ve takımı,
sözüm ona öğrenci olacaklar, ağızlarında en bayağı küfürler... Adam
"Eşşoğlu eşek!" diyor, seyredenler gülüyor. Bayağılığa gülen bir
gençlikten nezaket ve incelik beklenemez. Dediğim gibi, yine kabahat
bizim. Yazarı, çizeri, sinemacısı, televizyoncusu, öğretmeni edepsiz
olan bir memlekette âdabı muaşeret temin edilemez.
"BU MİLLET LAFTAN ANLAMAZ" DİYENLER BU MİLLETİ TANIMIYOR
182
"Bu millet laftan anlamaz" sözü tek parti diktasının ortaya attığı ve
idarecilere empoze ettiği bir peşin hükümdür. Ne yazıktır ki, çoğu
aydınlarımız da böyle düşünmektedir.
Bir professör arkadaşım anlatmıştı. Birlikte çalıştıkları sertlik yanlısı bir
Halk Partili öğretim görevlisi varmış. Arkadaş, bu öğretim üyesini
kibarca ikaz ediyor:
- Talebelerine biraz daha yumuşak davranırsan sen kazanırsın...
diyor. Öbürü:
- Hayır hocam! diyor, siz onları tanımazsınız... Biraz yumuşak
davrandığınız zaman tepenize çıkarlar. Bu millit güzel sözden
anlamaz.
- Peki... diyor bizim arkadaş; bugün öğleden sonra benimle birlikte
bir deney yapmak ister misiniz?
- Ne deneyi?
- Sizinle Beyazıt'tan Beyoğlu'na tramvayla bir seyahat yapalım.
Deneyimiz çok basit, yolda anlatırım...
O zamanlar Beyazıt meydanında büyük bir havuz vardı. Tramvay
havuz-başından hareket eder, Sultanahmet, Sirkeci, Galata Köprüsü
üzerinden Beyoğlu'na gelir; aynı yoldan geri dönerdi.
Tramvaya binerlerken, bizim professör arkadaş, diğerine:
- Ayrı ayrı koltuklara oturacağız ve sen Sultanahmet'e gelince
biletçiye: "Oğlum, zahmet buyurur şu pencereyi kapatır mısın?
Rahatsızım, rüzgâr bana dokunuyor." diyeceksin. Gerisine karışma...
Öğretim görevlisi arkadaşın dediği gibi yapar.
183
Biletçi:
- Tabiî Beybaba, kapatayım... der ve pencereyi kapatır. Beyoğlu'na
gelirler. Aynı tramvayla geri dönerler. Sirkeci'ye gelince, bu sefer
bizim professör biletçiye bağırır:
- Hey biletçi! Pencereyi kapat, görmüyor musun, herkes rahatsız
oluyor! Biletçi yaşlı professöre dik dik bakar:
- Rahatsız oluyorsan, kalk kendin kapat!., der ve arkasını döner,
Bizim arkadaş, diğer öğretim görevlisine yaklaşır, kulağına eğilir
"Nasıl, der, biletçi sertlikten çok iyi anladı değil mi?.."
Bu millet büyüğüne hürmet etmesini ve saygı göstermesini bilir; yeter
ki o büyük, büyüklüğün hakkını vermiş olsun. Fakat ne gezer? Bizde
hâlâ tek parti zihniyetini sürdüren devlet memurları var. Trafik polisi,
bir taksi şoförünün hatasını görse; "Ver ulan, ehliyeti ruhsatı!" diyor.
Aynı polis, Mersedes"e binmiş kravatlı, kelli felli bir adamı görünce
düğmelerini ilikleyip selam veriyor. İşte vatandaşın tahammül
edemediği bu farklı muameledir. Devlet dairesine giden nüfuzlu bir
kişi, temenna ile karşılanır, yer gösterilir, işi hemen halledilir. Bir
köylü vatandaş gitse, adamcağız şapkasını çıkarıp edeple selam
verdiği halde, yüzüne bakılmaz, horlanır, "Bugün git, yarın gel."
denir.
1950 seçimlerinde Konya'dan milletvekili seçilmiştim, ikinci eşim
ecnebiydi. Kendisine hiçbir baskı yapmadığım halde müslüman
olmuştu. Milletvekili olduktan sonra adresimiz değişti. Yeni
komşularımız, "Bu adam ecnebi bir kadın getirmiş, eve kapatmış,
millete karım diye yutturuyor." şeklinde bir dedikodu çıkarmışlar.
Bunu hazmedemeyen bazı Demokrat Partili seçmenler ve vatandaşlar
gelip kapıcıya soruyorlarmış: "Ziyad Bey evine ecnebi bir kadın
kapatmış, doğru mu?" Kapıcı gerçeği bilmediği için o da
kuşkulanmaya başlamış. Bir gün kapıcı ezile büzüle baklayı ağzından
çıkardı:
184
- Beyim... dedi, etrafta şöyle şöyle bir dedikodu dolaşıyor....
Adamcağız daha sözünü tamamlamadan:
- Gel bakayım! dedim, beni takip et.
Eve çıktık.
gösterdim:
Sandıktan
evlenme
cüzdanını
çıkardım,
kapıcıya
- Bak.dedim, devletin verdiği evlenme cüzdanı. Adam mahcup oldu:
- Estağfurullah beyim... dedi, benim evlenme cüzdanınızı kontrol
etmek ne haddime!..
- Olmaz, bakacaksın! Bak ki, sana soranlara doğru bilgi veresin.
Bu millet dinine, geleneklerine, namusuna bağlı bir millittir.
Başındakileri de dinine, namusuna, geleneklerine bağlı görmek ister.
Milletvekilliğim sırasında zenginlerden, iş adamlarından ziyafet
davetleri alır; fakat hiçbirine iştirak etmezdim. Bilirdim ki adamlar
doğru durmaz, içki içer, dansöz oynatırlar. Halkın kulağı deliktir,
hemen ertesi günü yayılıverir: "Vay, Ziyad Bey oturak âlemine
katılmış!" derler.
Galatasaray'da meşhur bir "Tokatlıyan Hanı" vardı. Siz bilmezsiniz.
Orası Cumhuriyet'in ilk yıllarında istanbul'un en büyük gazinosuydu.
Atatürk, istanbul'a geldiği zaman avanesi hemen Tokatlıyan Ham'nda
içkili, danslı bir akşam partisi düzenlerdi. Her türlü rezillik işlenir;
fakat gazeteler yazamazdı.
İmam-cemaat nüktesini bilirsiniz... Baştaki adam kötü oldu mu, kötü
huylar yayılıverir. Kötü adamlar meydanı boş bulur, namuslu insanları
taciz ederler.
185

Benzer belgeler