HF124 - Hayatım Futbol

Transkript

HF124 - Hayatım Futbol
4Ni
SAN2
01
4-SAYI
1
2
4
Fe
r
gus
o
n’
una
r
dı
nda
nk
o
l
t
uğao
t
ur
a
nDa
v
i
dMo
y
e
spe
kpa
r
l
a
kbi
rgr
a
fik
ç
i
z
e
me
di
.
El
e
ş
t
i
r
i
l
e
ry
ük
s
e
l
di
,
i
s
t
i
f
a
s
ı
i
s
t
e
ndi
.
İ
s
k
o
çme
na
j
e
rz
o
rdur
umda
.
Ki
mi
negö
r
ez
a
ma
nai
ht
i
y
a
c
ı
v
a
r
,
k
i
mi
negö
r
ei
s
eok
o
l
t
uk
t
ao
l
ma
ma
l
ı
Yayın Koordinatörü
Şeytan azapta
İlker Yılmaz
Alex Ferguson 27 yıllık Manchester United kariyerine nokta koyup emekliye
ayrılırken herkesin kafasında geride bıraktığı “muhteşem” bir kulübün
âkibetinin ne olacağı vardı. ManU için bir teknik adamdan fazlası olan İskoç
hoca da giderken bu endişeyi karşılayıp halefi olarak David Moyes’u gösterdi.
Ancak Moyes için her şey kâbus gibi başladı. Etkisiz oyun, rakipler karşısındaki
farklı mağlubiyetler, şampiyonluk, hatta Şampiyonlar Ligi biletinin imkansız
hale gelmesi ve mabed Old Trafford’da daha önce görülmemiş yenilgiler
camiada Moyes aleyhinde homurdanmaların yükselmesine sebep oldu. Biz
de Hayatım Futbol olarak 124. sayıda, Manchester United’ın içine düştüğü
bu durumu masaya yatırdık. Sezon başından bu yana azapta olan Kırmızı
Şeytanlar’da tek sorumlu çoğu kişinin zikrettiği gibi Moyes mu? Ferguson
onu göstererek hata mı yaptı? Yoksa zaman verilmeli mi? Bonus olarak da
Manchester United efsanesi Denis Irwin’in röportajı da sizlerle…
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Egemen Yıldırım
Fırat Topal
Güner Çalış
İsmail Şayan
Mustafa Demirtaş
Salih Demirci
Taner Karaman
Uğur Karakullukçu
Ayrıca Süper Lig’de 6 Nisan Pazar günü oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe
derbisinin tüm ayrıntıları da bu sayıda. 1950’den sonra yeniden Brezilya’da
düzenlenecek Dünya Kupası’nın başlamasına sayılı günler kaldı. 64 yıl önce ilk
kez Samba diyarında düzenlenen kupadan unutulmaz 5 adamın hikaye serisi
de bu hafta başlıyor. Juventus’ta şans bulamayan ama şimdilerde İtalya Milli
Takımı’nda formayı kapan Ciro Immobile de bu sayıda karşınızda.
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#124 BU SAYIDA
‘‘Emri ben verdim!’’
Alex Ferguson halefini kendi seçti ama neden Moyes?
Gelenekten düşen seçilmiş kişi
‘Seçilmiş kişi’ Moyes’in hakkı daha dolmadı.
Yüzyılın vurgunu
Manchester United taraftarlarını sadece sahadaki
başarısızlık değil, Glazer ailesi de düşündürüyor.
Röportaj: Denis Irwin
Manchester United efsanesi Irwin, Kırmızı Şeytanlar’ın
bu sezonunu ve geçmişteki başarılarını anlattı.
Sezonu kurtarma maçı
Kötü bir sezon geçiren Galatasaray, derbide taraftarıyla
nasıl barışabilir?
En güzel bahar
Fenerbahçe derbiyi ilkbahar rahatlığıyla daha önce
hiç olmadığı kadar hazır.
Bir zamanlar Brezilya sahillerindeydik #1
1950 Dünya Kupası’nda büyük bir mucizeye imza atan
ABD’nin yıldızı Gaetjens’in hayatı pek de parlak olmadı.
Büyüteç: Ciro Immobile
Genç golcü milli takıma göz kırpıyor.
Güner Çalış
Manchester United Özel HF124
FERGUSON: EMRi BEN VERDiM!
Alex Ferguson, emekli olmaya karar verdiğinde herkesin aklında tek bir soru
vardı. “Halefi kim olacaktı?” Sorunun cevabı da Fergie’de saklıydı. İskoç
menajer, Everton’ı çalıştıran David Moyes’u işaret etmiş ve koltuğuna onu uygun
görmüştü. Manchester United’ı yoktan inşa eden bir adamın sözü de emir telakki
ediyordu şüphesiz. Peki o kadar kişi varken neden Moyes’u seçmişti?
“İskoçların çoğu inatçı, iradeleri çok sağlam
insanlardır. İskoçya’yı terk etmeleri gerekirse,
bunu yalnız bir neden için yaparlar. Başarılı
olmak! İskoçlar, geçmişlerinden kaçmak için terk
etmezler. Bunu, ancak daha iyi olmak için yaparlar.
Mevzubahis meslekleri, emekleri olduğu vakit, en
ciddi tavırlarını takınırlar. Bunlar, onlar için paha
biçilemez değerlerdir. İnsanlar bana gelip, ‘Maçlar
esnasında yüzünüz hiç gülmüyor.’ diyordu. Halbuki
‘Gülümsemek için değil, maçı kazanmak için
oradaydım.’
David de bu özelliklerin bir kısmına sahip. Ailesini
yakından tanıyorum. Babası David Moyes Sr.,
gençliğimde futbol oynadığım Drumchapel’de
antrenörlük yapıyordu. Drumchapel’i 1957’de
terk ettiğimde, David Sr. henüz genç bir adamdı;
dolayısıyla David Jr.’la doğrudan bir karşılaşmamız
olmadı. Ama onların hikayelerini biliyorum. Bu
kadar önemli bir göreve getireceğiniz biri için, böyle
temellere sahip olmak önemli bir değerdir.”
Sir Alex Ferguson
Sıradan değerlendirme ölçütlerini kullanarak, David
Moyes’un daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu
savunmak pek kolay değil. Her şey bir yana, onunla
devam edilmesi gerektiği fikrini doğuracak bir
potansiyele sahip değil. Hiç değilse, teknik açıdan
bakarsak böyle. Alınan başarısız sonuçlar ve kötü
futbolun, geleceğe yönelik umutların ışığında
telafi edilebildiği yerde, Moyes’un vaat ettiği
nedir? Onu, örneğin, Liverpool’daki yarım sezonu
sonunda haklı bir biçimde kovulan Hodgson’dan
farklı kılan ne? Sir Alex Ferguson garantisi mi?
Ferguson’ın Moyes tercihi kötü, hatta berbat
olarak değerlendirilirken, çoğu zaman Pep
Guardiola, Jürgen Klopp ve en çok da Jose
Mourinho gibi isimlerin niçin göz ardı edildiği
üzerinden yorumlar yapılıyor. Dünyanın en büyük
kulüplerinden biri olan Manchester United’a
yakışan, bu isimler büyüklüğünde biri değil miydi?
Bu karşılaştırmaya girişirken, David Moyes’ın
taktiksel çıkmazlarını öne çıkarmak, açıkçası biraz
yavan kalıyor. Zaten hiçbir vakit inovatif biri olarak
parlamış değildi. Bu isimlere kıyasla, böylesine
büyük bir iş için fazlasıyla tecrübesiz olan Moyes,
Brendan Rodgers veya Roberto Martinez gibi yeni
nesil hocalar arasında da sayılamazdı. Dolayısıyla,
sebep bu da değildi. Ferguson’ın iş modeli, bu
genelgeçer ölçütler içine sıkıştırılamıyordu ve
varisini belirleme zamanı geldiğinde, bunun böyle
olduğu en net şekliyle ortaya çıkacaktı. Onun
aklındaki varis, United’ın kendine has dinamiklerini
özümseyebilecek, bu geleneği devam ettirebilecek
biri oldu. Peki ama bu ne demek?
Moyes’un Everton günlerinden, Ferguson da Manchester
United’ın başında. Halef-selef karşı karşıya…
öncelikle birtakım teknik değerlerin idealize
edilmesiyle en büyük olanların ise tamamen
dışında. Manchester United’ın gücü, her şeyin
üzerinde kesin ve tartışmasız ‘kontrol’e sahip
olan Alex Ferguson’ın iş anlayışına dayanıyordu;
ve bu anlayışın temelinde, Ferguson’ın biraz da
gururla anlattığı, İskoç işçi sınıfı etiği vardı. Mesele,
her şeyin Ferguson tarafından birebir görülmesi
değildi. Ama işin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi
ve organizasyonun tamamında kesin bir kontrole
sahip olunması şarttı. Ferguson, antrenmanlarını
dünyanın en iyilerinden olan Rene Meulensteen’e,
basın toplantılarını Mike Phelan’a emanet
etti. Vaktiyle de Carlos Queiroz ve nicelerinden
fazlasıyla yararlanmıştı. Ferguson, en genel
hâlleriyle olan biteni anlama, ve onları yönetme
noktasında dünyanın en iyisiydi.
Manchester tüm büyüklerden farklı
Manchester United, tüm diğer elit kulüpler
arasında apayrı bir yere sahip. Önemli bir
ekonomik güçleri ve dünya çapında büyük bir
taraftar potansiyelleri var; ama örneğin Real
Madrid gibi, en başında bu yapı üzerinden
tanımlanmıyor. Şeyh ve oligarkların ihtiraslı
hamleleriyle türeyenlerden veya Barcelona gibi,
Ferguson’un tercihine atıfta bulunan
Manchester United’lı taraftarlar
Moyes için “Chosen one” (Seçilmiş biri) diyor.
‘İşçi sınıfı” değerli bir başlangıç
İşçi sınıfı, aslında bir metafor. Sir Alex Ferguson’ın
Manchester United’ı, Bill Shankly’nin Liverpool’u
ölçüsünde ‘kızıl’ bir takım asla olmadı. Olan aslında
şuydu: Ferguson’ın gençliğinde, Glasgow’un
sosyopolitik ortamı mükemmel bir okuldu ve
iyi bir öğrenci olan Ferguson için, işçi sınıfının
değerleri çok değerli bir başlangıç noktası olacaktı.
Bazı şeylerin, örneğin klasik 4-4-2 oyun yapısının
revize edilmesi gerektiği oldu. Sir Alex, 2000’lerin
başında bu zorunluluğun farkına vardığını ifade
ederken, Dwight Yorke’u takıma monte edişini
örnek gösteriyordu. Bir başka zaman, Spaletti’nin
devrimsel 4-6-0’ı ilgisini çekecekti. Fakat ‘işçi
sınıfının değerleri’ olarak ifade edilenler, belki
de en başından beri hiç değişmeden kaldı.
Kulüp içinde oluşturulmaya çalışılan havanın en
temelinde, sahiden bu vardı. Ferguson, 2011’de bir
açıklamasında şöyle söylüyordu:
Moyes’ın 2002’de geldiği Everton; küme düşme
potasında, finansal olarak doğal kısıtlamalara
tabi ve her anlamda krizde olan bir kulüptü. 10
sene sonra ayrıldığındaysa, her yönden gelişmiş
ve kendi sınırları dahilinde modern bir kulüp
bırakıyordu.
“Biz işçi sınıfıydık. Bugünkü çocuklar değil. Bazıları
öyle olduğunu düşünüyor olabilir, ama değiller.
Onların babaları ve dedeleri belki öyleydi, fakat
zaman değişti. Yine de yapmanız gereken, onları
işçi sınıfı ilkelerine inandırmak; gerçekten de, sanki
işçi sınıfıymışçasına hissetmelerini sağlamak.
Onlara, çalışmanın ne denli ayrıcalıklı olduğunu
fark ettirebilmelisiniz. Oyuncularıma tüm hayatları
boyunca çalışmanın kolay bir şey olmadığını
söylüyorum, ama buna değer.”
Everton da mirası iyiydi
Moyes’u herkesten bir adım öne çıkaran, kuşkusuz
onun da bu ortamın içinden gelen biri olmasıydı.
Moyes’in döneminde, Glasgow eski havasını yavaş
yavaş kaybediyordu ve belki Moyes, Ferguson
kadar iyi bir öğrenci değildi. Ama tüm bunların
ne ifade ettiğini biliyordu, ve aynı Ferguson gibi,
o da benzer bir anlayışla futbola yaklaşıyordu.
Emekli olmasının ardından Ferguson, “Manchester
United’a geldiğim anda, aklımda yalnızca bir şey
vardı.” diyecekti. “Bir futbol kulübü inşa etmek!
Tepeden tırnağa, en aşağıdan başlayarak.”
Moyes’un Everton’ı dönüştürmesi, tam da böyle
bir şeydi. 2002’de geldiği Everton; küme düşme
potasında, finansal olarak doğal kısıtlamalara
tabi ve her anlamda krizde olan bir kulüptü.
10 sene sonra ayrıldığındaysa, her yönden
gelişmiş ve kendi sınırları dahilinde modern bir
kulüp bırakıyordu. Ferguson’ın da, iyi bir miras
bırakmaktan anladığı tam olarak buydu.
“8 oyuncum iyi oynasın yeter”
Ferguson, “bir kulüp yaratmak, istikrar ve tutarlılık
getirir.” demişti. Çalıştığı yerlerde üç sezondan
fazla kalamayan Mourinho’nun başardığı ise
bundan farklıydı. O, çok iyi ‘takım’lar yaratıyordu.
Önemli başarılar kazanıp ayrıldığı kulüplerin,
o ayrıldıktan sonra girdiği kriz hâli ortadaydı.
Ferguson’ın zihni bundan farklı işliyordu. Topu
kaybettikten sonra 6 saniye içinde geri kazanma
kuralı koyan Guardiola gibi, Sir Alex Ferguson’ın da
sihirli bir sayısı vardı örneğin. Ona göre, bir futbol
maçını kazanmak için yalnızca 8 oyuncunun iyi
oynaması yeterliydi. Hatta daha ileri giderek, tüm
kariyeri boyunca yalnızca altı maçta, 11 oyuncunun
tamamının iyi oynamış olduğunu söylüyordu. Bir
başka vakit, V şeklinde uçan göçmen kuşların
bilindik hikayesini anlatmıştı. İlk sıradakiler kanat
çırparken, ikinci sıradakiler bu işten muaftı ve
daha sonra görev değişimi oluyordu. Bu, takım
oyununu anlatmak için kullanılmış bir alegoriydi.
Nicky Butt, John O’Shea gibi kısıtlı oyuncular,
kadronun ahengine bu anlamda önemli bir hizmet
etmenin yanında bir misyon daha üstleniyordu
aslında. Böylesine oluşturulan bir takım, daha
sonraki takımlara yapılacak geçişlerde uğranacak
hasarı da en aza indiriyordu. Ferguson, asla
geleceği düşünmeden bugünü kurgulamazdı.
Başarılı takımların döngülerinin yaklaşık 4 sene
içinde sona erdiğini söylerken, plânlarını buna göre
yapmaları ve sürekli yeni ‘takım’lar oluşturmaları
gerektiğinden söz ediyordu. Mourinho, sahiden
de Manchester United’a onun kadar iyi bakabilir
miydi?
David Moyes, Glasgow okulunun henüz tarih
sahnesinden çekilmediğini kanıtlamak zorunda.
Ve bunun için hâlâ zamanı var.
Mevcut durumda Moyes’un işi zor ama
imkansız değil. Zamana ihtiyacı var.
Salih Demirci
Manchester United Özel
HF124
GELENEKTEN DÜŞEN SEÇiLMiŞ KiŞi
Moyes’i göreve getiren gelenek, şimdi de her şeye rağmen onu koruyor. ‘Seçilmiş
Kişi’ zorda ama görünen o ki onu buraya çıkaranların ona verdiği bir hak daha var
Old Trafford sakinleri yıllardır böyle maçlar
görmemişti. Arada farklı yenilgiler oluyordu ama
kaybetmekte istikrar alışık olunan bir şey değildi.
Önce Liverpool’a, ardından da Manchester City’e
farklı yenilince bardak taştı. Değişimin simgesi
olan pankart (The Chosen One) tribünden
kaldırılmaya çalışılırken, tepkiler doğrudan David
Moyes’e değil tribündeki yerinde maçı izleyen
Alex Ferguson’a yöneldi. Ne de olsa kaçınılmaz
şekilde seçim ona aitti ve başka birini seçmesi de
mümkün değildi.
David Moyes’i ve Everton takımını takip edenler
farkındadır, sıkıntılara daima bir çözüm bulunurdu.
Takım sezona kötü başlasa bile bir zaman mutlaka
her takımı yenecek güce kavuşur, üstelik o dönem
sakatlar listesi uzun olsa da fark etmezdi. Daima
bir yol bulunur, hem de hiç etkileyici olmayan
bir yol bulunurdu. Alex Ferguson’un da tarzı
buydu ve aynı durumun halefin ilk sezonunda da
devam etmesi bekleniyordu. Ama öyle olmadı,
Manchester United adeta fetret devrine girdi.
Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale tutunan kulüp
için sezon hala ölmüş değil. Ligde ise durum
umutsuz ve yarım asırlık bir rejim, elbette ki bir
günde ve sorunsuz değişecek değildi. Üstelik
yeryüzünde Alex Ferguson’a en çok benzeyen kişi
belki de David Moyes’ti ve kurulu düzene en iyi
adapte olabilecek kişi de oydu. Öyle olmasa bile
Alex Ferguson’un tercihine ‘hayır’ mı denecekti?
Yine de Jose Mourinho ya da Pep Guardiola gibi
çarçabuk etki yaratabilen madrabaz hocalardan
biri tercih edilseydi şimdilerde zirve yarışının içinde
olabilirlerdi; ya da gerçekten böyle mi?
Tüm sezon sakatlıklardan ötürü sıkıntılar
yaşayan Manchester United’da kadronun en
önemli ismi Robin Van Persie, nisan ayının
sonuna kadar oynayamayacak.
İskelet ve sakatlıklar
Alex Ferguson’un takımı, hocasının mayasını
taşıyordu. Biliyorduk ki Manchester United’ın
maçları asla 90 dakika değildir ve bu takım
bazen sanki sırf galibiyet görkemli olsun diye işi
zora sokuyor gibi görünürdü. Forma kazanıyor
diye nitelenen öze sahiptiler; her zaman yüksek
olan özgüvenleri ve doğruyu oynadıklarına
dair inançlarıyla yarışa daima bir adım önde
başlıyorlardı. Bu sayede oyuncuların çapı büyüyor,
sürekli kazanarak yaşayan iskelete eklenenler de
ya huyundan ya suyundan bir şeyler kapıp ortama
ayak uyduruyorlardı.
Mesela Federico Macheda, 2008/09’da Liverpool’u
az farkla geçerek alınan şampiyonluğun en kritik
gollerinden birini atmıştı ama şimdilerde o takım
senin bu takım benim kiralık geziyor. David
Moyes’in takımı ise geçen sezonlarda yüksek
verim alınan oyuncuların sıradanlaştığı bir eşiğin
altında kaldı. Sezonun erken dönemlerinde malum
‘havayı’ kaybettiler, artık maça tutunmaları için
forma yetmemeye başladı. Akabinde peş peşe
sakatlıklar, iskelet tümden bozuldu.
Robin Van Persie, Nani, Michael Carrick, Wayne
Rooney azımsanmayacak süreler takımdan ayrı
kaldılar. Bunlara Rafael’i, Vidic’i eklersek takımın
yarısını işaret etmiş oluyoruz ki, şu sıralar benzer
şekilde ilk 11’inin yarısını kaybeden Arsenal’in zirve
yarışının neresinde durduğu emsal sayılabilir.
Ancak kritik soru eğer bu sakatlıklar yaşanmasaydı
David Moyes’in takımı yarışın içerisinde olur
muydu, olabilir. Buna İskoç menajerin lehine cevap
vermek zor, fakat yine kendinden sebepler arka
planda sayılabilir.
Yıpranma payı
Savunma tandeminden başlayarak bazı
oyuncular, geçen sezondan itibaren cepten
yiyerek oynuyorlardı. Ferdinand, Vidic ve Evra
yaş haddinden ötürü yetersiz kalırken, Young ve
Yaz transfer döneminde büyük umutlarla getirilen
Fellaini bir türlü form tutamadı. Sonrasında yaşadığı
sakatlık sebebiyle istenilen performanstan uzak kaldı.
Aston Villa maçında, Manchester United’lı taraftarlar stadın üstünden geçirdikleri uçağa astıkları
“Wrong one, Moyes out” (Yanlış kişi, Moyes istifa) pankartıyla İskoç hocaya tepki gösterdi.
Kagawa’nın verimsizliği, Cleverley başta olmak
üzere alternatiflerin güdük kalması David Moyes’in
elini kolunu bağladı. Üzerine yatırım yaptığı
Marouane Fellaini’nin ancak Mart ayıyla birlikte
düzenli forma bulacak bir seviyeye gelmesi başlı
başına büyük bir kayıpken, zaten United’ın geçen
sezon da o mevkide oynatacağı ideal bir oyuncusu
yoktu. Kadro açıkça son meyvesini vermiş ve
kurumaya yüz tutmuştu, yeniden canlandırılmaya
ihtiyaç duyuyordu. Hele ki Ferguson’un değil,
başka birinin elindeyken yüksek hedeflere
oynaması çok daha zordu.
Tüm bunların yanı sıra Fulham’a karşı Old
Trafford’da oynanan ve son yılların kenardan
orta rekorunun kırıldığı maç, Manchester United
taraftarının zihnine kötü bir anı olarak kazındı.
İngiltere’nin 90’ların ortalarından itibaren
değişime uğrayan futbol kültüründe sürekli
kenardan ortalarla hücum etmek, büyük takımlara
yakışmayan bir oyun biçimi olarak kabul edilirken
Moyes’in kötü gidişe bulduğu çözümün fazla
bilindik olması, bir başka sorgulanma sebebi olarak
görülebilir. Ama tecrübeli teknik adamın dediği
gibi, tercihler ve soyunma odasında yaşananlara
dair spekülasyonlar kazanamamalarına sebep
değil; tam tersine kazanamadıkları için bunlar yazılıyor.
Bir hakkı daha var
Büyük hedeflere talip olarak sürekli kazanmak
için de güçlü, denk ve sağlam bir kadro gerekiyor.
Oysa Manchester United’ın Juan Mata’dan önce
ince işler yapabilecek bir oyuncusu yoktu. Elbette
Wayne Rooney’nin ayrı bir klasmanı var ve
Adnan Januzaj da hiç fena katkı vermedi. Fakat
bir Eden Hazard, bir David Silva, bir Mesut Özil ya
da Ramsey, Yaya Toure onların kadrosunda yok.
Lider Liverpool’un ideal bileşimine yaklaşmaktan
çok uzaklar; nitekim şampiyon olamamak değil
ama Everton ve Tottenham’ın arkasında kalmak
kuşkusuz gerçek bir başarısızlık.
Başarısızlık mağduru David Moyes’i bu göreve
getiren gelenek, her şeye rağmen onu koruyor.
Anlaşılan Bayern’e elenmek de pek bir şey
değiştirmeyecek ve İskoç hocaya en az bir transfer
dönemi ve bir sezon başlangıcı hakkı daha
verilecek.
İsmail Şayan
Manchester United Özel
HF124
YÜZYILIN VURGUNU
Ferguson’un son 8 sezonunda Manchester United’ın kasasından Glazer’ın
borçlarını ödemek için çıkan rakam 690 milyon sterlini aştı ve daha da ödenecek...
Aynı dönemde Ferguson transferlere bunun yalnızca beşte birini harcayabildi ve
elde kale hariç her bölgede yenilenmeyi bekleyen yaşlı bir takım var
Alt yapının çok güzel ve özel hediyeleri olduğunu
inkâr elbette mümkün değil ama Sir Alex
Ferguson, Manchester United hanedanlığını
kurarken kadrosunu oluşturmadaki asıl gücünü,
kulübün kasasından almıştı. İlk transfer rekoru
Roy Keane oldu. 98’de Arsenal dublesi geldiğinde
rekor transferle buna yanıt verdi. 3 yıl sonra VeronNistelrooy ikilisine 62,5 milyon sterlin yatırdı.
Ertesi yıl Rio Ferdinand için Leeds’e ödenen
40,5 milyon sterlin defans oyuncuları için hâlâ
dünya rekoru ve İngiltere için de 10 yıl boyunca
transfer rekoru olarak kaldı. İki yıl sonra Rooney
için Everton’a ödenen 32,5 milyon sterlin, o yaşta
bir oyuncu için o tarihe kadar ödenmiş en büyük
rakamı katlamaktan da ötesiydi. Sonra Glazerlar
gelecekti...
İngiliz kulüplerinin borsada işlem görmesi
Tottenham ile başladı. Madde 34 nedeniyle
profesyonel yönetici çalıştırmakta sıkıntı çeken
kulüpler, federasyonun kısıtlamasından kurtulmak
için birer birer borsaya açıldılar. Ancak bu, çoğu
taraftar olan yatırımcılar için pek hayırlı olmadı.
Sebebi basitti: Bir futbol kulübünün amacı
kâr etmek değil, kupalar kazanmaktır. Gelirin
büyümesi, rekabet nedeniyle harcamanın da
büyümesi anlamına gelir. Özellikle transfer
bedelleri ve oyuncu maaşları, gelirle beraber büyür.
Bu, hemen hemen tüm kulüpler için geçerli
senaryo oldu ama Manchester United, hepsinin
bir sınıf üzerinde, acımasız bir ticaret makinesi
olmayı başardı. Hem kazanıyor, hem harcıyor, hem
de hissedarları tatmin etmeyi ihmal etmiyordu.
Ferguson ve Kenyon İngiltere’nin Bayern’ini
yaratmış, herkese tepeden bakıyorlardı.
Edwards, 1989’da kulübü 20 milyona Knighton’a
satmayı denemiş, başaramamıştı. 1991’de borsaya
arzda 6,7 milyon toplanmış, kulübün değeri ise
18 milyon sterlin olarak belirlenmişti. Aslında
“Manchester United Fırsatı”nı ilk görüp harekete
geçen, 1998’de 625 milyon sterlin teklif eden
Rupert Murdoch olmuştu. Satış engellendi çünkü
Britanya Rekabet Kurulu, ligin yayın haklarını
elinde tutan Sky’ın da sahibi olan Murdoch’un
kulübü almasına izin verilmeyeceğini bildirmişti.
26 Eylül 2003 günü ajanslara Malcolm Glazer’ın,
elindeki hisselerin %3,17’ye ulaştığını kulüp
yönetimine bildirdiği haberi düştü. %3 aşıldığı
anda yapılması zorunlu bir bildirim olduğundan
sıradandı. Ancak sonrası pek normal gitmedi.
Glazer’ın hisse oranı 20 Ekim’de %8,93’e, 29
Kasım’da ise %15 civarına yükseldi ve yönetici
David Gill ile niyeti konusunda bir toplantı yaptığı
haberleri yayıldı.
12 Şubat 2004 günü hisse oranı %16,31 olurken
ertesi gün Financial Times, Glazer’ın Alman
Commerzbank’a kulübün yönetimini devralmak
için talimat verdiğini yazdı. Haber, hisse fiyatlarını
bir günde %5 oranında artırdı. Haziranda Glazer’ın
payı %19’a ulaşmasına karşın en büyük hissedar
değildi. Kritik oran olan %30’a iki puan kalmışken
kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştı. Ama öyle
şanslıydı ki...
At dostluğu tepince
1999’da İrlanda’da doğan bir at, her şeyi
değiştirecekti... 2002’de Avrupa’da Yılın Atı
seçilen Rock of Gibraltar’ın emekliliği yaklaşırken
Manchester United’ın en büyük hissedarları John
Patrick McManus, John Magnier, eşi Sue Magnier
ve menajer Alex Ferguson, hiç beklenmeyen bir
kavgaya girdiler. Atın sahipliği paylaşılamıyordu.
Ferguson, McManus ve Magnier’i, onlar da
Ferguson’u dava etti. Gerilim kulübe de yansıdı.
Genel kurulda Magnier, Ferguson’a ağır ithamlarda
bulundu ve ağır yanıtlar aldı. İrlandalılar, menajerin
gitmesini istiyorlardı! Tribünler menajerin
arkasındaydı ve Magnier’e büyük tepki vardı.
Yönetim kurulu da tavrını Ferguson’dan yana
Rock of Gibraltar’ın bir
koşusundan sonra Ferguson
koydu. Yıpranan Magnier için 4 milyar değer biçilen
safkan üretim şirketinin yanında Manchester
United’daki hisseleri çok küçük kalıyordu.
12 Mayıs’ta Magnier ve McManus, Glazer ile
ellerindeki %28,9 oranındaki hissenin satışı
konusunda anlaştı ve Amerikalı %57’ye ulaştı.
Artık yasaya göre %30’u geçtiği için hisselerin
tümü için diğer hissedarlara en son aldıkları hisse
fiyatı üzerinden teklif yapmalıydı. Üçüncü büyük
hissedar olan İskoç Harry Dobson’la başladı ve
%62’ye ulaştı. Aynı gün bazı hissedarlardan %9,8
oranında alım gerçekleştirerek %71,8’i buldu.
Kulübü limited şirket statüsünden ve borsada
işlem görmekten çıkarabileceği oran olan %75’e
4 gün içinde, 16 Mayıs 2005 günü ulaşmıştı. 14
Haziran’da %97,3’ü elde etti ve 22 Haziran’da
hisselerin borsada işlem görmesini durdurdu.
Altı gün sonra, kulüp yönetiminin zorunlu olarak
kendisine devri için gerekli oran olan %98’i buldu
ve yönetimi devraldı. 800 milyon harcamıştı.
Aileyi temsil eden halkla ilişkiler şirketi Smithfield,
operasyonun merkezinde Joel Glazer’ın olduğunu
ve bundan sonra da işleri onun yürüteceğini
açıkladı. Taraftar gruplarının tüm karşı çıkmalarına
ve çağrılarına rağmen dünyanın en çok kâr
eden kulübü olan 127 yıllık İngiliz kulübü artık
Amerikalıların olmuştu. Hatta düpedüz Amerikan
malıydı... Sicil, derhal vergi oranlarının en uygun
görüldüğü Nevada’ya taşındı. Bunun anlamı
şuydu: Glazer, bir İngiliz kulübü olan Manchester United’ı
sattığında, kulübü doğuran ve yaşatan İngiltere’ye tek kuruş
gelir vergisi ödemeyecek.
Çözümü Scholes oldu
Glazer familyasıyla ilk iki yılda şampiyonluğu kaptıran
Ferguson, 2006’da Tottenham’a Carrick için 24 milyon sterlin
ödedi. Ama başta Real Madrid’e giden Ruud van Nistelrooy
olmak üzere sekiz oyuncusunu satmak zorunda kalıyordu.
Sekiz yıl önceki bu transfer, orta sahanın merkezine
yapılan son işe yarar transfer ve üst üste üç şampiyonluk
getirmişti. Geçen sezon şampiyonluğun tehlikeye
düştüğünü anladığında yine orta sahanın merkezine
takviye arayan Ferguson’un tek yapabildiği ise emekli
Paul Scholes’u geri döndürmek oluyordu.
Sülale boyu soygun
Malcolm Glazer ilk iş olarak oğulları Joel, Avram
ve Bryan’ı yönetim kuruluna atadı. Onları
Kevin, Edward ve Darcie Glazer izledi. Ödenecek
yüklü maaşlarla familyanın geleceğini garanti
altındaydı... Manchester United, gerektiğinde
bu ‘değerli’ yönetim kurulu üyelerine yüklü
avans ödemeleri de yaptı. Tıpkı Tampa Bay
Bucaneers’ta yaptığı gibi bilet fiyatlarına yani
taraftara yüklendi. Ama bunlar, asıl soruna kıyasla
bir hiç...
Glazer, Manchester United’ı borçlanarak aldı ve
bu borçları da kendi şirketine, yani Manchester
United’a ödetiyor. Kulüp, Glazer’a geçişinden önce
dev bir kâr makinesiydi. Kadro için para her zaman
ve gerektiği anda hazırdı. Futbolun yarattığı gelir
futbola gidiyordu. Artık futbolun ürettiğiyle finans
şirketlerini besleyen, futboldan çalan dev bir borç
ödeme makinesine dönüşmüş durumda. Yılda 90
milyon sterline yakın bir rakam Glazer’ın borçlarına ve
faizlerine gidiyor. Ödeme aksarsa kulübün yönetimi,
New York merkezli üç hedge fona geçecek.
Ferguson bu şartlar altında ve yıllarca müthiş bir
mücadele sergiledi. İngiltere’de Bayern olunabiliyor
ama Bayern kalınamıyor... Her ne kadar hem
UEFA’nın hem Premier League’in Finansal Fair
Play kuralları ile artık önü önemli ölçüde kesilse
de zengin kulüp sahipleri çıtayı hep zorladılar.
Ferguson’un en büyük şansı, takımı yıllarca
taşıyabilecek bir çekirdeğin Glazer kulübü satın
aldığında zaten elinde oluşuydu. Ama o takım
artık ölüyordu ve yenileme şansının olmadığının da
farkındaydı... Yılda ortalama 50-60 milyon sterlin
harcayabilenlere karşı rekabet gücünün her geçen
gün eridiğini biliyordu ve üç Avrupa şampiyonluğu
hayaline ömrünün yetmeyebileceğini anlamıştı.
Son bir şampiyonluk hediye etti ve sessizce
köşesine çekildi.
Glazer’ın daha ödenmesi gereken en az 389
milyon sterlinlik borcu olduğu biliniyor. Elbette ki
bu para kulübün kasasından çıkacak... Glazer tüm
borçları ödettikten sonra kulübü satar ve 2 milyarı
cebine koyup emekliliğin tadını çıkarır mı? Altın
yumurtlayan tavuktan kurtulmasını ummak pek
akla yakın görünmüyor.
Tarih tekerrür ederken
Ferguson’un yerine bizzat kendisinin tavsiyesiyle
Everton’dan, küçük bütçeyle maksimumu yapmayı
alışkanlığa dönüştürmüş David Moyes getirildi.
Değişikliğin harcamak anlamına da geleceğinin
farkında olan yönetim, New York Borsası’nda
satılan hisselerin yanına bir de bono satışını
ekleyerek kaynak yaratmaya çalıştı. Ancak bu para
hiç de iyi kullanılmış görünmüyor ve CEO David
Gill’in Ferguson’la beraber ayrılması bunda en
büyük etken olarak gösteriliyor. Woodward, satın
alma operasyonu sırasında danışmanlık yaptığı
Glazer’la birlikte kulüp hiyerarşisine girdi ve 40
yaşındaki CEO, deneyimsizliğiyle özellikle sezon
başı transferinde İspanya’da düşülen rezaletin baş
sorumlusu olarak gösteriliyor.
Elbette geçen sezonun şampiyonunun bu yılki
durumunda menajer faktörü çok önemli ama
olanlar Sir Matt Busby’nin 1969’daki emekliliğinin
ardından yaşananlara çok benziyor. Busby’nin
68’de Avrupa Şampiyonu olduğu takım, ayrıldığı
ilk sezonda ligi sekizinci bitirebilmişti ve yaşlıydı.
Şimdinin kırkını deviren Giggs’i gibi o zaman
38’indeki Foulkes vardı. Brennan ve Charlton 30’lu
yaşlarını sürerken Law da 30’u görmek üzereydi.
Onlar da bıraktığında takım küme düştü.
Büyük kaynak bekleniyor
Bugünün Manchester United’ı için elbette bu
derece kötü bir senaryo beklenmiyor. Ferguson,
City ve Chelsea’nin üçte biri düzeyinde harcayarak
yarışın içinde kalmayı başardı ama takımın
çok ciddi bir yatırıma ihtiyacı olduğu ortada.
Kaynak şu an için sorun olsa da yakın gelecek
sağlam. Old Trafford’un 96 bine çıkarılması
planı uzun zamandır hazır, yalnızca zeminde
sorun olmayacağına dair kesin onayı bekliyorlar.
Chevrolet ile yıllık 80 milyon dolarlık forma
reklamı anlaşması yapıldı. Altyapı ve antrenman
tesislerine bile sponsor bulundu. Ligin yayın
gelirindeki muazzam artış bu sezondan itibaren
devreye giriyor. Şampiyonlar Ligi’nin İngiltere yayın
hakları 2015’ten itibaren geçerli anlaşmayla iki
katından da fazla arttı ve bu da katılabilen İngiliz
kulüpleri için havuzdan 15 ile 35 milyon sterlin
arasında ek gelir demek. Sahada başarı gelirse
Kırmızı Şeytanlar üç yıl içinde ‘dünyanın en çok
kazanan kulübü’ ünvanına yeniden kavuşabilir.
Devler Ligi’nden uzak kalmak tehlike
Ne olursa olsun, Manchester United için
Şampiyonlar Ligi katılımı mutlak hedef ve Moyes
bunu en kötü ihtimalle gelecek yıl başarmak
zorunda. Bir sezon Şampiyonlar Ligi bileti
alamamak kulüp için zor da olsa ölümcül değil.
Ancak iki yıla çıkması tam bir tehlike ve on
yıla çıkmasına sebep olacak sürecin başlangıcı
anlamına gelebilir.
Yüzyılın soygununu yapan Glazer familyası
için bunların para dışında bir anlamı var mı
bilinmez. Futbola yatıran Araplar ve Ruslardan
farklı olarak futboldan çalma modelini ortaya
koydular. Onlara direnebilmeleri de Ferguson’un
dehası ve bilgeliğiyle mümkün oldu. Aynı şeyi
Moyes’in de yapmasını umdukları açık. Tehlikeyi
gördükleri andaysa kulübü elden çıkarıp keyiflerine
bakacaklardır.
Uğur Karakullukçu
Röportaj
HF124
Manchester United’ın
efsanevi oyuncusu Denis
Irwin, kulübün şampiyonluk
turu kapsamında geldiği
İstanbul’da Kırmızı
Şeytanlar ile ilgili
sorularımızı yanıtladı
‘FERGUSON DA
5 YIL BEKLEMİŞTİ’
Manchester United’ı bugünkü Manchester United
yapan şüphesiz 90’lar ve o dönemde elde edilen
başarılardı. O takımda hiç ara vermeden yer alan,
değerli isimlerden biri olan Denis Irwin, İstanbul’a
gelince 1990’da Oldham’dan gelerek 2002’ye
kadar 12 sene oynadığı bu takıma, bu formaya
dair konuşma şansı bulduk. Manchester United’ı
masaya yatırıyorken, her şeyi birinci ağızdan
duymak çok daha doğru elbette.
Kulübün bu sezonki beklenmedik derecedeki kötü
durumunu açıklarken, öncelikle Ferguson’un ilk
dönemine değiniyoruz. Efsane futbolcu, Sir Alex
Ferguson’un o hanedanlığı kurarken geçtiği yolu
şöyle anlatıyor: “Aberdeen’de çok başarılıyken
Manchester United’a geldi ama onun için bile
bu büyük bir adımdı. İlk kupasını 3.5 yıl, ilk
şampiyonluğunu 5 yıl sonra kazanmıştı. Bu iyi
oyuncuları bir araya getirmek, tecrübelenmek
ve takım olarak hareket edebilme becerisi
kazanmakla ilgili bir durum. O takımla Avrupa’da
birçok yerde oynadık, fantastik başarılar elde ettik.
O ekipte yer almaktan gurur duruyorum.”
Bayern Münih finali özeldi
Elde ettikleri başarılı dönemi anlatırken ise
gözleri parlıyor Irwin’in, “99 finali harikaydı. 91’de
de Barcelona’ya karşı Kupa Galipleri Kupası’nı
kazanmıştık, 4-5 Premier Lig şampiyonluğumuz
vardı. 97’de Şampiyonlar Ligi yarı finalinde
elenmiştik, orada da kupaya çok yakındık. Çok
bekledik o başarı için ama 99’da o harika finalle
birlikte üçleme yaptık. Benim için harika bir 12 yıldı.
Bayern Münih’i yenmek tabii ki bunların arasında
farklı bir yere sahip, inanılmazdı” diyerek 99
şampiyonluğunu diğerlerinden biraz ayırıyor.
Giggs beyniyle oynuyor
Kendisinin henüz ikinci sezonundayken ilk
maçına çıkan bir genç oyuncu olan Ryan Giggs’i
sorduğumda ortam hemen neşeleniyor. “Bu
adamın yaşı yok” diyor Denis Irwin ve şöyle devam
ediyor: “Giggs kült bir oyuncu. 1991’deki o Everton
maçında sakatlanmıştım, o da kulübeden benim
yerime girmişti. Hala aynı kulüpte, aynı seviyede
oynayabiliyor olması gerçekten inanılmaz.
Futbola olan düşkünlüğü, en iyi olma arzusu onu
bu noktaya getirdi diye düşünüyorum. Bu kadar
fiziksel bir oyunda beyniyle var olmayı başarıyor.
Bir kulüp için 24 yıl oynayabilmek, söylenecek daha
fazla söz yok.”
Bu yıl geçiş yılı
David Moyes’un ilk sezonunda beklenen çizgiden
uzakta kalmasını ise büyük ölçüde beklediklerini
ifade ediyor United efsanesi. “Şüphesiz ki Alex
Ferguson’un emekliliği sonrası sezonun çok
zorlu olacağını biliyorduk” diyen Irwin, “Hala
Şampiyonlar Ligi’nde devam ediyoruz ve bu
harika. Kazanma şansımız var. Bunu geçiş yılı
olarak kabul etmek lazım. Moyes oyunculara ve
ortama alışacak ve umuyorum ki gelecek sezon
şampiyonluk mücadelesi vereceğiz. Bu sezon
Premier Lig epey ilginç, Chelsea, Manchester City,
Arsenal, Liverpool çok iyi durumda, Everton da
iyi işler çıkarıyor. Bu açıdan biraz hayal kırıklığı var
ama gelecek sezon telafi edeceğiz” diyerek odak
noktalarını gelecek sezona çevirdiklerini ifade
ediyor.
SAMİ YEN’İ UNUTAMIYORUM
İstanbul’a ilk olarak 1991’de milli maç için geldiğini söyleyen Irwin, “Daha
sonra 1993’te Manchester United’la İstanbul’a geldim. İstanbul dünya üzerinde
futbol oynamaktan keyif alacağınız yerlerden biri. Burada taraftarlar çok ateşli
ve tutkulu. Galatasaray’ın eski stadyumundaki o maçta taraftarın ateşini
sahada bile hissedebiliyordum. Bizim için güzel bir gece değildi” diyor. Milli
takım kariyerinin son maçına da Bursa’da çıktığını söyleyen İrlandalı efsane,
“İrlanda’daki son maçımı da Euro 2000 playofflarında, Bursa’da oynamıştım. Bizi
yine Sami Yen’deki gibi deplasman golüyle elemiştiniz!” diyerek espri yapıyor.
İstanbul’a son olarak 2012’de bu kez taraftar olarak geldiğini ve Galatasaray ile
United arasındaki maçı takip ettiğini söyleyen 48 yaşındaki futbol adamı ayrıca
Türk taraftarların takımlarına olan desteğinin harika olduğunu ifade ediyor.
Egemen Yıldırım
Derbi Özel
HF124
SEZONU KURTARMA MAÇI
Galatasaray, son 2 yılda yaşamadığı derbi stresini bu sezon iliklerine kadar
hissediyor. Uzaklaşılan hedefler ve takımın içinde bulunduğu durum, ezeli rakip
Fenerbahçe ile oynanacak mücadelede iyi bir sonuç alınmasını zaruri kılıyor
Son iki sezonun şampiyonu Galatasaray için bu yıl,
beklenenin aksine tabir-i caizse ölü bir sezon oldu.
Sezonun ilk 1.5 aylık döneminden sonra yaşanan
teknik direktör değişimi, ligin ikinci yarısıyla birlikte
hedeflerden bir bir uzaklaşılması ve son günlerde
ortaya çıkan yönetimsel sorunlar… Bu verilerin
hepsini bir araya getirdiğimizde sarı-kırmızılıların
Pazar günü oynayacağı Fenebahçe derbisi son
yılların aksine büyük önem arz ediyor.
arasında oynanan 9 derbinin 4’ünü Galatasaray’ın,
3’ünü Fenerbahçe’nin kazandığını görüyoruz.
Hatta bunların üstüne 2011/12 sezonunun
son maçında Galatasaray’ın Kadıköy’de aldığı
0-0’lık beraberlikle şampiyon olması eklenince
Fenerbahçe’nin 14 yıllık Kadıköy saltanatının son
bulacağı öngörülmeye ve psikolojik üstünlüğün
Galatasaray’a geçeceği söylenmeye bile
başlanmıştı.
Aslında Galatasaray-Fenerbahçe maçları, sonunda
puan, kupa olmadan da oynansa gerginliğin,
çekişmenin ve rekabetin yaşanmasının fazlasıyla
muhtemel olduğu 90 dakikalardır. Ancak son 2 yıla
baktığımızda bu rekabetin yönünün Galatasaray’a
doğru ivme kazandığı söylenebilir. 2011-2013 yılları
O dönemde derbilerdeki psikolojik üstünlüğün
Galatasaray tarafına doğru geçtiği iddiası pek de
gerçek dışı olarak nitelendirelemezdi.
Çünkü sarı-kırmızılılar, ezeli rakibinin yaşadığı 3
Temmuz sürecini lehine çevirmeyi hem saha içinde
hem de saha dışında başarmıştı. Bu durumun en
büyük yaratıcısı ise Galatasaray’a 3. döneminde
2 lig şampiyonluğu, 2 Süper Kupa, 1 Şampiyonlar
Ligi çeyrek finali başarılarını yaşatan Fatih
Terim’den başkası değil. Ancak İmparator’un bu
sezonun henüz 6. haftasında görevinden alınması
Galatasaray’ın hem saha içi düzenini ve istikrarını
etkiledi, hem de Fenerbahçe ile yaşanan psikolojik
savaşın tekrar rakibinin tarafına geçmesine neden
oldu. Bu durumu örnekleyecek olursak; sezonun
ilk yarısında Kadıköy’de alınan 2-0’lık mağlubiyet
ve oynanan silik futbol, ligde Fenerbahçe’nin
13 puan farkla önde olması ve Galatasaray’ın iç
karışıklılıklarını sayabiliriz.
Geçtiğimiz iki sezona baktığımızda Galatasaray’ın
oynadığı Fenerbahçe maçları hedef maç
görünümünden biraz uzaklaştı. Kazanılan
şampiyonluklar ve alınan kupalar taraftar ve
camianın nezdinde derbiyi bir nebze de olsa
ikinci plana attı. Özellikle Kadıköy’de kaldırılan
şampiyonluk kupası, bu düşünceyi doğrular
nitelikte. Ancak bu sezonun başlamasıyla sarıkırmızılıların sürüklendiği kaos ve istikrarsızlık,
işleri bir anda terse döndürdü. Terim’in gidip
Roberto Mancini’nin gelmesi, akabinde sezonun
ikinci yarısında Şampiyonlar Ligi’nden elenme,
Türkiye Kupası yarı finalinde
Bursaspor’a kaybedilen
avantaj, Fenerbahçe’nin
puan farkını çift
hanelere çıkarması ve
yönetimsel sorunlar
Galatasaray için Türk
Telekom Arena’da
oynanacak derbiyi tek
hedef haline getirdi.
Kurtarma
yazılısı
Bir nevi kurtarma
yazılısı şekline bürünen
derbi Galatasaray
açısından bu sezonun tek
tesellisi olabilir. Türkiye
Kupası’nda yarı finalin
rövanşı olsa da ilk maçın
Türk Telekom Arena’da 2-2
bitmesi, final umutlarını
tükenme noktasına getirdi. Final ve şampiyonluk
gelse bile son dönemde yaşanan sorunların ilacı
derbi galibiyeti olmuş durumda. Bu vaziyet sarıkırmızılıların başına en son 3 sezon önce gelmiş,
Türk Telekom Arena’da oynanan ilk Fenerbahçe
derbisini 2-1 kaybeden Hagi’nin öğrencileri için
sezon facia ile tamamlanmıştı.
Peki Mancini’nin öğrencileri, ayaklarına gelen
kurtarma yazılısından geçer not alabilecek mi?
Sahada oynanan futbol göz önüne alındığında
Fenerbahçe’nin biraz daha ağır bastığı aşikar;
ancak maçın tansiyonu, ezeli rekabetteki önemi ve
Galatasaray’ın Türk Telekom Arena performansı,
bir tarafı favori yapmaktan alıkoyuyor.
Sneijder kanatta mı? Asla!
Galatasaray’ı taktiksel açıdan inceleyecek olursak
olmazsa olmazı, sahaya tek forvet ve 4-2-3-1
dizilişiyle çıkma gerekliliği olarak karşımıza çıkıyor.
Çünkü Fenerbahçe’nin tempolu oyunu ve kanatları
son derece etkin kullanması, Galatasaray’ın
beklerini hücumda kanat oynama özelliği olan
isimlerle desteklemesini zorunlu kılıyor. Tabii
kanatlarda oynayan isimlerden birinin Sneijder
olmaması kaydıyla!
Hollandalının son maçlarda sol kanatta gösterdiği
performans, Galatasaray’ın kendi ayağına
sıkmasına neden olan en önemli olgulardan
bir tanesi. Aslında istatistiklere bakıldığında
oynadığı son 11 karşılaşmada 2 gol 5 asistlik
bir katkı verdiği görülüyor. Fakat
burada önemli olan
detay; attığı golleri oyun
içinde gerçek mevkisi
olan forvet arkasına
geçtiğinde, asistleri de
genellikle duran toplardan
hanesine yazdırmış olması.
Yani Sneijder’den derbide fayda
almak için kanatta değil forvet
arkasında oynaması elzem olarak
görünüyor.
Geri dörtlüye baktığımızda Eboue’nin
istikrarsız performansı, formanın yeni
transfer Veysel’e gitmesi gerektiğini
gösteriyor. Özellikle Caner-Sow ikilisinden oluşan
Fenerbahçe sol kanadını Veysel’in karşılaması,
Galatasaray’ın savunmada daha diri kalmasını
sağlayacaktır. Telles ve Semih’in yerleri garanti.
Semih’in partnerinin ise Emenike varlığından
dolayı Chedjou’nun olması gerekliliğini doğuruyor.
Orta sahada Melo ve Selçuk’un forma giymesi
kesin. Önlerinde Sneijder’in oynayacağını hesaba
katarsak, sıra kanat ve forvette oynayacak
isimlere geliyor.
Kararı Mancini verecek
Roberto Mancini Galatasaray’a geldiğinden bu
yana ceza ve sakatlık dışında ileri hatta Drogba
ve Burak ikilisinden vazgeçmedi. Ancak bu ikilinin
aynı anda çift forvet olarak sahada bulunması,
Fenerbahçe karşısında Galatasaray’a zarar
verebilir. Çünkü rakibin tüm sezon boyunca
kanat oyunlarından aldığı verim, şampiyonluğun
kilidini açan en önemli unsur oldu. Bu durum da
sarı-kırmızılıların kanat varyasyonlarını efektif
bir biçimde kullanması anlamına geliyor; ancak
Drogba ve Burak’ın sahada yan yana olması,
Sneijder’in sol kanat oynamasına ve 4-4-2’den
verim alınamamasına sebep oluyor.
Şu an Galatasaray kadrosunda saf kanat özelliği
olan tek isim Izet Hajrovic. Son maçlarda
gösterdiği performansla formayı hak ettiğini
gösteren genç Bosnalı, Galatasaray’ın tek forvetli
düzeninde sağ kanatta oynaması en muhtemel
isim. Sol kanata geldiğimizde ise büyük bir
belirsizlik hakim. Burak’ın tıpkı Sneijder
gibi sol kanatta hiçbir katkı sağlamaması,
onun sağ kanatta denenmesini
sağlayabilir. Bu da Hajrovic’in sola
kaydırılmasını gerektiriyor. Hatta
Burak yerine Umut da sağ
kanatta denenebilir. Özellikle
Trabzonspor’da Burak’la
oynadığı dönemde Şenol
Güneş tarafından
sağ önde oynatıldığı
çok sayıda maç var
Umut’un. Sahip olduğu
enerji ve savunma yapma
özelliği, böylesine zorlu bir
maçta sarı-kırmızılılar için
avantaj sağlayabilir. Ama Mancini’nin Burak’a olan
güveni, formayı ona daha yakın kılıyor. Üstünde
durduğumuz sistem göz önüne alındığında
Burak ve Hajrovic’in sürekli kanat değiştirmesi de
alternatif olabilir. Son karar tecrübeli İtalyan’ın
ama ibre Burak’tan yana.
Hamit Altıntop ihtiyacı
Galatasaray’ın sezon başından bu yana eksikliğini
en çok hissettiği isim, hiç beklenmedik bir şekilde
Hamit Altıntop oldu. Birden fazla pozisyonda
oynayabilme özelliği ile Hamit, sarı-kırmızılıların
geçen sezon kazandığı başarılarda önemli rol
oynadı. Ancak sezon başında yaşadığı ağır
sakatlık, onun sezonun neredeyse tamamını
kaçırmasına neden oldu. Tecrübeli oyuncu şu
an sağlıklı ve oynamaya hazır; fakat yaşadığı
maç eksikliği derbide onun forma giymesini
imkansızlaştırıyor.
Sağlıklı bir Hamit Altıntop’un bu derbide büyük
katkı yapması aşikar. Pozisyon bilgisi, çok yönlü
oyunu ve tecrübesi Galatasaray adına büyük artı
olabilirdi. Hatta Galatasaray’ın şu anki kadro
yapısında Hamit Altıntop’a fazlasıyla ihtiyaç
duyduğunu rahatça söyleyebiliriz. Belki Mancini
onu 18 kişilik kadroya alarak maçın gidişatına göre
son 10-15 dakika değerlendirebilir. Özellikle kanat
oyununu oynaması zaruri olan sarı-kırmızılılar
için bu maç özelinde Hamit Altıntop büyük fayda
sağlayabilirdi.
Karamsar havayı dağıtır…
Tüm detayları masaya yatırdığımızda
Galatasaray’ın elindeki bu son şansı iyi
değerlendirmesi gerekliliği ortaya çıkıyor.
Alınacak 3 puan, en azından sezon sonuna
kadar saha içinde dolaşan kara bulutları
sezon sonuna kadar dağıtacaktır. Olası bir
kayıp ise sorunların artmasına zemin hazırlar.
Eğer sarı-kırmızılılar, Fenerbahçe’nin rahat
konumunu fırsata çevirebilirse, taraftarının
da desteğini arkasına alarak sezonu derbi
galibiyetinin oluşturacağı tebessümle
noktalayabilir. Yeter ki sahaya çıkacak 11
maksimum verim alınacak pozisyonlarda
değerlendirilsin.
İlker Yılmaz
Derbi Özel
HF124
EN GÜZEL BAHAR
Şampiyonluğunu ilan etmesine haftalar kalan Fenerbahçe için
derbide Galatasaray’ı kendi mabedinde devirip mevcut puan farkını
artırarak kupaya giden yolda baharın keyfini çıkarma düşüncesi var
Kimine göre dünya, kimine göre de sadece bir
İstanbul derbisi olan Galatasaray-Fenerbahçe
mücadelesi son iki sezona göre bu sefer başka bir
anlam taşıyor. Galibiyet, şampiyonluğu bekleyen
boğazın lacivert yakası için kahvenin yanına nane
likörü, boğazın kırmızı yakasına ise çayın yanına
petibör tadında. Şampiyonlar Ligi’den elenerek
sezonun geri kalanında hevessiz bir ikincilik
yarışına kalan Galatasaray moral olarak oldukça
zor durumda. Sorgulanan devre arası transferleri,
medyanın Mancini’ye uyguladığı top atışı,
neredeyse her hafta çıkan yerliler ile yabancıların
arasının açık olduğu haberleri sarı-kırmızılıları
oldukça baskı altına almış durumda. Büyük
takımlar böylesi maçlarda bu baskıyı lehlerine
kullanmayı başarabilecekleri gibi alınabilecek
mağlubiyetle çöküşlerini de ilan edebilir.
Sezonun ilk yarısında korkutan forvet hattı,
tempolu orta sahası, akışkan kanat organizasyonu
ve sert defansıyla Fenerbahçe bol pozisyon
buluyor, motivasyonuyla maçı sonuna kadar
kovalıyor ve çabanın getirdiği puan ve gollerle
iddiasını her geçen gün arttırarak yoluna devam
ediyordu. Lakin sarı-lacivertliler ikinci yarıya tek tek
sakatlanan forvet elemanları, topu kontrol edemeyen
orta sahası ve hatalarıyla alarm veren bir defans
hattıyla merhaba dedi. Bunun yanında yapılan hakem
hatalarına gösterilen tepki ve sonucunda oluşan oyundan
kopmalarla puan farkı azalmıştı. Zor bir viraja girilirken
forvetlerin dönmesiyle çarklar yavaş yavaş tekrar eskisi
gibi dönmeye başladı. Emenike formunu artırdı, Sow
haftalar sonra süren suskunluğunun ardından önce
ağladı, ardından attığı golle toparladı. Kanarya, Aslan
karşısına son derece kendine inançlı bir şekilde
çıkacak.
Bu seviyede ilk deplasman
Ersun Yanal’ın Fenerbahçesini henüz
Galatasaray kalibresindeki bir takıma
karşı deplasmanda izleyemedik.
En zorlu maç diyebileceğimiz
Trabzonspor mücadelesi
referans olmaktan çok
uzak. Bu maçtan belki
de çıkarılabileceğimiz
tek sonuç sarılacivertlilerin
verdiği
pozisyonlar
olur. Rakibin gole
yaklaştığı iki pozisyonda da
Kanarya hücuma çıkmak isterken yediği presi kıramamış
ve topu kaybederek defansta hazırlıksız yakalanmıştı.
Özellikle Gökhan Gönül ve Caner Erkin’in yaptığı çıkışlar
sonrasında, orta sahada yapılan top kaybı neticesinde
rakibi Mehmet Topal ve iki stoper karşılıyor. Ersun Yanal’ın
belki de tek kulvarda yarışmasının neticesi olan bu riskli
oyunu, rakipteki yetenekli kanat oyuncularına teslim
olabilir. Tabi bunu yapabilmek için evvela Fenerbahçe’nin
orta sahasını rahatsız etmek gerek. Oyununu eline
alan Fenerbahçe korkutucu forvet elemanları, oyunu iki
yönüyle oynayan kanat oyuncuları, yerine göre dirençli
ve teknik orta sahasıyla bu ligde tozu dumana katacak
kuvvette. Bu bakımdan ev sahibi de olma avantajını
elinde bulunduran Galatasaray’ın sahaya nasıl bir taktik
disiplinle çıkacağı oyunun kaderine etki etmede daha ön
plana çıkıyor.
Mancini kendini gösteremedi
Dünyaca ünlü İtalyan Futbol Akademisi
Coverciano mezunu Roberto Mancini’nin
taktiksel yeteneklerine şüphe yok. Her ne kadar
6 aydır takımın başında bir transfer ve bir de
kamp dönemi geçirmiş olsa da taktiksel olarak
sahaya büyük meziyetler ortaya koyduğunu
söylememiz biraz zor. Özellikle son iki sezona
damgasını vuran Selçuk İnan ve gol kralı Burak
Yılmaz’daki düşüşün temel sebeplerinden biri de
sarı-kırmızılıların taktiksel açıdan henüz hocasıyla
uyumlu olamaması. İtalyan hoca elbette sarılacivertlileri analiz ederek ve buna göre bir oyun
planı oluşturarak takımını hazırlayacaktır. Lakin
takımının buna nasıl bir refleks vereceği de
muamma.
İstatistiki verilere baktığımızda son 5 maçta
108 şut atan Fenerbahçe karşısında ligin en az
pozisyon veren takımı Galatasaray olacak. İddiası
düşük bir karşılaşma olduğunu varsaysak etliye
sütlüye karışmayan bir derbi de izleyebilirdik ama
özellikle Galatasaray’ın galibiyet ihtiyacı bize
zevkli bir derbi vadediyor. Bir dipnot olarak da
Fenerbahçe’nin dört golcüsü Kuyt-Sow-EmenikeWebo’nun 43 kez fileleri sarstığını, Galatasaray’ın
da toplam 47 golü bulunduğunu ekleyelim.
Maddi anlamı büyük
Fenerbahçe karşısında alınacak galibiyet gelecek
sezon da Şampiyonlar Ligi’nde olmak isteyen
Galatasaray için maddi yönden de büyük öneme
sahip. Yönetim tarzı her yönden eleştirilmeye
müsait olsa da gözünü Avrupa’da başarılı olmaya
dikmiş bir başkanın, bu yönde yaptığı/yapacağı
yıldız hamleleri ve buna mükabil harcadığı paralar
koltuğunu tehdit edebilir. Pek tabii ki taraftarla
barışma maçı da olan derbi zaferi gelecek sezon
için umut verecektir.
Son yılların en rahat derbisine çıkacak olan
Fenerbahçe açısından da bu sezon verilen
mücadele taçlanacak. Matematiksel olarak
tescillenmese de Kanarya’nın sezonu şampiyon
bitireceği bir gerçek.
Taner Karaman
Derbi Özel
HF124
RAKAMLARLA DERBi
6 Nisan Pazar günü nefesler tutulacak. Herkes dev derbiye odaklanacak.
Bu önemli maç öncesi her iki takım için de bazı sayısal veriler öne çıkıyor.
Futbolun istatistikleriyle işte Galatasaray-Fenerbahçe derbisinden notlar
6
7
6
43
108
80
1
13
29
15
Galatasaray ligin 17 haftasında ilk 4’te yer alan takımlar ile 6 kere karşılaştı. 3
maçtan galibiyetle ayrılırken, iki beraberlik ve tek yenilgi aldı. Bu mağlubiyet 2-0
ile ligin 11’inci haftasında Fenerbahçe’ye karşı.
Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanan son altı derbi maçında 7 kırmızı kart
çıkarken 14 gol atıldı. Her 2 gole, bir kırmızı kartın düştüğü derbilerde, Fenerbahçe
4 kere kızardı.
Ligde Galatasaray 3 maçtır kazanamazken, Fenerbahçe toplamda 6 maçtır
kaybetmiyor ve 4 maçtır kazanıyor.
Galatasaray Süper Lig’de takım olarak 47 gol atarken, Fenerbahçe’de Emenike, Kuyt,
Sow ve Webo 43 gol attılar. Bu sayı hem onları Avrupa’nın en golcü ilk 10 forvet
hattından biri yaptı hem de ligin 13 takımından daha fazla gol atabilen 4 oyuncusu.
Sarı-lacivertli takım son 5 maçta attığı 108 şutla Avrupa rekoru kırdı. Avrupa’da
hiçbir takım son 5 maçında 108 şutluk performans sergileyemedi. Öte yandan
Fenerbahçe, 159 pozisyon ile ligin en çok gol pozisyonuna giren takımı durumunda.
Son zamanlarda galibiyete hasret kalan Galatasaray ise az gol yemesiyle dikkat
çekiyor. Aslan ligin 80 ile rakiplerine en az gol pozisyonu şansı veren ekibi.
Caner Erkin ve Gökhan Gönül ile kanatlardan ilerleyen Fenerbahçe, ligin en fazla
isabetli orta açan takımları listesinde birinci durumda. Kanatlarda sorun yaşayan
Galatasaray karşısında en etkili oldukları noktalar bu bölgeler olacak.
Sarı-lacivertli takım lig tarihinin 27. haftalar itibariyle en farklı lideri durumunda. (13 puan
fark) Fenerbahçe, Galatasaray’ı devirmesi durumunda iki rekoru kırmaya çok yaklaşacak.
Kanarya şampiyonluğu 13 puan farkla ilan ederse en farklı şampiyonluğu hem de 3 hafta
öncesinde şampiyon olursa en erken şampiyonluğunu ilan edecek olan takım olacak.
2013/14’ün en golcü ekibi olan Fenerbahçe, gollerinin 29’unu yani yaklaşık yüzde
50’sini ilk yarının son 15 (12) ve ikinci yarının son 15 dakikasında (17) attı.
Galatasaray’da gollerin yoğun geldiği dakikalar ilk 15 dakikalar oldu.
Karşılaşmaların ilk 15 dakikalarında 11, ikinci yarının ilk 15 dakikasında 10 gol
atan Aslan, gollerinin yüzde 45’ini bu dakikalarda buldu.
Fırat Topal
Dünya Kupası
HF124
BİR ZAMANLAR BREZİLYA SAHİLLERİNDEYDİK #1
JOE GAETJENS
1950 Dünya Kupası’nda ABD büyük bir mucizeye 1950
Dünya Kupası’nda ABD büyük bir mucizeye imza atmış.
Kimsenin kendisine şans tanımadığı maçta İngiltere’yi
1-0 mağlup etmişti. O gün kadroda olan Joe Gaetjens
alınan galibiyetle büyük bir sevinç yaşasa da kupa
sonrası pek mutlu olamayacaktı
İngilizler yıllar boyu “futbolun mucidi”, İngiltere
de “futbolun beşiği” olarak anılsa da ilk 3 Dünya
Kupası’na, FIFA ile aralarındaki anlaşmazlıklardan
dolayı katılmadılar. 1950’de Brezilya’daki turnuvaya
geldiklerinde ise favorilerden biriydiler. Bahisçiler
onların kupayı kazanmasına 1’e 3 veriyorlardı.
İngilizler kupaya 2-0’lık Şili galibiyetiyle
başladılar. 29 Haziran 1950’de, Belo Horizonte’nin
Independencia Stadyumu’nda İngilizlerin
karşısında Amerika Birleşik Devletleri vardı. Maç
bittiğinde tüm dünyayı şok eden hatta haber
kanallarının inanmayarak yanlış haber verdiği maç,
dünya futbol tarihinin en ilginç hikayelerinden
birinin içinde barındırır.
Birleşik Amerikalılar 1930’da savaş yıllarından
önce düzenlenmiş ilk Dünya Kupası’nda gruptan
çıkmayı başarmışlar ve son 4 takım arasına
kalmışlardı ama savaş sonrası karneleri çok
kötüydü. Son 7 milli maçlarını kaybetmişlerdi ve
bu sürede 2 gol atıp 45 gol yemişlerdi. İtalya’ya
7-1, Norveç’e 11-0 mağlup oldukları maçlar aynı
döneme rastlar. Bahisçiler onların turnuvayı
kazanma ihtimaline ise 1’e 500 veriyorlardı.
Oyuncuların bir çoğu yarı profesyoneldi...
Örneğin defans oyuncusu Walter Bahr lisede
öğretmenlik yapıyordu, kaleci Frank Borghi, cenaze
levazımatçısı amcasının yanında cenaze arabasını
kullanıyordu. Borghi kariyerine bir beyzbol
oyuncusu olarak başlamış ancak sonra futbola
geçiş yapmıştı. Ancak saha içinde hiç bir yeteneği
olmadığı için ve beyzboldan gelen kabiliyetleri
sebebiyle kalecilikte karar kılmıştı. Öyle ki kale
vuruşlarını hiçbir zaman kendisi kullanmamış, bu
görevi arkadaşlarına bırakmıştı. Diğer oyuncuların
arasında posta teşkilatı ve çamaşırhanede
çalışan oyuncular vardı. Turnuvadan kısa bir süre
önce teknik direktörlük görevine atanan William
Jeffrey maç öncesinde “hiçbir şansımız yok”
şeklinde basına demeç vermişti. 3 oyuncu turnuva
yolculuğundan 1 gün önce kampa dahil edilmişti.
Joe Maca, Ed McIlvenny ve Joe Gaetjens...İşte
hikayemiz bu adamların sonuncusu ile ilgili... Haiti
doğumlu Joe Gaetjens...
1950 Dünya Kupası’nda ABD Milli Takımı
25 dolarlık futbolcu
Joe Gaetjens, 1924 yılında Haiti’nin başkenti PortAu-Prince’de dünyaya geldi. Joe doğduğunda
Bremenli bir iş adamı olan babası Thomas
Gaetjens’in Haiti’de uzun süreli faaliyetleri sonucu
elde ettikleri servetin değeri azalmıştı ama ülke
standartları için yine lüks bir hayat yaşıyorlardı.
Babası kendisini Alman büyükelçiliğine kayıt
ettirmişti. Yani ne dünyaya geldiğinde ne de aile
köklerinde ABD ile bir bağlantısı vardı.
Gaetjens futbola 14 yaşında Haiti’nin Etoile
Haitienne takımında başladı.18 yaşına geldiğinde
takımla lig şampiyonluğunu kazanmıştı.1944’te
20 yaşındayken 1 şampiyonluk daha kazandılar
ama oyuncu futboldan kazandığı paranın onun
geçimine yetmeyeceğini anlamıştı. 23 yaşında
futbol kariyerini boşladı ve hükümet desteği ile
New York’a, Columbia Üniversitesi’ne gitti. Burada
muhasebe okurken aynı zamanda ABD Futbol
Ligi’nde de mücadele eden Brookhattan takımında
da maç başına 25 dolara forma giymeye başladı
ve ligde gol krallığı yaşadı. Ancak orada kazandığı
para kendisine yetmiyordu ve bu yüzden bir ek işe
ihtiyacı vardı. Bu yüzden Harlem’deki bir İspanyol
restoranında bulaşıkçı olarak işe girdi. Hem futbol
takımına hem de restorana girmesini sağlayan
adam aynı adamdı. Eugene “Rudy” Diaz, kafenin
ve Brookhattan futbol kulübünün sahibi.
Amerika Birleşik Devletleri o yıllarda Kuzey
Amerika Konfederasyonu’na dahil olan 4 takımdan
birisiydi. 1950 Dünya Kupası’na gitmeye hak
kazanmışlardı ama 1948 Olimpiyatlarında İtalya’ya
9-0 mağlup olmaları ve ardından aldıkları sonuçlar
pek iç açıcı değildi. Federasyon yeni ve yetenekli
oyuncuları aramaya girişti. 1948 ve 1949’daki
kadrodan bazı oyuncular elendi. Ancak girişte
ismini saydığımız ve başka mesleklere sahip
oyuncuların programları da başa belaydı. Örneğin
bir öğretmen olan Walter Bahr Meksika’daki
elemelere gitme iznini okulundan zor almıştı
ve Dünya Kupası’nın yeni öğretim döneminin
kayıtlarına rastlaması onu daha da zorluyordu.
Bazı oyuncular bu yüzden milli takımdan ayrıldılar.
Takıma Brezilya’daki turnuvada haftalık 100
dolar ödenecekti. İşte Joe Maca, Ed McIlvenny
ve Joe Gaetjens’in takıma dahil edildiği gün o
gündür. Bu oyuncular aslında ABD vatandaşı
değillerdir, sadece vatandaşlık işlemlerinin ilk
basamağındadırlar, ama Futbol Federasyonu’nun
kuralları gereği takıma alınırlar.
Teknik direktörleri bile inanmıyordu
İngiltere maçında Joe Gaetjens...
Gaetjens, Brookhattan ile yaşadığı gol krallığının
da etkisiyle milli takım kadrosuna seçildi. ABD
2. grupta, İspanya, İngiltere ve Şili ile eşleşti.
25 Haziran’da İspanya karşısında ilk maçı 3-1
kaybettiler. Aslında maçın 81. dakikasında 1-0
öndeydiler. 29 Haziran’da İngilizler Şili’yi ilk
maçta 2-0 mağlup etmenin güveni ile Belo
Horizonte’deki Bağımsızlık Stadyumu çimlerine
galibiyet ve hatta fark parolasıyla çıktılar.
Blackpool forması giyen Stan Mortensen
ceza sahasına doğru süzülmüş, ancak o gün
Amerikalılar adına sahanın en iyisi olan Charlie
Colombo gole giden rakibini yaka paça yere
indirmişti. Maçın İtalyan hakemi Generoso Dattilo,
birçok İngiliz futbolcunun penaltı itirazına rağmen
hareketin ceza sahası dışında olduğuna kanaat
getirip serbest vuruşa hükmetti. Ancak İngilizler
vuruştan yararlanamadı. Colombo o maçta o
kadar iyi oynamıştı ki, turnuva sonrası Brezilya ligi
takımlarından teklif almasına rağmen St. Louis’e
dönmeyi tercih etmişti. Mortensen maç sonrası
onun için “annesi sahaya gelip bizden oynasa onu
da indirirdi” demiştir.
Kadrolarında 16 yıl sonra onları teknik adam olarak
dünya şampiyonluğuna ulaştıracak Alf Ramsey de
bulunuyordu. İngiliz futbolunun gelmiş geçmiş en
büyük oyuncularından Stanley Matthews da aday
kadrodaydı ama üst turlardaki önemli maçlar için
saklanıyordu. Maç öncesi Birleşik Amerikalıların
İskoç teknik direktörü William Jeffrey takımını
“kesilmeyi bekleyen bir koyuna” benzetmişti. 12.
dakikada İngilizler kaleye 6 şut atmış, bunlardan
2 ‘si direkte patlamıştı. İlk yarım saat sonunda
İngilizlerin 9 müsait gol pozisyonu vardı ama
skor hala 0-0’dı. 38. dakikada Walter Bahr 30
metreden kaleye bir şut attı, Bert Williams
topa atladı ama top ona doğru giderken Joe
Gaetjens hareket halindeki topa müdahale etti,
bu müdahale topun momentumunu değiştirdi
ve Williams ikinci hamleyi yapamadığı için top
ağlarla buluştu. ABD, inanılmazı yapmış ve
1-0 öne geçmişti. Ayrıca stadyumdaki 10 bin
Brezilyalı da güçlü rakiplerinin elenmesi için ABD’yi
destekliyordu.
İkinci yarıda İngilizler rakip kaleyi abluka altına
aldılar doğal olarak. Umutların tükendiği anda,
Ajanslar yanılmıştır
Hakem Dattilo bitiş düdüğünü çaldığında tüm
zamanların en büyük futbol sürprizlerinden birisi
gerçekleşir. ABD, İngiltere’yi yenmiştir. Reuters
haber ajansı maçın skorunu ajanslara bildirir
ama kimse bu habere inanmak istemez. İngiliz
gazeteleri bir yazım hatası olacağını düşünerek,
İngiltere’nin 10-0 kazandığını duyurur. Maçta
bulunan tek Amerikalı gazeteci, St. Louis PostDispatch yazarı Dent McSkimming, patronunun
yol masraflarını ödememesi sonucu kendi
cebinden para harcayarak turnuvaya gitmiştir.
“Oxford Üniversitesi’nin bir beyzbol takımını
gönderip Yankees’i mağlup etmesi gibi bir şey”
benzetmesini kullanır maç sonu yazısında. Maçın
tek golünün fotoğrafını da kimse çekememiştir,
çünkü tüm fotoğrafçılar ABD kalesinin arkasında
konuşlanmıştır.
Turnuvaya veda ve sonrası
İngiltere grubun son maçında İspanya’ya 1-0
kaybedip turnuvaya veda eder. ABD de Şili’ye 5-2
mağlup olur ve grup sonuncusu olur. İspanyollar 3
maçta 3 galibiyetle gruptan çıkarlar. ABD takımı 3
uçak değiştirerek St. Louis’e ulaştığında kimsenin
onları karşılamaya geldiği yoktur. Hatta futbolcu
eşlerinden birisi, kocasına kupadan geç döndüğü
için fırça atmıştır. Oyuncular tatil yapma ya da
ara vermeden işlerine dönerler. Örneğin Walter
Bahr havalimanından çıktığı gibi yaz okuluna ders
vermeye gitmiştir.
Gaetjens turnuva sonrası Fransa’da Racing Club
de Paris ve Olympique Ales formalarını giydikten
sonra Haiti’ye döner. Vatandaşlık işlemlerini asla
tamamlamamıştır ve hiç bir zaman Amerikan
vatandaşlığına geçmez. 1953’te Haiti Milli Takımı
formasını giyer. 1954’te ülkesine dönüp Colgate
ve Palmolive firmalarının basın sözcüsü olur. Aynı
yıl da futbolu sağlık sorunları sebebiyle bırakır. Bir
kuru temizleme atölyesi açar ve genç takımlara
antrenörlük yapmaya başlar.
Önce seçim sonra idam...
1957’de yapılan Haiti Başkanlık Seçimleri’ni
François “Papa Doc” Duvalie kazanır. Papa Doc
askeri kadronun desteğini arkasına almış, seçim
propagandasını Afrika kökeninin üzerine kurmuş
bir popülist olarak tanımlanmaktadır. Karşısındaki
iş adamı Louis Déjoie’yi aristokrasinin temsilcisi
bir burjuva olarak tanımlar. Duvalie seçimi
rakibinin 3 katı oy alarak kazanır. Sonrası 14 yıl
sürecek bir tiranın yönetimi olur. Papa Doc, seçim
sırasında Déjoie’yi destekleyen herkese savaş açar.
Bunların arasında Joe Gaetjens de vardır. Gaetjens
politikayla ilgili değildir ama ailesinin bir şekilde
seçimle bağı olmuştur çünkü büyük dedesi, Déjoie
ailesinden bir kadınla evlenmiştir. Bu yetmezmiş
gibi seçim sonrası Gaetjens’in kardeşleri JeanPierre ve Fred, Duvalie’yi devirmek isteyen
Dominikli isyancıların arasına katılırlar. 7 temmuz
1964 yılında Duvalie kendisini ömür boyu devlet
1957’de yapılan Haiti Başkanlık Seçimleri’ni François
“Papa Doc” Duvalie kazanır. Onun iktidarı döneminde
ülkede baskıcı bir rejim hakim olacaktır.
başkanı ilan eder. Tüm Gaetjens ailesi ertesi gün
toplumdan kendisini soyutlayarak emin bir yere
yerleşir. Politikayla ilgilenmeyen Joe dışında. Ancak
bu iyi niyeti ona pahalıya mal olacaktır.
Duvalie’nin gizli polis teşkilatı Tonton, onu göz
altına alır. Duvalie yönetimi sırasındaki insanlık
dışı uygulamalarla ünlenen Fort Dimanche,
hapishanesine götürülür. Sadece 2 gün sonra,
10 Temmuz 1964 günü hapishane bahçesinde,
40 yaşında iken idam edilir. İddialara göre onu
öldüren silahı, yakın arkadaşı olan polislerden birisi
ateşlemiştir.
Ailesi yıllar sonra saklandıkları yerden çıkıp
oğullarını ararlar ama hiçbir zaman ulaşamazlar.
Cenazesinin de ne olduğu belirsizdir.. 1971
yılında Duvalier ona ne olduğuyla ilgili sırları da
beraberinde alıp toprağa götürür. Onun istibdat
rejimi sırasında tam 30 bin insan öldürülmüştür.
Oğlu “Baby Doc” lakaplı Jean-Claude Duvalier
zamanında da ülke içler acısı bir hal almış, oğul
Duvalier hayatını kaybetmiş Haitililerin organlarını
yurt dışına satmak da dahil hiçbir sapkınlıktan geri
kalmamıştır.
Bundan 64 yıl önce İngilizleri, Belo Horizonte
çimlerine gömen ve hiçbir zaman bir Amerikalı
olmayan, ABD futbol tarihinin kahramanı Joe
Gaetjens’in başına gelenler bugün halen tam
olarak açıklığa kavuşturulmamıştır.
Mustafa Demirtaş
Büyüteç
HF124
KRALLIKTA SINIF ATLAMA ZAMANI
CIRO IMMOBILE
ZdenekZeman’ın Pescara’da parlayıp, yıldızlaştırdığı genç golcü artık adımlarını
büyük atıyor. Ciro Immobile, “Serie B’de gol kralı olan bir sarışın çocuk vardı,
ne oldu ona?” dedirtmemekte kararlı!
2006 Dünya Kupası’nda bir grup maçı. “Pek iyi
durumda değiller ama İtalya, İtalya’dır be!” iç
sesiyle favoriler arasında gösterilen Gök Mavililer’e
Çek Cumhuriyeti karşısında kazanmak için
Materazzi’nin golü yetecekken, Filippo Inzaghi
son dakikalarda attığı golle galibiyetin üstüne
beton döküyor. Gol sevinci tabiİ ki her zamanki
gibi coşkulu… Sanki Materazzi’nin golü hiç
yaşanmamış da onun son dakika golüyle maç
kazanılmış gibi. TRT’de yorum yapan ağabeyimiz
durur mu, patlatıyor cevabı: “Yahu bu kadar
sevinecek ne var?”
Inzaghi olmaya da gerek yoktu. Dünya Kupası’ydı
orası! 6-1’lik maçta Kamerun’un tek golünü atan
42’lik RogerMilla’ya da mı “Ne seviniyorsun
dayı?” deseydik; ardında bıraktığı kırılması güç
rekora bakmadan? Ancak her şeyden de öte, bu
İtalyan santrforlara gol atmak ayrı bir yakışıyordu.
“Postacı mektubu adrese bırakırken seviniyor
mu kardeşim?” diyen Balotelli hariç… O yüzden,
mavili formanın altında yine “güzel sevinerek”
golün hakkını verecek, moda tabirle “golcü gibi bir
golcü” gerek. “Prandelli beni iyi tanır!” diyen Ciro
Immobile olabilir mi? Kesinlikle!
En başta Filippo Inzagi gerçeği var. Adamın
yaşama amacıydı gol atmak… Ama zaten Dünya
Kupası’nda gol attıktan sonra sevinmek için
Aslında 24 yaşındaki golcü, biraz geç açılmış gibi
gözükse de yüzünü erken gösteren bir yetenekti.
Juventus formasıyla Alessandro Del Piero’nun
yerine oyuna girdiğinde, henüz 18 yaşındaydı.
Ancak daha sonra Juve’nin usta birliği için dağıtıma
gönderdiği onlarca genç isminden biri oldu. Ne
şanslıydı ki rotası, Zdenek Zeman’ın elleri olacaktı.
Zeman, belki hiçbir zaman mantıklı düşünen bir
kulübün ideal hocası olamadı ama bir özelliği
vardı ki, yıllarca farklı emsallerle sabitti: O, genç
yeteneklerin aşığıydı ve hele de ofansif oyuncuysa,
biraz da potansiyeli varsa parlamaması için hiçbir
neden yoktu. Ciro Immobile de bunu yaptı, 28 golle
kral oldu. Bir Zeman kuralına riayet ederek ligin
en çok golünü yiyip ama uzak ara en çok golünü
atarak üst lige çıkan şanlı Pescara’nın üç özel
yeteneğinden biriydi: Diğerleri, LorenzcoInsigne ve
MarcoVerratti.
Önce Genoa’ya oradan, Torino’ya
Juventus, sonraki sezon harıl harıl santrfor
arayışında olmasına rağmen Immobile’nin yüzüne
pek bakmadı. 2.75 milyon euro karşılığında coowner anlaşmasıyla haklarının yarısını Genoa’ya
sattı. Ciro, artık Serie A’da forma giyecekti ama
biraz buruklaşmış hevesleriyle… Sezonu sadece 5
golle kapattığında herkes “Onu parlatan Zeman’dı,
abartılmış oyuncu” gibi düşünmeye başlamış
olsa da; aslında o sistemsizliğin dibine vurmuş
Genoa’nın kurbanlarından biriydi. Juve, aynı miktar
karşılığında Genoa’nın haklarını geri aldı ve aynı
gün ezeli rakibi Torino’ya sattı. Sağına sezonun
en formda oyuncularından biri olacak olan Alessio
Cerci’yi alan Ciro Immobile’nin yeniden doğuşu
böyle başladı. Ve o, bugünlerde krallığını Serie A’da
da ilan etmeye çok yakın.
Şansını da kendi yaratıyor
Attığı 17 golle, Tevez’in sadece bir gol gerisinde
ikinci sırada olan Ciro Immobile’in en önemli
özelliği, sayıdan da belli olacağı üzere gol vuruşları.
Açısı, topun geliş yönü, şiddeti ne olursa olsun
çerçevenin tehlikeli bölgelerine ateş ediyor.
Evet, son Roma maçında topun gelişine ancak
Van Persie’nin sol ayağına yakışacak bir voleyle
cevap veren Immobile için bu tabir en uygunu:
Ateş etmek! Ayağının içiyle bile sert plaseler
göndermeye başarabilen bir oyuncu. Ancak sadece
“golü koklarım, önüme düşen topa yapıştırırım”
gibi bir Mario Jardel modelinden ibaret değil.
Bazen o şansını kendisi yaratıyor, rakibiyle birebir
kaldığında adam eksiltmeyi çok iyi becerdiği
oluyor. Bunun en büyük şahidi, Milan’ın krizden
dolayı bir türlü kurtulamadığı kadrolu stoperi
Bonera. San Siro’daki maçta Immobile sağ alt
köşeyi bulmadan önce kendisine attığı feyk
sonrası oyundan düşmemiş, direkt olarak stadı
terk eylemişti…
“Her gün kendime ‘Bugün neyi farklı yapmalıyım’
diye soruyorum” demişti bir keresinde. Gelişime
açık bir oyuncu olduğu sadece cv’sinden değil,
ağzından dökülen cümlelerle de belli oluyordu.
Arsenal’in kendisini ciddi şekilde takip ettiği
söyleniyor ki bu yeni bir şey de değil aslında. O
henüz Serie B’deki sıçrayışını yapmadan önce de
Londra scoutlarının ağına takılmıştı. Ancak bu
Dünya Kupası’nda sonra “Ciro Immobile” demek,
Avrupa turnesinden sonra Luis Figo’yu beğenip
gelen Selim Soydan – Şadan Kalkavan ikilisinin
scouting’iyle örtüşebilir.

Benzer belgeler